Untitled - Hayat Vakfı
Transkript
Untitled - Hayat Vakfı
DÜZENLEYEN KURUM Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı Malatya Şubesi SEMPOZYUM ORTAKLARI İnönü Üniversitesi Malatya Büyükşehir Belediyesi SPONSORLAR İnönü Üniversitesi Malatya Büyükşehir Belediyesi Astellas Pharma İlaç Tic. ve San. A.Ş. SEMPOZYUM DÜZENLEME KURULU Prof. Dr. Nusret AKPOLAT İnönü Üniversitesi Tıp fakültesi Patoloji A.D Prof. Dr. Mustafa ARSLAN İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi AD Doç. Dr. Abdullah ÇOLAK İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku AD Yard. Doç. Dr. Mehmet KARATAŞ İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD SEMPOZYUM BİLİM KURULU Prof. Dr. Nusret AKPOLAT İnönü Üniversitesi Tıp fakültesi Patoloji A.D Prof. Dr. Cengiz ARA İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi AD Prof. Dr. Mustafa ARSLAN İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi AD Prof. Dr. Dilek CİNDOĞLU Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji AD Prof. Dr. Yaşar DOĞAN Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD Prof. Dr. Şinasi GÜNDÜZ Uluslararası Balkan Üniversitesi Rektörü, Üsküp, Makedonya Prof. Dr. Nurçin GÜLHAŞ İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD Prof. Dr. Hakan HAKERİ İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Prof. Dr. Ünsal ÖZGEN İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet YAMAN Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku AD Prof. Dr. Sezai YILMAZ İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi AD Doç. Dr. Abdullah ÇOLAK İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku AD Doç. Dr. Sevtap METİN İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi A.D. Doç. Dr. Suat KAMIŞLI İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji AD Doç. Dr. Zülküf KARA Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji AD Doç. Dr. Şükrü KARTALCI İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Yard. Doç. Dr. Ahmet EKŞİ Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi AD Yard. Doç. Dr. Hakan ERTİN İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi AD Yard. Doç. Dr. Mehmet KARATAŞ İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD Dr. Ülfet GÖRGÜLÜ DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı SEMPOZYUM ORGANİZASYON KOMİTESİ Prof. Dr. Nusret AKPOLAT İnönü Üniversitesi Tıp fakültesi Patoloji A.D Prof. Dr. Mustafa ARSLAN İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi AD Doç. Dr. Abdullah ÇOLAK İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku AD Yard. Doç. Dr. Mehmet ASLAN İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Hastalıkları AD Yard. Doç. Dr. Mehmet KARATAŞ İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD Yrd. Doç. Dr. Ahmet Selim ÖZKAN İnönü Üniv. Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD Yard. Doç. Dr. Nihat POLAT İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları AD Yard. Doç. Dr. Nusret SOYLU İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi AD Dr. Ertuğrul KURTOĞLU Malatya Devlet Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı İhsan GENCAY Malatya Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Murat SEZİK Battalgazi Belediyesi Kültür İşleri Müdürlüğü SEMPOZYUM BİLİMSEL SEKRETERYASI Yard. Doç. Dr. Mehmet KARATAŞ İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD Email: [email protected] Tel: 0422 3410660 (1604) Gsm: 0505 839 5448 Tıp, Etik, Din, Sosyoloji ve Hukuk Bağlamında ORGAN NAKLİ Sorunlar ve Çözüm Önerileri Malatya 2014 Yayınlayan Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı İletişim İnönü Mh. Evliya Cd. No. 61 Malatya Tel. 0422 324 6323 Bel. 0422 326 2771 [email protected] www.malatyahayatvakfi.org.tr Yapım Selika Tasarım Uygulama Ahmet Yumbul Baskı ve Cilt Pınarbaş Matbaacılık Ltd. Şti. © 2014 Bütün hakları saklıdır. Yazılı izin olmadan, tanıtım amaçlı kısa alıntılar dışında hiçbir yolla çoğaltılamaz. İ Ç İ N D E Kİ L E R İslam Dışı Dini Geleneklerde Organ Nakli 10 İslam Hukuku Açısından Organ Nakli ve Beyin Ölümü 26 İslam Hukuku Bakımından Organ Nakli Etrafındaki Tereddütler 38 İslam Hukuku Açısından Yaşam Desteğinin Sonlandırılması 52 Organ/Doku Nakli ve Hukuki Sorunlar 62 Hayatın Sonu Ağırlıklı Biyo-Tıp Etiği Sorunları 72 Organ Bağışı–Nakli ve Transplantasyon Etiği: Etik Çerçeve ve Çözüm Tartışmaları 82 Beyin Ölümü Tespiti ve Organ Nakli Sürecinde Yaşanan Etik Sorunlar/İkilemler 96 Organ Nakli mi? Kimlik Transferi mi? 100 Yüz Nakli ve Kişisel Kimlik 120 Hasta Gözü İle Karaciğer Nakli 128 Genel Cerrahi Pratiğinde Organ Nakli ve Sorunlar 130 Beyin Ölümü Tanısında Kullanılan Testler 132 Nörolojik Açıdan Beyin Ölümü Tespiti 136 HAYAT VE ORGAN NAKLİ Sempozyum konusu olarak “organ nakli”ni seçmemizin nedeni, bu konudaki kafa karışıklığının devam ediyor olmasıdır. Kafa karışıklığı toplumun tüm kesimlerinde, hatta din adamları ve hekimler arasında da devam etmektedir. Bu kesimlerden kimileri organ naklini desteklerken; diğerleri olumsuz yaklaşarak, neredeyse büyük günah ve gayri ahlâkî bir durum olduğunu iddia etmektedirler. Bu konuda bilen de bilmeyen de görüş beyan etmektedir. Organ naklinin gerekliliği veya önemi konusunda birçok tez ve karşı tez üretilebilir. Tüm bu teorik ve felsefik çerçevedeki tartışmalar bir tarafa, organ nakli ile yeniden hayata tutunmuş çocuğun gözündeki ışıltıyı, umudu görmek ve bu âna şahitlik etmek her türlü teorik tartışmayı anlamsızlaştırmaktadır. Felsefik teoremler, gerçek ile örtüşmedikleri sürece halkta karşılığını bulamayacak ve unutulmaya mahkûm olacaktır. Tüm bunları ifade ederken elbette organ naklinin kontrolsüz ve kuralsız olmasını savunmuyoruz. Tabiî ki, organ naklinin gerçekleştiği tüm aşamalarda ve ilgili taraflar arasında etik, dînî ve hukukî kurallara bütünüyle uyulmalıdır. Bu konuda hiçbir ödün verilmemelidir. Bu sempozyumu planlarken, organ naklinin dînî, etik, tıbbî, psikolojik, sosyolojik ve hukukî yönlerini içeren multi-disipliner bir tartışma ve çözüm ortamı oluşturmak istedik. Bundan önce yapılan bilimsel toplantıların en büyük eksikliği, organ nakli konusunu tek bilim disiplini içerisinde ele almalarıdır. Organ nakli konusunun, tüm tarafların bir araya geldiği, tartıştığı multi-disipliner bir yaklaşımla çözülebileceğine inanıyoruz. Davet edilen konuşmacıların hepsi kendi alanında yetkin kişiler olup organ nakli konusunda devam eden tartışmalara önemli açılımlar getireceklerdir. Bu sempozyumun temel amaçlardan biri de toplumda organ nakli konusunda farkındalığı arttırmaktır. Bu konuda yetkin olmayan insanların eksik/yanlış tespitleri ile değil; konunun uzmanları aracılığıyla toplumu bilgilendirmeyi hedefledik. Bu konudaki sorumluluğun büyük bir kısmı da basın-yayın organlarına düşmektedir. Basın, organ nakli konusundaki bilimsel toplantıların halka ulaşmasında aracılık etmeli ve bunu kendine vazife edinmelidir. Organ nakli konusunu seçmemizdeki diğer bir etmen, İnönü üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi’nin organ nakli konusunda Türkiye ve dünyadaki haklı şöhretidir. Bu başarının tüm kahramanlarını tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum. Bu organizasyonun gerçekleşmesinde emeği geçen, başta düzenleme ve organizasyon kurullarına, her türlü maddi ve manevi desteğini esirgemeyen İnönü Üniversitesi Rektörlüğü’ne ve Malatya Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na, teknik destekleri için Hayat Vakfı genel merkezine ve maddî destekleri için Astellas Pharma’ya teşekkür ederim. Sempozyumun amacına ulaşmasını ve dünya bilim mirasına katkı sağlamasını diliyorum. Prof. Dr. Nusret AKPOLAT Hayat Vakfı Malatya Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ VE ORGAN NAKLİ Günümüz dünyasında tıp pratiğinin ayrılmaz bir parçası hâline gelen organ nakli, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de önemini korumaya devam ediyor. Bu arada, konu ile ilgili birtakım tartışmaların ve bu toplumsal kafa karışıklıklarının da yaşandığı görülmektedir. Toplumumuzda organ nakli, sosyolojik, dini, psikolojik, hukuki ve etik boyutları ile tartışılmaktadır. Konunun çok yönlü olması ve istimara açık olması nedeniyle organ naklinin toplumda doğru algılanması büyük önem arz etmektedir. Organ naklinin önemine inanmayan bir toplumda organ bağışının desteklenmeyeceğini ve bunun da organ naklinde başarısızlığa yol açacağını tahmin etmek zor değildir. Üniversitemiz ve Turgut Özal Tıp Merkezimiz, gerek dünyada gerekse Türkiye’de özellikle karaciğer naklindeki başarısı ile ön plâna çıkmıştır. Bu nedenle organ nakli, Üniversitemiz için özel bir yere sahiptir. Hastanemizde sadece karaciğer nakli değil, onunla birlikte böbrek, kemik iliği ve kornea nakilleri de başarı ile yapılmakta olup, Türkiye ve dünyanın değişik bölgelerinden hasta kabul edilmektedir. Üniversitemizin, 2002 yılında gerçekleştirilen 3 ameliyat ile başlayan karaciğer nakli serüveni, bugün gelinen noktada, yılda ortalama 300-350 nakil gerçekleştirme seviyesine çıkmıştır. Bu sayı ile Avrupa’da birinci, dünyada ise ikinci sırada bulunuyoruz. Diğer nakillerde de Türkiye ortalamalarını yakalamaya çalışmaktayız. TÖTM organ nakil ekibinin bu başarısı nedeniyle organ nakli, hem hastanemiz hem de Üniversitemiz için bir prestij projesidir. Bu bağlamda organ naklini önemsiyor ve bu konuda yapılan ulusal ve uluslararası bilimsel toplantıları destekliyoruz. İnönü Üniversitesi olarak, Hayat Vakfı Malatya Şubesinin öncülük ettiği “Organ Nakli Sempozyumu”nu da aynı anlayışla desteklediğimizin bilinmesini istiyorum. Bu bilimsel toplantının amacına ulaşmasını diliyor, tüm konuşmacı ve katılımcıları saygı ile selamlıyorum. Prof. Dr. Cemil ÇELİK İnönü Üniversitesi Rektörü İnönü Üniversitemiz, Hayat Vakfı Malatya Şubesi ve Malatya Büyükşehir Belediyemiz tarafından ortaklaşa düzenlenen Organ Nakli Sempozyumu’na hoş geldiniz diyor, hepinizi en içten saygı ve muhabbetlerimle selamlıyorum. Öncelikle Sempozyumun karaciğer naklinde Avrupa birincisi olan Malatya/İnönü Üniversitemizde yapılmasından duyduğum memnuniyeti ifade etmek istiyorum. Bu şehir bunu çoktan hak etmişti. Sahip olduğu potansiyel ve başarıları ile daha fazlasını da hak ediyor. Malatyamızın birçok alanda olduğu gibi sağlık ve sağlık turizmi alanında da bir merkez, bir bölge şehri olması için Büyükşehir Belediyesi olarak elimizden gelen her türlü katkıyı vermeyi bir onur ve görev addedeceğimizi bir kez daha ifade etmek istiyorum. Bilindiği gibi organ nakli, bundan bir asır kadar önce tıp tedavi literatürüne giren ve bugün başarı oranı oldukça yüksek bir tedavi şeklidir. Bütün ilaç, tıbbi müdahale ve tedavi yöntemlerinin sonuçsuz kaldığı, tek seçenek olan organ naklinin görüldüğü durumlarda hayat kurtaran, adeta insanı yeniden hayata döndüren kurtuluş çaresidir. Canı korumak, İslam dinine göre korunması gereken 5 temel gayeden biri, en önemlisidir. Yüce dinimiz, cinsi, milliyeti, rengi, dini, konumu ne olursa olsun her insana insan olarak bakmış ve yaşama hakkı tanımıştır. İslam, tedaviye büyük önem vermiş, her insana tedavi olmada eşit haklar tanımış, bir insana hayat vermeyi bütün insanlığa hayat verme mesabesinde görmüştür. Yine dinimiz organ nakli ve bağışı konusunda Müslüman ile gayr-ı Müslim arasında hiçbir fark gözetmemiştir. Zira, sonuçta kurtarılacak olan insandır ve onun en değerli olan yaşama hakkıdır. Bugün resmi verilere göre ülkemizde 20 bini böbrek olmak üzere 30 bini aşkın vatandaşımız yaşamlarını devam ettirebilmek için organ beklemektedirler. Türkiye’de hayatta iken organ bağışı yapan kişilerin oranı oldukça azdır. Öldükten sonra ise ailelerin nakle izin verme işlemi güçleşmekte, uzun zaman almaktadır. Bu nedenle daha çok hastaya yaşam umudu olabilmek için hayatta iken organ bağışı yapmayı kabul etmek, bu konuda gerekli sosyal bilinci oluşturmak durumundayız. Ülkemizde son yıllarda birçok alanda olduğu gibi organ nakli alanında da önemli ilerlemeler kaydedilmiş, bugün karaciğer ve böbrek naklinde % 90’ın üzerinde bir başarı yakalanmıştır. Öyleyse hastane köşelerinde aylarca, belki yıllarca gözyaşları içerisinde bekleyen annelere, babalara, yavrulara umut olmak, onlara hayat taşımak, biz sağlıklı insanların öncelikli görevleri arasında olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, bizler de yakınlarımız da bir gün organ bekleyen bir hasta durumuna düşebiliriz. Her zaman mümkün olabilecek bu ihtimali düşünerek organ nakli konusunda daha duyarlı olmalı, çevremizi uyarmalı, ilimizde ve ülkemizde hasta olan, gelecek küçük bir haberi umutla bekleyen insanlar olduğunu unutmamalıyız. Bu duygu ve düşüncelerle ilimizde yapılan bu önemli ve anlamlı sempozyumda emeği geçenleri kutluyor, yararlı geçmesini diliyor, saygılar sunuyorum. Ahmet ÇAKIR Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Organ Nakli Sempozyumu İSLAM DIŞI DİNİ GELENEKLERDE ORGAN NAKLİ Prof. Dr. Şinasi Gündüz Uluslararası Balkan Üniversitesi Rektörü, Üsküp, Makedonya [email protected] Organ nakli konusundaki tıbbi gelişmelere paralel olarak dinî inançların organ bağışı ve nakli üzerindeki etkisine dair tartışmalar her geçen gün artış göstermektedir. Kan nakli konusundaki gelişmelerin birkaç yüzyıllık, organ naklinin ise kabaca yüzyıllık bir tarihe sahip olmasına rağmen, dinî kaynaklarda konuya ilişkin tartışmalara dayanak oluşturan etik kurallarla ilgili referanslar oldukça eskidir. Zira bilinen en erken dönemlerden itibaren bütün inanç sistemlerinin öğretileri arasında, bedenin gerçek sahibinin kim olduğu, beden ve uzuvlarımız üzerinde söz hakkının kimde olduğu, ihtiyaç sahibi olanlara yardım ya da bir hayatın kurtarılması için neyin ya da nelerin feda edilmesi gerektiği gibi konular önemli bir yer teşkil etmektedir. Dinî öğretiler arasında yer verilen bu konularla birlikte genel anlamda insan, insan bedeni ve insanın teolojik ve ahlakî sorumluluklarıyla öte dünya yaşamı konularına ilişkin bakış açıları organ bağışı ve nakli konusunda dindar bireyin tutum ve davranışları üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Aşağıda değineceğimiz birkaç istisnai durum dışında dinlerin hemen hepsi, organ bağışının izin verilebilir bir durum olduğu görüşünde birleşir. Bununla birlikte yine dinlerin hemen hepsinde organ bağışı, teşvik edilen bir tutum ve davranış olmakla birlikte yapılması gereken dinî bir zorunluluk olarak görülmez (Kunin, 2005: 270). Diğer taraftan dinî gelenekler arasında organ naklinin şartları, ne şekilde ve nasıl olacağı ile hangi organların hangi durumlarda nakledilebileceği konularında ise çeşitli görüş ayrılıklarına rastlamak mümkündür. İnsanın kendi bedeni ve organları üzerinde tasarrufu konusunda inanç sistemleri arasında birtakım farklı perspektifler mevcut olsa da bütün dinî geleneklerin konu10 Organ Nakli Sempozyumu nun ele alınmasında birkaç ana husus etrafında bakış açılarını şekillendirdiği görülür. Bunlar; yaşamın kutsallığı, insanın kendisine ve sosyal çevresine karşı ahlakî sorumlulukları ve organlar üzerindeki tasarruf hakkının esas itibarıyla kime ait olduğu çerçevesindeki öğretilerdir. İnsan Yaşamının Kutsallığı Dinlerin tamamında genelde bütün yaşam, özellikle de insan yaşamı, korunup saygı duyulması gereken kutsal bir alan olarak görülür. İslam’a göre “en güzel surette” yaratıldığı ve “yeryüzünde bir halife” olduğu belirtilen insan (Tîn, 4; Bakara, 30.), Kitabı Mukaddes’e göre Tanrı suretinde yaratılan (Tekvin, 1/27) bir varlıktır. Bu özellik, ona diğer tüm varlıklardan ayırt edici bir kutsallık kazandırmaktadır. Bütün dinlerde hayatın devamını sağlamak ve bunun için gerekirse fedakarlıkta bulunmak bir görev ve sorumluluk olarak kabul edilir; insan yaşamına kastetmek ise büyük bir günah olarak değerlendirilir. Bu durum; hem insanın kendi yaşamına kastetmesi hem de başkalarının yaşamına kastetmesi konusunda geçerlidir. Örneğin İslam’da insanın yaşam hakkı en temel haklar arasındadır; Kur’an, bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle aynı olduğunu vurgular: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır” (Mâide, 32). Bu doğrultuda İslam, bir yaşamı kurtarmaya çalışmayı da insanın sorumlulukları arasında temel bir ilke olarak kabul eder. Benzer şekilde insan yaşamının kutsallığı düşüncesi Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da temel bir prensiptir. Yaşamın kutsallığı ile bir yaşam kurtarmanın kutsallığı Yahudi geleneğinde ön plana çıkarılan temel ilkeler arasındadır (Ahmad Khan (vd.), 2011:115-116). “Cana kıymayacaksın” ilkesi (Çıkış, 20/13) Hz. Musa’ya verilen On Emir arasındadır. Yahudi kutsal metinlerinden Talmud’da, bir hayatı yok edenin bütün dünyayı yok etmiş olacağı, bir hayatı kurtaranın ise bütün dünyayı kurtarmış sayılacağı belirtilir (Talmud, Sanhedrin 37a) ve dolayısıyla aslolanın hayatı sonlandırmak değil devam ettirmek olduğunun altı çizilir. Bu bağlamda organ nakli hayat kurtarmak ve hayatı devam ettirmek amacına yönelik olduğu için bu meşru bir şeydir. Yahudi geleneğinde bu durum Tanah’daki şu ifade ile de irtibatlandırılır: “İsyanlarınızı kendinizden uzaklaştırın. Yeni bir kalp, yeni bir ruh edinin. Neden öleceksin, ey İsrail halkı? Çünkü ben kimsenin ölümünden sevinç duymam. Egemen Rab böyle diyor. Öyleyse günahınızdan dönün de yaşayın!” (Hezakiel, 18/31-32) Yaşamı devam ettirmek ve korumak esas olduğuna göre, dinlerde yaşamı bir şekilde sonlandırmak olarak değerlendirilebilecek tutum ve davranışlar meşru görülmez. Ni11 Organ Nakli Sempozyumu tekim bu çerçevede örneğin kürtaj ile bir yaşamı sona erdirmeye dinlerin hemen hepsi karşı çıkar. Ortodoks Yahudilikte, hamile kalan kadına yönelik ciddi sağlık durumu haricinde kürtaja izin verilmez. Hıristiyanlıkta da erken dönemlerden itibaren kürtaja karşı çıkıldığı ve kürtajın ciddi bir kötülük olarak değerlendirildiği görülür. Bununla birlikte ilerleyen dönemlerde çeşitli Hıristiyan kiliseleri arasında kürtaj konusunda farklı yaklaşımlar kendisini göstermiştir. Katolik kilisesi, Yeremya, 1/5’ten hareketle1 insanın kişilik haklarının döllenme ile birlikte başladığını düşünür. Kilise birinci yüzyıldan itibaren kürtaj yaptırmayı ahlaka aykırı bulmuş ve yalnızca kürtaj yaptıranın değil bir şekilde kürtaj eylemine katılanların da ciddi bir suç işledikleri kanaatinde olmuştur. Sih dininde ve Zerdüştilikte de kürtaj, tanrının yaratma eylemine karşı bir müdahale olarak değerlendirildiğinden günah olarak görülür. Yaşamı devam ettirmenin ve korumanın önemi İncillerde de önemli emirler arasında sayılır (Markus, 10:19). Komşuyu ya da diğer insanları kendisi gibi görmek ve sevmek, insanlar arası ilişkilerde affetmeyi ve bağışlamayı ön plana çıkarmak, üzerinde ısrarla durulan hususlar arasındadır (Markus, 12:31). Hint dinleri ise yalnızca insan yaşamının değil genel anlamda bütün yaşamın kutsallığı üzerinde hassasiyetle durur. Nitekim bu konuda, hiçbir canlıya zarar vermeyeceksin şeklinde özetlenebilecek ahimsa ilkesi, doğal ve sosyal çevreye yönelik kişi davranışlarını kontrol altına alan önemli bir ahlakî ilke olarak karşımıza çıkar. Bu çerçevede örneğin kürtaj, hem Hinduizmde hem de Budizmde ahimsa ilkesinin ihlalidir. Hindu kutsal metinlerinden Manu Kanunları kürtajı kirlenme nedeni sayar. Kürtaj insanın yeniden doğma, ruh göçü çarkının kesilmesine yönelik bir günah olarak görülür. Benzer şekilde Hint dinlerinde bir yaşamı kurtarma ya da iyileştirme amacına yönelik olarak organ nakli de ahimsa ilkesi çerçevesinde değerlendirir. Birçok dinî gelenek insanın farklı özelliklerini dikkate alarak, insanın görünür varlığının ifadesi olan bedenin dışında onu diğer varlıklardan ayrıştırdığı düşünülen bir ruhun varlığını kabul eder. Bu bağlamda birçok dinî gelenek, özellikle Budizm, Hinduizm ve Sih dinî gibi Hint dinî gelenekleriyle Sâbiîlik ve Maniheizm gibi Gnostik gelenekler, insan benliğini oluşturan asli varlığın ruh olduğunu belirtir (Gündüz, 1995:100vd). Bunlar arasında reenkarnasyon öğretisine yer veren dinler, bedenin geçiciliğini ve ruhun sabitesini kabul ederler ve bu çerçevede ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını devam ettirdiği öğretisini savunurlar. Örneğin Sih dininde beden, ruhun yeryüzü seyahatinde büründüğü bir kabuktur ve ölüm ile birlikte bedenle ruh arasındaki bağ çözülmektedir (Gatred, vd., 2005: 562). İnsanda aslolanın ruhsal varlık olduğu ve ruh göçü sürecinde ruhun eski bedeni bırakarak yenisini kabul ettiği Hint kutsal metinlerinden Bhagavad Gita’da (2/22) ise şöyle anlatılır: 1 12 “Ana rahminde sana şekil vermeden önce seni tanıdım, sen doğmadan önce de seni kutsadım”. Organ Nakli Sempozyumu “Kişinin eskileri çıkarıp yeni elbiselerine bürünmesi gibi, benzer şekilde ruh da eski ve gereksiz elbisesini (bedeni) bırakıp yeni fiziki bedenleri kabul eder.” İslam dışı dinlerin ruh ve beden ayrımına yaklaşımları bir bütünlük arzetmez; ruh genel anlamda bedene göre genelde ön plana çıkarılıyor olsa da ruha göre bedenin konumu konusunda farklı yaklaşımlar mevcuttur. Bazı dinî gelenekler bedenin kutsallığını, esas itibarıyla insanın kendisine ait olmadığı, bir başka ifadeyle bedenin sahibinin insanın kendisi olmadığı ve ölüm sonrası dönemde bedenle birlikte dirilmeyi kabul ederler. Bazı gelenekler ise insanın yapısı ile ilgili öğretilerinde bedenin sıradanlığı hatta süfliliği/kötülüğü ve insanın gerçek benliğini oluşturan ruhu tutsak eden ve insanın içinde yaşadığı kötülük âlemine insanı bağlayan bir unsur olduğu tezini temel alırlar. İnsanın yapısı konusunda ruh ve beden ayrımına ve bunların karakterlerine yönelik bütün bu bakış açıları insan yaşamı ve organ nakli konusundaki farklı bakış açıları üzerinde etkili gözükmektedir. Organ Nakli Tartışmalarına Temel Alınan Kavram ve Değerler Bütün inanç sistemleri bedenimiz de dâhil sahip olduğumuz her şeyin bizlere birer emanet olarak verildiği, dolayısıyla gerek bedenimize gerekse sahip olunan diğer şeylere karşı bir sorumluluğumuzun bulunduğu kanaatindedir. Bu nedenle olsa gerektir ki İslam da dâhil birçok inanç sisteminde kişinin kendi bedenine yönelik olumsuz davranışları zulüm olarak değerlendirilir. Kur’an, kişinin kendi yaşamına son vermesini, yani intiharı, karşılığı ebedi bir ceza olan büyük bir günah olarak değerlendirir (Nisâ, 29-30). Hıristiyanlık da bedenin asıl itibarıyla insana ait olmadığı kanaatindedir; beden Tanrı’nın bir mabedi ve ruhun kalıbı/şeklidir: “Bedeninizin, Tanrı’dan aldığınız ve içinizdeki Kutsal Ruh’un tapınağı olduğunu bilmiyor musunuz? Kendinize ait değilsiniz. Bir bedel karşılığı satın alındınız; onun için Tanrı’yı bedeninizde yüceltin.” (1 Korintoslular, 6/19-20) Dolayısıyla asıl itibarıyla insana ait olmayan bedenin günahla kirletilmemesi Hıristiyan ahlakının temelini oluşturur. Hıristiyanlık insan yaşamının Tanrı’nın bir hediyesi olduğunu ve bunun üzerinde tasarruf hakkının insanın kendisinde değil Tanrı’da olduğunu belirtir (Markwell, Brown, 2001: 189). Bu çerçevede ilahi bir bağış, bir ihsan olarak var edilen insana ve insan bedenine sıradan bir malzeme gibi davranmanın doğru olmadığı kanaati dile getirilir. Organ bağışı konusunda yürütülen tartışmalarda dinî geleneklerce çeşitli öğretilerin ön plana çıkarılmakta olduğu dikkati çeker. Bunlar esas itibarıyla dinlerin hakikat ve kurtuluş öğretileriyle sosyal sorumluluğa dayalı ahlakî ilkeler bağlamında ön plana çıkardıkları hususlardır. Bunlardan en dikkat çekici olanı bir yaşamın kurtarılmasına dair emirdir. Yaşamı insana bahşedilen ilahi bir hediye, bir ihsan olarak kabul eden 13 Organ Nakli Sempozyumu dinî gelenekler, “bir yaşamı kurtarmayı” üstün bir ahlakî meziyet olarak kabul eder. Bu çerçevede dinlerde yalnızca yaşamın kurtarılmasına değil, yaşamın iyileştirilmesine ve sürdürülmesine yönelik organ bağışı hayırlı/erdemli bir davranış olarak addedilir. Örneğin bir diğerinin yaşamını kurtarmak (pikuach nefeş) Yahudilikte önemli bir mitzvah (dinî emir), Torah’daki bütün dinî emirler arasında öncelikli bir husus olarak kabul edilir. Öyle ki bu emrin, Şabat’ı ya da Yom Kippur orucunu gözetmeden daha önemli olduğunun altı çizilir (Kunin, 2005: 270). Levililer, 19/16’da yer alan “komşunun canına/kanına zarar vermeyeceksin” ifadesine dayandırılan pikuach nefeş kuralı gereği, Talmud’da bir diğerinin yaşamını kurtarmak için Şabat kuralının bile ihlal edilebileceğini belirten birçok durum sıralanır (Talmud, Yoma 84b). Organ bağışı ve nakli konusunda bir diğer önemli ahlakî ilke komşuyu sevme ve bencil olmama kuralıdır. Özellikle Hıristiyan geleneği organ nakli konusunda komşuyu sevme ve ona yardım etme ile bencil olmama ilkesine sıklıkla vurgu yapar. Organ bağışını ve naklini Hıristiyan sevgisinin bir tezahürü olarak kabul eder (Markwell, Brown, 2001: 191). Organ nakli konusunda bir diğer dikkat çekici kavram fazilet, iyilik ve ihsandır. Hinduizm’de ihsanda bulunmak 10 temel faziletten birisidir. Sih dininde kişinin kendisini başkalarına adaması ve bu nedenle organlarını bağışlaması önemli bir erdemdir. Nitekim Gurular (Sih dinî önderleri), kendi yaşamlarını başkaları için feda etmişlerdir. Budizm’de de kişinin bir başkasını kurtarmak için kendi organını feda etmesi büyük bir fazilet olarak kabul edilir. Nitekim Budist literatürü içerisinde yer alan Jataka Hikâyeleri, bizzat Buddha’nın da bazıları için kendisini feda etme öykülerini anlatmaktadır. Caynizm ve diğer Hint geleneklerinde de organ bağışı büyük bir erdem olarak kabul edilir ve dolayısıyla keşişler ve dinî önderler tarafından teşvik edilir. Genelde tıp etiği özelde ise organ nakli konusunda Konfüçyanizm ahlak ve vicdan kavramlarını ön plana çıkarır. Konfüçyüsçü ahlak felsefesi bu konularda insan yaşamına saygı duymayı, hastaların iyileştirilmesi için her tedavi yönteminin uygulanması gerektiğini ve bu konuda tıbbi gelişmelerin yolunun açılmasını vurgular (Zhaojiang, 1995:240-243). Özellikle Budizm’de organ bağışı konusunda dikkate alınan temel kavramlardan birisi ise acı ve ıstıraptır. Budizmin temel hakikat öğretisi acı ve ıstırabın gerçekliği ve bununla ilgili bilinçlilik hali ile acıyı yenmenin yolu üzerine kuruludur. Bu bağlamda bir kişinin acısını/ıstırabını ortadan kaldırmak amacıyla yapılan bir organ bağışı oldukça değerli bir tutum olarak görülür. Bununla birlikte Tibet Budistleri gibi akımlarda, özellikle ölüm sonrası organların çıkarılması konusunda dikkatli olunması gerektiği; zira solunum fonksiyonlarının durması sonrası da kişide bilinç/şuur halinin bir müddet sürüyor olduğu ve bu durumda iken organların alınmasına yönelik yapılacak bir 14 Organ Nakli Sempozyumu girişimin kişinin gelecek yaşamını derinden etkileyeceği savunulur. Bazı inanç sistemlerinde ise ölüm sonrası bedenin temizliğini kaybettiği düşüncesiyle, cesetle herhangi bir şekilde ilişki kurmanın kişide manevî bir kirlilik durumu oluşturacağı ileri sürülmektedir. Sâbiîlik gibi Gnostik geleneklerle Şintoizm gibi Uzakdoğu dinlerinde bu inanç doğrultusunda ölen kişinin bedeniyle temas kurmaktan uzak durulur (Gündüz, 1995:151). Bu durum, özellikle ölüm sonrası organ bağışı ve nakli konusunda bir çekince oluşturmaktadır. Örneğin bu bağlamda Şinto geleneğinde ölüm sonrası organ bağışına ve nakline mesafeli durulur ve bu gelenek bağlıları arasında bu tarz organ nakline nadiren rastlanılır; zira ölümle temizliğini kaybeden bedene ait uzuvların, bunların nakledileceği kişide de manevî bir kirlenmeye yol açacağı kanaati mevcuttur. Çeşitli inanç sistemlerinin organ bağışı ve organ nakli konusunu öte dünya inancı ve yeniden diriliş öğretisi açısından da değerlendirmekte oldukları dikkati çekmektedir. Bazı geleneklerde organ nakli konusunda organı alınan ya da organını bağışlayan bireyin eksik bir organla yeniden dirileceği düşüncesiyle nakil konusuna eleştiri getirilir. Bazı Katoliklerde görüldüğü gibi bazı kişiler, ölüm sonrası yeniden dirilişte vücutlarının eksik olacağı düşüncesiyle organ bağışına yanaşmazlar; ancak bu kanaat kilise tarafından desteklenmemektedir (Markwell, Brown, 2001: 191). Nitekim 1 Korintoslular, 15/502 gibi dinî referanslardan hareketle, yeniden dirilişin şimdiki bedenlerle değil, ölümsüz bedenle olacağı; ölümden sonraki bedenin çürümez olup, şu anki bedenin tohumundan geleceği, ancak farklı olacağı belirtilmektedir. Buna göre öte dünyada diriliş yeni bir bedenle olacağı için organ nakli öte dünya inancına bir karşıtlık oluşturmaktadır. Dolayısıyla bir kişinin herhangi bir uzvunu bağışlaması ahiret ve yeniden diriliş inancına aykırı değildir. Organ nakli konusunda özellikle doğu dinlerinde tartışmalara konu olan bir diğer önemli öğreti ise karma ve reenkarnasyondur. Hinduizm, Budizm, Jaynizm ve Sih dinî gibi Hint dinlerinde bu öğretiler, yalnızca organ nakli konusunda değil, hemen her konudaki tutum ve tavırda belirleyici bir rol taşımaktadır. Karma öğretisi; kişinin şu anki durumunun bir önceki dinî/ahlakî performansının bir sonucu olduğunu, şu anki performansının da ruh göçü sürecinde bir sonraki yaşamını belirleyeceğini savunmaktadır. Dolayısıyla bir kişinin şu an sahip olduğu vücudu ve bunun bir parçası olan organları üzerinde karma etkilidir. Karma inancı çerçevesinde Hint dinlerinde genel anlamda “insanların faydasına olacaksa, bir sıkıntıyı ortadan kaldıracaksa ve iyilik içeriyorsa” organ bağışı ve organ nakli takdir edilecek bir durum olarak değerlendirilir. Böylesi bir davranış, kişinin bir sonraki yaşamında daha iyi bir konumda yaşamını sürdürmesi “Kardeşler, şunu demek istiyorum, et ve kan Tanrı’nın egemenliği’ni miras alamaz. Çürüyen de çürümezliği miras alamaz.” (1 Korintoslular 15/50). Ayrıca bkn. 2 Korintoslular 5/1. 2 15 Organ Nakli Sempozyumu konusunda yararlı bir tutum olarak görülür. Yine organ naklinde kişinin karmasının ya da bu karmanın ürünü olan bir uzvun bir anlamda bir başkasına aktarılması durumu söz konusudur. Bu bağlamda organ naklinde iyi bir kişinin organlarını bir başkasına bağışlaması, kendisine ait bir iyi karmayı bir başkasına nakletmesi, kişisel niteliklerini bir diğerine de aktarması olarak düşünülür (Hutchinson, Sharp, 2008). Böylelikle organlarını bağışlayan ve nakline sebep olan kişiler iyi karmayı kazanıp bununla başkalarını da iyileştirme ve temizleme gibi önemli bir görev üstlenmiş olurlar. Bununla birlikte bazı akımlar, karma ve reenkarnasyon inancı çerçevesinde ölümden sonra organlarının bedenlerinden ayrılmasını doğru bulmamakta ve organ nakline karşı çıkmaktadır. Bu çerçevede bazı kişiler, organ naklinde önceki yaşamında kötü bir karma durumunda yaşayan kişinin organının bir başkasına nakledilmesinin o kişiye bir olumsuzluk kazandıracağı kanaatiyle organ nakline olumsuz bakarken, Tantra geleneği bağlıları gibi bazı akımlar da cesedin rahatsız edilmemesi gerektiği kanaatinden dolayı organ bağışına karşı çıkmaktadırlar (Lecso, 1991). Yaşamsal Organlar ve Ölüm Sonrası Organ Bağışı Dinî geleneklerde hangi organların doğrudan yaşamla özdeşleştirildiği ya da hangi organların kişinin canlılığıyla doğrudan ilgili olduğu konusunda ileri sürülen görüşler organ nakli tartışmaları açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Bilinen erken dönemlerden itibaren kanın, insandaki yaşamı ifade eden “hayat sıvısı” olarak değerlendirildiği bilinmektedir. Başta bazı yerli dinleri olmak üzere çeşitli geleneklerde kan, kişinin yaşamı ile özdeşleştirilmektedir (Bkn. Drower, 1956). Pagan geleneklerde görüldüğü gibi hayatla yakından ilişkili olan bu sıvı bazen tanrıların yiyeceği ya da içeceği olarak da tanımlanmıştır (Smith, 1894:233-234). Kitabı Mukaddes’te ise kanın hayat içermekte olduğu ve canlılara yaşam verdiği ön plana çıkarılır (Tekvin, 9/4). Hayat sıvısı ve canlıların yaşam kaynağı olarak görülen kanın bağışında ve naklinde dinî geleneklerin büyük çoğunluğu dinen bir problem görmemektedir. Nitekim Yahudilik ve Hıristiyan gibi inanç sistemlerinde kan nakli konusunda bir sorun yoktur ve kan nakline izin verilir. Yahudilik, Torah’da yenilmesinin /içilmesinin yasak olduğu belirtilen kanın (Levililer, 3/17; 17/10-12), nakli konusuna olumlu yaklaşmaktadır (Basalel, 2001: 460). Bununla birlikte 19. yüzyılda Charles T. Russell tarafından kurulan Yahova Şahitleri’nin (Watch Tower Bible and Tract Society) kan nakli konusundaki yaklaşımı farklılık arzetmektedir. Bu konudaki görüşlerini Kitabı Mukaddes’in çeşitli ifadelerine (Tekvin, 9/4, Levililer, 17/10-14 ve Resullerin İşleri, 15/28-29)3 dayandıran Yahova Şahitleri’nin 3 “Yalnız kanlı et yemeyeceksiniz, çünkü kan canı içerir.” Tekvin 9/4. “İsrail halkından ya da aralarında yaşayan yabancılardan kim kan yerse, ona öfkeyle bakacağım ve halkı- 16 Organ Nakli Sempozyumu kan nakline karşı tutumları 1945’ten itibaren bilinmektedir. Bu cemaatin yalnızca kan nakli konusunda olumsuz bir tutum takınmakla kalmadığı, hatta bir ara aşı kullanımına karşı da bir tutum izlediği ve aşıyı bir “suç” olarak nitelediği, yine organ naklini de “bir çeşit kanibalizm” olarak tanımladığı aktarılmaktadır (Muramoto, 1998: 226). Yine aynı cemaatin 1973’e kadar serum kullanımına, 1978’e kadar hemofiliaklara ve 1978’e kadar da albümin kullanımına karşı çıktığı bilinmektedir (Muramoto, 2001: 969). Bununla birlikte günümüzde Yahova Şahitleri, organ nakli konusunu genel anlamda bir “vicdan meselesi” olarak adlandırmakta ve tam kan nakline karşı çıkmakla birlikte albümin, immuglobin ve benzeri bazı kan ürünlerinin nakline itiraz etmemektedir (Muramoto, 1998: 227-228). Böbrek, pankreas, kalp, akciğer, karaciğer ve benzeri organların nakline ise genelde olumlu bakmaktadırlar (Detry, vd., 2005). Donörün canlı ya da ölü olması birçok dinî gelenek açısından organ bağışı ve nakli konusunda önemli olan bir husustur. Canlı donörün organ bağışı ve bu şekilde yapılan nakil konusunda yürütülen tartışmalar, aşağıda ele alacağımız şekilde daha ziyade ahlakî boyuttadır. Ölüm sonrası donörden yapılacak nakiller konusunda ise önemli tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışmaların eksenini ölüm hadisesinin tam olarak hangi durum ve şartlarda gerçekleşiyor olduğu hususu oluşturmaktadır. Kuşkusuz bu husus, aynı zamanda insan yaşamının, daha doğrusu canlılığının ne’liği, nasıllığı ve hangi organların insanın temel yaşamsal organları olduğu konusuyla da yakından ilgilidir. Çağlar boyu ölüm hadisesi bedende hiçbir yaşam belirtisinin kalmaması, yani kalp atışı ve solunumun durması ile soğuk, katı ve donuk renkli bir hal alması durumu olarak düşünülmüştür. Günümüzde ise ölüm durumunun ne’liği konusunda daha farklı görüş ve yaklaşımlar kabul görmektedir. Ölüm sonrası organ nakillerinde alınan organların canlılığını kaybetmemesinin önemli olması nedeniyle beyin ölümü denilen hadisenin gerçekleşmesi sonrası canlı ve sağlıklı organlar nakil için alınmaktadır. Çeşitli dinî gelenekler, böylesi durumlarda organların çıkarılması öncesi donörün tam anlamıyla ölü sayılıp sayılamayacağı tartışmasından hareketle buna eleştiri getirmektedir (Byrne, 1999: 62-66). Ölüm sonrası organ naklinde donörün ölümünün zamanı ve nasıl gerçekleştiği konusunda farklı görüşler dikkati çekmektedir. Bu çerçevede ölümün tam olarak hangi mın arasından atacağım. Çünkü canlılara yaşam veren kandır. Ben onu size sunakta kendinizi günahtan bağışlatmanız için verdim. Kan yaşam karşılığı günah bağışlatır. Bundan dolayı İsrail halkına, sizlerden ya da aranızda yaşayan yabancılardan hiç kimse kan yemeyecek, dedim. “ ‘İsrail halkından ya da aralarında yaşayan yabancılardan kim eti yenen bir hayvan veya kuş avlarsa, kanını akıtıp toprakla örtecektir. Çünkü canlılara yaşam veren kandır. Bundan dolayı İsrail halkına, hiçbir etin kanını yemeyeceksiniz, dedim. Çünkü her canlıya yaşam veren kandır. Onu yiyen halkın arasından atılacaktır.” Levililer 17/10-14. “Kutsal Ruh ve bizler, gerekli olan şu kuralların dışında size herhangi bir şey yüklememeyi uygun gördük: Putlara sunulan kurbanların etinden, kandan, boğularak öldürülen hayvanların etinden ve fuhuştan sakınmalısınız. Bunlardan kaçınırsanız, iyi edersiniz. Esen kalın.” Resullerin İşleri 15/28-29. 17 Organ Nakli Sempozyumu şartlarda gerçekleşmiş sayılacağı ve bu bağlamda özellikle yaşamsal organlar olarak addedilen organların hangi şartlarda nakil için alınabileceği konusu ciddi tartışma konusu olmaktadır. Bu konuda özellikle kalp, akciğer ve benzeri hayati organların nakli tartışılmaktadır. Bütün dinler genel olarak ölüm hadisesinin yaşamın sona ermesi ile gerçekleştiği konusunda hemfikirdirler. Ancak bunun tam olarak ne zaman ve nasıl gerçekleşmekte olduğu konusunda farklı kanaatler söz konusudur. Örneğin Yahudi geleneğinde ölümün ne zaman gerçekleşiyor olduğu tartışmasının Talmud dönemlerine kadar gittiği bilinmektedir. Bu konuda Yahudi din adamları genelde iki ana görüş etrafında tartışmalarını yürütmektedirler. Bunlardan birisi yaşamın kalp atışlarının sona ermesi ile sona ermiş olacağıdır. Zira kalp, yaşamın aslî unsuru olarak görülür ve onun durması ile ya da çıkarılmasıyla kişinin yaşama tutunması sona erer (Pearl, 1990: 1369). İkinci görüşe göre ise nefes alıp vermenin tamamen durması ile yaşamın sona ermiş olacağıdır. Yahudi geleneğinde yaşamın ne zaman sona ermiş sayılacağı ile ilgili bu tartışma, esas itibarıyla yaşamın ne zaman ve nasıl başladığı tartışmalarıyla yakından ilgili gözükmektedir. Genelde Yahudi geleneğinde potansiyel anlamda yaşamın döllenme ile birlikte başladığı savunulmakla birlikte bazıları yaşamın fetüste kalp atışının başladığı dönemle birlikte düşünülmesi gerektiği kanaatindedirler (Steinman, 1995: 368). Yahudilikte olduğu gibi diğer birçok dinî gelenekte de insanın canlılığını gösteren temel organın kalp olduğu dile getirilir. Kişi hangi durumda olursa olsun şayet kalbi çalışıyorsa onun hâlâ canlı olduğuna hükmedilir ve bu nedenle, ölüm sonrası organ bağışıyla ilgili olarak kalbi bir şekilde çalışan kişinin organlarının alınmaması görüşü savunulur. Bu çerçevede bu dinî geleneklerde genel anlamda organ nakline olumlu bakılmakla birlikte kalp ve akciğer gibi hayatî organların nakledilmesine mesafeli durulur. Nitekim Ortodoks Yahudilikte, tam olarak ölüm gerçekleşmemişse, ölüm sonrası organları bağışlanmış bir kişinin kalbinin alınamayacağı belirtilir; kalbi bir şekilde hâlâ çalışıyor durumda olan kişinin ölmek üzere olan ancak henüz tıbben ölmemiş olan bir kişi olduğu kanaatiyle kalp nakillerine onay verilmez (Basalel, 2001: 459; Pearl, 1990: 1369). Katolik kilisesi de ölümden sonra yapılacak organ bağışının meşru olduğu hatta övgüye değer bir husus olduğu kanaatinde olmakla birlikte, organ naklinde tam ölümün gerçekleşmesi gerektiğinin altını çizer (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, 2000: 528; Bruzzone, 2008). Bu gelenekte insan, beden ve ruhun birleşiminden meydana gelen bir bütün olarak tanımlanır ve bu bütün yapıda en ufak bir canlılık emaresi mevcutsa hayatın hâlâ devam ettiği ve henüz ölümün gerçekleşmediği düşünülür (Markwell, 2001: 190). Ölüm; beden ile yaşamın tamamen ayrılmış olması durumudur ve şayet bu konuda herhangi bir şüphe söz konusuysa organların çıkarılması ahlaken uygun 18 Organ Nakli Sempozyumu değildir ve buna izin verilmemelidir. Hayati organlar ancak tam ölümün gerçekleştirilmesi sonrası bağışlanabilir (Byrne, 1999). Diğer taraftan beyin ölümünün ölümün gerçek bir göstergesi olarak kabul edilmesi konusuna birçok dinî gelenek çekinceli yaklaşmaktadır. Yahudi geleneğinde beyin ölümü konusu oldukça tartışmalıdır (Kunin, 2005: 269). Katolik kilisesi ve diğer birçok dinî grup gibi Ortodoks Yahudilik de beyin ölümünü ölümün tam olarak gerçekleşmesi şeklinde görmez; solunum fonksiyonlarının ve kalbin durmasının ölüm kararı için gerekli şartlar olduğunu düşünür. Mahayana Budizmi de beyin ölümü kavramını kişinin gerçek ölümü olarak kabul etmez (Lecso, 1991). Buna karşın Yahudi geleneğinde bazı gruplar, kalp atışlarının ve solunum fonksiyonlarının durmasından bağımsız olarak beyin ölümü durumunda ölüm hadisesinin gerçekleşiyor olduğu fikrine destek vermektedirler. Benzer şekilde Protestan Hıristiyanlar da tıbben beyin ölümünün gerçekleşmesi durumunda, aile izin vermişse organların çıkarılabileceği düşünmektedir (Üçal, Malcolm, 2003: 552). Beyin ölümünü ölümün tam olarak gerçekleşmesi olarak kabul etmeyen dinî gelenekler bitkisel yaşam durumunda ötenazi ve benzeri yöntemlerle yaşamın sonlandırılmasına ve organların alınması da şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bu arada çeşitli Amerikan yerli gelenekleri ve Şintoistler gibi bazı akımlar, kişinin ölüm sonrası bedeninin manevi temizliğini kaybettiği gerekçesiyle ölü donörlerden yapılacak nakillere olumsuz bakmaktadırlar (Bruzzone, 2008). Organ bağışına ve nakline karşı çıkan bazı dinî cemaatler, organ naklinin insanın bütünlüğüne zarar verdiğini ileri sürdükleri bilinmektedir. Buna göre insan vücudu kişiye özeldir ve kişinin ölümüyle birlikte vücudun da bir bütün olarak defnedilmesi gerekir. Canlıdan ya da ölüden alınacak organlar ise insan bedeninde bir şekilde eksiklik oluşturmakta ve dolayısıyla insanın bütünlüğüne ve kutsallığına zarar vermektedir. Bu bakış açısına göre, hayatta iken ya da ölümü sonrası organlarını bağışlayan, ya da bir şekilde organları alınan kişilerin, ölümleri sonrasında bedenleri eksik olarak defnedilmekte ve bu durum onlar için manevi bir kirlenme nedeni olmaktadır. Dolayısıyla organ bağışı ve nakli dinen sakınca üretmektedir. Bu çerçevede Yahudi geleneği içinde bazı kişiler, Tesniye, 21:22-23’den hareketle ölünün bedenine saygı duyulması gerektiğini vurgulamakta ve organların bir başkasına nakledilmesinin bedene yönelik bu saygıya zarar vereceğini ileri sürmektedirler. Bu görüşe karşılık Yahudi geleneğine bağlı birçok din uzmanı, Şabat kuralından bile daha önemli görülen bir yaşamı kurtarmak ilkesi çerçevesinde başka bir kişiye nakledilen bir organın, her ne kadar gömülme emri dışında kalsa da o kişinin vücudunda yaşayacağı ve onun bir parçası olacağı düşüncesiyle bunun dinen bir sakınca oluşturmadığı kanaatini ifade etmektedir (Basalel, 2001: 459). 19 Organ Nakli Sempozyumu Organ Nakli ve Ahlakî Sorumluluklar Bütün dinlerde insanın gözetmesi gereken ahlakî sorumlulukları arasında yaşamın korunması ilkesi ilk sıralarda gelir. Yaşamın korunmasına yönelik olarak da iki temel ilke, yani (i) kişinin kendi yaşamını koruması ilkesiyle (ii) bir başkasının hayatını kurtarması ilkesi vurgulanır. Bu iki ilke kişinin kendisine ve sosyal çevresine yönelik ahlakî sorumluluğuna dair önemli bir çerçeve oluşturmaktadır. Organ nakli konusundaki bütün yaklaşımlarda bu iki temel ilke doğrultusunda bir yaklaşım ve tutum kendisini gösterir. Bu sorumluluklar bağlamında kuşkusuz ilk sırada geleni kişinin kendi yaşamını devam ettirmesi ve kendi yaşamının devamına yönelik sorumluluklarını yerine getirmesidir. Yaşamın kutsallığı ve bu kutsal alanın korunması gerektiği ilkesi doğrultusunda dinî gelenekler, kişinin yaşamını feda etmesini gerektiren ve kişiyi dinî literatürde “şehitlik” gibi bir payeye kavuşturan çok önemli nedenler olmadıkça kişinin önceliğinin kendi yaşamını korumak olduğunun altını çizerler. Bu nedenle şayet kişinin yaşamını tehlikeye düşürecekse ya da kişiyi sakat bırakacaksa organ bağışının meşru olmadığı belirtilir. Örneğin Talmud’da bu konuda yer alan bir darbı meselde, çölde yalnızca kişinin kendisinin hayatta kalmasını sağlayacak miktarda suyu olduğu bir durumda, kişinin bu suyu başkasıyla paylaşıp ikisinin birlikte hayatlarını riske etmelerinin doğru olmadığı savunulmaktadır (Kunin, 2005: 269). Nitekim Yahudi halakah geleneğinde, hiçbir otorite bir başkasının yaşamını kurtarmak için kişinin kendisini kurban etmesini onaylamaz. Organ bağışının dinî bir zorunluluk, bir farz olarak kabul edilmemesinin altında yatan asıl neden kişinin kendi yaşamının kutsallığına riayet etme kuralıdır. Zira organ bağışı, yaşamı tehlikeye atmayacak oranda bile olsa kişide bir eksiklik ve bir yaralanma oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu, izin verilebilir bir durum olmakla birlikte dinî bir zorunluluk olarak görülmez (Kunin, 2005: 270). Katolik kilisesine göre de organ nakli, bağışçının kendi yaşamını tehlikeye atmaksızın bağışı onaylaması ile yapılması koşuluyla kabul edilebilir bir durum olarak görülür. Dinî gelenekler organ bağışının her ne kadar kişide bir yaralanma ve bir eksiklik meydana getiriyor olsa da bunun kalıcı bir sakatlık ya da bir kişinin gündelik yaşantısını sağlık açısından etkileyecek bir eksikliğe yol açmaması gerektiği kanaatini dile getirirler. Bütün inanç sistemlerinde kişinin kendisini yaralaması, vücuduna şu ya da bu şekilde zarar vermesi ve bazı organlarını keserek ya da benzeri yollarla sakat bırakması yasaklanır; bu tarz davranışlar günah olarak değerlendirilir. Bu bağlamda organ naklinin bir şekilde dinin bu öğretisine karşı bir durum oluşturacağı kaygısı çeşitli dinî otoritelerce dile getirilir (Pearl, 1990: 1367). Örneğin organ naklinin kişinin sakat kalmasına ya da yaşamını kaybetmesine yol açmaması gerektiği konusuna Katolik kilisesi özellikle vurgu yapmak20 Organ Nakli Sempozyumu tadır. Katolik Kilisesi; bir insanın bir yerini doğrudan keserek sakat bırakmanın ya da ölümüne neden olmanın başka insanların ölümünü geciktirmek pahasına bile olsa ahlakî açıdan kabul edilemeyeceğini vurgular (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, 2000: 527). Çok zorunlu bir gerekçe olmadıkça estetik ve kozmetik amaçlarla yapılacak organ nakillerine de genelde dinî gelenekler mesafeli durmaktadır. Örneğin Yahudi geleneğinde bazı dinî uzmanlar estetik nedenlerle organ naklinin caiz olmadığı fikrindedirler (Pearl, 1990: 1368). İslam dışı dinlerin organ nakli konusundaki yaklaşımlarında insanın hayati organları olarak görülen organların nakledilip nakledilemeyeceği ya da hangi durumda nakledilebileceği konusundaki yaklaşım dikkat çekicidir. Kişinin hayatını riske sokacağı düşüncesiyle hayati organların nakillerine izin verilmez; bu organların ancak kişinin tam ölümü sonrası nakledilebileceği kanaati dile getirilir. Ayrıca organ bağışı ve nakli konusunda insanın kutsallığına zarar verecek tutum ve davranışlardan uzak durulması da oldukça önemlidir. Nitekim Katolik kilisesi gibi bazı gelenekler insan yaşamının kutsallığı fikrinden ve bu kutsalı korumanın temel bir dinî görev olduğu kanaatinden hareketle, ötenazi sonrası ya da anansefal bağışçılardan yapılan organ bağışına karşı çıkarlar (Bruzzone, 2008). Zira bu durumların, insan yaşamının kutsallığının ihlal edilmesi olduğu kanaatini dile getirirler. Organ nakli konusunda gerek organ bağışlayıcısı gerekse organ nakli yapılan kişi ile ilgili ahlakî ilkelere riayet etmek oldukça önemli görülür. Bu çerçevede Katolik kilisesinin üzerinde durduğu önemli bir husus; organ nakli konusunda donörün ya da belirli durumlarda organın alınacağı kişi üzerinde yasal hak sahibi olan kişilerden alınması gereken izindir. Katolik kilisesi organ nakli vericisinin ya da verici üzerinde hak sahibi olanların tam rızası olmadıkça naklin ahlakî açıdan kabul edilemeyeceği düşüncesindedir. Kilisenin üzerinde durduğu bir diğer husus ise, organ bağışçısının organını verirken maruz kalacağı ruhsal ve bedensel risklerin nakil ile organ nakledilen kişide oluşacak iyileştirmelere orantılı bir sonuç üretmesidir. Yani naklin hedeflenen amaca değer olması durumudur (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, 2000: 527). Dinî geleneklerin büyük çoğunluğunda organ bağışı konusunda herhangi bir bencilce amaç gözetilmemesinin önemi vurgulanır ve maddi çıkar sağlamak ve benzeri bencilce faydalar gözetmeksizin yapılan bağışların büyük bir erdem olduğu belirtilir. Bu doğrultuda dinî geleneklerde organ satışına karşı çıkılır ve organ satışının dinî öğretinin insana verdiği değere ve insana yönelik kutsiyete aykırı olduğu düşünülür. Buna rağmen bazı geleneklerde belirli durumlarda organların satılabileceği konusunda yaklaşımlara da rastlanılmaktadır. Örneğin Yahudi geleneği içerisinde az sayıda da olsa bazı Yahudi hukuk uzmanlarınca organların satılıp satılmaması konusunda farklı görüşler olduğu bilinmektedir. Organların satılabilmesi konusunda olumlu görüş bil21 Organ Nakli Sempozyumu diren Yahudi hukuk uzmanları, bu konuda bu organlar vasıtasıyla hayat kurtarmanın mümkün olabileceğini ve organ naklinde organını veren kişinin öncelikli hedefinin bundan maddi kazanç elde etme olsa bile bu durumun bir kişinin yaşamını kurtarma ilkesi çerçevesinde meşru olduğunu vurgulamaktadırlar (Kunin, 2005: 270-272). Yahudi geleneğinde bazı din uzmanları, Yahudi hukukunda ölünün bedeninin/cesedin sakatlanması, ölüden fayda sağlanmaya çalışılması ve cesedin gömülmesinin geciktirilmesi gibi durumların hoş karşılanmamasından hareketle kadavradan organ nakline mesafeli durmaktadırlar (Pearl, 1990: 1367). Bu kişiler kutsal kitapta bir suçlunun bile cesedine saygı gösterilmesi gerektiğinin vurgulanmakta olduğuna dikkat çekerler. Örneğin, Tesniye, 21/22-23’de ölüm cezasına çarptırılıp bir ağaca asılmak suretiyle öldürülen bir kişinin bile cesedinin o gün içinde hemen gömülmesi gerektiği, gömülmenin ertelenmemesi gerektiği belirtilmektedir.4 Bazı Yahudi uzmanlar ise, ölüden fayda sağlama konusundaki bu yasaklamanın yalnızca vücudun et ve organlarıyla sınırlı olup ve deriyi kapsamadığı düşüncesiyle ölü bireyden tam göz nakli yapılamayacağını, ancak kornea nakli yapılabileceğini, çünkü korneanın deri hükmünde olduğunu savunmaktadırlar (Pearl, 1990: 1368). Bu farklı yaklaşımlar bir tarafa genel olarak Yahudi geleneğinde kadavradan yapılacak organ nakli konusuna olumlu yaklaşmaktadır. Yahudi dinî geleneğinin kurumsal olarak etkin olduğu İsrail’de yapılan bir yasal düzenleme ile ölü kişiden meni transferi ile hamile kalmanın da önü açılmıştır. Çocuk sahibi olmanın oldukça önemli olduğu Yahudi toplumunda karısının ya da nikâhsız eşinin isteği üzerine ölen kişinin menisinin alınabilmektedir (Siegel-Itzkovich, 2003: 1187). Başta Katolik kilisesi olmak üzere Hıristiyan geleneğinde de kadavradan bağışa ve nakle olumlu bakmaktadır. (Markwell, Brown, 2001: 191). Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Şinto geleneği ise ölümle birlikte cesedi kirlenmiş saydığı için kadavradan nakillere olumsuz bakmaktadır. Bir başka husus olarak xenotransplantasyona, yani hayvanlardan yapılacak organ nakillerine genel anlamda dinî gelenekler olumlu bakmaktadırlar. Yahudi geleneği, hayvanlardan yapılacak organ nakillerinde, koşer yani Yahudi geleneğine göre yenmesi helal sayılmayan hayvanlardan da yararlanılabileceğini düşünmektedir (Basalel, 2001: 459). Hıristiyan geleneği de Hıristiyan teolojik prensiplerinin bozulmadığına inanılırsa bunu kabul edilebilir bir şey olarak görülmektedir (Üçal, Malcolm, 2003: 558). Bu arada bazı dinî cemaatlerin genelde buna olumlu bakmakla birlikte, bu konuda bazı endişeler dile getirdikleri de bilinmektedir. Bunlar arasında hayvanlardan yapılacak nakillerle türlerin karışacağı ve Tanrının benzerliğinde yaratılmamış olan bir canlıdan, yani bir hayvandan alınacak bir organın insana yerleştirilmesiyle insanın “Eğer bir adam bir günahtan ötürü ölüm cezasına çarptırılıp öldürülür ve ölüsü ağaca asılırsa, ölüyü gece ağaçta asılı bırakmamalısınız. O gün kesinlikle gömmelisiniz. Asılan kişi Tanrı tarafından lanetlenmiştir. Tanrınız Rabbin mülk olarak size vereceği ülkeyi kirletmeyeceksiniz.” Tesniye 21/22-23 4 22 Organ Nakli Sempozyumu kutsal doğasının kirlemiş olacağı gibi endişeler ön plana çıkmaktadır. Sonuç Bazı dinî geleneklerin bazı özel durumlarda ortaya koydukları çekinceler bir tarafa, genel olarak hiçbir din organ bağışlamayı ya da bağışlanan bir organı kabul etmeyi yasaklamaz. Hatta birçok inanç sistemi, müntesiplerini organ bağışı konusunda cesaretlendirme yoluna gider. Ancak bununla birlikte yine hiçbir dinî geleneğin organ bağışını dinî bir görev ya da bir yükümlülük/zorunluluk olarak görmediği de bir gerçektir. Dinler organ bağışı ve nakli konusundaki yaklaşımlarında; bir yaşamı kurtarma, acı ve ıstırabın ortadan kaldırılması, iyilik ve ihsan gibi değerler yanında yeniden diriliş, karma ve reenkarnasyon gibi öğretileri ön plana çıkarırlar. Organ bağışında en çok tartışılan husus yaşamsal organların nakli ve ölüm sonrası organların çıkarılması konusudur. Bu konuda neredeyse bütün dinî gelenekler, kişinin tam ölümü gerçekleşmeden organlarının çıkarılmaması gerektiği kanaatini paylaşırlar. Ayrıca organ bağışı ve nakli konusunda ahlakî ilkelere riayet edilmesi, bu hususun suiistimal edilmemesi ya da bir menfaat aracı haline getirilmemesi üzerinde de özellikle durulur. Kaynaklar 1. Ahmad Khan, v.d., 2011, “Monotheistic Faith perspectives on brain death, do not resuscitate orders, patient autonomy, and health care”, JIMA, 43, 113-133. 2. Basalel, Y., 2001, Yahudilik Ansiklopedisi, c. 2, İstanbul. 3. Bruzzone, P., 2008, “Aspects of organ transplatation”, Transplantation Proceedings, 40/4, 1064-1067. 4. Byrne, P., 1999, “Catholics and organ donation”, Homiletic and Pastoral Review, 62-66. 5. Detry, O., vd., 2005, “Liver transplantation in Jehovah’s witnesses”, Transplant International, 18/8, 929936. 6. Drower, E.S., 1956, Water into Wine: A Study of Ritual Idion in the Middle East, J. Murray. 7. Gatred, R., J. Jhutti-Jabel, P.S. Gill, A. Sheikh, “Sikh birth customs”, Arch Dis Child, 90, 560-563. 8. Gündüz, Ş., 1995, Sâbiîler Son Gnostikler, Ankara: Vadi. 9. Hutchinson, J.F., R. Sharp, 2008, “Karma, reincarnation, and medicine: Hindu perspectives on biomedical research”, Genomic Med., 2, 107-111. 10. Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, 2000, çev. D. Pamir, İstanbul. 11. Kunin, J.D., 2005, The search for organs: halachic perspectives on alturistic giving and selling of organs”, Journal of Medical Ethics, 31, 269-272. 12. Lecso, P.A., 1991, “The bodhisattva ideal and organ transplantation”, Journal of Religion and Health, 30/1, 35-41. 13. Markwell, H.J., B.F. Brown, 2001, “Bioethics for clinicians: 27th Catholic Bioethics”, Canadian Medical Association Journal, 165/2, 189-192. 14. Muramoto, O., 1998, “Bioethics of the refusal of blood by Jehovah’s Witnesses: Part 1. Should bioethical delibiration consider dissidents’ views?”, Journal of Medical Ethics, 24, 223-230. 15. Muramoto, O., 2001, “Jehovah’s Witnesses and artificial blood”, Canadian Medical Association Journal, 164/7, 969. 23 Organ Nakli Sempozyumu 16. Pearl, A.J., 1990, “Get yourself a new heart: Judaism and the organ transplantation”, Canadian Medical Association Journal, 143/12, 1365-1369. 17. Siegel-Itzkovich, “Israel allows removal of sperm from death men at wives’ request”, BMJ, 327, 1187. 18. Smith, R.S., 1894, Religion of the Semites, London. 19. Steinman, G., 1995, “On life and death: A commentary from a Jewish perspective”, Journal of Medical Ethics, 21, 368. 20. The Babylonian Talmud, 1918, tr. into English by M.L Rodkinson, Boston: The Talmud Society. 21. Üçal, T., D. Malcolm, 2003, Ahlak: Kutsal Kitaba Göre Etik, 2. Basım, İstanbul: Babylon Kitaplığı. 22. Zhaojiang, G., “Chinese Confucian culture and the medical ethical tradition”, Journal of Medical Ethics, 21, 239-246. 24 Organ Nakli Sempozyumu İSLAM HUKUKU AÇISINDAN ORGAN NAKLİ VE BEYİN ÖLÜMÜ Prof. Dr. Ahmet Yaman NEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi; Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi [email protected] Giriş Tıp ilmi ile teknolojisinin ve genetik mühendisliğin süratli gelişiminin sağladığı imkanlar ve organ bağışı yönündeki kamusal yönlendirmeler sayesinde organ nakli, neredeyse günlük hayatın aslî fenomenlerinden biri haline gelmiş bulunmaktadır. Organ naklinin her iki tarafında da insan olması, insanın ise yaratıklar evreninin en saygın varlığı niteliğini taşıması ve ebedî âhiret hayatı için ölümden sonra tekrar dirilmeye dair iman, gelişmelerin sadece tıp ve hukuk değil, belki daha anlamlı bir boyutta din ve ahlak çerçevesinde tartışılmasını gerekli kılmıştır. Organ nakliyle yakından ilgili bir diğer tartışma konusu da beyin ölümünün gerçek yani biyolojik ölüm sayılıp sayılamayacağıdır. Zira bedende tek veya hayatî olan ya da bedenin temel fonksiyonlarını sürdürmesi kendisinin varlığına bağlı olan organların nakli, ancak ölüm kararının verilmesiyle mümkün olabilmektedir. Diğer taraftan naklin imkânı ve başarısı, organların, ölümün hemen ardından geciktirilmeden alınmasına bağlıdır. Bu da erken ölüm tanı ölçütlerine ihtiyaç doğurmaktadır. Beyin ölümü de her ne kadar kalp ve solunum, destek üniteleriyle devam ediyorsa da bu sonucu almayı kolaylaştırmaktadır. Bu kısa makalede organ naklinin sahip olduğu dînî-felsefî arka plan üzerinde durulacak; İslam ilkeleri açısından naklin imkânı tartışmaları özetlenecek ve beyin ölümü kavramı hakkında kısa bir projeksiyon yapılacaktır. I. İnsan Hayatının Önemi ve Beden Üzerindeki Haklar İnsan, kendisinin veya başkasının yaratılışı üzerinde herhangi bir iradeye ve beceriye sahip olmadığı için, ne kendi ne de bir başkasının bedeni üzerinde dilediği gibi tasar26 Organ Nakli Sempozyumu rufta bulunma hakkına, hele hele ceza hukukuyla ilgili bazı kamusal düzenlemeler dışında1, sonlandırma yetkisine sahip değildir. Onun içindir ki, cana kıyma ve intihar en büyük suç ve günahlar arasında sayılmıştır. “…Cinayetin ve yeryüzünde fesadı yaymanın cezası olarak işlenmesi dışında, eğer bir kimse bir insanı öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir hayatı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.”2 ayeti ile farklı yorumları olmakla birlikte “…Kendinizi öldürüp mahvetmeyin!...”3 ayeti buna işaret etmektedir. Hatta öldükten sonra bile insanın ve onun bedenine ait parçaların aynı saygınlığı taşıyacağını “Ölünün kemiğini kırmak, tıpkı hayattayken kırmak gibidir”4 sözleriyle Hz. Peygamber (s.a.) beyan buyurmuştur. Bu ölçüde değeri olan insan hayatının sağlıklı sürdürülebilmesi de dinimizin teşvik edip önem verdiği bir husustur. Onun içindir ki Yüce Allah “…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!..”5 buyururken, Hz. Peygamber “Ey Allah’ın kulları tedavi olun! Zira Allah Teâlâ, yaşlılık hariç, takdir ettiği her hastalığın mutlaka şifasını da vermiştir.”6; “Allah hem derdi hem de devayı göndermiş, her hastalığa bir çare yaratmıştır. Tedavi olun, fakat tedavide haramı kullanmayın!”7 irşadında bulunmuştur. İnsan hayatını koruyabilmek için artık vazgeçilmez bir zorunluluk halini aldığında, bir başka ifadeyle alternatif kalmayınca haramların bile devreye girebileceği yine Kur’ân ve sünnetin açıkça ortaya koyduğu8 bir hükümdür. Burada asıl konuyu teşkil eden organ nakli, insan hayatının işte bu bedeli takdir edilemez değeri ile onu sağlıklı bir yapıda devam ettirme duyarlılığı arasında kalan bir sorundur. II. İnanç Alanı (itikad) ve Âhiret Hayatı Açısından Organ Nakli İslamın kesin inanç alanlarından birisi olan âhiret hayatına ilişkin olarak Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetin ortaya koyduğu bazı esaslar ve bunlar etrafında geliştirilen yorumlar, ilk bakışta, organ naklinin sakıncalı olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Birçok Kur’ân ayeti âhiretteki yeniden dirilmenin/haşrin ruh ve beden birlikteliğiyle olacağını göstermektedir.9 Aynı şekilde organların, ait oldukları beden ve kişiler aleyhinde şahitlik yapacakları da yine Kur’ân tarafından10 bildirilmiştir. Hal böyle olunca el-İsrâ 17/33 el-Mâide 5/33 3 en-Nisâ 4/29 4 Muvatta, “Cenâiz”, 45; Ebu Davud, “Cenâiz”, 60; İbn Mâce, “Cenâiz”, 63 5 el-Bakara 2/195 6 Ebû Dâvûd, “Tıb”, 1; Tirmizî, “Tıb”, 2; İbn Mâce, “Tıb”, 1 7 Ebû Dâvûd, “Tıb”, 11 8 el-Bakara 2/173; el-Mâide 5/3; el-En’âm 6/119, 145; Ebû Dâvûd, “Et’ime”, 36; Müsned, 5/96, 218 9 Bkz. Tâhâ 20/55; el-Hac 22/5, 7; en-Nûr 24/20; Yâsîn 36/78-79; el-Kıyâme 75/3-4 10 en-Nûr 24/24; el-Fussilet 41/19, 21-22 1 2 27 Organ Nakli Sempozyumu asıl sahibinden alınıp ikinci kişiye nakledilen organın haşr günü kimin bedeninde yer alacağı ve dolayısıyla hangi sahibinin aleyhine şahitlikte bulunacağı bazılarınca kapalı bir durum olarak değerlendirilmiş ve buradan hareketle organ nakline sıcak bakılmamıştır. Belli bir dînî duyarlılığa dayansa da bu tür yaklaşımların, konunun hükmü üzerinde belirleyici olmadığı kanaatindeyiz. Zaten bütünüyle Yüce Allah’ın yaratma, takdir etme, buyurma ve kudret sıfatlarına bağlı olduğumuza, O’nun bilgi ve takdiri doğrultusunda yaşayıp öldüğümüz ve yine O’nun kudret ve dilemesi dâhilinde yeniden dirileceğimize göre bu tür endişelerin, her bir müslümanın görevi olan Yüce Allah’ı tesbîh, takdîs ve tenzîh ilkeleriyle çok uyumlu olmadığı söylenebilir. En ince ayrıntısına kadar insanı bütün organ ve dokularıyla yeniden toplayıp inşa edeceğini buyuran11 bu irade, sahip değiştiren organ ile ilgili olarak da her halde bir takdirde bulunacaktır. Binaenaleyh organ nakli, Kur’ân’da kınandığı12 biçimiyle yaratılışın değiştirilmesi kapsamına da girmeyecektir. “Konuya genel olarak dînî sorumluluk esasları açısından bakıldığında ise, öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, duygu, düşünce, akıl, inanç gibi mânevî, ruhî özellikler, organların biyolojik yapısına bağlı olmadığından, organ nakli ile kişilik transferi olmamaktadır. Diğer taraftan, dikkatten uzak tutulmaması gereken bir husus, İslam dininin, cinsi, milliyeti, rengi, dini, konumu ne olursa olsun her insana insan olarak baktığı ve eşit bir yaşama hakkı tanımış olduğudur. Şu halde organ veren kimsenin veya organ verilen şahsın fâsık yahut gayri müslim olması gibi şahsî durumlarından ötürü diğer tarafın dinen sorumlu olabileceğinin ileri sürülmesi de isabetli olmaz. İslam tedaviye önem vermiş, her insana tedavi olmada eşit haklar tanımış, bir insana hayat vermeyi bütün insanlığa hayat verme mesabesinde görmüştür. Buna göre, organ nakli açısından müslüman ile gayri müslim, dindar ile fâsık ayırımı yapılması doğru olmaz. Kaldı ki, doğruya hidayet eden de eceli takdir eden de Allah’tır. Sorumlulukta herkesin kendi hür iradesi esastır. Bu sebeple müslüman veya dindar olmayana organ vermenin, onun günah işlemesine yardımcı olmak veya ömrünü uzatmak olarak değerlendirilmesi İslamın bu konudaki genel esasları ile bağdaşmaz.”13 III. Fıkıh ve Ahlak İlkeleri Açısından Organ Nakli Organ nakli son tahlilde bir tedavi yöntemi olduğuna göre, insan bedenini ve sağlığını koruma yönündeki ısrarlı tavsiyelerin burada da peşinen geçerli olduğu hatırlanmalıdır. İnsanı yaşatma ve hayatı koruma esas olunca, bunu temin eden son çare olarak organ nakli de düşünülecektir. Nitekim bunun tarihsel izlerine ve benzerlerine el-Kıyâme 75/3-4 en-Nisâ 4/119 13 Ali Bardakoğlu, “Haramlar ve Helaller”, İlmihal (İsam), İstanbul 1999, 2/169 11 12 28 Organ Nakli Sempozyumu fıkıh literatürümüzde rastlamak mümkündür. İmam Şâfiî (ö. 204/ 819) ve Ahmed b.Hanbel (ö.241/855) sökülmüş dişin yerine, eti yenen boğazlanmış bir hayvanın dişinin, bu da bulunamazsa başka insana ait bir dişin yerleştirilmesinin (implant) caiz olduğunu söylerken14, fıkıh ve hadis alanlarının önde gelen âlimlerinden Nevevî (ö.676/1277), kırılmış bir kemiğin başka bir madde ile kaynaştırılması gerekli olur ve bunun için insan kemiği dışında, necis bile olsa başka bir madde de bulunamazsa, kaynaştırma işleminde insan kemiğinin kullanılmasının mümkün olduğunu yazmaktadır.15 Klasik dönem fakihleri arasında bu tür işlemleri doğru bulmayanlar, bu yollarla insanın saygınlığının zedeleneceği, naklin/tedavinin çözüm sağlamasının kesin olmayışı, organ alımının bir tür işkence (müsle) sayılacağı gerekçelerine tutunmaktadırlar.16. Organ nakline olumsuz bakmayı sonuçlayan bu gerekçeler, belli izâfîlikler taşıyor olması ile günümüzün gelişen ve kesin ya da kesine yakın sonuçlar alınmasını sağlayan bilimsel ve teknolojik donanım düzeyi göz önüne alındığında, vurgusunu yitirmektedir. Zira verenden alınan organ, zaten ölümle birlikte ona ihtiyacı kalmadığı ya da yaşıyor ise eksikliği hayatî fonksiyonların kaybına yol açmadığı için kendisinin saygınlığını zedelememekte; aksine “Her kim bir hayatı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.”17 ilâhî hükmü gereğince daha da artırmaktadır. Diğer taraftan organ nakli ile tedavi artık bazı alanlarda kesin, bazılarında kesine yakın bir şifa imkânı sunar hale gelmiştir. Konunun işkence boyutunda ele alınması ise, günümüzün anestezi şartları itibariyle önemini yitirmiştir. Binaenaleyh olumsuz bakmayı sağlayan gerekçelerin, bir kısmı sübjektif ve soyut bakış açılarına dayandığı -dolayısıyla aksini iddia etmek de her zaman mümkün olduğu-; bir kısmı da bilimin elinde sakıncalarından arındırıldığı için bugün itibariyle anlamlarını kaybetmiş görünmektedir. Dinin aslî metinleri ve kaynakları yanında, yapılan işlemin din ve ahlak bakımından sakınca taşımadığını gösteren bir başka dayanak da kanaatimizce, o işlemin toplum vicdanında doğurduğu akis olmalıdır. Yani söz konusu olay ya da işlemin mâşerî vicdanda aldığı not/onay düzeyi, onun din ve ahlak açısından da oturduğu zemine ışık tutacaktır. Çünkü insan, fıtrat (Yüce Allah’ın buyurduğu biçimde dinin özüne sâdık kalma niteliği) üzere yaratılmış, ortak akıl sayesinde yanlış ve yalan üzerinde birleşmeleri zorlaştırılmış bir varlıktır.18 Böyle olunca insanlığın, hele müslümanların geneŞâfiî, el-Üm, Beyrut 1993, 6/165; İbn Kudâme, el-Muğnî, Beyrut 1984, 8/356 Nevevî, el-Mecmû’, yy., ty., (Dâru’l-Fikr), 3/138 16 Kâsânî, Bedai’u’s-sanâi’, Kahire 1910, 5/132-133 17 el-Mâide 5/33 18 Bkz. er-Rûm 30/30; Buhârî, “Cenâiz”, 79 14 15 29 Organ Nakli Sempozyumu linin olumlu yargısının oluştuğu bir konunun câiz ve meşru olduğu söylenebilir. Kaldı ki, ölmüş bir yakınının organları ile hayata dönen kimselerin akrabalarının ve sevenlerinin tarif edilemez mutluluğundan pay alan ve dolayısıyla acısı azalan insanların varlığı; nakil işlemlerinde neredeyse hep bu manzarayla karşılaşılması, olayın vicdan boyutunda çözüldüğünü göstermektedir. Yıllar boyu süren arama ve beklemelere rağmen uygun böbrek bulunamadığı için gözü önünde ölümü bekleyen yavrusuna sağlam olan böbreklerinden birisini veremeyeceği, bunun din ve hukuk bakımından geçerli olmayacağı söylenen bir anne-babanın yaşayacağı travma, eğer empati yapılır da kendi vicdanımızda hissedilebilirse, söylediğimiz fıtrat değerleri istikametinde olumlu cevap vermenin kolaylaşacağını düşünüyorum. “Zarar imkan nisbetinde giderilir”, “Zorunluluklar yasakları mubah hale dönüştürür”, “İki kötü arasında kalındığında zararı en az olan tercih edilir”, “Kuvvetli zarar hafif zarar ile giderilir” gibi genel hukuk ilkeleri de esasen aynı sonucu verecektir. Organ nakli konusunu bu ve benzeri veriler ışığında tartışan günümüz âlimleri ve fetva kurulları, geneli itibariyle fakat belli şartlar ve tedbirler çerçevesinde tedavi amaçlı nakil işlemlerine onay vermektedirler. Bu cümleden olarak: a. Ülkemizin dînî görüş açıklama yetkisini taşıyan en üst kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 03.03.1980 tarih ve 396/13 sayılı kararında, b. Suudi Arabistan’da bulunan Büyük Âlimler Kurulu, 06.11.1982 tarih ve 99 sayılı kararı ile ölüden diriye ve diriden diriye organ nakli ve bağışlamasının şer’an caiz olduğuna fetva vermişlerdir. c. İslam Konferansı Örgütü’ne bağlı İslam Fıkıh Akademisi, konuyu değişik açılardan ele almış ve 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararı ile şu sonuçlara ulaşmıştır19: 1) Operasyondan beklenen yararın, doğuracağı zarardan üstün olduğundan emin olunması ve bunun kişiyi kaybettiği bir organa kavuşturmak, organın eski şekline dönmesini veya normal fonksiyonunu görmesini sağlamak yahut kişiye psikolojik veya fonksiyonel bir sıkıntı veren bir sakatlığı veya çirkinliği gidermek maksadıyla yapılması şartıyla insan vücudunun bir yerindeki organın, aynı insanın başka bir yerine nakli caizdir. 2) Dinen aranan şartların gerçekleşmiş ve bağışta bulunanın tam ehliyetli olması kaydıyla, kan ve deri gibi kendiliğinden yenilenen organın, bir insandan diğerine nakli caizdir. Kararlar ve Tavsiyeler 1985-1989 (İslam Konferansı Teşkilatı İslam Fıkıh Akademisi), çev. Bilal Aybakan – Hasan Hacak, İstanbul 1995, s. 59-62 19 30 Organ Nakli Sempozyumu 3) Başkasının vücudundan hastalık sebebiyle ayrılmış organın bir parçasından yararlanmak caizdir. Bir şahsın hastalık sebebiyle gözünün çıkarılması sırasında korneasının alınması gibi. 4) Kalp gibi hayatın kendisine bağlı bulunduğu bir organın canlı bir insandan diğer birine nakli haramdır. 5) Canlı bir insandan, hayatın devamı kendisine bağlı bulunmasa bile her iki göz korneasının birlikte alınmasında olduğu gibi temel bir hayatî fonksiyonunu devre dışı bırakan organ nakli haramdır. Fakat nakil temel bir fonksiyonun bir parçasını devre dışı bırakıyorsa, bu, sekizinci maddede geleceği üzere, araştırma ve inceleme konusudur. 6) Ölüden canlı birine, hayatî önem taşıyan veya temel bir fonksiyonun selameti kendisine bağlı olan bir organın nakli, ölmeden önce ölenin veya ölümünden sonra vârislerinin izin vermiş olması şartıyla caizdir. Eğer kimliği meçhul ise veya vârisleri yoksa bu durumda da yetkili makamın muvafakat etmiş olması şarttır. 7) Unutulmamalıdır ki, açıklanan durumlarda organ naklinin ittifakla caiz görülmesi, organın satım konusu yapılmaması şartına bağlıdır. Çünkü insan organlarının satışa sunulması kesinlikle caiz değildir. Fakat organa muhtaç olanın, aranan organı elde etmek için zaruret halinde para ödemesi veya şükran ifadesi olmak üzere ödemede bulunması ictihad ve inceleme konusudur. 8) Konunun esasına ilişkin olarak yukarıda belirtilenlerin dışında kalan durum ve şekiller araştırma ve inceleme konusudur; bunların, tıbbî veriler ve dinî hükümler ışığında gelecek dönem toplantısında araştırma ve incelemeye alınması gerekir.” d. Aynı Akademi, 1990 yılındaki altıncı dönem toplantılarının sonucunda şu ilave hükümleri benimsemiştir20: 1) Başka bir insana nakletmek üzere ceninin organ ve dokularını almak caiz değildir. Fakat kendiliğinden düşmüş veya annenin hayatını kurtarmak gibi şer’î sebeplere bağlı olarak hukuken hayatı sonlandırılmış olan ceninin organları kullanılabilir. 2) Ceninin ölümüne sebep olacağından erken dönemlerde (on-onbirinci haftalarda) ceninden ilik ve doku almak haramdır. Fakat kendiliğinden düşmüş veya annenin hayatını kurtarmak gibi şer’i sebeplere bağlı olarak hukuken hayatı sonlandırılmış olan ceninin ilik ve dokuları alınabilir. 3) Beyni tam olarak oluşmadan doğmuş bebeğin ölümü kesinleşmedikçe organları alınamaz. 20 Mecelletü Mecma’ı’l-Fıkhi’l-İslâmî, c. 3; sy: 6 (1990), s. 1739, 1791, 1975, 2161 31 Organ Nakli Sempozyumu 4) Eğer başarı şansı varsa ve diğer şer’î sakıncalar bertaraf edilmişse hayvan cenininden istifade mümkündür. 5) Nakledildiği kişide genetik şifreyi taşımaya devam ettiğinden erbezi ve yumurtalık gibi üreme bezlerinin nakli haramdır. 6) Ğalîz avret (vücut yüzeyindeki üreme organları) dışında genetik şifreyi taşımayan üreme sistemine dâhil diğer organların nakli, ancak dinen-hukuken geçerli bir zaruret söz konusuysa ve daha önce açıklanan şer’î ölçü ve kurallar çerçevesinde meşrudur. IV. Beyin Ölümü Girişte ifade edildiği üzere organ naklinin başarısı, onların işlevselliklerini yitirmeden alınmalarına bağlıdır. Bu durum, işlemin ölümün hemen akabinde yapılmasını zorunlu kıldığından ölüm kararının verilme zamanı önem arz etmektedir. 1950’lerde önce tıp sonra din, hukuk ve etik açısından tartışılmaya başlanan beyin ölümü kavramı, erken bir ölüm tanısı olması cihetiyle merkezî bir konum elde etmiştir.21 Modern tıp bilimindeki baş döndürücü gelişmeler, hayatın başlangıcını ve sonunu belirlemede yeni anlayışların doğmasına sebep olmuştur. Yirminci yüzyılın ortalarından önce “ölüm” kararı için kalbin ve akciğerlerin çalışmasının durması esas alınıyorken daha sonra “beyin ölümü” tanımı benimsenmeye başlamıştır. Tıpkı hayatın daha önceleri, 4 ay gibi ileri gebelik dönemlerinde başladığı söylenirken şimdilerde daha ilk döllenme anında başlatılması gibi. Önce bir gerçeği hatırlamakta fayda var: Hayat gibi ölüm de sadece tıbbî/fizik bir olgu değildir. Bundan daha öncelikli olarak metafizik yani dinî-ahlâkî bir gerçekliktir. Çünkü insan ya da hayvan sadece hücrelerden müteşekkil bir canlı değil, aynı zamanda ruhu da bulunan bir varlıktır. Hal böyle olunca “ölüm”, salt seküler ve bilimsel düzeyde ele alınıp karara bağlanabilecek bir içeriğe sahip değildir. Ne var ki, ölüm ilk planda “biyolojik bir son” ve esas göstergeleri de bedenî olduğuna göre, hangi duruma ölüm deneceğinde tıbbın tespiti bir hareket noktası olmaktadır. Ruhun mahiyetinin bilinememesi ve bundan sonra da asla bilinemeyecek olması22, bedeni terk etme anının tespit edilememesi, bedendeki görünür belirtilere yani tıbbı ilgilendiren göstergelere dayanarak ölüm kararı verilmesini zorunlu kılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) gözün donarak bir noktaya dikilmesini, tıbbî tabirle gözlerin orbitada hareketsiz kalmasını, ruhun bedenden ayrılmasıyla meydana gelen ölümün göstergesi olarak değerlendirmiştir.23 Aynı zorunlulukla fakihler de ayakların Bk. Lütfü Hanoğlu, “Nörolojik Açıdan Hayatın Sonu”, Hayatın Başlangıcı ve Sonu (ed. Hakan Ertin-Merve Özdemir), İstanbul 2013, s. 110-111. 22 İsrâ 17/85. 23 Müslim, “Cenâiz”, 7, 9 (Şakka basaruh). 21 32 Organ Nakli Sempozyumu dik duramayacak ölçüde gevşeyip salınması, bileklerin ve dirseklerin boşalarak salık hale gelmesi, yüz derisinin gevşeyip sarkması, burnun gerginliğini yitirmesi, testislerin büzülüp çekilmesi ve derisinin sarkması gibi göstergelerin ölümün somut belirtisi olduğunu söylemişlerdir.24 Genel görüş olarak tıp çevrelerinde 1970’lere gelinceye kadar, klinik ölüm denen solunumun, kalbin ve dolaşımın durması ölüm “anı” olarak kabul ediliyordu. 1968 yılında Harvard Tıp Fakültesi’nin içinde hukukçuların ve teologların da bulunduğu bir komisyon tarafından yayımlanan beyin ölümü kriterlerinin kısa sürede benimsenmesiyle ölüm “anı” anlayışında köklü değişiklikler olmuştur.25 Zamanla sadece tıp çevrelerinde değil, hukuk ve din çevrelerinde de ölüm kararının buna göre belirlenmesi görüşü hâkim hale gelmiştir.26 Beyin ölümü; tüm beyin, beyincik ve hayati merkezlerin yer aldığı beyin sapı denilen özel beyin bölgesinin fonksiyonlarının geri dönülmez şekilde kaybolduğu ve kısa bir süre sonra mutlak ölümle sonuçlanan bir durumdur. Bu durumdaki kişinin kendiliğinden solunum yapabilme yeteneği kaybolmakta; solunum ancak mekanik destek cihazlarıyla sağlanabilmektedir. Bu durumda yani makine yardımıyla solunum sağlanırken sadece nabzı ve kalp atımları alınabilmekte; makinaya bağlı olarak çalışan kalp de literatürdeki ortalamaya göre 2-4 (iki-dört) gün içinde durmaktadır.27 Uzmanlara göre beyin ölümü gerçekleştikten sonra kişinin yaşına, hayatta iken mevcut olan sağlık durumuna ve kalıtsal niteliklerine bağlı olarak değişen bir süre içerisinde doku ve organ ölümü, yani çürüme başlamaktadır. Sürekli ve yoğun tıbbî destek Şâfiî, el-Üm, I, 472; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, Beyrut ts., I, 157 (ihtizâr alameti olarak) İlgili komisyonun gerekçeleri şunlardı: Koma durumunun kalıcı olması ve uygulanan tüm tıbbî girişimlerin başarısız kalması, hasta yakınlarını gereksiz umutlandırmamak ve uzamış stresten kurtarmak, başka hastalar için, yaşamı destekleyen cihazların bir an önce boşaltılması, gereksiz maddi harcamaların kesilmesi, organ nakli için en erken dönemde organ teminine olanak veren, erken ölüm tanı kriterlerine duyulan ihtiyaç. 26 Bk. İlhan İlkılıç, “Beyin Ölümü İnsanın Ölümü müdür?”, Hayatın Başlangıcı ve Sonu (ed. Hakan Ertin-Merve Özdemir), İstanbul 2013, s. 130-131. Ülkemizde de T.C. Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 29.5.1979 tarih ve 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanun’a dayanarak çıkardığı 20 Ağustos 1993,1 Haziran 2000 ve 14 Ağustos 2002 tarihli Yönetmeliklerde beyin ölümü kabul edilmiştir. 27 Hanoğlu, “agm”, s. 118; http://www.organnakli.hacettepe.edu.tr/olum.shtml (26.04.2014). Beyin ölümünü bitkisel hayatla karıştırmamak gerekir. “Beynin, düşünce, konuşma ve istemli kasların hareketinden sorumlu olan üst merkezlerinin, yani korteksin işlevini yitirmesine bitkisel hayat deniliyor. İç organların çalışmasından sorumlu olan, beynin orta ve alt merkezleri çalıştığı için kalp atıyor, solunum mümkün oluyor ve sindirim sistemi çalışıyor. Koma durumunda ise beynin alt merkezleri de geçici bir süreyle işlevini yitirebiliyor. Bu durumda hastayı suni solunum cihazına bağlamak ve damardan beslemek gerekiyor. Kalbin çalışmasını sağlamak ve kan basıncını belirli düzeyde tutmak için de çeşitli ilaçlar kullanılıyor. Beyin henüz işlevini tam olarak kaybetmediği için komadan çıkmak mümkün. Beyin ölümü ise geri dönüşü olmayan koma olarak tanımlanıyor. Kaybedilen beyinsel işlevler geri dönmüyor ve kalbin kısa bir süre sonra durmasıyla vücut ölümü de gerçekleşiyor”. http://biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_ id=14&soru_id=4102 (27.04.2014). 24 25 33 ölümü, yani çürüme başlamaktadır. Sürekli ve yoğun tıbbî destek verilse dahi bu süreç Organ Nakli Sempozyumu durdurulabilir değildir.28 28 verilsebudahi bu süreç durdurulabilir değildir. Bütün tanım ve yaklaşımlara dayanarak çağdaş tıp, hukuk ve hatta genel anlamda din çevreleri gerçek ölüm olarak çağdaş kabul etmişlerdir. İslam dünyasındaki genel Bütün bubeyin tanımölümünü ve yaklaşımlara dayanarak tıp, hukuk ve hatta genel anlamda din çevreleri beyin ölümünü gerçek ölüm olarak kabul etmişlerdir. İslam dünyasındakanaat de çoğunlukla bu kabul yönündedir. İslâm İşbirliği Örgütü’ne bağlı Mecmau’l-Fıkhi’lki genel kanaat de çoğunlukla bu kabul yönündedir. İslâm aldığı İşbirliği bağlı İslamî (Fıkıh Akademisi) 1986 yılındaki 3. Dönem toplantısında 17 Örgütü’ne numaralı kararında Mecmau’l-Fıkhi’l-İslamî (Fıkıh Akademisi) 1986 yılındaki 3. Dönem toplantısında aldığı şu iki durumdan birisi gerçekleştiğinde, kişinin kesin biçimde öldüğüne hükmedileceğini 17 numaralı kararında şu iki durumdan birisi gerçekleştiğinde, kişinin kesin biçimde belirtmiştir: öldüğüne hükmedileceğini belirtmiştir: a) Kalbinin ve solunumunun tamamen durması ve doktorların bundan geriye dönüşün a) Kalbinin ve solunumunun tamamen durması ve doktorların bundan geriye dönüolmayacağını belirtmeleri ile, şün olmayacağını belirtmeleri ile, b) konunun uzmanı doktorların bundan geriye b) Beyin Beyin fonksiyonlarının fonksiyonlarınıntamamıyla tamamıylakaybolup, kaybolup, konunun uzmanı doktorların bundan dönüşün artık imkânsız olduğu veolduğu beyindeve çözülmelerin başladığı kararını vermeleri ile. 29 geriye dönüşün artık imkânsız beyinde çözülmelerin başladığı kararını ver29 meleri ile.Akademi, bu iki durumdan birisi söz konusu olduğunda her ne kadar kalp gibi bazı Adı geçen organlar, destek cihazları çalışıyor kişiyeolduğunda bağlı yaşam destek ünitelerinin Adı geçen Akademi, busayesinde iki durumdan birisiolsa sözbile, konusu her ne kadar kalp 30 gibi bazı organlar, destek cihazları sayesinde çalışıyor olsa bile, kişiye bağlı yaşam devreden çıkarılabileceğine hükmetmiştir. destek ünitelerinin devreden çıkarılabileceğine hükmetmiştir.30 Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu da 14.12.2006 tarihli bir mütalaasında: Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu da 14.12.2006 tarihli bir mütalaa“Yaşam destek ünitesine bağlı bir kişi; sında: a) beynin kesin olarak bütün fonksiyonlarını yitirdiğine, “Yaşam destek ünitesine bağlı bir kişi; b) bu durumdan geri dönüşün artık imkânsız olduğuna uzman tabiplerce karar verilmesi a) beynin kesindestek olarakünitesinden bütün fonksiyonlarını şartıyla yaşam çıkarılabilir” yitirdiğine, diyerek 31 beyin ölümünü nihai ölüm olarak b) bu durumdan geri dönüşün artık imkânsız olduğuna uzman tabiplerce karar verildeğerlendirmiştir. mesi şartıyla yaşam destek ünitesinden çıkarılabilir” diyerek31 beyin ölümünü nihai Beyin ölümünü gerçek ve kesin ölüm sayan bu görüşler yanında, bunu kabul etmeyen ölüm olarak değerlendirmiştir. yaklaşımlar da vardır. Râbıtatü’l-Âlemi’l-İslâmî’ye bağlı el-Mecmau’l-Fıkhiyyü’l-İslâmî Beyin ölümünü gerçek ve kesin ölüm sayan bu görüşler yanında, bunu kabul etmeyen (Râbıta İslâm Fıkıh Akademisi) ile Suudi Arabistan’ın Hey’etü Kibâri’l-Ulema’sı (Yüksek yaklaşımlar da vardır. Râbıtatü’l-Âlemi’l-İslâmî’ye bağlı el-Mecmau’l-Fıkhiyyü’l-İslâmî Âlimler Heyeti), beyin ölümünü hayatın sonu olarak görmemektedirler. 32 (Râbıta İslâm Fıkıh Akademisi) ile Suudi Arabistan’ın Hey’etü Kibâri’l-Ulema’sı (Yüksek 32 Bu konuda olumsuz kanaate sahiphayatın olanlar,sonu hayatı korumanın dinin temel ilkelerinden biri Âlimler Heyeti), beyin ölümünü olarak görmemektedirler. olduğunu, beyin ölümünde hayatın bütün özellikleriyle sona erdiği ve ruhun bedeni terk ettiği Bu konuda olumsuz kanaate sahip olanlar, hayatı korumanın dinin temel ilkelerinden hususunda bir kesinliğin bulunmadığını ileribütün sürmektedirler. biri olduğunu, beyin ölümünde hayatın özellikleriyle sona erdiği ve ruhun be2828 http://fatihkhb.gov.tr/index.php?id=beyin-olumu-nedir (27.04.2014). http://fatihkhb.gov.tr/index.php?id=beyin-olumu-nedir (27.04.2014). . وأخذ دماغه في التحلل، وحكم األطباء االختصاصيون الخبراء بأن هذا التعطل ال رجعة فيه،ً إذا تعطلت جميع وظائف دماغه تعطالً نهائيا Aynı kanaat, Akademi’nin Akademi’nin 1988 1988 yılında yılındaakdettiği akdettiği4.4.Dönem Dönemtoplantısında toplantısındaaldığı aldığı2626 numaralı kararda tekrar Aynı kanaat, numaralı kararda tekrar edilmiştir. edilmiştir. 30 30Mecelletü Mecmaı’l-Fıkhi’l-İslâmî, sy. 3/2 (1987), s. 809. Mecelletü Mecmaı’l-Fıkhi’l-İslâmî, sy. 3/2 (1987), s. 809. 31 31http://www2.diyanet.gov.tr/dinisleriyuksekkurulu/Sayfalar/KisininYasamDestek.aspx (28.04.2014). 32 http://www2.diyanet.gov.tr/dinisleriyuksekkurulu/Sayfalar/KisininYasamDestek.aspx (28.04.2014). Bk. Masaud Sabri, “İslâm Fıkhında Beyin Ölümü” (çev. T. Sandıkçı), Hayatın Başlangıcı ve Sonu (ed. Hakan 32 Bk. Masaud Sabri, “İslâm Fıkhında Beyin Ölümü” (çev. T. Sandıkçı), Hayatın Başlangıcı ve Sonu (ed. Hakan Ertin-Merve Özdemir), İstanbul 2013, s.159. 2929 Ertin-Merve Özdemir), İstanbul 2013, s.159. 34 Organ Nakli Sempozyumu deni terk ettiği hususunda bir kesinliğin bulunmadığını ileri sürmektedirler. Anlaşıldığı kadarıyla beyin ölümü, hayatî fonksiyonların asla geriye dönüş ihtimali olmaksızın sonlandığı ve kısa süre sonra da biyolojik ölüm33 sonucunu doğuran bir durumdur. Öyle ki, tıbbî-mekanik cihazlar olmasaydı, solunum ve dolaşım izlenemediği için bu durumda olan kişiye klinik yani klasik ölüm kararı verilecekti. Dolayısıyla respiratörün (sun’i solunum cihazı) 1950’lerde kullanılmaya başlandığı hesaba katılırsa bugün ‘beyin ölümü gerçekleşti’ denilen kişiye, 1950’den önce klinik ve biyolojik ölüm yani kesin ölüm tanısı konacaktı. Nitekim klasik dönem fakihlerince benimsenen yukarıda zikri geçen ölüm göstergeleri, beyin ölümü tanısı konan kimselerde somut olarak izlenmektedir. Kalbin makinalar yardımıyla çalışıyor olması gerçek bir çalışma değildir; zira makinalara rağmen birkaç gün içinde o da durmaktadır. Diğer taraftan beyin ölümünde ruhun bedenden henüz ayrılmadığı ya da buna emin olunamadığı iddiası da ruhun mahiyetini bilemediğimizden dolayı ciddi bir delil olarak kabul edilemez. Kaldı ki, “Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.”34 ayeti, ruhun canlılığın temel göstergesi ve kaynağı olduğu iddiasını tartışılır kılmaktadır. Zira uyku sırasında ruh bedende olmadığı halde beyin ve bütün organlar çalışmalarına kendiliğinden devam etmektedir. Aksi durumda o esnada ruh bedende olmadığına göre uyuyan insanın “ölü” kabul edilmesi gerekecekti. Ölüm sadece tıbbî bir olgu olmamakla beraber nihai tahlilde biyolojik bir son olduğuna göre bunun tespitinde tıbbî verilerin ve göstergelerin belirleyici olması makul görülmelidir. Bu yaklaşım, “tıbbın ölmüş dediğine din de ölmüş der” anlamına gelmez. Yani karar verici makamına tek başına tıp oturtulmuş sayılmaz. Kararı veren şer’î veya seküler hukuktur. Bu ikisi de karar aşamalarında tıbbî verileri göz ardı edemezler. Şu halde beyin ölümü, gerçek ölüm olarak kabul edilebilir. Yalnız burada söz konusu olan insan olduğuna ve onun hakkında telafisi imkânsız bir karar verileceğine göre beyin ölümü tanısında son derece dikkatli ve duyarlı olunması gerektiğine vurgu yapılmalıdır. Sonuç Buraya kadar sunulan gerek teorik çerçeve gerek alınan karar ve verilen fetvalar dikkate alındığında kanaatimizce şu yargının yanlış olmadığı ortaya çıkmış bulunuyor: Kök hücrelerden laboratuvar şartlarında üretilen alternatif organ ve doku kullanımı Biyolojik ölüm, beyin ile tüm dokuların, kalp, akciğerler, böbrekler, karaciğer, deri vs.nin ölümüdür. Bk. Hanoğlu, “agm”, s. 107. 34 Zümer 39/42 33 35 Organ Nakli Sempozyumu da dâhil olmak üzere bütün tedavi yolları tüketildikten sonra, bir şifa ümidi olarak organ nakli ihtimali alternatifsiz bir çare olarak belirmişse, organ nakli yapılabilecektir. Tabiatıyla bunun için öngörülen şartlar ve alınması gereken dînî, tıbbî, hukukî ve ahlakî tedbirlerin alınması, üzerinde ayrıca konuşulmayacak kadar açık bir gerekliliktir. Gerekli testler eksiksiz yapılmak ve ilgili aşamalar son derece duyarlı bir biçimde geçilmek suretiyle verilmiş olan beyin ölümü kararı, nihai ölüm olarak kabul edilebilir. 36 Organ Nakli Sempozyumu İSLAM HUKUKU BAKIMINDAN ORGAN NAKLİ ETRAFINDAKİ TEREDDÜTLER Yard. Doç. Dr. Ahmet Ekşi Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi AD [email protected] Giriş İnsan, ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır. Onun sağ1lığı da bu her iki yönün sıhhat ve afiyet üzere olmasına bağlıdır. Ancak hayatın belirli dönemlerinde, şu veya bu sebepten dolayı, gerek beden sağlığında ve gerekse ruh sağlığında hastalık denilen bozulmalar ortaya çıkabilir. Hastalığı iyileştirmek, bu mümkün değilse acıları dindirerek sıkıntıları hafifletmek amacıyla doktor tarafından girişilen her tıbbi girişim, tedavi olarak isimlendirilir.1 Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey Allah’ın kulları! Tedavi olun. Çünkü Allah, çare ve dermanını vermediği hiçbir hastalık yaratmamıştır.”2 buyurarak her hastalığın bir çaresi olduğunu belirtmiş ve tedavi yollarına başvurmayı teşvik etmiştir. Kendisi de hastalandığında tedavi olmuş, yakın çevresine ve ashabına da alanında uzman olan Taifli Haris b. el-Kelede’ye giderek tedavi olmalarını tavsiye etmiştir.3 Tedavi süreci, en basit muayene, teşhis ve tedavi yöntemlerinden en ağır cerrahi müdahalelere kadar geniş bir uygulama alanıyla istenen neticenin alındığı süreyi kapsar. Hatta bazen tedavi sonrası tekrar aynı hastalığa yakalanmamak için alınacak koruyucu hekimlik tedbirleri de bu sürece dâhil edilir. Dolayısıyla tedavi süreci ayakta ya Şinkiti, Ahmed Mezid Çekni, Ahkamü’l-Ciraheti’t-Tıbbiyyeti ve’l-Asarü’l-Müterettibetü aleyha, Mektebetü’sSaade, Cidde, 1994, s. 39, 131. 2 İbn Mâce, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2; Ebu Davud, Tıb, 1. Aynı hadisin Buharî’deki rivayetinde “İhtiyarlık dışında” ifadesi yer almamaktadır. Buharî, Tıb, 1. 3 Ebu Davud, Tıb, 12. 1 38 Organ Nakli Sempozyumu da hastanede olmak üzere kısa veya bir ömür boyu devam edebilir.4 Ayrıca tıp bilimi sürekli olarak gelişmeler kaydetmektedir. Bunun neticesi olarak ortaya çıkan yeni tedavi metotlarının uygulanması tedavi sürecine farklı bir boyut kazandırmaktadır. Tedavinin Amacı Tedavinin amacı, öncelikle hastayı iyileştirmek, bu mümkün değilse acılarını dindirmek ve yeniden aynı hastalığa düşmesini önlemektir. Dolayısıyla bu esasları gerçekleştirmeye yönelik yapılanların dışındakiler tedavi sayılmaz. Nitekim İbn Kayyim elCevziyye (ö. 751/1350) de doktorun tedavisini ve tedbirini şu beş esasa göre yapması gerektiğini belirtmiştir: 1. Mevcut sağlığı korumak 2. Kaybolan sağlığı imkânlar ölçüsünde geri getirmek 3. Hastalığı tamamen gidermek veya azaltmak 4. Daha büyük rahatsızlığı gidermek için daha hafif olanına tahammül etmeyi sağlamak 5. İki menfaatten daha büyük olanı elde etmeye çalışmak. 5 Tedavinin Hükmü Fıkıh âlimleri, tedavinin hükmü konusunda ihtilaf etmişlerdir. Genellikle Hanefi6, Maliki7 ve Hanbeliler8 tedavinin mubah olduğunu söylerken Şafiîler ise müstehab olduğu kanaatindedirler.9 Bu görüşler incelendiğinde mezheplerin tehlike arz etmeyen hastalıklardan hareketle böyle bir neticeye vardıkları görülmektedir. Ancak ölüme, bir organın telef olmasına veya atıl duruma gelmesine sebep olan ya da bulaşıcı nitelikteki hastalıklar söz konusu olduğunda tedavinin farz olduğunda şüphe yoktur. Nitekim el-Fetava’l-Hindiyye’de10 ve Fıkıh Akademisi Konseyinin 1992 tarihinde Cidde’de yaptığı 7. dönem toplantısında alınan kararlarda11 bunu görmek mümkündür. Şerefüddin, Ahmet Hüseyin, el-Ahkamü’ş-Şeriyye li’l-A‘mali’t-Tıbbiyye, el-Meclisü’l-Vatani, Kuveyt, 1983, s. 41; Usame, Abdullah Kaya, el-Mesuliyyetü’l-Cinaiyye li’l-Etıbba, Darü’n-Nahdati’l-Arabiyye, Kahire, 1990, s. 179. 5 İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebu Abdullah Şemseddin Muhammed, Zâdü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-İbad, (thk. Şuayb el-Arnaut, Abdülkadir Arnaut), I-V, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1981, IV, 143-145. 6 Kâsânî, Alâuddin Ebu Bekr b. Mes’ud, Bedâi‘u’s- Sanâi‘ fi Tertibi’ş-Şerai, I-VII, Daru’l- Fikir, Beyrut, 1996, VII, 260-261. 7 İbn Mühenna, Ahmed b. Guneym b. Salim en-Nefravi, el-Fevakihü›d-Devanî Şerhi ala Risaleti İbn Ebî Zeyd el-Kayrevani, I-II, Dârü’l-Ma’rife, Beyrut, t.y., II, 338. 8 İbn Kayyim, a.g.e., IV, 15-16. 9 Nevevi, Ebû Zekeriyyâ Muhyiddin Yahyâ b. Şeref b. Nuri, el-Mecmu‘ Şerhi’l-Mühezzeb, I-XX, Dârü’l-Fikr, Beyrut, t.y., V, 109-110. 10 el-Fetava’l-Hindiyye: Fetavayı Alemgiriyye, (haz.: Burhanpurlu Şeyh Nizam, Şeyh Vecihüddin, Şeyh Celaleddin Muhammed, Kadı Muhammed Hüseyin, Molla Hamid), I-VI, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, V, 434-435. 11 http://www.fiqhacademy.org.sa/qrarat/7-5.htm, (erişim: 20.10.2013). 4 39 Organ Nakli Sempozyumu Neticede tıp ilminin kurallarına uygun olmak ve uzman sağlık personeli tarafından uygulanmak şartıyla bozulan insan sağlığının düzeltilmesine yönelik her girişim Peygamberimizin “Tedavi olunuz.” tavsiyesinin bir gereğidir. Bu bağlamda, tedavi amacına yönelik olmak kaydıyla, organ ve doku nakli uygulamaları da tıbbi müdahale kapsamında değerlendirilebilir. Nitekim İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre; suni organ ve doku kullanımı da dâhil olmak üzere bütün tedavi yolları tüketildikten sonra bir şifa ümidi olarak organ nakli ihtimali alternatifsiz bir çare olarak belirmişse organ nakli caizdir. Bunun için öngörülen şartlar ve alınması gereken dinî, tıbbi, hukuki ve ahlaki tedbirler; tabiatıyla, üzerinde ayrıca konuşulmayacak kadar açık bir gerekliliktir.12 Diğer taraftan dini, hukuki, ictimai ve hatta tıbbi bakımdan organ nakli etrafındaki tereddütler yeterince giderilemediğinden olsa gerek organ bağışının ve naklinin istenilen seviyeye ulaşamadığı görülmektedir. Bu bildiride bu tereddütlerden bazılarına dair çözüm önerileri sunulmaktadır. Organ Nakli Etrafındaki Tereddütlerin Oluşmasında Etkili Olan Faktörler 1. İnsanın Dokunulmazlığı (Mükerrem Oluşu) İslam dini insanı yüceltmiş, saygıya layık görmüş ve onu birçok hak ve sorumluluk ile donatmıştır. Bunun için insanlar, gerek hayatta ve gerekse vefatlarından sonra, her türlü saldırıya karşı korunmuşlardır. Yani insan her yönüyle muhteremdir. Bu itibarla, ister ölü, ister sağ olsun, insandan bir parçanın alınıp atılması, bedelinin harcanması, bunlardan herhangi bir şekilde yararlanılması, insan saygınlığı ve şerefiyle bağdaşmadığı için caiz olmadığı gibi; öç almak, hakaret etmek veya yakınlarına acı çektirmek gibi maksatlarla ölen bir kimsenin cesedinin kesilip parçalanması, kemiklerinin kırılması ve benzeri davranışlar da İslam bilginlerince caiz görülmemiştir.13 İnsanın mükerrem olduğu14 ve her ne suretle olursa olsun bedenine müdahale edilemeyeceği fikri organ nakillerindeki tartışmanın temelini oluşturur. Çünkü insanın yerini doldurabilecek başka bir varlık yoktur. Bu nedenle onun hayatını tehlikeye atacak olan bütün tıbbi müdahalelerden kaçınılmalıdır. Organ naklinde ise hasta birisini tedavi amacıyla sağlam bir insanın zarar görmesi söz konusudur.15 Özellikle Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Ölünün kemiğini kırmak, canlı iken kırmak gibidir.”16 diğer Yaman, Ahmet, “Organ Nakli”, Diyanet Aylık Dergi, Nisan, 2008, s. 26. Örneğin bir insanın yumurtalıklarının başka bir insana nakledildiğinde ortaya çıkabilecek dinî, hukuki mahzurlar göz önünde bulundurulmalıdır. 13 Ekşi, Ahmet, İslam Tıp Hukuku, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2011, s. 59. 14 İsrâ, 17/70; Tîn, 95/4. 15 Sükkeri, Abdüsselam Abdürrahim, en-Nakl ve Ziraetü’l-Azai’l-Ademiyye, Darü’l-Menar, y.y., 1988, s. 103. 16 Malik b. Enes, Muvatta, Cenâiz, 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 58, 100, 105, 169, 200, 264; İbn Mâce, Cenâiz, 63; Ebu Davud, Cenâiz, 45, 60. 12 40 Organ Nakli Sempozyumu bir rivayette “…Günahta canlısını kırmak gibidir.”, anlamındaki hadisi organ nakli konusundaki tartışmaları daha da derinleştirmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki ölünün kemiğini kırmakla ilgili hadisin manası, ölen kişiye eziyet ve işkence etmek suretiyle intikam alma durumuna veya kabrine yönelik saygısızlıklara mahsustur. Hâlbuki doku ve organ nakillerinde ölüye işkence etme ve ondam intikam alma gibi bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla bu aynen zaruret hâlinde tedavi olmaya benzemektedir.17 Nitekim günümüzde bazı ameliyatlarda ilgili organın bulunduğu yerin kemiği kırılmakta ancak hiç kimse bunun hukuka aykırı olduğunu söylememektedir. Aynı şekilde ölmüş kişinin organları da nakil cerrahisinde uzmanlaşmış ekipler tarafından ameliyathane ortamında alındığı ve dikiş izleri hariç ceset bütünlüğünde hiçbir bozulma olmadığı sürece hukuka aykırılıktan söz edilemeyecektir. Burada asıl konuyu teşkil eden organ nakli, insan hayatının bedeli takdir edilemez değeri ile onu sağlıklı bir yapıda devam ettirme duyarlılığı arasında kalan bir sorundur. Organ nakli bir tedavi yöntemi olduğuna göre insan bedenini ve sağlığını koruma yönündeki ısrarlı tavsiyelerin burada da peşinen geçerli olduğu hatırlanmalıdır. Öte yandan insan bedeninin dirisinin ve ölüsünün mükerrem olması bedene dokunulmazlık kazandırmakla birlikte, bir hayatı kurtarma ile ölü bir bedene zarar verme arasında kalındığı zaman, üst hukuki değer olan insan hayatını korumanın tercih edildiği aşikârdır.18 İnsanı yaşatma ve hayatı koruma esas olunca bunu temin eden son çare olarak, organ nakli de düşünülecektir. Nitekim bunun tarihsel izlerine ve benzerlerine fıkıh literatürümüzde rastlamak mümkündür. Örneğin İmam Şâfiî19 (ö. 204/819) ve Ahmed b. Hanbel20 (ö. 241/855) sökülmüş dişin yerine, eti yenen boğazlanmış bir hayvanın dişinin, bu da bulunamazsa başka insana ait bir dişin yerleştirilmesinin caiz olduğunu söylemiştir.21 Kişinin dokunulmazlığı mutlak ve sınırsız değildir. Gerek hayat hakkını ve gerekse diğer dokunulmazlıkları sınırlayan, hatta ortadan kaldıran durumlar vardır. Örneğin, insanın kendisini tehlikeye atması caiz değildir.22 Ancak gerektiğinde canı pahasına düşNesimî, Mahmud Nazım, et-Tıbbu’n-Nebevî ve’l-İlmu’l-Hadis, I-III, Beyrut, 1987, III, 34, 35. Şahin, Nurten Zeliha, İslam Hukuku ve Biyoetik, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Isparta, 2013, s. 63-64. 19 Şâfiî, Ebu Abdillah Muhammed b. İdris (ö. 204/819), el-Ümm, (thk. Ali Muhammed ve Adil Ahmed), I-XI (11. cilt fihrist), Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 2001, VI, 156. 20 İbn Kudame, Muvaffakuddin Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Mahmud (ö. 620/1223), el-Muğni, I-IX, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, t.y., VIII, 356. 21 Yaman, a.g.m., s. 25. 22 “…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...” Bakara, 2/195. Müfessirler insanın hayatını tehlikeye düşüren her türlü tehlikenin bu ayetin kapsamında değerlendirilebileceğini söylemişlerdir. Taberi, Ebu Ca17 18 41 Organ Nakli Sempozyumu manla savaşması yalnızca caiz değil, farzdır.23 İşte bunun gibi cesedin dokunulmazlığı da mutlak değildir. Faydasız ve gereksiz olma durumuna bağlıdır. Faydalı, gerekli ve zaruri olduğunda cesede dokunmak, otopsi yapmak, bazı organ ve dokuları alarak yaşayan insanların acılarını dindirmek, sağlığa kavuşmalarını sağlamak caizdir. Bunları haram kılan bir ayet veya hadis mevcut değildir. Tam aksine bu filleri, insanları ilme ve araştırmaya, iyiliğe ve yardımlaşmaya teşvik eden ayet ve hadisler kapsamında değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan ölüden alınan doku veya organlarla canlı bir insanın maruz kaldığı zarar ortadan kaldırılmaktadır. Canlıdaki zararın giderilmesi ölüye olan hürmetten daha önemlidir.24 Kaldı ki zaruretlerin yasakları kaldırması prensibi de ayete dayanmaktadır.25 2. İnsan Bedeninin Allah’ın Emaneti Olduğu Anlayışı İslam hukukunda bu konuyla ilgili iki farklı yaklaşım ortaya konulmuştur. Birincisi, insan bedeni, kişiye ait mülk olmadığı için bedenindeki herhangi bir parçayı bir başkasına vermesine dair rızasının hukuken hiçbir geçerliliğinin bulunmaması yönündeki yaklaşımdır. Bu yaklaşım, öncelikle kişinin öldükten sonra organlarını bağışlamaya dair rızasını geçersiz kılmaktadır. Çünkü kişinin bedeni üzerinde tasarruf hakkının bulunmamasından hareket eden fakihler, ölümden sonra organ bağışlamaya dair vasiyetin geçerli olmadığı görüşündedir.26 İkincisi, insanın bedeninin Allah’ın mülkü olmasından hareketle, rızasına dayalı olarak organ bağışına cevaz veren yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre normal şartlarda bir kişinin organını, kestirip atması ve/veya başka birinin organının yerine takılması için bağışlaması gibi tasarruflar caiz değildir. Çünkü böyle bir işlem kişinin sahip olmadığı bir mal üzerinde tasarruf etmesi gibidir ki bu da hukuka aykırıdır.27 Ancak insan bedeninin kişiye emanet olması, hukuk dili ile vedia şeklinde tanımlanabilmektedir. Vediada emanetin kiraya verilmesi, emanet sahibinin iznine tabidir.28 Emanetin sahibi olan Şâri, en üst maslahat olarak insan hayatını korumayı hedeflediğine göre, insanın organlarının başkasının hayatını korumak adına verilmesine de izin vereceği sonucu çıkmaktadır.29 fer Muhammed b. Cerîr (ö. 310/923), Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’an, (thk. Abdullah b. Abdilmuhsin), I-XXVI, Dâru Hicr, Kahire, 2001, III, 324-325; Zemahşerî, Muhammed b. Ömer (ö. 538/1143), el-Keşşâf, (thk. Muhammed Abdüsselam Salih), I-IV, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, I, 235; Nesefî, Ebu’l-Berekât Hâfızüddin Abdullah (ö. 710/1310), Tefsirü’n-Nesefî, I-IV, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1984, I, 99. 23 bk. Bakara, 2/191; Nisâ, 4/95. 24 http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0120.htm (erişim tarihi, 20.10.2013) 25 bk. Bakara, 2/173. 26 Şahin, a.g.e., s.71. 27 Ghularn- Haider Aasi, “Organ Nakil ve Bağışına İslam’ın Hukuki ve Ahlaki Yaklaşımı”, (Çev., Mehmet Erdem), İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 15, 2010, s. 272. 28 Vehbe Zuhayli, el-Fıkhü’l-İslâmî ve Edilletuhu, I-VIII, Daru’l-Fikr,1985, V, 37-38, 43. 29 Şahin, a.g.e., s. 72. 42 Organ Nakli Sempozyumu Allah (c.c.) “…Kendinizi öldürmeyin...”30 ve “…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...”31 buyurarak emaneti koruma görevini insan vermiştir. İnsanın beden sağlığını korumak gayesiyle tedavinin bir parçası olarak uygulanan organ nakli, emaneti zayi değil korumaya matuf bir ameliyedir. Organını bağışlayan ise “…Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…”32 ayetinde ifade edilen başkasının hayatını kurtarma iyiliğini işleyerek emanetin korunmasına katkıda bulunmuştur. Ayrıca bu ayet “…İyilik ve takvada yardımlaşın…”33 tavsiyesi ile birlikte düşünüldüğünde bir hayat kurtarma operasyonu olması itibariyle, organ nakli ve bağışını da içine aldığı söylenebilir. 3. Allah’ın Yarattıklarını Değiştirme İnsanın en önemli sorumluluklarından biri, Allah’ın yarattığı şekilde kendisini yani fıtratını korumaktır. İslam’da, insanın doğuştan getirdiği özellik ve şeklinin değiştirilmesi ve bu amaçla yapılacak her türlü tıbbi müdahale hoş karşılanmamış; fıtratı bozmayı hedef alan müdahaleler olarak kabul edilmiştir. Fıtratı bozmayı, yaratılışı değiştirmeyi hedef alan tasarruf ve müdahaleler ise yasaklanmıştır. Bu yasak Kur›an-ı Kerim’de şöyle dile getirilmiştir: “…‘Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.’ (dedi). Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.”34 Organ nakli ve bağışının bu noktadan da değerlendirilmesi gerekir. Zira insan bedenini keserek bedenin bir parçasını bedenden uzaklaştırmak, Allah’ın fıtratını değiştirmek olarak görülebilir.35 Tedavi amaçlı olarak vücuda yapılan eklemelere dinimizde izin verilmiştir.36 Nitekim Arfece adlı sahabiye, altından bir burun yaptırılmasına Hz. Peygamber (s.a.v.) müsaade etmiştir.37 Tedavinin bir parçası olan organ nakilleri de nakledilen kişi açısından bu bağlamda düşünülebilir. 4. Beyin Ölümü Ölüden organ ve doku alınabilmesi için öncelikle vericinin ölmüş olması gerekir. Bu nedenle öncelikle ölümün ne olduğu belirlenmeli ve böylece ortaya konacak kriterlere göre bir kişinin ölü olup olmadığı saptanmalıdır. Ölümün ne zaman gerçekleşmiş sayılacağı konusunda da tıbbi açıdan iki farklı görüş Nisâ, 4/29. Bakara, 2/195. 32 Mâide, 5/32. 33 Mâide, 5/2. 34 Nisa, 4/119. 35 Ghularn- Haider Aasi, a.g.m., s. 273-274. 36 Bâr, Muhammed Ali, “İntifaü’l-İnsan bi Azai Cismi İnsanin Aher Hayyen ev Meyyiten”, Mecelletü Mecmai’lFıkhi’l-İslami, 4. Dönem, Sayı: 4, C 1, Cidde, 1988, s. 94. 37 Ebu Davud, Hatem, 7; Tirmizî, Libâs, 31. 30 31 43 Organ Nakli Sempozyumu ileri sürülmüştür. Bunlardan ilki “biyolojik ölüm” diğeriyse “beyinsel ölüm”dür. Biyolojik ölüm; kişiye canlılık veren dolaşım, solunum, sinir sistemi gibi ana hayat fonksiyonlarının, kendiliğinden çalışabilme yeteneklerinin durması ve tekrar bu niteliğin kazandırılamaması durumunda olmasıdır. Bu görüşe göre kişinin kalbi durmadıkça beyin merkezleri ne kadar hasar görmüş olursa olsun, ölmüş sayılamaz. Dolayısıyla da ondan organ ve doku alınması söz konusu değildir.38 Beyinsel ölüm ise insana insan olma özelliği veren en önemli organ olan beynin, vücudu yönetme olanak ve yeteneğini tamamen ve geri dönüşü olmayacak şekilde kaybetmesidir. Bu andan itibaren kişi ölmüş sayılacaktır. Türkiye’de hâlen yürürlükte olan mevzuata göre beyin ölümünün saptanması 2238 Sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun’un 11. maddesinde şöyle ifade edilmiştir: “Bu Kanunun uygulanması ile ilgili olarak tıbbi ölümün gerçekleştiğine, biri nörolog veya nöroşirürjiyen, biri de anesteziyolji ve reanimasyon veya yoğun bakım uzmanından oluşan iki hekim tarafından kanıta dayalı tıp kurallarına uygun olarak oy birliği ile karar verilir.” Ölümün tespiti ve bu konuda geç kalınmamış olması, alıcının hayatının kurtulması ya da sağlıklı bir şekilde devam etmesi bakımından çok önemlidir. Çünkü organ ve dokusu alınacak kişi ölmüş olsa da alınacak parçalarının canlılığını koruması gerekmektedir. Dolayısıyla ölüm gerçekleşti denilen bir anda yapay bir şekilde yaşatılan sujeden, organ ve dokunun alınarak derhâl ilgiliye aktarılması gerekmektedir. Bu nedenle ölümün saptanması çok önemlidir.39 Organ nakli için verici olarak kullanılacak olan insan bedeni, tüm tedavi imkânları kullanıldıktan sonra bile yaşaması mümkün olmayan, beyin ölümü gerçekleşmiş olan, solunumu makine desteğiyle sağlanan, ancak kalbi atıyor olan/olabilen ve donör olarak değerlendirilmesi halinde birçok hastaya yeniden sağlık sunabilecek büyük bir potansiyeldir. Bu büyük potansiyelin değerlendirilebilmesi, toplumumuzda çeşitli dini inançlara mensup bireylerin bilgilendirilmesi ile mümkündür. İnanç konusunda geçerli açıklama yapma yetkisine sahip kişi veya kurumlardan tatmin edici açıklamaların yapılması çok yararlı olacaktır. Bu sayede beyin ölümü gelişmiş birey yakınlarının inançları sebebiyle organ nakline karşı çıkmaları engellenmiş, iç huzuruyla sisteme katılımları sağlanmış olacaktır. Aksi takdirde yetkili-yetkisiz yapılan yorumlar, halkımızın bazı kesimlerinde sorun yaratmaktadır. Bazı çevreler, beyin ölümü olsa bile, kalp ve akciğer makine yaşam destek ünitesiyle çalışıyor ya da kalp kendiliğinden de çalışıyor olduğundan ruhun vücudu terk etmemiş olduğunu, bu şekilde kalbin atarken çıkartılmasının cinayet sayılacağını söylüyor. Bazı kimseler ise kalbin ve akciğerin 38 39 44 Erem, Faruk, “Organ Nakli Hakkında Kanun”, Yargıtay Dergisi, Sayı: 4, C 5, 1 Ekim, 1979, s. 711. Toroslu, Nevzat, “Organ Aktarma ve Cezai Sorumluluk”, AÜHFD, Sayı: 1-4, C 35, 1978, s. 104. Organ Nakli Sempozyumu ruh çıksa dahi makine ile çalıştırılabileceğini, bu durumun suni yoldan cesede müdahaleden başka bir şey olmadığını, ruh en son baştan çıktığından, beyin fonksiyonları tamamen ölmüşse, ruhun da vücudu terk ettiğini söyleyerek bunun caiz olduğunu savunuyor.40 Ülkemizde organ bekleyen insanların dertlerini çözmek ve bağış yapmak isteyen, ama gönlündeki “acaba”lar nedeniyle organlarını bağışlamaktan çekinen vatandaşlarımızı aydınlatarak, bağış sayısını arttırmak ve istenilen kadavra donör oranlarına ulaşabilmek için, inançtan kaynaklanan bu türden soruların net bir şekilde cevaplanması gerekmektedir.41 5. Ahiret İnancı Bakımından Organ Nakli Organ nakli ve bağışı konusunda en çok tereddüt edilen konulardan biri de cismani haşr inancı, organların sorumluluğu ve kıyamet günü şahitliği meseleleri gelmektedir. İslam bilginlerinin ve kelamcıların çoğunluğu, ahirette haşrin cismani olacağı, insanın ruh ve bedeniyle birlikte diriltilip böylece haşrolacağı, hesaba çekileceği, ceza veya mükâfata muhatap olacağı görüşündedir. Zira Allah (c.c.) “İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.”42 buyurarak bu duruma dikkat çekmiştir. Ahirette haşrin cismani (bedeni) olacağı inancının, organ naklinin tereddütle karşılanmasında kısmen de olsa etkisi vardır. Ancak konu yakından incelendiğinde organ naklinin cismani haşir inancını zedeleyen bir yönü bulunmadığı, nakledilecek organın tekrar asıl sahibine döneceği ifade edilebilir. Nitekim organların toprakta çürümesi, yanıp kül olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenmesi de onun tekrar asıl sahibinde haşrolunmasına engel değildir. Zira Kur’an-ı Kerim’de, ahirette insanın bütün organlarının en ince ayrıntısına kadar toplanacağı belirtilmektedir.43 Bu ve benzeri delillerden yola çıkan İslam bilginleri de herkesin asli parçalarının kendisiyle haşrolacağı görüşündedirler. Dolayısıyla organ nakledilenin yapacağı iyilik ve kötülüklerden tamamen kendisi sorumlu olacaktır. Çünkü herkes yaptıklarından mes’ul olacaktır.44 Ölen kimsenin ise bunda sorumluluğu yoktur. Çünkü sorumlulukta aslolan iradedir. Sorumlusu da organları kullanan şahıstır. Nitekim emanet olarak verilen bir şeyle birisine zarar verilirse, bundan asıl mal sahibi değil, onunla zarar veren kimse sorumlu olur. 40 http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0120.htm (erişim: 20.10.2013) 41 http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0120.htm (erişim: 20.10.2013) 42 Kıyame, 75/3-4; Ayrıca bk. Tâhâ, 20/55; Hac, 22/5-7. 43 bk. Yâsin, 36/78-79. 44 İsra, 17/36. 45 Organ Nakli Sempozyumu Kıyamet gününde organların şahitliği meselesine gelince, bu husustaki ayetler, organların ahirette lisan-ı hâl ile konuşacağı şeklinde anlaşılabileceği gibi Allah’ın huzurunda insanın hiçbir mazeret ileri sürme ve yalan beyanda bulunma imkânının olmayacağı, her şeyin apaçık ortada olacağı anlamında da yorumlanabilir. Bu konudaki ayetler45 gerçek anlamında alınsa bile, yine organ nakline engel bir delil teşkil etmez. Çünkü her şey Allah’ın bilgisi dâhilindedir ve organlar her bir bedende bulundukları süre içinde olup bitene şahitlik edebilirler. Konuya genel olarak dini sorumluluk esasları açısından bakıldığında ise öncelikle şunu belirtmek gerekir ki duygu, düşünce, akıl, inanç gibi manevi özellikler, organların biyolojik yapısına bağlı olmadığından, organ nakliyle kişilik transferi olmamaktadır. Diğer taraftan İslam dini, cinsi, milliyeti, rengi, dini, konumu ne olursa olsun her insana, insan olarak bakmış ve eşit bir yaşama hakkı tanınmıştır. Şu halde, organ veren kimsenin veya organ verilen şahsın, fâsık yahut gayrimüslim olması gibi şahsî durumlarından ötürü diğer tarafın dinen sorumlu olabileceğinin ileri sürülmesi de doğru olmaz.46 6. Organ Ticareti Organ naklinin tartışıldığı bir ortamda en fazla tartışılan bir diğer konu da organ bağışıdır. Çünkü organ nakli, organ bağışının neticesidir. Ancak insandan insana nakiller için yapılan bağışlar, cinayet, organ ticareti, kişisel çıkarlar ve adam kayırma gibi sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu türden sorunların ülkemizde ve dünyada yaşanmış pek çok örneklerine rastlamak mümkündür. Öyle ki okuduğumuz veya duyduğumuz her insan kaybolması/kaçırılması vakalarında ilk akla gelen organ ticareti şüphesidir. Bu yönüyle organ ve doku nakli “Sedd-i zerâî” prensibi açısından da tartışmalara neden olmuştur. İnsana önem veren ve onu yücelten İslam, insanın; hatta organlarının mal gibi alınıp satılmasını kabul etmemekte ve buna engel olmaktadır. Allah Resulü (s.a.v.) bu şekilde davrananlara, insan ticareti yapanlara karşı, Allah’ın kıyamette bizzat davacı olup bunların en büyük hasmı olacağını bir kudsi hadislerinde şöyle ifade etmişlerdir: “Aziz ve Celil olan Allah buyurdu: Üç sınıf vardır ki kıyamet gününde ben bunların hasmıyım, davacısıyım. Bir kimse ki benim adıma yemin eder de sonra ahdini (yemini) bozar. Yine bir kimse ki hür (bir insanı) bile bile köle diye satar da onun parasını yer. bk. “O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edecektir.” Nûr,24/24; “Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz? derler. Onlar da: Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine ona döndürülüyorsunuz, derler. Siz ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.” Fussilet, 41/20-22. 46 Acar, H. İbrahim, “Organ Bağışının Dinimizdeki Yeri”, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 27, Erzurum, 2007, s. 29. 45 46 Organ Nakli Sempozyumu Yine bir kimse ki bir işçi tutar, onu çalıştırır da ücretini vermez.”47 Bu kudsi hadise göre, Allah’ın bir kimse hakkında davacı olması, o kimsenin yaptığı işin çok kötü bir fiil olduğu ve cezasının da çok şiddetli olacağı anlamına gelir. İnsanın muhterem olduğunu ifade eden benzer hukuki ifadeleri fıkıh kaynaklarımızda da bulmak mümkündür. Sözgelimi, İbn Abidin (1252/1836)’in şu cümleleri bu konuya ışık tutar: “Kâfir de olsa, insanoğlu muhteremdir; dokunulmazlığı vardır. Onu köle gibi satmak; değersiz bir meta kabul etmek ve cansız varlıklar yerine koymak; onu hor ve hakir görmek, değersiz bir şey olduğunu kabul etmektir ki bu davranış din ve hukuk açısından asla caiz değildir. Hatta insanın bir parçasını, satmak da aynı hükme dâhildir.”48 Hâlen yürürlükte olan kanunlarda “Bir bedel veya başkaca çıkar karşılığı, organ ve doku alınması ve satılması yasaktır.” ve “Bilimsel istatistiki ve haber niteliğindeki bilgi dağıtımı hâlleri istisna olmak üzere organ ve doku alınması ve verilmesine ilişkin her türlü reklam yasaktır.”49 denilmek suretiyle doku ve organ nakillerinin kötüye kullanılmasının önüne geçilmesi hedeflenmiştir. 7. Nakledilebilecek Organlara Getirilen Kısıtlamalar Donör (Verici) Bakımından Yaşayan bir insanın, hayatını tehlikeye atacak ve kişinin yaşaması kendisine bağlı bir organın nakli hiçbir zaman caiz olmayacağı hususunda İslam hukukçularının ittifakı vardır. Çünkü bu, hasta birini kurtarmak için sağlam olan bir başkasını öldürmek demektir.50 Türk hukukunda da “Vericinin yaşamını mutlak surette sona erdirecek veya tehlikeye sokacak olan organ ve dokuların alınması yasaktır.”51 şeklinde bir düzenleme yer almaktadır. İslam hukukçularının kahir ekseriyeti ise belirli şartlar muvacehesinde canlı insandan hayati olmayan doku ve organların naklinin hukuka uygun olduğunu kabul etmektedirler. Bu hukukçulara göre hayati olmayan organ ve dokuların naklinde zaruret vardır. Ancak alınan doku veya organın vericiye önemli bir zararı olmayacağına veya ölümüne sebebiyet vermeyeceğine uzman doktorun kesin ifadelerle karar vermesi gerekir.52 Örneğin tıbbi açıdan bir sakınca olmadığı ve veren kimseye zararı olmayacağı uzman doktorlarca tespit edilirse bu görüşte olanlara göre iki böbrekten biri Buharî, Büyû, 106, İcâre, 10. İbn Abidin, Muhammed Emin b. Ömer b. Abdülaziz (ö. 1252/1836), Reddü’l-muhtar ala’d-dürri’l-muhtar: Şerhu Tenviri›l-Ebsar, (thk. Adil Ahmed Abdülmevcud, Ali Muhammed Muavvez, I-XIII, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1994/1415, IV, 10. 49 Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun, m. 3, 4. 50 Şâzelî, Hasan Ali, Hukmü Nakli Azâi’l-İnsan fi’l-Fıkhi’l-İslamî, Kitabü’l-Cumhuriyye, Kahire, 1989, s. 186. 51 Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun, m. 8. 52 Bûtî, “İntifaü’l-İnsan bi Adâi Cismi İnsanin Ahar Hayyen ev Meyyiten”, Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslamî, C 1, Sayı: 4, Cidde, 1988, s. 199-200. 47 48 47 Organ Nakli Sempozyumu verilebilir.53 Nakiller tedavi olma zorunluluğu açısından ele alındığında insanın faydasına dönük nakiller caiz görülebilir. Hatta kalp, karaciğer, akciğer gibi kısa zamanda yapılmazsa hastanın ölümü ile karşı karşıya gelebileceği nakillerin zaruret arz ettiği söylenebilir. Fakat ülkemizde gerçekleşmesiyle birlikte tartışılmaya başlanan kol, bacak, yüz ve rahim nakli ise yapılmadığı takdirde kişinin yaşam sürecine etki etmeyecek nakillerdir. Buna rağmen diyanet, yüz naklini, tedavi amaçlı estetik ameliyat olarak kabul etmek suretiyle organ nakli için geçerli olan şartların yüz nakli içinde geçerli olduğunu beyan ederek cevazı yönünde görüş beyan etmiştir. Zira bu görüşe göre yüz, başın bir cüzü olması yönü ile organ olarak da kabul edilebilir. Bu durumda hastanın tedavisi için yüz nakli dışında bir alternatif yoksa ve yüzü nakledilecek kişinin ölmeden önce aksine bir beyanı bulunmuyorsa, yakınlarının rızası ile yüzü alınabilir.54 Rahim ve diğer üreme organlarının nakli ise üremenin bir aracı olduğu için normal nakil gibi düşünülmemelidir. Bu nedenle rahim ve üreme organlarının nakline tedavideki zorunluluk açısından yaklaşılmamalıdır. Çünkü üreme organlarının nakli, neslin korunmasını da ilgilendirdiğinden, organ nakli gibi görülmemektedir. Zira üreme organları genetik özellikler taşımaktadırlar. Bir başkasına verildikten sonra da aynı genetik özellikleri taşımaya devam ederler. Bu itibarla başkasının rahminin nakli ve bu yeni rahimle hamile kalmak caiz değildir.55 Öte yandan rahim ve diğer üreme organlarının nakli, gelecek nesilleri de ilgilendirdiği için etik, hukuk ve din açısından pek çok problemi bünyesinde barındırmaktadır.56 Uluslararası İslam Fıkıh Akademisinin insana ait genital organların aktarılmasında hukuka uygunluk ölçütü olarak sadece, bu organlar ile birlikte genetik bilgilerin aktarılıp aktarılmadığını dikkate aldığı görülmektedir. Buna göre yumurta ve sperm nakli, genetik bilgileri aktardığı için hukuka aykırı kabul edilmiş; ancak rahim nakli için kesin bir karara varılmamıştır.57 Kanaatimizce bu konuda sadece genetik bilgilerin aktarılmasının dikkate alınması yeterli değildir. Bunun yanı sıra nakilden sonra hukuki, etik ve dini açıdan yaşanabilecek problemler de dikkate alınmalıdır. 8. Hayvandan İnsana Organ ve Doku Nakli Organ ve doku nakillerinde hayvanlardan da faydalanılabileceğinden hareketle konu İslam hukukçuları arasında tartışılmaktadır. Tedavi maksadıyla özellikle eti yenen haySalim, Muhtar, et-Tıbbü’l-İnsanî Beyne’l-Akide ve’l-İbda‘,Müessesetü’l-Mearif, Beyrut, 1988, s. 516, 517. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/BasinPDF/2012/subat/17022012kupur.pdf , (erişim: 03.03.2014) 55 el-Bâr, Muhammed Ali, el-Mevkıfü’l-fıkhiyyü ve’l-ahlaku min kadiyyeti zeri’l-adai, Darü’l-Kalem, Beyrut, 1994, s. 256. 56 Şahin, a.g.e., s. 75. 57 el-Bâr, a.g.e., s. 256-257. 53 54 48 Organ Nakli Sempozyumu vanların kullanılmasında herhangi bir mahzur görülmemekle birlikte58 sadece domuzun kullanılmasına izin verilmemiştir. Çünkü domuz bizzat necis kabul edilmektedir.59 Serahsî domuz kemiğini tedavide kullanmanın mekruh olduğunu söylemiştir.60 Ancak hastalığın başka türlü tedavi imkânı olmadığı uzman doktorlar tarafından belirtilmiş ve zaruri bir durum söz konusu ise (tartışılmakla birlikte) zaruret sebebiyle domuzdan insana nakil yapılabileceği kabul edilmiştir. Çünkü “Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça merhamet edendir.”61 ayetiyle hayati bir tehlike söz konusu olduğunda yasaklanan şeylerin zaruret miktarınca yenilmesine izin verilmiştir. Buna dayanarak zaruret halinde eti haram olan hayvanlardan tedavide de faydalanılabileceği söylenebilir.62 Nitekim son dönem İslam hukukçularından Halil Muhyiddin el-Meys de özellikle eti yenen ve şer’i usullere uygun kesilmiş hayvandan, zaruret hâlinde ise diğer hayvanlardan organ alınarak zorda kalmış bir insana nakledilebileceğini söyleyerek zımnen domuzdan da naklin yapılabileceğini kabul etmektedir.63 Fıkıh Akademisi el-Meys’in bu görüşünü canlı vericide aranan şartların bulunması kaydıyla karara bağlamıştır.64 Sonuç Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu temel prensiplerle müçtehitler tarafından bunlara dayanılarak çıkarılan genel hükümler ve kaideler, tedavinin bir parçası olan organ naklinin caiz olduğunu göstermektedir. Organ bağışını dolayısıyla buna bağlı olarak organ naklini doğrudan engelleyici olumsuz bir durum da söz konusu değildir. Çünkü canın korunması İslam dininin gerçekleştirmeyi gaye edindiği temel hedeflerin başında gelir. Ancak tam ve istenilen düzeyde hukuka uygun bir şekilde naklin gerçekleştirilmesi için şu hususlar dikkate alınmalıdır: • Hastanın hayatını veya hayatî bir uzvunu kurtarmak için nakilden başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen tabip/tabipler tarafından tespit edilmelidir. • Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine tabibin zann-ı galibinin bulunması gerekir. el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 354; Şinkiti, a.g.e., s. 399. En’âm, 6/145. 60 Serahsî, İslam Devletler Hukuku: Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, (Çev. İbrahim Sarmış ve M. Sait Şimşek), I-V, Eğitaş Yayınları, Konya, 2001, I, 144. 61 Bakara, 2/173. 62 Zuhaylî, Mevsuatü’l-Fıkhi’l-İslamiyyi’l-Muasır, I-VII, Darü’l-Mektebi, Dımaşk, 2007/1427, I, 288. 63 Meys, Halil Muhyiddin, “Münâkaşa”, Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslamî, Sayı: 4, C 1, Cidde, 1988, s. 404. 64 Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslamî, Sayı: 1, C 1, s. 40. 58 59 49 Organ Nakli Sempozyumu • Hem donör hem de nakledilen kişi üzerinde yapılan organ ve doku nakilleri uygulamalarında insanın saygınlığını zedeleyici tutum ve davranışlardan sakınılmalıdır. • Organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla, yakınlarının gerekli aydınlatmadan sonra rızasının sağlanması gerekir. • Ölüden nakillerde beyin ölümünün gerçekleştiğine varisler ilmi usullerle ikna edilmelidir. • İnsanların dini inanç ve kültürel hassasiyetleri dikkate alınmalıdır. • Ticari hiçbir gaye gözetilmeksizin hakkaniyet kuralları çerçevesinde gerçekleştirilmelidir. • Yaşanabilecek dini, hukuki ve etik problemler göz önünde bulundurulduğunda üreme organlarının naklinin doğru olmadığı açık bir gerçektir. Belki seküler yapının hâkim olduğu toplumlarda bireyin kendi vicdani tercihleri önemli olduğu için, tıbbi uygulamalarda özerklik ilkesinden hareketle bu kısıtlamalar söz konusu olmayabilir. Ancak dini geleneklerinden kopmayan toplumlar, etik ikilemlere dini inanışları doğrultusunda çözüm ürettikleri unutulmamalıdır. 65 Kaynaklar 1. Acar, H. İbrahim, “Organ Bağışının Dinimizdeki Yeri”, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 27, Erzurum, 2007, s. 18-30. 2. Bâr, Muhammed Ali, “İntifaü’l-İnsan bi Azai Cismi İnsanin Aher Hayyen ev Meyyiten”, Mecelletü Mecmai’lFıkhi’l-İslami, 4. Dönem, Sayı: 4, C 1, Cidde, 1988. 3. ------------------, el-Mevkıfü’l-Fıkhiyyü ve’l-Ahlaku min Kadiyyeti Zeri’l-Adai, Darü’l-Kalem, Beyrut, 1994. 4. Bûtî, “İntifaü’l-İnsan bi Adâi Cismi İnsanin Ahar Hayyen ev Meyyiten”, Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslamî, C 1, Sayı: 4, Cidde, 1988. 5. Ekşi, Ahmet, İslam Tıp Hukuku, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2011. 6. el-Fetava’l-Hindiyye: Fetavayı Alemgiriyye, (haz.: Burhanpurlu Şeyh Nizam, Şeyh Vecihüddin, Şeyh Celaleddin Muhammed, Kadı Muhammed Hüseyin, Molla Hamid), I-VI, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000. 7. Erem, Faruk, “Organ Nakli Hakkında Kanun”, Yargıtay Dergisi, Sayı: 4, C 5, 1 Ekim, 1979. 8. Ghularn- Haider Aasi, “Organ Nakil ve Bağışına İslam’ın Hukuki ve Ahlaki Yaklaşımı”, (Çev., Mehmet Erdem), İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 15, 2010, s. 265-278. 9. http://www.fiqhacademy.org.sa/qrarat/7-5.htm, (erişim: 20.10.2013). 10. http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0120.htm (erişim tarihi, 20.10.2013) 11. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/BasinPDF/2012/subat/17022012kupur.pdf , (erişim: 03.03.2014) 12. İbn Abidin, Muhammed Emin b. Ömer b. Abdülaziz (ö. 1252/1836), Reddü’l-muhtar ala’d-dürri’l-muhtar: Şerhu Tenviri›l-Ebsar, (thk. Adil Ahmed Abdülmevcud, Ali Muhammed Muavvez, I-XIII, Dârü’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut, 1994/1415. 13. İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebu Abdullah Şemseddin Muhammed, Zâdü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-İbad, (thk. Şuayb el-Arnaut, Abdülkadir Arnaut), I-V, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1981. 65 50 Şahin, a.g.e., s. 18. Organ Nakli Sempozyumu 14. İbn Kudame, Muvaffakuddin Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Mahmud (ö. 620/1223), el-Muğni, I-IX, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, t.y. 15. İbn Mühenna, Ahmed b. Guneym b. Salim en-Nefravi, el-Fevakihü›d-Devanî Şerhi ala Risaleti İbn Ebî Zeyd el-Kayrevani, I-II, Dârü’l-Ma’rife, Beyrut, t.y. 16. Kâsânî, Alâuddin Ebu Bekr b. Mes’ud, Bedâi‘u’s- Sanâi‘ fi Tertibi’ş-Şerai, I-VII, Daru’l- Fikir, Beyrut, 1996. 17. Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslamî, (Mecmeü’l-Fıkhi’l-İslamî’nin Kararı), Sayı: 4, C 1. 18. Meys, Halil Muhyiddin, “Münâkaşa”, Mecelletü Mecmai’l-Fıkhi’l-İslamî, Sayı: 4, C 1, Cidde, 1988. 19. Nesefî, Ebu’l-Berekât Hâfızüddin Abdullah (ö. 710/1310), Tefsirü’n-Nesefî, I-IV, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1984. 20. Nesimî, Mahmud Nazım, et-Tıbbu’n-Nebevî ve’l-İlmu’l-Hadis, I-III, Beyrut, 1987. 21. Nevevi, Ebû Zekeriyyâ Muhyiddin Yahyâ b. Şeref b. Nuri, el-Mecmu‘ Şerhi’l-Mühezzeb, I-XX, Dârü’l-Fikr, Beyrut, t.y. 22. Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun, Tarihi:29.05.1979, Sayı: 2238. 23. Salim, Muhtar, et-Tıbbü’l-İnsanî Beyne’l-Akide ve’l-İbda‘,Müessesetü’l-Mearif, Beyrut, 1988. 24. Serahsî, İslam Devletler Hukuku: Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, (Çev. İbrahim Sarmış ve M. Sait Şimşek), I-V, Eğitaş Yayınları, Konya, 2001. 25. Sükkeri, Abdüsselam Abdürrahim, en-Nakl ve Ziraetü’l-Azai’l-Ademiyye, Darü’l-Menar, y.y., 1988. 26. Şâfiî, Ebu Abdillah Muhammed b. İdris (ö. 204/819), el-Ümm, (thk. Ali Muhammed ve Adil Ahmed), I-XI (11. cilt fihrist), Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 2001. 27. Şahin, Nurten Zeliha, İslam Hukuku ve Biyoetik, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Isparta, 2013. 28. Şâzelî, Hasan Ali, Hukmü Nakli Azâi’l-İnsan fi’l-Fıkhi’l-İslamî, Kitabü’l-Cumhuriyye, Kahire, 1989. 29. Şerefüddin, Ahmet Hüseyin, el-Ahkamü’ş-Şeriyye li’l-A‘mali’t-Tıbbiyye, el-Meclisü’l-Vatani, Kuveyt, 1983. 30. Usame, Abdullah Kaya, el-Mesuliyyetü’l-Cinaiyye li’l-Etıbba, Darü’n-Nahdati’l-Arabiyye, Kahire, 1990. 31. Şinkiti, Ahmed Mezid Çekni, Ahkamü’l-Ciraheti’t-Tıbbiyyeti ve’l-Asarü’l-Müterettibetü aleyha, Mektebetü’s-Saade, Cidde, 1994. 32. Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr (ö. 310/923), Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’an, (thk. Abdullah b. Abdilmuhsin), I-XXVI, Dâru Hicr, Kahire, 2001. 33. Toroslu, Nevzat, “Organ Aktarma ve Cezai Sorumluluk”, AÜHFD, Sayı: 1-4, C 35, 1978. 34. Yaman, Ahmet, “Organ Nakli”, Diyanet Aylık Dergi, Nisan, 2008. 35. Zemahşerî, Muhammed b. Ömer (ö. 538/1143), el-Keşşâf, (thk. Muhammed Abdüsselam Salih), I-IV, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995. 36. Zuhaylî, Vehbe, Mevsuatü’l-Fıkhi’l-İslamiyyi’l-Muasır, I-VII, Darü’l-Mektebi, Dımaşk, 2007/1427. 37. ---------------, el-Fıkhü’l-İslâmî ve Edilletuhu, I-VIII, Daru Fikr,Beyrut, 1985. 51 Organ Nakli Sempozyumu İSLAM HUKUKU AÇISINDAN YAŞAM DESTEĞİNİN SONLANDIRILMASI Dr. Ülfet Görgülü DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı [email protected] Giriş 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren tıp alanında kaydedilen gelişmeler sonucunda uygulanan tedavi yöntemleriyle bir taraftan insan ömrü uzatılırken ve hastalara yaşam desteği verilmeye başlanırken diğer taraftan sağlığından ümit kesilmiş, komada olan ya da şiddetli ıstırap çeken hastalara verilen yaşam desteğinin kesilmesi veya tedavinin başlatılmaması konusu tıp etiği, hukuk ve din açısından tartışılmaya başlanmıştır. Yaşamı destekleyen tedaviler/sistemler hastanın ölümünü geciktirmek için uygulanan her türlü tıbbi girişimi ve teknolojinin kullanılmasına yönelik uygulamaları kapsamaktadır. Bunlar çoğunlukla yoğun bakım ünitelerinde söz konusu olmaktadır. Organ nakilleri, ventilatör, canlandırma, diyaliz, tüple besleme, damar içine sıvı verme vb. tedavi ve araçları içeren yaşamı destekleyen tedaviler hastanın beklenen yaşam kalitesini yükseltmek yanında hastanın ölümünü de erteleyebilmektedir1. Günümüzdeki tıbbi teknoloji ve tedavi imkanları göz önüne alındığında, tedavinin kesilmesi veya uygulanmamasının ölüm sebeplerinin başında geldiği söylenebilir2. Yaşam desteğinin kısıtlanması (withholding of life support) bazı tıbbi tedavilerin hastaya başlanmamasıdır. Yaşam desteğinin kısıtlanmasına örnek olarak, ileri derecede kronik obstrüktif akciğer rahatsızlığı olan hastaya, mekanik ventilasyon (MV) Ersoy, Nermin, Tıp Etiği Ders Notları, s. 9. (tip.kocaeli.edu.tr/docs/ders_notlari/n_ersoy/tip_etigi-ders_ notlari.doc) 2 Erkekol, Numanoğlu, Gürkan, Kaya, “Yoğun Bakım Ünitelerine İlişkin Etik Konular”, Türk Toraks Dergisi, yıl. 2002, c. 3, sy. 3, s. 313. 1 52 Organ Nakli Sempozyumu uygulanmaması gösterilebilir. Yaşam desteğinin sonlandırılması (withdrawing of life support) hastaya verilen çeşitli tıbbi tedavilerin durdurulmasıdır. Yaşam desteğinin sonlandırılmasına da, beyin ölümü gelişen bir hastada MV tedavisinin durdurulması örnek verilebilir. Her iki durumda da tedavilerin kısıtlanması ya da sonlandırılması sonrası hastanın öleceği beklentisi vardır3. İleri teknolojinin ürünü olan yaşam destek sistemlerinin kullanılmaması durumunda hastanın ölüm sürecinin hızlanacak olması, bazen de kullanılması durumunda hastaya önemli bir yarar sağlamayacak olması, bu kaynakların sınırlı sayıda ve aşırı pahalı olması ve buna karşın hekimin bu kaynakları etkin kullanma sorumluluğunun bulunması yaşamı destekleyen tedavi kararlarında ciddi etik ikilemlerin yaşanmasına neden olmaktadır4. Konuyla ilgili etik tartışmalara kısaca değinmek uygun olacaktır. I. Tıbbi Etik Açısından Yaşam Desteğinin Sonlandırılması Son dönemlerde konuyla ilgili yapılmış çalışmaların bir kısmında, hayatını yaşam desteği ile sürdürebilen terminal durumdaki (yakın bir sürede ölümü beklenen) hasta için bu desteğin kesilmesi ya da tedavinin başlatılmamasının etik açıdan uygun olduğu görüşünün öne çıkarıldığı görülmektedir. Bu görüş sahiplerine göre; “Yaşamı destekleyen tedaviler, yaşamının son evresindeki hastanın iyileşmesini sağlamadığı, fizyolojik bir yarar getirmediği gibi ilave ağrı ve acı çekmesine ya da ıstırabının süresinin uzamasına neden olabilmekte, yararsız tedavi sınıflaması altına girmektedirler. Ayrıca sınırlı kaynakların nafile kullanılmasına izin verilmesiyle hekimin diğer hastalara karşı yükümlü bulunduğu yararlı olma, zarar vermeme ve hatta ölüme neden olmama sorumlulukları ihlal edilmekte böylece adalet ilkesiyle de ters düşülebilmektedir.”5 Yine bu görüşü benimseyenlere göre; yaşama ümidi olmayan bir hasta, ailesiyle olması gereken en önemli dönemde yoğun bakımda yalnız kalmaktadır. Ayrıca yoğun bakımın ciddi maddi yükü de vardır6. Yoğun bakım ünitesinden çıkartılabilecek terminal evredeki hastalar; geri dönüşsüz beyin hasarı olanlar, geri dönüşsüz multi organ yetmezliği olanlar, kemoterapi ya da Uysal, Nevin, “Yoğun Bakımda Yaşam Desteğinin Sonlandırılması”, Yoğun Bakım Dergisi, yıl. 2004, c. 4, sy. 4, s. 211. 4 Ersoy, age., s. 9. 5 Metin, Sevtap, Biyotıp Etiği ve Hukuk, yy. ty., s. 326; Bkz. Dikmen, Yalım, “Yoğun Bakımda Hastadan Desteği Çekme ve Etik-Ötanazi”, Medikal Etik, İstanbul 2001, s. 35. 6 Ece, Sharon, “Hayat Sonu Bakımı”, Hayat Sağlık Dergisi, yıl. 2010, sy. 3, s. 31. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre günlük masraf 1500 dolar civarındadır. Bkz. Değer, Mebrure, “Yoğun Bakım Etiği”, Medikal Etik,İst. 2001, s. 14. 3 53 Organ Nakli Sempozyumu radyoterapiye yanıt vermeyen metastatik kanserli hastalardır7. Dolayısıyla bu görüş sahiplerine göre yoğun bakım tedavileri sonlandırılırken ana amaç hastanın kalan ömrünü rahat ve ağrısız bir şekilde geçirmesini sağlamaktır8. Yaşam desteğinin kesilmesi konusunda genel olarak iki yaklaşım öne çıkmaktadır. Konuyu yaşamın kutsallığı ve kişi hakkı bağlamında ele alanlara göre tedaviyi reddetme ya da sonlandırma yaşam hakkının ihlali anlamına gelmektedir. Oysa kişinin aksi yöndeki iradesi ve rızasına rağmen bu hakkın korunması gereklidir. Kişinin kendisi de dahil herkes bu hakka saygı göstermek, onu ihlal etmemek, ortadan kaldırmamakla yükümlü tutulmuştur9. Konuyu otonomi/kişi özerkliği kapsamında değerlendirenlere göre ise ölümü istemek (ötanazi) de dahil olmak üzere kişinin kendi vücudu üzerinde söz hakkı vardır. Her türlü tedaviyi kabul ya da reddetmesi kişinin iradesine bağlıdır. Dolayısıyla tedavinin reddini bir insan hakkı olarak nitelendirenler vardır10. Bir kimse hayatının cihazlara bağlı tutularak haftalarca devam ettirilmesini ya da yıllarca biyolojik olarak canlı tutulmayı yaşamı için çok kötü olarak nitelendiriyorsa, bu durumdan kaçınmak için önceden direktif hazırlaması (gelişmiş sağlık direktifleri) ve diğer insanların da buna uyması onun yaşamının kutsallığına daha fazla saygı göstermek demektir11. Tedavinin sonlandırılması için hastanın onamının gerektiği, bilinci yerinde olmayan bir hasta için ise yakınlarının izninin gerekliliği üzerinde durulmuştur. Ancak hastanın aynı derecedeki yakınlarının bu konuda farklı görüş beyan edebilecekleri bu durumun hekimin davranışlarını etkileyip karar vermesini zorlaştıracağı da belirtilmektedir12. İnsan haklarının bir uzantısı olarak ele alınan hasta hakları konusunda “onuru ile ölme hakkı”ndan söz edilmektedir. Hastanın yaşamının aktif ya da pasif bir tutumla sonlandırılmasının hastanın onuru ile ölme hakkı çerçevesinde bir hak olup olmadığı tartışması güncelliğini korumaktadır13. Konuyla ilgili etik yaklaşımları böylece özetledikten sonra, meseleyi fıkıh açısından ele alabiliriz. II. İslam Hukuku Açısından Yaşam Desteğinin Sonlandırılması Erkekol, Numanoğlu, Gürkan, Kaya, agm., s. 316. Uysal, agm., s. 213. 9 MK madde 23. Bkz. Güven, Kudret, Kişilik Hakları ve Ötanazi, Ankara 2000, s. 3-5. 10 Aksoy, Şahin-Çevik, Ebru-Edisan, Zehra, “Yaşamın Sonunda Verilen Kararlara İlişkin Bir Etik Tartışma”, Tıp Etiği, Hukuku, Tarihi Dergisi, yıl. 2002, sy. 10, s. 267. 11 Metin, age., s. 316, 317. 12 Değer, agm., s. 12. 13 Sert, Gürkan, Hasta Hakları, İst. 2004, s. 240. 7 8 54 Organ Nakli Sempozyumu İslam’da insan hayatına büyük önem verilmiş ve korunması için gereken önlemler üzerinde dikkatle durulmuştur. İslam’ın, korunmasını hedeflediği temel değerlerin başında “canın korunması” gelmektedir14. Darda kalan ve yiyecek bir şey bulamayan kimsenin ölmeyecek ölçüde dinen yasak kılınmış maddeleri yemesi15, yemeyip ölmesi durumunda dinen sorumlu tutulması16, ikrah halinde Allah’ı inkara izin verilmiş olması17, farzları ifa sırasında hayati tehlikenin söz konusu olması durumunda ruhsatla amel etme kolaylığının tanınması18 gibi hususlar canın korunmasına verilen önemi ortaya koymaktadır. Yaşam hakkına yönelik tecavüz fiilinin büyük günah olduğu19 ve ebedi cehennemde kalmayı gerektireceği20 belirtilerek manevi, kısas21 ya da diyet22 gibi maddi cezai müeyyidelerle kişi dokunulmazlığı teminat altına alınmıştır. Canın korunmasıyla öncelikle kişinin kendisi sorumludur. “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”23 ve “..kendinizi öldürmeyin”24 ayetleriyle kişinin kendi canına kıyması veya buna teşebbüs etmesi yasaklandığı gibi, herhangi bir hastalık ya da çekilen sıkıntı nedeniyle ölümü temenni etmesi de yasaklanmıştır25. Söz konusu ayet ve hadislerden hareketle yaşam destek tedavilerinin sonlandırılmasının etik olduğuna dair görüşün kendisiyle temellendirildiği otonomi/özerklik ilkesinin dinen kabul edilemez olduğunu belirtmek gerekir. Zira İslam inancında can kişiye emanettir. Dolayısıyla kişi bu emaneti korumakla yükümlü olup canı üzerinde tasarrufta bulunma yetkisine sahip değildir. Öte yandan var olmak insanın elinde olmadığı gibi, yaşamına son verme ya da ölme hakkı da yoktur. Kişi kendisi böyle bir hakka sahip olmadığı gibi, kanuni temsilcisinin de böyle bir hakkı bulunmamaktadır. Bir başkasının hayatı üzerinde tasarruf hukuken yok hükmündedir26. Fakihler hastanın tedavi olmanın gerekli olup olmadığı hususunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Fakihlerin çoğuna göre tedavi olmak farz olmayıp mübahtır ve tevekkül “Zarûriyyât/zarurî maksatlar” da denilen bu beş ilke; 1- Canın korunması, 2- Neslin korunması, 3- Aklın korunması, 4- Malın korunması, 5- Dinin korunmasıdır. Gazzâlî, el-Mustasfâ min ‘ılmi’l-’usûl, I, 287; Şâtıbî, el-Muvâfakât fî usûli’l-ahkâm, II, 4. 15 Bakara, 2/173. 16 Serahsî, el-Mebsût, XXIV, 48; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî’, X, 105; Abdulkâdir Ûdeh, et-Teşrîu’l-cinâiyyi’l-İslâmî, I, 570. 17 Mâide, 6/3; Nahl, 16/106. 18 Bakara, 2/267; Nisa, 4/43. 19 Buhârî, Hudûd, 44; Nesâî, Tahrîm, 3; Dârimî, Diyât, 9. 20 Nisa, 4/93. 21 Bakara, 2/178; Mâide, 5/45. 22 Nisa, 4/92. 23 Bakara, 2/195. 24 Nisa, 4/29. 25 Buhârî, Merdâ, 19; Temennî, 6; Buhârî, Enbiya, 50. 26 Kâsânî, age, X, 247. 14 55 Organ Nakli Sempozyumu anlayışına aykırı değildir27. Tedavi olmayı teşvik eden hadislerden28 hareketle tedavinin müstehap olduğu da ifade edilmiştir29. Fakihlerin tedavi konusunu dönemlerinin tıp bilgisi ve uygulamalarından hareketle ele aldıkları söylenebilir. Günümüzde tıp ve teknolojide elde edilen gelişmeler sonucunda özellikle kritik durumdaki hastalara yaşam desteği uygulanmasını mübah olarak değerlendirip, bilhassa maddi boyutunu gerekçe göstererek tedavinin terk edilmesini meşru olarak nitelendirmenin30 canın korunması ilkesiyle bağdaşmayacağı kanaatindeyiz. İyileşme ümidi olmayan hastadan yaşam desteğinin kesilmesi hastayı ölüme terk etmekle aynı anlama gelmektedir. Bu konuda hastanın yönlendirilmiş direktifinin bulunması, hasta rızasının bulunmadığı durumlarda yakınlarının izni ya da hekimin kararı uygulamanın sonucu değiştirmez. Hastanın rızasının, ölümle sonuçlanacak bir uygulamayı yasal hale getirmeyeceği kanaatindeyiz. Bu görüşü, klasik fıkıh eserlerinde üzerinde durulan “suça rıza” hususuyla ilintilendirmek mümkündür. İslam hukukunda prensip olarak mağdurun suçun işlenmesine rıza göstermesi, suçun unsurlarından birini ortadan kaldırmadıkça, o suçu mübah/işlenebilir hale getirmez. Şer’î bir nass bulunmadıkça canın dokunulmazlığı genel ilkedir. Kişinin öldürülmesine rızasının fiil üzerinde etkisi olmadığı için yok hükmündedir. Dolayısıyla öldürmeye rıza fiili yasaklıktan çıkarmaz31. Öte yandan hasta yakınları ya da doktorun kararıyla yaşam desteğinin sonlandırılması uygulaması klasik fıkıh literatüründe yer alan ihmal ile ölüme sebebiyet verme bağlamında da değerlendirilebilir. Bir kimsenin, hapsedilip aç ve susuz bırakılarak ya da yola açılan bir çukura düşmesiyle ölümüne sebebiyet verilmesi cezai müeyyideyi gerektiren bir suç olarak kabul edilmiştir32. Buradan hareketle hastaya gerekli olan yaşam desteğini vermeyerek/keserek ölümüne sebebiyet verilmesinin cezai sorumluluğu gerektirecek bir uygulama olduğu söylenebilir. Değindiğimiz bu fıkhi yaklaşımlardan hareketle hastanın ölümü gerçekleşmedikçe yaşam desteğinin kesilmesinin dinen mümkün görünmediğini söyleyebiliriz. Burada üzerinde durulması gereken husus hangi durumda hastanın ölümüne hükmedileceği meselesidir. Diğer bir deyişle tıbben beyin ölümü hakiki anlamda ölüm kabul edilebilir mi? Belli şartlar çerçevesinde tecviz edilen organ nakli de bu aşamadan itibaren Buhȗtȋ, Keşşâfu’l-kına’, II, 76; İbn Teymiyye, Fetâvâ, XXIV, 149. Ebȗ Dâvud, Tıp, 1; İbn Mâce, Tıp,1; Buhârî, Tıp, 1; Müslim, Selam, 69; İbn Hanbel, Müsned, VI, 67. 29 Kâsânî, age., XI, 14; Nevevî, Ravzatu’t-tâlibîn, II, 96; Mecmu’, V, 97; İbn Kayyım, Zâdu’l-meâd, IV, 13-14; Mevsûatu’l-fıkhıyye, XXI, 117. 30 Yusuf Karadâvî, Fetâva’l-muâsıra, II, 525-529. 31 Kâsânî, age., X, 109, 247; Ûdeh, age., I, 439-441. 32 Kâsânî, age., X, 238; Nevevî, Ravzatü’t-tâlibîn, IX, 127. 27 28 56 Organ Nakli Sempozyumu devreye girmektedir. XX. yy’a gelinceye dek ölüm denilince kalbin ve solunumun geri dönüşsüz bir şekilde durması anlaşılmıştır. 1950’lerde Byorn Ibsen’in respiratörü icadıyla birlikte durum değişmiştir. Zira derin komadaki hastalarda bile solunumun ve dolaşımın dışarıdan destekle sürdürülmesi imkanı ortaya çıkmıştır. 1959’da Mollaret ve Goulon “beyin ölümü” olarak bilinen kavramı tanımlamışlardır33. 1967’de gerçekleştirilen ilk başarılı kalp nakli ile birlikte beyin ölümü daha çok konuşulur olmuştur. 1968’de Harvard Tıp Fakültesinde oluşturulan özel bir organ nakli komitesi beyin ölümü için kriterler belirlemiştir34. Günümüzde ölüm, total veya geri dönüşsüz olarak kardiyopulmoner fonksiyonların veya beyin fonksiyonlarının kaybı olarak tanımlanmaktadır35. Beyin ölümü gerçekleştiğinde beyin dokusunun yıkımına (nekroz) rağmen, gerektiğinde bedendeki (sistemik) kan basıncının devamını sağlayan ilaçlar ve mekanik solunum cihazı ile bedenin ve organların hayatta kalmaları sağlanır36. Beyin ölümü kavramı tıbbi, felsefi ve etik açıdan farklı görüş ve tartışmalara zemin oluşturmuştur37. Beyin ölümünün gerçek ölüm olarak kabulü konusunda tıp camiasında tam bir görüş birliğine ulaşılamamıştır. Bununla birlikte uygulamada beyin ölümünün genel bir kabul gördüğü de vakıadır. Kronik bir beyin ölümünden söz edilemeyeceği, yıllarca bu şekilde yaşamanın ve geri dönüşün bilimsel olarak mümkün olmadığı, beyin ölümünün hastanın beyin hücrelerinin geri dönüşsüz şekilde ölmesi anlamına geldiği38 ve solunumun bulunmadığı, koma ile beyin ölümünün birbirine karıştırılmaması gerektiği de uzmanlarca ifade edilmektedir39. Beyin ölümü gerçekleşmiş ancak bedeninin canlılığı yaşam desteğiyle sürdürülen40 Hanoğlu, Lütfü, “Ölürse Beyinle Ölür Organlar Ölesi Değil”, Hayat Sağlık Dergisi, yıl. 2010, sy. 3, s. 34. Steineck, Christian, “Brain Death, Death and Personel Identy”, KronoScope3:2, yıl. 2003, s. 232; Belkin, Gary, “Brain Death and The Historical Understending Of Bioethics, vol. 58, July 2003, s. 325. 33 34 2238 sayılı organ ve doku alınması, saklanması ve nakli hakkındaki kanunun 11. maddesinde; tıbbi ölüm hali, bilimin ülkede ulaştığı düzeydeki kuralları ve yöntemleri uygulanmak suretiyle, biri kardiolog, biri nörolog, biri nöroşirürjiyen ve biri de anesteziyolji ve reanimasyon uzmanından oluşan 4 kişilik hekimler kurulunca oy birliği ile saptanır, denilmektedir. Beyin ölümü kriterleri ise 1 Şubat 2012 tarihli organ ve doku nakli hizmetleri yönetmeliğinde yer almaktadır. 35 Erkekol, Numanoğlu, Gürkan, Kaya, agm., s. 312. 36 Hanoğlu, agm., s.36; bkz. Gürkanlar, Keskil, “Yoğun Bakımda Geri Dönüşsüz Beyin Hasarı”, Yoğun Bakım Dergisi, yıl. 2007, c. 7, sy. 4, s. 434. 37 Bkz. Steineck, agm.; Belkin, agm. 38 Arsava, Murat, “Beyin Ölümü”, Organ ve Doku Nakli Koordinatörlüğü Eğitimi, 31 Mayıs-4 Haziran 2010, Ankara. 39 DİB Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı II (16-18 Kasım 2007), Ankara 2008, s. 149. 40 Bu durumda yaşam desteği yerine organ desteği nitelemesinin daha doğru olacağı ifade edilmektedir. 57 Organ Nakli Sempozyumu bir hastaya ne yapılacağına dair sağlık ekibinin ve hasta yakınlarının karar vermesi gerekmektedir. Bu durumda yaşam desteği çekilmeli mi yoksa sürdürülmeli midir? Kişiler, beyin ölümü halini, bitkisel hayatla karıştırmakta ve yakınlarının hayata döneceği umuduyla yaşamsal desteğin kesilmesine ve organlarının bağışlanmasına karşı çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, beyin ölümü gerçekleşen birinin yaşamsal desteğinin kesilmesi pasif ötanazi ile bir tutulmaktadır. Nitekim Polonya’da, böbrek naklini sınırlayan faktörleri belirlemeye yönelik 1996’da yapılan bir araştırmada, toplumun ölüden organ alımına olumlu baktığı, ancak beyin ölümü tanımını kuşku ile karşıladığı ve bu nedenle organ bağış kartı imzalamaya karşı isteksiz olduğu bildirilmiştir41. Üst beyin fonksiyonlarının ölüm için kriter olarak gösterilmesinin sonraki yoğun bakım hizmetlerini ve sonucu belli olan olayın geciktirilmesini ortadan kaldıracağı belirtilmektedir42. Kronik bir beyin ölümünden söz edilemeyeceği, yıllarca bu şekilde yaşamanın ve geri dönüşün bilimsel olarak mümkün olmadığı, beyin ölümünün hastanın beyin hücrelerinin geri dönüşsüz şekilde ölmesi anlamına geldiği43 ve solunumun bulunmadığı, koma ile beyin ölümünün birbirine karıştırılmaması gerektiği de uzmanlarca ifade edilmektedir44. Konuyla ilgili fıkhi çalışmalarda genellikle beyin ölümünün gerçek ölüm olarak kabul edildiği, dolaşım ve solunum cihaza bağlı olarak sürdürülse de geri dönüşün mümkün olmadığı fikrinin benimsendiği görülmektedir. İslam Fıkıh Akademisinin yaşam desteğinin sonlandırılmasına ilişkin kararında; “Bir insanda şu iki durum meydana geldiğinde dinen ölüm vaki olmuş sayılır. O insan için, bir cenaze için yapılması lazım gelen ne ise onun yerine getirilmesi gerekir: 1) Beyin fonksiyonlarının tamamen durması ve ihtisas sahibi seçkin doktorların bundan geriye dönüşün imkansız olduğuna ve beyinde çözülmenin başladığına karar vermiş olmaları, 2) Kalbin ve solunum sisteminin tamamen durması ve doktorların da kalbin ve solunum sisteminin tamamen durduğuna, hastanın bir daha hayata dönemeyeceğine karar vermiş bulunmaları. Bu iki durum kesinleştikten sonra her ne kadar hastanın solunum sistemi ve kan dolaşımı bağlanan aletler sayesinde çalışmasını devam et(http://www.webmd.com/brain/news/20140103/brain-dead-faq) 41 Koçak Süren, Özlem, “Organ ve Doku Naklinin Yasal ve Etik Açıdan İncelenmesi”, TBB Dergisi, sa. 73, 2007, s. 188. 42 Bükey Örnek, Nüket “Organ Aktarımlarında Beyin Ölümünün Tıbbi, Felsefi ve Teolojik Yönleri”, Tıp Etiği, Hukuku, Tarihi Dergisi, yıl. 1996, sy. 4, s. 84. 43 Arsava, Murat, “Beyin Ölümü”, Organ ve Doku Nakli Koordinatörlüğü Eğitimi, 31 Mayıs-4 Haziran 2010, Ankara. 44 Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı II, s. 149. 58 Organ Nakli Sempozyumu tirse de dinen ölmüş sayılan bu kimseye bağlı olan cihazın kaldırılması mümkündür.” denilmektedir45. Rabıtatü’l-Alemi’l-İslami’ye bağlı olarak çalışan Mecmau’l-Fıkhı’l-İslâmî’nin konuyla ilgili kararında da; beyin ölümünün üç uzman doktorun kararıyla tespit edileceği, dolaşım ve solunumun yaşam destek cihazına bağlı olarak devam etmesine rağmen beyin ölümünün geri dönüşümü olmadığı belirtilmekte ancak cihazın durdurulmasının ardından kalp ve solunum durmadıkça şer’an hastanın ölümüne hükmedilemeyeceği ifade edilmektedir46. Karaman’a göre de tıbben beyin ölümü gerçek ölüm olarak kabul edildiğinden tıbbın ölü dediği dinen de ölüdür ve beyin ölümü gerçekleşmiş olan kişinin yaşam desteğine son verilir47. Zira, cihaza bağlı bir kimsenin kalbini beyin değil, makine çalıştırmaktadır. Makine durdurulduğunda kalp de durmaktadır. Dolayısıyla orada bir hayat mevcut değildir48. Buna karşılık beyin ölümünün tam anlamıyla bir ölüm olmadığı, organların faaliyetinin sürdüğü, dolayısıyla böyle bir kimsenin ölümüne hükmetmenin hukuken ve ahlaken uygun olmayacağı, beyin ölümü teşhisinde hata yapılabileceği gerekçeleriyle bu konuda farklı kanaat belirten İslam hukukçuları da vardır49. Öte yandan meseleye “malın korunması” ilkesi bağlamında yaklaşılarak, yaşam destek ünitesinde hayatın çok yüksek meblağlarla sürdürülebildiği, doktorlar tarafından normal olarak hayatını idame ettiremeyeceğine karar verilen bir hastanın, israfın önlenmesi açısından yaşam desteğinin sonlandırılmasının gerekli olduğu görüşü de öne sürülmektedir50. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun konuya ilişkin 14.12.2006 tarihli mütalaası ise şöyledir: “Yaşam destek ünitesine bağlı bir kişi; a) Beynin kesin olarak bütün fonksiyonlarını yitirdiğine, b) Bu durumdan geri dönüşün artık imkansız olduğuna uzman tabiplerce karar verilmesi şartıyla yaşam destek ünitesinden çıkarılabilir.”51 Biz de beyin ölümünün beynin tüm fonksiyonlarının geri dönüşsüz olarak sona ermesi anlamına geldiği ve beyin ölümü gerçekleşmiş olan kimselerin kısa süre içinde Mecelletü’l-mecma’, sy. 3, c. 2, s. 523. Karârâtu Mecmaı’l-Fıkhi’l-İslâmȋ (1977-2002), s. 216. 47 http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00216.htm. 48 Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı II, s. 142. 49 Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı II, s. 128, 131. 50 Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı II, s. 147-148. 51 http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/KurulDetay.aspx?ID=1170. 45 46 59 Organ Nakli Sempozyumu kalp ve dolaşımının da durduğuna ilişkin tıbbi bilgi ve verileri esas alarak beyin ölümü gerçekleşen bir hastanın yaşam desteğinin sonlandırılabileceği görüşünü isabetli bulmaktayız. Sonuç Terminal dönemdeki bir hastaya yaşam desteğinin başlatılmaması, derin koma ya da bitkisel hayatta bulunan bir hastanın yaşam desteğinin sonlandırılması uygulamaları gün geçtikçe yaygınlık kazanmaktadır. Bilinci kapalı bir hastanın yaşamından söz edilemeyeceği, cihazlarla yaşatmaya çalışmanın hem hasta hem yakınları için zor bir sürecin uzatılmasından başka bir anlam ifade etmediği ayrıca maliyeti yüksek olan fakat sonuç vermeyecek bir tedaviyi sürdürmenin tıbbi imkanların adil paylaşımı ilkesiyle bağdaşmadığı dolayısıyla yaşam desteğinin sonlandırılmasının tıbbi etik açısından doğru bir uygulama olduğu kanaati gittikçe kabul görmeye başlamıştır. Ayrıca hastanın kendi geleceğini belirlemesi anlamına gelen otonominin üzerinde önemle durulmakta, pasif ötanazi olarak da nitelenen yaşam desteğinin kısıtlanması ya da sonlandırılması uygulamalarına yasal zemin teşkil edeceği görüşü ağırlık kazanmaktadır. Söz konusu görüş ve uygulamalar İslam hukuku açısından değerlendirildiğinde öncelikle İslam’da insan hayatına büyük önem verildiği ve kişi dokunulmazlığının naslarla teminat altına alındığı vurgulanmalıdır. Hastalık durumunda tedavi olunması canın korunması ilkesinin bir gereğidir. Ölümü istemek dinen meşru olmadığına göre başlanmaması ya da sonlandırılmasının ölümle sonuçlanacağı yaşam destek tedavilerini hastanın ya da yakınlarının reddetme, diğer bir ifadeyle kişinin “ölme hakkı”nın bulunmadığı ifade edilebilir. Ölümü gerçekleşmedikçe, bir kimsenin mevcut tıbbi imkanlar kullanılarak yaşamının devamının sağlanması hem hasta yakınları hem sağlık çalışanları hem de toplumun sorumluluğundadır. Bitkisel hayat ya da derin koma halinde olan fakat henüz son nefesini vermemiş bir kimsenin yeniden iyileşip hayata dönmesi mümkündür. Üstelik böyle bir hastanın halen yaşamakta olduğu gerçek/yakîn, ölüm ihtimali ise galip zandan ibarettir. Yakîne itibar etmeyip zanna göre karar vermek caiz görülemez52. Öte yandan maliyetinin yüksek olması gerekçesiyle yaşam destek tedavilerinin başlatılmaması ya da sonlandırılmasını tasvip etmek de mümkün değildir. Zira İslam hukukunda canın korunması malın korunması ilkesine öncelenmiştir. Hiçbir tedavi insan canından daha pahalı ve değerli olamaz. Beyin fonksiyonları devam ettiği sürece ventilatör desteğiyle solunumu sağlanan ve kalbi çalışmakta olan hastalarda yaşam desteği sonlandırılamaz. Ancak yasal kriYücel, İrfan, “Tedavisinin İmkansızlığı Sebebiyle Öldürülmesini İsteyen Hasta Doktor Tarafından Öldürülemez”, Diyanet Gazetesi, yıl. 1982, sy. 281, s. 5, 8. 52 60 Organ Nakli Sempozyumu terlere uygun olarak beyin ölümü tanısı konmuş, geri dönüşsüz şekilde beynin tüm fonksiyonları yitirilmiş, omuriliğe bağlı basit refleksler dışında başka hiçbir tepkinin alınmadığı hastalarda yaşam desteği sonlandırılabilir. Zira tıbben beyin ölümü gerçek ölüm olarak kabul edilmektedir. Kanaatimizce makul olan tıbben ölümüne hükmedilen bir kimsenin dinen de ölmüş olarak kabul edilmesidir. Ancak beyin ölümü teşhisi için iki hekim tarafından muayenenin gerçekleştirilmesi, belli aralıklarla tekrarının yapılması, destekleyici/doğrulayıcı testlerin uygulanması şeklinde düzenlenen yasal prosedürün titizlikle yerine getirilmesinin zihinlerdeki kuşkuların giderilmesi açısından önemini vurgulamak isteriz. 61 Organ Nakli Sempozyumu ORGAN/DOKU NAKLİ VE HUKUKİ SORUNLAR Prof. Dr. Hakan Hakeri İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi [email protected] I. Kavram Organ ve doku nakli, “terminal dönemdeki hastalıklarda tedavi amacıyla uygulanan organ ve doku nakli uygulaması”dır (Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği, md. 4/1-ğ). Organ veya doku nakli, bir bağışlayıcıdan (vericiden) bir alıcıya iyileştirme amacıyla doku veya organların nakledilmesidir. Organ ve doku nakli bir tıbbi müdahaledir ve dolayısıyla tıbbi müdahalenin genel kurallarına tabidir. Ancak normalde tıbbi müdahalelerde, bir hasta bulunurken, nakil işleminde bir hastanın yanı sıra bir de sağlıklı bir kimse bulunmaktadır. Bu durum, organ ve doku nakline ilişkin özel düzenlemeler yapılmasını gerekli kılmaktadır. Keza, bir kimsenin kendisi için yararı olmadığından kendi organını veya dokusunu rızasıyla da olsa bir başkasına vermesi esasen kişilik haklarına aykırıdır. Organı veren kimse açısından endikasyon bulunmadığından, rıza, eylemi tek başına hukuka uygun kılmaz. O nedenledir ki, genel hükümlere göre canlılardan organ veya doku nakli mümkün olmadığından, bu konuya ilişkin özel bir düzenleme ile bu tür tıbbi müdahalelerin hukuka uygun kılınması zorunluluğu vardır ve bu zorunluluk hukukumuzda Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun (kısaca Organ ve Doku Nakli Kanunu - ODNK) ile sağlanmıştır. Organ ve Doku Nakli Kanunumuz alanında eski kanunlardan biridir (1979). Kanun bugüne kadar 1982 ve 2014 yıllarında olmak üzere iki kere değiştirilmiştir. Organ nakli iki türlü olabilir: 62 Organ Nakli Sempozyumu Yaşayanlardan organ nakli veya ölülerden organ nakli. Bugün hemen hemen bütün organların nakli mümkündür. Gerek Organ ve Doku Nakli Kanunu ve gerekse Türk Ceza Kanunu insanlar arası organ veya doku naklini düzenlemektedir. II. Hukuksal Temel ve Kapsam Türkiye’deki organ ve doku nakli alanındaki kanun çalışmaları, bir çok ülkeye nazaran daha erken başlamıştır. Organ naklinin hukuka uygunluğu konusunda önceleri doktrinde ahlâka uygunluk, örf ve adetçe benimsenme, mağdurun rızası, hakkın kullanılması gibi birçok sebep ileri sürülmüştü. Bugün ise artık kanunun açıkça verdiği bir izin söz konusudur. Organ ve doku nakli bütün yönleriyle 2004 yılına kadar sadece Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun’da (ODNK) düzenlenmişti. Ancak 2004 yılında çıkarılan ve 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu’nda organ ve doku nakline ilişkin olarak üç hüküm getirilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bugün için her iki kanunun ayrı ayrı göz önünde bulundurulması gerekmektedir. ODNK md. 2’de kanunun kapsamı düzenlenmiştir. Buna göre, “bu kanunda sözü edilen organ ve doku deyiminden, insan organizmasını oluşturan her türlü organ ve doku ile bunların parçaları anlaşılır. Oto-greftler, saç ve deri alınması, aşılanması ve nakli ile kan transfüzyonu bu kanun hükümlerine tabi olmayıp, yürürlükte bulunan sağlık yasaları, tüzükleri, yönetmelikleri ve tıbbi deontoloji kuralları çerçevesinde gerçekleştirilir”. Böylece, maddede belirtilenlerin dışında, embriyonal veya cenine ait organ ve dokular da kanun kapsamı dışında bulunmaktadır. III. Organ ve Doku Nakli Çeşitleri Organ ve doku nakli ölülerden (kadavradan) veya canlılardan yapılabilir. A. Ölülerden (Kadavradan) Organ Nakli Bu tür nakilde verici bir cesettir ve bu nedenle, canlılardan yapılan nakilden farklı olarak, bilimsel amaçlarla da organ nakli mümkündür. Keza, ölü vericiden her türlü organ alınabilir. Organ alımı bakımından ölünün yaşı önemli değildir. Kanunumuz, canlılardan organ nakli bakımından 18 yaş ve mümeyyiz olma şartını öngörürken, ölülerden organ alımı bakımından herhangi bir sınırlama getirmemiştir. Bugün için organ nakli daha çok tıbbi endikasyonun gerektirmesi dolayısıyla hastaları iyileştirmek amacına yönelik olarak ölülerden organ ve doku nakli şeklinde gerçekleşmektedir. Bu noktada ortaya iki problem çıkmaktadır: 63 Organ Nakli Sempozyumu Ölüm zamanının belirlenmesi ve kişinin kendi geleceğini belirleme hakkına saygı gösterilmesi. 1. Ölüm Halinin Belirlenmesi Ölüm anının, zamanının, halinin belirlenmesi esas itibarıyla tıp biliminin verilerine göre yapılacak bir işlemdir. Bununla birlikte, öğretide, tıp biliminin ölümün tanımına ilişkin yapacağı belirlemelerin, hukuk bilimini doğrudan etkilemeyeceğini savunan yazarlar da vardır. Bu nedenle, bu kavramın özellikle organ nakli ile bağlantılı olarak hukuk düzeni tarafından belirlenmesi gerektiği ifade edilmektedir. Önceleri, ölüm, “kişinin canlılığını sağlayan ve dolaşım, solunum ve sinir sistemleri fonksiyonlarından meydana gelen büyük hayat fonksiyonunun durması” şeklinde kabul edilmekte ve buna fizyolojik ölüm adı verilmekteydi. Bugün ise ODNK 11. maddesinde, “Bu Kanunun uygulanması ile ilgili olarak tıbbi ölümün gerçekleştiğine, kanıta dayalı tıp kurallarına uygun olarak oy birliği ile karar verileceği” belirlenmiştir. Böylece bilimsel gelişmelerin önü kapanmamış olmaktadır. Aslında kanun koyucu bu suretle, tıbbın benimsediği ölüm kriterini kendisinin de benimsediğini göstermiştir. Ayrıca, 2012 tarihli Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği’nde ise “beyin ölümü” kıstasının benimsendiği anlaşılmaktadır. Yönetmeliğin Ek 1 maddesinde beyin ölümü şöyle tanımlanmıştır: “Beyin ölümü klinik bir tanıdır ve tüm beyin fonksiyonlarının tam ve geri dönüşümü olmayan kaybıdır”. Sonuç olarak, hukukumuzda ölüm kriteri olarak beyin ölümü kriteri benimsenmektedir. Yüksek Sağlık Şurası da 1969 yılında verdiği bir kararında beyin ölümü kıstasını benimsemiştir: “(Ölüm).. bugünkü telakkilerin en kuvvetlisi ve hâkim durumunda olan beyin fonksiyonunun tamamile durması halinin tespiti şeklinde kabul olunmuştur”. Görüldüğü üzere, bugün ölümün ne olduğundan ziyade, ölümün ne zaman gerçekleştiğini belirlemeye yönelik görüşler ortaya konmaktadır. ODNK’a göre, tıbbi ölümün gerçekleştiğine, biri nörolog veya nöroşirürjiyen, biri de anesteziyolji ve reanimasyon veya yoğun bakım uzmanından oluşan iki hekim tarafından kanıta dayalı tıp kurallarına uygun olarak oy birliği ile karar verilir (md. 11). Hekimlerden en az birinin beyin ölümü tespitine katılmaması halinde, beyin ölümü tanısı konulamaz. Keza onay vermeyen hekim yerine bir başka hekim çağrılamaz. Bu hekim kanaatini değiştirmediği müddetçe, beyin ölümü kabul edilemez. Alıcının müdavi hekimi ile organ ve doku alınması, saklanması, aşılanması ve naklini gerçekleştirecek olan hekimlerin, ölüm halini saptayacak olan hekimler kurulunda 64 Organ Nakli Sempozyumu yer alması yasaktır (md. 12). Ölüm halinin belirlenmesinde yapılacak destekleyici test için yakınların rızasının alınmasına gerek bulunmamaktadır, zira bu test doğrudan yönetmelikte öngörülmüştür. 11. maddeye göre ölüm halini saptayan hekimler ölüm tarihini, saatini ve ölüm halinin nasıl saptandığını gösteren ve imzalarını taşıyan bir tutanak düzenleyip organ ve dokunun alındığı sağlık kurumuna vermek zorundadırlar. Bu tutanak ve ekleri ilgili sağlık kurumunda on yıl süre ile saklanır (md. 13). Bu hükmün pratikte büyük bir önemi vardır. Sadece organ nakli bakımından değil, özellikle miras hukuku bakımından, ölümün hangi anda gerçekleştiği hayati öneme sahip olabilir. O nedenle, hekimler bu saatin belirlenmesinde büyük özen göstermelidir. Burada ortaya çıkan sorun, bu saatin nasıl belirleneceğidir? Testlerin tamamlandığı saat mi, ilk imzanın atıldığı saat mi, yoksa imzaların tamamlandığı saat mi? Kanaatimce, beyin ölümü raporu 2.imza ile tamamlanacağından, 2. imza ile beraber beyin ölümü saatinin de yazılması gerekir. Ancak rapora beyin ölümü saati ile kardiak arrest saatlerinin ayrı ayrı yazılması da mümkündür. Burada tartışılması gereken bir sorun da, organ ve doku nakli koordinatörlerinin beyin ölümü sürecindeki sorumluluğudur. Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği’nin 14/2.maddesine göre, “organ ve doku nakli koordinatörleri beyin ölümü tutanağının EK-1’de yer alan beyin ölümü kriterlerine göre ve kurallara uygun biçimde düzenlenip düzenlenmediğinin kontrolünden, kanuna göre gerekiyorsa verici adayının ailesinden organ ve doku bağışı için izin alınmasından ve alınan organ ve dokunun ilgili merkeze naklinden sorumludur”. Bu hüküm çerçevesinde, koordinatörler, beyin ölümü tespitinin mevzuata göre yapılıp yapılmadığından sorumludur. Dolayısıyla, mevzuatta öngörülen ve beyin ölümünün tespiti için öngörülen hususlarda bir eksiklik olmamasını sağlamakla yükümlüdürler. 2. Kişinin Kendi Geleceğini Belirleme Hakkına Saygı Gösterilmesi Organ ve Doku Nakli Kanunu’nun 11 vd. maddelerine göre ölülerden organ nakli yapılabilir. Buna göre bir kimse, “sağlığında vücudunun tamamını veya organ ve dokularını, tedavi, teşhis ve bilimsel amaçlar için bıraktığını resmi veya yazılı vasiyetle belirtmemiş bu konudaki isteğini iki tanık huzurunda açıklamamış ise sırasıyla ölüm anında yanında bulunan eşi, reşit çocukları, ana veya babası veya kardeşlerinden birisinin, bunlar yoksa yanında bulunan herhangi bir yakınının muvafakatiyle ölüden organ veya doku alınabilir. Aksine bir vasiyet ibraz edilmedikçe kornea gibi ceset üzerinde bir değişiklik yapmayan dokular alınabilir. Ölü, sağlığında kendisinden ölümünden sonra organ veya doku alınmasına karşı olduğunu 65 Organ Nakli Sempozyumu belirtmişse organ ve doku alınamaz” (ODNK md. 14). Görüldüğü gibi kanunumuz kişi sağlığında muvafakat vermiş olmasa dahi organ nakline imkân tanımaktadır. Kanunumuz bu suretle, “rıza” sistemini benimsemiş bulunmaktadır. Ancak, olağanüstü durumlar ve ölünün dış görünüşüne zarar vermeyecek müdahaleler açısından itiraz modeline yakın bir düzenleme yapılmıştır. İtiraz modelinde ayrıca itiraz edilmediği müddetçe zımnen rızanın bulunduğu varsayılmaktadır. Nitekim kornea gibi ceset üzerinde bir değişiklik yapmayan dokular bakımından bu model benimsenmiştir (ODNK 14/2). Rıza, kanunda belirtilen sıralama içinde alınacaktır. Ölüm anında yanında eş varsa, artık diğer kimselerin görüşünün sorulmasına gerek yoktur. Eşi kabul ettikten sonra diğerlerinin reddetmesi veya eş reddettikten sonra diğerlerinin kabul etmiş olmasının hiçbir önemi bulunmamaktadır. Ancak çocuklarından orada bulunan hepsinin rıza göstermiş olması gerekir. Bir tanesinin muhalefet etmesi halinde, organ alınamaz. Bu öncelik sıralaması Amerikan Hukuku’nda da kabul edilmektedir. Çocuklardan veya kardeşlerden ölenin yanında olmayanlar varsa, olanların rızasıyla yetinilir, ayrıca diğerlerinin de gelmelerinin beklenmesine gerek yoktur. Kanunumuz, rıza verme yetkisine sahip olanların, ancak ölüm anında yanında olan kimseler olacağını belirtmektedir. Sayılan kişilerden hiçbiri ölenin yanında yoksa organları almak mümkün olmaz. Kaza veya doğal afetler sonucu vücudunun uğradığı ağır harabiyet nedeniyle yaşamı sona ermiş olan bir kişinin yanında yukarıda sayılan kimseleri yoksa sağlam doku ve organları, tıbbi ölüm halinin alınacak organlara bağlı olmadığı 11’inci maddede belirlenen hekimler kurulunun raporuyla belgelemek kaydıyla, yaşamı organ ve doku nakline bağlı olan kişilere ve naklinde ivedilik ve tıbbi zorunluluk bulunan durumlarda vasiyet ve rıza aranmaksızın organ ve doku nakli yapılabilir. Bu hallerde, adli otopsi bu işlemler tamamlandıktan sonra yapılır ve hekimler kurulunun raporu adli muayene ve otopsi tutanağına geçirilir ve evrakına eklenir (ODNK md. 14/2). Ayrıca vücudunu ölümden sonra inceleme ve araştırma faaliyetlerinde faydalanılmak üzere bağışladığını vasiyet edenlerle yataklı tedavi kurumlarında ölen veya bunların morglarına getirilen ve kimsenin sahip çıkmadığı ve adli kovuşturma ile ilgisi olmayan cesetler aksine bir vasiyet olmadığı takdirde 6 aya kadar muhafaza edilmek ve bilimsel araştırma için kullanılmak üzere ilgili yükseköğretim kurumlarına verilebilirler (ODNK md. 14/3). Kanunumuz, aksine bir vasiyet ibraz edilmedikçe, kornea gibi ceset üzerinde bir değişiklik yapmayan dokuların alınmasına olanak tanımıştır (ODNK md. 14). Ancak bu dokuların ceset üzerinde bir değişiklik yapmayan dokular olması gerekir. Buna karşılık, korneanın değil de gözün tamamının alınması için rıza alınması gerekir. 66 Organ Nakli Sempozyumu Sonuç olarak hukukumuzda organ nakline izin konusundaki sistem şöyle özetlenebilir: Bir kimsenin iradesine aykırı olarak organı ölümden sonra dahi alınamaz; ancak bir kimsenin bir irade açıklaması olmaksızın organ-doku alınması mümkündür. 3. Beyin Ölümü Tespitinden Sonra Yapılması Gereken İşlemler Öncelikle belirtmek gerekir ki, defin ruhsatının, defin izninin beyin ölümü tespiti ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Beyin ölümü tespiti, adli vaka olsa bile yapılır. Buna savcı engel olamaz ve savcının izin vermesine de gerek yoktur. Yönetmeliğe göre, beyin ölümü tespitinden sonra, hasta yakınlarına organ bağışlayıp bağışlamayacakları sorulur. Yakınları bir önceki başlıkta değinildiği üzere, organ bağışını kabul ederlerse, organların alımına geçilir. Bu takdirde, organ alımı için yaşam desteği kesilir. Buna karşılık, organ nakli kabul edilmiyorsa, yakınlarının herhangi bir izni veya talebi beklenmeksizin yaşam desteği kesilebilir. Uygulamada hekimlerin, bu açık hukuksal duruma rağmen, çekinerek, ölen kişiyi yine de yaşam desteğine bağlı tuttuğu ve bu kez de hasta yakınlarının, “madem hastamız öldü, neden vermiyorsunuz” itirazlarına neden olunduğu görülmektedir. Bu nedenle, bu tür tartışmalara yol açmamak ve hukuksal sorunlara da neden olmamak bakımından, yaşam desteğinin kesilmesi gerekir. Hatta yaşam desteğine başka bir hastanın ihtiyacının bulunması durumunda, desteği kesmeyen ve bir ölü kimseye bağlı tutan hekim görevi ihmal veya diğer hastanın zarar görmesi durumunda, yaralama veya ölüm neticelerinden sorumlu tutulabilir. Keza beyin ölümünden sonra, tıbbi destek, azaltılabileceği gibi, kesilebilir de. Aslında artık ölmüş bir kimseye tıbbi desteğe devam etmenin anlamı yoktur. 4. Otopsi mi Nakil mi? Uygulamada karşımıza çıkan bir sorun, adli vakalarda, ceset üzerinde otopsi yapılması gerekmesi ve beyin ölümü gerçekleşmiş olan kişinin yakınlarının da nakle izin verdikleri hallerde, otopsi için beklenmesi nedeniyle oluşacak zaman kaybının, organ nakline imkân vermeyecek olması nedeniyle, zaman zaman hekimlerin otopsi beklemeden organları almalarıdır. Örneğin, Adana’da gerçekleşen bir olayda, bıçaklanma sonucu gece yarısı vefat eden kişinin yakınları nakle izin vermiş; hekimler organları almadan savcıyı aramış; ancak savcı, en erken ertesi sabah 09.00’da hastaneye gelebileceğini söylemiştir. Gece yarısı adli tıp uzmanına da ulaşılamayınca, hekimler, polisin savcıya ulaşmasını istemiş, ancak savcının cevabı değişmemiştir. Organların bir saat içinde alınması zarureti karşısında, hekimler, organları savcı olmaksızın almışlar ve organlar, nakil bekleyen 67 Organ Nakli Sempozyumu üç hasta için Ankara’ya gönderilmiştir. Ertesi sabah 09.00’da hastaneye gelen savcı, hekimler hakkında soruşturma başlatmış ve bilahare kamu davası açmıştır. Konuya ilişkin olarak öğretideki görüşler farklıdır: Bir görüşe göre, suç için delil olacak organları almamak gerektiği, ancak organ nakli ile korunan yarar, otopsi ile elde edilecek yarardan üstün olduğundan, savcının izni beklenmeden organ alınabileceği kabul edilmektedir. Yüksek Sağlık Şurası da savcının onayı olmaksızın gerçekleştirilen organ naklinin, etik prensiplere aykırı olmadığı kanaatindedir. Bir diğer görüşe göre ise öncelik otopsiye verilmelidir, organ ve doku nakli ikinci plandadır. Danıştay’ın da savcının izni beklenmeden alınan organlar nedeniyle, ilgili hekimler hakkında soruşturma izni verilmesi görüşünde olduğu aktarılmaktadır. Kanımca da ceset üzerinde otopsi yapılacak olduğunda öncelikle organ alımının gerçekleştirilmesi gerekir. Zorunluluk hali (TCK 25/2) çerçevesinde, bu durumda otopsiden önce organ alımını gerçekleştiren hekimin cezalandırılmayacağı söylenebilir. Kaldı ki, organ nakli bir, çoğu kez de birden fazla kişinin hayatını kurtaracaktır. Buna karşılık, otopsinin mutlaka bir delil elde edilmesiyle sonuçlanacağı da kesin değildir. Ayrıca, Organ ve Doku Nakli Kanunu’nun 14/4. fıkrasının “adli otopsi organ alınması işlemi tamamlandıktan sonra yapılır ve hekimler kurulunun raporu adli muayene ve otopsi tutanağına geçirilir ve evrakına eklenir” şeklindeki son cümlesi de kıyasen uygulanarak aynı sonuca varmanın mümkün olduğu kanaatindeyim. Bütün bu görüşlerin net bir yasal güvence sağlamaması nedeniyle, savcıların zaten ülkemizde sınırlı olan organ naklini zorlaştırıcı bu tutumları konusunda uyarılmaları ile ilgili olarak Sağlık Bakanlığı nezdinde girişimde bulundum. Bakanlık hazırladığımız bir öneriyi Adalet Bakanlığı’na gönderdi ve sonuç olarak bugün için artık konuyu uygulamada çözen bir genelge çıkarıldı. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun Ölü Muayene ve Otopsi İşlemleri’ne ilişkin 18.10. 2011 tarihli genelgesi ile adli otopsinin, belirli işlemler yapılmak kaydıyla nakil işlemi sonrasına bırakılması açıkça savcılara bildirilmiş bulunmaktadır1. Önemle belirtmek gerekir ki, bir savcının keyfi olarak organ naklini engellemesi halinde, görevi kötüye kullanma nedeniyle sorumlu tutulması da mümkündür. Bu tip hallerde savcı hakkında suç duyurusunda bulunulmalıdır. Öğretide bu takdirde savcının, organ naklinde sıra bekleyen ve bu nedenle hayatını kaybeden kişilerin ölümünden ihmali nedeniyle sorumlu tutulması gerektiğini savunan görüşler de bulunmaktadır. 1 68 Söz konusu genelge, HSYK ile ilgili kanun değişikliğiyle, diğer genelgeler gibi yürürlükten kaldırılmıştır. Organ Nakli Sempozyumu B. Canlılardan Organ Nakli 1. Genel Olarak Canlılardan organ nakli, ölülerden organ naklinden, alıcının belirli olması yönüyle ayrılmaktadır. Gerçekten de ölülerden organ nakli, mevzuatta belirlenmiş bulunan dağıtım kurallarına tabiidir. Buna karşılık canlılardan organ naklinde bağışlayan doğrudan belirli bir kimseye yönelik olarak organını bağışlamaktadır. Dolayısıyla da canlılardan organ nakli, dağıtım anlamında, Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği ile Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi Yönergesi’ne tabi değildir. Ölüden organ naklinde organın kime gideceği tamamen mevzuattaki kuralların bir sonucu olarak belirlenmektedir. Canlılardan organ nakli ölülerden organ nakline nazaran nispeten daha az hukuksal problemin ortaya çıkmasına yol açabilecek özellik taşımaktadır. ODNK on sekiz yaşını doldurmamış ve mümeyyiz olmayan kişilerden organ ve doku alınmasını yasaklamaktadır (md. 5). Avrupa Konseyi Biyotıp Sözleşmesi ise istisnaen 20. maddede belirtilen şartlar dâhilinde buna olanak tanımaktadır. Ancak Türkiye Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi’nin 36’ncı maddesi uyarınca, Sözleşmenin 20’nci maddesinin, muvafakat verme yeteneği olmayan kimselerden kendisini yenileyen dokuların alınmasını mümkün kılan 2 numaralı bendinin, 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanunun 5’inci maddesiyle uyum halinde olmaması nedeniyle çekince koymuştur. Ancak çekince koymak yerine, söz konusu hüküm çerçevesinde Türk mevzuatının düzeltilmesi gerektiğini önceki baskıda ifade etmiştim. Nitekim Organ, Doku, Hücre Nakli Hizmetleri Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı’nda bu konuya imkân tanınmış bulunmaktadır. Buna göre, “Yaş küçüklüğü, zihinsel engellilik, hastalık veya benzeri sebeplerle doku bağışına muvafakat etme yeteneğine sahip bulunmayan kişilerden kemik iliği gibi kendisini yenileyen dokuların nakli yapılabilir. Bunun için; a) Dokuları uyumlu olan, ergin ve ayırt etme gücüne sahip bir vericinin bulunamaması, b) Alıcının, vericinin kardeşi olması, c) Bağışın alıcı bakımından hayat kurtarıcı olma beklentisinin bulunması, d) Vericinin ayırt etme gücüne sahip olmak kaydıyla bu işleme karşı olmaması, e) Vericinin yasal temsilcisinin noter tarafından onaylanmış izninin olması, bu izin belgesinin nakli yapacak hekim ya da hekimler tarafından da onaylanmış olması zorunludur” (md. 4/3). 69 Organ Nakli Sempozyumu Organ ve doku alacak hekimler: a) Vericiye, uygun biçimde ve ayrıntıda organ ve doku alınmasının yaratabileceği tehlikeler ile bunun tıbbi, psikolojik, ailevi ve sosyal sonuçları hakkında bilgi vermek; b) Organ ve doku verenin, alıcıya sağlayacağı yararlar hakkında vericiyi aydınlatmak; c) Akli ve ruhi durumu itibariyle kendiliğinden karar verebilecek durumda olmayan kişilerin vermek istedikleri organ ve dokuları almayı reddetmek zorundadır (md. 7). On sekiz yaşından küçüklerden organ alımının yasaklanmasının nedeni, reşit olmayan kişilerin aile baskısına maruz kalmalarını önlemektir. On sekiz yaşını doldurmuş ve mümeyyiz olan bir kişiden organ ve doku alınabilmesi için vericinin en az iki tanık huzurunda açık, bilinçli ve tesirden uzak olarak önceden verilmiş yazılı ve imzalı veya en az iki tanık önünde sözlü olarak beyan edip imzaladığı tutanağın bir hekim tarafından onaylanması zorunludur (md. 6). Vericinin evli olması halinde birlikte yaşadığı eşinin, vericinin organ ve doku verme kararından haberi olup olmadığı araştırılmalı ve öğrendiği bir tutanakla tespit edilmelidir (md. 7/d). Vericinin yaşamını mutlak surette sona erdirecek veya tehlikeye sokacak olan organ ve dokuların alınması yasaktır (md. 8). Organ ve doku alınması, aşılanması ve naklinden önce verici ve alıcının yaşamı ve sağlığı için söz konusu olabilecek tehlikeleri azaltmak amacıyla gerekli tıbbi inceleme ve tahlillerin yapılması ve sonucunun bir olurluk raporu ile saptanması zorunludur (md.9). 2. Akrabalık Şartı İsviçre Organ Nakli Kanunu ve birçok diğer Avrupa ülkeleri Organ Nakli Kanunlarının aksine, Alman Organ Nakli Kanunu’nda yeniden oluşması mümkün olmayan organların ancak birinci ve ikinci derecede akrabalara, eşe, nişanlıya ve bağışlayan ile özel bir kişisel bağlılık içinde bulunan kimselere nakledilmesine müsaade edilmiştir. Böylece organ ticareti önlenmek istenmiştir, ancak bu düzenleme Almanya’da organ nakli konusunda önemli bir engel oluşturduğu düşüncesiyle eleştirilmektedir. Hukukumuzda da yasal hiçbir engel olmamasına rağmen Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi Yönergesi’nin 9/1-f. maddesinin, “canlıdan organ ve doku nakli, alıcının dördüncü dereceye kadar (dördüncü derece dâhil) kan ve kayın hısımlarından yapılabilir” hükmü ile akrabalık şartı aranmıştı. Bu şartın bir yönerge ile getirilmiş olması tamamen hukuka aykırıdır. Kişilerin hayatını ve sağlığını doğrudan ilgilendiren böyle bir düzenlemenin yönerge 70 Organ Nakli Sempozyumu ile yapılması mümkün değildir. Bugün için ise Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği’nde yapılan bir değişiklik ile söz konusu sınırlama yönetmelik ile getirilmiştir. Buna göre, “canlıdan organ nakli, alıcının en az iki yıldan beri fiilen birlikte yaşadığı eşi ile dördüncü dereceye kadar (dördüncü derece dâhil) kan ve kayın hısımlarından yapılabilir” (madde 16/1). Normlar hiyerarşisinde bir üst sırada yer almasına rağmen, böyle bir düzenlemenin yönetmelikle yapılması olumlu karşılanabilirse de doğru olan, düzenlemenin bir kanun ile yapılmasıdır. Her ne kadar bu hükmün amacı organ ve doku ticaretinin önlenmesi ise de zaten ülkemizde sınırlı olan organ nakli bu suretle daha da sınırlanmış olmaktadır. Dolayısıyla bu durum, uygulamada bazı sıkıntılara yol açabilir. Örneğin, kişinin çok yakın arkadaşı, nişanlısı, yakın komşusu da kişiye herhangi bir ticari kaygı veya menfaat olmaksızın organını bağışlayabilir. O nedenle, böyle bir hüküm ile kişinin sağlık ve hayat hakkına doğrudan olumsuz bir müdahalede bulunmamalı, en azından akrabalık dışındaki bağışların bir komisyon tarafından denetlenerek uygun bulunması şartının aranması gerektiğine önceki baskılarda işaret etmiştim. Nitekim taslak, böyle bir karar komisyonu öngörmekte (md. 5/2) ve Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği de 16/2. maddede bu görevi etik komisyona bırakmaktadır: “Akraba dışı canlıdan organ nakli, naklin yapılacağı ilde oluşturulacak Etik Komisyonun verici ile alıcı arasında, bu yönetmeliğe ve diğer ilgili mevzuata aykırı herhangi bir hususun bulunmadığını ve etik açıdan organ bağışının uygunluğunu onaylaması ile gerçekleştirilecek akraba dışı kişilerden yapılır”. Hısımlık Medeni Kanun hükümlerine göre belirlenecektir. 3. Çapraz Nakil Çapraz bağış, akrabalarına organ bağışına hazır bulunan kişilerin, organ uyumsuzluğu nedeniyle bağış yapamaması; buna karşılık organ bekleyen akrabası olmayan bir başka kimseye organının uyması; bu kimsenin akrabalarının da organını veren bu kişinin organ bekleyen yakınına organ bağışlamasıdır. Burada organ ticareti söz konusu olmadığından, bu olanağın mutlaka sağlanması gerekmektedir. Yeni çıkarılan 2012 tarihli Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği’ne göre komisyonun kararına gerek kalmaksızın çapraz bağış yapılabilecektir. Ancak bakanlık gerekirse bu konuya ilişkin düzenleme yapabilir (md. 16/6). Yönetmeliğin 4/1-ç maddesinde çapraz nakil tanımlanmıştır: “Canlı uygunsuz vericisi olan ve bekleme listesinde bulunan hastalar arasında verici değiştirmek suretiyle yapılan nakil türü”. 71 Organ Nakli Sempozyumu HAYATIN SONU AĞIRLIKLI BİYO-TIP ETİĞİ SORUNLARI Doç. Dr. Sevtap Metin İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi AD [email protected] Ölüm Anının Belirlenmesi: Beyin Ölümü İnsan yaşamının ne zaman sona erdiği sorusunun cevabı yalnızca hekimleri değil hukukçu, filozof ve din adamlarını da yakından ilgilendirmektedir. Ölüm kavramının kültürel algılanışı farklılıklar göstermesine karşın, buradan hareketle kültürel pratiklerin değişmeyeceği yahut kişi kavramı konusunda naif bir göreceliliği kabul etmek gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Tıbbi teknolojideki gelişmeler, bazı durumlarda inanç ve pratiklerimizin üzerinde yeniden düşünmeye zorlayabilir. Nitekim ölüm konusundaki hukuki yaklaşım, tıbbi gelişmeleri dikkate alarak şekillenmektedir. Hukuki işlemlerin yerine getirilebilmesi veya nakil amaçlı organ alımının yapılabilmesi için, ölüm zamanının bir “an” olarak tanımlanması mecburiyetini doğuran başta hukuki kesinlik ve belirlilik ihtiyacıdır. Hukuken insan ya yaşıyordur ya ölmüştür ara kademelerin düzenlenmesi olanaksızdır. Hukuki açıdan ölüm; hayatın geri dönülemez, mutlak, nihai ve manipüle edilemeyecek bir şekilde sona erdiği anlamına gelmesidir. Oysa biyolojik anlamda ölümün bir “an” değil süreç olduğu bir diğer gerçekliktir. Biyolojik ölüm; solunum, dolaşım ve beyin fonksiyonlarının kalıcı olarak durması ile başlayıp, hücresel ölüm ile sonuçlanan bir süreçtir ve bu süreç, bedenin değişik bölge ve organlarında farklılıklar gösterir. Yakın zamana kadar geçerliliğini sürdüren ve ölümün, solunumun ve dolaşımın durması ‘anı’na bağlı olarak saptandığı ölçüte, fizyolojik/ klinik ölüm ya da daha bilinen şekliyle kalp ölümü adı verilmekteydi. Klinik ölüm yani kalp ve solunum fonksiyonlarının durması, kısa sürede oluşan ölü morlukları ve vücudun sertleşmesi gibi belirtilerle herkes için algılanabilir hale gelmektedir. Ancak tıp alanındaki gelişmeler neticesi hastalar 72 Organ Nakli Sempozyumu bugün, ilaçlar, elektrik şok, açık veya kapalı kalp masajı ve suni solunum gibi reanimasyon yöntemleri sayesinde kısmen hayata tekrar döndürülebilmektedir. Kalp ve solunumu yapay olarak devam ettirilen ve bu sayede nefes alan, terleyen, saçları ve tırnakları uzayan, yaraları iyileşen, ateşi çıkan, dolayısıyla son derece normal gözüken ancak beyin faaliyetleri sıfıra inmiş hastaların hayatta sayılıp sayılmayacağı ise tartışılmaktaydı. 1968 senesine gelindiğinde Harvard Tıp Fakültesi’nde, ölümün erken tanısına olanak sağlayan geriye dönüşümsüz koma bir diğer deyişle beyin ölümü tanımı geliştirilmiştir. Ülkemizde de kabul gören bu tıbbi beyin ölümü kriteri, Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği’nde; beyin fonksiyonlarının tümüyle ve geri döndürülemez kaybı olarak tanımlanmıştır. Tüm beyin ölümü olarak da adlandırılan ölümün yeni tanımına göre; organizmanın işleyişini bütünleştiren beynin tüm bölümlerinin canlılığını yitirmesi durumunda kişi ölmüştür. Beyin, organizmanın fonksiyonlarının bütünleşmesini sağlayan en önemli organ olup bu yüzden ölüm kriteri bakımından önemlidir. Tam beyin ölümünün gerçekleşmiş olması büyük beyin, beyincik ve beyin sapının üçünün de işlevlerini tümüyle yitirmesi ile olur. Beyin ölümünün en önemli göstergesi ise beyin sapının işlevlerinin yokluğudur. Bu yüzden bugün beyin ölümünden anlaşılan, beyin sapı denilen bölgede bulunan ve dolaşımsolunum gibi hayati işlevleri düzenleyen merkezlerin yerleştiği hücrelerin ölümüdür1. Beyin ölümünün, Harvard kriterleri2 olarak da bilinen kriterleri ise şunlardır: 1.Bilincin tam kaybı. 2.Kendiliğinden görülen hareket ve kasılmaların yokluğu ve tüm ağrılı uyaranlara yanıt alınamaması. 3.Kendiliğinden solunumun bulunmayışı ve spontan yani kendiliğinden solunumun olmadığının apne testi uygulanması ile doğrulanması. Apne testi uygulaması yapılarak solunum aleti üç dakika süre ile kapatıldığında da hastanın spontan solunumunun geri dönmediği görülmelidir. 4.Beyinsapı3 ve omurilik (spinal) refleksleri tamamen kaybolmuş olmalıdır. Arslan Terzioğlu, “Organ Transplantasyonu ve Getirdiği Etik Sorunlar”, Türkiye Klinikleri Tıp Etiği-HukukuTarihi Dergisi, Yıl:1993, Sayı:1,s. 35-52; Nüket Örnek Büken, “Organ Aktarımlarında Beyin Ölümünün Tıbbi, Felsefi ve Teolojik Yönleri”,Türkiye Klinikleri Tıp Etiği-Hukuku-Tarihi, Sayı:4, Yıl: 1996, s. 82-84; Nüket Örnek Büken, Erhan Büken, “Brain Death in Organ Donation:Its Jurisprudence and Bioethics in Turkey”, Organ Ve Doku Naklinde Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Sorunları, Editörler: Ayşegül Demirhan Erdemir, Özcan Öncel vd., İstanbul, Tübitak Yayınları, 2007, s. 7-20. 2 Harvard’ın ardından 1971’de Medical Royal Colleges tarafından daha da geliştirilerek tüm beyin ölümü, beyin sapı fonksiyonlarının dönüşsüz kaybı olarak tanımlanmış ve bunu belirleyecek geçerli klinik testler, beyin ölümü tanımının temelini oluşturmuştur. Sarı,Gürgan,“Organ Bağışına Dair Çekinceler Bağlamında İslam Düşüncesinde Ölüm ve Günümüz Sağlık Hizmetine Güven Sorunu”, s. 55-72. 3 Beyin sapında geriye dönüşümsüz fonksiyon kaybı gerçekleştiğinde artık kendiliğinden solunum görülmesi mümkün değildir. Beyin sapı ölümü gelişen hastalarda yapay destek ile solunum devam ettirilse bile bir müddet sonra kalp kasının yetersiz oksijenlenmesi neticesinde kalp durması kaçınılmazdır. Beyin sapı 1 73 Organ Nakli Sempozyumu 5. Teknik olarak iyi kayıt edildiğine emin olunan bir EEG (Beyin Grafisi) cihazında on dakika boyunca düz çizgi alınarak hiçbir aktivitenin olmayışının teyidi ya da bundan daha sağlıklı olarak beyin sapı elektrik aktivitesinin kaydedilmesi4. Klinik tanı için koma, beyin sapı reflekslerinin yokluğu ve apne testinden oluşan üç ana kriter mutlaka sağlanmalıdır. EEG tek başına güvenilir bir yöntem değildir ve ancak destekleyici yöntemlerden biri olarak kullanılmaktadır. Yukarıda belirtilen testlerin en az 24 saat süreyle uygulanması ve hastanın durumunda herhangi bir değişiklik olmaması halinde beyin ölümüne karar verilmesi gerektiği vurgulanmaktadır5. Beyin ölümü teşhisinin konabilmesi için bazı ön şartların varlığı aranmaktadır. Bu ön koşullar, benzer semptomları nedeniyle karışma ihtimali gösteren diğer bazı rahatsızlıkların bulunmadığının tespitidir. Klinik olarak beyin ölümüne benzeyen, onu taklit edebilecek geriye dönebilen sendromlar ve zehirlenmeler mutlaka beyin ölümünden ayırt edilmelidir. Bu nedenle Harvard Tıp Komitesi, beyin ölümü ile karıştırılmaması gereken yalancı ölüm hallerini belirlemiştir. Bunlar; • Vücut ısısının 32.2 °C’nin altında olması hali denilen hipotermi, ölümünde ayrıca bilincin sürekli olarak kaybı söz konusudur. Beyin sapı ölümüne rağmen EEG’de beynin başka bölgelerine ait dalga faaliyetleri görülebilmekle birlikte bunların beyin sapı ölümü açısından hiçbir önemi yoktur. Beyin sapı reflekslerinin tamamen kaybolmuş olduğunun göstergeleri ise şunlardır: Göz bebekleri tamamen büyümüştür ve ışıklı uyaranlara cevap vermez. Kornea refleksinin bulunmayışı ki normalde insanın gözüne pamuk vs ile dokunulduğunda, göz refleks olarak kapatılır. Vestibülo-oküler refleks yokluğu; normal insanın kulağına soğuk su şırınga edilirse gözler istem dışı olarak o kulağa doğru bakar. Okülo-sefalik refleks yokluğu; normalde baş hızla sağa-sola/yukarı-aşağı oynatıldığında gözler önce hareketin aksi yönüne kayar, sonra yavaşça hareket yönüne gelir; beyin ölümünde gözler fiks şekilde başla birlikte hareket eder. Boğazın uyarılmasına rağmen yutkunma ve öğürme reflekslerini yokluğu, bronş aspirasyonuna öksürük yanıtı gelmemesi. Bkz. Sencer Tepe, www.HayrettinKaraman.net, Çevrimiçi,2.1.2009; Yeşim M. Atamer, “Ölüden Organ Naklinin Beraberinde Getirdiği Bazı Hukuki Sorunlar”, Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, Sayı: 1-2, Yıl:19-20, 1999-2000, s.131. 4 İmdat Elmas, “Tıp ve Hukuk Açısından Ölüm, Tanı Kriterleri ve Organ Naklindeki Önemi”, Adalet Yüksekokulu 20.Yıl Armağanı, İstanbul 2001, s. 87-93; Sencer Tepe, www.HayrettinKaraman.net, Çevrimiçi,2.1.2009; Büken, “Organ Aktarımlarında Beyin Ölümünün Tıbbi, Felsefi ve Teolojik Yönleri”, s.82-84; Amir Halevy, “Beyond Brain Death”, Journal of Medicine and Philosophy, Vol: 26, No: 5, s.493-501;Terzioğlu, “Organ Transplantasyonu ve Getirdiği Etik Sorunlar”, s.35-52. 5 Türkiye’de de beyin ölümünün klinik tanısının ardından bu tanıyı destekleyici laboratuar testlerinin yapılması zorunludur. Buna göre, daha önce tanısı konmuş bir nedenle hasta geri dönüşsüz koma tablosuna girmişse en az on iki saat, nedeni bilinmeden gelişen tablolarda en az yirmi dört saat bu koşulların değişmeden devamlılığının gözlenmesi yasa gereğidir. Eğer mümkün ise beyin kan akışının saptanması da tavsiye edilmektedir zira bu metotla gözlem süresi yarım saate inmektedir. En iyi teknik, hastanın yatağında uygulanması mümkün ve vücuda girmeyi gerektirmeyen dopler tekniğidir. Bkz. Büken, Büken, “Brain Death in Organ Donation: Its Jurisprudence and Bioethics in Turkey”, s.7-20; Sarı, Gürgan, “Organ Bağışına Dair Çekinceler Bağlamında İslam Düşüncesinde Ölüm ve Günümüz Sağlık Hizmetine Güven Sorunu“, s. 55-72; Atamer, “Ölüden Organ Naklinin Beraberinde Getirdiği Bazı Hukuki Sorunlar”, s. 132. 74 Organ Nakli Sempozyumu • Merkezi sinir sistemi fonksiyonlarını baskılayan -barbiturat ve benzeri yatıştırıcı yahut narkotik- ilaçların alınmasına bağlı geri dönüşümü mümkün zehirlenmeler, • Sıvı kaybına veya düşük tansiyona bağlı şoklar, • Metabolik ve endokrin (iç salgı) bozukluklarıdır6. Bu hallerden birinin varlığı halinde beyin ölümü tanısı konamayacağından vücut ısısı normale dönünceye yahut toksik maddeler vücuttan tamamen atılıncaya kadar beklenilmesi gerekecektir7. Beyin ölümü tanısı uzman kurul tarafından hiçbir soru işareti kalmayacak şekilde konmakta olup gerektiğinde destekleyici testler de uygulanarak tanı daha da kesinleştirilmektedir8. Şunu hemen belirtelim ki tüm beyin ölümü kriteri dışında “üst beyin9∗ ölümü” denilen ikinci bir beyin ölümü türü daha vardır. Beyni dayanak almakla birlikte üst beyin ölümü kriteri, insan doğasının diğer deyişle insan olmanın özünün daimi kaybıdır. Beynin alt kısımları yani beyin sapı, -solunum, yutkunma, vücut ısısı gibi- diğer fonksiyonları destekliyor bile olsa; insan beyninin, bilinç kapasitesini oluşturan daha yüksek fonksiyonlarından sorumlu kısımlarının geri döndürülemez şekilde durması halinde üst beAtamer, “Ölüden Organ Naklinin Beraberinde Getirdiği Bazı Hukuki Sorunlar”, s. 130-131. Beyin ölümü kriteri, uzun sürekli koma hastalarını, bitkisel hayata girmiş kişileri bu tariften ayırır. Tıbben, şuurun gitmesinden beyin ölümü denen safhaya kadar, Koma-Derin koma- Bitkisel hayat denen aşamalar mevcut olup, bu durumların tamamında geri dönüş, yani hastanın iyileşmesi mümkündür, bitkisel hayattaki bir kişinin mucizevi olarak iyileşebildiği vakalar dahi bildirilmiştir. Bitkisel hayattaki insanda beynin korteks (kabuk) denen kısmı ölmüş olup, bu kısım hafıza, zeka, kişilik vb özelliklerin kontrol edildiği kısımdır. Bitkisel hayattaki hastalarda beyin sapı dediğimiz ve hayati organların kendi kendine çalışmalarını, bir takım hayati refleks fonksiyonları yürüten kısmı ise ölmemiş, çalışmaya devam etmektedir. Bu haldeki hasta kendi başına solunum yapabilir, iç organları çalışır, gözler bile açık olabilir ancak bilinçsizdir ve hareket edemez. Bitkisel hayattan geriye dönüş olasılığının çok düşük olmasına karşın beyin ölümü için bu mümkün değildir. Bu nedenle bitkisel hayattaki kişiler ölü kabul edilmez ve organları nakil için alınmaz. Yoğun bakım servislerinde koma halindeki hastalar vantilatör denen solunum cihazına bağlanır ve bu cihaz vasıtasıyla, akciğerlerin şişirilmesiyle solunum sağlanır. Vantilatör desteğiyle solunumu sağlanan ve kalbi çalışmakta olan bu hastalarda beyin fonksiyonları mevcutsa asla cihazdan çekilmez, beyin ölümü sınıfına girmez ve bunlardan organ nakli yapılmaz. Sadece, bir süre sonra beyin sapı ölümünün de gerçekleşmesiyle, beynin tüm fonksiyonları yitirilip, omuriliğe bağlı basit refleksler haricinde başka hiçbir tepki alınmayan hastalar için yukarıda açıklanan kriterler dahilinde beyin ölümü = tıbbi ölüm tanısı konur ve bu durum, bitkisel hayatın da ötesinde bir safhadır. Sarı,Gürgan, “Organ Bağışına Dair Çekinceler Bağlamında İslam Düşüncesinde Ölüm ve Günümüz Sağlık Hizmetine Güven Sorunu“, s. 55-72; Elmas, “Tıp ve Hukuk Açısından Ölüm, Tanı Kriterleri ve Organ Naklindeki Önemi”, s. 87-93; Sencer Tepe, www.HayrettinKaraman.net, Çevrimiçi,2.1.2009; Büken, “Organ Aktarımlarında Beyin Ölümünün Tıbbi, Felsefi ve Teolojik Yönleri”, s. 82-84. 8 Beyin ölümü tanısı konulmuş hastaların bazı hallerde vücut hareketleri dahi gösteriyor olmasının tereddüde yol açabileceği düşüncesi ile 2000 tarihli Organ Nakli Yönetmeliği, hangi tür spontan hareketlerin beyin ölümü tanısını dışlamayacağını açıkça belirtmiştir. Böylelikle Ek-1 fıkra 2/III’de tek tek sayılan ve omurilik faaliyetinden kaynaklanan bu spontan hareketler nedeniyle beyin ölümü tanısının sorgulanması engellenmek istenmiştir. Atamer, “Ölüden Organ Naklinin Beraberinde Getirdiği Bazı Hukuki Sorunlar”, s. 133. 9 Üst beyin, beyin yarımkürelerinden meydana gelir. Kendine bilinçli olma, düşünme ve hafıza gibi daha yüksek akli işlevleri gören nöro-psikolojik temelleri barındırır. Üst beynin çökmesi demek akli yaşamın çökmesi demektir. Buna ilaveten üst beyin ayrıca anıları, inançları, tutumları ve bir insanı eşsiz kılan kişilik özelliklerini de içerir. Neticede üst beynin çökmesi kişiliği meydana getiren durumların çökmesidir. 6 7 75 Organ Nakli Sempozyumu yin ölümü gerçekleşmiştir. Şöyle bir varsayımsal durum tasavvur edelim. Semptomlar nörolojik bozukluk yüzünden hastanın bilincinin tamamen yavaş yavaş kapanacağına işaret ediyor. Kötü olan bu habere karşılık iyi olan haber ise, yapay beslenme ve hidrasyonla ve solunum cihazına gerek duymadan yıllarca yaşamaya devam edebilecektir. Kendi kendine nefes alacak, iç çekecek, esneyecek, görmemekle birlikte ışığı takip edebilecek, acıyı deneyimleyememekle birlikte toplu iğne batırıldığında refleks olarak geri çekebilecektir ama kendine bilinçli olduğu kişisel hayatı bir yıl içinde sona erecektir. Bu varsayımsal olayda hasta yüksek beyin yahut neocortical ölüm kavramıyla yüz yüze gelmiştir. Ölümün belirlenmesi kriteri olarak üst beyin ölümünü esas alan düşünceye göre, daimi bilinçsizlikle gelen kişilik ölümünden sonra insan hayatının bazı bakımlardan devam ettiğinde ısrar etmek, kişi kavramının metafizik hiçbir önem taşımadığını ileri sürmektir10. Böylece bilinçlilik durumu için gerekli bulunan belli miktarda bir beyninden yoksun bir insan organizması, kişi sınıflandırmasının dışına düşmektedir. Kişi kavramının sınırlarının belirlenmesinde sosyal ve kültürel faktörlerden hareket eden bakış açısına göre de kişiliğin oluşumunda ilişki durumları önemli bir rol oynar ve kişi, diğer varlıklarla olan ilişkisinden bağımsız var olamaz. Daimi bitkisel hayattaki bireyler, dünyayı deneyimleme yeteneklerini kaybederek kişilik sınırının dışına düşmüş maddi varlıklardır. Sempati, şefkat ve sosyal kabul, artık onlara yönelik uygun tepkiler değildir11. Ölüm anını, beyni dayanak alarak belirleyen bu iki ölçüt arasındaki pratik farklılık, tüm beyin ölümüne göre “ölü” kabul edilmeyen anensefalik12 ve daimi bitkisel haRich, “Postmodern Persoonhood : A Matter of Consciousnes”, s. 206-216. John P. Lizza, “Natural, Functional or Ethical Kind?”, American Journal of Economics and Sociology, Vol:66, No:1, January 2007, s. 196-213; F.M.Kamm, “Brain Death and Spontaneous Breathing”, Philosophy and Public Affairs, Vol: 30, No: 3, Summer 2001, s. 297-320. 12 Anensefali; kafatası, ön beyin ve başın üst kısmının doğuştan olmayışından kaynaklanan öldürücü bir anomalidir. Anensefalit durumunda orta beyin ve beyin sapı bölümleri dışındaki beyin bölümleri gelişmemiştir. Beynin gelişmemiş olan bölümünü normal olarak örten kafatası ve deri bölümü de bulunmayan bu bebekler dıştan bakınca bir kurbağayı andırdıklarından halk arasında «kurbağa çocuk» olarak adlandırılırlar. Çoğu için beklenen yaşam süresi iki günden daha fazla değilse de bazı ender vakalarda iki hatta 14 ay yaşayabilenlere rastlanmıştır. Zaten tedavi edilemediğinden anensefali, hayatta tutmayı sağlayan tedavilerin geri çekilmesi nedenlerinden biridir. Anensefalitler, biyolojik bakımdan insan türüne ait olmakla birlikte arzu, istek, düşünce ve tasavvur gibi melekelere sahip değildirler. Buna karşın göz hareketleri, göz bebeklerinin ışığa tepkisi, yutma, emme, öksürme refleksleri bulunabilmektedir. 10 11 Tıp teknolojisi kalp, karaciğer ya da böbrek nakline ihtiyacı olan yeni doğan bebekler için umut verici ilerlemeler sağladığından ansefalitlerden organ alımı önem kazanmıştır. Yeni doğanlar için onlara uygun ölçüde organ kıtlığı, yetişkin ve daha büyük çocuklarınkinden daha ağır bir sorundur. Bu elverişli organ eksikliği yüzünden bu durumdaki hasta yeni doğan bebeklerin çoğu hayatını kaybetmektedir. Buna karşın organlarının küçük olması ve doku reddini önlemenin kolaylığı nedeniyle, çocuklara yapılacak organ nakillerinde anensefalik bebekler, değerli bir kaynaktır. İşte bu yüzden anensefaliklerin, organ nakli amacı ile “ölü” sayılıp sayılmayacakları tartışma konusudur. Anensefalitler için standart tıbbi kriterlere göre ölüm belirlemesi yapılamadığından, beyin ölümü deklare edilemeyecek bu bebeklerin organlarını almak -şüphesiz ailenin rızasıyla- çocuğu istismar, cinayet veya ötanazi sayılır mı? Bu hem etik hem hukuki bir problemdir. Doğumun hemen ardından çok kısa sürede ölüme yazgılı bu bebekler, daimi bir bilinçsizlik halindedirler. Bu yüzden 76 Organ Nakli Sempozyumu ağrı ve acı hissetmezler, kendilerine ne olduğunun farkına varmazlar. Diğer yandan kalp atışı ve solunumu kontrol eden beyin sapında bazı faaliyetler var olduğundan bu bebekler ölü değildirler. Mamafih, organlar alınmadan evvel tüm beyin aktivitesinin durması beklendiği takdirde bu kez organlar aşırı zarar görmekte ve nakle elverişsiz hale gelmektedir. Bu konuda çözüm iki şekilde vardır: Birinci çözümde; Anensefalit bebeklerden organ aktarımına izin verilemez çünkü onlar canlı insan varlıklarıdır ve diğer çocukların salt organ kaynağı olarak kullanmak, bu bebeklere araç olarak davranmak anlamına gelir. İkinci çözüm önerisinde; Anensefalit bebeklerden organ aktarımına izin verilebilir zira bu bebekler zaten ölü kabul edilmelidir. Anensefalit çocuklarda beyin sapı fonksiyonuna bakılmaksızın organ ve dokuların derhal çıkarılmasını savunanlar, bu vakaları beyin ölümlü olgularla eş değer tutmaktadır. Anensefalit organ bağışının karşısında yer alan birinci çözümün en güçlü argümanı “kaygan zemin” senaryosudur. Böylece bu özellikteki yeni doğanlardan organ alınmasına izin verildiğinde bu uygulamanın kapsamı nereye kadar genişleyip, nerede durdurulacağının belirsizliğinden, arkadan mikrosefallar, hidrosefallar ve nihayet sürekli bitkisel hayattakilerin geleceğinden endişe duyulmaktadır. Organı alınacak olan verici açısından beyin ölümünün gerçekleşmesi kuralı çiğnenmektedir. Bir diğer kaygı ise anensefaliklerin aileleri üzerinde yaratılabilecek sosyal baskıdır. Daha rahimde iken bu tanı konulabilen ceninin ebeveynleri, gebeliği sonlandırmak yerine potansiyel organ vericisi nazarıyla bakılan bu bebekleri dünyaya getirmekle kendilerini sorumlu hissedebileceklerdir. Anensefalit organ bağışı yine Kant’ın “insanlar bizatihi kendinden bir amaçtır ve asla bir amaç için kullanılmamalıdır” etik düsturunu çiğnemektedir. Kant, kişinin asli bir değer taşıdığını ve başkalarının ona yüklediği araçsal değere indirgenemeyeceğini söyler. İtirazlardan bir diğeri de anensefalik bebeklerden organ nakline izin verilmesinin, kamunun güvenini sarsacağı ve buna bağlı olarak organ bağışlarının azalacağıdır. Bu itirazlara karşı cevaplar ise şu başlıklar altında toplanmaktadır. Sadece birkaç gün ve bilinçten yoksun bir ömür sürecek olan anensefalik bebeklerin uğrayacağı zarar, sağlığına kavuşup doğal yaşam süresini tamamlama şansı bulunan organ alıcılarının elde edeceği yarar ile dengelenebilecektir. Üstelik sadece organ alıcıları değil, anensefalik bebeklerin aileleri de böyle bir trajediyi, organ bağışında bulunarak hafifletmek suretiyle yarar sağlayacaklardır. Beyni olmayan bebekler için normal bir insan yaşamından söz edemeyiz. Üstelik beyinden yoksun vericinin, duyguları, duyumları, herhangi bir konuda herhangi bir çıkarı bulunmadığından ona bir zarar veya acı verileceği endişesi yersizdir. Kant’ın etik teorisi, beyni olmayan bebeklere uygulanamaz. Yalnızca otonom bir ahlaki kişiliğe, bir araç olarak muamele edilmemelidir. Ancak şunu kesinlikle biliyoruz ki anensefalik ne otonom bir ahlaki kişiliktir ne de rasyonel irade sahibidir. Üçüncü olarak; beyin ölümünün ilanı özellikle çocuklar söz konusu olduğunda güçtür. Bebeklerin ve çok küçük çocukların beyinleri, hasara karşı daha direnç göstermekte ve uzun vadede beynin temel fonksiyonlarında iyileşme, yetişkinlere göre daha sık görülmektedir. Bu yüzden beş yaşın altındaki çocuklarda beyin ölümü kriterini uygularken daha dikkatli davranmak gerekmektedir. Ancak diğer yandan ölümün belirlenme anı, kalp-solunum fonksiyonlarının durması ile tanımlandığında bu kez de bu bebeklerin organları artık organ nakline elverişli olmaktan çıkmaktadır. Kaldı ki bu bebeklerin ne yazık ki hiçbir iyileşme şansı yoktur. Bu bebeklerde bulunan beyin kökü aktivitesi, mucizevî iyileşme şansı yaratmaz ve beyin ölümü gerçekleşmiş bireylerden hiçbir farkları yoktur. Burada beyin ölümü kavramına bir alternatif yaratılmamaktadır. Organı alınacak olan verici açısından beyin ölümünün gerçekleşmesi kuralı çiğnenmeyip bypass yapılmakta yani beyin ölümü tanımının sadece bu sınırlı kategori için uygun düşmediği söylenmektedir. Anensefalit kesinlikle benzeri olmayan bir durumdur. Tüm bu veriler değerlendirildiğinde, Organ ve Doku Nakli Yasamızda fetüse ait organ ve dokuların nakil amaçlı kullanımına ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmadığı görülmektedir. Yaşamla bağdaşmayan bir patoloji taşıyan fetüslerde anne yaşamını riske sokmayan ve nakil için de uygun olan bir dönemde düşük yaptırılarak fetüsün organlarının kullanımına olanak sağlayan ve bunun koşullarını belirleyen yeni yasal düzenlemelere ihtiyaç hissedilmektedir. Ancak yine de onlardan organ alımının, bu bebeklerin ölümünü hızlandırıp daha da kötüsü anensefalik durumunun sebep olacağı ölümün nedensel zincirini kıracağı gerçektir. Bu konuda bakınız: Charles N.Rock, “The Living Dead: Anencephaly and Organ Donation”, New York 77 Organ Nakli Sempozyumu yattakilerin, üst beyin kriterine göre artık ölü sayılmalarıdır. Öyle ki tür aidiyetinin bizatihi ahlaki bir önemi bulunmadığı ve üst beynin çökmesiyle kişi statüsünün ve sahip olunan hakların kaybedildiği görüşü benimsendiğinde, ağır beyin hasarlı insanların ve anensefalikler gibi doğuştan ağır beyin hasarlı bebeklerin insan türüne ait olması önem taşımayacaktır. Onların hayat sürelerini uzatmak için çoğu kez büyük maliyetler gerektiren tıbbi tedavinin devamına da ahlaken bir neden yoktur. Tekrar vurgulamak gerekirse, bilinç gibi kişilikle ilgili fonksiyonların artık mümkün olmayışı sebebiyle kişinin öldüğünü kabul eden üst beyin ölümü, tüm beyin ölümü kriterini savunanlarca da kabul görmemektedir13. Beyin Ölümünün Muhalifleri Ne Diyor? Neden Diyor? Beyin Ölümüne Muhalefet ve Gerekçeleri İnsan yaşamının ne zaman sona erdiği sorusuna cevap oluşturan beyin ölümü kriteri, organ nakilleriyle birlikte gündeme gelen ve doktorların geliştirdiği yeni bir klinik kavramdır ve tek başına insan hayatının sona erdiğini gösteren her yerde yani tıbbi tedavinin sonlandırılmasında ve organ nakillerinde kullanılmaktadır. Beyin ölümü gelişmiş ve solunum-dolaşım fonksiyonları tıbbi destekle sürdürülen hastalar, organ nakli için en ideal organ vericileridir. Ancak aynı zamanda organ ve doku nakillerinde, nakle elverişli organ havuzunun arttırılmasını engelleyen noktalardan bir tanesi de, yine açıkça dile getirilmese bile, “beyin ölümü” kriterinden kaynaklanmakta ve bu tanım hala kafa karışıklığı yaratmaktadır. Nakil için kullanılacak organlar, beyin ölümü gerçekleşmiş kadavra vericiler makineye bağlı iken çıkartılmak zorundadır, çünkü bu organların kanlanmaya devam etmesi bir başka deyişle kan dolaşımının devam ediyor olması gerekmektedir. Nitekim yoğun bakım ünitelerinde uygulanan gelişmiş destek tedavilerle beyin ölümü gerçekleşmiş bir hastanın kalbi, elverişli organlar alınıncaya değin çalışmaya devam ettirilebilmektedir. Böylece kişi “görünüşte yaşıyor” kanısını uyandırır. Beyin ölümü kavramı henüz daha halk arasında tam kabul görüp, yerleşmiş değildir ve hala “kalbin durması ölümdür” fikri geçerliliğini korumaktadır. Beyin ölümü tanımının bir çeşit tamamlanmamış ölümü ima ettiğini düşünenler vardır. Kalbi atan, rengi normal ve uyur görünümlü hastanın aslında bir ölü olduğunu yakınlara izah etmenin güçlüğünü yoğun bakım görevlileri yaşamaktadır ve beyin ölümü kriterine direnç gösterilmesi sebeplerinden biri de sosyal-kültürel-tarihi gelenekler ve inanışlardır. Son derece bilimsel ve kültürden bağımsızmış gibi durmasına karşın beyin ölümü kavramı, kültürel de bir oluşumdur. Antropologlar, her ne kadar Law School Journal Of Human Rights, Nr: 7, 1989-1990, s.243-277; Elmas, “Tıp ve Hukuk Açısından Ölüm, Tanı Kriterleri ve Organ Naklindeki Önemi”, s. 87-93; Martin Benjamin, “Anencephalic Infants as Sources of Transplantable Organs”, Hastings Center Report, Volume: 18, Nr:5, October/November 1988, s. 28-30; Sue A.Meinke, “Anencephalic Infants as Potential Organ Sources: Ethical and Legal Issues”, Scope Note, Nr: 12, 1989, s. 1-5. 13 Tooley, “Personhood” , s.124. 78 Organ Nakli Sempozyumu biyolojik kavramlarla ifade edilse dahi ölümün daima kültürel açıdan belirlendiğine dikkati çekmektedirler. Rasyonel düşüncenin yerleşik olduğu beyin, bedenin bölümleri arasında en önemli yeri işgal eder. Rasyonalitenin önemini geniş ölçüde paylaşan batı toplumlarında ve egemen batı felsefesi perspektifinde, beyin işlevlerinin geri döndürülemez şekilde kaybedilmesi ile kişinin varlığı sona ermiş sayıldığından beyin ölümü, kişinin ölümüdür. Bu yüzden kişinin ölü mü, yoksa sağ mı olduğunu belirlemede temel organ sıfatıyla biyo-tıbbın beyne odaklanması tesadüf değildir. Ölümün işareti olarak beyin ölümünün kabulü ile birlikte artık insan, bir “şey” haline gelir, kişiliğini kaybeder. Oysa insan olmanın alamet-i farikası olarak rasyonellik ve beynin üstünlüğü, evrensel bir şekilde paylaşılmamaktadır14. Birçok toplumun kültürel geleneğinde, vücudu hala ılık ve kalbi atan bir insan ölü diye kabul edilmediğinden, onların organlarını almak onları öldürmekle eş değerdir. Birçok kültürde, beyin ölümü gerçekleşmiş kişiden organ alımı, ölenin beden bütünlüğünü bozduğu için bu dünyayı onurlu terk etme olanağını da kişiden almaktadır. Bedenin parçalarının yerine başkasına ait olanlar konulduğunda her kültürde beden ile temsil edilen var oluş kısaca “ben”, kimliğini ve devamlılığını yitirir. Birinin bedeninden nakledilen organ, bana ait olmadığı için “saf” da değildir15. Keza Polonya’da böbrek naklini sınırlayan faktörleri belirlemeye yönelik yapılan bir çalışmada, toplumun kadavradan organ alımına olumlu baktığını, ancak beyin ölümü tanımını kuşkuyla karşıladığından donör kartı imzalamaya karşı isteksiz durduğunu açıklamaktadır. Bilgilendirme ve eğitim kampanyalarına karşın, kamuoyunun organ nakline kültürel direncinin sürdüğüne bir işaret, bağış konusundaki kamuoyu anketleridir. Soyut olarak sorulduğunda organ bağışına destek çok yüksek oranlara çıkabilmesine karşın bu, somut eyleme yani somut bağışlara dönüşmemektedir16. Farklı coğrafya ve kültürlere mensup çeşitli ülkelerde birçok araştırmacı tarafından yürütülen çalışmalar esasen farklı kültürlerden de olsalar organ naklinde ortak kültürel direnç nedenlerine rastlanmıştır. ABD’de bazı azınlık gruplarının organ bağışına karşı tutumlarını saptamaya yönelik bir araştırma, Bazı Japonların, Yahudilerin ve Amerikan yerlilerinin, beyin ölümü kriterini reddetmelerinin nedeni, soluk alıp verdikçe (solunum sürdükçe) ruhun, bedeni terk etmeyeceğine olan inançlarıdır. Bu bakımdan solunumun doğal yahut yapay araçlarla sağlanmasının, onlar açısından önemi yoktur. Örneğin Ortodoks Yahudi geleneğinde hayatın kaynağı beyin değil kalp olarak düşünüldüğünden, beyin ölümü kavramı kabul görmez. Japonların geleneksel inanışında kokoro, bedenin derinlerinde yerleşik olduğu düşünülen ama ne beyin ne zihin ile tanımlanamayan ve sabit bir içsel “ben”in kaynağı, kişinin özüdür. Tüm beyin fonksiyonları yitirilse bile kokoro’nun “ben’”in içinde kaldığı düşünüldüğünden bazı Japonlar, beyin ölümünü, ölüm olarak kabul etmez. Hinduizmde atman yani ruh, genelde en büyük erkek evlat, yakılacak olan kişinin kafatasını ezene kadar bedenden ayrılmaz. Bu örnekler farklı metafizik inançların nasıl farklı kültürle pratiklerde yerleşik olduğunu ve bu farklı pratiklerin ne zaman bir kişiye ölü olarak yaklaştığını göstermektedir. Lizza, “Natural, Functional or Ethical Kind?”, s. 196-213. 15 Emiko Ohnuki-Tierney, “Brain Death and Organ Transplantation”, Current Anthropology, Volume: 35, Number: 3, June 1994, s. 233-241. 16 Donald Joralemon, “Organ Wars: The Battle for Body Parts”, Medical Anthropologyh Quarterly, Vol. 9, No.3, 1995, s.335-356. 14 79 Organ Nakli Sempozyumu kafalardaki yaygın bir şüpheyi ortaya dökmüştür: Nakil için organ elde etmek amacıyla vaktinden önce beyin ölümünün açıklanabileceği şüphesi. İngiltere’de de 1997’de yapılan anket sonucu araştırma grubundaki çoğunluğun, bir kaza veya ağır yaralanma durumunda donör kartı taşıdıkları için gerekli tedaviyi görememe endişesi taşıdıklarını, bu sebeple bağış kartı sahibi olmak istemediklerini açığa çıkarmıştır. Benzer biçimde organ bağışında toplumun tutumunun incelendiği Suudi Arabistan’da (1991), katılımcılar ölmeden önce bağış kartı imzalamak istemediklerini, gerekçe olarak da ağır yaralanmaları halinde potansiyel verici oldukları için gerekli bakımın gösterilmeyeceğinden korktuklarını dile getirmişlerdir17. Beyin ölümü kriteri ile ölüm kavramının, daha kesin ve tartışmasız bir duruma gelmek şöyle dursun, tam bir kısır döngü içinde iki uç arasında salınıp durduğu da itiraz noktalarından biridir. Bu bakış açısına göre; bir yanda beyin ölümü, ölümün tek kesin ölçütü olarak alınıyorken öte yandan beyin ölümünün hemen ardından beden ölümünün kaçınılmaz olduğundan bahisle mantıksal bir tutarsızlık sergilenmektedir. Ölümün geçerli bir ölçütü olmadığı için reddedilen kalbin durması, bu kez kendisinin yerine ikame edilen beyin ölümü ölçütünün doğruluğunu kanıtlamak için yeniden sahneye çıkarılmaktadır. Hayat destek teknolojisinin ve organ naklinin keşfedilmesiyle birlikte kalbin durması, ölüm anının belirlenmesi için geçerli ölçüt olmaktan çıktığına göre; bu mantıkla faraza ilk beyin nakli gerçekleştirildiği gün de beyin ölümü, ölüm olmaktan çıkacaktır. Ölüm, organ nakli teknolojisinin bir alt-fenomeni haline gelmektedir. Hayat ve ölüm, tam olarak bilimsel kavramlar değil siyasal kavramlardır ve tam da ağızdan çıkacak bir kararla siyasallaşan kavramlardır. Böylece hukuk, tıp ve siyasetin kesişme noktasında bireyler üzerinde biyo-siyasal yeni iktidar ve denetim alanları açılmakta, çıplak hayat siyasete ve egemenlik alanına ait bir yetki konusu olmaktadır18. Beyin ölümü sonrasında halen canlılığı devam ettiren organların acı çekeceğine dair kuşkular yersizdir. Organlardan gelen uyaranlar, beynin ilgili merkezlerinde değerlendirilerek acı ve ağrı gibi duyumlara yol açar ve böylece acı hissi organlarda değil beyinde oluşur ve tamamen ölmüş bir beyinde bu hislerin oluşmasına olanak yoktur. Beyin ölümü, organ bağışçısı olsun ya da olmasın bireyin ölümü olarak benimsenmelidir19. Bu kabul ile birlikte beyin ölümü kavramının kapsam ve sınırları, tıptaki gelişmelere bağlı olarak ileriki zamanlarda değişebileceği gözden uzak bir ihtimal değildir. Örneğin beyin sapında ölen hücrelerin, kök hücrelerle takviyesi ve bu bölgenin canlandırılması gibi gelişmeler sağlanabilecektir. Organlarını bağışlamak Özdağ, “Organ Nakli ve Bağışına Toplumun Bakışı”, s. 50-51. Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. 19 Sarı,Gürgan, “Organ Bağışına Dair Çekinceler Bağlamında İslam Düşüncesinde Ölüm ve Günümüz Sağlık Hizmetine Güven Sorunu”, s.55-72; Büken, Büken, “Brain Death in Organ Donation:Its Jurisprudence and Bioethics in Turkey”, s. 7-20. 17 18 80 Organ Nakli Sempozyumu isteyen ancak kalp durmadıkça ölümün gerçekleşmediğini kabul eden kişilerin isteklerine uygun çözüm arayışları da sürmektedir. 1995 yılında Maastricht’te bir araya gelen öncü bir grup kalbi atmayan vericilerden nakil yapmak için yeni protokoller ve dört ayrı kategori belirlemiştir. Bu konuda hızlı gelişmeler sağlanmış ve ileride yeni tekniklerin geliştirilmesi ile başarı oranının daha da artacağı öne sürülmüştür20. Sarı, Gürgan, “Organ Bağışına Dair Çekinceler Bağlamında İslam Düşüncesinde Ölüm ve Günümüz Sağlık Hizmetine Güven Sorunu”, s. 55-72. 20 81 Organ Nakli Sempozyumu ORGAN BAĞIŞI–NAKLİ VE TRANSPLANTASYON ETİĞİ: ETİK ÇERÇEVE VE ÇÖZÜM TARTIŞMALARI Yard. Doç. Dr. Hakan Ertin İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi AD [email protected] Özet Tarihsel perspektiften baktığımızda, gerek cerrahideki gelişmeler, gerekse farmakolojideki, immünosupresiflerin kullanıma girmesi, transplantasyon tıbbının önünü açmıştır. Günümüzde kalp, böbrek, karaciğer, akciğer, pankreas, kornea, kemik iliği ve son yıllarda da artan bir şekilde yüz gibi doku ve organların bağışı ve nakli mümkün hale gelmiştir. Tıp alanının yapabildiklerinin artışı, yepyeni etik ve hukuki tartışma alanları açtığı bilinmektedir. Transplantasyon tıbbı da bu alanların önde gelenlerindendir. Organ transplantasyonu, tıp etiğinin zarar vermeme ve özerklik ilkelerinin karşı karşıya geldiği bir süreçtir. Ayrıca genel kabul gören dört etik prensibin, -yararlılık, zarar vermeme, özerklik ve adalet- tartışmalarda farklı boyutlarda yer aldığı bir alandır. Bu makalede bu temel etik ikilemler ele alınacaktır. Organ bekleyen sayısındaki dramatik durum, bu konu ile ilgili çözümün bulunmasını da önemli hale getirmektedir. Çözümsüzlük, birçok kişinin ölümü anlamını taşımaktadır. Ancak çözüm toplumların ahlaki değer yargılarına uygun olmak zorundadır. Ayrıca bu makalede etik perspektife uygun, etkili bir çözüm yönteminin bulunması için dünyada var olan yöntemler incelenmiş ve tartışılmıştır. 1. Transplantasyon Tarihçesi 1.1. Dünyada Transplantasyon On dokuzuncu yüzyıla kadar insan bedeni işlevsel tek bir parça olarak ele alınmış, hastalıkların bedendeki sıvıların denge halinin bozuluşu sonucu ortaya çıktığı düşünülmüştür. Dolayısıyla tedavide, sıvıları yeniden dengelemek amacıyla kusturma, kan 82 Organ Nakli Sempozyumu alma, müshil kullanımı gibi yöntemlere başvurulmuştur. 1850’lerden itibaren ise hekimler, insan bedenini belli işlevlerden sorumlu doku ve organların bir bileşimi olarak görmeye başlamış, bu bileşenlerden hastalıklı olanları bedenden uzaklaştırmak üzere cerrahiye yönelmişlerdir. Gerekli cerrahi tekniklerin gelişimiyle birlikte, hastanın sağ çıkabildiği başarılı operasyonlar artmıştır.1 Bu hekimlerden İsviçreli cerrah Emil Theodor Kocher (1841–1917), guatrın nüksetmesini önlemek amacıyla hastalarına tiroidektomi uygulamıştır. Ancak yıllar sonra bu hastalarda gelişen kilo alımı, saç kaybı, idrak ve konuşmada tutukluk, anemi gibi semptomlar dikkatini çekmiştir. Cachexiastrumipriva adını verdiği (bugünkü adıyla hipotiroidi) bu tablonun tiroid hormonlarının eksikliğinden kaynaklandığını sonradan anlamıştır.1,2,3 Temmuz 1883’te semptomları gidermek amacıyla işlemi bu kez tersine çevirerek, önceden tiroidektomi uygulanmış bir hastaya tiroid dokusu nakletmiştir. Bir hastalığı tedaviye yönelik bu girişim, günümüzdeki anlamıyla ilk organ nakli örneğidir. Bu uygulama, diğer organ nakilleri için bir prototip teşkil etmiş, bedendeki işlevlerini anlamak üzere cerrahların organları çıkarıp yeniden naklettiği birçok hayvan deneyini başlatmıştır. Kocher, tiroid bezinin işlevini keşfinden ötürü 1909’da Nobel Fizyoloji ya da Tıp Ödülü’nü kazanan ilk cerrah olmuştur.1,4 Yirminci yüzyılın ilk yıllarında Avusturyalı cerrah Dr. Emmerich Ullmann, bir köpekten diğerine böbrek nakletmiş, donör ve alıcının genetik yakınlığı arttıkça nakledilen organın işlevselliğini daha uzun süre koruduğunu belirtmiştir. 1920’lerin sonlarında insanda deri nakline girişilmiş ve tek yumurta ikizlerinde doku reddi yaşanmadığı görülmüştür.5 1940’larda tavşanlar üzerinde deneyler yürüten Dr. Peter Medawar, geçmiş nakil denemelerini başarısız kılan doku reddinin bir immün tepki olduğunu, ancak nakledilen dokuya karşı tolerans sağlanabileceğini göstermiştir. Bu bulgu üzerine, alıcının immün sistemini zayıflatarak doku reddini önlemek üzere immünosupresif uygulamalar denenmiştir.6 1950’ler, ilklerin başladığı, organ nakli tarihinde asıl milat sayılabilecek dönemdir. 1954’te tek –ve 1959’da çift– yumurta ikizleri arasında ilk başarılı böbrek nakli, 1966’da ilk başarılı pankreas nakli, 1967’de ilk başarı karaciğer ve kalp nakilleri, 1968’de ilk başarılı kemik iliği nakli gerçekleştirilmiştir. 1968’de Harvard Tıp Okulu tarafından nörolojik kriterlere göre beyin ölümü ilk kez tanımlanmıştır. 1983’te ilk başarılı akciğer nakli, 1989’da ilk başarılı ince bağırsak nakli, 1998’de ilk başarılı el nakli, 2005’te ilk başarılı yüz nakli uygulanmıştır.7 İnsandan insana nakiller gibi, yaklaşık yüz yıldır aralıklarla denenmekte olan hayvandan insana doku–organ nakli (ksenotransplantasyon) ise, bu kez genetik mühendisliğinden yararlanmak fikriyle doksanlarda yeniden ilgi görmüştür. Ancak, domuzdan kalp kapakçığı sağlamak gibi doku düzeyinde uygulamalar mevcutsa da, hayvandan insana solid organ nakilleri bugüne dek başarısız olmuştur.8 Son yıllarda ksenotransplantasyon yerine kök 83 Organ Nakli Sempozyumu hücre teknolojisi, nakledilebilir organ sayısını artırmak üzere bir diğer cazip seçenek olarak öne çıkmaktadır. 2.1. Türkiye’de Transplantasyon Türkiye’de organ (kalp) transplantasyonu ilk kez Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi’nde, 22 Kasım 1968’de gerçekleştirilmiş, ancak başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunu 1975’te Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde canlı donörden, 1978’de ise kadavradan hastaya ilk başarılı böbrek nakilleri izlemiştir.9,10 1979’da organ nakli işlemlerine yönelik ilk yasal düzenleme, “Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiştir. İlk kadaverik karaciğer nakli 1988’de, ilk başarılı kalp nakli ise 1989’da gerçekleştirilmiştir.11,12 2. Organ Bağışının Bir Etik Analizi 2.1. Canlıdan Canlıya Organ Bağışı Günümüzde ve ülkemizde, kalp, böbrek, karaciğer, akciğer, pankreas, kornea, kemik iliği gibi doku ve organların bağışı ve nakli mümkündür. Son ayların büyük başarısı ise yüz nakilleridir (2012). Türkiye’de canlıdan canlıya organ bağışı genellikle 1–4. derece akrabalar arasında gerçekleştirilmektedir. Donör ile alıcının akraba olmadığı nakiller, bir Etik Komisyon tarafından mevzuata ve etiğe uygunlukları onaylandıktan sonra uygulanmaktadır.13 Tıpta çoğu tedavi yalnızca hastayı kapsar, canlıdan canlıya organ transplantasyonunda ise bir ikili –bir hasta alıcı ve bir sağlıklı donör– söz konusudur. Transplantasyon, tamamen hasta alıcının çıkarına yönelik bir operasyondur. Sağlıklı donörü bu tıbbi müdahaleye maruz bırakan gönüllülüğüdür, en azından idealde öyle olmalıdır. Gelgelelim organ bağışlarında akrabalık halinde, donör ve alıcı birbirlerini önceden tanıyacaktır. Bu durumda ilgili hekim, vericinin bağışı herhangi bir beklenti ya da baskı altında, ya da herhangi bir maddi–manevi karşılık umuduyla gerçekleştirmediğinden emin olmalıdır (Sorun 1). Transplantasyon alıcı için başarısızlıkla sonuçlanabilir, ya da donörde ağır bir postoperatif komplikasyon gelişebilir. Fiziksel komplikasyonların yanı sıra, umduğu minneti göremeyen ya da vaat edilen karşılığı alamayan bir verici için, öfke ve boşunalık gibi depresif duygular da olasıdır. Organ transplantasyonu, tıp etiğinin zarar vermeme ve özerklik ilkelerinin karşı karşıya geldiği bir süreçtir (Sorun 2). Hekim verici karşısında bir ikilemdedir: Yüksek ya da düşük, her cerrahi müdahale risk içerir. Bu gerçek, zarar vermemeye ant içmiş bir hekimin, karşısındaki sağlıklı vericiye neşter vurmamasını gerektirir. Ancak donör aynı zamanda özerktir ve hekim, donörün bedeni üzerindeki tasarruf yetkisine saygı duymakla da yükümlüdür. Verici, özünde kendi çıkarlarıyla çelişse de, bedeninden bir 84 Organ Nakli Sempozyumu doku ya da organı bağışlama hakkına sahiptir. Sorun 1 ve 2 için çözüm, sağlıklı bir rıza (aydınlatılmış onam) süreci ile mümkündür. Organ bağışı, verici için büyük bir özveri örneği ve hasta alıcı için eşsiz bir şifa şansıdır. Ancak rıza almak üzere hekim, verici ve alıcıya operasyonun riskleri, komplikasyonları, başarısızlık ihtimali, ayrıca operasyon sonrası fiziksel sıkıntılar ve performans düşüklüğü gibi konularda detaylı bilgi vermekle, bu amaçla taraflara gereğince zaman ayırmakla yükümlüdür. Dahası açık, tıbbi terimlerden arındırılmış bir dil kullanarak tarafların verilen bilgiyi anladığından emin olmalıdır. Böylece bağışın, tüm bunları bilerek ve bir baskı–beklenti olmaksızın, salt bir gönüllülükten ileri geldiği temin edilmelidir. Bu sağlandıktan sonra hekime, vericinin bedeni üzerindeki tasarruf yetkisine dayanarak ve bir hasta alıcının tedavisi adına, işlemi gerçekleştirmek kalmaktadır. Artık eylemin referansı hastanın aydınlatılmış onamı yani rızasıdır. Hekimin vicdani, insani ve mesleki yükümlülüklerini yerine getirmiş sayılabilmesi, taraflardan titizlikle alınacak aydınlatılmış onama bağlıdır. Çocuklardan organ alınması konusu da etik anlamda tartışılan önemli konulardan biridir. Ülkemizde, 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanunun 5. Maddesinde “Onsekiz yaşını doldurmamış ve mümeyyiz olmayan kişilerden organ ve doku alınması yasaktır” ifadesi yer alır. Ancak, Türkiye’nin de imzaladığı ve daha sonra ülkemizde 5013 kanun numarası ile 9 Aralık 2003 tarihinde resmi gazetede yayımlanarak yasa metni haline gelen Avrupa İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nin (Oviedo Sözleşmesi) 20. Maddesinde “muvafakatini açıklama yeteneği bulunmayan bir kimseden organ veya doku alınamaz. İstisnai olarak ve kanun tarafından öngörülmüş koruyucu şartlar altında, muvafakat verme yeteneği olmayan bir kimseden kendisini yenileyen dokuların alınmasına aşağıdaki şartların gerçekleşmesi halinde izin verilebilir: i) muvafakat verme yeteneği bulunan uygun bir vericinin bulunmaması; ii) alıcı şahsın, vericinin erkek veya kız kardeşi olması;” hükmü yer alır. Yukarıda bahsettiğimiz 2238 sayılı kanunun 5. Maddesi ile uyumsuz olduğu gerekçesi ile Türkiye bu maddeye çekince koymuştur. 27 İlgili Kanun metninde, ”Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi”nin 36 ncı maddesi uyarınca, Sözleşmenin 20 nci maddesinin, muvafakat verme yeteneği olmayan kimselerden kendisini yenileyen dokuların alınmasını mümkün kılan 2 numaralı bendinin, 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanunun 5 inci maddesiyle uyum halinde olmaması nedeniyle, işbu madde fıkrasını uygulamamak hakkını saklı tutar.” ifadesini görmekteyiz.28 85 Organ Nakli Sempozyumu Ancak görüldüğü üzere Avrupa Biyotıp Sözleşmesi bazı hallerde erişkin olmayanlardan da organ ve doku alınmasına cevaz vermektedir. Ülkemizde yasak olmakla beraber, çocuklarda organ alımı ve nakli konusunu etik anlamda tartışabiliriz; bir verici (genellikle doku donörü) olarak sağ çocuk ve adölesanlara, çoğunlukla kardeşinin hayatı–sağlığı söz konusu olduğunda başvurulmaktadır. 18 yaş altı donörlere, erişkin donörlerden ya da kadavradan doku–organ sağlanamadığında ve başka bir tedavi seçeneği kalmadığında başvurulabilir. Çocuk hastalarda onam alınması tıbbi her müdahale için tartışmalıdır. Olgunlaşmamış bir çocuk, herhangi bir tıbbi müdahale için onam ve karar veremez. Bunun yerine, hemen her ebeveyn için çocukları ve bu tür vakalar özelinde ise iki çocuğu da vazgeçilemez ve biricik olduğundan, hekim ebeveynlerin muhakemesine ve çocukları adına alacakları karara genellikle güvenebilir. Bununla birlikte küçük verici, hekim ve ayrıca aile tarafından muhatap alınmalı ve tıpkı reşit vakalardaki gibi, yaşacağı deneyime dair bilgilendirilmelidir. Anlatım sırasında yaşı gözetilerek yeterince açık ama etkin bir dil kullanılmalıdır, bilgilendirilmelidir. Organ bağışı, 7 yaşındaki ve 17 yaşındaki bir verici için aynı anlama gelmeyecektir. Donörün, kendisine yönelik riskleri ve bağışının alıcı için değerini anlayışı da aynı olmayacaktır. Bilgilendirilişinin ardından vericinin operasyona dair görüşüne, yaşıyla doğru orantılı bir biçimde ağırlık verilmelidir. Belki süreç, sağ kefede ebeveynlerin verici adına alacakları kararın, sol kefede ise vericinin kendi kararının bulunduğu bir teraziye benzetilebilir. Başlangıçta 18 tuğlanın tümü sağ kefedeyken, vericinin yaşı yasal sınıra yaklaştıkça, her yıl için sağ taraftan sol kefeye bir tuğla aktarılmalıdır. Bu somutlaştırıcı örnek, 18 yaş altı bir bireyden onam alınmasını gerektiren her tıbbi müdahale için verilebilir. 12–18 yaşındaki bireyin bağışta bulunmak istemediğinden kuşkulanılıyorsa, diğer aile üyelerince buna yönlendirilmediği temin edilmelidir. 18 yaş altı donörlere, erişkin donörlerden ya da kadavradan doku–organ sağlanamadığında ve başka bir tedavi seçeneği kalmadığında etik ikilemler en aza indirilerek başvurulması makul bulunabilir. Anensefalik yenidoğanlar, gayri reşit donörler kapsamındaki çok tartışılmış bir diğer alt başlıktır. Anensefali, anensefalik bebekte beyin ve kafatasının önemli ölçüde konjenital noksanlığıdır. Doğumdan kısa süre sonra öldüklerinden, anensefalik bebeklerden sağlanacak organların ihtiyaç halindeki diğer hasta infantlara nakli düşünülmüş ve ilk kez 1980’lerde uygulanmıştır. Zira erişkinler gibi, kimi hasta infantlar için de organ transplantasyonu gerekli ve yaşam kurtarıcı bir tedavidir. Ancak pediatrik transplantasyonlar için uygun ebatta organ sayısının azlığından dolayı, organ temini infantlarda erişkin vakalara göre daha da zorlaşmaktadır. Buna bir çözüm getirebilmek için, anensefalik yenidoğanların organ kaynağı olarak kullanımı sürekli 86 Organ Nakli Sempozyumu gündeme gelmiştir. Ancak beyindeki anomaliden ötürü (beyindeki noksanlığa karşın, mevcut beyin sapı solunum ve kalp atışını sürdürdüğünden), anensefalik bebekler olağan beyin ölümü kriterlerine genellikle uymamaktadır. Diğer deyişle bu bebekler doğuştan birer “beyin ölümü vakası” değildir; doğumdan sonra yaşamaktadırlar. Kardiyorespiratuvar ölüm gerçekleşene dek beklendiğinde ise organlar transplantasyon için elverişsiz hale gelmektedir.14 Donör olarak anensefalik bir yenidoğana başvurulduğunda, henüz sağ bir bireyden organ almış olmak tehlikesi ve suçu söz konusudur. Anensefali prevalansı (Amerika, Avrupa ve Türkiye için) %0,5’ten15 düşük olduğundan, anensefalik bebekler doku–organ temini için ihmal edilebilir bir kaynaktır. Bu bireylere organ kaynağı olarak öncelik verilmemesi ve kardiyak ölüm gerçekleşene dek palyatif tedavinin sürdürülmesi etikçe en uygun seçenek görünmektedir. 2.2. Kadavradan Canlıya Organ Bağışı Son zamanlarda sorgulanır hale gelmekle birlikte, başlangıçtan beri “ölü donör kuralı”1* ile organ transplantasyonlarında ölü donörler canlı donörlere tercih edilmiştir.16 Günümüzde organ transplantasyonunda “ölü” bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde ventilatör desteğindeyken beyin ölümü gerçekleşen hastadır. Sağken organ bağışçısı olmuş kişilerin beyin ölümü halinde, yasalar gerektirmese de tercihen hasta yakınlarının görüşü alınmaktadır. Bağış beyanında bulunmamış kimseler için ise hasta yakınları organların alımında yasal karar vericidir. Ancak tedavinin başarısızlıkla sona erdiği bu keder anında, insanlar kararlarla değil duygularla meşguldür. Hastanın beyin ölümü tanısından haberdar edilen hasta yakınları, hastanın mekanik destek sayesinde sürmekte olan kalp atışı nedeniyle, ya da kaybın büyük acısından kaçmak için gerçeği yadsıyarak, hastanın hala yaşadığı inancında–savında olma eğilimindedir. Bu, umuttan vazgeçemeyiştir. Kimilerince ise beyin ölümü bitkisel hayat ya da koma durumlarının ifade ettikleriyle karıştırabilmektedir.2** Kabulü güç olsa da, bilinmek zorundadır ki beyin ölümü, ölümdür.3*** Hasta yakınları, hastanın tıbbi durumuna ve kaçınılmaz sonuna dair hassasiyetle aydınlaİng. Deaddonorrule. Organ nakillerinde canlılara zarar vermemek adına ölülere ait organların kullanımını canlı donörlere tercih eden yaklaşımdır. 2 ABD’deki bir ankette, katılımcıların bir kısmının beyin ölümü gerçekleşmiş hastaları ölü saymadığı, çoğunluğun ise beyin ölümünün tanımını doğru bilmediği, ayrıca koma ve bitkisel hayattaki hastaları “ölü” kabul ettiği ortaya çıkmıştır. R. Veatch, ölü kabul edilen ancak yasalara göre yaşıyor olan koma ve bitkisel hayattaki bu hastalardan organ alımı halinde, bu uygulamanın nasıl meşru kılınabileceğini sorgulamıştır: Koma ve bitkisel hayattaki hastaları sağ sayarak ve buna rağmen organlarını alarak mı, yoksa önce beyin ölümünün tanımını bu hastaları da kapsayacak biçimde genişleterek ve böylece organları ölülerden almış olarak mı? (17, 18) 3 Beyin ölümü halinde ölümün sahiciliği kimi hekimler tarafından da tartışılmıştır. Bu vakalarda ventilasyon nedeniyle beyin fonksiyonlarının geri dönüşsüz kaybından sonra dahi kalp atışı ve solunum sürmekte, böylece ventilasyon öncesi devirde gözlemlenen “geleneksel ölüm” gerçekleşememektedir. Bu nedenle beyin ölümü, tıbbi teknolojinin gelişiminin bir sonucu – ya da bedeli – niteliğindedir. Beyin ölümü, geleneksel ölümün insan müdahalesine maruziyetten sonra aldığı yeni formdur. 1 87 Organ Nakli Sempozyumu tılmalıdır. Sonrasında gerekçeleriyle açıklanarak organ bağışı için onayları aranabilir. Bir diğer zorlu senaryo, bir yakınına ulaşılamayan kimsesizler ya da naaşı tanınmayacak haldeki kişiler olabilir. Doğal olarak bu kişilere ait olumlu ya da olumsuz bir bağış kararı da mevcut olmayacaktır. Bireyin kararı bilinmiyorsa ve tahmin de edilemiyorsa, organların alımının bireysel özerkliğe aykırı olacağı öne sürülebilir. Ancak bu, güvenli ve denli kolaycı bir yaklaşımdır. Bunun yerine organların alımı lehine görüşler tartışılabilir: Geride kalanlar tarafından hayatını kaybeden insan adına, aslında tüm insanlık adına, ölü ve faydalı olmak, ölü ve özerk olmaya yeğ tutulabilir. Genellikle yasalar, bir ömrü noktalayan ölümlere odaklanmıştır, ancak henüz ömrün başlangıcından önce gerçekleşen ölümler de, organ transplantasyonu etiği kapsamındadır, örneğin: kürtaj ürünü fetüslere ait hücre, doku ve organların transplantasyon, tedavi ve araştırma amaçlı kullanımı. Fetal dokuların kullanımının elektif kürtajların sayısını artırabileceği, kimi gebelerin doku sağlamak amacıyla gebeliklerini sonlandırabileceği düşünülmüştür.19 İhtiyaç halindeki çocuklarına doku–organ sağlamak için bir diğer gebeliğe girişen ebeveynler de olasıdır. Buna karşın, gebeliğin talep üzerine sonlandırılabildiği yasal sürenin bitiminden sonra, ancak şu iki nedenle uygulanan bir kürtaj, yasaya ve etiğe uygundur: fetüsün iyiliği (1) ya da annenin çıkarları (2) gözetilerek. Diğer deyişle, ağır fetal özürlülük vakaları (1) dışında kürtaj, bir alıcının değil annenin çıkarlarına (2) yönelik olmalıdır. Annenin fiziksel–zihinsel sağlığına yönelik risklerle gerekçelendirilmeli, aksi halde onaylanmamalıdır. Tıp etiğinde birkaç tartışma konusu bir soru(n)da buluşabilir, örneğin: Fetüsünde anensefali teşhis edilen bir anne, gebeliği o anda sonlandırmak seçeneğine karşın, bebeği doğurmak ve böylece diğer hasta infantlara organ sağlamak gibi bir karar alırsa, bu karara itiraz etmemek bir hekim için etik midir? Anne özerk olduğu için gebeliği sonlandırıcı herhangi bir operasyona zorlanamaz. Öte yandan, tedavi edilemez bir hastalıkla ve kısa süre içinde ölmek üzere doğmak, fetüsün iyiliğine aykırı düşecektir. Anensefalik fetüsün iyiliği mi, yoksa onun ölümü ve organları sayesinde diğer infantların tedavisi mi, yoksa diğer infantları yaşatarak kendi talihsiz gebeliğini anlamlandırmak isteyen annenin bu surette tesellisi mi, daha önemli ve öncedir? Birinin zararı pahasına diğerlerini tedavi ve tesellinin kabul edilemezliği anneyle tartışılmalıdır. 2.3. Organ Bağışına Yaklaşımlar Organ bağışı konusunda, pek çok insan habersiz, duyarsız, ya da eylemsizdir. Habersizler, organ bağışlayarak kimi hastaların tedavisinde rol alabileceklerini bilmemektedirler. Duyarsız insanlar ise bunu bilmekle birlikte umursamamaktadır. Eylemsizler, bağışın önemini bilmekte ve genellikle yardım isteği taşımakta, ancak, örneğin ilgili 88 Organ Nakli Sempozyumu bir kuruma gitmek ve bağış kartı edinmek üzere eyleme geçmemektedir. Üç grubun da ortak noktası, bağışçı olmak ya da olmamak üzere herhangi bir seçimde bulunmamaktır. Bugün Türkiye’de çoğunluk bağışçı değilse, nedeni insanların ölüm sonrası organlarının kullanımını reddetmiş değil, yalnızca buna dair bir onay beyanında bulunmamış olmasıdır. Yeraltında mevcut ancak işlenmemiş bir maden gibi, toplumda da değerlendirilmemiş bir bağış potansiyeli söz konusudur. Aksi beyan edilmediği takdirde ölüleri donör varsayan ülkelerde yükselişe geçen bağış oranları, çoğunluğun retçi değil yalnızca eylemsiz olduğunun bir başka göstergesidir. Bununla birlikte, başta dini yanılgılar olmak üzere yanlış bilgiden ötürü organ bağışından kaçınan insanların sayısı da azımsanamaz. Oysa organ bağışında bulunmak ve organ naklinden yararlanmak, dini otoritelerce tasvip ve teşvik edilmektedir. Papa II. John Paul, “bazen başka bir umudu kalmayan hastalara sağlık, hatta hayat şansı vermek üzere ve etikçe kabul edilebilir bir biçimde” gerçekleştirildiğinde, organ bağışını olumlu değerlendirmiştir.20 Halefi Papa XVI. Benedict, kardinallik yıllarında bağış kartı taşımıştır.21 İslam da organ bağışına ve nakline karşı çıkmamaktadır. Öyle ki, domuz gibi yasaklanan hayvanların dahi zorunluluk halinde doku–organ sağlamak üzere kullanımı uygun görülmüştür.22 T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu “…hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için bundan başka çaresi olmaması; …organ veya dokusu alınan kişinin bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması, sağ ise alınacak organ veya dokunun hayati bir organ olmaması, …organ veya dokusu alınacak kişinin ölmeden önce buna izin vermiş olması veya hayattayken aksine bir beyanı yoksa yakınlarının rızasının sağlanması; alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması; tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması…” halinde ölüden ya da canlıdan organ naklini onaylamıştır.23 “Tedavi için başka çare olmaması, bağışçının, yakınlarının ve alıcının rızasının sağlanması” gibi şartlar, tıbbi otoritelerce de gözetilmekte, hastaya zarar vermeme ilkesi ve aydınlatılmış onam prosedürüyle çözüm bulmaktadır. Geriye, bu görüşleri dini çekinceleri olan insanlara iletmek ve doğru sanılan yanlışları düzeltmek kalmaktadır. 2.4. Alıcının Seçimi Transplantasyon öncesinde donör ile alıcı birbirini tanıdığı takdirde, ikisi arasında vaat, beklenti ve pazarlıkların gelişme olasılığı mevcuttur. Alıcının bir resmi kurum tarafından belirlendiği sistemlerde, donörün bağışının yalnızca gönüllülükten ileri geldiğini temin etmek kolaylaşır. Organ bağışından yararlanmak üzere hangi grup(lar) önceliklendirilmelidir ya da herhangi bir grup önceliklendirilmeli midir? Alıcı, resmi kurum tarafından bir dizi kritere göre seçilecekse, bu kriterler ne olmalıdır? Nakledilecek organ kıtlığı göz önüne alındığında, çok sayıdaki alıcı adayı arasından, transplantasyonun başarı ve mak89 Organ Nakli Sempozyumu simum yararla sonuçlanması daha olası görünen aday seçilmelidir. Buna göre, alıcı adayı ile verici arasındaki kan ve doku uyumu, ayrıca alıcının yaşı, halihazırdaki sağlık durumu ve motivasyonu başlıca faktörlerdir. Alıcının seçiminde bu yol gösterici kriterlerle dahi birtakım zorluklar gündeme gelebilir. Örneğin, İngiltere ve ABD’deki uygulamalar, böbrek transplantasyonu adayları arasından gençleri, ileri yaştaki hastalara göre önceliklendirmektedir.24 Adalet ilkesi ise, organ için beklenen süreyi göz ardı etmemeyi gerektirecektir. Bir böbrek, donörle biyolojik uyum sağlayan iki alıcı adayı arasından, beş yıldır organ bekleyen 55 yaşındaki hastaya mı, bekleyişi bir yıldır süren 25 yaşındaki hastaya mı nakledilmelidir? Ya da tüm diğer parametreler eşit ya da neredeyse eşitken, örneğin, bir anne bir hayat kadınından öncelikli olmalı mıdır? Alkolizmden ötürü karaciğer nakli ihtiyacındaki bir hastayı, “Bu onun hatasıydı” argümanıyla öteleyen bir yaklaşıma, “Hata yapmak insana özgüdür” gibi basit bir yanıtla karşı çıkılamaz mı? En önemlisi ise, bu gibi sorulara öznel yargılardan arı yanıtlar vermek mümkün müdür? Alıcıyı belirleyecek formülü, mümkün olduğunca, biyolojik uyum oranı, tıbbi başarı şansı ve bekleme süresi gibi sayısal parametrelerden ibaret tutmak, etiğe uygun olandır. 3. Dünyadaki Organ Bağışı Modelleri Hayat kurtarıcı organ transplantasyonları önce organ bağışıyla mümkündür. Nakil için daha fazla organ sağlamak üzere, ülkelerce ölüden ya da canlıdan organ bağışını artıracak farklı uygulamalara gidilmiştir:25 3.1.İspanya Modeli Ülkedeki düşük bağış oranı sebebiyle, 1989’da İspanya’da Ulusal Transplantasyon Kurumu4* kurulmuştur. Organ bağışı sürecinin, bu konuda özel eğitimli organ nakli koordinatörlerinden oluşan takımlara bırakılması önerilmiştir. Bu takımın süreci iyi idare edebilen ve güven telkin eden, doğru kişilerden oluşması, ayrıca bağış talebinden önce aileyle iyi ilişkiler kurabilmesi önemlidir. Yine bir diğer önemli nokta, organ talep etmek için en uygun zamanın belirlenmesidir. Takım, ailenin ölümün gerçekleştiğini anlamasını sağladıktan sonra, organ bağışı için aileden talepte bulunmaktadır. Sistem öncelikle yoğun bakımdaki potansiyel vericileri tespit etmekte ve gerçekleşen beyin ölümlerini kaçırmadan rapor etmeyi sağlamaktadır. Böylece her beyin ölümü vakasında aileye bağışta bulunma seçeneği sunulabilmektedir. Sorunun sadece verici eksikliğinden kaynaklanmadığını belirten koordinatörler, asıl başarısızlığın potansiyel bağışın gerçek bağışa çevrilemeyişinden kaynaklandığını belirtmiştir. Buna göre organ bağışındaki sorunlar, uygun bağışçı yokluğundan değil potansiyel donörlerin bulunmasında ve bu kişilerden onam alınmasındaki zorluklardan kaynak4 90 İsp. Organizacion Nacional de Transplantes Organ Nakli Sempozyumu lanmaktadır. Çalışmalar sayesinde İspanya’da son yıllarda ailelerin organ bağışını ret oranı %21,5’e inmiş, İspanya bağış oranı düşük ülkeler kategorisinden çıkarak yüksek bir bağış oranı elde etmiştir. Bu, daha iyi bir organizasyon ve daha insani yaklaşımlar sonucunda elde edilen bir başarıdır. Aslında İspanyol yönteminin, ticari amaçlı çağdaş pazarlama ve ikna metotlarına benzediği söylenebilir. Sağlık çalışanlarının donör yakınlarını organ bağışına ikna edilebilme kabiliyetine dayanmaktadır. Bu bakımdan, sadece tüketimi körükleyen yaygın pazarlama taktiklerinin, ahlaki bir dönüşümü olarak değerlendirilebilir. İnsanların gönüllülük ve azimle organize olmaları halinde, organ bağışının artabileceğini göstermiştir.25 3.2.Belçika Modeli Belçika’da yürürlükteki varsayılan onam yasasına göre, organ bağışında öncelik isteklilere aittir. Şehirlerdeki merkezlerde kişiler hayattayken bağış formu doldurmakta ve bu bilgiler ulusal kayıt merkezine gönderilmektedir. Bu bilgilere sadece transplantasyon takımı elemanları ulaşabilmektedir. Eğer kişi sağken form doldurarak izin vermişse, ölümünden sonra ailesi istemese de organları alınabilmektedir. Eğer bağış formu doldurmamış ise, kişinin sağlığında organ bağışına gönüllü olduğu varsayılmaktadır ve organ alımı için ailenin izni aranmamaktadır. Buna göre organların alınacağı aileye bildirilmeyebilir, yasal bir bildirim yükümlülüğü mevcut değildir. Ancak aile reddederse organ alınamaz. Bu uygulama “nasıl askerlik bir vatani görevse, doku–organ bağışı da öyle olmalıdır” argümanıyla savulmuştur. Böylece, aksi belirtilmediği takdirde, Belçika nüfusunun %98’i organ bağışçısı durumundadır ve aydınlatılmış onamın yerini “varsayılan onam” almaktadır. Ancak sağken bir fikir belirtmemiş kişilerin böyle bir isteği olmayabileceği düşünüldüğünde, bu durum kendi bedeni üzerinde tasarruf özgürlüğüne ve medikal etiğin özerklik ilkesine aykırıdır.25 3.3.İran Modeli İran modelin çarpıcı bir özelliği, birçok ülkeden farklı olarak, donöre maddi bir karşılık (bağışı için bir bedel) verilmesidir. Akraba olmayan sağ kişilerden böbrek bağışının kabulüne yönelik 1998 tarihli düzenlenmeyle birlikte, İran’da böbrek bekleyenlerin artık mevcut olmadığı iddia edilmektedir. Vericiye maddi bir bedel verilişi yeterince tartışılmamış bir konudur; bu bedeli “ödüllendirici bir hediye” sayan görüş, 90’lı yıllarda dile getirilmiştir. Bu görüşe göre organlar satılamaz ancak donör bağışı için ödüllendirilir. Robert Veatch gibi bazı düşünürler “ödüllendirici hediye” ifadesini dilin çarpıtılması olarak yorumlamış ve karşı çıkmıştır. Vericiye verilen paranın bir ödül değil açıkça bir “ödeme” olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte donörün makul masraflarını karşılamak kabul edilebilir bulunmuştur.26 Diğer tartışılır görüşlere göre, vericiye organı karşılığında para ödemek, üzerinde fi91 Organ Nakli Sempozyumu yat etiketi olan bir mal satın almakla aynı şey değil, donörü özverisinden ötürü takdir etmektir. İş ve günlük hayatından ödün vererek başkasının hayatını kurtarma çabası için bir teşekkür ifadesidir. Organların aracı kurumlarca satımı ve satın alımı kabul görmemiştir.26 İran’da birçok kişi bu uygulama sayesinde organ bulamayarak ölmekten kurtulmuş görünmekteyse de görünürdeki başarı, riskleri ortadan kaldırmamaktadır. “Uygun” bir bedelin miktarı toplumdan topluma ve aynı toplumda kişiden kişiye değişebilir. “Uygun–yeterli bedel” ile “kışkırtıcı miktar” arasındaki sınır oldukça ince ve sübjektiftir. Paranın bir kötü niyet ve kötüye kullanım aracına dönüştüğü örnekler sayısızdır; çaresiz insanlara geri çeviremeyecekleri miktarlar teklif etmek ahlaki olmayacaktır. İran ve Belçika’daki uygulamalara dair sakıncalar yukarıda tartışıldıktan sonra, organ teminine yönelik bu üç farklı çözüm arasından İspanya modeli, tıp etiğince en kabul edilebilir uygulama olarak öne çıkarılabilir. İspanya modelinde toplumu duyarlı kılmak ve ikna etmek amaçlanmaktadır. Böylelikle bireylerden ölüm sonrasında organlarının kullanımı için onay sağlanabilir. Bu özerk bir insan karşısında uygun bir yöntemdir; zira özerk birey herhangi bir uygulamaya zorlanamaz, kendisine önerileni kabul eder ya da geri çevirir. Bununla birlikte, ikna sırasında bireyin insani, vicdani, dini değerlerini istismar etmeyecek kadar ölçülü, ancak organ bağışının bireyin kendisine ve topluma yönelik değer ve yararlarından herhangi birini es geçmeyecek kadar da kapsayıcı olunmalıdır. 25 3.4. Türkiye’de Organ Bağışı ve Sorunlar Türkiye’de organ nakline yönelik tüm işlemler, 1979 tarihli “Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun” ile düzenlenmektedir. Kanuna göre 18 yaşından büyük ve mümeyyiz kişiler, organlarını bağışlamak isteklerini iki tanık huzurunda ve yazılı olarak beyan ettiklerinde, bağışçı haline gelirler. Sağken bağış beyanında bulunulmamışsa, organ alımı için beyin ölümü tanısının ardından kişinin yakınlarından yazılı izin sağlanması şarttır. Ayrıca ilgili kanuna bağlı yönetmelik ve yönergeler de uygulamaya girmiştir. Bugün Ulusal Koordinasyon Sistemi, 28.5.2008 tarihinde Bakan onayıyla yürürlüğe giren “Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi Yönergesi”ne göre işlemektedir. İspanyol modeline benzeyen bu uygulamada bölgesel–ulusal koordinasyon merkezleri ile hastane koordinatörleri uyumlu çalışmaktadır. Buna göre bütün kadaverik donörler hastane koordinatörleri tarafından Bölge Koordinasyon Merkezi’ne, buradan da Ulusal Koordinasyon Merkezi’ne bildirilir ve dağıtım buralardaki sıralamalara göre yapılır. Türkiye bu sisteme göre coğrafi yakınlık baz alınarak dokuz ayrı bölgeye ayrılmıştır. 92 Organ Nakli Sempozyumu Örneğin, böbreklerin dağıtımında kan–doku uyumu, diyalize girme süresi ve yaş gibi faktörlerin etkili olduğu bir puanlama sistemi kullanılır. Kadaverik böbrek, daha önce bilgileri nakil merkezlerince sisteme girilmiş hastalar arasından en yüksek puan alan hastanın bekleme listesinde olduğu hastaneye gönderilir. Ancak kadaverik donör sayısının azlığı, Türkiye için hala önemli bir sorundur; yılda ortalama 5,000 kişi kronik böbrek yetmezliği tanısıyla diyalize başlamaktadır. Henüz bekleyen hastalara organ sağlanamazken, her yıl binlerce yeni hasta listeye eklenmektedir. 1975–2007 döneminde Türkiye’de 5,923 transplantasyon uygulandığı rapor edilmiştir. Oysa aynı raporda 40,309 hemodiyaliz, 6,370 periton diyalizi hastası olduğu belirtilmektedir. Bu dengesizlik, organ ihtiyacının çözümünde mevcut yaklaşımların ötesine geçmek gereğine işaret etmektedir. ABD’de de organ nakil koordinatörlüğü büyük oranda hemşireler tarafından yapılan bir iştir. Yine İngiltere’de Organ Nakli Koordinasyon Sistemi tümüyle hemşireler üzerine kurulmuştur. Dünyaca örnek alınan İspanya’da ise tek tek koordinatörler yerine koordinasyon takımları rol almakta, bu takımlarda yoğun bakım uzmanları ve hemşireler sıklıkla birlikte çalışmaktadır. Türkiye’de de çözüm için hemşirelerden yararlanılabilir. Kaynaklar 1. Schlich T. Theorigins of organ transplantation. Lancet. 2011;378(9800):1372–1373. 2. Ziegler MM. Nobel laureates in surgery. Ed: Souba WW, Wilmore DW. SurgicalResearch. ABD: AcademicPress; 2001:1288. 3. Parangi S, Phitayakorn R. ThyroidDisease. ABD: Greenwood; 2011:100. 4. Testi AR. Founders of medicaltechniquesandinventions: an annotatedbiobibliography. Ed: Stankus T. Biographies of ScientistsforSci-Tech Libraries: AddingFacestotheFacts. ABD: HaworthPress; 1991:167. 5. Flaman P. Organ andtissuetransplants: someethicalissues. Ed: Lynch MA, Stinson N. Topics in BioethicsforScienceandReligionTeachers: ReadingsandStudy Guide. Kanada: EdmontonCatholic Schools; 1994:31–46. 6. Starzl TE. Peter BrianMedawar: father of transplantation. Journal of theAmericanCollege of Surgeons. 1995; 180(3):332–336. 7. ABD Sağlık ve İnsani Hizmetler Bakanlığı. Timeline of historicaleventssignificantmilestones in organ donationandtransplantation. U.S. Department of Health& Human Services Online. 8. Ekser B, Ezzelarab M, Hara H ve ark. Clinicalxenotransplantation: thenextmedicalrevolution? Lancet. 2012;379(9816):672–683. 9. Bayezid Ö, Balkanay M, Öztek İ ve ark. Thefirstsuccessfulhearttransplantation in Turkey. Koşuyolu HeartJournal. 1990;1(1):3–10. 10. Erek E, Süleymanlar G, Serdengeçti K. Nephrology, dialysisandtransplantation in Turkey. NephrologyDialysisTransplantation. 2002;17(12):2087–2093. 11. Ateş Y, Çanakçı N, Alkış N, Saygın B. Bir vaka nedeni ile karaciğer transplantasyonundaanestezik yaklaşım. Ankara Tıp Mecmuası.1994;47:695–704. 12. Bayezid Ö, Balkanay M, Carin M ve ark. Türkiye’de ilk takipli ortotopik kalp transplantasyonu. Türk Kardi- 93 Organ Nakli Sempozyumu yoloji Derneği Arşivi.1990;18:136–141. 13. T.C. Sağlık Bakanlığı. Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği. T.C. Resmi Gazete, 28191. 1.2.2012. 14. Bioethics Committee, Canadian Paediatric Society. Use of anencephalic newborns as organ donors. Paediatrics & Child Health. 2005;10(6):335–337. 15. Lie RT. An international perspective on anencephaly and spina bifida: prevalences by the turn of the century. Ed: Wyszynski DF. Natural Tube Defects: From Origin to Treatment. ABD: Oxford University Press; 2006:125–129. 16. Truog RD, Miller MG. The dead donor rule and organ transplantation.The New England Journal of Medicine. 2008;359(7):674–675. 17. Siminoff LA, Burant C, Youngner SJ. Death and organ procurement: public belief and attitudes. Kennedy Institute of Ethics Journal.2004;14(3):217–234. 18. Veatch RM. Abandon the dead donor rule or change the definition of death. Kennedy Institute of Ethics Journal.2004;14(3):261–276. 19. Sanders LM, Giudice L, Raffin TA. Ethics of FetalTissueTransplantation. The Western Journal of Medicine. 1993;159(3):400–407. 20. Papa II. John Paul. Address of the Holy Father John Paul II to the 18th International Congress of the Transplantation Society.Erişim: http://www.vatican.va/holy_father/john_paul_ii/speeches/2000/jul- sep/documents/hf_jp-ii_spe_20000829_transplants_en.html (11.6.2012). 21. Squires N. ThePope is an organ donor but his body partscannot be donated. TheTelegraph. Erişim: http://www.telegraph.co.uk/news/religion/the-pope/8303510/The-Pope-is-an-organ-donor-but-hisbody-parts-cannot-be-donated.html (2.5.2012). 22. Atighetchi D. IslamicBioethics: ProblemsandPerspectives.Springer; 2007:182. 23. T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı. Organ Bağışı (Din İşleri Yüksek Kurulu 6.3.1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı). Erişim: http://www.diyanet.gov.tr/turkish/namazvakti/dok/d_hiz/id2.asp (10.7.2012). 24. Beauchamps TL, Childress JF. Principles of BiomedicalEthics. Beşinci baskı. ABD: Oxford UniversityPress; 2001:259–260. 25. Ertin H, Harmancı AK, Mahmutoğlu FS, Başağaoğlu İ. Nurse-focusedethicalsolutionstoproblems in organ transplantation. NursingEthics. 2010;17(6):705–714. 26. NuffieldCouncil on Bioethics. Human Tissue: Ethicaland Legal Issues. İngiltere: NuffieldCouncil on Bioethics; 1995:132. 27. Mumcu A, Küzeci E. İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri. Ed.Yürük A.T, Selvi K. Anadolu Üniversitesi Yayını No:1590, 2005:83 28. Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun,T.C. Resmi Gazete, 25311. 9.12.2013. 94 Organ Nakli Sempozyumu BEYİN ÖLÜMÜ TESPİTİ VE ORGAN NAKLİ SÜRECİNDE YAŞANAN ETİK SORUNLAR/İKİLEMLER Yrd. Doç. Dr. Mehmet Karataş İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD [email protected] Özet Organ transplantasyonu yapılacak hastalar için özellikle kaynak kabul edilebilecek vakalar beyin ölümü gerçekleşmek üzere olan hastalardır. Bu hastaların ülkemizde Ocak 2014 öncesi beyin ölümü tespiti dört kişilik bir hekim grubu tarafından yapılırken günümüzde iki hekimin onayı ile olmaktadır. Turgut Özal Tıp Merkezinde beyin ölüm tespiti hem hekimlerin, hem hastanın, hem de hasta yakınlarının etik kurallara uygun bir şekilde sürece dahil edilmesiyle yapılmaya çalışılmaktadır. Bu süreçlerin yönetilmesi sırasında oldukça hassas davranılarak kişilerin rencide edilmeden etik ve yasal kurallar çerçevesinde hareket edilmesi gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Beyin ölümü tespiti, organ nakli, etik ikilemler. Giriş İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezinde Beyin Ölümü Tespit Komisyonu tarafından beyin ölümü tespiti için koordinasyon sağlanarak organ nakline kadar olan süreçler yönetilmeye çalışılmaktadır. Bu komisyonun işleyiş süreci hastanemizde tedavi görmekte olan hastalardan beyin ölümü gerçekleştiği düşünülen hastaların, takip edilen klinik tarafından Beyin Ölümü Tespit Komisyonu koordinatörüne bildirilmesiyle başlamaktadır. Bildirim sonrası öncelikle Anesteziyoloji daha sonra Nöroloji veya Beyin Cerrahi bö96 Organ Nakli Sempozyumu lümlerinden bir öğretim üyesi ilgili hastaya Beyin Ölümü Tespit Komisyonu koordinatörü tarafından yönlendirilmektedir. Anesteziyoloji bölümü öğretim üyesinin hastayı değerlendirmesi sonrası beyin ölümü tespit formu tespitler doğrultusunda doldurulur ve onaylanır. Nöroloji ya da Beyin Cerrahi bölümlerinden birinin de gerekli muayene ve tetkikleri sonrası öğretim üyesinin tespitleri doğrultusunda ilgili form doldurulur ve onaylanır. Beyin Ölümü Tespit Formu ilgili öğretim üyeleri tarafından onaylandıktan sonra Beyin Ölümü Tespit Komisyonu koordinatörü de bu formu onaylamaktadır. Beyin ölümünün gerçekleştiği bilgisi, hastayı takip eden hekim tarafından hastanın ailesine bildirilmektedir. Ailenin beyin ölümünü öğrenmesinin ardından Organ Nakli Koordinatörüne Beyin Ölümü Tespit Komisyonu koordinatörü haber vererek hastanın beyin ölümünün gerçekleşmiş olduğu, ailenin konu hakkında bilgilendirildiği iletilir. Bundan sonra eğer ailenin onayı olursa organ transplantasyonu ekibi tarafından süreç başlatılarak organ nakli gerçekleştirilmektedir. Yaşanan Etik Sorunlar/İkilemler Beyin ölümü tespiti sürecinden başlayarak organ nakli ile devam eden veya etmeyen süreçler içerisinde etik sorun/ikilem yaşanan aşamaları aşağıdaki maddeler ile sıralayabiliriz: 1. Beyin ölümü gerçekleşme ihtimali olan hastaların belirlenmesi ve bu bilginin iletilmesi 2. Beyin ölümü tespit süreci 3. Beyin ölümünün gerçekleşmiş olduğunun aileye söylenmesi 4. Beyin ölümü gerçekleşen kişinin yaşamı sırasında rızası 5. Organ transplantasyonu için aile ile görüşülmesi 2238 sayılı Kanunun 11 inci maddesi 18 Ocak 2014’te şu şekilde değiştirilmiştir: “Tıbbi ölümün gerçekleştiğine, biri nörolog veya nöroşirürjiyen, biri de anesteziyoloji ve reanimasyon veya yoğun bakım uzmanından oluşan iki hekim tarafından kanıta dayalı tıp kurallarına uygun olarak oy birliği ile karar verilir.”1,2 Bu yasal düzenleme ile birlikte beyin ölümünün gerçekleştiğini iki hekim tespit edebilmektedir. Dünyadaki uygulamalara baktığımızda bazı ülkelerin bunu tek hekimle yaptığını görmekteyiz. Ülkemizdeki yasal düzenleme ile beyin ölümünü tespit eden hekim sayısının ikiye düşürülmesi organ donörü olabilecek beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların daha çabuk bir şekilde süreçlerinin yönetilmesine neden olmuştur. Beyin ölümünün gerçekleştiği hastayı takip eden hekim tarafından hastanın ailesine 97 Organ Nakli Sempozyumu bildirilmelidir. Bu noktada hastayı takip eden hekim değil de başka bir hekimin (beyin ölüm tespiti yapan hekim veya organ nakli yapacak olan hekim) sürece dahil olması bazı etik sorunlara neden olabilir. Ailenin hastalarının organlarının başka bir hastaya transplante edilebilmesi için başka hekimlerin kendi hastalarına uygulanacak tedaviyi engellediği düşüncesine kapılmalarına neden olabilecektir. Bu yüzden oldukça hassas davranılarak süreçlerin etik ilkelere ve hasta haklarına3,4 uygun bir şekilde yönetilmesi gerekmektedir. Ülkemizdeki mevcut 2238 Sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanun gereği beyin ölümü gerçekleşmiş birinin yaşamı sırasında organlarının alınması için onamı var fakat beyin ölümü gerçekleştikten sonra aile fertleri izin vermiyorsa bu kişiden organ alınamamaktadır. Bu kişinin yaşamı sırasında herhangi bir organ bağışı olmamış olsa bile aile fertlerinin onayı ile beyin ölümü gerçekleşen kişiden organ alınabilmektedir.2 Türkiye’deki yasal düzenleme gereği organ nakil ekibi ile beyin ölümü tespiti yapacak hekim grubunun birbirinden farklı hekimlerden oluşması gerekmektedir. Bu düzenleme ile organ ihtiyacı olan bir insanın tedavisini yapan hekimin şiddetle arzu ettiği organın alınacağı kişiyi başka hekimlerin kararı ile tespit edecek olması, hekimlerin etik ve yasal sorun yaşamamasına neden olmaktadır.2,3,5 Ayrıca, klinik uygulamalar sırasında beyin ölümü tespitini gerçekleştirecek hekim grubunun bahse konu hastaları takip eden hekimlerden gelen talep üzerine sürece dahil olmaları da bazı etik sorunların yaşanmamasına neden olacaktır. Böylece birbirinden bağımsız üç hekim (beyin ölümü gerçekleşme ihtimali olan hastayı tedavi eden, beyin ölümü tespiti yapan, organ nakli yapan) grubu arasında hem hastalar adına hem de hekimlik mesleğini icra edenler adına sorunsuz tıbbi uygulamalar gerçekleşecektir. Sonuç Beyin ölümü gerçekleşme ihtimali olan hastaları takip eden, beyin ölümünü tespit eden ve organ naklini gerçekleştiren ekiplerin birbirleri ile uyumlu, yasal mevzuata uygun ve etik ilkeler çerçevesinde hareket edebilmesi bu süreçlerin daha verimli yönetilmesine neden olacak ve birçok insanın fayda görmesi sağlanacaktır.3-7 Kaynaklar 1. Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun. Resmi Gazete. 18 Ocak 2014. Sayı:28886. 2. Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanun. Resmi Gazete. 03/06/1979. Sayı:2238. 3. Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi. Resmi Gazete 19/2/1960. Sayı:10436. 4. Hasta Hakları Yönetmeliği. Resmi Gazete. 01/08/1998. Sayı:23420. 98 Organ Nakli Sempozyumu 5. Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği. Resmi Gazete. 01/06/2000. Sayı:24066. 6. Hekimlik Meslek Etiği Kuralları. TTB 47. Genel Kurulunda kabul edilmiştir. 10-11 Ekim 1998. 7. Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun. Resmi Gazete. 14/4/1928. Sayı:863 99 Organ Nakli Sempozyumu ORGAN NAKLİ Mİ KİMLİK TRANSFERİ Mİ? Doç. Dr. Zülküf Kara Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji AD [email protected] Özet Fenomenolojik açıdan bedenin canlı ve bilinçli olduğu tezinden hareketle yürütülen bu çalışmada, yüzleri deforme olmuş insanların kişilik ve benliklerinde meydana gelen değişimlere eşlik eden toplumsal “büyük gözaltı”yla nasıl başa çıktıkları ve bedensel bir deformasyonun toplumsal bir etiketlemeye dönüştüğü rahatsızlıktan kurtulmak için ne tür bir “toplumla yüzleşme” imkânı aradıkları konu edilmiştir. Ayrıca organ nakli ile kişilik arasında biyolojik bir atıftan çok fenomenolojik (canlı/bilinçli) bir ilgiden hareketle dört yüz nakli hastası ve operasyonları gerçekleştiren doktorlarla yüz yüze görüşmeler çerçevesinde elde edilen veriler sosyolojik perspektiften izah edilmeye çalışılmıştır. Anahatar Kelimeler: Organ Nakli, Kimlik, Yüz Nakli, Fenomenolojik Beden Giriş Organ nakillerinin kişisel kimlik üzerindeki etkisi; medya, akademik dünya ve gündelik yaşamda henüz tartışılırken, organ nakli arasında sayılan yüz naklinin, bireysel ve toplumsal kimlik katındaki rolüne ilişkin tartışma çok daha yenidir. Çoğu zaman, bilinçli bir tercih olarak bu tartışmadan uzak durulmasının ardında, hem bu nakil türünün çok yeni olması, hem de tıbbi bir başarının etik tartışmalarla gölgelenmesinin önüne geçmek gibi nedenler sayılabilir (Swindell, 2007: 1-6). Söz konusu başarı, genel anlamda tıbbın tarihten bu yana inşa ettiği söylem türüyle yakından ilişkilidir. Tarihsel olarak tıp alanında 19. yüzyılda salgın hastalıkların tedavi edilmesi ve tıbbi teknolojideki yaşanan gelişmeler, tıbbın toplumsal değerini arttırmıştır. Halkın gözünde de 100 Organ Nakli Sempozyumu din ve hukuk gibi güçlü hale gelen tıp, gücü tartışılmaz bir otorite simgesi olmuştur. Tıp bilimindeki gelişmeler, tıp mesleğinin en son teknolojilerle yürütülen yüksek bilgili kişilere sahip bir meslek olmasını sağlamış ve Turner’ın ifade ettiği gibi (2011), modern bilincin ütopyası olan “sağlık rüyasına” katkıda bulunmuştur. Bu sağlık rüyasının gerçekleştirilmesinde önemli bir role sahip olan doktorlar, hastanelerde hastaları bir birey olarak görmeyip, hasta organ olarak tanımlamış ve bu hasta organları tedavi etmiştir. Bu süreç hasta ve doktor arasındaki mesafenin artmasına, doktorun otoritesinin güçlenmesine neden olmuştur. Bununla beraber doktorların her söylediğinin doğru, her yaptığının iyileştirici olduğuna inanıldıkça, doktorlar da bu destekle kendilerini Tanrısal bir güçle özdeşleştirmişlerdir. Hasta iyileştirme görevi, edinilmiş bir meslek olarak değil Tanrısal bir güç, özel bir yetenek olarak görülmüş, bu özel güç, yetenek neredeyse yaşamın bütün alanlarında kullanılmıştır (Sezgin, 2011). Çabuklu’ya göre (2004: 105), modern anlamda 18. yüzyılda keşfedilen hastalık, etrafında oluşturulan metafor ve mitlerle dikkat çeken bir olgu olmuştur. Bundan önce temel olan hastanın anlattıkları, doktorun tüm dikkatini hastanın şikâyetleri ve semptomları üzerinde 1toplaması ve tedaviyi bu çerçevede yönlendirmesiydi. Fakat daha sonra bu yaklaşım değişikliğe uğramıştır. Descartes hastanın şikâyetiyle doktorun bakışını birbirinden koparır, ayırır, hastalığı makineyi andıran bedenin uğradığı mekanik bir arıza, acıyı da bir kırmızı ışık olarak ele alır. 17. ve 18. yüzyıllarda hastalık giderek hastanın subjektif deneyiminden koparılarak objektif bir tıp sistemine, ölçümlere, deneylere tabi kılınan bir arızaya dönüştürülür. Hastanın şikâyetleri güvenilir bir temel olmaktan çıkar; evrensel tıp bilimiyle donanmış doktoru bundan böyle gerekirse hastayı kendi hastalığı hakkında, anlattıklarına rağmen iyileştirmeye çalışacaktır. Artık hasta hissetmekte, doktor bilmektedir. Tıbbi rakamlar objektif yani doğru, hastanın öyküsü subjektif yani güvenilmezdir. 19. yüzyıla gelindiğinde artık bedenin şeffaflaştırılacağı ve gizlerini açığa vurmak zorunda bırakılacağı bir döneme girilmiş, dışsal olgu haline gelen hasta böylece “parantez”e alınıp “by-pass” edilmiştir. Stetoskopun, tıbbi ölçüm aletlerinin bulunmasıyla birlikte doktor artık hastayı değil, bedenin işleyişlerini dinliyor, organik fonksiyonlara doğrudan ulaşabiliyordu. Tıp artık hastayı değil, hastalığı tedavi etmekteydi. Hasta bedenine ait bilgiden yoksun bırakılmış, hastalığı ondan koparılarak yabancı bir olgu haline getirilmişti. Modernliğin biyo-medikal modeli hastalığı kişisizleştirmiş, hastalığı bir makine olarak gördüğü bedene ait bir fonksiyon bozukluğuna indirgemişti. Foucault’a (2002: 34) göre, 19. yüzyılda açılmaya başlayan hastaneler, doktorların aynı hastalığa sahip hastaları aynı mekânda inceleyip gözetledikleri yer anlamına gelmeye başlamıştır. Bu sayede aynı mekânda farklı bedenler tıp için birer nesne haline getirilmiştir. Tıbbın toplum üzerindeki söylem gücünü, dinin toplumsal alandaki rolünün azalma- 101 Organ Nakli Sempozyumu sıyla birlikte bilime olan inancın artması ve beraberinde Batı toplumlarındaki genel hümantier eğilimlerdeki artışa bağlamak mümkündür. Bu artarda sıralanan nedenler tıbbileştirmenin gelişimini tamamen açıklamamakla birlikte kapsamını belirlemiştir. Cornrad (1992: 209-232) tıbbileştirmeyi, sekülerleştirme yani dinin baskın sosyal kontrol kurumu olarak kenara itildiği, geçmişte günah kabul edilen durumların, hastalık olarak yeniden adlandırılması ve tıbbi uzmanlığın değişen statüsü olarak belirler. Tıbbileştirme kavramsal, kurumsal ve etkileşimsel olmak üzere üç ayrı seviyede gerçekleşir. Kavramsal seviye, bir problemi tanımlamak veya düzenlemek için tıbbi bir terimin kullanılmasıdır. Kurumsal seviyede, kurumlar, organizasyonun uzmanlık alanı içerisine giren belirli bir problemi çözmek için tıbbi bir yaklaşım benimser. Etkileşimsel seviyede, doktorlar doğrudan işe dahil olurlar. Tıbbileştirme burada bir doktorun bir problemi tıbbi olarak tanımladığında, tıbbi bir teşhis koyduğunda veya bir sosyal probleme tıbbi bir tedavi şekliyle yaklaştığında, örneğin mutsuz bir aile yaşantısı için yatıştırıcı ilaçlar yazdığında, doktor-hasta etkileşiminin bir parçası olarak ortaya çıkar (Sezgin, 2011: 67). Tıbbileştirme konusunda belki de en önemli tespiti Ivan Illich yapmıştır: “Tıplaştırma, her insanın ağrıyı, hastalığı ve ölümü göğüsleyebilme gereksiniminin yadsınmasına dayalı, doğurgan bir bürokratik sistem oluşturur. Modern tıp kurumu, kültürel ve genetik miraslarının insanları kendi başlarına yapmaları için donattığı şeyleri, onlar için yapma çabasını temsil etmektedir. Tıbbi uygarlık ağrıyı dindirmek, hastalığı ortadan kaldırmak ve acı çekme ve ölme sanatına olan gereksinimi yok etmek için planlanmış ve örgütlenmiştir. Kişisel ve erdemli etkinliklerin böylesine aşırı bir biçimde sığlaştırılması toplumsal yaşamın daha önce hiç izlemediği bir hedeftir. Kültürün, her insana öğrettiği öznesiz etkinlikler olan acı çekme, iyileşme ve ölme artık teknokrasi tarafından politika yapmak için yeni alanlar olarak görülmekte ve insanların kurumsal yollar aracılığıyla kurtulması gereken, sağlıksız işlevler, olarak tedavi edilmektedir. Sonuçta metropolitan tıp uygarlığının hedefleri, şiddetli sömürgeleştirme süreciyle karşılaştığı her bir kültürel sağlık programıyla taban tabana zıttır.” (Illich, 2011: 87) Tıp, hastalıkları araştırırken yeni hastalıklar keşfeder ve bu hastalıkları bireylere yükler. Geçmişteki hastanın raporla belgelenmesinin yeri, bireylerin kendi sağlıklarını koruyacakları erken tetkiklere, koruyucu tedavilere ve iyileşmeyecek kişilerin tedavisine doğru genişlemiştir. Sağlığın tıbbileştirilmesi sonucu, hasta olmayan bireyler gelecekteki sağlıklarının uğruna profesyonel tedavilere kendilerini teslim etmişlerdir. Genel eğilim tanımlanmış ve teşhis edilmiş kötü sağlığın, bilinmezliğe yeğlenmesidir (Sezgin, 2011: 69). Illich’e (2011:89-90) göre, kozmopolit tıbbi uygarlık geleneksel kültürü sömürgeleştirdiğinde, bedene ilişkin tanımlamalar örneğin ağrı deneyimle- 102 Organ Nakli Sempozyumu ri de dönüşür. Tıbbi uygarlık ağrıyı teknik bir konuya dönüştürerek acıyı yapısında var olan kişisel anlamdan yoksun bırakır. Geleneksel kültürler ağrı, hastalık ve ölüme, stres altındaki bireylerden tepki isteyen bir meydan okuma olarak göğüs gererler. Tıbbi uygarlık ise bunların bireyin ekonomik taleplerinden birine yaşamanın dışında çözümlenecek ya da üretilecek sorunlara dönüştürür. Kültürler birer anlam sistemidir, kozmopolit uygarlık ise bir teknik sistemdir. Kültür ağrıyı anlamlı ortamla bütünleştirerek katlanılabilir kılar. Kozmopolit uygarlık ise onu yok etmek için kişisel ya da kişilerarası bağlamından koparır. Kültür ağrıyı, gerekliliğini yorumlayarak katlanılabilir kılar, oysa yalnızca tedavi edilebileceği anlaşılan ağrı katlanılmazdır. Cornard, tıbbileştirmenin sosyal kontrolü de ele alacağı konusunda ısrarlıdır ve ona göre tıbbi sosyal kontrol tıbbi ideoloji, tıbbi işbirliği ve tıbbi teknoloji aracılığıyla gerçekleşir (1992: 216). Foucault bireyin bedeni üzerinde kurulan denetimi biyo-iktidar kavramıyla açıklamaktadır. Ona göre beden; politik ve ideolojik kontrol, gözetleme ve düzenlemenin temel noktasıdır. Foucault’nun kapitalizmin vazgeçilmez öğelerinden biri olarak ifade ettiği biyo-iktidar, bireylerin üretici ve dolayısıyla tüketici olmalarını sağladığından sağlıklı yaşam, bireyin tüketim yapması gereken önemli bir konu halinde gelmiştir. İdeal bedene ulaşmak için bireyin kendine sunulan ürün ya da hizmetlerden yararlanması yeterli olarak gösterilmektedir. Bireyler kendilerine sunulan sağlıklı yaşam önerileriyle, sorumlulukları altındaki sağlıklarını koruyabileceklerine ve sürekli hatırlatmalarla, arzuladıklarını zannettikleri görünüme ulaşabileceklerine ikna olmuşlardır. Bu ikna oluş, kendilerine sunulan “ideal beden” bilgisiyle yakından ilişkilidir ki bu bilgi, genç, formda ve sağlıklı olmakla eş anlamlıdır. İdeal beden konusunda ikna olmuş bireyler için ideal olmayan kadın ya da erkek her bedenin “kötü”, “kontrolsüz” ve “utanç” duyulması gereken beden olarak kabul edildiği söylenebilir (Sezgin, 2011: 50). Toplumla Yüzleşme: Canlı Bedenden Bilinçli Bedene Günümüzde ideal ve estetik beden anlayışı o kadar yaygınlaşmıştır ki örneğin “deforme” olmuş bir yüzle karşılaşmak ya da fiziksel engelli biriyle yüz yüze gelmek fenomenolojik olarak kişi ile gördüğü şey arasında derin toplumsal ve bireysel mesafe yaratmaktadır. Yanık yüzle her sosyal karşılaşma, toplumun ideal beden algısına dayanan bir sapmayla karşılaşır. Yüz başkasının tanımlanmasında ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu ve karşılıklı etkileşimin yoğunlaştığı alan olduğu için yüz ifadesi, diyaloğu yönlendirme anlamına gelmektedir. Bedenin ifade boyutuna bakıldığında, yüzün ayrı bir bütün gibi işlediği görülür. Yüz, bedendeki kendi anlam ağıyla başka bir beden gibidir, bedenin geri kalanından ayrı tutulabilir. Her yüz istençdışı da olsa bir ifade yansıtır. İfade edinemeyen her yüz “ucube” bir yüz oluverir. Örneğin aşağıdan yukarıya doğru derin yarıkların uzandığı bir yüz, gözlere kadar uzanan bitimsiz bir tebessüm, derin 103 Organ Nakli Sempozyumu bir yarıktan daha fazlasını ifade eder. Yüzdeki bu maske insan ile nesnenin birbirine karışmasına yol açacak kadar görüneni engeller. Maske yüzü şeyleştirir. Ancet’e göre (2010: 37), ucube durumunda, maske ve nesne olan, yüzün kendisidir. Yüzler artık yabancı ya da düşman görünüşler kaosuna açılan pencereler değildir. Etten maskeler olarak ölüm ve kaos figürleri haline gelmişlerdir. Maskeyi düşürmek gerektiğini söyleyen Levinas’a (1969: 297) göre, görünen tüm anlamların kaynağını yüz oluşturur. Ona göre yüz, “görülmez”dir. Aynı şeyi diğer duyular için de, örneğin dokunma duyusu için de söyleyebiliriz, yüz “dokunulmaz”dır. İlk bakışta yüzün hiçbir biçimde algıya tabi olmadığını öne sürüyormuş gibi okunabilecek olan bu sözler bizi şaşırtabilir, düpedüz yanlış görünebilir. Yüzün bir biçimi yok mu? Burun eğri veya ince, dudaklar kalın veya ağız küçük, gözler mavi ya da kahverengi değil mi? Şöyle ya da böyle her yüzün, hemen algıladığımız kendine özgü karakteristikleri yok mudur? Levinas’a göre yüz, ne bu karakteristiklerin toplamıdır ne de bu özelliklerin içine katlı yaşanmışlıklar, imgeler, kültürel anlamlardır. Yüz, kendi biçiminin sürekli bir deformasyonu, bozulması ve parçalanmasıdır. Burada bozulma ve parçalanma, kısacası biçimsizleşme tam olarak “aşma” (aşkınlık) anlamına gelmektedir. Yüzün ifade ettiği anlam, ona bakanın bilincinin kendisine aktardığı bir anlam değildir; bu anlam, herhangi bir toplumsal ya da kültürel bağlama da indirgenemez. Başkasının yüzü kendinden anlam ifade eder. İşte bu anlam ifade ediş, yüzün estetik biçimine sığmaz, onu sürekli olarak bozar. Bu sebeple yüz, estetiğin kategorilerini aşar. Başkasıyla karşılaşmam eğer etik bir karşılaşmaysa onun gözlerinin ne renk olduğunu bilmemem anlamına gelir. Levinas’a göre yüz, kavramsal olarak başkasını tanımanın sonsuzluğuna onun tükenmez karakterine açılan, yoksunluğu içinde kendini ortaya koyan bedenin bölümüdür. Beden orada başkasının indirgenemez görünüşüyle normal olarak Tanrı’ya ayrılmış karakteri miras aldığı, sonsuz bir boyuta açılan gözenekli bir zar haline gelir. Etik bir perspektifte transparant hale gelen bu bedenin karşısına başkasının tanınmasına engel olarak yaşanmış bir bedeni koyarız. Sakat ya da yüzü deforme olan beden yüzeyde, öteye gitmenin imkânsızlığıyla karşılaşır, çünkü bu imkânsızlık kesin bir engel anlamına gelir. Söz konusu algı, beden ve görünüş engeli yüzünden ötekine ulaşma imkânsızlığına takılır (Direk, 2012). Fenomenolojik açıdan yüzü deforme olmuş biriyle karşılaşmada kişi, dismorfik bedeni bir imge, yansıma veya basit bir form olarak görmeye zorlar kendini. Böylesine bir çaba, bozuk şekilli bedeni görmenin kendi bedenini etkileyebilme ihtimalini ortadan kaldırmak için ortaya konmuş olabilir. Yüzü yanık birini tekrar tekrar reddedişte, kendi beden deneyiminin istikrarsızlığına karşı umutsuzca kendini koruma girişimi okunur. Dismorfik bedenin yarattığı travmayı yaşayan özne, derisine yapışmış, tahammül edilemez bir şeyden kendini kurtarmak istermiş gibidir. Bariz morfolojik farklılıklara 104 Organ Nakli Sempozyumu rağmen, mesafe koymak için başvurulan derealizasyona rağmen başkasının bedenine yapışmak kaçınılmazmış gibi… “Nakilden önce mahallede çocuklar bana bakmaktan korkuyorlardı. Bu çok rahatsız edici bir durumdu. Şu kıza bak, bu nasıl bu hale geldi, gibi diyaloglar beni fazlasıyla yıpratıyordu. İnsanlara anlatmaya başladığın zaman zaten insan bir kez daha ölüyor. İnsanların merak ettiği şu: bu nasıl oldu, nasıl bu hale geldi.” (Hatice Nergis) Aslında ideal beden imgesi dışında deforme olmuş bir bedenin gündelik gerçekliği o kadar akla aykırı gelir ki ilk tepki, çoğunlukla göz yanılsaması veya ucube izlenimi yaratan hileyi aramaktır. Bu düzeltme eğilimi, gündelik gerçekliği algılayışımızı belirleyen deneme yanılmaların özelliğine sahiptir. Ama algılananın geçerliliği hakkındaki bu çok yerinde şüphe kendi tuzağına düşebilir. “Doğru mu gördüm?” sorusu bir yanılsamanın gerçeklikle testi anlamına gelir. “Hiç tanımadığı halde yüzüne ne oldu senin diye soruyorlar. Hiç bir muhabbet yokken. Resmen dalasın geliyor adama. Sıkıldığını söylemene rağmen vazgeçmiyorlar. Toplumsal taciz var bence… farklı yerlere gitmek istemiyordum o yüzden. Dönüp dönüp bakıyorlar. Bakışlar söze, söz de tartışmaya dönüşüyordu genelde. Bakışları önleyemiyorsunuz.” (Cengiz Gül) Bu doğrulama refleksi hayal gücümüzün akla getirdiklerine gem vurarak gündelik hayatta yanıltıcı görünüşleri düzeltmemize imkân tanır. Kendi kendimize yanılsamaya uğrayabilir veya bir mizansenin kurbanı olabiliriz. Fakat yüzdeki deformasyon bir imge ya da yanılsama değildir. O buradadır, benimkiyle aynı gerçeklikte, yerinin olmadığı gündelik gerçeklikte. Onun benimle veya başkalarıyla aynı şeklide var olduğunu görmeyi reddetme, bazen tüm gerçekliğe rağmen hileli yanılsamanın sürdürülmesine katkıda bulunabilir. Gözümün gördüğüne inanmayı reddederim. Onun da insan olduğunu bilmeme rağmen hileyi aramaya devam ederim. Yüzdeki deformasyon o kadar abartılır ki bizim için, aslında onu basit bir yanılsama olarak görmek varlıklarının apaçıklığına karşı bir savunma yoludur (Ancet, 2010). “Bizim toplumumuzda sürekli gözleriz. Gözetleme toplumu olduğumuz için yeni yüzü kazandık.” (Serdar Nazif Nasır) Dismorfik bedenle karşılaşmalarımızda edindiğimiz fenomenolojik deneyimler bir tarafa, bizzat bu imajın kendisiyle yaşamak zorunda olan kişiler, toplumsal onay için yüzünü değiştirmek yoluna gitmektedirler. Sürekli gözetim altında tutulan bir bedenle göz göze gelen bakışlar, kişiyi yepyeni bir değişime zorlamaktadır. “Çocukluk yıllarımda iş hayatına atıldım. Yüzümden dolayı insanlardan tepki gördüğüm için en uzun çalıştığım süre 6 aydır. Bundan dolayı fazla bir yerde çalışmadım. 105 Organ Nakli Sempozyumu Özellikle çocukların yüzüme bakıp korkmaları yüz nakli konusunda beni fazlasıyla ikna eden koşullar arasındadır.” (Uğur Acar) Söz konusu değişimle birlikte yüz nakledilen kişi, taşıdığı yüz ile kendi bedeni arasında yeni fiziki ve ruhsal deneyimler yaşarken, kendini fenomenolojik anlam katmanları içinde bulmaktadır. Artık sosyal dünyaya yeni yüzüyle çıkan kişi, bu yüzleşme sürecini özellikle beden ve kimlik üzerinden karşılamak durumundadır. “Yüz naklinden 4 ay sonra eski hayatıma döndüm. İnsanların tepkileri yoktu artık. Sıradan vatandaş gibiyim artık, sıradan olmak hiç bu kadar iyi gelmemişti bana… Daha bir özgüven geldi… Eskiden hırçındım, sert bakardım. 20 yaşına kadar hep sert bakardım… Sorular bunaltıcıydı.” (Cengiz Gül) Toplumla yüzleşme sırasında bedenin kişi ile toplum arasına girip çoğu yerde yeni bir refleks oluşturduğu söylenebilir. Bu, çoğu zaman ya bu yüzleşmeyi kolaylaştırmakta ya da zorlaştırmaktadır. Bu bağlamda naklin hem kişinin kendi bedeninde hem de toplumsal kimliğinde farklı oranlarda etkileri bulunmaktadır. Kişisel olarak yüz naklinin kimlik üzerindeki etkisi iki şekilde okunabilir. Birincisi, kimliğin yüzü kabul etme süreci, diğeri ise yüzün kimliği kabul etme sürecidir. Psikolojik açıdan bireysel kimlik beni, ben yapan şeylerle mümkün olur ki bu, ağırlıklı olarak zihnimdir. Bu açıdan organlarım, arzularım, arabam, kedim vb. her şeyim, beni ben yapan şeyler arasındadır ve zihnim onlara yer verdiği sürece benimle birlikte yaşarlar. Ponty’in geliştirdiği teoride ise, psikoloji biliminin yer aldığı Kartezyen anlayışın tersine, beden canlıdır ve kişisel kimliğimiz, beden/zihin ayırımını reddeder. Bu anlayışa göre, kişisel kimlik yalnızca zihin değildir. Bilincin varlığı, zihin ve beden arasındaki etkileşimden doğar. Bu bağlamda biz yaşayan bedenleriz ya da mücessem canlılarız. Ponty, canlı beden fikrini savunmak için şöyle bir tez öne sürer: Eğer beden, zihin için yalnızca bir makine ise, o halde örneğin ayakları hastalık sebebiyle kesilen bir beden, neden hala ayakları yerinde olmadığı halde, ayaklarının kaşındığını hisseder. Ponty, bedenin olmayan uzvuna gösterdiği bu tepkiden hareketle, iddiasını daha da ileri götürerek canlı bedenin yalnızca ben’e işaret etmediğini bunun “ben bedenim” anlamına geldiğini belirtir. Bedenin yeni bir yüze karşı gösterdiği tepki de aynı paralelde değerlendirildiğinde, bütüncül beden bilincini sekteye uğratan yüze karşı canlı beden sürekli bir mücadeleye girişir. “Her gün ilaç alıyorum. Hapları yani, bağışıklık sistemini bastırmak için. Beden sürekli tepki veriyor. Bedenim her şeye karşı savaşıyor. Yüz dışarıdan geldiği için herhalde bedenim sürekli savaş halinde. Ben kabullensem dahi bedenim bir ömür boyu tepki verecek. Ben ve bedenim sürekli rekabet halindeyiz anlayacağınız.” (Cengiz Gül) Kişisel kimlik açısından canlı beden kimliğin merkezi bir parçasını teşkil eder. Beden 106 Organ Nakli Sempozyumu zihnin bir nesnesi olmaktan çok özün bir parçasıdır. Bundan dolayı aslında her bir organ kişiliğimizin bir tarafını ele verir. Zaten organ nakledilen kişiler yalnızca psikolojik bir tecrübe yaşamazlar, aynı zamanda canlı beden tecrübesi de yaşarlar. Yani hissettikleri bir başka kişinin özünden parça taşıdıklarıdır. “Yeni yüzümü özellikle de burnumu çok sevdim. Çok güzel görünüyor.” (Hatice Nergis) Antropolog Lock Margaret’a göre, organlar karşıdakine biyolojik beden parçalarından çok “kişilik parçacıkları” taşırlar. Çoğu organ nakli yapılan hastalar, organını taşıdıkları donörün cinsiyeti, etnik kimliği, deri rengi, kişisel ve sosyal statüsüyle ilgili olarak endişe yaşamaktadırlar (Margaret, 2002: 1406–18). Öyle ki dünyada ilk yüz nakli olan Fransız Isabelle Dinoire yıllar sonra şu açıklamada bulunmuştur: “Nakilden önce bana benzeyecek bir yüz umuyordum, fakat operasyondan sonra yüzümün yarısının bana diğer yarısının da donörüme benzediğini fark ettim. Bir başkasının yüzüne alışmak korkunç bir şey. Yüz nakli çok tuhaf bir nakil. Bir başkasının ağzının içinde gibisiniz. Bu iğrenç.” (The Sun, 2013) Organ nakilleri üzerine araştırmalar yapan Lesley Sharp’ın da belirttiği gibi (1995: 358) organ naklini kabul eden kişi yalnızca organı değil, o kişinin kimliğinden bir parçayı da kabul etmiş olmaktadır. “Aslında nakledilen yalnızca organ değil kişiliğin de ta kendisidir.” Organ nakli ve kişilik arasındaki ilgi medikal teknolojideki, özellikle organ nakillerinde, son dönem gelişmelerin insan yaşamına getirdiği standartlarla daha da artmıştır. Artık hem organ nakillerinde hem de sırada bu nakilleri bekleyen hastaların sayısında büyük bir patlama yaşanmıştır. Öyle ki böbrek, kalp, pankreas, akciğer, kol, bacak ve yüz transferleri artık olağan hale gelmeye başlamıştır. Beyin ölümü gerçekleşmiş donörün canlı organları tıbbi onaydan geçtikten sonra bir başkasının karaciğeri, böbreği ya da kalbi olabilmektedir. Organlar çoğu zaman ya dünya çapında dolaşıma sokulup, gerekli yaşam ünitelerinden birine, ya da kadavra olarak araştırma nesnesine dönüşmektedir. Medikal teknoloji, organ nakline bağlı olarak ayrıca bedenler arasında doku ve sıvı transferleri de yürütmektedir ki bu, kemik iliği, kan ve deri nakillerine kadar uzanmaktadır. Global ölçekte, insan dokusunun transferleriyle birlikte yavaş yavaş “doku ekonomileri”ne doğru yol alındığı söylenebilir (Waldby ve Mitchell, 2006). Kök hücre araştırmalarına bağlı olarak doku mühendisliğindeki artış büyüleyici durumdadır. Hücrelerin laboratuvar ortamında işlenerek yeni organların üretilmesi çabası, ileride belki de organ nakillerine ihtiyaç bırakmayacaktır. Bize göre organ nakli, yalnızca hastalıkları tedavi etmekle kalmaz ayrıca kimlik ve bi107 Organ Nakli Sempozyumu linç düzeylerini de derinden etkilemektedir. Kimliğin çok yönlü bir kavram olduğu düşünüldüğünde iki önemli kimlik türüyle karşılaşmaktayız. Birincisi tözsel, ikincisi niteliksel kimliktir. Tözsel kimlik, kişinin süreç içerisinde, aynı şahıs kalmak üzere, zamanla kazandığı kimlik türüdür. Bu kimliğin alternatifi ise niteliksel kimliktir. İki kimlik türü de su molekülleri gibi ayrıştırılabilir halde fakat özsel olarak eşit durumdadırlar. Burada üzerinde duracağımız kimlikteki değişim tipi, tözsel kimlik türünün de içinde korunduğu niteliksel kimlik değişimidir. Nihayetinde yüz naklini kabul eden kişi kendisinin bir başkası olabileceğine asla inanmaz, fakat kendinde deneyimlediği yeni bilinç, kişisel kimlikteki değişimi de kaçınılmaz kılmaktadır. “Yüz nakli yapılan hasta ne ölen hastaya ne de nakil yapılan hastaya benzemektedir. Dolayısıyla üçüncü bir insan yüzü ortaya çıkmaktadır.” (Serdar Nazif Nasır) Yine Hatice Nergis nakil sonrası sosyal kimliğine ait bazı alışkanlıkların değiştiğini belirtmektedir. “Nakil öncesi pek kimseyle konuşmayı istemezdim, dışarı çıkmak ta istemezdim. Yüzümden dolayı sürekli insanlardan kaçar gibi davranırdım. Ama nakil olduktan sonra öyle değilim artık… Bu halim benim komiğime gidiyor. Çünkü biraz konuşkan biri oldum, tanıştığım sevdiğim insanlarla daha samimiyim, daha konuşkanım, çevremle de öyleyim ama sevmediğim insanlarla da konuşmak bile istemem… Nakil öncesi yani bekleme süreci beni çok değiştirdi. Duygusal bir kişiliğe sahiptim. Fazla duygusallaştım. Kendi kendime gizlice ağlardım. Her şeyi kafama takardım, sonrasında ise bu yaşadıklarım azaldı. Etrafımdakiler hep aynı ama ben değiştim, kendi iyiliğim için umursamaz olmayı tercih ettim. Yüzümden çok duygularımın değişmesi bana iyi geldi. Kısaca nakil olmak sadece yüzümü değiştirmedi.” Kişisel kimlikteki değişimler yalnızca organ nakliyle sınırlı tutulmamalıdır elbette. Hayatın diğer formları da, örneğin, hastalık ya da ağır yaralanmalar, trafik kazası, âşık olmak, baba ya da anne olmak, bir yakınını kaybetmek, yaşımız ilerledikçe edindiğimiz hayat tecrübeleri vb. kimlikteki değişimi tetikleyebilir. Fakat organ nakli gibi istisnai olaylar, kimlik değişim sürecini daha da hızlandırmaktadır. Bununla birlikte değişimin çeşidi, transfer edilen organa göre değişebilmektedir. Bilim kurgu senaryolarında olduğu gibi örneğin, beyin naklinin tözsel kimliği değiştirmesi büyük bir olasılıktır. Bu olasılığı kabul ettiğimizde bir beyin naklinin yepyeni bir insan doğuracağını kabul etmek içten bile değildir. Eğer beyninizin bir başkasına nakledilmesini kabul ederseniz o zaman verici olmaktan çok alıcı olursunuz. Çünkü beyniniz yeni bir beden edinmiştir ve bu durumda beyin transferi tözsel kimlikte bir değişikliğe yol açmaz. Yine de beyin transferiyle birlikte nakledilen kişinin aynı kalma olasılığı da hesaba katılmak zorundadır. Çünkü beyin üzerine çalışan bilim adamları beyin naklinden sonra beynin yabancı bir bedene karşı nasıl hisler üreteceğini ve kendisi dışında bedenin geri ka108 Organ Nakli Sempozyumu lan kısmı hakkında ne düşüneceğini çok fazla kestirememektedirler (Damasio, 2000). Böylesi bir durumda, kişi, kendi bedensel varlığına karşı bir uyum devresi geçirir ve bu uyum evresi insani tüm formları gözetmek zorundadır. Zaten bedende içkin olan beynin, yalnızca bir mekân görevi üstlendiğini fenomenologlar uzunca bir zamandan beridir dile getirmektedirler (Ponty, 1962). Yukarıda değinildiği üzere bedene transfer edilen organların farklılığı, kimlikteki değişimi de ona göre değiştirmektedir. The Sun (2013) gazetesi, “Organ Transplants Changed Our Personalities” başlıklı haberinde organ nakli yapılan hastaların kişilikleri üzerindeki değişimleri incelerken şu sonuçlara ulaştığını duyurmuştur: “Hastalar, nakil sonrasında ‘Artık daha hassasım’, ‘Yemek yapmayı öğrendim’, ‘Başkasının bir parçasını bedenimde taşımış olmaktan dolayı kendimi gururlu hissediyorum’ gibi düşüncelere sahip olduklarını anlattı. Karaciğer nakli yapılan Simon Cooper (29) operasyon sonrasında küfür etmeye başladığını söyledi. Kalp nakli yapılan Shaun Bird (52) ise operasyon sonrasında yemek yapmaya karşı bir ilgisinin oluştuğunu belirtti. ABD’li Sonny Graham nakil sonrasında en ilginç değişimi yaşayanlardan. İntihar eden birinin kalbinin nakledildiği Graham da intihar etti. Böbrek nakli yapılan Henry Kimbell (26) da operasyon sonrasında sevmemesine rağmen bira içmeye başladığını söyledi.” Biyolojik tanımlamalara göre organ, belirli bir fonksiyon icra eden bir grup doku ya da dokular grubudur. Genel olarak ana dokular ve ara dokular söz konusudur. Ana dokular eşsiz ve özel dokular grubundadır. Örneğin kalp, kalp kası ve ara dokulardan sinir, kan ve bunlara bağlı doku zincirinden oluşur. Aynı şekilde yüz de ana ve eşsiz dokulardandır. Bir yüz nakli sırasında farklı doku türlerinden kemikler, kaslar, sinirler, kan damarları, yağ ve deri transfer edilir. Dolayısıyla bir kalp ya da yüz nakli ile bir karaciğer ya da böbrek naklinin kimlik üzerinde göstereceği fenomenolojik değişimler aynı olmayacaktır. Yine iç organlarla dış organlar arasındaki farklılık, el ve kan naklinde olduğu gibi, kişilik katmanlarında farklı bedensel tepkiler doğurabilmektedir. Modern Ölünün Kalbi Atmaya Devam Ediyor İnsan yüzünün nakledilmesi için gerekli cerrahi teknikler ortaya konulmuş olsa da esasen önümüzde üç temel sorun bulunmaktadır. Birincisi beyin ölümü gerçekleşmiş birinin “tıbben” ölü olarak kabul edilip “yüzü”nün alınması, ikincisi ömür boyu ilaç kullanmak ve bunun getirdiği yaşamsal sorunlar, üçüncüsü ise etik tartışmalardır. Tıbbın, biyolojik beden üzerindeki otoritesiyle birlikte bir canlının ölü ya da diri olduğuna artık doktorlar karar vermektedir. Ölümün tıbbileştirilmesi olarak adlandırabileceğimiz bu yaklaşım beyin ölümü tanısıyla gerçekleşen ve organ naklini mümkün kılan bir tanımlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Modern dönemle birlikte ölme ta109 Organ Nakli Sempozyumu nısının da değiştiğini söyleyebiliriz. Geleneksel dönemlerde bir insanın kalbinin durması onun öldüğünü gösterirdi. Bugün artık kalbin durması bir insanın ölmüş olduğu anlamına gelmemektedir. Ölçü, kalp atışları değil beyin fonksiyonlarıdır. Eğer bir insanda bütün beyinsel fonksiyonlar durmuşsa o bir ceset değil ama ölüdür. Modern dönemin ölüsünün kalbi çarpmaya devam edebilir. 1968 yılında Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesinde tıp, hukuk ve din adamlarından oluşan bir kurulun raporuyla ölüm tanımı değişmiş ve beyin ölümü gerçekleşmiş, hastanın ölü olarak kabul edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Aynı yıl ülkemizde de ilk resmi beyin ölümü kararları verilmiştir. Temel kriter ise beyin sapının geri dönüşümsüz olarak işlevsiz hale gelmesi olarak belirtilmiştir. Böylece bedenlerin aynı anda hem canlı hem de ölü kabul edilmesi organ naklini olanaklı kılmıştır. 19. yüzyılın sonlarında doktorlar, ölümün kontrolünü, ölen insandan ve din adamından almaya başladılar. Önceleri doktorlar ölen kişinin ne zaman öleceğini tahmin eder ve hastanın son saatlerini yakınlarıyla geçirmesine yardımcı olarak, hastanın son anlarında acı çekmeden ölmesini sağlardı. Şimdilerde ise doktorlar tarafından ölüm, ruhsal mesajlarından arındırılarak, doğal bir gelişin sonu olarak görülmeye başlanmıştır (Walter, 1997: 12). Bauman’a göre (2012) “yapısöküm”e uğratılan bedenin, hücrelerden oluşan bir meta haline gelmesiyle ölüm, ruhsal olmaktan çıkıp bedensel bir tanımlamaya uğratılmıştır. Aslında doktorlar bu tür semptomları çokça görürler ve öğrencileri de dikkatli gözlerle ölen beden üzerinde inceleme yaparlar. Bu tıbbi incelemede artık ceset, incelenecek, teşhir edilecek ve kesilip biçilecek bir nesneye dönüşmektedir. Aslında burada sadece ölü beden medikal bir nesneye dönüşmemiştir, ayrıca yaşayan bedenler de bu atmosferde tıbbileşmiştir. Kişi henüz ölmeden kalp atışları hızlı atmaya başladığı dönemde, hemen hastaneye kaldırılarak medikal dünyanın içine girmeye başlar ve evde geçirdiği gecikmiş zamanlar için hesap verir. Artık o son günlerini hastanelerde geçirmek zorundadır. Tıp çekilen acılarla ilgili de bir yönetim stratejisi geliştirir. Hatta bu uzmanlar acının da kontrol edilebilir bir hastalık olduğunu ve tıbbi uzmanlar tarafından kontrol altına alınması gerektiğini belirtirler. Hasta ve yakınları acılarını artık din adamıyla teselli etmekten ziyade bir doktor ya da sosyal danışmanın uzmanlığına teslim etmek durumunda bırakılırlar (Deman, 1994: 141-148.) Ölümün tıbbileştirilmesi aslında onu yadsımakla eşanlamlıdır. Ölümle birlikte oluşan kavramlardaki toplumsal zorluk, özelde psikiyatristlerin, genelde sağlık çalışanlarının ölümü uzaklaştırma tavırlarından kaynaklanır ki bu, toplumun diğer kesimi üzerinde tıbbi baskı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu durum da ölümün toplumsal reddine götürmektedir. Tıbbi gelenek, teknolojik imkânın en iyi tedaviyi verdiğini vurgular. Modern tıbbın temel problemini tanımladığı şeyi tarif etmek için ilk olarak Victor 110 Organ Nakli Sempozyumu Fuchs (1998) tarafından kullanılan “teknolojik zorunluluk”, ağırlıklı sistem içinde yaşamın uzatılması -ölümün önlenmesi-, sağlık tedavisinin meşru olmayan amacı ya da hedefi haline gelmiştir. Ölüm, ahlaki meseleden çok bedenin kurtulmasındaki teknolojik hata gibi teknik bir mesele oluvermiştir. Ölümün toplumsal reddi anlamına gelen teknolojik zorunluluk kendi ölümünü daha insanca tedavi etmeye adayan bu insanların önemli bir hedefi haline gelmiştir. Ciceley Saunders’a göre (1995), hastanın kötüye gittiği ve geriye dönmemesi gerektiği durumda, akut tedavisini aktif tedavi için bastırmak, iyi bir hekimlik değildir. Burada “uzatılan hayat” ile gerçekte yalnızca “uzatılmış ölüm” olarak isimlendirilen şey arasında bir fark vardır. Yaşamdan çok ölümün uzatılmış olma durumunu fark etme, iyileştirici tedavinin ayrılmaz bir parçası olarak algılanabilir. İyileştirici tedavi, ölümün doğallığının kabulünün kayıp devrine dönmeyi yansıtsa da tedavi, ölümün reddidir. Ivan Illich bir karşılaştırma yaparak sağlığın tıp mesleği tarafından bireylerden alınarak “kamulaştırıldığını” ortaya koyar. O kitabının büyük bir kısmını ayırdığı “yaşamın ve ölümün tıbbileştirilmesi” konusu üzerinde zihinsel hasta etrafında dönen ölüm dansında terapinin kendi zirvesine ulaştığını ortaya koyar. Ivan Illich’e göre (2004), tıp mesleği, hastaları “acıklı bağımlı” yapar ve kendi değerlerini ortaya koyma, kendi gerçekleriyle yüz yüze gelme yeteneklerine, kaçınılmaz ve çok çaresiz acı ve bozulmayı, düşüşü ve ölümü kabul etme yeteneklerine zarar verir. Illich’in çözümü, profesyonel aracılığı minimum seviyeye çekmek, yaşam ve ölüm deneyimindeki küçük bürokratik müdahaleyi azaltmaktır. O açıkça çözümün, tıbbi kontrollerde hızla yükselen çaresizliği azalttığı iddia edilen tehlikeli ilaçlar, bakımevi ya da iyileştirici tedavi olduğunu düşünmez. Diğer sosyal bilimciler, ölümün tıbbileştirilmesinin ölümü reddetmek anlamına gelmediğini belirtirler. Bu konudaki en önemli sosyolojik görüş, Parsons, Fox ve Lidz’in (1972) “Death in American Society” başlıklı yazılarıdır ki, o yazılar, esneklik ve değişime rağmen, Amerikan toplumunun yaygın sağlam bir kurumsallaştırılması olarak isimlendirilen alternatif bir görüşü yansıtır. Parsons, Fox ve Lidz için ölüm, tıp mesleğince reddedilmez, dahası, ölümün bilimsel gerçekliğinin kapsamlı kabulü ve onu bilimsel araçlarla kontrol etmenin rasyonel teşebbüsü söz konusudur. Bundan dolayı Parsons, Fox ve Lidz, ölümü reddetmekten çok, ölümü kabule teşvik anlamında alternatif bir görüş öne sürerler. Bu kabul hem ölüm kontrolünün rasyonel çabasını hem de kontrol girişimi sırasındaki kaçınılmazlık vurgusunu göstermektedir. Teknolojinin yüksek bilgeliği ile ölümün giderek artan şekilde tıbbileştirilmesine ilişkin herhangi bir soru yoktur. Daha az açık olan şey, aslında, ölümün reddinden kaynaklanan ya da ölüm reddini teşvik eden bu tıbbileştirmenin olup olmadığıdır. Biz, Parsons, Fox ve Lidz’in sonucuna katılsak da katılmasak ta onlar en azından bize bu durumda alternatif bir görüşün mümkün olduğunu göstermişlerdir. 111 Organ Nakli Sempozyumu Ölümün tıbbileştirilmesi tartışması, ölüm tezinin inkarını desteklemede sıklıkla ileri sürülen bir diğer tartışmayla yakından ilgilidir ki bu da, ölümün artan bir şekilde toplumun diğer kesiminden ayrılmasıdır. Ariés, bu tartışmanın ilerlemesinde etkili olan isimlerin başında gelir. O, ölüme karşı tutumların gelişimini ortaçağlardaki “zamanlı ölümden” modernite’deki “yasaklı ölüme” doğru olarak tanımlar. Önemli bir bedensel fenomen olması sebebiyle tartışma, 1930-50 arasında belirgin bir şekilde hızlanmıştır: “Ölümün yer değiştirmesi.” Hiçbir ölen kişi yoktur ki hastanede yalnız ölmek yerine ailesinin bağrında/koynunda, evinde ölmüş olsun. Bundan dolayı ölümün tıbbileştirilmesi yalnızca “teknik bir mesele” olarak ölümün tedavisini yansıtmaz, ayrıca Ariés tarafından ölümün toplumsal reddinin bir kanıtı olarak görülen hastanelerdeki ölümün bedensel ayrımını da göstermektedir (1974: 89). Ölmüş bir bedene ait yüzü bir başka bedende “diri” tutmak, yalnızca tıp bilimiyle mümkün olabileceğinden, “canlı” bedenin bir başka yüze vereceği “bilinçli” tepkiyi bastırmak da yine tıp bilimine düşecekti. Buradaki sorun, organın reddini önlemek için ömür boyu kullanılması gereken, vücudun bağışıklık sistemini baskılayan ilaçların oluşturduğu komplikasyonların elde edilecek yeni yüze değip değmeyeceğidir. Yüz naklinde, nakledilen yüzün alıcı dokular tarafından reddedilmesini önlemek için vücudun bağışıklık sistemini baskılayan ilaçların ömür boyu kullanılması gerekmektedir. Bu ilaçların yan etkilerinin oldukça fazla olduğu bilinmektedir. Bunlar; bulantı/kusma, böbrek-kalp yetmezliği ve değişik dokularda kanser gelişme olasılığına kadar uzanmaktadır. Nakli isteyen birinin bunları biliyor ve kabulleniyor olması gerekmektedir. Diğer taraftan bu ilaçların kullanılmasına rağmen vücudun yine de yeni yüzü atabileceğinin ve yeni sorunların ortaya çıkabileceğinin de bilinmesi gerekir. Ayrıca yukarıda sayılan, hayatı tehdit edici komplikasyonlar ortaya çıkarsa bu ilaçların kesilmesi gerekeceğinden sonuçta organın atılımı söz konusu olacaktır. Yüz naklini arzulayan kişinin bu olasılığı da bilmesi gerekmektedir. Nitekim konuyla ilgili olarak estetik cerrah Naci Karacaoğlan (2013: 1-2) şu çekinceleri dile getirmiştir: “Yüz nakli yapılmış bir kişide ameliyat sonrası yeni yüzün nasıl bir emosyonel ve psikolojik yansımalar ortaya çıkaracağını bilmiyoruz. Biz estetik ve plastik cerrahlar günümüzde bilimin bize sunduğu cerrahi ve cerrahi olmayan yöntemlerle kişilerin isteklerine yönelik, yüze değişik şekillerde müdahale etmekteyiz. Bu kişiler yüzlerinde kendi istekleri doğrultusunda yapılan estetik operasyona bağlı değişiklikleri bile ilk aşamada kolay tolere edemezken, tüm yüzün tamamen değiştirilmiş olmasını nasıl tolere edeceklerdir bilmiyoruz. Yüz naklinde, cerrahi ve tekniksel sorunların kolay aşılabileceği gözükürken, ömür boyu immünsupresyona ihtiyacın veya bu ilaçlara bağlı yan etkilerin yok edilememesi, günümüz için ciddi bir engel olarak önümüzde durmaktadır. Bu sorun aşılsa bile 112 Organ Nakli Sempozyumu etik, psikolojik, hukuksal ve sosyal konularda birtakım yeni sorunların ortaya çıkabileceğini şimdiden düşünmeliyiz.” Doç. Dr. Naci Karacaoğlan çekincelerini devam ettirerek, bir şeyin arzulanması ve yapılabiliyor olmasının bunun ahlaki ve kabul edilebilir olduğu anlamına gelmeyeceğini belirtmektedir. “Yapılmış olan bu kısmi yüz naklinde mevcut defekt aslında günümüzde kullanılan plastik cerrahi yöntemlerle onarılacak boyutta iken böyle komplike ve risklerle dolu bir yolun seçilmiş olması da tartışılmaktadır. Bu naklin etik olarak suçlanan diğer tarafı, naklin kişinin hayatının kurtarılmasına yönelik değil kişinin görüntüsünün düzeltilmesine yönelik olmasıdır. İnsan yüzünün nakledilmesi için gerekli cerrahi teknikler ortaya konulmuş olsa da temelde önümüzde iki sorun bulunmaktadır. Birincisi ömür boyu ilaç kullanmak ve bunun getirdiği yaşamsal sorunlar; diğeri ise etik tartışmalardır.” Ömür boyu ilaç kullanma durumu nakledilen yüze kıyasla ciddi tehlikeler içerdiği için, bazı doktorlar yapılan ameliyatların sırf tıbbi bir başarı olsun diye medyanın da tetiklemesiyle birlikte gerçekleştiğini iddia ederek eleştirilerini şöyle dile getirmektedirler: “Antalya Tıp Fakültesi’nde ciddi emek ve cerrahi teknik olarak bir yüz nakli gerçekleştirildi. Öncelikle bu yoğun bilgi, beceri gerektiren işte emeği geçen herkesi kutlarım. Ancak ameliyat öncesi medyadan gördüğümüz yüz gerçekten kabul edilemez bir yüz müydü? Buna kim ya da hangi etik kurul karar verdi? Yapılan işlem ciddi bir işlemdir. Hayati tehlikeleri vardır. Ömür boyu immünsupresif ilaç gerektirir. Er veya geç bir şekilde immünsupresif kesilmek zorunda kalınırsa veya başka nedenle ret edilirse yerine yapılacak çok az çözüm olacaktır. Yani pirince giderken evdeki bulgurdan olunacaktır. İmmünsupresiflere bağlı olarak ciddi enfeksiyonlara açık olunacaktır. Yine bu ilaçların uzun dönemde yumuşak doku tümör oluşturma riski olacaktır. Yüz ve iki kol ve iki bacak gibi daha çarpıcı ve ilk olma uğruna endikasyonla ilgili şüphelerimi paylaşmak istiyorum. Ekrandan gördüğüm yüz hiç de kötü bir yüz değildi. En başarılı nakil sonrası bile bu kadar iyi sonuç alınacağını sanmıyorum. Hasta hayati olmayan bir organ nakli için riske edilmiştir. Çok ekstremite nakli aklımın daha alamayacağı riskler içermektedir. Acaba ben mi yanlış yoldayım yoksa televizyon önünde geç sonuçların rezalet olabileceği anlamsız bir şovamı dönüşecek? Kara mizah adayı bir durumla karşı karşıya olabiliriz. Herkes ben yaptım oldu mantığı ile hasta hayatını tehlikeye sokacak bir yarış içine girmek üzere. Medya ise bunu enine boyuna tartışmadan ‘doku tuttu, ameliyat başarılı’ tutumunu sürdürecek mi? Bu yüzlerde ve kolda bacakta fonksiyon olacak mı? His gelecek mi? Doku reddi olacak mı? Olursa nasıl telafi edecekler? İmmünsupresifler kullanma riskine değecek mi? İlaçların geç yan etkilerini biliyorlar 113 Organ Nakli Sempozyumu mı? Ve hepsinden önemlisi akademik çevreler bu konuda fikir beyan edecekler mi?” (Küçükusta, 2012) Doktorların yüz nakline doğrudan bir “iş” ya da “meslek” olarak bakması ve tıbbın gerektirdiği şekilde bu nakli gerçekleştirmiş olduğu söylenebilir. “İşin dinsel ya da felsefi yönünü düşünsem bu ameliyatı yapmam zorlaşırdı. Ben cerrah olarak bunları düşünmemeye çalışıyorum ve işimi yapıyorum.” (Serdar Nazif Nasır) Etik tartışmalar doğrudan tıbbın alanına girmediğinden bu tarz tartışmalar daha çok Diyanet’e havale edilmekte ve dini bir kurumdan da onay beklenmektedir. Nihayetinde Diyanet İşleri de yüz naklini onaylayan bir açıklama yoluna gitmiştir. “Yüz nakli tedavi amaçlı bir estetik cerrahi işlemidir; organ nakli gibi değerlendirilebilir. Ancak donörün velisinin izni şart. Bağışlanan yüz için de ücret talep edilmemeli. Yüz nakli uygulaması, esas itibarıyla tedavi amaçlı bir estetik cerrahi işlemdir. Ancak yüz, müstakil bir organ olmamakla birlikte başın bir cüzü olması dolayısıyla organ hükmüne tabi kılınabilir. Bu sebeple, organ nakli hükümlerinin yüz için de geçerli olması gerekir. Dolayısıyla yüz nakli işlemi için vericinin velisinin izni ve organ karşılığında ücret talep edilmemesi gibi ilkeler dikkate alınmalıdır.” (Habertürk, 2012) Modern zamanlarda zaten herhangi bir dini kurumun tıbbın otoritesine karşı bir görüş bildirmesi “bilimsel olarak” kabul görmeyeceğinden, bu bilim dalının gerçekleştirdiği doku transferlerinin bir kimlik transferini doğurabileceği pek akla gelmemektedir. İnsan sağlığı ön plana çıkartılarak bedenin organizma olarak yaşaması tercih edilir. Bedenin bilinç sahibi olduğuna dair kanaat yine ruh-beden ayırımı kabulünden hareketle gözlerden uzak tutulmaktadır. Din beden ilişkisinde beden, ruhu taşıyor olmasından dolayı kıymetlidir. Yine bedenin dinler için her zaman temel ve vazgeçilmez önemde oluşu, onun dinsel tecrübenin zemini ve dinin kazanmayı umduğu şey olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, Hıristiyanlık için İsa, Tanrı’nın bizzat kendisidir. Sonsuz yaşamla birlikte günahların affedilmesi, onun acı çekmesi ve bedensel dirilmesiyle mümkündür. Onun nihai kaderi bedensel uyanışı anlamına gelir. Beden Hıristiyanlıkta nasıl önemli ise İslam kozmolojisinde de aynı derecede öneme haizdir. Sözgelimi oruç, namaz, hac, abdest, zikir ayinleri, dua gibi dini ritlerin çoğunun bedenle icra edilmesi bunun örneğidir. Aslında Müslüman ya da Hıristiyan oluşumuz bedenlerimiz üzerindeki müdahalelerin şeklini de belirler (Kara, 2012: 7-41). Bedenlerimize müdahale söz konusu olduğunda dinsel referansların önemli olduğu kabul edilir. Fakat bu etkinliğin özellikle modern tıp otoritesi tarafından kırıldığı da inkâr edilemez. Yüz nakli konusunda yapılan bir araştırmada, (Tan, 2012) dünyanın birçok ülkesinden (Amerika, İngiltere, Çin, Fransa, Türkiye, Avusturalya, Brezilya, 114 Organ Nakli Sempozyumu Kore, Japonya, Hindistan, Tayvan) insanlara yüz nakli konusundaki fikirlerinin hangi referanslara dayandırdıklarına dair sorular yöneltilmiştir. Toplam 2694 kişiyle yapılan görüşmelerde çıkan sonuçlara göre; Güneydoğu Asya ülkelerinden Japonya %5 oranında yüz nakline onay verirken bunda; Şintozim, Budizim ve Konfüçyanizm dinlerinin etkili olduğu gözlenmiştir. Çünkü Japon kültüründe beden, zihin ve ruh arasında çok sıkı bağların olduğuna dair güçlü bir inanç söz konusudur. Hristiyanlığın hakim olduğu Batı ülkelerinde ise öldükten sonra ruhun bedenden ayrıldığına dair inanç yüz nakli konusundaki toplumsal onayın oranını arttırmaktadır. Bu ülkeler arasında Fransa’da yüz nakline verilen toplumsal onay %56 civarındadır. En düşük onay ise %19 ile Irak’ta gerçekleşmiştir. Batılı ülkelerin yüz transferine verdikleri onayın sebepleri arasında estetik cerrahinin bu ülkelerde çok yaygın olması, ilk yüz naklinin Fransa’da gerçekleşmiş olması ve bedenlerinin hayatlarında merkezi bir yer teşkil etmesi olarak sıralanabilir. Yapılan bu araştırmada dinin referans gücünün zamanla azaldığı da ortaya çıkmıştır. Türkiye’de yüz nakli konusunda sıkı bir etik ya da dinsel tartışmanın açığa çıkmaması, hem modern zamanlarda keşfedilen beden konusunda dinsel söylemin yeterince argüman üretmediği anlamına gelmekte hem de tıbbi otoritenin meşruiyet kanalları üzerinden kendi referans ağını yıpratmak istememesi şeklinde okunabilir. Sosyolojik bağlamda dinin referans gücünü yitirmesi, gündelik hayat içerisinde dine yapılan atıfların ve bu yolla elde edilen meşruiyetin zayıflaması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda örneğin transfer edilen yüzün bir kimlik transferi ya da beden imajını bozacak bir eylem anlamına geleceğine ilişkin herhangi bir İslami tartışma söz konusu değildir. Dinin beden alanından tıp lehine geri çekilmesi aslında toplum üzerindeki söylem gücünü de zayıflatmaktadır. Oysa dinsel söylemin beden yerine toplum üzerinden bir okuma yapması, doku transferleri konusunda bir insanı ömür boyu ilaç kullanmaktan alıkoyabilir. Öyle ki yüzü deforme olmuş bütün hastaların genel toplumsal şikâyeti “etiketleme”ye maruz kaldıklarıdır. Görüştüğümüz çoğu hasta sosyal tacize maruz kaldıkları için yüz nakline karar verdiklerini belirtmişlerdir. Öyle ki bir böbrek nakli ya da karaciğer nakli tamamen kişinin biyolojik bedeniyle ilgili bir durum olup yine o kişinin kendi özgür iradesiyle karar vereceği bir nakil olurken, yüz naklinde tam tersi toplumdan başlayan bir karar verme süreci devreye girmektedir. Sakat bir bedenin toplumsal karşılığı, “kınama”, “dışlanma”, “acıma” ve “etiketlenme”dir. Tüm bunlara maruz kalan bir bedenin vereceği tepki toplumun karşılaştığında rahatsız olamayacağı bir “yüz” edinmektir. Michael Freeman ve Pauline Abou Jaoude´ yüz nakli konusundaki etik tartışmaların aslında toplum üzerinden yürümesi gerekliliğine dikkat çekerken, “21. yüzyılın yeni moda markası yüz nakli mi olacak?” diye haklı bir soru sorarlar (Freeman&Jaoude´, 2007: 76–81). 115 Organ Nakli Sempozyumu Sonuç Bedenin dünyadaki varlık koşulumuz olduğuna dair fenomenolojik ön kabul, toplumsal ilgiyi de aynı konuda tetiklediğine göre basit bir algı taşıyıcı olmaktan çok, algılanan şeyin içeriğine doğrudan katkıda bulunan bedenin artık canlı ve bilinçli olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda algısal sentezi gerçekleştirenin epistemolojik özneden çok, bizzat bedenin kendisi olduğu açığa çıkmaktadır. Algı, bedenin dünyayla kurduğu bir salınım ilişkisidir. Beden önce bir durumun içinde oluşuyla dünyayı algılar sonra dünyanın algısı bedene eklemlenir, dolayısıyla bu ilişki dünyayı ve bedeni aynı anda var eder. Buradaki beden ne fizyolojinin tarif ettiği organlar toplamı ne bir mekanizma ne de diğer nesneler arasında bir nesnedir. Parçaları birbirinin dışında bir varoluş anlamına gelen nesnenin tersine, bedenin her bölümü diğeriyle orijinal tarzda bağlantılıdır. Her biri diğerinin içinde zarflanmıştır. Kişi bedenine bölünmez bir bütün halinde sahiptir ve her organın konumunu hepsinin içinde zarflandığı, sarıp sarmalandığı bir bedensel şema yoluyla bilir. Algının ve bilincin merkezindeki söz konusu canlı beden, Nergis, Gül, Çolak ve Acar’da olduğu gibi herhangi bir fiziksel hasara uğradığında, başkalarının bakışları altında gözetlenmeye başlar. Böylece kendi içine bükülen benlikleri, utanç ve suçluluk eşiğinde nesneleşmek zorunda kalmıştır. Yabancı/laştıran bakışlar altında yıllarca yaşamak zorunda kalan ve toplumun “normal” tanımlamalarına kurban edilen bu insanların yüzü, zaten hali hazırdaki fiziksel hasarın yaşam kalitesini düşürdüğü bu hayattan kurtulmak için modern tıbbın imkânlarına doğru çevrilmiştir. Bedensel görünümün toplumsal kimliği harekete geçirdiği ülkemizde bu kişilerin kendilerini, bedenleri ve içinde yaşadıkları toplum arasında “asılı” kalmış hissettikleri gözlenmiştir. Hastalığın kişiyi, kişinin de toplumu paranteze aldığı bu süreçte bedenlerine ait öz daha net açığa çıkmıştır. Sonuç olarak onlar için biyolojik gerçekliğin (yüz derformasyonu), toplumsal yabancılaşmaya (etiketleme) dönüştüğü sosyal evrene yeni bir yüzle çıkmanın dışında bir seçenek söz konusu olmamıştır. Basit bir biyolojik doku transferi olmaktan çok kişilik ve toplumsal kimlikle de doğrudan ilişkili olan yüz nakli, bu insanlarda yepyeni fiziki ve ruhsal deneyimlere sebep olmuştur. Nakil sonrası deneyimlerin genel olarak pozitif olduğu söylenebilir. Her dört hasta da yeni yüzlerini hemen benimsemiş ve bundan hiçbir zaman pişmanlık duymadıklarını belirtmişlerdir. Yüz nakline ilişkin herhangi bir eleştiriyi yeni yüzlerine ait negatif bir tutum olarak algılamalarında toplumsal etiketlenmeye maruz kaldıkları önceki öykülerinin etkili olduğu söylenebilir. Fiziksel hasarın yalnızca toplumsal kimliği zedelemediği, aksine gündelik ihtiyaçlarını gidermede de büyük problemler çıkardığını belirten hastalar, bu naklin kendilerine ait yaşam alanını oldukça genişlettiğini belirtmişlerdir. Toplumsal “büyük gözaltı” ya maruz kaldıklarında, bedenleri116 Organ Nakli Sempozyumu nin nesneleştiğini ve bedenlerinin canlanıp kendi içine gömüldüğünü belirtmelerine rağmen, ölen birinden alınan yüzün farklı bir bilince sahip olabileceğine dair varsayımı reddetmişlerdir. Bunda ölü bedenden canlı bir hayat taşımanın verdiği gerilimin, organ nakillerine ilişkin operasyonları azaltacağı endişesi yatmaktadır. Beyin ölümü gerçekleşmiş hastayı “gerçek ölü” olarak kabul eden doktorlar, yüz naklinin bilinçli beden parçacığı nakli anlamına gelebileceğine ilişkin varsayımı da kesin bir dille reddetmişlerdir. Beyin ölümü tanımı ve Kartezyen anlayıştan beslenen ruh beden ayırımının doku transferlerini fazlasıyla kolaylaştırdığı görülmektedir. Hissi ya da kimliği olmayan herhangi bir bedensel uzvun, herhangi birine transfer edilmesinde nasıl bir sakınca olabilir ki? Bu bağlamda nakilden sonraki sürecin tamamen beynin söz konusu yabancı yüzü kabul edip etmeyeceği de tamamen biyolojik bir kabul ya da reddedişten ibaret sayılmaktadır. Dolayısıyla bir başkasının yüzünün aslında ölen insana ait bir kimlik parçacığı transferi anlamına gelebileceği de söz konusu edilemez. Fenomenolojik açıdan bedenin her bir uzvunun bir beden imajı yarattığı ve bu imajın herhangi bir uzvun kaybıyla bozulabileceği kabulünden hareketle, söz konusu naklin bir kimlik transferi anlamına gelebileceği de düşünülebilir. Belki on yılları kapsayacak bir süreçte açığa çıkacak olan bu deneyimin, esasında söz konusu ölü bedenden canlı bir kimlik transferi de olabileceği göz önünde tutulmalıdır. Sosyal bilimlerin farklı uzmanlık alanlarının, modern tıbbın mevcut operasyonlarına ilişkin toplumsal analizler yapmaları ve hasta bedenlerin biyolojik olarak yeniden yapılandırıldıklarına dair süreçleri yakından takip etmeleri gerekmektedir. Nihayetinde tıp doğası ve amacı gereği bedene odaklanan ve müdahale eden bir bilgi alanıdır. Ancak günümüzde bu müdahalenin kapsamı oldukça genişlemiş ve bedenin sınırları tartışmalı hale gelmiştir. Tıp, bedenleri adeta yeniden kurmaktır fakat bu durum, beden ve toplum arasındaki sınırları iyice muğlaklaştırmakta ve bedenin toplum tarafından denetimine yeni boyutlar getirmektedir. Öyle ki toplum içinde yaşayan insanın bedeniyle doğrudan bir ilişki kurması adeta olanaksız hale gelmektedir. Zira bedene ilişkin algılar kültürel merceklerden süzülmekte, bedenle kurulan ilişkinin niteliğini de kültürel öğrenme belirlemektedir. Modern tıbbın beden üzerinde yapabileceklerinin sınırı genişledikçe sosyal bilimcilerin toplumsal eşikteki aynı bedeni takip etmesi zorlaşmaktadır. Örneğin plastik cerrahi bedenlerin biçimlerini değiştirebilmekte, organ nakliyle bir bedenin organlarını başka bedenlerde yaşatmakta, yeni üreme teknolojileri, sperm bağışı ve taşıyıcı annelik gibi doğal ebeveynliğe alternatif biçimler yaratmakta, henüz doğmamış bebeklerin genetik yapılarına müdahale edebilmektedir. Müdahalenin türü değiştikçe bedenin kültürel kodları da yeniden şekillendirilmektedir. Ülkemizde dünya standart117 Organ Nakli Sempozyumu larında gerçekleştirilen yüz nakli bunun en belirgin örneklerindendir. Toplum tarafından “tehdit edici”, “yük” ve “aciz” olarak etiketlenen beden, kendini yeni bir karşılaşma alanında bulmaktadır. Tıp artık etiketli yüzün yeni kurtarıcısı olarak oyuna dâhil olmuştur. Böylece sakıncalı yüzler, plastik cerrahinin yardımıyla “normal” topluluğun içinde “görünmez” hale getirilmişlerdir. İnsandan insana yüz nakledilmesinin ancak bilim kurgu olarak hayal edilmesinden sonra bu naklin gerçekleşmiş olması toplumda hem bir şaşkınlık hem de tıbba karşı hayranlık uyandırmıştır. Öyle ki etiketli yüz, artık büyük medya gözetimi altında ölü bir bedendeki yüzle yer değiştirmektedir. Kaynaklar 1. Ancet, Pierre (2010), Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi, çev. Ersel Topraktepe, YKY Yayınları, İstanbul. 2. Ariès, Philippe (1974), Western Attitudes toward Death: from the Middle Ages to the Present, Londra, Marion Boyars Publishers. 3. Cornard, Peter (1992), “Medicalization of Social Control”, Annual Review of Sociology 18, ss. 209-232. 4. Çabuklu, Yaşar (2004), Toplumsalın Sınırında Beden, Kanat Yayınları, İstanbul. 5. Damasio, Anthonio (2000), The Feeeling of What Happens: Body and Emotion in the Making of Consciousness, Mariner Books. 6. Deman, Lin (1994), “Symptomatolgy and Management of Acute Grief”, American Journal of Psychiatry, cilt. 10, 1, ss. 141-148. 7. Direk, Zeynep (2012), Levinas’ın Sanat Anlayışı, 8. http://zeynepdirek.wordpress.com/2012/12/12/levinasin-sanat-anlayisi/, adresinden erişildi. 9. Foucault, Michel (2002), Kliniğin Doğuşu, çev. Temel Keşoğlu, Doruk Yayınları, İstanbul. 10. Freeman, Michael ve Pauline Abou Jaoude´ (2007), “Justifying Surgery’s Last Taboo: The Ethics Of Face Transplants”, J Med Ethics, 33, ss. 76–81. 11. Fuchs, Victor R. (1998), Who Shall Live? Health, Economics, and Social Choice, World Scientific Publishing Company, Expanded Edition. 12. Habertürk (2012), Diyanet Yüz Nakline Ne Diyor, 13. http://www.haberturk.com/saglik/haber/716749-diyanet-yuz-nakline-ne-diyor adresinden erişildi 14. Illich, Ivan (2004), “Ölüme Karşı Ölüm”, çev. E. E.Ç. Cogito, Sayı 40, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, ss. 98108. 15. Illich, Ivan (2011), Sağlığın Gaspı, çev. Süha Sertabiboğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. 16. Küçükusta, Ahmet Rasim (2012), Yüz Nakli İle İlgili Endişelerim Var, http://www.ahmetrasimkucukusta. com/2012/02/25/etibba-diyor-ki/yuz-nakli-ile-ilgili-endiselerim-var/ adresinden erişildi. 17. Levinas, Emmanuel (1969), Totality and Infinity, çev. Alphonso Lingis, Duquesne Univ Pr. 18. Margaret, Lock (2002), “Human Body Parts As Therapeutic Tools: Contradictory Discourses Transformed Subjectivities”, Qualitative health research, 12, ss. 1406–18. 19. Parsons, Talcott; Renee Fox; Victor Lidz (1972), “The Gift of Life and Its Reciprocation”, Death in American Society, der. Arien Mack, Schocken Books, New York, ss. 33-38. 20. Ponty, Maurice Merleau (1962), Phenomenology of Perception, çev. Colin Smith, Londra, Routledge & Degan Paul. 21. Saunders, Ciceley (1995), Living with Dying: A Guide for Palliative Care, Oxford Medical Publications. 118 Organ Nakli Sempozyumu 22. Sezgin, Deniz (2011), Tıbbileştirilen Yaşam Bireyselleştirilen Sağlık, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. 23. Swindell, J. S (2007), “Facial Allograft Transplantation, Personal Identity And Subjectivity”, J. Med Ethics, ss. 1-6. 24. Turner, Bryan S. (2011), Tıbbi Güç ve Toplumsal Bilgi, çev. Ümit Tatlıcan, Sentez Yayınları, Bursa. 25. Waldby, Catherine ve Robert Michell (2006), Tissue Economies: Blood, Organs and Cell Lines in Late Capitalism, Duke University Press Books. 26. Walter, Tony (1997), Revival of Death, Routledge. 119 Organ Nakli Sempozyumu YÜZ NAKLİ VE KİŞİSEL KİMLİK Doç. Dr. Şükrü Kartalcı İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD sukru.kartalcı@inonu.edu.tr Özet Bu yazıda yüz nakli ve kişisel kimlik arasındaki ilişki, bu konudaki literatür ışığında analiz edilmiştir. Literatürde yüz naklinin kimliğe etkisinin, teorik açıklamalar ve nakil alıcılarının öznel açıklamalarına dayanarak araştırıldığı görülmektedir. Genel olarak bütün organ nakillerinin kişisel kimlikte değişikliklere yol açtığı ileri sürülmektedir. El nakli ve özellikle yüz gibi görünür organ naklinin ise kişisel kimliğe çok daha büyük etkilerinin olduğu vurgulanmaktadır. Yüzün kimlik oluşumundaki rolü düşüldüğünde bu etkinin nedeni de daha iyi anlaşılabilir. Bu yazıda yüzün ve yüz naklinin kişisel kimliği nasıl etkileyebileceği konusu da sorgulanmıştır. Anahtar Kelimeler: Yüz, yüz nakli, kişisel kimlik. Giriş Bir kimsenin vücut bütünlüğüne ait bir parçanın başka bir kişinin bedeninde yaşamaya devam etmesi şüphesiz insan aklını zorlayan bir durumdur. Bir taraftan hayat kurtaran diğer yandan ise insanların bazı yönlerini kabullenmekte zorlandığı organ nakilleri her zaman çeşitli çevrelerce aktüel bir konu olmuştur. Dolayısı ile bu tür operasyonlar başladığından beri etik sorunlar ortaya çıkmış ve tartışıla gelmiştir. Ancak görünür olmayan iç organ nakillerinin başladığı 1950 yıllarında bu tür tartışmalar daha çok organ vericileri açısından bağışın etik yönleri üzerine odaklanmıştı (Carosella and Pradeu 2006). Organ nakillerinin kimlik üzerine etkisi ise daha az tartışılmaktaydı. El gibi görünür organ nakilleri ile birlikte kimlik konusunun bir tartışma alanı olarak akıllarda yer almaya başladığı görülmektedir (Dubernard ve ark. 1999). 120 Organ Nakli Sempozyumu Kimlikle en fazla ilişkili olduğu bilinen yüz nakli ile birlikte bu tartışmalar zirve noktasına ulaşmıştır (Devauchelle ve ark. 2006). Yüz nakli hastanın daha iyi bir görünüme kavuşmasını sağlamakla birlikte hastanın yeni görünümüne adapte olma ihtiyacını da doğurur. Etik açıdan sorunun odağında ise vericinin yüzünün alıcının duyguları ve kimliği üzerinde nasıl bir rol oynayacağı vardır. Bu endişelerden yola çıkarak bu yazıda yüz naklinin kişisel kimliğe etkisi araştırılacaktır. Ancak yüz naklinin henüz yeni ve deneysel bir girişim olması nedeniyle, bu konudaki literatür, vakalarla yapılmış çalışmalar değil, daha çok nakil olmuş kişiler tarafından anlatılanlar, ilgili belgeler ve teorik açıklamalardan oluşmaktadır. Kimlik ve Kişisel Kimlik Teorileri Yüz naklinin kimlik üzerine olası etkilerini incelerken kişisel kimlik tanımıyla başlamak daha uygun bir yaklaşım olabilir. Kimlik, yaşadığı toplum içinde o insana özgü belirti, nitelik ve özellikler bütünü olarak tanımlanmaktadır. Başka bir değişle kimlik birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan ve o kişiyi benzersiz kılan özellikleri ifade eder. Genel anlamda bu şekilde tanımlanmakla birlikte kimlikte önemli noktalardan birini de kişinin kendi kimlik algısı oluşturmaktadır. Kimlik oluşumu kişinin atıfları tarafından şekillendirilen ve hayat boyu devam eden bir süreçtir. Bu atıfların en önemli kaynağı ve kişinin kimlik algısını oluşturan en önemli unsur ise sosyal çevresi ve ilişkilerinin onda bıraktığı izlenimdir. Kişisel kimlik insanın ilişkilerindeki kişilerarası ağ tarafından şekillendirilir. Diğerleriyle olan bu anlamlandırma sadece benlik değil kimliğimiz içinde anahtar rol oynamaktadır (Jenkins, 2008). Sosyal açıdan bir kişi, kendisini başkalarının kendisine yansıttığı aynalarla değerlendirir. Diğer bir değişle, toplumun bize tuttuğu aynalarımız sayesinde kendi kişisel kimlik algımıza sahip olmaktayız. Dolayısı ile dış görünümü değişen bir insana çevresindekilerin verdiği reaksiyon sonucu, o kişinin kimlik algısının değişebileceği düşünülebilir (Carosella and Pradeu 2006). Organ nakli alıcısı sonuçta kendisinin başka bir kişi olduğuna inanmaz. Nakil ile kişisel özelliklerde de kısmi değişimler olsa bile aslında etkilenen kişisel kimliktir (Svenaeus 2012). İnsan kişiliği yeni bir beyin takılırsa başka bir kişi haline gelir. Bu anlamda, beyin bağışlanamaz tek organdır ve böyle bir nakil gerçek olsa bile bu durumda beyin kendine yeni bir beden almış olur. Yeni bir vücuda nakledilen beyin aslında hala öncekiyle aynı kişi olurdu. Ancak beyin bir fıçı içinde düşünemez, sadece bedende düşünebilir (Merleau-Ponty 1962). Dolayısı ile beden değiştiğinde beyinde yani kişilikte çok daha önemlisi de kimlik algısında değişim olması kaçınılmazdır. Yüz Nakli ve Kişisel Kimlik Bir insanın yüzü başkaları tarafından tanınmasında yani o kişinin kimliğini belirlemede anahtar bir rol oynadığı kabul edilmektedir (Caplan 2004). Yüzümüzün dış görü121 Organ Nakli Sempozyumu nümümüz açısından, diğer insanlardan farklı olmamızı sağlayan ve kimliğimizi oluşturan en baskın anatomik özelliğimiz olduğu kabul edilmektedir (Wiggins ve ark. 2004). Üstelik bir insanın yüzü sadece görünümünü değil hislerini de yansıtmaktadır. Yüz kişiliğimizin, hatta ruhsal yapımızın, dışa yansıyan şeklidir. Yüzümüz genetik mirasımızdır; bir insanın yaşı, cinsiyeti, etnik kökeni, mizacı, duygu durumu hakkında bilgi verir ve başkalarının hakkımızdaki düşüncelerini öngörmemize yardımcı olur (Swindell 2007). Yüz iç dünyamıza bir penceredir, kişiliğimizin bütününü sunar ve her sosyal aktivitede dikkati kendisine odaklar (Coull 2003, Rumsey 2004). Vücudun bütünündeki en kompleks alan olan yüz, estetik güzelliği ve kişiliği temsil ettiği için kişiler arası ilişkilerde oldukça temel bir öneme sahiptir. Yüz olmadan insanın tam bir insan olması çok zordur. Herhangi bir nedenle yüzünü kaybetmek, büyük bir yaşam krizine dönüşebileceği gibi, kişiliğini de kaybetmek anlamına gelebilmektedir (Konigova 1987). Sen senin yüzünsün demek, sen senin beyninsin demekten bile daha geniş bir kapsamda olabilir. İnsan ilişkilerinin üçte ikisi yüzümüzle oluşturulduğu düşünülürse yüzün kimlik kurulumundaki önemi daha iyi anlaşılabilir. Bugün dünyada yapılan yüz gerdirmelerinin, botox enjeksiyonlarının ve burun estetiği ameliyatlarının ve göz kapağı operasyonlarının sayısı da yüz görünümünün kimlik algısındaki önemini ortaya koymaktadır. Yüz nakli çok güncel ve hala deneysel aşamadaki bir medikal işlemdir. İlk yüz nakli 2005’de Fransa’da yapıldı ve bunu 8 operasyon daha takip etti. İlk vakada, beyin ölümü gerçekleşmiş olan vericinin burun ve ağzından üçgen şeklinde alınan yüz dokusu parçası, alıcıya başarıyla nakledilmişti. Bunu takip eden sekiz yüz nakli vakasının üçünde greft, deriye ek olarak kas, yağ, kan damarları, sinir, hatta kemik dahi içerdiği belirtildi. Daha sonra yapılan vakalarda “tam yüz nakli” gerçekleştirildi (Svenaeus 2012). Yüz nakli yapılan hastaların yeni yüzleri aslında alıcıya tam olarak benzememektedir. Gerçek şu ki, normal insanlara da hiç benzemezler, yeni yüzleri iri ve maske benzeri görünümdedir. Fakat nakil öncesi nasıl göründükleri ile karşılaştırıldığında yeni yüzleri kendilerine halk arasında zaman geçirme olanağı vermektedir. Yüz nakli şekil bozukluğu olan insanların dış dünyaya adım atmaları için cesaret vermektedir. Böylece onlar bu durumda sosyal damgalama nesnesi olarak değil, bir birey, bir kişi olarak görülebilirler (Perpich 2010). Şüphesiz hiç kimse çocuklar tarafından işaret edilmek ve yetişkinler arasında tiksinti uyandıran tepkiler oluşturmak istemez. Çirkin olmak, canavar gibi görünmeye nazaran daha katlanılabilinir durumdur. Yüz nakilleri çok yönlü ele alındığında, nakil olan yüz alıcının kinliğini vericiye benzer kılarak, alıcının kimlik algısını etkileyebilme potansiyeline sahiptir. Ancak şu ana kadar yapılan yüz nakilleri henüz yeterli bir sayıya ulaşmadığı için kimlik üzerine etkisi 122 Organ Nakli Sempozyumu tam olarak bilinememektedir. Genel olarak görünür organ nakilleri sonrası önemli sorunlar ortaya çıkarabileceği vurgulanmıştır. Görünür organlar bireyin kimliğinin bir bileşenidir ve diğer insanlarla ilişkilerinde ve dışa yansıyan imajda rol almaktadır. Bu konuda el naklinin kimlik üzerene etkisi bize yüz naklinin kimliğe etkisi hakkında daha iyi bir fikir verebilir. Çünkü görülebilirlik açısından el nakli yüze daha yakındır. Elimiz başkaları ile etkileşimde rol alan önemli bir iletişim aracıdır. El naklinin kimlik üzerine etkisi de çok farklı olabileceği vurgulanmıştır (Lijun ve ark. 2002; Dickenson ve Widdershoven 2001). Nitekim ilk el nakli ile birlikte alıcı yönünden sorunların ortaya çıkmaya başladığı görülmüştür (Dubernard ve ark. 1999). Transplantasyonun bu formu ile birlikte hem alıcı hem de verici yakınları açısından yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Raporlara göre ilk el naklini takiben bu el alıcı için dayanılmaz hale gelmişti. Hasta immunsupresif ilaç almayı bırakmış, hatta sonunda elin amputasyonunu istemişti (Meyer 2001). Genel olarak el nakillerini takiben doktorlar alıcıların psikolojik durumlarını incelediklerinde, alıcıların nakledilen eli görmekten korktukları, nakli kabul etmeye isteksiz olduklarını kaydetmişlerdir. Nakledilen ele nadiren baktıkları, uyudukları zaman başlarını diğer tarafa çevirdikleri gözlenmiştir (Lijun ve ark. 2002). Yüz de el gibi dışarıdan görülebilir olması nedeniyle önemli bir dış yapıdır. Ancak yüz kişisel kimliği belirlemede elden çok daha fazla bir etkiye sahiptir. Hatta yüz doğrudan bir kişinin kimliğini ifade edebilmektedir. Kişisel kimlikle bu yakın ilişkisinden dolayı yüz naklinin kimlik için, diğer organ nakillerine göre daha eşsiz olduğu söylenebilir. Genel olarak organ nakillerinin kimliğe entegrasyonunda zorluklar olduğu ve bu zorlukların yüz nakillerinde çok daha güçlü bir şekilde görülebileceği iddia edilmiştir (Rumsey 2004). İlk yüz naklinden hemen önce yüz naklinin etik ve psikolojik yönü geniş şekilde tartışılmıştı. Çirkinleşme kişiyi vücuduna yabancılaştırabilmektedir. Yüz nakli kişinin görünüşünü değiştirme ve normalleştirme yoluyla hastaya bir kez daha vücudu olmasına izin vererek buna çözüm olmayı amaçlar. Fakat vücut yukarıda bahsedildiği gibi kişisel kimlikle yakından bağlıdır ve yüz nakli, hastanın orijinal görünüşünü tam olarak geri getiremez. Sonuçta kişiye farklı sosyal tepkileri teşvik edecek yeni bir görünüş sunabilir. Bu nedenle yüz nakli sonrası kişide birçok ‘ben’in olduğu yeni bir kimlik gelişebilir (Svenaeus 2012). Yüz nakli yapılan biri için her gün başka birinin yüzüyle karşılaşmak problemli olabilir çünkü bir alıcı için bu durum başka birinin kimliğinin bir parçasının kendisinde var olduğunu, hatta kişiliğinin modifiye edilmiş bir yansımasını sürekli kabul etmek anlamına gelir. Görünümle ilgili bu tür organ nakillerinde, kişinin kendilik imajı önemli ölçüde modifikasyona uğrayacağı için kişide derin bir kimlik bölünmesi oluşabilir (Huxtable ve Woodley 2005). Yeni nakledilen organda işlevsellik olsa bile, alıcı sonuçta 123 Organ Nakli Sempozyumu hem kendi benliği hem de benliğinden farklı olan bu organı kullanırken, bazen kendi kimliğine yabancı hissetmek zorunda kalabilir (Hovius 2001). Verici ailesinin, yakınlarının kimliğine ait bir parçanın başka bir insanın bedeninde yaşadığını düşünmeleri, alıcı açısından bu farklılığı daha da güçlü hale getirmektedir. Sevdiği bir yakınının devam eden kimliği ile uzlaşması gereken vericinin ailesi açısından asıl sorun bu yakınının ölümü sonrası el ya da yüz gibi bir parçasının başka birinin vücudunun bir parçası olarak tekrar hayata gelmesidir. Verici yakınlarının sevdiklerinin alıcıda yaşamına devam ettiği hislerinin yüz naklinde daha kuvvetli olduğu iddia edilmiştir. Bunun nedeni yüz naklinin dışarıdan görülebilir olması ve iç organ nakillerinin yapamadığı bir şekilde ölmüş kişinin yaşıyormuş hissini devam ettirmesidir (Robertson 2004). Dolayısı ile organ alıcılarının, vericinin kimliğini alma tecrübelerinde ailelerinde katkısı oldukça önemlidir. Yüz nakli kozmetik ameliyatın radikal bir formu olarak görülmektedir. Yüzün fonksiyonuna bir katkısı olmamakla birlikte, dış görünüşünü önemli ölçüde değiştirmektedir. Gerçekte, bu ameliyat hastayı yabancı görünümlü ve işlevi olmayan bir maskeyle baş başa bırakabilir. Bu girişimin etik açıdan medikal bir prosedür olup olmadığı dahi sorgulanmıştır. Dolayısı ile burada en dikkat edilecek noktanın bu kişilerin seçiminde bu operasyona hazır ve sonrasındaki zorluklarla baş edebilecek kişiler olması gerektiği vurgulanmıştır (Huxtable, ve Woodley 2005). Çünkü hastalar yeni yüzlerini kendilerinin olarak kabul edemezlerse, tedavi uyumlarını bozarak, uygulanan prosedürün başarısını da azaltabilir. Eğer alıcı nakledilen bu organı psikolojik kabul ve günlük yaşamın sosyal ifadesini yeniden inşaada başarılı değilse, bunun sonuçları çok ciddi olabilir. Böyle durumlarda hastanın yaşam koşulları ve kimliğini yeniden oluşturma kapasitesi dikkate alınarak bir karar verilmelidir. Bu tür nakillerde sadece organın işlevselliği değil, aynı zamanda kimliğinin yeniden inşaasını da garanti ediyorsa başarılı olarak değerlendirilebilir (Okie 2006). Zor olan kimlikteki bu yeniden inşaa çalışmaları, kimliğin sürekli bir evrimi ile karakterize olmasından dolayı yararlı da olabilir. Görünür bir organ grefti, bireyin kendisinde sürekli bir değişim olabileceğini ve bu değişimi kabul etmesi gerektiğinin farkındalığını sağlayarak, kişinin kimliğinin tam bir ifadesine yol açabilir. Yüz Naklinin Kimliğe Etkisinde Felsefi Yaklaşımlar Bütün bu bilgiler doğrultusunda yüz naklinin kimliğe olası etkileri açısından birbirine zıt iki görüş oluşmuştur. Bu görüşler kimlik algısına yaklaşımda psikolojik görüş ve beden görüşü olarak belirtilen yaklaşımlarca şekillenmiş gibi görünmektedir. Yüzü ve dolayısı ile kimliği olmadığı düşünülen yüz şekil bozukluğu alıcıları, nakil sonucu yeni bir yüz ve yeni kimlik edineceklerini hissettikleri gözlenmiştir. Ancak yapı124 Organ Nakli Sempozyumu lan işlem bir kişinin kimliğini başkasına nakletmek değil, sadece bir deri parçasının nakledilmesidir. Yani kazanılan bu yeni yüz vericinin kimliği değil, sadece yeni bir yüzdür (Robertson J 2004). Bu görüş alıcıların sadece fiziksel bir kimlik kazandığını, dolayısı ile kimliğin asıl olarak psikolojik yapıda saklı olduğunu, yüz nakli ile asıl olarak kimliğin ve kişiliğin değişmeyeceğini savunmaktadır. Diğer bir görüş ise, beden görüşüne vurgu yaparak tersine yüz nakli sonrası alıcıların kimliklerinde büyük değişim yaşanacağını savunmaktadır. Kimlik algısı dış görüşten ve çevreden gelen tepkilerden ayrı düşünülemez. Böylece bu yeni yüz bireyin kendisi için atfettiği ya da diğerlerinin ona atfettiği imajın oluşumuna katkıda bulunur (Carosella ve Pradeu 2006). Çevreden gelen tepkiler, kişinin kendilik ve kimlik algısını derinden etkileyebilir (Rumsey 2004). Kişinin kendini ifade edebilmesi, hislerini ve düşüncelerini aktarabilmesi de kimlik konusunda önemli bir noktadır. İfade edebilirlik, gerçekten başkaları tarafından görülebilmeyi gerektirir. İfade edebilirlik duyguları tam olarak yaşamak ve sağlıklı bir kimlik algısı geliştirmek için de gereklidir. Duygularımız sadece beynimizde oluşan şeyler değildir, beden olarak görünmemize bağlıdır. Duygularımızı yüzümüzde sergilemek zihnimizi ifade edebilmemize ve hislerimizi tam olarak yaşayabilmeye olanak tanır. Şüphesiz ki içsel hislerimiz kimliğimizi anlamanın önemli bir parçasıdır (Cole 1998). Sonuç Teorik değerlendirmeler sonucunda, yüzün kişisel kimlikle çok daha yakın ilişkili olmasından dolayı, yüz naklinin kişiliğe önemli etkilerinin olacağını söyleyebiliriz. Sonuçta yüz naklinin etik olmadığı söylenmemekle beraber, naklinin kimlik üzerine etkileri hakkında alıcıların bilgilendirilmesi önemlidir. İleriki zamanlarda yüz naklinin etik ve kişisel kimlik arasındaki ilişkinin araştırılmasına ihtiyaç olduğu açıktır ve belki de sayı arttıkça nakil alıcılarında deneysel çalışmalar yapılabilecektir. Kaynaklar 1. Caplan A. Facing ourselves. Am J Bioeth 2004;4:18–19. 2. Carosella ED, Pradeu T. Transplantation and identity: a dangerous split? Lancet 2006; 15;368(9531):183-4. 3. Cole J. About face. Cambridge, MA: MIT Press, 1998:99. 4. Coull F. Personal story offers insight into living with facial disfigurement. J Wound Care 2003;12:254–8. 5. Devauchelle B, Badet L, Lengele B, et al. First human face allograft: early report. Lancet 2006; 368: 203–09. 6. Dickenson D, Widdershoven G. Ethical issues in limb transplants. Bioethics 2001;15:110–24. 7. Dubernard J-M, Owen E, Herzberg G, et al. Human hand allograft: report on first 6 months. Lancet 1999; 353: 1315–20. 8. Hovius SER. Hand transplantation—an opinion. J Hand Surg 2001; 26:519–20. 9. Huxtable R, Woodley J. Gaining face or losing face? Framing the debate on face transplants. Bioethics 2005; 19: 505–22. 125 Organ Nakli Sempozyumu 10. Jenkins, R. Social Identity. 2008; London: Routledge, third edition. 11. Konigova R, Pondelicek I. Psychological aspects of burns. Scand J Plast Reconstr Surg 1987;21:311–14. 12. Lijun Z, Pei G, Gu L. Psychological consequences derived during the process of human hand allograft. Chin Med J 2002;115:1660–3. 13. Merleau-Ponty, M. 1962. Phenomenology of perception. London: Routledge. (original work published 1945). 14. Meyer VE. Hand transplantation. J Hand Surg 2001; 26: 509–10. 15. Okie S. A brave new face. N Engl J Med 2006; 354: 889–94. 16. Perpich, D. Vulnerability and the ethics of facial tissue transplantation. Journal of Bioethical Inquiry 2010;7:173–85. 17. Robertson J. Face transplants: enriching the debate. Am J Bioeth 2004;4:32–3. 18. Rumsey N. Psychological aspects of face transplantation: read the small print carefully. Am J Bioeth 2004;4:22–4. 19. Svenaeus F. Organ transplantation and personal identity: how does loss and change of organs affect the self? J Med Philos. 2012;37(2):139-58. 20. Swindell JS. Facial allograft transplantation, personal identity and subjectivity. J Med Ethics. 2007;33(8):449-53. 21. Wiggins O, Barker JH, Martinez, S et al. On the ethics of facial transplantation research. Am J Bioeth 2004;4:1–13. 126 Organ Nakli Sempozyumu HASTA GÖZÜ İLE KARACİĞER NAKLİ Prof. Dr. Yaşar Doğan Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Gastroenteroloji BD [email protected] Bir hasta açısından karaciğer nakil sürecini; nakil öncesi, nakil aşaması ve nakil sonrası olmak üzere üç aşamada ele almak isterim. Nakil öncesi aşamayı ölümü ve karaciğeri beklemek olarak özetleyebilirim. Uzun veya kısa dönem karaciğer hastalığı nedeni ile takip edilen bir hasta az veya çok iyileşme umuduyla yaşar, bende öyle yaşadım. Artık ilaç tedavisi ile iyileşme umudunun kalmadığı ve karaciğer nakline karar verildiği aşamada bir hasta için ölümü beklemek iyileşmeyi beklemekten daha ağır basmaktadır. Evet her ne kadar günümüzde son dönem karaciğer yetersizliğinin tedavisi karaciğer nakli ile başarılı bir şekilde yapılıyor olsa bile ölüm korkusu daha ağır basmaktadır. Bu korku kişiden kişiye değişebilir. Benim için korkunun anlamını iki cümle ile özetlemek istersem; geride bırakacağım aile bireylerimin yaşayacağı üzüntü ve gideceğim ahiret aleminde Allah’ın huzuruna ne şekilde çıkacağım endişesidir. Nakil öncesi karaciğer beklemek işin başka bir boyutu. Bu karaciğeri canlı bir yakınınızdan veya beyin ölümü gerçekleşmiş başka bir bireyin aile yakınlarının izni ile alabilirsiniz. Tabi ki ülkemiz için ikinci seçeneğin oldukça zor olduğunu biliyorum. Fakat benim için birinci seçenek de zordu. Çünkü hastalığının son gününe kadar hastalığının ciddiyetini aile bireylerinden saklayan benim gibi birisi için bir yakınına karaciğer nakli olacağım bana karaciğerinin büyük bir parçasını verir misin demek oldukça zor olsa gerek. Beyin ölümü gerçekleşmiş bir bireyden organ bağışı ile karaciğer almanın önemini ancak kişi yaşayarak anlayabilir. Organ bağışının yaygınlaşması için toplumun tüm kesiminin bu olaya sahip çıkması ile mümkün olabileceğine inanmaktayım. Toplumun tüm kesiminin de olaya dahil olabilmesi için her bireyin mutlaka etkileneceği bir duygu alanı vardır ve o alana hitap edecek bireylerin sahaya sürülmesi gereklidir. 128 Organ Nakli Sempozyumu Canlı veya organ bağışı ile karaciğer temin edilen bir hasta için nakil aşaması hasta için kolay, fakat dışarıda bekleyen aile yakınları için zor bir aşamadır. Bu aşamanın aile yakınları içinde kolay geçmesinin yolu tüm sağlık personeline bağlıdır. Ameliyat sonrası dönem, hem hasta için hem de hasta yakınları için zor bir süreçtir. Hastanın bu süreci kolay atlatabilmesi için hastane yönetiminden başlamak üzere hekim, hemşire ve geri planda kalan tüm yardımcı hizmetliler dahil olmak üzere ailenin tüm bireylerine önemli görevler ve özveriler düşmektedir. Sonuç olarak ölüme bir basamak kalmışken yaşama tutunmada başarılı olmanın yolu hasta, hekim, aile ve toplum işbirliği ile mümkün olabilecektir. 129 Organ Nakli Sempozyumu GENEL CERRAHİ PRATİĞİNDE ORGAN NAKLİ VE SORUNLAR Prof. Dr. Sezai Yılmaz İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi AD [email protected] Genel Cerrahi alanında organ nakli ile uğraşan cerrahların oranı %1-2 kadardır. Bu oranın düşük olması, muhtemelen organ nakli cerrahisinin zorluğu diğer bilim dallarıyla yakın ilişkisinden dolayı (damar cerrahisi ve immünolojisi gibi..) konuya yabancılık gibi nedenlerden kaynaklanır. Ancak son zamanlarda organ naklinin kapsadığı tüm tıp dallarına artan bir ilginin olduğu da bir gerçektir. Günümüzde genel cerrahların gerçekleştirdiği organ nakilleri şunlardır; 1. 2. 3. 4. Böbrek nakli Karaciğer nakli Pankreas nakli İnce bağırsak nakli Yukarıda bahsedilen organ nakillerinin her biri günümüzde tek başına bir bilim dalı haline gelmiştir. Ülkemizde böbrek ve karaciğer naklini başlatan kişi Genel Cerrahi uzmanı olan Prof. Dr. Mehmet HABERAL’ dır. Günümüzde karaciğer nakli alanında ülkemiz dünyanın sayılı ülkeleri arasına girmiştir. Ama bu başarısı canlı vericili karaciğer nakillerinde yakalanan ivme ile gerçekleşmiştir. Maalesef organ bağışında ülkemiz gelişmekte olan ülkelerle aynı grupta yer almaktadır. Ülkemizde beyin ölümü tespiti ve ölen kişinin ailesinin organ bağış oranlarındaki yetersizlik en önemli sorunlardandır. Organ Nakil Cerrahlarının beyin ölümü tespiti ve aileden bağış aşamasında bugüne kadar aktif rol alması ülkemizde, Organ Nakli 130 Organ Nakli Sempozyumu Koordinatörlerinin eksikliğinden idi. Bu durum Organ Nakli Cerrahlarının ve ölen hasta doktorlarının zaman zaman aynı dili konuşamamasına sebebiyet vermiştir. Organ nakli konusunda sorunlarını çözen ülkelerde yoğun bakım ünitelerinde beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların hemen hepsinin zamanında tespiti ile bu başarı yakalanmıştır. Organ Nakli Cerrahlarının, elbette ki beyin ölümü tespiti ve ailenin organ bağışı aşamasında hiçbir yeri yoktur. Ülkemizde Sağlık Bakanlığının yaptığı yeni düzenlemelerle organ nakli koordinatörlerinin görev alanı tanımlanmış ve organ nakli cerrahlarının bu süreç içerisinde yer almaması sağlanmıştır. Organ nakli pratiğinde ilgili cerrahları zorlayan başka bir sorunda hastaların hastalıklarının geç dönemlerinde organ nakli seçeneğine sunulmasıdır. Bu gerek hastaların kendi veya yakınlarından gerekse ilgili hekimlerden kaynaklanmaktadır. Böyle bir hastanın organ nakli prosedürü de riskli olmaktadır. Ülkemiz koşullarında canlı donörlerin sıkça kullanılmasından dolayı hasta yakınlarının da hastanın yaşamı ile büyük beklentiye girmesi olağandır. Hastalığı ağır olan hastanın canlı vericili organ nakli sonrası kaybedilmesi hem hastanın ailesi hem canlı donör hem de organ nakli cerrahları için büyük bir üzüntüdür. Sonuç olarak Organ Nakli Cerrahları ülkemizde bu tıp alanını önemli bir noktaya getirmiştir. Zorlukların aşılması Organ Nakli Cerrahlarının çalışma alanını daha homojen hale getirecektir. Organ nakli alanında gittikçe artan başarı oranları, konuyla ilgilenen canlı sayısını artıracak bu alanda önümüzdeki yıllarda bilimsel gelişimi daha da üst noktalara götürecektir. 131 Organ Nakli Sempozyumu BEYİN ÖLÜMÜ TANISINDA KULLANILAN TESTLER Prof. Dr. Nurçin Gülhaş İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD [email protected] Özet Beyin ölümü bazı ön koşulları yerine getirdikten sonra nörolojik muayene ile tespit edilen bir durumdur. Muayenenin tamamlanamadığı ya da apne testi yapılamadığında destekleyici test yapılması gereklidir. Destekleyici testler nöronal aktiviteyi gösterenler ve serebral dolaşımı değerlendirenler olarak ayrılır. Beyin ölümü serebral dolaşımın durması sonucu gerçekleşmektedir. Bu nedenle dolaşımı değerlendiren testler destekleyici test olarak daha çok tercih edilmektedir. Anahtar Sözcükler: Beyin ölümü, tanı kriterleri, klinik tanı, doğrulayıcı testler. Summary Brain death is a state which is diagnosed by neurological examination is patients who fulfill some specific criteria. In patients who cannot be examined throughly or in whom an apnoea test cannot be performed a confirmatory test is mandatory. Diagnostic test for brain death can either be those who show neural activity or those who evaluate cerebral circulation. The cause leads to development of brain death is cessation of cerebral blood flow therefore diagnostic tests which evaluate the cerebral circulation are preferred in brain death. Key Words: Brain death, diagnostic criteria, clinical diagnosis, confirmatory test. Giriş Beyin ölümü tanısının doğru ve gecikmeden konmasında ilgili hekimlerin tıbbi ve 132 Organ Nakli Sempozyumu hukuki sorumluluğu büyüktür. Bu nedenle beyin ölümü tanısı konurken eldeki teknik imkanlar ve tecrübeye göre doğruluk oranı en yüksek olan testin seçilmesi gerekmektedir. Tanıda önemli bir yere sahip olan apne testi ve doğrulayıcı yardımcı testler bu makalede gözden geçirilmiştir. Apne Tanısı Konulması İçin Kullanılan Testler Apnenin gösterilmesi beyin ölümünün klinik teşhisinde önemli bir unsurdur. En önemli beyin sapı refleksi solunumun kontrolüdür. Beyin sapı fonksiyonunun kaybı solunum ve vazomotor kontrolün kaybı ile apneye ve hipotansiyona neden olur (1). Bu nedenle beyin sapı fonksiyonlarının değerlendirilmesinde apne testinin çok önemli bir yeri vardır. Beyin sapının maksimum stimülasyonu için parsiyel karbondioksit basıncının 60 mmHg veya üzerinde olması önerilmektedir (1). Apne tanısı konulacak güvenli testler için literatür tarandığında bir çalışmada preoksijenasyon ve apneik oksijenasyon difüzyon tekniğinin uygulandığı olguların %3’lük kısmında apne testinin ventilatörden ayrıldıktan sonra progresif hipotansiyon ve hipoksemi gelişmesi nedeniyle başarılı olmadığı ve sonlandırıldığı bildirilmiştir. Ventilatörden ayırım sonrası T tüp ve sürekli pozitif havayolu basıncı (CPAP=10 cm su basıncı 12 L oksijen ) kullanılan olguların hiçbirinde apne testinin tamamlanamadığı bildirilmiştir (2). Transkutan karbondioksit basınç monitorizasyonu ile apne monitorizasyonu yapılmaya çalışılmışşa da PCO2 yükselmesi istenen ölçülerde saptanamamış ve apne testi için güvenilir bulunmamıştır. Apnenin apneik oksijenasyon difüzyon ile ortaya konulması güvenilir olsa da alternatif yöntemler henüz güvenilirlik taşımamaktadır (3,4). Doğrulayıcı Testler Apne testinin veya nörolojik değerlendirmenin tam olarak yapılamadığı zamanlarda örneğin maksillofasial travma nedeniyle göz ve kulak ilintili muayenelerin yapılamadığı durumlarda doğrulayıcı testlere geçilmektedir (5). Doğrulayıcı testler dolaşımı değerlendirenler ve diğerleri şeklinde ayrılmıştır. Apne testinin yapılamadığı durumlarda dolaşımı değerlendiren testler yapılması gerekliliği vurgulanmış ve dolaşımı değerlendiren test yapıldıysa ikinci muayene süresini beklemeye gerek kalmadığı belirtilmiştir (1-8). Doğrulayıcı test olarak iki aydan küçük çocuklarda iki test gerekirken 2 aylıktan büyük çocuklarda tek test yeterlidir (5). Beyne kan akımının olmaması, beyin dokusunun yıkımına yol açar. Beyin ölümünün saptanmasında anjiografinin en büyük avantajı santral sinir sistemini baskılayan ilaçlardan ve hipotermiden etkilenmemesidir (1,2,5-8). Serebral akımı değerlendiren testlerden altın standart kontrast anjiografidir. Kontrast anjiografi dört damar olarak yapılmalı ve beyin ölümü tanısı için ekstrakranial damarlar izlenebiliyorken intrakranial damarlarda dolum olmamalıdır. Akımı değerlendiren testlerden diğerleri sing133 Organ Nakli Sempozyumu le-photon emission computed tomografi (SPECT), Magnetik rezonans görüntüleme (MRG), MR anjiografi (MRA), kompüterize tomografik anjiografi (KTA), transkranial doppler ultrasonografi (TCD) beyin ölümü tespitinde kullanılmakta olan testlerdir (1,2,5,6,9-11). Son yayınlarda Pozitron Emisyon Tomografi (PET)’in beyin ölümü tanısında kullanılabileceği bildirilmiştir. Bununla birlikte, beyin ölümü olan çocuklarda serebral kan akımı ve serebral glukoz metabolizmasının varlığı bildirilmiştir. PET’in yüksek maliyeti ve özel eleman gerektirmesi kullanımını kısıtlamaktadır (1). Radyonüklid anjiografi ve SPECT de beyin ölümü tanısında sık kullanılsa da bu üç testin temel dezavantajı hastayı yoğun bakım dışına çıkarma gerekliliği ve özelliklede kontrast anjiografi için opak madde kullanımıdır. Negatif sonuçta tekrarlanabilirlikleri sınırlıdır. MR ve Bilgisayarlı tomografi anjiografi tekniklerinin beyin ölümü tanısında kullanımı yeni olup bu teknikler içinde aynı dezavantajlar söz konusudur. Ayrıca son bahsi geçen tekniklerin beyin ölümünde kullanımı açısından veriler sınırlı olup daha fazla araştırmaya gerek vardır. Yoğun bakım dışına çıkarma otonom denervasyon gelişen bu hastalarda vasküler tonus kaybına bağlı hipotansiyon ve kardiak arreste neden olabileceğinden istenmez. TCD akım değerlendiren başka bir test olup yatak başı yapılabilir, noninvazivdir. Tekrarlanabilir, opak madde gerektirmez tüm bu nedenler TCD kullanımını artırmıştır. TCD’nin dezavantajı ise temporal kemik pencere yetersizliği nedeniyle tetkikin tam yapılamamasıdır. Ayrıca akım hızlarının karbondioksit basınç değişikliklerinden etkilenmesi, hematokrit ve kardiak outputtan etkilenmesi ve tecrübe gerektirmesi gibi dezavantajları mevcuttur (1,2,5,11,12). Somatosensoriyal uyarılmış potansiyeller (SSEP), beyin sapı uyarılmış potansiyelleri (BAEP), Görsel uyarılmış potansiyeller (VEP), bispektral indeks (BI) gibi nöronal aktiviteyi değerlendiren testler de beyin ölümü tanısı koymak için kullanılabilir (1,2,5,6). Nöronal aktiviteyi değerlendiren testlerin (EEG, SSEP, BAEP, VEP) temel sorunu belirli lokalizasyonları değerlendirmeleri, ilaçlardan etkilenmeleri ve artefakt içermeleridir. EEG: Korteksi değerlendirirken derin serebral yapılar ve beyin sapı hakkında bilgi vermez. Ayrıca hipotermi ve ilaçlardan etkilenir. Yoğun bakımdaki cihazlardan kaynaklanan elektriksel artefaktlar EEG’nin değerlendirilmesinde yanlışlıklara yol açmaktadır (1,2,5,6,13). SSEP, BAEP, VEP santral sinir sistemindeki belirli yolakları değerlendirir, tüm beyin hakkında bilgi vermez. Nöronal aktiviteyi gösteren testlerde yanıt elde edilememesi, ilgili kortikal alanlarda hasar olduğunu düşündürürken yanıt elde edilmesi durumunda beyin ölümünün gerçekleşmemiş olduğu söylenebilir. BAEP, akustik uyarıdan sonra işitsel sinirlerde ve beyin sapında yayılan sinyallerdir. Beyin sapı anomalileri BAEP ile saptanabilir (1,2,5,14,15). Önceden varolan sağırlık ya da ağır periferik işitsel sistem hasarı kontrol edilmelidir; çünkü yanlış pozitif tanıya yol açabilir. Spontan so134 Organ Nakli Sempozyumu lunumun devam etmesine karşın dalga kaybı olan bazı olgular bildirilmiştir. BAEP ve SSEP’ in birlikte kullanımı önerilmiştir. Kaynaklar 1. Miller RD, Eriksson LI, Fleisher LA, Kronish JPW, Young WL. Miller’s Anesthesia 7th Edition, Philadelphia:Churchill Lıvıngstone; 2010, 3009-3017. 2. Karabekir HS. Güncel beyin ölümü değerlendirmesi, Türkiye Klinikleri J Gen Surg Special Topics 2013; 6: 7-13. 3. Lang CHG, Heckmann JG, Erbguth F, Druschky A, Haslbeck M, et al. Transcutaneous and intraarterial blood gas monitoring:a comparison during apnea testing fort he determination of brain death. Eur J Emerg Med 2002; 9:51-6. 4. Vivien B, Marmion F, Roche S, Devilliers C, et al. An evaluation of transcutaneous carbon dioxide partial pressure monitoring during apnea testing in brain-death patients. Anesthesiology 2006; 104:101-107. 5. Ünal A, Dora B. Beyin ölümü tanısında destekleyici bir test olarak transkranial doppler ultrasonografisi, Türk Beyin Damar Hastalıkları Dergisi 2012; 18: 49-58. 6. Sabancı PA, Karasu A, Karadereler S, Barlas O. Beyin Ölümü Tanısı, Sinir Sistemi Cerrahisi Derg 2008; 1: 81-85. 7. Paolin A, Manuali A, Di Paola F, et al: Reliability in diagnosis of brain death. Intensive Care Med 1995, 21; 657. 8. Louveir N, Combes JC, Nicolas F, et al. Cerebral angiography must have medicolegal value for brain death confirmation in France. Transplant Proc 1996, 28:377. 9. Banzo J, Razola P, Araiz JJ, Larraga J, et al. Cerebral perfusion scintigraphy study as confirmation test of brain death in the process of organ donation for transplant. Rev Esp Med Nuci İmagen Mol 2012, 31: 278-285. 10. Sinha P, Conrad GR. Scintigraphic confirmation of brain death. Semin Nuci Med 2012; 42: 27-32. 11. Monterio LM, Bollen CW, van Huffelen AC, Ackerstaff RG, et al. Transcranial doppler ultrasonography to confirm brain death: a meta-analysis. Intensive Care Med 2006; 32: 1937-1944. 12. Poularas J, Karakitsos D, Kouraklis G, Kostakis A, et al. A comparison between transcranial color doppler ultrasonography and anjiography in confirmation of brain death. Transplant Proc 2006; 38: 1213-1217. 13. Guideline three: minimum technical standards for EEG recording in suspected cerebral death. American Electroencephalographic Society. J Clin Neurophysiol 1994; 11: 10-13. 14. Facco E, Munari M, Gallo F, Volpin SM, et al. Role of short latency evoked potentials in the diagnosis of brain death. Clin Neurophysiol 2002; 113: 1855-66. 15. Wagner W. Scalp, earlobe and nasopharyngeal recordings of the median nerve somatosensory evoked P14 potential in coma and brain death. Brain 1996; 119: 1507-21. 135 Organ Nakli Sempozyumu NÖROLOJİK AÇIDAN BEYİN ÖLÜMÜ TESPİTİ Doç. Dr. Suat Kamışlı İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji AD [email protected] Beyin ölümü (BÖ) kavramı yaygın inanışın aksine organ transplantasyonundaki gelişmelerle birlikte ortaya çıkmamıştır, ilk olarak yoğun bakım hizmetlerinin kısıtlı ve pahalı olması nedeni ile tartışılmaya başlanmış, organ nakillerindeki ilerlemeyle birlikte BÖ gerçekleşmiş kişilerin potansiyel donör adayları olmaları nedeniyle BÖ tanısı daha önemli hale gelmiştir. Canlıdan ve BÖ gerçekleşmiş kişilerden yapılan organ nakillerine rağmen organ bekleyen hasta sayısındaki hızlı artışa bağlı olarak yeterli sayıda organ bulunamadığından, özellikle son 15 yıl içerisinde kardiak ölüm gerçekleşmiş kişilerden de giderek artan sayıda organ nakilleri gerçekleştirilmektedir. Tanım: Klinik olarak tüm beyin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz olarak kaybı fizyopatolojik olarak ise intrakranial dolaşımın durmasıdır. Etyoloji: Ağır kafa travması (en sık), subaraknoid kanamalar, intraserebral hemorajiler, beyin ödemi ve herniasyon, uzamış kardiak resüsitasyon, asfiksi başlıca nedenleridir. Tanı Kriterleri Ülkeden ülkeye tanı kriterleri çok küçük değişiklikler gösterebilmektedir. Bunlardan başlıcaları; destekleyici tanı testlerinin zorunlu olup olmaması, tanı konması için gereken iki ayrı klinik muayene arasındaki en kısa zorunlu süre ve bu tanıyı koyan kuruldaki uzman doktor sayısı konularındadır. Bunun dışındaki kriterler tüm ülkelerde benzerlik göstermektedir. Tanının Konulmasında Dikkat Edilmesi Gereken Durumlar (ÖN KOŞULLAR) 136 Organ Nakli Sempozyumu BÖ’ne neden olan yaklaşık tanı bilinmelidir ve geriye dönüşümsüz olmalıdır. BÖ’nü taklit eden birtakım durumlarla karşılaşılabilir; barbitürat ve alkol zehirlenmesi, aşırı doz sedasyon verilmesi, aşırı doz kas gevşetici verilmesi, primer hipotermi, hipoglisemi, hipovolemik şok gibi durumlar beyin ölümünü taklit edebilirler. Beyin Ölümünün 3 Temel Bulgusu 1. Ağrılı uyaranlara serebral-motor cevap alınmaması. Ancak aşağıda bulunan durumlar beyin ölümü tanısını ekarte ettirmez; a) Derin tendon reflekslerinin alınması b) Yüzeyel reflekslerin alınması c) Babinski refleksinin alınması d) Omuz elevasyon ve adduksiyonu, önemli tidal volüm değişikliği olmaksızın interkostal genişleme gibi solunum benzeri hareketlerin olması e) Patolojik fleksiyon ve ekstansiyon cevabı dışındaki spontan ekstremite hareketlerinin varlığında BÖ tanısı konulabilir. 2. Beyin sapı reflekslerinin kaybı: a) Beyin ölümünde pupiller orta hatta, yuvarlak veya oval, dilate (4-9 mm), parlak ışığa yanıtsızdır b) Kornea refleksi yokluğu c) Vestibulo-oküler refleks yokluğu d) Okülosefalik refleks yokluğu e) Faringeal ve trakeal reflekslerin yokluğu. 3. Spontan solunum bulunmaması. Ön koşullar sağlandıktan ve 3 temel bulgu saptandıktan sonra klinik olarak beyin ölümü tanısı konmuş olmakla birlikte, ülkemizde 01.02.2012 tarihli ve 28191 sayılı resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren organ ve doku nakli hizmetleri yönetmeliği gereğince; a) 2 aydan küçük çocuklarda 48 saat, 2 ay-1 yaş arası 24 saat, 1 yaş ve üzerindeki çocuklarda ve yetişkinlerde 12 saat ve anoksik beyin ölümlerinde 24 saat sonra yapılan ikinci nörolojik muayenede de mevcut durumun değişmeden devam ettiği gözlemlenmelidir. Ancak klinik olarak BÖ tanısı konulmuş olan vakalarda beyin dolaşımını değerlendiren bir destekleyici test yapılmış ve bu yapılan test BÖ ile uyumlu ise 2. nörolojik muayene için beklemek gerekmez. b) Klinik olarak BÖ tanısı almış vakalarda, 2 aydan küçük çocuklarda 2 adet destekleyici test, 2 ay ve üzerindeki vakalarda ise hekimler kurulunun uygun göreceği bir destekleyici test ile BÖ tanısı teyit edilmelidir. Destekleyici yöntemler ya beyin kan 137 Organ Nakli Sempozyumu akımının kesildiğini ya da beyin faaliyetinin geri dönülmez şekilde durduğunu göstermeye yöneliktir. Özellikle etiyolojinin belli olmadığı, BÖ’nü taklit eden durumların varlığında veya süratli karar vermenin gerektiği durumlarda serebral anjiografinin (DSA) teyid edici laboratuar yöntemi olarak tercih edilmelidir. Bu yardımcı yöntem anjiografi (DSA) dışında, bilgisayarlı kompüterize anjiografi, beyin sintigrafisi, single pozitron emisyon bilgisayarlı tomografi (SPECT), pozitron emisyon tomografi (PET), transkranyal Doppler ultrasonografi, veya elektroensefalografi (EEG) olabilir. Yukarıdaki şartlar gerçekleştikten sonra hasta yakınlarına hastanın BÖ tablosunda olduğu bildirilir. Hasta yakınının, ancak hastanın organ veya organlarının transplantasyon için kullanılmasına veya yaşam desteğinin kesilmesine izin vermesinden sonra uygulanan tıbbi destekler kesilebilir. Kaynaklar 1. Calixto Machado. Brain Death: A Reappraisal.Springer, 2007. 2. Patricia D. Scripko, and David M. Greer. An update on brain death criteria: a simple algorithm with complex questions. The Neurologist 2011; 17: 237–240. 3. Robert M. Brain death, cardiac death, and the dead donor rule. J S C Med Assoc. 2011; 107: 146–149. 4. The Quality Standards Subcommittee of the American Academy of Neurology Practice Parameters for Determining Brain Death in Adults. Neurology. 1995; 45:1012–1014. 138 KATILIMCILARIN LİSTESİ Doç. Dr. Abdullah ÇOLAK Prof. Dr. Mustafa ARSLAN İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku AD [email protected] İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi AD [email protected] Prof. Dr. Şinasi GÜNDÜZ Uluslararası Balkan Üniversitesi Rektörü, Üsküp, Makedonya [email protected] Prof. Dr. Ahmet YAMAN Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku AD [email protected] Yard. Doç. Dr. Ahmet EKŞİ Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi AD [email protected] Dr. Ülfet GÖRGÜLÜ DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı [email protected] Prof. Dr. Ünsal ÖZGEN Prof. Dr. Dilek CİNDOĞLU Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji AD [email protected] Doç. Dr. Zülküf KARA Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji AD [email protected] Doç. Dr. Şükrü KARTALCI İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD sukru.kartalcı@inonu.edu.tr Prof. Dr. Cengiz ARA İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi AD [email protected] Prof. Dr. Yaşar DOĞAN İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı [email protected] F. Ü. Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Gastroenteroloji BD [email protected] Prof. Dr. Hakan HAKERİ Prof. Dr. Sezai YILMAZ İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi [email protected] Doç. Dr. Sevtap METİN İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi AD [email protected] Yard. Doç. Dr. Hakan ERTİN İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi AD [email protected] Yard. Doç. Dr. Mehmet KARATAŞ İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD [email protected] İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi AD [email protected] Prof. Dr. Nurçin GÜLHAŞ İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD [email protected] Doç. Dr. Suat KAMIŞLI İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji AD [email protected]