Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu
Gençlik Dergisi
e
d
z
i
S
YIL: 3 SAYI: 18
MART - NİSAN 2010
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR - ÜCRETSİZDİR
Bilgiyurdu
İÇİNDEKİLER
Mustafa ÖZTÜRK
Gündeme Bakış ............................................................................3
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 3 SAYI: 18
MART - NİSAN 2010
İKİ AYDA BİR ÇIKAR
ÜCRETSİZDİR.
SAHİBİ:
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ:
Osman KARABABA
YAZIŞMA ADRESİ:
Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı
Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3
Kocasinan/KAYSERİ
TELEFON:
(0352) 232 32 67
WEB:
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA:
[email protected]
Prof.Dr. Cihan DURA
Hayatımızda Dedüktif Yanılmalar -II- ...........................................7
Mustafa ÖZTÜRK
Yolcular -Şiir- ...............................................................................9
Yrd.Doç. A. Vehbi ECER
Anadolu’nun Fethi Sırasında Yerli Halk ve Türkler ......................10
Söyleşi
Prof. Dr. Mustafa Argunşah İle Söyleşi .......................................12
Osman KARABABA
Davullar ve Tokmaklar ...............................................................17
İsmail BOZKURT
Mart Dokuzu - Nevruz - ...........................................................18
Mustafa Aykut AKŞİT
Türk Silahlı Kuvvetlerini Savunuyorum! ......................................20
Yunus Emre ÖZKAN
Destan Şairimiz: Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ........................23
Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU
Uyan Ey Türkoğlu - Şiir - ...........................................................37
Sinan IŞILDAK
Şerif Hüseyin’in İhaneti ve Pişmanlığı .........................................25
İbrahim GÜNGÖR
İletişim ve Bilgi Kirliliği................................................................27
Hakan BOZDOĞAN
Cumhuriyet Türk Kadınına Neler Kazandırdı? .............................29
GRAFİK TASARIM:
Burhan ALKAN
e-mail: [email protected]
Yılmaz GÜRBÜZ
Üç Büyük Kayıp: Cebeci, Göze, Türkkan ....................................31
BASKI:
ORKA MATBAACILIK SAN. TİC.
LTD.ŞTİ.
OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Erol IRMAK
Bunun Adı Nedir? ......................................................................35
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir.
Mustafa KILIÇKAYA
Prof.Dr. Irene Melikoff...............................................................33
Bilgiyurdu
Ülkelere Göre Kitap Okuma İstatistikleri .....................................37
Duyuru
Kayseri Türklüğün Kalbidir .........................................................38
www.bilgiyurdu.org.tr
TÜRKİYE
KAOSA SÜRÜKLENİYOR
T
sıdır.
Gündeme Bakış
ürkiye bir kaosa doğru sürükleniyor.
Bunun sebebi, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yüksek Yargının hedef alınma-
Türkiye, üç yıla yakın bir süredir Türk Silahlı Kuvvetleri ve üst düzey komutanlarla ilgili ağır
iddiaların yer aldığı Ergenekon davasını konuşuyor. Sanki başka bir sorun yokmuş gibi medya,
adeta bu dava ile yatıp kalkıyor. Son olarak ortaya atılan Balyoz iddiası nedeniyle pek çok generalin tutuklanması, Genel Kurmay komuta heyetinin
rahatsızlığa yol açtığı gibi Türk halkını da endişeye sevk etmiştir.
Son günlerde, TSK’nın rahatsızlığına Yargı
da eklendi. Hükümet’in “yargı reformu” adı altında yüksek yargı organlarında yapısal değişiklikler planlaması ve bu amaçla Anayasa değişikliğini gündemine alması ve arkasından da Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı’nın tutuklanması, adalet kurumunda da fırtınalara sebep oldu.
Bir yoruma göre, iktidar, siyasi rant uğruna
TSK ve Yargıyı hedef almaktadır. İktidar yanlısı
köşe yazarlarının ölçüyü aşan yazıları, bazı Hükümet üyelerinin beyanları ve Kahramanmaraş milletvekili Avni Doğan’ın malum konuşması, bu görüşü desteklemektedir.
“Benden olmayan bana karşı” mantığı ülke
içinde uygulandığı takdirde, halkın zıt kutuplara
ayrılması kaçınılmaz bir sonuç doğuracaktır. Bu,
halk oyuyla seçilen bir iktidara asla yakışmaz. Siyasi iktidar, bazı kurumları kendinden saymamak
ve ona karşı olmak gibi bir anlayışa sahipse yönetim görevini yapamaz ve ülkenin tümünü kuşatan
bir kaos üretilmiş olur.
Oysa Türkiye, millî birlik ve bütünlüğe, yönetimde istikrara, kurumlar arası uyuma, siyasi
partilerin diyaloğuna en çok ihtiyaç duyulan bir
süreçten geçiyor. Çünkü, öylesine zorlu dış ve iç
sorunlarla karşı karşıyadır ki toplumsal mutabakatlar olmadan bu sorunları aşmak, asla mümkün
olmayacaktır.
* Bilgiyurdu Gençlik Eğitim Kültür Derneği Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK*
Millî dâvâ Kıbrıs’ta gelinen nokta, devlet
ve egemenlikten vazgeçileceği yönünde… Avrupa Birliği, Annan Planı nedeniyle verdiği sözleri
unutmuş, utanmadan Türk Silahlı Kuvvetlerinin
adadan çekilmesini istemekte…
Yunanistan’ın Türk hava sahasını ihlalleri,
devlet egemenliğine bir saldırı olmasına rağmen,
Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından ciddi sayılmayıp geçiştirilmekte…
Kafkasya, kaynayan kazan… ABD’nin bastırmasıyla imzalanan Türkiye- Ermenistan protokolü tam bir fiyasko… Ermenistan, hiçbir iddiasından vazgeçmediğini açıkladı. Uyarılara kulak tıkayan ve Ermeni lobisine kanan Hükümet,
ülkesine yaptığı kötülüğü anlayabildi mi acaba?
Çünkü, Ermenileri kazanalım, ABD ve AB’yi
memnun edelim, derken, Türkye’nin en iyi dostu
Azerbaycan’ı kaybettik.
ABD, Ermeni iddiası soykırım yalanını Türkiye üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallıyor; önümüzdeki günlerde Kongre’de oylanacak. ABD,
Yalnızca soykırım kozunu kullanmıyor, ayrılıkçı Kürt hareketini siyasallaştırarak ve Kuzey
Irak’taki bölgesel Kürt yönetimini destekleyerek
Türkiye’de kaosun ve kardeş kavgasının da ortamını hazırlıyor.
Ortadoğu’ da dik duran Türkiye, bu bölgede
barışın da teminatıdır. Ancak, geçtiğimiz yıllarda
dik duramadığı, ABD’ye eğildiği için Irak trajedisi yaşandı. ABD, şimdi de İran’ı bertaraf etmek istiyor. Bunun için her alanda Türkiye’ye baskı yapıyor; tabiri caizse, Türkiye’yi “çantadaki keklik”
konumuna getirmek istiyor.
Hıristiyan Batı, Tükiye’yi parçalama projelerini hiç rafa kaldırmadı. Federe devletlere bölünmüş zayıf ve kendilerine tabi bir Türkiye olursa,
fabrikalarında Türkleri karın tokluğuna çalıştırır,
Türk izi olan ne varsa hepsini siler ve Anadolu’yu
bin yıl öncesine çevirirler. Fener Rum Patriği, Batı
başkentlerini boşuna mı dolaşıyor?
İnceleme
3
4
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
İşte bunun için “Türkiye, iç kavgalarla boğuşup güçsüz kalsın” isterler. Hatta Türkiye’de kutuplaşmaları, kurumlar arası kavgaları teşvik ve
organize ederler; soyu ve karakteri bozuk kişileri satın alıp kullanırlar. Bugün bu saydıklarımızın
Türkiye’de yaşanıyor olması, yabancı parmağını, elbette akla getirecektir. Ancak, iktidarda bulunanların sorumluğunu da akılda tutmak durumundayız.
Ülkemizde, devletin kuruluş felsefesi ve temel vasıfları, Türk Silahlı Kuvvetleri, yargı bağımsızlığı, iktidar yandaşı medyanın sürüp gelen
karalayıcı kampanyalarıyla hedef tahtası yapılmışsa, sağduyu sahibi bir kimse bu yapılanı demokrasiyle izah edemez, etmemeli.
Ayrılıkçı terör örgütü mensupları Habur’da
devlet töreniyle karşılandı. Pişmanlık ifadesi olan
tek bir söze etmedikleri halde, çadırda oluşturulan
mahkemede serbest bırakıldılar. İçişleri Bakanının
“hakimleri ayarladığı” söylendi. Eli kanlı teröristlere gösterilen bu tolerans, en yüksek mevkilerde
görev yapmış, çok zor şartlarda PKK terör örgütüyle savaşmış askerlerden neden esirgendi?
TSK mensubu komutanlara karşı intikamcı
bir yaklaşım apaçık görülüyor. Bu yaklaşımı sergileyenler ya devletin rejimiyle hesabı olanlar ya
da iç çatışmadan yarar uman ajanlardır.
Bazı çevrelerin düşman yerine koydukları
TSK etkisiz hale getirilirse ne olur?
Ege’de, Kıbrıs’ta, Karadeniz’de Türkiye’nin
hakları korunamaz.
Olası bir Kürt ayaklanması ve sonrasında vatanın bölünmesi engellenemez.
Bölücülük ve irtica ile mücadele edilemeyeceği için ne cumhuriyet ne de demokrasi kalır.
Ülke yangın yerine döner. Irak ve Afganistan’dan
beter oluruz. Dolayısıyla süper güçler de Türkiye
üzerindeki planlarını gerçekleştirmiş olurlar.
Bu nedenle, etkisizleştirmek şöyle dursun,
TSK’yı bütün dünyanın saygı duyacağı ölçüde
güçlendirmek, en yeni ve modern silahlarla donatmak gerekir. Ancak, şu gerçeği de söylemeliyiz:
Demokratik ülkelerde orduların görevi, yasalarla
belirlenmiştir. Bu görevlerin dışına çıkıp siyasete
karışmaları kabul edilemez. O zaman hem görev,
hem de rejim şuçu işlemiş olurlar.
Hükümet, Türkiye’nin içinde bulunduğu kaos
ortamında, “Nerede yanlış yaptık?” diye kendisini
sorgulamalı; Türk halkını kutuplaştırıcı yaklaşımlardan, kurumları ele geçirme mantığından süratle vazgeçmelidir. Yeni bir devlet kurmuyoruz, 87
yıl önce kurulan devletin devamıyız. Bu devleti;
temelleriyle oynamadan geliştireceğiz. Kurumlar
arası uyum, millet-devlet kaynaşması, ilmin rehberliği, yargı bağımsızlığı, millî ve manevî değerlere bağlılık olursa ülkemizde ne terör ne de kaos
barınabilir.
Türkiye’de iç savaş ve kaos beklentisindeki
dış güçlerin ve işbirlikçilerinin heveslerini kursaklarında bırakmak için gayret göstermek, hepimizin görevi olmalı.
ABD, TÜRK ORDUSUNA NİÇİN
DÜŞMAN?
TSK’yı yıpratıp Türk halkının gözünden düşürme planının gerisinde ABD’nin olduğu gitgide berraklaşıyor. Bunun için yakın geçmişe bakmak gerekiyor.
ABD, özgürce karar veren bir Ankara istemiyor, Orta Doğu’da kendi politikalarıyla uyumlu
hareket eden bir Türkiye istiyor. Türkiye’de iktidarlar, çoğu zaman ABD ile problemsiz çalıştılar.
Özellikle soğuk savaş döneminde…
Soğuk savaş sonrasında işler biraz değişti.
ABD, tek süper güç olarak sahneye çıktı. Dünyanın her yerine burunu soktu ve renkli devrimlerle yandaşlarının iktidara gelmesini sağladı.
Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Orta Doğu’da çıkarlarını koruyacak yapılar oluşturdu. Slovenya,
Sırbistan, Ukrayna, Gürcistan’da devrimler yaptıran ABD, Türkiye’yi hiç es geçer mi? Geçmedi.
Türkiye’de de sivil bir devrimin yapılmakta olduğu apaçık ortadadır.
Bilindiği gibi ABD’nin Orta Doğu ülkelerine yönelik BOP adlı bir projesi vardır. Bu proje,22
İslam devletinin sınırlarını değiştiriyor ve bu devletleri yeniden yapılandırıyor. Türkiye Başbakanı
R.Tayip Erdoğan, “Ben BOP’ un eşbaşkanıyım.
Diyarbakır da BOP’ un merkezi olacak.” diyerek bu ABD projesinde görev aldığını açıkladı.
Bu, aynı zamanda Türkiye’nin İsrail yandaşı Kürt
devletinin kurulmasına izin vereceği anlamına ge-
5
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
liyordu. İşte işler bu konuda karıştı. Türkiye’de ne
ordu, ne de halk buna izin verirdi.
Öte yandan, ABD, Türkiye’ye “ ılımlı İslam” modelini dayatmaya kalktı. Türkiye bu
modeli uygularsa, bütün İslam ülkelerine örnek
olurdu. Oysa bu model, Türkiye’de rejimin temel direklerinden laikliği oradan kaldırıyordu.
Türkiye’de ne ordu, ne de halkın çoğunluğu buna
izin verirdi.
ABD, BOP haritaları yayımlandı. Büyük Ermenistan ve Büyük Kürdistan, Türkiye’nin yarısını götürmüş. Böyle istiyorlar. TSK ve Türk halkı
buna razı olabilir mi?
ABD, Kemalizimden rahatsız. Çünkü Kemalizm, bağımsızlığı ve millî egemenliği gerektiriyor, bunlardan ödün vermiyor. Bu yüzden,
Türkiye’deki millî güçleri kontrol edemeyen ABD
ve yandaşları Türk milliyetçiliğini ve laikliği savunan herkese ve her kuruma savaş açtılar.
CIA ajanla Grahaum Fuller, AKP iktidarında
Atatürk’e ve ilkelerine karşı sözde liberal çevrelerin yürüttüğü mücadeleden mutlu olduğunu söylüyor. Diyor ki:
“Kemalizm öldü. Kemalizm’in sonuna gelinmesinin iyi olduğunu düşünüyorum.”
CIA böyle olsun ister ama Türkiye Cumhuriyetinin millî ve üniter yapısını korumaya ant içmiş TSK buna izin verir mi? Türk Genelkurmayı,
işte buna izin vermediği için ABD ve yandaşlarının düşmanlığına hedef oldu.
Son yıllarda TSK, ABD ‘nin hoşuna
gitmeyen başka işler de yaptı.
dı.
1. Körfez savaşında ABD planında rol alma-
2. Özel Harp Dairesi’ni Özel Kuvvetler
Komutanlığı’na çevirerek ABD etkisini bertaraf
etti.
3. ABD ‘ye rağmen Kuzey Irak’a defalarca
girerek PKK ile savaştı.
4. BOP’a ve dolayısıyla İsrail yandaşı ve
ABD kuklası Kürt devletine karşı çıktı.
5. 1 Mart Tezkeresi’ni asla savunmadı.
6. Kıbrıs’ta Denktaş çizgisinden taviz verme-
di.
Bütün bunlar ABD ‘nin TSK’ ya düşmanlığı
için yeter de artar bile.
bı:
TSK’ın bu direnişine ABD’nin ceva-
1.1995’te Gazi Mahallesi olaylarını tertipledi; Alevi-Sünni çatışması yaratmaya çalıştı.
2.Kürt devleti ısrarını sürdürdü.
3.24 Temmuz 2002’de Nevada çölünde
Türkiye’yi işgal tatbikatı yaptı.
4.ırak’ın Süleymaniye kentinde 2003’te Türk
askerinin başına çuval geçirdi.
5.Millî güçlere karşı yandaş medya ve Sivil
toplum örgütlerini devreye soktu.
6.Millî güçlere karşı kullanmak üzere
ABD’ye gönderilen polisleri eğitmeye başladı.
Bütün bunlardan sonra, Ergenekon davasında ABD’nin rolü olduğu akla gelmez mi? 2007’de
37 ABD istihbaratçısı, Türkiye’ ye neden sokuldu acaba?
Kendi politikalarını Türkiye’ye dayatan
ABD, direnen TSK’ ya diyor ki: “Bana böyle
diklenirsen başına daha ne çoraplar örerim.”
Bir millî ordu olan TSK bu resti görüp gereken cevabı vermelidir. Bunun için de Türk halkı nazarında saygınlığını, güvenilirliliğini artıracak tedbirler almalı, halkla daha çok bütünleşmelidir. Bu
yolda atılacak ilk adım, Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un bahsettiği bilgileri kamuoyuna
açıklaması, neden olmasın.
ÖLÜMÜ ŞEÇEN ALBAYLAR
Askerlerin onur intiharları devam ediyor:
Abdülkerim Kırca, Ali Tatar, Berk Erden…
Türkiye’nin puslu karanlığında suçsuzluğunu ispat edemeyen ve çok önem verdiği değerlerin
bir bir yıkıldığını gören şerefli bir insan ne yaparsa onlar da onu yaptılar.
Gerçek askerler, vatanları ve onurları için yaşarlar; vatanları ve onurları için ölürler. Bu değerlere sahip olmayanlar, bunu asla anlayamazlar.
İnsanın namluyu kendi şakağına dayayıp te-
6
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
tiği çekmesi, kolay mı? Mangal gibi bir yürek gerektirmez mi? Can tatlı değil mi? Demek ki candan ve hayattan daha kıymetli ve üstün değerlere sahiptiler.
Tetiği çeken parmak kendi parmakları olsa
da, biliyoruz ki, asıl katiller iftiralarıyla en civanmert askerleri ölüm cenderesine sokanlardır.
Bunca iftiraya kim dayanabilir?
Bir merkez tarafından organize edilen psikolojik bir saldırı var. Sahte belgeler dizi dizi…
Gizli tanık mı istersin bol… Katmerli iftiralar…
Komplolar… Gri ve kara propagandanın her çeşidi… Gobbelsler dirilmiş, Ebu Cehiller iş başı yapmış…
Kendi ülkesinin bir kısım medyası, bir kısım
sivil toplum örgütleri TSK’yı düşman ilân etmişse
asker ne yapsın? Asker, yabancı ordulara karşı dövüşür, hazırlığını da buna göre yapar. Öyle anlaşılıyor ki Türk Genel Kurmayı’nın bu yeni duruma
karşı donanımı yoktur.
Genelkurmay, TSK’yı hedef alan psikolojik
saldırılardan duyduğu rahatsızlığı defalarca ifade
etti, yetkili ve ilgili kurumları göreve çağırdı. Ancak kimsenin kılı kıpırdamadı.
Aslında Hükümetin bu soruna eğilmesi gerekirdi ama askerin yıpratılması onun da işine geliyor olmalı ki TSK’ ya destek vermek şöyle dursun, imalı sözlerle ve mazlum rolü oynayarak o da
karşı saftaki yerini aldı.
Yandaş medya TSK’ ya veryansın ediyorsa,
bir Allah’ın kulu “Bu işin içinde Hükümet yoktur.” diyemez. Askerin hakkını kim koruyacak?
Millî Savunma Bakanı, neden hiç konuşmuyor?
Asker ne yapsın? Ülke savunmasıyla ilgili
hazırlıklar mı yapsın, yandaş medyanın iftiralarına mı cevap versin?
Askerin asıl görevini yapması nasıl engelleniyor, anladınız mı?
Albay Berk Erden’in cenaze töreninde, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur
Yiğit’in şu sözleri, tarihe geçecek kadar anlamlıdır:
“Bu bir onur intiharıdır. Yargılama yapmadan önce, herkes kendine sorsun, aynı şey benim
başıma gelse ne yapardım diye… Habur’dan terör örgütünün bütün üyeleri ellerini kollarını
sallayarak giriyorlar ve benim bu personelim,
yani vatanları için canını vermeye hazır personelim silahlı terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyor. Bunu da halkımızın takdirine sunuyorum.”
Bu sözler, içinde fırtınalar kopan bir komutanın sözleridir. Çünkü haksızlığı görmüş, yaşamış
ve dağ gibi silah arkadaşlarını kaybetmiştir. On
binlerce Türk askeri, polisi ve insanın ölümünden
sorumlu PKK’nın militanları örtülü aflarla serbest
bırakılırken Türk subaylarının Ergenekoncu iddiasıyla tutuklanmaları, akıl ve hayale gelmez İftiralara maruz bırakılmaları ne acı bir tezattır.
Askeri yıkan da işte budur.
Yoksa PKK, Türk ordusundan 25 yılın intikamını mı alıyor?
Yoksa siyasi iktidar, TSK’yı karalayarak
“Kürt açılımı” nda zafere ulaşacağını mı sanıyor? Bilmeliler ki, kendilerine bu aklı verenler,
Türkiye’nin dosttu olamaz ve tuttukları yol, karanlık ve çıkmaz bir yoldur.
TSK’nın da kendisini bir gözden geçirmesi,
bunca badireden sonra, gerçek dost ve düşmanlarını iyi tanıması, tarihsel disiplin ve görevinden
taviz vermemesi gerekiyor. Asimetrik psikolojik
saldırılara karşı yeni bir yapılanmaya gitmesi ise
şarttır.
Gözden düşürme ve yıpratma kampanyalarına rağmen TSK, hâlâ milletin gözdesidir.
Millî ordu vasfını koruduğu süre de gözde olmaya
devam edecektir. Bu yüzden, bir askerin ölümü,
vatan sevgisiyle dolu bütün yüreklere elem veriyor, evler, yuvalar matem tutuyor.
Çatışmalarda şehit düşen tüm askerlerimizi
ve onuru için intihardan başka bir seçeneği kalmayan albaylarımızı biz de buradan selamlıyoruz.
Böyle bir anda şu dizilerin sahibi büyük
ATSIZ’ı hatırlamamak mümkün mü?
Ecel dedikleri şey, erlerin kevseridir;
Gözünü kırpmadan iç, içme çağı erince.”
“Kahramanlar yürür gider ölüme karşı,
Bir sevgili gibi onu basar bağrına!”
Bu dizeleri ve dolayısıyla ölümü tercih eden
onurlu askerleri anlayanlara selam olsun.
HAYATIMIZDA
DEDÜKTİF YANILMALAR - II
Prof.Dr. Cihan DURA - www.cihandura.com
Ne yazık ki insanlarda dedüktif yanılmalar çok yaygındır.
Bu yoldan kendi kendine yanılır, başkaları tarafından yanıltılır.
Özellikle siyasetçiler, satıcılar, reklamcılar, propagandacılar çok
kullanır bu tür muhakemeleri; karşılarındakileri kandırmak, onları
istedikleri yola sevk etmek için.
B
u yazımda söz konusu muhakeme türlerinden ikisi daha, “bileşim yanılması” ile “bundan sonra, öyleyse bu nedenle” adlı yanılma üzerinde duracağım.
I) BİLEŞİM YANILMASI
İlk yanılma şeklimiz “bileşim yanılması”dır. Somut örneklerle başlarsam, nasıl olduğunu daha kolay anlayacağız.
A) Bir geçit resmini seyretmek için oturmuş bekleşen
bir kalabalık olduğunu varsayalım. Yolun ucunda ilk
kafile görünüyor, seyircilere yaklaşıyor. Kalabalıktan
biri hemen ayağa kalkıyor, geçit resmini en iyi şekilde seyredebilmek için. Onun bu fırsatçılığını değerlendiren çevresindeki insanlar da ayağa kalkıyor, ardından diğerleri. Şimdi bu durumda elde edilen sonuç
nedir? Herkes ayağa kalkmış olduğu için geçit resmini hiç kimse en iyi şekilde seyredemeyecektir. Bu örnekten şunu anlıyoruz: Bileşim yanılması, bir eleman
için doğru olan herhangi bir şeyin, küme için de doğru
olduğu varsayıldığı zaman ortaya çıkıyor. Örneğimize
göre muhakeme şöyle yapılmaktadır:
-Tek bir seyirci, ayağa kalktığı zaman, töreni en iyi şekilde seyreder;
-O halde, bütün kalabalık da aynı hareketi yaparsa,
herkes töreni en iyi şekilde seyreder.
Bu muhakemenin soyut kalıbı şöyledir:
A bir kümedir. Bu küme a1, a2, a3, … an elemanlarından
oluşmaktadır.
-D davranışı a için iyidir.
-Öyleyse, D davranışı bütün a’lar (A’nın tamamı) için
iyidir.
Bir otobüs durağında sıra oluşturmayıp, binmek için
yanındakileri iteleyip otobüsün kapısına yaklaşmaya
çalışan kalabalıktaki her üye de aynı kayıpla karşı karşıyadır: Hiçbiri rahat bir şekilde otobüse binemeyecektir: Bağırıp çağırmalar, itişip kakışmalar, kafa göz yarmalar, öfke ve sinir... Bunlar olacaktır, her birinin kafasındaki “kimseyi takmazsam, otobüse herkesten önce
binerim” şeklindeki muhakemenin sonucu.
Siyasal seçimlerde çoğumuzun aklından geçer, şöyle
deriz: “Benim sadece tek bir oyum var, bunun sonuca ne etkisi olabilir ki? Sandık başına gitmesem, oy kullanmasam, ne değişir ki?”
İşte doğru yanıt: Eğer 1 milyon seçmen böyle düşünürse, ya da böyle düşünmeyip oyunu kullanırsa, neler değişmez ki!
B) Bileşim yanılmasının, ekonomik problemlerde oldukça geniş rol aldığını söyleyebilirim.
i) İşte ilk örnek:
-Her insan kendi çıkarı peşinde koşar ve çıkarını maksimumlaştırmaya çalışır;
-Toplum insanlardan oluşur; o halde her insan kendi çıkarı peşinde koştukça; toplumun çıkarı da maksimumlaşmış olur.
Sıkı durun: Adam Smith’in kurucusu olduğu iktisat bilimi esas olarak böyle bir muhakemeye, böylesine yanlış
bir muhakemeye dayanmaktadır. Muhakemenin vardığı sonuç, ülkelerde gözlemlenen yoksulluk, sefalet ve
uygulanması gereken sosyal politikalar göz önüne alınırsa doğru değildir.
ii) Diğer bir örnek, iktisattaki ünlü tasarruf paradoksudur.
-Tek bir birey tasarruf yapar; tasarrufunu bir kenara bi-
İnceleme
7
8
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
riktirirse, bu onun refahını arttıracağı için lehinedir.
-Bir toplum bireylerden meydana gelir.
-Öyleyse aynı davranış, bütün bir toplumun da lehine
olacaktır.
Böyle bir muhakeme, bir bileşim yanılmasıdır. Çünkü
toplumu oluşturan bütün bireyler aynı şekilde tasarruflarını bir tarafa biriktirirse, toplam talep azalacak;
dolayısıyla milli gelir düşecek; toplam tasarruflar da
artmak bir yana, gerileyecektir.
iii) Ekonomiden son bir örnek daha: - Fiyatların düşmesi birey için iyidir. -Ancak millî ekonomi için iyi değildir.
Bütün örneklerde durum aynıdır: Belli bir iş veya eylem, eğer bunu tek bir insan yaparsa, makul ve iyidir;
ancak aynı eylemi birçok insan yaptığı zaman, elde edilen netice arzu edilir bir sonuç olmamaktadır. Sosyal
bilimciler ve bilhassa iktisatçılar; politika oluşturucuları, halkı bileşim yanılmalarına karşı uyarmalıdır.
II) “BUNDAN SONRA, ÖYLEYSE BU NEDENLE”
İkinci yanılma şeklinin adı biraz uzunca: “Bundan
sonra, öyleyse bu nedenle!” İfade şu anlamı içeriyor:
-Mademki x olgusundan hemen sonra y olgusu meydana geldi,
-Öyleyse y olgusunun sebebi, x olgusudur.
Bu tür yanılma (ya da yanıltma) mantık biliminde
“Post hoc, ergo propter hoc” terimiyle anılır. Bu Latince söz “Bundan sonra, o halde bu nedenle” şeklinde
Türkçe’ye çevrilebilir. “Post hoc” yanılmada, “madem
ki B olgusu A olgusundan sonra meydana geliyor, o
halde B olgusu zorunlu olarak A olgusu nedeniyle meydana geliyor” varsayımı yapılmaktadır.
A) Örneklerimizi verelim:
i) ilk örnek yaşanmış bir olaydır, benim bir gençlik hatıram: Adana Lisesi’nde öğrenci iken, çok yakın bir arkadaşım vardı. Birgün bana “Ben Allah’ın sevgili bir kuluyum” dedi “beni çok seviyor.” Şaşırdım, sordum kendisine: “Nereden vardın bu sonuca?” Şu yanıtı verdi:
“Geçen gün evime dönüyordum. Hava kapalı, bulutlar
yağmur yüklüydü. Tam ben, evime varıp içeri girdim
ki yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı.
Tanrım benim ıslanmamı istemedi.”
Ben bugün eminim ki, bu güzel arkadaşım başka bir
gün yağmurdan sırılsıklam kendini bir çatı altına zor
atınca, yaptığı yanlış muhakemeden ebediyen vazgeçmiştir.
ii) Bir partinin lideri seçimi kazanmış, yeni başbakan olmuştur. Ancak ülkesinin ödemeler dengesinin açık ver-
mekte oluşu nedeniyle kaygılıdır. Fakat o kurnazdır, ne
yapması gerektiğini bilir. Hemen deflasyonist politikalar uygulamaya başlar ve gerçekten pek az bir süre
sonra; açık ya azalır veya yerini fazlaya bırakır. Politikacı rahat bir nefes alır. Daha sonra yeniden baş gösterecek olan açığa kadar, durumu kurtarmış, yeteneğini ispatlamıştır. Halk ise şöyle der: O geldi, sorun çözüldü!
Oysa sorun çözülmemiştir, çok geçmeden yeniden ortaya çıkacaktır. Ancak politikacı, halkın gözüne girmiştir bir kere!
iii) Aynı mahiyette bir örneği 1950’li yıllarda gerçekten yaşadı Türkiye. 1950 seçimlerinde CHP iktidardan
düşmüş, Demokrat Parti (DP) iktidar, Adnan Menderes başbakan olmuştur. O sırada iki olay daha meydana geliyor:
-İçerde hava koşulları çok iyidir, mahsul boldur, Türkiye
dünyanın buğday ambarlarından biri haline gelmiştir.
-Yurt dışında Kore Savaşı sebebiyle tahıla olan talep
müthiş artmıştır, fiyatlar fırlamıştır.
Doğal olarak, artan ihracat sebebiyle köylümüzün cebi
para görmüştür. Tarım sektörümüz birkaç yıl süreyle altın bir devir yaşamıştır. Peki bizim sevgili halkımız
kimden bildi bu bereketi? Tabiî DP’den, onun lideri Adnan Menderes’den: Mademki Menderes geldi, öyleyse
bu bolluk ondan.
Ancak kıtlık yılları da çok gecikmedi. Ne var ki yanlış
muhakemenin etkisi o kadar güçlüydü ki, DP sonraki
iki seçimde de yarışı önde bitirdi.
iv) Günümüze gelelim.
-10 Aralık 2009… PKK’nın üstlendiği Reşadiye saldırısı oluyor. TRT–1 ana haber bülteninde, haber şöyle
bağlanıyor1: “Bu arada Ergenekon sanığı Albay Dursun
Çiçek’in de Reşadiyeli olması dikkat çekici ayrı bir husus.” Burada TRT seyircileri şöyle bir muhakemeye yöneltmeye çalışıyor: Madem Albay Reşadiyelidir, öyleyse saldırı ile bağlantılı olmalı.
-Bir diğer örnek: 2008 kışı… Yaşar Büyükanıt Genel
Kurmay Başkanı… Birliklerimiz Kuzey Irak’a girmiş.
Büyük heyecan ve umut uyandırıyor bu olay halkımızda. Büyükanıt Irak’ta uzun süre kalabileceğimizi beyan ediyor.
Derken, araya ABD giriyor. Milli Savunma Bakanı konuşuyor: En kısa sürede çıkın Irak’tan.
Bu emrivakiye karşı Büyükanıt önce dik duruyor: “En
kısa süre 1 gün de olur, 1 yıl da olur. Bizim ulaşılacak
hedeflerimiz var.” Ancak o da ne, bunu söyleyen kişi,
ertesi günü kuzu kuzu çekti birliklerini Irak’tan! Amerikan Dışişleri Bakanı ile Başkanı’nın “Irak’ın kuzeyinden en kısa sürede çıkın” ihtarının hemen ardından
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
oluyor bu çekilme. Şimdi şu hususa dikkat: İki olay,
“Amerikan talebi” ile “çekilme hareketi” ard arda gerçekleşiyor. Bunu gören herkes ister istemez bu olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kurdu doğal olarak.
Başka bir deyişle çekilme ABD etkisine bağlandı ve
şu muhakeme yapıldı: -Madem ki Amerikan talebi olgusunun hemen ardından, askerlerimiz Irak’tan çekildi, -Öyleyse bu çekilmenin sebebi Amerikan talebidir.
Büyükanıt “çekilme kararına dışarıdan bir etki söz konusu değildir” diyerek öyle olmadığını anlatmak için
cansiperâne gayretler gösterdiyse de kimseyi inandıramadı.
v) Eğer şimdi vereceğim özdeyişi2 doğru kabul edersek,
“post hoc” yanılmaya en çok horozların düştüğünü de
kabul etmek durumundayız. Ancak biz insanlar arasında da aynı duruma düşenlerin sayısının az olmadığı bir
gerçektir:
- Bazı horozlar güneşin, kendileri yüzünden doğduğunu sanır.
Horoz şöyle düşünüyor olmalı: Ben öttüğüm için güneş
doğuyor (Ben ötmesem, güneş doğmazdı).
B) “Post hoc” muhakeme bazı hallerde doğru da olabilir. Yukarda verdiğim Büyükanıt örneği böyledir. Sanırım, şu atasözleri de aynı muhakemeye göre oluşturulmuştur ve doğrudur: -Ateş olmayan yerden duman
tütmez. -Rüzgar yoksa, dalga da yok. -Şimşek çakmadan gök gürlemez.
Dikkat edilirse, bu sözler denenmiş illiyet (nedensellik)
bağlantılarına dayanmaktadır. İki olgu, y ile x arasındaki bağ birçok kez gözlemlenmiştir. Muhakeme bu sebeple doğrudur. Yanılma, muhakeme denenmiş bir illiyet bağına dayanmadan yapılınca ortaya çıkıyor.
***
Görüyorsunuz, neler dönebiliyor, o masum, insancıl
görünen, bazen vatanperverane, çoğu zaman dostça
konuşmaların ardında.
Kolay değil bunları yakalamak, bilgi ister, gözlem yeteneği ister, dikkat ister.
(Endnotes)
1 . htt p : / / w w w. o d a t v. co m / n . p h p ? n = t r t- r e s a d i y e saldirisinin-sorumlusunu-buldu-albay-dursuncicek-1312091200
2. Bu özdeyiş kaynakta “Theodore Fontans” adlı kişiye ait
olarak gösteriliyor. Ancak diğer bazı kaynaklarda başka bir
şahsın, G. Dumant’ın adı geçiyor. “Özdeyişler”i okurken, bu
tip belirsizlik veya çelişkilerle karşılaşabiliyoruz.
9
Y
olcular
Bir kervan gidiyor uzak bir yere
Sabır azığını alanlar gelsin
Kara sevdalara tutulan canlar
Vuslat hayaline dalanlar gelsin!
Öteler ötesi bil ki Kafdağı
Böyle uzun bir yol, yoktur durağı
Nefsin emrindeki her türlü bağı
Koparıp aklından silenler gelsin!
Yalanla dolanla olmaz işimiz
Alın teri ile pişer aşımız
Altından değerli çakıl taşımız
Yolumuza, bizi bilenler gelsin!
Aşkın deryasına dalıp girenler
Her menzilde kır çiçeği derenler
Her şeyini bu sevdaya verenler
Korkmayıp ecele gülenler gelsin!
Uzadıkça uzar, tükenmez yollar
Saçları ağartan çileli yıllar
Bir defa şikayet etmeyen diller
Dermanı ülküde bulanlar gelsin!
Gönül çok incedir, bir kıldan ince
Gönül var kocaman dağlardan yüce
Ferhat neler yaptı, aşka erince
Sevgiyle dağları delenler gelsin!
Binlerce hatıra yollarda izler
Sevdalı yolcular onları izler
Ağıtlarla çınlar bayırlar, düzler
Sessizce göz yaşın silenler gelsin!
Yarı yolda düşüp kalsak ne olur
Aşıklar lezzeti orada bulur
Dâvâ beratını eline alır
Bu berata talip olanlar gelsin!
Ateş denizini, buz çöllerini
Nefret ormanını, kin ellerini
Dumanlı dağların dik bellerini
Aşmayı aklına koyanlar gelsin
Mustafa ÖZTÜRK
İnceleme
10
ANADOLU’NUN FETHİ SIRASINDA
YERLİ HALK VE TÜRKLER
Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi - El. Mek.: [email protected]
1071 Zaferinden sonra âdeta boş ve halkı tarafından terk edilmiş durumda olan
Anadolu, Marmara sahillerine kadar fethedildi.
Orta Asya’dan birbiri ardınca göç dalgaları Anadolu’ya gelerek yayıldılar.
24 Oğuz Boyu Anadolu’ ya karış karış yerleştiler.
A
talarımızın
Anadolu’ya göçleri, akınları, yerleşmeleri –birçoklarının bildiğini zannettiklerinin aksine- 1071 tarihinden öncelerine rastlar. Ayrıca
Türklerin Anadolu’daki yoğunluğu -gene birçoklarının söylediklerinin aksine- Rum halkının kat
kat üstündedir. Bu konuya dikkat çeken merhum
Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız Kayseri’de yaptığı “Anadolu’nun Türkleşmesi” başlıklı konuşmasında (Bak: H.D. Yıldız; “Anadolu’nun Türkleşmesi”, Türk Millî Bütünlüğü İçinde Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Sempozyumu Bildirileri” 23 Mart 1990, Kayseri,105-109) önemli bilgiler verir. Onun verdiği bilgilere göre Bizans Devletinin kuruluşundan itibaren Anadolu, son derece hareketlidir . Hz. Ömer döneminde başlayan
Müslüman-Arap akınları , Anadolu Rum halkının
Anadolu’dan göçlerini sağlamış ve nüfus kesafeti (yoğunluğu) azalmıştır.Bu hususu Hakkı Dursun Yıldız andığımız konuşmasında şöyle anlatır:
“Bizans devleti kurulduğu tarihten itibaren İran’daki Sasanî İmparatorluğu ile mücadele halinde idi. Bu mücadeleler çoğunlukla Anadolu topraklarında geçiyor ve bu ülkenin harap olmasına zemin hazırlıyordu. Halife Ömer devrinde (634-644) başlayan Anadolu gazaları (savaşları) asırlarca devam etmiş ve Anadolu’da Bizans
mukavemetini (direnişini) kırdığı gibi nüfus bakımından da çok zayıflamasına sebep olmuştur.Bu
sebeple Türk fethi başladığı sıralarda Anadolu
âdeta terk edilmiş bir vaziyette olup yeni sahiplerini bekliyordu…”
Bu tespitlere, 1071’den önce Anadolu’ya Balkanlardan -çeşitli sebeplerden dolayı- göç etmiş
bulunan Hıristiyan Türklerin de varlığını eklememiz gerekir. Merhum Prof. Dr. Mükrimin Halil
Yınanç, Anadolu’nun Fethi isimli kitabında bu
Hıristiyan Türklerin: “İslamlar ile savaşmak için
veya çeşitli sebeplerle Bizans’ın hudut bölgelerine yerleştirildiğini ve Kapadokya ile Toros bölgelerinde önemli bir yoğunluğa sahip olduklarını”
anlattığını hatırlatmak isterim. (Bak: A.V. Ecer,
XIII. Ve XIV. Yüzyıllarda Kayseri Kültür ve
Tarihi, Kayseri, 2001, 14 vd.) Ayrıca Anadolu’da
XVII. Yüzyıldan önce Ermeniler yoktur .Prof. Dr.
Faruk Sümer’in tespitlerine göre Ermeniler, XVII.
yüzyıldan sonra Anadolu’ya göç ettiler.(Bak: Faruk Sümer, “Yunus Emre Döneminde Türkiye’nin
Sosyal Durumu”, Türk Dünyası Tarih Dergisi,
Nisan, 1991, sayı: 52, 1-8) Müslüman Türk akınları 1071 den önce de yapıldı. Meselâ Oğuzların
en büyük beylerinden biri olan Afşin Bey, 1066
yılında Murat ve Dicle boylarındaki birçok yerleri fethetti. Bizans’a birçok akınlar yaptı.Hattâ İstanbul yakınlarına kadar gitti. (Bak: Faruk Sümer,
“Afşin”, (TDVİA, I, 440-441). Değerli Türk Tarihçilerimizden -Tanrı ömrünü uzun etsin- Prof.
11
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
Dr. Mustafa Kafalı, 1071 öncesinden bu tarihe
kadarki olayları kitaplaştırılan bir makalesinde
(Bak: M. Kafalı, Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Ankara, 1997, 5) konumuzu şöyle özetler:
“…Türkmen atalarımız Bizans’a karşı ilk zaferini 1048 yılında Erzurum’a yakın Hasankale Pasinler muharebesinde elde etmiştir. Bu muharebeden sonra 104’8 de Erzurum,1057’ de Malatya, 1059’ da Sivas, 1064’ de Kars ve Antakya
şehirleri, 1067’ de Kayseri, Niksar ve Konya şehirleri… Türk kuvvetlerinin eline geçmiştir. Fakat Bizans İmparatoru Romanos Diyogenis, büyük bir ordu ile mukabil taarruza geçince, Türkler, ileri harekatlarını durdurmuşlar ve muharebeyi en uygun mahalde yapabilmek için Doğu
Anadolu’ya çekilmişlerdir. Bizans İmparatorunun
parayla tutulmuş ve birçok milletlerden meydana
gelen 200.000 kişilik kalabalık ordusunu Sultan
Alp-Arslan, Van Gölünün kuzeyindeki Malazgirt
sahasında karşıladı. Bu orduda Karadeniz kuzeyinden Balkanlara inen UZ ve PEÇENEK Türklerinden meydana gelen 20.000 kişilik Türk birliği de vardı… Bizans ordusunun bünyesinde yer
alan 20.000 kişilik Uz ve Peçenek Türkünün muharebe esnasında karşılarındakilerin savaş naralarından onların kendi soydaşları olduğunu anlar
anlamaz topluca oklarını Bizans saflarına çevirmeleri ve kardeşlerinin saflarına katılmaları, millî
tarihimiz bakımından çok mühim bir hadisedir.”
1071 Zaferinden sonra âdeta boş ve halkı tarafından terk edilmiş durumda olan Anadolu, Marmara sahillerine kadar fethedildi. Orta
Asya’dan birbiri ardınca göç dalgaları Anadolu’ya
gelerek yayıldılar. 24 Oğuz Boyu Anadolu’ ya karış karış yerleştiler. Sayın Kafalı’nın ifadeleriyle:
“…Türk fütuhatından önce nüfusunu kaybederek
ıssızlaşan ve harabeye dönen Anadolu, yeni gelen
kesif (yoğun) Türk nüfusu ile birdenbire canlılık
kazanırken bir taraftan da süratle imar görmeye
başladı.”
1071’den hemen sonra Anadolu’ya göç eden
Türk nüfusunun bir milyon olabileceğini ifade
eden merhum H. Dursun Yıldız, anılan tebliğinde XIII. yüzyılın ortalarında Moğolların baskılarıyla Anadolu’ya çok yoğun bir göçüşün olduğunu
ve bu göçlerde yaklaşık iki milyon Türk’ün Denizli, Kütahya, Kastamonu bölgelerine yerleşti-
ğini anlatır. Bu anlatımdan sonra Türkiye Türklüğünü dünya Türklüğünden soyutlamak amacıyla Anadolu’ya gelen Türklerin bu ülkedeki yerli unsurlarla karışarak ayrı bir ırk oluşturduklarını iddia edenlerin bulunduğuna işaret eder. Prof.
Dr. Mustafa Kafalı’nın dediği gibi: “…Atalarımız Anadolu’ya girdikleri zaman kır hayatının canlı unsurunu barındırması lazım gelen
köy ve kasabalar çoktan harabeye dönmüşlerdi. Bunu neticesi olarak da terk edilmiş, ıssızlaşmış durumdaki yeni vatanlarında kır hayatı emniyeti olmadığı için ziraatin ve hayvancılığın yapılmadığı bir tabiat ile karşılaşmışlardı.” (Kafalı,10) Böylesi toprakları yaşanabilir vatan yapmak için şehir, kasaba ve köy gibi yerleşim
alanları oluşturdular. Yollar, kervansaraylar, tekke ve zaviyeler, camiler, türbeler, hanlar, hamamlar, medreseler, çarşı-pazarlar… yaptılar. .Maddî
unsurların yanında pîrler, erenler, alperenler, dervişler, abdallar, ahiler, Ahmet Yesevî hayranları…
gibi manevi önderler de buralarda ahlakın ve hukukun, emniyet ve güvenin hakim olduğu ortamı yarattılar. Atalarımızın kurdukları bu yerleşim bölgelerinden bazılarında bulunan Ermeni ve
Rumlara eski yerlerinde veya bazı mahallelerde
oturmalarına izin verdiler. Atalarımızın hoşgörülü hukuk ve din anlayışlarının sonucu Ermeni ve
Rum unsurlar kendi dini ve milli yapılarını korudular. Rumlar ve Ermeniler soy, özellikle kültür ve tarih yönlerinden farklı oldukları için 900
yıllık beraberliğe rağmen kimliklerini korudular.
Çok az bir şekilde (nâdiren) “ihtidâ” (İslam dinine girme) olayları olsa bile bunlar ferdî örnekler
olarak kaldılar. Onların kimliklerinin değiştirilmesi konusunda bir baskı da uygulanmadı. Türklerle
Ermeni ve Rumlar arasında ticari ve idari ilişkiler
dışında kimlik değiştirmeye yönelik ciddi ilişkiler
olmamıştır. Açıkça ifade etmek gerekirse Anadolu Türk halkı Ermeni ve Rum sulbünden gelmediği gibi Ermeni ve Rum halkı da Türk sulbünden
gelmemiştir. Konumuzu Muhterem Prof.Dr. Mustafa Kafalı’nın şu cümleleriyle (sa:17) sonlandırmak istiyorum:
“…Anadolu’nun eski ahalisinin Türklerle karışması ,yani yeni bir millet haline gelmesi
veya bu eski kavimlerin milliyetlerini değiştirerek toplu halde Türkleşmeleri asla varit (yani geçerli) olmamaktadır.”
Söyleşi
12
Prof.Dr. Mustafa ARGUNŞAH
ile Söyleşi
Prof.Dr. Mustafa ARGUNŞAH - Erciyes Üni. Türk Dili Prof .
Dil bir şuur meselesidir. Ülkesini seven, milletini seven, dinini
seven, ailesini seven dilini de sevmek zorundadır.
1.
Batı emperyalizmi 200 yıldır “Kürt
ulusu” inşasına çalışıyor. Hareket noktaları da Kürtlerin kendilerine özgü bir
dillerinin olduğudur. Gerçekten de bir Kürt dili ve bir
Kürt ulusu var mıdır? Çoğunluğu Türkiye, Suriye, Irak
ve İran’da yaşayan ve kendilerini Kürt diye adlandıran bu insanlar ortak bir dille anlaşabiliyorlar mı?
Yani bunların ortak bir konuşma ve yazı dilleri mevcut mudur?
Önce şunu belirteyim ki ben bir tarihçi değilim.
Böyle olunca da kökenleriyle ilgili kesin bilgiler vermem doğru olmaz. Eski Türk metinlerinden itibaren Kürt adı geçiyor. Hatta Kaşgarlı Mahmut Divanü
Lügati’t-Türk adlı ünlü eserindeki haritasında da bugünkü İran’da bir bölgeyi “Ekrad diyarı” yani “Kürtlerin diyarı” olarak gösteriyor. Bu bölge kesinlikle Türkiye sınırları içinde değil. Çünkü bilinen bir gerçek var
ki o da Kürtlerin Anadolu’ya Selçuklulardan sonra gelmiş olduğudur. Öyle bazıları tarafından iddia edildiği gibi Anadolu’da bizden önce Kürtler yaşamıyordu.
Selçuklu ordularının arkasından göçerek geldiler ve bu
bölgelere yerleştiler. Irak ve Suriye’ye yerleşmeleri de
Türkler zamanında olmalı. Yine bilinen bir gerçek var
ki, Kürtler bu coğrafyada hiçbir zaman devlet sahibi olmadılar. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bugün Kürtlerin yaşadıkları bölgelerde bizden önceki devirlere ait herhangi bir Kürt izi yoktur. Mutlaka bir şey daha ilave etmeliyim. Bunu çok önemsiyorum çünkü. Bugün ülkemizde Kürt diye bilinen insanların bir bölümü, belki de büyük bir bölümü Kürtleşmiş Türklerdir. Maalesef tarih bize göstermiştir ki, ko-
lay asimile olan, eriyen bir milletiz. Eğer öyle olmasaydı bugün Asya ve Avrupa’nın en kalabalık milletlerinden birisi biz olurduk.
Sorunun ikinci bölümüne geçelim. Kürtlerin aralarında sorunsuz anlaştıkları ortak bir dilleri var mı?
Bu sorunun cevabı ‘hayır’dır. Önce Zazaları Kürtlerden ayırmak gerekir. Onlar Kürt değil, fakat Türkiye’de
yaygın bir yanlışlık var. Birçok kimse Zazalarla Kürtleri aynı sanıyor. Oysa durum öyle değil. Aynı zamanda Zazalarla Kürtlerin birbiriyle anlaşması mümkün
değil. Zazacanın olduğu gibi Kürtçenin de kendi içinde birçok lehçesi var. Kurmançi, Sorani, Kelhuri, Leki
vb. Toparlarsak, bugün için Kürtlerin ortak bir konuşma ve yazı dilleri yoktur.
Ama Kürtçe diye bir dilin varlığını artık inkâr etmeyelim. Bugün benim anlamadığım, Arap’ın veya
Fars’ın anlamadığı bir dil var ortada, bu dil her ne kadar derleme bir dil görüntüsü verse de. Dilin yapısını merak ediyorsanız söyleyeyim, 2001 yılında Rusya Bilimler Akademisi P. L. Tsabolov’un hazırladığı “Kürtçenin Etimolojisi” adıyla bir kitap yayımladı.
Sözlükteki kelimelerin kökeni Kürtçenin yapısını açıkça gözler önüne seriyor. Tsabolov’un araştırmasına
göre, Kürtçedeki kelimelerin % 41’i Arapça, % 40’ı
Farsça, % 15’i Türkçe. Yalnız % 0.6’sı Kürtçe kökenli olarak verilmiş. Bunu ben söylemiyorum, bir Rus
bilim adamı söylüyor. Hem de bütün kelimeleri tek tek
ortaya koyarak. Ayrıca yapı olarak Farsçaya çok benzediğini de ekleyeyim. Farsçanın –ı/-i ile yapılan isim
ve sıfat tamlamalarını –a/-e ile okuyor, sonra da bunun
13
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
farklı bir dil olduğunu iddia ediyorlar. Şunu da ekleyeyim, bugünkü mevcut Kürtçe bilim ve edebiyat dili
olamaz, ancak konuşma dili olarak kullanılabilir.
2.
“Kürt açılımı” çerçevesinde “Kürtçenin seçmeli ders olarak öğretilmesi”
ve “Kürtçe eğitim” gibi öneriler yapılıyor. Bu öneriler hakkında neler söylersiniz?
Çok tehlikeli konular bunlar. Bu tür teklifler bir
taraftan bölücü çevrelerden diğer taraftan da Kürt muhibbanından yani dostlarından geliyor. Mesele tamamen siyasi. Her ne kadar bunlar masum birer teklif gibi
görünse de arkasında şimdilik federal bir devlet arzusu
yatıyor. Federal devlet kurulduğunda da orada durulmayacak, bağımsızlık istenecektir. Bildiğiniz gibi Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye dayatmalarıyla 2001-2002
yıllarında birçok tavizler verildi. 2001 yılında Kürtçeyle ilgili yasakların birçoğu kaldırıldı. Önce konuşma yasağı kaldırıldı, sonra yayın yasağı. İnsanların ana
dillerini konuşmalarının yasaklanmasını doğru bulmuyorum. İnsan haklarına aykırı. Türkiye’de maalesef bunlar yaşandı. 2001 sonrasında kurslar açıldı ama
rağbet görmedi. Devlet işe el attı. TRT’de önce haftada yarım saat televizyon yayınına başlandı, şimdi de
TRT6 kuruldu ve Kurmanç lehçesiyle yayın yapıyor.
İsteyen insanların Kürtçe öğrenmesi için herhangi bir engel yok şu anda. Ama TRT6’yı onaylamadığım gibi devlet eliyle okullarda ana dili eğitimi yapılmasını da doğru bulmuyorum. Hele Kürtçe eğitim niçin gerekli? Türkiye’de üniter yani tekil devlet çatısı altında yaşamak istiyorlarsa Kürtçe eğitim ne işe yarar? Amaç çok açık. Yukarıda da bahsettiğim gibi, amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.
Eğer ayrı devletin olmayacaksa, yahut öyle bir hedefin yoksa hukuk, iktisat, mühendislik okumuşsun neye
yarayacak? Üniter devleti kabul ediyorsanız buna ihtiyaç yoktur. Üniter devlette resmî dil dışındaki dillerle eğitim olmaz. Kürtçeyi öğrenmek, günlük hayatta kullanmak, radyo ve televizyon yayını yapmak ayrı
şey, seçmeli ders veya eğitim dili olarak öğrenilmesi
ayrı bir şey. Böyle bir talep ülkenin üniter yapısına ve
toprak bütünlüğüne tamamen ters düşüyor.
Şunu da unutmayalım. Bunlar masum halkın talepleri değil kesinlikle. Halkı, baskı altında tutan ve
yönlendiren birtakım çevrelerin talepleri. Onların
da ipleri maalesef ülke dışında. Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini, bölgenin lider ülkesi, süper gücü olmasını istemeyen o kadar güç var ki! Hangi birini sayayım. Devletin bu tür talepleri karşıladığını varsayalım. Sorun çözülecek mi? Hayır, çözülmeyecek tabii.
Yine talepler arka arkaya gelmeye devam edecek. Bu
çevrelerin hedefleri belli, ayrı bir devlet kurmak. Siz
terörist başını cumhurbaşkanı yapsanız da yine taleplere devam edecektir. Çünkü nihai hedef ne demokrasi ne insan hakları, ayrılmak istiyorlar, bunu da bazen
açıkça söylüyor, bazen gizliyorlar. Yani politika yapıyorlar. Saf Türkler de buna inanıyor, nasıl oluyorsa. On
yıldır birçok taleplerini karşıladı hükümetler. Ne değişti? Dağdaki teröristler mi indi? Terör mü bitti? Bölücü
ve yıkıcı taleplerinden mi vazgeçtiler? Hiçbirisi olmadı. Planı iyi yapmışlar. Adım adım, basamak basamak
hedefe doğru yürüyorlar. Taleplerini önce iç hukuka
kabul ettirecekler, sonra uluslararası hukuk var sırada.
Hedef ayrılmak, hedef Türkiye’yi bölmek, herkes
bunu böyle bilmeli. Bunun dışında düşünen varsa, açık
olarak söylüyorum ki, o insanlar gerçeklere gözlerini
kapatıyorlar. Avrupa Birliği’nin de bizden böyle bir talebi yok. Çünkü onlar kimseye böyle bir hak vermiyor
ki! “Anadilde eğitim” konusu Kopenhag Kriterleri arasında yer almıyor. Onların talebi dillerin özgürce öğrenilmesi. Onunla ilgili yasalar da yıllar önce çıktığına göre bir sorun görünmüyor. Hem bizim Anayasamızda yalnız Lozan’da azınlık olarak kabul edilen
14
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
Ermeni ve Rumların anadilleriyle eğitim hakkı var.
Avrupa’da da azınlıklara bu haklar verilmiş.
Doğu ve Güneydoğu bölgemizde bir sorunun
varlığını inkâr edemeyiz. Tabii ki işsizlik var, yoksulluk var, eğitimsizlik var, hızlı nüfus artışının getirdiği karmaşa var, sıkıntılar var. İnsanlar aç. Öyle
olunca dış güçler ve PKK terör örgütü bunu kullanıyor. Önce terör bitirilmeli, insanların daha makul
isteklerinin olduğunu göreceksiniz o zaman. Maalesef
devlet yeterince bölgeye hâkim değil, teröristler halkı istediği gibi baskı altına alıyor, istediği gibi yönlendiriyorlar. Silahlı azınlık halkı sindirmiş bölgede.
Terör baskısı kalktığı zaman halkın daha çok devletin yanında olduğunu göreceksiniz. Aslında bu talepler halkın talepleri değil. Toplu eylemlere katılanlara
bir bakın, onlar küçük bir azınlık, halkın büyük bölümü teröre destek vermiyor. Bölge partisinin aldığı oyların bir bölümünün baskıya alındığını da unutmayalım. Tekrar edersek, halkın isteği ne ana dilde
eğitim, ne seçmeli ders. Halk karnını doyurmak istiyor, çocuklarının geleceğini garanti altına almak
istiyor. Halkın Kürtçenin yayın dili, eğitim dili olması gibi bir talebi de gündemi de yok gerçekten. Nereden biliyorum bunları? Kürtçe çıkan gazetelerin kaç
adet sattığına bakın siz? 8-10 milyon Kürt kökenli insanın yaşadığı ülkemizde 25 bin satan bir Kürtçe gazete var mı? Yok. Birkaç yıl önce bu dilin öğretilebileceği özel dershaneler açıldı, bunu talep edenler milyonların dershanelere koşup ana dillerini öğreneceğini sanıyordu herhalde. Öyle olmayınca dershaneler de
çok kısa zamanda birer birer kapandılar. Bu talepleri
tekrarlayıp duranlara da iyi bir ders vermiş oldu halk.
Bunlar yapay gündem, yapay talepler. Hiçbiri gerçekçi değil çünkü.
Doğu ve Güneydoğu’da eğitim başlı başına bir
sorun. Bu sorunun en büyük sorumlusu Türkiye Cumhuriyetini yönetenlerdir. Cumhuriyet kurulalı 87 yıl olmuş, haydi öncesini bırakalım, siz bu kadar uzun zamanda hâlâ kendi insanlarınıza devletin resmî dilini
öğretemediyseniz, Kürtçe konuşan insanların % 46’sı
ilkokulu bile bitirmemiş, % 37’si hiç okul yüzü görmemişse suçu hep başkasında aramak biraz kolaycılıktır,
sorunlardan kaçmaktır. Bu bölgedeki mevcut ortam
uluslararası güçlerin kaşımasına müsaittir. Teröre
harcadığımız milyarların bir bölümünü eğitime ve yatırıma harcamış olsaydık bugün o bölgede olup bitenlerin hiçbirisi yaşanmazdı. Ben bundan adım gibi eminim.
Bir gün gelecekte kimi odaklar Türkiye’yi bölme
niyetlerinden vazgeçerler ve buna da herkesi ikna ederlerse açılacak özel okullarda Kürtçe eğitim yapılabilir,
eğer çocuklarını gönderirlerse tabii. Ben göndermeyecekleri kanaatini taşıyorum. Hangi genç Bilkent’e,
Boğaziçi’ne, Hacettepe’ye, İTÜ’ye gitme hayalini bir
tarafa bırakıp da yerel okullarda okumak ister? İngilizce ve Türkçe gibi prestijli ve uluslararası geçerliliği olan diller yerine yerel bir dille eğitim yapmak ister? Bunlar ham hayal sadece.
3.
Yine “Kürt açılımı” nedeniyle alfabemizde bulunmayan X, Q, W seslerinin
kullanılması ve alfabeye girmesi teklif
ediliyor. Uygun mudur?
Bu üzerinde durulması gereken çok önemli
bir konu. TBMM’nin 1 Kasım 1928 tarihinde yaptığı toplantıda kabul ettiği, 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”a göre Türkçe alfabe 29 harften meydana gelmektedir. Buna herhangi bir harf eklenmesi veya çıkarılmasını doğru bulmuyorum. Hatta tartışılması bile gereksizdir. Bu harfler Türkçenin yazılması içindir. Başka bir dilin yazılması için başka harfler gerekir. O da bizim alfabemizde girmemeli. Kanunda “Türk Harfleri” terimi geçiyor.
Bu çok önemli. Bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım. Türkiye’de okur yazar olup da X, Q, W harflerini bilmeyen var mı? Bunları matematik ve İngilizce
derslerinde görüp öğreniyor çocuklar. Bu harfler Türkiye Türkçesinin yazılmasında herhangi bir ihtiyaç değildir. Fakat biliyor musunuz? Bu harfler Türk lehçelerinin yazı dillerinde de kullanılıyor. Bizim ortak Türk
lehçeleri alfabesinde de mevcut.
Bu üç harf( X,Q,W), Türkiye’de sürekli kamuoyunun gündemine getirilmektedir. Bunu Türkçeye karşı bilinçli bir yıpratma hareketi olarak gö-
15
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
rüyorum. Geçtiğimiz dönemde önce nüfus cüzdanlarında Kürtçe adların yazılması, sonra bu adlarda Türkçede bulunmayan harflerin kullanılıp kullanılmaması tartışıldı. Hatırladığım kadarıyla Yargıtay bu harflerin isimlerde kullanılmasını 2004 yılında yasaklamıştı. Yakın zamanda,
2 Şubat’ta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bununla
ilgili bir kararı yayımlandı.
Türkiye’de nüfus cüzdanlarında W, X, Q harflerini kullanamadığı gerekçesiyle Kürt
kökenli 8 Türk vatandaşı konuyu AİHM’e taşıdılar. Sonuçta mahkeme
Türkiye’yi haklı buldu. Her konuda koşup AİHM’e ülkemizi şikâyet edenler bu harfler konusunda onay alamadılar yani.( AİHM: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’de nüfus cüzdanında X,Q,W kullanılmasına onay vermedi.)
Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında
Kanun’a göre alfabemizde olmayan bu harfleri kullanmak yasak. Ama TRT6 yayınlarında bu yasağın delindiğini görüyoruz. Devletin kendisi kendi kanununa
uymuyor. Bu bir çelişki değil mi! Tabii ki Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalı ister istemez bu harfleri
kullanmak zorunda kalacak. Öyleyse yasağı kaldırmak
gerekir. Ayrıca İçişleri Bakanına bu harflerin alfabeye
ekleneceği yönünde sorular sorulduğunu, onun da gündemlerinde böyle bir şeyin olmadığını söylediğini hatırlıyorum. Bu konuda bir açıklama yapan en yetkili
ağız Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk
Akalın da alfabemize bu harflerin girmesine gerek olmadığını ve zaten yasaya aykırı olduğunu belirtti.
4.
TRT6’nın Kurmanç lehçesiyle yayın
yapması, bazı kişilerce Kürt dil birliğini sağlamaya yarayan bir faaliyet olarak yorumlanıyor. Bu görüş için ne dersiniz?
Katılıyorum. Neden Zazaca değil de Kurmanç
lehçesiyle? Şurası bir gerçek ki Kürtçenin lehçeleri
arasında çok büyük farklar var. Bunlar âdeta Türkçe ile
Kazakça, Kırgızca arasındaki fark gibi. Biz 200 mil-
yonluk Türk dünyasını bırakın ortak bir dilde buluşturmayı alfabe birliği bile sağlayamadık. Ne acıdır ki Türkiye bu konuda üzerine düşeni de yapmadı. Yapması
için herhangi bir kamuoyu baskısı oluşmadı, oluşamadı. Türk cumhuriyetlerinin ve topluluklarının zaten öyle bir hedefleri yok şimdilik. Rahmetli Elçibey gibi bilinçli devlet adamları görev
başına gelince bu konunun
tekrar gündeme taşınacağını
düşünüyorum. Şimdilik sabırla beklemek düşüyor bize. Muazzam bir Türk dünyası var, ama
ne yazık ki bu insanların çoğu birbirinin konuştuklarını anlayamıyor, yazdıklarını okuyamıyor. Ama şimdi bu bölgede Türkiye’nin resmî televizyon kanalı vasıtasıyla birbirini anlayamayan milyonlarca insan bir lehçede birleştiriliyor. Devlet eliyle bir dil yaratılıyor. Ortak dili kullananlar ortak kültürü de yaratacaklardır zamanla. TRT’nin yayımladığı kürtçe lehçe, zamanla hedeflenen bağımsız devletin, belki de Büyük Kürdistan’ın resmî dili olacaktır. Ne kadar acı değil mi? İnsan düşünürken bile kanı
donuyor. Kendi elimizle, isteyerek ya da istemeyerek bir millet yaratıyoruz bu coğrafyada. Türkler yirmi beş, otuz parçayken Kürtleri birleştirme projesini
Türkiye Cumhuriyeti devleti yürütüyor. Vah bize, yazık bize!
5.
Açılımcılar yer adlarımıza da kafayı
taktılar. Zaman içinde Türkçeleşen ve
çeşitli sebeplerle adları devlet tarafından değiştirilen yerlere eski adlarının tekrar verilmesi girişimine karşı TDK üyesi bir dil bilgini olarak tavrınız nedir?
Biliyor musunuz, Doğu ve Güneydoğu’da bugün Türkçelerini bırakıp Kürtçe sanarak döndüğümüz yer adlarının neredeyse hiçbiri Kürtçe kökenli değil. Çok azı Kürtçeleşmiş Farsça diyelim. Büyük
bölümü Ermenice yahut daha eski dillerden kalma. Biz
Türkler maalesef bilinçli bir millet yaratamadık. Selçuklu ve Osmanlı Devletleri yüzyıllarca hakimiyet kurdukları bu bölgelerde Türkçenin yerleşmesi ve yaygın-
16
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
laşması için hiçbir şey yapmadılar. Bölgenin göz göre
göre Kürtleşmesine seyirci kaldılar. Yıllar önce Yavuz
Sultan Selim’in hayatını anlatan bir Selimname metni
üzerinde çalışmıştım. Sultan Selim İstanbul’dan kalkıyor, Kayseri’den geçip Tebriz’e, oradan da Karabağ’a
kadar at üstünde gidiyor. Bitlisli olan ve bölgeyi iyi bilen Kürt kökenli Şükrü’nün yazdığı bu eserde ordunun
konakladığı bütün menzillerin adının Türkçe olduğunu görüyoruz. İçlerinde ne Farsça ne Ermenice ne de
Kürtçe bir yer adı var. Nerede o adlar şimdi? Osmanlı
döneminde Ermeniceleşti, sonra Cumhuriyet döneminde devlet Türkçeleştirdi, yeniden Ermeniceye dönülüyor. Ne kadar bahtsız bir milletiz biz, ne kadar duyarsız, gamsız... “Yeter ki Türkçe olmasın” politikasıyla yer adları değiştiriliyor. Mezhep kavgaları yüzünden
Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki milyonlarca Türkmen İran’a doğru sürülürken zafer naraları atan atalarımız bugünleri hiç mi düşünmediler acaba? Bir Türkçeci olarak içim yanıyor ama ne fayda.
6.
Atatürk’ün Türk aydınlarına bir emaneti olan Türk Dil Kurumunun son çalışmaları hakkında bilgi verir misiniz?
Bu konuyu geniş geniş anlatabilmek için başka
bir sohbete bırakmak daha iyi olur sanıyorum. Ama
çok kısa da olsa bahsedeyim. Kuruma her girişimde Yüce Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü ve milliyetçi bir devlet adamı olduğunu düşünürüm. Dil varsa
millet vardır. Osmanlı döneminde hor görülmüş, yüzüne pek bakılmamış, gücüne inanılmamış bir Türkçe varken Atatürk sayesinde dilimiz yeniden kendi
benliğine kavuştu. Türk Dil Kurumu, Türkçe ile ilgili bilimsel toplantılar yapıyor, üniversitelerin bu alandaki çalışmalarına maddi destek vererek ortak oluyor,
sözlükler, gramer kitapları, tarihî metinler yayımlıyor.
Başkan ve üyeler hiç durmadan ülkemizin her tarafında konferanslar vererek Türkçe bilinci uyandırmaya ve
yaymaya çalışıyorlar. Sık sık radyo ve televizyon programlarına katılıyorlar.
2010 yılında Türkçe Sözlük genişletilmiş olarak
yeniden basılacak. 2005 yılında basılan sözlüğümüzde 104 bin söz varken şimdi 115 binin üzerinde söze
ulaştı. Bu yılın en büyük faaliyeti de TDK’nin Genel
Ağ’ında bulunan Büyük Türkçe Sözlük’ün basılacak olması. 630 bin kelimelik dev bir sözlük. Tek cilt olacak ve masa üzerinde bulunacak. Türkçenin İngilizce
ile yarışabilecek bir dünya dili olduğunu dosta düşmana herkese gösterecek mükemmel bir çalışma. Tarihî
dönemlerde, çağdaş metinlerde, halk ağzında yer alan
kelimelerle binlerce bilimsel terim var içinde. Çağdaş
Türk lehçelerindeki yüz binlerce Türkçe kökenli kelime dahil değil bu rakama. İleride onları da kattığımızda dünyanın en büyük sözlüğü ortaya çıkacak. Bu
sözlüğün A4 kâğıda bilgisayar çıktısı 27 bin sayfa tutuyor. Çok küçük puntolarla, üç sütun hâlinde basılacak, Avrupa’daki ansiklopediler gibi. Taşınması oldukça zor, sınırlı sayıda olacak. Özellikle kütüphanelerde
ve meraklıların özel kütüphanelerinde yerini alacak bu
sözlüğün yayımlanmasını heyecanla bekliyoruz.
7.
Gençlerimize Türkçe sevgisi ve bilinci
kazandırmak için neler yapılmalı?
Dil bir şuur meselesidir. Ülkesini seven, milletini seven, dinini seven, ailesini seven dilini de sevmek zorundadır. Bu sevgi kuru bir
hamasetle olmaz. Onu sevdiğimizi göstermemiz gerekir. Bunun için de konuşduklarımıza, yazdıklarımıza
dikkat etmeliyiz. Çok okumalı, çok yazmalıyız. Yazmaktan, yazdıklarımızı çöpe atıp ya da karalayıp yeniden yazmaktan korkmamalıyız. Türkçeyle ilgili kitaplara kütüphanemizde özel yer ayırmalıyız. Türkçe
karşılığı olan kelimeler yerine yabancıları kullanmamaya özen göstermeliyiz. Onu doğru ve güzel kullanmak için gayret sarf etmeliyiz. Dilimizden utanmayalım, çünkü Türkçe göğsümüzü gere gere konuşabileceğimiz; iş yerlerimize gururla asabileceğimiz gelişmiş
ve mükemmel bir dildir. Bir bilim dili, edebiyat dilidir. Bunu asla unutmayalım. Öğretmenlerimizi Türkçe
konusunda iyi yetiştirmeliyiz ki onlar da gelecek nesillere bu bilinci versin ve onları dilini iyi kullanan,
onun inceliklerini bilen bireyler olarak yetiştirebilsinler. Radyo, televizyon, ders kitapları… hepsi Türkçeyi
yanlışsız kullanmalı. Türkçe varsa millet vardır. Türkçe olmazsa millet de olmaz. Dilimize bu bilinçle yaklaşalım.
Teşekkür ederiz.
DAVULLAR ve TOKMAKLAR...
Osman KARABABA*
T
arih hep davullarla tokmakların hikayesinden ibarettir.
Ben hep tokmak olayı yeğlemişimdir. Bu bir zevk olmakla birlikte yüksek anlayış ve kavrayış meselesi...
Kapasite, yüksek zekâ işi…
Davulla tokmağı ayırt etmek…
Toplumların veya fertlerin hayatta davul
mu yoksa tokmak mı olduklarını bilmemek?
Gaflet, dalalet…
Bence çok önemli....
Tokmak sert, davul nemli...
Hengamedeki zafer, tokmağı ele geçirmek...
Canınızın istediği zaman vurursunuz.
Ancak yüksek tarih şuurunuz olacak!
Durursunuz dört yolun çatına... Vurursunuz
tokmağı davulun suratına suratına…
Öyle öter ki zavallı!.. Gamlı gamlı, evhamlı
evhamlı, hem de devamlı…
AB medeniyet projesi, ucu sivri bir tokmak... Bize düşen tokmağa davul olmak…
Devlet politikamız bizim.
Mecbur!..
Davulun sesi dışardan hoş gelirmiş. Doğrudur. İnanmazsanız denersiniz.
AB komisyonunun genişlemeden sorumlu
komiseri Olli REHN almış eline medeniyet projesi tokmağını.
Ne yapacak dersiniz?..
Çok basit. Yakında anlarsınız.
Önüne koyduğunuz Türk davuluna vuruyor
da vuruyor!..
Şöyle bir duruyor, geriliyor, genreşiyor…
Vurdukça vuruyor!..
Hem vuruyor, hem dinliyor; beyninize soka
soka dinletiyor!..
İşte tokmağın sesi:
Güm!..Güm!.. Güm!..
Her tokmak bir kördüğüm...
-“301. md’yi ve şu TSK’yı yumuşatın!..
Kafanızdan “Türklük” safsatasını atın!.. Para
eden kuruluşları elden çıkartın. Fikrinize, kültürünüze su katın…” istiyor.
* Eğitimci - Yazar
Evet, dağılacak suratın.. Yıkılacak saltanatın, kaldırır mı bunları kalafatın?..
Tekrar... Güm!..Güm!.. Güm!..
Her tokmak bir düğüm…
-“Yumuşatmak yetmez; Türk’e küfrü serbest
bırakın… Olaylara, olgulara bizim penceremizden
bakın!..”diyor.
Gayri Müslim, ne istediğini iyi biliyor. Helal olsun be!..
Tokmaklar inmeye devam ediyor:
Güm!.. Güm!.. Güm!..
Hayra değil bu gördüğün!..
-“Gümrük Birliği Ek Protokolünü derhal
uygulayın!.. Davulun yırtılmaması için limanları, boğazları dünyaya açarak sulayın... Rumlara Kıbrıs’ı vererek derinizi kurulayın ki, iyi ses
çıksın...”diyor.
Güm!..Güm!.. Güm!..
Ve nihayet delindi sırlı güğüm!..
-Sivil- Ordu ilişkileri demokratikleşmelidir..
diyor ve kıs kıs gülüyor, Olli Rehn.
Böylece TSK’yı “AB” tıngır mıngır yiyecek.. Davulunuzun derisini delecek!..
Sonra tokmak yine bir iniyor, bir biniyor…
Güm!..Güm!.. Güm!..
-“Heybeliada Ruhban Okulu’nu açın!..
Patrik Bartholomeos’a gülücükler saçın!.. Ekümenlik şerbetini derhal için!.. Ilımlı İslâm’a
geçin!.. Bedeninize AB’den bir dans kıyafeti
biçin…”diyor.
Görün işte!.. AB ne halt yiyor?..
Güm!..Güm!.. Güm!..
-“Ermeni soykırımı yetmez; bu ciğerimizi soğutmaz.!.. Pontus Rum ve Süryani soykırımını
da tanıyın..”diyor.
Tokmak, hep iniyor…
-“Artık Atatürk’ü unutun!.. Bizim yolumuzu tutun. Acilen milliyetçilik şuurunu kurutun…
”diyor.
Tokmaklar davullardan bunları istiyor. Yoksa
“yırtarım suratını” diyor..
Nasıl hoşunuza gitti mi?..
Bana sormayın!..
Ben tokmağı seçmiştim!..
İnceleme
17
18
İnceleme
MART DOKUZU
- NEVRUZ İsmail BOZKURT*
“Mart Dokuzunda gece yarısından sonra
çaralı oğlak dağda kalsa ölmezmiş.”
Y
öremizde mevsimler ve aylar, daha
çok ekilme, dikilme, döl alımı ile ilgili tespitlerle ilintilidir. “Orak zamanı”, “koç katımı”, “döl dökümü”, “mart dokuzu”,
“aprıl beşi”, “kuyu açımı”, “arpanın tozu” gibi
söyleyişlerin her biri bir zamanı ve olayı göstermektedir. “İlk güz”, “orta güz”, “son güz”, “kara
kış”, “zemheri”, “gücük”, mart, “aprıl”, mayıs,
haziran, temmuz şeklinde devam eder gider. Bu
takvim yörede müşterek iş yapmayı herkese mecburi kılıyor ise işte o vakit bu takvime uyulduğunu görürsünüz. Yörenin özelliğine göre herkes işini bahsedilen zamanlarda yapmalıdır. Mesela orta
güzün yirmisinde “koç katımı” yapılmışsa martın
yirmisinde de “döl dökümü” başlamalıdır. Böylelikle binlerce kez denenmiş olan halk takvimine uymuş olursunuz. O zaman da hem ürününüz
hem de koyununuz verimli olur. Martta döl alanla gücükte(şubat) arpa eken şanslı olmalıdır ki büyüklerimiz ;“gücüğün arpası, martın körpesi” demişlerdir. Yani arpa ekecek insan gücük(şubat)
ayında ekmeli, sağlam kuzu almak isteyen de döl
dökümünü mart ayına denk getirmelidir.
Mart ayı doğum ayıdır. Her canlının yeni bir
canlı meydana getirdiği aydır. Mart dokuzu önemlidir. Nevruz önemlidir. Mart ayı ne kadar düzgün
gider ise ahalinin işi de o kadar rast gider. “Martım azmadan derdim azsın” diyen atalarımız boşuna söylememişlerdir. “Aprılda yağsa dinme* Kayseri İl Milli Eğitim Eski Müdürü
se, martta sıçan siğmese, ekinim saz koyunum
yoz” demişler. Bunların hepsi defalarca tecrübe
edildikten sonra söylenmiş olan sözlerdir. “Zemheride “kar”ım eriyenciye kadar kanım erisin” demişler. Tabiatı deneyerek tespit ettikleri takvime
o kadar inanmışlar ki onun tersi olan her şeyi bir
musibet olarak görmüşler.
Mart ayı ayrıcalıkları olan bir aydır. Bu ayda
kuyular açılır, yazlıklar ekilir, ortalık ikinci bir
harman mevsimi olur. O nedenle mart ayı aşiretlerin tarihinde son derece önemlidir. Mart ayı bereket ayıdır. Mart martlar; tavuklar yumurtlar, koyunlar kuzular, tabiat canlanır. Her şey yeniden
yeşermeye başlar. İşte mart dokuzu bunların habercisidir. Mart dokuzu gece yarısını böldüğü andan itibaren “çaralı oğlak dağda kalsa ölmez” derler. Rumî takvime göre Nevruz diye kutladığımız aslında “ Mart Dokuzu” dur. Yani yirmi iki
Mart. Bu gün nevruz çiçeği ne yapar yapar azıcık
bile olsa güneşi gördüğü noktadan kendini gösterir. Onun içindir ki “nevruz” dediğimiz yeni gün,
mart dokuzu(yirmi iki mart gece yarısını bulduktan sonra) ile başlar. Bu geceden sonra doğan her
gün, güneşin toprakla cilveleştiği andır. Bu durum, tabiatın yeniden canlanarak cömertliğini
göstermeye ahdettiğinin işaretidir. Umutsuzluğa
düşenlere, umut kapısının kapanmadığını, tabiat
ananın işaret fişeğini atarak müjdelediği gündür.
Mart dokuzu, nevruzun doğumudur.
Mart dokuzunda, sabahleyin, güneşle oynaşan yamaçlara baktığınızda, “öksüz oğlan çiçeği” ve “kar belikler” (kardelen) müjde verircesine karlı kayanın yarıklarından gülümseyerek gözükürler. Hollukta tavuk sesleri birbirine karışır.
Tek yumurta yumurtlayan kara tavuk eli âlemi birbirine katar. Adeta, bu yumurta benim dercesine
çığlıklar atar. Koyun sesi kuzu sesine karışır. Her
şey artar çoğalır. Garbi yeli esmeye başlar. “Kaba
yel”, “aşağı yeli” diye de adlandırılan bu rüzgâr
yirmi dört saat içinde akşamdan sabaha insana kar,
kara da kor gibi değer. Onun için ortalık da su deryasına döner. Şunu da söyleyelim ki mart dokuzunun gece yarısına kadar rüzgârın esiş istikameti tepeden aşağı olduğu halde; mart dokuzu gecesinin yarısından sonra rüzgâr yandan eser. Bunun
için en ufak bir fısıltı bu andan itibaren “kar”ı eritir; kar, üstüne kor dökülmüşe döner.
Hikâye budur ya geçmişte bir Türkmen ağasının, kışın azgın gittiği, hesabın ters geldiği bir
zamanda haymadaki otları vaktinden önce tükenmiş. O da hayması dolu olan Rum komşusuna müracaat etmiş. Rum komşusu da haymasındaki otlara karşılık Türkmen ağasının güzel kızı Türkan’ı
istemiş : “Türkan’ı verir isen olur.” demiş. Sürü
ile koyunlarının aç kalıp kırılmaması için ağa bu
tekliften sonra başlamış düşünmeye. Takvim günlerden mart dokuzu olmuş. Akşam olunca Türkmen kızı Türkan pencereye dönüp beklemeye koyulmuş. Biraz sonra garbi yeli esmeye başlamış.
Yel estikçe çardaktan damla sesleri de duyulmuş.
Damlalar sel olmuş, oluklar almaz olmuş. Türkan
kız heyecanlanarak bağrını pencereye verip şöyle
demiş : “Es garbi yeli es, gâvuru Müslüman’dan
kes. Yoksa babam beni bir otluğa satıyor.” Sabah
olmuş kar delinmiş, yol açılmış, yamaçlar erimiş,
sürü yoluna doğru yürümüş, koyun otlanmış, Türkan kutlanmış. Türkan’ın duası tutmuş komşunun
hevesi de kursağında kalmış.
Tabiatı ve tabiatta işe yarar canlıyı en doğru şekilde tanıyan atalarımız olmuşlardır. Ata
yurdundan dağılanlar, atalarından aldıklarını Balkanlar’a kadar götürmüşlerdir. Ardahan’ın
“Göle”sindekinin bildiği ve uyguladığı ile
Bulgaristan’ın Deli Orman bölgesinin falanca köyündeki Türk’ün mart dokuzu hakkındaki bilgilerinin aynen uyuşması tesadüf olmasa gerek.
Yozgat’ın Sarıkayası’nın bir köyüne yerleşen
Doksan Üç Muhacirleri de: “Mart dokuzu gece
yarısını böldükten sonra rüzgâr tepeden değil yandan esermiş. O nedenle bu saatten sonra bir deli
“çebiç” (ham çebiç) bir oğlak kuzulasa onu da çarası ile bırakıp yalamadan atsa kaçsa yani çaralı
oğlak dağda kalsa bu andan sonra ölmez.” derler.
Soralım mı şimdi tabiatı ilk kez kim tanıdı,
tuzun tadını kim yakaladı, atı ilk kez kim ehlileştirdi? Yıllarca nevruzu “mart dokuzu”nun girişi ile
birlikte kim kutladı?
İnceleme
20
TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİ
SAVUNUYORUM!
Mustafa Aykut AKŞİT*
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en üst kademesinde bulunmuş olan birisi; eğer kendisine gelen raporlarda ne yazdığını hatırlamıyor ise onları
okumamıştır, haberi yoktur. Okumuşsa susmak ordunun itibarını korumak değil, orduyu Ahmet Altan denen hasta ruhlu adamın hezeyanlarına, CIA ajanının eşi Yasemin Congar’ın saldırılarına, Hasan Cemal,
Oral Çalışlar v.b. iftiralarına teslim etmektir.
G
ayet açık bir ifade ile belirtmeliyim ki;
Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarını,
şanını, caydırıcılığını korumak ve kollamak öncelikle bu yüce kurumun mensuplarına düşer.
İçinizde “…şahsi emellerini müstevlilerin emelleri ile
birleştirmiş” olanların bulunduğunu gördünüz. İçinizden bu işbirlikçileri defetmek sizin görevinizdir.
ANCAK…
1947 yılında imzalanan ABD- Türkiye Askeri İşbirliği andlaşmasından sonra Türk ordusunun saflığını
korumakta zorlandığı da bir gerçek..Daha sonraki yıllarda bir çok ekleme yapılarak genişletilen –eklenen
– Askeri İşbirliği Sözleşmeleri, askerlerimizi ABD istediği zaman ihtilal yapan hazır kıta konumuna sokmuş, ilk yurt dışı görevini de Kore Savaşında Amerika ordusu saflarında yapmıştır. Türk askerine çizilen
yolun ikinci düğümü 1960 ihtilali olmuştur. 1964 yılında da Kıbrıs Türklerini korumak için yapılacak askeri müdahale, ABD Başkanı Jhonson’nun yazdığı bir
mektupla durdurulmuş, Türk milleti de ABD’nin ne
kadar “ güvenilir müttefik” olduğunu görmüştü. 12 Eylül 1980 darbesinin başındaki kadro, ABD tarafından
“bizim çocuklar “ nitelemesi ile karşılanmıştır. “Bizim çocuklar”ın, Wespoint Askeri Akademisinde eğitim gören bazı Türk subayları için kullanıldığını çok
sonraları öğrendik. O zamandan beri Türk Ordusunun içinde Amerikancı bir kanat olduğunu biliyoruz.
Mashriht Anlaşmasına karşı takınılan tavır, ülkesini ve
* Eğitimci - Yazar
onurunu bilen subaylarımızın da olduğunu düşünmemizi sağladı. Ta ki; 4.7.2003 tarihinde Süleymaniye’de
görevli en seçkin subaylarımızın başına çuval geçirilerek iki gün boyunca hakaret edilmesine seyirci kalınması, Türk Ordusu’na değil komuta kademelerine
bakmamız gerektiğini gösterdi bize.
ABD’de de planlanan, AKP’nin içinde yer alan
bir gurup tarafından tezgâhlanan ve servis edilen
“Cumhuriyeti ve TSK’yı yıpratma çalışmaları”nın
ilki olan Ergenekon ile ilgili şemaların Genel Kurmaya
gönderildiği iddiasına General Hilmi Özkök muğlak
bir cevap verdi. “ Var da diyemem yok da diyemem”.
Bu sözleri Genel Kurmay Başkanlığı makamına kadar
çıkmış bir komutana yakışmayacak bu cevap olarak algılamıştık. Başbakanın ona neden “Hocam” diye hitap
etme gereği duyduğunu hep merak eder dururduk. Askerlik yapmış her er kişi, üst rütbe askerlere ya paşam
ya da komutanım der. Hilmi Özkök’ün “Hoca”lığının
nerden geldiği hâlâ anlamış değiliz.
Başbakanın Hocası Hilmi Özkök döneminde Balyoz kod adlı bir darbe planı yapıldığı The Taraf adlı
gâvur sermayesi ile çıkarılan gazetede yayınlandı. Biz
de tam metin okuduk. İzmir’e yerleşmiş, kendi komutanlığı zamanında istihbarat çalışmalarında, terörle
mücadelede hizmet vermiş Albayların, ciğeri beş para
etmez soysuzların iftira ve hırpalamalarına dayanamayıp intihar etmeleri karşısında suskun kalmıştı; basına bir şey söyleyeceği zaman Star gazetesi yazarı Şa-
21
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
mil Tayyar vasıtası ile iletişim kurduğundan bekledik.
Fatih Altaylı “ Ne komutanmışsınız haaa” başlıklı bir
yazı yazdı. Yalçın Bayer yazısına“ Hilmi Özkök hep
seyretmiş” ( 27 Ocak 2010 ) başlığı attı.
Bir Genel Kurmay Başkanı düşünün ki; kendi döneminde yapılan ve yapılması emrini bizzat kendinin
verdiği, üstelik o toplantıya General rütbeli bir subay
eşliğinde heyet gönderdiği, sonuç raporlarını da aldığı
halde yiğitçe çıkıp basın toplantısı düzenlemiyor, niye
sustuğu sorulunca da “ Ordunun yıpranmasını engellemek için “diye cevaplayabiliyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en üst kademesinde bulunmuş olan birisi; eğer kendisine gelen raporlarda ne yazdığını hatırlamıyor ise onları okumamıştır, haberi yoktur. Okumuşsa susmak ordunun itibarını korumak değil, orduyu Ahmet Altan denen hasta ruhlu adamın hezeyanlarına, CIA ajanının eşi Yasemin Congar’ın saldırılarına, Hasan Cemal, Oral Çalışlar v.b. iftiralarına teslim etmektir.
Allah Türk Ordusunu bir daha Hilmi Özkök gibi
komutanlardan korusun.
General Yaşar Büyükanıt, zamanında bir
gece yarısı Genel Kurmayın internet sitesinden bir bildiri yayınlandı. “Düğün değil bayram değil eniştem
beni niye öptü” sözünü hatırlatan bir bildiriydi. Seçimlerde AKP, “mağduru oynamak için” bu bildiriyi kullandı. 17 Nisan bildirisi de onun zamanında yayınlandı. Gene bir seçim zamanıydı. Başbakanla Dolmabahçe gizli görüşmesini yaptılar. Günü geldi emekli oldu. O da Hilmi Özkök gibi silah arkadaşlarından
uzak özel villasına çekildi. Hükümet tarafından verildiği iddia edilen dört çeker bir jeeple yüksek sosyetenin içinde gece sefaları yapıyor. Orduya yapılan iftiraları, kozmik oda saldırılarını, Amerikan ajanlarının sızdırdığı askeri belgelerin yayınlanmasını o da seyrediyor. Resmi elbise üzerindeyken arada bir kükrüyordu.
O da bu ordunun komutanlığını yapmıştı. Şimdi susuyor. Çıkıp 17 Nisan günü yayınladığı bildirinin esbabı mucibesini açıklasın ki kimin Makyavelist olduğunu kimin olmadığını anlayalım. Zira, intihar eden Albaylar sizlerin döneminde en tehlikeli görevleri üstlenmiş olan subaylarımızdı.
Kosova’ya, Afganistan’a, Lübnan’a, Aden
körfezi’ne bu milletin evlatlarını göndererek nam ve
şan kazanan, ABD’nin madalyalarını göğsünüzde taşıyan sizlersiniz. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin onurunu
Türk milleti korur. Sizler politikacıların oyuncağı olmadan keşke kendi onurunuzu korusaydınız.
Nabekârlar sürüsü, orduya ayrılan bütçenin nerelere harcandığını merak ederler de Başbakanlık örtülü ödeneğinin, Cumhurbaşkanlığı bütçesinin, Meclis bütçesinin nerelere harcandığını
araştırmayı akıllarından bile geçirmezler.
Meselâ, Başbakanlık bütçesinin %112 artırılmasını gerekli kılacak zorunluluk neydi?
Meselâ, Türk ordusu halen İkinci Dünya Savaşı kalıntısı revolar ile asker nakleder, mühimmat
taşırken; 60 milyon dolarlık uçaklar, 300 bin dolarlık makam arabaları, her milletvekiline sekreter ve
araba, gurup başkan vekillerine mersedes makam
otoları gerekli mi diye soran var mı? Sağlık harcamalarının yüksek olduğunu öne sürerek vatandaşın ilacından kısanlar, milletvekillerinin sağlık harcamalarındaki savurganlığı görmezler mi? Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırarak, içlerindeki derin aşağılık
duygusunu tatmin edenlerin, TBMM lokantasında bir
yılda kaç liralık yemek yediklerinin, taraf etraf ve seçmenlerine ayrıca neler ikram ettiklerinin hesabını biliyorlar mı? Sayın Başbakan, tüyü bitmemiş yetimin
hakkını orada da koruyorlar mı?
Meselâ,yurt dışı gezilere giden milletvekilleri aldıkları harcırahı TL üzerinden mi yoksa Dolar / Euro
üzerinden mi alıyorlar.? Doktor, müteahhit, tüccar,
avukat, iş takipçisi milletvekilleri hem milletvekilliği maaşı alıp, hem de özel işlerini yürütmüyorlar mı?
Sizler ne yüzle Ordunun hesaplarını sorguluyorsunuz?
Ordu ihale alıp, başkalarına mı satıyor? Demir, çimento, kereste kotalarını kullanarak devleti mi soyuyor?
Orman arazilerini kapatıp yüz katı paha ile iktidar yanlısı müteahhitlere mi satıyor? Yoksulun, yetimin hakkını korumak sizlere kaldıysa vay bu milletin haline!
Anayasa dar geliyor muş?
Sayın Hisarcıklıoğlu, hikmet buyurmuşlar. Türkiye karma ekonomi ile idare ediliyormuş (da ) gelişen ekonomimizin daha da gelişmesi için Anayasamızda yazılan karma ekonomi hükümleri kaldırılmalıy-
22
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
mış. AKP milletvekillerinin hiç birinin ( Burhan Kuzu
dahil ) bir defa dahi Anayasayı okumadığından emindik ama Hisarcıklıoğlu’nun hiç değilse bir defa okumuş olmasını umuyorduk. Özal döneminden bu yana
ülkede karma ekonomi mi kaldı? Karman çorman ekonomi demek istemiş ise haklılar. Onun da mimarı bizzat milli gelirin tümünü lüpleme peşinde olan kapital
sahipleridir.
Hayalindeki Anayasa maddeleri olsaydı yoksula yüz dolar, Hisarcıklıoğlu kardeşimize 100 bin dolar
gelir olur muydu? On altı milyon kişi yoksullaşırken
kendini milletin efendisi sananların tüm sülaleleri
nasıl zenginleştiler? MÜSİAD toplantısında sarf edilen o sözlerinizi yağcılık kabul ediyoruz.
Siyasetçi Narsizmi ve Ekonomik göstergeler.
Bu dünyadan çok akıllı geldi geçti. “Alma mazlumun ahını, gökten indirir şahini” atasözüne de hiç biri
kulak asmadı. İşçi sınıfının aylık ücretini çok görüp
yan gelip yatmakla suçlayan Başbakan ve bakanlar
kendi guruplarına dönüp bir baksınlar, kaç milletvekili yan gelip yatarak maaş alıyor. Arada bir parmak kaldırıp indirmeyi babam da yapar. Üstelik milletimize ve sizlere hakaret etmeyi adet haline getirmiş
bulunan yirmi milletvekiline bizden aldığınız vergilerle verdiğiniz ödenekler o işçilerin kaç yıllık maaşıdır,
toplama çıkarma biliyorsanız lütfen hesaplayınız.
Dış borçlar toplamı 502 milyar dolar, bütçe
açığı 52 milyar dolar, İthalat – İhracat arasındaki fark 102 milyar dolar, enflasyon % 8,5; özel sektörün devlet garantili borcu 200 milyar doları aşmış.
Muhafazakâr demokratlar ise millete nurlu ufuklar
gösterip uyutmaya kalkıyor.
Kamuoyu yoklamalarında AKP’nin oy oranı
%32,CHP’ nin % 19,1, MHP’nin oyu % 17,8 gösterilirken rakamları ters yüz etme marifeti kimseye yarar sağlamayacaktır. Bankalar ve komisyoncular, devlet ihalelerinden vurgun vuranlar kazanç rekorları kırarken yoksul ve yetim açlığa dayanma rekorları kırıyor ise karınlarının gurultusu seçim sandığına yansıyacaktır.
Açılım dediğiniz herzenin, devletin sırlarını pazara dökmek, bölücü Kürt aydınlarını kolla-
mak, Batı uşaklarının millete ve devlete sövme hürriyetlerini daha da genişletmek ve MD’lerin önlerinde bulunan engelleri kaldırmaktan ibaret olduğunu anlamayan kalmadı. Makyevelist anlayışları azdırdı. Provakasyon, ideoloji gibi kavramları bile bilmedikleri de
bu arada ortaya çıktı. Sorma vakti geçti ama kendi ideolojilerine dönüp bir bakıyorlar mı? 2003 kasım’ında
ne diyorlardı 2010 şubat’ında ne diyorlar? Değişip dönüşmeleri ne zaman bitecek?
AKP’lilere soruyorum…
Hangi ülkede ABD ve İsrail büyükelçileri elini
kolunu sallaya sallaya dolaşıp üstlerine vazife olmayan
işlere pis burunlarını sokuyor? Sayın Başbakan hem
Yahudilerden hem de Araplardan üstün hizmet madalyası ve ödülü aldı. Maide suresi 51 ayet, Yahudilere (Siyonistler) ve Hristiyanlara dostluk gösterenler
için ağır bir hüküm taşıyor. Ülkeler arasında sorunlar olsun istemiyoruz ama ülke menfaatlerini bir kenara iterek Batı emperyalizmine şirin görünme gayretlerini kınıyoruz.
ABD’nin “Türk Ordusuna İhtiyacımız kalmadı”
demesinden bir süre sonra Kozmik odalara kadar giden
saldırıların başlamasının tesadüf olması ihtimaline inanalım mı? Kozmik odadan alınan bilgilerin ABD’ye
ulaştırılmadığını mı düşünelim? Apo itinin istekleri
yerine getirilmez ise çok yakın bir gelecekte ağırlıklı olarak Doğu’da ve Türkiye genelinde ayaklanma
denemeleri olacaktır. Bu ordu o zaman lazım olmayacak mıdır? Ellerine ağır silahlar verilerek terörist
kurşununun üzerine sürülecek polislerin düzine düzine
cenazeleri gelmeye başladığında onların anası ağlamayacak mıdır, ey AKP’liler!
Kafanıza şunu sokun artık. PKK bölücü bir terör örgütüdür. ABD vurun der vururlar, durun der dururlar. Terörist laftan anlamaz, silahın gücünden anlar. Mecliste bulunan milletvekilleri içinde de APO’
dan emir alanlar var. 2007 yılında Kandil dağındaki PKK kampındayken, inip milletvekili olan hainler nasıl milletvekili oldu? Düşününüz.
İşte bütün bunlardan dolayı Türk Silahlı Kuvvetlerini savunuyorum.
DESTAN ŞAİRİMİZ
NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU
Yunus Emre ÖZKAN* - [email protected]
2
1 Ağustos 1992’de ebediyete uğurladığımız ve vefatının 19’uncu yıldönümünde rahmetle andığımız büyük
destan şairi Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk
edebiyatında zafer şiirlerinden ve destanlardan
bahsedilince şüphesiz akla gelen ilk isimdir. Edebiyatımızdaki en güzel zafer şiirlerine ve destanlara imza atan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, 1929
yılında Elazığ’ın Ağın ilçesinde doğmuştur. 1947 yılında girdiği Köy Enstitüsü’nden başarıyla mezun
olduktan sonra 18 yıl öğretmenlik yapmıştır. Daha
sonra ise Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde değişik görevler üstlenen Gençosmanoğlu, 1978’de
emekli olmuştur. Emekli olduktan sonra ise çeşitli
dergi ve gazetelerde yazılar yazmıştır. Türk Edebiyatı Vakfı’nda ve Doğu Türkistan Vakfı’nda yöneticilik de yapan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu 21
Ağustos 1992 Cuma günü 63 yaşında iken Hakka yürüyerek ardında doldurulamayacak boşluklar bırakmıştır.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, insan olarak birçok üstün meziyete sahipti mütevazıydı, cömertti, iyilik yapmayı severdi, sohbet ehliydi, küçüğüyle arkadaş, büyüğüyle yoldaş olurdu. Yüksek vasıflı bir Türk olan Gençosmanoğlu’nun sahip
olduğu mükemmel kişilik onu tanıyan herkesçe bilinir. Fakat onun sanatçı kişiliği ve edebiyat anlayışı üzerine bugüne kadar çok az şey söylendi, çok
az şey yazıldı. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu şiire
11 yaşında başlamıştır. İlk şiirini Erzincan depremi
üzerine yazmış, şiirin en müessir ifade tarzı olduğunu düşündüğü için de şiir yazmaya devam etmiştir. Sanatın bir amacının olması gerektiğini, amacı olmayan bir sanatın anlamı olmayan bir meşgaleden ibaret olduğunu belirten Gençosmanoğlu’un
şiire yüklediği misyon, oldukça ağır ve önemlidir:
“Millet olmamızda, birlik ve dirliğimizin teessüsünde, dinî ve millî gayelerimizin tahakkukunda, millî zevkin oluşmasında şiirimizin müstesnâ yeri olmuştur. Türk milleti, acı ve tatlı bütün hâtıralarını, zaferlerini, yenilgilerini, mukaddes duygularını, millî
gayelerini ve îmânını dâima şiirle terennüm
etti.” Gençosmanoğlu’na göre, edebiyat ve güzel sanatların her dalı millî ve manevî kökler üze* Türkçe Öğretmeni
rinde filizlenir yeşerir ve büyür. Bunun içindir ki
Gençosmanoğlu şiirlerini yazarken kaynak olarak
Türk kültürüne yönelmiştir. Her birisi başlı başına bir destan olan tarihi şahsiyetler, zaferler ve fetihler Gençosmanoğlu’nun ilham kaynağı olmuştur. Kökü kültüre dayanmayan sanat eserinin cılız
kalmaya hatta kurumaya mahkum olduğunu söyleyen Gencosmanoğlu günümüzdeki sanat anarşisinin, köksüzlükten, yani Türk kültürünün derin
kaynaklarına inilmemesinden ve onun inkâr edilmesinden kaynaklandığını da belirtmiştir.
Gençosmanoğlu şiirleriyle insanın iç dünyasındaki güzellikleri ortaya çıkarmayı hedefler.
Bu amaçla yazdığı şiirlerinde destanî unsurlar kuvvetle hissedilir. Gencosmanoğlu destana niçin yöneldiğini ise şöyle açıklar: “Hiç bir şiir, Ulubatlı Hasan’ın Bizans surlarına bayrak dikmesi, Genç Osman’ın kelle koltukta Allah Allah
diyerek Bağdat’a girmesi, Malazgirt’te Türk
ordusunun kendisinden dört kat üstün düşman kuvvetlerine karşı zafer kazanması kadar güzel olamaz. Ben bunun için destana
hayranım ve destan yazıyorum.” Destan şairimizin sanat hayatında ilk etkilendiği isim büyük Türkçü Hüseyin Nihal Atsız’dır. Gençosmanoğlu bir köyde öğretmenlik yaparken Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” romanlarını okur ve müthiş derecede heyecanlanır.
Daha sonra dupduru ve akıcı bir Türkçe ile Bozkurtların Ölümü romanının son bölümü olan Kürşad İhtilali’ni şiire döker ve destanlaştırır. Daha
önce Ziya Gökalp ve Arif Nihat Asya başta olmak
üzere birçok şair tarafından denenen destan türü
Gençosmanoğlu’nun elinde gerçek ustasını bulur.
Kürşad, Malazgirt, İstanbul’un Fethi, Çanakkale,
Anadolu’nun kurtuluş destanları onun mısralarında yeni ve büyük heyecanlarla dile gelir. Sağlam
ve oturmuş bir üslûbun ürünleri olan bu şiirlerde yüksek bir ifâde gücü ve Türkçe’nin esrarengiz
ahengi ağır basar.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu maziden
feyizlenen destanlarının yanı sıra 12 Eylül öncesi yaşamış kahraman nesil ve yüz akımız olan Ülkücü gençlik üzerine de şiirler yazmıştır. Destan
İnceleme
23
Kültür-Sanat
24
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
şairimiz ülkücü şehitlerimizden Gün Sazak, Alp Er
Tunga, Süleyman Özmen, Kara Mürsel, Dursun
Önkuzu, İlbey Güneş, Gülbey Karataş gibi yiğitlere; Dündar Taşer, Hüseyin Nihal Atsız gibi Ülkü
devlerine de şiirler yazmıştır. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu şiir yazmaya başladığı ilk günden vefatına kadar millî şuuru canlı tutmaya, geçmişi acı
ve tatlı günleriyle hatırlatmaya ve binlerce yıllık
şanlı bir geçmişin ürünü olan millî şuûru ve îmanı
genç nesillere aktarmaya çalışmıştır. Geniş kitleler,
yürekleri vatan sevgisi ile dolu olan gençler, onun
şiirlerini gönüllerine ve zihinlerine ilmik ilmik işlemişlerdir.
Birçok değerini göz ardı eden, pek çok
sanatkârın kenarda kalıp unutulmasına seyirci kalan edebiyat dünyamız Niyazi Yıldırım
Gencosmanoğlu’nu da göz ardı etmektedir. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu kıymeti bilinmemiş
bir sanatkârdır. Hayatında olduğu gibi vefatından
Uyan Ey Türkoğlu
Er meydanlarından çekilir oldun
Çorak iklimlere ekilir oldun
Eğilmek bilmezdin bükülür oldun...
Sürer mi bu gaflet; daha kaç sene?
Uyan ey Türk uyan! Uyumak nene?
Boşaldın boşaldın.. Dolabilmedin,
Gidişin o gidiş.. Gelebilmedin...
Döktüğün kanları alabilmedin...
Şah damarlarına yapışan kene
Sömürür mü seni; daha kaç sene?
Bakın şu Oğuz’un torunlarına;
Kara taş bağlamış karınlarına!
Umutsuz gözlerle yarınlarına
Bakarlar mı dersin; daha kaç sene?
Uyan ey! ... Kendine dönmeyi dene!
Eski sandıklarda harsın, tören ey!
Hain, çaşıt dolu; yanın, yören ey!
Bağlı tutsak sanır seni gören ey!
Bu böyle sürer mi; daha kaç sene?
Uyan ey! ... Kendine dönmeyi dene.
( ……..)
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
sonra da çok sık hatırlanmıyor ne yazık ki. Batı’da
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi güçlü bir destan şairi yaşasaydı, hakkında mutlaka onlarca tez,
yüzlerce araştırma yazısı ve inceleme yayınlanırdı. Hatta eserleri beyazperdeye aktarılır, tiyatro
sahnesine taşınırdı. “Aylardan ağustos, günlerden cuma” mısralarıyla başlayan çoğu zaman
miting meydanlarında haykırılan “Ya Allah! Bismillah! Allahüekber!” ifadeleriyle devam eden
Malazgirt Marşı’nın yazarı Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en büyük destan şairi olarak kabul edilmiştir.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu 21 Ağustos 1992
tarihinde 63 yaşında Hakka yürüdüğünde de aylardan Ağustos, günlerden Cuma’ydı. Gençosmanoğlu Selimiye Camii’nde kılınan namazın ardından Karacaahmet’te toprağa verildi. Vefatının
19’uncu yılında Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu
rahmetle anıyoruz. Ruhunun şad, mekanının cennet olmasını diliyoruz.
TEBRİK
Türk ocakları Kayseri Şubesi’nin
07.02.2010 Pazar günü yapılan Genel
Kurul Toplantısı’nda Yönetim ve
Denetleme Kurulu ile Büyük Kurultay
delegeliğine seçilen ülküdaşları tebrik
eder, yeni dönemde önemli işlere imza
atacakları inancıyla kendilerine başarılar
dileriz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
TEŞEKKÜR
Bu sayımıza kadar dergimizin yazı işleri
müdürlüğünü yapan sayın
Mustafa İLHAN’a
teşekkür ederiz.
BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ
ŞERİF HÜSEYİN’İN İHANETi VE
PİŞMANLIĞI
Sinan IŞILDAK* - [email protected]
Biz Türkler, İslâmiyeti almakla kalmamış, Maide Suresi’ne ve Hz. Muhammed’in
övgüsüne mazhar olmuş, bin yıl boyunca İslâmiyetin bayraktarlığını yapmış bir
milletiz. Arabın yazısını almış, İslâmiyetin bir gereği olarak Arabistan ve kutsal
toprakları el üstünde tutmuşuz.
A
rabistan çöllerinde bütün Arapların Türklere karşı isyan ettiği
gibi bir görüş tamamen yanlıştır. Mekke, Taif, Cidde gibi şehir
ve kasabalarda Araplar Türklere
karşı isyan hareketine kalkışmadılar ve destek vermediler. İsyana katılanlar öteden beri Hicaz
çöllerinde talan ile geçinen, son
derece cahil, fakir fukara bedeviler, yani “Urban” lardı.
Urbanlar, Hz. Muhammed’den beddua almış göçebe
Arap kabileleri idi. Peygamber efendimizin cihat çağrısına burun kıvırmışlardı. Peygamberimiz, bunlar için “Urban,
küfür ve nifaktan daha şiddetlidir.” demiştir.
Biz Türkler, İslâmiyeti almakla kalmamış, Maide Suresi’ne ve Hz. Muhammed’in övgüsüne mazhar
olmuş, bin yıl boyunca İslâmiyetin bayraktarlığını yapmış bir milletiz. Arabın yazısını almış, İslâmiyetin bir
gereği olarak Arabistan ve kutsal toprakları el üstünde
tutmuşuz. Yavuz Selim Han’dan itibaren Arabistan’ın
kıymeti bir hayli artmış her sene Sürre alayları ile ihtiyaçları karşılanmış, baş tacı edilmiştir.
Türk ordusu yokluk içinde dokuz cephede Haçlı zihniyetine karşı mücadele ederken, tarihin en korkunç ihanet planını Şerif Hüseyin ve oğullarından gördük. Bizi sırtımızdan vuranlar ne acıdır ki Peygamber
soyundan gelenlerdi. “Şerif” lakabı Peygamber efendimizin (sav) soyundan gelenler için kullanılır. Ayrıca
Şerif Hüseyin Fatımî hanedanındandı. Bu yönü ile iki
taraflı bir asalete sahipti.
Şerif Hüseyin karizmatik kişiliğine rağmen, kişisel hırslara sahip, kullanılmaya müsait bir şahıstı.
Daha 1891’de İngiliz ajanlarıyla irtibat halinde olduğunu öğrenen II. Abdülhamit, Şerif Hüseyin ve oğul* Tarihçi - Yazar
larını İstanbul’a davet ederek, on sekiz yıl
boyunca gözetim altında tutmuştu. Ancak II. Meşrutiyet’in ilanından sonra
tedbirsizlik sonucu Şerif Hüseyin’in
memleketine dönmesine izin verildi.
Şerif Hüseyin’in kral olma hırsından ve kullanılmaya müsait yapısından yararlanmak isteyen İngilizler, kendisine her türlü yardımı yapacaklarını söyleyerek, ona
belli sınırlar içerisinde bağımsız bir
Arabistan kurulması vaadinde bulundular.
1915’te Şerif Hüseyin, İngilizlerle doğrudan temasa geçti. Uzun süren pazarlıklar sonucunda, bu arada cihada katılacağım diye Cemal
Paşa’yı da oyalayıp 27 Haziran 1916’da beyanname yayınlayarak, İngilizlerin desteğiyle Osmanlı Devleti’ne
isyan bayrağını çekti.*
Şerif Hüseyin’in İngilizlerle işbirliğini kendi ağzından dinleyelim. “Hakkımdaki teveccüh ve teşviklerini teşekkürle itiraf ettiğim İngiltere hükümetiyle birlik
halinde harekette maddi, manevi menfaatler mevcut
olduğuna icabet etmiştim. İngiltere kavmi ile yan yana
harp ettik. İngiltere’nin şehamet (yiğitlik) ve azameti
gözümün önünde tecelli edince artık vicdanımın rahat
ve emin bir halde harp ve cidal (boğuşma) sahalarına doğru yürüdüm. Düşmanlarımızın (Türklerin) Kûtü’l
Amare’de, Çanakkale’de üstün bulunduğu zamanlarda
bile, İngiltere’ye karşı olan güvenim sarsılmadı…”
Şerif Hüseyin, İngilizlerin yardımı ile isyanını
başından sonuna kadar Hz. Muhammed’den beddualı,
parayı verenin düdüğünü çalan, hayatlarını yağma ile
sürdüren, Osmanlı Devleti zamanında dahi üzerlerinde tam denetim sağlanamayan Hicaz çöllerindeki bedevi Arapları ile yürütmüştü.
Tarih
25
26
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
ben ne yaptım, ah ben ne yaptım? Yaptığımın cezasını çekiyorum. Niye Osmanlı’ya ihanet ettik!” derdi. Taş plakta İstanbul havaları çalarken Şerif Hüseyin: “Ah! İstanbul, payitaht” diyerek ağlamaya başlardı.”
Şam’dan Medine’ye 1302 km’lik demir yolu
güzergâhında mevzilenmiş askerlerimize aç kurtlar gibi
saldıran isyancı Araplar, aslına ancak korku romanlarında rastlayabileyeceğimiz vahşetleri yapıyorlardı. Bu
konuda İ. Behiç Bey’i dinleyelim: “Şerif Hüseyin’in ve
iki oğlu Ali, Abdullah isyan halinde idiler. Bu sebeple
demir yollarının tahribatı her tarafta devam etmekte
idi. Günlük gıdamız 100 gr hurma, 10 gr pirinçten ibaret olduğu için yetmiş iki dereceye varan sıcaklıkta askerimizin ağır rayları kaldırıp indirmesini çok güçleştiriyordu. Sabotajlar karşısında trenin önüne iki asker sarkıttık, ağır giden trenden bu askerler raylara konmuş
dinamitleri elleriyle toplarlardı.”
Emperyalist devletlerin desteği ile Şerif Hüseyin Hicaz kralı oldu. Bölgedeki birkısım Arapların ihaneti sonucu Türkler bölgeden çekilince şeyhler arasındaki rekabet alevleniverdi. Vahhabilerin reisi Abdülaziz Es-Suud, Şerif Hüseyin’in tahtını devirdi.
Şerif Hüseyin Malta’ya kaçtı. Kıbrıs’a mülteci
olarak sığındı. Şerif Hüseyin’in oğlu Irak Kralı Faysal zehirlenerek öldü. Kral Faysal’ın oğlu bir geziden dönerken garip bir şekilde arabasını ağaca çarpması sonucu
öldü. Şerif torun Faysal ise 1958’de Kasım İhtilâlinde
ailesiyle öldürüldü. Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah, Mescid-i Aksa’ya giderken hançerlenerek öldürüldü. Abdullah’ın oğlu Kral Tallal bir süre sonra sinir krizlerine yakalanarak, İstanbul’da tedavi görürken ölür.
Şerif Hüseyin’in pişmanlığını Rauf Denktaş’tan
dinleyelim : “Babam Raif Denktaş ile Şerif Hüseyin dost
olmuşlardı. Babam, ben küçükken yanında götürürdü.
Babam, onun elini öper, o da anlatmaya başlardı. “Ah
Şerif Hüseyin’in pişmanlığını bir de Feridun Cemal Erkin’den dinleyelim. “Şerif Hüseyin Kıbrıs’tan, oğlu Kral Abdullah’ın yanına
Ürdün’e gelir. Amman’da ünlü marşımız İzmir Marşı çalmaktadır. Oğlu hemen panjurları kapatır. Şerif Hüseyin, oğlunun panjurları kapatma sebebini anlar ve ona şöyle seslenir: “Niye kapatıyorsun onları? İzmir Marşı
beni üzmesin diye mi? Hayır, ben velinimetime ihanet etmiş bir kulum. Günahım çok büyük. Kral olayım dedim, Osmanlıya ihanet ettim. Bırak, İzmir Marşını dinleyeyim ve azabım şiddetlensin. Belki bu sayede ahret günü
cezam hafifler.”
. Türk devletine ve askerine ihanetlerinin cezasını çeken ve pişmanlık duyan Şerif Hüseyin gibilerin,
Türk’ün kıymetini, ancak onu kaybettiklerinde anlamaları ne hazindir. Türk devletine İsyan edenlerin pişmanlıklarını anlamak için sözü yine Şerif Hüseyin’e verelim: “Bizim başımıza gelenler ve gelecekler, ekmek
kapımız, koruyucumuz ve asırlar boyu efendimiz olan
Osmanlı Devleti’ne karşı işlediğimiz günahların, giriştiğimiz isyanların ilâhi bir cezasıdır.” Osmanlı’ya, ihanet
edenlerin feci sonlarını nasıl görmüşsek, bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ihanet edenlerin hazin sonlarını da mutlaka göreceğiz.
Çünkü, Allah’ın adaletine güveniyoruz.
Açıklama :
* İngilizlerin Mısır valisi Mac Mahon ile Emiri Şerif Hüseyin arasında 1916’da Mac Mahon Antlaşması (gizli)
yapılmıştır. Buna göre, Arabistan’da bağımsız bir krallık
kurulması Şerif Hüseyin’e vadedilmiştir.
Kaynakça:
1. M. Armağan, Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı, Şubat 2009,
12. Baskı
2. F. C. Erkin, Dışişlerinde Otuz dört Yıl, TTK, 1987, Cilt 1
3. B. Esemenli, I. Dünya Savaşında Hicaz Cephesi, “Tarih ve
Edebiyat Mecmuası,”, Aralık 1982, s. 6
4. Yakın Tarihimiz, Cilt 2, Sayı 22,26, Temmuz 1962, s. 284
5. F. Kandemir, Medine Müdaafası, Yağmur Yayınları, İstanbul 2008
İLETİŞİM VE BİLGİ KİRLİLİĞİ
İbrahim GÜNGÖR - Uzman Psikolojik Danışman
İ
letişim ile ilgili olarak herkesin bir
fikri olmasına rağmen okuyucu
ile anlam birliği sağlamak açısından bir tanımını yaparak söze başlamanın doğru olduğu düşüncesindeyim. İletişim; görme, işitme, dokunma, koklama ve tatma duyuları ya da bu duyuları temsil eden kanallar arasında gerçekleşir. İletişimde kullanılan kanal türü ne
kadar çok olursa, iletişimin etkinliği de
o denli artar. İletişimde önemli olan unsur, bilgi alışverişinin karşılıklı olmasıdır.
Sistemlerden biri “kaynak” olarak mesajı gönderirken; diğeri “hedef” olarak mesajı alır ve anlamlandırır. Mesajlar gönderilirken
kodlanır, alınınca da kod açılıp anlamlandırılır. Bu süreçte fiziksel, psikolojik engellerden dolayı, mesajlarda anlam kayıpları meydana gelir (Çeşitçioğlu, 2007,
24). İletişim kısaca duygu, düşünce ve bilgi alışverişidir diyebiliriz. İletişime ait çeşitli varsayımlar vardır bunlardan biri de iletişim kaçınılmazdır varsayımıdır. Bu varsayım özellikle günümüz insanı için şüphe götürmez bir gerçektir. Cüceloğlu’na (1991, 219)
göre, insan ancak ilişkileri içinde var olabilen bir varlık olduğundan, insanların düşünebilme, düşündüğünü
karşısındakine anlatabilme yeteneği, toplumsal yaşamın temelini oluşturur. İnsanoğlunun düşünce ve duygu alışverişini kısıtlamak ya da genişletmek onun yaşam biçimini değiştirir. Çağımız bu tür bir değişime,
bu alışverişin genişlemesine tanık oluyor.
Günümüzde bilgiye ulaşma yolları hem çeşitlenmiş hem de bilgiye ulaşma hız kazanmıştır. Bu anlamda günümüz insanı önceki nesillere göre günlük
hayatta olsun iş hayatında olsun daha çok bilgiyi işlemek durumundadır. Bu gerçek karşısında insanların ne
kadar donanımlı olduğu başka bir tartışma konusudur.
Geriye dönüp bakacak olursak bilgi (dolayısıyla kültür) kuşaktan kuşağa sözlü anlatım yoluyla aktarılırdı. Daha sonra bilgiler kayıtlı hale geldi. Kitaplarla birlikte insanlık bilgisinde ve bu bilginin yayılmasında bir sıçrama görüldü. Özellikle teknolojinin hızlı gelişimi kitle iletişim teknolojilerini doğurdu (radyo,
TV, yazılı basın vb.). Günümüzde var olan bu kitle iletişim araçlarına interneti de ekleyebiliriz. Önceleri insanlar bilgiye, habere ulaşabilmek için daha çok zaman
ve para harcıyorlardı ancak günümüz teknolojileri bu
maliyeti oldukça azalttı. Peki, bu gelişim beraberinde hep olumlu değişimler mi getirdi? Bu
soruya evet cevabını veremiyoruz. Çünkü
her ilerlemede olduğu gibi ortaya yeni sorunlar ya da kötüye kullanımlar çıkmaktadır. Örneğin; günümüzde kitle iletişim
araçları yoluyla kültürel değişim daha
hızlı ve denetimsiz gerçekleşmektedir.
Denetimden kasıt, arzu edilen, istenilen
yönde değil de toplumsal kuşaklar arasında kültür farklılıkları ortaya çıkaracak şekilde meydana gelen bir değişimdir.
Zaman içinde toplum kendine yabancı hale
gelmektedir. Günümüzde tüketim alışkanlıklarımızdan, olaylara gösterdiğimiz tepkilere kadar ya da müzik zevkimizden gelecek tasarımlarımıza
kadar hemen hemen her açıdan insanları şekillendiren
bir yapı mevcuttur. İşte bu yapı kitle iletişimidir.
Bilgi kirliliği kavramı da bu noktada gündeme gelmektedir. Bilgi kirliliği denince birçok kaynaktan doğruluğu denetlenemeden, belirli hedefler doğrultusunda sunulan bilgiler akla gelmektedir. Birbiri ile
taban tabana zıt bilgiler, fikirler ve yorumlar içeren iletiler insanları yönlendirmekte, şüpheye ve kararsızlığa düşürmektedir. Bunun doğal sonucu olarak hem birey olarak insan hem de o bireyle birlikte bütün toplum
olumsuz bir şekilde etkilenmektedir. Çünkü doğrulu-
Teknoloji
27
28
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
ğuna daha önce kesin olarak inandığımız konularla ilgili yeni bilgiler, eski bilgimizin yanlış olduğunu söyleyebiliyor. Bazı durumlarda da aynı durumla ilgili iki
farklı bilgi veriliyor. Bu ve benzeri durumlarda insanlar bilgilerin doğruluğundan haklı olarak şüphe duymaktadırlar. Bu durumda insanların doğru ile yanlışı
ayırt etme becerilerinde bir gerileme olmaktadır. Doğal olarak kararlarımızdaki doğruluğu da tehdit etmektedir. Bilgi kirliliği ile propaganda yan yana geldiğinde ise durum daha da kötüleşebilmektedir. Propagandanın yöntemlerinden biri bilgi kirliliği oluşturmak suretiyle amaca ulaşmaktır. Özetle bilgi kirliliği insanların bilgiden yararlanmalarını engellemekte, onları yanlış yönlendirmektedir.
Medya ve propaganda konusunda Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky oldukça çarpıcı eserler
vermiştir. Bu konuda Noam Chomsky’nin eserlerinin
yararlı olacağı düşüncesindeyim. Özellikle propaganda kuramını, medyanın dilbilimsel ve
içeriksel çözümlemesini yaparak örneklerle ortaya koymuştur (Tekinalp;
Uzun, 2006, 168).
Özellikle, Türkçeye
“Medya Gerçeği”
olarak çevrilip yayınlanan kitabının
okunmasında yarar
vardır.
Bilgi kirliliğinden korunmak mümkün müdür?
Bu soruya verilecek cevap “kısmen evet” olabilir. Bireysel olarak bir dereceye kadar bilgi kirliliği ile mücadele edilebilir ancak konunun toplumsal boyutu bireyi aşan unsurlar içermektedir. Bilgi kirliliğine karşı eğitim en büyük güç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bilgi kirliliği ve propaganda insanın düşünmesini değil, belirli yönde düşünmesini ve davranmasını hedefler. Eğitim ise insanın düşünmesini, kendini gerçekleştirmesini, özetle kendi kendine yeter olmasını hedefler.
Hedeflerdeki bu farklılık sonuçlarda da kendini göstereceği için eğitim çok önemlidir. Bu konuda Medya Okuryazarlığı dersi önemli bir eksikliği giderebilecektir.
Pratkanis ve Aronson (2008, 400-406) bilgi
kirliliğini dolaylı olarak propagandanın etkisi azaltmak
ya da durdurmak için yapılması gerekenleri şöyle özetlemektedirler;
1. İknanın yollarını bilin, kişisel olarak propaganda
kurbanı olabileceğinizi aklınızdan çıkarmayın.
2. Duygularınız gözlem altında tutun. Bir iletiye karşı duygusal bir tepki verdiğinizde “Niye?” diye
sorun. Duyguları harekete geçirebilecek unsurlara karşı uyanık olun. İletinin kaynağını, amacını
ve güvenirliğini inceleyin.
3. Her türlü mesele hakkında mantıklı düşünün.
Mantıklı sorular sorup iletinin gerçek niyetini anlamaya çalışın (bu işten kim karlı çıkar, ne kadar
inandırıcı vb.).
4. Bir konuda karar vermeden önce seçeneklerin tamamını gözden geçirin (tavsiye edilen dışında
başka hangi seçenekler olabilir vb.).
5. Değerlendirmelerinizi insanların söylediklerine
göre değil, gerçekte neler yaptığına dayandırın.
6. Söylenti ve imaya karşı şüpheci olun. Bilgi yönünden geçerlilikleri neredeyse yok gibidir.
7. Eğer “herkes yapıyorsa” veya aynı “haberin” tekrar tekrar verildiğini duyuyorsanız “Neden?” diye
sorun.
8. “Diğer tarafın lehine olan tartışma noktaları neler?” sorusunu kendinize mutlaka sorun.
9. Tek bir haber kaynağına bağlı kalmayın, çeşitlendirin.
10. Sizce önemli konularla ilgili olarak daha fazla haşır neşir olun. Üstün körü baktığınız her konuda
yanılma ihtimaliniz artar. Fazla zaman harcayarak eğildiğiniz her konuda doğruya ulaşma şansınız artar.
Sonuç olarak gelecek yıllarda ülkelerin kendi
vatandaşlarını bilgi kirliliğinden korumak için yeni önlemler alacaklarını açıktır. Çünkü devletlerin bilgi kirliliğine seyirci kalmaları beklenemez. Şu anda RTÜK
gibi kurumlar olmakla birlikte daha dar alanda görev
yapmaktadırlar. Belki de bugün var olan bu tür kurumların uğraşacakları yeni görev alanları belirlenecektir.
Ancak her tedbiri devletin almasını beklemek de mümkün değildir. O nedenle kişi olarak önlemlerimiz almamız her zaman daha yararlı olacaktır. Sevgi ve saygılarımla…
KAYNAKÇA
1. Cüceloğlu, D. (1991). Yeniden İnsan İnsana, İstanbul: Remzi
Kitabevi.
2. Çeşitçioğlu, M. (2007). Pozitif İletişim, İstanbul: Resital Yayıncılık Eğitim Hizmetleri.
3. Pratkanis, A; Aronson, E. (2008). Propaganda Çağı İknanın
Gündelik Kullanımı ve Suistimali (Çev. Nagihan Halil). İstanbul:
Paradigma Yayıncılık.
4. Tekinalp, Ş; Uzun, R. (2006). İletişim Araştırma ve Kuraları,
(İkinci. Basım). İstanbul: Beta Basım A.Ş.
CUMHURİYET TÜRK KADININA
NELER KAZANDIRDI?
Hakan BOZDOĞAN*
B
inlerce yıllık Türk tarihi ve Türk kültüründe kadın, her dönem toplumun
temelinde yer almıştır. Tarihi derinliklerin sarsılmaz içtenliğinde toplumsal geleneğin en iyi yaşatılıp geliştiği unsurlar Türk kadınının özverili çabalarıyla daha da anlamlı bir yapıya bürünmüştür.
Toplumsal değişimler aynen jeolojik katmanlarda meydana gelen hareketlilik gibidir. Bilindiği gibi dünya farklı katmanlardan ve bu katmanlar
üzerinde kurulu farklı levhaların üzerinde yer almaktadır. Dünyadaki fiziksel birçok unsurun hareket alanı levhaların durumuna bağladır. Levhalar
da hareketlerinin kaynağını yüzlerce kilometre derinliklerdeki magmadan almaktadır. Yani yeryüzünde meydana gelen bir hadiseyi açıklamak için
çok derinlere inmek gerekmektedir. Bu açıdan hareketle toplumsal olaylar da jeolojik olaylar gibidir. Kökeni çok derinlere gitmektedir.
Toplumsal hareketlilik kadının değişimdeki rolüne göre hız kazanır. Toplumsal dinamizmin odak noktasında yer alan kadın, kendisine biçilen değer oranında toplumu değiştirir. Kadın
aile hayatının temel unsuru olmasıyla toplumsal
bütünlüğün de temel harcıdır. Bu konuda tarihte
sayısız örnekler arasında İbn Batuta’nın Anadolu izlenimleri verilebilir. İbn Batuta, 13 Haziran
1325’te seyahatlerine başladı. Anadolu’ya yönlendi, “Lazkiye’den Alanya’ya geçti, uzun uzun
Türker’in sıcak dostluğunu, misafirperverliğini anlattı. Batuta, kadın erkek ayrımı olmaksızın
tüm ihtiyaçlarını karşıladıklarını yazarken peçesiz Türk kadınlarının yardımseverliğini özellikle
belirtiyordu. Gezgin Batuta’nın Türk kadını hakkındaki görüşleri Cumhuriyet’in Türk kadınlarına
yeni haklar getirdiğini değil de eski haklarını geri
verdiğini göstermektedir.
Cumhuriyet, Türkiye’nin milli iradesinin halka verildiği yönetimdir. Cumhuriyet, Türk halkının adam yerine konulmasının tescilidir. Kadın,
* Araştırmacı - Yazar
cumhuriyetle, Türk kültürünün en temel unsurları arasında eski değerini kazmamıştır. Türk toplumunun çağdaşlaşma meşalesi cumhuriyetin aydınlatıcı temeli üzerine kurulmuştur. Bu meşalenin söndürülmesi veya daha da parlatılması kadının konumu çok önemlidir. Burada şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Acaba kadın tarikatların kontrolünde Türk milletinin milli hassasiyetlerinin yozlaştırıldığı bir unsur olarak mı kullanılacak, yoksa Cumhuriyet kazanımlarının kendine
vermeye çalıştığı değerleri benimseyip, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine eriştirecek bir nesil yetiştirme ülküsünde mi olacaklar.
Kuvayı Milliye Kadınlarımız
Türk milletinin varlık yokluk savaşı verdiği Milli Mücadele dönemi her alanda olduğu gibi
Türk kadınlarının olağanüstü katkılarıyla tarihteki yerini almıştır. Halide Hanım, Gökçe, Yörük
kızı Dürdane, Gülnar, Saime, Turna Gelin, Kara
Fatma, Domaniçli Habibe, silah ve mermi taşıyan isimsiz kahtamanlar, tren raylarında çalışan kadınlar ve Zübeyde Hanım’ın Kuvayı Milliye destanında oynadıkları roller Türk kadının ne
kadar asil olduğunu göstermektedir. Zaten Gazi
Mustafa Kemal, Türk kadınlarının bu özelliklerini şöyle dile getirmişti, ‘’...Türk kadını dünyanın
en münevver, en faziletkâr ve en ağır kadını ol-
İnceleme
29
30
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
malıdır. Ağır sıklette değil; ahlakta, fazilette ağır
vakur olmalıdır.”
Cumhuriyet’in İlanından Sonra Türk
Kadınları
1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim alanında, 1926 tarihli Medeni Kanun ile sosyal
ve hukukî alanlarda Türk kadınlarına çok önemli haklar kazandırdı. 1926’da Türk Ocağı’nda bir
konuşma yapan Süreyya Hulusi isimli hanım verdiği konferansta: Vatanda tüten ilk ocak eğer kadın parmağıyla tutuşmuşsa ve eğer vatan o ocakların müşterek bir ifadesi ise öyle zannediyorum
ki vatan ve kadın yekdiğerinden ayrılmayan iki
mefhum teşkil ederler...” sözleri ile Türk kadınının seçme ve seçilme haklarının verilmesinin gerekliliğini vurguluyordu. Bu konuda ilk adım 3
Nisan 1930’da kabul edilen Belediye Kanunu ile
atıldı. Bu kanuna göre kadınlar ilk kez Belediye
seçimlerinde oy kullanma ve Belediye Meclislerine seçilme hakkını elde ettiler. 26 Ekim 1933’te
ise 1924 tarihli Köy Kanunu’nun 20.ve 25. Maddelerinde yapılan değişiklikle muhtar ve ihtiyar
meclisi seçimlerinde oy kullanma ve seçilme hakkını elde eden kadınlar nihayet 5 Aralık 1934’te
dönemin Başbakanı İsmet İnönü ve 191 arkadaşının; 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 10. ve
11. Maddelerinin değiştirilmesine ilişkin kanun
teklifinin kabul edilmesiyle milletvekili -seçme ve
seçilme hakkını kazandılar. 8 Şubat 1935’te yapılan seçimlere katılım, özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde % 80’lere varmıştı ve söz konusu şehirlerde oy verenlerin %
48’e yakınının kadınlardan meydana geldiği ifade
ediliyordu. 1935 yılı seçim sonuçlarına göre, seçilmesi gereken 399 milletvekilinden 17’si kadın
olmak üzere, 386 milletvekili CHF adaylarından
oybirliği ile seçilmiştir. Bu dönemde Ferruh Güpgüp Kayseri’den seçilen vekildir. Kadınların görev aldığı komisyonlar şunlar: Hatı Çırpan, Ziraat; Meliha Ulaş, Arzuhal (kâtip üye); Fakihe Öymen, Bütçe(kâtip üye); Sabiha Görkay ile Nakiye Elgün, Dâhiliye(katip üye); Esma Nayman, İktisat; Seniha Hızal ile Türkan Başbuğ Maarif; Huriye Baha Öniz, Maliye; Mebrure Gönenç, Nafia;
Fatma Memik, Sıhhat ve İçtimai Muavenet; Ferruh Güpgüp ise Divan-ı Muhasebat komisyonla-
rında görev almışlardır.
Görüldüğü gibi Türk kadını her dönemde toplusal hayatın önemli bir yerinde olmuştur. Bu açıdan cumhuriyet değerleri Türk kadınına eski haklarını yeniden vermiştir.
Kadını toplumsal hayattaki konumu, toplumların gelişmişlik düzeyini gösterir. Atatürk bunu
şöyle dile getirmiştir: “Bizim topluluğumuzun
başarısızlığının sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz kayıtsızlık ve kusurdan ileri gelmektedir.”
Cumhuriyetimizin yaşaması yeni kuşaklara
aktarılması, cumhuriyete düşman olanların etkisiz hale getirilmesi Türk kadınlarının mücadelesine bağlıdır.
Not: 27 Şubat 2010 Cumartesi günü Kayseri Cumhuriyet Kadınları Derneği’nin katkılarıyla
sahnelenen “Kuvayı Milliye Kadınları” adlı eseri hayranlıkla izledik. Bu esri yöneten ve oynayan
tiyatro sanatçısı Özlem DEDE, Kayseri Cumhuriyet Kadınları Derneği başkanı Esra Yörük GÜLTEKİN ve emeği geçen herkesi tebrik ederim.
Yılmaz GÜRBÜZ*
Y
unus:”Ko ölmek endişesin âşık ölmez bakidir, Ölmek sevincin ola çün canın ilahidir.”
der. Her ölünün arkasından bu fani şairimizin
ölümsüz şiirlerini hatırlarım. Âşık, Tanrı’ya, vatana, millete, dine feragat içinde bütün benliği ile bağlı olandır.
Onun için ölmekten endişe duymaz, çünkü bağlı olduğu aşk
yumuşunun sağıncındadır ve dünyayı terk etmekten korkmaz, kaygılanmaz. Öldüğüne de sevinir, çünkü canı ilahi huzura giderken müsterihtir; aşkına, Tanrısına, vatanına, milletine karşı görevini yerine getirmiştir. Böylesi insanlar nadirdir. Bu âşıklar Yunus gibi, Akif gibi, Yahya Kemal gibi, Atatürk gibi ölümsüzlüğün muştusunu daha hayatlarında almışlardır. Zira Allah’ın insanı hayata getiriş gayesi olan yüklendikleri yumuşu yerine getirmişler, sağınçlarına erişmişlerdir.
Ölüler arkasından yazmak zor ve biraz da gönlümü
karartıcı,yüzümü kızartıcı gelir bana..O canların ruhu sorar:
“Ben hayatta iken nerdeydin,niçin kadir kıymet bilmedin?”
Dilaver Cebeci
Dilaver Cebeci uful edeli bir yıl oldu; yazamadım.
İçimde ukdeydi. Aydın’da(1973-1975) gönül dostu olmuş;
Türkiye’nin o can alıcı dış mihraklı, kardeşi kardeşe vurduran günlerinde bir İmam-Hatip Lisesi öğretmeni olan şairimizin daha o zaman dinci, Türklük düşmanı gericilerle, komünistlerle yaptığı gibi mücadele ettiğine şahit olmuştum.
Ona göre İslamı en iyi yaşayan ve yaşatan Türk’tü… İslamı
Türkiye’de sadece Türk temsil etmeliydi. İslam, bir azınlığın ülkeye hakim olma arzusunun âleti haline getirilmemeliydi.35 yıl sonra Dilaver hocanın dediği çıktı. Yıllanmış
komünistlerle ümmetçi gericiler kucaklaştı. Türk’e karşı birleşti. Her iki gurup da emperyal gücün emrinde semirdi; Türklük ve ordu düşmanı oldu. Türkiye’de bugünkü
kaosun sebebi de bu dönmelere AB-ABD desteğinin artmasıdır. Türk’e, Türk tarihine, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne karşı birleşmişlerdir. Dilaver’in yılarca önce belirttiği
tehlikeyi iki ay önce kaybettiğimiz rahmetli Ergun Göze de
bir gazeteci olarak yıllarca dile getirmişti. O da inançlı bir
Türkçü olduğu kadar cesur bir kalem, yılmaz bir gazeteciydi. Ama Türkiye’deki basın rezaletleri ve ihanetleri onu da
yıldırmıştı; gazeteciliği bırakmak zorunda kalmıştı. Peyami
Safa’nın ölümünden sonra milliyetçi camiada bu üstada benzer iki yazar bulmuştu: Biri küçük çelimsiz cüssesi ve sarsılmaz fikir ve huyu ile Peyami Safa’ya benzeyen rahmetli
Galip Erdem, diğeri de Peyami gibi kalem dava adamı Ergun Göze’ydi.
Ergün Göze
Rahmetli Ergun Göze’nin bir çok eseri var. Ben bunlardan sadece Çanakkale eserini tanıttığım için içim rahat.
O, hainlerin amansız düşmanı idi. Şubat ayı başında Avusturya Cumhurbaşkanı H. Fischer’in öncülük ettiği, beş bö* Avukat - Yazar
lücünün bulunduğu sözüm ona bir şairin ululandığı Viyana
toplantısında bulunan bir milletvekiline karşı…Göze, yıllarca Tercüman gazetesinde uyarıcı, lanetleyici bilgiler vermiş; bu bölücünün: “Biz Adıyaman’daki Komegenoslar soyundan gelmeyiz, onlardan beri buranın sahibiyiz” sözlerini eleştirmiş, Kürtçülük yaptığını belirtmişti. Peyami Safa
gibi Fransızcayı kendi başına öğrenen rahmetlinin telif ve
tercüme eserleri arasında “ Peyami Safa -Nazım Hikmet
Kavgası”, “Anadolu Sahabeleri” “Teodor Herzl’in Hatıraları ve Abdülhamit” eserleri öncelikle okunmalıdır.
Ergun Göze’yi sağlığında tanıdım ve eserlerini tanıttım; ama
çok yakında ölen Reha Oğuz Türkkan’a hayatta layık olduğu değeri veremediğimiz için kendimi borçlu hissediyorum.
Reha Oğuz Türkkan
O, 1944-45 Türkçülük hareketlerinin ikinci önderi, başıydı. Kendisinin de itiraf ettiği gibi o zamanki Türkçülerin çoğunluğu Atsız’ın peşindeydiler. Aralarında Türk ülküsü bakımından hiçbir fark yoktu. Türkü sevme, Türke kul
köle olma, bu asil ırkın uğruna tabutluklarda işkence görme,
sürgüne uğrama ikisinin de kaderiydi. Ülkücüleri daha çok
Türkçülük bayrağı etrafında toplayan Atsızdı. Atsız, yalnız
yılmaz ve korkmaz bir ülkü eri değil aynı zamanda büyük
bir tarihçiydi..Reha Oğuz Türkan ilmi sahada bu ülkü arkadaşından geri kalmadı.Gerek Türkiye’de gerekse uzun zaman kaldığı ABD’de öğretim üyeliği yaparak ve Türkçe -İngilizce eserler vererek Türklüğü Amerika’da şerefle temsil
etti; Türkçü-Turancı davanın samimi bir eri olarak Hakka
yürüdü. Tarihçi, hukukçu, Türkolog, psikolog olarak birçok
eser verdi.“Türkçülüğe Giriş (1940) Tabutluktan Gurbete (1975), “Biz Kimiz”(1987), “Yükselen Milliyetçilik(1995), eserlerini her Türkçü ‘ye salık veririm…
Ölümden korkmayan bu üç edibimizin müşterek noktası Türkçü olmaları, komünizm kadar dinci gericiliğe de karşı bulunmalarıydı. Üçü de İslamı ancak Türk’ün temsil edebileceği fikrindeydi. Dilaver’den
de, Ergun Beğden de birçok kere Yunus’un şu şiirini dinlemek, bana bugünkü kaosun sebebini çağrıştırır; Türksüz
İslam’ın batı emperyalizminin kuklası, oyuncağı olacağı
fikrinde birleştirirdi:
“Gayrıdır bu milletten bu bizim milletimiz,
Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz,
Bu din ü diyanette, dünya ve ahrette
Yetmiş iki millete ayrıdır ayatımız!”
Evet!..Anadolu’yu fetheden, İslam ve Türk yurdu yapan Türk milletidir. Ve bu Türk milleti 72 milletten ayrıdır,
üstündür; eserleri ve cevherleri ile ayrıdır. Çünkü Türkiye
devletini kuran Türk milletidir. Başka hiçbir millet Haçlı-
İnceleme
ÜÇ BÜYÜK KAYIP:
CEBECİ, GÖZE, TÜRKKAN
31
32
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
lara karşı İslamı ve İslam ülkelerini Türkler kadar korumamıştır. Romen Diyojeni yenip Anadolu’yu Türk yurdu
yapan Alparslan, Haçlılarla savaşan Sultan Mesut, Sultan I.
ve II. Kılıçaslan, Türk’tü. Haçlıları yenen, Kudüs‘ü alan Selahattin Eyyubi de Türk’tü.
Bursa, İzmir ve İstanbul’u fetheden, Viyana kapılarına dek giden;Mohaç, Niğbolu, Ridaniye, Balkan, Çanakkale, Kafkasya, Filistin, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşarak
şehit olanlar da Türktü. ve o Türk’ün asil kanının aktığı o
şanlı anlarda Türk’ün yanında 36 etnik unsurdan bahsedebilen etniklerin ve etnikçilerin hiç biri yoktu. Yedi düvele karşı İstiklal mücadelesini yaptıktan sonra bu devleti yeniden
kuran Atatürk, bu sebepledir ki “Ne mutlu Türküm diyene”
demiştir. İşte şimdi rahmetle andığımız bu üç Türk edibi de
böyle bir tarih ve milliyet şuuruna sahiptiler. Üçü de eserlerinde Türkçülük ülküsünü dile getirmişlerdir.
Ergun Göze de Reha Türkkan da Dilaver Cebeci deTanrı dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar müslümandılar.
Dilaver, içerde ve dışarıda Türk’e saldıranlara şiirleriyle cevap veriyor şöyle sesleniyordu:
“Rahmansın, Rahimsin, teksin, yücesin,
Türk’ü birbirine kırdırma ya Rab!
Al canını hemen şu münafığın,
Onu muradına erdirme ya Rab!
Türk’e uzanırken kopart dilini!
Tebbet hürmetine kurut elini!
Varıp mekân tutsun Moskof ilini,
Evliya yurdunda durdurma ya Rab!
Üçler, yediler, kırklar aşkına,
Şehit veren evler-barklar aşkına,
Hak yolcusu temiz ırklar aşkına,
Kör et gözlerini, gördürme ya Rab’
“Ne mutlu Türküm” diyemeyen mevki düşkünlerine
de şu cevabı verir:
“Gönül verip gökte aya
Yoldaş olup yele suya
Selam doğudan batıya
Ilgar ile yürüyene
“Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Hür insanlar ülkesinde
Kulağı ezan sesinde
Ay-yıldızın gölgesinde
Nöbet tutup baş eğene
“Ne mutlu Türküm diyene”
Bilge Kağan, Kemal Paşa
Yaz adımı bengü taşa
Girişip şunca savaşa
Meydanda düşman döğene
“Ne mutlu Türküm diyene”
Yunus Emre, Bektaş Veli
Dualarım tuttu ili
Şeker gibi ana dili
Hem danışıp hem öğrene
“Ne mutlu Türküm diyene”(*)
Şiir, gezi, hikâye, makale türleri yanında “Seyyah-ı
Fakir” dizisiyle dokuz eseri olan Cebeci, bu günlerin “ayan
beyan” medya mensuplarını da hicvediyordu:
“Bir kalleşçe oyunu başlatınca Yanıkyan;
Sökün etti ardınca daha nice Manukyan.
“Yan”lar geçti hucuma, biz de yan gelip yattık;
Losencılas’tan Bon’a görülmemiş panikyan..
“Sanmayın ki bunların tamamı “yan”lardandır,
Bir kısmı buradan giden soyu bozuk sanıkyan.
Aç gözünü Türkoğlu!. Nice yıllar bunlara
Akıl veren hocalar evimizde konukyan.
Bunca olup bitenden ibret almak yok mudur?
Küçük büyük hepimiz heykel gibi donukyan!.
Utanır olduk artık el yüzüne bakmaya,
Bu aciz halimize cümle âlem tanıkyan.
Hamdülillah tükenmez bereketli soyumuz,
Gel gör ki bunca savlet devletime dönükyan.
Sezmek dursun bir yana, kulağımız duymuyor,
Burnumuz koku almaz, göz ferimiz sönükyan.
Şöyle bir acuzedir bizim hariciyemiz:
Bel bükülmüş, el titrek, bacakları sınıkyan.
Haydi, beğler silkinin! Güldürmeyin kafiri!.
Moskof dil çıkarmakta ve Yunandan nanikyan..(*)
Evet, Türkiye’nin yedi yıldır düştüğü akıl almaz vicdan ve idrak tartmaz durumunun şu kaos halini karşıdan seyreden Yunanistan, Ermenistan el ovalayıp gülüyor. Sade onlar değil, Barzani ve PKK teröristleri ile aynı fotograf karesine düşen ve iktidarda sözü geçen Komegenoslu da Türk’e
nanik yapıyor. Rahmetli Ergun Göze ne kadar haklıydı
onun ihanetini sergilerken..Ve şimdi üç rahmetli de böyle bir Türkiye bıraktıkları için geride kaldı, gözleri, akılları..Allah bize rahmet etsin. 770 yıl önce Mogol istilası, 92
yıl önce İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan işgali görmüş ülkemizin psikolojik işgalden sonra gelecek yeni bir bölünmeye tahammülü yoktur. Üç rahmetli yazarımız da yıllar önce
Türkiye’nin kurtuluşunun ancak inanmış Türklerin ve Türkçülerin sayesinde olacağını yazıp söylemişlerdi..Onlar hayatlarında Türklüğün geleceği için büyük endişeler ve acılar
çekerek karşı koydukları terörü de, ihaneti de,bölücülüğü de
destekleyenlerin dış kaynaklı ve mihraklı odaklar olduğunu
da, Türkiye’de Türkçü olmanın tabutluğa, mağduriyete düşmek olduğunu da görmüş, yaşamışlardı..Ama erken ölümleriyle bizden daha talihli olduklarını gösterdiler.
“Dest-i adadayız, Allah için kalkın ey ehli vatan!
Bize bu hal ile bizden büyük olmaz düşman!”
Tanrı Türkü korusun!.
(*) Dilaver Cebeci-Bütün Şiirleri-Bilgeoğuz Yayınları. 2009-İstanbul
33
Prof. Dr. IRENE MELİKOFF
Mustafa KILIÇKAYA
A
leviliğin Horasan’dan Anadolu’ya
yol hikâyesinin izlerini sürmek istediğimizde eserleriyle bize rehberlik edecek, yol gösterecek bilim insanlarının çalışmalarına ihtiyaç duyarız. Türkolog Prof. Dr. Irene Melikoff hiç şüphesiz bu alanda akla ilk gelen
isimlerden biridir. Çünkü; Melikoff yaklaşık kırk
yıl Alevilik Bektaşilik konusunu çalıştı. Alevilik
konusuyla özdeşleşen bir marka isim olmayı başardı. Türkoloji dünyasına önemli eserler bırakarak 8 Ocak 2009’da aramızdan ayrıldı. Öğrencisi ve meslektaşı Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Irene Melikoff’u şu cümlelerle anlatıyor: “Meslekler o mesleğe mensup pek çok kişi tarafından
icra edilirler, ama onlar içinde bazıları vardır
ki mesleklerini icra ediş tarzıyla, yöntemleriyle, mesleki titizliği ile bilim dünyasına iz bırakan katkılarıyla diğer meslektaşlarından ayrılır, adeta meslekleriyle özdeşleşir. Sanki sırf
bu mesleği icra etmek için dünyaya geldiklerini düşünürüz. İşte Melikoff bu tip bilim insanlarından biridir.” 1
Irene Melikoff Bolşevik ihtilalinin sosyalist
devrimi Rusya’da gerçekleştirdiği gün olan 7 Kasım 1917’de Petrograd’da doğdu. Babası Azeri
annesi Rus bir ailenin kızıydı. Melikoff ailesi Rus
devriminden kaçarak Fransa’ya yerleşti. Aile içinde doğal olarak Türkçe ve Rusça öğrendi. Sorbonne Üniversite’sindeki öğrencilik yıllarında Türkolojiye merak sardı. Ünlü Fransız Türkoloğu Jean
Denny ve Anadolu Selçuklu tarihi uzmanı Cladue Cahen’in öğrencisi oldu. Dr. Adnan Adıvar’ın
Türkçe derslerine devam etti, ayrıca Farsça öğrendi. İngilizce, Almanca ve İtalyancasını geliştirdi.
“Onun bu zengin dil alt yapısı, sağlam bir kariyer yapmasına ve uluslar arası alanda tanınmasına vesile oldu.”2
Sorbonne’de tanıştığı ünlü matematikçi Sa-
Tarih
TÜRKOLOJİ VE ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK ARAŞTIRMALARININ BÜYÜK USTASI:
34
İnceleme
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
lih Zeki’nin oğlu Faruk Sayar’la evlendi. Bu evlilikten üç kız çocuğu dünyaya geldi. Kızlarından Şirin annesi gibi Türkolog’dur. Melikoff, Halide Edip Adıvar’ın gelini olması münasebetiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroları tanıma
imkânı buldu. Özellikle “Modern Türk tarihinin
kurucu babası olan M. Fuat Köprülü’nün güçlü etkisi altında kaldı.”3
1968 yılında yayımlanmaya başlayan ve günümüze kadar yılda bir kez olmak üzere yaklaşık
kırk sayı çıkaran Turcica Dergisi’ni kurdu ve bizzat editörlüğünü yaptı. Turcica Dergisi batı dillerinde yayın yapan, uluslararası ilk Türkoloji dergisi olma ünvanını taşımaktadır.
Melikoff, Alevilik konusundaki çalışmalarına 1969 yılında başlar. “Probleme ilgi duymaya
başladığımda yaşamımın bu kadar büyük bölümünü onunla geçireceğimi düşünemezdim.”4
derken haklıdır. Çünkü bu yaklaşık yarım asra varan bir çalışmadır ve yirmi beş yılı saha çalışması
içerisinde canlı kaynaklarladır.
Kendisini sürekli bir öğrenici ve araştırmacı olarak gören Melikoff, Türk Alevilik olgusunu
“İslamlaşmış Şamancılık adını verdiği bir dönemle.”5 başlatır.
Türklerin tarihleri boyunca birçok inanç sistemi ve dinin etkisi altında kaldıkları görülmüştür.
Türkler, Gök Tanrı inancı, Şamanizm, Budizm,
Manihaizm, Zerdüştilik dinlerinin yanında tarihi dönemler içinde Hazarların Museviliği; Gagavuzlar, Karamanlılar, Çuvaşlar ve Yakutların Hıristiyanlığı ve son olarak da İslamiyeti kabul ettikleri dinler tarihinin bilinen gerçekleridir. Melikoff bu din ve inanç sistemlerinden “İslam çatısı altında en çok direnebilenin şamancılık olduğunu”6 vurgular.
Melikoff’a göre Türklerin İslama geçişleri
“Ata inanç ve âdetlerini fazla sarsmadan, yumuşatılarak”7 gerçekleşir. Bunda Pirî Türkistan
Ahmet Yesevi’nin ve Horasan erenlerinin güçlü
etkisi bilinmektedir. Konar göçer Türkmenler arasında “Ata geleneklerinin İslam’a karışarak nefes almaya devam ettiğini”8 vurgular.
Melikoff; “Şaman Kam Ozan’ın Pir, Ata,
Baba, Dede gibi yeni ruhani kişiliklerin işlevleri ile iç içe girdiğini”9 belirtir.
Karşılaştırmalı örnekler vererek “Cem
Ayin’lerinde Semah’ın Şamancı törenlerden
kalıntı izler taşıdığını”10 anlatır.
Uygur Devleti’nin bir dönem (MS.760)
Manihaizm’i resmi dinleri olarak kabul ettiğini biliyoruz. Alevilikteki “Eline, beline, diline sahip
olmak” ahlak ilkesinin Türk kültür tarihindeki izlerini süren Melikoff “Uygurca Mani metinlerde
bu üç ilke, üç tamga adıyla; ağzın, könlün, elgin biçiminde yer almaktadır.”11 der.
Batılı güç odaklarının Alevilere dini azınlık
statüsü kazandırmak niyetlerinin olduğunu ayrıca
Kürt bölücülerin ve marjinal sol örgütlerin Aleviliği istismar aracı olarak kullanmak istediklerini görmekteyiz. Melikoff “Alevileri yanına çekmek isteyen Kürt bölücülerin varlığının”12 tehlikesinden bahseder. Avrupa’da bir konferansında
“Aleviliğin Türk kökenlerini açıklamaya çalışırken sözlü saldırılara uğradığını”13 anlatır.
Yine Sivas’ta Alevi olduğunu söyleyen bir
gencin “çalışmalarınızda neden Kürtler’den söz
etmiyorsunuz?” sorusuna “Sözünü etmediğim
daha pek çok şey var mesela aranızda gizli Ermeni varlığından söz etmedim.”14 cevabını verir.
Melikoff’un dilimize çevrilmiş “Destan’dan
Masal’a Türkoloji yolculuklarım”, “Uyur İdik
Uyardılar”, “Kırklar’ın Cemi’nde” ve çeyrek
yüzyılı aşan çalışmamın bir sentezi dediği “Efsaneden Gerçeğe Hacı Bektaş” isimli kitapları bulunmaktadır.
Türkolojiye katkılarıyla kültürümüzün gelişmesine önemli hizmetlerde bulunan, saygın bir
bilim insanı olarak seçkin ödüller alan Irene Melikoff her zaman sevgi ve saygıyla hatırlanacak,
Türk milletinin kalbinde eserleriyle yaşamaya devam edecektir.
Kaynaklar:
1-Prof.Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Kültürü ve Hacıbektaş
Veli Dergisi, Melikoff Özel Bölümü, sayı 52 sf:3
2-Prof.Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Kültürü ve Hacıbektaş
Veli Dergisi, Melikoff Özel Bölümü, sayı 52 sf:4
3-Dr. Markus Dersler, Türk Kültürü ve Hacıbektaş Veli Dergisi sayı 52, sf:13
4-Irene Melikoff, Efsaneden Gerçeğe Hacı Bektaş, Cumhuriyet Kitapları, 6.baskı,Mayıs 2009, sf:15
5-Age sf:157
6-Age sf: 158
7-Age sf: 40
8-Age sf:35
9-Age sf:42
10-Age sf:166
11-Age sf:252
12-Age sf:347
13-Age sf:261
14-Age sf:261
BUNUN ADI
NEDİR?
Erol IRMAK
T
ürk halkının geçmişi, değil dününü
unutmasını tanımlayan “balık hafızası” tabiri artık tarih oldu. Yakın
ortağımız, müttefikimiz, dostumuz hatta Türkiye
Cumhuriyeti topraklarını bizden daha iyi kullanan, bu toprakların gizli sahipleri olan İsrail’deki
Technion Teknoloji Enstitüsü ve Amerika’daki St.
Andrews Üniversitesinin öğretim üyelerinden biyolog Kevin Laland, araştırmalarında “balık hafızası” tabirinin geçerliliğini yitirdiğini ve hatta iyi
bir eğitimle balıkların sirk hayvanlarının yaptıkları
akrobasi hareketlerini dahi yapabildiğini, bu kavramın sadece bir ön yargı olduğunu öne sürmüşlerdir.
Balıklar adına bu gelişmeye sevinmemek
elde değil. Yıllardır üzerlerine yüklenen bu kötü
imaj sonunda yıkıldı. Yıkıldı yıkılmasına da bu güzel gelişme kötü bir sonuç doğurdu biz Türkler
için. Bizlerin hafıza tanımı nasıl yapılacak bundan
sonra çok merak ediyorum.
Dünü ve kendisine yapılanları hatırlamayan, sürekli eziyet çekmeye mahkûm olurmuş.
Dünü unutanın yarını olmayacağı sözünü artık
avuçlarımızın içine yazıp her gün, her saat bakmaktan başka çare kalmadı. Bu nedenle dünü
unutmayalım ve yarına iyi bir hazırlık yapalım.
Geçmişte bize yapılanları yazalım bir liste
oluşturalım desek sanırım kâğıtlar yetmez ve dün
bizi 1000 yıl geriye götürür. Ve aslında hafızamızı biraz zorlarsak içinde bulunduğumuz durum
ile 1923 öncesindeki durumun farklı olmadığını hemen anlayacağız. Oysa Cumhuriyet, Maadin
Nizamnamesi dâhil bütün kapitülasyonları reddetmişti. Siyasi iktidar “Yeni Vakıflar Kanunu”nu
TBMM`den kendi grubunun oyları ile geçirdi.
Böylece yabancı vakıflara geniş imtiyazlar tanımış
oldu. Bunun yanına “özelleştirmelerle” vatan topraklarını miras malı paylaşırcasına haraç mezat
önlerine gelene satarak bizi Sevr’den daha kötü
bir konuma getir.
TEKEL fabrikası işçilerinin özlük hakları ile
ilgili yaptığı mücadeleye “çağdışı, milletin parası
bize emanet, tüyü bitmemiş yetimin hakkını ye-
dirtmem” diyen hükümet, fabrikası kapanmış, işlevi kalmayan Sigara Sanayin’de devlet bakanının
oğluna yönetim kurulu üyeliği yaptırıyor ve tıkır
tıkır maaşını ödeyerek milletin hakkını yedirtiyor.
“Tekel’in kuruluş tarihi olarak; Osmanlı
Devleti ile Fransa ve İngiltere arasında imzalanan
ticaret anlaşması uyarınca ithali yasaklanarak tütün için ilk kez inhisar (tekel) oluşturulan 1862
yılı kabul ediliyor. 1879’da çıkarılan “Rüsumu Sitte” Kararnamesiyle tuz, tütün ve alkollü içkilerin
inhisarı gelirleri yabancı bankerlere bırakılıyor.
1883’de ise meşhur Duyûn-ı Umûmiyye hemen
her şeye el koyuyor. Bu aşamada tütün inhisarı işletilmesi ayrıcalığı (imtiyazı) kısa adıyla “Reji” şirketine devrolunuyor.”1
“42 yıl süren Reji İdaresi boyunca kaçakçı,
kolcu ve zabıtadan ölenlerin sayısının 20 bin kadar olduğu ileri sürülür. 26 Şubat 1925’de Tütün
Rejisi lağvedildi. 1 Mart 1925’te Tütün Rejisi Fransızlardan devletçe satın alındı ve tüm hak ve yükümlülükleri devlete devredildi. Tekel ortaya çıktı. Şimdi ise Tekel’i de götürüp yabancı şirketlere teslim ettik”2. 42 yıllık zulümden kurtuluş savaşının kazanılmasıyla kurtulan halkımız 85 yıllık
emeğini ve özgürlüğünü “babalar gibi” şirketi bütün halinde 24 Nisan 2008 tarihli Resmi gazetede
yayımlanması ile 1milyar 720 milyon dolara “British American Tobacco Tütün Mamulleri Sanayi ve
Ticaret AŞ”ye (BAT) yine emperyalizme kaptırmış
bulunuyor.
Bunun adı nedir?
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım,20
bin dolar veren herkese, TELEKOM’ a ait bilgileri vereceklerini söyledi. Burada utanç verici olan, bunu ima etmek için kullandığı cümle:
Binali Yıldırım; “20 bin dolar veren kızımızı görür” diyor.
Telekom; 3 yıllık kârına karşılık 5 yıl taksit
şeklinde 6,5 milyar dolara Lübnan-İtalyan konsorsiyuma satıldı.
1
Hasan Tekeli Telgraf Gazetesi “Tekel’in
148 Yıllık Tarihinden İlginç Notlar”
2
Prof.Dr. Tayfun Özkaya “Çökertme’den
Çıkan Halil İşte Şimdi Öldü” 22/08/2009
İnceleme
35
36
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
Bunun adı nedir?
“AKP hükümetinin, cari açığı finanse etmek
için başvurduğu özelleştirmelerden biri olan Petkim çeşitli ürünlerde farklı oranlarda olmak üzere, Türkiye petrokimya ürünleri gereksiniminin
% 30 ile % 50’sini karşılamakta. Satışını Danıştay
İdari Dava Daireleri Kurulu (DİDDK), 27.12.2007
tarihinde %51’lik kamu payının özelleştirme sürecini “kamu yararına aykırılık” gerekçesiyle durdurmasının ardından başta hükümet olmak üzere
köşe yazarları ve bazı bürokratlar kamuoyuna ağır
baskılar yapmışlar petkimin satışının kamu yararına olduğunu iddia etmişlerdir” 3
“Ülkenin işgal altına girdiğini söylüyorlar.
Gelsinler işgal etsinler!” dedi ve Petkim’in yüzde 51 oranındaki kamu hissesinin satış ihalesinde
en yüksek teklifi 2 milyar 50 milyon dolarla Trans
Central Asia Holding Ortak Girişim adı altında
Rus, Ermeni ve Amerikan şirketlerine sattı. Yetmezmiş gibi zamanın maliye bakanı, Türkiye’de
45 milyar dolarlık özelleştirme yapıldığını belirterek, “Türkiye bugün, 45 milyar dolar civarında
özelleştirme yaptı zaten, işi bitirdi. Bundan sonra
diğerlerini tamamlıyoruz. Bu sene elektrik özelleştirmeleri, otoyol özelleştirmeleri, Milli Piyango
ve şeker fabrikalarının özelleştirmesi olacak. Elimizde son kalanları da birer birer özelleştirip, bu
işi tamamlayacağız” dedi. Tamamlayacakları iş nedir acaba?
Bunun adı nedir?
“2003’te Tüpraş’ın cirosunun 13 milyar
dolar dolayında, net kârının 300 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor. 2003 Eylül sonu itibariyle
466 milyon dolar net nakit pozisyona sahip. Tüpraş faaliyeti ile Hazine’ye 4,5 milyar dolar dolayında vergi ve fon sağlıyor.4 Devletin toplam vergi ve fon gelirinin yaklaşık yüzde 20’sini oluşturan Tüpraş geliri için “Parayı veren düdüğü çalar. TÜPRAŞ’ı Ruslara satar mısın diyorlar. Satarım arkadaş” diyor ve yüzde 51’lik hissesi 4 milyar 140 milyon dolar veren Koç-Shell Ortaklığına
(Koç Holding-Aygaz-Opet-The Shell Company of
Turkey) satıyor.
3
Petrol İş Araştırma “Petkim’in Özelleştirilmesinin Cari Açık ve Kamu Yararı Açısından
Değerlendirilemesi
4
Güngör Uras Milliyet Gazetesi
14/01/2004
Bunun adı nedir?
Afetlerden sonra kurulan Acil müdahale masası gibi acil tasfiye masası kurulmuş sanki!
Cumhuriyetin kurduğu ne varsa satılıyor! Genç
Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayileşmesini sağlamak, Türk ulusunun gereksinimlerini karşılamak, ülkenin her bölgesinde yöre insanına iş, aş
ve görgü götürmek üzere “Sanayide Devlet” sloganı ile anılan 11 Temmuz 1933 tarihinde kurulan
ve özelleştirildiği tarihe kadar 41.000 kişinin çalıştığı şimdilerde ise 1988 kişinin istihdam edildiği Sümerbank’ı “Hükümetlerimiz 11 yıldır satıyor.
Sümerbank ne dev bir kuruluşmuş ki, hala bitmedi. Şimdilerde bu kuruluşun başında olan yönetici de, ‘Elimizden geleni yapıyoruz... Satıyoruz satıyoruz bitmiyor’5 diyerek dertlenirken” maliye
eski bakanı da “Sümerbank tarihten siliniyor. Elinde bir şey kalmadığı için ismini de kaldırıyoruz”
diyor ve İngilizlere satıyor.
Bunun adı nedir?
“Stratejik yermiş. Ne stratejisi, önemli olan
müşteri bulmak. Müşteri gece gelsin, pijamayla çıkarım karşılarına. Seviyorum bu işleri arkadaş.”
“Kar edeni de, zarar edeni de satacağız!”
şeker fabrikalarını sattı.
“Ne banka bırakacağız, ne fabrika, ne de
işletme. Liman da bırakmayacağız. Hepsini satacağız!”
“Kulakları tıkayıp ne varsa satacağım”. Bu
ifadeler 58. Hükümette Maliye Bakanlığına getirilen ve aynı zamanda özelleştirmenin de patronu olan, 59. Hükümetin Bakanlığının düşürülmesi için, Ekim 2005, Şubat 2006 ve Mart 2006
tarihlerinde üç ayrı gensoru önergesi verilen ve
TBMM Genel Kurulu’nda reddedilen, 60. hükümette de Maliye Bakanı olarak görev alan 1 Mayıs 2009 günü yapılan kabine değişikliği sonucu
bu görevi Mehmet Şimşek’e devreden ve kendisi kabine dışında kalan Maliye eski Bakanı Kemal
Unakıtan’a ait.
Tekel ile açtık tütün ile bitirelim
Güngör Uras’ın yazdığına göre, 29 Aralık 2009 tarihinde hükümet, “Tütün Fonu”nu sıfırlama kararı aldı.
Böylece Türkiye’ye yurtdışından ithal tü-
5
Güngör Uras Dünya Gazetesi 07/05/2004
37
tünlerin 1 kilosundan 3 dolar, başka ülkede üretilmiş 1 paket yabancı sigaradan da 40 cent vergi
almaktan vazgeçti. Bunun yerine sigara fiyatlarına yüzde 15 zam yaptı. Yabancı sigara ve tütün
ithal edenlerin ödeyeceği vergi, yerli sigara tiryakisinin sırtına yüklendi.
Bunun adı nedir?
Başka ülkeler de özelleştirme yaptı. Yapıyor. Ama, o ülkelerde kamuya ait değerler,
ekonomi için önem taşıyan üretim tesisleri şartlı olarak satılıyor. Bu tesisler, tesisleri modernize edecek, yaşatacak, büyütecek, istihdamı sürdürecek, üretimi koşturacak - coşturacak alıcılara satılıyor. Tesisleri yaşatacak ve üretimi sürdürecek olanlara özelleştirilecek tesisler gerekirse
bedelsiz olarak veriliyor. Bizdeyse özelleştirilen
fabrikaları alanlar, makineleri hurdacıya satıyor,
arsalarının üzerine site inşa ediyor, market açıyor. “Hazineye para girsin de, satın alan tesisleri
ne yaparsa yapsın” şeklinde özelleştirmeyle ekonomi kan kaybediyor.6
Demek ki ülkemizi yönetenler, 1838’de
başlayan ve Türk İstiklâl savaşına yol açan “yarı
sömürge” dönemini unutmuşlar, Türk tarihiyle
ilişkilerini kesmişlerdir.
Unutmasalardı:
Vakıflar yasasını böyle çıkarmazlardı.
Yabancılara Türk toprağını satmazlardı.
Türkiye’yi bu kadar borca sokmazdı.
Özelleştirmeler de kayırmalara başvurmazlardı.
Avrupa Birliğinin kapısında beklemezlerdi.
ABD ve AB’nin talimatlarına boyun eğerek “Kürt açılımı” marifetiyle etnik fitnenin fitilini ateşlemezlerdi.
Millî Şair Mehmet Akif’e soruyorlar; “Tarih tekerrür eder mi?” Şair
şöyle yanıt veriyor: “Hiç ibret alınsa
tekerrür eder mi?”
6 Güngör Uras Milliyet Gazetesi 09/01/2004
Ülkelere Göre Kitap Okuma
İstatistikleri:
Kitap okuma; hava gibi, su gibi, yemek gibi günlük hayatımızın bir parçası olmadıkça kültürel gelişmemizi tamamlamamız ve bilgi çağını yakalamamız mümkün değildir. Ekonomik kalkınmanın temel yatırımı eğitim ise kitaplar da eğitimin temel
aracıdır. Unutmamalıyız ki okulda öğrendiklerimizi, yeni bilgilerle beslemezsek bir süre sonra başlangıca döneriz. Kaynak: Bydigi Forum http://www.
bydigi.net/kitap-tanitim-ve-elestiri/119810-ulkeleregore-kitap-okuma-istatistikleri.html#post983634
Kitap okumak beyini ve bedeni genç tutar. Hayatları boyunca devamlı kitap okuyup bulmaca çözenler, 75-80 yaşlarına gelseler de en karmaşık zihinsel faaliyetleri yapabilirler. Mesela dünyaca ünlü
tıp profesörü Gazi Yaşargil 79 yaşında olmasına rağmen en karmaşık beyin ameliyatlarını başarı ile yapabilmektedir.
Sayılar yalan söylemez.
Olayı rakamlarla vurgulamak istiyoruz;
Milli Eğitim Bakanlığı’nın gençler arasında
yaptığı araştırmaya göre;
Son bir ay içinde kitap okuma oranları şöyledir: % 61
hiç kitap okumamıştır,
% 13.4 bir kitap okumuştur.
Kültür Bakanlığınca yapılan istatistiklere göre
ise;
Bir yılda basılan kitapların çeşidi ülkelere göre
şöyledir:
ABD : 85.121
Japonya
: 42.217
İngiltere
: 64.761
Almanya
: 64.761
Türkiye
: 6.151
Gazete okuyanların nüfusa oranları şöyledir:
Japonya
: % 62
Almanya
: % 48
Türkiye
:%5
* Türkiye’de Kütüphane sayısı: 1.412, Kahvehane
sayısı : 570.000
Buna göre: 49.500 kişiye bir kütüphane 122 kişiye
bir kahvehane düşmektedir.
* Gallup firmasının araştırmasına göre bazı
ülkelerdeki kitap okuyanların nüfusa oranları:
Japonya
: % 14
ABD
: % 12
Almanya
: % 11
İngiltere
: % 11
Türkiye
: % 0,01 (Yani on binde bir)
Şiir
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
38
Bilgiyurdu Dergisi - Mart 2010
Değerli Kayserililer, Kıymetli Basın Mensupları
KAYSERİ TÜRKLÜĞÜN KALBİDİR
Türkiye Küçük Millet Meclisi Kayseri Forumu’nun şubat ayı toplantısına yönetici
olarak katılan Star Gazetesi köşe yazarı Mehmet Altan, yine haddini aşarak Türk Milletini
ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni küçük düşürücü beyanları ardı ardına sıraladı.
Bununla da hızını alamayan Mehmet Altan, iki yıl önce Anatolia isimli belgeselin
Kayseri’deki çekimleri sırasında tarihî Kayseri Kalesi’ne Bizans bayrağı çekilmesine tepki
gösterilmesini bahane ederek, bunun bir ırkçılık olduğunu söyledi. Kayserililere yönelik
olarak da “Bizans senin sulbünde var. Sen Bizans’ın torunusun” iftirasında bulundu.
Mehmet Altan şunu bilmeli ki Kayseri 1067’de Afşın’ın Kayseri Kalesi’nin burçlarına
Türk ordusunun sancağını astığından beri Türk şehridir. Türkler bu şehri medreseler,
kümbetler, camiler, köprüler ve çeşmelerle nakış nakış işlemiş ve ebedî bir Türk yurdu
haline getirmiştir. Bizans’tan kaldığı söylenen Kale’yi de birkaç kez yeni baştan inşa etmiş
ve defalarca onarmışlardır. Sanat tarihçileri bugünkü Kale’nin 14.yüzyıldan kaldığını
söylemektedir. Bizans bayrağı dikilmeye kalkışılan Kayseri Kalesi’nin burçlarında değil, olsa
olsa temel taşlarında Bizans’a ait bazı hatıralara rastlanabilir. 950 yıl öncesine dayanan
Bizans hâkimiyetinin izlerini Kayserililerin sulbünde veya kalbinde aramak akılla, izanla
açıklanacak bir durum değildir. Sadece cehaletini sergilemekle kalmayıp aynı zamanda
görgüsüzlük ve terbiyesizliğini de ortaya koyan Mehmet Altan’ın, sadece bir oturuma
başkanlık etmek üzere davet edildiği bir şehirde, hiç gereği yokken, iki yıl önce olup bitmiş
bir olayı bahane ederek insanların soyunu sopunu karıştırmaya kalkışması en hafif ifadesiyle
kışkırtıcılıktır.
Bu olay Mehmet Altan’ın şehrimize iyi niyetle gelmediğini, şehrin ahengini ve
huzurunu bozmaya çalıştığını, açıkça ortaya koymaktadır.
Aşağıda adları yazılı Sivil Toplum Kuruluşları olarak hem haddini aşan Mehmet Altan’ı,
hem de başka kimse kalmamış gibi onu bu şehre davet edip insanımıza hakaret etme fırsatı
verenleri, bu sözleri duyup Kayserililerin Bizanslı değil, öz be öz Türk olduğunu Mehmet
Altan’ın yüzüne haykırmayanları kınıyoruz.
Satılmış BAŞARAN
Kayseri Türk Ocağı
İsmail ULUSOY
Atatürkçü Düşünce Derneği
Mustafa ÖZTÜRK
Bilgiyurdu Derneği
Muammer ÖNER
Kamusen Kayseri Şubeleri
Ali BENLİ
Türk Eğitim- Sen Şubesi
Ali İhsan ÖZTÜRK
Türk Eğitim Sen. 2. Şube
Uğur Kemal ÖNDER
Avrasya Eğitimciler Derneği
Osman MEDET
Turan Kültür Derneği
Erkilet Yolu Üzeri Kayseri Yem Fabrikası İdare Binası
Tel:(352) 351 19 19 Şantiye:(352) 337 73 21-22 KAYSERİ

Benzer belgeler