Robert Kolej Tarih Dergisi

Transkript

Robert Kolej Tarih Dergisi
Robert Kolej Tarih Dergisi
Mayıs 2016 • Sayı 13 • Bosphorus Chronicle’ın Mayıs ekidir.
Robert Kolej Tarih Dergisi •
2
Künye
Yayın Adı:
İmtiyaz Sahibi :
Sorumlu Müdür ve Uyruğu:
Yönetim Yeri:
Sorumlu Öğretmen:
“Bosphorus Chronicle Tarih Dergisi”
Bosphorus Chronicle Gazetesinin Ekidir.
Özel Amerikan Robert Lisesi
Nilhan Çetinyamaç (Türkiye Cumhuriyeti)
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No: 87
Arnavutköy/İstanbul
Telefon: 0212 359 22 22
Önder Kaya
Editör:
M. Miraç Süzgün
Tasarım Editörü:
M. Miraç Süzgün
Tarih Kulübü Üyeleri:
Yayın Türü:
Yayın Dili:
Yayın Konusu:
Basım Yeri ve Tarihi:
Ali Yağız Ayla
Alp Tartıcı
Begüm Gülbeden Babür
Can Demircan
Ece Kantemir
Eda Özüner
Ercan Şen
Ezgi Yazıcı
İlayda Sayar
Kaan Deniz Volkan
Mert Akan
Mert Ali Düşünceli
M. Miraç Süzgün
Narod Dabanyan
Sanem Cerit
Tayfun Gür
Mustafa Furkan Kolancı
Umut Fidan
Umut Deniz Dinç
Süreli Yayın
Türkçe - İngilizce
Okul Gazetesi
Birmat Matbaacılık Sanayi ve Tic. Ltd. Şti.
Mayıs 2016
3
• Robert Kolej Tarih Dergisi
İçindekiler
M. Miraç Süzgün 4 Editörden
Sanem Ay 5 Kızıl Napolyon’un Elbesi: Büyükada
Umut Deniz Dinç 9 Deniz İnsanları ve Medeniyetin Çöküşü
Mustafa Furkan Kolancı 12 Yunan İskender’den Dünyalı İskender’e Geçişin Öyküsü
Mert Akan 14 Yezidi İnançları ve Kökeni
Begüm Babür 16 Tac Mahal’in Yaratıcıları: Babürlüler
Narod Dabanyan 18 Anadolu’da Tiyatro Kültürü ve Türk Tiyatrosunun Babası Güllü Agop
Alp Tartıcı 21 Napolyon ve Sonun Başlangıcı:
1812 Fransa İmpratorluğu-Rus Çarlığı Savaşı
Umut Fidan 22 Sosyalist Bir Sistem Hayali ve Stalinizm Realitesi
M. Miraç Süzgün 27 İki Partinin Hikayesi:
Kuomitang ve Çin Komünist Partisi
Can Demircan 33 İstanbul’da Gizli Hazine: Kariye Müzesi
Ece Kantemir 35 Grosvenorlar ve Robert Kolej
Ali Yağız Ayla 38 Dr. Gates ve Robert Kolej
Sanem Cirit & İlayda Sayar 41 Ayşe Kulin ile Röportaj
Eda Özüner 44 Şakir Eczacıbaşı’nın Robert Kolej Yılları
Ezgi Yazıcı 46 İsmail Cem ile TRT’nin Emekleme Yılları: 1974-75
Tayfun Gür 50 American Collegiate Institute (ACI) ve American College for Girls’ün (ACG) Cumhuriyetin
İlk Yıllarında ‘Yeni Kadın’ın Yaratılışına Katkıları
Robert Kolej Tarih Dergisi •
4
Editörden
M. Miraç Süzgün
Tarihin üretiminde geçmişi hatırlamanın önemi yüzyıllar boyunca birçok
filozof ve tarihçinin üstünde durduğu
bir konu olmuştur. Nitekim geleceğin
geçmişi yazdığı bir dünyada, geçmişi
ve bugünü hatırlamak artık zor olsa
da insanların etrafındaki gelişmeleri doğru bir şekilde yorumlayabilmesi
için mühim bir zanaat haline gelmiştir. Amerikalı filozof George Santayana’nın geçmişi anmanın önemi üzerine
“Geçmişi hatırlamayanlar, onu tekrar
üretmeye mahkûmdurlar.” sözü aslında
bu olguyu destekler niteliktedir; çünkü
geçmişi okumayanlar geleceği yazmakta zorlanıp bugünde sıkışıp kalmaktadırlar. Bu bağlamda tarih, birey ve toplumlar için beş boyutlu bir ayna görevi
görmekte, ki beşinci boyut olmasının
sebebi olayların zamansal ve mekânsal boyutlarının yanından anlatışındaki doğruluğunun da bir boyut olarak
ele alınmasıdır, ve insanların geçmişle
yüzleşip şimdiki zamanda yaptıklarını
sorgulamalarını ve geleceklerini nasıl
şekillendirmeleri gerektiğini sağlamaktadır.
Robert Kolej Tarih Kulübü olarak
bizler de yaşadığımız bu dünyayı daha
iyi anlayabilmek ve aklımızdaki bazı
soruları cevaplayabilmek amacıyla, tarihin çeşitli sayfalarını önce okuyarak
geçmişi hatırlayıp ardından bu tozlu
sayfalara küçük dipnotlar eklemeye
gayret ettik. Bu süreçte şüphesiz birçoğumuz tarihsel olayları farklı bakış açılarından inceleme şansına sahip olduk;
umarım siz değerli okuyucularımız da
dergideki makaleleri okurken benzer
duyguları bizzat tecrübe edebilirsiniz.
Dergi, Sanem Ay’ın Bolşevik İhtilalci
Lev Troçki’nin Büyükada’daki evinden
yola çıkarak hazırladığı “Kızıl Napolyon’un Elbe’si: Büyükada” makalesiyle
başlıyor. Ardından okuyucuları Umut
Deniz Dinç’in “Deniz İnsanları ve
Medeniyetlerin Çöküşü” adlı yazısıy-
la Akdeniz bölgesine götürerek bize
Deniz İnsanları hakkında bilgi veriyor.
M. Furkan Kolancı’nın “Yunan İskender’den Dünyalı İskender’e Geçişin
Öyküsü” ise dünyanın en büyük komutanlarından sayılan Büyük İskender’in
hayatını akıcı bir şekilde anlatırken
Mert Akan’ın çalışması Ortadoğu’da
Kürtçe konuşan küçük bir topluluk olan Yezidilerin yaşam tarzlarını,
inançlarını ve köklerini incelemektedir.
Başlığı ve yazarın soyadıyla konusu arasındaki bağlantı itibariyle ilgi
uyandıran Begüm Babür’ün makalesi,
Tac Mahal ve Hindistan çevresinde üç
yüzyıl yaşamış Babür İmparatorluğu
hakkında bilgi edinmek isteyenler için
güzel bir kaynak olacaktır. Sonrasında Narod Dabanyan’ın Anadolu’daki
tiyatro kültürünü ve Osmanlıları (klasik) tiyatro ile tanıştırmış Güllü Agop
olarak tanınan Hagop Vartovyan’ın
Osmanlı tiyatrosundaki önemini incelemektedir. Gelmiş geçmiş en büyük
komutanlar serimizin ikinci ayağında
ise Alp Tartıcı tarafından kaleme alınmış “Napolyon ve Sonun Başlangıcı:
1812 Fransa İmparatorluğu-Rus Çarlığı Savaşı” yazısı gelmektedir. İleriki
senelerde de yazılarıyla kulüpte güzel
işlerin altına imza atacağını umduğum
Alp, İmparator Napolyon’un açgözlülük ve hırsının onun çöküşüne nasıl
sebep olduğunu makalesinde gözler
önüne sermektedir.
Umut Fidan’ın Büyük Bunalım sonrası Amerikan toplumunun Sovyetler Birliğine göçünü incelediği yazısı,
okuyucularımızın okurken şaşırıp ilginç bilgiler elde edeceği bir çalışma
olarak dergide yer alıyor. “İstanbul’da
Gizli Hazine: Kariye Müzesi” başlıklı
çalışmasıyla Can Demircan ise Bizans
İmparatorluğu’ndan günümüze kadar
Edirnekapı’daki Kariye Müzesi’nin değişimini anlatmaktadır.
Dergimizin bu yılki sayısında doğrudan bir kapak konusu bulunmamasına rağmen Robert Kolej ile alakalı
altı makaleye derginin sonunda yer
verilmiştir. Bu doğrultuda Ece Kantemir, “Grosvenorlar ve Robert Kolej”
başlıklı yazısıyla Grosvenor ailesinin
Robert Kolej mecarasını, dünyaca
ünlü National Geographic dergisini
kuruluşunu ve dergiyle Robert Kolej
arasındaki bağlantıların atılış hikayesini ustaca ele almıştır. Ardından Ali
Yağız Ayla’nın “Dr. Gates ve Robert
Kolej” başlıklı makalesiyle, Robert Kolej’in Cyrus Hamlin ve George Washburn’den sonra üçüncü müdürü olan
Dr. Caleb F. Gates’in hayat hikayesini
anlatmaktadır. Dergi, Sanem Cirit ve
İlayda Sayar’ın edebiyatımızın önemli
yazarlarından Ayşe Kulin (ACG’61) ile
yaptığı röportajla devam etmektedir.
Eda Özüner’in ünlü fotoğraf sanatçısı
ve iş adamı Şakir Eczacıbaşı’nın Robert Koleji yıllarını irdeleyen çalışması ise Eczacıbaşı’nın sekiz yıl boyunca
Kolej’deki anılarını okuyucularla paylaşmaktadır. Bu yazıyı takiben Ezgi Yazıcı’nın bir solukta okuyacağınız, İsmail
Cem’in (RC’59) TRT Genel müdürü
olarak kanalı 500 gün içerisinde BBC
gibi dünyaca ünlü televizyon kanallarıyla yarışacak seviyeye getirme sürecini anlatan makalesi, 1970’lerin ortalarında Türkiye’deki siyaset ve gazetecilik
anlayışında modernleşme adımlarını
ve İsmail Cem’in bu süreçteki rolünü
göstermektedir. Meşhur siyaset bilimci ve gazeteci İsmail Cem ile TRT’nin
emekleme hatta devleşme sürecini detaylı olarak kaleme alındığı bu çalışma,
benim dergide okumaktan büyük zevk
aldığım yazılardan birisiydi. Son olarak,
Robert Kolej ve Amerikan Kız Koleji’nin Türkiye’nin modernleşmesindeki rolünü anlayabilmeniz için Tayfun
Gür’ün edebi ustalığını da görebileceğiniz “American Collegiate Institute ve
American College for Girls’ün Cumhuriyetin İlk Yıllarında ‘Yeni Kadın’ın
Yaratılışına Katkıları” başlıklı çevirisini
okumanızı tavsiye ederim.
Siz değerli okurlarımızı her sayfası tarih kokan bu dergimizle baş başa bırakmadan önce, bir gelenek olarak gelecek
dönem yurtiçi ve yurdışında üniversiteye başlayacak son sınıf öğrencilerine
mutluluk ve başarı dolu bir hayat diliyoruz.
Herkese iyi okumalar,
Ve Robert Kolej’e elveda...
5
• Robert Kolej Tarih Dergisi
Kızıl Napolyon’un Elbe’si: Büyükada
Sanem Ay
“Büyükada’daki Troçki evi satılık!”
B
olşevik ihtilalci Lev Troçki’nin
İstanbul’a ayak bastığını çok da
uzun olmayan bir süre önce bu başlığı
bir gazetede görünce öğrendim. Şaşkınlık, sevinç, üzüntü, kızgınlık, hepsini bir arada yaşattı bu haber bana. Demek devrimin en önemli isimlerinden
Troçki, 4,5 yıl boyunca Stalin’e karşı
olan fikirsel mücadelesini buradan
yürütmüş, “İhanete Uğrayan Devrim”,
“Sürekli Devrim” gibi hayli önemli
eserlerini Büyükada’nın denizinin kıyısında kaleme almıştı. Ben ise bundan bihaberdim ve dahası, sözkonusu
olan bu ev bir müze haline getirilmek
şöyle dursun, satışa çıkarılmıştı ve alıcı bekliyordu! Önceleri Arap İzzet
Paşa’nın, sonra Troçki’nin evi olmuş
olan köşkün özel mülk sayılması yeterince dehşet verici olsa da çoğumuzun Troçki’nin hemen yanı başımızdaki Büyükada’da geçirmiş olduğunu
bilmemesi haberin kendisinden bile
daha feci. Bu haberin ve içeriğinin
önemini anlamak için önce Troçki’yle,
Ekim Devrimi’yle, Lenin’le, Stalin’le
bir tanışmak gerek tabii. Troçki’nin
neden İstanbul’da yaşadığını, yıllarca
neden komünizmle bu denli alakasız
bir memleketten makaleler yayınladığını öğrenmek de bir başka şart. Hem
keyifle makale yazacağım bir konu
bulmak, hem de ayıbımı biraz olsun
örtmek istediğimden bu durumda yapılacak en iyi şeyin “Kızıl Napolyon”
Troçki’nin yükselişini, düşüşünü ve
Elbe’sindeki yıllarını anlatmak olduğuna karar verdim ben de bu yüzden.
Devrim ve Lenin
Oktyabrskaya revolyutsiya, yani Büyük Ekim Sosyalist Devrimi ile (Bolşevik karşıtlarınca “Ekim Darbesi”),
1905 yılında oluşturulmuş geçici hükümetin Bolşevik Partisi tarafınca
Troçki ve Diğer Devrimciler
düşürülmesinin ardından Sovyetler
Birliği kurulmuştu. Bu ihtilanin mimarı ve parti başkanı olan Vladimir
İliç Lenin 1924’te hastalığı sebebiyle
öldüğünde ise Komünist Parti’ninin
liderliğini ve Lenin’in mirasını devralacak bir halefe ihtiyaç ortaya çıkmıştı. Lenin’in başkanlığı altında parti
üyeleri “davalarına” olan bağlılıkları ve
Lenin’e olan saygıları nedeniyle muhalefette çok etkin olmasalar da onun
yokluğundaki boşlukta partinin her
kanadı sesini duyurur olmuştu. Parti
artık bir bütün halinde hareket edemiyordu. Parti başkanlığı için uygun
görülen isimler, birbirleriyle çoğu zaman fikirsel, bazense kişisel olarak çatışma içindelerdi. Tarih, bu kişilerden
ikisinin “savaşına” en çarpıcı halinde
şahit oldu: Kızıl Ordu Başkanı ve Dışişleri Halk Komiseri Lev Davidoviç
Bronsthein ve Parti Genel Sekreteri
Yosip Visariyonoviç Cugaşvili. Bu iki
lider, Troçki ve Stalin olarak tarihe
geçtiler. 1917 Mayıs’ında Petrograd
Sovyeti başkanı seçilen Troçki, Ekim
Devrimi’nde Kronstadt ayaklanmasını bastırarak kazandığı itibar sonucu
Lenin tarfından Harp ve Hariciye
bakanlığına atandı ve Kızıl Ordu’yu
kurup başkumandan oldu. Parti genelinde Lenin’in halefi sayılan Troçki,
ancak Lenin’in ölümü ardından Stalin’le gerçek manada mücadeleye girdi.
(Rosenberg)
“Post Kavgası”
Biri partinin orta kanadında, biri de
sol kanadında duran Stalin ve Troçki,
izlenmesi gereken politika konusunda
bir türlü anlaşamıyorlardı. Stalin, ülkenin ekonomisi düzelene kadar burjuva
ve köylü sınıfını kuşkulandırmaktan
kaçınmayı, belli bir refah seviyesine
ulaşıldıktan sonra tam Marksizm’in
uygulanmasını savunuyordu. Troçki
ise bunu devrime ihanet sayıyor, verilecek en ufak tavizi dahi davayı alttan
alta çürütecek bir risk tohumu olarak
görüyordu. Rusya’nın ekonomik durumu oldukça kötüydü ve Stalinist
bakış açısı, devrimin önce Sovyetler’de
yaşanmasını ve yerleşmesi gerektirirken Troçkist yaklaşım dünyanın Bolşevik İhtilali için hazır olduğunu söylüyordu. Zira Troçki’ye göre dünyanın
tamamı komünist sisteme geçmedikçe
Sovyetlerdeki komünizmin de “geçerliliği” olmayacaktı. (Coşar, 10)
Troika-Triumvirae
Köylülere ve burjuvaya taviz verilme-
Robert Kolej Tarih Dergisi •
mesi konusunda Troçki’yle benzer düşüncelere sahip olan Lev Kamenev ve
Lenin’in sürgündeki en yakın arkadaşı
Grigori Zinovyev, Troçki’nin parti
üzerindeki nüfuzundan ürktüklerinden, kontrol altında tutabileceklerine
inandıkları Stalin ile birlikte Troika’yı
kurup Troçki’ye karşı birlikte muhalefet etmeye karar verdiklerinde Troçki
parti içinde tek başına kaldı. (Bu üçlünün parti içinde Troçki’nin itibarsızlaştırılması sürecindeki emeği büyüktür.) Stalin, zamanında kimsenin
talep etmediği genel sekreterlik işini
üstlenmiş, bu sayede bürokrasinin inceliklerini en iyi şekilde öğrenmişti.
Edindiği deneyim, bilgi ve arkasındaki destek sayesinde Stalin, kısa sürede yetkileri elinde toplamaya başladı.
(Stalin, 1992 Filmi) Troçki’nin Sol
Muhalefet’i teşkilatlandırmaya başladığını fark ettiğinde ise onu Orta Asya’ya, Alma Ata’ya sürgüne gönderdi.
Troika ile amacına ulaştıktan ve Troçki’yi partiden uzaklaştırıldıktan sonra Stalin, Zinovyev ve Kamenev’i de
eledi ve baştaki tek güç haline geldi.
Bu süreç içinde iktidarının dokunulmazlığı için Troçki’nin temelli olarak
tasfiye edilmesi gerektiğini ve Rusya
içinde Troçki’nin katlinden doğrudan
sorumlu tutulacağını anlayan Stalin,
çareyi Troçki’yi ülke dışına sürmekte
buldu. Bu sayede dışarıdan “aşırı sol”u
da tasfiye ediyor gibi görünebileceğini,
batılı devletlerin sempatisini kazanabileceğini de hesaplamıştı. (Rosenberg) Troçki’yi Rusya’da öldürtmeyi
başaramayacağından önce ona verilen
desteği azaltmak, sonra da destekçilerini tasfiye etmek için onu fikirlerini
yazmaya devam edebilmek için burjuva basınıyla etkileşime geçmesini
zorunlu kılacak bir duruma düşürmeyi hesaplıyordu. Avrupa ülkeleri ise
Troçki’nin Rusya içinde kalmasının
Bolşevikler arasında bir çözülme yaratacağını umduklarından “baş ihtilalci”
kabul ettikleri Troçki’ye vize vermiyorlardı. Bu sebeple Troçki, Sovyetler’le dostluğunun temellerini henüz
atmakta olan Türkiye’ye sürgün edildi.
(Coşar 64)
Türkiye
12 Şubat 1929’da Troçki, günler süren ve nereye doğru olduğunu bilme-
6
M. Troçki Ev Arıyor (Gazete Haberi) - Önder Kaya’nın Arşivindendir.
diği bir yolculuğun sonunda nihayet
İstanbul’a ayak bastı. Troçki, Avrupalıların gözünde Napolyon’dan beri en
çok korku uyandıran adamdı. Sovyet
Harbiye komiseri olarak Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’ye silah sevkedilmesinde yardımcı olmuş Troçki’ye
karşı Türkiye’nin Avrupa Devletlerine
kıyasla çok daha büyük bir sempatisi vardı. Bu sebeple Stalin’in ricasına
rağmen Troçki’nin siyasi faaliyetlerinin engelleneceği sözü verilmedi.
Mustafa Kemal, Soyvet elçisi Suriç’e
“Sovyet Sefiri Suriç’e anlatmak lazım:
Türkiye Cumhuriyeti toprakları Sovyet Rusya’nın hapishanesi değildir.
Troçki, topraklarımızda yalnız Türk
kanunları çerçevesi içinde ve serbest
yaşar. Bunu bilsinler.” diyerek (Coşar,
10) Stalin’in ricasının yerine getirilmeyeceğini açıklamıştı. Troçki, yazılarını yazmakta serbest olacaktı. Gerek
ulusları “davası” altında birleştirme
tutkusu, gerek askeri arkaplanı, gerekse sürgündeki hayatıyla “Kızıl Napolyon” yakıştırmasının altını dolduran
Troçki, ihtilali artık Türk topraklarından yönetecekti. (Nedava, 225) 1921
yılında Türkiye’deki iki büyük komü-
nist, Nazım Hikmet ve Vala Nureddin, odalarına Troçki’nin resimlerini
asıyor, Stalin’in adın dahi akıllarına
getirmiyorlardı. Nazım Moskova’dan
Türkiye’ye dönerken yine Troçki’yi
anıyordu:
“Senin bir mayıslarını gördük
Uğultularla duyduk
Kocaman bir çan gibi haykıran Troçki’yi”
1925’te Türkiye’den ayrılıp Moskova’ya dönmesi gerektiğinde ise Nazım
Hikmet, beklediğinden çok daha farklı
bir tablo bulmuştu karşısında. Troçki,
artık geri planda tutuluyordu. Stalin,
partide Troçki’nin itibarını sarsmak
için elinden geleni yapıyordu. Troçki’nin toplantılarına adamlarını yolluyor, onu ıslıklatıyor, yuhalatıyordu.
Son konuşmalarında salonda Nazım
Hikmet ve birkaç genç komünist haricinde onu dinleyen kimse kalmamıştı. Daha sonra Türkiye’ye geri dönen
Nazım Hikmet de zamanın gerektirdiği gibi davranıyor, çizgisini Stalin’in
yanına çekiyordu. Vala Nureddin ise
Troçkist duruşundan vazgeçmemişti.
7
lin kimdir?” Sorusuna verdiği cevap
ise “Stalin, partimizin en fazla dikkati çeken en değersiz adamıdır! Siyasi
ufku son derece dardır. Yabancı dil
bilmez, dışarıdaki gelişmeleri başkalarından dinler… Lenin vasiyetnamesinde onun iki özelliğini belirtmiştir:
Kabalığı ve vefasızlığı!” (Coşar, 36) olmuştu. Makaleler dünyada yayıldıktan
sonra Troçki’nin konsoloslukta kalması artık imkansız hale geldiğinden
başka bir yere yerleşmesi için düzenlemeler başladı.
İzzet Paşa Köşkü
Troçki
(Coşar, 29) Troçki’nin zamanında Komünizm karşıtı duruşlarından dolayı
ülke dışına sürdüğü Beyaz Ruslardan
bir kaç bini hala İstanbul’daydı. Beyaz
Rus’lardan veya bir başka kanattan
gelebilecek suikast tehdidine karşı İstanbul polisi uyarılmış, Troçki’nin can
güvenliği için eğitilmeye başlanmıştı.
Yine de 12 Şubat akşamı konsolosluğa
varan Troçki, buradan dışarı çıkmayı
kati surette reddediyordu. Sovyet konsolosluğu Rus toprağı sayıldığından
burada Stalin onu öldüremezdi.
Konsolosluktan Kovulma
Troçki, eski bir Troçkist olan avukat Maurice Paz ve eşi Magdalena
aracılığıyla Avrupa basınıyla irtibat
kurduktan sonra Stalin’i ağır biçimde
suçlayan ilk yazısını, yine konsolosluk
binasında kaleme aldı. Troçki’nin bu
makalesini oğlu Lev Sedov, Galatasaray civarında Rusça olarak Paris’e
telgraf çektirmişti. Takrir-i Sükun
kanununun henüz kalkmadığı bu
günlerde bu makalenin içeriğini kimse sormamıştı bile. Makaleleri, Stalin
karşıtlarının tasfiyesi üzerineydi. “Sta-
Makalelerin yayınlanmasıyla Stalin
planını uygulamaya başlamış, Troçki
tarafından kurulmuş olan ancak şimdi partinin yayın örgütü görevi gören
Pravda’ya Troçki’nin burjuva basınıyla kurduğu ilişkiyi kınaması yönünde
talimat vermişti. Troçki bu hamlesinin
diğer yolların ona kapatılmasından
ötürü olduğunu, yazılarıyla Sovyet
Cumhuriyeti’ni uğradığı ihanetten
kurtarmak istediğini kaleme almıştı.
Ayrıca yazdığı makalelerin Stalin tarafından çarpıtıldığını belirtiyor, Stalin’in bu yazıların tam halini yayınlamaya cesaret edemeyeceğini söylüyor,
yazısını “O her şeyden çok hakikatlerden korkar”.” diyerek bitiriyordu.
(Coşar, 53) Bundan sonraki makalelerini yazacağı yer, Büyükada olacaktı.
Bizans’ın tahtından edilmiş hükümdarlarının, prenslerinin, asi kumandanlarının sürgün edildiği (ve sonra
da gizlice katledildiği) bu ada, şimdi
de bir Bolşevik’in evi olacaktı. Bir zamanların Kızıl Sultan’ı Abdülhamit’in
katipliğini yapmış İzzet Paşa’nın köşküne şimdi bir Kızıl İhtilalci geliyordu. En kısa zamanda sandıklarını açmak, çalışmaya, makalelerini yazmaya
devam etmek istiyordu; ancak köşkteki her bir yana açılan pencereler onu
huzursuz ediyordu. Ağır işiten kulağı
ve soru sorma konusundaki hevessiz
tutumuyla Troçki’yi cezbeden Rum
marangoz Barba Françesko, bu pencereleri tuğlayla örecek, içeriyi içeride
tutacak kişiydi. Zira Troçki, güvenliği
konusunda asla rahat değildi. Yavaş
yavaş paranoyaya dönüşmeye başlayan
şüphelerinde haksız da sayılmazdı.
Coşar’ın kitabında aktarılan trajikomik bir anı, durumun vehametini açık
• Robert Kolej Tarih Dergisi
ediyor aslında: “Pencerelerin kepenkleri pas içindeydi. Köşkün durumu
içler acısıydı. Barba, aldığı boya harcıyla kepenkleri boyama işini hızlıca
bitirmişti. Hatta elinde de bol kalmıştı bu harçtan. Bir de öğrenmişti
ki köşkün yeni sahibi bir “kızıl”. Bu
yüzden kırmızı rengin pek hoşuna
gideceğini düşünmüş, helanın tahtasını “devrim rengine” boyamıştı. Boya
yavaş kuruyan cinstendi. Sabah vakti
heladan “Kan...Kan!” çığlıklarıyla fırlayan Troçki’nin nasıl korktuğunu yalnızca hayal edebiliriz tabii. (Coşar, 60)
Troçki Ada’dayken Stalin ise köylü ve
sanayileşme ile ilgili planlarını uygulamaya geçiriyor, ortaya çıkan sorunları
ise daha önce iktidarı ele geçirmek için
kullandığı yandaşlarının üstüne yıkarak bu sefer de onları tasfiye ediyordu. Stalin aynı zamanda tarihi kendi
lehine manipüle etmeye de başlamıştı.
Artık devrim tarihinde Troçki, ihtilal
sürecinde Lenin’e muhalefet eden ve
sonrasında ona sığınan önemsiz bir
figür olarak gösteriliyordu.
13 Temmuz 1930’da Stalin 16.Kongre toplantısında Troçkizm’den tamamen kurtulduklarını ilan ediyordu.
Tarihler 20 Şubat 1932’yi gösterdiğinde ise Troçki, Sovyet vatandaşlığından atılıyordu. Troçki’yle en ufak
bir irtibat, idamla sonuçlanacaktı. Stalin, kendisine tehdit olarak gördüğü
herkesi Troçkist olmakla itham ederek
tasfiye ediyor, kurşuna dizdiriyordu.
(Ast., Rise&Fall...) Türkiye ve Sovyetler arasındaki dostluk ise gittikçe
pekişmekteydi. Troçki, bu gelişmeler
ışığında güvenliği hakkında gittikçe
daha da derin endişelere kapılıyordu.
Bolşevik İhtilali’nin 15. Yıldönümünde Kopenhag’daki öğrencilerin baskısıyla krallık, Troçki’ye 8 günlük vize
verdi. Bu onun ilk Türkiye dışı seyahatiydi. (Coşar, 146-156)
Türkiye’den Gidiş
1933 yılının ilk haftasında Troçki,
kızı Zina’nın intihar haberiyle ciddi
bir sarsıntı geçirdi. Stalin, Zina’nın
çocuklarından birini elinde tutuyordu, eşi sürgündeydi ve bütün bunlara
Hitler’in iktidara gelişiyle Yahudilere
karşı yükselen nefretin eklenmesine
daha fazla dayanamamıştı. Avrupa’yla
bağlantısını sağlayan oğlu Lev Sedov
Robert Kolej Tarih Dergisi •
da Almanya’daki durum nedeniyle Paris’e geçmek zorunda kalmıştı.
Almanya’da kitapları yasaklanmıştı.
Dünyadaki ekonomik buhran sebebiyle maddi durumu bozuluyordu.
Troçki, durumu konusunda endişeliydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 10.
Yıl Kutlamalarına şu an Taksim’de
Atatürk’ün yanında heykeli bulunan
savunma bakanı Kliment Voroşilov ve
Stalin’in de katılacağını öğrendiğinde korkusu iyice büyüyen Troçki’ye 8
Temmuz’da Fransa’dan vize müjdesi
geldi. Troçki Ada’daki son günlerinde hatıra defterine “Buraya geleli dört
buçuk yıl oldu. Ayaklarım Büyükada
topraklarına sanki kenetlenmiş gibi
garip bir his var içimde.” (Coşar, 164)
diye yazıyordu. 1935 yılında ise Fransa
başbakanının Sovyetler’le imzaladığı
dostluk anlaşması neticesinde Troçki,
Fransa’dan Norveç’e geçmek zorunda
kalıyordu. Bu yıl başlayan Moskova
Duruşmaları’nda Stalin, etrafında ve
hatta dünyada varlığını sürdürmesini istemediği “hainleri” teker teker
“Troçkist hükümet kurma teşebbüsü”
suçu altında kurşuna dizdiriyordu.
Kamenev, Zinovyev ve Buharin de
idam edilenler arasındaydı. Bu gelişmeler ve Sovyetler’in Norveç’e yaptığı
uyarı onun küçük, silik bir köye yerleştirilmesiyle sonuçlandı. Bir-iki ay
içinde Meksika Hükümeti’nden gelen
vize, Norveç hükümetini ziyadesiyle
memnun etmişti. (Coşar, 140-165)
Troçki, Son Evi Meksika’da
Troçki, Meksika’daki evine yerleşmiş,
çalışmalarına devam etmeye başla-
8
mıştı. Bu sırada 5 dil bilen Amerikalı
bir Troçkist olan Sylvia Ageloff ’u da
katibi olarak almıştı. Onun sevgilisi
Frank Jacson, zaman geçtikçe Troçki’yle dost olmaya başlamış, fikirlerini
benimsemişti. Troçki’nin nazarında
Jackson, artık Sylvia’nın eşiydi. Troçki
onu çaya davet ettiğinde evine elinde
“üstadına” göstermek istediği makalesiyle gelmişti. Troçki, yazıyı baştan
yazmasını istedi. Üç gün sonra, 20
Ağustos’ta geri döndüğünde yine çalışma odasına gitmişlerdi. Odaya girdikleri anda Jackson, pardösüsünün
içine sakladığı buz kazmasını tüm gücüyle Troçki’nin kafasına indirmişti.
Jackson, Troçki’nin hemen öleceğini
ve kaçabileceğini sanmıştı. Troçki ise
onun yakasına yapışmış, gitmesine
izin vermemişti. Onu yakaladıklarında
polislere “Durun! Öldürmeyin! Konuşması gerek! (Coşar, 183) diye bağırıyordu. Kaldırıldığı hastanede ertesi
gün hayatını kaybetti. Katil suikastçı
ise “Eski bir Troçkist olduğunu, ancak
kendisini tanıdıkça onun Komünizm’e
ihanet ettiğini fark ettiğini, bu yüzden de onu öldürdüğünü” söylüyordu.
Yıllar sonra, bu adamın Sovyet Harp
Akademisi’nde yetiştirilmiş, Stalin
tarafından özel olarak Troçki’yi dünyanın her yerinde takip etmesi için seçilmiş bir ajan olduğu ortaya çıkmıştı.
Stalin, sonunda amacına ulaşmıştı.
Önce kendisini iktidara taşıyan “dava
yoldaşlarını”, yani Buharin’i, Zinovyev’i, Kamenev’i ve daha nicelerini,
sonra ise kendisine muhalefet etmeye
devam eden son lideri de dünyadan
silmişti. Meksika’daki kanun daha
fazlasına müsaade etmediğinden 20
Büyükada’daki Trokçki Evi
yıl hapiste yatan Jackson, süre bitince
serbest kaldı ve Avrupa’da kayıplara
karıştı. (Coşar, 183-197) Rus İhtilali’nin Troçki ile devam etmiş olan
tarihi, 18 Ağustos 1940’da sona erdi.
Geriye müzisyenlerin burjuva müziği yazdığı için, vatandaşların büyük
SSCB’nin lideri, babaları yüce Stalin’i
yeterince güçlü alkışlamadığı için kurşuna dizildiği, sistemi eleştirenlerin
halk düşmanı olarak Gulag’lara gönderildiği Stalinist Rusya kaldı. Sürgün
hayatının en güvenli, en üretken yıllarını Ada’da balık tutup kitap yazarak
geçiren kızıl ihtilalcinin ülkemizde
geçirdiği bunca yıl neden bizlerce bilinmiyor, neden bu evin satılma durumu gündemimizde yer etmiyor, sorgulamıyorum. Zira gündem bu gibi
soruları “lüks” saydıracak halde. Yine
de belki bir gün izlediğimiz dış politikaya rağmen bir el atılır şu harap
haldeki köşke de bizim de bir Troçki
Evi müzemiz olur diye umuyorum.
Nasyonel Bolşevik Alexander Harçıkov’un deyişiyle “Stalin Baba”nın mirasçısı olan liderlerini huzursuz etmek
için bile yapabiliriz bunu hatta. Zira
eminim kendisi de hiç haz etmiyordur
tarihlerindeki Napolyon’dan.
Kaynakça:
Coşar, Ömer Sami. Troçki İstanbul’da. İstanbul: Yaylacık Matbaası,
1969. Baskı..
Nedava, Joseph. “Trotsky and the
Role of the Individual in History.”
Modern Age (1986): n. pag. UNZ.
Web.
Özdemir, Cengiz. “Troçki’nin Büyükada’da Ne İşi Vardı?” t24.com.tr., 14
Nis. 2013. Web. 14 Şub. 2016.
Stalin. Dir. Ivan. Passer. Perf. Robert
Duvall, Daniel Massey. 1992. DVD.
MarxLeninKimilsung. “(Stalin our
father)”. Online Video Clip. YouTube. 10 Feb. 2013. Web. 1 Mar. 2016.
Rosenberg, Arthur. A History of
Bolshevism. N.p.: Anchor, 1967
Baskı.
MarxLeninKimilsung. Online
Video Clip. YouTube. 10 Feb. 2013.
Web. 1 Mar. 2016.
Ast., Daniel. “Trotsky: Rise & Fall
of a Revolutionary”. Online Video
Clip. Youtube. 24 Mar. 2011. Web.
9
• Robert Kolej Tarih Dergisi
Deniz İnsanları ve Medeniyetlerin Çöküşü
kuraklıklar ve seller olmuştur; ve aslında “Evin kapıları mühürlü. Evinde kıtlık
bir çeşit karanlık çağlar tekrar edicidir” olduğundan, açlıktan öleceğiz. Gelmek
Umut Deniz Dinç
(Sandars 19) Büyük tarihçi Fernand için acele etmezsen öleceğiz. Ülkenin
Braudel de Akdeniz kitabında şu tespi- bir daha göremeyeceğin nefes alan bir
ti yapmıştır: “Akdenizde hiçbir düzlük ruhu” (Oren 24) Bahsi edilen Ugarit,
yoktur ki, Portekizden Lübnan’a kadar, Kuzey Suriye’de bulunan ve Hititlere
sel tehlikesi altında olmasın” (Sandars donanma temin eden kritik öneme saepimizin sık sık duyduğu bir
21) Akdeniz biyolojik olarak bitik hip bir himaye şehir devleti, Emar ise
kelime: Globalleşme. Bir dün(biologically exhausted) olduğundan, yine Kuzey Suriye’de bulunan önemya-sistem artık tarihte ilk defa gerdeniz hiçbir zaman popülasyonu besle- li bir şehir. Kıtlıklar dışında dikkate
çekten tüm dünyayı kapsıyor. Modern
meye yetmemiştir. Bir Venedik atasözü almamız gereken bir diğer etmen ise
zamanları iletişim, iletişimi de çoğu zader ki, “Balıkçı balık gibidir, denizin depremler. George Washington Üniman onu bir araç olarak kullanan ticari
dışında çürümeden uzun süre kalamaz” versitesi arkeoloji profosörü Eric H.
faaliyetler tanımlıyor. Artık tüm insanBu atasözü bize Akdenizdeki toplum- Cline’a göre Truva, Hattuşa ve Ugalık birbirine bağlı ve de bağımlı halde.
ların gelişimi hakkında çok şey anlatır. rit’de çöküş öncesi depremlere dair bulŞüphesiz ki içinde yaşadığımız bu çağ
Nüfus azken, insanlar çok çalışır ve gular var. Akdeniz’deki yüksek sismik
oldukça özel olmalı, değil mi? Kulavarlık elde edilir, bunun sonucunda da aktivite zaten herkesin malumudur, ve
ğa şaşırtıcı gelebilir ama, hayır, içinnüfus artar. Fakat bunun üzerine gelen Thera volkanındaki patlamanın Gide yaşadığımız dünya o kadar da özel
verimsizlik nüfusun tekrar azalmasına rit uygarlığını (Minoan Civilization)
değil. En azından en basit anlamda
sebep olur. Üretim talebi karşılamaz. nasıl etkilediğini bu noktada aklımıdevletlerin birbirlerine olan bağımlılıAkdeniz “geçim tarımı” (subsistence za getirmek faydalı olacaktır. İlginçtir
ğı üzerinden gidersek, tarihte pek çok
farming) ile uyumlu bir bölgedir. Ye- ki, bu uygarlığın asıl yok oluşu korsan
dönem vardı ki tüm dünya olmasa da
rel kıtlıklar geniş çaplılardan çok daha saldırılarıyla süslenmiş bir ekonomik
geniş bölgeler ticari faaliyetler ile sıkı
yaygındır. Fakat yerel kıtlıklar birbirine çöküşle olacaktır. Onlara saldıran korsıkıya kenetlenmişlerdi. Mesela M.Ö.
çok bağlı bir sistemde büyük felaketle- sanlar büyük ihtimalle Mikenlerdi, ve
14. yüzyılda Doğu Akdeniz, pek çoğure yol açabilir. Mikanların hikayesinde Giritlilerden ticari gücü devraldıktan
nun tahmin edeceğinden çok daha ileri
çok yıllar sonra onlara benzer bir şekilbunu daha iyi göreceğiz.
medeniyet seviyelerine gelmişti bile.
Deniz insanlarının yükselişini açıkla- de çökmüşler gibi gözüküyor.
Fakat sonra bir şey oldu, daha doğrusu
Daha önce de belirttiğim üzere Geç
mak için kuraklık ve kıtlıklar eskiden
bir şeyler, ve sistem bütünüyle çöküşe
beri dile getirildiyse de, yeni bulgular Bronz Çağı Akdeniz’i sıkı ticari ağlarla
sürüklendi, bir medeniyetler çöküşüne.
bu önerileri çok güçlendirdi. En büyük örülüydü. Mesela Mikenler asıl olarak
Yaşanan olaylar bütünü bugün tarihçibulgulardan biri, deniz yüzeyi sıcaklık- çömlek ihraç ederken, metal ithal ediler tarafından “Geç Bronz Çağı Çökülarında o yıllarda yaşanan bir düşüş. Bu yorlardı. Mısırlıların en önemli ihraç
şü” olarak isimlendiriliyor. Bu süreçte
tüm Doğu Akdeniz’de veya çok geniş maddesi ise Nubia’dan gelen altındı. Bu
yaşanan olaylar hepimizin çok kez duybir bölgede genel bir kuraklık döne- altını daima elde bulundurmak istemeduğu Truva Savaşı’na, Yunan Karanlık
mi yaşandığına işaret edebilir. Başka leri, Nubia ile neden diplomasi yerine
Çağlarına ve Hitit Başkenti Hattubir araştırma da Güney Levant’daki savaşı tercih ettiklerini anlamamıza
şa’nın yakılıp yıkılışına sebebiyet verdi.
ciddi bir kuraklığa işaret ediyor. Uga- yardımcı olabilir. Mısır, devamlı olarak
Çöküşe sebebiyet veren, yağmaları ve
rit’te bulunan ve de Emar’daki kıtlığa Nubia’yı işgal eden bir güç olmuştur.
savaşları yapan grup “Deniz İnsanları”
işaret eden bir mektupta şöyle deniyor: Kıbrıs, o dönemki adı ile Alashiya, Mıolarak bilinse de, Deniz İnsanları tek
bir grup değildi ve kimlikleri bugün de
tam olarak netlik kazanmamıştır. Peki
bu çöküş nasıl ve neden başladı, ve dönemin iki büyük imparatorluğu Hitit
ve Mısır’ı nasıl etkiledi? Bunun için
öncelikle biraz geriye gitmemiz gerek.
Akdeniz genellikle güneş, deniz, bolluk ve bereket ile ilişkilendirilir. Burası
ilk bakışta bir medeniyetin gelişmesi
için uygun gözükse de, gerçek bundan
çok daha komplikedir. Sandars’ın belirttiği üzere, “Akdenizi çevreleyen topraklarda her zaman depremler, kıtlıklar,
Hitit Uygarlığı da Denizci Kavimlerin İstilası ile Yıkıldı.
H
Robert Kolej Tarih Dergisi • 10
Truva’nın Düşüşü (Wikimedia)
sır’a önemli bir bakır ihraç edicisiydi ve
ayrıca Doğu Akdeniz’in tüccar devleti
idi. Sistemin dışından gelen, fakat Cline’ın vurguladığı üzere sistemin onsuz
yapamadığı bir ticaret ürünü ise Afganistan’dan gelen kalay ve Cline kalayı
günümüz petrolüne benzetiyor. Kalay
bakır ile karıştırıldığında bronz yapımına olanak sağlıyordu. Birbirine çok
iyi bağlı Doğu Akdeniz medeniyetleri
bir domino efekti ile oldukça kısa bir
sürede çöktü, ve bu çöküşü anlamak
için Miken uygarlığında ne yaşandığını
incelememiz gerekiyor.
Girit uygarlığı, “tekrar dağıtmacı ekonomi” adı verilen bir sisteme sahipti.
Bu sistemde saray, üretilen malların
toplanmasını ve geri dağıtımı sağlardı.
Bu da kusursuz işleyen bir bürokrasi
gerektiriyordu. Bu sistemin diğer bir
gerekliliği ise her zaman üretim fazlasının olmasıydı. Mikenler de Giritlilere
çok benzer şekilde işleyen bir sisteme
sahipti. Şehirler tek bir tip kaynağı
üretmeye odaklanırlardı. Böylesi bir
durumda ticaretin işlememesi felaket
demekti. Daha önce de belirttiğim
gibi, Akdenizde devamlı kendini gösteren nüfus artışı problemi Mikenleri
de tehdit etmeye başlamıştı. Bu sistemin çöküşü hakkında Sandars şöyle diyor, “Marjinal arazi yorgunlaştığında ve
çiftçiler saray-merkezlere verecek üretim fazlası bulamadığında, son geldi.”
(Sandars 183) Milattan önce 13. Yüzyılın başında Miken veTiryns kentlerinin kalelerini güçlendirmelerinden de
anlaşılabileceği gibi Mikenlerin ekonomik çöküşü ekonomiyle sınırlı kalmadı
ve büyük iç karışıklığa sebep oldu. Ardından ise büyük insan hareketleri başladı. Bu insanlar ya güç sahibi insanlar
tarafından (lordlar) korsan tipi bir ya-
Aslan Kapısı (Andreas Trepte)
şama sürükleniyordu (bunun hakkında
kullanılan corsair kelimesinin Türkçede tam olarak karşılığı yok, devlet
destekli korsan olarak düşünebiliriz.) ,
ya da kendi kendilerine organize olup
korsanlığa katılıyorlardı. İlk ihtimal
İlliad’ın ta kendisi olabilir, lordların
yönettiği büyük bir korsan konfedarasyonunun Truva’ya saldırması kulağa oldukça mantıklı geliyor (Sandars 186).
Fakat insanların kendi kendilerine, güç
sahibi kişiler olmadan korsanlara katılması ve eşitlikçi bir sistem içinde hareket etmeleri ihtimali de Hitchcock ve
Maeir tarafından savunulan ve dikkate
değer bir tez. Diyorlar ki, “Miken halkına saray tarafından dayatılan, Tiryns
barajı ve Boeotia’daki lağım şebekesi
gibi büyük toprak yapılar ve de anıtsal
kaleler ve mezarların yapımında yararlanılan ağır iş cezaları marjinalleşen işçi
grupları için Deniz İnsanlarına katılma yönünde bir nedendi”(8) Ganimeti
paylaşmanın avantajlarına dikkat çektikleri bu makalenin temel argümanı
Deniz İnsanlarının çok farklı yerlerden
gelmelerine rağmen tek bir korsan kültürü etrafında birleştikleri. Buna kanıt
olarak giyim kuşama dair benzerlikler
ve de sonraki çağların Yunan destanlarında görülen şölen geleneği gösteriliyor.
Her ne kadar büyük bir kriz Ege’nin
batı yakasında patlak verdiyse de, işlerin en kötüye gittiği yer Egenin doğusu, Anadolu, yani Hititlerin toprakları
olabilir. Mısır’a saldıran pek çok Deniz
İnsanı grubu buradan, özellikle de Arzawa olarak adlandırılan ve bugünün
Ege Bölgesi’ne denk düşen topraklardan geliyordu. Peki Hititleri zayıf kılan
neydi? Hititler için feodal bir yapıya
sahip oldukları söylenebilir, yani güç
bir elde toplanmıyor, başkent Hattuşa sahip olduğu varsayılan toprakların önemli bir kısmı üzerinde kontrol
sahibi olamıyordu. Hattuşa’nın en az
hükmedebildiği yer ise tahmin edilebileceği üzere batı bölgeleriydi. Bunun
yanında, kendine ait bir donanması olmayan Hitit merkezi devleti donanma
için Ugarit’e, Hatay’ın güneyine düşen
ve de Hititlere bağlı olan bir şehir devletine muhtaç idi. Her ne kadar Ugarit hiçbir zaman açıkça Hititlere karşı
hareket etmese ve sadık bir tabi devlet
(vassal state) olsa da, Hitit’in gücünün
azalmaya başladığı çöküş öncesi zamanlarda bazı ilginç vakalar yaşanmamış değildir. Mesela, Hititlerin önemli
bir bölgesi olup aynı zamanda kendi
kralına da sahip olan Kargamış, Ugarit’in iyi askerleri kendisine sakladığını
ve aç atlar gönderdiğini öne sürmüştü.
(Oren 22) Ugarit’in sadıklığı ne derece
olursa olsun, sonunda Hattuşa ile aralarındaki ilişkiden en büyük zararı gören onlar oldu. Donanmaları Lukka’da
(Likya’ya denk düşen ve korsanlarıyla
meşhur kontrol altına alınamayan bölge) Hititlerin kullanımındayken, bir
Deniz İnsanları saldırısı ile tam anlamıyla yok olma noktasına geldi. Ugarit
Kralı Hamurabi’nin Alashiya (Kıbrıs)
kralına günümüze kadar ulaşmış ve de
tarihçiler için çok değerli bir mektupta
yazdığı üzere:
“Babam, düşman gemileri geldi. Şehirlerimi yakıp ülkeme zarar veriyorlar.
Babam bilmiyor mu ki tüm piyadelerim
Khatte’de, tüm gemilerim ise Lukka’da?
Hala geri dönmediler, topraklarım güçsüz. Babam bu durumun farkına varabilir mi? Düşmanın yedi gemisi bize zarar
verdi. Eğer başka düşman gemileri bulunursa, bana bir şekilde rapor gönder ki
11
• Robert Kolej Tarih Dergisi
Ramses II (Oriental Institute)
bileyim.” (Cline 9-10)
Son olarak Hititlerin bir diğer büyük
zayıflığı olarak kraliyet ailesinin bölünmüş oluşunu söyleyebiliriz. Ortak
çıkarlara dayalı bazı meselelerde bir
araya gelinse de, Hattuşa ve Tarhuntaşşa iki kuzen (Tudhaliya ve Kurunta)
tarafından yönetilen iki krallık konumundaydı. (Oren 26). Şimdiye kadar
Geç Bronz çağı çöküşünün nasıl Mikenlerce tetiklenip zaten çevresel ve
ekonomik bir çöküşe müsait bir medeniyetler ağını sarmış olabileceğinden ve
dönemin büyük gücü Hititlerin sıkıntılarından bahsettik. Tam olarak nasıl
olduğu bilinmese de, sonuçta Hattuşa
yakılıp yıkıldı, Hititler tarih sahnesinden silindi.
Akdeniz havzasının diğer süper gücü
içinse durum daha farklı olacaktı. Mısır, Deniz İnsanları’nın akınlarıyla hızlı bir çöküş yaşamadı, fakat oldukça
güç kaybetti ve bu durum yaklaşık bir
yüzyıl içinde Yeni Krallık’ın çöküşüne
sebep oldu. Tabi ki bu güç kaybedişin
sebebini yalnızca Deniz İnsanları’nın
Mısır’a saldırması olarak değil de onların Doğu Akdeniz’in öteki uçlarında
yaşattıkları kayıpların büyüklüğü ve ticaretin almış olabileceği darbe ile birlikte değerlendirmek daha doğru olacaktır. Mısır’ın Deniz İnsanlarına karşı
en büyük ve son savaşı III. Ramses’in
hükümdarlığının sekizinci yılında yaşandı. Bu savaş Ramses’in ölüm tapınağı Medinet Habu’da yazıtlarda anlatılıyor, burası Deniz İnsanlarına ilişkin
arkeologların hala en önemli kaynağı,
hatta Deniz İnsanları terimi de burdaki
yazıtlardan geliyor. Bir savaş sahnesinde savaşçıların ailelerinin ve kağnılarının da olması, durumun vehametini
ortaya koyuyor. Bir düşünün, hangi ko-
şullarda insanlar aileleriyle ve getirdikleri eşyalarla birlikte savaşa gider? Hiç
kuşkusuz ki Bronz Çağı sona ererken
pek çok hayat da savrulmak zorunda
kalıyor, devamlı hareket halinde kitleler devletler parçalıyorlardı. Ramses ise
olayı Medinet Habu’da şöyle anlatmış:
“Yabancı ülkeler adalarında bir komplo
kurdular. Bir anda topraklar kaldırılmıştı ve bir karışıklık içinde dağılmıştı.
Hiçbir yer önlerinde duramadı: Khatte,
Qode, Gargamış , Arzawa, ve Alashiya,
bir anda koptular. Amurru’da bir kamp
kurulmuştu. İnsanlarını harap ettiler
ve toprakları hiçbir zaman var olmamış
gibiydi. Ateş onlar için hazırlanmışken
Mısıra geliyorlardı. Konfedarasyonları
Peleset, Tjekker, Shekelesh, Danuna ve
Weshesh’di. Dünyanın uçlarına kadar
ellerini gezdirdiler, kalpleri kendine güvenli.” (Cline 2-3)
Sonrasında şöyle devam ediyor: “Benim sınırıma ulaşanlar, tohumları yoktur,
kalpleri ve ruhları sonsuza dek bitirilmiştir. Nehir ağızlarında tüm ateş denizden
gelenlerin önlerindeydi, kıyıda onları
mızraklar kuşattı. Kıyıda çekilmiş, etrafları sarılmış, perişan edilmiş, öldürülmüş
ve yığınlar haline gelmişlerdi. Gemileri
ve tanrıları sanki suya düşmüş gibiydi.
Ülkelerinde Mısır demekten bile onları
geri kıldım, benim ismimi ağızlarına aldıklarında yanarlar.”
Yani şu kesin ki Mısır büyük saldırılara maruz kalsa da , iyi bir şekilde
savaştı. Bugün, Deniz İnsanları hala
gizemlerini koruyor, fakat bu onları
anlayamayacağımız anlamına gelmiyor.
İşin detaylarını ortaya çıkartmak oldukça zor olsa da, bu yazıdan da anlayabileceğimiz üzere en azından büyük
resmi görebiliyoruz. Bu resim, tarihin
belki de en heyecanlı dönemlerinden
birinin resmi. Bu dönemde yaşanan
değişimler bu kadar büyük iken, konu
hakkında çok az kişi bilgi sahibi. Artık
bu yazıyı okumuş olan siz ise, bir azınlığın parçasısınız da denebilir. Eğer ki
konu ilginizi çekiyorsa, size önereceğim
kitap çöküşün kendisinden çok çöküşe
nasıl gelindiğine odaklanan popüler tarih kitabı “1177 B.C.: The Year Civilization Collapsed” olacaktır. Bu kitap ile
bilginin yanında tarihsel perspektif de
kazanabilirsiniz. Benim bu kısa yazımda ise farklı imparatorlukları, ticareti,
ekonomik ve çevresel çöküşleri içeren
bu konudan zevk aldığınızı ve antik
dünyayı kavrayışınızın geliştiğini umuyorum.
Kaynakça: Cline, Eric H. 1177 B.C.: The Year
Civilization Collapsed. Princeton University Press, 2014.
“Cretan Lie and Historical Truth:
Examining Odysseus’ Raid on Egypt
in Its Late Bronze Age Context.” QP
Jeffrey P. Emanuel, Cretan Lie and
Historical Truth: Examining Odysseus’ Raid on Egypt in Its Late Bronze
Age Context. N.p., n.d. Web. 11 July
2015.
“Eric Cline|1177 BC: The Year Civilization Collapsed.” YouTube. July 2015.
Hitchcock, Louise A., and Aren M.
Maeir. “Yo-ho, Yo-ho, a Seren ’s Life
for Me!” World Archaeology 46.4
(2014): 624-40.
Oren, Eliezer D. The Sea Peoples and
Their World: A Reassessment. Philadelphia: U Museum, 2000.
Sandars, N.K. The Sea Peoples Warriors of the Ancient Mediterranean
1250-1150 BC. London: Thames and
Hudson Ltd, 1978. Print.
Robert Kolej Tarih Dergisi • 12
Yunan İskender’den Dünyalı İskender’e Geçişin Öyküsü
Babası II. Philip’in ölümü İskender bir bilgi bulunmamaktadır (Gombriiçin
bir dönüm noktası oldu. Baba- ch,90). Rivayete göre İskender Sinop’a
Mustafa Furkan
sının bir suikasta kurban gittiği bili- girdiğinde, herkes sokaklara dökülür,
Kolancı
niyor fakat suikastin sorumlusunun ona iltifatlar eder. İskender, mutlu bir
kim olduğu kesin değil. Tarihçi Ian şekilde kalabalığın arasında yürürken
Worthington suikastta İskender’in ve bir anda bir fıçının içinde duran bir
annesi Olympias’ın parmağı olduğu adam görür. Kalabalığın aksine bu
ünya üzerine gelmiş geçmiş en
görüşünde. Her ne kadar bu konuda adam, İskender’in yanına yaklaşmabüyük komutan kimdir? Bu
tarihçiler arasında bir fikir birliğine ya bile tenezzül etmemiştir. İskender
soruyu farklı insanlara sorarsak farkvarılamışsa da kesin olan bir şey var, o meraklanır ve adamın yanına gelir
lı cevaplar alırız: Jül Sezar, Napolyon
da babası öldüğünde İskender henüz ve ismini sorar. Diyojen yanıtını alır.
Boneparte, Timur gibi. Ancak alınan
yirmi yaşındaydı ve yönetme konusu- Daha sonra İskender, adamın bu tavtopraklar ve bu toprakları ele geçirna bir tecrübesi henüz yoktu.(Pring- rından etkilenir ve ona kendisinden
mek için geçen süre konusunda en
le, 2). Yunan şehir devletlerinden biri ne isterse istemesini söyler. Diyojen’in
müthiş performans gösteren komutan
olan Teb, bunu fırsat bilerek isyan etti. cevabı ise şu olur: “Gölge etme, başBüyük İskender’dir. Fakat bütün bu
Bunu öğrenen İskender, antlaşma yo- ka bir şey istemem.” Bu olaydan sonra
askeri dehalar arasında Büyük İskenluna gitmeden ordusunu topladı, şehri İskender’in yanındakilere şöyle dedider’i daha ileride kılan nedir? İskender
geri aldı ve şehirdeki tüm halkı köle ği söylenir: “Eğer Dünya’ya İskender
ne yapmıştır, nasıl bir hayat yaşamıştır
olarak sattı.
olarak gelmeseydim, Diyojen olarak
ki “Gelmiş geçmiş en büyük komutan”
Daha sonra İskender, babası Phi- gelmek isterdim.” Yani İskender, kenunvanını kazanmayı hak etmiştir?
lip’in Yunanistan’a bir zamanlar göz disini kaale almayan ve kendisiyle
İskender, milattan önce 356 yılındiktiği gibi, doğuya göz dikti. Büyük dalga geçen bir adamı affetmiş, üstüne
da Makedonya’da dünyaya gelmişhayalleri vardı. Ordusunu topladı, üstlük ona hayranlık duymuştur.
ti. Babası, Makedonya kralı olan II.
sefere hazırladı ve Perslerin üzerine
Fakat ne derler bilirsiniz: “DeğişPhilip’ti. Babasının kendi yönetimi
doğru yürümeye başladı. MÖ.335 yı- meyen tek şey değişimdir.” Bu söz
sırasında yaptıkları İskender’in hayalında Anadolu’ya girdi ve Pers kuvvet- İskender için de geçerli oldu. İskentını şekillendirmişti. Philip, önce yarı
leriyle ilk çarpışması olan Granikos der’in değişimi, Persler’le karşılaşması
göçebe ve vahşi özellikler gösteren
Savaşını kazandı (Gombrich, 89). Bu ile başladı. İskender Pers birliklerini
Makedon kabilelerini teker teker yesavaş ona Batı Anadolu’nun kapılarını yenilgiye uğratarak Anadolu içlerinilgiye uğrattı ve kendi saflarına kattı.
açtı. Anadolu’ya yaptığı sefer sırasın- ne doğru ilerleyince Pers İmparatoru
Böylece tarihte ilk kez bir Makedon
da, İskender’in Yunan kişiliğini yan- Darius, İskender’e bir teklifte bulunkrallığı kurdu. Daha sonra yüzünü
sıtan bir hadise gerçekleşti, ancak bu du. Kendisine Pers İmparatorluğu’nun
uzun zamandır hayranlık duyduğu
olayın gerçek olup olmadığının kesin yarısını ve kendi kızıyla evlenmeyi, baYunanistan’a çevirdi. Yunanistan, zaolmadığını söylemekte fayda var çün- rış karşılığında teklif etti. İskender’in
ten en büyük iki şehri olan Sparta ve
kü kaynaklarda olayın Sinop’ta geçti- komutanı ve çocukluk arkadaşı olan
Atina’nın arasında gerçekleşen Peleği söylenir fakat İskender’in fetihleri Parmenion İskender’e: “Senin yerinde
ponnes Savaşları sonucunda güçsüz
sırasında Sinop’a uğradığı hakkında olsam kabul ederdim” dedi fakat İsdüşmüştü. Bu savaş Philip’in işine yaradı. Daha yetmiş yıl önce dünyanın
en güçlü imparatorluğu olan Persler’i
yenilgiye uğratan Yunanlılar, Makedon kralı Philip tarafından kolayca
mağlup edildiler. Bu kolay zaferden
sonra, Philip Yunanlıları küçümsemek yerine onların kültürüne büyük
bir saygı duydu ve oğlu İskender’in
Yunan değerleri ve kültürü içinde
yetişmesini istedi. Bu yüzden pek
çok Yunan bilim adamını ve filozofunu sarayına davet etti. Bu filozoflara Aristoteles de dâhildi. Babasının
bu kararı dolayısıyla İskender, her ne
kadar köken olarak Makedon da olsa
Yunan bir kişiliğe sahip olmuştu.
Büyük İskender
D
13 • Robert Kolej Tarih Dergisi
kender’in cevabı şu oldu:”Parmenion
olsaydım, ben de kabul ederdim”. Darius’un teklifini reddetti, MÖ. 333 yılında Issos Savaşında sayıca çok daha
kalabalık olan Pers ordusunu ağır bir
yenilgiye uğrattı ve Pers başkenti olan
Babil’i ele geçirdi (Gombrich, 94).
Burada kendisini Pers İmparatoru
olarak ilan etti. Persliler ’in kendisine
olan davranışları İskender’e başlangıçta garip gelmiş olmalı. Huzuruna
çıkan herkes secdeye kapanıyor, konuşurken yüzüne bakamıyordu. İskender, kendisini yüce olarak gösteren bu
ayinlerden çok hoşlandı. İran ve Orta
Doğu’da ölümsüz ve yenilmez olduğu
söylentileri dolaştı.
Kendi adamlarına da bu ayinleri gerçekleştirmelerini emretti fakat direnişle karşılaştı. İskender ve adamları
arasında başlayan bu ayrılık, Akdeniz’in kontrolünü sağlamak için Mısır’ın fethedilmesi ile daha da alevlendi. İskender, MÖ. 332 yılında Mısır’a
girdiğinde, hem Perslerin kültüründekilere benzer ayinlerle karşılaştı hem
de kendisine bir Tanrı kral olarak görüldüğünü fark etti. Kutsal Memphis
şehrinde firavunların tacı olan çifte
tacı giydi. (İnanılmaz Tarih) İnsanlar
ayaklarına kapandı ve kendisinden
merhamet diledi. İskender, Doğu kültüründen iyice hoşlanmaya başladı.
İnsanların kendisine kayıtsız şartsız
itaat etmeleri kendisi için mükemmel
bir şeydi. Adamlarına, doğu kültürünü
aşılamaya çalıştı. Adamları bu duruma
karşı çıktı, ona bir Tanrı olmadığını,
kendine gelmesi gerektiğini söyledi.
Hatta bir rivayete göre, komutanlarından biri İskender’in Makedonya-
lıları Doğulu kadınlarla evlendirmesi
politikasına karşı çıkar. İskender bu
komutanın bütün yetkilerini elinden
alır ve onu Yunanistan’a geri gönderir.
Artık kendisini, herkesten, kendisini
Makedonya’dan beri takip eden yoldaşlarından bile üstün görmektedir
(Gombrich, 95).
Artık İskender için geri dönüş yoktu.
Yunanlı İskender’den Dünyalı İskender’e dönüşmüştü. Amacı Dünya’yı
fethetmek olmuştu ve kimi tarihçilere
göre de oldukça başarılı olmuştur fakat aslında Dünya kendisini fethetmişti. Doğu’ya ilerleme hırsı hiçbir
zaman sona ermedi, Doğu ile YunanMakedon kültürünün birleşmesi gerektiğini, böylece kusursuz bir kültür
ve topluluk oluşturulabileceğini hayal
etti. Adamları, onu takip etmekten
bıktı. En başta Dünya’yı fethetme
amacı hoş gelse de, İskender’in değişimi ve sürekli savaşlar onların moralini bozdu ve yordu. Artık Batı’ya geri
dönmek, kalan yaşamlarını aileleriyle
geçirmek istediler. İskender, bunu
duyunca şok oldu. Önce bu durumu
engellemeye çalıştı fakat yenik düştü. Çoğu Yunanlı ve Makedon asker
ordusunu terk etti. Bunun sonrasında
İskender, Doğulu askerlerde oluşan
yeni bir ordu kurdu ve Hindistan’a,
İndüs Vadisine doğru ilerledi. Bu
ordu, eskisi kadar başarılı olamadı,
İskender Kuzey Hindistan’ı bir süre
ele geçirse de ordusu muson ormanları ve filler karşısında bozguna uğradı. Üstüne üstlük İskender bir okla
omzundan vuruldu ve ağır yaralandı.
İskender, ilk defa yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bu durum, onun
Büyük İskender İskenderiye’yi Kurduruyor
kendine güvenini sarstı ve yenilmez
olmadığı gerçeğini gözler önüne serdi.
Savaşamayacak durumda olan İskender, her ne kadar ilerlemek için ısrarcı
olsa da adamları onu Babil’e geri götürdü. Gizlice bir manastıra yerleştirilen İskender’in tedavisi burada yapıldı. İnsanların İskender’i yaralı olarak
görmesi istenmedi, çünkü bu onun bir
Tanrı veya yenilmez olmadığını gösterirdi. Tedavi girişimlerine rağmen
gittikçe daha çok hastalanan İskender, artık ölüm döşeğinde olduğunun
farkında idi. Ölürken kendisine imparatorluğu kime bırakacağı soruldu
ve “En güçlünüze” yanıtını verdi. Bu
yanıt ile kimi veya neyi kast ettiği hiçbir zaman anlaşılamadı. Fakat İskender hakkında şunu söylememiz yanlış
olmaz: Hayatını bilinen Dünyayı ele
geçirmeye adadı ve bu süreç içerisinde
kendisi de değişime uğradı, dünya tarihini de değişime uğrattı.
Kaynakça:
Ernst H.Gombrich; Genç Okurlar için Kısa bir Dünya Tarihi,
(çev:Ahmet Mumcu) , İnkılap Yayınları, s. 86-98
“Büyük İskender.” İnanılmaz Tarih,
30 Aug. 2015. Web. 06 Şubat. 2016.
Tülek, Vehbi. “E-Tarih.org | Makaleler Makedonya Kralı Büyük İskender.” E-Tarih.org | Makaleler Makedonya Kralı Büyük İskender. N.p.,
n.d. Web. 22 Aralık. 2015.
Pringle, Heather. “Büyük İskender’in
Entrikalı Hayatı.” National Geographic. N.p., n.d. Web. 1 Mar. 2016.
Büyük İskender Ölüm Döşeğinde
Robert Kolej Tarih Dergisi • 14
Yezidi İnançları ve Kökeni
üzerinden kullanır. Bu yedi melek,
mezhep büyükleri olan yedi isim olaMert Akan
rak bedenleşmiştir. Aralarında belki de
en önemlisi, 12. yüzyılda yaşayan Şeyh
Adi’dir. Melekler inanca göre zaman
zaman dünyaya uğrar, kutsal metinler
bırakır ve “kendilerine vekâlet edeüçük, Kürtçe konuşan bir dini
cek şeyler tesis ettikten sonra cennete”
grup olan Yezidiler hem Ortagiderler. Tavus kuşu olarak tasavvur
doğu hem de Batı’da büyük ölçüde
edilen Melek Tavus, Yezidi inancında
“Şeytan’a tapanlar” olarak algılanmıştır
önemli bir yere sahiptir ve “Şeytana
(Guardian). Bu tanımlama Yezidiler’in
tapanlar” olarak mimlenmelerindeki
sürekli maruz kaldığı kötü muamelenedendir. “Yezidi kozmolojisine göre
yi haklı göstermiş ve günümüzde de
Melek Tavus, Âdem’in yaratılışından
büyük çoğunluğuyla IŞİD’in (Irak ve
sonra Âdem’e secde etmeyi reddeder,
Şam İslam Devleti) Yezidilere uygulaancak bu reddediş onun Tanrı’ya olan
dığı soykırımının bir nedeni olmuştur
bağlılığındandır. Bununla birlikte isyan
(BBC). IŞİD’in bölgede etkin olmaya
etmesi Melek Tavus’u derin bir vicdan
başlamasından önce yapılan araştırazabına sürükler, azabın tesiriyle akan
malar Irak’ta 100-250 bin arasında,
gözyaşları cehennem ateşini söndürür.
Ermenistan ve Gürcistan’da 40 binin
Tanrı bu samimiyeti karşısında onu afüzerinde, Suriye’de ise 5 bin Yezidi
feder ve dünyaya dair her türlü yöneolduğunu tahmin etmektedir. Bir zatimi kendisine devreder.” (TDV. İslam
manlar Türkiye’de bulunan 10 bin YeAnsiklopedisi)
zidi’nin ise 1980’lerde yaşam koşullarıBazıları tarafından Melek Tavus’un
nın zorlaşmasıyla Almanya’ya sığındığı
bedenleşmiş hali olarak görülen Şeyh
bilinmektedir (Kreyenbroek, 1).
Adi b. Musafir, Emevi halifesi Mervan
Yezidilerin Ortaya Çıkışı ve
b. el-Hakem’in soyundan gelmektedir.
İnanç Sistemi
Gençliğinin bir kısmını Bağdat’ta dö“Yezidi inancının merkezinde Tanrı nemin önde gelen sufi şahsiyetleriyle
ile birlikte O’nun yarattığı yedi melek geçirdikten sonra, 12. yüzyılın başlanve bu melekleri idare eden Melek Ta- gıcında Hakkâri dağlarına yerleşmiştir.
vus bulunmaktadır.” Tanrı, Yezidi inan- Tüm kaynakların “Şeyh Adi’nin Kürtcında Dünya’yı uzaktan yönetmektedir lerin, Emevi soyundan gelen bir kişiye
ve “sonsuz iyidir”. Ayrıca gücünü ken- her halükarda hoşgörüyle yaklaşma
disine yardım eden “Tanrı-melekler” eğilimini gösterdiği Kürt dağlarında
K
Yezidi Merkezi Laleş
sıcak bir karşılama bulduğu” belirtilmiştir.
Yezidiler hakkındaki bilgilerin kesinlikten uzak olduğu günümüzde dahi
bazı kaynakların Yezidileri Kürt kökenli olarak tanımlarken (O’Leary, 17)
bazı kaynakların Yezidilerin Kürtlerden ayrı tanımlanmasıından anlaşılabilir. Yezidilerin ortaya çıkışı hakkındaki
genel görüş sürecin senkretik (bağdaştırmacı) olduğu, çevredeki inançlar ile
etkileşim sonucu oluştuğu yönündedir.
Topluluğun dini yaşamının merkezi, yaratıcı tarafından “gökten aşağıya indirilen” Kuzey Irak’ta bulunan ve
“hakikatin yeri” olarak da geçen Laleş
Vadisi’dir. Yezidiler Arapçada “Ayd alCama’iyya”, Kürtçede “Cejna Cemaiyye”
olarak bilinen 23-30 Eylül arasında
kutlanan Cumai Bayramında bu kutsal
Laleş Vadisi’nde toplanır. Ulaşım olanağı olan tüm Yezidilerden bu bayram
için Laleş’te bulunması beklenir, hatta
bu durum “imanın esaslarından biri”
olarak gösterilmiştir (Kroyenbroek,
151).
Senkretik İnaçlar
Yezidi inançları Yezidi kültürünün
diğer dinlerden etkilenen, bağdaştırıcı yapısını kanıtlar niteliktedir. Buna
örnek olabilecek bir inanç Dünya’nın
sonunun gelişi hakkındadır ve aşağıda
açıklanmıştır.
“Şeyh Adi’nin hizmetkarı (vassal) olan
ve İstanbul’u işgal edip tahta çıkmasına
müsaade edilen “Osman”ın yönetiminden
sonra taht İsa’ya devredilecektir. Şerfeddin Mehdi olunca taht Mısır’a taşınacak
ve İsa kırk yıl boyunca sultan olarak hüküm sürecek; kırk yılın ardından tahttan
feragat ederek Şerfeddin ile birlikte ölecekleri Kaf Dağı’na gideceklerdir. Tanrı,
Cebrail’e Kaf Dağı’nın kapılarını açmasını söyleyecek ve Hacuc ortaya çıkacaktır.
Hacuc yedi yıl boyunca hüküm sürdükten
sonra Macuc tarafından öldürülecek ve
hükümranlık kırk yıl boyunca Macuc’un
kontrolüne geçecektir. Yeryüzünün tüm
sathı bir yumurta gibi dümdüz ve pürüzsüz olacaktır (Kreyenbroek, 143)
Zamanın sonu geldiğinde yeryüzünün “yumurta gibi dümdüz ve pürüzsüz” olması Zerdüşt geleneğine benze-
15 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Yezidiler
mektedir. Reenkarnasyon inancının var
olması da Yezidi inançlarının bağdaştırıcı özelliğini gösteren bir farklı örnek
olabilir. Hinduizm’deki öğretilere benzer bir şekilde kötülük yapan bir kişi bir
sonraki yaşamında “ bir domuz ya da
bir sürüngen” olabilir, iyilik yapan bir
kişi de sonraki hayatında ödüllendirilebilir. Hem reenkarnasyon inancı hem
de cennet-cehennem ödüllendirilmesinin bir arada olmasının çıkardığı
ikilemi çözme çabaları Laleş’teki bazı
hacıların hikâyelerinde araştırmacılar
tarafından not edilmiştir.
Önemli Günler ve Bayramlar
Ezidilerin bayramları Batı takviminden 13 gün geride olan Selevkos takvimine göre hesaplanır.
Yeni Yıl ve Nisan Ayı: Yezidiler
yeni yılı Nisan ayının ilk haftasındaki
Çarşamba günü kutlar. Bir Yezidinin
bayramı anlatışına göre “Gece büyük
ateşler yakılmakta, birçok aile hayvan
kurban etmekte, evler çiçeklerle süslenmekte ve çocuklar için yumurtalar
boyanmaktadır.” (Kreyenbroek, 150).
Zerdüştlerin de yaptığı gibi eğlencenin yanı sıra bayramın ciddi olan kısmı
ölüleri anma törenlerinin yeni yıl törenlerinde yapılmasıdır.
Cumai Bayramı: 20-30 Eylül arasında kutlanan bu bayram Yezidiler için
yılın en önemli zamanıdır. Bayramda bütün Yezidilerin Laleş Vadisinde
toplanması beklenir. İnsanlar bayram
elbiselerini giyer akşam olunca duvarların üzerine meşaleler asılır, sokaklarda şenlik havası vardır. Qewl (dini metinler) okunur, şarkılar söylenir, bolca
dans edilir. (Kreyenbroek, 151) İngiliz
bir gezgin, tarihçi ve diplomat olan Sir
Austen Henry Layard (Britannica)
Cumai Bayramı gözlemlerini şöyle anlatmıştır:
Uzun gri sakallarıyla her biri saygıdeğer birer adam olan ve beyaz türbanlar
ve cübbeler giymiş olan şeyhler bir tarafa
dizilmişlerdi; onların karşı tarafındaki
taşların üzerindeyse siyah ve beyazdan
oluşan çeşit çeşit giysileriyle yaklaşık otuz
qewwal oturuyordu … Ara sıra melodisinin değiştiği aynı yavaş ve ağır müzik
bir saate yakın sürdü. .. İlahi yavaş yavaş yerini ölçüsünü artırarak nihayet bir
ses karmaşasında kaybolan hareketli bir
melodiye bıraktı. Teflere olağanüstü bir
enerjiyle vuruluyordu; flütlerden hızlı
bir nota seli dökülüyordu; sesler en yüksek
perdesine yükseltilmişti (Layard 1849).
Yasaklar
Her ne kadar geleneksel olarak aforoz
ile sonuçlansa da, günümüz Yezidileri
Şeyh gibi dinin önde gelen şahsiyetlerinin bulunduğu ortamlar dışında Yezidi yasaklarını sıklıkla ihlal eder. Yine de
bu yasakların incelenmesi Yezidi kültürünün önem verdiği unsurları anlamaya yardım ettiği için önemlidir.
“Toprağa tekme atmak veya tükür-
mek, suyun içine veya ateşe tükürmek,
ses çıkaracak şekilde su içmek veya
ateşin içine temiz olmayan bir madde atmak yasaktır. Bazıları da tükürük yoluyla havanın kirlenmesine yol
açabileceğinden dolayı ıslık çalmanın
da yasaklandığını söylemektedir. Tüm
bunların nedeni Yedi Kutsal Melek’ten
dördünün ateş, su, toprak ve hava “elementlerine” olan ilişkisinden kaynaklanıyor olabilir.
Yasaklı yemekler: marul, balık, kabak,
bakla, lahana, karnabahar, bamya, genç
horoz ve ceylan eti. Bunların yasaklı
olma nedenleri hakkında çeşitli spekülasyonlar vardır. Örneğin “Lahana (Lehane) kelimesinin Kürtçedeki telaffuzu
ve Arapça kökenli lanet etmek manasına gelen la’ana arasındaki benzerlik
yasağın bir nedeni olarak gösterilmiş
olabilir.
Şeytan anlamına gelen kelimeler,
Şeytan kelimesi ile ses benzerliği olan
kelimeler tamamen yasaklanmıştır.
Şeytan ifadesinin Yezidileri aşağılamak
amacıyla kullanılmasının nedeni olma
ihtimali var.
Her ne kadar pratikte nadir olarak uygulansa da Yezidiler hakkında belki de
en çok bilinen tabu mavi elbise giyme
yasağıdır. Ancak bazen bir Yezidinin
mavi olarak tanımladığı bir kumaşın
Batılı araştırmacılar tarafından mavi
olarak algılanmaması veya tam tersi
durumlar da bölgeye giden araştırmacılar tarafından not edilmiştir. Bu yasağın nedeni mavi renginin tavus kuşu
olarak da betimlenen Melek Tavus ile
olan ilişkisi olabilir.
Kaynakça:
Attewill, Fred. “Background: The Yezidi.” The Guardian. Guardian News
and Media, 15 Aug. 2007. Web.
“Islamic State Committed Genocide, Says US.” Bbc.com. BBC, 17 Mar.
2016. Web. 29 Mar. 2016.
Kreyenbroek, Philip G. Ezidilik Arka
Planı, Dini Adetleri Ve Metinsel Geleneği. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014. Print.
O’Lear, By Carole A. The Kurds of
Iraq: Recent History, Future Prospects
6: 17. Rubincenter. Dec. 2002. Web.
“Sir Austen Henry Layard | British
Archaeologist.” Encyclopedia Britannica. N.p., 19 Feb. 2016. Web.
“TDV İslâm Ansiklopedisi.” Türkiye
Diyanet Vakfı, Web. 28 Mart 2016.
Robert Kolej Tarih Dergisi • 16
Tac Mahal’in Yaratıcıları: Babürlüler
Begüm Babür
B
abür İmparatorluğu bugünkü
Hindistan, Pakistan, Bangladeş
ve Afganistan topraklarında 16 ve
19. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş
Türk-Moğol kökenli bir devlettir. İmparatorluk Farsça’da Moğol anlamına
gelen ‘Mughal’ ismiyle de bilinmektedir. Uzun yıllar benimsediği hoşgörü
ve kaynaştırma politikalarıyla Hindistan’ın başarılı imparatorluklarından
biri olmuş, bölgeye kültürel ve ekonomik anlamda bir altın çağ yaşatmıştır.
Babür Hanedanlığının ilk kurucusu ve
ilk hükümdarı Timur soyundan gelen
Babür Şah olarak da anılan Zahireddin Muhammed Babür’dür. Diğer
imparatorların aksine Babür Şah’ın,
halkı tarafından sevilen, sıcakkanlı,
hoşgörülü ve özel bir insan olduğu
söylenmektedir (Konukçu, 396).
Babür, Miladi takvime göre 14 Şubat 1483 yılında Özbekistan’ın Fergana (DIA, Fergana mad.) şehrinde
doğmuştur. Babasının bir kaza sonucu
ölmesiyle, 1494 yılında henüz 11 ya-
şında olan Babür’e, Fergana hükümdarlığı verilmiştir. Fakat yeni atandığı
tahtı, yerini almaya çalışan akrabaları
yüzünden tehlikeye düşmüştür. ‘En iyi
savunmanın saldırı olduğunu’ düşünerek topraklarını genişletmeyi amaçlayan Babür Şah, 1497 yılında sınırlarını İpek Yolu’nun da bir durağı olan
Semerkand’a kadar genişletmiştir.
(Bayur, 11) Fakat kendisi fetihlerdeyken Andican’da akrabalarının çıkarttığı isyan sonucunda geri döndüğünde
Semerkant’ın kontrolünü kaybetmiştir. Kararlı bir hükümdar olan Babür,
Semerkant ve Andican şehirlerini
1501’de geri aldı. Fakat Özbek kralı
Muhammet Şeybani’yle Semerkant
üzerine girdiği çatışma sonucu ordusu ağır bir yenilgi almış ve bu mağlubiyet Babür’e bugünkü Özbekistan
toprakları üzerindeki hükümdarlığını
kaybettirmiştir. Üç yıl boyunca Orta
Asya’da kendisine tahtını geri almasını sağlayacak destekçiler aramıştır.
1504’de oluşturduğu küçük ordusuyla güneydoğuya, Hindukuş Dağları
üzerinden Afganistan’a yönelmiştir.
21 yaşındaki Babür, Kâbil’i fethederek yeni hükümdarlığının temellerini
atmıştır. (Bayur, 13) Sadece Kâbil ve
çevresini yönetmekle tatmin olmayan
Babür’ün karşısına 1521’de egemen-
Babür İmparatorluğu’nun Yayılışı (1526 - 1707)
Babür Şah
lik alanını güneye doğru ilerlemek
için stratejik bir fırsat çıkmıştır: Delhi
Sultanlığı’nın son hükümdarlarından
İbrahim Ludi, alt kesimi zorbalıkla yönettiği, askeri ve hukuki düzeni
tamamen değiştirdiği için halkın ve
soyluların nefretine maruz kalıyordu.
Sultanın zalim iktidarına artık boyun
eğmeyecek duruma gelen soylular, İbrahim Ludi’yi tahttan indirmek için
Babür’ü çağırmıştır. Babür de ordusunu toplayarak Kandahar’ı kuşatmaya
gitmiş ve kuşatma boyunca soylular ve
komutanlar Babür’le ittifak kurmuştur. Babür, bölgeye gelmesinden ancak beş yıl sonra Delhi Sultanlığı’na
ve İbrahim Ludi’ye ilk direkt saldırıyı
yapabilmiştir. Bugün 1. Panipat Savaşı
olarak da anılan bu savaş, Delhi Sultanlığı’nın çöküşünü getirmiştir. Babür, üstün taktikleri ve savaş tekniğiyle, sultanı ve 20.000 askerini öldürerek
Ludi’nin ordusunu yenmiştir. Delhi
Sultanlığı’nın çöküşü, Hindistan’da
Babür İmparatorluğu’nun başlangıcının işareti olmuştur. (Szczepanski)
Hindistan’ı almak, Babür’ün atası olan
Timur’un bir hayali olduğu için, Babür
burada kurduğu Sünni Türk-Moğol
hanedanlığına ‘Timur’un soyundan’
anlamına gelen bir isim de vermiştir.
Babür Şah, iktidarı boyunca Kşatriya kastından asker olan Rajputların
17 • Robert Kolej Tarih Dergisi
yönetimde olduğu Rajputana bölgesi
dışında kuzey Hindistan’ın geri kalanına ve Ganj Nehri bölgesine hakim
olmuştur. Kuran’ın öğretilerini esnek
bir şekilde uygulaması ve farklı görüşlere de açık olması sayesinde, çevredeki diğer kültürlerle hoşgörülü bir ilişki
sürdürerek, halktan ve komşu uygarlıklardan beğeni ve onay toplamış ve
saygı duyulan bir yönetici olmuştur.
İleri görüşlü bir devlet adamı ve soğukkanlı bir lider olmasının yanı sıra
müzisyen, bestekar, hattat, alim, yazar
ve şairdi. Şiirlerinin bazıları siyasi ve
askeri düşünce ve endişelerini anlatmaktadır. (Bıyıktay, 47) Babür Şah
döneminde, hem saray edebiyatında
hem de devletin resmi yazışmalarında Arap alfabesiyle birlikte Çağatay
Türkçesi kullanılmıştır. Dönemin
edebi eserleri dünya çapında edebiyatçıları etkilemekte ve Türk tarihinin
nadide eserlerinden sayılmaktadır. Babür Şah’ın kendi hatıratlarından oluşan Bâbürnâme adlı eseri, Türk edebiyatının en eski otobiyografik kitapları
arasında yer almaktadır. Babür’ün bazı
besteler yaptığı, ‘Hatt-ı Bâbüri’ adında
yeni bir hat stili icat ettiği ve teknolojik gelişmeleri yakından takip ederek
bunları hem savaş alanında hem de
tarımda üretimi arttırmak için kullandığı bilinmektedir. Babür Şah’ın
18 çocuğu olmuştu, öldüğünde ise
dört oğlu ve üç kızı hayattaydı; bunlar
Hümayun, Kamran, Askeri, Hindal,
Gülreng, Gülçehre ve Gülbeden’dir.
1530’da Babür’ün hastalanıp ölmesinden sonra tahta en büyük oğlu Hümayun geçmiştir.
Babür Şah’tan Sonra
Babür İmparatorluğu
Hümayun Han’ın babası kadar iyi
bir yönetici olamadığı söylenmektedir.
Bunun nedeniyse kazanılan toprakların büyük çoğunluğunun, Hümayun
komutasında kaybedilmiş olmasıdır.
Fakat Hümayun döneminde, imparatorluk bir yandan en büyük düşmanları olan Ludi ailesinden Afganlar’ın
Cavnpur’a ilerlemesine karşı gelmeye çalışmakta, bir yandan güneybatı
komşusu Gücerat Sultanlığı’nın Çitor’u kuşatmasıyla uğraşmakta, bir de
Hindal Mirza ve Kamran Mizra kardeşlerin taht kavgası sorunlarıyla baş
etmekteydi. 1540’da Kannevc Meydan
Savaşı’yla Babürlüler büyük bir yenilgiye uğramış ve Agra ile Delhi’yi boşaltıp Lahor’a çekilmek zorunda kalmışlardır. Hümayun, Lahor’da Hindal
ve Kamran’ın rekabetinden, Doğu’da
da Şir Şah tehlikesinden çekindiği
için Hindistan’dan çekilmiştir. Babürlüler 15 yıl kadar sürgünde yaşadıktan
sonra Hümayun’un 1555’de Hindistan’a dönmesi, Suriler’den İskender’i
yenmesi ve Delhi’yi ele geçirmesi sonucu, Hindistan’da ikinci kez hakimiyetlerini kurmuşlardır.
Hümayun’un 1556’da yaralanarak
ölmesi sonucunda yerine oğlu Ekber
geçmiştir. (DİA, Ekber mad.) Hindistan’ı tahtta kaldığı 50 yıl boyunca bilgelik ve hoşgörüyle yönetmiş,
Babür İmparatorluğu’na altın çağını
yaşatmıştır. Bengal, Portekiz ve Gücerat sorunlarını çözmüş; Osmanlılar,
Safeviler ve Özbekler ile iyi ilişkiler
kurmuştur. Ekber’in bu başarısının ardında askeri gücü yatmaktaydı. Safeviler ve Osmanlılar gibi ordusunu ağır
silahlarla donatmış, toplar sayesinde
surlarla korunan şehirlere girebilmiş,
imparatorluk sınırlarını Deccan Yaylası’na kadar genişletebilmiştir. Bölgedeki potansiyel düşman konumundaki
rajputları subay olarak ordusuna alarak müttefikleri durumuna getirmiştir.
Ekber, askeri gücünü ve politik bilgeliğini birleştirmesi sonucu o zamanlar
en az 100 milyon kişinin yaşadığı Hint
coğrafyasını bir devlet altında toplamayı başarmıştır. Ekber’in topraklarını genişletirken dedesi Babür Şah gibi
hoşgörülü, farklı kültürlere etkileşime
açık bir politika izlemesi, imparatorluk içinde kozmopolit bir yapı oluşturmuştur. (McDougal, 517) Sarayın
ve üst kesimin resmi dil Farsça, halkın
Hintçe, farklı etnik kökenlerden gelen askerlerinkiyse Farsça, Hintçe ve
Arapçanın karışımı olan Urduca olmuştur. Bu dönemde minyatür sanatı
ve Hint edebiyatı zirvelerine ulaşmıştır. Ünlü şair Tulsi Das’ın Ramayana
destanını anlattığı biçimi bugün bizim
destanı bildiğimiz şeklini oluşturmuştur. Bu dönemde aynı zamanda Ekber
dönemi mimarisi ortaya çıkmış, devasa
ama bir o kadar da zarif yapılara ince
işçilikle Hint temaları taşıyan taşlar
işlenmiştir. Müslüman olmasının yanı
sıra dini özgürlüğü savunmuş, topraklarında farklı inançların barınmasını
desteklemiştir. Hintli yolculardan alınan vergiyi ve gayrimüslimlerden alınan cizyeyi kaldırarak halktan sempati
toplamıştır. Ekber döneminde bürokrasiye yerlilerle beraber yabancıların
da dahil olması ve yüksek kademelere
gelebilmesi, devletinin otoritesini arttırmıştır.
Ekber’in ölmesinden iki nesil sonra
tahta Cihangir oğlu Şah Cihan çıkmıştır ve karşısında rakipler görmek
Babür Şah Mezarı
Robert Kolej Tarih Dergisi • 18
istemediği için olası bütün rakiplerini
öldürtmüştür. (DİA, Şah Cihan mad.)
Şah Cihan tutkuyla bağlı olduğu karısı Mümtaz Mahal 14. çocuğunu doğururken öldüğünde anısına ‘Mümtaz
Mahal kadar güzel olan’ bir bina yaptırılmasını emretmiştir. Asya’nın her
tarafından beyaz mermer ve harikulade mücevherler toplanmış ve bugün
hepimizin bildiği Tac Mahal yaptırılmıştır. Fakat Şah Cihan böyle güzel
inşaatlarla meşgulken halk açlıktan
sefil duruma düşmüş, Hindistan’ın
sert iklimi ve topraklarında çiftçiler
için altyapı ihtiyaçları baş göstermiştir.
Ancak ihtiyaçlarını karşılamak yerine
halkın karşılaştığı tek şey soyluların
lüks hayatlarını sürdürebilmesi ve savaş için daha çok vergi olmuştur.
Şah Cihan’ın 1657’de hastalanması sonucu, dört oğlundan üçüncüsü
Evrengzib hızlı davranıp en büyük
abisini öldürtmüş, babasını hapse attırarak tahta geçmiştir. (DİA, Evrengzib mad.) 1658’den 1707’ye kadar
imparatorluğu yöneten Evrengzib,
sınırları en geniş haline ulaştırmış fa-
kat imparatorluğun gücü bu dönemde
azalmıştır. Bunun nedeniyse Evrengzib’in halka uyguladığı baskıcı politika
olmuştur. İslam hukukunu zorbalıkla
halka dayatmış, cizye vergisini geri getirmiş, Hintlilerin yönetimde yüksek
konumlara gelmesini yasaklamış, yeni
tapınaklar yapılmasına engel olmuş
ve varolan bütün Hint tapınaklarını
yıktırtmıştır. Doğal olarak Hintlileri sinirlendiren bu davranışlar sonucu, Ekber’in müteffiğe dönüştürdüğü
rajputlar ayaklanmıştır. Evrengzib bu
ayaklanmaları bastırsa da hiçbir zaman kökünden çözememiş, güneydoğuda Maratha denilen Hint militanları bağımsızlıklarını ilan etmiş, Sikhler
de Pencap’da yeni bir devlet kurmaya
başlamışlardır. Evrengzib bu sırada
fetihlerine devam ettiği ve asker sağlamak zorunda olduğu için, ne kadar
toprak alırsa vergileri o kadar arttırmış, bu da ayaklanmaların şiddetlenmesine neden olmuştur.
Kaynakça:
“History of the Mughal Empire.”
History. N.p., n.d. Web. 09 Feb. 2016.
Bayur, Yusuf Hikmet. Hindistan Tarihi. Vol. 2. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1947. Print.
Bıyıktay, Ömer Halis. Timurlular
Zamanında Hindistan Türk Imparatorluğu. 2nd ed. Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1989. Print.
Grenard, Fernand. Bâbur. 1st ed. Istanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1971.
Print.
Konukçu, Enver. “Bâbürlüler.” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
Vol. 4. Üsküdar, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü, 1988. 395-400. Print.
McDougal, Holt. “The Mughal Empire in India.” World History: Patterns of Interaction (n.d.): 196-243. History Chanel. Web. 09 Feb. 2016.
Szczepanski, Kallie. “Mughal Rule
in India over 300 Years.” About.com
Education. N.p., n.d. Web. 09 Feb.
2016.
“Growth of the Mughal Empire.”
Freeman-Pedia. N.p., n.d. Web. 09
Feb. 2016.
Anadolu’da Tiyatro Kültürü ve
Türk Tiyatrosunun Babası Güllü Agop
Narod Dabanyan
T
iyatro, Antik Yunan ve Roma
kolonilerinin bulunduğu yerleşkelerde doğduğunda henüz yalnızca anlatılardan ve tiyatronun
simgesi haline gelmiş olan maskelerden ibaretken, günümüzdeki halini
almadan önce uzunca bir süreçten
geçer.
Antik Yunan döneminde Dionysus
adına düzenlenen festivaller ve festivallerin sunulduğu dik yamaçlardaki
tiyatrolar, tiyatro kültürünün temelini oluşturur. Taklit etme geleneğinin ilkel dönemlerde, yazının henüz
icad edilmediği çağlarda varolduğu
bilinse bile bu gerçeğe dair bulgular
tiyatronun kendisinden çok, onun
bir prototipine aittir. Etimolojik olarak seyir yeri anlamına gelen tiyatro,
MÖ 6. yy.da tarih sahnesine çıkar.
Yalnızca bir eğlence aracı olarak değil, propaganda malzemesi olarak da
görülmesi, tiyatroyu devletin gözünde değerli kılmıştır. Bu duruma verilebilecek en sağlam örneklerden biri,
Antik Roma döneminde Virgil tarafından Antik Roma’ya alternatif bir
geçmiş yaratan Aeneid adlı eserdir.
Anadolu’daki tiyatro geleneği yoğun göçler sebebiyle değişmiştir.
Demografik yapıyla birlikte Aristotales’in tiyatro kuramından uzaklaşılmış, tiplemeler ve durumlar, karakterlerle olayların önüne geçmiş,
mekan ve zaman belirsiz hale geldiğinden oyunlar ilkelleşmiştir. İslamiyet’in yayılması ve bunun getirdiği
kültürel değişikler de bu duruma tuz
biber olunca, bu topraklarda doğan
Osmanlıca Tiyatro Bileti
(Önder Kaya’nn arşivindendir)
tiyatro fikri kaybolmamıştır ancak
yerini orta oyunu ve gölge oyunu
gibi nispeten basit canlandırmalara
bırakmıştır.
Bu durum Osmanlı’da Sultan Ab-
19 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Naum Tiyatrosu (Önder Kaya’nın arşivindendir)
dülmecid’in başa geçtiği güne, 1839’a
kadar sürmüştür. Ama Tanzimat
Dönemi ile birlikte genellikle aydın
kesimin, özellikle Osmanlı hanedanı ve saray çevresinin ilgisini çeken
Batı tarzıyla bezeli oyunlar ve orta
oyununun bu etki ile sentezlenmesiyle meydana getirilen “tuluat”lar
bu geleneksel eğlencelere eşlik etmeye başlamıştır. Halepli bir Katolik olan Mihael Naum, Osmanlı’yı
klasik tiyatro ile tanıştıran kişi olsa
da, onun aracılığıyla çıkan oyunlar
Türkçe değildir. Bu eksiği yakalayan
ve sarayın desteğini alma şerefine
nail olan kişi ise Hagop Vartovyan,
nam-ı diğer Güllü Agop’tur.
Güllü Agop’tan önce, 1850’li yılların ikinci yarısında, Kuzguncuk, Ortaköy ve Hasköy’deki Ermeni okulları üzerinden Osmanlı’ya taşınan
ancak uzman ellerden çıkmamış işler
olsalar bile imparatorluğa tiyatronun
tanıtılmasında önemli rol oynayan
amatör oyunlara değinmek gerek.
Özelllikle ilk oyunlarından biri olan
Goldoni’nin “Don Gregorio” güldürüsünün bu okullarda okuyan gençler tarafından bizzat Abdülmecid’in
talebiyle sarayda oynanması küçümsenmemeli. Osmanlı’daki gayrimüslim burjuva kesimin de desteğiyle
birlikte amatörlük çerçevesinde gelişen oyunlar, buldukları ilgi üzerine
zamanla hız kazanmıştır. Bu safhada
çoğunlukla Beşiktaşlıyan’ın yazdığı
Ermenice oyunlar sahnelenmiştir.
Bir yandan bunlar olurken öte yandan da tiyatro oynatmak adına ilk
kez devletten imtiyaz alan Mihael
Naum, Galatasaray Lisesi karşısında
yaptırdığı tiyatro salonunda tiyatro
topluluklarını konuk ederek oyunlar sahnelenmesine vesile olmuştur.
“Birçok önemli İtalyan operası Avrupa’nın öteki merkezlerinden önce
bu tiyatroda oynanmıştır. Örneğin
Verdi’nin ünlü operası ‘Il Trovarore’
Paris’ten önce İstanbul’da oynanmıştır.” (And) Kendisi 1870’e kadar ti-
yatro tekelini elinde tutmuştur.
Ne var ki bu imtiyaz bir noktadan
sonra çığrından çıkmış ve Naum’un
Hasköy’deki Ermeni tiyatrosunu kapatmasına kadar gitmiştir. Ancak bu
olumsuz vukuat Güllü Agop’un işine
yaramıştır. Naum’un imtiyazı yalnızca yabancı dilde oyunları oynattırmak adına alınan bir imtiyaz olduğundan Güllü Agop, Türkçe oyunlar
oynatmak adına imtiyaz almak için
derhal harekete geçmiş ve bu hakkı
elde ederek tekeli Naum’un elinden
almıştır, dolayısıyla devletin desteğini de kazanmıştır.
İlk kez Naum’un sahnesinde Şark
tiyatrosunda sahneye çıkan Güllü
Agop, zamanla tekniğini ilerletmiş,
burada Ermenice oyunlar oynamıştır. Bir yandan da geçimini sağlamak
adına sıvacılık ve badanacılık işlerine devam etmekte olan Güllü Agop,
Şark Tiyatrosundan ayrıldıktan sonra İzmir’e (o zamanki adıyla Smyrni)
gider. Birkaç Ermeni gençle birlikte
Robert Kolej Tarih Dergisi • 20
Gedikpaşa Tiyatrosu’nun, üzerinde
“Gedikpaşa’da vaki Osmanlı Tiyatrosu”
yazılı amblemi (“MiniDEV”)
bir tiyatro topluluğu kurar, çalışmalarına burada devam eder. İstanbul’a
geri döndüğündeyse Asya Kumpanyasını, ardından 1869 yılında ona
asıl ününü kazandıracak olan Osmanlı Topluluğu’nu kurar ki bu isim
daha öncesinde onun gibi Gedikpaşa
tiyatrosunu kiralayıp orada oyunlar
oynatan Razi adında bir İtalyan tarafından da kullanılmıştır. (“Güllü
Agop (Vartovyan).”) Aynı yıl Agop
Baronyan’ın yazdığı “Şark Dişçisi”
günümüze kadar gelmiş, hatta yakın
dönemde oynanmıştır. (Çalışlar)
1870 yılında ise saraydan Türkçe oyunlar oynatmak adına Sadrazam Ali Paşa’nın desteğiyle imtiyaz
alınca Mihael Naum’un elinde olan
tekel, Agop Vartovyan’ın eline geçmişti. Giderler ne olursa olsun her
yıl Üsküdar’da otuz, İstanbul (Tarihi
yarımada) ve Galata’da ellişer oyun
oynanılması şart koşulmuştu. Oyunlar Türkçe oynanmalarına karşın çoğunlukla çeviri ve Batı tarzındalardı.
Dolayısıyla seyirciler de genellikle
Osmanlı burjuvasını meydana getiren gayrimüslimlerden ve saray çevresinden insanlardı. Orta oyunu ve
Karagöz gibi geleneksel gösterimlere
rağbet eden halkın dikkatini çekmek
içinse iki yeni sunum türü yaratıldı:
Perdeli orta oyunu ve müzikli oyun.
Euripides’in Medea’sı veya Molière’e ait birçok çevirinin yanında Namık Kemal, Ali Bey, Ahmet Mithat
Efendi ve Şemsettin Sami gibi yazarların da tam o döneme denk gelen
oyunlarını sahnelemeye niyetlenen
Güllü Agop, bu oyunlarla da halkın
dikkatini çekmeye çalışmıştır. Lakin
Ahmet Mithat Efendi tarafından
yazılan bir oyunun jurnallenmesi
neticesinde Gedikpaşa Tiyatrosu 2.
Abdülhamid’in emriyle yıktırılır.
Güllü Agop (Vartovyan)
Güllü Agop ise artık Güllü Yakup
kimliği ve yeni diniyle Yıldız Sarayında yeni yaptırılan tiyatroda rejistör olarak faaliyetlerine devam eder.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ünlü
tiyatrocuların bazıları bu tiyatroda yetişmiştir ki Ahmed Fehim bu
isimler arasındadır.
Güllü Agop hayatının son dönemlerinde Müslüman olmadan önce
Türk tiyatroculuğunun gelişmesi
adına pek çok eylemde bulunmuş,
“yıllarca sonra Muhsin Ertuğrul’un
yapacağı şeyi yapmış ve perde önüne
çıkıp seyirciyi eğitmeye çalışmıştır.
Tiyatroda nasıl oturulacağı, oyunun
nasıl dinleneceği, ıslık çalmanın ve
bağırmanın, sahneye portakal ve
elma gibi şeyleri atmanın niçin ayıp
olduğu yolunda çeşitli dersler vermiştir. Şu farkla ki, Muhsin Ertuğrul
yarım yüzyıl sonra, perde önüne çıkmayacak, ama bütün bunları kâğıtlara yazıp duvarlara asmakla öğretmeye çalışacaktır.”
Güllü Agop, tiyatro tekelini elinde
bulundurduğu on yılın ikinci yarısında ülkede yaşanan gerilimlerin
farkındadır. Önce Balkan Savaşları derken Bulgarlar, Arnavutlar ve
Sırplar kendilerini imparatorluktan
bağımsız kılar, padişahlardan biri
tahttan iner, bir başkası padişah ilan
edilir, Edirne işgal edilir, sözde Meşruti ortamın baskıcı halinden Gedikpaşa Tiyatrosu da yukarıda bahsedildiği gibi nasibini alır. Ancak bu
gelişmelerin başka bir yararı vardır.
Tiyatro, İstanbul’un sınırlarını aşar
ve Güllü Agop olmasa dahi imparatorluğun başka şehirlerini fethetmek
adına turnelere çıkar. Özellikle Rusların Edirne’yi işgalini haber alan
gayrimüslim oyuncular, Rus seyirci
karşısında sahne alabilmeye heveslenip apar topar Edirne’nin yolunu
tutar. Güllü Agop ise, bu bunalımlı
ve çalkantılı günlerde daha mütevazı
ve küçük oyunlarla yetinmeyi tercih
eder ve İstanbul’da kalır. Lakin başkentte de dişe gelir bir seyirci kitlesi
kalmamıştır.
Türk Tiyarosu’nun bugünkü halini
almasında Güllü Agop hiç şüphesiz
büyük bir pay sahibidir. Kurduğu
kumpanyalar dağılmış, Gedikpaşa
Tiyatrosu yıkılmış olsa da bu çatı
altında pek çok oyuncu yetişmiştir.
Şimdilerde ise Yahya Efendi Mezarlığı’ndaki mezarının başında bir
restorasyon hatasından ötürü “Saraylı Rüster Hanım’ın Ruhuna Fatiha” yazan Güllü Agop, gerek oyun
yazımının geliştirilmesinde, gerek
dönemin oyuncularının biraraya getirilmesi ve yenilerinin yetiştirilmesinde büyük emek sarfetmiş, Türk
Tiyatroculuğuna adını altın harflerle
yazdırmıştır. (Berberyan)
Kaynakça:
And, Metin, and Cengiz Can.
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. 6th ed. Vol. 4. İstanbul: Türkiye Ekonomik Ve Toplumsal Tarih
Vakfı, 1994. Print.
Berberyan,
Bercuhi.
“Güllü
Agop’un Mezarına Ne Oldu? |
Agos.” Agos. Agos, 11 July 2015.
Web. 31 Mar. 2016.
Çalışlar, Oral. “’Güllü Agop’tan
Kadir Topbaş’a Tiyatro - ORAL
ÇALIŞLAR.” Radikal. Radikal, 21
Apr. 2012. Web. 15 Apr. 2016.
“Güllü Agop (Vartovyan).” Bati
Ermenistan Ve Bati Ermenileri Sorunlari Aratirmalar Merkezi. WordPress., 14 Mar. 2010. Web. 31 Mar.
2016.
“MiniDEV - Farklı Renkler Farklı
Kültürler / Ermeni Kültürü.” MiniDEV - Farklı Renkler Farklı Kültürler / Ermeni Kültürü. N.p., n.d. Web.
31 Mar. 2016.
21 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Napolyon ve Sonun Başlangıcı:
1812 Fransa İmparatorluğu-Rus Çarlığı Savaşı
Alp Tartıcı
G
elmiş geçmiş en büyük ve en
tartışmalı komutanlardan biri…
Time dergisine göre dünya tarihinin
etkili ikinci ismi (Skiena)… Fransa
İmparatoru ve İtalya Kralı… Bunlar,
Napolyon’u ve onun tarihi baştan yazan hikayesini anlatmak için yapılan
sayısız tanımlardan sadece birkaçıdır.
Fakat, onun döneminde yaşanan trajediler ve facialar göstermiştir ki güç
zehirlenmesinin beraberinde getirdiği
açgözlülük ve kibir devasa bir imparatorluğu ve onun kudretli hükümdarını
bile kısa sürede yerle bir edebilmektedir.
1789’da Fransız İhtilali’nin beraberinde getirdiği kaotik ortam; hızla yayılan eşitlik, milliyetçilik ve bağımsızlık
akımları; devrimden sonra monarşik
Avrupa devletlerinin üzerlerinde hissettiği baskı; Sanayi Devrimi’nden
sonra Büyük Britanya’nın ekonomik
sıçraması ve doğuda gittikçe zayıflayan
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da yarattığı endişe, Avrupa haritasının baştan
çizilecek oluşunun en önemli göstergeleriydi . Genç Fransız Cumhuriyeti;
içerde kraliyet yanlılarıyla mücadele
ederken, dışarıda da devrimi ortadan
kaldırmaya çalışan Avrupa devletleriyle çarpışıyordu. Birleşik Krallık’ın ve
Avusturya İmparatorluğu’nun başını
çektiği bu devletler, XVI. Luis yandaşlarının talebi üzerine halk ayaklanmasını bastırmayı ve kendileri için de büyük bir tehdit olan cumhuriyetçi akımı
başarısızlığa uğratarak eski düzeni geri
getirmeyi amaçlıyorlardı (Carlyle, 34).
Fransa bu sorunlarla boğuşurken Napolyon’un da beklediği fırsat ayağına
gelmişti. Fransız ordusunda kral yanlısı komutanların tasfiye edilmesiyle
beraber Korsikalı Napolyon henüz 24
yaşındayken generalliğe terfi ettirildi
Napolyon’un Portesi
ve İtalya seferine çıkacak olan ordunun başına getirildi (Marrin 17). Bu
ordu sayıca ve cephane bakımından
çok zayıf ve motivasyon olarak çökmüş
durumda olmasına rağmen, Napolyon
kendisine verilen bu fırsatı çok iyi bir
şekilde değerlendirdi. Daha önce eşi
benzeri görülmemiş bir savaş stratejisi
kullanarak Piyemonte ve Lombradiya’da Avusturya birliklerini bozguna
uğrattı (Marrin 48). Napolyon’un taktiği esasen topçu birliklerinin daha iyi
mevzilenmesine ve piyadelerin yıldırım hızıyla hareket etmesine dayanıyordu.
Napolyon İtalya’daki başarılarının
ardından İngiltere’nin Akdeniz’deki ticaret hattını kesmesi için Mısır’a
gönderildi. Burada Osmanlı komutanı Cezzar Ahmet Paşa ve İngilizlerin
efsanevi amirali Horatio Nelson tarafından püskürtüldü. Fransızlar Abukir
Muharabesi’ni kazanmalarına rağmen
Mısır’da çok fazla tutunamadı. Fransız
Donanması, Horatio Nelson komutasındaki Birleşik Krallık donanması tarafından yakıldı (“Battle of Nile”).
Bu sırada Paris’te devrimden sonra
yönetimi ele geçiren Direktuvar heyeti
zor günler geçiriyordu. Halk; ekonomik sıkıntılar, dış baskılar, yolsuzluk
iddiaları ve bir türlü son bulmayan
savaşlardan dolayı devrime olan inan-
Napolyon General Bonaparte
cını kaybetmişti. Halkın umutsuzluğa
düştüğünü gören Napolyon, Paris’te
bir kahraman olarak karşılandı ve komutasındaki askeri gücü kullanarak
9 Kasım 1799’da Direktuvar’a darbe
yaptı (Marrin 84).
Napolyon Direktuvar’ı devirdikten
sonra halk oylamasıyla on yıl boyunca
üçlü konsülün başına geçti ve tüm yetkiyi kendi üzerinde toplamaya başladı.
Konsül seçildikten sonraki ilk dört yılda Fransa Cumhuriyeti (!) büyük bir
sıçrama yaptı. Napolyon, Fransız İhtilali’nde kapatılan kiliselerin yanında
yüzlerce yeni iş alanı ve fabrikalar açtı;
Fransa’nın dağınık yasalarını düzenleyerek ilk modern anayasayı (Kod Napolyon) yazdı. Günümüz Fransa anayasası da büyük ölçüde Kod Napolyon
üzerine kuruludur. Napolyon’un getirdiği başka bir önemli yenilik ise doğumdan gelen ayrıcalıklara son vererek
ödül ve terfilerde liyâkatı esas kılmasıdır. Böylece Fransız ordusunda tecrübeli, yetenekli ve başarılı komutanların
önü açılmıştır (Marrin 113).
Kendi taktiksel zekası ve yanındaki komutanların becerisiyle birleşince
Napolyon dünya hakimiyeti planları
kurmaya başladı. Dönemin kara Avrupa’sında Napolyon’un Grand Armée’sinin (Büyük Ordu) karşısında
durabilecek bir askeri güç yoktu. Bu
Robert Kolej Tarih Dergisi • 22
Napolyon Savaşta (Pera Müzesi)
ordu 350 bini Fransız ve bunun iki katı
kadar da müteffik (Fransa kontrolü altındaki) devlet askerleri olmak üzere 1
milyonu aşan bir askeri güç teşkil etmekteydi. En azından Rusya bataklığına saplanana kadar…
Napolyon’un dünya hakimiyeti önündeki tek engel Büyük Britanya’ydı.
Kara savaşlarında bütün Avrupa’yı dize
getirebilecek olmasına rağmen denizlerin kontrolü tarihi zaferleriyle ünlü
Britanya donanmasındaydı (“Battle of
Trafalgar”). Ayrıca Britanya’nın Sanayii Devrimi’yle beraber kaydettiği ekonomik gelişme ve Avrupa’nın geri kalanına ucuz ve kaliteli mal ihraç etmesi,
Napolyon’un mutlak egemenlik planlarını altüst etmekteydi. Bu nedenle
İngiltere’nin Avrupa’yla olan ticaretini
kesmek amacıyla Fransa, onun kontrolündeki devletler ve müttefik devletler
İngiltere’ye Kıta Ablukası adında bir
ambargo uygulama kararı aldı. Bu
ambargo Avrupa ekonomisini durma
noktasına getirse de, Büyük Britanya
kendi ticaretini Portekiz gibi muhalif
devletler ve kendi sömürge toprakları
üzerinden canlı tutabiliyordu. Ancak
Rus Çarı 1. Aleksander, gitgide kötüye
giden Rus ekonomisini hayata döndürebilmek için Austerlitz ve Koalisyon
Savaşları’nda Avrupa’yı dize getirmiş
olan Napolyon’a meydan okuyarak
1811’de Kıta Abluka’sını deldi.
Fransız İmparatoru Napolyon, Kıta
Abluka’sının ortadan kalkmasını ve
birkaç kişisel husumetini fırsat bilerek Rusya seferi için hazırlıklara başladı. Planı son sürat ilerleyerek tek
hamlede Moskova’yı ele geçirmek ve
Rusya’yı 90 gün içinde – kış gelmeden- pes ettirmekti. Bunun için 16
Haziran 1812’de sefer başlatıldı. Dönemin en parlak süvari komutanı Joachim Murat önderliğindeki Fransız
süvari birliği Vilnius’a kadar ilerledi.
Onları Prusyalı ve Avusturyalı müttefik askerler takip etti. Ancak uzun bir
mesafe kat etmelerine rağmen karşılarında bir direnç görmediler ve bir süre
sonra yorgunluk belirtileri baş göstermeye başladı. Yine de Fransız birlikleri İmparatorları’na fazlasıyla sadıklardı
ve dakikada 120 adımlık hızlı ilerleyişlerine devam ettiler. Napolyon Vilnius’a vardığında Çar 1. Aleksandr’a
barış anlaşması teklif etti ancak çardan
herhangi bir cevap alamayınca daha
da agresif bir tavır aldı (“The Age of
George III”).
Bu sırada Napolyon’un hesaplarını
bozan bir durum ortaya çıktı. Rusya’nın kışı kadar yazı da amansız bir
direnç oluşturuyordu. Saatlerce süren
yaz yağmurları ordunun tüm güzergahlarını bataklığa çevirmişti. Dinmeyen şimşekler ve ardından gelen kavurucu sıcaklar eski Mısır ve İspanya
muhariplerini bile fiziksel olarak tüketmişti. Ayrıca Rus birlikleri oldukça
derli toplu şekilde geri çekilmekteydi
ve arkalarında Grand Armée’nin işine
yarayacak her şeyi küle çevirmekteydiler. Moral olarak çöküşe geçen ordu
aynı zamanda dizanteri, tifüs gibi hastalıklarla boğuşmaktaydı. Fırtınalı bir
gecede 10 bin at telef oldu. 150 bin asker ise şu an Belarus sınırları içindeki
Vitebsk’e ulaşana kadar henüz düşmanı bile göremeden hastalıklar veya intihar nedeniyle kaybedildi. Başta Joachim Murat olmak üzere Napolyon’un
tüm generalleri seferi ertelemesi için
onu ikna etmeye çalıştılar, ancak Napolyon onları yumuşak olmakla suçlayarak Smolenks’e ilerlemelerini emretti (Marrin 201).
Nihayet Borodino’ya varıldığında
Fransızları 120 bin askeriyle Mareşal
Mikhail Kutuzov karşıladı. Moskova’nın 110 kilometre batısındaki savaşta Napolyon 133 bin kişilik ordusuyla Kutuzov’u geri çekilmeye zorladı,
ancak onlar geri çekilirken Napolyon
onların peşinden gitmeyi reddetti ve
belki de kendi
askeri kariyerinin en büyük hatasını
yaptı. Çünkü takibi bırakmayıp dağınık Rus ordusunu Moskova önünde
köşeye sıkıştırarak mutlak bir zafer
elde edebilecekken onların tekrar toparlanmasına müsaade etmiş oldu.
Grand Armée, Moskova’ya kadar bir
direnişle karşılaşmadı. Napolyon geç
kalmıştı. 14 Eylül 1812’de Moskova’ya ayak basan Fransız ordusunu büyük yangınlar karşıladı. Hayalet şehre
dönen Moskova’da tüm hükümlüler
şehri yakma şartıyla belediye başkanı
tarafından serbest bırakılmıştı. Böylece geride Fransızların işine yarayacak hiçbir erzak ve belge kalmamıştı.
Napolyon, bir kez daha tatmin edici
bir sonuca ulaşamamıştı. Moskova’da
da ağır kış şartlarında hazırlıksız bir
şekilde uzun süre tutunamayacakları
aşikârdı. St. Petersburg’a yürüme ve
kışın başkenti ele geçirme hayallerine
çevresindeki beceriksiz generalleriyle
ulaşamayacağını düşünen Napolyon,
ancak bir ay sonra Moskova’yı tahliye
etme kararına varabildi.
19 Ekim 1812’de Fransız birlikleri zamana karşı yarışarak Moskova’yı
batı kapısından terk etmeye başladılar. En kısa sürede eve dönemedikleri
takdirde kendilerini “General Kış”ın
23 • Robert Kolej Tarih Dergisi
elinde acılı bir ölümün beklediğinin
farkındaydılar. Napolyon her ne kadar kışı Smolensk’te geçirip baharda
St. Petersburg’u işgal etmek istese de
ordunun savaşacak motivasyonu kalmamıştı.
Mareşal Kutuzov taaruz hazırlıklarını tamamlamıştı. Fransızların Moskova’yı terk ettiği haberini alır almaz
onları Malo-Yaroslavets’e yakalayıp
birlikleri dağıtmak için yola koyuldu.
Zorlu hava koşullarında geçen çarpışmada Fransızlar 4 bin, Ruslar 7 bin
asker kaybetti. İstatistiklere gore Fransızlar cepheyi kazanmış olsa da Ruslar
sağlam bir pozisyonda kalarak avantajı
ele geçirdi. Bu noktadan sonra Mareşal Kutuzov “Bırakalım da kış işini
yapsın.” (Marrin 195) diyerek Fransız
ordusunu belirli bir mesafeyi korudu
ve Rus topraklarından süpürmeye başladı.
685 bin kişilik Grand Armée’den geriye kalan 120 bin asker, ölülerini bile
gömemeden var gücüyle kaçıyordu.
Açlık ve yorgunluk o kadar ciddi bir
boyuta ulaştı ki Fransızlar ve Avusturyalılar arasında yamyamlık faaliyetleri baş göstermeye başladı. Ayrıca
aşırı soğuk nedeniyle hasta veya yaralı
durumda olup yola devam edemeyen
silah arkadaşlarını yakarak ısınmaya
çalışanlara da rastlanmaktaydı. Bir Rus
generali, geri aldıkları cephelerde karşılaştıkları manzaraları hatıratlarında
“Ölen atını yiyen ve daha sonra ısınmak amacıyla organları çıkarılmış atın
içine yatan insan cesetleri gördüm.”
(Marrin, 214) diyerek anlatmaktadır.
1812 Rusya Seferi, sonuçları itbariyle incelendiğinde Fransa İmparatorluğu için sonun başlangıcı olarak
nitelendirilebilir çünkü Napolyon’un
Avrupa hakimiyeti planları bu mutlak
mağlubiyet sonucunda rafa kalkmıştır.
Napolyon ordusunun kara savaşlarında da yenilmez olmadığı anlaşılınca
Avusturya’nın başını çektiği, Fransa’ya
bağlı uydu devletler milliyetçilik akımı
etkisiyle birer birer bağımsız hale gelmeye başlamıştır. Dış politikada bozguna uğrayan Napolyon, iç politikada
da darbe tehditleriyle karşı karşıya kalmıştır. Bu darbeleri bastırmak amacıyla askerlik ve vergi yükünü artırmasıyla
beraber, bir zamanlar kendisi adına canını vermeye tereddüt etmeyen halkını
Eski Bir Karpostalda Napolyon’un Mezarı (Önder Kaya’nın arşivindendir)
da karşısına almıştır. Ayrıca o dönemin üretim gücünü oluşturan genç erkeklerin savaşta kaybedilmesi, bir ekonomik krizi de beraberinde getirmiştir.
Napolyon’un son bir çırpınışı olan ve
1813’te Fransa İmparatorluğu – Koalisyon Güçleri arasında geçen Leipzig
muharebesinde de Fransa’nın mağlup
edilmesine müteakip, düşman kuvvetleri Paris sınırına kadar gelmiş ve Napolyon iktidarına ara vermiştir (“Battle
of Leipzig,” History.com). Böylece tarih bir kez daha hırsların, saplantıların
ve yanlış kararların sebebiyet verdiği
büyük bir çöküşe sahne olmuştur.
Kaynakça:
“Battle of Austerlitz”. Encyclopædia
Britannica. Encyclopædia Britannica
Online.Encyclopædia
Britannica
Inc., 2016. Web. 3 Ocak 2016
“Battle of Borodino”. Encyclopædia
Britannica. Encyclopædia Britannica
Online.Encyclopædia
Britannica
Inc., 2016. Web. 16 Ocak 2016
“Battle of Leipzig.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc.,
2016. Web. 7 Mart. 2016.
“Battle of Leipzig.” History.com.
A&E Television Networks, 2009.
Web. 4 Mart 2016.
“Battle of the Nile.” Britannica School. Encyclopædia Britannica, Inc.,
2016. Web. 28 Mart 2016.
“Battle of Trafalgar”. Encyclopædia
Britannica. Encyclopædia Britannica
Online.Encyclopædia
Britannica
Inc., 2016. Web. 12 Ocak. 2016
Carlyle, Thomas, and Ruth Scurr. The
French Revolution. London: Continuum, 2010. Baskı.
Greenspan, Jesse. “Napoleon’s Disastrous Invasion of Russia, 200 Years
Ago.” History.com. A&E Television
Networks, 22 Haziran 2012. Web. 29
Mart 2016.
Marrin, Albert. Napoleon and the
Napoleonic Wars. New York: Penguin
Group, 1991. Baskı.
Mayer: Trafalgar, 1805. -Redoutable
Savaşı’nda Trafalgar, 1805, Auguste
Mayer tarafından.. Fine Art. Encyclopædia Britannica ImageQuest. Web.
28 Mart 2016.
“Napoleon I”. Encyclopædia Britannica. Encyclopædia Britannica Online.
Encyclopædia Britannica Inc., 2016.
Web. 7 Ara. 2015
Skiena, Steven, and Charles B. Ward.
“Who’s Biggest? The 100 Most Significant Figures in History | TIME.
com.” Ideas Whos Biggest The 100
Most Significant Figures in History
Comments. Time, 10 Aralık 2013.
Web. 11 Mart 2016.
“The Age of George III.” The Continental System. History Home, 12
Ocak 2016. Web. 29 Mart 2016.
Robert Kolej Tarih Dergisi • 24
Sosyalist Bir Sistem Hayali ve Stalinizm Realitesi
Umut Fidan
A
merika Birleşik Devletleri tarihi, göç tarihi ile ilgilenen araştırmacılar için bir hazine niteliğindedir. Zira ABD, Merkantilist Göç
Dönemi’nden Post-Endüstri Göç
Dönemi’ne kadar dünyadaki göç hareketlerinin merkezlerinden biri olmayı
sürdürmüştür(Massey). Ancak ilginç
bir şekilde bu ‘fırsatlar ülkesi’nin toplumu, dışarıya göçe karşı her zaman
kapalı olmamıştır. Bunun belki de en
belirgin örneği Ekim 1929’da başlayan
büyük depresyon sonrası sayıları binleri
bulan (Biçer) ve çoğu fabrika işçilerinden oluşan insanın Sovyetler Birliği’ne
gerçekleştirdikleri göç dalgasıdır.
Arka Plan
Stalin’in yönetimindeki Sovyetler
Birliği, Lenin’in ölümünden kalan
ekonomik mirası çok geliştirmiştir.
Devrimin başlangıcından bu yana maden üretiminden sağlanan kâr %90
oranında yükselmiş, milli gelir hasılatı
da 1921’den beri Sovyet kaynaklarına
göre %13,9 artmıştı(Harrison). Buna
karşılık Batı dünyası 1929 depresyonu
zamanı ve sonrasında çok bir şey vaat
etmiyordu. Kriz sonrası işsizlik %25
olmuştu ve ekonominin tekrar 1929
öncesi zamana dönmesinin 30 yıl alacağı düşünülüyordu (Tzouliadis, Work
in the Gulag). Sovyetler Birliği ücretsiz
eğitim ücretsiz sağlık hizmeti, az mesai saatleri ve iyi maaşlar ile göçmenler için cazip seçenekti. Ayrıca SSCB
bahsettiği eşit insanlık anlayışıyla
Amerika’daki siyahi ve diğer azınlıklar
için uğradıkları sistematik ayrımcılıktan kurtulmanın ümidi haline gelmişti.
Tüm bunlara ünlü Amerikan otomobil
şirketi sahibi Henry Ford’un Sovyetler Birliği’yle yeni kurulacak olan bir
otomobil fabrikası(GAZ) üzerinde
anlaşması da eklenmişti. Bu anlaşma,
SSCB’ye fabrika yapımındaki yardımı ve eleman desteği karşılığında
SSCB’nin yeni otomobil üretmek için
Ford’un hurda arabalarını almasını
içeriyordu(Wikipedia, GAZ). Kurulacak olan fabrika Amerikalı işçileri
Sovyetler Birliği’ne gitmek için daha
da çok heyecanlandırmıştı, zira Ford
endüstrisi için çalışarak ayrıldıkları ülkeden tam olarak bir kopuş yaşamayacaklarını düşünüyorlardı.
Sonuç olarak 1930-32 yılları arasında çoğunluğu Pensilvanya, Illinois,
Michigan gibi endüstriyel şehirlerden
olmak üzere binlerce insan, kapitalist
Amerika’dan daha kuruluşunun 10. yılında olan bir sosyalist ülkeye gitmek
için gemilere binmeye başladı. Walter
Durenty gibi SSCB’de yaşayan Amerikan aydınları bu gemilerin büyük bir
göç hareketinin başlangıcı olduğunu
düşünüyor, Bertrand Russell gibiler ise
bu göçü komünizmin erken zaferinin
sembolü olarak görüyorlardı (Tzouliadis, Work in the Gulag).
Amerikalıların Sosyalist Sistemdeki
İlk Yılları ve Kısmi Entegrasyonları
1931 kışında Moskova‘daki Amerikalı sayısı Moscow News(daha sonra
ismi Moscow Daily News olacaktı) adlı bir İngilizce gazete çıkarma
ihtiyacı doğuracak kadar büyüktü.
Moscow News’un ofis olarak kullandığı Strastnoi Boulevard’da kurulan
gazete merkezi aynı zamanda daha
sonra gelen Amerikalılar için aktivite
merkezi olarak kullanıldı. Bu mekanlarda Amerikalılar bir arada Rusça
öğrenebiliyor, Moskova radyosunda
İngilizce yayınlar yapabiliyor ve hat-
ta birlikte tekne gezileri bile organize
edebiliyorlardı(Tzouliadis,20). Amerikan kültürlerine sahip çıkıp aynı anda
Sovyetler Birliğinde aradıkları sabit gelirli işleri bulabilen insanlar gerçektende ülkeye kısa zaman içerisinde entegre
olmaya başlamışlardı. Kasım 1931’de
Kızıl Meydan’daki devrimin yıldönümü törenindeki kalabalık arasında,
Ekim Devrimi’ne ve Lenin’e övgü dolu
İngilizce sloganların duyulması bunun
en çarpıcı örneğidir(Tzouliadis, 20).
Yeni gelenler SSCB’nin ekonomi
sistemine entegrasyon süreçlerinde
Amerika ile olan kültürel bağlarını koparmayacaklardı. Bu kültürel bağların
en etkilisi ve SSCB içinde en dikkat
çekeni beyzbol olmuştur. Daha önce
herhangi bir beyzbol maçını izlememiş olan Moskova halkı ve yönetici
kesimin, yeni gelen misafirlerine olan
ilgileri bu spor aracılığıyla artmış gözüküyordu.
Sovyet Spor Bakanlığı Amerikalılara ve beyzbola karşı oluşan bu ilgi
karşısında beyzbolu resmi olarak milli
bir spor yapacağını duyurdu. Moskova böylelikle Amerikalıları daha kolay entegre edebileceğini düşünmüş
olmalıdır.(Tzouliadis, 21) Bu ilandan
sonra beyzbolun ülkedeki popülaritesi hızla arttı ve Amerikan işçilerinden
oluşan amatör beyzbol takımları kurulmaya başlandı. Hatta 1934’te Türkiye-Sovyetler Birliği futbol maçının
arasında bir beyzbol gösteri maçı bile
oynanmıştı!(Meraklısına not: Maçı 3-0
Moskova Yabancı İşçiler Kulübü Gorky Auto İşçiler Kulübüne
Karşı Moskova’da Bir Beyzbol Maçında
25 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Stalin ve Lenin (Önder Kaya’nın arşivindendir)
kaybettik)
Her ne kadar Moskova yönetici kesimi Amerikalıların SSCB için iyi bir
propaganda aracı olduğu düşünse ve bu
propagandayı yönetmek için Amerikan
nüfusunu sadece Moskova içinde tutmak işine gelse de, 1933’te ABD’den
gelen işçiler ve ailelerinin toplam sayısı
binlerceydi ve Ford’un Nizhny Novgorod’da kurduğu fabrika(GAZ) tamamlanmıştı. Ford ve Sovyetler Birliği’nin
1929’daki anlaşmaları sonucu Moskova’nın yakınındaki Nizhni Novgorod
kentinde yeni bir ‘Sovyet Detroit’i’ inşa
edilmişti. Böylece Ford, fabrikasını
farklı bir ülkede daha kolay ve ucuz bir
şekilde işleyebilecek, Sovyetler ise gelişmekte olan sanayisini kuvvetlendirecekti (Wikipedia, GAZ).
SSCB, işçilerin gelmesinden önce
fabrikanın yanında bir apartman
kompleksi ve yaşanılabilir bir atmosfer yaratmayı başardı. Bir süre sonra
Amerikalılar anayurtlarından çok uzak
bir fabrikada, ama bir şekilde üstünde
aynı tabela olan (FORD) bir fabrikada çalışmaya başladılar. Hayatlarında
birçok şey değişmişti artık. Kazançları 1 sene önce Detroit’te kazandıkları
aylık 140 dolardan 250 dolara çıkmış,
yıllık 30 günlük tatil izni elde etmiş
ve ABD’de parayla hak edilen barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlar ‘Sovyet Detroit’inde ücretsiz bir şekilde
sağlanmıştı(Tzouliadis, ‘Fordizatsia’).
SSCB Moskova’daki Amerikalılara
ilk gelenlerden 4 yıl sonra bile hala ilgi
gösteriyor, kimisinin çocukları Bolşevik
elitinin çocuklarıyla aynı okullarda bile
okuyordu. Siyahi azınlıklar Moskova
sokaklarında meraklı bakışlara maruz
kalsalar da, en azından toplumsal tabanlı bir ırkçılık politikasından kurtulmuş gibiydiler. ‘Gibiydiler’ çünkü beyaz ve siyahi Amerikalılar ülkelerinde
yaşadıkları ırksal gerilimi Moskova’ya
da taşımışlardı ve bu iki grup arasında
kavgalar ve sözlü atışmalar yaşanmıyor
değildi. Stalingrad’da çalışan Robert
Robinson adlı bir siyahi, fabrikadaki
diğer Amerikalı işçiler tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılmıştı. Olayın
ortaya çıkmasının ardından Robinson
fabrikadaki Rus işçiler tarafından desteklenmiş, fabrika çıkışında ırkçılığı lanetleyen ve insan eşitliğini savunan bir
bildiri okunmuş, şiddeti uygulayan iki
Amerikalı ise sınır dışı edilip ABD’ye
geri gönderilmişlerdi. (Tzouliadis, 4142)
Maalesef Amerikalıların SSCB’de geçirdikleri iyimser ilk yılların üstü, Stalin rejiminin ülkeyi bir korku ve ölüm
rejimine dönüştürmesiyle karanlığa
gömülecekti.
1934 Sonrası Stalin Rusyası, Büyük
Temizlik ve Amerikalıların Yeni Kaderleri
Büyük Temizlik, SSCB tarafından
gerçekleştirilen, teoride SSCB’ye veya
komünizm karşıtı olanlara karşı gerçekleştirilmesi planlanan bir fişleme ve
tutuklama kampanyasıydı. Ancak pratikte bu fişleme ve tutuklamalar SSCB
içinde komünizm düşmanlarını saf dışı
bırakmaktan çok Stalin’in iktidarına
muhalif olan ya da Stalin’in muhalif olduğunu düşündüğü kesimleri elimine
etmeyi amaçlayacaktı. Büyük Temizlik
’ten etkilenen insan sayısına ulaşmak
kolay değil zira soğuk savaş döneminde
hem ABD hem de SSCB bu rakamlar
hakkında sahte veriler üretmiş. Yine
de gulaglara gönderilen veya vurularak
ölen insan sayısını milyonlarla ifade etmek yanlış olmayacaktır(Getty).
Belli bir fikir birliği olmasa da, Büyük
Temizliğin 1934’de Komünist Parti’nin
önde gelen isimlerinden olan Sergey
Kirov’un çalışma ofisi Smolny Enstitüsü’nde suikaste uğraması ile başladığı kabul edilir(Wikipedia, Great
Purge). Kirov’un aslında Stalin’e sadık
bir kişi olmasına karşın suikastini Stalin’in tasarladığı düşünülür, zira Stalin,
Kirov’un öldürülmesini gerçekleşecek
politik fişleme kampanyasına bir gerekçe olarak kullanır. Bu kampanyada
en ağır fatura kesinlikle eski Bolşevik
Devrimi kahramanlarına kesilmiştir.
Buna 1938’de idam edilen devrimin
en önemli isimlerinden olan Nikholai Bukharin da dâhildir. Ama tabii
ki eski devrim liderleri totaliterleşme
sürecinin tek mağdurları olmamıştır.
NKVD (İçişleri Halk Komiserliği)
ülkenin her yanında muhalif veya potansiyel muhalif yüzlerce insanı fişliyor
ve fişlenenlerin yüzlercesi birdenbire
“yok oluyor”lardı. Birçok kişi kendini
önceden kurulu mahkemelerin önünde
bulmuş ve hatta işkenceler sonucu işlemedikleri suçları itiraf etmeye zorlanıp
gulaglara(çalışma kampları) gönderilmiş veya ertesi sabah idam edilmiştir.
Ülkedeki muhalif avı 1936’dan itibaren öyle absürt ve inanılmaz boyutlara ulaşmıştı ki toplum içinde devleti
eleştirmek bir tabu olmuş, Stalin ve
onun kurduğu sistemi yüceltmek ise
bir görev haline gelmişti. Stalin, yıllarca yanında çalışmış iş arkadaşlarını
(1936-1938 arası NKVD’nin başındaki Nikolai Yezhov’u bile) ve Khadija
Gayibova gibi devrin sanatçı ve entelektüellerinden dahi kuşkulanmaya
başlamıştı. Maalesef böylesi bir politik
ortam yakın zamanda kapitalist bir
ülkeden gelmiş göçmenlere gösterilen
sıcaklığın yerini paranoyaya ve tehlikeye bıraktığının göstergesidir. 1934’ten
itibaren Nizhni Novgorod’da çalışan
çoğu işçinin Amerikan pasaportları
Robert Kolej Tarih Dergisi • 26
çeşitli yöntemlerle ya çalınmış ya da el
konulup Sovyet pasaportlarıyla değiştirilmişti. Bu işlem hem işçilerin ülkeyi
terk etmesini fiili olarak imkânsız hale
getirmiş hem de Amerikan vatandaşlıklarını kanıtlama imkânlarını ellerinden almıştı.
Bu uygulama üzerine 1935 Şubatında Amerikan Elçiliği Moscow Daily News’ta yaptığı ilan aracılığıyla
SSCB’deki tüm Amerikalıları pasaport
kayıt işlemlerini yapmaları için çağırdı.
Böyle bir listeyi daha önce hazırlamak
çok mümkün olmamıştı çünkü ABD
SSCB’yi ancak 1933’te resmen tanımış,
elçilikler ancak bu tarihten sonra kurulmuştu. Ancak pek çok göçmen işçinin
SSCB’ye gelişi 1930-32 arasındaydı ve
çoğu kayıtları alınmadan GAZ fabrikasına çalışmaya gitmişti. Pasaport
yenileme işlemi kısmen başarılı oldu
çünkü Moskova’daki çoğu elçilik binasının çevresi NKVD tarafından gözleniyordu ve fişlenme riskini göze alan
çok olmuyordu. Zaten Amerikan Elçiliğinin Büyük Temizliğe karşı takındığı
tavır, büyükelçi olan William Christian
Bullitt’in bizzat D. Roosevelt tarafından yerine atadığı Joseph Edward Davies’ten sonra epey değişecekti. Davies,
Stalin’in yürüttüğü politikalara çok
daha ılımlı yaklaşan, uysal biriydi. Roosevelt, Davies’i büyük ihtimalle yaklaşan savaşta SSCB’yi, ABD’nin yanına
çekmek ve ABD pazarını SSCB’ye
taşımak için bir araç olarak görmüştü
(Office of the Historian). Roosevelt’in
bu stratejisiyle uyumlu bir şekilde davranan Davies ülkede yaşayan ve pasaportları ellerinden alınmış Amerikalılar için elle tutulur hiçbir şey yapmadı
ve daha sonra SSCB’deki yıllarını anlattığı kitapta onlardan nerdeyse hiç
bahsetmedi. 1938 yılında Moskova’daki Gorky Park’ta ne beyzbol oynayan
kalmış ne de Nizhni Novgorod kentinde elle tutulur çalışan Amerikalı bir
gruptan bahsetmek mümkündü.
Tüm bunların sonucunda ne yazık ki
1930’larda SSCB’ye eşitlik, işçi hakları,
yüksek maaşlar ve patronsuz bir yaşam
hayali ile gelmiş binlerce Amerikalının
giriştiği macera iyi bir şekilde sonuçlanmadı. Birçoğu bir şekilde pasaportundan oldu ve casus oldukları şüphesiyle
gulaglara gönderildi, bir kısmı elçiliğin
1936 yılına kadarki kısmi yardımı so-
nucu ABD’ye dönmeyi başardı, bir
kısmı da SSCB’den hayatları boyunca
çıkamadılar ve yurtdışına çıkamadan
sıradan bir SSCB vatandaşı gibi hayatlarını sürdürdüler. 2.Dünya Savaşı’nın
1942 yılında Moskova sınırına dayanması sırasında Moskova’daki elçiliklerin hepsinin boşaltılmasına ve yaşanan
Amerikan göçü hakkında zaten eksik
olan belgelerin tamamen kaybolmasına yol açtı ve binlerce kişinin yaşadığı
trajedi unutuldu gitti (Tzouliadis,181).
Yine de olayların SSCB’de yaşanmasına karşılık yaşanan trajediyi sadece
Stalin’e ve dolaylı olarak komünizm
ideolojisine yıkmak, herhalde biraz kolaya kaçmak ve taraflı bir bakış
olur. Bu olayda vatandaşlarına sahip
çıkmayan ve SSCB’ye gittikleri anda
onlara ‘komünist ajanlar’ olarak fişleyen ABD’den de bahsetmek gerekir
(Economist). ABD, Henry Ford’un
Sovyetlerle anlaşması üzerine büyük
bir ortaklığa imza atmış oldu ve bu kâr
ilişkisini zedelememek için vatandaşları Kolyma’daki gulaglarda insanlık dışı
şartlarda altın madenlerinde çalışırken
dahi SSCB’den altın ithal etmeye devam etmiştir (Telegraph). Kendisini
demokrasinin kalesi olarak görüp yaşanan trajediyi en iyi ihtimalle sadece
izlemekle yetindiği için bu olayda şahsen ABD’yi en az SSCB kadar suçlu
görüyorum. Belki de birçok kişi benim
gibi düşünüyor ki bu mesele soğuk savaş yıllarında iki taraf tarafından da çok
su yüzüne çıkarılmamış, oluruna bırakılmıştır.
Not: Yazıyı yazmak için yaptığım
araştırmanın büyük bir kısmı Tim
Tzouliadis 2008 yılında çıkardığı ‘The
Forsaken’ adlı kitaptandır. Tzouliadis’in
kitabı çok kapsamlı olsa da kullandığı
kaynakların çoğu Amerikan kaynaklarından oluşmaktadır. SSCB arşivlerine
erişme imkânım olmadığı için, bu yazıyı tam bir tarafsız yazı olarak nitelemek
doğru olmayacaktır.
Kaynakça:
“Americans in the Gulag.” The Economist [London] n.d.: n. pag. Economist. 7 Aug. 2008. Web. 5 Mar. 2016.
Biçer, Birol. “Stalin Rusya’sına
ABD’den Büyük Göçün Bilinmeyen
Hikâyesi.” Yeniaktüel. Turkuvaz Gazete Dergi Basım A.Ş., n.d. Web.
Ford (Ortada) Mart 1929’da SSCB İle Amtorg Anlaşmasını İmzaladıktan Sonra
“GAZ.” Wikipedia. Wikimedia
Foundation, n.d. Web.
Getty, Arch. Victims of the Soviet Penal System in the Pre-War Years. Sovietinfo. American Historical Review.
Gracheva, Ekaterina. “Of Russian
Origin: Stalin’s Purges.” Russiapedia.
N.p., n.d. Web. 5 Mar. 2016.
“Great Purge.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web. 5 Mar. 2016.
Harrison, Mark. “Soviet Economic
Growth Since 1928.” Europe-Asia
Studies 1st ser. 45 (1993): 141-67.
Warwick. Web. 5 Mar. 2016.
Massey, Douglas S., and Graeme
Hugo. “Worlds in Motion.” Understanding International Migration at the
End of the Millenium (1998): 1-16.
“Nizhny Novgorod.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, n.d. Web.
“Recognition of the Soviet Union,
1933.” U.S. Departmant of State Office of the Historian, Bureau of Public
Affairs, n.d. Web. 9 Mar. 2016.
Silvester, Christopher. “Review: The
Forsaken by Tim Tzouliadis.” The Telegraph. Telegraph Media Group, 6
Sept. 2008. Web. 9 Mar. 2016.
Tzouliadis, Tim. The Forsaken: From
the Great Depression to the Gulags.
London: Brown Book Group, 2008.
GooglePlay. Hachette Digital. Web.
Tzouliadis, Tim. “Work in the Gulag.”
Interview by Ned Beauman. Dazed.
“Work in the Gulag.” Gulaghistory.
Davis Center for Russian and Eurasian
Studies at Harvard University.
27 • Robert Kolej Tarih Dergisi
İki Partinin Hikayesi:
Kuomintang ve Çin Komünist Partisi
M. Miraç Süzgün
2
0. yüzyılın ilk çeyreğinde Çin
Cumhuriyeti’nde
Koumintang
(Çin Milliyetçi Partisi) ve Çin Komünist Partisi adında iki parti kurulmuştur. Devlet yönetimi konusunda
farklı ideolojilere sahip bu iki parti,
fikirsel olarak ayrışmalarına rağmen
ülkedeki askeri diktatörler rejimine
ve emperyalist güçlerin ülke toprakları üzerindeki kötü niyetli emellerine
karşı dönem dönem uzlaşmış ve ortak
bir cephe halinde bu güçlere karşı mücadele etmişlerdir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sona erip ülkede yine
bir iç savaşın patlak vermesiyle, Çin
Cumhuriyeti’ndeki iki partinin ortaklığı resmen sona ermiş ve böylece iki
partinin hikayesi, Çin Halk Cumhuriyeti ve Çin Cumhuriyeti [1] olarak
bilinen iki ülkenin hikayesine dönüşmüştür. Bu makalenin amacı, Kuomintang ve Çin Komünist Partisi’nin
kuruluş, ortaklık ve ayrılık süreçlerini
Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşundan
itibaren gerçekleşen savaşlar, isyanlar
ve reformlar kapsamında incelemek ve
günümüzdeki Çin Halk Cumhuriyeti
ve Tayvan arasındaki politik tartışmaların tarihsel kaynağına ışık tutmaktır.
Çin’in Batı Emperyalizmine Tepkisi:
1911 Çin Devrimi ve
İlk Cumhuriyet
19. yüzyılın sonlarına doğru ülke
içinde meydana gelen savaşlar, ayaklanmalar ve geç kalınmış radikal reformlardan sonra Qing Hanedanlığı,
1911 Çin Devrimi sonucunda devrilmiş ve 1 Ocak 1912 tarihinde Çin
Cumhuriyeti resmen ilan edilmiştir.
Devrimin milliyetçi önderlerinden Dr.
Sun Yat-sen (Sun Zhongshan), Nanjing’de cumhuriyetin ilan edildiği tarihte ilk geçici devlet başbakanı olarak
görevine başlamış ve 12 Şubat 1912’de
Mançu sülalesi imparatorluk tahtından vazgeçip yeni kurulan cumhuriyeti tanıdığına dair bir ferman yayımladıktan sonra, Pekin’deki General Yuan
Shikai’a devlet reisliğini devretmiştir.
Sun’un devlet idaresini, Qing Hanedanlığı’nın eski kumandalarından
Yuan’a bırakmasındaki ana nedenlerin
başında kendisinin yeni rejimi destekleyecek siyasi ve ekonomik anlamda
yeteri kaynaklarının ve emri altında
bir ordusunun bulunmaması gösterilir
(Wasserstrom, 67; Eberhard, 335-36).
Hanedanlığın yıkılıp yerine cumhuriyet kurulması kökten bir adım olmasına karşın Yuan, kuvvetli bir askeri lider
oluşundan ve kendini parlamento ve
kabineden bağımsız bir yönetici olarak gördüğünden, kısa süre içinde ülke
içindeki durumunu güçlendirdikten
sonra kendini İmparator ilân etmeye
kalkışmıştır. Bu durum karşısında Yuan’ın anayasa anlayışına uymamasına
tepki gösteren güneydeki cumhuriyetçiler ve askeri generallerden bazıları
yönetime karşı ayaklanmışlar; fakat
en başta Dr. Sun Yat-sen olmak üzere
bazı cumhuriyetçi ihtilalciler sürgüne
gönderilmiş ve devlet kadrolarından
çıkarılmıştır (Fitzgerald, 30).
I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle beraber Tokyo, Yuan Shikai’ye
Çin’in bir Japonya kolonisi olmasını
öngören ve “21 Talep” olarak bilinen
bir ültimatom göndermiştir; nitekim
bu talepler arasında Çin’deki bazı topraklarda demiryolları ve madenlerin
Japonya idaresine bırakılması, Çin kıyı
ve adalarındaki deniz ticaretinin, ülkenin genel siyasi ve ekonomik yapısının
denetlenmesi gibi Japon hükümetine
büyük imtiyazlar verilmesi yer almıştır
(Duffy). Bu talepler Japonya’nın Mançurya’daki kontrolü ele almasına ve
Çin ekonomisinde doğrudan aktif rol
oynamasına sebebiyet vereceğinden,
Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık Japonya ile Çin arasındaki
olası antlaşmaya kesin bir şekilde karşıydı.
Chiang Kai-Shek Taylan Adasındaki
Taburları Ziyaret Ederken
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
İki ülke arasında sert diplomatik süreçlerin neticesinde, Çin Hükümeti
gizli olarak bu talepleri gözden geçirdikten sonra 25 Mayıs 1915’te bunlar
arasından on üç tanesini kabul etmiştir; fakat Japonya bu politik hamlesiyle
her ne kadar Asya’da siyasi ve ekonomik anlamda güç edinmeye çalışsa da,
Amerika ile İngiltere’nin güveni ve
desteğini eski dönemlere göre göreceli
olarak kaybetmiştir. Bu gizli antlaşmanın haberi Pekin’e ulaştıktan sonra Çin
halkı sokağa dökülmüş, birçok şehirde
artık Japon malları boykot edilmeye
başlamış, Japonlara “sempati” besleyen bazı liberal idareciler görevinden
alınmıştır (Huang, Forbes; Keay, 493).
Modern Çin Tarihi inşası sürecinde
Japonya-Çin arasında imzalanan bu
gizli antlaşma sonrasında çıkan ayaklanmaların, ülkenin gelecek dönemlerdeki milliyetçi ve anti-emperyalist
politikalarında önemli rol oynadığı ve
4 Mayıs (1919) Hareketi için bir temel
oluşturduğu görülür; hakeza sadece
bu dönemde ekonomik açıdan bakıldığında Japonya’dan alınan ürünlerin
Robert Kolej Tarih Dergisi • 28
yaklaşık %40 oranında düşmesi de bu
olgunun bir kanıtıdır (Huang, Forbes).
Savaş Beyliği Dönemi
Yuan Shikai, yaklaşık üç aylık imparatorluğun ardından Haziran 1916’da
ölmüş ve imparatorluk tekrardan lağvedilmiştir. Yuan’ın iktidarından sonraki geçiş dönemi, Çin tarihinin en
karanlık dönemlerinden birisi olarak
görülür; çünkü bu dönemde kendi askerlerine sahip küçük savaş beylikleri
(askeri yöneticiler) ülkenin çeşitli eyaletlerinde birbirinden ayrık olarak bulundukları toprakları kontrol etmeye
çalışmış ve çoğu zaman (topraklarını
genişletmek ve ekonomik gelirlerini
arttırmak amacıyla) birbirleriyle savaşmışlardır. Bu askeri diktatörlerin
çoğunluğu, bir gün ülke iktidarını ele
geçirme hayalleriyle yaşamışlar ve bu
dönemde iç savaşlar kesintisiz bir şekilde sürmüştür. Savaş beylikleri, ülke
genelinde büyük bir yıkıma sebebiyet
vermiştir: Herhangi bir ideolojiden
yoksun ve tamamıyla hırsları doğrultusunda hareket eden askeri diktatörler,
1916-1928 yılları arasındaki süreçte
ulusal birlik ve beraberliğin kaybolmasına, yeni cumhuriyete olan saygının
azalmasına, ülke ekonomisinin Batılı
devletler karşısında güç kaybetmesine
ve ulus benliğinde unutulmayacak yaralar açılmasına sebep olmuştur (Huang, 288-89). Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen, bu dönemdeki elde
Chiang Kai-shek At Üstünde
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
4 Mayıs Harketi Sırasında Tiananmen Meydanı’nda Toplanan Halk
(TheChinabeat.org)
edilen tecrübeler, sonraki vakitlerde
ülkedeki aydınları ulusal kurtuluş yolu
aramaya itmiş ve yeni bir ulus benliğinin oluşturulmasına yardımcı olmuştur.
4 Mayıs Hareketi
I. Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan Versailles (Versay) Antlaşması’na
karşı Çinli öğrencilerin tepkisi, toplumun 1911 Devrimi’nin anlayışını
ve mirasını terk etmediklerinin bir
göstergesidir. 4 Mayıs 1919 tarihinde, yaklaşık on üç farklı üniversiteden
gelen binlerce öğrenci daha sonra Tiananmen Meydanı adını alacak Pekin’deki ünlü meydanda toplanarak
Çin (Pekin) Hükümeti’nin eskiden
Almanların elinde bulunan Shandong
eyaletindeki imtiyazlarının Japonlara
verilmesini protesto etmişlerdir (Huang, 289). Öğrencilerin toplanarak
gösteri düzenlemesindeki asıl neden,
askeri diktatör rejimin yaşanan tüm
gelişmelere karşın herhangi bir adım
atmaması, hatta bu kararları sorgulamaktan bile aciz kalmasıdır (Wasserstrom, 70).
4 Mayıs Hareketi’nin kültürel ve
entelektüel mirası incelendiğinde,
protestonun uluslararası arenada emperyalist güçlere ve rejimin ihanetine
karşı bir üzüntü ve öfke olarak kıvılcım aldığı, gelecekteki dönemlerde
milliyetçi ulusal bir dirilişin öncüsü
olduğu görülür. Nitekim, polisin Tiananmen Meydanı’nındaki gösterilerde
protestoculara ateş açması sonucunda
Pekin Üniversitesi öğrencileri bu ha-
reketi ülke geneline yayma kararı alıp
geniş çapta bir organizasyon olması
için üniversitelere, işçi sendikalarına, hatta kadın örgütlerine telgraflar
çekmiş ve sokaktaki insanlara ilanlar
dağıtmışlardır. Öğrenci hareketlerinin
ülkedeki birçok eyalete yayılmasından
sonra Pekin Hükümeti, en sonunda
baş eğip ayaklanmalar esnasında tutuklanan öğrencileri serbest bırakmış,
halk tarafından Japon yanlısı olduğu
düşünülen üç devlet yetkilisi görevinden almış, kabine geri çekilmiş ve Paris
Barış Konferansı’na gönderilen heyet,
antlaşmayı imzalamadan doğrudan
ülkeleri Çin’e geri dönmüşlerdir. Bu
hareket sayesinde, gelecekte ülke siyasetinde önemli yerlere gelecek olan
bazı liderler kuşağı ilk kitlesel eylem
ve liderlik tecrübelerini, bu ayaklanma
sürecinde elde etmişlerdir; bakıldığında bu kişiler arasında Çin Komünist
Parti (ÇKP) ve Çin Halk Cumhuriyeti
kurucusu Mao Zedong, ÇKP’nin kurucu önderlerinden ve uzun süre başkan yardımcılığını yapmış Zhou Enlai
gibi Komünist Devrimin gelecekteki
önemli bazı siyasi figürlerinin yer aldığı görülür (Keay, 493-94; Fairbank,
204-5).
Çin Komünist Partisi’nin Kuruluşu
ve Birinci Birleşik Cephe
4 Mayıs 1919’da başlayıp daha sonra
ülke geneline hızla yayılan eylemler,
Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunda önemli rol oynanmıştır. Aynı vakitlerde meydana gelen Rus Devrimi,
birçok Çinli aktivist üzerinde sadece
29 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Chiang Kai-shek (Sol) ve Mao Zedong’in (Sağ) 10 Kasım (1945) Anlaşması (Double Tenth
Agreement) İmzaladıktan Sonra Çongçing’de Çekilmiş Fotoğrafları
(History of Communist Party of China - CPC China)
siyasal anlamda eşitlik, özgürlük, insan hakları bağlamında değil, aynı
zamanda ekonomik ve kültürel alanda sanayileşmeyi ve eğitimde reformu
öngördüğünden dolayı cazip bir örnek teşkil etmekteydi. Ayrıca 4 Mayıs
kuşağındaki birçok üniversiteli genç
Konfüçyüsçü hiyerarşik siyasi ve sosyal
yapılanmaya karşıydılar. Emperyalist
güçleri ülkelerinin geleceği için büyük
bir tehdit olarak gördüklerinden çoğu
genç Çinli, milliyetçilik veya komünizm hakkında yeteri bilgi sahibi olmamasına rağmen Rusya örneğinden
dolayı bu ideolojilere büyük ilgi duymuşlardır. Nitekim Bolşevikler, Bolşevik Devrimi ile beraber tüm dünyaya
Rusya gibi köklü büyük bir devletin
bile Marksist prensipler üzerine yeniden inşa edilebileceğini göstermiş;
Rusya, uluslararası alanda Batılı kapitalist devletler için korkulan bir devlet
haline gelmiştir (Fitzgerald, 40; Wasserstrom, 73-74).
Çin Komünist Partisi, Temmuz
1921’de Şanghay’da yapılan gizli bir
toplantı sonrasında kurulmuştur. Toplantıya, ülkenin çeşitli eyaletlerinden
gelen toplamda on iki delege katılmıştır; ancak Yeni Gençlik gazetesinin editörü (ve Mao’nun akıl hocalarından) Chen Duxiu ve Ulusal Pekin
Üniversitesi’nin tanınmış Marksist
profesörü Li Dazhao, bizzat bu görüşmeye katılamamıştır. Chen, toplantıya kişisel temsilcisini göndermiş
ve kurul tarafından partinin ilk Genel
Sekreteri olarak seçilmiştir. Kurulduğu
ilk zamanlarda toplamda 50 civarında
üyeye sahip olan Çin Komünist Partisi, iki yıl sonraki üçüncü birleşmesinde
ise 432 üyeyle toplanmıştır (History
of the Communist Party of China,
Xinhua; Fitzgerald, 45). Kuruluşun
ardından parti, Lenin ve Sovyetler
Birliği Komünist Partisi’nin kurduğu
Komintern (Komünist Enternasyonal)
ile doğrudan iletişime geçmiş ve emperyalist devletlere karşı mücadelesinde hem ideolojik hem de siyasal olarak
destekleyecek güçlü bir müttefik elde
etmiştir (Keay, 494). Marksizm-Leninizm ideolojisinden etkilenmiş parti,
Şanghay ve güney topraklarında kısa
sürede çeşitli grev ve ayaklanmalar sayesinde gelişmeler kaydetmiş ve ülke
çapında prestijini arttırmıştır.
1924 yılına gelindiğinde ise Sun
Yat-sen’in Milliyetçi Partisi, son otuz
yılda dört defa ismini değiştirdikten
sonra Kanton’da Kuomintang (KMT
- Çin Milliyetçi Partisi) adı altında
toplanmış ve Ocak ayındaki ilk ulusal
kongresinde Sovyetler Birliği örneğini
izleme kararı almıştır. Bu kongrenin
ardından, askeri diktatör çağına son
vermek ve Batı emperyalist güçleri
karşısında ülkeyi tek ve bütüncül bir
hale getirmek amacıyla Sun Yat-sen,
güney ve kuzeyin tekrardan birleştirilmesi için Pekin’e gitmiş ve Çin Komünist Partisi’ne milliyetçilerle birleşerek bir halk cephesi [2] oluşturmaları
konusunda çağrıda bulunmuştur. Yeni
doğmuş ÇKP, bu çağrıya olumlu yaklaşmıştır (Huang, 294; Wasserstrom,
74). KMT ve ÇKP’nin işbirliği etmelerindeki nedenler incelendiğinde, her
iki partinin de anti-emperyalist söylemler konusunda benzeri politikalar
takrir etmelerinin onları birleştirdiği
ve Kuomintang’a göre Sun’un “Halkın
Esenliği” doktrini ile ÇKP’nin izlediği
Sovyet öğretiler arasında pek fark olmadığı görülmektedir (Fairbank, 210).
Sun Yat-sen’in 1925 yılında Pekin’de hastalanarak beklenmedik bir
şekilde ölmesinin ardından Güney
Hükümeti (milliyetçiler) tarafından
iki parti arasındaki ilk ittifak dönemi
yavaş yavaş sona ermeye başlamıştır.
Sun’un ölümünden sonra, onun ardılı olarak milliyetçilerin başına geçen
Chiang Kai-Shek ( Jiang Jieshi), Sun
Yat-sen’in güneydeki kalelerinden biri
olan Guangdong eyaletinde, askeri bir
hükümet kurmuştur.
Sonraki dönemde, milliyetçiler ve
komünistler Chiang önderliğinde
Guangdong’da karma bir ordu kurmuş ve Kuzey Seferi olarak bilinen
muharebeyle askeri savaş beyliklerini
kaldırmak amacıyla Temmuz 1926’da
Pekin üzerinden güneyden kuzeye
doğru harekete geçmiştir. Kuzey Seferi, her ne kadar anti-emperyalist
yöneticileri ülkeden kovmak ve askeri
yönetimi yıkmak bağlamında başarılı
bir eylem olarak gözükse de, diğer taraftan iki kutup arasında ilk siyasal ve
askeri işbirliğinin sonunu getiren bir
hareket olmuştur. Seferin sona ermesiyle beraber, Nisan 1927’de Chiang,
bir anlamda “partide temizlik” kam-
Uzun Yürüyüş Ardından İlk Çin Komünist
Partisi Liderlerinin Beraber Fotoğrafları:
(Sağdan Sola) Mao Zedong, Zhu De, Zhou
Enlai, Bo Gu.Chinafolio. (Chinafolio.com)
Robert Kolej Tarih Dergisi • 30
panyası başlatmış ve günümüzde bile
halen büyük tartışmalara sebep olan
bir yaptırımda bulunmuştur: Chiang,
kendisine sadık askerleri etrafında
toplayarak, Kuomintang’ın egemen
olduğu birçok eyalette ÇKP’ye olan
binlerce üyeyi tutuklattırmış ve Yeşil
Çete olarak bilinen silahlı haydutlardan oluşan gizli yerleşik bir yeraltı
örgütünün yardımıyla Şanghay’daki
bazı komünist işçi sendikalarına karşı
katliamda bulunmuştur (Wasserstrom,
76). Chiang, milliyetçilerin komünistlerle olan ittifakının sona ermesinin
sebepleri olarak, komünistlerin kendisini öldürmek ve KMT’yi ele geçirmek
istemelerini öne sürse de, ÇKP ve Batılı güçler Chiang’ı suçlamaya devam
etmişlerdir; çünkü Kuzey Seferi sonrasında KMT’nin artık ÇKP ve Sovyet
ittifakına ihtiyacı yoktu ve bu yüzden
Chiang, komünistlerin kendisine ayak
bağı olmasını istemiyordu.
Uzun Yürüyüş ve Mao’nun Yükselişi
Kuzey Seferiyle beraber yaşadığı
travma sonrası, Çin Komünist Partisi’nin hayatta kalan yöneticileri çoğunlukla kırsal bölgelere çekilmişti. Mamafih, 1928 sonrası dönemde, ÇKP
üyeleri etraflarındaki toprak sahipleri
ve derebeyleriyle iyi anlaşmaya gayret
etmiş, buldukları güvenli sığınaklarda
toplantılar yapmış, kendi küçük ordularını kurmaya çalışmış ve KMT tarafından uğradıkları ihanet sonrasında
yaralarını sarma sürecine girmişlerdir.
Bu yıllarda parti içinde ciddi liderlik
mücadeleleri olmuştur; ancak bu önderlik çekişmesi Birinci Birleşik Cephe’nin sorumluları olarak görülen eski
parti liderleri Chen Duxiu ve Qu Quibai arasında yaşanmamıştır. Bu dönemde parti, liderlik yarışında üç kişi
öne çıkmıştır: Paris’te eğitim almış,
Guandong Askeri Akademisi’nin Siyasal Bölümü’nde müdür yardımcılığı
ve ÇKP’nin askeri şubesinde yönetici görevinde bulunmuş Zhou Enlai;
Guongdong Akademisi’nden mezun
oluşunun ardından bir yılı bile geçmeden Kuzey Seferi’ne katılan ve orada
başarılı komutan olduğunu kanıtlayan
Lin Biao; son olarak, askeri deneyimi fazla olmamasına karşın ÇKP’nin
kurucu üyelerinden, Kuomintang’ın
Köylü Eğitim Enstitüsü yöneticiliğini
yapmış, sicili hakkında pek bilgi sahibi
olunmayan fakat korkulan bir üne ve
sarsılmaz bir inanca sahip birisi olan
Mao Zedong (Keay, 499).
1932 yılından itibaren KMT orduları, ülkedeki komünist unsurları ortadan kaldırmak için birçok defa girişimde bulunmuş fakat ÇKP’nin Kızıl
Ordusu tarafından gerilla taktikleriyle
bu operasyonlar başarısız kılınmıştır. 1934 yılına gelindiğinde ise Nanjing’deki ulusal milliyetçi hükümeti,
güneydeki komünistlerin gücünü tamamıyla kırmak amacıyla ÇKP’nin
Jiangxi’deki karargahlarını çevrelemek
ve kuşatmak isteyince yaklaşık seksen
altı bin kişilik bir orduyla ÇKP liderleri, Moskova’yla istişare edip izin aldıktan sonra güneydeki üslerini terk edip
ülkenin kuzeyine doğru ilerleyerek
Uzun Yürüyüş’e başlamışlardır.
1933-35 yılları arasındaki Uzun
Yürüyüş, kimi Çin tarihçilerince 20.
yüzyılın en büyük ve belki de en gizemli efsanelerinden biri olarak görülmektedir; çünkü bu meşakkatli ve
hayat-memat meselesi olan yürüyüşün
gerçekten yapılıp yapılmadığıyla ilgili halen tartışma sürmektedir (Keay,
499). Kendisinden asker ve silah sayısınca üstün düzenli milliyetçi ordulara rağmen dağınık ve mühimmatsız
Kızıl Ordularının, ülkedeki en taşra
ve dağlık yerlerden geçerek yaklaşık
on bin kilometre (altı bin mil) yol almaları gerçekten tarihsel açıdan daha
öncesinde pek görülmemiş, şaşılası bir
olaydır [3]. Uzun Yürüyüş’ün, on beş
yıl sonra Çin Halk Cumhuriyeti’nin
(ÇHC) kurulması, Mao’nun iktidara
gelişi ve toplum gözünde kutsallaştırılmasındaki katkısı tartışılmazdır; nitekim seksen altı bin kişiyle başlayıp bir
yıl sonra dört bin asker ile sona eren bu
yürüyüşün başarıyla sonuçlanmasıyla birlikte Mao, partide ulu bir önder
konumuna getirilmiş ve ÇHC resmi
kaynaklarında bu olaya mistik bir anlam ve önem atfedilmiştir (Wasserstrom, 78-79). Bu bağlamda Çinliler
için Uzun Yürüyüş’ün ehemmiyetiyle,
Türkler için ulus benliği inşasındaki
Çanakkale Savaşı veya Müttefik Devletler için II. Dünya Savaşı sırasındaki
Uzun Yürüyüş (1934 - 1935) (Minot State University)
31 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Dunkirk (Donkarkız) Muharebesi’nin
destansı ve propagandacı özellikleri
arasında büyük bir benzerlik olduğunu
söylenebilir (Keay, 500).
Nanjing Katliamı
Japonya’nın 1931 senesinde Mançurya’yı işgal etmesiyle birlikte Nanjing Hükümeti, militarist bir politika
izleyerek hem emperyalist dış güçlerin
ülke içindeki varlıklarını sonlandırmaya çalışmış hem de ülkenin kuzeydoğu topraklarında Japon işgaline karşı
mücadele vermiştir. Diğer bir taraftan, Çin’in birçok eyaletini dolaşıp en
sonunda Yan’an’da yeni bir karargah
edinen ÇKP, 1936 yılında parti genel
merkezini Shaanxi’den buraya taşımış
ve ülke çapında, özellikle eğitim görmüş ve milliyetçilerin otoritesinden
bezmiş insanlar üzerinde, büyük saygınlık kazanmıştır.
Ayrıca, 1936 yılında, Chiang KaiShek Komünistler yerine Japon birliklerine karşı öncelikle mücadele etme
fikrini savunan Mançurya’daki askeri
birlikler tarafından rehin alınmıştır.
Bir derebeyinin oğlu olan Zhang Xueliang, Chiang’ı rehin alarak milliyetçiler, komünistler ve askeri derebeylikler
arasında bir uzlaşı sağlayarak Japon
tehdidine karşı bir birleşik cephenin
kurulması için gayret etmiştir. Uzun
süren görüşmeler sonrasında Komintern, ÇKP’den milliyetçilerle beraber
Chiang başkomutanlığında Japonlara
karşı savaşmalarını söylemiş ve böylece
Çin Tarihi’nde İkinci Birleşik Cephe
kurulmuştur.
Japon birliklerinin Temmuz 1937’de
Pekin yakınlarında taarruza geçmelerinin ardından Tokyo gittikçe daha
saldırgan bir tavır takınmaya başlamıştır; bu yüzden Başkomutan Chiang
Şanghay’da yeni bir cephe açma gereksinimi duymuştur. Ancak Japonlar,
Ağustos’ta ülkenin hem en kalabalık
hem de işlek liman kenti Şanghay’daki
cepheye karşı saldırıya geçerek burada
yaklaşık 250 bin Çin askerini öldürmüş veya yaralamıştır. Diğer taraftan
Japonlar ise 40 bin civarında kayıp
vererek Şanghay’ı tüm direnişlere rağmen ele geçirmiş ve Çin birliklerini
dönemin başkenti Nanjing’e kadar çekilmeye zorlamışlardır (Keay, 502).
Japonların Şanghay istilasının ardın-
dan savaş tarihinde işlenen en büyük
katliamlarından biri olan Nanjing
Katliamı meydana gelmiştir: Japon askeri kuvvetleri, 4 – 13 Aralık 1937 tarihleri arasında Çin Cumhuriyeti’nin
başkenti Nanjing’i ele geçirmek için
saldırıda bulunmuş ve bu bir haftalık
süre boyunca yaklaşık 200-300 bin
arasında Çinli sivil ve asker öldürülmüş, 20 binden fazla kadına tecavüz
edilmiştir; ancak bu sayılar halen siyasi
ve tarihçiler arasında ihtilaflı bir konu
olarak yer almaktadır. Nanjing Katliamı, Çin-Japon ilişkilerinde halen
hassas ve iki ülke arasında tansiyonları
yükseltebilen bir konu olarak rol oynamaktadır. Japonya, II. Dünya Savaşı
sonrasında Almanya’nın işlediği onlarca savaş suçunun ardından sembolik olarak yaptığı gibi, 1930’lu yıllardaki istilalarından ve katliamlarından
dolayı Çin Hükümeti’ne pişmanlık
duyduğunu politik bir üslupla ifade etmiş ve özür dilemiş olmasına rağmen
kapsamlı olarak herhangi bir pişmanlık göstergesinde bulunmamıştır; hatta
Japon ders kitaplarında Nanjing Katliamı halen önemsiz bir olaymış gibi
yansıtılmaktadır (Wasserstrom, 80).
1939 yılına gelindiğinde ise Çin-Japon Savaşı, II. Dünya Savaşı’nın bir
parçası haline gelmiş ve Japonlar tarafından bütün Çin kıyı kentleri kontrol
altına alınmıştı. Birleşik Cephe’nin
ülkenin iç kesimlerine doğru çekilmesiyle beraber ülke yönetimi, milliyetçi
rejimi açısından pek iç açıcı bir şekilde
ilerlememiş; fakat komünist tezlerinin
halk nezdinde dinlenmesine ve desteklenmesine katkıda bulunmuştur.
Ayrıca Çin toplumu, komünistlerin
Japonlar ve emperyalist devletlerle
olan mücadelede milliyetçilere nazaran daha istekli ve canlarını feda
edercesine savaştıklarına inanıyorlardı.
Gerçekten de Komünistler kendilerince devrimi yalnız bırakmamak, ileriki
dönemlerde bir halk ordusunun oluşturulması için taban oluşturmak, yerel
idari kuruluşlarda parti içindeki üyelerin söz sahibi olmalarını sağlamak
ve emperyalist güçlere karşı yapılan
bağımsız halk hareketlerini kontrol etmek amacıyla ellerindeki tüm kaynakları kullanarak mücadele ediyorlardı
(Fairbank, 287).
II. Dünya Savaşı sırasında Çinli-
1 Ekim 1949’da Pekin’deki
Tiananmen Meydanı’nda Mao Zedong
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kuruluşu’nu
İlan Ederken
ler, müttefik devletlerin (özellikle
1941’deki Pearl Harbor Saldırısı’ndan
sonra) yardımlarına, Amerika’nın savaşa katılmasına, KMT-ÇKP birleşik
cephesine ve Japonların ağır saldırılarına rağmen kayıp vermeye devam etti.
Ancak Amerika’nın Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom
bombası atmasıyla savaşın seyri tamamıyla değişti: Ağustos 1945’te Japonlar teslim oldu ve en başta Mançurya
olmak üzere Japonların kontrolündeki
birçok bölge (ki yaklaşık iki milyon Japon askeri burada konuşlanmıştı) bu
ülke tarafından boşaltıldı (Keay, 503).
İki Partinin Hikayesinden
İki Ülkenin Hikayesine
1945’te savaşın resmi olarak
sona erip Japonların teslim olmasıyla
beklenildiği üzere KMT-ÇKP arasındaki gönülsüz yakınlaşma hemen
bitirivermişti. Bir taraftan milliyetçiler Amerika Birleşik Devletleri’ni
arkalarına alarak “Özgür Çin” Devleti kurmak istiyorlar; diğer taraftan
Komünistler Sovyet Rusya’nın sağlayacağı destekle Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurmayı planlıyordu. Böylece
II. Dünya Savaşı’nın ardından ülkede
iç savaş patlak verdi. Amerika, iki taraf arasında yeniden ateşkes sağlanıp
Chiang liderliğinde ortak bir yönetim
Robert Kolej Tarih Dergisi • 32
kurulması için KMT ve ÇKP iletişime
geçmeye çalışsa da, her iki taraf General George Marshall’ın arabulucu önerilerine olumsuz yanıt verdi; çünkü iki
partinin liderleri de geçmişte yaşanan
ihanetlerin ve ayrılıkların gelecekte
tekrardan yaşanmasından şüphe duyuyor ve bundan dolayı savaş sonrasında
kendi isteklerince, ideolojilerine uygun
bir iktidar yapısı inşa etmek istiyorlardı.
1949’a kadar süren iç savaşta, kırsal
bölgelerde şiddetli çarpışmalar yaşanmış; şehirlerde ise mücadele protesto ve propagandalar aracılığıyla daha
çok sembolik olarak yürütülmüştür.
Bu dönem incelendiğinde, ülke ekonomisinde tırmanan enflasyonun
%500’ün üstünde olduğu; Japonlarla
savaş sonrası üretimin düştüğü; halk
arasında hastalık ve salgınların arttığı
görülmektedir (Keay, 503). Komünist
Parti, devrimci söylemlerinde savaşı
kazandıkları takdirde toprakları köylülere eşitçe dağıtacağını belirtmiş ve
ülke siyasetinin ve ekonomisinin son
on yılda uluslararası arenada gerilemesinde milliyetçileri sorumlu tutmuştur.
1948 yılında, Halkın Kurtuluşu Ordusu (Kızıl Ordu, HKO)’nun Mançurya ve Huai Hai’deki milliyetçilere
karşı çarpışmaları, iç savaşın kaderini
değiştiren iki büyük zafer olmuştur.
Huai Hai Savaşı sonrasında aralarında
Şanghay ve Beijing (Pekin)’in de bulunduğu ülke genelindeki birçok toprak komünistlerin denetimleri altına
girmiştir. Art arda yenilgilerin ardından Chiang Pekin’deki İmparatorluk
Sarayı’nda alabildiği kadar hazine ve
ganimet alarak başkanlıktan ayrıldı ve yaklaşık yarım milyon askeriyle
beraber sadece adı kalmış Çin Cumhuriyeti’ni, Tayvan’a taşıdı (Fitzgerald,
116). Öte yandan HKO, ülke topraklarındaki milliyetçilerle mücadelesine
devam etti ve 1949 yılının ortalarına
doğru ülkenin neredeyse tamamının
yönetimini ellerine geçirdiler. 1 Ekim
1949’daise Pekin’de Çin Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Pekin, aynı zamanda yeni rejimin resmi başkenti oldu.
Böylece iki partinin yolları resmen
ayrılıp iki ülkenin hikayesine dönmüştür: Chiang Kai-Shek, Çin Halk
Cumhuriyeti’ni cumhurbaşkanı sıfatıyla 1975’e kadar idare etmiş; hakeza
“Mao Çin’de ilahlaştırılmıştır. Resim sık sık rastlanan Kızıl gösterilerden birini tesbit ediyor”
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
Mao Zedong da 1976’daki ölümüne
kadar Çin Komünist Partisinin lideri
olarak iktidarda kalıp Çin Halk Cumhuriyeti’ni yönetmiştir.
Dipnotlar:
[1}: Çin Cumhuriyeti, gayri resmî
adıyla Tayvan, günümüzde 25 milyonun üzerinde nüfusa sahip Tayvan
adalarında bulunan bir Uzak Doğu
ülkesidir. Çin Halk Cumhuriyeti ve
Batılı bazı ülkeler Çin Cumhuriyeti (Tayvan) ile ekonomik ve kültürel
ilişkiler kurmasına rağmen Tayvan’ın
siyasi bağımsızlığı halen resmi olarak
Avrupa Birliği ve birçok ülke tarafından tanınmamaktadır.
[2}: Yaklaşık üç yıl süren ilk KMTÇKP ittifakı, Birinci Birleşik Cephe
olarak da bilinmektedir; nitekim daha
sonraki yıllarda milliyetçilerle komünistler tekrardan bir araya gelecek ve
İkinci Birleşik Cephe’yi oluşturacaklardır.
[3]: Uzun Yürüyüş hakkında daha
fazla bilgi edinmek için okur, Amerikalı gazeteci ve yazar Edgar Snow’un
Uzun Devrim eserini inceleyebilir.
Kaynakça:
Duffy, Michael. “’21 Demands’ Made
by Japan to China.” First World War.
N.p., n.d. Web. 20 Jan. 2016.
Eberhard, Wolfram, Prof. Dr. Çin
Tarihi. 2nd ed. Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi, 1987. Print.
Fairbank, John K., Prof. Dr. Çağdaş
Çin’in Temelleri: 1840-1950. Trans.
Unsal Oskay. Ankara: Doğan Yayınevi,
1969. Print.
Fitzgeral, Charles P. Çin Devrimi
(Mao’nun Zaferi). Trans. Yalçın Bilir.
N.p.: Milliyet Yayınları, 1979. Print.
Huang, Ray. Çin Tarihi: Bir Makro
Tarih Yaklaşımı. Trans. Atilla Sönmez.
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2005. Print.
Huang, Yanzhong. “China, Japan
And The Twenty-One Demands.”
Forbes. Forbes Magazine, n.d. Web.
20 Feb. 2016.
Keay, John. Trans. Neşe Kars Tayanç
and Dinç Tayanç. İstanbul: İnkilap Kitabevi, 2011. Print.
Wasserstrom, Jeffrey N. 21. Yüzyılda
Çin: Çin Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey. Trans. Hür Güldü. N.p.:
İletişim Yayınları, 2013. Print.
Snow, Edgar; Göçmen Okay. Uzun
Devrim. İstanbul: Yücel Yayınları,
1975. Print.
“History of the Communist Party
of China.” Xinhuanet. N.p., 29 Apr.
2011. Web. 17 Feb. 2016.
33 • Robert Kolej Tarih Dergisi
İstanbul’da Gizli Hazine: Kariye Müzesi
Can Demircan
İ
stanbul yaklaşık 1500 yıl önce ismi
Konstantinopolis’ken de hep yenilikler ve eşsiz özellikler sunarak bir fark
yaratma özelliğine sahipti. İstanbul’da
Bizans döneminden genelde Ayasofya
ve Yerebatan Sarnıcı gibi yerlerin isimlerini duysak da, Edirnekapı’da yer alan
Kariye Müzesi, Bizans döneminden
kalan ve kendine özgü birçok özelliğe
sahip yerlerden birisi. Bitmeyen görsel
zenginliklerine ek olarak bu mekan
farklı zamanlardan farklı hikayeler taşımakta, estetik algısının Bizans’ta diğer toplumlara kıyasla ne kadar farklı
olduğunu göstermekte ve hatta Bizans
kültürü içinde incelendiğinde de birçok yenilik taşımakta. Bugün elimizde
akıllı telefonla, önümüzde televizyonla
sürekli yeni görsellerle beslenen bizleri
bile büyüleyen bu müze, kim bilir yüzyıllar önce insanları ne kadar etkiliyordu.
Kariye Müzesi olarak adlandırdığımız yer, Khora manastırının günümüzde gezilebilecek tek parçasıdır ve
aynı zamanda bu yapı kompleksinin
kilisesidir. ‘’Khora’’ Antik Yunancada
‘’şehir dışı’’ anlamına gelmektedir. Manastıra bu ismin verilmesinin sebebi
de manastırın ilk yapılan şehir surları
dışarısında bulunmasıdır. Khora manastırının da Ayasofya gibi yeniden
yapılma, sürekli restore edilme, Osmanlı Devleti tarafından camiye, daha
sonra Türkiye tarafından müzeye çevrilme gibi uzun bir değişim süreci var.
Manastırın bulunduğu bölgenin önem
kazanması, manastırın yapımından
birkaç yıl önceye dayanır. III. yüzyılda
seksen dört müridiyle İznik’te şehit
edilen Aziz Babylas’ın rölikleri, yani
kutsal eşyaları ve kemikleri, onlardan
yedi yüzyıl sonra yaşamış aziz Symeon
Metaphrastes’in yazdıklarına göre IV.
yüzyılın başında Khora manastırının
inşa edileceği bölgeye gömülmüş ve
bölge kutsal bir mezarlık alanı olmuş-
Kariye Müzesi
tur. (Klein, 23)
Bölgeye manastırın yapılmasıyla ilgili de iki farklı teori vardır. Bir Bizans yortu takvimindeki iddiaya göre
manastırın yapımına Jüstinyen’in eşi
Theodora’nın dayısı Theodoros başlamıştır. Ancak inşaatın depremle yıkılması sonucunda Jüstinyen manastırı
baştan yaptırmıştır. Bir başka iddiaya
göre ise bölgede derme çatma bir şapel
bulunurken, VI. yüzyılda Jüstinyen bu
yapıyı yıktırıp yerine manastırı yaptırmıştır. (Ousterhout, 74) Zaman içinde
manastır, ikonoklastik dönemde(dini
figürlerin Hristiyanlıkta görsel olarak
yasaklandığı dönem) mozaiklerin ve
freskoların yok edilmesi, Latinler tarafından işgale uğraması, dönemin
önemli entelektüellerinden, şairlerinden ve aristokratlarından biri olan
Theodoros Methokites tarafından yenilenmesi, 2. Beyazıd döneminde cami
olarak kullanılması ve bu dönemde
manastırın büyük bir kısmının yok
olması gibi birçok farklı süreçlerden
geçmiştir. Bu süreçlerin sonucunda günümüze ulaşan freskolar, mozaikler ve
müzenin mimari yapısı Bizans’la ilgili
birçok farklı şey anlatmaktadır.
Söylenebilecek en temel şeylerden
biri Bizans’taki sanat ve estetik anlayışının hem günümüzdeki, hem de
Bizans’la eş zamanlı var olmuş toplumların sanat ve estetik anlayışından
çok farklı olduğudur. Bu sanat anlayışındaki farklılığı 1429 yılında Bizanslı
kilise adamı Selanikli Symeon şöyle
ifade etmiştir: ‘’Onlar (Latinler) duyularla algılanabilen varlığı arzuluyorlar ve değişmeye mahkum, görülebilir
olgular ile yaratılmış şeylerin gözlemi
için beyhude çaba sarf ediyorlar. Ve
Yaratanın yerine, yaratılmış dünyaya hizmet ediyorlar, neredeyse aptal
(eski) Yunanlar gibi... ıvır zıvır bilgisine güveniyorlar ve aptalca davranarak duyular ve insan zihni tarafından
algılanabilenlerin üzerinde başka bir
şey olabileceğini dikkate almıyorlar...
Fakat bizim (Bizanslılar) için, kutsiyette yaşamışların tüm düzeni inanç ile
başarılmıştır.’’ (Maguire, 38-39) Açıkça ifade edildiği üzere Bizanslılarda
sanatta görselliğin çok daha sembolik
ve dünyevilikten uzak bir anlamı vardır. Yukarıdaki Aziz Georgios mozaiği
ve tablosu da Bizans’taki ve bunların
İtalya’da Rönesans’ın başındaki değerlerin farklarını açıkça göstermektedir.
Sol taraftaki Bizans’a ait mozaikte
Aziz Georgios cepheden görüntülenirken İtalyan ressam Pisanello’nun
tablosunda Aziz Georgios profilden
çizilmiştir. Perspektifin kullanılmasıyla gerçeklik kazanan tablodan farklı
olarak mozaikteki görselin iki boyutlu
olması Bizanslıların gerçeklikten çok
resmin taşıdığı sembole önem verdiklerini gösterir. Mozaikte soyut bir arka
plan kullanılırken tabloda arka planın
orman olması da dünyevi ögelerin
kullanımının farkını gösterir. Bizans
Robert Kolej Tarih Dergisi • 34
İsakios Komnenos ve Hz. İsa
sanatının gerçeklikten uzak olduğunu
gösteren başka bir işaret ise iki eserdeki
kıyafetlerdir. Mozaikte Aziz Georgios’ın giydiği kıyafet yaşadığı dönemin
kıyafetinden oldukça uzakken, tablodaki cüppe o dönemde giyilen kıyafetlere oldukça benzerdir. Bizanslılara göre gerçeklikten uzak hatta çizgi
film karakterlerine benzeyen bu sanat
eserlerinde gerçek dünyayı olduğu gibi
kopyalama çabalarının olmaması onların ortak, kolektif bir hayal güçlerinin
olmasına dayanmaktadır. (Maguire,
41) Onlara göre bu kolektif hayal gücünü yaşadıkları dünyadan almamalarının nedeni ise sanatlarının temelinin
eski dini metinlerden gelmesidir. Ancak Rönesans dönemindeki İtalyan sanatçılara göre Bizans’ın sanat anlayışı
gelenek kölesi, tembel ve inisiyatiften
yoksun bir yaklaşıma sahiptir. (Maguire, 49)
Eserlerini soyut çağrışımlar üzerlerine yapsalar da, Bizanslılar herkesin bir
şekilde sanat eserlerine bağlanabilmeleri için önemsiz gördükleri detaylarda
dünyeviliğe de yer vermişlerdir. Mesela
aşağıdaki Kana’da Düğün mozaiğindeki küplerin, o zamanda (XIV. yüzyılda) kullanılan küplere benzer olmasının sebebi budur.
Manastır VI. yüzyılda yapılmış olsa
da yukarıdaki ve kilisedeki çoğu mozaik XIV. yüzyıla dayanmaktadır çünkü
ikonoklastik dönemde (VIII. ve IX.
yüzyıllarda) tüm mozaikler ortadan
kaldırılmıştır. Bugüne ulaşan mozaikler de Theodoros Metokhites sayesinde ulaşmışlardır. (Ousterhout, 87)
Manastırı yaptıran kişi o olmasa da
Kariye Müzesi’ndeki Mozaiklerden Biri
manastırın tarihindeki en önemli kişinin Metokhites olduğunu söylemek
yanlış olmaz. Bizans sanatı konusunda
yaptığı çalışmalarla tanınan Ousterhout’a göre Kariye’yi günümüzdeki
akınlarla bağdaştıracak olursak, manastır Bizans’ın postmodernizmidir.
Metokhites döneminde klasik Bizans sanatına uygun eserler verilmiş
olsa da, çok fazla kural da yıkılmıştır.
Mesela imparatoriçenin bile figürlerinin bulunmadığı ve kadınların kilisenin Naos isimli bölümüne alınmadığı
bir dönemde kilisenin bu bölümüne
Meryem’in tahtta olduğu bir mozaik
yaptırmıştır. Bizans’ta daha önce eşi
benzeri görülmemiş bu durum hem
Meryem’in önemini vurgulamıştır,
hem de Bizans’ta ‘’oikonomia’’ denilen
bir durumu yansıtmıştır. Durumun dilimize çevrilmiş hali ‘’istisna habercisi’’
anlamına gelmektedir. (kariye.muze.
gov.tr) Yani mozaik Bizanslılara eğer
Meryem kilisede tahta oturabiliyorsa,
günahkarlar da bir şekilde cennete gidebilir mesajını vermektedir.
Metokhites sadece sanatta değil, aynı
zamanda mimaride de geleneksel kuralları yıkmıştır. Yine Ousterhout’a
göre normal yerine anormali, düzenli
yerine biçimsizi, uyumlu yerine kaotiği
seçen Metokhites, Naos’u üç yandan
kuşatan düzensiz yapılar yaptırmıştır.
Aşağıdaki resimde yapıların asimetrik
olduğu bariz bir şekilde görülmekte.
Metokhites sadece manastırda değil,
kendi diğer çalışmalarında ve görüşlerinde de Bizans’ın geleneklerine karşı
gelmiştir. Mesela kendi metinlerinde
Homeros’tan esinlenerek uydurdu-
ğu kelimeler ve çevrilmesi zor, uzun
cümleler bulunmaktadır. Bir yazısında
dünyanın Bizans yıkılsa da var olmaya
devam edeceğini ve başka güçlerin olacağını yazan Metokhites, (daha sonra
doğal olarak haklı çıksa da) dönemin
devlet adamları tarafından büyük eleştiri görmüştür.
Osmanlı Devleti’nde kilisenin cami
olarak kullanıldığı dönemde mozaikler yok edilmemişlerdir. Üstleri örtülen
mozaikler 1945 yılında kilise müzeye
dönüştürülürken açılmış ve restore
edilmişlerdir. İçine girildiğinde gözlerinizi alamadığınız mozaiklerle kaplı,
hem dini hikayelerle hem de Bizans
hikayeleriyle dolu, farklı dönemlerden
izler taşıyan bu müze çok bilindik olmasa da kesinlikle içinde çok fazla tarihi ve estetik unsur bulundurmakta.
Eğer hala gitmediyseniz kesinlikle Kariye Müzesini ziyaret etmelisiniz!
Kaynakça:
Digital image. Ayasofyamuzesi.gov.tr.
N.p., n.d. Web. 16 Mar. 2016.
Erdoğan, Esra Güzel. “Khora Manastırı Kilisesi (Kariye Müzesi) Bir
Yapım Öyküsü”. İstanbul Journal of
Social Sciences 4 (2013): n.p . Istjss.
org. 2013. Web. 16 Mar. 2016.
Klein, Holger A., Robert G. Ousterhout, and Brigitte Pitarakis. Kariye Camii Yeniden. İstanbul: İstanbul
Araştırmaları Enstitüsü, 2011. Print.
Pisanello, Antonio Pisani. The Virgin
and Child with St. George and St. Anthony the Abbot. Digital image. Allposters.com. N.p., n.d. Web.
“Tarihçe-Kariye Müzesi.” Kariye.
muze.gov.tr. N.p., n.d. Web.
{ Robert Kolej
}
35 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Grosvenorlar ve Robert Kolej
Ece Kantemir
O
kulumuzun kuruluşundan bu
yana pek çok değerli öğretmene ev sahipliği yaptığı bilinir. Bu öğretmenlerden Edwin Augustus Grosvenor, okul daha henüz kurulmuşken
buraya gelerek ve çocuklarını da burada yetiştirerek ardındaki nesile sadece
Robert Kolej ve İstanbul sevgisi aktarmakla kalmamış, onların sonradan bir
parçası olacağı National Geographic
dergisi ile Robert Kolej arasındaki bağın ilk temellerini de atmıştır. Ben de
hem Robert Kolej hem de bilim dünyasında önemli bir yere sahip olan bu
aile hakkındaki araştırmalarımı okuldaki arkadaşlarımla paylaşmak istedim.
Edwin Augustus Grosvenor, 1845 yılında Amerika’da bir eyalet olan Massachusetts’de yazar bir anne ve doktor
bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. 1867 yılında Amherst Koleji’nden
ikincilikle mezun olduktan sonra, iki
öğretmen arkadaşıyla beraber Konstantinopolis’e geldi ve Robert Kolej’de
tarih öğretmenliği yapmaya başladı.
1890’a kadar Robert Kolej’de görevini
Robert College, Turkish Gateway to the Future: National Geographic Eylül 1957 Sayısı
National Geographic Eylül 1957 Sayısının
Kapak Sayfası
sürdürdükten sonra Avrupa tarihi ve
Uluslararası Hukuk dersleri öğretmek
için mezunu olduğu Amherst Koleji’ne geri döndü. Eşi ve ikiz oğullarıyla
Amerika’ya geri döndüğünde Grosvenor ailesini şöhret beklemekteydi.
(Alumni Bulletin, 71)
Robert Kolej’in Cyrus Hamlin’den
sonraki başkanı, yine Amherst Koleji
mezunu olan George Washburn, Robert Kolej anılarını topladığı kitabında Edwin A. Grosvenor’dan şu şekilde bahsetmiştir, “Profesör Grosvenor
Kolej’de üç yıl öğretmenlik yapmıştı
ve onu profesör olarak geri getirmeye
ikna etmemiz kolay oldu. Geri geldiğinde papazlık rütbesi almış bir elçiydi.
Üstün bir kabiliyetle bu işi yürüttü ve
1890’da istifa ederek Amerika’ya dönüp Amherst Koleji’nde hoca olarak
çalışmalarına devam edene kadar da
yerini üstün bir yetenekle doldurdu.”
(Washburn, 66)
Washburn, 1872 yazında iş için
Amerika’ya gitmek üzere ayrıldığında
Grosvenor’ı okulun merkez binası olan
Hamlin Hall’da görevli kılmıştır. Disiplinle ilgili sorunlar okulun başkanı
olduğu için Cyrus Hamlin tarafından
idare edilmiştir. Washburn anılarının
{ Robert Kolej
Robert Kolej Tarih Dergisi • 36
Robert Kolej Kampüsünün İnşası
devamında yine Grosvenor’a yer vermiştir, “Bu yılın (1889) sonunda Profesör Grosvenor ayrıldı ve Amerika’ya
geri döndü. O günden beri Amerika’da
onun ve benim mezun olduğum okul
olan Amherst Koleji’nde profesördür.
Başlangıçta öğretmen daha sonra profesör olarak Kolej (Robert Kolej) ile
yirmi bir yıllık bağlantısı oldu. Düzenli
bir bilim adamı, Kolej’in tüm faaliyetlerinin sadık ve coşkulu bir çalışanı ve
başarılı bir hoca olarak cana yakın ailesi ile birlikte Kolej’in yaşamında çok
büyük bir yeri olmuştu. Konstantinopol üzerine yazdığı meşhur kitabında
ismini bu yer ile özdeşleştirdi.” (Washburn, 204)
Washburn tarafından bahsedilen ‘ünlü kitap’, Edwin A.
Grosvenor’ın 1895’de yayımlanan iki
ciltlik Constantinople kitabıdır. Pek
çok fotoğrafla resimlendirilmiş, genel
okuyucu kitlesi için şehrin tarihini içeren bu kitap, günümüze dek bir klasik
olarak kalabilen bir yapıttır.
Grosvenor’ın ikiz oğulları Edwin ve
Gilbert 1890’da babaları Amherst’de
profesörlüğünü almak üzere Kolej’den
ayrılana kadar Robert Kolej’de okudular.
Oğullarından Edwin Prescott tekelcilik karşıtı davalardaki başarısıyla
ünlendi. Edwin’in ikizi Gilbert Hovey ise telefonun mucidi Alexander
Graham Bell’in kızı Elise May Bell
ile evlendi. Bell’in genç çifte düğün
hediyesi, Washington D.C.’de küçük
bir ofiste basılan aylık bir dergi olan
Geographic’di. Derginin tümü metinden oluşmaktaydı ve hiç resim yoktu.
Gilbert Grosvenor, babasının örneğini
takip ederek, adı National Geographic
Magazine olarak değiştirilen dergideki
makaleleri resimlendirmek üzere pek
çok fotoğraf kullanmaya başladı. Yarım yüzyıl boyunca derginin düzenlemelerini yaptı ve dergiyi türünün dünyadaki en ünlü yayımı haline getirdi.
Aynı zamanda National Geographic
Society’yi kurdu, bu kurum da National Geographic Dergisi ile birlikte
hala kendisinin mirasçıları tarafından
yönetilmektedir. National Geographic
Society’nin başına geçtiğinde burayı
dünyanın en saygın kurumlarından
biri haline getirdi. 1899’dan 1954’e kadar National Geographic dergilerinin
editörlüğünü yaptı; burada yöneticilik,
başkanlık ve mütevelli heyeti genel
başkanlığı görevlerinde çalıştı. Oğlu
}
Melville Bell Grosvenor, National Geographic dergisinin baş editörlüğünü
yaptı ve Robert Kolej mütevellisi oldu.
Böylece Grosvenorların Robert Kolej’e
olan ilgisi neredeyse 100 yılı kapsayan
bir dönemi buldu. Okulumuzun 150
yaşında olduğunu göz önünde bulundurarak bunun oldukça uzun bir süre
olduğunu söyleyebiliriz. (Allumni Bulletin, 72)
1897 yılında Alexander Graham Bell
kendini National Geographic Society’nin başkanı olarak buldu. Bu pozisyon ona eşinin babasından miras
kalmıştı. İcat etmeye düzenlemekten
daha çok ilgisi olduğu için pozisyonuna genç bir adam getirerek coğrafya
konusuna biraz cazibe katmayı teklif
etti. Kızı Elise May babasının arkadaşının, Amherst Koleji’nden Profesör
Edwin A. Grosvenor’ın, ikiz oğullarına bu teklifi yaparak yardım etti. Grosvenor kardeşler İstanbul’da doğarak ve
hem tarihçi hem de iyi bir yazar olan
bir babaya sahip olarak coğrafyadan
erken yaşta zevk almaya başlamıştı.
Edwin, avukat olmayı gönülden istediğinden, işi alması için Gilbert’e ısrar
etti. Gilbert Hovey Grosvenor 1 Nisan
1899 tarihinde, 23 yaşında, National
Geographic Society’nin baş yöneticisi ve National Geogprahic dergisinin
editörü oldu.
Gilbert Grosvenor Londra’da 1900
yılında Elsie May ile evlendi ve coğrafyayı herkes için etkileyici kılmak için
beraber çalışmaya başladılar.
National Geographic bu süreçte
National Geographic Aeroplane View of Istanbul Women’s College (1928)
1928’de Çekilmiş Robert Kolej Kampüsü
{ Robert Kolej
benzeri görülmemiş miktarda fotoğraf kullanımına öncülük etti. 1910’da
renk kullanmaya başladı, 1926’da su
altında renkli fotoğrafçılığa öncülük
etti; ve 1930’da Melville Bell Grosvenor (başkan ve editör, aynı zamanda
Robert Kolej mütevellisi) ilk başarılı
renkli hava fotoğrafını çekti (Allumni
Bulletin, 95).
Siraitia grosvenorii adlı bir bitkiye,
eden Gilbert Grosvenor’ı onurlandırmak adına onun adı verildi.
Gilbert Grosvenor 1930’larda, National Geographic Society başkanı olarak,
bir bitkinin işlendiği yerde bulunması
için yapılan keşiflere finansal kaynak
sağlamıştır. Siraitia grosvenorii isimli
bu bitkiye, kendisini onurlandırmak
adına Grosvenor’ın adı verilmiştir.
Grosvenor ailesinin Robert Kolej’e
olan bağlılıkları National Geographic
Dergisi’nde çalışırken de sürdü. Okulumuz National Geographic Dergisi’nde hem kapağa çıktı, hem de makalelerde yer aldı. Ağustos 1945 ve Eylül
1957 sayıları bunlardan bazılarıdır.
Gilbert Grosvenor, 1950 yılında gazeteci Haluk Durukal ile yaptığı röportajda İstanbul’la ilgili hislerini şu
satırlarla dile getirir: “Bebek sırtlarından Boğaziçi’nin güzelliğini tam on
beş yıl seyrederek büyüdüm. Eğer bugün doğaya âşıksam ve mesleğimdeki
başarıyı da bu aşka borçluysam, bunda
İstanbul ve Boğaziçi’nin mutlaka büyük rolü vardır...”. Gilbert Grosvenor,
o yıllarda derginin fotoğraf arşivlerinde iki milyona yakın fotoğrafın bulun-
}
37 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Gould Hall’un İnşası
duğunu söylemiş ve “Bunlar arasında en zengin koleksiyon, doğduğum
ülkenin ve büyüdüğüm İstanbul’un
fotoğraf koleksiyonudur.” demiştir. O
tarihten tam 50 yıl sonra ise, National Geographic Dergisi’nin İstanbul
fotoğrafları tarihi Darphane-i Amire
Binaları’nda “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e İstanbul” isimli dev bir sergiye dönüşmüştür. Ara Güler’in de
içinde bulunduğu ünlü fotoğrafçıların
eserlerinden oluşan sergide Edwin ve
Gilbert Grosvenor’a ait özel bir bölüm
de bulunmaktadır. (SkyLife)
Edwin Augustus Grosvenor’ın okulumuzda öğretmen olmak üzere İstanbul’a gelişinden ve hatta dönüşünden
sonra bile, Grosvenor ailesinin İstanbul’la bağları kopmamıştır. Edwin
Grosvenor’ın oğulları aracılığıyla oku-
Robert Kolej
lumuzla tanışan National Geographic
dergisi de okulumuza yazılarında ve
pek çok fotoğrafta yer vermiş, okuyucularına tanıtmıştır. Okulumuzun
dünyanın her yanından okuyucu kitlesine sahip bu dergiye taşınmasını
Grosvenor ailesine ve hem bilim, hem
de fotoğrafçılık alanlarındaki başarılarına borçluyuz.
Kaynakça:
Durgun, Özgür D. “Skylife.” Türk
Hava Yolları, n.d. Web. 17 Mar. 2016.
“Edwin A. Grosvenor.” Wikipedia.
Wikimedia Foundation, n.d. Web.
“Find the Right Trip for You.” National Geographic Expeditions. National
Geographic Partners, n.d. Web.
Freely, John. A History of Robert
College: The American College for
Girls, and Boğaziçi University (Bosphorus University). İstanbul: YKY,
2000. Print.
“Gilbert Hovey Grosvenor.” Wikipedia. Wikimedia Foundation.
“Istanbul American Colleges Alumni
Bulletin.” Istanbul American Colleges
Alumni, May 1961.
“ ‘İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e
İstanbul’ Sergisi Açıldı.” İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e İstanbul Sergisi
Ald. NTV, n.d. Web. 17 Mar. 2016.
Sayar, Emrah. “Eksikhikayeler!: Eylül 1957, The National Geographic Ve
Türkiye.” Eksikhikayeler!: Eylül 1957,
The National Geographic Ve Türkiye.
N.p., 9 Apr. 2013. Web. 17 Mar. 2016.
“Siraitia Grosvenorii.” Wikipedia.
Wikimedia Foundation, n.d. Web.
{ Robert Kolej
Robert Kolej Tarih Dergisi • 38
}
Dr. Gates ve Robert Kolej
Ali Yağız Ayla
1
903 ve 1932 yılları arasında Robert Kolej’in üçüncü müdürlüğünü yapmış Dr. Caleb Frank Gates,
gerek bu zorlu dönemde okula yaptığı
vefakâr çalışmalarla, gerek de Lozan
Antlaşmasına katılan heyete Amiral
Bristrol’un isteği üzerine danışman
olması gibi özellikleriyle sıradan biri
olmadığını göstermiştir. Öyle ki Nejat
Eczacıbaşı, Dr. Gates’in yaş itibariyle
istifa edip okuldan ayrılması üzerine
onun anılarından bir kitap derlemeye öncülük etmiştir. Dr. Gates, okula
olan katkılarıyla da adını Robert Kolej tarihine yazdırmıştır.
18 Aralık 1857’de doğan Dr. Gates’in hayatı, en sevdiği kardeşinin
ölümüyle derinden etkilenmiştir1.19
yaşında Beloit College’dan mezun
olduktan hemen sonra kardeşinin
trajik ve ani ölümüyle kendini dine
adamaya karar vermiştir. Herkes o zamana kadar Gates’in avukat olmasını
beklediği için bu karar etrafındakileri
şaşırtmış olmalı. Hatta kardeşinin tedavisini yürüten doktor, Gates’in kardeşiyle hastalığı boyunca nasıl ilgilendiğini görüp ona yanında çalışmayı
bile teklif etmişti2. Ancak Dr. Gates,
kararından dönmeyip Chicago Teolojik Semineri’ne devam etti ve 1881’de
mezun oldu.
Buradan mezuniyeti ile de dini duyguları iyice güçlenen Dr. Gates’in,
Tanrı’ya bağlılığı giderek artmış olmalıdır. Hatta hatıratında, herhangi bir karar vermeden önce sürekli
“Kaptan”ına başvurduğunu dile getirir3. Bu Kaptan, şüphesiz ki Tanrı’ydı
ve ancak bu Kaptan ile hatasız bir
şekilde denizlere açılabilirdi. Hatıratının çeşitli yerlerinde yer alan benzer
cümleler ile de Dr. Gates’in sağlam
bir Hristiyan inancına sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Dr. Gates’in Osmanlı İmparatorluğuna gelişi “American Board of Com-
missioners for Foreign Missions”ın
(Amerikan Hristiyan misyoner organizasyonlarından biri) 1881’de onu
Mardin’de görevlendirmesi ile oldu.
Burada, Amerika’da toplanan bağışların köylülere dağıtılmasında görev
aldı4. Daha sonra kısa süreliğine
1883’te evlenmek için gittiği Amerika’dan eşi Nelly Moore ile döndü. Bu
evlilik süresince dört çocukları olmasına karşın, sadece iki erkek çocuğu
hayatta kalabildi.
1894’te Ermenileri Protestan inancına kazandırmak için açılan bir misyoner okul olan Fırat Koleji’nin başına geçmesiyle birlikte Dr. Gates, ilk
müdürlük deneyimini edinmiş oldu.
Bu bölgede bulunduğu süre içerisinde Mardin’de öğrenmeye başladığı
Türkçeye ek olarak Ermenice de öğrenmeye devam etti. Ancak Türkçesini yeterince ilerletmeden Ermenice
öğrenmeyi reddettiği için bu, biraz
zamanını aldı5. Ailesini de bir süre
sonra Amerika’ya gönderdiği için iki
buçuk sene boyunca Harput’ta (Elazığ) yalnız kaldı.
Bir yaz günü Robert Kolej’den müdürlük teklifi gelmesini hayatının
bir kilometre taşı sayabiliriz. Tam o
sıralarda doktoru tarafından bir süre
istirahat etmesi öğütlendiği için bu
teklife başta olumlu bakmadı. Ayrıca
Harput’ta kendini uzun yıllar adadığı işini bırakmak da ona zor geliyordu. Ancak sonunda kararını verdi ve
1903’te İstanbul’a gelerek yeni görevine başladı. Daha önce de belirttiğim
gibi hatıratında, diğer birçok kararı
gibi, bu kararı da Tanrı’nın isteğiyle
kabul ettiğini belirten bir kayıt vardır6. Dr. Gates’in zaman zaman hatıratında dindar bir insan olmasının
da etkisiyle hissi ifadelere yer verildiği
söylenebilir.
Dr. Gates’i Robert Kolej Mütevelli Heyeti’ne öneren, okulun ikinci
müdür George Washburn olmuştur.
Washburn, hatırında okula yeni müdür atanmasını anlatırken Gates’le
ilgili şu cümleleri sarf eder: “1 Mart
1903’te yetmiş yaşımı tamamlamıştım. Çok öncelerden beri bu yaşıma
Dr. Gates
(Sağdan İkinci)
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
gelince yerimi daha iyi ve genç birine
bırakmam gerektiğini biliyordum…
Onun (Dr. Gates’in) dışında bu pozisyonu daha iyi doldurabilecek birini
tanımıyordum ve uzun bir incelemeden sonra mütevelli de bu karara vardı.”7
Dr. Gates Robert Kolej’e geldiğinde öğrenci sayısı üç yüz civarındaydı.
Kolejin yaklaşık yarısını Rumlar, üçte
birini Ermeniler ve otuz kadarını Bulgarlar oluştururken sadece sekiz on
kadarı Türk’tü. Öğrencilerin çoğunluğunun Hristiyanlık dinine mensup
olmasından ve okulun kökenlerinden
dolayı pazar günleri sabah ayinleri yapılıyordu. Okul müdürü de çoğunlukla bu ayinlerin başındaki kişi olurdu.
Dr. Gates de bu geleneği bir süre devam ettirdi.
Dr. Gates, okula gelmesiyle beraber
hemen yeni bir atmosfer yaratmayı başarabildi. Atletik bir yapıya sahip olup spor yapmayı seven biriydi.
Kampüsteki öğrencilerle beraber te-
{ Robert Kolej
nis ve futbol oynaması öğrencilerle
olumlu bir ilişki kurmasının önünü
açtı. Hatta bu tutumu bazılarını çok
şaşırttı. Çünkü kimse Dr. Gates’in selefi Dr. Washburn’ü bir topa vururken
hayal edemiyordu8. Zamanla sakalını
kısaltması ve sonunda da sakal bırakmayı kesmesi ile okuldaki yaşlı müdür
imajını, en azından kendi dönemi için
değiştirebildi.
Sadece öğrencilerle oynamakla da
yetinmedi. Onun döneminde okula
iki yeni tenis sahası daha yapıldı. Ayrıca Türkiye’deki ilk basketbol oyunu
da 1906-1907 dönemi kışında Robert
Kolej’de oynandı. Başlarda öğrencilerin ilgisini çekmeyen basketbol, Dr.
Gates’in öğretmenleri iki takıma böldürerek maç yaptırması ile öğrencilerin dikkatini çekebildi9.
Yine yakın bir dönemde, 19081909, Dr. Gates’in planları çerçevesinde günümüze dek varlığını sürdüren öğrenci birliği kuruldu. Dr. Gates,
bu oluşumla ilgili görüşlerini şöyle
ifade etmiştir: “Öğrenci birliği bütün
bir sene boyunca çalıştı. Yiyecekler,
binaların temizliği ve diğer konularla
ilgili sorunlara bizim dikkatimizi çekti. Bir keresinde öğrenciler bir konuya
istinaden gösteri yapmaya kalkıştılar
ancak bu hemen son buldu. Çünkü
isteklerini bildirmeleri gereken yerin
öğrenci birliği olduğunu ve bu tarz
gösterilere önem vermeyeceğimizi
hatırlardılar!”10.
1910 yılında Robert Kolej tarihi için
dönüm noktası olacak gelişmeler yaşanıyordu. Mütevelli Heyeti başkanı
John S. Kennedy’nin vefatı ile okul
için kullanılacak büyük bir miras ortaya çıkmıştı. Bu mirasın nasıl kullanılacağı ile ilgili Dr. Gates New York’a
çağrıldığında aklında çoktan parlak
bir fikri vardı. Türkiye’deki mühendis
açığını fark eden Dr. Gates, mirasın
Robert Kolej’e bir mühendislik fakültesi açmak için kullanılmasını öneriyordu. Her ne kadar zorlu ve maliyetli
gözükse de mütevelli heyeti paranın
en doğru bu şekilde harcanabileceğini
kabul etti11.
Mühendislik fakültesinin kurulması
sorumluluğu artık Dr. Gates’e aitti.
Bu yüzden fakültenin dekanını bulma
işi de ona düşmüştü. Farklı profesörler ile konuşması ve araştırmaları so-
}
nunda Purdue Üniversitesi’nden Prof.
L. A. Scipio’nun bu işi atanmasında
karar kıldı. Zaman ilerledikçe de Prof.
Scipio, bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu kanıtlayacaktı. Dr. Gates ve
Prof. Scipio’nun bu fakülte için temel
misyonları, yalnızca mühendislik alanında değil, diğer kültürel alanlarda
da yetkin bireyler yetiştirmekti. Böyle
bir misyonu daha o zamandan benimsemeleri müthiş bir şeydi.
1912’den itibaren yavaş yavaş savaş
çanları İstanbul’da çalmaya başlamıştı. Bunun daha en başından Kolej’i zor
bir duruma sokacağı açıktı. Hatta Dr.
Gates, bir sözüyle bu duruma çarpıcı
bir şekilde sitem etmiştir: “Umarım
ki buradan ayrılmadan önce enerjimi
ve zamanımı kolejin açık kalmasına
harcamak yerine onu geliştirmek için
harcayabilirim.”12
Yabancı ülkelerin Türkiye’den farklı
yollarla istihbarat aldığında dair ilgili şüphelerin artması üzerine Robert
Kolej’de arama yapıldı. Okuldaki fizik
laboratuvarlarındaki aletler bilgi sızdırabilecek potansiyel araçlar olarak
görüldü ve bu yüzden bunlara bir süreliğine el konuldu. Kolej, savaş boyunca birkaç kere daha böyle benzer
ithamlarla karşılaşacaktı.
Öte yandan bu dönemde yemek kıtlığı gibi önemli bir sorun da kendini
yavaş yavaş belli etmeye başladı. Bunun için Dr. Gates Bulgaristan’dan
yardım istemeyi düşündü. Çünkü
Bulgaristan’da önemli mertebelere
gelmiş Robert Kolej mezunları vardı ve böyle bir durumda okullarını
çaresiz bırakmazlardı. Bırakmadılar
da. Dr. Gates Bulgaristan’a gittiğinde
Bulgar başbakanının şu sözleriyle karşılaştı: “Robert Kolej için elimizden
gelen her şeyi yaparız.”13 Dr. Gates,
Bulgaristan’dan hatırı sayılır ölçüde
un, fasulye, pirinç ve şeker gibi gıdalarla döndü. Yemek sorununa daha
kalıcı bir çözüm olarak da kampüste
değirmen inşa edilmesi kararı alındı.
Bir gün Dr. Gates’in öğretmenleri
çağırıp durumun ciddiyetini anlatması gerekti. Artık Amerikan elçisi okulu koruma sözü veremiyordu. Dolayısıyla da Gates öğretmenlere gitmeleri
için izin verdi, ancak kendisinin kalacağını söyledi14. Bunun sonucu olarak çoğu öğretmen okuldan ayrıldı.
39 • Robert Kolej Tarih Dergisi
I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği
günlerde okul binalarını kullanmak
üzere Almanların kampüsü basması
ile binalar öğrenciler tarafından kullanılamaz hale geldi. Bu durum yalnız
iki üç gün sürdü ve Dr. Gates askerleri okul kampüsünden çıkarttırmayı
başarabilirdi. Bunu başarabilmesinde
büyük ihtimalle Türk yetkililerle olan
iyi ilişkisi etkili oldu. 1917’de Amerika’nın Almanya’ya resmi olarak savaş ilan etmesi ile Osmanlı devleti,
Almanya’nın yanında olduğu için Dr.
Gates’in Türk yetkililerle olan iyi ilişkisini biraz zora girdi.
Dr. Gates’in, savaş boyunca tarafsızlığını sürekli olarak belli etmesi
ve Kolej’in herhangi bir askeri birlik
tarafından kullanılmasına izin vermemesi ile Kolej, savaşı atlatabileceği en
iyi koşullarda atlattı denebilir. Burada
Dr. Gates’in Türkçeye olan ilgisi ve
dolayısıyla yetkililerle olan iyi ilişkisini de yadsımamak gerek. Hatta Milli
Mücadele kahramanlarından olan ve
İstanbul’u teslim alan Refet Paşa, savaştan sonra Dr. Gates kendisini ziyarete geldiğinde şükranlarını bildirmekten çekinmemiştir: “Eğer siz beni
görmeye gelmeseydiniz ben kendim
Dr. Gates (Sağdaki)
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
{ Robert Kolej
Robert Kolej Tarih Dergisi • 40
size gelip bizim insanlarımız için
yaptıklarınızdan dolayı teşekkür
etmek için kendimi borçlu hissedecektim.”15
Savaş sonrası dinlenmek için 19191920 arası bir süre Amerika’da kalan Dr. Gates, Robert Kolej’e döndüğünde yine savaşın etkilerinden
kurtulamayacaktı. Öğrenci sayısının
oldukça azalması, okulu mali açıdan
biraz zora soktu ve birkaç yatakhanenin de kapanmasına yol açtı. Ama
zaman geçtikçe bu durum düzelecekti. 1925-1926 yılları arasında da
Amerika’dan toplanan mali yardım
bunda oldukça yardımcı oldu.
Kasım 1922’de Amiral Bristol’un
danışmanı olarak Lozan’a katılan
Dr. Gates, sadece eğitim alanında başarılı olmadığını bir kez daha
göstermiştir. Lozan’da Türkiye’nin
çıkarlarını gözetmeye çalışmıştır.
Örneğin Anadolu’nun bir kısmının
Ermenistan’a verilmesi fikrine kesinlikle karşı çıkmıştır. Daha önce
Paris Barış Konferansı için arkadaşı
Prof. Lybyer’e gönderdiği mektupta
da bunu nedenleriyle belirtmiştir16.
1922’den sonra Dr. Gates, ağır bir
şekilde geçirdiği gribinin tedavisi
için Amerika’ya gittiğinde de boş
durmadı. Oradayken Amerika Birleşik Devletleri Senatosu’nun Lozan’ı kabul etmesini amaçlayan bir
kampanyada yer aldı. Bunu yaparken de halk önünde yeni Türkiye’nin
ne kadar parlak bir geleceğe sahip
olacağıyla ilgili de demeçler verdi.
Türkiye sevgisinin, elbette Türkiye tarafında da bir karşılığı vardı.
Özel okullarla ilgili yasa çıkarılırken Dr. Adnan Bey’in etrafındakilere “Dr. Gates’in onayını alın!”
demesi, bunun bir kanıtı olarak
gösterilebilir17. Böylece yeni Türkiye ile Robert Kolej’in ilişkisi giderek sağlam temellere oturmaya
başladı.
1929’da artık yorulmaya başlayan
Dr. Gates, yerine birisinin atanmasını istedi. Kendisinin yerine
1931’de başkası bulunana kadar
istifası kabul edilmedi. Böylece
Haziran 1932’ye kadar Robert Kolej
müdürlüğünü sürdürdü ve sonrasında
emekliye ayrıldı.
Hakkında görece daha fazla bilgi
}
Dr. Caleb Frank Gates, Third President of RC
bulunan okulun ilk iki müdürü Cyrus Hamlin ve George Washburn’den
sonra Dr. Gates hakkında bir yazı kaleme alınmasının iyi olacağını düşündüm. Umarım ileride de okulumuzun
biraz daha tozlu sayfalar arasında kalmış kişilikleri gün yüzüne çıkar.
Dipnotlar:
[1] Herald Board, 9.
[2] Herald Board, 10.
[3] Herald Board, 10.
[4] Freely, 160.
[5] Herald Board, 11.
[6] Herald Board, 12.
[7] Freely, 159.
[8] Herald Board, 27.
[9] Freely, 169
[10] Herald Board, 28
[11] Herald Board, 43.
[12] Herald Board, 30.
[13] Freely, 216
[14] Herald Board, 33.
[15] Freely,248.
[16] Sümer
[17] Freely,8 (II. Cilt)
Kaynakça:
Dr. Caleb Frank Gates: An Appreciation. Istanbul: Robert College Herald Board of 1931-1932. Web.
Freely, John. A History of Robert
College: The American College for
Girls, and Boğaziçi University (Bosphorus University). Vol. I. İstanbul:
YKY, 2000. Print.
Freely, John. A History of Robert
College: The American College for
Girls and Boğaziçi University (Bosphorus University). Vol. II. İstanbul:
YKY, 2000. Print.
Sümer, Mine. “Robert Kolej Müdürü Dr. Gates’in Paris Sulh Konferansı
Dolayısı İle Gönderdiği Bir Mektup.”
Tarih Araştırmaları Dergisi. II. Ankara, 1964. Print.
{ Robert Kolej
}
41 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Ayşe Kulin ile Röportaj
Sanem Cerit
İlayda Sayar
1
863 yılında şu anki Boğaziçi Üniversitesinin yerinde kurulmuş olan
Robert Kolej o günden bugüne gerek
tutumu gerek mezunlarıyla yüksek ses
getirmiş ve adından söz ettirmiştir. Bu
tarihten beri farklı din, ırk ve görüşe
sahip birçok öğrencinin eğitim aldığı,
eğitim sistemi olarak da hem Osmanlı
hem de Türk başarısını zamanın eskitemediği bir kurum olmuştur. 153 yıl
içerisinde ülkemizle birlikte birçok
siyasi olay ve yaptırımlara tanıklık etmiş ve etkilenmiştir. Ön planda olması
dolayısıyla dönemin her olayıyla gündeme getirilmek istenen okulumuz
dönem dönem siyasi, idari, eğitsel
birçok eleştiriyle gündeme gelmiştir.
Her ne kadar bazı çevrelerce zaman
zaman önyargıyla yaklaşılsa da eğitim
konusunda Türkiye’nin önde gelen bir
markası olduğu gerçeği değişmemiştir.
Gurur tablosu olan binlerce mezunuyla yurtdışında da ismini duyurmuş
olan okulumuz, mezunlarımızın hayatlarında sadece akademik bir eğitim
değil bir nevi bir yaşam görüşü katmış
ve vizyonlarının oluşmasında yardımcı
olmuştur.
Ayşe Kulin Mezuniyet Töreninde Konuşurken
Biz de bu röportaj yazımızla tanınmış mezunlarımızdan Ayşe Kulin’ in
ses getirmiş ünlü bir sanatçı olmasında
Robert Kolej’in etkisini ve döneminin
siyasi özelliklerinin okulumuzda nasıl
bir tutumla karşılandığını paylaşmak
istedik.
Ayşe Kulin; 1961 Amerikan Kız Koleji Edebiyat bölümü mezunu, ünlü bir
Türk yazar ve gazetecidir. Kaleme aldığı biyografik eserleri ve romanlarıyla
çok okunan yazarlardan biri olmuş ve
birçok ödül kazanmıştır. Üslubundaki
akıcılık ve yalınlıkla büyük övgü alan
Ayşe Kulin’in Kolej Yıllarında Çekilmiş Bir Fotoğrafı
yazarın bazı öykü ve kitapları senaryolaştırılıp beyaz perdeye aktarılmıştır.
Çeşitli gazete ve dergilerde editör ve
muhabir olarak çalışmış; uzun yıllar televizyon, reklam ve sinema filmlerinde
sahne yapımcısı, sanat yönetmeni ve
senarist olarak görev yapmıştır.
Amerikan Kız Koleji ve İstanbul’da
farklı kültürlerle temasınız, ilişkiniz
nasıldı? Amerikan Kız Koleji’nde
yaşadığınız dönem çevredeki Kolej
imajı nasıldı?
AK: Benim okuduğum dönemde,
okulun adı Arnavutköy Amerikan Kız
Koleji idi. Eğitim karma değil sadece
kızlara yönelikti. Erkekler, Bebek’te
bu gün Boğaziçi Üniversitesi olarak
anılan yerleşkedeki Robert Kolej’de
okurlardı. Onların okuluna kısaca RC
(Robert College), bizimkine ise ACG
(American College for Girls) denirdi.
Bu iki okul birlikte konser, tiyatro gibi
müşterek etkinlikler yapar, okul salonlarında öğretmenlerin gözetiminde,
danslı partiler verirlerdi. Tüm diğer
okullarda okuyanların orada olmak
için can attığı ama hasetten bin bir dedikodu ile karalamaya çalıştıkları tek
okuldu. Gerçekten de derslerin yanı
sıra öğrencilerinde geliştirdiği kişilik,
onlara verdiği değer ve özgürlük bakımından çok özel bir okuldu. Derslerin
niteliğine ve renkliliğine hiç girmiyo-
{ Robert Kolej
Robert Kolej Tarih Dergisi • 42
}
sınıftan Tomris Uyar, İpek Ongun,
Pınar Kür çıktı. Bir alt sınıfta, Nazlı
Eray vardı, mesela. Böyle olmasının
nedenini, tesadüflere değil, öğretmenlerimizin yeteneklerimizi keşfedip, bizi
yeteneklerimiz yönünde özendirmesine bağlıyorum. (Tomris Uyar ACG’61,
İpek Ongun ACG’61, Pınar Kür
ACG’61, Nazlı Eray ACG’62…)
Ayşe Kulin’in Amerikan Kız Koleji Yılları...
rum. Ülkenin pek çok mühendisiyle
bilim adamı RC’de, çok sayıda tiyatrocusuyla, yazarı ise her iki okulda da
yetişti.
günün kuşağı, teknolojik açıdan bizden çok daha ileride ama biz sorunları
çok daha az, her bakımdan daha özgür
ve çok daha mutlu bir kuşaktık.
Yatılı bir öğrenci olarak lise yıllarınızı Amerikan Kız Koleji’nin kız
yurdunda geçirmenizin size ve hayatınıza etkileri neler olmuştur?
AK: Okulun kız yurdu değil, yatakhaneleri vardı. Ben sadece lise yıllarımı değil, ortaokulu da yatılı olarak bu
okulda okudum. Bugün bana ömrümün tek bir yılını yeniden bahşedecek
olsalar, hiç tereddüt etmeden orada geçen yıllarımdan birini seçerdim. Hayatımın en eğlenceli, en mutlu ve hayırlı
yıllarıydı. Hâlâ en sevgili, en değerli
arkadaşlarım okul arkadaşlarımdır. En
güzel anılarım ise ACG’de yaşadığım
yedi yıla ait.
Yazar olmanızda Amerikan Kız
Koleji nasıl bir rol oynamıştır? Şuan
ki yaşamınızda (mezun olduğunuz)
Amerikan Koleji’nin etkisini ne anlamda görmektesiniz?
AK: Her hangi bir sanat dalında başarının öncelikle yetenekten kaynaklandığına, dolayısı ile yukarıda tasarlandığına inanıyorum ama okulumun
edebiyata düşkünlüğümde çok payı
vardır. Orta Bir’den başlayarak lise son
sınıfa kadar edebiyat öğretmenlerimiz
konularına çok hâkim, iyi öğretmenlerdi. Edebiyata merakı olanları, okumaya ve yazmaya özendirdiler. Bizim
Bir mezun olarak okulunuzla bağlarınızı ne oranda koruyorsunuz? Yaşadığınız Kız Koleji’nin duruşu ve şu
an ki Robert Kolej hakkında ne gibi
farklılıklar görüyorsunuz?
AK: Evim Ulus’tayken okuluma çok
sık gidiyordum. Başka semte taşınınca
İstanbul trafiği aramızı biraz açtı. Yine
de Home Coming’leri kaçırmamaya
gayret ediyorum. Bağışımı muntazam
yaparım ve Robert Kolejli biriyle karşılaşınca, bir yakınımı görmüş gibi olurum. Benim okuduğum yıllar 55 sene
geride kaldı. O günden bu yana, Türkiye ve dünya nasıl değiştiyse Kolejliler
de değiştiler elbette. Dünyanın gidişatına ayak uydurmak zorundalar. Bu
Amerikan Kız Koleji’nde okuduğunuz yıllarda gerek okul içerisinde
gerek ise dışarıda nasıl bir siyasi görüş hâkimdi? Bu siyasi olaylar çerçevesinde toplumun yaklaşımıyla okulunuzun yaklaşımı arasında ne gibi
farklılıklar dikkatinizi çekmiştir?
Sizce bunun sebebi nedir?
AK: Benim Kolej’de okuma sürecim
1954-61 yılları arasındaki yedi sene.
1960 yılına kadar, Türkiye’yi Demokrat Parti idare etti. Başbakan Adnan
Menderes, 1950 yılında, özgürlük ve
demokrasi vaadiyle gelmiş, giderek
sertleşmiş, etrafta hapse tıkılmamış
gazeteci bırakmamış, ‘Kendime eski
başbakan dedirtmeyeceğim’ diyebilecek kadar gözünü karartmış, üniversiteleri tüm öğrenci ve hocalarıyla
karşısına almış, Tahkikat Komisyonu
adı altında hukuk dışı bir siyasi sorgulama yapılanması kurmuş ve neticede
ülkeyi 27 Mayıs darbesine sürükleyen bir diktatöre dönüşmüştü. Benim
gibi siyasete meraklı bir avuç kız, hafta sonlarında protesto yürüyüşlerine
katılmıştık. Hafta içinde de okulda
bir yürüyüş ayarlamaya çalışmış ama
kimseyi ikna edememiştik. Okul ida-
Ayşe Kulin (Sağdan Dördüncü)
{ Robert Kolej
}
43 • Robert Kolej Tarih Dergisi
resi de böyle bir eyleme kalkışanlara
çok sert cezalar vereceğini açıklamıştı.
Koca okulda bize katılacak on kişi bile
bulamayınca, çaresiz vaz geçmiştik. O
yıllarda Robert Kolejin kız öğrencileri
politize değillerdi çünkü ailelerin büyük bölümü sermayeyi ellerinde tutan
büyük şehir burjuvazisi ve Anadolu
ağalarıydı. Aralarında benim gibi büyük fedakârlıklarla bu okula yollanmış
devlet memuru ya da orta sınıf esnaf
kızları da vardı elbette ama sayımız
azdı. Zamanın en pahalı okuluydu, ne
de olsa.
Bu siyasi olayların hayatınızda ve bu
tür olaylara karşı bakış açınızın gelişmesindeki etkisi neler olmuştur?
AK: Ben 2. Dünya Savaşının içine
doğdum. Balkan ve 1. Dünya Savaşını yaşamış, göç acısını tatmış büyük
anne-babaların kucağında büyüdüm.
Kendi ömrüm boyunca 6/7 Eylül hadiselerini, 70’li yılların kaosunu, askeri
darbeleri yaşadım. Bunca tecrübeden
edindiğim bakış açım şudur: Demokrasi sırf sandıktan çıkmak değildir.
Hukukun üstünlüğünü sağlayamayan,
adaleti temin edemeyen bir ülkede, rejimin adının ne olduğunun hiç önemi
yok. Gerçek adalet ise; denetilen bir
hukuk sistemi, yani kuvvetler ayrılığı
ile sağlanır.
Güçlü kadınlardan yazmayı seven
biri olarak, günümüz kadını hakkında ne düşünüyorsunuz?
AK: Güçlü kadınları severim de, sadece güçlü kadınları yazmadım ben. 30
adet kitabımın içinde sadece üç adet
Amerikan Kız Koleji 1961 Mezuniyet Fotoğrafı
biyografim (Aylin, Füreya, Türkan) var
ki üçü de birbirinden güçlü, kişilikli
kadınlar ama öykülerimdeki kadınların
nerdeyse tümü, törelerin, geleneklerin
ezdiği, horladığı, erkeklerin hoyratlıklarına maruz kalmış kadınlardır. Bizim
toplumun en cesur kadınları Osmanlının son dönemlerinde haklarını arayan,
Kurtuluş Savaşına katılan kadınlardı.
Cumhuriyet sonrasında kırsaldakiler
kendilerine sunulmuş olan özgürlüklerin farkına varmadan geçip giderlerken, eğitim alanlar kendilerine tanınan
fırsatları çok iyi değerlendirdiler. Batının gelişmiş ülke kadınlarını birçok
meslek dalında geride bıraktılar. Günümüz kadınında ise, bir kafa karışıklığı görüyorum. Bir kesimde müthiş
bir Osmanlı hayranlığı var ama ne-
Ayşe Kulin Amerikan Kız Koleji’nde Arkadaşlarıyla Beraber
dense son dönem Osmanlı kadını gibi
cesur ve özgürlüğüne düşkün değiller.
Dindar takılmayan modernler ise değişimi göremiyor, kendini zamanın
ruhuyla barıştıramıyor, önyargılarını
yenemiyor. Günümüz kadınının kendini bulması için biraz zamana ihtiyacı
olduğunu düşünüyorum.
Adı Aylin kitabınızda Robert Kolej’de okuyan ve hedefleri doğrultusunda fedakârlıklara giden Aylin
karakterini ele alıyorsunuz. Peki, bu
kitabınızın kaleme alınmasında veya
konusunun şekillenmesinde Amerikan Kız Kolejinin yeri, etkisi ne olmuştur?
AK: Aylin’in yaşadığı hayatın çok
renkli olmasında Robert Kolejin etkisinden çok, karakterinin rol oynadığını düşünürüm. Mesela ben de aynı
okulda, nerdeyse aynı yıllarda okudum,
okulumun bize özgürlük tanıyan eğitim sisteminden çok yararlandım ama
onun yapabildiklerinin onda birini yapamazdım çünkü hiç bir zaman onun
kadar cesur ve gözü kara olmadım.
Adı Aylin romanında sizi kariyerinize başlamanıza ve romanlarınızda
güçlü kadınlara yer vermenize neden
olan belirli bir olay var mı?
AK: Hayır yok! Aylin zamansız bir
ölümle aniden ölmeseydi, onun kitabını yazmak aklımın ucundan geçmezdi. Kariyerim ise, Aylin’i kaleme
almamdan üç kitap önce başlamıştı
ve Haldun Taner ile Sait Faik Öykü
Robert Kolej Tarih Dergisi • 44
Ödüllerini almış bulunuyordum. Ben
biyografilerimde hayranlık duyduğum
kadınları seçtim, güçlü olmaları tamamen tesadüftür. Ama ağlak, mızmız,
asalak kadınları da hiç sevmem... Hele
de maddi çıkarları için erkeklere kene
gibi yapışanları...
Yazılarınızda zaman zaman İstanbul üzerine de değinmeler yapıyorsunuz. Aynı zamanda ise gerçek anlamda İstanbullu diye tanımlanabilecek
bir kişisiniz. Peki, yaşadığınız İstanbul ile bugünkü İstanbul’u kıyaslayabilir miyiz?
AK: Kıyaslayamayız. Benim çocuklu-
{ Robert Kolej
ğumun ve gençliğimin İstanbul’u artık
benim için uzak ve nostaljik bir hayal!
Şimdi, ben şehrimdeki kalabalığın ancak yüzde onunu teşkil eden bir azınlık
durumundayım. Benim İstanbul’umda
yedi göbek İstanbullular yaşardı. Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, ama
has İstanbullular, İstanbul’un kozmopolit kültürüne saygılı insanlar. Bugün
beni idare edenlerin en tepedekinden,
en ucundaki muhtarına kadar, hiç biri
İstanbullu değil. İstanbul’un kadim
tarihinden, kozmopolit ruhundan nasiplenmiş değiller. Onlar yeni Türkiye’nin insanları, bense bir dinozorum.
Yine de, çağıma uyma zorunluluğuna
}
inandığım için, bu yeni oluşuma ayak
uydurmaya gayret ediyorum. Belirli tecrübeler kazanmış ve şu
anki yazar Ayşe Kulin kimliğiniz ile
geçmişteki liseli kıza neler demek istersiniz?
AK: Eyy Ayşe kız! Her anlamda, ne
kadar safmışsın!
Bizlere (şu anki Robertlilere) önerileriniz nelerdir?
AK: Önerim yok. Her insan kendi
yolunu kendi çizmeli. Yolunu, düşe
kalka kendi bulmalı. Tek diyeceğim,
hayatın her anını doya doya yaşayın!
Şakir Eczacıbaşı’nın Robert Kolej Yılları
Eda Özüner
1941 Eylülü… Ortaöğretime başlamak
üzereyim. İstanbul’da annemle Robert
Kolej’e giden yokuşu tırmanıyoruz. Bir
servi ağacının dibinde, soluk almak için
oturduğumuz taş kanepeye oyulmuş İngilizce bir yazı bulunuyordu: “Tüm ulusların üstünde, insanlık vardır” Bu söz, Kolejde aldığım ilk ders olacak ve yaşamım
boyunca aklımdan bir daha hiç çıkmayacaktı. (Eczacıbaşı, 99)
Bu sözler ikinci nesil Eczacıbaşı’lardan olan Şakir Eczacıbaşı’nın sekiz
yılını geçireceği Kolej’le ilgili ilk görüşleriydi. Daha sonra Londra Üniversitesi’nde eczacılık okuyacak ve Türkiye’ye dönecekti. Sanata olan ilgisini
Türk sanatını geliştirmek için kullanacak ve gayretleri sonucunda Fransa
Kültür Bakanlığı tarafından Sanat ve
Edebiyat Şövalyesi Nişanı’na ve TC.
Devlet Üstün Hizmet Madalyası’na
layık görülecekti. (İKSV) Tıpta Yenilikler isimli dergisinin yayımlanmasıyla bilim ve sanat çevrelerince tanınacak,
Türk Sinematek Derneği’nin kuruluşunu üstlenecekti. Fakat en çok da fotorafçılığı ve sergileriyle hatırlanacaktı.
Yurt içi ve yurt dışında toplamda kırk
sergi açacak ve kitaplar yayımlayacaktı.
Fotoğrafçı olmanın yanı sıra 1993-96
yılları arasında Eczacıbaşı Holding’in
yönetim kurulu başkanlığını da üstlenecekti. 1993’ten ölümüne kadar ise
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın yönetim kurulu başkanı olacak ve Türk sanatını ilerletme yolundaki çalışmalarına devam edecekti. Ama bütun bunlar
olmadan önce “Kolej”den mezun olacaktı. (İKSV)
Kolej yıllarındaki anılarının da yer
aldığı Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar isimli otobiyografisinde günümüzden yaklaşık yetmiş yıl öncesine
ait bir Kolej deneyimi anlatılır. Aradaki yetmiş yılın farkı çarpıcı bir biçimde
hissedilir. O dönemlerde odak noktası
bugünkünden çok farklı olan Kolej’den
mezun olmuş olması sanatçı kişiliğini
açıklamaya yeter. Çok sevdiği okulunda yaşadığı bazı anıları bu yazı vesilesiyle sizinle paylaşmak isterim. Fakat
başlamadan önce anılarda geçen Robert Kolej’in bugünkü kampüsü değilde Boğaziçi Üniversite’sinin kampüsünde bulunduğunu belirtmek gerekir.
Eczacıbaşı’nın
anlatımına
göre
1940’larda herkes yatılı okurdu ve
hazırlık sınıfı Theodorus Hall’da eğitim görüp kalırdı. Eczacıbaşı’nın orada kaldığı süre boyunca disiplinli bir
yatakhane yönetimi söz konusuydu.
Akşam dokuzda ışıklar söner, sonrasında konuşanlara ceza yazılırdı. Sabah
herkes soğuk duşa girer, ayakabılarını
cilalardı. Yaz yada kış farketmeksizin
her gece camlar açık bırakılırdı. Şakir
Şakir Eczacıbaşı Robert Kolej’de
Arkadaşlarıyla Beraber (Skylife)
Eczacıbaşı’nın cam kenarındaki yatağı,
karlar altında kalmış olarak uyandığı
bir sabah bile olmuştu. (Eczacıbaşı,
103) Fakat Kolej deneyimi hep böyle
disiplinli sürmemiştir. Hocalarından
birinin kurduğu İngilizce Konuşma
Kulübü’ne girmeyi reddedince, hocası Eczacıbaşı’yı “A Yatakhanesi”ne
göndermiştir. Burada kalan öğrenciler daha büyük ve yaramaz olanlardı.
Geceleri ışıklar söndüğünde mumlar
yakılır, ayakkabı kutularından rakılar
çıkarmış. Bir keresinde Williams isimli
müdür yardımcısı bir baskın düzenlemiş fakat kimse kimseyi ele vermeyince ceza almamışlardır. Daha sonra yurt
halkı Williams’dan intikam almaya
karar vermiş. Kendisi odasında değilken çöp bidonlarını içeri boşaltmışlar.
(Eczacıbaşı, 114-5) O zamanlar her
köşede kameralar olmadığı için kanıt
bulunamamış ve tüm öğrenciler yataklarına dönmüş.
Şakir Eczacıbaşı, anıları boyunca
{ Robert Kolej
özellikle iki öğretmenine değinmiştir: Sven Larsen ve Dr. Philip Ullyott.
Matematik öğretmeni olan Larsen
aynı zamanda tiyatro, felsefe, sanat ve
tarihe de ilgi duyuyordu. Soruları erken bitirenlere, bakmaları için Picasso,
Matisse ve Cézanne hakkında kitaplar
vermesiyle bilinirdi. Kendisi tiyatro
oyunları yazardı ve en çok kullandığı
Türkçe kelime “eşek”ti. Larsen öğrencilerini çok sever ve ders dışı konularda
da eğitimli olmalarını istermiş. Çok
çalışanlara, “Kız arkadaşınla haftasonu
gezsene” türünden önerilerde bulunurmuş. (Eczacıbaşı, 116-7-8) Şakir
Eczacıbaşı’yı son senesinde sınıfta bırakmaya çalışan fizik öğretmenine söyledikleri kendi tutumunu ve Kolej’in o
yıllardaki amacını açıklar. “İleride sizin
formüllerinizi kimse anımsamayacak,
ama yüzde bilmem kaç puan uğruna
bir gencin eğitiminde bir yıl yitirmesine neden olduğunuzu buradakiler
hiç unutmayacak. Kolej bir uzmanlık okulu, bir üniversite değil; bizim
görevimiz, içlerinde oluşan tepkilerle
öğrenime uzak duran gençlere bilim
ve sanatı sevdirmek, geleceğe hazırlamak, dünyaya açılmalarını sağlamak...
Bilimin hızla ilerlemesine bakılırsa,
sizin formüllerinizi iyi ezberleyip yüksek not alanlar, çok yakında bambaşka
formüller ezberlemek zorunda kalacaklar…” (Eczacıbaşı, 135)
Asla unutmadığı diğer öğretmeni Dr.
Philip Ullyott; Cambridge Üniversite’sinde öğretim üyesiyken Kolej’de Biyoloji bölümünün başına getirildi. Birkaç dil bilen, kültürlü, zeki ve yetenekli
birisiydi. Lise II’de Şakir Ecazcıbaşı’yı
psikoloji ödevlerinden birindeki cevabı
üzerine evine davet etmişti. O günden
sonra psikoloji ve özellikle Freud’un
teorileri hakkında hep konuşup tartışmışlardır ve bu şekilde sonradan
dostluğa dönüşen bir ilişki kurmuşlardır. Eczacıbaşı daha sonra Ullyott’un
asistanlığını bile yapmıştır ve Ulubat
gölünde balık türlerinin gelişmesi
üzerine incelemelerde bulunmuşlardır. (Eczacıbaşı, 119-20) Ders, sadece
sınıfta olmaktan çıkmış, iki insanın da
birbirinden öğrendiği bir platforma
dönüşmüştür. Ullyott, Eczacıbaşı mezun olduktan birkaç yıl sonra ortadan
kayboldu. Eski öğrencileri daha sonra
İspanya’da intihar ettiğini öğrenir ve
}
45 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Robert Kolej Karpostalı
bu haberi Eczacıbaşı’na ulaştırırlar.
(Eczacıbaşı, 124)
Sosyal etkinliklere okul tarafından
verilen değer, Şakir Ezacıbaşı’nın Kolej yıllarında da bugünkü kadar büyüktür ve birçok dernek ile kulüp vardır.
Sanat, spor, politika ve tarihe ilgilenen
öğrenciler bu alanlarda Türkiye’nin en
önde gelen isimleri olmuştur. Anılarında tiyatro kulübünden bahsederken
öğrencilerin yazdığı oyunlardan, dünya
klasiklerine sahnelenen oyunların kalitesinden bahseder. Genco Erkal, Tunç
Yalman ve Ali Taygun gibi isimlerin
nasıl Kolej sahnesinden çıktıklarını
söyler. (Eczacıbaşı, 127) Aynı şekilde
münazara takımında ise Feyyaz Berker ve Bülent Ecevit gibi isimler bulunduğunu da yine onun anılarından
öğreniyoruz. Bununla beraber Kolej’in
en büyük ayrıcalığının öğretmenleri
olduğunu da vurgulamadan edemez.
(Eczacıbaşı, 126) Her türlü kişiliğin
bulunduğu karışık bir kadroya sahip
okuldaki her öğretmen kendine ait
yöntemleriyle göze çarpar. Kavgaları durdurmak için öğrencilerine boks
eldiveni takıp dövüşün diyen Willard Whitman’dan (Eczacıbaşı, 104),
Lozan Barış Antlaşması imzalanırken orada bulunan Saffet Şav’a kadar
farklılık gösteren hocaların hepsinin
öğrencilerinin hayatlarında büyük etkiler yarattıkları belli oluyor. Noktala-
ma işaretlerinin kullanımı konusunda
çok hassas, Soyadı Kanunu çıktığında
en sevdiği besteci olan Beethoven’ın
anısına Toven soyadını seçen Baha
Toven isimli bir Türkçe öğretmeni bile
olmuştur. Başka bir Türkçe öğretmeni ise Necip Fazıl Kısakürek’tir. Türk
şiirinin önemli isimlerinden biri olan
Kısakürek, İslami görüşleri ve kibirli
tavırlarıyla tanınırdı. Bir gün bir öğrencisine Türkiye’nin en büyük şairini sorduğunda öğrencisinin “Sizsiniz”
demesi üzerine bu kez de Türkiye’nin
en büyük hikâyecisini sormuş. Öğrenci
bu sefer Sait Faik deyince, “Sen benim
hikâyelerimi okumadın galiba?” demiş.
(Eczacıbaşı, 106) Şakir Eczacıbaşı sekiz yılın sonunda bütün bu insanlarla
anılarını tamamlayarak okulundan ayrıldı ve son bir kez o yokuşu indi…
O gün kolej yokuşunu inerken durup
sekiz yıl önce, on iki yaşımda, annemle koleje ilk geldiğimde soluk almak için
oturduğumuz servi ağacının dibindeki
taş kanepeye baktım. Kanepenin sırtında
yine aynı sözler yazılıydı: “Tüm ulusların üstünde, insanlık vardır.” (Eczacıbaşı, 136)
Kaynakça:
Eczacıbaşı, Şakir. Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar. Etiler, İstanbul:
Remzi Kitabevi, 2010. Baskı.
“İstanbul Kültür Sanat Vakfı Tarihçe.” İstanbul Kültür Sanat Vakfı. Web.
Robert Kolej Tarih Dergisi • 46
{ Robert Kolej
}
İsmail Cem ile TRT’nin Emekleme Yılları: 1974-75
Ezgi Yazıcı
“Türkiye’de televizyon, kendi hızlı
adımlarına yetişemeyen bir insanın
durumundadır. Hem hızlı gelişmenin
kıvancını yaşayan, hem de adımlarına
yetişememenin ezikliğini duyan...”
Bu sözler 1974 yılında TRT tarihinin en genç genel müdürü olan İsmail
Cem’e ait. İsmail Cem ismi, daha çok
1999-2002 arası Dışişleri Bakanlığı
görevi ve 1999-2002 arasında Bülent
Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ndeki (DSP) milletvekilliğiyle ile anılsa
da, İsmail Cem’in meclis koridorları
dışında medya ve gazetecilik ile dolu
önemli bir kimliği daha vardı.
1940 doğumlu Cem, 1959’da Robert
Kolej’den mezun olduktan sonra, Lozan Üniversitesi’nde hukuk okumuş,
ardından da amcası Abdi İpekçi’nin
başyazar olduğu Milliyet gazetesinde
çalışmaya başlamıştı. 12 Mart (1971)
Muhtırası ve 1970’lerin koalisyon
hükümetleri sırasında kendi değimiyle “bıçak sırtı” köşe yazıları yazarak,
medya sektöründe henüz otuz yaşındayken ismini duyurmuştu.
Daha sonra, 15 Şubat 1974’te ise
arkadaşlarının “iğneli fıçı” diye ta-
İsmail Cem’in Robert Kolej
Mezuniyet Fotoğrafı
İsmail Cem, BBC Muhabirlerinin Sorularını Yanıylarken (1974)
(BBC)
nımladığı TRT’ye Ecevit tarafından
genel müdür olarak atandı. Henüz
15 ay geçmeden, 17 Mayıs 1975’te
Süleyman Demirel hükümeti tarafından görevinden alındı. İsmail Cem’in
TRT’de geçirdiği bu kısa süre, Türkiye televizyonculuğu için en önemli
dönüm noktalarından biri olarak görülür. Yazının devamında bu iddianın
nedenlerini irdeleyecek, İsmail Cemli
TRT’nin karşılaştığı engelleri göreceğiz.
Türkiye’de televizyonun başlangıcı
Şubat 1974’te İsmail Cem henüz 34
yaşındayken göreve geldiğinde, TRT
radyosu dokuz, televizyonu ise altı
yaşındaydı. BBC başta olmak üzere,
Amerika ve Avrupa’da pek çok televizyon kanalı 1930’lardan beri aktifken,
TRT çok genç ve görece amatör bir
kurumdu. Haftada 4 gün, toplam 22
saat siyah-beyaz yayın yapıyordu. Bu
dönemde TRT, 1969’da astronotların
Ay’a ayak basışı, Zeki Müren’in bir
Ankara konseri ve İsmet İnönü’nün
1973’teki cenaze töreni gibi çok izlenen olayları ilk kez canlı yayınladı.
1975 Mayıs’ında İsmail Cem görevinden ayrıldığında, haftalık yayın günleri dört günden, yedi güne, haftalık
yayın saati ise 22 saatten 45’e çıkmıştı.
(TRT)
Devam etmeden önce, TRT’nin
1970lerde halk üzerindeki etkisine
dikkat çekmek lazım. 1990’ların başında özel kanallar ilk kez açılana ka-
dar, TRT ülkenin tek televizyonuydu.
Yayınları, ülkenin nüfusunun ortalama %55’i (19 milyon) tarafından izleniyordu.
İstanbul’da gazetecilikten,
Ankara’da TRT’ye
Televizyonlu ve radyolu her evde sesini haftada yirmi iki saat duyurabilen
bir kurumun önemi devlet için şüphesiz çok büyüktü. Bu yüzden TRT,
devlet tarafından sıkıca takip ediliyor,
genel müdürünü başbakan atıyordu.
Örneğin, 12 Mart askeri muhtırasının
da etkisiyle kanalın pek çok önemli
pozisyonunda emekli subaylar vardı.
İsmail Cem’den önceki genel müdür
emekli tuğgeneral Musa Öğün’dü.
Bir diğer Robert Kolej mezunu Bülent Ecevit Ocak 1974’te başbakanlık
görevine gelince, henüz 34 yaşında bir
gazeteciyi ülkenin en nüfuzlu kurumlarından birinin başına ataması tüm
ülkenin dikkatini çekti. Bu sürecin en
geniş anlatımını bizzat İsmail Cem,
Can Dündar’ın “Ben Böyle Veda Etmeliyim” adıyla kitaplaştırdığı söyleşisinde yapmış. İsmail Cem’e genel
müdürlük teklifini Ecevit telefonda
şu şekilde yapıyor: “Sayın Cem, TRT
Genel Müdürlüğü görevini kabul etmenizi sizden rica ediyorum...Bu bir
memleket görevi, kabul etmemek olmaz.” Ardından her şey o kadar hızlı
oluyor ki, Cem, Mithatpaşa Caddesi’ndeki TRT binasına gitmeden önce
TRT Kanunu’nu okumaya vakit bile
{ Robert Kolej
bulamıyor.
İsmail Cem bu vesileyle otuz dört
yıllık şehri İstanbul’dan, Ankara’ya
taşınıyor ve iki şehir arasında şu karşılaştırmayı yapıyor:
“İstanbul tarihti her şeyden önce.
Türkiye’nin geleceğine, kitlelerin
mutluluğuna uzanan yollar, İstanbul’un barındırdığı her şeyde gizliydi;
gecekondularında, eski medreselerin
yıkıntılarında.... Ankara ise belli bir
dönemde yapılmış ideolojik bir tercihti, Türk toplumu tarihten kopmaya
ihtiyaç duyduğu bir dönemde yapmıştı bu tercihi... İstanbul bir yanıyla belki burjuvaziye aitti, ama bir yanıyla da
mutlaka işçinindi. Ankara başkaydı.
Başka bir zümrenin, yani bürokrasinin
merkeziydi.... Ankara’da herkes birbirine “sayın” diye hitap eder, İstanbul’da
“bey” kelimesinin sıcaklığı vardır.”
(Dündar, 94-95)
Milliyet ve Cumhuriyet gibi İstanbul
merkezli, köklü gazetelerden sonra,
devlet memurları ile dolu TRT’ye geçmek de en az şehir değiştirmek kadar
farklı bir deneyim olmuş İsmail Cem
için. Söyleşisinde TRT’de çalışan en
kültürlü, yetenekli insanların bile bir
memur durgunluğuna sahip olduğundan bahsetmiş. “Gazetecilik sürat ister,
onlarsa (TRT kadrosu) bürokrasinin,
korkuların, tabuların altında ezilmişlerdi, deyim yerindeyse. Gazetecilikle
memurluk... Yan yana gelemeyecek iki
meslek...” demişti Can Dündar’a yıllar
sonra. Tabii 1987’de milletvekili olduğu düşünülürse, Cem bile bürokrasi
ve gazetecilik kombinasyonun içinde
bulmuş kendisini.
Kimin kültürü, hangi kültür?
Göreve başladıktan sonra yaptığı basın toplantısında şunları söylüyor:
“Radyo ve Televizyon, Türkiye’nin
yaygın ve en güçlü kültür aracıdır. Ve
burada cevaplanması gereken, kimin
kültürü, neyin kültürü, hangi kültür
sorusudur.... Yeni çalışma dönemimin
kültür anlayışında öncelik, Türkiye
kültürüdür. Halkın kültürüdür. Bunun
çağımızda aldığı ve alacağı biçimdir....
Özellikle bir kitle kültürü aracı olan
Radyo ve Televizyon’a, bu anlayışla
yaklaşacağım.... Sonuç olarak şunu
belirteyim: TRT’nin görevi iktidarların sesi olmak değildir. Bütün Türkiye’nin tek sesi olmak gibi, bir yayın
}
TRT Genel Müdürü İsmail Cem ve Beraberindekilerin, Londra’da BBC Türkçe’yi Ziyareti.
(BBC)
aracı için ölçüsüz bir iddiayla ortaya
çıkmak da değildir. TRT’nin görevi, bütün Türkiye için çok önemli bir
haber ve kültür aracı olmaktır. Benim
gerçekleşmesine çalışacağım görev,
budur.” (Milliyet Arşivi, 03.03.1974,
s.9)
Bu açıklamayı takip eden 15 ay boyunca, TRT yayın süresini artırmak
dışında, televizyonculuğunu da geliştirdi. Türkiye, Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” şarkısı ile ilk kez
Eurovision’a o sene katıldı. Fransa’dan
tarihi belgeseller, Amerika’dan filmler,
Polonya’dan çizgi filmler getiriliyor, en
çok da BBC programlarından esinlendi. BBC Türkçe servisinin İsmail
Cem’le o dönemde yaptığı röportaj
geçen yıllarda tekrardan Arşiv Odası
adlı programında yayınlandı. Cem’e
göre en çok tutan programların halkın
içinden gelen yerli komedilerdi. Ayrıca, Reşat Nuri’nin, Ömer Seyfettin’in
klasikleri minik diziler halinde TRT
stüdyolarında filmleştirilmiş ilk kez.
Örneğin Aşk-ı Memnu’nun o meşhur
1975 versiyonu bu sırada çekiliyor.
Altını çizmek lazım ki, bunlar olurken TRT televizyonu yalnız bir adet
stüdyo ve sekiz kameraya sahip. Ayrıca, 1974-75 yılları arasında TRT’nin
en önem verdiği noktalardan biri,
“sokaktaki halkın sesi” olmayı başarabilmek. Maden ocaklarından, okullardan, fabrikalardan yayınlar yapan
47 • Robert Kolej Tarih Dergisi
TRT, kısa sürede halkın desteğini arkasına aldı.
Kıbrıs Harekatı yayını
1974 yılı Türkiye’nin, Yunanistan’ın
ve Avrupa’nın odağının Kıbrıs’ta olduğu bir yıldı: Önce Temmuz’da Yunanistan cunta yönetiminin Kıbrıs
Devlet Başkanı Makarios yönetimine yaptığı darbe, sonra ise Ağustos’ta
Türkiye’nin düzenlediği iki dalgalık
Kıbrıs Harekatı.
Kıbrıs’ta darbe sonucu Makarios’un
öldürüldüğü haberi, bir Temmuz sabahı dünya televizyonlarında yayınlandı.
TRT ise sadece “iddia ediliyor, öne
sürülüyor” diyerek, Kıbrıs’tan kesin bir
bilgi almadığı için bekledi. Gerçekten de, Makarios son anda Malta’ya
kaçmıştı. O gün Makarios’un hayatta olduğu haberini ilk TRT vermiş,
BBC’den France-Inter’e tüm dünya,
TRT haberi ile yayına girmişti.
Sadece birkaç gün sonra, 20 Temmuz
sabahı yapılacak Kıbrıs çıkarmasının
haberi, TRT’ye 19 Temmuz sabahı
Başbakanlık’tan özel kuryeyle gelmişti. 19 Temmuz gecesi, TRT televizyonu ve Ankara Radyosu tam kadro olarak harekatın başlamasını beklemişti.
Binalara giriş-çıkışlar kapatılmıştı. 20
Temmuz sabaha karşı, Haber Merkezi’ne Genelkurmaydan gelen belge
TRT radyolarından okunmuş, ve harekat başlamıştı.
Türkiye’nin tek yayın yapan kanalı
TRT’ydi, ve İsmail Cem o an hakkında şunları söyler: “Başbakan Ecevit,
Londra’ya hareket ederken olumsuz
cevap alınırsa Kıbrıs’a çıkarma yapacağını biliyordum, onu tanıdığım için,
kararlılığını tartabildiğim için kestirebiliyordum... (TRT’de) sorumluluk
çok ağırdı tabii, en küçük bir yanlışın altından kalkamazdık.” (Dündar,
112-113)
TRT Meydan Savaşı
Kıbrıs Harekatı sonrası dağılan koalisyon ile, hükümetin de TRT yönetimine bakışı değişmişti. Yeni başbakan
Sadi Irmak’ın TRT’ye karşı sempati
duyduğunu İsmail Cem anlatsa da,
hükümet Sadi Irmak’la aynı kanaatte
değildi.
Son yıllarda “halkın TRT’si“ haline gelen kanal, Ankara siyasetinde
tartışmalara neden oldu. Örneğin,
BBC Türkçe, İsmail Cem hakkında-
Robert Kolej Tarih Dergisi • 48
ki bir programında şunları dile getirir:
“TRT, İsmail Cem döneminde arabesk müziğe açıldı. Orhan Gencebay
ilk kez bu dönemde TRT ekranlarında yer aldı. Bu değişim CHP tarafından hoş karşılanmadı.” Hali hazırda muhafazakar kesim tarafından
TRT’yi solcu yatağı yapmakla eleştirilen Cem, böylece CHP’den de tepki
almaya başlamış, ne İsa’ya ne Musa’ya
yaranabilmişti.
1975 yılına girilmesiyle, Sadi Irmak’ın TRT sempatisi yeterli olmamış, bakanlar kurulu TRT ve İsmail
Cem’in bütün çalışmalarını denetleyecek bir komisyon kurmakta karar kılmıştı. Ancak TRT kanunlarına göre,
hiçbir başbakan veya onun oluşturacağı komisyon, TRT’de araştırma, soruşturma yapamaz, rapor hazırlayamazdı
(Dündar, 119). Bunda gözetilen amaç:
hükümetlerin TRT’yi baskı altına almasını engellemek.
Komisyonun kuruluşunu takip eden
süreçte, TRT İngiliz yapımı belgesellerle “kültür emperyalizmi pençesine
düşmekle,” (Dündar, 122) sol tandanslı yayın yapmakla, Atatürk ilkelerini tahrip etmekle ve “Türkiyeli” deyimini kullanarak bölücülük yapmakla
suçlandı. Kurumun başındaki İsmail
Cem ise komünizm propagandası yapmaktan, devlet radyo ve televizyonunu
“anarşinin merkezi” yapmaya pek çok
konuda suçlanıyordu. Bu suçlamaların
hepsi dönemin milletvekillerine aitti.
Başbakan Sadi Irmak’ın partiler üstü
“Ben Böyle Veda Etmeliyim”
İsmail Cem
{ Robert Kolej
hükümeti 31 Mart’ta güvenoyu ile
düştüğünde, yerine Süleyman Demirel’in dördüncü hükümeti geldi.
1. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti olarak anılan bu hükümet, en çok
oyu (%33) alan Ecevit CHP’sine karşı
dört partinin birleşmesiyle kurulmuştur. Bu koalisyon hükümeti, adından
da anlaşılacağı üzere, CHP’nin aşırı
sol politikalarından rahatsızdı ve komünizmi bunun sonucunda yakın bir
tehlike olarak görüyordu. MC Hükümetinin kurulması, kendini sol-sağ
spektrumunun solunda gören ve sosyal demokrat olarak tanımlayan İsmail
Cem için TRT’de son günlerinin yaklaştığının habercisiydi.
Meclis Dışında Durum...
Yetmişli yıllarda solculukla, hatta komünist propagandası yapmakla suçlanmak ülkenin tek televizyon kanalı
için iyi bir haber değildi. O sırada İsmail Cem’in basın açıklaması şu şekilde:
“Türkiye’nin ve insanlarının sorunlarına eğilmek, dertlerini sergilemek, televizyon ekranlarıyla radyo mikrofonlarını gerçek sahiplerine, yani halka
açmak bir suçsa, bu benim suçumdur
ve bütün şerefiyle yüklenmekteyim...
Kimi çevreler, TRT’yi Anayasa doğrultusundan saptırmak... halkın sorunlarından uzaklaştırmak, kısaca bizi
kendilerine benzetmek için korkunç
bir kampanyaya girişmişlerdir. Yüce
milletimiz önünde kendilerinden davacıyım.” (Dündar, 130)
Bu açıklama radyoda ve gazetelerde
yayınlanınca, kıyamet kopmuş ve İsmail Cem’in güvendiği halk desteği
gelmiş. Her gününü TRT ile geçiren
televizyonlu evlerin sakinleri, sendikalar, öğretmenler destek telgrafları ve
mektupları yollamaya başlamış.
Kararname ve Danıştay
1975’te MC hükümetinin kurulmasıyla, TRT’de Cem döneminin sonu
başladı. Yeni hükümetle başbakan
yardımcısı olan Necmettin Erbakan,
2 Mayıs’ta “Bu TRT bizim milletimizin ahlakını tahrik ediyor. Solculuk
propagandası yapıyor. Onun için hükümet olarak kesin karar aldık. Size
bugün müjdeyi veriyorum. Kulağınızı
TRT’ye verin, bugün yarın milli cereyanın sesini işiteceksiniz,” dedi. Aynı
gün Cem’in Cumhurbaşkanı Fahri
}
Korutürk’e yazdığı mektubu şu cümleyle bitirdi: “Siyaset, hukuk için daime kötü bir kılavuz olmuştur.” (Dündar, 135)
5 Mayıs’ta, yani İsmail Cem göreve
geldikten 15 ay sonra, hükümet sözcüsü Cem’in görevden alınma kararnamesinin hazırlandığını açıkladı.
Kararnamedeki suçlamalar arasında
“kışkırtıcı ve bölücü olmak” vardı.
Tesadüflerin eseridir ki, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün kararnameyi
imzaladığı gün, Vural Önsel adlı biri
Süleyman Demirel’e yumruk attığında, TRT kameramanları o anı kaydetmişlerdi. TRT yönetim kadrosu,
Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ün olay
hakkında yaptığı “ülkede çatışma çıkaracak kışkırtıcılıkta” açıklamasını
yayınlayıp yayınlamamayı tartışırken,
Anadolu Ajansı gazetelere konu hakkında şöyle bir haber yolluyor: “Vural
Önsel itirafta bulunmuş, Demirel’e
saldırmaya onu teşvik eden kişiler: İsmail Cem, Uğur Alacakaptan, Uğur
Mumcu ve Muammer Aksoy.” (Dündar, 136)
Ajans, kısa süre sonra bu haberi yalanlayan ikinci bir bülten yayınladı.
Bu düzeltmeye rağmen, TRT yönetim
kurulu üyesi, avukat Uğur Alacakaptan ve 1961 anayasasını hazırlayan
komisyonun sözcüsü Muammer Aksoy’un evlerine dinamit atıldı. Hemen
ardından gelen kararname ile, İsmail
Cem 16 Mayıs 1975’te TRT Genel
Müdürlüğü’nden alındı.
“Ben elimden geleni yaptım,
Gerisini siz tamamlayın...”
(Vdea şiirinden)
{ Robert Kolej
Sonraki günlerde, İsmail Cem, üç
hukukçu arkadaşı, Uğur Alacakaptan, Uğur Mumcu ve Adil Özkol ile
beraber Danıştay’a dava dilekçesi hazırlamaya başladı. Görevden alınışın
ardından gelen on dört günlük süreçte, İsmail Cem’in evi TRT’nin haber
müdüründen radyocularına, çalışanların eşlerinden, avukatlara herkesin
ortak karargahı oldu. 30 Mayıs’ta Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı
çıkmasıyla, 5 Haziran’da İsmail Cem
göreve döndü. Ama Milliyetçi Cephe
(MC) Hükümeti, Cem’in göreve dönmesine tepkiliydi.
6 Haziran günü ise TRT binasının
güvenlik sorumlusu İsmail Cem’in binaya girişini özür dileyerek engelledi.
İsmail Cem’e emir aldığını ve uygulamak zorunda olduğunu (Dündar, 141)
söyledi.
Böylece, Türkiye’nin tek kanalı olan
TRT ile hükümetin arasındaki bu
açık gerginlik, Danıştay’ın yürütmeyi
durdurma kararıyla bile çözüme ulaşamadı.
“Milliyetçi Cephe’yle
Bu iş böyle gitmez...”
Bu olayları takip eden günlerde, İsmail Cem, Bülent Ecevit ve Uğur
Alacakaptan’ın arasındaki bir görüşmeyi Cem şöyle anlatıyor:
“...(Ecevit) Tabii’ dedi, ‘yapacağımız
ilk iş, eğer hükümet olursak ki olacağız, budur. Milliyetçi Cephe’yle bu iş
böyle gitmez; ilk iş sizi yeniden TRT
Genel Müdürlüğü’ne alacağız. Elinizde zaten hukuki dayanak var, geleceksiniz ve istediğiniz gibi arkadaşlarınızı
geri getireceksiniz.’” (Dündar, 144145) Ecevit 1977’de meşhur 11’ler hükümeti ile iktidara geldiğinde ise bunu
asla gerçekleştirmedi. Ecevit’in Cem’i
TRT’ye geri getirmemesinin nedenleri tartışılır, ama olayların devamını
İsmail Cem şu şekilde anlatıyor.
“Sayın Ecevit’e ben şunu da söyledim: ‘Ben yeniden gelip TRT’nin
başına geçeyim. Devamlı kalmak için
değil; 3 ay, 5 ay. Benim ihtiyacım en
fazla altı ay. Altı ay içinde ben 2. Kanalı yapacağım, bütün hazırlıklar tamamdı, renkli yayına başlayacağım.’
Her şeyimiz hazırdı, rahmetli Tarcan
Günenç haftalık, günlük yayın programlarını yapmıştı, yani inanılmaz bir
şey! Türkiye’de belki hiçbir iş bu kadar
}
İsmail Cem, Bir Dönem Ayrıca Dışişleri
Bakanlığı Görevinde de Bulunmuştur.
düzenli götürülmemiştir.” (Dündar,
144-145)
İsmail Cem’in planı 1975 Eylül’ünde ikinci kanalın yayınına başlamak,
1976 Temmuz’unda da Olimpiyat yayınlarını renkli vermekken, ilk renkli
yayın denemeleri 1982’de, ikinci kanal
yayını ise 1986’da (TRT) başladı.
O dönem görüş olarak İsmail Cem
ve Ecevit’e yakınlıklarından dolayı
pek çok gazeteci, hukukçu cezalandırıldı, sürüldü. Gazeteci İsmet Solak,
o dönem Erzurum’a gönderildi, TRT
Erzurum Radyosu spikerliği için mesela.
“Çok insan, kendinden çok şey verdi bizim TRT mücadelemiz için. İşsiz kaldılar, sürüldüler, hep kişilikli ve
namuslu oldukları için.... Yani perişan
oldu insanlar, ‘Bir gün Ecevit Başbakan olacak ve biz de Cem’le birlikte
devam edeceğiz’ diye. Fakat Sayın
Ecevit, ‘Yapamam’ dedi.” (Dündar,
145)
***
Görüldüğü üzere, basın özgürlüğü
Türkiye’de yeni alevlenmiş bir tartışma
değil. TRT’nin 1974-75 yıllarındaki
çalkantılı dönemi, Türkiye’de televizyon haberciliğinin bağımsızlığının ilk
büyük sorgulanmasıydı belki de. Devlet ile TRT arasındaki bu çatışmanın
başrol oyuncusu İsmail Cem olsa da,
gazeteciliğin, basının verdiği mücadele birçok kanal ve kişi üzerinden uzun
süre daha devam etti, ediyor.
İsmail Cem, uzun bir gazetecilik
kariyerinden sonra, 1987’den 2002’ye
49 • Robert Kolej Tarih Dergisi
önce Sosyaldemokrat Halkçı Partisi (SHP) ile, sonra da Demokratik
Sol Parti (DSP) milletvekilliği yaptı.
1995’te Kültür Bakanı, 1997-2002
arasında ise Dışişleri Bakanı oldu. Dışişleri Bakanı’yken başta Yunanistan
olmak üzere komşu ülkelerle barışı korumaya önem verdi ve Avrupa Birliği
sürecine katkıda bulundu. Yunanistan
Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ile
beraber Filistin-İsrail krizi sırasında
bölgede uzlaşma için uğraşmışlardı
(Karakaş). Cem, 24 Ocak 2007’de ise
akciğer kanserinden vefat etti.
Yazıda adı geçen Muammer Aksoy
1990’da evinin önünde kurşunlanarak,
Uğur Mumcu 1993’te arabasına konulan bomba ile, Cem’in amcası Abdi
İpekçi ise arabasında vurularak öldürüldü.
* * *
İsmail Cem, Türkiye siyasal tarihinin görece az bilinen ama o tarihe çok
katkısı olmuş bir isim. Can Dündar’ın
derlediği “Ben Böyle Veda Etmeliyim”
söyleşi kitabı Robert Kolej kütüphanesine bulunuyor, hem de babası gibi
Robert Kolej mezunu olan İpek Cem
Taha’nın okula hediyesi.
“Filleri kuyruğundan çekerek
Tepeleri aşırtmaktı görevim
Günler bitti filler tükenmedi
Ben elimden geleni yaptım
Gerisini siz tamamlayın.”
(“Veda” şiirinden)
İsmail Cem
New York, 1995
Kaynakça:
Dündar, Can. Ben Böyle Veda Etmeliyim- İsmail Cem Kitabı. İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
2008. Print.
Milliyet [İstanbul] 3 Mar. 1974: 9.
Milliyet Gazete Arşivi. Web. Jan 2016.
Arşiv Odası: İsmail Cem, 1974. BBC
Türkçe, Youtube. 5 Feb. 2015. Video.
“TRT Kilometre Taşları: 1975.”
TRT. TRT. Web. 28 Mar. 2016.
Karakaş, Ercan. “İsmail Cem: Türkiye’nin ve Solun Önemli Değeri. Milliyet Haber. 25 Jan. 2016. Web. 28 Feb.
2016
Robert Kolej Tarih Dergisi • 50
{ Robert Kolej
}
American Collegiate Institute (ACI) ve American
College for Girls’ün (ACG) Cumhuriyetin İlk Yıllarında
‘Yeni Kadın’ın Yaratılışına Katkıları
Tayfun Gür
Yazar: Faith J. Childress
Çeviren: Tayfun Gür
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında, hükümetin millileştirme ve laikleştirme projeleri kapsamında kadınlarla ilgili pek çok reform yürürlüğe
koyuldu. Atatürk, birkaç konuşmasında eğitimin nasıl “yeni” Türk kadınını
yaratmaya yardım edeceğinden bahseder. Örneğin 1923 tarihli bir konuşmasında, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini kabul etmesine rağmen,
kadınların bunların ötesine gitmeleri
gerektiğini savunur:
“Bilinmektedir ki, her safhada olduğu gibi toplum hayatında dahi görev
bölümü vardır. Bu genel görev bölümü arasında kadınlar kendilerine ait
olan görevleri yapacakları gibi aynı
zamanda toplumun refahı, saadeti için
gerekli olan genel konulara da dâhil
olacaklardır.” [1]
Ve:
“Bugünün anaları için, gerekli özellikler taşıyan evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü yaşam için faal bir
unsur haline koymak, pek çok yüksek
özelliği kişiliklerinde taşımalarına
bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok aydın, daha
çok verimli, daha fazla bilgili olmak
zorundadırlar.” [2]
Atatürk, Türk kadınının ‘bilim ve
sanat konularında eğitim görmesine’ olan ihtiyacı ortaya koydu ve zamanla ‘bilimsel, entelektüel, sosyal ve
ekonomik hayatın pek çok alanında’
Avrupalı kadınları geçeceklerini öngördü. [3] Bu bağlamda iki yabancı
özel okul, İzmir Amerikan Koleji (American Collegiate Institute,
ACI) ve İstanbul’daki Amerikan Kız
Koleji (American College for Girls,
ACG) erken Cumhuriyet döneminde
(1923-38) yeni Türk kadınının yaratılışında önemli bir rol oynadılar. Bu
yazıda da tartışılacağı üzere, bu okullar eğitimli eşler ve anneler üretme
odağının ötesine geçerek, Kemalist
retoriği pek çok yönde aşan kadınlar
yetiştirdiler. Bu iki kurumun tarihine
kısa bir bakıştan sonra yazı, okulların
Kemalist rejimin Batılılaşma projesini
hem destekleyip hem de aşan eğitim
hedeflerini ve müfredatlarını ele alacak. Son olarak da Kemalist retoriği
örneklendiren kimi mezunlar yoluyla
okulların yeni Türk kadınını yaratmadaki başarılarını sergileyecek.
Amerikan Yurtdışı Misyon Komisyonu Yönetim Kurulu (The American
Board of Commissioners for Foreign
Missions) (the American Board) [4]
ACI ve ACG’yi 1870’lerde kız çocuklarını eğitme hedefinin bir parçası
olarak kurmuştu; bu kızlar yasal olarak temel eğitim görme hakkına sahip
olmalarına rağmen, çoğunlukla resmi
bir eğitimin faydalarından yararlanmıyorlardı. [5] Kurul, 1800’lerin sonlarında Türkiye’nin farklı yerlerinde
çeşitli okullar açarak eğitimsel ve dini
amaçları birleştirmiş oldu. Yirmin-
ci yüzyılın ilk yıllarına gelindiğinde,
Ermeni Protestan Kilisesi Dernekleri’nin (Armenian Evangelical Unions) ve American Board’un çabaları
Anadolu’da 20,000’i aşkın öğrencinin
kayıtlı olduğu 337 tane misyoner okulunun kurulmasıyla sonuçlanmıştı. [6]
Başlangıçta hedef kitleleri Gayrimüslim nüfus olan bu kurumlar, Birinci
Dünya Savaşı’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının sonrasında odaklarını Müslüman öğrencileri
eğitmeye kaydırdılar. [7] Okulların
öğrenci kitlesinde zamanla Müslümanlar büyük ölçüde çoğunluğa geçtiler, ama belli bir derece çeşitliliği
sürdürecek kadar Gayrimüslim azınlık grup da muhafaza edildi.
Başlarda okyanus ötesine gönderilen
misyonerlerin çoğu erkekti. Misyon
alanında faaliyet gösteren kadınlar
da çoğunlukla erkek misyonerlerin
eşleriydiler. On dokuzuncu yüzyılın
sonuyla birlikte bekâr kadınların misyoner olmaları artan bir şekilde kabul
görmeye başladı. Bu değişim, Mount
Holyoke ve Wellesley gibi, mezunları misyonerlik çalışmalarına eğitimci
olarak katılan Amerikan kadın kolejlerinin müfredatlarında hizmet ala-
Amerikan Kız Koleji
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
{ Robert Kolej
}
Amerikan Kız Koleji
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
nına verilen yeni önemi yansıtıyordu.
1915 yılına gelindiğinde, American
Board misyonerlerinin yüzde 63’ü kadındı. [8]
Benzer bir şekilde, Türk kadınlarının
eğitimi American Board için bir öncelik haline geldi. Kurul, ülke çapında
Merzifon, Harput (bugünkü Elazığ),
Maraş, Talas, İzmir ve İstanbul gibi
yerlerde ‘Yakın Doğu’da kadınların
özgürlüklerine kavuşmalarına katkıda bulunmanın’ bir yolu olarak kızlar
için okullar kurdu. [9] İstanbul’daki
ACG [10] ve İzmir’deki ACI bu kız
okullarından en çok göze çarpanlarındandılar.
İstanbul, Türkiye’deki en büyük
American Board merkezinin bulunduğu yerdi ve ACG (kuruluşu 1871)
Türkiye’deki kadınlar için en önde
gelen okullardan biri oldu. Massachusetts eyaleti, 1890 yılında okulu
lisans seviyesinde eğitim veren onaylı
bir Amerikan kurumu olarak tanıdı.
[11] Ancak 1908’de okul, ACG’nin
o zamanki müdürü Mary Mills Patrick’in söylediğine göre Kurul’un
‘dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için en iyi şekilde ortak çalışmak
konusunda’ okulun öğretim üyelerine
kıyasla ‘daha dar bir görüşü olduğu’
için, American Board ile ilişkilerini
kesti. Patrick ayrıca Kolej’in kaynak
ihtiyaçlarının American Board’un
sağlama yeterliğini aştığına inanıyordu. [12] 1920’lere gelindiği sıra-
da, okul Yakın Doğu Kolejleri Bağış
Fonu (Endowment Fund of the Near
East Colleges) tarafından maddi olarak destekleniyordu. Bu organizasyon,
aralarında Robert Koleji, ACG ve
Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin de
bulunduğu Yakın Doğu’daki altı tane
Amerikan kolejine destek sunmayı
amaçlayan bir hayır kurumuydu. [13]
Söz konusu fon, Harvard, Dartmouth,
Radcliff, Vassar, Wellesley, Ohio University, Skidmore College, Western
College for Women ve Mount Holyoke’tan grupların katkılarıyla destekleniyordu.[14]
Maria West, ACI’ı 1878’de İzmir’de
American Board’un yardımlarıyla
kurdu. Diğer American Board okulları gibi, ACI da başlangıçta Gayrimüslim topluluklara hizmet etti. 1919
yılında ACI, kızların eğitimi için yerel
taleplere cevaben, sadece Müslüman
Türk öğrenciler için, ilk yılında kayıtlı öğrenci sayısı (kızlı erkekli) 60’a
ulaşan yeni bir bölüm açtı. İzmir’in
büyük kısmı gibi okul da Kurtuluş
Savaşı sırasında ağır acılar çekti. Olive Greene’in önderliği altında 1923’te
Göztepe’de Müslüman ve Gayrimüslim kızlar için karma bir okul olarak
tekrardan açıldı. [15] Günümüzde
ACI, American Board ile sembolik
bir bağlantıyı sürdürmekte ama Sağlık ve Eğitim Vakfı (SEV) tarafından
idare ediliyor. [16]
Bu iki okulun kurulduğu dönem-
51 • Robert Kolej Tarih Dergisi
de Amerikan misyonerlerinin odağı
değişmeye başladı; ‘doğrudan evanjelizm’in, yani İncil’i yaymanın yerini
Amerikan kültürel ve dini değerleriyle doldurulmuş bir eğitim sunmak
gibi hizmetler aldı. [17] ACG’nin
1890’dan 1924’e kadar müdürlüğünü yapan Mary Mills Patrick (18501940) gibi Amerikalı kadın eğitimciler kendilerini misyoner değil,
eğitimci olarak görüyorlardı. [18]
Buna rağmen, Carolyn Goffman’ın da
gösterdiği gibi, okuldaki birinci nesil
Amerikalı ve Avrupalı idareciler ve
öğretim üyeleri, eğitim hedeflerinin
Batılılaştırma ve Hıristiyanlığı yayma amaçlarıyla ayrılmaz bir bütün
olduğu kanısından hiçbir zaman tamamen muaf olmayacaklardır. Öğretim kadrosu görevlerini, öğrencilerine
Hıristiyan değerler ve Batılı kültür
olduğunu düşündükleri şeyleri aşılamak olarak görüyorlardı. [19] Okullar
dini propaganda odaklı olmadıklarını iddia etmelerine rağmen, bulgular
1930’lu yıllarda bile hükümetin ve
halkın okullara misyoner köklerinden
dolayı ve öğretim kadroları Batılı eğitim sistemlerinden ve Hıristiyan kültürlerden geldiklerinden ötürü belli
bir derece güvensizlik ile bakmaya
devam ettiklerini gösteriyor.
Öğrenci nüfusunun yapısı aynı zamanda savaş ve siyasetin bir sonucu
olarak da, Osmanlı İmparatorluğunun ve erken Cumhuriyet döneminin
çalkantılarını yansıtacak şekilde değişti. Mary Mills Patrick’in hatırladığına göre, II. Abdülhamit döneminde
Müslüman kızların yabancı okullarda
okuması yasaklıydı. Birinci Dünya
Savaşından önce öğrenciler Osmanlı İmparatorluğunun çok çeşitli etnik yapısını yansıtmaktaydılar—tabii
Müslüman halk hariç—ve Ermeni,
Rum, Yahudi cemaatlerinin yanında
muhtelif Avrupa milletlerini de temsil ediyorlardı. [20] Bu demografikler Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş
Savaşı’nın sonucunda büyük ölçüde
değişti. Okullar öğrenci nüfuslarının
çeşitliliklerini hala büyük ölçüde koruyorlardı ama sözü geçen savaşların
ve Cumhuriyetin ilanının (1923) sonrasında Türk öğrenci sayısı, ülke nüfusunun yeni gerçekliğini yansıtacak
şekilde bir artış gösterdi. Örneğin 20.
{ Robert Kolej
Robert Kolej Tarih Dergisi • 52
Amerikan Kız Koleji - Gould Hall’dan Köprü’ye İnen Yol
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
yüzyılın başında106 öğrenci arasında
yalnızca yedi Türk öğrenciye karşın,
1923-24’te ACG’nin 306 toplam öğrencisinin arasında 49 tane Müslüman
Türk öğrenci bulunuyordu. 1930’a gelindiğinde, Türklerin sayısı 435 öğrencide 245’e çıkmıştı. [21] Benzer bir
şekilde, savaşların sonrasında ACI’ın
öğrenci nüfusu ağırlıklı olarak Türk
vatandaşlarından oluşuyordu. 1924
yılına gelindiğinde, 81 öğrencinin 78’i
Türk vatandaşıydı. Bir yıl sonrasında
ise 128 öğrenci arasında Türk vatandaşlarının sayısı 118’di. [22]
Cumhuriyetin ilanı, Amerikan okulları ve Türkiye hükümeti arasındaki
ilişkide yeni bir dönemin başlangıcı
oldu. Osmanlı’nın son dönemlerinde,
yabancı özel okullar ademi merkeziyetçi bir Osmanlı eğitim sistemi içerisinde şöyle ya da böyle özerk bir şekilde işlev görmekteydiler. Özel okullar
1915’ten itibaren Maarif Nezareti’nin
himayesi altına girmiş olsalar bile, uygulamada cumhuriyetin ilanına dek
bağımsızlıklarını korudular. [23] 1924
yılında Tevhid-i Tedrisat Kanununun
kabulü ile Gayrimüslimler ve yabancılar tarafından idare edilen özel okullar
da dâhil ülkedeki bütün eğitim Milli
Eğitim Bakanlığı’nın merkezi kontrolü altına girdi. [24] ACG’nin lisans
seviyesinde diploma veren bir kurum
olmaktan çıkışı ise hiçbir özel okulun
‘üniversite seviyesinde eğitim vermeye
devam edemeyeceği’ yönündeki 1924
}
tarihli yeni bir düzenleme ile oldu.
[25] Böylece ACG’nin resmi kurumsal statüsü, ABD’deki ‘junior college’
ile denk olan liseye dönüştü. Artık
diplomalar Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı adına verilmeye,
1938’e gelindiğinde ise sadece Türkçe
basılmaya başlanmışlardı. [26]
Amerikan okulları ve Türkiye hükümeti arasındaki ilişki, hükümet düzenlemeleri ve talepleriyle okulların
dini ve eğitimsel amaçlarının dengesi ikilemi üzerinde yürümekteydi.
Hükümetin düzenlemelerinin uygulanacağı konusunda pek bir şüphe
yoktu, tahminen okulların hayatta
kalmaları, boyun eğmelerine bağlıydı.
ACI’nın Müfredat Programı öğrencilerin ‘davranışları, çalışmaları veya
kayıtları için gerekli koşulla ile ilgili bütün hükümet yönetmeliklerine’
uymaları gerektiğini; [27] ayrıca dakik olmaları, derslerine özen göstermeleri, itaatkâr olmaları, okul içinde
ve dışında incelikli ve uygun şekilde
davranmaları gerektiğini söylüyordu.
ACG’nin 1931-1932 arası vekâleten
müdürü olan Marion Talbot, Mütevellilere verdiği bir raporda okulun
Türk hükümetiyle olan ilişkisini ‘belirgin biçimde dostane’ olarak tanımlamış ve Kolej’in ‘hükümet tarafından
belirlenmiş kuralları, kimi yönleriyle
Amerikan verimlilik standartlarıyla
ve eğitim yöntemleriyle tam olarak
uyumlu olmamalarına rağmen, titizlikle takip ettiğini’ belirtmişti. Bu
noktada örneğin ‘tüm Türk öğrenciler
için olan tatillerin sıklığı ve düzensizliğine’ dikkat çekmişti. Talbot’un
gözlemlerine göre ACG, Cumhuriyet
hükümetini destekleme sorumluluğunun tamamıyla farkındaydı ve sırası
geldiğinde ‘kadınların eğitimine katkı
sağlamak ve ilerici bir ruhla çalışmalarına devam edebilmek için gereken
hareket özgürlüğünün kendisine sunulacağını’ umuyordu. [28]
Cumhuriyet ile birlikte, bürokrasinin dolambaçları içerisinde
yol alabilmek için Türk kadro giderek
daha da önemli olmaya başladı. ACG
Türk Müdür Yardımcısı pozisyonunu
yaratırken, ACI de nihayetinde bir
Amerikan yönetici ve Türk müdürde
karar kıldı. Vergilendirme ve yeni eğitim düzenlemelerinin benimsenmesi
{ Robert Kolej
gibi belirli politikalar konusunda bu
Türk idarecilerin okullar ve hükümet
arasında oluşturdukları bağlantı çok
önemli bir hale geldi. Örneğin ACG,
en büyük gelir kaynağı olan parasal
bağışların vergilendirilmesinden ve
aynı şekilde 1938’de hükümetin en
sonunda okulun ‘kamu öğretimini
ileriye götürdüğünü’ kabul etmesiyle
emlak vergisinden muafiyet elde etti.
[29] Bununla beraber, aşağıda da anlatıldığı üzere, okulların öğretim kadrosu hala büyük bir çoğunlukla Batılı
kalsa da, hükümet tarafından dayatılan yeni zorunluluklar müfredatlarında düzenlemeye gitmelerini ve belli
bir sayıda Türk vatandaşı öğretmen
çalıştırmalarını gerektirdi. Bu şekilde
okullar, genç kadınları Türk devletinin
hedefleriyle uyuşan bir biçimde yetiştirmeye çalışırlarken, aynı zamanda
kendi eğitim ve hizmet görevlerinin
gereklerini de karşılamak için didindiler.
Cumhuriyetin ilanından sonra Amerikan okullarının öğretim kadrolarındaki Türklerin sayısı, devlet tarafından
dayatılan zorunluluklar ve düzenlemeleri yansıtacak şekilde arttı. Ancak
esas itibarıyla, okulların öğretim kadroları büyük çoğunlukla Amerikalı ve
Avrupalı kadınlardan oluşuyordu, ama
iki okul da Türk erkekleri öğretmen ve
idareci olarak çalıştırmaya başladılar.
Kadın öğretim üyelerinin çoğu üniversite mezunuydu, pek çoğunun
yüksek lisans derecesi vardı ve Mary
Mills Patrick [30] gibi kimileri de
doktora yapmışlardı. Birçoğu öğrencilerin küresel misyonerlik faaliyetlerine
katılmaya teşvik edildikleri Wellesley,
Smith ve Mount Holyoke gibi önde
gelen Amerikan kadın okullarında
eğitim görmüşlerdi. [31] Wellesley’in
‘Yardım edilmek değil, yardım etmek
için’* şeklindeki sloganı bu okulların
mezunları için öngördükleri görevi
açık bir dille ifade ediyor. Uzun bir
süre ACI’da öğretmenlik yapan Olive Greene (bkz. aşağıda) Wellesley
mezunuydu ve okulunun hedefini,
sloganı “Öğrenmek için girip, hizmet etmek için ayrıl.” olan ACI’da
takip etti. [32] Columbia, Cornell ve
Stanford gibi daha büyük üniversitelerden gelen öğretmenler de vardı.
ACG’de öğretim üyeliği ve dekanlık
}
53 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Amerikan Kız Koleji - Gould Hall Önü
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
yapan (1924-1950) Eleanor Burns’ün
(1883-1952) Cornell’den lisans derecesi ve Lafayette College’dan bilim
doktoru derecesi (D.Sc.) bulunuyordu. ACG’ye gelmeden önce üç sene
Wellesley’de de ders vermişti. ACI’da
öğretim üyesi ve idareci olan Edith F.
Parsons (1878-?) Stanford Üniversitesi mezunuydu.[33] Öğretim kadrolarında ayrıca İstanbul Üniversitesi,
Sorbonne, Oxford, Moskova Konservatuarı, Leipzig Üniversitesi ve Toronto’daki Queens College gibi saygın
kurumlardan gelenler de vardı. [34]
Amerikan okullarının ev sahipliği
yaptıkları bu pek çok iyi eğitimli kadın iftihar edilmeyecek gibi değillerdi.
İleri düzey dereceleri onları yalnızca
Türkiye’de değil, Amerika’da dahi eşsiz kılıyordu. Meslek seçimleri, yani
öğretmenlik, dönemin eğitimli kadınları arasında yaygın olsa da bu kadınları özel kılan iki etken, evlenmek
yerine mesleki hayatlarını sürdürmeyi
ve de bunu memleketlerinden uzakta
yapmayı seçmiş olmalarıydı. Çalıştıkları sırada evlenen kadın öğretim
üyeleri genellikle bu okullardan ayrılıyorlardı. Böylelikle, kültürleri evlenmelerini ve çocuk yapmalarını bekleyen, hükümetleri ise aile kurma ve
bakımını üstlenme rollerinden ileriye
gitmelerini öğütleyen ama kadınlar
için eğitimi gelecek nesillere karşı bir
sorumluluk olarak dile getiren genç
kadınların eğitiminin sorumluluğunu,
Robert Kolej Tarih Dergisi • 54
bu iyi eğitimli ve evlenmemiş kadınlar
yüklenmiş bulunuyordu. [35]
Bu kadın öğretim üyelerini örneklendiren bir kişi Olive Greene’di.
(1882-1966) ACI’a, Wellesley’den
mezuniyetinden sonra 1919’da katılan
ve orada 1953’te emekli olana kadar
kalan Greene, ilkin 1923-25 ve ikinci
olarak 1945-48 yılları arasında olmak
üzere iki dönem okul müdürlüğü yaptı. Greene’in 1920’ler ve 1930’lardan
kalma fotoğrafları ince uzun, atletik
görünüşlü bir kadın olduğunu gösteriyor. [36] Amerikan okullarındaki pek
çok eğitimci gibi o da felsefe, edebiyat
ve kompozisyon, cebir gibi çeşitli konularda dersler verdi. [37] Greene’in
1930-1933 yılları arasında ders planlarını kaydettiği not defteri, her öğretmenin tecrübe ettiği hüsran ve zafer
duygularını yansıtırken aynı zamanda
o dönemde olayların nasıl işlediğine dair bir tanıklık sağlıyor. Örneğin
sinirlerini bozan bir grup öğrenciyle
ilgili olarak ‘Anlıyorlar, ama dikkatsiz ve düşünmeye isteksizler,’ şeklinde bir not düşmüş. [38] Onları daha
sıkı çalışmaya teşvik etmek için ‘İki ay
boyunca 6. sınıf gramerinde çuvallamamızın ardından öğretmenimizin
tahmini düşünceleri’ konulu bir yazı
yazmalarını istemiş. Bir süre sonra ise,
aynı sınıfın öğrencilerinden iftiharla
bahsettiği görülüyor: ‘Dört dörtlük
bir sınav sonucu çıktı, düşünüyorum
da bu belki de başından beri fena gitmediklerini gösteriyordur.’ [39]
Ara sıra yaşadığı can sıkıntılarına
rağmen Greene’in öğrencilerine, onların başarılarına ve okula içtenlikle önem verdiği aşikâr. Örneğin, lise
sınıfları arasındaki rekabeti çözmek
için okula bağlılık konulu tartışmalar
düzenlemiş. [40] Öğrencilerini arazi
yürüyüşlerine çıkararak fırsattan istifade kendisiyle ve aralarında İngilizce
konuşmalarını istemiş ve okul dergisi
için makaleler yazılmasında onlarla
beraber çalışmış. [41] Kompozisyon
derslerine Türkiye temalı konuları da
katmak adına öğrencilerinden, mesela
Amerikan tatillerini ve üstüne kendi
tatillerinden de bir tanesini anlatan ve
benzeri türden yazılar yazmalarını istemiş. ACI’ın ilk mezunlarından biri
olan Leman Avni Başa (ACI 1928)
Greene’in öğrencilerine ve okula olan
{ Robert Kolej
}
Kız Öğrenciler Askerlik Dersi Kapsamında Silah Kullanımı da Öğreniyorlardı
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
bağlılığını şöyle özetliyor: ‘Okulumuzda hiçbir şey mükemmel değildi;
tabii ki onun enerjisi, metaneti ve coşkunluğu dışında.’ [42] Greene’in işine
yaklaşımı, bu okulların akademik ve
Batılılaştırma hedeflerini destekleyen
ve hayatlarını yeni Türk kadınını yaratmaya adayan pek çok öğretim üyesi
tarafından aynı şekilde sergilenmekteydi.
Cumhuriyet rejiminde eğitim sisteminin merkezileştirilmesiyle birlikte
yabancı okulların müfredat ve politikalarının devlet politikaları ve beklentileriyle uyuşmaları gerekiyordu. Müdür olarak görev süresinin sonunda,
Osmanlı yönetimi altında da hükümet politikalarına uyumuyla bilinmeyen Mary Mills Patrick, Cumhuriyetin gitgide daha da merkezîyetçileşen
politikalarını ACG Mütevelli Heyetine şöyle rapor etti: ‘Türkiye’deki
mevcut yasalar, bütün okul ve üniversitelerin tatiller, eğitimin genel seyri,
sınavlar ve sıradan akademik hayatın
diğer detayları bakımından hükümet
kontrolü altında olmalarını zorunlu
tutuyor.’ [43] Okulların resmi olarak
tanınan lise diplomaları verebilmeleri
ve öğrencilerinin (sonradan Olgunluk
sınavı adını alan) üniversite sınavlarına girmeye hak kazanabilmeleri için
bazı koşulları yerine getirmeleri gerekiyordu. Yeni koşullara uymak okulların müfredatlarını etkiledi, en büyük
değişiklikler ise devlet tarafından şart
kılınan Türkçe öğretim zorunluluklarının sonucunda gerçekleşti.
[1931 Türk Kültürel Programı tarafından talep edilen değişiklikler Amerikan okullarının müfredatlarında
ciddi gözden geçirme ve düzeltmelere
sebep oldu. Hükümet bütün okullarda Türkçe olarak ve Türk vatandaşı
öğretmenler tarafından Türk Tarihi,
Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgisi derslerinin verilmesi yönünde talimat verdi.
1930’ların ortalarında programa Sosyoloji ve Askerlik Bilimi de eklendi.
[44] ACI ve ACG’de önceleri İngilizce olarak verilen Sosyoloji, ‘görüş
oluşturan bir ders’ olduğu gerekçesiyle
artık Türkçe veriliyordu. [45] Orta
ikinci sınıfa ve daha sonra hazırlık
programına eklenen askerlik bilimi
de Türkçe olarak ve Türk vatandaşları tarafından verilmek zorundaydı ve
sadece Türk öğrencilere açıktı. [46]
Ayrıca hükümet öğretmenlerin bu
dersler için sadece hükümet onaylı
ders kitapları kullanmalarını zorunlu
tutuyordu. Hem kızların hem de oğlanların Askerlik Bilimi eğitimi almaları gerekiyordu ancak kızlar kampa
gitmekten ve tatbikatlardan muaftılar.
Yasal düzenlemeler yabancı okullarda
Türk vatandaşı olmayan öğrencilerin
‘kendi dillerinde Tarih, Coğrafya ve
Yurttaşlık Bilgisi üzerine ayrı dersler’
almalarına izin veriyordu. Türk öğrencilere açık olmayan bu ayrı derslerde
kullanılacak ders kitaplarının Milli
{ Robert Kolej
}
Amerikan Kız Koleji Öğrencileri Ms. Patrick’in Portresiyle Birlikte Fotoğraf Çektirirlerken
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
Eğitim Bakanlığı tarafından onaylanması gerekiyordu. [47]
Türk Kültürel programına uyum
sağlayan Amerikan okulları, artan
Türkçe gerekliliklerini yerine getirirken aynı zamanda İngilizce öğretimlerini de muhafaza etme zorluğuyla
karşı karşıya kaldılar. Örneğin ACI
1927 müfredatında Coğrafya, Matematik ve Fen Bilgisi derslerini ilk üç
sınıfta Türkçe olarak verdikten sonra,
dördüncü sınıfta İngilizce kitaplara
geçiyordu. [48] Ancak Türk Kültürel programı ile birlikte artık bütün
Türkçe derslerin metinlerinin devlet
tarafından onaylanması gerektiği için
bu uygulama değişmek zorunda kaldı.
Okullar Türkçe öğretim gerekliliklerini karşılayabilmek için sundukları
seçmeli dersleri yeniden şekillendirme
yoluna başvurdular. Kimi dersler ortadan kalkarken, bazı seçmeli dersler
zorunlu dersler haline geldiler. Artan
Türkçe ders saatlerine rağmen ACG,
öğrencilerine mümkün olduğu kadar çok İngilizce öğretim verebilmek
amacıyla zorunlu Fransızca derslerini azaltmak, seçmeli ders saatlerini
zorunlu İngilizce Edebiyat, Sosyoloji
(1930’ların sonlarına dek) ve Felsefe
dersleriyle değiştirmek gibi yollara
başvurdu. Böylece, Dekan Eleanor
Burns’ün deyişiyle ‘bütün öğrencilerin
İngilizcenin kelime dağarcığını edinmeye devam etmeleri’ sağlandı. En
sonunda okul, Türk devlet okullarının
üç yıl ortaokul ve üç yıl lise şeklindeki
program uzunluklarıyla daha uyumlu
olabilmek için hazırlık seviyesinden
iki yılı kaldırdı. [49] Bu değişikliğin
amacı, ACG öğrencilerinin eğitim
sistemi içerisinde devlet okullarındaki akranlarıyla aynı adımlarla ilerlemelerini sağlamaktı. [50] Bu kolay
bir iş değildi çünkü dönemin devlet
düzenlemeleri oldukça değişkendi ve
hükümetin yeni ıslahatlarıyla birlikte
bu değişiklik, sürekli bir seyir izliyordu. Aynı raporda İsviçreli Profesör
Malche’ın müfredatını değerlendirmek amacıyla İstanbul Üniversitesi’ne
olan ziyaretinden de bahseden Burns,
üniversite seviyesindeki herhangi bir
değişikliğin lise seviyesi müfredatta
da bazı değişiklikleri gerekli kılacağını öngörüyor. [51]
Hükümet ayrıca bütün özel liseler
tarafından uyulması beklenen standardize edilmiş bir müfredat da hazırladı. Müfredattaki dersler arasında
Türkçe Edebiyat, Tarih ve Coğrafya,
Felsefe ve Psikoloji (tek bir ders olarak), Matematik, Doğa Bilimleri, Fizik, Kimya, Beden Eğitimi, Yurttaşlık
Bilgisi, (Türk Kültürel Programı ile
sonradan eklenen) Askerlik Bilimi ve
Yabancı Dil vardı. Türk sistemi az sayıda seçmeli ders içeren, büyük ölçüde
belirlenmiş bir planı takip ediyordu.
Ayrıca hükümetin programı, üniversite okumak isteyen öğrencilerin lise
son sınıfta Felsefe, Mantık, Biyoloji,
55 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Kimya, Fizik, Matematik ve Çevirmenlik derslerini almalarını zorunlu
tutuyordu. [52] Yabancı okullara yeni
gereklilikleri yerine getirmeleri için
tanınan süre bir yıldı. Müfredatları etkileyen bir başka değişiklik de hükümetin 1933 yılında getirdiği, tüm lise
mezunlarının İstanbul Üniversite’sine
kaydolabilmek için Lise Bitirme Sınavı’nı (Baccalaureate Exam) geçmeleri gerektiği kuralıydı. [53]
ACG yeni lise gerekliliklerine yine
programında düzeltmelere ve kısaltmalara giderek uyum sağladı. Kolej’de
sunulan seçmeli derslerin 1923-24’te
100 olan sayıları 1940’ların sonlarına gelindiğinde 26’ya düşmüştü. Bir
1923-24 yılında mezuniyet için doldurulması gereken minimum 72 kredinin 21’i seçmeli derslerden oluşurken, 1948’e gelindiğinde 98 kredinin
yalnızca 2’si seçmeli ders olabiliyordu.
1920’lerin ortalarından 1930’ların
ortalarına kadar kaybedilen seçmeli
dersler arasında Antik Diller ve Edebiyat, Müzik ve Sanat Takdiri, İncil
Edebiyatı ve çeşitli biyoloji seçmelileri de vardı. [54] Lise Bitirme Sınavı’nın zorluğuna karşı ACG zorunlu
kimya, biyoloji, fizik ve matematik
derslerinin sayısını lise programının
geneline yaymak usulüyle bir yıldan
iki yıla çıkardı. Değişiklikler o kadar
kapsamlıydı ki Dekan Burns, eklenen
matematik ve fen bilgisi derslerinin
‘başka alanlarda ortalama seviyede
bile olsa çalışma yapan öğrencilere
neredeyse engel teşkil edeceğini’ gözlemlemişti. [55]
Müfredat değişimlerinde ekonomik
nedenlerin de payı vardı. 1930’larda
Büyük Buhran’ın ilerleyişi okulların
ABD’den gelen yardımların azalışına ve öğrenci kayıtlarının düşüşüne
karşı çalışmaları gerektiği anlamına
geliyordu. Bunun da yanında, yeni
devlet zorunluluklarına uymaya çalışmak ACG ve ACI gibi yabancı
okullara, yükselişe geçmiş ve ücretsiz
olan devlet kontrolündeki eğitim sistemine karşı rekabetteki avantajlarının bir kısmını kaybettirmişti. Robert
Koleji** ve ACG’nin beraber olarak
müdürlüğünü yapan ilk kişi olan Paul
Monroe (1932-35), Mütevelli Heyeti’ne bir raporunda zekice bir gözlem
yaparak Cumhuriyet hükümetinin
Robert Kolej Tarih Dergisi • 56
eğitim sistemini kalkındırması ve kızlar için eğitim sağlamasının ACG’nin
kurulma prensiplerini kucaklar nitelikte olmakla beraber, aynı zamanda
okulun bu yeni sistem göz önünde
tutulduğunda ‘işlevinin gitgide küçülmesi ve kayıt ücretleriyle gördüğü
destekte hızlı bir düşüş yaşanması’ anlamına geldiğini söylüyordu. [56] Üç
yıl sonra Monroe, Mütevelli Heyeti’ne
ACG kayıtlarındaki düşüşe neden
olan bir başka etkenin de yükselişe
geçen milliyetçilik olabileceğini rapor
etti. Monroe’ya göre ‘programlarını
ulusal eğitim sistemi ile uygun olmaları için yeniden düzenlemek nispeten
kolay bir iş olsa bile, gizli politik veya
din değiştirtmeye yönelik emellerinin
olmadığı yönünde devlet ve halk görüşünü değiştirmek fazlasıyla zor bir
işti.’ [57] Kısacası Amerikan okulları ve Türk hükümeti kızların eğitim
görmeleri gerektiği konusunda hemfikir olmalarına rağmen, hükümet reformlarının yabancı okulların öğrenci
çekme yetileri üzerinde olumsuz bir
etkisi oluyordu.
Genç kadınlara bir evi idare etmek
ve ailelerinin bakımını üstlenmek konusunda eğitim verilmesi, Amerikan
okulları ve devlet tarafından paylaşılan bir hedefti. Amerikalı öğretim
üyeleri de benzer bir eğitimden gelmekteydiler. Amerika’da kadınlara
eğitiminin ilk savunucuları, kadınların
daha iyi eşler ve anneler olabilmeleri
ve gelecek nesillerin yetiştirilmesine
katkı sağlayabilmeleri için eğitim almalarının şart olduğunu ileri sürüyorlardı. [58] Bu mantık, ev ekonomisi ve
idaresi dersini kızlar için eğitimin temel dayanak noktalarından biri olarak
yerleştiriyordu. Bu eğitim şekli, ev işi
becerilerini profesyonelleştiriyordu ve
kadınlar, aileler ve toplum için hayırlı
bir şey olarak pazarlanıyordu. [59]
Kemalistlerin ev ekonomisi dersini kızların eğitiminde bir olmazsa
olmaz olarak görmeleri Amerikan
uygulamalarıyla oldukça benzer bir
çizgideydi. Kemalist retorik kadınları
ev idarecisi, eş, anne rollerini aşmaya
teşvik etse bile ev geçindirme, çocuk
bakımı ve dikiş nakış işlerine odaklanan dersler Kemalistlerin kadınları eğitmenin ülkeye daha iyi eşler ve
anneler sağlayacağı beklentisini des-
{ Robert Kolej
Mary Mills Patrick
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
tekler nitelikteydiler. Zorunlu devlet
müfredatında Sağlık Bilgisi üzerine
bir ders vardı. ACI’da Ev Ekonomisi eğitimi yedinci sınıfta başlıyordu
ve ders kapsamı içerisinde çamaşır
yıkama ve ütü yapma, yemek yapma
ve beslenme, ev döşeme, aile bütçesini
planlama, çocuk bakımı ve ‘basit imkânlarla az odalı güzel ve sağlıklı bir
ev kurma’ gibi konular vardı. [60]
Zaman zaman, ev ve aile üzerine
odaklanan derslerin içerikleri okullar
ve devlet beklentileri arasında uyuşmazlıklara da neden oldu. Dekan
Eleanor Burns’ün anlattığına göre Ev
Ekonomisi dersi ACG’de 1932’ye kadar verilmeye devam edilmişti, ancak
bu tarihten sonra kaldırılmıştı çünkü
öğrenciler sadece (Burns’e göre ‘akademik kredi doldurabilecek değerde
bir şey olmayan’) Amerikan mutfağını
öğrenmek istiyorlardı. [61] Yine de
pek çok mezunun gelecekteki evleri
ve ailelerinin ihtiyaçlarını karşılamak
için bir eğitime gereksinim duyacakları göz önünde bulundurularak, okul
Çocuk Rehberliği ve Dikiş dikme
eğitimini ders dışı etkinlikler olarak
sunuyordu.
Benzer bir şekilde ACI eğitimcileri de kızların geleneksel ev kadınlığı
rolünü üstlenmek üzere eğitilmelerine olan ihtiyacı kabul ediyordu. Dikiş
dikme, ACI müfredatının bir parçasıydı ve dersin zirve noktası bir bebek
giysi takımı dikmekti. [62] Ama ACI
öğretim üyeleri mezunların başarılı
}
olabilmek için dikiş dikmek ve yemek
yapmaktan daha fazlasına ihtiyaç duyacakları görüşündeydiler. 1930’ların
başında devlet ortaokul müfredatlarının “mekanik iş” içermesini istiyordu,
kızlar içinse bu ihtiyacın dikiş dikme
ile karşılanması öngörülmüştü. Ancak
Olive Greene ACI’da, zaman zaman
başka öğretmenlerin de yardımıyla,
cumartesi üstüne cumartesi öğrencilerine macun ıspatulası kullanımının
incelikleri ve boya fırçası bakımı gibi
konularda eğitim verdi. Greene tarafından yazılı kayda geçirilen iki yıllık
bir süreçte öğrencileri okul sıralarını
boyamış, bir dolabı tamir edip cilalamış, ebrulu kâğıt ve muşamba baskıları hazırlamış, kolay açılmaları için
pencere menteşeleri yağlamış ve bir
sürü panjur boyamışlardı. Greene’in
rehberliğinde öğrenciler ayrıca küçük sepetler dokumuş, kilden çanak
çömlek şekillendirmiş ve antika görünümü verecek şekilde resim çerçeveleri eskitmişlerdi. [63] Bu uğraşların
pratik bir amacı da vardı. Kimi zaman
okulun bahçıvanı ve tamircisi kampüsün bakımı için gereken işlerin hepsine yetişemiyorlardı. Yani çocukların
yaptıkları çalışmalar aynı zamanda
kuruma bakım masraflarını azaltarak
katkı sağlamaktaydı. [64]
ACI ve Greene’in kızlara zamanın
Türk ve Amerikan okullarında tipik
olarak görülen şekilde öğrettikleri ev
işi becerilerinin yanında öğrettikleri
diğer bazı hünerler, dönemin alışılmış toplumsal cinsiyet rollerine uymuyorlardı. Greene’in öğrencilerinin
öğrendikleri hünerlerin türü oldukça
erkeksi bir yön kazanmış ve uygulamalı öğretim müfredatın her yanında
görülmeye başlanmıştı. Eski bir ACI
öğrencisinin hatırladığına göre, Biyoloji derslerinde öğrenciler incelenecek
bitki örnekleri bulmak ve kesilecek
kurbağa yakalamak için bahçeye çıkıyorlardı. [65] Greene’in okulun
ihtiyaçlarını daha iyi karşılayabilmek
ve öğrencilerine daha geniş bir eğitim sunabilmek için zorunlu derslerde yaptığı düzenlemeler, hükümet
taleplerini ve okulun pratik amacını
dengelemek için kullanılan yaratıcı
yollardan biriydi.
ACI ve ACG gibi yabancı okullar,
yeni devlet düzenlemelerine uyum
{ Robert Kolej
sağlamaya çalışırken aynı zamanda
rekabetteki yerlerini korumakta birden fazla zorlukla karşılaştılar. Yeni
hükümet politikalarına adapte olabilmek için yaratıcı olmaları, ama aynı
zamanda İngilizce dilinde eğitime
verdikleri ağırlıktan da taviz vermemeleri gerekiyordu. Hem ACG hem
de ACI, insani gelişim ve pratik uygulama arasında bir denge bulmak için
uğraştılar. Matematik gibi derslerde
hesap tutma ve muhasebe ile ilgili
mesleklere yönelik eğitim de veriliyordu. Ev Ekonomisi ve Dikiş dikme
dersleri, cinsiyetçi müfredat anlayışını
kucaklayarak, genç kadınları evlerini
idare etmek için gerekli becerilerle
donatmayı amaçlıyordu. Ancak bazen
okullar kadınlar için gerekli becerilerin neler olduğu konusunda daha geniş bir bakış açısıyla hareket ederek,
devletin tasarılarının ötesine geçebiliyorlardı.
Ders dışı etkinlikler Amerikan okullarındaki hayatın büyük bir parçasıydı
ve sınıfta edinilen beceri ve bilgilerin
geliştirilmesi ve öğrencilerin ufuklarının genişlemesini sağlıyorlardı.
ACG’nin Tiyatro Kulübü, Alfred
Kreymborg’un kukla oyunu “Manikin
Miniken” gibi yapımlar sahneliyordu.
Ancak anlaşılan bu oyunlardan bazıları hükümet yetkililerinin dikkatini
çekmişti. Bir dil öğretmeni ve aynı zamanda ACG’nin kütüphanecisi olan
Katherine Pearce, ailesine yazdığı bir
mektupta şöyle yazıyor: ‘Hükümet
bu sene başka oyun sergilemememizi söyledi. Üçüncü sınıflar yıkıldılar,
oyunlarını daha yeni hazır etmişlerdi
ve dün oynanması gerekiyordu. Tiyatro Kulübü de bir başkası üzerinde
çalışıyordu.’ [66]
İstanbul’un kozmopolit yapısı ve
okulun Batı’yla olan yakın ilişkilerinden faydalanan ACG, pek çok Batı
klasik müziği konseri düzenliyor, Çin,
Kanada ve Amerika’daki üniversitelerden davet edilen profesörler evrimden Çin’deki okur-yazarlığa kadar
çeşitli konularda konferanslar veriyorlardı. Örneğin Chicago’daki Field
Doğa Tarihi Müzesi’nin verdiği bir
görev için İstanbul’a gelmiş olan George Cherrie, eski Amerikan başkanı
Theodore Roosevelt ile Brezilya’daki
Kuşku Nehri’nden (River of Doubt)
}
aşağıya seyahat edişinin tecrübelerini aktardığı bir konferans vermişti.
Pearce aynı zamanda öğrenciler için
eğitim gezilerinden de bahsediyor,
örneğin bir ekonomi sınıfının günde
7000 sigara üreten büyük bir sigara
fabrikasını ziyareti gibi. [67] Öğrenciler kimi zaman alışılmadık fırsatlarla
karşılaşabiliyorlardı, mesela son sınıf
öğrencisi Fehima Fevzi (ACG 1928),
Kuzey Afrika, İspanya ve Londra’ya
seyahat ederek Türkiye’yle ticareti
teşvik etmeyi amaçlayan seyyar sergi
gemisinde tercüman olarak çalışmıştı. Yakın Doğu Kolejleri gazetesine
göre, ‘Bir Türk kadınının bunu yapması daha önce emsali görülmemiş
bir şeydi.’ [68] ACI öğrencileri İlk
Adım isimli bir dergi yayınlıyorlardı.
Derginin 1936 basımı bir sayısında,
amacının iki yönlü olduğu belirtiliyor:
Öğrencilerin İngilizcelerinin gelişebilmesi için bir ‘uyarıcı’ görevi görmek
ve ‘okulun sorunlarını çözmek için
ortaklaşa çalışarak geliştirilmesi için
tavsiyelerde bulunmak.’ Yazılar ders
kapsamında yapılan çalışmaların ve
öğrenci girişiminin birleşimi sonucu
ortaya çıkıyorlardı. Bir sayının içerdikleri arasında öğrenciler tarafından
yazılmış Türkçe, İngilizce, arada sırada Fransızca yazılar; öğrenciler, fakülte ve mezunlarla ilgili yeni haberler;
şiirler; bazen bir öğretim görevlisi tarafından kaleme alınmış bir yazı, hatta felsefi prensipleri resmeden fıkralar
vardı. İlk Adım’a göre, öğrencilerin
katıldıkları çeşitli etkinlikler arasında okula ziyarete gelen bir aile için
çay partisi yapılması ve bir ekonomi
sınıfının kimi bankalara gezi düzenlemesi gibi örnekler sayılabilir. Bir
başka ziyaret de 1934 yılı lise iki seviyesi öğrencileri tarafından, bir başka
American Board okulu ve komşuları
olan International College isimli erkek lisesine, ‘iki okuldaki dönemler
arasında daha yakın bir arkadaşlık
ilişkisi kurmak’ ümidiyle gerçekleştirilmişti. Maalesef tomurcuklanan bu
arkadaşlık, International College’ın
aynı sene İzmir’de kapanarak iki sene
sonra Beyrut Amerikan Üniversitesi
adıyla Beyrut’da tekrar açılmasıyla yarıda kesilecekti. [69] ACI öğrencileri
aynı zamanda İzmir’de desteğe ihtiyaç
duyan yetimhaneler ve bakımevlerine,
57 • Robert Kolej Tarih Dergisi
fakirler ve Kızılay gibi topluluklara
hizmet etmeye teşvik ediliyorlardı.
[70]
Dergi öğrencilerin katıldıkları etkinlikleri tarif etmenin yanı sıra, ACI’da
öğretilen değerlerin içyüzünü de
gösteriyor. Müdür Parsons (öğretim
görevlisi ve idareci, 1926-45) ‘Okula
Gelme Nedeniniz’ (Why You Come
to School) adlı, 1934 tarihli yazısında ACI öğrencileri için üç tane hedef
dile getiriyor: ‘öğrenmeyi öğrenmek…
dürüstçe ve hakkını vererek çalışmak’
ve bilgiyi ‘bencil olmayan bir şekilde’
kullanmayı öğrenmek. [71] İkinci
hedefin anlatımında kullanılan dil ve
‘dürüst, hakkı verilen iş’ anlayışı ne
kadar sözde Protestan çalışma ahlakını akla getirse ve okuldaki pek çok
öğretim görevlisinin kendi eğitimlerini yansıtır nitelikte olsa da, bütününe
bakıldığında müdürün verdiği tavsiye
ne zamanında ne de günümüzde hiçbir ‘liberal arts’ okulunun kurumsal
hedefler beyanından eksik olmayacak
mantıklı eğitim amaçları ortaya koyuyordu. Bir başka sayıda F. Zeki’nin
(ACI 1936) yazdığı bir şiir, öğrenci
arkadaşlarına ‘ülkelerinin iyiliği için
ellerinden geleni yapacakları’ ümidiyle ‘güçlü kişiliklerini ve ruh hallerini’
muhafaza etmelerini öğütlüyordu.
[72]
Amerikan okullarında eğitim gören
kadınlar, dönemin toplumsal normlarına karşı çıkan büyük ölçekli sosyal
reformların bir ürünüydüler. Pek çoğu
kendileri için Batılı öğretmenleri ve
Kemalist reformcular tarafından belirlenen beklentilere ulaşmakla kalmayıp bunları aştılar. ACG ve ACI
mezunlarının çoğu profesyonel meslek hayatına atılırken, bazıları eşler ve
anneler olarak yaşadılar. Kimileriyse,
kadın hakları hareketlerinin tabiriyle
diyecek olursak, ‘hepsine sahiptiler’
ve hem anne ve eş olup hem de profesyonel kariyerlerde ilerleyebildiler.
Amerikan okullarının mezunları profesyonel hayatta kendilerinden önce
hem Türkiye’de hem de dünyada çok
az sayıda kadının gösterdiği başarılar
sergilediler. ACI ve ACG mezunlarından küçük bir kesite bakmak bu iki
okulun uzun vadede yeni Türk kadınını şekillendirmedeki etkilerine açıklık
kazandıracak. [73]
Robert Kolej Tarih Dergisi • 58
Halide Edip (Adıvar)’ın Çocukluğu
(Önder Kaya’nın arşivindendir)
Okulların daha erken mezunları arasında, Cumhuriyet dönemi mezunlarına rol model oluşturabilecek pek
çok kişi mevcuttu. Bunların arasında
oyun ve deneme yazarı, eğitmen ve
milliyetçi Halide Edip (ACG 1901);
ABD’ye göç ederek burada Osmanlı İmparatorluğu’nda hayat üzerine
dersler verip çocuk kitapları yazan
Selma Ekrem;† Cornell’de tamamladığı doktorasıyla bir Amerikan
üniversitesinden Ph.D. alan ilk Türk
kadın olan Dr. Sahire Moutar (ACG
1923) ve Almanya’da tıp okuyarak
mesleklerini Türkiye’de icra eden iki
mezun, Dr. Safiye Ali Krekler (ACG
1916) ve Dr. Bedriye Veysessi Nejmedin (ACG 1917) sayılabilirler. [74]
Bu kadınların çoğu, başarılı mesleki
hayatlarını takip ederlerken aynı zamanda ailelerine bakıp çocuklarını da
büyüttüler. Bu çifte rol, Halide Edib
ve University of Illinois öğretim üyesi Dr. Albert Lybyer [75] arasındaki
mektuplaşmalarda açık bir şekilde
görülebiliyor. Albert Lybder, Edib’in
oğulları Hasan ve Ali’nin UrbanaChampaign üniversitesine gidebilmelerinde ‘etkili’ olmanın ve onlara
göz kulak olmanın yanı sıra, Halide
Edib’in kendisinin 1928’de okulu zi-
{ Robert Kolej
yaretinin de ayarlanmasında çok yardımcı olmuştu. Hem profesyonel hem
de kişisel konuları ele alan mektupların içeriğinden Edib’in, oğullarının
eğitimi, mutluluğu ve geleceğine gösterdiği ilgi aşikâr. 1928 ve 1932 yılları
arasında yazılmış olan mektuplar, oğlanların eğitim programları, yaz tatili
planları ve üniversite sonrası mesleki
ve kişisel hayatları gibi konuları kapsıyorlardı. [76] Sonuçta bir meslek sahibi ve anne olarak Halide Edib, hem
Amerikan okullarının hem de Türk
hükümetinin Cumhuriyet dönemi
kadın lise mezunlarına gösterebilecekleri ideal bir rol modeldi.
İlk Adım’ın 1936 yılından bir sayısı
ACI’ın Cumhuriyet dönemi mezunlarının hayatları ve mesleki yaşamlarına bir bakış sağlarken, RC-ACG
Mezunlar Topluğunda Kim Kimdir
adlı kitap aynı dönemden daha da
fazla sayıda ACG mezununu ele alıyor. Bu mezunlar arasında öğretmenler ve üniversite profesörleri, arkeologlar, bankacılar, hekimler, eczacılar,
ev kadınları, ressamlar, çevirmenler,
müzisyenler, hemşireler, gazeteciler ve
iş kadınları görülüyor. [77] Pek çoğu
Türkiye’de ve yurtdışında üniversiteye giderek Hukuk, Tıp, Arkeoloji,
Öğretmenlik ve Güzel Sanatlar gibi
çok çeşitli alanlarda okumuşlar. Birkaç tane mezunun kariyerine kısa bir
bakış bütünle ilgili daha iyi bir fikir
edinilmesine yardımcı olabilir, ama
bu kadınların dışında burada sayamadığımız daha pek çok takdire değer
mezun da bulunuyor.
Akademik alanda en başarılı mezunlardan biri, 1923 yılında Azerbaycan’dan Türkiye’ye kaçan Zekiye
Eglar’dı. (1910-83, ACI 1928, ACG
1933). Mezuniyetinin ardından Eglar, ACI’da üç sene boyunca İngilizce,
Matematik ve El işi öğretti. 1931’de
ACG’ye devam ederek 1933’te de oradan mezun oldu. [78] Türkiye hükümetinin finansmanıyla eğitim üzerine
yüksek lisans yapmaya gittiği, Amerikan okullarındaki pek çok öğretmenin
de mezunu oldukları Smith College’dan 1934’te mezun oldu. ‘Profesör
John Dewey’nin Eğitim Teorilerine
Özel bir Vurguyla Türkiye’deki Eğitimin Tarihi ve Gelişimi Üzerine bir
İnceleme’ başlıklı tezi, Osmanlı’nın
}
Sultanahmet Miting’inde Halide Edip
(Adıvar) Topluluğa Hitap Ederken...
son dönemlerinden başlayarak Türkiye’deki eğitim sisteminin tarihini
ele alarak, son on yılın millileştirme
ve laikleştirme çabalarının bir parçası
olan müfredat değişikliklerinin altını
çiziyordu. [79] Tez, halen Türkiye’deki
eğitim reformları üzerine araştırmalar
için önemli bir kaynak konumundadır.
Smith’deki başarısından ötürü hükümet, Eglar’ın ABD’de eğitimini
devam ettirmesi için finansman sağlamayı kabul etti ancak İngilizce öğretebilmek için eğitim almasını şart
koştu. [80] Fakat ilgi alanları değişen
Eglar Yale University, University of
Minnesota ve Columbia University’de
antropoloji öğrenimi gördükten sonra Ankara Üniversitesi’nde 1936’dan
1946’ya kadar kültürel antropoloji alanında öğretim üyeliği yaptı. 1946’da
Columbia’ya döndü ve antropoloji
üzerine doktorasını 1959’da tamamladı. Eglar’ın Punjab’daki Müslüman köylerindeki hayat üzerine olan
tezi Pakistan’da beş yıl süren bir saha
araştırmasının sonucuydu. Columbia
University Basımevi tarafından Pakistan’da bir Punjab Köyü başlığıyla
1960’ta yayınlanan tez hala alanında
bir klasik olarak görülmektedir. Eglar
akademik kariyerinin büyük kısmı-
{ Robert Kolej
}
59 • Robert Kolej Tarih Dergisi
“Amerikan (Kız) Koleji’nin 1901 Mezunları, Ön Sıranın Ortasında Görünen Halide Edip”
nı, Stanford Shaw ve Şinasi Tekin’in
meslektaşlığını yaptığı Harvard’da
Türkçe öğreterek geçirdi ve birçok nesil Türkologa eğitim verdi. [81]
Ferhunde Remzi Erkin (d. 1909,
ACG 1928) meslek olarak konser
piyanistliği ve piyano öğretmenliği
yaptı. Kendisi kemancı Necdet Remzi
Atak’ın kardeşiydi ve besteci Ulvi Cemal Erkin ile evlendi. Bir başka ACG
mezunu olan Mayda Şahbaz’ın (ACG
1930) öğretmeni ve uzun süreli hayat
arkadaşı olan Karl Berger ile birlikte
çalıştıktan sonra eğitimine Almanya’da devam etti. Sonraları Ankara’daki Musiki Muallim Mektebi’nde ders
verdi ve Türkiye’de ve yurt dışında
çeşitli orkestralarda solist olarak çaldı.
Söylenenlere göre, konserlerinden birinin ardından Atatürk, Erkin ve kardeşini Çankaya Köşkü’ne bile davet
etmişti. [82] Öğretmenlikten 1967’de
emekli olan Erkin, 1999’da müziğe
katkılarından dolayı Sevda-Cenap
And (SCA) Müzik Vakfı tarafından
tanındı. [83]
Belkıs Halim Vassaf†† (1904?-98,
ACG 1928) İstanbul Üniversite’sinde felsefe okudu. Tıpkı Eglar gibi
Vassaf da eğitimine Smith College’da
devam ederek, ‘Türkiye’de İlköğretim
okullarında Kullanılmak Üzere Tabiat
Bilgisi Ders Kitapları’ başlıklı teziyle
1938’de yüksek lisans derecesini bitirdi. Daha sonra Columbia University Teacher’s College’a ve oradan da
Harvard’a giderek, Harvard Graduate
School of Education’a giren ilk kadın
öğrenci oldu. Asistanlığını, araştırmacılık kariyerinin merkezinde olacak
konu olan çocuk psikolojisi alanında
tamamladı. [84] Mesleki hayatının
çoğunu ABD’de geçirmesine rağmen
Türkiye ile profesyonel ve kişisel bağlarını devam ettirdi ve ölümünden
birkaç yıl önce Türkiye’ye döndü. Vassaf, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kullanımı için çocukluk ve ergenlik dönemi psikolojisi ve öğrenme sorunları
üzerine ders kitapları çevirdi, yazdı ve
okuttu. Aynı zamanda Vermont, New
Hampshire ve Maine eyaletlerini
temsil ettiği Uluslararası Psikologlar
Konseyi’nde (ICP) oldukça etkindi ve
Barış Dünyası isimli Türk yayını için
Vietnam dönemiyle ilgili yazılar yazdı. [85]
Halet Çambel (d. 1916, ACG 1935)
Berlin doğumluydu ama ortaokul
ve liseyi ACG’de okumuştu. Paris’te
Sorbonne’da eğitim gördükten sonra 1940 yılında Türkiye’ye dönerek
İstanbul Üniversitesi’nde arkeolog
Helmut Bossert’a asistanlık yaptı ve
beraber MÖ yedinci yüzyıldan kalan
bir Hitit kalesi ve şehrinin bulunduğu Karatepe-Aslantaş kazı alanında
çalıştılar. Sonraları kendisi kazı çalışmalarının başına geçti. Çambel,
mesleki hayatını İstanbul Üniversitesi’nde arkeolog ve prehistorya profesörü olarak geçirerek pek çok sayıda
araştırmacı ve eğitmen yetiştirdi. Karl
Bittel ile birlikte İstanbul Üniversitesi Prehistorya Kürsüsü’nü*** kurdu. 1960’larda Çambel, University of
Chicago profesörleri Robert ve Lin-
Mustafa Kemal Atatürk ve Halide Edip Adıvar Aynı Karede
Robert Kolej Tarih Dergisi • 60
da Braidwood’un yürüttükleri Ortak
Prehistorya Projesi ( Joint Prehistoric Project) kapsamında, Güneydoğu
Anadolu’daki Çayönü yerleşkesinde
kazılara başlanmasına yardımcı oldu.
[86] Mimar olan eşi Nail Çakırhan ile
birlikte, sanatçı ve sanatseverler için
bir buluşma ve sergi alanı olması amacıyla 1998’de Nail Çakırhan ve Halet
Çambel Kültür ve Sanat Evi’ni kurdu.
Çambel aynı zamanda yayınları, televizyon programlarında görünümleri
ve belgeselleriyle Türkiye’nin arkeolojik geçmişini erişilebilir hale getirmesiyle tanındı. Arkeoloji alanındaki
başarıları, özellikle de tehlike altındaki kazı alanlarını muhafaza etme yönündeki çabaları için 2004’te Prince
Claus Kültür ve Kalkınma Fonu tarafından verilen Prince Claus ödülünü
aldı. Ödül komitesi Çambel’in ‘özenli
bilimsel çalışmaları, uluslararası işbirliğine bağlılığı ve yenilikçi araştırmaya olan hevesinin’ takdire değer olduğuna dikkat çekti. [87] Bir sene sonra
Boğaziçi Üniversitesi Halet Çambel’e
Anadolu arkeolojisine olan katkılarını tanımak amacıyla bir fahri doktora
armağan etti. [88]
Destine Eren (1907-2005, ACG
1930) ise aile hayatına odaklananlardandı. Ablası Nezihe, ACG’nin ilk
Müslüman mezunlarından biriydi.
Eren ACG’de lise son sınıftayken Öğrenci Birliği Başkanlığı yaptı, mezun
olduktan sonra jimnastik öğretmeni
olarak çalıştı, sonra evlenerek hayatını adadığı ailesiyle taşındığı ABD’de
otuz yılı aşkın bir süre yaşadı. Oğlu
onun New York bölgesi ve civarındaki
Türk-Amerikan derneklerinde etkin
olduğunu, ayrıca Osmanlı yemekleri
ve unutulmaz partiler düzenleme konularında özel bir yeteneği olduğunu
hatırlıyor. [89]
Lütfiye Irmak (1910-63, ACG 1931)
ACG’ye girmeden önce müzik okumuştu, ama kısa zamanda ilgisi doğa
bilimlerine kaydı. ACG’de biyoloji
öğretirken İstanbul Üniversitesi’nde
doğal bilimler okudu. Üniversitenin
Umumi Nebatat Enstitüsü’nde asistan öğrenci olarak çalıştı ve 1934’te
Doğa Bilimleri Bölümü’nden mezun
oldu. Enstitü’de doktorasını 1939’da
tamamladı ve bir yıl sonra yardımcı
doçentliğe yükseldi, 1943’te ise doçent
{ Robert Kolej
oldu. 1946 ve 1947 yıllarında ABD’de
araştırma görevlisi olarak önce University of Missouri’de Dr. Daniel Mazia ile kalsiyumun maya hücrelerinin
metabolizmasında geçirdiği süreçler
üzerine, daha sonra da Yale’de bir bitki fizyoloğu olan Dr. P. Burkholder
ile birlikte çalıştı. [90] Mesleki hayatı
süresince ayrıca Leo Brauner tarafından yazılmış bitki fizyolojisi üzerine
iki tane ders kitabı çevirdi. Karaciğer
hastalığına yakalanan Irmak, 1961’de
öğretim hayatından emekli oldu ve iki
yıl sonra 53 yaşında yaşamını yitirdi.
[91]
En bilindik ACG mezunlarından
biri de Mina Urgan’dı. (1905-2000,
ACG 1935) ACG’ye girmeden önce
bir Fransız Katolik ilkokulunda okumuştu. Daha sonra Paris’te İngiliz
edebiyatı okurken, İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya Komünist Partisi üyelerine yardımlarından dolayı
Fransızlar tarafından takip altına alındı. İngilizce üzerine doktorasını İstanbul Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra 1977 yılında emekli olana
kadar orada ders verdi. Shakespeare,
Thomas More’un eserlerinde ütopya
kavramının işlenişi, Virginia Woolf
ve D.H. Lawrence üzerine eserler ve
beş ciltlik bir İngiliz Edebiyatı Tarihi
kaleme aldı. Ayrıca Henry Fielding,
Aldous Huxley, Herman Melville ve
Shakespeare’in eserlerini Türkçeye
çevirdi. [92] Anı kitabı Bir Dinozorun Anıları Türkiye’de çok satan kitaplar arasına girdi. [93]
Bu kısa biyografilerin de gösterdiği
gibi, erken Cumhuriyet dönemi ACI
ve ACG öğrencilerinin pek çoğu öğretmenlerinin izinden giderek hem
Türkiye’de hem de yurt dışında profesyonel hayatlar sürdürdüler. Onlar
psikoloji, çevirmenlik ve fen bilimleri
gibi alanlarda meslek sahibi olan ilk
Türk kadınları neslinin bir parçasıydılar. Kimileri alanlarında Türkiye’ye
uluslararası itibar kazandırırken,
kimileriyse ülkelerini önemli uluslararası forumlarda temsil etti. Her
biri Türkiye’yi dünyaya kendi özgün
yöntemleriyle tanıttı. Aynı şekilde
Batı’nın çeşitli unsurlarını Türkiye’ye aktardılar. Sonuçta 1920’lerin ve
1930’ların Kemalist retoriğinin kendilerine yüklediği beklentileri yerine
}
getirdiler.
Kemalist dönemin feminist eleştirileri, yeni eğitim olanaklarına rağmen
erken Cumhuriyet döneminde kız
öğrencilerin hala geleneksel toplumsal cinsiyet yaklaşımının içerisinden
çıkamadıklarını öne sürüyorlar. Okul
müfredatlarındaki cinsiyetçi unsurları (örn. kızlara dikiş dikme ve nakış
işleme dersleri verilirken oğlanların
beden eğitimi ve endüstriyel sanatlar
dersleri görmeleri) ve ders kitaplarındaki şiir, resim ve hikâyelerdeki cinsiyetçi söylemleri delil olarak sunarak,
eğitim sisteminin kız öğrencilerin geleceğini ev idaresi ve çocuk yetiştirmeye sınırlandırdığını savunuyorlar. [94]
Bu eleştiri o kadar da yersiz değil. Bu
yazının da gösterdiği üzere, kadınları
geleneksel cinsiyet rollerinden kurtarmak belli ki ne devletin ne de yabancı
okulların hedefleri arasındaydı. Ancak
bu ikilem sadece Türkiye’ye has değildi. Atatürk, Kemalist reformlar için
Batı’yı model olarak göstermişti ve
tıpkı Batı’da olduğu gibi, Cumhuriyet
dönemi müfredatlarının belli yönleri
geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini
değiştirmektense tekrar etmek üzere
tasarlanmıştı. Buna rağmen, pek çok
ACI ve ACG mezunu hayatlarını
kadınlar için uygun olarak görülen
mesleklerde (öğretmenlik, hemşirelik
gibi) çalışarak geçirirlerken, bazıları
da cinsiyetçi bir müfredat tarafından
ortaya koyulmuş olabilecek bütün
kısıtlamaları aşarak üniversite profesörleri, hekimler, araştırmacı bilim
kadınları ve daha niceleri olarak çıktılar. Bunların hepsi gelecek nesillerin
Türk kadınlarına fırsat kapıları açan
öncülerdi.
Müzik, Fen Bilimleri, Antropoloji,
Psikoloji ve Yazarlık gibi çok çeşitli
alanlarda meslek sahibi olan bu kadınlar, gelecek nesillere Atatürk’ün
belki de hayal bile etmediği şekillerde
örnek oluşturdular. Ancak beklentiler
ve fırsatlar nesiller geçtikçe değişir.
Kemalist dönemde büyüyen bir kadının eşi benzeri görülmemiş fırsatlar olarak değerlendirdiği şeyler, daha
sonraki nesiller tarafından kadınların
geleneksel örf ve ilkeler, cinsiyetçi bir
müfredatın dar sınırları ve kısıtlanmış
fırsatların içerisinde yaşamaya zorlanmaları olarak görülebilir. Öğrencileri
{ Robert Kolej
için Eleanor Burns tarafından belirlenen hedef, özgüven sahibi ve bağımsız kadınlar, hayat boyu öğrenmeye
devam eden bireyler ve ‘talihleri onları nereye getirirse getirsin, yararlı vatandaşlar’ olmaları yönündeydi.95 Bu
çalışmada anılan mezunlar bu hedefe
açık bir biçimde ulaştılar, hatta belki
de bunun da ötesine geçtiler.
}
baren kısaca “Talbot Papers”).
[6] F.A. Stone, Academies for Anatolia: A Study of the Rationale, Program and Impact of the Educational
Institutions Sponsored by the American Board in Turkey: 1830–1980
(Lanham, MD and New York: University Press of America, 1984), s.76.
[7] Yukarıda adı geçen eserden alıntı,
s. xiii.
Notlar:
[8] W.R. Hutchison, Errand to the
İzmir’deki American Collegiate World: American Protestant thought
Institute eski müdürü Mr. Eric Tru- and Foreign Missions (Chicago: The
jillo’ya okul arşivlerine erişmeme izin University of Chicago Press, 1987),
verdiği için teşekkürlerimi sunarım. s.102.
Ayrıca ilave araştırma malzemeleri
[9] Stone, Academies for Anatolia,
elde etmemde bana yardımlarından s.76.
dolayı University of Illinois at Urba[10] ACG, “The American College
na-Champaign Arşivleri, Smith Col- for Girls at Constantinople” olarak
lege’daki Sophia Smith Koleksiyonu, kurulduktan sonra “ConstantinopUniversity of Chicago Kütüphanesi le College for Women” haline geldi,
Özel Koleksiyonlar Araştırma Mer- 1932’de ise resmi adını “American
kezi ve Rockhurst University’deki College for Girls in Istanbul in TurGreenlease Kütüphanesi çalışanlarına key” olarak değiştirdi. ACG okul idateşekkür ederim. Bu yazı için yapılan resini ve daha sonra Mütevelli Heyearaştırmanın bir kısmı bir Rockhurst ti’ni oğlanlar için olan kardeş okulu
University Başkanlık Ödeneği ile fi- “Robert College” ile sırasıyla 1932
nanse edilmiştir. Yazının erken nüsha- ve 1958 yıllarında birleştirdi. 1971’de
larına yorumlarından dolayı Hootan ise ACG ve Robert Kolej’in ortaoShambayati, Ruth Cain ve Kathryn kul seviyeleri “Özel İstanbul AmeriLibal’a minnettarım.
kan Koleji” adı altında tek bir kurum
[1]T. Taşkıran, Women in Turkey, olarak birleşti, bu kurum daha sonra
Çeviri: Nida Tektaş. Düzenleme: günümüzde hala kullandığı “İstanAnna G. Edmonds. (İstanbul: Red- bul Amerikan Robert Lisesi” (Robert
house Yayınevi, 1976), s.56. Söz ko- College) adını aldı. İki okuldan kalan
nusu konuşma 1923’te İzmir’de yapıl- yükseköğrenim seviyesi ise Boğaziçi
dı.
Üniversitesi halini aldı. Bkz. M.N.
[2] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, Fincancı, The Story of Robert Cols.59.
lege Old and New, 1863–1982 (İs[3] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, tanbul: Redhouse Press, 1983), ss.58,
s.60.
xiii; K.M. Greenwood, Robert Col[4] American Board 1961’de baş- lege: The American Founders (İstanka bazı kurumlarla “United Church bul: Boğaziçi University Press, 2003),
Board for World Ministries” çatısı 230; http://www.robkol.k12.tr; H.D.
altında birleşti. Yeni kuruluş ise 2000 Jenkins, An Educational Ambassayılında “Wider Church Ministries” dor to the Near East: The Story of
halini aldı. ‘American Board of Com- Mary Mills Patrick and An Amemissioners for Foreign Missions: Ar- rican College in the Orient (New
chive Guide’, http://oasis.harvard. York and Chicago: Fleming H. Revell
Company, 1925), s.59; M.M. Patedu:10080/oasis/deliver/*hou01467.
[5] M. Talbot, ‘Report of the Pre- rick, A Bosporus Adventure: Istanbul
sident of the American College for (Constantinople) Woman’s College
Girls to the Trustees at Their Mee- 1871–1924 (Stanford, CA: Stanford
ting in March, 1933’, s.1. Talbot, Ma- University Press, 1934), s.211.
[11] Stone, Academies for Anatolia,
rion. Papers, [Box 9, Folder 7], Special
Collections Research Center, Univer- s.81.
[12] Patrick, Bosporus Adventure,
sity of Chicago Library (buradan iti-
61 • Robert Kolej Tarih Dergisi
ss.119–20.
[13]
‘Near
East
Colleges’,
Time, 12 Ara. 1927; http://www.
time.com/time/magazine/ar ticle/0.9171.737092.00.html (erişim tarihi: 18 Mayıs 2007).
[14] ‘Contributors’, Near East Colleges Newsletter, Vol.8, No.3 (Oct.
1927), s.8. Pearce Family Papers [Box
1, Folder 7] Sophia Smith Collection,
Smith College, Northampton, MA
(buradan itibaren kısaca “Pearce Papers”).
[15] Stone, Academies for Anatolia,
s.263; B. Johnson, Paths of Learning:
A Chronicle of the American Collegiate Institute and Associated Schools in Izmir (İstanbul?: American Board, 2005), ss.6, 23. 566 F. J. Childress
[16] Stone, Academies for Anatolia,
s.272. 1935 yılında okulun Türkçe adı
Amerikan Kız Koleji olarak değiştirildi, ama kısaltılmış isim olarak İngilizce ACI kullanılmaya devam edildi.
Okul 1986’da Özel İzmir Amerikan
Lisesi haline gelerek karma eğitim
vermeye başladı. Johnson, Paths of
Learning, s.10.
[17] Hutchison, Errand to the
World, s.103.
[18] E.S. Kimball, ‘Mary Mills Patrick’, Phi Delta Gamma Journal (Haziran 1940), ss.69, 87.
[19] C. Goffman ‘‘‘More than the
Conversion of Souls’’: Rhetoric and
Ideology at the American College for
Girls in Istanbul, 1871–1923’ (Ph.D.
Thesis, Ball State University, 2002),
ss.142, 239.
[20] M.M. Patrick, Under Five Sultans (New York and London: The
Century Co., 1929), s.165.
[21] J. Freely, A History of Robert
College, The American College for
Girls, and Boğaziçi University (Bosphorus University), Vol. 2 (Istanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2000), ss.11, 36.
Kayıtlı öğrenci sayıları için kullanılan
kaynak: Leslie McKillop, ‘Development of the American College for
Girls at Istanbul in Turkey (Istanbul
Women’s College) During TwentyFive Years of the Turkish Republic’
(MA Thesis, University of Washington, 1948), ss.68–69. Bu yazıda kullanılan öğrenci kayıtları istatistiklerinin
hiçbiri “Türk” ifadesinin yalnızca uy-
Robert Kolej Tarih Dergisi • 62
ruk anlamında mı yoksa Müslümanları kapsayıcı genel bir terim olarak
mı kullanıldığına açıklık getirmiyor.
[22] A. Sezer, Atatürk Döneminde
Yabancı Okullar (Ankara: Türk Tarih
Kurumu, 1999), s.77.
[23] McKillop, ‘Development’, s.51.
[24] Sezer, Yabancı Okullar, s.45.
[25] McKillop, ‘Development’, ss.26,
88–9; Amerikan Kız Koleji Kuruluşunun 100. Yılında [The American College for Girls in its Centennial Year]
(İstanbul: Celut Matbaacılık Koll. Şti,
1971), s.2. Buna rağmen, Amerikan
üniversitelerinin ACG tarafından
verilen diplomaları lisans seviyesine
denk kabul etmeye devam ettikleri
görülüyor. En azından bir öğrencinin, Zekiye Eglar’ın, ACG’den direkt
olarak Smith College’a yüksek lisans
yapmaya gittiğini biliyoruz. Bkz. aşağıda.
[26] McKillop, ‘Development’,
ss.48–50.
[27] Müfredat Programı [Curriculum Programme], American Collegiate Institute, Smyrna [Izmir], April
1927, s.12. American Collegiate Institute [Uncatalogued] (buradan itibaren kısaca Müfredat Programı 1927).
Programın dili Türkçe.
[28] [M. Talbot], ‘To the President
and Board of Trustees of Constantinople Woman’s College [1932]’, ss.8–
9. Talbot Papers, [Box 9, Folder 7].
[29] McKillop, ‘Development’, ss.49,
73–5. Alıntı: s.74.
[30] Patrick 1897’de doktorasını
İsviçre’deki University of Berne’den
aldı.
[31] A. Porterfield, Mary Lyon and
the Mount Holyoke Missionaries
(New York and Oxford: Oxford University Press, 1997), s.14.
[32] Johnson, Paths of Learning, 20;
E.F. Keene, ‘A Friend’, in Olive Greene (İzmir: Ticaret Matbaacılık, 1967),
s.4. Sözü geçen ikinci yayın, Greene’in hayatını ve katkılarını anmak
amacıyla basılmış ve kişisel anılarından derlenmiş bir kitapçık.
[33] American Collegiate Institute, ‘Faculty List, 1926–27’, American
Collegiate Institute Archives [Uncatalogued].
[34] Patrick, Bosporus Adventure,
s.258.
{ Robert Kolej
[35] Carolyn Goffman da Cumhuriyet öncesi öğretim üyeleriyle ilgili
benzer bir noktaya değiniyor. Bkz.
Goffman, ‘‘‘More than the Conversion of Souls’’’, s.195.
[36] American Collegiate Institute, ‘Muallimler Sicil Defteri’, ss.6–7.
American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued].
[37] Greene’in meslektaşı Edith
Parsons İngilizce, Ev Ekonomisi ve
Coğrafya gibi çok çeşitli dersler öğretiyordu. Ruth Crockett İngilizce,
Tarih, Coğrafya ve Aritmetik öğretiyordu. American Collegiate Institute, ‘Faculty List, 1926–27’, American
Collegiate Institute Archives [Uncatalogued].
[38] O. Greene, Notebook, 1930–
1933, ss.16, 18. American Collegiate
Institute Archives [Uncatalogued]
(buradan itibaren kısaca Greene, Notebook).
[39] Yukarıda adı geçen eserden
alıntı, s.73.
[40] Yukarıda adı geçen eserden
alıntı, s.109.
[41] Yukarıda adı geçen eserden
alıntı, ss.148, 172.
[42] L.A. Bas¸a, ‘In Memory of
Miss Olive Greene’, in Olive Greene
(Izmir: Ticaret Matbaacılık, 1967),
ss.7–8.
[43] Freely, History, Vol.2, s.11.
[44] Türk Kültürel Programı’nın bir
açıklaması için bkz. McKillop, ‘Development’, ss.101–4.
[45] McKillop, ‘Development’,
s.103.
[46] McKillop, ‘Development’,
ss.103–104; Sezer, Yabancı Okullar,
s.76.
[47] Istanbul Directorate of Public Instruction, ‘To the direction of
the Arnavutköy American College
for Girls’, İngilizce’ye çevrilmiş bir
müfredat yönergesinin yanında, Miss
Loughridge, Miss Tanner, Miss Parsons ve Mr. Woolworth’a gönderilmiş
bir mektubun eki olarak, 20 Kasım
1931. American Collegiate Institute Archives [Uncatalogued]; Freely,
History, Vol.2, s.37.
[48] Müfredat Programı 1927, s.4.
[49] McKillop, ‘Development’,
ss.115–16.
[50] [E. Burns], Report of the Dean,
}
in ‘President’s Report, American College for Girls at Istanbul in Turkey for
the Academic Year 1932–1933’, s.23.
Talbot Papers, [Box 9, Folder 7].
[51] Yukarıda adı geçen eserden
alıntı, s.24.
[52] ‘Required of All Students Who
are Turkish Citizens’, Talbot Papers
[Box 9, Folder 7].
[53] McKillop, ‘Development’,
ss.107, 109–10.
[54] Yukarıda adı geçen eserden
alıntı, ss.93, 100.
[55] Yukarıda adı geçen eserden alıntı, ss.109–10. Alıntı: s.110. 1940’ların
sonlarına gelindiğinde ACG, müfredat programını resmi hükümet lise
müfredatına ‘büyük ölçüde uygunluk
gösterecek şekilde’ düzenlemişti. [E.
Burns], ‘Annual Report, 1944–1945’,
s.2. Şurada alıntı olarak kullanılmış:
McKillop, ‘Development’, s.107.
[56] [S. Monroe], ‘Report of the
President of the American College for
Girls to the Trustees at Their Meeting
in March, 1933’, ss.1–2, quotation on
s.2. Talbot Papers, [Box 9, Folder 7].
[57] [S. Monroe], ‘American College for Girls, Annual Report, 1935–
1936’, s.5. Şurada alıntı olarak kullanılmış: McKillop, ‘Development’,
s.66.
[58] Porterfield, Mary Lyon and the
Mount Holyoke Missionaries, s.13.
[59] J.B. Powers, The ‘Girl Question’
in Education: Vocational Education
for Young Women in the Progressive
Era (London and Washington, DC:
The Falmer Press, 1992), ss.12–13.
[60] Müfredat Programı 1927, s.6.
[61] McKillop, ‘Development’,
ss.91–2. Alıntı: s.91.
[62] Müfredat Programı 1927, s.6.
[63] Greene, Notebook, ss.175–9.
[64] Başa, ‘In Memory of Miss Olive
Greene’, s.8.
[65] Yukarıda adı geçen eserden
alıntı, s.8.
[66] K. Pearce, Letter to family, 5
March 1926. Pearce Papers [Box 2,
Folder 9]. Pearce hükümetin kararının arkasındaki nedeni açıklamıyor.
[67] K. Pearce, Letter to family, 4
December 1925. Pearce Papers [Box
2, Folder 8].
[68] [Article untitled], Near East
Colleges Newsletter, Vol.8, No.3 (Oc-
{ Robert Kolej
tober 1927), s.8. Pearce Papers [Box 2,
Folder 20].
[69] Johnson, Paths of Learning,
s.12. Taşınmanın arkasındaki nedenler arasında kayıtlardaki düşüşten dolayı gelir kaynaklarındaki azalma ve
1930’ların başlarında öğrenciler arasındaki huzursuzluk vardı.
[70] Yukarıda adı geçen eserden
alıntı, s.20.
[71] İlk Adım, ([no volume or number], 1934), s.2. American Collegiate
Institute Archives [Uncatalogued].
[72] İlk Adım, ([no volume or number], 1936), s.1. American Collegiate
Institute Archives [Uncatalogued].
[73] Her iki okulun internet sitesinde de mezunlarla ilgili bir sayfa mevcut, ancak çoğu akademik kurumda olduğu gibi bilgiler mezunların
kendilerinden bildirdikleriyle sınırlı.
Robert Kolej mezunlarının 1983’te
yayınladığı Kim Kimdir, Atatürk dönemi mezunlarının da izini sürmeyi
kolaylaştırıyor.
[74] C. Goffman, ‘Introduction’, in
Unveiled: The Autobiography of a
Turkish Girl, by Selma Ekrem (Piscataway, New Jersey: Gorgias Press,
2005), s.v; Patrick, Bosporus Adventure, ss.229, 231–2.
[75] University of Illinois’de Osmanlı İmparatorluğu üzerine çalışan
bir tarihçi (1913–49) olan Lybyer,
Robert Kolej’de matematik öğretmiş
(1900–1906) ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında, aralarında King-Crane
Komisyonu’nun da bulunduğu birkaç
barış komisyonunda görev yapmıştı.
[76] Yazışmaların tarihi 1928 ve
1932. ‘Mme. Halide Edib to Arrive Today; Will Give Talk’, The Daily Illini, 14 Nov. 1928. Albert H.
Lybyer Papers, 1876–1949. Series
No.15/13/22 [Box 3], University of
Illinois at Urbana-Champaign Archive, Urbana, IL.
[77] İstanbul Amerikan Kolejleri
Mezunları Derneği, Who’s Who in
the RC-ACG Alumni Community,
RC-ACG Mezunlar Topluluğunda Kim Kimdir? (İstanbul: İstanbul
Amerikan Kolejleri Mezunları Derneği, 1985), ss.129–221.
[78] Z.[S.] Eglar, A Punjabi Village in Pakistan (New York: Columbia
University, 1960), s.xii; Z.S. Eglar
}
(Miss), Curriculum Vitae 1947. Mosley Papers, FF: Soviet-Moslems Project, Zikye [sic] Eglar, Correspondence, [Box No.18].
[79] 79. Z.S. [Eglar], ‘A Study of the
History and Development of Education in Turkey with Special Emphasis upon the Influence of Professor
Dewey’s Theories of Education’ (M.A.
Thesis, Smith College, 1934).
[80] Talim ve Terbiye Dairesi, Karar
No.243, 23 Teşrinievvel (Ekim), 1934.
[81] Z. Eglar, Curriculum Vitae
1947; Yazar ve Şinasi Tekin arasında e-posta yazışması, 13 Aug. 2004;
W. (Bill) Hickman, 8 Sept. 2004; C.
Findley, 12 Sept. 2005.
[82] D. Hızlan, ‘Cumhuriyetin vefa
belgeseli’, Hürriyet, 21 Aralık 2000;
http://arsiv.hürriyetim.com.tr/hur/
turk/00/12/00yazarlar/18yaz.htm
(erişim tarihi: 21 Temmuz 2006).
[83] ‘Ferhunde Erkin’, http://www.
infoturkish.com/Turkey/FerhundeErkin.html (erişim tarihi: 21 Temmuz
2006). Mayıs 2006’da, Ferhunde Erkin’in 97 yaşında ve ‘ağır hasta’ olduğu
rapor edilmiş. ‘Van Papen’s Favorite
Erkin ‘‘Piano Concerto’’: Still New
since WWII’, Turkish Daily News,
Sunday, 7 May 2006, http://www.turkishdailynews.com.tr (erişim tarihi:
21 Temmuz 2006).
[84] G. Vassaf, Annem Belkıs (İstanbul: İletişim, 2000), s.222.
[85] Yukarıda adı geçen eserden
alıntı, ss.228, 258, 261–2, 282.
[86] ‘Arkeolog Çambel’e fahri doktora’,
http://www.ntvmsnbc.com/
news/332302.asp (erişim tarihi: 27
Temmuz 2006); ‘The Joint Prehistoric Project: 1993–94 Annual Report’,
http://oi.uchicago.edu/OI/AR/93–
94 (erişim tarihi: 27 Temmuz 2006)
[87] ‘Halet Çambel, archeologist’,
http://turkeyandturks.blogspot.
com/2005/07/halet-ambel-archeologist.html (erişim tarihi: 27 Temmuz
2006); ‘Halet Çambel’, http://www.
princeclausfund.org/en/what_we_do/
awards/2004Çambel.shtml (erişim
tarihi: 27 Temmuz 2006). Prince Claus Fonu, ‘kültürel farkındalığı yükselten ve kültür ile kalkınma arasında alışverişi teşvik eden çalışmaları’
desteklemeyi amaçlıyor. ‘The Prince
Claus Fund for Culture and Develop-
63 • Robert Kolej Tarih Dergisi
ment’, http://www.princeclausfund.
org (erişim tarihi: Şubat 2007).
[88] ‘Arkeolog Çambel’e fahri doktora’.
[89] ‘Destine Eren (Shevky) ACG
30’, RC Quarterly (Fall/Winter 2005),
http://www.robcol.k12.tr/alumni/
rcq/28/RCSAYFALAR.PDF (erişim
tarihi: Temmuz 2006).
[90] Daniel Mazia (1912–96) University of Missouri’de 1938’den
1950’ye kadar zooloji öğretti. Kariyerini Stanford University’de sona
erdirdi.
[91] S. Işhakoğlu-Kadıoğlu, ‘Irmak,
Lütfiye, Doc. Dr.’, Istanbul University
Fen Fakültesi Tarihçesi (1900–1946)
(İstanbul: Istanbul University, 1998),
ss.260–62,
http://www.bilimtarihi.org/bilimadamlari (erişim tarihi:
Temmuz 2006).
[92] ‘Urgan, Mina’, http://www.
kultur.gov.tr/EN/BelgeGoster.aspx?
(erişim tarihi: 30 Temmuz 2006).
[93] M. Urgan, Bir Dinozorun Anıları (İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1998). Urgan ikinci bir
anı kitabı olarak Bir Dinozorun Gezileri’ni yazdı. (Istanbul: Yapı Kredi
Kültür SanatYayıncılık, 1999).
[94] Z. Arat, ‘Kemalism and Turkish
Women’, Women and Politics, Vol.14,
No.4 (1994), s.72.
[95] ‘Retirement of Dean Burns’, in
‘Condensed from the Annual Report
of Dr. Floyd H. Black for the year
1949–1950’, Pearce Papers, [Box 1,
Folder 5].
* ‘Not to be ministered unto, but to
minister’; ‘minister’ kelimesinin ‘hizmet/yardımda bulunmak, bakmak’
anlamının dışında ‘vaizlik yapmak’
anlamı da mevcuttur. (ç.n.)
** Bugünkü Boğaziçi Üniversite’sinin
kullandığı kampüste bulunan Robert
Academy denilmek istenmiş. (ç.n.)
*** Prehistorya Kürsüsü’nün şimdiki
adı Tarihöncesi Arkeolojisi Anabilim
Dalı’dır. (ç.n.)
† Selma Ekrem, yazar Ali Ekrem
Bolayır’ın kızı ve Namık Kemal’in torunudur. (ç.n.)
†† Belkıs Vassaf, psikolog ve yazar
Gündüz Vassaf ’ın annesidir. (ç.n.)
Robert Kolej Tarih Dergisi • 64
{ Robert Kolej
Amerikan Kız Koleji (Güneş Ege’52)
}
{ Robert Kolej
}
65 • Robert Kolej Tarih Dergisi
Üstteki: 1963 - Avram Manukyan teaching Business Administration
Alttaki: 1926 - ACG Home Economics
Robert Kolej Tarih Dergisi • 66
{ Robert Kolej
}
Notlar...
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
.........................................................................................................................................
Robert Kolej Tarih Kulübü Üyeleri
}
Elvada Robert Kolej 2016 Dönemi... (RC 2016 Döneminin Hazırlık Yılında Çekilmiş Fotoğrafları) - Alex Downs
{ Robert Kolej
67 • Robert Kolej Tarih Dergisi

Benzer belgeler