adabelentemmuz - (Adabelenliler) Derneği

Transkript

adabelentemmuz - (Adabelenliler) Derneği
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İÇİNDEKİLER
Prof. Dr. Cahit Kavcar
Prof. Dr. Kemal Arı
Bekir Özgen
Prof. Dr. Ayhan Çıkın
Ali Kaya
Faik Ay
Abdullah Taşçıoğlu
Av. Hüseyin Özbek
Osman Gökçe
Emin Ugunlu
Emine Şimşek Emiral
Ahmet Cengiz
Tahsin Şimşek
Mehmet Genç
Bahtiyar Takkalı
Prof. Dr. Kemal Kocabaş
Şadiye Dönümcü
Etem Oruç
Nabide Kılınç
Eyüp Yılmaz
M. Cevat Turan
Prof. Dr. Kemal Kocabaş
Ömer Değirmenci
Mehmet Halil Arık
Muammer Özler
Rahmi Gür
Azmi Ermiş
Zekeriya Yavuz
Mehmet KARABACAKLAR
Hüseyin Yaşar
Ahmet M. Egemen
Müjgan Tutan Katlan
Çetin Arı
Osman Öğe
Yeliz Sert
Mehmet Ali Tıraş
Muharrem Karataş
Süleyman Akçay
Haberler
Bir Sempozyumun Ardından ....................................................................................2
Yüz Kızartıcı Sahne ..................................................................................................4
Aklıma Düşte de.......................................................................................................9
Madımak Ateşi .......................................................................................................11
Yanmak mı Acı? Yoksa Unutulmak mı? ..................................................................12
Ağaç Yaş İken ........................................................................................................13
Eğitim Çıkmazı ......................................................................................................14
Bir Kayışın Tesirinden Bir Kğuşun Tesirine .............................................................15
Bütün hayallerimi sana havale ediyorum çocuk ....................................................18
Şimdiki Zaman Tutanağı ........................................................................................18
Kehribal .................................................................................................................19
Bir Kentin Yağmalanması .......................................................................................19
Hektor....................................................................................................................20
Kadınlarımız Öldürülmesin Ne Olur ......................................................................21
Geceler...................................................................................................................22
Öğretmen Liselerinin Kapatılmasına İtirazım Var ...................................................26
Anadolu Öğretmen Liseleri Kapatılmasın ...............................................................28
Ege’den .................................................................................................................30
Şiir Yağmur Gibiydi, Muğla’da ...............................................................................31
Bunları biliyor musunuz?.......................................................................................32
Madencim Gitti .....................................................................................................33
Soma’da Yürek Yangını ..........................................................................................34
Bir Hazin Durum: Soma-Elmadere Köyü................................................................36
Şam Babası ............................................................................................................38
Kitap Kitap Kitap....................................................................................................40
Emeğin Türküsü.....................................................................................................41
Kör Dünya .............................................................................................................42
Yaşlı Marangoz ......................................................................................................44
En Erdemlisi...........................................................................................................46
Eğitimde İçerik ......................................................................................................47
“F” Klavye ..............................................................................................................48
Dileklerim .............................................................................................................49
Utanç .....................................................................................................................50
Batı Trakya Gezisi ..................................................................................................52
Bir Evlenme Öyküsü ve Salça.................................................................................56
Orhan Hoca............................................................................................................57
“Sen Bene, Ben Sene” ............................................................................................58
15 Mart 2014 Adabelen Buluşması .......................................................................59
..............................................................................................................................60
GÜNÜMÜZDE BÖYLE…
GELECEKTE BÖYLE OLUR MU DERSİNİZ?
-1-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Ortaklar Köy Enstitüsü 70 yaşında
BİR SEMPOZYUMUN
ARDINDAN
Prof. Dr. Cahit KAVCAR
olduğunu belirtmek gerekir. Eğitim ve kültür
dünyamıza sunulan, yer yer belgesel özellikler de
taşıyan 446 sayfalık anıtsal bir eser bu. Sayın
Kocabaş'ı ve çalışma arkadaşlarını içtenlikle
kutluyorum. Örneği çok seyrek görülen çağdaş bir
uygulamadır bu.
1944 Ağustos ayında başlayan on yıllık Ortaklar
Köy Enstitüsü imecesi, 1954-1974 yılları arasındaki
yirmi yıllık Ortaklar İlköğretmen Okulu süreci ve
1974 sonrasından günümüze aktarılan Ortaklar
Öğretmen Lisesi, Anadolu Öğretmen Lisesi
dönemleri, Adabelenli yazarlar, akademisyenler ve
araştırmacılar tarafından sempozyumda gündeme
alındı. Oturumlar çok düzenli ve düzeyli geçti. Hem
Köy Enstitüsü, hem öğretmen okulu, hem de
öğretmen lisesi dönemlerinden sempozyuma katılan
çok sayıda Adabelenli vardı. Farklı dönemlerden ve
farklı kuşaklardan katılımcılar arasında çok hoş, çok
sıcak kaynaşmalar oldu.
Bu arada küçük bir eleştirim var. İzleyici olarak
katılımın daha çok olmasını, o güzel salonun tıklım
tıklım dolmasını beklerdim ben. Nedense olmadı bu.
Çeşitli yemeklere, eğlencelere vb. katılmak elbette
önemli. Ama böylesine dolgun, okul tarihi için, çeşitli
özellikleri ve güzellikleri için büyük önem taşıyan
sempozyumun daha çok ilgi görmesi gerekmez mi?
Acaba konular mı önemsiz? Konuşmacılar mı
yetersiz? Gece gündüz demeden yoğun olarak çalışan,
koşturan düzenleyici arkadaşların emeklerine saygı
duymak iyi olmaz mı? Başka bir neden mi var?
Bunların iyice düşünülmesi, eleştiri ve özeleştiri
yapılması, sağlıklı bir değerlendirme yoluna gidilmesi
çok uygun olur bence. Örneğin Aydın'dan 8-10 kişilik
bir grup geldi...
Sabah açılış konuşmaları ve mini konserden
sonra sempozyum oturumlarına geçildi. Birinci
oturumun ana konusu “Ortaklar Köy Enstitüsü
Kurulurken”, ikinci oturumun ana konusu
“Belgelerdeki, Araştırmalardaki Ortaklar Köy
Enstitüsü”, üçüncü oturumun ana konusu “Ortaklar
Köy Enstitüsünden Ortaklar İlköğretmen Okuluna”,
dördüncü oturumun ana konusu “Tüm Boyutlarıyla
19 Nisan 2014 günü İzmir'de üç kurum ve
kuruluşun işbirliği ile önemli ve görkemli bir
sempozyum düzenlendi. “Ortaklar Köy Enstitüsü 70
Yaşında” adını taşıyan bu sempozyum, Yeni Kuşak
Köy Enstitülüler Derneği (YKKED), Ortaklar
Öğretmen Okullular (Adabelenliler) Derneği ve
İzmir Konak Belediyesinin işbirliği ile gerçekleşti.
Bu düzenleme hazırlıklarının bir yıl kadar önce
başladığını biliyoruz. YKKED Başkanı Sayın Prof.
Dr. Kemal Kocabaş ile Adabelenliler Derneği
Başkanı Sayın Mustafa Özmen, sempozyumu ve
yakın çevreyi de kapsayan çok yönlü, çok boyutlu
programların ve hazırlıkların içine bir yıla yakın
zaman önce giriştiler. İşte bu yoğun çalışmaların
sonucunda böylesine başarılı bir sempozyum ve
aynı adı taşıyan çok değerli bir kitap ortaya çıktı. Bu
nedenle iki başkanımızı ve çalışma arkadaşlarını,
emeği geçen herkesi gönülden kutlamak gerekir.
Bilindiği gibi Adabelen, Ortaklar Köy
Enstitüsünün kurulduğu bölgedeki tepenin adıdır.
1944 yılı Ağustos ayından beri Ortaklar'da okuyan
Köy Enstitülü, öğretmen okullu, öğretmen liseli tüm
öğrenciler okullarını belirtirken, 70 yıllık anılarla
dolu bu tepenin adıyla anarlar. Genellikle
okullarının adını “Adabelen” ve kendilerini de
“Adabelenli” olarak tanımlarlar.
İşte bu sempozyum,böylesine ulu bir çınar,
Cumhuriyet çınarı olanAdabelen'i çeşitli yönleriyle,
tarihi ve özellikleriyle inceledi, irdeledi.
Sempozyum beş oturumdan oluşuyordu.
Oturumlara, Adabelen tarihinde önemli yerleri olan
ünlü eğitimcilerimizin adları verilmiş (Hasan Âli
Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Hayri Çakaloz, Mualla
Eyüboğlu, Mehmet Kahvecioğlu oturumları). Çok
hoş bir uygulama oldu bu, çok iyi düşünülmüş.
Sempozyumda sunulan bildiriler ve
Adabelenlilerin yazdıkları yazılardan oluşan
“Ortaklar Köy Enstitüsü 70 Yaşında” adlı çok
önemli bir kitap Prof. Kocabaş tarafından daha
önceden hazırlandı, YKKED yayını olarak basıldı
ve Sempozyum sabahı katılımcılara sunuldu. Bunun
da takdire değer bir çalışma, saygıdeğer bir emek
-2-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Adabelen”, beşinci ve son oturumun ana konusu
“Ortaklar Köy Enstitüsünden Ortaklar İlköğretmen
Okuluna” idi.
Bütün konuşmacılar katıldı, hiç eksik yoktu.
Konuşmacıların bildirileri sabah katılımcılara
sunulan anıtsal kitapta yer alıyor. Ayrıca bu kitapta,
1945-1974 Ortaklar mezunları listesi ile
Adabelen'den Yüksek Öğretmen Okullarına giden
öğrenciler listesi (1959-1973) de yer almaktadır.
Bildiğimiz kadarıyla bu listeler ilk kez yayımlanıyor
ve kitabın değeri daha da artıyor.
Şimdi, sempozyumda doğrudan ya da dolaylı
olarak vurgulanan kimi önemli noktaları belirtelim:
Hepimizin Adabelen'e gönül borcumuz var. İşte
bu gönül borcunun ve okula bağlılığın göstergeleri
olarak her yıl 16 Mart Öğretmen Okulları Günü
dolayısıyla Adabelen'de toplanıyor, kuru fasulye
pilav yiyoruz. Yine her yıl belli bir yerde,
Adabelenliler gecesi düzenliyoruz. Çeşitli sınıf
toplantıları düzenleniyor. “Ortaklar Öğretmen
Okullular (Adabelenliler) Derneği”miz var, yıllık
toplantıları, çeşitli etkinlikleri dernek düzenliyor.
Yine derneğimizce düzenli olarak çıkarılan
“Adabelen” adlı çok hoş bir eğitim ve kültür
dergimiz var. Ve derneğimizce 2003 yılında
çıkarılan “Adabelen Çiçekleri – Adabelen'den
Yetişenler” adlı bir kitapçığımız da var.
Meğer Adabelen ne kadar gür ve güçlü bir
kaynakmış. Meğer ne “çiçekler”, ne yetenekler, ne
değerler yetiştirmiş. Kaldı ki o kitapçıkta yer
almayan, alamayan, ulaşılamayan daha nice
Adabelenli var.
Bütün bu etkinlikler, toplantılar, buluşmalar
kendiliğinden oluşuyor. Hiçbir zorlama, hiçbir
zorlayan olmadan gerçekleşiyor. Eşlerle,
çocuklarla, torunlarla geliyor Adabelenliler. Büyük
bir canlılık, kaynaşma ve hareketlilik oluyor. İşte bu
durum ayrıca gurur veriyor bize, onur veriyor.
İnanılmaz güzellikler, doyulmaz anılar yaşanıyor.
Gerçi çok doğal olarak hepimiz her etkinliğe
katılamıyoruz, ama Adabelen ruhu yaşıyor,
yaşatılıyor.Asıl önemli olan da bu değil mi?
İşte böylesine gür, verimli bir kaynak olan
Adabelen için, tam bir Adabelen çocuğu olan Prof.
Kemal Kocabaş'ın hazırladığı ve Yeni Kuşak Köy
Enstitülüler Derneğince yayımlanan çok değerli üç
de kitap var:
İlköğretmen Okulu'na Adabelen Işığı
(Hazırlayan Prof. Dr. Kemal Kocabaş), İzmir.
• Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2007).
Köy Enstitülerinden İlköğretmen Okullarına
Geçişte Eğitime Adanmış Bir Yaşam: Mehmet
Kahvecioğlu (Yayına Hazırlayan: Prof. Dr.
Kemal Kocabaş), İzmir.
• Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2014).
Ortaklar Köy Enstitüsü 70 Yaşında (Yayına
Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Kocabaş), İzmir.
• YKKED tarafından yayımlanan bu üç
kitapla, Adabelenliler Derneğince yayımlanan ve
yukarıda belirtilen “Adabelen Çiçekleri –
Adabelen'den Yetişenler” kitapçığı, belgesel değer
taşıyan çok önemli, değerli ve doyurucu yayınlardır.
Bu eserler Adabelen'in değerini, önemini,
özelliklerini ve güzelliklerini çarpıcı bir biçimde
sergilemektedir. Ve bu dört kitap, benzeri okullar için
örneği pek görülmeyen büyük bir zenginliktir
Adabelen adına.
Adabelen Okulu, yalnızca nitelikli ve çok yönlü
binlerce öğretmen değil, güzel sanatların, özellikle
edebiyatın ve bilim dünyasının çeşitli dallarında,
kamu yönetiminde ve politikada isim yapmış, ün
kazanmış pek çok sanatçı, yönetici ve bilim insanı da
yetiştirmiştir. Nice şair, yazar, ressam, müzisyen,
akademisyen ve yönetici yetiştirdi Adabelen. Bu
konuda sadece isimleri ve eserleri saysak bile
kocaman bir kitap eder. Ve nice Cumhuriyet aydını,
aydınlanmacı, çağdaş öğretmen, Atatürk öğretmeni
yetiştirdi.
Genel olarak Ortaklar'da çok iyi öğretmenler
görev yaptı. Hemen hepsi seçilerek geldi. Bu arada
Adabelen 100 öğrencisini seçerek yüksek öğretmen
okullarına gönderdi (1959-1973). Bunların içinden
çok başarılı lise öğretmenleri, çok sayıda dershane
sahibi ve öğretmeni, üniversite öğretim üyesi,
öğretim elemanı, bilim insanı, işadamı, siyasetçi,
bürokrat, yönetici çıktı. Hepsi de kendilerini her
yerde kabul ettirdiler, benimsettiler, kanıtladılar.
İşte 19 Nisan Sempozyumunda, Adabelen'in
çeşitli yönleri, değinilen özellikleri ve güzellikleri,
zenginlikleri, nice anılar dile getirildi, incelendi,
irdelendi. Çok başarılı bir şölen oldu. Bundan dolayı,
iki dernek başkanımızı (Kocabaş, Özmen) ve çalışma
arkadaşlarını, emeği geçen herkesi tekrar içtenlikle
kutluyor, Konak Belediyesine de gönülden
teşekkürler sunuyoruz.
• Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (2007).
Ortaklar Köy Enstitüsünden Ortaklar
-3-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bir 30 Ağustos'a daha ulaştık… Kutlu olsun! O günleri anımsayalım.
YÜZ KIZARTICI SAHNE:
ANCAK, YA ANADOLU'NUN
SUÇU NEYDİ?
(-Keşke, Ah Keşke!.. Her Yerde Barış Rüzgârları Esseydi!..)
Prof. Dr. Kemal ARI
*DEÜ Öğretim Üyesi
30 Ağustos 1922 günü, Yunan Ordusu'nun
belkemiği Dumlupınar'da kırılmış… On binlerce
düşman askeri ölmüş; Mehmetçik şehit düşmüş;
ortalık kan gölü… Mustafa Kemal Atatürk,
yanında İsmet, Fevzi ve Asım Paşalarla savaş
meydanında ilerliyor. Ancak o denli yoğun insan
kaybı var ki; yerlerde göllenip kurumuş kanlar;
parçalanmış cesetler, sağa sola savrulmuş kollar
bacaklar; barut kokusu, ölümün bedenlere çökmüş
ağırlığı; yanmış kül haline gelmiş araç gereçler;
hala can çekişen bedenlere düşmüş ölüm
soğukluğu… Ortalıkta kan, duman, kor, barut ve
ölüm kokusu… Bir gün önce, türlü bağırış
çağırışların; top ve bataryalardan fırlayan
güllelerin çıkardığı kulak zarı yırtan
gümbürtülerin yerini almış olan derin sessizlik…
Zafer; evet zafer; ancak binlerce, on binlerce
genç insanın yaşamına mal olmuş, ölümlerin,
acıların, yetim kalmış çocukların, dul kalmış
gelinlerin, çocuğunu yitirmiş acılı anaların bağırları
üzerinde yükselen bir barış…
Evet, gerçekten de savaş, zorunlu olmadıkça,
bir ulusun onur ve saygınlığını hedef alan tehlikeleri
bertaraf etmemek için yapıldığında bir cinayettir…
Her beden, bir can; bir can da bir cihan olduğuna
göre; yitip giden her canla bir dünya yıkılmış; genç
insanların üzerine ölümün soğukluğu çöreklenmiş;
can çıkan nefeslere kan kokusu karışmış. Bu sonuç;
uzakta, çok uzaklarda, bu senaryoları
kurgulayanların hiç de umurunda değil… Onlar
sanki can pazarında tezgâhlarını kurmuşlar; kıran ve
kırılan kendileri olmadıktan sonra; ölen her bir can,
onlar için kumarda yitirilen basit bir taş parçasından
başka bir şey değil… Onların derdi; ölümlerin,
kırımların üzerinden kendilerine somut çıkarlar
taşıyacak kazançları…
Anadolu bozkırı, güneşin altında sanki
insanlığın ortak bir acısını, dayanılmaz trajedisini
sergiliyor; sağa sola koşturan gölgeler, ölmeyip
kalanları, ölülerin arasından seçip bir sahra
hastanesine yetiştirme telaşı içinde… Yer yer,
Mehmetçik güvenlik noktaları oluşturmuş; bir
yandan da sürekli sahra telgraflarının tıkırtılarıyla
paşaya ulaştırılan cephelere ilişkin raporlar…
Süvariler soluk soluğa dağları vadileri
geçiyormuş; piyade, ayakkabıları parçalanmış,
yüzü gözü toz bere içinde düşman kovalıyormuş;
nereden hangi kıta ileriye atılarak harekete
geçmiş; kim ne türlü bir emir bekliyormuş; bir bir
bunu paşalara koşturan yaverler…
YaAnadolu?
O, binlerce yıllık Anadolu'nun ağıtlarıyla beden
bulmuş o kutsal topraklar; onun günahı neydi ki?
Beldeler yıkılmış; on binlerce kadının, kızın
ırzına geçilmiş; on binlerce insan kıyılmış durmuş;
evler yakılmış, adalet ayaklar altına alınmış; bir
milletin onuruyla oynanmış; bunlara tanıklık eden o
kutsal ana; o bu acıları kendi göğsünde hissetmemiş
olabilir mi?
Ve bozkır; derin bir sessizliğe gömülmüş…
Arada bir esen rüzgâr, bozkırın tozunu yerde
yatan insan bedenlerinin üzerine doğru
savururken, kan ve barut kokusuna taze çiçeklerin
kokusunu taşıyor...
Anadolu, onun tarihsel kutsallığına
bakıldığında elbette bu ölümlerden, yıkımlardan
mutluluk duyamazdı. Sonuçta ölen insansa; o ya da
bu olsun; onun kutsallığına ancak, ölen insan için
ağıtlar yakmak düşerdi. Ve Anadolu'nun her bir
-4-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
anası, sinesini döverek yitirdiklerine, başına
sarılan belalara “Ah sebep, sebep neydi?..”
diyerek ağlar bir haldeydi. Şu sessizlik, arada
sırada bozkırda beliren toz yığınları; derken tozlu
yüzlere çarpan rüzgârın bıraktığı tatlı serinlik; bir
matemin mi, bir coşkunun mu belirtisiydi?
miydi?
Ancak, ya vicdan?
Vicdan, yine de bu durum karşısında rahat
olamıyordu.
Ve Gazi, ayağa kalktı. Ardından İsmet Paşa
da…
*
Ve ayağa kalkmış olan Gazi Mustafa Kemal
Paşa'nın yüzünde yeniden bir hüzün ve acı
belirmişti.
Mustafa Kemal Paşa, ölü yığınları arasında
ilerlemekte zorluk çekiyordu. Kimi zaman ölüler
öyle yumak haline gelmişti ki; Gazi, insan
bedenlerinin üzerine basarak ilerlemek zorunda
kalmıştı. Bir süre sonra kırık bir kağnı arabasına
çıktı. Hemen yanına çevik bir hareketle, İsmet
Paşa da beliriverdi. İki yurtsever komutan, şimdi
kutsal yurt topraklarının hazin haline bakarak
durumu tam olarak kavramaya, ellerinde dürbün,
uzakları gözeterek bir durum tespiti yapmaya
çalışıyorlardı. Kağnı arabasının hemen kıyısında,
Fevzi Paşa ve Asım Paşa yer alıyordu. Kağnının
üzerinde içi dolu birkaç çuval vardı. İki paşa; bu
çuvalların üzerine oturdu: Elleriyle çuvallara
dokunduğunda Gazi Mustafa Kemal Paşa,
çuvallarda kuru üzüm olduğunu fark etti. Bir avuç
alıp, yarısını İsmet Paşa'ya uzattı. Yüzlerindeki
hüzün o denli belirgindi ki; bir parça üzümün tadı,
bu gerginliği hafifletebilirdi. Gazi'nin uzattığı
üzümün bir kısmını alan İsmet Paşa ile aynı anda,
ağızlarına ikişer üçer üzüm atarak yemeye
başladılar. Bir anda Mustafa Kemal'in yüzü
yumuşadı ve İsmet Paşa'nın kulağına eğilerek:
Sesi titrer bir durumda; şu sözleri mırıldandığı
duyuldu:
-“Bu görünen manzara, insanlık adına yüz
kızartıcı bir sahnedir. Ama bizi buna mecbur
ettiler…”
Evet; zorunlu durumda kalınca, insan kendi
yurdunu savunmak için ölümü göze alır.
Bilir ki, yurdunu savunmak, her yurtsever için
bir onur ve namus görevidir…
Ancak bir yandan da bütün bu olup bitenlere
bakınca; insan şöyle mırıldanmaktan da geri
kalamaz:
-“Keşke, keşke bunların hiç birisi
yaşanmasaydı! Keşke, yitirilen bu canlar, daha bu
yaşlarında ölümü tatmasalardı! Keşke barış, bu
cinnet anına üstün gelebilseydi”
Ancak, ah keşke insanlık bunu bir anlayabilse?
Ah bir anlayabilse?
-“Üzüm çalan farelere döndük İsmet!” dedi…
Öyle ya:
Gülümsediler; hatta bir ara, üzerlerindeki
gerilimin etkisiyle bu gülüşler kontrolsüz bir
kahkaha atışına bile dönmüştü. Evet, gülüyorlardı,
ama bu gülüş, neşeden çok; içleri yanan iki insanın
kontrolsüz reflekslerinden başka bir şey değildi.
İşte önlerinde ölen insanlardan oluşan sanki bir
koca deniz!
Şimdi soralım:
Suriye'de tam 6.000 Müslüman kadının ırzına
geçilmiş…
Kim bunun suçluları, kim?
Kim bunu vicdanlarına yakıştırabilenler, kim?
Bir, ah bir sorabilse bu soruları insanlık ve buna
neden olanlardan daha güçlü bir irade ortaya
koyabilse…
Kanlar içinde yerlerde kıvrılıp yatan gencecik
bedenler…
Bir açıdan bakınca; Türk, Yunan; ne fark eder;
ölüm her yerde ölüm olduktan sonra!
Başka bir açıdan bakınca da; yurdu yakılıp yıkılan
Türkler'in günahı neydi? Onca cinayetlerin,
ölümlerin, yıkımların nedeni; Anadolu'ya
canavarca saldırmış insan sürülerinin eseri değil
Umarız, dünya felaketlerden örnek alır da barış
için az daha çaba gösterse…
Keşke…
Ah keşke…
-5-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
BİLİYOR MUSUNUZ?
ATATÜRK ORMAN
ÇİFTLİĞİ'NİN HİKÂYESİ!
yerli ve yabancı uzmanlar da bu topraklar üzerinde
herhangi bir tarım faaliyetinin yapılamayacağını iddia
ediyorlar. Hatta Tarım Bakanlığı uzmanlarından Schmit
hazırladığı raporda, "Bu öyle bir teşebbüstür ki,
elverişsiz toprak ve iklim koşulları altında burada ya
sabır tükenir, yahut ta para" yorumunu yapıyor.
Verilen olumsuz raporlar ve yapılan yorumlar onu
fikrinden vazgeçirmeye yetmiyor ve Gazi Orman
Çiftliği'ni kurmak üzere derhal çalışmalara
başlanılması emrini veriyor.
“ARAZİYİ KENDİ PARASIYLAALDI”
İlk iş olarak da tarım uzmanlarına eliyle işaret
ederek gösterdiği batak arazi, çiftlik idare merkezi,
parklar ve sebze bahçelerinin üzerine inşa edilmesi için,
Merhum Abidin Paşa'nın eşi Faika Hanım'dan yüksek
bir fiyatla satın alınıyor. Gerekli para da Atatürk'ün
kendi aylığından taksitlerle temin ediliyor. Atatürk'ün
ödediği bu yüksek fiyat diğer arazi sahiplerini de teşvik
ediyor. Bu şekilde Etimesgut, Balgat, Çakırlar,
Güvercinlik, Macun,
Tahar ve Yağmur Baba
çiftlikleri de satın alınıyor.
Hemen çalışmalara başlanıyor. Çiftliğin
kurulmasındaki her aşamada Atatürk'ün kendisi de
bizzat çalışıyor. Terini toprağa akıtıyor. Çalışmalar
normalden çok daha kısa bir süre içinde bitiyor.
Atatürk, Bozkırın ortasındaki bir ortaçağ
şehrinden modern bir başkent; bataklık, çorak, ot bile
yetişmez denilen bir araziden ise insan elinden çıkma
bir cennet yaratıyor.
Son olarak da diğer çiftlikleri ile birlikte Atatürk
Orman Çiftliği'ni çok sevdiği milletine hediye ediyor.
Çünkü o milletini çok seviyor ve bu bağış için endişe
edilecek herhangi bir konu kalmadığını düşünüyor.
Yıl 1925.Birinci Dünya Savaşı'nın arkasından
İstiklal Mücadelesini vermiş bir ülke; Türkiye.
Bozkırın ortasında bir başkent;Ankara...
Oysa Atatürk yeşili o kadar seviyor ki, Afet
İnan'ın anlatımıyla; “Köşk için Çankaya'yı
seçmesinde etken, birkaç büyük karakavak ve söğüt
ağaçlarının bulunması.”
Karakavak ve söğütler yetmiyor ona. O istiyor ki,
İstiklal mücadelesini yürütülmesine ev sahipliği
yapmış bu mağrur kent yemyeşil olsun. Halkın
rahatlıkla gezebileceği, nefes alacağı bir cennet
yaratılsın.
Ülkenin tanınmış tarımcılarını köşke çağırıyor.
Amaç; Ankara civarında kurmak istediği cennet için
uygun arazinin seçilmesi. Tarımcılara Ankara
civarında modern bir çiftlik kurmak istediğini ve buna
uygun arazi bulunması gerektiğini söylüyor. Oysa
onlar çiftlik yeri için uzun boylu araştırmalar
yapmaya gerek görmüyor çünkü Ankara o devirde
'Bozkırın ortasında bir ortaçağ şehri'.
Bu kanaatlerini Atatürk'e bildirdikleri zaman ise
o eliyle bu günkü Atatürk Orman Çiftliği'nin arazisini
gösteriyor ve 'burayı gezdiniz mi?' diye soruyor.
Tarımcılar şaşırıyorlar. Gösterilen arazi bataklık,
çorak, fakir... Bir çiftlik kurulması için gereken hiçbir
özelliği taşımıyor.
Atatürk'ün cevabı basit oluyor; "İşte istediğim
yer böyle olmalıdır. Burayı biz ıslah etmezsek kim
gelip ıslah edecek?”
Çağırılan tarım uzmanları şaşkınlıkla Atatürk'ün
onları aslında en iyi değil en kötü toprak raporunu
alabilmek için çağırdığını fark ediyorlar. Şaşıranlar
sadece onlar olmuyor. Yer belirlendikten sonra
arazinin verim durumu hakkında görüş istenen diğer
O günlerden bir görüntü…
Günümüzden de bir görüntü…
-6-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Tarihçi Sinan Meydan’ın Araştırması’ından
Bağımsızlığımız ve cumhuriyetimiz neden değerli ve önemli?
Osmanlı, Osmanlı dedikleri…
İşte Türkiye Cumhuriyeti'ne 1923 yılı itibariyle
Osmanlı'dan kalan miras:
♦ Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon
insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo
salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı
hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60'ı geçiyor.
Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe
sayımız 136.
♦ Nüfusun % 80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun
önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin
köyün 37 bininde ne okul var, ne postahane, ne de
dükkân. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan
yaşıyor. Bu insanların ancak % 2'si okur-yazar.
37.000 köyde okul yok. 1922 istatistiklerine göre
1950 köyde sığır vebası var.
♦ Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az.
Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema
sadece büyük kentler de var…
♦ Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830.
Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse
yeniden kurmak gerekiyor.
♦ Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde.
Kapitülasyonlar, dış borçlar ve Duyun-u Umumiye
belimizi bükmüş, tarım ilkel yöntemlerle yapıldığı
için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim
çok az.
♦ Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok
denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü için
geçilmesi çok zor.
♦ 4.000 km kadar demiryolu var Anadolu'da. Bir
m e t r e s i b i l e b i z i m d e ğ i l . Ta m a m e n
emperyalistlere hizmet ediyor. Üstelik yetersiz bir
demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak
için ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna
bağlamak lazım.
♦ Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker,
un ve hatta kiremiti bile ithal etmek durumundayız.
Avrupa'nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.
♦ Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Ağırlığı gıda,
dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Bu
kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece % 15'i
Türklerin. Geri kalanlar yabancı ve azınlıkların.
Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların
elinde.
♦ Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II.
Abdülhamit döneminde Haliç'te çürütülmüş.
♦ Köylü topraksız. Sabanı ve öküzü bile yok.
Doğu'da, Cumhuriyetle de insanlıkla da
bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var.
♦ Osmanlı'dan bize kalan sadece dört önemli
fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün
İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları...
♦ Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Çoğu
bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor.
Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da
yok.
♦ Her yerde tefeciler, spekülatörler, savaş
zenginleri halkı eziyor.
♦ Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım
ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu
dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası
hayvancılığımızı öldürüyor.
♦ Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir'in bazı kentlerde
var.
♦ Tüm Türkiye'de sadece 337 doktor var. 150
kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000
kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az
şehirde eczane var. Türkiye'deki toplam eczacı
sayısı 60.
♦ Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı 400.000'i
geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından
yardım ediliyor.
-7-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
♦ Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş.
Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına
Osmanlıca denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman
içindeki özensizlik nedeniyle Arapça-Farsça ve
Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası
eklemeli ve sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan
Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli ve sesli harf
sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle
yazılmaya çalışılıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca
almış başını gitmiş, Türkçe unutulmaya terk
edilmiş.
♦ Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak
dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç
çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin
% 7'si, kadınların %04'ü okuma yazma biliyor.
Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile
değil.
♦ Tüm ülkede 337.618 ilkokul öğrencisi var. Bu
zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun
sadece dörtte biri. Ülkede toplam 4.770 ilkokul
bulunuyor. Tüm ülkede sadece 153 ortaokul ve
lise var. Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230
kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte biri
öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim
okullarımızın azlığına ve niteliksizliğine karşın
yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var.
♦ Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal
haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün
kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip
olacakları, avukatlık, hakimlik, pilotluk,
profesörlük, milletvekilliği, atletizm
yapabileceklerini hayal bile etmek mümkün değil.
♦ Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık
yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve
öğrencilere “salavatı tefriciye” çektiren bir
anlayış egemen. Medreselerde Türkçe yasak.
Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek
Medrese düzeyinde eğitim veriyor. Çağın
gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır
unutulmuş.
♦ Bir çok tarikat hayata yöne vermeye çalışıyor.
Mezhep çatışmaları hat safhada. Falcılar,
büyücüler, şeyhler, şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din
istismarı çok yaygın.
♦ 600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim
dönme devşirmelere bırakılmış. Türkler, devlet
yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve
asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini
ve kendine güvenini kaybetmiş.
♦ Halk kitap okumuyor. 1729'dan 1830 yılına
kadar 100 yıl içinde Osmanlı'da basılan toplam
kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı'da
basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam
tirajı 100.000'i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler,
sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az
sayıda okuyucu bulabiliyor.
♦ Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen,
hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir
durumda. Kılık kıyafet, “ne milli ne beynelmilel”,
gülünç durumda…
♦ Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, tiyatro
yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak,
bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk
adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat
şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına
terk edilmiş durumda.
♦ Biat kültürü hakim, 600 yıldan fazla devam eden
saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın
iki dudağı arasında olmuş. Padişah “rai” (çoban)
mantığıyla “reaya”(sürü) diye gördüğü halkı
gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları,
gayrimüslim zenginler ayrıcalıklı “havas” yani
üstün sınıf, Müslüman Türk halkı ise alt tabaka,
yani “avam” olarak görülmüş.
♦ Halk müziğe, heykele, tiyatroya, sinemaya,
baloya, sanata, spora çok uzak.
Sinan MEYDAN
♦ Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince
peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri
anlaşılıyor. Bir çok tarihi eserler yurt dışına
kaçırılmış.Antik tarihten veArkeolojiden anlayan
insan sayısı bir elin parmakları kadar.
Kaynak:http://sinanmeydan.com.tr/
(İnternetten)
-8-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
6 Temmuz Aziz Nesin’in ölüm yıldönümü.
Onu özlemle anıyoruz
AKLIMA DÜŞTÜ DE
Bekir ÖZGEN
[email protected]
“Düşüncelerimiz acılar içinde yaşama eşlik
ederken, anılar öne çıkar mı? Çıkarsa ne olur?" diye
dalmış gitmiştim ki, onun, "Al yalnızlığını gel.
Sıkılmayız," sözü geldi oturdu belleğime. Sonra da
ona ilişkin unutulmaz yaşanmışlıklarım...
o kadarı da ham bir biçimde üzerlerinde çalışmamı
bekliyor," deyince aradığım ipucunu yakalamıştım.
Söyleşisi bitene kadar şu hesabı yaptım: Yıl, üç yüz
altmış beş gün olduğuna göre, bin öykü demek üç yıl
demek. Bu adam, bundan sonra da her gün bir öykü
yazsa, en az üç yıl daha gerekecek. Demek ki onun
sorunu "zaman". Sözlerinin arasına niyetini sıkıştırıp
"Beni fazla oyalamayın. Yazacaklarımla baş başa
kalayım," demeye getiriyor.
Toplumsal belediyeciliğin yaygınlık gösterdiği
yıllardaydı. Paneller, açık oturumlar, konferanslar,
söyleşiler bir birini izliyordu. Bu tür etkinliklerin
gözbebeklerinden biri de Aziz Nesin'di. Hemen her
yerel yönetim, ya da sivil toplum kuruluşu peşine
düşüyor, çağrı yapıyor, onu, yakın çevresinin
aydınlık yüzlü insanlarıyla buluşturmak istiyordu.
Anlamıştım düğümün nereye atılması
gerektiğini.
Söyleşisi bitince yanına vardım. Herkesin
duyacağı bir biçimde, "Yol yorgunu olduğunuzu
biliyorum. Biraz ateşiniz de çıkmış. Sizi otelinize
götüreyim. İlçemizin konuksever insanları bu
durumu anlayışla karşılayacaklardır. Buyurun,
gidelim," dedim.
Yaygın bir söylentiye göre, Aziz Bey nereye
gitse, ufak tefek sorunlar çıkıyordu. Kendisini
konuk edenlerle istenmeyen pürüzler yaşanıyordu.
Onun, "hoşnut edilmesi güç biri" olduğu üzerinde,
yaygın bir düşünce oluşmuştu her nasılsa...
Bulunduğum ilçenin belediye başkanı da aynı
endişeyi duymuş olmalı ki, hazırlıklarını yapmakta
oldukları festivale davet ettikten sonra, onu kırıp
gücendirmeyecek bir yol izlemeye karar vermiş.
Dilinden anlayacak, onu rahat ettirebilecek birini
aramaya koyulmuş. Benim adım öne çıkınca da, iki
gün için bu görevi üstlenip üstlenemeyeceğimi
sordular. "Bundan onur duyarım ancak bir de
kendisine sorun, o ne düşünüyor, öğrenin," dedim.
Yüzüme baktı. Gözlerinin içi gülüyordu. "Beni
benden daha iyi anlayacağınızı biliyordum,"
diyebildi yumuşak bir sesle.
Yol boyunca şakaların bini bir para oldu.
"Askerliğinizi yaptığınız nasıl da belli oluyor. Adam
kaçırmayı iyi öğrenmişsiniz," diye takıldı. Ben de:
"Evet, doğru söylüyorsunuz. Yedek subay
okulundayken Keşif İstihbarat Takımındaydım. İz
sürmesini iyi öğrettiler," dedim. Çok geçmeden de,
oteldeki odasına yerleştirdim onu. Sonra da, "Bak,
ağabey!" diye dikildim önüne. "Konuşmanızın satır
aralarındaki, 'Ne olur beni bana bırakın. Zamanımı
çalmayın,' iletisini aldım. Otelde kaldığınız sürece
her türlü gereksinmeniz karşılanacaktır. Benlik bir iş
çıkarsa lütfen telefon edin. Ayrıca, bu akşam,
otelinizin çatı katındaki lokantada toplu bir yemek
verilecek. Sizin de orada olmanız bekleniyor. Saat
sekize on kala hazır olabilirseniz, oraya birlikte
çıkacağız."
Aldıkları yanıtta, "Biz tanışız. Ne iyi olur!"
demiş.
Aslında tanışıklığımız öyle yüz yüze
olmamıştı. Eşimle birlikte, ilkokulun her beş sınıfı
için ayrı yazdığımız test kitaplarımızdan üçer set
yapmış, Nesin Vakfı'ndaki öğrencilere armağan
olarak göndermiştik. Aziz Bey de karşılık olarak bir
teşekkür notuyla birlikte, yazdığı son üç kitaptan
ikişer tanesini imzalayıp adresime yollamıştı. Bu
kadardı hepsi.
Festivalimizin başlamasıyla gözümüz Aziz
Bey'in yoluna dikildi. Uçağı gecikmeli geldiği için
söyleşisine zor yetişti. Konuşmasının bir yerinde,
"Şu anda, basılmış bini aşkın öyküm bulunuyor. Bir
Keyfi yerine geldi. "Bir de melekleri öte dünyada
arıyor aptallar. Seni getirip koymuşlar ya buraya...
Yetmiyor mu bu?" diye gönlümü aldı.
Lokantaya vardığımızda her yer tıklım tıklım
-9-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
doluydu. Bize ayrılan masada karşı karşıya oturduk
onunla. Yemek öncesinin açış konuşmasını belediye
başkanımız yaptı. Konuklara, "Hoş geldiniz. Bizleri
onurlandırdınız. Yarasın," dedi. Bu güzel dileğin
yerine getirilmesi de uzun sürmedi. Yendi, içildi.
Kafalar tütsülendi. Tütsülendikçe ağızlar açıldı.
Açıldıkça da baş konuğumuza sitemler yağmaya
başladı.
bakalım... Onun bütün sermayesi bizleriz. Biz
olmasak, bizim akıllara durgunluk veren yaşam
çelişkilerimiz olmasa, suyu çekilmiş değirmene
döner. Başka ülkelerin niçin bir Aziz Nesi'ni yok,
düşündünüz mü hiç?" deyince bir ok gibi yerinden
fırladı. Doğru yanıma seğirdi. Ve bir anda gözler
ikimize çevrildi. Ben daha, "Pirzola vezir, rakı
padişah..." demeye kalmadan, onun beni haşlayıp
doğduğuma pişman edeceğini bekliyordu herkes.
Ama öyle olmadı:
"Vay biz buraya Aziz Bey için geldik de..."
"Vay bize zaman ayırmıyor da."
"Arkadaşım yerden göğe haklı. Türkiye'de
her üç insandan dördü mizahçı, beşi fıkracıdır.
Onlardan biri de benim. Öte yandan -ne olursak
olalım- hepimizin içinde
küçük bir çocuk var. Ve o ne
ölüyor, ne de yerinde
duruyor. Zaman zaman da
olsa, naz yapmak,
şımartılmak gereksinmesi
duyuyor. Hatta daha ileri
gidip soğuk fırından sıcak
ekmek umduğu bile oluyor. O
zaman da onu tutup
bağlayacak bir uyarıcı
aranıyor. Tıpkı şu anda beni
kendime getiren can dostum
gibi. O nedenle önce onu
kucaklayıp öpeceğim. Sonra
da, karar verdim, bütün bir
gece sizlerle birlikte
olacağım," dedi.
"Vay bir halk adamının halktan kopukluğu olur
mu da."
Daha neler, neler...
Baktım ki suratı asılıyor
Aziz Bey'in, dayanamadım.
" Arkadaşlar! " diye söz
aldım. "Varı yoğu insan olan
biri, sizlere nasıl sırt
çevirebilir? Üstelik de
yazdıklarının hepsinin
öznesi sizlerken... Ancaaak!
Her gününe bir öykü
sıkıştırmak durumunda olan
bir yazarın da, kendine
zaman ayırması gerekmez
mi? Başka türlü, beğenerek
okuduğumuz o güzel mizah
öykülerini, yazabilir mi hiç?
Kalıbımı basarım ki, şu anda
burada kalıp, söyleşiyi
sürdürmeyi o bizlerden daha
çok istiyordur, " deyip
sustum.
Kulakları alkış sesleri
doldurdu.
İkinci günün akşamına
doğru Aziz Ağabey'i yolcu
etmek için Havaalanına
götürecektim. "Ben taksiyle
gitmem," diye tutturdu.
“Öyleyse Havaş Otobüsünün kalktığı yere kadar
taksiyle gidelim," dedim. Ona da, "Olmaz," dedi.
Oraya giden bir dolmuşa atladık. Dur kalk, itiş kakış
vardık oraya. Aşağı inip THY bilet satış yerine doğru
seğirtmiştik ki, "Eyvah! Çantamı dolmuşta
unuttum," demesin mi... Donduk kaldık. Elimiz
ayağımıza dolandı. Hele ki, yolculardan biri bizi
tanımış. Çantayı kaptığı gibi kaşla göz arasında
getirdi bize. İşte o zaman takılmadan edemedim:
Garip garip gözlerimin
içine bakarken, "Doğru mu
Aziz Ağabey?" diye sordum.
"Doğru," dedi.
Hepimizin sağlığına kadeh kaldırdık.
Yine de İkircikli görünüyordu Aziz Bey. Bir
ayağı gitmek isterken, öteki ayağı geri çekiyordu
onu besbelli. Bir jest yapmalıydım. "Arkadaşlar!"
diye yükselttim sesimi. Şaka yollu, “ 'VayAziz Nesin
şöyle büyük yazar, vay Aziz Bey böyle bulunmaz bir
mizah ustası...' diye sıra sıra övgü dağları dikip
duruyoruz önüne. Onun da ayağı yerden kesiliyor
haliyle. Evet, ünü ülke sınırlarını aşıp dünyayı tuttu
tutmasına da, o kadar da şımartmayalım onu.
Sonuçta o da bizden biri. Gitsin, başka bir ülkede
yaşasın, bugünkü Aziz Nesin olabilsin de, görelim
"Bir yaşam boyu yenik düşen insanların ellerini
yukarı kaldırıp şampiyon ilan edersen, onların diyet
borçlarını ödemeleri de böyle olur işte."
-10-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Kendi tümcesi de olsa, gözlerini yaşarttı koca
ustanın.
2 Temmuz 1993 Sivas katliamını
unutmayacağız!
37 canı özlemle anıyoruz.
***
Yıllar sonraydı. Aramızdan ayrılalı çok olmuştu
o.
Bir pazar günü, Çorlu'dan İstanbul'a gidiyorduk.
Kızım arabasının gazını kesip "Baba," dedi.
"Yolumuzun üstündeki Nesin Vakfı yerleşkesine
uğramaya ne dersin? Hakkında çok olumlu şeyler
işittim de..."
MADIMAK
ATEŞİ
"İyi olur," dedim.
Ana kapıdan girdiğimizde bizi temiz giyimli
gençten biri karşıladı. Arabanın pencere camını
açtım. "Kızım, bugün ziyarete kapalı olduğunuzu
biliyorum. Vakfınızı görmeyi çok arzu ettik. Umarız,
şöyle bir göz ucuyla çevreye göz atmamızda sakınca
yoktur," dedim.
T. Ayhan ÇIKIN
[email protected]
Madımak, yangına dönüşen bir aş mıdır?
Dikkatlice gözüme baktı:
Arıtılmış şarkılardan süzülürken duygular
"Buyurun. Gezdireyim sizi," dedi. Arabamızdan
indik. Ve şu konuşma geçti aramızda:
Donmuş gözlerde kirlenmiş bir tarih saklı
Irmaklaşan karanlıklar dökülürken yollara
“Bağışlayın beni ama, bir dinlence gününde
bile, önünüze çıkan herkesi gezdiriyor musunuz
burayı?"
Meydanlarda çalınırken Pir Sultan sazları
Akan sularda yıkanırken evrimin kuralları
"Siz sıradan biri değilsiniz?"
Kalleş yalanlarla insan insanı yakar mı?
"Neyim ya?"
Bizi aldı, Aziz Bey'den kalan bütün eşyaların ve
kitapların olduğu özel odaya götürdü. Orada, daha
dün basılmış gibi korunaklı duran ilkokul test
kitaplarımı çıkardı. "Bizler bunlarla yetiştik.
Katkılarınızı nasıl unuturuz. Dedemiz sizi nasıl
severdi bilemezsiniz," deyince benden çok kızımın
gözleri doldu.
Argın madımaklarda barınmaz insanın kini
Türküleşmez yakan insanın dünü, bugünü
Eski bir anıda kaybolurken Sivas'ın öyküsü
Şarkılar söyler Akarsu'lar geçmişten yarına
İsyanların yangınında Yıldız Dağı türküsü
İçimde akan zaman değişmişti sanki. Kendimi
özel hissetmemi sağlayan bu gün yüzlü, maviş gözlü
kızı sarılıp öptüm. Ve o, boyu küçük, beyni büyük
adamı, Pamuk Dede'yi, andık gözlerimiz yaşlı.
Acıklı bir romanı bitirmiş gibi içli içli yola
düşmüştük ki, kızım, "Baba!" dedi. "Biliyor musun?
Bütün bu yaşananlar, masal gibi ama masaldan
gerçek."
Yakıcı bir acı kapladı içimi. Dayanamadım.
Ağıtsı, ağıtsı, "Ah Aziz Ağabey, ah!" diye dertlendim.
"Bugünlerde ne denli özlendiğini bir bilsen,
yokluğundan utanırdın."
-11-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Sivas Katliamının Yıldönümünde
YANMAK MI ACI?
YOKSA UNUTULMAK MI?..
Ali KAYA
[email protected]
Ateşin yalazında kıvranan benliklerimiz,
Kavrulan bedenlerimiz, tutuşan saçlarımız,
Unutulmanın acısından
Daha çok acı çektirmedi bizlere…
Bizler kara topraklar altında kıvranan,
Acı çeken ak ölüler…
Bizi yakanların karanlıkları yetmedi.
Düşüncelerimizdeki,
Umutlarımızdaki özgürlük güneşini
Karartmaya yetmedi...
Ama unutulmuşluk…Unutulup gitmek!?
Belleğini yitiren toplum,
Belleğini yitiren sizler,
Belleğini yitiren tarih!..
Eğer unutursanız bizleri,
İşte o gün bütün güneşler kararacaktır.
Neden yaktılar bizi?
Bizi yakanlar neredeler?
Siz neredesiniz?
2 Temmuzun isine bulaşan,
Kömürleşmiş ellerimiz
Boşlukta salınıyor yapayalnız…
İnsanların öldürülmediği,
Özgür, sömürüsüz ve mutlu günlere ulaşmak için
Kömürleşmiş ellerimiz, ellerinizi
Gözlerimiz, gözlerinizi arıyor…
Elleriniz nerede, gözleriniz nerede,
Siz neredesiniz?..
Bizler, kara topraklar altında kıvranan,
Acı çeken ak ölüler...
Unutmamalısınız bizi!
*
Bizim umutlarımız vardı…
Düşlerimiz, gökkuşaklarımız…
Sizin unutkanlığınız…
Belleksizleştiren toplumunuz ve tarihiniz.
20. yüzyılda insanların yakılışını!..
Aynadaki kendi yüzünüze bakarken
Görmez misiniz ateşler arasında
Yakılan yüzlerimizi, gözlerimizi,
Kavrulan bedenlerimizi…
Bizler neden yakıldık ey insanlar?
Neden yaktılar bizi?
Bizler, kara topraklar altında kıvranan,
Acı çeken ak ölüler…
Sizler, yakılışımızı naklen izleyenler…
Unutmamalısınız bizleri!..
Neden yakıldığımızı ve neden kurtarılmadığımızı,
unutmamalısınız!..
İnsanların yakılmasının utancını
Tarihe bırakamazsınız.
Bizleri unutmamalısınız!
Yanmış, kömürleşmiş gözlerimiz, yüzlerimiz,
Ellerimizle, düşlerimizle, umutlarımızla aranızdayız.
Bizleri görmelisiniz… Bizleri unutmamalısınız…
*
Kara topraklar altında kıvranan, acı çeken,
Unutulmak istemeyen ak ölüler
Bizi yakan ateş,
Aydınlığı olsun geleceğimizin, geleceğinizin…
…VE BU ACI ÇIĞLIK
YANKI BULUYOR…
İsimleriniz her anıldığında,
İçimizi çekmekten,
Yüreklerimizi ve gözlerimizi kısıp
Iraklara dalıp gitmekten…
Hani bazen de bir iki sitemli ve öfkeli
Laf etmekten
Alamadık kendimizi, hepsi bu...
Sonra unuttuk gittik,
Ta ki 2 Temmuz'a kadar…
Sizler, onurunuzla bir kez,
Yakanlar bin kez öldüler…
Seyretme şanssızlığını yaşayanlar
Kaç bin kez ölüp ölüp dirildiler!
Ama sizi yakarak katleden koşullar
Devam ediyor hâlâ.
Gericilik, artık çuvala sığmaz bir mızrak gibi,
Sokakları, canlarımızı, devlet yapımızı
Ve
Laik Cumhuriyetimizi
Tehdit ediyor hâlâ…
Sizler, televizyonlarınızdan naklen izlediniz
Belki öfkelendiniz, belki ağladınız,
Yanık et kokusu geldi burunlarınıza.
Bir çığlığın utancı yankılandı kulaklarınızda.
Ya da kanal değiştirdiniz…
Ve şimdi de unuttunuz her şeyi…
Bu kadar mı unutkan oldunuz?
Çocuklarınızın, dostlarınızın,
Sevgililerinizin, arkadaşlarınızın yüzlerine bakarken,
-12-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İnadına Eğitim
AĞAÇ YAŞ İKEN!...
Faik AY
Eğitim, belli bir konuda(bilgi ve bilim
dalında)yetiştirme, geliştirme işi. Öz olarak
TERBİYE. Bu eğitim ve öğretimde olduğu gibi
yaşamın bütün dalları içinde geçerlidir. Konuşmaya
alıştırılan bir muhabbet kuşu, piyanonun tuşuna
basmayı beceren sirk fili içinde aynı şey söylenebilir.
pisliklerin tamamı insanlara
a i t t i r. İ ç t i ğ i s i g a r a n ı n
izmaritini, yediği çikolatanın
kağıdını, içtiği suyun şişesini, çitlediği çekirdeğin
kabuğunu, kullandığı naylon torbayı hiç düşünmeden
yola atar. Kül tablasını rahatlıkla sokağa boca eder.
Arabası temizlendi ya, bu insanlar kedi ve
köpeklerden hiç ders almazlar mı? Onlar kendi
pisliklerini görülmeyecek şekilde gömerler.
Eğitimin amacı bireyin akla uygun tensel ve
tinsel (ruhsal ve bedensel ) gelişmesi üzerine etki
ederek, davranış bilgi ve görgüsünü saptanmış
amaçlara uygun gelişmesini sağlamak yani terbiye
etmektir.
Eğitim toplum düzeninin bozulmasına izin
vermez. Örneğin dünyanın gelişmiş ülkelerinde
kalmış olanlar. Oralarda vatandaşın gürültü etme,
çocuğunu dövme, yola tükürme, çöp atma, başkalarını
rahatsız etme gibi hakları yoktur. Bu tür davranışlarda
bulunanları hemen ilgililere duyururlar. Bu asla onlar
için ispiyonculuk değildir. Kişisel haklara saygıya
davettir. Diyelim ki yatılı bir okulda yatma saati 22.00
dir. 22.30 da yatakhanelerden gürültü gelmektedir.
Görevli öğretmen olarak gürültü edeni sorduğunuzda
cevap alamadığınız gibi uyuyormuşçasına battaniyeyi
kafalarına çekerler. Ailesi Avrupa'da çalışan bir
öğrencimiz gürültü edeni kendi istirahat hakkına
tecavüz edenleri söylediğinde ispiyoncu kabul edilir
ve toplumdan dışlanır. Hani '' doğru söyleyeni dokuz
köyden kovarlar'' atasözümüz eğitilmemiş toplumalar
için cuk oturuyor.
Eğitim ne zaman başlamalı? Bilim adamlarına
göre eğitime anne karnında başlanır. Çocuk ana
rahmine düştükten sonra annenin ruhsal ve bedensel
durumu doğrudan etkilidir. Sinirlenen bir annenin
gerilen karın kasları çocuğun anne karnındaki yaşam
alanını daraltacağından sinirlilik hali oluşur. Alınan
gıdalar edinilmiş kötü alışkanlıklar( alkol, sigara,
asitli içecekler, tıka basa yemeler vs…) çocuk
gelişimini olumsuz etkiler.
Şimdiki Ürdün Kralı Hasan doğduğunda eğitimi
için İngiltere'den (annesi İngiliz) mürebbiye
getirtilir. Mürebbiye bakıcılara sorar. Majesteleri
doğalı ne kadar oldu? Derler ki efendim 1 hafta oldu.
Mürebbiye de '' Kusura bakmayın, çok geç kaldınız.
Ben bunu eğitemem.) Çünkü ben onu önce çocuk
Hasan olarak, konumunu anlamaya başladığı zaman
da Kral Hasan olarak eğiteceğim.
Eğitim öğretimin yaptırımıdır. Yaptırımı yoksa
eğitim için tüketilen enerji boşuna çabadır. Örneğin
trafik kurallarına uymama. Aşağı yukarı herkes
kırmızı ışıkta geçilmeyeceğini bilir, ama en küçük
fırsatta geçmeye çalışır. Yasak yerlerden geçenler,
yaya geçidini kullananlardan fazladır. Bunun
yaptırımı mutlaka olmalıdır. Yoksa bedeli çok ağır
olur. Oluyor da.
Bakanlığımızın adı Milli Eğitim Bakanlığıdır.
Eğitim öğrencilerin davranış biçimi olarak topluma
yansımasıdır. Söz gelimi derste öğrencilere yola
tükürmenin zararlarını öğretiyorsunuz, tükürüğün
çeşitli hastalıkların mikroplarını taşıdığını, bunları
ağız yoluyla topluma bulaştırdığını veya tükürük
kuruduğu zaman mikropların havada uçuştuğunu ve
solunum yoluyla hastalıkları yaydığını öğretiyoruz.
Ertesi gün yazılı veya sözlü sınavda soru olarak
yönelttiğimizde cevapları eksiksiz ve doğru olarak
alıyorsunuz. Herkes 10 numara. Ama aynı
öğrenciler, öğretmenler, sporcular sokağa çıkar
çıkmaz ağız dolusu tükürüğü sokağa boşaltırlar.
Bütün emeğiniz boşa gitmiştir. Çünkü eğitemediniz.
Eğitimli insan sokağı kirletmez.
Yu r t s a v u n m a s ı n ı n v e g e l e c e ğ i n
yapılandırmasının en ucuz en güvenli yolu eğitimden
geçer. Eğitim uzun solukludur. Meyvesini geç
toplarsınız. Buğday ekersiniz, aynı yıl hasadını
yaparsınız. Sebze dikseniz 3 ay içinde ürün alırsınız.
Eğittiğimiz insandan ise 20 yıl sonra verim
alabilirsiniz.
Eğitim, yeryüzündeki canlı cansız varlıklardan
yararlanmayı kapsar. Yönlendirilme biçimine göre
sonuçlar doğurur.
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum? Doğadaki
-13-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Yeni de Eğitim
EĞİTİM ÇIKMAZI
Abdullah TAŞÇIOĞLU
İlkokul öğrencisiyken mutluydum. Anam,
babam da mutluydu. İlkokul dönemimde onlara hiç
Lacoste, Nike, Adidas giyeceğim demedim.
Arkadaşlarım da ana babalarından benzer isteklerde
bulunmadılar. Bize siyah önlük ile beyaz bir yaka
yetiyordu. Farklı farklı kalem ve silgilerimiz
olmadığı gibi, çeşit çeşit yiyeceklerimiz de yoktu.
Her yıl kutladığımız yerli malı haftasında da ana
babalarımızın kavurdukları mısır ile bahçelerimizde
yetişen meyveler yetiyordu.
Bir gün geldi emperyalizmin kapıkulları ve
işbirlikçileri bu mutluluğumuzu çok gördüler.
Bazılarımız farklı farklı giyinmeye, çeşit çeşit
kalem, silgi kullanmaya başladı. Ben de farklı farklı
giyinmek, çeşit çeşit kalem silgi kullanmak istedim.
Ama olmadı. Akranlarımla aynı nitelikteki okullara
da gidemez olduk. Bazılarımız özel okullarda 15-20
kişilik sınıflarda, biz ise 50-60 kişilik sınıflarda
eğitime başladık. Özel okula gidemediğim gibi
benzer isteklerimi karşılayamadıkları için anam
babamı da üzmeye başlamıştım.
Okumayı çok istiyordum ama aşmam gereken
birçok engel vardı. Özel kurslar açılmıştı. Bu
kurslara katılan, özel ders alan akranlarımla
yarışacaktım. Ne özel bir dershaneye kaydımı
yaptırabildim ne de özel ders alabildim. Ülkemde
farklı nitelikte okullar da açılmaya başlandı. Bu
okullara gidebilmek için de sınava girmek
gerekliydi. Yetkililer, eğitimin ücretsiz olduğunu
söylüyorlardı ama sınava girebilmek için dahi para
talep ediliyordu. Ana ve babamı yine üzmüştüm.
Emperyalizmin kapıkulları tüm yolları tutmuştu
adeta.
Üniversitede okumak ise başlı başına bir
sorundu. Okul harcı yanında başka bir şehirde
yaşamak gerekiyordu. Özel okul ve özel
üniversiteleri az da olsa biliyordum. Bütçelerinin
önemli bir bölümü devlet tarafından karşılanan
vakıf üniversiteleri de açıldığını da öğrenmiştim.
Fakirden alıp zengine vermek bu olsa gerekti. Son
yıllarda vakıf üniversitelerinin kurulma hızı ve
coğrafi yaygınlığı öyle arttı ki, vakıf
üniversitelerinin sayısı 70'i geçti.
Devlet okulları yanında vakıf üniversiteleri,
özel okullar, dershaneler eğitim ve öğretim ticareti
yapmaya başlamışlardı.
B i n a l a r ı k u l l a n ı y o r l a r,
işletiyorlardı. Eğitim öğretim
dernekleri de az değildi artık. Dini eğitim verdiği
iddia edilen kurslar ile vakıf ve derneklerinin sayısı da
her geçen gün artıyordu.
Okullardaki öğrenci kooperatiflerinin de yerini
emperyalizmin kapıkulları aldı. Artık okul müdürleri
ve/veya yetkilileri de kantin, temizlik işleri, güvenlik
işleri gibi okul gelir ve giderlerini yönetmeye
başladılar. Eğitim sektörü ekonominin doğrudan
içine girdi, İlk ve orta dereceli okullar, üniversiteler
ve hatta Kuran kursları iktisadi işletmeler haline
dönüştü. Eğitim, artık zengin olmanın bir sahası
haline geldi. Parası olan çok iyi okullarda
okuyabiliyordu. Bizim çocukluğumuzdaki o
mutluluk nasıl yakalanabilir ki?
1950'den önce eğitim tamamen devlet eliyle
yürütülüyordu. Köye, köylüye dönük Köy
Enstitülerimiz vardı. Emperyalizmin kapıkulları
tarafından kapatıldı. Eğitim özelleştirildi. Ortaya
çıkan bu paraya dayalı anlayış, eğitim sistemini her
türlü kötü kullanıma açık hale getirdi. Siyasi
iktidarlar ve özellikle 1980 darbesini yapanlar eğitimi
fakirden alıp zengine veren bir düzen haline
getirdiler. AKP iktidarı da bu düzeni istediği
doğrultuda geliştirdi. Sağlık sektörü gibi eğitim
sektörü de emperyalistler ile işbirlikçilerine havale
edildi.
Yaşanan hızlı değişime uyum sağlayabilmek ve
ülke kalkınmasına destek verebilmek için eğitim
yeniden yapılandırılmalıdır. Eğitim üretim için
yapılmalıdır. Eğitimin üretim için yapılması halinde
sadece eğitim değil, ekonomik ve sosyal
sorunlarımızın da çözümleneceğine emin olun.
İnsan olma onurunun, üretmekle, sanatla, sporla
kazanıldığı Köy Enstitülerinin kuruluşunun 74'üncü
yılını dün (17 Nisan) kutladık. Kurucularından Hasan
Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç başta olmak üzere,
yapılarına bir kürek çamur koyan, bir damla ter
akıtan, aydınlanma ışığı taşıyanların önünde saygıyla
eğiliyorum.
http://www.fethiyehaberi.com/index.html
-14-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
BİR KAYIŞIN TESİRİNDEN
BİR KOĞUŞUN TESİRİNE
Av. Hüseyin ÖZBEK*
[email protected]
Mahmut Bey'dir. İdadi ikinci sınıfa kadar hiçbir
milliyet iddiası yoktu. O sene ramazan tatilinde bir
arkadaşı kendisine Karamürsel'den gayet zarif bir
Çerkez kayışı getirdi. Bu kayışı hepimiz gördük.
Hakikaten nefisti. Gümüş savatlı tokaları ağır, kayışı
siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük
sarkıntısı vardı. Mahmut Bey bu kayışı beline taktı.
“Bir Kayışın Tesiri” Ömer Seyfettin'in
Türk'ün aidiyet duygusunun kaybına ilişkin çarpıcı
hikâyesinin adıdır. Osmanlı İmparatorluğunun en
uzun yüzyılının kısa ömürlü büyük yazarı ( 1886 –
1920 ) çöküş döneminin toplumsal buhranlarını,
siyasal çekişmeleri, aymazlıkları kaleme alır. Usta
işi kısa hikâyeleri dağılma döneminin ibretlik
panoraması gibidir. Yüz yıl sonra yeniden çöküş ve
dağılma psikolojisinin toplumsal bilinci tutsak
ettiği bir süreçte Ömer Seyfettin'e kulak vermenin
zamanıdır.
O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep
Çerkezlerle düşüp kalkmağa başladı. Ertesi sene hiç
tanıdığı olmadığı halde sahte tezkere getirterek
Karamürsel'den sılaya gitti. Harbiye'ye geçtiğimiz
zaman Mahmut Bey Türk şivesini kaybetti. Büyük
fedakârlıklar yaparak piyadeden süvariliğe becayiş
etti. Zabit çıktığımız zaman Türkçe'yi unutmuştu.
Ama Çerkezce de öğrenemedi. Öğrendiği mükemmel
bir Çerkez şivesiydi. Adını alay için “ Çerkez
Mahmut “ takmıştık. O buna kızmaz, hatta iftihar
ederdi.”
Sözü fazla uzatmadan belden başlayıp beyini
kelepçeleyen kayışın hikâyesine geçelim;
Bir
subay arkadaşıyla Eminönü'nde Valide
Kıraathanesi'nde oturan yazar, komşu masada
kalpaklı, bıyıklı dev gibi bir adamın çetin bir
Çerkez şivesiyle karşısındakilere bir şeyler
anlattığını görünce dikkat kesilir. Arkadaşına
kalpaklının Kafkasya'dan yeni gelmiş bir Çerkez
olabileceğini söyler. Zabit gülmeye başlar, yazara
tahmininin doğru olmadığını, kalpaklının Çerkez
taklidi yaptığını söyler. Yazarımız sandalyeye ata
biner gibi oturan, elindeki gümüş savatlı
kamçısıyla çizmesinin konçlarına vurarak hiç
Türkçe bilmez bir Çerkez fesahatiyle takur tukur
konuşan adama bu kez dikkatle bakar. İkna
o l m a m ı ş t ı r. A r k a d a ş ı n ı n a l a y e t t i ğ i n i
düşünmektedir. Zabit yeminle kalpaklının
Harbiye'den sınıf arkadaşı olduğunu, Cuma
günleri Çerkez gibi giyindiğini anlatır. Yazarın
kalpaklının Çerkez değilse bile Gürcü, Çeçen,
Lezgi olup olmadığı sorularının hepsine hayır
yanıtı veren dostu; taklitçinin ana tarafından
Germiyanzade, baba tarafından mirliva olduğu
halde hala dilini düzeltememiş bir Kastamonulu
o l d u ğ u n u s ö y l e r. G e r i s i n i h i k â y e d e n
alıntılayalım;
Zabit, Çerkez Mahmut Bey'in meşhur bir
Çerkez paşaya intisap ettikten sonra onunla
Kafkasya'ya kaçtığını, milliyetiyle ilgisi olmayan
yerleri öz vatanıymış gibi gezdiğini, 2.
Meşrutiyetten sonra İstanbul'a döndüğünü, bütün
mesaisini Çerkezlik için çalışmaya verdiğini, garip
bir şive ile Adige propagandası yapmaya
başladığını, babasından kalan serveti Çerkez Tarihi
yazacak muhabire adadığını anlatır.
Sözün burasında yine hikâye metnine
dönelim;
“ Acaba akrabaları içinde Çerkez filan yok
mu?“
Arkadaşım: “ Yok be yahu!” diye elini taş
masaya vurdu, “Halis muhlis Türk diyorum! Hala
bir kelime Çerkezce bilmez. Karamürsel' den
getirdiği Çerkez kayışında sanki bir tılsım vardı. O
andan itibaren Çerkezlik sevdasına düştü.”
“O halde bu Türk niçin herkese kendisini
Çerkez zannettirmek istiyor?” diye sordum.
Arkadaşım tekrar bir kahkaha attı; “ Bak sana
anlatayım niçin “ dedi.” Bu sahte Çerkez'in adı
Arkadaşı bir süre daha yazara cesaret abidesi
görünümlü kalpaklının geçmişinden gülünç anılar
nakleder.
O'nun ömründe hiç muharebeye
girmediğini, seferberlik zamanını tanıdıklarının
-15-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
alamıyor.
PKK'lı koğuş arkadaşı Serhildan
battaniyesini kesiyor ve onunla paylaşıyor.
Deniz'in en son okuduğu kitap Diyarbakır
Zindanları. Oradaki halkın işkence gördüğünü
okudu. Hadi bu kitaba inanmadı. Deniz 4 ay 6 gün
boyunca 13 Kürt kızıyla cezaevinde yattı. Onların
hikâyelerini dinledi ve kendisini onların yerine
koydu. Onların savaşına göre kendi savaşımını,
bizim Türk soyunun, sosyalistlerin yaşandığı
savaşı daha basit gördü. Deniz neden bu kararı
aldı. Deniz, “Ben özgürlük savaşçısı olacağım.”
dedi.”
iltimasıyla hep cephe gerisinde geçirdiğini
anlatır. Son bölümden alıntıyla bitirelim
hikâyeyi:
“Biz konuşurken Çerkez Mahmut Bey gülerek,
yanındakilerle Çerkezce şakalar ederek kalktı.
Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını
pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm.
Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel'den hediye
gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl
parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine
gönüllü bir tek “millettaş” celbedecek böyle
ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olamadığını
düşündüm.”
İşin romantizm boyutunu, sevda faslını yine
anneden dinleyelim: “Yine bir Kürt arkadaşına
aşık olduğunu söyledi. Ben kendimi Deniz'in
yerine koyuyorum. Eğer Küba'da olsaydım Che' ye
aşık olurdum. Gençle tanışmadım. İsmi Memin
diye biliyorum. Bir gece ' “Aşık olduğum adam,
sevdiğim adam” diye bahsetti. O gerillaya katıldı mı
bilmiyorum. Ama Deniz'in PKK'ya katılması ' O
giderse ben de giderim” gibi küçük bir şey değil.
Deniz aşk için gitmedi.”
Yüz yıl öncesinin Türklerinin aidiyet
duygusunu yok eden kayışları bırakıp,
günümüzdekilerin bilincini buharlaştıran
koğuşlara gelelim. Hikâyenin güncelinden açalım
sözü:
Antalya'daki Gezi Parkı protestoları sürecinde
Kırmızı Fularlı Kız olarak ünlenen Ayşe Deniz
Karacagil, 2 Ekim 2013' te tutuklandı. 4 ay 6
günü Alanya Mahmutlar L Tipi Kapalı Cezaevinde
PKK' lıların koğuşunda geçen tutukluluğun
ardından 6 Şubat 2014' te tahliye edildi.
Ezilenlerin Sosyalist Partisi ( ESP ) üyesi olmakla
suçlanan kırmızı fularlının tahliye edilir edilmez
PKK' ya katılıp Rojova' ya ( Kuzey Suriye )
geçtiğine bakılırsa, 4 ay 6 günlük hızlandırılmış
koğuş eğitiminden geçirildiği anlaşılıyor!
Baba Ömer Faruk Karacagil'e dönelim: “
Hapishane onu iki yönlü etkiledi. Antalya'da
tutmadılar kızımı götürdüler. 130 kilometre
mesafedeki Alanya hapishanesine tıktılar. Orada
da PKK'lı 13 kadın arkadaşla tanışmışlar. Kendisi
mecburen orada o güzel insanları tanımış.
Benimsemiş herhalde düşüncelerini. Bize açmadı
ama benimsemiş olmalı ki böyle bir şey yaşandı.”
Yurtdışında yayınlanan Yeniden Özgür
Politika gazetesinden,
“Kürt özgürlük
mücadelesi”ne katılmaya cezaevinde iken karar
veren kırmızı fularlının dağdaki adının Destan
Yörük olduğunu öğreniyoruz.
Son söz savunmanın deyip Av. Hakan Evcin' le
bitirelim hikâyeyi; “ Ayşe Antalya'da DHKP-C li bir
kişiyle aynı koğuşta kalırken, hiçbir disiplin cezası
almaksızın Alanya'ya sürüldü. Alanya'da da
tamamı PKK'lılardan oluşan bir koğuşa
gönderildi. Biz cezaevi yönetimine itirazda
bulunduk, ancak kabul edilmedi. Deniz bu esnada
koğuşta Kürtçe öğrendi. Onlarla dertleşti ve en
sonunda da isyan etti. Böyle olacağı belliydi.”
Özgürlük savaşçılığı narkozuyla tutsaklık
tetikçisine dönüştürülen Yörük kızının nasıl bir
atmosferde Kürtçüleştiğinin şifreleri koğuş
arkadaşlığında gizli. At ayağı çabuk, ozan dili
çevik olur demiş Dede Korkut. Biz Türk olarak
girdiği mahpus damından Kürtleşerek çıkan Destan
Yörük'ün hikâyesini anne, baba ve avukatının
ağzından özetleyelim:
Buraya kadar özetlediğimiz utanç destanını
bırakıp biraz geriye gidelim tekrar günümüze
dönmek üzere. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde de
Yörükler dağa çıkmıştı. Çukurova' ya Fransız, Ege'
ye “Yunan gâvuru” girince Yörük Ali Efe'ler,
Demirci Mehmet Efe' ler, Sarı Zeybek' ler mavzeri
omuzlayıp Torosları, Aydın Dağlarını mesken
tutmuşlardı. Gâvuru denize dökünceye kadar da
inmemişlerdi. Çukurova' yı, Ege'yi işgalcilere dar
Nuray Erçağan kızının PKK'yı tercihinde
Alanya Cezaevi'ndeki ilk gününde yaşadığı bir
olayın etkili olduğunu söylüyor: “Alanya Cezaevi
o kadar soğuk ki, üşüyor. Sürgün gittiği için
üzerinde 150 lirası yok ve kantinden battaniye
-16-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
istasyon görevini yapmaktadır.
eden Koca Yörüklere gün gelip kimi torunlarının,
uğruna kan döküp can verdikleri Cumhuriyet'e
silah çekeceklerini söyleselerdi inanırlar mıydı
dersiniz?
Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluş
kodlarının karikatürleştirildiği, ülkenin kurucu
liderinin model olmaktan çıkarıldığı bir sürecin
sonucunu tahmin etmek çok zor değildir. Geçen
yüzyıl başlarının zehirli Mütareke atmosferinin
toplumu yeniden esir aldığı bir ortamda sivil
direniş sanısıyla emperyalizmin Fıratsız,
Diclesiz, GAP'sız Türkiye projesinin en son
halkası olma görevi verilen Yörük kızı ne yazık ki
son örnek olmayacaktır. (29 Haziran 2014)
Tekelci sermayenin tekelci medyasının Kandil
güzellemelerinin, PKK' lıların gitar çalan romantik
çocuklar olarak modelleştirilmesinin kimi gençler
üzerinde geçen yüzyılın Çerkez kayışından daha
etkili olduğu anlaşılmaktadır. Vatansız sermayenin
dolma kalemlerinin, emeğin yanında, mazlumun
safında olması gereken solun ulus devlete
düşmanlaştırılmasındaki rolü gözden
kaçırılmamalıdır. Emek safından koparılıp
sömürge soluna dönüştürülen, vatansızlaşan,
bayraksızlaşan bir ideolojik iklim, aidiyet bilinci
yok edilen Yörükleri terör örgütüne devşiren
---------------------*İstanbul Barosu Genel Sekreteri
Erdal ATABEK'ten*
Bu yıl LYS'ye (Yüksek Öğretime Geçiş
Sınavı) 1 milyon 423 bin 127 aday genç girdi.
Ne sonuç aldılar? Şimdi bu sonuçları görelim:
725 bin aday, seçtikleri geometri
sınavında 30 sorudan 5.47'sine doğru yanıt
verebildi.
Fizikte 30 sorudan 5.28 doğru yanıt,
Tarihte 44 sorudan 12.78 doğru yanıt,
İngilizce 80 sorudan 21.48 doğru yanıt.
Bu sonuçlar, bir önceki sınavda seçilmiş
öğrencilerin durumunu gösteriyor. Liseyi
bitirmiş öğrencilerimizin durumu hiç de iyi
değil.
Matematiksel düşünme, matematik
kurallarının ezberlenmesi değildir. Bu
“rasyonel düşünce” demektir ki, akılla
düşünmek, neden-sonuç ilişkisi kurabilmek,
safsatalara kapılmamak, “özgür akıl, özgür
irade” ile yaşamını biçimlendirmek demektir.
Bunu yapabilmek de matematiksel
düşünme, fen bilgisiyle akıl yürütme, tarih
bilinci dünyayı kavrama, coğrafya ile de olan
biteni anlama yetisi gerektirir.
Böyle yetişenler kendilerine söylenenleri
ölçebilir, kimlerin söylediğini kavrayabilir,
duygularını yönetebilir, kendi geleceklerini de
biçimlendirirler.
Böyle yetişenler erişkin oldukları zaman
da gerek kişisel, gerekse genel seçimlerini
“özgür akıl, özgür irade” ile yapabilirler.
Böyle olmadığı zaman, ülkenin çocukları
kolay yolları seçer, hep sırtlarını dayayacakları
destekler arar, genç olduklarında çaba
harcamak yerine önüne çıkanlarla yetinir,
seçimlerini de güvenmek istedikleri kişilerin
yönlendirmelerine bırakırlar.
Böylece “emanete verilmiş akıllar ile
ipotek altındaki iradeler” topluma egemen
olur, kararları da onlar verdikleri için, “her
toplum layık olduğu yönetime kavuşur”.
Durum böyle olunca buna teslim olmak mı
gerekir?
* (7Temmuz2014 tarihli Cumhuriyet
Gazetesinden)
-17-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bütün hayallerimi
sana havale
ediyorum çocuk
ŞİMDİKİ
ZAMAN
TUTANAĞI
Osman GÖKÇE
Emin UGUNLU
[email protected]
[email protected]
Bütün hayallerimi sana havale ediyorum çocuk
Çocuk dürüstlüğüne
Ve de çocuk dayatmacılığına
Pembe gülüşlü bir çocuk
Gölgesinin saçlarıyla oynuyor
Düğün kuracaktım doğmamış yetimlere
Kınalı keklik gibi sevgililerle
Yaşanmamış yaşlarında
Yetim kalan
Başkalarının kirli savaşlarında
Temiz yürekleri ve hilesiz inançlarıyla
Babaları can veren
Babasızlara
Baba kimdir bilmeyenlere
Baba nedir görmeyenlere
Çifte davullar dövdürtecektim
Savaşı silecektim sözlükten
Ülkemin bütün yetimlerini kucaklayacaktım
Onları yüreğimde saklayacaktım
Dokunamayacaklardı teline kan emicileri
Işığın aynasında
Hüznün ıssızlığında yıkanmış bir yağmur
Yağıyor
Yalnızlık haritasının ortasında
Kız bilerek açmıyor şarkılarının şemsiyesini
Düşlerini duruluyor
Yağmurun kara sevdasında
Unutkanlığı kırgın bir kuş
Yumurtasının sancısına basıyor
Yüreğim büyürdü onları düşündükçe
Değil göğsüme gökyüzüne bile sığmazdı
Heyecanlanırdım
Sonra ağlardım hırsımdan çaresizce
Gücüm yetmedi
Kimsesizliğe ağlayan yuvasında
Karanlık
Gölgenin ağırlığıyla dalga geçiyor
İnsafsızlığın kucağında
Ömrüm yetmedi
Onlara düğün kuramadım
Yaslarını tuttum yalnızca
Gül yaprağının kıpkızıl yaşlarına
Ölmüş masalların düşleri
Denizler gibiyim dalgası dinmiş
Gökyüzü gibiyim yağıp yorulmuş
Kuru yaprak gibi fırtınalarda
Düşüp kalkıp bir kenara savrulmuş
Düşüyor
Benim de
İliklerim üşüyor
Büyü çocuk
Yetiş çocuk
Sıra sende
Umut sende
Sensizliğin ardında
-18-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Eleştiri
Ozanımızın ilk kitabı: KEHRİBAL
Emine Şimşek EMİRAL
- kişmiş- kişniş s.92
-çever (?) s.63
-girabolu – gilaburu (Anadolu'da yetişen beyaz çiçekli,
küçük kırmızı meyveleri olan bir bitki mi yoksa bir yer adı mı
anlayamadım.)
-eminen – emilen s.59
Şair:Ahmet Cengiz
Basım yılı: 2013 –Kanyılmaz Matbaacılık,
Çamdibi/ İzmir
Şair Ahmet Cengiz lise yıllarından beri şiir
yazdığını, resim yaptığını belirtiyor özgeçmişinde.
Okuduğum şiirleri yıllanmış, ballanmış, hatta süzüle
demlene kehribarca değerlenmiş. Kehribal ilk şiir kitabı.
Şiirler okuyanı hemen sarıyor. Yüz on iki sayfalık
kitabın adı, içeriğine uygun, hele koyu mavi kapağın
üstündeki resimde kehribar tonların çok katmanlı
güzelliği kitabın içeriğine uygun bir seçim.
Şair; doğumundan başlamış öykülemeye buram
buram Anadolu kokuyor dizeleri, sevgi, aşk, doğa,
mevsimler can buluyor öz Türkçe sözcüklerde. İnsanın
doğaya, insana acımasızlığı dile geliyor bazı şiirlerinde.
Boyacı çocuk için “ver sen boya sandığını çocuk/ git
kendine dondurma çikolata al/ sonra otur/ elmalı şeker
boya/ gülhatmi günebakan/ bir de narçiçeği” dizeleri
(çalışmak zorunda kalan çocuklar için) ne kadar anlamlı.
Dünü, bu günüyle İzmir “bu şehir” de can buluyor. “hoş
gelir sefa getirir” de doğduğu yer hacılar'a bahar
güzellemesi, “marifet” şiirinde; vapurlar, martılar,
kadın, kordon can bulmuş dizelerinde. “mayısı
yakıştırırım sana”, ve daha pek çok şiiri yaşadığı kent
İzmir üstüneAhmet Cengiz'in.
Yine “erkekler önce ölür”, “girabolulu aşk”, “git
desem” aşk şiirleri. “çiğ cahil ve çakal”, “mezopotamya
ciğerlerini tükürüyor” savaşa karşı, “tüm masallar
ölüyor”, “ve dayanır direnirim” tutsaklık, direniş şiirleri
kitaptan sadece bir kaçı. Yaşadığı zorlu yılları “mayıs
mart eylül/12x12 yargı sürgü işsizlik hapis” diyerek
birkaç sözcüğe sığdırıveriyor ustalıkla. Şiirlerinde
antikçağın mitleri, zenginlikleri gibi günümüz kentleri
de yer alıyor. Törelere kurban hoyrat ellerde yok edilmiş
kadınların yanında, “ben böyle gürültüyle bakan göz
görmedim” dedirtecek bakışlarıyla incitenleri de var,
“ağzımla yol açayım sana/ toroslardan akdenize/ istersen
erciyesten kar getireyim/öfkeni soğutsun diye/
korkuyorum gözlerinden” dizelerini çok sevdim.
“Yazılıyorum” şiiri ile şiir severlere bir örnek verip sözü
okuyucusuna bırakmak istiyorum. “şiirini/ çiçekleriyle
yazılıyor olmalı/ doğa/ mesela gelinciğin boynu/ gülün
yanağıyla/ seni gözlerindeki şelale/ yarılan nar gibi/
gülen ağzınla/ bense/ sana bakıp/ sana/ yazılıyorum”/
(s.110)
Şair Ahmet Cengiz'i bu güzel şiirleri; şiir kitabı
Kehribal'ı kutlar, yeni şiirlerinde buluşmak üzere “Yolun
açık olsun!” derken tüm şiir severlere kitabını
öneriyorum. (13.04.2014)
bir kentin
yağmalanması
Ahmet CENGİZ
[email protected]
mitolojinin sınırlarını aşmış
sulara atlayıp gelmiş belli ki
onu önce yahya kemal görmü
ulaklarla haber salmş bana
“körfezdeki dalgın suya bir bak
göreceksin”
yolculuk göründüğünde bana
bir akşamüstü
gittim baktım yel yepelek
gözleri gözlerime ilişti
alevler sarmıştı her yanı
“yangından ilk kurtarılacak”
yazıyordu boynunda
tuttum kendimi boynuna astım
suya sabuna dokunmamıştım
o güne kadar
zaten anforalara yaklaşmamıştım
param pulum olmamıştı hiç
tadına bakmamıştım şarabın
hortum tutmamıştım
böyle bir yangının ağzına
boşluğa uzanıyordu alevden kolları
hani var ya
tutsa tüm mavilikleri tutuşturacak
önce söndürdüm ateşini
sonra
yağmaladım upuzun bir kenti
körfezinden başlayarak
Not: İlk yazdıklarım kitaptaki, ikincisi bildiğim
sözcükler.
-19 -
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HEKTOR
Tahsin ŞİMŞEK
[email protected]
Homer'den öğrendik
Anadolu'nun onurlu çocuğu
Hektor'u.
Ne demişti Hektor,
O savaş söylevinde
Troyalılara
“Ya ölün bu savaşta, ya kalın”
Yoksa
Mustafa Kemal miydi konuşan
“Ya istiklal, ya ölüm”
Hektor'dan öğrendik
Yurt savunması için
Bütün Aşil'lerle
Ve gerektiğinde
Savaşmayı tanrılarla
Hektor'un ölüsünün
Geri alınmasıyla
Ve ona yakılan
Ağıtlarla biter İlyada.
Çünkü Hektor gibi
Bir yiğidin ölümünden sonra
Tahta atla oynamak
Yakışmazdı elbet
Homer'e
Anımsayın
Yağmalanan ve yakılan Troya'yı
Kaçırılan bir eşin
Yıkılan bir ailenin onuru
İçin değildi o savaş
Her türlü maldan kadına
Sömürünün
Azgın çılgınlığıydı sadece
Evet,
Ölüme yakılır sadece ağıt
Andromak'ın da yaptığı
Oydu sevgili eşine
“Erkeğim benim,
Göçüp gittin genç yaşında
Gittin
Evimizde dul bıraktın beni…”
Hektor,
Sağduyusunun sesidir
Anadoluca
Anımsa
Paris'e söylediklerini:
“Seni ırz düşmanı seni!
Hiç doğmaz olsaydın keşke”
Evet,
“Cinayettir savaş
Kaçınılmaz olmadıkça”
Söz konusu olduğunda
Yurdu savunmak
Herkes şunu bilmeli önce
Anadolu Hektor'dur
Hektor Anadolu
İmeceyle taşıdık
Onun ateşine odunu
Ve unutmadık mezarının üstüne
Dolu bir testi koymayı
“Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti”
O Koca Seyit'i düşün önce
Çanakkale'de
Bir de Hektor'u.
Sonra da şu dizeleri oku
Homer'den:
“Hektor yakaladı bir taşı kopardı / … /
Bugün zor kaldırır o taşı iki yiğit delikanlı /…/
Ama Hektor tek başına kaldırdı”
Bir gün eğer
Buluşursa İlyada'yla
Kuvayı Milliye Destanı
Bilin ki işte o gün
Gerçek vatan olacaktır
Bu topraklar
Hepimize.
Bütün umarsızlıklara karşın
O görevdir
Her yurtsevere düşen
Bütün gücüyle direnmek,
“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni”
Diyen de ilk Hektor olmalı
Mayıs 2014
-20-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Kadınlarımız öldürülmesin!..
Ne Olur !
Mehmet GENÇ
[email protected]
Asırlardır çıkan tüm savaşların altında sadece
Çingenelerin, bir de kadınların imzası yok! Biz
erkeklerin iki eli değilse bile, bir eli kanlı.
Çingeneleri hor görmüşüz, kadınları çookkkk
sevdiğimiz
ve kıskandığımız için öldürme
rekoruna doğru dünya rekoru kırmak üzereyiz.
karışım pek çok keşfe neden
olacaktı…
Neden yarın yeni bayram kararının altına imza
atmayalım? “Çingenelerden ve Kadınlardan
Özür Dileme Günü” . Gününüz kutlu olsun!
Stephanie Kwolek: Kurşungeçirmez yelek,
“kevlar” adı verilen sert ve dayanıklı materyali
buldu.
Sarah E. Goode: Katlanabilir yatağı keşfetti.
Dr. Maria Telkes: Güneşle ısıtma ve ısıtma
sistemi kurucusudur.
Ann Moore: Bebek arabasını bulan kadındır.
Günün anlamı ve önemi:
Marion Donovan: Tek kullanımlık sızdırmaz
bebek bezini keşfetti.
İlkel toplumlarda kadın doğururken, biz
zavallı erkekler çocuğun babası olduğumuzun
farkında bile değildik; öyle ya o iş dokuz ay önce
olmamış mıydı? Bu yüzden kadınları koca memeli,
koca kalçalı şekilde büstlerini diktik; dua ederken
erkeklerin yüzü kadın yüzüne dönüktü.
Ruth Wakefield: Ev yapımı kurabiye yapayım
derken ünlü 'Nestle' çikolatayı buldu.
Dr.Grace Murray : İlk büyük ölçekli
bilgisayarın anasını bulmuş olarak kabul edilir.
Sanatın, estetiğin, güzelliğin sembolüydü
onlar. Kadının yaratıcılığını görmezden gelen
bizdik. Tarımı keşfeden onlardı… İlkel kumaşı,
hayvanları evcilleştiren kadınlardı. İpin, ipliğin,
gergefin, yumağın, el sanatlarının, ilk harflerin,
çanak, çömlek yapımı hep onların keşfiydi.
Besinlerin yazdan kurutulup yok mevsimlere
saklanılması; dansın, şematik figürlerin, hatta
matematiğin icadı da onların marifetiydi. Onlardı
ilkel ilk ipi saçlarından ören.
Josephine Cochrane: Bulaşık makinesini
buldu.
Mary Phelps Jacop: Modern sutyen de onların
buluşuydu.
Mary Anderson : 1903 yılında arabanın ön cam
sileceğini icat etti
Erkeklerin bazıları bugünkü gibi askerlikten
kaçarken, 1.Dünya Savaşı sırasında canlarını ortaya
koyan sanmayın ki kadın efelerimizi unuttum…
İpsiz, ne düzgün ibadet duvarı örülüyordu, ne
de kuyudan su çekmek mümkündü. İşte bu yüzden
biz erkekler, kadının bir tek saç teline kurban
oluyorduk..
Hafız Selman İzbeli: Kastamonu Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti Kadınlar Kolu kurucusudur.
Gördesli Makbule Hanım : Milli Mücadelede
çete savaşlarına katıldı.
Sanmayın ki kadın keşifleri tarihte kaldı, son
asırda daha neler keşfettiler neler? İşte bazıları:
Çete Emir Ayşe : Yunan askeri Aydın'a doğru
geldiğinde,Çanakkale'de ölen kocasından kalan tek
hatıra elmas küpelerini bozdurup,dağa çıkıp Yörük
Ali Efe'ye katılan kadındır.
Heora Stephens: Saç kıvırma aletini,
Tabitha Babbitt: Erkeklerin kullandığı dişli
testereyi,
Tayyar Rahmiye : Osmaniye civarında
9.Tümene gönüllü katılmıştır.
Bette Nesmith Graham: Yazım yanlışlarının
neticesinde kâğıtları atıp baştan yazmaktan bıktığı
için bir gün mutfak mikseriyle karışımı keşfetti. Bu
Kara Fatma'yı aklınızda tutun. Aldırmayın
-21-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
adında 'kara' oluşuna.
Aydınlığın gerçek yüzüydü onlar.
Ozanca
“…Ve kadınlar,
Bizim kadınlarımız;
GECELER
Korkunç ve mübarek elleri,
İnce küçük çeneleri, kocaman gözleriyle,
Anamız, avradımız, yârimiz,”
Bahtiyar TAKKALI
Erkekler, haydi itiraf edelim:
bahtiyartakkalı@hotmail.com
Sayın başbakanın “Gözleri var görmezler,
kulakları var duymazlar” dediği 'ucube' yaratıklar
biz, erkeklerden başkası değildir.
Söndü ocak duman tüter
“Düşünen Adam” yontusunu tımarhanesinin
bahçesine diken dünyada tek ülke , TÜRKİYE..
Bitmez tükenmez geceler
Ah çektikçe ömrüm biter
Daha ne kaldı geriye?
Bitmez tükenmez geceler
Biraz devlet gücü, biraz da kas gücü, daha çok
dinlerin arkasına sığınarak, kadının özgürlüğünü her
gün biraz daha kısıtlayarak,
Geçti gitti onca zaman
Debreştikçe sızlar yaram
Kadını içeriye doğru, hep içeriye…
Gece zalım uyky haram
Örneğin, kadını özgür dünyasından avluya,
mutfağa
Bitmez tükenmez geceler
Ve kadınlığının ayrımında olmayanlarını
Güneş yuvasına batar
Yatak odamızı kadınların başkenti olarak ilan
ettik
Yoksullar erkenden yatar
Dertliyi uykumu tutar
Düşünün…
Bitmez tükenmez geceler
Parçalanmış vatanın resimleri çoktan duvarlara
asıldı.
'Adalet ' sizlere ömür diyorlar…
Bunca çile bunca kahır
Bilirsiniz her toplum kendine göre lider
çıkarır.
Ömür hızla akan nehir
Bizim, yani biz,
liderler belli…
Bitmez tükenmez geceler
erkeklerin
Sessizce uyuyor şehir
çıkardığı
“Kadınım”
ş a r k ı s ı n ı Ta n j u O k a n
sarhoşluğuyla, üstelik sulu gözlerle biz erkeklere
söyletin.
Baş yastıkta gözüm yolda
Gör BAHTİYARı ne halda
Unutmayın, umut sizde…
Gönlüm yasta kalp hayalda
Ne olur!
Bitmez tükenmez geceler
(09. Temuz2014- Dikili.)
Akçakavak yaprağı gibi rüzgârına göre renk
veren değil…
Adam gibi adamlar doğurun…
-22-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Özel Dosya(I):
Öğretmen yetiştiren kurumların son kalıntısı
Anadolu Öğretmen Liseleri kapatılmasın!..
Nereden nereye!
Rumelice delice bir şey yapmak istiyorlardı. Kırk
bin köyde bir çağ d e ğ i ş t i r m e k istiyorlardı.
Özgürlük tadına yaşamaya yeni bir şey katmak
istiyorlardı.
HASAN ALİ YÜCEL diyor ki:
"Dumandı, dağların başı dumandı.
Düzlükte sızlayan Etilerden kalma zamandı.
Neydi toprakta sönen, neydi e r i y e n insanda?
Karaca'larda gördüğüm, iki yüz dam. İnsanları
yoksul, öküzleri yorgun, yıllar
kötü, düşler karanlık, can zorda.
Sınırlara uzanan gözlerime
bütün bunlar, bir harita ç i z i y o r
d u toprağa. Sahici v a t a n
haritası. Bu vatanın üstünde
kımıldayan insanların, kıtlık
kıran, beline v u r m u ş t u.
Utanıyorlardı, utanıyorlardı
kocaman ellerinden. İri kayalara
sırtını vermiş bir adam,
karanlığa bakıyordu. Yüreği, k
im bilir, nelere uzanık?
Toplandılar öbek öbek. Vurdular kazmayı
yere. Toprağın üstünde Eti vardı,
Yunan vardı, Roma vardı. Bu
kazmaların altından Türk
fışkıracaktı. Koca müdürler,
yiğit öğretmenler, Gülzarlar,
Ömerler bunalıyordu.
Toprak sertti. Dağlar,
dereler, düzler daha
kurtulamamıştı. Burada da
dostluğa, kitaplara, hayata
yeniden başlanacaktır. Nice
obadan köyden, nice oğlanlar,
kızlar; sırasında sabana koşulan,
sırasında mermi taşıyan dul
Iraz'ın kızları; sırasında ırgat
sırasında sancak taşıyan şehit
Memedin oğulları.
Umutlar arıyordu boşlukta.
Tam bu sırada, bağırdı gür
sesiyle bekçi:
-Haydi kavruk, okula!...
Buluttan sıyrılıyorlardı günler. Güzelin, y e n
i n i n aşkına, altın yürekli b u insanlar, kendi
havasında yaşayan dağları ıssızlıktan, o dağlar
gibi kimsesiz gönüllerini bilgisizliğin
karanlığından kurtardılar. Türkelinde bir sabah
başlamıştı. Derslikte işlikte yan yana. Okudular
yaptılar; kurdular, okudular. Olmazı olur ettiler.
Kavruk, yalnız o çocuğun adı değildi. Kırk
bin köyün çocuklarıydı bu ad. O çağrışı duyanlar,
duyabilenler, düştüler yola, havada ıslak toprak
kokusu, morca dağlar böğründen diriltici bir
serinlik esti. Gülzarlar, Ömerler ırak köylerden,
omuzlarında kirli t o r b a l a r ayakları sızılı,
yarık, içlerinde işlenmedik kırlar, içlerinde
halkın g ö m ü l e r i; b u l u t bulut akın ettiler.
Amaçlan, bu ülkeyi y ü c e l t m e k t i . Yalnız o
kadar. Bundan artık istekleri yoktu. Saftılar,
temizdiler. Ama içleri güç doluydu; v ü c u t l a r ı
tunç; bir ışık rüzgarında soylarının öfkesi,
sevinci, yiğitliği yere diz vuruyordu. Anadoluca,
Sonra köylere, habersiz, parasız gittiler.
Işıkları ellerinde, k i t a p l a r ı sırtlarında,
umutları g ö n ü l l e r i n d e…
-23-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
DOSYA: 1
Derneğimizin de içinde yer aldığı İZMİR'deki
Köy Ens. ve Öğretmen Ok. Mezunları Derneklerinin
Anadolu Öğretmen Lis. Kapatılması ile ilgili
BASIN AÇIKLAMASI
yönelik bir işleve dönüşmektedir. Bu nedenle akıl
dışı, bilim dışı bu karara itirazımız vardır.
3) Ülkenin eğitim politikalarına yön verenler,
eğitim ile ilgili çok önemli kararları eğitim
bileşenleriyle paylaşmadan, tartışmadan antidemokratik bir yöntemle dayatmaktadırlar. Buna
itirazımız var. Mevcut MEB üst yönetimi,
Cumhuriyetin en önemli uğraşı olan öğretmen
yetiştirme geleneğine yabancı ve yaşanan süreçleri
anlayamamaktadırlar. Nitelikli öğretmen yetiştirme
ile ilgili, bir arayışları ve anlayışları yoktur. Eğitime
sadece İmam Hatip Liseleri penceresinden bakan,
rasyonel olmayan bir dünya görüşüne sahiptirler.
4) Tanzimat dönemi öğretmen okulları,
Mustafa Necati dönemi Köy Öğretmen Okulları,
Eğitmen Kursları, Köy Enstitüleri, Öğretmen
Okulları ve Öğretmen Liseleri ülkemizin eğitim
tarihinin öğretmen yetiştirme kültürünün önemli
kilometre taşlarıdır.
5) 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen Köy
Enstitüleri yasasıyla ülkenin 21 farklı köşesinde
parasız-yatılı-karma eğitim veren Köy Enstitüleri
kurulmuş, bu kurumlar aynı mekanlarda 1954
yılında İlköğretmen Okullarına dönüştürülmüş ve
1974 yılında da Öğretmen Liselerine, 1989 yılında
da Anadolu Öğretmen Liselerine dönüştürülmüştür.
Şimdi bu tarihsel zincir kırılarak bir gelenek yok
edilmek istenmektedir. Buna itirazımız var.
6) Okul çeşitliliği eğitim sisteminin bir
zenginliğidir. Okul çeşitliliğini eğitimin niteliğinin
arttırılması için bir fırsat olarak görmek yerine, okul
türlerini hızla azaltıp, eğitimde "tek tipleşme"yi ön
plana alan bir uygulamanın doğrudan bir dayatma
şeklinde hayata geçirilmek istenmesi asla kabul
edilemez, itirazımız var.
7) Anadolu Öğretmen Liselerinin kapatılma
kararı karşısında üniversitelerimizden, eğitim
fakültelerinden hiçbir tepkinin çıkmamasını
üzüntüyle izlemekteyiz. En önemli ve değerli
öğrenci kaynağını kaybedecek eğitim fakültelerinin
bu tepkisizliği üniversitelerdeki YÖK baskısı,
üniversitelerdeki siyasal iktidar yandaşlığına
dönüşen kadrolaşma ve korku kültürü anlamında
ürkütücüdür. Üniversitelerimizin, evrensel özerk ve
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ülkemizin 166
yıllık öğretmen yetiştirme geleneğinin günümüzdeki
karşılığı olan 299 Anadolu Öğretmen Lisesini
kapatıyor. Öğretmenlik mesleğini yok sayarak
kapatılan Anadolu Öğretmen Liseleri yerine
Anadolu Liseleri, Fen Liseleri ve Sosyal Bilimler
Liseleri açıyor. Buna itirazımız var… Bakanlık önce
Anadolu Öğretmen Lisesi öğrencilerinin eğitim
fakültesi tercihlerindeki ek puanlarını kaldırdı,
ardından eğitim fakültelerinin çok önemli öğrenci
kaynağı olan Anadolu Öğretmen Liselerini
kapatarak öğretmen yetiştirme sürecine çok olumsuz
sonuçlar üretecek bir karara imza atmıştır. Bu karar
çok farklı boyutlarıyla rasyonel, gerçekçi değildir ve
ülkenin öğretmen
yetiştirme
geleneklerine uygun değildir, karar gözden
geçirilerek iptal edilmelidir.
Neden Karşıyız?
1) Öğretmen, eğitimin en önemli öznesidir ve
öğretmenlik onurlu bir meslektir. Türkiye, 2014
yılında çok önemli eğitim sorunlarını yaşamaktadır.
Bunlardan en önemlisi “ nitelikli öğretmen
yetiştirme” sorunsalıdır. Ülkenin 1848 yılında
başlayan öğretmen yetiştirme geleneği seçilmiş
öğrencilerle parasız-yatılı bir gelenek üzerinde
kurulmuştur. Anadolu Öğretmen Liselerinin
kapatılışı ile nitelikli öğretmen yetiştirme
arayışından tümüyle kopulacak ve eğitimin en
önemli öznesi olan nitelikli öğretmen
yetiştirilemeyecektir.
2) Ülkenin her köşesinde çokca, abartılı bir
şekilde İmam Hatip Ortaokulları kurulurken,
Anadolu Öğretmen Liselerini kapatarak
öğretmenlik mesleğinin orta öğretimle bağının
kopartılma çabası bir akıl tutulması, ülke
gerçekleriyle örtüşmeyen
bir karardır.
Köy
Enstitüleri, İlköğretmen Okulları ilköğretim sonrası
öğrenci alan parasız yatılı kurumlardı. Anadolu
Öğretmen Liseleri de orta öğretim sonrası genellikle
orta ve alt gelir gruplarındaki halk çocuklarının
yaygın olarak tercih ettikleri ve eğitim fakülteleri
için çok önemli öğrenci kaynağı olan okullardı. Bu
kararla Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen yetiştirme
ile ilgili tüm bağını koparmakta, tüm amacı İmam
Hatip Ortaokulu ve Lisesine öğrenci bulmaya
-24-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
demokratik üniversite kültüründen uzaklaşarak
siyasal iktidarın arka bahçesine dönüşmelerine
itirazımız var.
8) Ülkenin öğretmen yetiştirme süreçlerini çok
olumsuz etkileyecek olan bu kararın iptalini talep
ediyoruz. Tüm öğretmen örgütlerine, Köy Enstitüleri
örgütlerine, Öğretmen Okulu derneklerini ve
ülkemizin aydınlık insanlarına, ilerici siyaset
kurumuna okullarımızı, kültürel mirasımıza sahip
çıkmaya davet ediyoruz.
Saygılarımızla
Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Genel
Merkezi ve Şubeleri
Gökçeada Öğretmen Okulu Mezunları
Derneği
Ortaklar Öğretmen okullular
(Adabelenliler) Derneği
Hasanoğlan Mezunları Derneği
Gönen İlköğretmen Okulu Mezunları
Derneği
Nazilli Öğretmen Okulu Mezunları Derneği
Arifiye Öğretmen Okulu Mezunları Derneği
Eğitim-Sen Merkez Yürütme Kurulu'nun Anadolu Öğretmen Liselerinin
kapatılması ile ilgili olarak yapmış olduğu açıklama metni:
Eğitime, çocuklarımıza çok daha fazla önem
vermek gerektiğinin sık sık vurgulandığı son yıllarda,
öğretmenlik mesleği ve onuru tarihte hiç olmadığı
kadar ayaklar altına alınmıştır. Özellikle AKP
hükümeti döneminde öğretmenlik mesleği yoğun bir
değersizleşme ve itibarsızlaşma yaşaması yetmezmiş
gibi, eğitim sistemi içinde tarihsel olarak önemli bir
yeri olan ve öğretmen yetiştirme sistemi içinde
önemli bir işlev gören öğretmen liselerinin, okul
türlerinin azaltılması sürecinde kapatılmak
istenmesinin mantığını anlamak mümkün değildir.
Mevcut düzenlemede 263 öğretmen lisesinden
mezun olanlara, kendi alanlarındaki programları
tercih etmeleri halinde ek puan verilmektedir.
YÖK`ün yaptığı son katsayı değişikliğinin ardından
LYS`deki puanlarına geçmişe göre daha az etki etse
de, Anadolu öğretmen lisesi mezunları hâlâ ekstra
puan alarak öğretmenlik bölümlerine
yerleşebilmektedir. Ancak MEB`in öğretmen
liselerini kapatmasıyla öğretmen adaylarına tanınan
bu hak da ortadan kaldırılmış olacaktır.
Eğitim Sen olarak, 166 yıllık köklü bir geleneğe
sahip olan ve öğretmen yetiştirme sisteminde yaşanan
bütün eksikliklere rağmen, nitelikli öğretmen
yetiştirme sürecinin önemli bir parçası olan öğretmen
liselerinin kapatılması kararının yeniden gözden
geçirilmesini ve geri alınmasını talep ediyoruz. Milli
Eğitim Bakanlığı okul türlerini azaltarak eğitim
sistemi içinde uzmanlaşma açısından önem taşıyan
okullar içindeki farklılık ve çeşitlilikten rahatsız
olmamalı, eğitimin niteliğine somut katkı yapan
okulları kapatma politikasını yeniden gözden
geçirmelidir.
Milli Eğitim Bakanlığı`nın (MEB) ortaöğretimin
yeniden yapılandırılması çalışmaları kapsamında,
geçmişi 166 yıl öncesine, 1838 yılında kurulan
Rüştiye mekteplerine dayanan öğretmen okullarını
kapatma kararı almıştır. 1989 yılında Anadolu
Öğretmen Lisesi adını alan öğretmen okulları normal
Anadolu liselerine dönüştürmüştür. MEB adrese
dayalı sistemle öğrenci alacağı yeni ortaöğretime
geçiş sistemi ile birlikte, Anadolu öğretmen liseleri
şartları uygun olan yerlerde Fen Lisesine ya da
Anadolu Lisesine dönüştürülecektir.
Dünyanın pek çok ülkesinde her biri kendi
alanında uzmanlaşmış olan okul türlerine gereken
önem verilirken, Türkiye eğitim sistemi içinde her
dönem özel bir yeri olmuş olan Anadolu öğretmen
liselerinin kapatılmak istenmektedir. Okul
çeşitliliğini eğitim sisteminin bir zenginliği ve
eğitimin niteliğinin artması için bir fırsat olarak
görmek yerine, okul türlerini hızla azaltıp, eğitimde
"tek tipleşme"yi ön plana alan bir uygulamanın
doğrudan bir dayatma şeklinde hayata geçirilmek
istenmesi kabul edilemez.
166 yıl önce medreselere alternatif olarak
kurulan Rüştiye mekteplerine Batılı anlamda
öğretmen yetiştirmek için açılan Darülmuallimin`in,
aradan 166 yıl geçmiş olmasına karşın, öğretmen
okullarının Türkiye eğitim sistemi içindeki yeri,
bugün geçmişe göre çok daha fazla imkan olmasına
rağmen hala doldurulamamıştır. Öğretmen okulları
sayesinde öğretmenlik ülkemizde uzun yıllar cazip ve
saygı duyulan bir meslek hale gelmiştir. Benzer bir
durum bugün Anadolu Öğretmen Liseleri açısından
da geçerlidir.
-25-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
DOSYA: 1
ÖĞRETMEN LİSELERİNİN
KAPATILMASINA İTİRAZIMIZ VAR…
Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
[email protected]
Güncel acil bir sorumuz var… Toplumun %4849'nun oyu ile iktidar olan bir siyasal hareket her
istediği kararı alabilir mi? Öğretmen Liselerinin
kapatılma kararını tartışmadan, eğitim örgütlerinin,
üniversitelerin görüşünü almadan, konuyla ilgili
bilimsel çalışmaları irdelemeden ve öğretmen
yetiştirme geleneğini temel almadan… Demokratik
ülkelerde asla görülmeyen siyasal iktidar dayatması
Türkiye'de geleneksel devlet politikalarına
dönüşüyor. Tıpkı 4+4+4 yasasında olduğu gibi…
Cumhuriyetin temel laik-demokratik eğitim
sistemini yok etmek adına her şey yapılıyor. Bunu
yapan bakan da ODTÜ'de öğretim üyeliği, UNESCO
üyeliği yapan bir akademisyen… Öğretmen
kimliğine, meslek onuruna ve öğretmen yetiştirme
geleneğine çok uzak bir Milli Eğitim Bakanı… Tüm
enerjisini tüm okulları İmam Hatip Lisesine
dönüştürmeye harcayan, “laik eğitim” anlayışının
evrenselliğini kavrayamamış bir bakan…
Türkiye'nin öğretmen yetiştirme tarihi 16 Mart
1848'te Tanzimat ile başlar… Osmanlı'nın son
dönemlerinde yaşanan bu aydınlık dönüşümde
eğitim gören aydınlar daha sonra Cumhuriyetin
kurucu kadroları arasında onurla yer almışlardır.
Tanzimatla başlayan ülke gerçeklerine uygun
öğretmen yetiştirme arayışında İsmail Hakkı
Baltacıoğlu, Emrullah Efendi, Satı Bey, Ethem
Nejat, İsmail Hakkı Tonguç, Nafi Atuf Kansu adları
öne çıkar. Yahya Akyüz Hoca çağdaş öğretmen
yetiştirme sürecini, “Sadece öğreteceği konuları
bilen değil, onları nasıl etkili biçimde öğreteceğinin
bilimsel yöntemleri ve bazı meslek dersleri de
kendisine öğretilmeye çalışılmış öğretmen. İşte
böyle bir öğretmene ihtiyaç olduğu bizde ilk kez
Tanzimat döneminde anlaşılmaya başlanmıştır”
diyerek özetler.
1923, Devrimci Cumhuriyetin en önemli uğraş
alanı, Osmanlıdan miras aldığı %85 nüfusun
köylerde yaşadığı ve okuma yazma oranının
yaklaşık %10 olduğu köy toplumunda, “eğitim ve
kültür” dünyasında yaptığı aydınlık atılımlardır.
Mustafa Necati döneminde açılan Denizli ve
Zencidere Köy Öğretmen Okulu deneyimi, ülkenin
1926-1929 yılları arasında ülke koşullarına uygun
öğretmen yetiştirme
arayışlarıdır. Yıl 1936 Milli
Eğitim Bakanı Saffet Arıkan'dır. Arıkan ve
Tonguç'un, Mustafa Kemal'in önerisiyle “Eğitmen
Kursları” ve ilk üç sınıflı okullarla, Canlandırılacak
Köy'e öğretmen arayışı heyecanı devam eder.
Cumhuriyetin ilk kuşak aydınları, inanç ve tutkuyla
ülkenin değişim ve dönüşüm imecesindedirler. Can
Yücel, “Babalarımızın çocukları yoktu bizim.
Onların Cumhuriyeti vardı” sözleriyle o yılların
tutkulu-yurtsever çabalarını bize aktarır. Öğretmen
yetiştirme arayışı sürmektedir. Tonguç, 1937'de
Mahmudiye ve Kızılçullu Köy Öğretmen
Okullarıyla Köy Enstitülerine giden aydınlık
yolculukta çok önemli bir adımı atar. Tüm bu
deneyimler üzerinden Türkiye, 17 Nisan 1940
tarihinde evrensel eğitbilim zenginliğine Köy
Enstitüleri kazanımını armağan ediyordu. Ülkenin
her bir köşesinde eşitlikçi bir anlayışla ışıyan 21 Köy
Enstitüsünde özgün laik-demokratik-üretici eğitim
dizgesinden geçen 18 bin halk çocuğu öğretmen ve
sağlıkçı olarak aydınlanmayı, aklı ve bilimi
Canlandırılacak Köy'e taşıdılar, öğretmenlik meslek
onuruna değer ve anlam kattılar.
Ve sonra… Bu aydınlanmayı, insan olma, birey
olma kavgasını içselleştiremeyen tutucular ve
gericilerin saldırısı başladı. Önce Tonguç ve Yücel'i
görevden aldılar, enstitü programlarını değiştirdiler.
DP iktidarı 1950 yılında karma eğitime son verdi ve
enstitüler 1954 yılında da öğretmen okullarına
dönüştürüldü. Muhafazakar Türkiye sağı,
Cumhuriyet fikrini hiç içselleştirememişti ve bu
nedenle aydınlanmaya ve kadının özgürleşmesine
hep karşı oldu. Cumhuriyetin aydınlık felsefesine
karşı ilk hamlelerini kazanmışlardı… 21 Köy
Enstitüsü mekanında açılan “İlköğretmen Okulları”
enstitüyü kapatanlara rağmen, emekle üretilmiş
enstitü mekanlarında özgün öğretmen yetiştirme
geleneğini, kültürünü 1954-1974 yılları arasında
onurla sürdürdü. Yıl 1974, bu kez İlköğretmen
Okulları kapatılarak Öğretmen Lisesine
dönüştürüldü. Öğretmen Okulu öğrencileri 1974
sonunda alınan bu karara karşı boykot yaptılar,
direndiler, öğretmenlik haklarının tepede alınan bir
-26-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
gözlerini kapatan tek tip insan… Köktenci tek tip
insan... Laik-demokratik eğitimden geçmeyen hiçbir
insan, insanlığın “ortak evrensel vicdan”
değerlerine, hümanist kültürüne sahip olamaz.
Siyasal iktidar bunu algılamaktan maalesef çok
ötede…
Tüm Köy Enstitüleri örgütlerini, Öğretmen
Okulu derneklerini, eğitim sendikalarını, muhalefet
partilerini, “Öğretmen Liselerinin kapatılması”
kararına karşı demokratik itiraza davet ediyorum.
Zira burada yapılmak istenen Köy Enstitüleri
aydınlık düşüncesini tümüyle silmek, öğretmenlik
mesleği kaynağını yok etme düşüncesidir. Enstitü
mekanlarının öğrencilere aktardığı öğretmenlik
kültürünü yok etme çabasıdır. Ülkenin aydınlık bir
geleneğini silmekle ilintili akıl dışı, bilim dışı bir
karardır. Nitelikli öğretmenin yetiştirilemediği,
eğitimin niteliğini tümüyle kaybettiği, akıl ve
bilimden-laik-demokratik değerlerden uzaklaşıldığı
Türkiye koşullarında, UNESCO üyeliği yapan bir
bakanın aldığı bu siyasal kararı kınıyoruz. Sayın
bakana aynı UNESCO'nun Türkiye'de Köy
Enstitülerini kurduğu için, 1997 yılını tüm dünyada “
Hasan-Ali Yücel Yılı” olarak ilan ettiğini
hatırlatmayı da görev sayıyoruz.
----------------------
kararla gasp edildiğini öne sürdüler. Pek çok öğrenci
sürüldü, okuldan ayrıldı, acılar yaşadılar…
1974-2014 arası geçen 40 yıl boyunca bu okullar orta
okul sonrası sınavla öğrenci alarak “Öğretmen
Lisesi-Anadolu Öğretmen Lisesi” olarak
öğretmenlik mesleğine çok önemli katkılar sağladı.
Parasız-yatılı eğitim gören ve genellikle orta ve alt
gelir düzeyindeki ailelerin çocukları bu okulları
tercih ettiler. Bu okullarda eğitim gören öğrenciler,
verilen ek puanlarla çoğunlukla eğitim fakültelerini
tercih ettiler. Eğitim fakültelerinin puanları bu
nedenle hep yüksek oldu.
Yıl 2014, Milli Eğitim Bakanlığı verdiği bir
kararla Öğretmen Liselerini kaldırıyor. Eğitim
Fakültelerinin çok önemli bir kaynağını kurutuyor.
Bunu bilinçli olarak yapıyor. Çünkü kafalarında
“aydınlık-nitelikli öğretmen” kimliğine karşıtlık var.
Siyasal iktidar, İmam-öğretmen çatışmasında
imamdan yana, öğretmenden yana değil.
Cumhuriyet ise öğretmenden yanaydı. Siyasal
iktidar, genel liseleri, öğretmen liselerini kaldırarak
ülkenin çocuklarına sadece İmam Hatip Lisesi
seçeneği sunuyor… Buna itirazımız var. Siyasal
iktidar, İmam Hatip Liselerini çoğaltarak toplum
mühendisliği yapıyor, tek tip insan yaratmayı
planlıyor. Bu tek tip insan, itiraz etmeyen-biat eden
insandır. Doğa-çevre duyarlılığı olmayan, kadınçocuk cinayetlerine itiraz etmeyen, Soma faciasına
*Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı ve
DEÜ Öğretim Üyesi
“HAYDİ DAYANIŞMAYA!..”
3)Ülkenin aydınlık geleceği adına eğitimin
piyasalaştırılması ve dinselleştirilmesi çabalarına
karşı, kitlesel direnç merkezleri oluşturulmasına,
4)Öğretmen Liselerinin kapatılma sürecinde
en önemli öğrenci kaynağını kaybeden eğitim
fakültelerinin ve üniversitelerin tepkisizliğinin
kamuoyu ile paylaşılmasına ve her tür erkten
bağımsız özerk-demokratik üniversite talebinin
her platfomda dile getirilmesi,
5)Siyaset kurumunun eğitimde yaratılan
tahribat konusunda daha dinamik, daha duyarlı
olmaları konusunda uyarılmasına, tüm öğretmen
okulu-öğretmen lisesi çıkışlı aydınlık eğitimcileri
öğretmen yetiştirme kültürel mirasına sahip çıkma
konusunda dayanışmaya davet etmeye karar
verildi...
28 Haziran 2014 günü İzmir'de yan yana
gelen eğitim örgütleri, öğretmen liselerinin
kapatılması girişimini basın açıklaması ve
düzenledikleri bir forumla değerlendirdiler.
Forum sonunda:
1)Tüm illerde, ülke düzeyinde eğitim
örgütlerinin tüm ayrılıkları askıya alarak "eğitim
platformu" oluşturarak, "laik, demokratik,
bilimsel eğitim" istenci üzerinden yan yana
gelmeleri, bu platformun bir çalışma programı
üretmesini
2) Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği ve
Öğretmen Okulu Derneklerinin ayrı ayrı öğretmen
liselerinin kapatılmasını yargıya taşıyarak dava
açmaları...Öğretmen Liselerinin kapatılması
olayını her bir süreçte kamuoyonu ve basına
taşıma ve Milli Eğitim Bakanının istifasının
istenmesi
“Haydi dayanışmaya!..”
-27-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
DOSYA: 1
Anadolu Öğretmen Liseleri
Kapatılmasın!
Şadiye DÖNÜMCÜ*
[email protected]
Anadolu Öğretmen Liselilerin ders gördüğü
sınıflara, yatakhanelere, yemekhanelere, avaz avaz
şarkılar söyledikleri yollarına, top koşturdukları
sahaya, gölgesinde tarım çalıştıkları ağaçlara sinen
ruh yok edilmesin.
Öğretmen yetiştiren eğitim kurumlarının son
halkası olan Anadolu Öğretmen Liselerinin de
kapatılacağına ilişkin haberi okuduğumda içim cız
etti.
Önce Muallim Mektepleri vardı. Kapatıldı... Köy
Enstitüleri açıldı. Kapatıldı; İlk Öğretmen Okulları
açıldı. Kapatıldı; Öğretmen Liseleri açıldı. Kapatıldı;
Anadolu Öğretmen Liseleri açıldı. Şimdi sıra onlara
geldi demek.
lkokulu bitirdiğim yıl öğretmen olma amacıyla
sınav kazanarak girdiğim ve yatılı okuduğum Ortaklar
Öğretmen Okulu'ndan, Ortaklar Öğretmen Lisesi
diplomasıyla mezun oldum.
1945-1946 öğretim yılında açılan Ortaklar Köy
Enstitüsü; 1954'de 7 yıllık 'İlk Öğretmen Okulu
Programı'nın uygulandığı Ortaklar İlk Öğretmen
Okulu'na dönüşmüş, tam 20 yıl sonra ise Öğretmen
Lisesi'ne dönüştürülmüştü. 1975-1976 öğretim
yılında bu dönüşümün ilk kurbanı olan bizler
öğretmen olamadan mezun olduk. 1990'dan bu yana
orada Anadolu Öğretmen Lisesi statüsünde eğitim
veriliyor.
Ot bile yetişmeyen bataklık
Aydın-Ortaklar Beldesi'ne iki km. uzaklıktaki
2000 dönümlük bataklık arazide, Adabelen tepesinin
iki yanına ve karşısına 18 hizmet binası ve 15
öğretmen lojmanı yapan, süreç içerisinde ot bile
yetişmeyen bataklığı buğday-arpa-pamuk
yetiştirilebilen tarım arazisine dönüştüren, 100'er
dönümlük incirlik ve zeytinlik ile 50 dönümlük sebze
bahçesi olan, dağı taşı ağaçlandıran, ahırlar ve
kümesler inşa eden Kızılçullu Köy Enstitüsü'nden
gelen abi ve ablalarımızın eseriydi bu okul. İnşaata
başlanılan tarih (1944 Ağustos) ile Kızılçullu Köy
Enstitüsü'nden son sınıf öğrencilerinin mezun edildiği
tarih arasında geçen süre sadece 22 aydı.
Sorgulatan, araştırtan eğitim
Ezbercilikten uzak; düşünmeye, soruşturmaya,
doğruları ve gerçekleri akılcı yollardan araştırmaya
özendirici; gözlem, deney,
araştırma, inceleme ve
tartışma gibi tekniklerin
kullanıldığı bir eğitim aldık orada. Birlikte yaşama,
çalışma ve öğrenmenin temel alındığı; etkili ders
çalışma yollarının öğretildiği; bireysel sorumluluk
duygusunun pekiştirildiği; başarı/başarısızlıkların
birlikte değerlendirildiği; toplumsal değer, tutum ve
alışkanlıkların kazandırıldığı bir eğitim anlayışı vardı
okulda.
Korkak, mütereddit değil…
Enstitülerden, normal liselerden farklıydı,
müfredat. Meslek dersleri 5-6-7 sınıflar da
okutulurdu. Köy Enstitülerindeki "üretim içinde
eğitim-öğretim" felsefesi, eğitim-öğretimdeki ruha
hakimdi. Öğrencilerin korkak, mütereddit, iradesiz
değil; mücadeleci, kendini ifade eden, kendinden
küçükleri ve aciz insanları kollayan, başkalarının
haklarına saygı gösteren, doğayı koruyan, hayatın her
alanında israftan kaçınan, sağlığını koruyan,
dayanışmacı, paylaşımcı, sosyal-kültürel beceri ve
alışkanlıklara sahip bireyler olması amaçtı.
Türkçe dersinde doğru okuma-yazma-konuşma
öğretiliyor, anla(t)ma yeteneğimiz geliştiriliyor,
'insanın yaşadığını anlatması'nın öneminden hareketle
hayatımızı günlük tutarak ve mektup yazarak ifade
a l ı ş k a n l ı ğ ı k a z a n d ı r ı l ı y o r, h i t a b e t i m i z
güçlendiriliyordu.
Ekilen tohumların genetiği:
11 yaşında başladığımız yatılı ve gündüzlü, kız ve
erkek karma, parasız eğitim gördüğümüz okulda her
ders farklı mahalde yapılırdı. Teneffüste laboratuara,
müzik salonuna, atölyelere, spor sahasına, kapalı spor
salonuna, sebze bahçesine giderdik, koşarak.
Öğretmenlerimizin ektiği ve arkadaşlarımızla
yeşerttiğimiz dayanışma, birlikte iş yapma, karşılıklı
sevgi ve saygı, paylaşma duygusu tohumlarının
genetiğinde vardı. Demokratik bir ortamda yapılan
öğrenci örgütü seçimlerinde, örgütün yaptığı her tür
etkinlikte ve okul yönetimine temsilciler aracılığıyla
katılımında da aynı etki vardı kanımca.
Akvaryumda obez balıklar
Bir dolabı üç kişi paylaşır, sabahları her nöbetçi
öğretmene göre değişen şekilde uyandırılır, 50-100
-28-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
kişilik yatakhanelerde "sa-aaaat on, yat-ta-ğaaa
konnnnn" dendiğinde uyur, 'yüksek yüksek tepelere'
türküsüyle ağlardık. Çiğdem çitleyerek açık havakapalı sinemada vizyon filmlerini izler, etüt aralarında
teknik odadan yayımlanan müzik eşliğinde volta atar,
hafta sonlarında radyodan maç dinlerdik.
Kahvaltıda çorba çıktığında kantine kaçar, çay
eşliğinde boyoz yerken akvaryumdaki obezleşen
Japon balıklarını da besler, yemekhane kuyruğunda
kaynak yapardık. Amerikan yardımı peynir, gül
reçelli ve sana yağlı nevaleyi, tencerelerde pişirilen
şekeri kendinden menkul çayımtrak su eşliğinde
kahvaltı yapardık.
Her şey öğrenci için:
Piyano eşliğinde müzik dersi yapar, tümümüz
mandolin ve flüt çalabilir, eğlence ve heyecan dolu
Beden Eğitimi dersinde gülle, cirit, sırık atlama, yakan
top dahil otuzun üstünde not alır, duygu-hareket-ritim
estetiği kazandırılırdı. Her sınıfın orkestrası, tiyatro ve
folklor topluluğu vardı. Okul tiyatrosu, koro ve
orkestrası turneye çıkardı. 19 Mayıs törenleri için
trenle Aydın'a giderdik. 16 Mart Öğretmen okullarının
kuruluş yıldönümü bayram havasında kutlanırdı.
Tarım dersinde meyve ağaçlarını aşılardık.
İnceleme ve kültür amaçlı köy gezileri ve turistik
gezilere giderdik. Okulda çok çeşitli sosyal, kültürel,
sportif ve bilimsel etkinlikler ve yarışmalar
düzenlenirdi. Enstitülerdeki gibi öğrenim süremizin
yarısı kültür-ziraat ağırlıklı değildi ama gerektiğinde
ekin yapar, hasat kaldırırdık. Açık havada resim yapar,
Ev İşi dersinde yemek-nakış-dikiş öğrenir, El İşi
dersinde tahta oyuncaklar yapar, kitap-defter ciltler,
laboratuarlarda çocukça ama tehlikeli şakalar
yapardık.
Okul başarısı ve disiplin önemli,
öğretmenlerimiz çok kaliteli,
öğretmen-öğrenci
ilişkisi yoğundu. Öğrencinin söz hakkı vardı;
sorumlulukları da. Temizlik dahil her işi öğrenci
yapardı. Flörtün adı 'tarım çalışma'ydı. Takım ruhu
aşılandı bize, galiba biraz da hırs. Günlük zaman
çizelgesi enstitü benzeriydi. Etütlerde ders çalışır,
tuvaletlerde, metruk yerlerde sigara içerdik.
Özel bir eğitimdi gerçekten
Yazıyı daha da uzatmadan özet bir cümleyle; Köy
Enstitülülerinden bizlere yansıyan ruh az soluk
olsa da; dönemin koşullarında bizlere verilen
eğitimi özel kılıyordu.
İlk Milliyetçi Cephe Hükümetinin iş başında
olduğu dönemde, Öğretmen Okulundan Öğretmen
Lisesine dönüşümün yaşandığı 1975-1976 öğrenim
yılında Ortaklar; öğretmenlik hakkının geri alınması
için yapılan protesto eylemlerinin merkezi oldu.
Okula belli amaçlarla tayin edilen bazı öğretmenlerin
foyası çıktı bu dönemde. Bizlere kol kanat geren
hocalarımızın çoğu sürüldü. Ülke çapına yayılan
eylemler, sürgün, tart ve yargılanmaları getirdi.
Öğretmen olamama yüzünden birçok Adabelenlinin
yaşamı makas değiştirdi. Eylemlerin sonucunda 2
yıllık eğitim enstitülerine sınavlı giriş hakkı tanındı
ama 'gayri resmi giriş koşulları'nı taşımayanlar
alınmadı bu okullara.
Lise çağında sinmeli; öğretmenlik ruhu kişiye
Öğretmen okulları en son 1976'da mezun
vermişti. Artık oraların ruhunu içine sindirmiş
öğretmenlerin hemen hepsi emekli.
Eğitim
sisteminde eksikliklerinin ciddi fark edildiğini
söylerim hep.
Anadolu Öğretmen Liseleri –sadecekapatılacakmış; sağlık meslek liseleri, imam hatip
liseleri ve sair meslek liseleri duracakmış. Bu
memlekette bir türlü nasıl öğretmen yetiştirileceğine
karar verilemedi zaten. Mevcut eğitim sisteminin
eksiklikleri saptanıp giderilebileceğine sorunu yok
sayıp kestirip at.
Geleneği var bu okulların
Bu okullar geleneği ve ruhu olan okullar.
Muallim mektepleriyle başlayan, köy enstitüleriyle
taçlanan, öğretmen okullarıyla farklı anlamlandırılan
ve sonra süreç içerisinde yok edilmeye çalışılan -ve
giderek soluklaştırılan- bu gelenek ve ruh –bir
şekilde- korunmalı bence. Çünkü bu okullarda hala
–göreli olarak- eğitim kalitesi yüksek.
Ek puan sorunu çözümlemenin mümkün
olduğunu biliyoruz; örneklerini gördük zamanında,
malum.
'YÖKün aldığı Anadolu Öğretmen Liselilere artık
ek puan verilmemesi kararı, süreç içerisinde -iddia
edildiği gibi- bu okulları olumsuz etkileyebilir ama
MEB sair önlemlerle bu durumun önüne geçebilir; o
müfredata ve amaca sahip çıkarak.
Sahip çıkalım bu okullara!
Anadolu Öğretmen Liselerindeki öğrencilerin
ders gördüğü sınıflara, uyudukları yatakhanelere,
yemek yedikleri yemekhanelere, avaz avaz şarkılar
söyledikleri yollarına, top koşturdukları sahaya,
gölgesinde tarım çalıştıkları ağaçlara sinen o ruh yok
edilmesin.
Uzun uzun anlattım yukarıda kendimi tutamayıp
ama inan olsun yılda bir kez 16 Martlarda gidip, eski
günleri yad ettiğimiz Ortaklar'da hala var o ruh; az
soluk olsa da. Sahip çıkalım bu okullara!
----*Şadiye Dönümcü. 1976 Adabelenli.
-29-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
DOSYA: 1
Milli Eğitim Bakanlığı'na 20 Haziran 2014 günü verilen soru önergesidir:
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
Aşağıdaki sorularımın Anayasa'nın 98, TBMM
İçtüzüğü' nün 96. maddeleri uyarınca Milli Eğitim Bakanı
Sayın Nabi AVCI tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını
arz ederim.
Engin ALTAY
Sinop Milletvekili, CHP Grup Başkanvekili
16 Mart 1848 tarihinde Orta Öğretmen Okulu ile
başlayan öğretmen yetiştirme sürecimiz Muallim
mektebi, Köy Enstitüsü, Öğretmen Okulu, Öğretmen
Lisesi ve Anadolu öğretmen lisesine evrilerek günümüze
kadar ulaşan bir öğretmen yetiştirme geleneğimiz
olmuştur. Ancak YÖK'ün kurulması ile birlikte
yükseköğretim aracılığıyla öğretmen yetiştirme sistemine
geçilmesiyle birlikte öğretmen liselerinin işlevi her geçen
gün azalmış ve beklenen öğretmen yetiştirme modelinin
bir parçası olmaktan uzaklaştırılmıştır.
Türk eğitim sisteminin en önemli sorun alanlarından
biri öğretmen yetiştirme sorunudur. Üniversite eğitimiyle
de istenilen başarı yakalanamamıştır. 2013 KPSS
Öğretmenlik alan bilgisi testinde hiçbir alanda adayların
50 üzerinden ortalama 30 net doğruya ulaşamaması
sistemin tekrar sorgulanmasını gerektirmektedir.
Ortaöğretimde okul türlerinin azaltılması çalışmaları
kapsamına Anadolu öğretmen liselerinin kapatılarak
eğitim fakültelerine kaynaklık edecek bu okullarında
kapatılması ile öğretmen yetiştirme sistemimiz yara
alacaktır. Ayrıca eğitim tarihinde önemli yere sahip başta
Hasanoğlan Öğretmen Lisesi ( köy enstitüsü) ve diğer
enstitü devamı öğretmen liselerinin binalarının ve
işliklerinin tarihsel dokusu ve kimlikleri ile korunması
kültürel mirasımız açısından da doğru olacaktır.
1. Anadolu öğretmen liseleri başarısız eğitim
kurumları mıdır? Kapatılma gerekçesi nedir? Bu liselerden
eğitim fakültelerine geçen öğrenci sayısı kaçtır?
2. Sınavla öğrenci alan bu okullara talep bitmiş midir?
Son 10 yılda lise giriş sınavlarında
(LGS-OKS-SBS )
bu okul türüne talep ne şekilde olmuştur? Öğrencilerin
tercihlerinde bu okul türleri yer almamakta mıdır?
3. Kapatmayı planlandığınız tarihi öneme sahip ( Köy
Enstitüsü olarak faaliyet yapmış) Anadolu Öğretmen
Liselerini mahallin ihtiyaçlarına göre Sosyal bilimler, Fen,
ve Güzel sanatlar liselerine dönüştürme çalışmanız olacak
mıdır?
4. Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel
Müdürlüğü işlevsiz bir birim midir? Anadolu öğretmen
liselerinin kapatılmasıyla bu birimi de teşkilat yapınızdan
kaldıracak mısınız?
5. Mevcut öğretmen yetiştirme sisteminin başarılı
olduğunu düşünüyor musunuz? 166 yıllık bir öğretmen
yetiştirme geleneğine sahip bu okulları kapatarak öğretmen
yetiştirme hafızamızı silmiş olmuyor musunuz?
Böyle bir coşkuyu hangi okul verebilirdi ki… Anadolu Öğretmen Liseleri kapatılmasın!..
EGE'DEN
Bir rüzgâr esse Ege'den
Yücel kokan, Tonguç kokan
Emek kokan, ter kokan
Kır çiçekleri burcu burcu
Adabelen canlanır gözlerimde
Bir rüzgar esse Ege'den
Çapa sesleri, çekiç sesleri
Türkü sesleri, keman sesleri
Boz giysili halay sesleri
Ve efelerinin kükreyişleri
Hey! Heyyy!..
Ortaklar çiçekleri düşlerimde
Bir rüzgar esse Ege'den
Kar düşse Kaplan Dağı'na
Duman duman
Çiy düşse incire, nara
Ben oralardayım
Bir rüzgar esse Ege'den
Bir bayrak görsem, dalga dalga
Çocukları, gençleri görsem
Cıvıl cıvıl eli kitaplı
Bir ateş düşer yüreğime
Sevdalanırım…
Bir meltem esse Ege'den
Duygu yüklü şiirleri Tarcan'ın
Dalga dalga…
Depreşir yaralarım
Bir kav gibi için için
yanarım.
-30
Etem ORUÇ
[email protected]
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Esintiler :
ŞİİR YAĞMUR GİBİYDİ,
MUĞLA'DA…
Nabide KILINÇ
[email protected]
kimisi heyecanlı, kimisi ağlamaklı, kimisi ezgili okudu
şiirlerini.
Kutluyorum Muğla şiir duygularını, dostlarını,
sevenlerini, katılanlarını.
Sazda Hüsnü Özbilgi eşlik etti vakte. Sanatseverler
derneğine büyük katkılar koymakta kendisi.
Güzel, sade içten bir akşam vaktiydi.
Sadettin Özbek beyefendiye teşekkür etmek
gerekir.
Şiir biraz söyleşilmeli. Şiir biraz can kulağıyla
dinlenmeli. Şiir Muğla'nın kalbini tutar.
Resmetsen gönlüne, yaksan parçaları, kor vakti
gelmeli şiirin. Şairin yüreği kor parçası.
Şiir ırmaklarında kayboldu mor akşamlar, ahşap
işlemeli evlerin sandık kokusunda saklandı, Muğla'nın
kalbi, heyecanı.
Ahh bir de duysa şair, dinlese dese ki, “Sana aşığım
Muğla.” Kulaklarınıza geldi mi o şairlerin duyguları,
ateşleri?
Sokaklarında dolaşmalı şiir. Bir kez Saburhaneye
doğru bir güzel içli sokağında beyaz badanalı dar
duvarlarının arasında tüm mahallenin yüreği ve
gözleriyle, gülümseyen bakışları arasında yapmak
isteyelim şiir gibi vakitleri, programı. Bir tadalım
kırmızı nar vakitlerini. Ne çok heyecan dalgalanır, uçar
bulut, Saburhane eski günlerine.
Muğla'yı hisseder koyu gölgeli avlusundan. Şairini
tanıyacaktır, içindedir artık, sevip bağrına basacaktır,
tam da zamanıdır yeni şiir sokaklarını açmanın.
Şair yanıksa, şiir bulutlanıyorsa, mavi gökyüzü
alabildiğince sevinçli. Uçan kuşlar kanatlarına takmış
şiiri. Bir mutlu uçuyor ki özgürlüklere, mavi gökyüzüne,
Anadolu'ma, Muğla'ya…
Hoş geldin şiir, can parçaları duyurdun. Arıttın
imbik sularında. Yüreklere aşk döktün…
(30 Mayıs 2014)
Şiirde heyecan vardı o günün akşamında. Öyle ya
vakit akşamüstü. Kültür Evi dolar taşar her gün.
O vakitte şiir için duruyor, o güzel insanlar.
Şiirseverler.
Muğla'nın kalbini kim tutar? Şairler, duygularını
sokaklarına, ovalarına, evlerine dek. Ressamlar dolaşır
kuzulu kapılarında, avlularında. Kahvelerinde,
meydanlarında.
Sanatçılar şarkılarını, bestekârlar bir müzik
duygusu çalınır seslere, dinleyin burası MUĞLA.
O gün güneş vardı sanırım. Şiir vardı. Dostlar
vardı Kültür Evi'nde.
Muğla Sanatseverler Derneği şairleri tuttu, o özgün
odada. Bir bir çıkartmak için şiirleri. Hani istiridyenin
içindeki incileri çıkartır gibi.
Kendimi özgürlüğüm tutulmuş gibi hissetsem de
içeride, sonra o koyu kokulu bahçenin gülleri arasında
objektifime aldım, günün anısını.
Yeri gelmişken söylemek gerek. Muğla Menteşe
Belediye Başkanlığı'ndan bir istekte bulunalım,
değerlendirsinler.
Muğla sokaklarında bir şairler ve ressamlar sokağı
olmalı, asmalı adlar verilmeli değil mi?
O akşam ben de Akyaka şiir parçamı okudum.
Akyaka'nın dağlarından yıldızlar denize düştü,
ışıl ışıl...
Dağlarına yıldızlar konuyor geceleyin.
Işıklarını dalgaların seslerine yayarken.
Irmaklarında bir melodi, bir gevezelik.
Denize iner tüm sokaklar.
Adları asmalı.
Koyları yalarken gövdeni, bir serinlik.
Eser aşklar, denizler boyu.
Gümüşsü sular.
Gümüşsü aşklar,
Çekilir gecenin koynuna.
Şiir parçalarını seviyorum. Kısa parçalar daha çok
dinleniyor. Uzun şiirlerde duygular dağılıyor.
Şiir Melih Cevdet Anday'ın dilinden tadılmalı,
anlaşılmalı, tanınmalıdır.
O gün vakitte mor akşam, şiirde imgeler, duygular
vardı.
Şairleri çıkıp kimisi yangın, kimisi çekingen,
-31-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?
Eyüp YILMAZ
Adabelen 1960 Mezunu
Halk kültüründe pek çok şey kutsallara,
efsanelere, masallara, halkın kendi kafasında olayı
görmek istediği şekillere sokulur. Bu bir tür
yaratıcılıktır, olayı idealize etmektir. Destanlar,
efsaneler, masallar, türküler, maniler, halk
hikâyeleri yüz yıllar, bin yıllarda böyle oluşmuştur.
Aşağıda bazı olaylara halk gözü ile bakalım:
Ekmek Pişiren Kadın / Kaplumbağa
Kadının biri evinin bahçesindeki tandırın
yanına ununu, eleğini, hamur teknesini getirmiş,
tandırda ekmek pişirecekmiş. İse koyulmuş. Epey
ekmek pişirdikten sonra çocuğunun ağlama sesi ile
kendine gelmiş. Kundaktaki bebesi uyanmış.
Hemen yanındaki ağacın altındaki beşiğe koşmuş.
Bebesini kucağına alınca, duyduğu kokudan
bebesinin altını kirlettiğini anlamış. Temizlemek
için altını açmış. Açtığı yufkalardan biri ile
dalgınlıkla bebeğinin poposunu silmiş. Oracıkta
üzerinde yufka açtığı yastaç(yassı ağaç/ tahta sini)
altına, hamur teknesi üstüne kapanmış. Ne oluyor,
demeye kalmadan, kadıncağız ellerini, ayaklarını
yastaç ile hamur teknesinin arasından çıkarmış ki
tam bir kaplumbağa olmuş.
(Deliorman Halk Kültürü/ Bulgaristan)
Turfanda Kızılcık / Şeytan:
Deliorman'da en erken kızılcık çiçek açar.
Bunu gören şeytan, kızılcığın dalına asma teraziyi
asar “İlk meyveyi, ben satacağım.” der. Bu
Tanrı'nın gücüne gider. Kızılcığın meyvesini en geç
olgunlaştırır. Eylül, ekim aylarına kalır kızılcığın
olgunlaşması.
Veysel Karani /Aşıcıların Piri:
Anne sevgisi ile özdeşleştirilmiş bir İslam
büyüğüdür. Dört yaşında babasını kaybettiğinden
deve çobanlığı ile geçimini sağlamıştır. Yaşlı, kör
ve kötürüm olan anasını sırtında “hac”a götürdüğü
anlatılır. Yemen ve Şam'da türbeleri bulunur. Ama,
O, Siirt ili, Baykam ilçesindendir. Siirt nire,
Deliorman nire demeyin. Halk Kültüründe olmaz,
olmaz.
Bir gün develerini güderken, uyur kalır.
Develer bir meyve bahçesine girer,ortalığı kırar
geçirirler.Uyandığında durumu gören Veysel
Karani, korkudan ne yapacağını bilemez.Dalları
gelişi güzel toplar,ağaçlara
delişi güzel bağlar.Bahçe
sahibi bir de bakar ki erik ağacında kayısı,kayısı
ağacında erik,armut ağacında ayva,ayva ağacında
armut birlikte dallarda sallanmaktadır.Bahçe sahibi
bu duruma bir anlam veremez.Durumu oralarda
deve güden Veysel Karani'ye sorar.O da durumu
olduğu gibi anlatır. O gün,bu gündür aşıcılar,Veysel
Karani'yi “pir”leri kabul eder.
Selman-ı Pak / Berberlerin Piri
“Hamd ü minnet Hüda'ya, bize verdi devleti
Hazreti Selman-ı Pak'tır pirimizin şöhreti
Hem Resul'ün berberidir ol kemal-i zat-i Pak
Gafil olma gel tıraş ol, eyle icra sünneti
Her sabah besmele ile açılır dükkânımız
Hazret-i Selman-ı Pak'tır pirimiz, üstadımız.
İdris Peygamber/Terzilerin Piri
İdris Peygamber, insanlığa terziliği yani dikiş
dikmeyi öğreten kişi olarak kabul edilir.O nedenle
Osmanlı'da terzilerin piri olarak kabul edilir. Asıl
adı, Hanuh'tur. Çok okuduğu(72 dil bildiği
söylenir.)için Kur'an'da O'na “İdris” denmiştir.
Yunus Emre “Allah deyü, deyü” şiirinde O'ndan
söz eder:
Kimi yiyip kimi içer
Hep melekler rahmet saçar
İdris Nebi hulle biçer
DikerAllah deyü deyü
Rıdvan dürür kapı açan
İdris dürür hulle biçen
Kevser şarabını içen
KanarAllah deyü deyü
(Hulle:Cennet elbisesi,bir kısmı belden
aşağı,bir kısmı belden yukarı olan elbise.)
(Deliorman: Bulgaristan'ın Aşağı Tuna
Ovası'nda yer alan; Rusçuk, Razgrad, Silistre,
Dobriç ve Şumnu kentlerini içine alan bölge.)
-32-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Özel Dosya(II): Soma faciası.
Adabelenlilerden Soma ziyareti ve yardım eli
Urla Belediyesi'nin katkılarıyla Urla
Bademler Köyü sakinleri ve Ortaklar
Öğretmen Okullular (Adabelenliler)
Derneği Soma' da yaşanan maden faciasından
dolayı acılı aileleri ziyaret ettiler.
Geçtiğimiz ay Soma'da yaşanan ve
yüzlerce vatandaşımızın yaşamını yitirmesine
neden olan acı olaydan dolayı eşlerini,
oğullarını, babalarını kaybeden ve kazadan
kurtulanların ailelerine destek olmak amacıyla
Urla Bademler Köyü sakinleri veAdabelenliler
Derneği üyeleri ziyarette bulundular.
Ziyaretleri ile kısa bir anlığına da olsa ailelerin
acılarını paylaşan Dernek üyeleri ve Bademler
Köyü sakinleri ailelere erzak yardımında
bulunarak öncelikli ihtiyaçları hakkında bilgi
aldılar.
Yardımda bulunulan aileler Dernek üyeleri,
Bademler Köyü sakinleri ve Urla Belediyesi'ne
bu zor günlerinde kendilerini unutmadıkları için
teşekkür ederek “Bu destekler bizlere güç
veriyor” dediler.
Ziyaretçiler Soma faciasında şehit olan
madencilerin mezarlarınıi ziyaret ederek çiçek
dikip dua ettiler. Sonrasında Kınık'ın 11 şehit
veren Elmadere Köyü'ne gidildi. Orada da şehit
ailelerinin acıları paylaşıldı.
Ayrıca Soma'da şehit madencilerin
mezarları başında Cevat Turan'ın aşağıdaki
şiirini Fatma Kaya okudu ve Dergi
sorumlumuz İsmail Tuna da kısa bir konuşma
yaptı.
MADENCİM GİTTİ!..”
(Madenci eşleri çığlığı)
Yastığımda erim, bir başım gitti
Gönlümde gönüldaşım,
Dertleşecek dertdaşım gitti,
Yollarını gözlediğim aşkdaşım,
Ekmeğini bölüştüğüm sofradaşım
Adını taşıdığım soydaşım
Fikrini paylaştığım yoldaşım gitti.
Elini tutacak arkadaşım
Anam, babam, kardaşım
Çocuklarımın babası
Gönlümün yuvası
Evimzin direği
Sevimizin yüreği gitti.
Erim gitti, beyim gitti, eşim gitti.
Gelmişim, geçmişim, geleceğim gitti.
Bir pazar günü birlikte gezebileceğim
Soma'daşım gitti…
Cevat TURAN
[email protected]
-33-
ADABELEN
Dosya: 2
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Soma'dan başka izlenimlerle yazı ve gözlemler:
SOMA'DA
YÜREK YANGINI…
Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
[email protected]
hareketinin önemli ismi
Dr. Engin Tonguç,
arkadaşımız-dostumuz Av. Özgür Aydın ve Yeniden
İmece dergisinin Soma temsilcisi Dr. Selma Tosun
Bağcıoğlu yurtta bizi bekliyorlardı. Yaklaşık iki saat
boyunca dostlarımızın Soma açıklamalarını dinledik.
Sorular sorduk. Siyasal iktidarın izlediği
sendikasızlaştırma üreten din soslu özelleştirmecitaşeron sistemi Soma'da iflas etmişti. Kapitalizmin
insanlık dışı tüm çirkinliği Soma'da ortaya çıkmıştı.
Ya p ı l a n a ç ı k l a m a l a r d a S o m a ' y a y ö n e l i k
üniversitelerin ekonomi, sosyoloji, sosyal psikoloji
alanında çalışmalar yapan birimlerin bu bölgeye
yönelik araştırmalar ve öneriler sunması gerektiği
düşüncesi öne çıktı. Somalı dostlarım, Soma'da dinci
çevrelerin tüm evlere “Müslüman Olmak Neyi
Gerektirir” şeklinde bildiriler dağıttığını, dini
telkinlerle kazanın bir kader–alın yazısı olduğu
şeklinde bir anlayışın yayılmak istendiğini ancak
bunda
başarılı olamadıklarını ifade ettiler…
Soma'nın 110 bin nüfusunun yarısının bu kömür
ocaklarına dayalı bir yaşam sürdürdüğü, bu ocakları
kamunun her tür önlemi alarak işletmesinin en akılcı
çözüm olacağının altı çizildi Özel sektörün kar hırsı
nedeniyle bundan böyle aynı bakışla madenlerin
işletilemeyeceği söylenerek bu konuda kısa sürede
kararlar alınarak Soma'nın toplumsal bir kaosa
girmemesi düşüncesi dillendirildi. Arkadaşlarımızla
Soma'nın tek aydınlık yurdunu gezdik, hep beraber
öğle yemeği yedik ve Turgutalp'ten ayrıldık. Sevgili
Selma Tosun bizi ADD'nin bulunduğu Soma parkına
götürdü. Soma'daki demokratik kuruluşlar toplantı
halindeydi. Soma'ya yönelik ne yapabileceklerini
konuşuyorlardı. Çaylarımızı içtik ve onlara başarılar
dileyerek sevgiyle oradan ayrıldık.
Zaman daralıyordu. Hedefimiz KınıkElmalıdere köyü idi. Soma'dan yaklaşık 60 kilometre
ötedeki bu dağ köyünde, madende çalışan 16 işçiden
11'ini kazada kaybetmişlerdi. Dar, yeşillik, doğanın
tüm güzelliklerini bahşettiği yollardan geçerek
Kınık'ın arkalarındaki yoksul Alevi Elmalıdere
köyüne ulaştık. Köy 80 hane idi. Nüfusu ise 800 idi.
Köye vardığımızda rengarenk giysileriyle 30-40
çocuk bizi karşıladı. Onlara hediyelerini verdik.
13 Mayıs 2014 günü gündemimize acıyla giren
ve 301 emekçiyi yitirmemize neden olan Soma
faciasının sekizinci gününde kazayı yerinde görmek
ve acıyı paylaşmak istedik. Yeni Kuşak Köy
Enstitüler Derneğinden (YKKED) 16 arkadaş, 21
Mayıs 2014 günü sabah saat 9.00'da İzmir'den yola
çıktık. Yolda kömür madenlerini, kapitalizmi,
özelleştirmeyi taşeronlaştırmayı, parti devletinden
demokratik devlete nasıl dönüşeceğimizi, sarı
sendikacılığı ve Soma'yı konuşarak Kırkağaç'a
geldik. Geziyi rehberlik yapan Somalı genç üyemizin
Soma, Termik santralı, çocukluk yılları ve hatıralarını
anlatan kısa konuşması ve önerisiyle Kırkağaçta'ki
“Ege Seracılık” işletmesine uğramaya karar verdik.
Aydınlık bir kadın işletmeci ve yanında evden,
köyden kurtardığı 60 kadının çalıştığı dünya güzeli
çiçeklerin üretildiği bir sera. Burada çalışan
kadınların çoğunun yakınları Soma felaketinde vefat
etmişti. Onlara başsağlığı diledik, işlerinde başarılar
diledik, kadın örgütlenmesini selamladık ve oradan
da Soma'ya vardık.
İlk durağımız Soma Mezarlığı idi. Tüm yüzlerde
yoğun bir acı hemen fark ediliyordu. Mezarlığın bir
bölümü düzenlenerek bir alan yaratılmış ve 38 genç
madenci yan yana yatıyor. Her mezarın başında
kimlikler için plakalar asılmış, bayraklar dikilmiş.
Gelenler duygu ve düşüncelerini yazılara dökmüşler
mezarın üzerine iliştirmişler. Ailelerin büyük bir
kısmı mezarların başında acıyla çocuklarını,
yakınlarını bekliyor. Ziyaretçiler geliyor, kayıp
yakınlarına başsağlığı diliyor, sabır diliyor, acılar
paylaşılıyordu… Madenci mezarlarının başında
maden mühendisi Koray Karadağ'ın mezarı var.
Başında eşi Seda, kardeşleri ve babası var. Sevgili
Seda ve Koray bizim üniversite; Dokuz Eylül
Üniversitesi mezunları. Hazırlık sınıfında tanışmışlar.
Seda; “Hazırlık sınıfından beri beraberiz hocam”
dediğinde boğazım düğümlendi, içim yandı. Onlarla
kucaklaştık, sarıldık, tek tek tüm mezarları ziyaret
ettik. Kızılay da gelenlere ikramda bulunuyordu.
Sarsılmıştık, arabaya bindik ve biraz sonra
Turgutalp beldesindeki “Müstesna Tonguç Kız
Öğrenci Yurdu” ndaydık. Köy Enstitüleri
-34-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
4 sınıflı bir ilkokul var. Okulun 3 öğretmeni de
Kınık'tan servisle geliyor ve gidiyordu. Elmalıdere
köyünün çok acil desteklere ihtiyacı olduğu çok açık.
Büyük bir travma yaşanıyor. İzmir Büyükşehir
Belediyesi ve demokratik kuruluşlar bir “insanlık
imecesi” üreterek Elmalıdere köyüne el uzatmalıdır.
Travmaların atlatılması için psikolojik yardım, her
türlü maddi-manevi yardım ve Elmalıdere'nin güzel
çocuklarına yönelik destekler, acil sosyal politikalar
yaşamsal önemde… YKKED olarak bu köye yönelik
yaz okulu-toplu müzik-resim etkinlikleri üreterek
çocukların yaşadıkları travmadan uzaklaşmasını,
kendilerini ifade edebilmelerini sağlamak önemli
olacaktır. Elmalıdere köyünün çocuklarına destek
projeleri üretmek boynumuzun borcu olarak kabul
ediyoruz. Soma izlenimlerimiz kısaca böyle. Hepimiz
çok sarsıldık. Kapitalizmi lanetledik. 2014 yılında
çok yoksul bir Ege köyü görmek de bizleri çok üzdü.
Kapital'in yazarı “İnsan kalmanın tek yolu,
insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır” diyor.
Bunun için yazıyı önerilerle tamamlamak istiyorum.
Somada bulunan Müstesna Tonguç Kız Öğrenci
Yurduna destek vererek yoksul ailelerin, can yitiren
ailelerin kızlarının eğitim hakkına destek sağlamak
birinci önerim. Kınık-Elmalıdere, Kınık-Köseler
köylerine her tür insani-psikolojik-maddi-manevi
destek sağlamak da ikinci önerim olacaktır. İzmir'e
döndüğümüzde yüreğimiz yanıyordu…
Çocuklarını kaybeden ailelere uğradık. Köyden 3
kilometre ötede kaybedilen canlar için yapılan
“Maden Şehitleri” mezarlığında 10 işçi koyun koyuna
yatıyorlardı. Büyük bir yürek ağrısı yaşadık.
Yoksulluk ve ölüm yan yanaydı. Bize eşlik eden
Elmalıdere köyünden bir arkadaş, ölenlerin 30 yaş
grubundan olduğunu, 11 kaybın geride 23 çocuk ve
eşlerini bıraktığını acıyla anlattı. Çok eski bir
yerleşim yeri olan köyün daha önceleri tarım ve
hayvancılık yaptığını, son 10 yılda siyasal iktidarın
köylüleri yok eden politikalarıyla tarım ve
hayvancılığı terk ettiklerini, aç kalmamak için
madene mahkum olduklarını ifade ettiler. Meydanda
yapılan görüşmelerde son 10 günde madende
sıcaklığın arttığını, yani kömürün yandığını
hissettiklerini ama bir türlü yönetime
anlatamadıklarını
acıyla anlattılar. Bağlı
bulundukları sendikanın patron kontrolunda sarı
sendika olduğunu, bu sendikaya üye olmaya
zorlandıklarını, bu kaza çok dikkatli, ilerici, sınıf
sendikacılığı yapan bir sendika olsaydı önlenebilirdi,
ifadeleri öne çıktı.
Elmalıdere köyünde bir başka gerçek de
karşımıza çıktı. Bir maden firması bu köyden kömür
çıkarabilmek için köylülerin yerlerini satın alıyordu.
Yani beş yıl sonra bu köy yok olacak ve bir maden
işletmesine dönecekti. Köylüler yoksulluk, kredi
borcu sarmalında topraklarını, köylerini terk etmenin
acısını şimdiden yaşıyorlardı. Elmalıdere köyünde ilk
çocuk (0-12 yaş) kalmıştı... Onlara
armağanlar bıraktık... Elmalıdere
köyünde ilkokul var. Köyde büyük bir
travma yaşanıyor derin yoksullukla
beraber... İzmir büyükşehir
Belediyesini ve tüm ilerici kuruluşları
bu köyün ayağa kaldırılması ile ilgili
insanlık imecesine davet ediyoruz. Bu
köydeki çocuklar için çok acil sosyal
politikalara gereksinim var. Psikolojik
desteğe ihtiyaç var... YKKED olarak bu
köye yönelik yaz okulu-toplu müzik-resim
etkinlikleri ve okullar açılınca bu çocuklara tüm
boyutlarıyla sahiplenmek adına projelerimiz
olacak.
Soma izlenimlerimiz kısaca böyle. Hepimiz
çok sarsıldık.2014 yılında çok yoksul bir Ege
köyü görmek bizi çok üzdü. Sevgiler
Merhabalar,
Bugün 16 kişilik YKKED ekibiyle
Somadaydık...Yüreklerimiz acılarla
doldu...Din soslu özelleştirmeci-taşeron
sistemine yönelik itirazlarımız daha da
da güçlendi...Kaybettiğimiz
emekçilerin mezarlarına kırmızı
karanfiller bıraktık, onları saygıylasevgiyle selamladık... Hesabınız
sorulacak dedik...
Önce Somadaydık...Soma mezarlığında yatan
38 cana canlarımızı kattıktan sonra Müstesna
Tonguç Kız Öğrenci yurdunda dostlarımız
Av.Özgür Aydın, Dr.Engin Tonguç ve Dr. Selma
Bağcıoğlu Tosun'un Soma izlenimleriniyardımları dinledik konuştuk. Sonra...
Kınık -Elmalıdere köyündeydik. Bu çok yoksul
Alevi köyünde 11 emekçi can Soma faciasında
kaybedilmişti. Onların omuz omuza yattığı Maden
Şehitleri mezarlığına ziyaret ettik. 11 candan 21
Semra YILMAZ
-35-
ADABELEN
Dosya: 2
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bir hazin durum:
Soma-Elmadere Köyü
Ömer DEĞİRMENCİ
Köye çok sayıda
ziyaretçi geldiğini öğrendik. Sivil toplum
örgütlerinin önemini bir kez daha orada anlamış
olduk. Yine anladık ki bu ve maden kazasına şehit
veren diğer yerlerde halkın gerçek anlamda ilgiye ve
kucaklanmaya ihtiyacı var. Aslında bunu en güzel
devlet yapabilir, fakat gelin görün ki üzerinden
neredeyse bir ay geçmiş olmasına karşın ne devlet
babadan ne de madenin işletmecisi olan şirketten
kimse gelip de haliniz nicedir, diye sormamış. Bu
memlekette kaymakam, vali, belediye başkanı, genel
müdür, bakan, başbakan kıtlığı var sanırsınız. Haydi
diğerlerini bir kenara koyalım;
7 Haziran 2014 Cumartesi günü Kınık
ilçemizin Elmadere Köyü'ne ziyarette bulunduk.
Organizasyonu Eğitim-İş Kemalpaşa temsilciliği
yaptı.
Elmadere Köyü'nün özelliği 13 Mayıs 2014
günü Soma'da meydana gelen maden kazasına 11
şehit vermiş olmasıdır. Bu nedenle bu köye
yaptığımız ziyaret bir baş sağlığı niteliğinde idi.
Köyün genel havasına acı ve üzüntü hakimdi.
Anaların, eşlerin yüzlerine baktığınızda yaşadıkları
acı ve üzüntüyü derhal fark ediyorsunuz. Erkekler
biraz daha mağrur ve biraz daha soğuk kanlı
gözükseler de onların da yüzlerinde mahzun bir
ifade hakimdi.
Ey kaymakam bey, ey belediye başkanı siz hangi
günler için varsınız?
Niçin aramaz, sormazsınız bu insanları?
Niçin psikolojik destek sağlamazsınız bu
insanlara?
Dinine, mezhebine bakılmaksızın maden
felaketinden etkilenen bütün bu insanlara derhal
koşmalı ve onların dertlerini samimiyetle
paylaşmalısınız.
Giden canları getiremezsiniz, fakat çaresiz
kalmış bu insanlar için yapabileceğiniz çok şey
olduğunu göreceksiniz. Yeter ki o köylere bir gidin.
“OĞLUM HAKKINI HELAL ET!”
Manisa'nın Soma ilçesinde ölü sayısı
sabah saatlerinde 282'ye ulaşmıştı (Asıl
sayı301). Ekipler kurtarma çalışmalarını
sürdürürken, mahsur kalan madenciler için
umutlar giderek azalıyordu. Öte yandan,
Soma'dan yürek burkan haberler gelmeye
devam ediyordu. Genel Maden İşçileri
Sendikası (GMİS) Teşkilatlandırma ve Eğitim
Sekreteri Osman Tutkun, cenazelerin teslim
alındığı sırasında gördüğü bir manzarayı
paylaştı. Tutkun, " Orada çıkartılan bir
cenazede, şehidin avucunun içinde ki kâğıtta
'Oğlum, hakkını helal et' yazıyordu. Biz bu
kadar onurlu maden işçileriyiz." dedi.
-36-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Dosya: 2
Prof Dr Nurettin Demir CHP Muğla Milletvekili:
SOMA KAT LİAMINI UNUTMAYALIM!..
UNUTTURMAYALIM!..
Öncelikle şu konuyu bir insanlık sorumluluğu
olarak önemle belirtiyorum: Soma katliamı ve
katilleri unutulmamalı ve unutturulmasına izin
verilmemelidir.
Kapitalizmin, para hırsının, özelleştirmenin ve
taşeronlaşmanın kurbanıdır ölen canlarımız...
Gözü doymazlığın ve para hırsızın azgınlaştığı
zihniyet, işçi sağlığı ve iş güvenliğini yok saymıştır.
İşçilerimiz göz göre göre maden ocağına ölüme
indirilmiştir.
kapitalizmin azgınlığı emrinde.
Zulüm, sömürü, ihmal, katliam...
Yalan dolan iftirayla gerçeklerin üstünü örtme
telaşındalar. Bu zulüm ve acı günlerimizde
kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmek istiyorum.
Bu zihniyeti iyi izlemeliyiz, iyi tanımalıyız ve teşhir
etmeliyiz. Bir yanda, ölüm kalım anında, belki bir
başkası da kullanır diye, "çizmelerimi çıkarayım
mı?" diyen insan yüreğine bakın, diğer yandan da
300'e yakın Maden şehidinin ölümüne ses
çıkarmayan vicdan kirliliğine bakın.
Bu acı, haksızlık ve zulüm ortamında iki büyük
etkin çevreden hiç ses çıkmamıştır. Vicdanlar
susmuş, yüreklerin kulakları sağır kalmıştır.
Bu iki çevreyi teşhir etmek istiyorum.
1.Dinci çevreler
2.Üniversite Yöneticileri, Senatörler ve çok
önemli sayıda akademisyenler... Bu iki çevre
insafsızca, onursuzca susmaktadır.
Sorumsuzca susan üniversiteler.
DİNCİ ÇEVRELER
Üniversiteler, Senatolar ve önemli sayıda
akademisyen suskun. Onları derdi akademik
lafazanlık ve ağız kalabalığı ile hükümetin bu
olaydan zarar görmesini önlemek... Kafa
karıştırmak, gerçeklerin üstünü örtmek, sözde bilim
adına zalim ile birlikte olmak. Sözde bilimlerini
pazarlamak, siyasette aldatma aracı olarak
kullanmak.Paranın, gerçekleri örtmeyi iş edinmiş
akademik çevrelerin, dinci çevrelerin işgali
altındayız. Tam bir diktatörlük yaşıyoruz.
Mısır'da, Yemen'de, Sudan'da Amerika'nın
politikalarına uygun bir olay olduğunda bu iki
çevreyi tutamazsınız. Televizyonlarda bangır
bangır bağırırlar, camilerin önünde mitingler, toplu
cenaze namazları, tekbir sesleri...
Ama Soma Şehitleri umurlarında değil.
Başbakanın dediği gibi doğal bir durum,
sıradan bir olay. Soma işçilerini yok sayıyorlar
adeta... Halbuki Kuranda İslam, haksızlığa ve
zulme karşı susmayı ve gerçeği saklamayı en büyük
günah, en aşağılık suç saymaktadır. Kur'an
mazlumlardan yana...
Kapitalizmin ve sömürünün soygun aracı olan
bir diktatörlüğün işgalinde yaşıyoruz. Bu zalim ve
karanlık güçlere karşı dikkat çekmek istiyorum. Bu
konular üzerinde düşünülmesini, etkin çalışmalar
yapılmasını istiyorum.
Gerçek iman sahipleri mazlumlardan yana...
Dinciler (yani dini siyasette ve ticarette
kullananlar) zalimden yana...
Büyün yurttaşlarımı etkin olmaya ve
demokratik bir biçimde tepkilerini ortaya koymak
için eyleme çağırıyorum.
Soma'da yaşanan katliam gerçeğini örtmeye
çalışıyorlar. İnsanlıkları da vicdanları da
-37-
ADABELEN
Dosya: 2
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
ŞAM BABASI
Mehmet Halil ARIK*
[email protected]
Zira; sanır mısın ki tutar; Şam Babası; gerçek
babaların, evlatları için tuttuğu yası!.?..
Babasız kalmışlarsa; bırakın, Şam Baba'sız da
kalsınlar!..
“Aslolan; şambabası olmak değil; babasız
bırakmamaktı!”
İki olay!.
İki çocuk!..
Tümüyle gerçek!... Kurgusuz!..
İki bakan…
İki telefon numarası..
Acı ortak!... Ölüm!..
Gidenler: Şehit babalar!...
Kalanlar: Yetim çocuklar!..
Birincide: Yan yana 12 tabut!...
İkincide: Yan yana bile getirilmeyen tam 301
tabut!..(Resmi rakam)
Hafızalarınızı yoklarsanız bulacaksınız
birincisini… Hani o terör örgütünün işlediği bir
cinayet.. yan yana dizilen 12 tabut vardı ya…
Hani şehidin 8 yaşlarındaki oğluna bir bakan
kartını vermişti ya… “ne zaman baban düşerse
aklına; beni ara… baban benim bundan sonra!...”
demişti ya!.. Birincisi işte o!...
İkincisi; henüz taze… taptaze!...
Resmi rakamlara göre 301 maden emekçisine
mezar olan o Soma faciası var ya…
Hani radyasyonlu bakan; bir köye taziyeye gitmişti
5 gün sonra ya.. Kınık ilçesi; Köseler Köyü…
Hani; şehidin 8 yaşındaki kızına telefon numarasını
verip… “ne zaman baban düşerse aklına, beni
ara…baban benim bundan sonra!..” demişti ya…
İkincisi işte o!...
Ne kadarda benzeşiyor değil mi!..?
Ne kadar da belli; kader diye başlayan takdiri ilahi
diye biten senaryonun tek elden çıktığı…
Ne kadar da benzeşim içinde kahrolası ölümün
geride bıraktıklarının, çocuk yaşta belleklerine
kazıdığı acı!...
Acı ortak ise… acının dili de ortak!...
*
Çocuk yaşta belleklere kazınmış acıların tesellisi,
kader ve takdiri ilahi mazeretleri ile kirli siyasetin
insafına terk edilmişse…
Ve gerçekten takdiri ilahi onları babasızlığa
mahkûm etmişse…
Niye gereksin ki Şam Babası!...
ŞAM BABASI!..
Çocuk;
Sekiz yaşlarında;
Mezarlıkta!..
Belli ki; dolaşmışlığı çok buralarda..
Tanışı mezarlıkta gördüklerinin.. acı ortak olunca..
Farklı bir gün; bugün...
Şaşırdı önce;
Mezarlıkta; Bakan Amca'yı görünce…
Çocuk bu; ne bilsin; atlamak geldi içinden
kucağına..
Önce;
Sokuldu yanına;
Usulca!...
Haykırır gibi, fısıldadı; bakan'ın kulağına…
“Ben” dedi; “babamı hiç görmedim!…”
Okşamadı saçlarımı, koklamadı beni, kucaklamadı;
doyunca...
Tutmadı hiç elimi;
Ben de tutmadım hiç onun elini!..
Sekiz sene önce şehit olmuş,
Ben annemin karnındayken; babam nöbetçi
kulübesinde vurulmuş!...
Suçlandı bakan!.. Utandı;
Yere baktı !..
Ürktü görüntüsünden…
Yer yarılsa, yedi kat yere batacaktı;
Kızardı, yandı; ekşidi suratı;
Bulsaydı fırsatını; tören-mören demeyip bırakıp
kaçacaktı!..;
Nasıl özür diler ki bir bakan; sekizinde bir çocuktan;
-38-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Öfkeyle yırttı!..
Attı!..
Aslolan “şambabası!” olmak değil; babasız
bırakmamaktı!..
Yer sağır, gök dilsiz kesildi;
Lahavle çeker gibi; kurtulmak için sıkıştığı
durumdan;
Sabır ve metanet diledi kendine; dualar etti; bir
hızır göndersin diye Tanrıdan!..
Bir film gibi aktı gözlerinin önünden çocukluğu;
Çınladı kulağında o ses; eski Türk filmlerinden
defalarca duyduğu:
“Size baba diyebilir miyim!?”
Küçücük bir tornistanla kurtarıldı durum;;
“Baban benim bundan böyle yavrum!..”
Duygulandı; eline cebine attı; kartını uzattı!..
Ne zaman düşerse baban aklına,
Unutma;
Baban benim bundan sonra; beni ara!..
***
Birkaç gün sonra!.
12 Tabut gördü çocuk; Al bayraklara sarılı!...
Sıra sıra…
Ve tabutların arkasından koşan çocuklar gördü;
Bitkin… ve ağlamaklı…
Birinin elinde bir yeşil yaprak; albayraklı tabuta
yetişmeye çalışmakta koşarak!..
Betül'müş adı…
Daha öncekiler de Ayşe'ydi; Zeynep'ti; Zeliş'ti;
Elif'ti…
Yoktu ki Betül'den hiçbirinin farkı!..;
Baktı; baktı..
Önde o albayraklı tabut olmasaydı; Ve bir de Betül
koşarken ağlamasaydı;
O yeşil yaprakla Betül'ü bayrama koşuyor
sanacaktı!..
***
Yine oradaydı!..
Bakan;
Hem de ön saftaydı!..
Bir resim çizdi zihninde çocuk;
Ögesi; Bayrak!.., kalabalık!.. Tabut!..
Yerlerine yerleştirdi!.. evimizdeki resmin aynısı
dedi!..
***
Düşündü çocuk;
Farkı yok bugünün dünden!..
Kim beslenir; bunca kinden, nefretten!..., Kim tutar
çanağı.. ölüme!..
Bir resme baktı; bir de Bakana;
Yakınında olsa; haykıracaktı!..
Bir tek baba yeter mi bunca yetime!..
Bakan'ın verdiği kartı çıkarttı;
*Emekli eğitimci – DENİZLİ
Soma'da babasının mezarı başındaki bu
çocuk nasıl bir duygu içinde acaba?
Buna neden olanlar ne diyecekler?..
Adabelen 1962'li Süleyman Özdemir ABD'de
dergimizle…
Böylece dergimiz Beyaz Saray'ın önüne kadar
ulaştı.
Dileriz içine de girer. Belki o zaman dünyada
barış da olur(!).
-39-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
KİTAP... KİTAP... KİTAP
Muammer ÖZLER
[email protected]
“Tanrım! Bana kitap dolu bir ev ile çiçek doku
bir bahçe ver.” -Konfüçyüs-
çıkan kitaplardan, birbirimize haberdar ederdik. Peki
şimdi ne oldu bize?
Okumak, eğitim süresinde ve yaşamımız
boyunca, başarının en önde gelen öğelerinden
birisidir. Kitap sevgisi, her aydının, her okumuşun
ve her uygar kişinin, yaşamsal zorunluluğu
olmalıdır. Kitaplar, bir bakıma aydınlık yarınlara
ulaşmamıza sağlayan köprü gibidirler. insanlık için,
uygarlık için, gelecek için gereken bütün bilgileri,
ancak kitaplarda bulabiliriz.
Adabelenli dostum, sınıf ve sıra arkadaşım Çetin
ARDIÇ'ın, Aydın'da bir-kaç yıl öncesine kadar, çok
mütevazi bir kitap ve kırtasiye dükkanı vardı.
Okulların açılış zamanı olan her eylül ayında,
camekanına şu ilginç duyuruyu asardı
arkadaşım.”EZBERDEN 3 ŞİİR OKUYAN LİSE
ÖĞRENCİLERİNE %10 İNDİRİM YAPILIR.”vs.
Ne denli güzel bir teşvik örneği değil mi?
Dünya kültürü verilerine baktığımız zaman,
dünyada hızla artan kitap retiminin;%75'ini uygar
ülkeler, %25'ini ise geri kalmış ülkeler elinde
tutuyor. Türkiye nüfusumuzu dikkate alırsak, bu
sayılar düşündürücü ve üzücüdür. Demek ki Türk
Ulusu, her düzeydeki bireyleri ile, genelde
okumuyor, ya da çeşitli nedenlerle okuyamıyor.
Oysa okumak bir gereksinimdir ve bir alışkanlıktır.
Bu alışkanlık, ailede başlatılır, okulda geliştirilir ve
yaşam boyunca da sürdürülür.
Keşke hepimiz de, çocuklarımıza her zaman
böyle okumalara teşvik edebilsek. Keşke her akşam
evimize giderken, çocuklarımıza o sağlıksız bir sürü
şekerleme ürünleri yerine birer kitap alabilsek.
Keşke, o okey taşlarından birazcık olsun uzak
durabilsek de, ellerimizi kitaplara uzatabilsek.
Keşke, Maksim GORKİ'nin dediği gibi: “Her kitap;
beni, kalabalıktan, düzeysizlikten insanlığa,
insancıllığa yükselten, yaşamı daha iyi anlamama ve
ona karşı derin bir susuzluk duymama neden olan bir
basamaktır.” diyebilsek. Keşke, evde, okulda, iş
yerinde, deniz kenarında ve akla gelebilecek her
yerde ve her koşulda kitaplarla sevişebilsek.
Ne yazık ki, son yıllarda kitaplara sanki
küsmüş gibiyiz. Gün geçtikçe de, bu
küskünlüğümüz daha da çoğalmaktadır. N'olur,
kitaplara daha yakın olalım. Emekliye ayrıldığım
yıllardaydı. Çocuklarıma ziyaret için, İstanbul'a
gitmiştim. TÜYAP Kitap Fuarı da o günlerde
açılmıştı. Çocuklarımın bana sundukları en değerli
İstanbul armağanı, bu kitap fuarına gezdirmeleri
oldu. Böyle bir fuara ilk kez geziyordum. Öylesine
çok coşkulanmıştım ki, ilk kez tanıdığım yazarlarla,
şairlerle yapılan söyleşiler, anlatılan anılar, imza
günleri ve daha pek çok etkinlikleri hala
unutamıyorum.
Bu umutlarla, haydi!...
Kitaplara...Kitaplara... Kitaplara.
Yaşıtlarım ve büyüklerim anımsarlar. Eskiden
ya bir gazete, ya bir dergi, ya da bir kitap taşırdık
ceplerimizde. Özellikle Varlık Yayınevi'nin
yayımladığı cep kitapları serisi, tam ceplerimize
göreydi. Sohbetlerimiz hep okuduğumuz kitaplar
üzerine olurdu. Kitap edindirme kulüplerimiz vardı.
Ayda en az bir kitap edinir, iki kitap okurduk. Yeni
-40-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Şiir Kokusu:
EMEĞİN TÜRKÜSÜ*
Rahmi GÜR
Elimizde gösterişten uzak, ama özgün tasarımla,
özenli basımla oluşturulmuş şiir kitabını tutuyorum.
Sadeliğine, basım özenine, yazı karakterinin seçimine, iç
düzenlemelerine de övgümü eksik etmek istemem. İmren
uyandıracak bir çalışmanın kokusunu duyuyorum.
Aydın dağlarının öte yakasından BozdoğanKavaklı köyünden Ortaklar İlköğretmen Okulu çıkışlı.
Yaşamı sınıflarda insan kokusuyla yoğrulmuş şiire
dönüşmüş belikli. Ah o Köy Enstitüleri, Öğretmen
okulları, Eğitim Enstitüleri! İnsan sevgisi, arkadaşlık
bağı, çocuk kokusuyla, gözlerin ışığını yazına geçirme
becerisi de verirdi. Ne denli ozan, yazar kazandırdı
yazınımıza. Anmadan, saygı sevgi göndermeden
girilmiyor sanat kapılarından.
Tarık Akan “ Maden filmini yaptım.” deyince
televizyonu kapatıp '…Emeğin Türküsünü yazdım…'
diyor Veysel İzmir (Giriş Yazısı).. İnsanın var olduğu
günden bu yana yaşamsal varlığını sürdürmek için
emeğin gerekliliğinin bilinmesi gerekirken, geç kalmış
ayrımsamaların sonunda şiire durmak da ayrı bir
güzelliktir. Dahası, “ Eyleme geçmeyen akıl, akıl
değildir.” demek için de bir olgunlaşma emeği gerekir.
Daha önce yayımlanan kitaplarından edindiğim
izlenimlerle birleşerek “Kuvayı Milliye Atı” kitabına
yazdığım yazıda (2); gelecek kitaplarından daha umutlu
olduğumu yazmıştım. İki kitap arasında geçen süreci de
yakından biliyorum. Veysel İzmir'in bir ayrıcalığı vardır.
Yazdığı dizeleri ezberine de yazar. Yazına yakın
arkadaşlarını yakaladığında da bir iki şiirini dinletmeden
bırakmaz. İmrenirim ezberden okuma yeteneğine.
Yazdığım hiçbir şiiri ezberleyemediğimden de gizli bir
eziklik duyarım yanında. Ezberlemek, okumak,
y a z m a n ı n d e s t e k l e y e n l e r i d i r, h e r i n s a n d a
bulunmayabilir. Biraz halk şiiri geleneğine yatkınlıktır
sanıyorum.
“Emeğin Türküsü”, evrensel bir gerçeklik olan
emek olgusunu özek olarak alır. Gücünü, tansıklığını,
saygınlığını, yaşamsallığını bilmenin yetmediğini söyler.
V. İzmir bu şiirleriyle Emeğin anlamını, önemini yaşamın
her alanında, her ortam insanının tanımasını, yanında yer
almasını anlatmaya çalışıyor.. Emeğin yanında yer
aldığında varılacak erimlerin duyumsanmasını da
bekliyor şiir severlerden:
“ Bu yol uzun / Dik yokuş uçurum / Bu yol kısa / Düz
dar irim / Yolunu bulamazsan / Kendine yol ara ( Yol.
107.y)”
uyarısını yaparken çağrısını da yapmayı
unutmaz. “ “Uyan / Uyandır / Hayır demeyi öğren /
Haksızlığa adaletsizliğe / Sessiz kalma / Baş kaldır. (
Sessiz kalma. 81.y)”.
Salt emek kavramına
özekleşmiş sav sözlerden
kurgulanmaz şiirleri. Aşkın, sevmenin, aşka bağlılığın da
emek işi olduğunu, sevginin de sevme emeği istediğini
duyumsarsınız.
“ Sen içindeki aşkı söylersin / Ben içimdeki aşkı
dinlerim.( Sanatçıya, 54.y)”
Kuşkusuz üretim tüketim ilişkileri ile bitmiyor
insanın varlık sorunu. İnsanın insanla, çevresiyle,
geçmişiyle de savaşım vermesinin, iyi – kötü kişilik
savaşının da bu bağlamla yüzleşmesi gerektiğini söyler. “
Fırsat bu fırsat / herkes sıraya geçer / Beni kullanmak için.
(Alet, 52.y)”.
Yukarıda da söyledim halk şiiri yatkınlığını,
doğaçlama söyleme yeteneğini. Bu özgünlüğünü
belirttikten sonra yazdıklarında imge, simge, soyutlama,
anlam kaymaları, değişik anlam kaymaları beklenemez.
Derinlemesine anlam arama yerine duygusunu kolayca
söyleyerek, her kesim insanın yazdıklarından kendine pay
çıkarmasını önemsediğini düşünüyorum.
“Bu ilk aşk / Ne yaparsan yap / unutulmaz / Bu son
tango / Ne çalarsan çal / Ne oynarsan oyna / İlk aşk gibi
olamaz ( İlkAşk, 38.y)”.
Biçem olarak baktığımızda da bir yalınlık görürüz.
Uzun dizelerden uzak durur. Tek sözcükten dize de yapar,
üç beş sözcükten de. Dize sayıp bir biçim de yaratmaz. İç
uyağı yakalar, biçemi sözün gelişinden kurar. Kendine
özgü, sanat kaygılarından uzak biçemi vardır. Hoşça
okunacak şiirlerden oluşan Emeğin Türküsü'dür size
söylenen.
Ozanın önceki yazdıklarından son yazdıklarına
aktardığı bir gelişme var mı yok mu? Bütün sorun
buradadır. Sav sözlerin azalıp şiir dilinin yakalanması için
çok emek çekildiğini söylüyor kitap. Kırılmış yumurtadan
güzel civciv çıkacağına inanıyorum. İnanmak beklemek
oluyor benim için. Emek çekildikçe şiirde dile takılan(
mübarek, kasılmak parazit, enayi, miğdem,meşhur,
menfaat,mutlaka, tehlikelidir, affetmez, nasip, ser…) gibi
çakıl sözler, şiirin güzelliğinde eriyecektir.
Emek çekilmiş kitaba saygımız vardır. Başarılarının
sürmesini dilerken kalıcılık ve okunurluk dileklerimizi de
taşısın diyorum.
*Veysel İZMİR. Emeğin Türküsü. Şiir. Kendi yayını. Efe
Ofset Basımı-2013- Ödemiş.
Edinme: 0 232 544 00 13 ve 0 505 279 95 61.
(2). Gür Rahim. Kitap Kokusu. Küçükmenderes Yayınları2011, Sa:257,258
-41-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İzlenimler
KÖR DÜNYA
Azmi ERMİŞ
azmiermiş@hotmail.com
Baharın tatlı serinliği kaplamış dört bir yanı.
Çiçek kokuları sarmış çevreyi. Kuşlar cıvıl cıvıl
oynaşmakta ağaçlarda. Güneş, birazdan
gösterecek aydınlık yüzünü. İşe gitmek, iş sahibi
olabilmek ne güzel. Birçok yüksekokul bitirmiş
insanlar işsiz güçsüz. Çay parası yok ceplerinde.
On adım sonra sokağa
girdiler. Çiçekçi, kahveci derken derneğin yerini
tarif etti bayana. “Çok iyi öğrenmişsiniz.”
“Öğrenmek zorundayız.” Teşekkür etti, bayan
ayrıldı. Dernekten aldığı kitaplarla yeniden
kaldırıma yöneldi. Önünde kocaman bir araba.
Dolmuş gibi bir şey. Sola kaydı orada bir başka
araba, sağa kaydı orada da bir taksi. Aradan sıyrılıp
geçmek istedi. Taksinin aynası yamuldu. O zaman
bir ses gürledi ardında: “Hafıııız, hafız! Dikkatli
geç…
Sen o araba kaç para biliyor musun?
Boyasını yaptırmaya gücün yetmez senin.
Bastonunu sağa sola çarpma dikkatli geç.”
“Anladım.” dedi başını sallayarak. “Arabanın
fiyatı sizden pahalı. Sakin olmaya çalış,
sinirlenme.”
Mutlulukla gülümsedi. “Gözüm görmese de
sağlığım yerinde. Bir işim var. İnsanlara yararlı
olmak çabası çok güzel bir duygu.”
Otobüs geldi. “Günaydın Şoför Bey.”
“Günaydın Hocam. Kartı biraz daha sağa doğru
kaydırın. Benim arkam boş, oturabilirsiniz.”
Kulaklıklarını taktı. İş yerine gidiş, bir saati
buluyordu. Yol boyunca zamanı kitap dinleyerek
değerlendirirdi. Bir el dayandı omzuna, ittirdi:
“Öteye doğru gitsene…” Sola kaydı, “İttirmeden
konuşabilirseniz daha iyi olur. Buyurun,
günaydın.” Çınar Durağında indi. İkinci
otobüsüne henüz zaman vardı. Yürüyerek üç
durak öteden binerdi her gün. Burası şehir
merkezi. Kuş sesleri yerine arabaların uğultusu,
yoğun kömür kokusu, genellikle koşuşturan
telaşlı insanlar. Bir şarkı mırıldanmaya başladı.
“Günaydın sevgiliye günaydın!”
Al sana bir tabela. Etrafından dolandı, üç adım
sonra bir tabela daha. Sinirlendi, dirseğiyle devirdi
tabelayı. Öteden bir ses: “Dikkat etsene abi
giderken!” Cevap vermedi. İşte burada
fotoğrafçının motoru,
dönercinin masa ve
sandalyeleri. Kafasını salladı. Kaç kez aramıştı
belediye 153 numarayı. Karşısına her keresinde bir
bilgisayar kaydı çıkıyordu. “Yapacağınız
konuşmalar güvenliğiniz açısından kayıt altına
alınmaktadır.” Defalarca konuştu, kayıt altına
aldırdı. Üstelik trafiğe kapalı bir sokak ve körler
gelip geçiyor yoğun olarak. Ne zabıta geldi, ne
belediyeden ses çıktı. Herkes bildiği gibi
kullanmaya devam etti sokağı körü körüne.
Kaldırımdan spor salonuna doğru yürüdü. Geçen
hafta burada bastonu bir beyin ayağına takılmış,
bey bütün sülalesine selam yollamıştı. “Kardeşim
memlekette ayak altında dolaşacak körler mi
kaldı? Oturtacaksın evlerine, al diyeceksin kuru
fasülyeyi, ayak bağı bari olmayın.” Bastonunu
ararken söylendi: “Sen kör olmasan
çarpışmayacaktık.” Gülümsedi.
“Hooop hoop dayı dayı! Şöyle gi,t şöyle
giit!” Kendisine söylendiğinin ayırdındaydı.
“Nasıl gideyim?” “Şöyle şöyle dimdirek.”
Caddeyi gösterdi bastonuyla: “Bu tarafa değil
mi?” “ Hayır hayır. Dimdirek dimdirek.”
Gülümsedi, yoluna devam etti. Yollar kazık; her
an bir çukur çıkabilirdi önüne. Üç yıldır
bitememişti bu kaldırımların tamiri. Derneğin
sokağına yaklaştı. İzz yok. Yanından geçen ayak
sesine sesledi: “Günaydın. Çınar PTT'ye ne kadar
var?” “En az yüz elli metre gideceksin dayı.”
Sağa sola bakınırken bir bayan: “Günaydın.
Yardımcı olabilir miyim? Nereye gidecekseniz
söyleyin.” “Sağ olun. PTT sokağına gideceğim.”
Kız Meslek Lisesi'nin önü. Bir zamanlar cıvıl
-42-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Konuşmacı söyleniyor: “Arkadaşlar, dinlemek
istemeyen çıkabilir. Bakıyorum konuşmanın
başından beri bir arkadaşımız kafasını duvara
çevirmiş, hiç bu yana bakmıyor.” Herkes birbirine
bakıyor. Sonunda gözler hocaya çevriliyor.
Yanındaki arkadaşı: “Seni kast ediyor hocam.”
“Kör olduğumu anlayamamış mı? Bak kara
gözlüklerim var gözümde.” Gülüşüyorlar.
cıvıl öğrenci sesleriyle çınlayan okulun yerinde
yeller esmekte. 60 yıllık tarihi okul yıkılmış. Önü
ıpıssız. İçi acıdı. Geçmişimizi hoyratça yok
ediyoruz, diye düşündü. İki baston çarpıştı.
“Önüne baksana yavrum, kör müsün?” “Sen bak
önüne.” Gülüştüler. Çarpıştığı, kendi gibi
görmeyen Muzaffer'di. Su sesinin yanı sıra taze
çimen kokusu doldu ciğerlerine. Valilik binası.
Önüne geçip elini tuttu birileri. Elini sallıyor, ses
yok. Öbür eli de bir omzunda. Mutlaka samimi bir
arkadaşı olmalı. Hoşlanmazdı bu tip
davranışlardan. Ama kırmak da istemedi onu.
Elini biraz daha salladı karşıdaki. “Hoca bir beni
bilemedin be! Halbuki sen akıllı adamsın,
unutmazsın.” “Vallahi eskiden akıllıydım da…”
“Ben yemekhane'deki Memet. Hani Çallı Memet.
20 yıl önce hastanede beraber çalıştıydık hani…
Ne de çabuk unuttun yahu?” “Memet, elinin
kalıbı değişmiş senin. Maşallah kilo da almışsın.
Elmayı armudu çok yiyorsun galiba.” “Yardım
edeyim mi?” “Sağ ol durak yakın.” Tam durakta
dikildi. Durakta insanlar… “7 numara geldiğinde
bana söyler misiniz?” “Söylerim.” İki otobüs
gelip gitti. Kendi otobüsünün saati gelmişti.
“Pardon” dedi sıkılarak yanındakine: “Bu gelen
kaç numara?” Yanında yeller esiyor.
Artık dönüş için otobüs beklemekte.
Yanındakilerden kendi otobüsünün gelip gelmediği
ile ilgili bilgi almaya çalışıyor. Tedirgin biraz.
Şoför seslendi: “Hoca gidiyor muyuz?” Arabayı
göz göre göre(!) kaçırmadığı için sevindi. “Arkam
boş hoca. Oturabilirsin.” Yanı dolu. “İyi günler.”
Yanındakinden ses yok. Belki dalgındır, belki de
körü adam yerine koymamıştır, selam vermek
istememiştir canı. Gene de bir kez daha kadın veya
erkek olduğunu bilmediği yanındakine: “İyi günler
efendim.” dedi. Yine ses yok. Hafiften bozuldu.
“Olsun varsın. Bu ülkede ayrımcılık çok yaygın
zaten. Yaşayarak öğrenceğiz birbirimizi sevmeyi,
değer vermeyi.” Şoför, “Hocam, akşam
televizyonda izledim sizi. Çok güzel konuştunuz.
Asıl körler biziz vallahi. Utandım insanlığımdan.”
“İnsan kendi derdini bilir. Önemli olan birbirimizi
sevebilmektir.” Yanındaki kişinin dirseği ittiriyor.
İnmek istediği belli. Oralı olmuyor. İzin istemesini,
konuşmasını bekliyor. Dirsek daha hızlı ittirmekte.
“Erkekten ürken bir kadın galiba” diye geçiriyor
içinden. Gene de “Konuşsana be insan, dilin yok
mu senin?” diye sesleniyor. Ayağa kalkıyor. Şoför,
patlatıyor kahkahayı. “Hocam, yanınızdaki dilsiz.
Konuşamıyor.” Yanındaki inince birlikte
gülümsüyorlar şoförle.
İki elini kaldırdı, yedi parmağını havada
tutmaya başladı. Bir araba sesi. “Amca nereye
gidiyorsun?” “Korucuk tarafına. 7 numara mı?”
“Evet. Gel…” O tarafta meslek liseleri vardı.
Arabanın içi dolu. “Gençler, engelli amcaya yer
verin.” Tık yok. “Arkadaşlar ön koltuklar
engellilere aittir.” Kalkan yok. “Söylediklerini
duymuşlardır sanırım. Arkandaki oturan çok mu
yaşlı?” “Hayır hayır. Çok genç.” Şoförün
arkasındaki koltuğa yöneldi, gencin kucağına
oturdu. Yay gibi zıpladı yolcu. Ondan sonra
“Genç arkadaşım. Sen bana yerini verdğin,
çantanı ya da paketini de bana ver…”
Mahallesine kuş seslerinin ve güzel çiçek
kokularının arasına gelme keyfini yaşıyor. İniyor
otobüsten…
*Azmi Ermiş bir Adabelenli. 26 yaşında bir
göz hastalığı nedeniyle görme duyularını yitirmiş.
Ancak yaşama küsmeden hatta birçoğumuzdan
daha iyi gören bir dost. Yazısını özümleyerek
okuduğunuzda ne denli savaşımcı bir insan
olduğunu anlayacaksınız. (Adabelen)
*
İş yerinde öğrencileriyle mutlu ve güzel
saatler geçirdi. Öğleden sonra Ankara'dan gelen
bir büyük, konferans veriyor. Hoca pür dikkat
dinliyor konuşmayı. Hoparlörden sesin geldiği
yöne kenetlenmiş, nefes almıyor sanki.
-43-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Öykü
YAŞLI MARANGOZ
Zekeriya YAVUZ
[email protected]
(Bu öykü, 2014 yılında, İzmir Seyrek Anam Evi
Çalışma Gurubu tarafından düzenlenen "beklenti"
konulu öykü yarışmasında "BİRİNCİLİK" ödülünü
almıştır.
“Beklentilerim!” diye
fısıldadı yaşlı marangoz.
“Onlar da yaşamımın değişik anlarında hep değişti.
Değişimin kendisi, değişmeyen tek doğa yasası değil
midir? Dünya değişiyor, toplum değişiyor, insan
kendisi değişiyor, tabii ki beklentiler de değişiyor
biteviye…”
15. Haziran "Babalar Günü"ydü. Aşağıdaki
öykü, tanımlanamaz boyutlardaki evlât sevgisini
yüreklerinde taşıyan, onlar için koskoca bir yaşamı
feda etmekten çekinmeyen, özverili tüm babalara
ithaf olunur.)
Bu zorunlu dinlenme süresince gözlerini yumdu
ve hayallere daldı. Yıllar önceki sağlıklı günleri
geldi geçti gözlerinin önünden. Yüzünde huzurlu,
mutlu bir gülümseme belirdi. Mahallenin en büyük
marangozhanesinde en deneyimli usta olarak
çalıştığı günlere döndü bir anda. İşyeri sahibinin
övgülerini anımsayınca, gururla kabardı göğsü. “Ne
günlerdi be!” diye fısıldadı özlemle… İş arkadaşı
diğer iki ustanın yaptıklarından daha fazla iş üretirdi
tek başına; dolgun haftalıklar kazanırdı.
Öğrenimlerini çok başarılı bir şekilde sürdüren oğlu
ve kızı için çok çalışmak zorunda olduğunu
duyumsardı. Evlâtlarının yüksek öğrenimlerini
tamamlamalarını ve saygın bir meslek sahibi
olmalarını görebilmek, mahallede herkesin takdirini
kazanabilmek tek beklentisiydi o yıllarda.
*
İlkbaharın, yazı anımsatan, ilerleyen
günleriydi. Sıcaktan bunalan, kan ter içinde kalan,
elindeki el planyasıyla, el rendesiyle tezgâhındaki
pencere üzerinde son düzeltmeleri yapmak için tüm
gücünü kullanan Marangoz Recep, bir anda
yakalandığı öksürük nöbetiyle boğulur gibi oldu;
yavaşça tahta iskemleye çöktü. Uzunca bir süre
kıpırtısız, sakin öylece kalakaldı. Titreyen sıska
bacakları, giderek güçsüzleşen ince kolları,
biteviye hızla inip kalkan, hırıldayan göğsü,
zayıflayan bedeni bir nebze de olsa dinlendi.
Allah'ın izniyle son didinişleri, son yorgunlukları
olacaktı bunlar. Özlemini çektiği o gün çok yakındı
artık. Aslında pek büyük beklentileri de yoktu öyle.
Evlâtları, her ikisi birden okullarını bitirecek,
çalışmaya başlayacak, kendisi de rahata erecek,
onların sayesinde bu ilerlemiş yaşlarda çalışmadan
yaşamını sürdürecek, Allah'ın yardımıyla da tekrar
eski sağlığına kavuşacaktı.
Ama ya daha sonraları? Özellikle planyada
düzlediği keresteye istenilen ölçüyü, standardı
vermek üzere kalınlık makinesinin başına geçtiğinde
oluşan talaş yığınları ve yoğun toz bulutu içinde
boğulurcasına nefes alamaz olur ve bir anda
beliriveren, nedenini bilmediği öksürük nöbetlerine
tutulurdu! Ardından çıkardığı balgamlar ve de
balgamlardaki kızıllıklar…
“Evlâtlarım!” diye iç geçirdi marangoz Recep.
“Sizi öylesine çok seviyorum ki… Yuvamızı
dolduran sevgi deryasında beslenin, gelişin!
Yüzlerinizde mutluluğun tebessümü, gözlerinizde
sevgi kıvılcımları hiç eksilmesin!..” Üvey baba
sultasında geçip giden kendi çocukluğu canlandı
gözlerinin önünde. Anımsayabildikleri yalnızca
acımasızlık, hoşgörüsüzlük, anlayışsızlık,
yoksulluk, illâ da sevgisizlik… Kaskatı yüreklere
hapsedilmiş sevgiler! Gün ışığına kavuşamadan
solan sevgi çiçekleri…
Daha sonra gönyeleme makinesinin başında
keresteyi istenen boyda keser, tezgâhta da ek yerlerin
çizimini yapar, planyada çizim yerlerinden oyma
işlerini gerçekleştirir ve hızar makinesinde geçmeli
yerleri, bağlantıları ayarlar, düzenlerdi. Tekrar
geçtiği tezgâhta tüm parçaları toplar, birleştirir,
tutkallar ve sıkıştırıp ağaç çivilerle çakardı. Talaşın,
tozun pek ortaya çıkmadığı bu işler süresince
nispeten rahat bir nefes alırdı.
Ama tezgâhtaki bitmiş durumdaki bu “kapı,
-44-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
pencere, dolap” gibi eşyaları zımparalamak,
temizlemek için zımpara makinesini eline alıp da
çalıştırdığında ortalığı öylesine yoğun bir toz
bulutu kaplardı ki soluk almak ne mümkün,
boğulur kalır, öksürük nöbetiyle sarsılır, güçten
kesilir, ayakta durmakta dahi zorlanırdı.
Hekimi olmuştu, oğlu daAvukat.
Bilge, deneyimli bir diş hekiminin, Gürhan da
tanınmış bir avukatın yanında yardımcı olarak işe
başlamışlardı hemen. Bir anda huzur ve mutluluk
dolmuştu evlerine, yüreklerine. Doyasıya dinlenen,
iyi beslenen, giderek kilo almaya başlayan
Marangoz Recep'in beklentisi; bu güzel günlerin
ilelebet sürüp gitmesiydi artık.
Aylar boyu canını dişine takıp çalışmıştı yaşlı
marangoz, tüm bedeninde giderek artan hâlsizlik ve
kilo kaybına rağmen. Gece boyu yatağında hiç
alışık olmadığı yoğun terlemeler ve de sonu hiç
gelmeyen öksürükler…
Ne yazık ki Recep'in rahatı, mutluluğu ancak
birkaç ay sürdü. Yaz bitiminde kızı da oğlu da işsiz
kalakalmışlardı orta yerde. Hâkimlik ve Savcılık
sınavları henüz açılmadığından işsiz ve çaresizdi
oğlu. Diş hekimi Kızının da hastanelere ataması
yapılmamıştı.
Üniversite öğrenimlerini sürdürmekte olan
Bilge ve Gürhan'ın tek beklentileri ise babaları
Marangoz Recep'in sağlıklı
olması, çalışabilmesi,
ailenin gereksinmelerini ve
kendilerinin öğrenim
giderlerini karşılayabilmesiydi. Son günlerde
babalarının giderek
bozulan sağlığı karşısında
büyük endişeye kapılmışlardı. Tanrı'dan tek
dilekleri, öğrenimlerini
tamamlayıncaya kadar
babalarının sağlıklı olması,
ayakta kalabilmesiydi.
Ondan sonrası kolaydı.
Bilge: “Özel bir
muayenehane açabilmem
için biraz paramız olsaydı
keşke! Gerisini de taksitle
falan ayarlayabilirdim.”
Recep: “Dişçilik için
eline bir diş çekme aleti
aldın mı, küçücük bir
dükkânda da bu işi
yapabilirsin be kızım.”
Bilge: “O, eskidendi
baba. Diş Hekimleri
odasının izin belgesi
vermesi için en az 25
m.karelik tabanı fayansla
kaplı, hijyenik bir yer
olması gerekiyor. Davyeler
(çekim) ve muayene
aletleri, röntgen cihazı, unit fotöy (lâmbalı dişçi
koltuğu), sterilizatör (alet temizleyici), amalgamatör
(dolgu hazırlayıcı), ışın tabancası (dolgu dondurucu
ve diş beyazlatıcı) almak zorundayım. Yoksulluğun,
çaresizliğin gözü çıksın!”
Bilge: “Sağlığına
dikkat et baba! Hastaneye
gidip kontrolden geçmeyi
unutma! Hekimin
uyarılarına kulak ver,
verilen ilâçları düzenli kullan! Biraz daha sık dişini
bakalım, senin için rahat ve huzurlu günlere çok az
kaldı!”
Gürhan: “Biz ikimiz de birkaç ay sonra
öğrenimimizi tamamlamış olacağız. Her ikimiz de
derhal işe başlayacağız. Bence sen artık işi bırak ve
iyice dinlen! Kısa sürede de eski sağlıklı günlerine
yeniden kavuşacaksın inşallah!”
Recep, oğlu Gürhan'a döndü: “Ya senin
durumun nedir oğlum?”
Gürhan: “Benim de bir avukatlık bürosu
açabilmem için bir miktar paraya gereksinmem var
baba. İl Barosuna müracaat edip, avukatlık belgesi
için gerekli parayı yatıracağım. Uygun bir yer
kiralayıp, dayayıp döşeyeceğim. Bir kütüphane
düzenleyip, beş altı ciltlik Türk Ceza Kanunu ile
diğer yasalarla ilgili kitapları temin edeceğim. Orayı
devamlı açık tutacak, yokluğumda müşterilerle
Eşinin de ısrarlarıyla işi bıraktı yaşlı
marangoz; dinlenmeye çekildi. Kara günler için
sakladığı paralarla idare ettiler bir süre. Birikimleri
tükenmeden evlâtlarının okullarını bitirmeleriydi
Recep'in tek beklentisi. Yaz geldi. Kızı da oğlu da
başarıyla tamamlamıştı öğrenimini. Kızı, Diş
-45-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
muhatap olacak bir sekreter bulacağım. Boş elle
bunları gerçekleştiremem ki!”
başlamışlardı. Beklentileri yerine gelmiş, her şey
yoluna girmişti.Ama ya babaları?
Marangoz Recep, ertesi gün erkenden evinin
daracık bodrum katına indi. Tezgâhının üzerine
eski el testeresini, el planyasını, el rendesini,
düztaban rendesini, keserini, ağaç keskisini,
iskarpelasını sıraladı; bu eski vefalı dost aletlerini
şefkatle okşadı. Sonra da yakınındaki eski çalıştığı
marangozhaneye gitti. Sabahın bu erken saatinde
henüz açılmamıştı. Biraz ilerideki sahile doğru
yürüdü. Denizin dinlendirici, serinletici, iyotlu
havasını soludu ve ufuklara değin denizin üzerinde
gezdirdi bakışlarını. Deniz; kendi bestelediği
melodiyi söyletiyordu minik dalgalarına… Yosun
kokan sabah yeli ile doğayı okşayan sabah güneşi,
dalgalarla birlikte raks ediyorlardı. Kendilerinin de
yakında tüm güçlükleri aşarak rahata ereceklerini
ve ailece böyle birbirleriyle sarmaş dolaş,
mutlulukla raks edeceklerini düşledi…
Akciğerinde oluşan büyük hasar nedeniyle
nefes almakta zorlanan, ateşi yükselen Recep'in
sağlığı tamamen bozuldu, hastalığı alabildiğine
ilerledi ne yazık ki! Oğlu ve kızı, annelerinin de
onayını alarak babalarını kent dışında, orman
içindeki bir sanatoryuma yatırdılar. Kuş seslerinin
ulaştığı, bol oksijenli, temiz havanın doldurduğu
odasındaki yorgun, bitkin, ağır hasta Recep'in tek
beklentisi, evlâtlarının anneleriyle birlikte bol
kazançlı, rahat, mutlu ve sevgi dolu bir yaşam
sürdürmeleriydi.
Marangoz Recep, acısız ve bir kuş gibi sessizce,
o bilinmeyene uçmayı ve yoksullara hep vaat edile
gelen o bolluklarla ve güzelliklerle bezenmiş
cennete konmayı düşleyerek tamamladı geçip giden
yaşamının son günlerini… Ağzından dökülen son
sözcükler şunlar oldu: “Tüm emeklerim,
yaptıklarım, hakkım sizlere helâl olsun benim canım
çocuklarım! Sizleri böyle başarılı ve mutlu gördüm
ya ben de çok ama çok mutluyum. Çok seviyorum
sizi canlarım benim! Sizin de yüreğinizdeki sevgi
çiçekleri hiç solmasın, yüzünüzdeki sevgi
gülümsemeleri hiç eksilmesin…”
Marangozhaneden bir pencere yapabilecek
kadar kereste, tutkal, menteşe, pencere kolu ve çivi
satın aldı; evine döndü. Saatlerce çalışarak standart
ölçüdeki pencereyi tamamladı. Ardından da
sırtlayıp ilerideki hazır kapı, pencere, dolap satılan
pazara vardı. Çarçabuk da sattı; parayı cebine
koyup yeniden marangozhanede aldı soluğu.
Yeniden kereste v.s. satın alıp evinin yolunu tuttu.
İşte böyle, günlerce, aylarca yalnızca çalıştı durdu.
Tabii öksürükleri, gece terlemeleri, iştahsızlığı,
halsizliği, kilo kaybı da giderek arttı. Beklentisi,
evlâtlarına başlangıç için yeterli parayı
kazanabilecek sağlıkta olabilmekti yalnızca.
EN
ERDEMLİSİ
Evinin bodrumunda, tezgâhının başında, tahta
sandalyesinde otururken daldığı düşlerden sıyrılan
Marangoz Recep: “Sizin için yaptığım her şey helâl
olsun evlâtlarım benim, sizleri öylesine seviyorum
ki; canımı bile feda ederim sizin yolunuza…” dedi
ve silkinerek ayağa kalktı; yeniden şevkle işe
koyuldu. Terleyerek, ayakları titreyerek,
öksürerek, bitkinleşerek aylarca çalıştı,
kazandıklarını ve bütün birikimlerini çıkarıp verdi
çocuklarına. Her ikisi de gözyaşlarıyla, minnet
duygularıyla sarılıp öpücüklere boğdular,
beklentilerini karşılayan özverili babalarını.
Mehmet KARABACAKLAR
Dünyanın en güzel
Üç sesi...
Kadın sesi,
Para sesi,
Su sesi...
Ama dersem ki
En erdemlisi
O da
Vicdanının sesi
Kısa sürede muayenehanesini açan Diş
Hekimi Bilge ile bürosunu açan Avukat Gürhan
muratlarına ermişler, kendi işyerlerinin sahibi
o l m u ş l a r, ç a l ı ş m a y a , p a r a k a z a n m a y a
-46-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İlla da Eğitim:
Eğitimde İçerik
Hüseyin YAŞAR*
[email protected]
Eğitimde en önemli bileşenlerden biri içeriktir.
İçerik müfredat, öğretmen ve veli söylemlerinden
oluşur. Bizdeki içerik tek ve yalın değildir. Niyet olarak
iki bölüme ayırabiliriz: Resmi ve örtülü(sinsi) içerik
olmak üzere.
Resmi içerik, büyük ölçüde bir çeşit konular
dizini olan müfredattan oluşur. Bu, doğruyu-yanlışı,
güzeli- çirkini ve iyiyi-kötüyü birbirinden ayıran
şaşmaz bir yol göstericidir. Bakanlığın üst katlarında,
okutulacak konular, bunların süresi ve büyüklüğü
''bilenler tarafından'' belirlenir. Bu belirlemede
öğretmen ve öğrencinin yeri yoktur. Hazırlanan ve
müfredat adı verilen bu paket '' yıllık plana'' göre,
öğretmenlerce öğrenciye aktarılır (tebliğ edilir).
Öğrenci de bu bilgileri kuşku duyup sorgulamaksızın
benimser(ezberler).
* Oysa, Köy Enstitülerinde olduğu gibi, her okul
müfredatını, kendi öğretmen kurullarınca, çevresel
gereksinimler göz önüne alınarak, hazırlayıp bakanlık
onayından geçirildikten sonra pekala uygulamaya
konulabilir.
Acaba resmi mevcut içerik, çocuk ve gençlerin
bilgi, beceri, tutum ve davranışlarına ne derece
yansımaktadır? Sorulması gereken soru budur.
Yansımadığı aşikârdır. Çünkü yansımadığını bu
soruyu sorabilen herkes kolayca görebilir.
Bu
noktada, ortaya resmi içeriğin dolduramadığı bir
boşluk çıkar; oluşan bu boşluk, saklı(örtülü) içerikle
doldurulur, tutum ve davranışlar bu örtülü içeriğe
göre şekillenir.
Mevcut içerikle ilgili yaygın eleştiri ise resmi
içeriğin tutum ve davranışlara ne
yansıyıp
yansımadığı değil, müfredatta akıl, estetik ve ahlaki
değerlere ne derece yer verildiğidir.
Örtülü içerik doğrudan bilinçaltına hitap eder.
Onun için daha etkili ve daha kalıcıdır. Bu içeriğin
sınavlar yoluyla ölçülmesi de olanaksızdır.
Örtülü içeriğin(sinsi, sessiz)
bize verdiği
mesajları şu şekilde sıralayabiliriz:
''Biz, öğreneceklerimizin miktarını bilemeyiz.
Ayrıca, bir bilgiyi ya da davranışı kendiliğimizden
öğrenemeyiz, ancak biri tarafından öğretilebiliriz.
Bizim görevimiz, verilen bilgileri olduğu gibi
bellemektir(kuşku yok).Verilen bilgiler mutlak
doğrular olduğu için doğruluğunu tahkik etmemize,
sorgulamamıza gerek yoktur
(tebliğ ve biat).''
Yaşar Kemal, öğretmen
anlatıyor, çocuklar ezberliyor. Bu köleleştirme
eğitimidir. Köle özgür insan yetiştirmez; kendine
benzeyeni yetiştirir, demektedir
Sorgulamasızlığın olduğu yerde bilim ve teknoloji
gelişmez.Birey olmaz.Kişisel ve ulusal gelir düşük
olur.Teknoloji ithal edilir.Dışalım dışsatımdan fazla
olur.Borç alınır.Borç alan emir almak ve ödün vermek
durumunda kalır.Teknolojik dil, dilimize egemen olur.
''Sınavlarda sorulanlara yanıt vermezsek,
başarısızlıkla cezalandırılırız. Merak edip ve
sorgulamadan / anlamadan bellemenin ise hiçbir
yaptırımı yoktur.
Dersler yalnız sınıf adı verilen beton kutularda
yapılabilir. Örneğin, doğal ortamda ders yapmak son
derce risklidir. Çünkü üşüyebilir, ıslanabilir,arı
sokabilir,çiçek tozları alerji yapabilir veya yolumuzu
kaybedebiliriz.Yaşam dediğin sorunsuz olmalı.Sorun
varsa bile sorunların bizleri yönetenlerce çözülmüş
olması gerekir. Örneğin,''kar tatilleri'' de yerinde bir
uygulamadır. Çünkü o da tehlikeler barındıran bir
olaydır. Büyükler bizleri düşündükleri için okullar tatil
ediliyor.'’
Doğanın doğasında yokluk yoktur. Toprak ile, su ile
ve gökyüzü ile bütünleşen insan, toplumun ve doğanın
beklediği ideal insan olur. Nitekim K.E.' de doğa ile
çocuk iç içe- bütünleşik değil miydi?
Köy Enst. çorak ve sapa yerlerde kurulurdu. Amaç,
çocuk ve gençleri daha çok sorunla tanıştırmak ve bu
sorunlara çözüm yolları aramaya yöneltmekti.
''Ayrıca, bizler güvenilecek kişiler değiliz.
Potansiyel suçlularız. Fırsatını bulduğumuz anda
çalarız.Böyle olmasaydı, sınavlar sırasında başımızda
gözetmen bulunur muydu?
Test sınavlarında, doğru yanıtı, verilen dört veya
beş seçenek içinden seçmek durumundayız. Verilenlerin
dışında başka bir yanıt düşünmemize gerek yoktur. Test
yöntemi sayesinde, soruların yanıtlarını güzel bir yazı
ile kompoze etmek gibi yorucu bir işe girişmekten de
kurtulmuş oluyoruz. Dünya bir bal çanağı, bize ise onu
kaşıklamak düşüyor'’
*Em. Coğ. Öğrt. (B.A.L.)
-47-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“F” KLAVYE
Ahmet M. EGEMEN
[email protected]
“ TÜRKÜ YİNE O TÜRKÜ, SAZLARDA TEL
DEĞİŞTİ…
müziği türüdür. “Kader ve alın yazısı “ anlamındadır.
Derin acıların, hüzünlerin, özlemin, nostaljinin,
aşkın ve özlemin ifade edildiği ,ajitasyon nitelikli bir
müzik tarzıdır. Bizdeki karşılığı “ ARABESK “
gibidir aynı. FADO'nun en bilinen ismi ve kraliçesi
olarakAMALİARODRİGUES tanınır.
YUMRUK YİNE O YUMRUK, BİR VARSA
VURAN EL DEĞİŞTİ! ”
NEYZEN TEVFİK
FİESTA; eğlence ve festivalleri kapsar. Her
şehrin ve kasabanın kendi festivali vardır. Her kent
için bir festival oluşturulmuştur. Haziran ayının
festivalleri ise çok popülarite kazanmıştır. Geçmişte
Romalılar, Portekiz'i Şarap ve Eğlence Tanrısı
BAKÜS ile özdeş tutarlarmış.
Bir görüşe göre; Portekiz'in faşist diktatörü
insanı
SALAZAR: “ Bana on binlerce
uyutabileceğim bir beşik yapın…” diyerek, Lizbon
Stadyumu'nu yaptırmış ve sonraları da: “Futbol
olmasaydı, bu ülkeyi yarım saat bile idare
edemezdim !…” söylemiyle, kırk yıl kadar
sürdürdüğü diktasının gerçek dayanak noktasını
belirtmiştir.
FUTBOLda ise ; Portekiz Diktatörü Salazar'ın
söylediği gibi İspanyol Diktacı Franco 'nun da ;
“Bana yüz bin kişilik bir uyku tulumu yapın !..”
emrinden sonra, Real Madrid takımı için
SANTİAGO BERNABEU STADYUMU inşa
edilmiştir.
Başka bir görüşe göre ise; Portekiz Diktatörü
SALAZAR'ın, halkı daha kolay ve tepki çekmeden
yönetebilmek için uyguladığı “ ÜÇ F “ yöntemi ve
kurallarını, çağdaşı olan İspanya'nın faşist
diktatörü FRANCO ile ilişkilendirenler de
çoğunluktadır. Hatta bu yöntem, ona daha çok
yakıştırılmıştır.
Geçirdiği Difteri hastalığı sonucunda, üç
yaşında iken görme yeteneğini yitiren RODRİGO
kendisi İspanyol gitarını çok iyi çalamadığı halde,
bestelerini eşine seslendirtmiş ve baskılara, diktaya,
faşizme karşı dünyaca ünlü “GİTAR KONÇERTOSU
“ (CONCİERTO DE ARANJUEZ)
ile tepkisini
gösterebilmiştir.
İspanyol besteci ünlü
RODRİGO'nun “ GİTAR KONÇERTOSU “ ;
İspanya iç savaşı üzerine yazılmış, faşist diktatör
Franco'nun halk üzerinde acımasızca estirdiği
terörün yarattığı yıkımı, acıya ve faşizme karşı
direnen devrimciler ile milislerin coşkusunu anlatır.
İster Portekiz, ister İspanya olsun ne fark eder
ki? İster SALAZAR, ister FRANCO ne değişir?.. “
AYVAZ KASAP, HEP BİR HESAP !..”
NEYZEN TEVFİK'in dediği gibi “Türkü yine
o türkü, sadece sazlarda tel değişmiş… Yumruk
yine o yumruk, bir varsa vuran el değişmiş…”
Çünkü Salazar ya da Franco'nun uyguladıkları
yöntem ve kurallar ile kullandıkları klavye (!)
aynıdır. “ Sadece sazlardaki telleri (!)
değiştirmişler, yine aynı türküyü (!) söyleyip, “F”
KLAVYE'yi (!) kullanarak, yine O YUMRUĞU
(!) vurmuşlardır…”
PİCASSO'nun “ GUERNİCA “adlı tablosu ise, o
yıllarda Franco'nun yandaşı Almanya'dan yardım
istemesi üzerine, Alman uçaklarının ” Guernica
şehrini ” bombalamasıyla binlerce insanın katliama
uğramasını simgeler… Franco'nun, bu tablodan
haberi olduğunda görür-görmez ; “Kim yaptı bu
tabloyu ?..” sorusu üzerine PİCASSO, tarihe geçen o
ünlü sözüyle yanıt vermiştir: “SEN YAPTIN !..”
Böylece, PİCASSO “GUERNİCA” tablosunun
“ ÜÇ F ” yönteminin açılımı ; FADO ,
FİESTA ve FUTBOL 'dur.
FADO (Sadness Songs) ; 19. yüzyıldan bu
yana, günümüze kadar uzanan bir Portekiz halk
-48-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
yapılmasındaki duygunun kaynağını, bizzat
diktatörün yüzüne söyleyebilmiştir.
KİMSE KALMAMIŞTI…”
Ayrıca PİCASSO'nun GUERNİCA tablosu ,
RODRİGO'nun GİTAR KONÇERTOSU, Sinoplu
Filozof DİYOJEN'nin Büyük İskender'e meydan
okuması gibi “NAMUSLULARIN da CESURCA”
“KRAL ÇIPLAK !..” diyebildikleri sürece “ F”
KLAVYECİLERİN sonu hüsran olacaktır.
Görülüyor ki , bir ülkede RODRİGO ve
PİCASSO'ların yetişebilmesi; aydınları, bilim
adamları ve sanatçılarının nitelikleriyle ilgili olup ,
o ülkede “…KRAL ÇIPLAK !..” diyebilenlerin ve
“ NAMUSLULAR'ın da CESUR “ olabilmeleri
ile doğrudan ilgilidir…Tarihte, bunun birçok
örnekleri vardır : Sinoplu Diogenes'in, Büyük
İskender'e: “Gölge etme, başka ihsan istemem…”
sözünden tutun da, Alman papaz Martin
Niemöller'in özeleştiri ve keşkeler ile dopdolu
şiirsel duygularına kadar. …Tüm zamanların en
ünlü Holokost şiiri, " İLK ONLAR YAHUDİLER
İÇİN GELDİ " Alman İlahiyatçı MARTİN
NİEMÖLLER tarafından yazılmıştır. Martin
Niemöller tarafından yazılan Holokost Müzesinin
en ünlü bu şiiri, müzenin yayıncı ve editörü
Michael R. Burch, tarafından düzenlenmiştir.
Lutheran Kilisesi'nde papaz ve ilahiyatçı olan
Martin Niemöller 1892 yılında doğmuş, bir
zamanlar Hitler'in politikalarının destekçisi olmuş,
daha sonra karşı gelmiş ve bunun sonucu
tutuklanmıştır. Sachsenhausen ile Dachau toplama
kamplarında 1938-1945 yılları arasında tutuklu
kalmış ve 1945 yılında Müttefikler tarafından
serbest bırakılmıştır. Martin Niemöller, bundan
sonraki yaşamında bir papaz, pasifist ve savaş
karşıtı aktivist olarak Almanya'da kariyerine
devam etmiştir…” Dergimizde daha önce de sözü
edilen Martin Niemöller'in bu şiirini günümüz için
bir kez daha okumakta yarar var:
DİLEKLERİM
Müjgan Tutan KATLAN
Martıların son çırpınışları yerleşti gözlerime
Hüzün bulutları kümeleşmiş
Bakışlarımın derinliğinde
Ah ulan aşk bir çırpınışta uçup gitsen
Bensizliğe…
Kumsalda dolaşan çocuk yerleşse gözlerime
Umursamadan yaşayabileceğim bir yer söyle
İki yakası düğmelenmesin elimde elimdeki hayatın
“ ONLAR, İLK OLARAK YAHUDİLER
İÇİN GELDİ, BEN SESİMİ ÇIKARMADIM.
Çünkü, ben bir Yahudi değildim…
İçimdeki tutsak martıların çığlıkları
Daha sonra onlar, komünistler için geldiler,
Ben yine SESİMİ ÇIKARMADIM.
Gökyüzümü karartmasın
Ellerim hüzün yerine papatyalar toplasın
Çünkü, ben bir komünist değildim…
Daha sonra onlar, sendika işçileri için
geldiler, Ben yine SESİMİ ÇIKARMADIM.
Çünkü, ben bir sendika işçisi değildim…
Gamzem gülsün, gözlerim gülsün
Bu kasvetli hayat artık son bulsun…
Sonra, BENİM İÇİN GELDİLER,
Ve, BENİM İÇİN SESİNİ ÇIKARACAK
-49-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Öykü
UTANÇ
Çetin TARI
[email protected]
şehirlerde ödül geceleri, velhasıl zamanın nasıl
geçtiğini anlamak ya da onu kontrol edebilmek
gerçekten zordu. Söyle bana böyle talihli biri neden
getirsin ki ölümü aklına?
‘'Sırrımın ne olduğunu mu soruyorsun?
Karşılığında şu telefonu uzatmanı istesem? Yapmazsın
değil mi? İşte tam olarak bununla ilgiliydi sırrım; ikna
etmek…'’
Çözemeyeceğim hiç bir sorun olamaz inan bana,
hele ki söz konusu olan insan ilişkileri ya da iletişim ise.
İşte budur diğerlerinden farkım. Her seminerimde, tüm
ayrıntıları ile binlerce kere tekrarlanır; empati, hoş
görü, dönüt, duygusal zeka, beden dili…
Tek sorun ki aslında sen gelene kadar bunun bir
sorun olduğunu dahi fark edememişim; taşındığım ilk
gündü belki de, ya da yanlış hamlelerimle kaderi
sürüklediğim, bu sabah…
“Neredeyse görmek üzereyim seni. Bulunduğun
yer serabın havayı bükmesi gibi yoğunlaşmaya
başladı. Zaman az belli ki, ama gitmeden önce
bitirmeme izin ver…'’
Apartmanın aşırı titiz, yalnız ve mutsuz Rum
sahibesi bir türlü hazzetmedi benden. Evimde
geçirdiğim nadir zamanlardaki en ufak gürültü,
müziğin yüksek titreşimi ya da ana yadigârı kösele
tabanlı terliklerim bile stres konusu oldu, önce onun ve
sonra sayesinde benim için.
Ufacık sorunlar için kapıma dayanmaktan
çekinmediği boğucu iletişimimiz, evin hayallerime
olan yakınlığı dolayısıyla onu alttan almalarım ve her
defasında daha çok zorlandığım 'özürlerimle yolcu
etmem' şeklinde sonuçlanıyor fakat asla düzene
giremiyordu.
Benim gibi hayatın kontrolü konusunda eğitimli
biri için dahi çözülemez bir durum ise kim bilir diğer
kiracılara nasıl eziyetler ediyordu?
Ve onu izlemeye başladım… Kimi kiracıyı yan
bahçedeki kedileri beslediği için haşlıyor, kiminin
kapıya fazla yakın olan arabasını polise şikâyet ediyor
ya da gizlice çiziyor ve diğer herkesi de aslında makul
sayılabilecek bir saatte arkadaşlarıyla merdivenlerde
biraz takırtı yaptıkları için kibar aksanıyla yerin dibine
geçiriyordu.
Ha, bir de sürekli söyleniyordu ki uzun bir süre
“Mutlu sonlar bitmemiş hikâyelerdir…”
Düzenli ve zevkli döşenmiş bir salon; maun
kaplama antika bir çalışma masası; ünlü tasarımcılara
ait mobilyalar ve uzanamadığım, hemen bir adım
ötemde duran telefonum…
Böyle bir şeymiş demek olan; kaderin kontrolü
kaosa geçtiği anda vuku bulan bir muhasebe anı…
Varlığını ya da sesini duyumsayabildiğin ama
gerçekliğinden emin olamadığın bir ziyaretçi ile baş
başa kalmak…
Henüz birkaç hafta oldu İstanbul'a gelişim ve
dünyanın en güzel caddesi İstiklal'e yakın olsun diye,
İnönü Caddesi'nde tuttuğum bu melek oymalarıyla
göz kamaştıran apartmana taşınmam.
“Tedirgin edici sabrın ve çıldırtan sessizliğinden
kurtulabilmek için anlatacağım, dinle…'’
Başarılıydım evet, hem de öyle böyle değil; her
yazdığım liste başı oluyor; gazetedeki köşeme her gün
binlerce mektup geliyor ve ben, tüm o seminer ve acil
toplantılar arasında adeta bir pop yıldızı muamelesi
görüyordum.
‘'Ey tarihten de yaşlı dostum, senin anlayacağın;
yaşam pınarının en taze soluğundan nasiplenen,
kısaca Allah'ın 'yürü ya kulum' dediklerindendim
ben...'’
Bu öyle kolay bir şey değildir elbet, inan bana.
Tembeller buna talih der, ama alın teridir düpedüz;
onların yapmaktan imtina ettikleri ne varsa başarı
uğrunda, tırnaklarımla kazıyarak çizmiştim bu günün
resmini. Her gün saat dörtte uyanmış, çalışmış,
okumuş, araştırmış ve en önemlisi de; inanmıştım…
“Neye mi?'’
Bu kez duyuyorum sesini eğer bir hayal
değilsen?
"İnandığım, bugünün asla gelmeyeceği idi…''
Ölüm korkuma ve hatta zayıf inancıma en iyi
ilaçtı kişisel gelişim furyası. Herkese akıl
verebiliyordum ve elbet huşu ile dinleniyordu
sözlerim. Zeki olduğumu düşünüyordu herkes; belki
de gerçekten öyleydim…
İşin aslı beni almaya geldiğin bu daireye bile
uğramak mucize oluyordu çoğu zaman. Zira kitap
imza günleri, üniversitelere davetler, başka ülke ve
-50-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
internetten biraz araştırma yaptıktan sonra stratejimi
belirlemiştim ve bu sabah merdivenlerde
karşılaştığımızda olabilecek en etkileyici tavrımla
konuşmaya başladım.
‘'…Velhasıl insanlara kötü davranıyorsunuz
sevgili ev sahibem ve onlar, ola ki bunu hak ediyor
olsalar dahi; inancınız müsaade ediyor mu ettiğiniz bu
zulme? Cemaatinizdekiler bunu duyacak olsalar…
Hem, Kutsal kitabınız 'Tanrı sevgidir.' dememiş
midir?'’
‘'Ve sözlerin ağlattı onu...'’
Ağlamaya başladı evet, hem de hıçkıra hıçkıra ve
sağalttı tüm zehrini, yani öyle olmalıydı.
‘'Tüm kiracılarım sizin gibi mi düşünüyorlar
sevgili beyefendiciğim?'' dedi, ''…yani çekilmez ve
belki de inançsız bir ihtiyar olduğumu?'’
Yine başarmıştım. Yumuşak karnını keşfetmiş ve
derinlerde bir yerde kaybolmuş iyi insanı ellerinden
tutup yüzeye çekivermiştim. Hüzünle gözlerimin içine
baktıktan sonra düşünceler içinde ve ilk kez, hem de
sevgiyle gülümseyerek bana, dairesine çıktı.
‘'Ve bu akşam apartmandaki tüm kiracılarına
kek yaptı, sizinle barışmak için…'’
Evet, bu zaferimin kesin ispatı idi. Sorunu
belirlemiş ve her zaman olduğu gibi mantık oyunları ile
rakibimi yerle bir etmiştim. Bam! İşte bu kadar basit...
‘'İnandığı ilahi gücün önünde, utandırdın
onu…'’
Ama apartmandaki sessizlik ve sonrasındaki
mutlu fısıltılar? Başarmıştım evet, derinlerinde yaralı
bir insandı sonuçta ve ona ulaşabilmiştim. Gözyaşları
bir teşekkür ifadesi olmalıydı.
Ve sıklaşan öksürüklerim içinde ağzımdan sızan
kan, duyularımı darmadağın eden bilinçaltım ya da
gerçek ziyaretçimin görüntüsünü yansıtıyor artık…
''Ona kavuşmak üzere kendi doğruları ile
yaşayan yalnız bir kadının tek dayanağını elinden
aldın sen…
Ve şüphesiz sağlıklı bir insan bile değildi belki de
formüllerinle çözmeye çalıştığın…'' ''Mutlu sonlar
b i t m e m i ş h i k â y e l e r d i r, d e m i ş t i n b e n i
karşıladığında…''
'' Bilinci açık ama tüm vücudu felç ve kan kusar
bir halde olduğuna göre
haklı olduğun ortada...'’
“Durum şu ki; zehirledi seni ve senin yüzünden
tüm kiracılarını da…'’
‘'Artık bitti... Bu, hikâyenin asıl sonudur…''
buna maruz kalınca, kelimeler beyninden
uzaklaştıramadığın kan emici sivrisineklere
dönüşüyordu…
Hatanı acımasızca yüzünüze vurması bir yana en
yaralayıcı kısmı da buydu galiba. Kapıyı kapadıktan
sonra kulağını dayayıp, giderken neler saydırıyor diye
duymaya çalışmak. Durum tahminimden de fazla
yıpratıcı olmaya başlamıştı…
‘'Senin gibi bir adam ihtiyar bir kadını yola
getiremedi öyle mi? Hiç güleceğim yoktu
doğrusu…'’
''Senin asla gülmediğini okumuştum bir yerlerde
ve sesini daha ürkütücü diye tahmin ediyordum.
Tabii tüm bunlar, yetilerini yitirmekte olan beyin
zarımın aldatıcı oyunları da olabilir. Yine de sözümü
kesmemeni rica edeceğim senden, zamanım
azalmakta…'’
Tabi ki başa çıkabilirdim onunla, pek çok
donanımım ve insan kavramını çözebilecek stratejim
vardı şüphesiz. Sonuçta bu haksızlıklarla dolu
dünyada bir başına kalmış zavallı bir ihtiyardı o ve
görebildiğim kadarıyla hiçbir ziyaretçisi de
olmuyordu. Çözüm basitti; sorunu tam olarak belirle,
derin bir empati kur ve zayıf noktasını bulduğunda…
‘'Ve sen, zayıf noktasının 'inancı' olduğunu
keşfettin?'’
Evet, fazlasıyla inançlı biriydi ve stratejimi bu
temel üzerine kurmak üzere onu takibe başladım.
İstisnasız olarak her sabah ve her akşam aynı
saatlerde, şu Katip Çelebi Mahallesi'ndeki kiliseye
gidiyordu...
Sonuçta hangi semavi dine inanırsa inansın,
inanmak vicdan belirtisi değil midir? Yani, dinlerine
dair doğru nüanslar kalplerine giden paslı kapıyı
açmaya muktedir olamaz mı?
Dün cemaatinin dini lideriyle bir randevu
ayarladım ve laf arasında konuyu ona getirdim. Adam
bizimkini öve öve bitiremedi, inanılmazdı? Doğru
kişiden bahsettiği konusunda bir an şüpheye düştüm
ama bu apartmanı tarif etti. Ev sahibimin kanatsız bir
melek olduğundan ve ne kadar şanslı olduğumdan
bahsetti tüm sohbet boyunca…
‘'Ve bu sabah ihtiyarla konuştun…'’
‘'İyice belirginleştin. Hissedebiliyorum kafamı
çeviremesem de? Yani işini bitirmen yakındır.
Apartmanda hiç ses olmadığını fark ettin mi? Neyse,
son bir şans tanı bana ve anlatacaklarımdan geriye
kalan bir öykü kadar kısa zaten: dinle…'’
Ortodoks Rumlar ile ilgili tanıdık dostlar ve
-51-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Gezi İzlenimleri
BATI TRAKYA GEZİSİ
(2.Bölüm)
Osman ÖĞE
“On altı kişiydik, on altımız da aynı amaçla,
aynı yerleri görmeye gidiyorduk. Rüyalarımızı
süslüyor, atalarımızın anlattıklarını bir an önce
görme isteklerimizin en nihayet gerçekleşecek
olması, heyecanımızı daha da arttırıyordu.” diye
başlayan O. Öge'nin yazısının devamını
sunuyoruz.
çok yüksek ve sarmaşıklarla kaplı. Her ne kadar
etrafında yollar da olsa apartmanların arasında
sıkışmış bir durumda…
Akşam yemeği için Selanik meydanının
yakınında içkili bir gazinoya gittik. Bir
sundurmanın etrafını naylonla kapatmışlar. İçeride
canlı müzik, çok kalabalık, sigara da serbest olunca
insan bunalıyor. Pazarlık yapıldı, içki hariç 11
eura'ya anlaştık. İçki içenler ekstradan para verdiler.
Bir ara canlı müzik çalanlar Türkçe şarkı söylemeye
başladı. Hoşumuza gitti, bizim masada onlara eşlik
etti. Yanımda oturan Yunanlı gence, sen de el çırp
dedim. O da el çırpmaya başladı. Onun karşısında
oturan ona işaretle bir şeyler yaptı, o da bizi
göstererek Türkler dedi. Öteki şöyle kaşlarını çattı,
el çırpan da çırpmaz oldu. Kendi kendime 20-25
yaşlarındaki durumum olsa burada olay çıkarırdım
dedim. Çünkü benim o yaşlarımda Kıbrıs olayları
falan vardı. Müthiş bir Rum düşmanlığı
taşıyordum. Neyse yemeğimizi yedik. Birkaç kişi
dışında devam ettik. Selanik meydanına oturduk,
birbirimizle şakalaşarak vakit geçiriyorduk.
Rehberimiz otele gitti.
……….
SELANİK: Didim'de kime sorsanız
“Atalarımız Selanik'ten gelmiş.” derler. Herkes de
çok merak eder bu şehri. Çok büyük bir şehir.
Büyük binalarıyla adeta bunalmış gibi. Caddelerin
iki tarafında bu büyük apartmanlar şehri adeta kale
surları gibi kuşatmışlar. Atamızın evi; köşe
başında bahçeli bir evmiş. Bahçesinin köşesine
Türk Konsolosluğu binası yapılmış. Dolayısıyla
bahçe küçülmüş. Cadde tarafına bakan kısmı
cumbalı çıkıntılı bir bina, bodrumuyla beraber üç
katlı. Birinci katta mutfak, salon ve yatak odası,
ikinci katta bir yatak odası ve çalışma odası var.
Bodrumda bir giriş odası ve fotoğraflar var.
Atatürk askeri okullara gidinceye kadar burada
oturmuş. Bahçeye bakan kısımdan merdivenle
birinci kata çıkıyor. Merdiven sahanlığında
fotoğraflar çekildik. Bakımlı bir bahçe ve
kamelyası vardı. Dikkatimi çeken bahçe duvarları
Biz arkadaşları bekledik, gelmeyince
çağırmaya gittim. İçerideki dumandan birbirimizi
göremeyecek duruma gelmiştik. Arkadaşların keyfi
yerindeydi, ama içkili alemlerin sonunu iyi
bildiğim için oradan salimen otele götürdüm.
Ertesi gün Osmanlı'dan kalan kale surları,
Beyaz Kule, Aya Dimitri Kilisesi, Kordon,
İskender'in heykelini gördük ve Edere, Yanıtsa
üzerinden Florina'ya geldik.
Ortasından bir ırmak akıyor, iki tarafta ikişer
katlı güzel evler var. Zengin evleriymiş. Irmağın
kenarında yıkılmaya yüz tutmuş boş çöp dolu bir ev.
Rehberimiz bu ev Necati Cumalı'nın evi dedi.
Üzülerek eve baktım. Bu evi tamir etmenin bir yolu
yok mu diye düşündüm. Acaba resmi
makamlarımız bu evi tamir ettiremez mi? Çok ayıp
oluyor o kadar güzel evin arasında böyle yıkılmaya
Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev
-52-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
yüz tutmuş bir Türk evi.
bekledim. Eğer sen evlendiysen bu mektubu oku ve
yok et. Evlenmediysen seni seven bir kalbin
olduğunu bilmeni isterim.” Bu mektubun Atatürk'e
cumhurbaşkanı olduğu zaman geldiğini ve özel
eşyalarının arasından çıktığını ve şimdi Genel
Kurmay Başkanlığı'nda olduğunu rehberimiz
NafiyeAysun söyledi.
Bu arada Musa Kamacı'nın telefonu çaldı.
Çünkü Türkiye'yle konuşamıyorduk. Çocukları
telefonu milletlerarası bağlantılara açmışlar.
Konuşmalarının sonunda İbrahim Dayı'ya
söyleyin, atı doğurdu dediler. İbrahim dayı haberi
duyunca çok sevindi. Dişi mi erkek mi diye sordu.
Dişiymiş hep beraber sevindik.
Şirok caddesinde o güzel evlerin aralarında
geziyoruz. O evlerde yaşayan paşaları ve zenginleri
düşünüyorum. Bu güzel evleri ve çok muhteşem bir
bina olan ordu evini maalesef Osmanlılar burada
bırakmışlar. Tito'ya teşekkür ediyorum hiç olmazsa
atalarımızın yaptığı bu binaları yıkmamışlar.
Florina'dan ayrılıp Nike sınır kapısına
varıyoruz. Makedonya sınır işlemlerimizden
sonra Manastır'a geliyoruz. Manastır düz bir
zeminde kurulmuş, otelimize yerleşiyoruz.
Otelimiz Eleni'nin evinin karşısında. Eleni
Mustafa Kemal'in lisede okurken aşık olduğu
gayri müslim bir kız. Askeri lisenin önünden
başlayan ve Eleni'nin evinin önünden geçen Şırok
Caddesi var. Bu caddenin iki yönünde çok güzel
binalar var. Her bina bir mimarlık şaheseri.
Makedonlar bu evlere hiç dokunmamışlar. Bu
binaların arkalarında TİTO zamanında yapılmış
yüksek apartmanlar var. Eleni'nin evi de bu
binalardan biri. Şirok caddesinde köşe başında bir
ev. Mustafa Kemal okuldan çıktığında Şirok
caddesinden arkadaşlarıyla yürürken Eleni ile göz
göze geliyor ve ikisi de birbirlerini seviyorlar.
Musataf kemal belli saatlerde oradan geçerken
Eleni de balkona çıkıyor ve bakışıyorlar. Mustafa
Kemal o aileyi tanıyan bir arkadaşının vasıtasıyla
eve girip o aile ile tanışıyor. Eleni ailesinden
istiyor. Gerek Eleni'nin ailesi gerekse Mustafa
Kemal'in ailesi bu evliliğe karşı çıkıyor. Musataf
Kemal Eleni'yi kaçırıp büyük amcasının çiftliğine
götürüyor. Eleni'nin babası nüfuslu bir adammış.
Adamları ile çiftliği basıyor ve Eleni'yi oradan alıp
eve hapsediyor. Bu olayı Eleni'nin yıllar yıllar
sonra Mustafa Kemal'e yazdığı mektuptan
anlıyoruz. Mektubun bir kopyası askeri lisenin
Mustafa Kemal'e ayrılmış ve müze yapılmış bir
bölümünün duvarında asılı. Rehberimizin onların
dilini iyi bilmesi o mektubu tercüme etmesi ilgi
çekiciydi. Mektupta Mustafa Kemal'e şöyle diyor:
“O geceden sonra babam beni bir ay odaya
hapsetti ve beni sevmediğim biriyle
evlendirecekti. Ben o kişiye açık açık kendisini
sevmeyeceğimi, benim ruhum başkasına ait sen
bir cesetle evlenmek istiyor musun dedim. Adam
beni anlayışla karşıladı ve evlenmedik. Bir yıl
sonra babam öldü. Ben hayatım boyunca seni
Yunanistan'daki köyümüzün durumunu
düşündükçe Tito'yu takdir ediyorum. Ordu evini
yine aynı amaçlar için kullanmışlar. Buradaki
askeri kışlalarda 25000 asker eğitiliyormuş.
Yürüyüşümüze devamla türkülere konu olan
Havuz'u görüyoruz. İshakiye Camisi'nin önünde
bakımsız, suyu olmayan bir havuz. Caminin etrafı
pek temiz değil ve de kilitliydi. Dikkatimizi çeken
etraftaki dilenciler, aralarında Türkçe konuşanlar da
vardı. Saat kulesini, bedesteni geziyoruz. Aynı
Tire'deki bedesten gibi yuvarlak tavanlı.
Otelden ayrılıp Resne yolu ile OHRİ'ye
geliyoruz. Yolda çok güzel meyve bahçeleri,
köylüler yol kenarlarına satmak için kasalarla elma
çıkarmışlar. Kasalarla elma aldık. Çok güzel pembe
renkli hafifi mayhoş elmalar. Yola devamla
gitmemizden midir bilmem oraları belki de
İzmir'den daha iyi biliyorum.
Bizi bir kafeye götürdü, eşyalarımızı oraya
koyduk ve birer kahve içtik soluklandık. Hafiften
yağmur çiselemeye başladı. Çarşı gerisine ve de
sedef ile süslenmiş takılar alındı. Şemsiyesi
olmayanlar şemsiye aldı. Fiyatlar İzmir'deki gibi
dediler, 2 euro kadar şemsiye fiyatı. Düştük
rehberimizin peşine, ne mümkün yetişmek
maşallah dinç bir sporcu gibi gidiyor. Osmanlı
evleri restore edilmiş, pek de güzel olmuş, hiç
yabancılık çekmeden Safranbolu'da gibi geziyoruz.
Sokaklar çok sakin, pencerenin birinden hoş
geldiniz diye yaşlı bir hanım seslendi. Hep beraber,
hoşbulduk diye seslendik ve çok duygulandık. Bu
kadar uzak yabancı bir yerde kendi dilimizle bize
hitap edilmesi hoşumuza gitti. Neziye Türkiye'den
getirdiği yemenileri o kadına verdi. Devamla
-53-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
altında yollar olan evler gördük, bu yollardan
geçtik, antik tiyatroyu gördük. Türkiye'de en ufak
eski yerleşim yerlerinde olan tipten. Ve
yürüyüşümüze devamla kaleye çıktık. Orjinal
olmasa da orjinale yakın bir kapı hala sağlamdı.
Yine kapıya yakın, Elveda Rumeli dizisindeki
hükümet konağını Pazar olduğu için, içine
giremeden etrafında gezindik. Osmanlı
zamanında kız okulu olarak yapılmış ve
kullanılmış. Kalenin içinde kalanlar bizdeki gibi
elde yapılmış takılar satıyorlardı. Alanlar oldu.
Yine aşağıya kafeye geldik. Biz çay, kahve içerken
rehberimiz Nafiye Hanım bir tekne ayarladı ve
tekne gezisi yapmak isteyenler iskeleye geçsin
dedi. Yağmur hafiften çiseliyor, bulutlar gölün
üzerine çökmüş karşı dağların eteklerinden sanki
kazan kaynıyormuşçasına buharlar yükseliyor,
Otri Gölü'nden akan nehrin kaynağı olsa gerek.
Çünkü dünyada gölden çıkan tek nehir bu
nehirmiş. Bazı arkadaşlar yat gezisine katılmak
istemedi. Biz de biz katılıyoruz. Eğer yat batarsa
siz burada ne yapacaksınız. Batarsak hep beraber
batarız dedik ve onlar da geldi.Adam başı 5 euroya
pazarlık edilmiş. 30 kişilik tekneye 17 kişi bindik.
Bulutların arasında geziniyormuş gibi gölün
üzerinde gezmeye başladık. Kaptanımız hareketli
Makedon müziği olabilir kaset koydu. Hepimiz
coştuk oynamaya başladık. Bu coşku gezi
bitinceye kadar sürdü. O müziğin CD'sini hepimiz
aldık. Çektiğimiz fotoğrafların DVD'sine fon
müziği yaptık. Tekneden gölün kenarındaki
muhteşem otelimize geliyoruz. Otel bakımda
olduğu için pek müşteri yok gibiydi. Manzara
mükemmel TİTO bile evi olduğu halde Ohri'ye
geldiği zaman bu otelde kalıyormuş.
Yemeklerdeki etlerden şüphe ettik. Nafiye Hanım,
otelin sahibi Müslüman olduğu için hiç
şüphelenmeyin dedi ve gönül rahatladığı ile yiyin
dedi. Çok lezzetli yemekleri yedik. Dsabah
kahvaltımızdan sonra Ohri Nehri'nin gölden
çıktığı ve şelalaeri yaparak aktığı yeri gördük.
Bizdeki Manavgat Şelalesi'ni hatırlatıyor. Nehrin
iki kenarında gezinti yerleri var, aktığı yatak
betonlarla kaplanmış ve üzerinde aralıklarla
köprüler yapılmış. Gezinti yolu üzerinde ağaçlar
çok güzel manzara oluşturmuş. Hayranlıkla etrafı
seyrederken Manastır yoluyla Niki sınır kapısına
geldik. İşlemlerden sonra Yunanistan'a girdik.
Yolumuzun iki yanı çiçek açmış kiraz ve erik
ağaçlarıyla sanki özel olarak donatılmış. Bu güzel
manzaralar arasında neşe ile yolumuza devam
ederken Nafiye Hanım'dan bir anons “size bir
sürprizim var” dedi ve arabanın yönü değişti.
Vodina'ya geldik. Vodina, sulak yer demekmiş.
Vodi, su imiş. Hakikaten her taraftan su fışkırıyor.
Kademe kademe parklar ve bu parklar arasındaki
şelaleler düştüğü yerlerde köpükler oluşturuyor.
Etrafta ulu ağaçlar, ağaçlarda yeşil sarmaşıklar
sanki doğayı yeşile ve yeşilin tonlarıyla boyamış
gibi. Etrafa şaşkın ve hayretler içinde bakınıyoruz.
Şelaleler o kadar sesler çıkartıyor ki, oradaki evler,
her çıkan seslerden rahatsız olmuyor mu diye
düşündüm. Ama şu da aklıma geldi “kulağa en hoş
gelen sesler su sesi, pınar sesi, kadın sesi”.
Fotoğraflar çekildi, derin nefeslerle
ciğerlerimizi oksijenle doldurarak buradan ayrıldık.
Yine geldiğimiz yerden geri dönüşümüz sürüyor,
otobandan Devekıran, İsirli köylerimize hasret ve
şaşkınlıkla bakarak ilerliyoruz. Yeşillikler
arasındaki mezarlarında yatan dede ve ninelerimize
rahmet dileyerek dualar okuyarak ve de en kısa
zamanda tekrar gelmek umuduyla uzaklaştık.
Akşam saat on sularında Kavala'ya geldik,
otelimize yerleştik. Todor'un lokantasına gittik.
Israrla kuru fasulye istedik, ama orası soğuk yemek
ve ızgara yeriydi, biz yine balık ve piyaz olarak da
olsa kuru fasulye yedik ve arkadaşlar aralarında içki
içenler oldu. Kuru fasulye iri taneliydi, bakla tanesi
kadardı, lezzetliydi. Yemekten sonra Kavala
sahilinde yürüyüş yaptık. Ertesi gün Kavala'nın
tütün mağazaları ve tütün fabrikasının olduğu
bölümleri gezdik. O binaların önünde durdum ve
gözlerimi kapadım. O binaların önünde telaşla
konuşan köylüleri ve kimisi kız kimizis erkek
gençler sevinçle dolaşıp duruyorlar. Katırlarını ve
eşeklerini şu meydana bağlamışlar. Dartamakları
boyunlarında, kara çizgili dolamalarının
yakasından ve sakalından terler aka aka
dolaşmalarını görür gibiyim. Senede bir defa
hanelerine tütün parası giren bu adamlar, oğlu veya
kızını evlendirmek için ancak bu mevsime umut
bağlayan insanları düşünüyorum. Arkadaşların
uyarısıyla kendime geldim. “Osman Bey haydi”
diyordu Nafiye Hanım gezilecek başka yerler var.
Bir büyük tütün mağazası dış yapısı korunmuş.
Etrafta çeşitli alışveriş dükkanları var.
Ayakkabıcısından sarrafına kadar. Yine aynı
-54-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
duygularla etrafa bakıyorum. “Ula Osman ne
alcan şurda o var alcasan bak, ben gitçem çabuk
ol” gibi sözleri duyar gibiyim.
1961'den 2009 yılına kadar, 48 yıl çalışmış. Onlar
da yıl değil, yaş önemliymiş.
Türk oranı rehberimizin dediğine göre % 60
Türk, % 40 Yunanlıymış. Şimdi tam tersi olmuş,
%60 Yunan, %40 Türk kalmış. Vedalaşıyoruz.
Arabamızdan inmeden de İpsala kapısına
geliyoruz. Alışveriş için markete giriyoruz.
Malborra ve viski gibi mallar indirimde imiş,
arkadaşlar aldılar.
Şaşkın ördekler gibi dolaşıyoruz. Sevineyim
mi? Dedemin gezdiği, yaşadığı, üzüldüğü,
sevindiği yerleri gördüğüm için, üzüleyim mi?
Böyle güzel yerlerde 420 yıl yaşadıktan sonra
kahrolası politikacıların emelleri yüzünden terk
ettikleri yerleri gördüğüm için. İki devletin
insanları arasında hiçbir husumet yok. Sanki daha
dün burada yaşamışız hep birlikte neşe ve
hüzünden duygulanmışız, anane ve
geleneklerimize saygılı olmuşuz, ama sonunda
olanlar olmuş...
Gerekli işlemlerden sonra gümrükten
çıkıyoruz. Yine geldiğimiz yoldan Çanakkale'ye
geliyoruz. Çok yorgun ve geç olduğu için bir gece
de burada kalalım dedik ve kaldık.
Sabah yine kahvaltıdan sonra nazar değmesin
yine o bütün enerjik haliyle Nafiye Hanım bizi
peşine takarak Çanakkale'yi gezdirmeye başladı.
Kavala'dan ayrılıyoruz bu düşüncelerle.
Yolumuza devamla İskeçe'ye varıyoruz. Yine tipik
bir Anadolu kasabası. Şimdi il olmuş. Burada
yaşayan Türklerin oranı çok düşmüş. Otobüsten
inmeden dolaşıyorum. Kentin arkasında saat
kulesi var. Yunanlılar kalenin üstüne haç koyacak
olmuşlar, İskeçe Müslümanları direnmiş ve haç
koydurmamışlar. İskeçe'den sonra Gümülcine'ye
geliyoruz. Gümülcine tam anlamı ile Osmanlı
kasabası, çarşısında tek katlı dükkânlar ve
önlerinde sattıkları malların teşhir edildiği
tezgahları dolaşıyoruz. Beyaz eşya ve inşaat
malzemesi v.s satan bir dükkanın önünden
geçerken orta yaşlı birisi içeriye davet etti ve
adamın Mehmet Ahmet Öz olduğunu ve
damadının milletvekili olduğunu söyledi. Hoşbeş
ederken rehberimizin yine arkadaşlar diye sesi
geldi ve dükkandan çıkarken Mehmet bey bana bir
hediye paketi verdi. Rehberimiz Nafiye Hanım
hepimize ekmek arası köfte yaptırmış öğle yemeği
olarak. Türk evine gidiyoruz. Sokaktan 4-5
basamakla çıkılan yüksekçe bir çay bahçesi ve
kapalı kısmı da bulunan bir yer. Orada bulunanlar
etrafımızı çevirdiler. Aralarında öğretmenler
olanlar da vardı. Türkiye'de öğretmen okullarında
okuyup öğretmen çıktıktan sonra yine Batı
Trakya'ya geliyorlardı. Bizimle beraber Ortaklar
Öğretmen Okulu'nda okuduktan sonra tekrar batı
Trakya'ya dönen arkadaşlarımız da vardı. Onları
sordum tanıyor musunuz diye. (Ali Baba, Mümin
Şentürk, Şevket ....) Mümin Şentürk Türkiye'ye
iltica etmiş, Şevket'i tanıyamadılar. Ali Baba daha
geçen sene (2009'da) emekli oldu, maalesef çok
ağır hasta, yataktan çıkamıyor dediler. Düşündüm,
Hamidiye tapyası, Askeri Müzeler gezildi.
Eskiye göre iyi düzenleme yapmışlar. Öğleden
sonra Çanakkale'den ayrılıyoruz. Yolda Tahta
Kuşları Müzesi, Cunda Adası, Yeşilyurt Köyü,
sokakları bayraklarla söylenmiş Atatürk'ün
Çanakkale Harbini idare ettiği Bigalı Köyü'ndeki
evini de gezdik.
Akşam üzeri İzmir'e geldik. Rehberimiz
Nafiye Hanım ve şoförümüz Hüseyin'i İzmir'de
bırakarak Didim'e saat 24.00 gibi geldik.
Bir hülyamız, bir rüyamız mı desem
gerçekleşti. Yıllarca buraların lafları ile
büyüdüğümüz memleketimizi görmüş ve çok mutlu
olmuştuk.
İskeçe'den bir görünüş
-55-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Avustralya'dan
Bir Evlenme Öyküsü
ve Salça
Yeliz SERT
Babam ve annem, birbirlerini hem babamın hem
de annemin yakınları olan bir çiftin düğünlerinde
görüyorlar... Aslında babam genelde düğünlerden haz
almamasına rağmen, damat tarafı çok yakınımız
olduğu için gitmek zorunda kalmış... Keza annem de
gelin tarafının çok yakınıymış. Bu nedenle annem gelin
tarafına bir gün öncesinden gidip düğün sahiplerine
yardım etmeye başlamış.
O gün babam annemi, düğün sahiplerine yardım
ederken görmüş ve annemin hamaratlığı, fiziki
güzelliği ve güler yüzlülüğü dikkatini çekmiş. Daha
dikkatli izlemeye başlamış. Babam oldukça seçici ve
öyle herkesi beğenecek bir yapıda olmayan birisi, ama
annemin tavır ve davranışları onun yüreğinde fırtınalar
estirmiş olacak ki, yıldırım çarpmış gibi anneme karşı
yüreğinde ılık ılık bir şeyler akmış anneme karşı…
Daha sonraki günlerde araya adamlar
koyarak anneme ulaşmaya çalışmış...
Bu arada annem de babama karşı boş
değilmiş. O da babamı çok beğenmiş
ve onun da yüreğini sevgi alevleri
sarmaya başlamış. Sonuç da annemin
yakını olan bir bayan aracılığı ile bir
araya gelmişler ve on dakikalık bir
beraberlikten sonra evlenmeye karar
vermişler.
Gelin görün ki babam bu
durumu ailesine açıkladığında
babamın ailesi bu evliliği
onaylamamış. Çünkü babamın ailesi
Tunceli Alevisi ve gençlerin akraba
dışında bir başkasıyla evlenmesine izin verilmiyormuş.
Annem de Türkmen Alevisi. Bu durumu annemin ailesi
de duyuyor ve onlar da bu karara onay vermeyerek,
annemi babama vermek istemiyorlar.
Ailelerin karşılıklı bu tutumları karşısında annem
ve babamın dünya başlarına yıkılıyor ve çok
üzülmüşler... O tarihlerde, annemin üniversitede
okumuş, yüksek bir mevkide görevli dayısının bir oğlu
varmış... Bu dayıoğlu gençlerin bu durumunu öğrenir
ve gençlere yardımcı olmaya karar verir.
Annemle babamı bir araya getirir ve onlara der ki;
bakın siz burada evlenseniz bile, size her iki aile de
rahat vermez. Sizi evlendirip buralardan uzak bir
yerlere göndereyim. Zaman içinde barışırsınız. Annem
ve babam bu teklifi sevinçle karşılar ve evlenirler...
Evlendikten çok kısa bir süre sonrada Avustralya'ya
gelip çalışmaya başlarlar. Aradan geçen zaman içinde
her iki aile de bu evliliği benimseyip eskileri unuturlar...
Evliliklerinin üzerinden bayağı zaman geçtikten sonra
annem ailesini ve yakınlarını özlemeye başlar. Bunu fark
eden babam annemi memlekete yollar. “Git, anneni
babanı gör özlemlerini gider... Ye, iç, gez-toz... Özlemin
geçtikten sonra da kalk gel.” der.
Annem de, babamın dediği gibi yiyip içip gezer,
tozar. Özlediği ve burnunda buram buram tüten
yemeklerin kendine has “açma” ekmekleri ve yöreye
özgü yemekleri bol bol yer... Ama annemin aklı babamda
kalır ve onun kendisini ikinci plan iterek, anneme öncelik
sağlaması annemi çok etkilemiştir. Babamın hasret
kaldığı o salçalı yemekleri yerken, babam aklına gelir.
Salçadan babama da götürmek ister. Döneceğine yakın
akrabalar ona çeşit çeşit
yiyeceklerden hazırlayıp
götürmesini isterler. Annem, bütün
bu hediyeleri bir kenara iterek,
hepsinden daha çok makbule
geçecek, sadece salça götürmek ister
ve 15 kilo salça ile yola çıkar...
İstanbul hava alanından uçağa binip
Avustralya'ya doğru yola koyulur.
Salçayla birlikte uçakta
yolculuk başlar. Uçaktan iner, ama
ne alaka… Hep zenci insanlar
görünür ortalıkta. Baya şok oluyor ve
elinde salçayla kala kalır ortalık
yerde. Oradaki polisler gelip anneme
“neden bekliyorsun?” diye sorar. Ama tabii ki annem
İngilizce bilmiyor diye hemen tercüman getirip anneme,
“ nedir sorun?” diye sorar. Annem, tabii ki açıklamış
sorunu.
Sonra demişler ki “sizi yanlış ülkeye
getirmişler.” demiş. Ancak tercüman anneme buradan
bir hafta sonar uçak var Avustralya' ya bu bir hafta içinde
sen Amerika'ya misafir olacaksın, yalnız bu salçayı bir
yerde muhafaza edelim giderken alırsınız” demişler.
Ama annem kabul etmemiş bu öneriyi. “Ben nerdeysem
salçam da orada olacak. Kesinlikle onu bir yerde
bırakmam” diyor ve salça ile birlikte oldukça lüks bir
otele yerleşir.
Bu arada anneme, Avustralya konsolosluğuna
bildirip eşinize haber verilecektir diyor. Annem de gönül
rahatlığıyla koruması tercümanı ve kendi salçasıyla bir
-56-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
hafta gezer. Babam artık ne yapacağının şaşkınlığıyla
“kesin kaçırıldı” diyerek polise giderek yardım ister.
Türkiye'de bu olayı duyan herkes üzüntüden kahrolmuş
ve yanık ağıtlar başlamış...
Annemin haftası bitmiş ve uçağa bindirmişler ve
Avustralya topraklarına inmiş. Evinin anahtarı yanında
olduğu için içeriye girip başlamış evi temizlemeye ve
yemek yapmaya başlamış. Babam işteymiş o saatte.
Babam isten gelmiş. Bir koku sarmış her yeri. Mis gibi
salça kokuyormuş ortalık. Kapıyı açmış, annemi
karşısında görünce sarılırlar. Olup bitenleri annemden
öğrenir ve en çok da annemin kendisini mutlu etmek için
getirdiği salçaya çok sevinir babam.
Bu ÖYKÜYÜ şunun için anlattım siz sevgili
dostlarıma. Eskiden sevgide, saygıda katkısız ve
gerçekti. ANNEMLE BABAM EVLENDİKLERİ
GÜNDEN BERİ BİRBİRLERİNE OLAN sevgi ve
saygılarını hep sürdürmüşlerdir. Ben böyle bir çiftin
evladı olmaktan hep GURUR duymuşumdur... İyi ki
onların çocuklarıyım ve onları ÇOK ÇOK
SEVİYORUM... Sevgi ve saygılarımla...
ORHAN HOCA
Mehmet Ali TIRAŞ
[email protected]
Dergimizin geçen sayısında böyle bir yazı yazmak
istemiştim. Ancak, benden başka biri daha Orhan
Hocamız ile ilgili yazar diye yazmamıştım. Ancak
gördüm ki hocamızla ilgili bir gazeteci dostumuz yazı
yazmış. Gerçekten üzüldüm. Hiçbir öğrencisi
ilgilenmemiş. O nedenle şimdi yazıyorum.
Yeni Asır Gazetesi'nin 14.04.2014 tarihli
sayısında Sayın Mehmet Demirci tarafından kaleme
alınan yazıda, rahmetli hocamız Orhan Seyfi
Yücetürk'ün biyografik yönü ele alınmış. Böylece
rahmetli hocamız hakkında daha geniş bilgi sahibi
olduk.
Öğretmen okulundaki her öğretmenimizin ayrı bir
yeri var içimizde: Kahvecioğlu, Atakan, Nurettin
Ergen, Esat İçöz, Ali Oğuz, Mesut ve İsmet Tarcan,
Zülfikar Bey, Hüsnü Karacan, Selami Bey, İsa Ayhan
Ayten Hanım. Her birinin özellikleri farklı. Ölenleri
rahmetle anıyor ve yaşayanlara da sağlıklı yıllar
diliyorum.
Elbette Orhan Hocamın, öğrencileri nezdinde ayrı
bir yeri var. Çok iyi kalpli ve sevecen bir öğretmen
olmanın yanında sağlam bir inanç sahibi insandı. Zaten
mesleği Din Dersleri öğretmenliği idi, ama onun
İslam'a bakışı çağdaştı. Hurafelere asla inanmaz ve
inandırmazdı.
Hemen hemen her dersinin içinde “Allah “
sevgisini vurgulardı. “Çocuklar; Allahtan korkmayın,
onu sevin. Korku, inancı zayıflatır. Sevgi ise, her şeyin
başıdır.” derdi.
Okulumuza atandığı 60'lı yılların başında, eğitim
şefliği de yapmıştı. Ramazan ayı geldiğinde ise; oruç
ibadetini yapmak isteyenlere olanaklar sağlamıştı.
Oruç tutan –geçmiş gün pek kesin hatırlamıyorum ama-
30-40 kişi vardık. Bize bir oda
tahsis etmiş ve orada teravih
namazını da kılmıştık. Kim
kıldırırdı? Kulakları çınlasın
Alaşehirli sınıf arkadaşımız Hasan Tahsin Üner. (Son
sınıfa geçince Yüksek Öğretmen Okulu'na gönderildi.)
İftar vaktinde ise, yemekhanede bize ait yemek verilirdi.
Gece sahur vaktinde ise yemekhaneye gider yemeğimizi
yerdik.
Kandil günlerinde ise; cumartesi günü bayrak
töreninde önce konu ile ilgili kısa açıklamalarda
bulunurdu. Hiç unutmam bir defasında kandil açıklaması
esnasında Müdür Başyardımcısı Cahit Akgünlü: “Yeter
efendim yeter. Tekkeye çevirdin burayı! “ diye seslenmiş
ve Orhan Bey de ;”Peki, Cahit Bey peki.” diyerek
kürsüden inmişti. Aslında o iyi bir din adamıydı. Her şeyi
öğrenmemizi arzulardı.
Son sınıfa geldiğimizde bizlere öğütler verirdi.
“Çocuklar, bu yıl mezun oluyorsunuz. Genç öğretmenler
olarak köylere atanacaksınız. Pek çok güçlüklerle
karşılaşacaksınız. Bunlardan biri; rakibiniz köy imamı
görevinde bulunan kişi olacak. Sizi sınamak için dini
konular açacak. Bilmediğiniz konu hakkında
düşüncenizi söylemeyin. Bir iki gün süre isteyin.
Araştırın ve yanıtı verin. Eğer yine bilemediğiniz konu
olursa bilginizi ve mantığınızı kullanın. Eğer
mantığınıza ters geliyorsa cevabınızı ona göre verin.”
derdi.
Okul gecelerine katılır ve içki içilen masalarda
bizlerle otururdu. Böyle davranışıyla iradesinin ne denli
sağlam olduğunu bize örneklerdi.
Sevgili hocam! Nur içinde yat. Mekânın cennet
olsun. Bize verdiğin emekler için sana her zaman
minnettar kalacağız.
-57-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Anı
“SEN BENE, BEN SENE”
Muharrem KARATAŞ*
Çine' de oturuyoruz. Ben İlçe Tarım Teşkilatında,
eşim Atatürk İlkokulunda çalışıyoruz. İki kız
çocuğumuz var, ilkokulda okuyorlar. Annesiyle
birlikte aynı okula gidip geliyorlar. Evimiz hem
okula, hem benim iş yerime yakın sayılır. Yeri
geldiğinde hep söylerim; çocuklar küçükken, küçük
yerlerde oturmak yaşamı kolaylaştırıyor. Dolmuş
yok, servis yok. İş yerlerimize yaya gidip geliyoruz.
Öğle yemeklerine bile evimize gidiyoruz. Çine' deki
ilkokullar arasında ölçülü ve tatlı bir rekabet de
sürdürülüyor. O yüzden, çocuklarımızın eğitimleri
konusunda sıkıntı da yaşamıyoruz. Tek hedefimiz
çocuklarımızın iyi yetişmesi. 1986-87 yıllarını
yaşıyoruz.
1968 yılında kurulan Çine'nin ilk yapı
kooperatifiydi. İlk kurucuları olan öğretmenleri
hatırlıyorum, çoğu Çine' de bile değillerdi artık.
Yıllardır sürüncemede, bilemediğimiz nedenlerden
inşaatlar yapılamıyor, kooperatif bir türlü
yürümüyordu. Umutsuz geçen yıllardan sonra, nasıl
olduysa kooperatif belini doğrultmuş, evlerin kabası
bitmişti. Kuralar o şekilde çekilince, bazı ortaklar
hisselerini satılığa çıkarmışlardı. Başkanları,
ADABELEN '60 mezunu Ertuğrul
SARIBİLGE'ymiş. Ertuğrul Ağabey, benim
bacanağım Mehmet KAPAKLI'nın sınıf arkadaşı,
benim de eskiden beri tanıdığım birisiydi. Kooperatif
ortakları çoğunlukla öğretmen kesimi. Onun
önerisiyle ve orada hisse sahibi olan dostlarımızın da
teşvikiyle bir hisse devralarak, iç işçiliğini yaptırıp,
oraya taşındık ve kiradan kurtulduk.
Sitemiz sakinleri, genelde bizim yaşımızda
aileler ve küçük yerlerin avantajı, bir şekilde bildik
kişiler. Çocuklarımız da birbirlerine yaşıt ve
ilkokulda ya denk sınıflarda ya da bir alt, bir üst
sınıflarda okumakta olan arkadaşlardı. Sabahleyin
okula giderken, sitenin bayan öğretmenleri kendi
çocuklarının yanında, sitenin çocuklarını da önlerine
katarlar, hep birlikte gider gelirlerdi. Böylelikle,
veliler de çocuklarının dönüşlerini huzur içinde
beklerlerdi. İyi komşuluk ilişkilerinin ürettiği bir
dayanışmayı da beraberinde taşıyan bir yaşam şeklini
doyasıya solumaktaydık.
İşte o zamanlardaydı. İlkokul öğretmenlerine
açık öğretim –ön lisans- şansı verilmiş ve bir koltukta
taşınmakta olan iki karpuza bir karpuz daha
eklenmişti. Bilmiyorum, başka yerlerde nasıldı ama,
bizim oralarda derslere bayan öğretmenler çalışırlardı.
Bizim sitedeki bayan öğretmenler sırayla değişik
evlerde toplanırlar, sınavlara birlikte hazırlanırlardı.
Tabi ki, yanı sıra ev işleri ve çocuklar.. Gayretlerini
takdir etmemek olası değildi. Yansıtmak istemeseler
de, sıkıntıları gözle görülür bir olgu. Böyle bir süreci
hep birlikte atlatmaya çalışıyorduk.
Ders kitaplarını poşetinden çıkarmayan ve hiç
açmadan sınava giren erkek öğretmen arkadaşlarımızın
olduğu söylenirdi. Yanlış ya da doğru, öyle bir duyum
sonucu ortalığa serpiliveren bir algı vardı. Ya da
kendilerinin yarattığı bir algıydı. Bildiğimiz gibi, ne iş
olursa olsun, bayanlar işlerine daha sıkı sarılırlar ve
daha başarılı olmaya çalışırlar. Bu da yadsınamaz bir
gerçeklikti.
Birinci yıl sınavlarını vermişlerdi. Sınav sonrası
aralarında geçen, gözcü öğretmenlere ilişkin
değerlendirmelerine tanık olmuştum. Kimilerinin
“Herhalde öğretmen okulu çıkışlı ki, arkadaşlarının
halinden anlıyor. Çok yardımcı oldu. Resmen cevapları
okumadığı kaldı. İşte insanlık budur.” Kimilerinin ise,”
Yazıklar olsun. Öğretmen öğretmene böyle mi
davranır? Sınıfta kuş uçurtmadı. İnsan biraz toleranslı
olamaz mı?” gibi yorumları, sınav sonrası ruh
hallerinin yansıması olmalıydı.
İkinci yıl, sınava yine beraber gittik eşimle. Sınav
Aydın Cumhuriyet Lisesindeydi. Tabi buralara biraz
erken gidilir. Okul arkadaşları etrafa bakınırlar, göz
gezdirirler tanıdık var mı diye. Aynısı oldu. Tanıdıklar
bir araya geldiler. Birbirlerine sordular; filancalar
nerede, falancaları hiç gördünüz mü? diye. Bildiklerini
anlattılar birbirlerine. Bu arada okuldaki fiziki
yapılarıyla o günkü fiziki durumlarının
karşılaştırmalarını yaptılar. Birilerinin, “ Hiç
değişmemişsin, aynı duruyorsun. Bunu nasıl
beceriyorsun?” sorusuna, diğerlerinin “sen de öyle,
inan ki, aynı okuldaki gibisin, seni tanımakta hiç
zorlanmadım” türünden yanıtları, hoş bir yaklaşım
tarzı olarak, güzel bir iklim yaşatıyordu onlara. Bu
arada oturdukları, çalıştıkları yerlerin adresleri,
telefonları alındı verildi.
O gün aramızda, benim yıllardır tanıdığım, iyi
görüştüğüm ve çok sevdiğim bir ağabeyim de vardı. O
da ADABELEN' 6O mezunlarından. Kendisi tipik bir
Çine' li. Hatta, tam Çine' li. Benim gibi, bizim gibi.. Biz
kendi aramızda Çine ağzıyla konuşmayı çok severiz.
-58-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Hatta şivemize sahip çıkar, onun yaşatılması
yönünde, özellikle gündemden düşürmemeye
çalışırız. Haaa…. Bu demek değildir ki, İstanbul
şivesini konuşamıyoruz. Hepsinin hakkından geliriz
evvel Allah. Biz elma demesini de biliriz, alma
demesini de. Bu bağlamda, yerel kültürümüzü cevher
bilir, bu cevheri çöpe atmak istemeyiz.
İşte o ağabeyim de sınava girecekler içindeydi o
gün. Sınava girecek eşim ve diğer arkadaşlara güzel
bir teklif sunarak şöyle demişti ; sanki kitapları
poşetinden çıkarmış da, bakmış gibi: “ AKIDEŞLEE,
BİRBİRİMİZİ YAADIM ETCEEZZ TABİ. SEN
BİLDİĞİNİ BENE, BEN BİLDİĞİMİ SENE .”
Bunları Ali Rıza FAKABASMAZ ağabeyimin
hoşgörüsüne sığınarak yazıyorum. Biliyorum ki, O da
beni çok sever ve hoşgörüsünü esirgemez. Ali Rıza
ağabeyimi çoktandır göremiyorum. Gerçi, biz yirmi
yıldır Aydın' da oturuyoruz ama, Çine' ye gidip
gelmemiz eksik olmuyor. Duydum ki, Ali Rıza
ağabeyim Muğla Pisi' ye taşınmış.(Şimdi Yeşilyurt)
Yengemin oralı olduğunu biliyorum. Herhalde şartlar
oraya zorladı. Kendisine saygılarımı sunuyorum ve
özlemle kucaklıyorum.
*Emekli Ziraat Teknisyeni
İletişim: 0535 393 35 48
Bir Köy Enstitülüden
15 Mart 2014 ADABELEN BULUŞMASI
Süleyman AKÇAY
14 Mart 2014 günü öğleye doğru hemşehrim aynı
zamanda devre arkadaşım
Halil İbrahim Turgut
Muğla'dan telefon ederek seni ve bir çok arkadaşımı
özledim. Yarın ortaklarda buluşalım oldu mu? dedi. Bende
kendisine tabi ki olur, hem de çok sevineceğimi söyledim.
Hemen ardından Süleyman Bey, Eylül 2013'te '' Yeniden
İmece'' dergisinde yayımlanan '' TA Kİ ÖLENE KADAR''
başlıklı şiirin okudum çok beğendim, bundan dolayı seni
tebrik ederim dedi. Ben de kendisine teşekkürleri sundum.
Dedi ki , sen o şiirinde kendinden başka bir çok
öğretmenin de kısa hayat özetini ayrıntılarıyla dile
getirmişsin ağzına sağlık diyerek yarın Adabelen'de
buluşacağımızı yineledi.
Ayni gün akşama doğru Halil İbrahim Turgut'tan
ikinci bir telefon aldım. Diyordu ki arkadaşım beni bağışla
maalesef bir aksilik zuhur etti bundan böyle
gelemeyeceğini söylediğinde eh ne yapalım hayırlısı
olsun demek ki kısmet olmayacakmış diyerek konuşmayı
bitirdik. Nihayet ertesi günü 15 Mart sabahı kızın
Gülşen'in kullandığı arabayla iki emekli müfettiş
arkadaşla Aydın'dan hareketle 10 1/5 te Adabelen'deydik.
Tören yerine 35 metre kadar beride yolun sağındaki 69 yıl
önce 1945 yılında kendi elimle diktiğim çam ağacın ilişti
gözüm. 40 kuturlarında kocaman ağaç olmuştu. İrkildim,
heyecanlandım, ama bir yandan da gururlandım hani.
Tören alanı oldukça kalabalıklaşmıştı. Acaba devre
arkadaşlarımla veya bizlerden evvel ve sonrası tanıdığım
simalarla buluşabilmek zannıyla dolaşmak geldi içimden.
Ne gezer, ancak Sayın Muammer Özlerle ve Sayın Cevat
Gülmezle kucaklaşabildik.
Dedim ki kendi kendime, 1927 doğumlusun, 87
yaşındasın 66 yıl su gibi akıp gitmiş. Elbette ki bir çok
arkadaş belki de hayatta değillerdir, belki sağlık
durumlarının el vermediğinden gelememişlerdir, belki de
kimileri çeşitli mazeretlerinden dolayı gelememişlerdir
varsayımını taşıdım hep.
Bizleri hitaben töreni maharetle yöneten değerli
arkadaşımın çok çok güzel anlatımlarını dinledim. Biraz da
sevgili Makbule Kayanın güzel yöre türkülerini dinleyerek
bir nebze olsun üzüntülerimi gidermiş oldum. Şunu bir kez
daha anladım ki, Köy Enstitüsü mezunlarının İstiklal Savaşı
gazileri misali git gide artık tükenmekte olduklarının
kanaatine varmış olmamdır. Bu üzüntüyü ne yazık ki gün ve
gün yaşamaktayız.
Tabii ki amaç sadece pilav yemek, kuru fasulye
kaşıklamak değil. Asıl amaç, kucaklaşmak, kaynaşmak,
anıları paylaşmak, geçip giden yılların hasretini gidermekti.
Eğitim ordusunun bir parçası olan bu güzide topluluğu
ADABELENDE görmek unutulmayacak keyfiyet değil
mi?
Burada tüm Adabelenlilere, ADABELEN dergisini
çıkaranlara, emeği geçenlere, çalışanlarına, dergiye
yazılarıyla, şiirleriyle, anılarıyla güç katanlara, abone ve
bağışta bulunarak aydınlanma sürecinin idamesi için
katkıda bulunanlara yürekten kutlayarak sevgi ve
selamlarımı sunarım.
-59-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
ADABELENLİLER BÜYÜK
BALKAN TURU
Adabelenliler balkan turu Mika –Tur
organizasyonuyla 5-12 ekim tarihleri arasında
yapılacak. Belli sayıda adabelenli ve adabelen
dostlarından oluşan bu grup için THY ile İzmiristanbul ve istanbul – piriştina gidiş dönüş
rezervasyonları yapılmıştır.
SOMA ZİYARETİMİZ:
18 Haziran Çarşamba günü Urla Belediye
Başkanı Sibel Uyar'ın tahsis ettiği bir otobüs ile
Urla-Bademler köylüleri ile Adabelenliler Derneği
olarak Soma, Kınık ve Elmalıdere köyündeki şehit
madenci ailelerinin bir kısmını ziyaret ederek
taziyelerimizi ilettik.
Birbirine kardeşlik ve arkadaşlık duyguları
ile bağlı kişilerin tur boyunca gerek otel
konaklamalarında gerekse uçak ve otobüs
yolculuklarında bir arada olmaları derneğimiz
tarafından özellikle hedeflenmiştir.
Turla ilgiil ayrıntılı bilgiler
www.adabelenlilerdernegi.com ,web sayfamızda
ve facebook sayfamızdadır.
İlk önce Soma'daki mezarlığa giderek maden
şehitlerimizi ziyaret ettik. Bademler Köyü
Kalkınma Kooperatifinin gönderdiği çiçekleri hep
birlikte mezarlara diktik. Orada ziyarette bulunan
şehit madenci aileleri ile söyleştik.
Babalar gününde ve okulların kapanmasıyla
birlikte yapılan ziyaretlerde mezarlara bırakılan
karneleri, babalara yazılmış mektupları ve
oyuncakları görünce duygulanmamak elde değildi.
Daha sonra iki madenci ailesini ziyaret ettik,
acılarını paylaşmaya çalıştık. Çam sakızı
yardımlarımızı ilettik.
Tur kayıtları ve iletişim için :
İDİL ZENGİN -(mika –tur sorumlusu)
gaziosmanpaşa bulvarı no:4/a
alsancak/izmir(swiss hotel giriş kapısı karşısı)
Tel: 0 (232) 4460522- 215 0 215
Fax: 0 (232) 446 05 38
İkinci durağımız Kınık oldu ve burada da
eşlerini kaybetmiş madenci ailelerini ziyaret ederek
yardımlarımızı ve taziyelerimizi ilettik. Oradan 11
şehit veren Elmadere Köyü'ne gittik. Gruplara
bölünerek buradaki şehit madenci ailelerini ziyaret
ettik. Çocukları sevindirdik. Ailelere elimizden
geldiğince yardım ederek taziyelerimizi sunduk.
Duyarlı yurttaşlar ve STK'ların dışında madenci
Cep: 0 (530) 975 67 06
e-mail : [email protected]
www.tatilbudur.com
ADABELENLİLER DERNEK :0505 497 04 93
-60-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
aileleri ile ilgilenen yoktu. Köyler gerçek
anlamda yoksulluk içinde. 4 yıllık okul ve iki
öğretmen var. Sağlık hizmeti yok. Ziyaret
etiğimiz ailelerden öğrendiğimize göre devletçe
yardım da yapılmamıştı.
HABERLER...
ardından Okul Müdürümüz Sayın Cafer ÖLGÜN
mezun öğrencilerimize ve velilerimize seslendi.
Yapılan Bayrak Flama devir-teslim
törenininden sonra 2013-2014 Eğitim-Öğretim Yılı
Dönem 1.si Ufuk ERGÜNEY, Dönem 2.si Servet
DÖNMEZER ve Dönem 3.sü Sevda AZGIN´ın
isimleri anons edilerek sahneye davet edildi.
Dönem Birincimiz 12-D sınıfı öğrencilerimizden
Ufuk ERGÜNEY "Dönem Kütüğü"ne isminin
yazılı olduğu plaketi çaktı. Sonrasında dönem 2.si
ve 3.sü öğrencilerimizle beraber plaketlerini okul
müdürümüzden aldılar.
Bu taziye ziyaretinin yapılmasında çaba
gösteren Bademler Köyü dernek temsilcimiz
Fatma Kaya ve köylülerine, Urla Belediye
Başkanı Sibel Uyar'a, Derneğimiz yöneticileri
Mustafa Özmen, Cezmi Dikmen, Ömer Lütfi
Çakır, Ahmet Özden İle bizleri yalnız bırakmayan
Vildan Uyar ile İsmail Tuna ve Cevat Turan'a
teşekkür ederiz.
Okul müdürümüz ve sınıf başkanları Cavitcan
ÖZDEN, Penagah Başak HASYİĞİT, Berfin
YİĞİT, Gülbahar AYDOĞDU, Selin CEYLAN ve
Nurşen SAHRANÇ´ın katılımıyla gerçekleşen
pasta kesiminin ardından son sınıf
öğrencilerimizden Elvan DAĞLIOĞLU ve Ahmet
Mustafa YANAR "Arkadaş" adlı şarkıya, Penagah
Başak HASYİĞİT ve Merve Beyza YENİLMEZ de
"Bu Gece Son" adlı şarkıya düet yaptılar.
OKULUMUZ ADABELENDEN
MEZUNİYET HABERİ VAR.
Diyorlar ki:
“Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi olarak
bu yıl 22.sini gerçekleştirdiğimiz mezuniyet
törenimiz, velilerimizin katılımlarıyla 28.05.2014
Çarşamba günü okul bahçemizde yapıldı.
Öğrencilerimizin sınıf öğretmenleri eşliğinde
gerçekleştirdikleri temsili diploma töreninin
ardından heyecanla beklenen, keplerin havaya
atılacağı okul ön binasının merdivenlerine geçen
mezunlarımız, şarkılarını hep bir ağızdan söylerken
geri sayımın bitmesiyle mutlu sona ulaştılar.
Sizleri Özleyeceğiz, Yolunuz Açık Olsun.
HOŞÇAKALIN 2014 MEZUNLARI...”
ANADOLU ÖĞRETMEN
LİSELERİNİN KAPATILMASINA
TEPKİLER:
28 Haziran 2014 günü İzmir'de yan yana
gelen içlerinde derneğimizin de bulunduğu eğitim
örgütleri, öğretmen liselerinin kapatılması
girişiminin basın açıklaması ve düzenledikleri bir
forumla değerlendirdiler. Forum sonunda:
1)Tüm illerde, ülke düzeyinde eğitim
örgütlerinin tüm ayrılıkları askıya alarak "eğitim
platformu" oluşturarak, "laik, demokratik, bilimsel
eğitim" istenci üzerinden yan yana gelmeleri, bu
platformun bir çalışma programı üretmesini
2) Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği ve
Okul Müdür Yardımcılarımızdan Fatma
SARUHAN ve İngilizce Öğretmenlerimizden
Asil Andaç KIZILDOĞAN´ın sunuculuğunu
yaptığı tören Saygı Duruşu ve İstiklal Marşımızın
okunmasıyla başladı.
12-E sınıfı öğrencilerimizden Selin
CEYLAN´ın duygu dolu veda konuşmasının
-61-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
Öğretmen Okulu Derneklerinin ayrı ayrı
öğretmen liselerinin kapatılmasını yargıya
taşıyarak dava açmaları...Öğretmen Liselerinin
kapatılması olayını her bir süreçte kamuoyonu ve
basına taşıma ve Milli Eğitim Bakanının
istifasının istenmesi
3)Ülkenin aydınlık geleceği adına eğitimin
piyasalaştırılması ve dinselleştirilmesi çabalarına
karşı, kitlesel direnç merkezleri oluşturulmasına
4)Öğretmen Liselerinin kapatılma sürecinde en
önemli öğrenci kaynağını kaybeden eğitim
fakültelerinin ve üniversitelerin tepkisizliğinin
kamuoyu ile paylaşılmasına ve her tür erkten
bağımsız özerk-demokratik üniversite talebinin
her platformda dile getirilmesi
5)Siyaset kurumunun eğitimde yaratılan
tahribat konusunda daha dinamik, daha duyarlı
olmaları konusunda uyarılmasına, tüm öğretmen
okulu-öğretmen lisesi çıkışlı aydınlık eğitimcileri
öğretmen yetiştirme kültürel mirasına sahip
çıkma konusunda dayanışmaya davet etmeye
karar verildi...
HABERLER...
ADABELENLİ TİYATRO
SANATÇIMIZ HÜLYA SAVAŞ'A BİR
ÖDÜL DAHA:
Tiyatromuzun usta isimleri 5.Bedia Muvahhit
Tiyatro Ödülleri gecesinde bir araya geldi. Bedia
Muvahhit Tiyatro Ödülleri Kurucusu M. Çağlar
İşgören ve Arma Katre A.Ş'nin düzenlediği ödül
töreni Sahne Tozu Tiyatrosu Haldun Dormen
Sahnesi'nde gerçekleşti. Arda Esen'in
ETEM ORUÇ KİTAPLARINI
İMZALADI:
Efeyi, Efeliği en iyi yazan Adabelenli
yazarımız Etem Oruç ve yazdığı kitapların
kapaklarını resimleyen Ressam Mustafa Ali
Kasap ile yaşama coşkusunu hissedenler, çalanlar,
oynayanlar, söyleyenler, 7-12 Temmuz tarihleri
arasında Kuşadası İbramaki Sanat Galerisinde
sanatseverlerle buluştular. Yazarımız Etem Oruç
sergi süresince okurlarına kitaplarını imzaladı.
Emeği geçenleri kutlarız.
-62-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
ADABELENLİLER FOÇA'DA
BULUŞTULAR:
sunuculuğunu yaptığı ödül gecesine Haldun
Dormen, Göksel Kortay, Engin Altan Düzyatan,
Hıncal Uluç, Şencan Güleryüz ve daha birçok
ünlü isim katıldı. Bu görkemli gecede en başarılı
prodüksiyondan, en başarılı giysi tasarımcısına,
en başarılı erkek oyuncudan, en başarılı komedi
kadın oyuncusuna kadar 13 ayrı kategoride
adaylar ödüllendirildi. İzmir Devlet Tiyatrosu
oyuncularından, aynı zamanda Artistik İşler'in
Genel Sanat Yönetmenliğini yapan Hülya Savaş,
"Son Çığlık" oyunundaki rolü ile en iyi kadın
oyuncu ödülüne layık görüldü. Kendisini
yürekten kutluyoruz.
"KORKMUYORUM
KARANLIKTAN ESKİSİ GİBİ":
Birkaç yıldır gelenekselleşen Foça
buluşmalarının bu yılki günü 2 Hazirandı. Foçalı
Adabelenli arkadaşımız Ayla Aksoy'un
eşgüdümüyle gerçekleşen buluşmaya yakın dönem
sınıf arkadaşlarından 40 Adabelenli katıldı. Dernek
başkanımızın da katıldığı yemekli buluşmada
Adabelenliler, Hasan Erdoğan arkadaşımızın
sazıyla çoştular ve eğlendiler. Geceye Ayhan
Keskin arkadaşımız, okuduğu “Sevgi Olsun”
şiiriyle damgasını vurdu.
Denizli'li Koruyucu Aile Derneği ve Aydem
işbirliği ile Fethiye Belediyesi Kültür Sanat
Merkezinde düzenlenen
”Korkmuyorum karanlıktan eskisi gibi”
fotoğraf sergisine katılan Fethiyeli Adabelenliler
ve Fethiye Belediyesi meclis üyemiz Adabelenli
arkadaşımız Fercan Akçin, koruyucu ailelerin
yanındaydılar. Adabelenli koruyucu anne
arkadaşımız Şefika Pullukçu'ya desteklerini
gösterdiler.
ADABELENLİLERİN
İSTANBUL'DA PİKNİK
BULUŞMASI:
HOMEROS VADİSİNDE
EĞİTİM GEZİMİZ
Derneğimiz adına Mustafa Özmen ve
Hüseyin Yaşar arkadaşlarımızın projelerinden
olan doğal ortamda bütünsel eğitimle ilgili
tanıtım gezisi 11 Haziran günü yapıldı.
İzmir Büyükşehir Belediyesinin ulaşım
desteğiyle İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent
Konseyi kadın meclisindeki çeşitli çalışma
gruplarına Homeros vadisini gezdiren
arkadaşlarımız, oluşturdukları projenin nasıl
uygulanacağını Homeros vadisindeki öğrenme
noktalarında geziye katılanlara anlattılar.
-63-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
Derneğimizin İstanbul temsilcisi Olcay
Gülşen arkadaşımızın organize ettiği geleneksel
adabelenliler piknik buluşması 3 Mayıs
Cumartesi günü İstanbul Çatalca'da Aziz Nesin
Vakfı Piknik alanında gerçekleşti. Buluşmaya
İstanbul'da yaşayan Adabelenliler katıldılar.1963
mezunu Koray Kutlu'nun katılımı Adabelenlilerin
yaş farkı gözetmeksizin kardeşliğinin önemli bir
göstergesiydi. İsanbul temsilciliğimizi ve tüm
katılımcıları yürekten kutluyoruz..
HABERLER...
organizasyonlarda buluşmak üzere vedalaşarak
etkinliğimizi tamamladık.
Etkinliğimizden haberdar olmamızı sağlayan
Mustafa Rauf Yavuz'a ve bu buluşmanın
gerçekleşmesinde başından sonuna değin emeğini
ortaya koyan Ali Keçebaş'a teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
DHA SELÇUK MUHABİRİ
ADABELENLİ ARKADAŞIMIZ
VEYSEL EROL'U YİTİRDİK:
ADABELENLİLER FETHİYE
YAZ BULUŞMASI:
DOĞAN Haber Ajansı'nın Selçuk
muhabirliğini uzun yıllardır sürdüren 64 yaşındaki
Veysel Erol, mide fıtığı ameliyatı olmak için
yürüyerek gittiği hastanede endoskopi sırasında
fenalaşıp hayatını kaybetti.
“Adabelenliler Fethiye Yaz Buluşması”
(1982 ve yakın dönemler) 12-13 Temmuz
tarihlerinde Fethiye-Çalış'ta Kerim Otel'de
gerçekleşti. Etkinliğe 50 civarında Adabelenli
arkadaşımız ve derneğimizin Fethiye temsilcisi
Abdullah Taşçıoğlu katıldılar. Ayrıca Esma
Öğretmenimizin katılması da bizleri onurlandırdı.
Yaz dönemi olması nedeniyle arkadaşlarımızın
çocuklarından da bize eşlik edenler oldu.
Gençlerimiz kendi aralarında da kaynaşırken; biz
Adabelenliler hem özlem giderdik, hem de
eğlendik. Ali Keçebaş arkadaşımızın kızı Pınar da
güzel sesiyle gecemize renk kattı.
Emekli öğretmen Veysel Erol, Selçuk'un en
önemli değeri Efes Antik Kenti ve Bülbül
Dağı'ndaki Meryemana Evi'nin, Türkiye ve yurt
dışında daha iyi tanınması için sayısız haber ve
araştırmaya imza attı. Son yıllarda Selçuk'un öne
çıkan bir başka değeri Şirince'nin adının
duyulmasına katkı veren Veysel Erol, basın
camiasında da çok sevilen bir gazeteciydi.
Üzüntümüz sonsuzdur. Anısı önünde saygıyla
eğiliyoruz.
YİTİRDİKLERİMİZ
Oteldeki eğlenceli toplantımızdan sonra
dileyen arkadaşlarımızla civardaki bir türkü barda
gecemizi noktaladık. Ertesi gün ise 25 Adabelenli
ile Fethiye'nin güzel koylarını tekne turu ile gezip
görme olanağı bulduk ve eğlenceli bir gün
geçirdik. Günün sonunda ise başka
1969 Mezunumuz
Veysel EROL
1976 Mezunumuz
Meral ÖZDEMİR
Ailelerine ve Adabelenlilere başsağlığı diliyoruz...
-64-

Benzer belgeler

haberler... haberler... haberler... haberler

haberler... haberler... haberler... haberler ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE

Detaylı