Untitled - Gaziosmanpaşa Üniversitesi

Transkript

Untitled - Gaziosmanpaşa Üniversitesi
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
YIL: 2013
CİLT: 8
SAYI: 1
SAHİBİ / OWNER
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü adına
On behalf of Gaziosmanpasa University Institute of Social Sciences
Prof. Dr. Ali AÇIKEL [email protected]
EDİTÖR /EDITOR
Yrd. Doç. Dr. Ali Osman SOLMAZ [email protected]
YAZI İŞLERİ / EDITORIAL SECRETARY
Turgut AKARSLAN
[email protected]
YAYIM KURULU / EDITORIAL BOARD
Prof. Dr. Ali AÇIKEL
Doç. Dr. Alpay Doğan YILDIZ
Doç. Dr. Halit ÇİÇEK
Yrd. Doç. Dr. Tuncay BÖLER
Yrd. Doç. Dr. Yusuf TEMÜR
ISSN: 1306-732X
Baskı / Printing
Gaziosmapaşa Üniversitesi Rektörlüğü Matbaası /
Gaziosmanpasa University Press
Yazışma Adresi / Correspondence
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Taşlıçiftlik Yerleşkesi. Tokat
Tel: 356-252 1616 (3422-3127)
E-posta: [email protected]
Web: http://sosyalb.gop.edu.tr/dergi.asp
Kapak Tasarım / Cover Design
Öğr. Gör. Hadi ESMERAY
Dergimiz ASOS Sosyal Bilimler İndeksi tarafından dizinlenmektedir.
Her hakkı saklıdır. Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi yılda iki kez
yayımlanan hakemli bir dergidir. Dergide yayımlanan makalelerdeki görüş
ve düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Sosyal
Bilimler Enstitüsü’nün veya Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nin görüşlerini
yansıtmaz. Dergide yer alan yazıların dil ve bilim sorumluluğu yazara aittir.
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Bu Sayının Hakemleri/Advisory Board
Prof. Dr. Dilaver GÜRER
Prof. Dr. Fatih YÜKSEL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Prof. Dr. Mehmet KARAOSMANOĞLU
Prof. Dr. Nevnihal ERDOĞAN
Doç. Dr. Abdulkadir GÜL
Doç. Dr. Bahir SELÇUK
Doç. Dr. Beyhan KESİK
Doç. Dr. Hasan Bülent KANTARCI
Doç. Dr. Meral UZUNÖZ
Doç. Dr. Vedat KELEŞ
Yrd. Doç. Dr. Deniz ŞAHİN
Yrd. Doç. Dr. Fethiye Emel ARDAMAN
Yrd. Doç. Dr. Köksal BÜYÜK
Yrd. Doç. Dr. Mahmut HIZIROĞLU
Yrd. Doç. Dr. M.Said DÖVEN
Yrd. Doç. Dr. Necati ÇAVDAR
Yrd. Doç. Dr. Oğuz PARLAKAY
Yrd. Doç. Dr. Rüştü YAYAR
Yrd. Doç. Dr. Sinan SARISOY
Yrd. Doç. Dr. Ümit KILIÇ
Yrd. Doç. Dr. Yusuf TEMÜR
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
İÇİNDEKİLER/CONTENTS
Şengül Dilek FUL
Mysia Bölgesi’nde Apollon Kültü……………………..1
Emine Saka AKIN
Hamiyet ÖZEN
Tarihi Yapılarda Yeniden Kullanım Sorunları
Tokat Meydan ve Sulu Sokak………………………...23
İbrahim AYKUN
Bağdat Valisi Necip Paşa’nın Kerbela Üzerine
Yaptığı Askeri Harekât ve Bunun
Osmanlı-İran İlişkilerine Etkisi………………………..49
Hakkı YAPICI
İslam Tarihinde Vakıf Kültürü
Üzerine Bir İnceleme…………………………………...66
Nazmi ÖZEROL
Klasik Şiirde Uyku……………………………………….77
M.Mustafa
ÇAKMAKLIOĞLU
Hâce Muhammed Lütfî’nin (Alvarlı Efe)
Şiirlerinde Cemâl Müşahedesinin Yansımaları……99
Uğur KARAKAYA
Çimento Sektöründe Özelleştirmelerin İşletme
Performansına Etkileri (Türkiye Uygulaması)……125
Halil KIZILASLAN
H.Gökhan DOĞAN
AB ve Türkiye’de Tarım Sektöründe
Örgütlenme ve Üretici Birlikleri…………………….146
Bilge GÖZENER
Murat SAYILI
Tüketicilerin Açık Süt ve Süt Ürünleri
Tüketim Tercihlerinin İncelenmesi:
Tokat-Turhal İlçesi Örneği…………………………..160
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Aysun YILMAZTÜRK
Türkiye’de Sağlık Reformlarının Tarihsel
Gelişimi ve Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın
Küresel Niteliğinin Değerlendirilmesi……………..176
M.Said DÖVEN
Şehir Rekabetçiliğinin Ölçümü:
Literatür İncelemesi…………………………………..189
Polat TUNÇER
Örgütsel Değişim Sürecinde
Öğrenen Örgütler ve Örgüt Geliştirme…………....214
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Mysia Bölgesi’nde Apollon Kültü
Şengül Dilek Ful1
Özet
Anadolu’nun birçok bölgesinde tapınım gören Apollon Mysia bölgesinde de
oldukça sevilmiş ve tapınım görmüştür. Bölgeden ele geçen sikkeler ve yazıtlar bunu
kanıtlamaktadır. Tanrı steller üzerindeki kabartmalarda genellikle sağ tarafta, cepheden
ve ayakta, vücut ağırlığını sağ bacak üzerine vermiş sol ayak dizden hafif bükülerek
yanda ve geride tasvir edilmiştir. Üzerinde kollu, göğüs altından kemerli uzun bir khiton
giymiştir. Sol elinde kithara veya lyre, sunağa doğru uzattığı sağ elinde ise patera
tutmaktadır. Ortada bir sunak ve arkasında da bir ağaç yerleştirilmiştir. Kabartmalarda
elinde taşıdığı kithara nedeniyle genellikle kitharodos olarak adlandırılan Apollon’a,
farklı epithetlerle tapınıldığını taşların üzerindeki yazıtlardan anlamaktayız.
Daphnousios, Deonteios, Germenos ve Krateanos bunlardan bazılarıdır.
Anahtar Kelimeler: Mysia , Din, Apollon, Kült,Yazıt
The Apollon Cult in Mysia
Abstract
Apollon liked and worshipped in many regions of Anatolia was also
considerably liked and worshipped in Mysia. The coins and tablets found in this region
attested this situation clearly. On the reliefs on the stel, God is generally on the right,
standing from facade, lying body weight on his right leg and depicted as his left legbunt from knee in side and back. He wears a sleeved belted tall khiton from under his
breast. He holds a kitharaor lyre on his left hand and patera on his right hand toward an
atlar. It is placed in atlar in the center and a tree back the altar. Because Apollon holds
kithara on the reliefs He was called kithariodos. We understand from this incriptions
that Apollon was worshipped with various epithet such as Daphnausios, Deonteios,
Germenos, Krateanos, Libotenos.
Key Words: Mysia, Religion, Apollon, Cult, Inscription
1
Yrd.Doç. Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü,
e-mail: [email protected]
1
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
GİRİŞ
Aydın, durgun ve ölçülü bir gücü simgeleyen, kehanette bulunan yani
bilinmeyenden haber veren, iyilik ve koruyuculuğu, yardımseverliği fakat aynı
zamanda kinciliği ve öç almaya olan düşkünlüğü ile de bilinen, müziğin, sanatın
ve şiirin tanrısı olan Apollon (Erhat 1989: 47 vd.; Can 1994: 52 vd.; Grimal
1997: 79 vd.; Karaosmanoğlu 2005: 52 vd.; Kaplan 2007: 471vd.); bu
özellikleriyle Anadolu’da çok sevilmiş ve birçok bölgede olduğu gibi Mysia
Bölgesinde de yoğun bir tapınım görmüştür. (Harita: 1)
Mysia Bölgesi’ndeki varlığı ele geçen sikkeler ve yazıtlar ile kanıtlanan
Apollon kültü, daha çok Kyzikos (Koçhan: 2011: 43) ve civarında yoğun olarak
görülmektedir. Tanrının burada özel bir yere sahip olduğunu ele geçen
kabartmalı ya da kabartmasız yazıtların çokluğundan anlayabilmekteyiz.
Kabartmalarda elinde taşıdığı kithara nedeniyle genellikle Kitharodos
olarak adlandırılan (Taşlıklıoğlu, 1963: 127 vd.; Karaosmanoğlu 2005: 64)
Apollon’a farklı epithetler altında tapınıldığını eserlerin üzerlerindeki
yazıtlardan anlaşılmaktadır. Bu epithetlerden bir tanesi Bathylimenites’dir.
Kyzikos ve Artake civarında ele geçen iki adak steli ve bir mermer sunak
üzerinde tanrıya bu isim altında seslenilmektedir. İlk olarak L. Robert,
Hellenica adlı eserinde tanrıyı bu epitheti ile tanıtmıştır (Robert 1955: 125).
Apollon Bathylimenites’i tanıtan diğer yazıtı ise Schwertheim bilim dünyasına
kazandırmıştır ( Schwertheim, 1983b: 109-110).
Bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde korunan bu iki adak steli akroterli
ve üçgen alınlığa sahiptir. Figürler bir niş içerisinde alçak kabartma olarak
tasvir edilmişlerdir. 4407 envanter numaralı adak steli iki kabartma alanlı olup,
üstteki kabartma alanında cepheden ve ayakta dört tane tanrı tasvir edilmiştir.
Altta ise kurban töreni sahnesi canlandırılmıştır. Burada bir sunak üzerinde diz
çökmüş bir boğa resmedilmiştir. Bu motifler bize tamamen, Mysia adak
taşlarını hatırlatmaktadır. Adak, Zeus Megistos, Apollon Bathylimenites ve
Artemis’e yapılmış olmasına rağmen kabartmada dört tanrının tasvir edilmesi
ilginçtir. Bunlar soldan sağa doğru, elinde meşalesi ile Artemis, çıplak ve
phialesi ile Apollon, sol elinde kithara ile bir başka Apollon ve sol elinde asasını
taşıyan Zeus’tur.
4737 envanter numaralı adak steli (Resim 1) üzerinde ise bir niş içinde
sağ tarafta cepheden, uzun khiton giyimli tanrı Apollon, ortada bir sunak ve
solda adak adayan kişi görülmektedir. Apollon sol elinde kithara, sunağın
2
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
üzerine doğru uzattığı sağ elinde ise sunu tası tutmaktadır. Podyumdaki yazıtta
ise:
Diokl∞w
ÉApÒllvni Bayullimene¤t
eÈxÆn.
“Diokles, Apollon Bathylimeneites’e adağı (sundu)”
Bugün Bandırma’da Necmi Tolunay’a ait özel koleksiyonda koruma
altına alınan mermer bir sunak üzerinde de tanrı yine bu sıfat ile anılmaktadır
(Schwertheim, 1983b: 109-110; SEG 33, 1983, no: 1054). (Resim 2a-b). Arka
yüzünde merdiven şeklinde bir kaya bloğu üzerinde oturan ve sol elini hafifçe
bükerek yukarı doğru kaldıran bir erkek figürü bulunmaktadır. Muhtemelen
tanrı Apollon betimlenmiştir. Ön yüzde ise yazıt görülmektedir.
ÉApÒllvni
Bayulimen¤t eÈxÆn
MhnÒdvrow.
“Menodoros, Apollon Bathylimeneites’e adağı (sundu)”
Bathylimeneites, Bathys Limen (derin liman) olarak adlandırılan yerde
oturan anlamına gelmektedir (Robert, 1955: 125). Bu yer adı, antik dünyanın
farklı bölgelerinde bilinen bir addır fakat burası Kyzikos ve Anadolu’da
bilinmemesine rağmen bilim adamları, bu yerin Artake Limanı’na uygun
olduğunu savunmaktadırlar (Hasluck, 1910: 17; Robert, 1955: 128, dn: 2).
(Harita: 2)
Bathys Limen ismi, limanın az çok büyük veya derinliğinden
kaynaklanmamaktadır. Yunanistan’da Vathy diye adlandırılan koylar ve
limanlar bugünkü fiyord∗∗ coğrafi terimi ile eşdeğerdedir. Bir görüşe göre
bunlar, incelendiğinde burada söz konusu olan liman Artake-Erdek değildir
(Robert, 1955: 131). Ancak, Kapıdağ yarımadasının güney kıyısı, yani kıstağı
ve Edincik civarındaki ana kayanın kuzey kıyısı arasındaki Kyzikos’un batı
koyu söz konusudur. Başka bir görüşe göre ise, Kapıdağ yarım adasının kuzey
kıyısı üzerinde Kiepert’in haritasındaki gibi Vathy Limanı diye adlandırılan
yarık biçiminde bir koy, güneye doğru girmektedir. Bu yarık biçimindeki koy,
∗∗
Fiyord: Denize dik bir buzul vadisini denizin doldurmasıyla meydana gelen derin koy
veya vadi. (Çağbayır, 2007:1603).
3
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Vathy adındaki bir koyun kıyısında yer alan küçük bir vadi vasıtasıyla güneye
doğru uzanmaktadır. Bu açıklamalar doğrultusunda kesin olan tek şey vardır; o
da ismin modern oluşudur (Robert, 1955: 131, dn: 1). O halde, Baths
Limanı’nın Kyzikos’un batı koyu veya yarımadanın kuzey kıyısındaki Vathy
Limanı olup olmadığına karar vermek biraz zordur. L. Robert, yerin
lokalizasyonu hakkında, ele geçecek diğer yazıtlar sayesinde kesin bir şeyler
söylenebileceği üzerinde durmaktadır (Robert, 1955: 131). Fakat elimize geçen
üçüncü yazıt ta, Bathys Limen’in neresi olduğu hakkında maalesef bilgi
verememektedir. Koleksiyoncunun verdiği bilgiye göre bu taş, Manyas Gölü
civarındaki bir köyde bulunmuştur. Bu nedenle, Bathys Limen’in kesin
lokalizasyonu yapılamamaktadır (Harita: 3). Apollon’un bu epithet altında,
bölgede yerel bir kült olarak tapınım gördüğünü söyleyebiliriz.
Ulubat Gölü kıyısındaki Akçapınar Köyü civarında bulunan ve 1991
yılında Bursa Müzesi’ne getirilen bir dekret ve beş adet adak steli üzerinde ise,
Apollon’u Daphnousios epitheti ile görmekteyiz (Tanrıver-Kütük, 1993: 99102, Lev. 12-14). Bu yazıt gurubunun, Apollonia ad Rhyndacum kentinin hem
kült hem de tarihi coğrafyası hakkında önemli bilgiler vermesinin dışında,
bugüne kadar Mysia’da çok karşılaşılan Apollon Kitharodos’un yerel bir
tapınağının lokalizasyonuyla ilgili bilgiler sağlaması açısından da önemlidir.
M°nandrow ÉAndrom°nouF
ÉApÒllvni Dafnous¤ƒ eÈxÆn.
“Andromenes oğlu Menandros Apollon Daphnousios’a adağı
(sundu)”
Stellerin üzerindeki bu yazıtlar bölgedeki Apollon Daphnousios’un
varlığını kanıtlamaktadır (Resim 3).
ÖEdojen to›w katoikoËsin §n DafnoËti:
stefan«sai toÁw eÈ4
ergethkÒtaw tØn katoik¤an ka‹ énagrãcai efiw
stÆlhn liy¤nhn ka‹ st∞sai efiw tÚ toË ÉApÒllv8
now flerÚn Polema›on
ÉAsklhpiãdou strathgÚn ka‹ ZÆnvna SimÊlou t«n dorufÒrvn
4
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
“Daphnous’taki Katoikia karar aldı: Katoikia’ya armağanlar vermek
yoluyla iyilikleri dokunmuş olan Asklepiades oğlu strateg Polemaios ve Smylos
oğlu Zenon çelenk takılarak onurlandırılmalıdırlar ve (karar) taş stele yazılarak
Apollon’un tapınağına konmalıdır.”
Yazıtın 1-2. satırlarında geçen DafnoÊsiow şeklindeki etnik isim olan
“Daphnous” katoikias’ı, Polybios’un V 77, 3-5.I de Attalos’un Mysia
içlerindeki İ.Ö. 218’deki yürüyüşünü anlatırken bahsettiği “katoik¤ai t«n
Mus«n”dan biri olabilir. Schwertheim, bunların askeri koloniler olduğunu
(Schwertheim, 1985: 83 vd., no: 7), Robert ise, yerlilerin köyleri olduğunu
savunmaktadır (Robert 1970, 191 vd.). Oysa, yazıtta geçen “strathgÒw”
kelimesi, kesin olmamakla birlikte, Alpagut’ta bulunan ve Bursa Müzesi’nde
korunan “Hermias” isimli bir strategosun iki kotaikia tarafından
onurlandırıldığı yazıttaki (Schwertheim,1983a: no: 22) gibi kotoikia’nın bir
askeri koloni fikrini destekliyor olabilir. Üstelik 11. satırda geçen DorufÒrow
(mızraklı muhafız) terimi de bu fikri destekliyor görünmektedir. Her ne kadar
fonksiyonu tam olarak anlaşılamasa da doryphoroi’un, Hellenistik dönemde
aynı strategos (general-komutan) gibi şehir yönetimindeki resmi görevliler
arasında oldukları fikri ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır (Tanrıver, 1995: 22).
Apollon’un bu sıfatı yazıtta geçen Daphnous katoikiası’ndan aldığı
anlaşılmaktadır.
Stilistik özellikleri açısından Mysia Bölgesi’ne ait olduğu düşünülen ve
bugün Bursa Müzesi’nde koruma altına alınan mermerden, üçgen alınlıklı adak
levhası üzerindeki yazıtta ise tanrıyı Deonteios epitheti ile görmekteyiz (Şahin,
1999: 384, no: 2, Res. 2; Şahin, 1997: 179 vd., Lev. 27.3.; Şahin, 2000, 232233, LA 2, Lev. 8) (Resim 4). Cepheden sol ayağını dizden bükerek geriye
atmış, göğsün hemen altından kalın kemerli uzun khiton ve mantosu ile sol
elinde kithara, sağ elinde sunu tası taşıyan Apollon, Kitharodos tipinde tasvir
edilmiş (Taşlıklıoğlu, 1963: 134-135) olmasına rağmen adak levhası üzerinde
yer alan yazıtın yardımıyla tanrının burada yerel bir adla tapınım gördüğünü
anlamaktayız.
MenÒdvrow Sasaro[u]
ÉApÒllvni Deonte¤vi
eÈxÆn.
“Sasaros oğlu Menodoros Apollon Deonteios’a adağı (sundu)”
5
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Tanrının bu sıfatı ile bölgede Apollon’a ait bir kült merkezi olduğu da
ortaya çıkmaktadır (Şahin 1999, 398). Ancak yazıtın buluntu yerinin kesin
olarak bilinmemesinden ve müze envanter kayıtlarında yeterli bilgi
olmamasından dolayı kült alanının yeri hakkında bilgi edinilememektedir.
Konuyla ilgili bilgi edinebilmek için, tanrının bu epitheti ile ilgili başka
yazıtlara ihtiyaç duyulmaktadır.
1995 yılında İzmir’de ele geçen ve buluntu yeri tam olarak
saptanamayan fakat üzerindeki yazıtın içeriği ve kabartmanın stilistik özellikleri
(Robert 1955, Pl. XIX 3, XXX 2) açısından Mysia Bölgesi’ne ait olduğu
düşünülen üçgen alınlıklı mermer adak stelinde Apollon, bugüne kadar
görmediğimiz bir epithetle (Germenos) karşımıza çıkmaktadır (Resim 5).
Tanrıver’e göre stel, bugün yeri tam olarak belirlenemeyen antik Germe
kentindeki, Apollon’a ait bir kutsal alanda bulunmuş olmalıdır (Tanrıver 1996,
193 vd.).
MhtrÒbiow Te¤mvnow ÉApÒllvni
Germhn«i eÈxÆn.
“Teimon oğlu Metrobios bu adağı Apollon Germenos’a (sundu).”
Germenos (=GermhnÒw)
şeklindeki etnik isim, Germe sikkeleri
üzerinde, antik gramerci olan Stephanos Byzantios’da ve Germe dışında
yaşayan bazı mezar taşlarında da geçmektedir (Tanrıver, 1996: 193-194).
Kentin sikkeleri üzerinde tanrının tasvirlerinin kullanıldığı görülmektedir (BMC
Lydia, 79, 82, no: 4, 14; BMC Mysia, 64, no: 4). Sonuç olarak, Germeli
anlamına gelen bu epithet ile tanrı, kentte Germeli Apollon olarak tapınım
görmekteydi.
Stephanos Byzantios tarafından “G°rmh: pÒliw ÑEllhspont¤a plhs¤on
Kuz¤kou, ∂n ÑHrvdianÚw ÉAs¤aw fhs¤n: ı pol¤thw GermhnÚw ka‹ GermhnÆ”
(Germe: Kyzikos yakınında bir Hellespontos kenti. Herodianos’a göre
Asia’dadır. Vatandaşlarına Germenos ve Germene denir. ) diye tanımlanan,
Ptolemaios tarafından Mysia içlerinde yer aldığı belirlenen antik Germe
kentinin yeri hala tartışmalıdır. Bazı araştırmacılar kuzeybatı Anadolu’da, biri
Kaikos (Bakırçay) üzerinde, diğeri ise Mysia’nın iç kesimlerinde iki farklı
Germe kenti olduğunu söylemektedirler (Ayrıntılı bilgi için bkz: Robert 1962,
180-201; Germe’nin bugünkü Soma’da veya Susurluk civarında yer aldığını
savunanlar da vardır: Ricl 1991, 46 ve 51).
6
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Robert ise, elinde kesin ipuçları olmamakla birlikte, bu adı taşıyan tek
bir kentin var olduğunu ve bunun da Balıkesir’in batısındaki Savaştepe
civarında lokalize edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir (Robert 1962, 377412).
Stel üzerindeki kabartmaya baktığımızda bir kurban töreni sahnesi
canlandırılmaktadır. Ayrıca, Apollon burada kardeşi “Artemis Dadophore”
(=meşale taşıyan) ile birlikte tasvir edilmiştir (LIMC II, 1, “Artemis”, 654 vd.;
Robert, 1955, Lev. XIX 3, XXX 2 ). Bazı Germe sikkeleri üzerinde Artemis’le
Apollon’un birlikte tasvir edildiği de görülmektedir (BMC Lydia, 86, no: 32).
Kurban törenlerinin canlandırıldığı adak stellerinin üzerindeki
kabartmalarda tek başına veya bir kurban törenine katılır durumda gösterilen
tanrı Apollon, Kitharodos tipinde tasvir edilmiştir. Bu adak taşlarında görülen
Apollon kabartması tipi için, Linfert, heykeltraş Bryaksis’in bir eseri olan
Apollon Daphnaios kült heykelinden kaynaklandığını ileri sürmektedir (Linfert,
1983: 165-173). Fakat yerel ustalar tarafından orijinali taklit edilerek
birbirinden bazı farklarla ayrılan Apollon tasvirli adak taşları üretilmiştir.
Tanrıver’e göre, orijinalin yapılış tarihi olan yaklaşık İ.Ö. 300, tüm bu türdeki
adak taşları için bir terminus ante quem oluşturmaktadır (Tanrıver, 1996: 195).
Bilinen steller de en erken İ.Ö. 2. yüzyıla tarihlenmektedir. Buradaki adak
stelleri de plastik özellikleri ve harf özellikleri bakımından bu döneme
tarihlenebilir.
Karacabey’de ele geçen bir adak takviminden ise tanrıya Karneios
epitheti ile tapınıldığını anlamaktayız (Schwertheim, 1983a: 2-3, no: 1, Res. 4).
(Resim 6). Bu kült daha çok Anadolu’da Karia Bölgesi’nde Knidos antik
kentinde görülmektedir (Taşlıklıoğlu, 1963: 63-64, 75-76; LeBas-Waddington,
1972: 368-369, no: 1572).
Dorlar’ın Karia Bölgesi’ni iskan etmelerinin bölgede her alanda olduğu
gibi din konusunda da etkileri olmuştur. Peloponnesos’tan getirdikleri Apollon
Karneios kültünü aynı özelliklerle Karia’da da devam ettirmişlerdir. Bölgeden
ele geçen eserlerden bu kültün burada önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır.
Yazıtta geçen ÉApÒllvni Karne‹vi boËw, taËrow, ¶rifow ifadesiyle
tanrıya bir öküz, boğa ve oğlak kurban edilmektedir.
Yazıt beraberinde bazı soruları da akla getirmektedir. Anadolu’da
sadece Karia bölgesinde tapınım gören tanrı burada, nasıl tanındı? Ne şekilde
tapınım gördü?
Şu andaki bilgilerimiz bu soruları net olarak
açıklayamamaktadır.
7
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Tanrı Apollon’u Krateanos epitheti altında sadece Mysia Bölgesi’nde
Kyzikos ve civarında ele geçen adak stellerinde görüyoruz (Benndorf-Niemann,
1884: 154, no: 128; Hasluck, 1903: 87, no:39; Wiegand, 1905: 329, Res. 1;
Robert, 1955: 138, dn. 2, 139, 140, Pl. XV 2; Taşlıklıoğlu, 1963: 123, 124, 125;
Şahin, 2000: 236-237, LA 10, Lev. 85, 238-239, LA 14, Lev. 87, 239, LA 15,
Lev. 88). Bu steller üzerinde de tanrıyı yine Kitharodos tipinde görmekteyiz
(Robert, 1955: 151vd., Lev. 24.4 ve 30.5; Taşlıklıoğlu, 1963: 133;
Schwertheim, 1983a: 11, no: 7, Res. 8; Şahin, 2000, 234 , 235, 236, 238, 239,
LA 5, 7, 9, 13, 16,Lev. 83, 84, 85, 87, 88) (Resim 7). Apollon Krateanos
epithetli yazıtlarda tanrı istisnasız Apollon Kitharodos tipinde tasvir edilmiştir.
ÉApollÒdvtow ÉAsklhpiãdou
ÉApÒllvni Kratean“
xaristÆrion.
“Asklepiades oğlu Apollodotos Apollon Krateanos için adağı (sundu).”
Glauk¤aw ÉApÒllvni
Kratean«i eÈxÆn.
“Glaukias, Apollon Krateanos için adağı (sundu).”
Taşlıklıoğlu, Krateanos sıfatının toponimik veya demotik olduğu
üzerinde durmaktadır (Taşlıklıoğlu, 1963: 128). Bu yüzden Kyzikos kentine
yakın bir yerde bu isimde bir yerleşim yerinin aranması gerektiğini de
söylemektedir. Bu durum birçok araştırmacının da ilgisini çekmiş ve bu yönde
araştırmalar yapılmıştır. Epithetin bağlı bulunduğu yerin isminin de Krateia
olabileceği ihtimali üzerinde durmuşlardır. Örneğin Plew (1876: 113)
Krateanos sıfatı ile ilgili Krateia adındaki yerin ancak Bithynia’da olabileceğini
öne sürerken, Mordtman (1874: 162) ve Benndorf-Niemann (1884: 162) ise bu
yerin, Balıkesir’den dokuz, Manyas’tan üç saat mesafede Kyzikos’un batısında
olduğunu söylerler. Mordtmann, Söve’den bahseder fakat yerini tam olarak
saptayamamaktadır. Robert de, bu antik yerleşimin yerini Balıkesir’in Susurluk
ilçesine bağlı Göbel nahiyesinin Söve Köyü sınırlarında bulunduğunu
savunmaktadır (Robert, 1955: 148-149). Buradan şu sonuca varabiliriz: Kültün
asıl merkezi bugünkü Söve sınırları içinde olan Krateia antik yerleşimidir. Aynı
zamanda bu kült Kyzikos’ta da görülmektedir. Taşlıklıoğlu, ayrımı yazıtlarda
geçen eÈxÆn ve xaristÆrion ifadeleriyle yapar. Ona göre, eÈxÆn kelimesi
8
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
kültün asıl merkezi olan Krateia yazıtlarında; xaristÆrion kelimesi ise Kyzikos
yazıtlarında geçmektedir (Taşlıklıoğlu, 1963: 128).
Susurluk civarında ele geçen bir adak steli üzerinde ise tanrıyı
Leonteios sıfatı ile görmekteyiz (Taşlıklıoğlu, 1963: 133). G. E. Bean tarafından
bulunan yazıtı, harflerin şekline göre Hellenistik döneme tarihleyebilmekteyiz.
Yazıtın çevirisi şöyledir:
Levn¤dhw ÉApollvn¤dou ÉApÒllvni Leonte¤vi.
“Apollonides oğlu Leonides bu adağı Apollon Leonteios’a (sundu).”
Bursa Müzesi envanter kayıtlarından İnegöl kökenli olduğu öğrenilen
mermer adak steli, Libotenos epithetini taşıyan elimizdeki tek örnektir (Mendel,
1909: 277, no: 35, Fig. 15; LIMC II, 1984, 299, no: 963; Corsten, 1991: 62, no:
40; Şahin 1997, 179 vd., Lev. 27.4; Şahin, 1999: 384, no: 3; Şahin, 2000: 233,
LA 3, Lev. 82). (Resim 8). Üzerindeki kabartmanın ve yazının stilistik
özelliğinden dolayı stel İ.Ö. 120-110 yıllarına tarihlenir. Çevirisi ise şöyledir:
Dhmhtriow Dionusiow
ÉApÒllvni LibotÆnƒ
eÈxÆn.
“Dionysios oğlu Demetrios bu adağı Apollon Libotenos’a (sundu).”
Stel üzerindeki kabartmada bir kurban töreni sahnesi canlandırılmıştır.
Apollon sağda, cepheden vücut ağırlığını sol bacak üzerine vererek tasvir
edilmiştir. Uzun khiton ve sırt mantosu giyen tanrı, sol elinde kithara, sunağa
doğru uzattığı sağ elinde ise sunu tası taşımaktadır. Sunağın önünde kurbanlık
koç ve tapınan kişiler bulunmaktadır. Böylece, bu kültte tanrı için bir hayvanın,
özellikle küçükbaş hayvanın kurban edildiğini söyleyebiliriz.
Tanrı, Libotenos ismini tapınan halktan ya da yer isminden almış
olabilir. Ancak, Corsten’in belirttiği gibi (Corsten, 1991: 62), ne Mysia ne de
Bithynia bölgesinde Libot adında bir yer adı henüz bilinmemektedir. Şahin ise,
Libotenos kutsal alanını Miletupolis’in kuzeydoğusunda, İnegöl yakınlarında
aranmasının doğru olacağını savunmaktadır (Şahin, 1999: 398). İstanbul, Bebek
Robert Koleji’nde bulunan adak steli üzerinde tanrı, Mekastenos sıfatı ile
geçmektedir (Hasluck, 1904: 20, no: 1; Taşlıklıoğlu, 1963: 125 (o)). Yazıttan
Menodoros’un steli, Apollon Mekastenos için adadığını anlayabiliyoruz. Ancak
yazı oldukça silinmiş ve eksiktir. O yüzden bu stelin ne için dikildiğini ve
tanrının işlevini de öğrenemiyoruz. Hasluck’a göre epithet, Makestus, Mekistos
nehri ile ilgilidir (Hasluck, 1904: 20). O halde, Makestus vadisi civarında oturan
9
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
halkın tanrıya bu sıfat altında tapındıklarını ve yerel bir kült olduğunu
söyleyebiliriz. Kısacası, Yunan tanrılar dünyasından tanıdığımız Apollon,
burada yerel bir isimle birleştirilmiştir. Stel üzerindeki kabartmaya baktığımızda
tanrı, yine kitharodos tipinde tasvir edilmiştir.
Mysia’da Kyzikos civarında ele geçen bir başka mermer adak steli
üzerinde tanrıyı Tadokomeites epitheti ile görmekteyiz (Taşlıklıoğlu, 1963: 122123 (a), GIBM no: 1008).
Bu taş, Tadokomeites sıfatını içeren elimizdeki tek örnektir. Yazıtın
çevirisi şöyledir:
ÉAsklhpiÒdow Dif¤lou
ÉApÒllvni Tadokvme¤t
eÈxÆn.
“Diphilos oğlu Asklepiodos bu adağı Apollon Tadokomeites’e (sundu).”
Elimizde tanrının bu sıfatını içeren başka yazıt olmadığı için, Apollon
Tadokomeites’in işlevi hakkında bilgi edinemiyoruz. Ayrıca, yazıt bize
doyurucu bilgi vermemektedir. Yazıttan sadece Asklepiodos adlı kişinin tanrıya
bir adak sunduğunu öğrenebiliyoruz fakat bunu neden ve nasıl yaptığı hakkında
bilgi edinemiyoruz.
Stel üzerindeki kabartmada kurban töreni sahnesi canlandırılmıştır.
Ortada bir sunak ve kurbanlık koç bulunmaktadır. Sunağın solunda tapınan iki
kişi, sağında ise bir köle görünmektedir. Kabartma, Kyzikos ve civarında ele
geçen Apollon Krateanos’a (Robert, 1955: 134 vd.; Taşlıklıoğlu, 1963: 123125) adanmış olan kabartmalara benzerlik göstermektedir. Tadokomeites ismin
ise, tanrıya tapınan halktan veya yer isminden almıştır. Muhtemelen bu sıfat,
Tadas veya Tatas ismini taşıyan bir yerleşim yerinden gelmiş olabilir.
Mysia Bölgesi’nden Soma’da ele geçen bir mektupta tanrının ismi
Tarsenos epitheti ile geçmektedir (Conze-Schuchhardt, 1899: 212-214, no: 36;
Holleaux, 1924: 42; Robert, 1929: 151; Taşlıklıoğlu, 1963: 132-3; Welles,
1934: 190, no: 47; Piejko, 1989: 395-409; SEG XXXIX, 1989, no: 1337; SEG
L, 2000, no: 1220; Müler, 2000: 525-526). Attalos mektupta, Apollon
Tarsenos’un rahibinden, kurdukları Panegyris’de (=panayır) koyunlar için vergi
muafiyeti (=ateleia) istemektedir. Zaten bu tür organizasyonlarda yerel
tapınaklara bazı ayrıcalıklar verilmekteydi. Büyük ihtimalle vergiden muaf
tutulan koyunlar pek çok adak töreninde kullanılmaktaydı. (Welles, 1934: 190,
10
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
no: 47; Sokolowski, 1958: 138; Piejko, 1989: 395-409). Koyun, Anadolu’nun
ekonomik hayatında büyük bir yere sahipti.
Panegyris (Light, 1993: 35-39; Ful, 1998: 44 vd.) veya festival
düzenleyenler bunun gibi istek mektuplarını ya bir mali memura ya da bir
tapınak görevlisine verirlerdi (Piejko, 1989: 399) Böylece, tapınakların bu tür
organizasyonlarda önemli bir yeri olduğunu anlayabiliyoruz.
TarshnÒw epitheti sadece Apollon için kullanılan bir sıfat değildir.
Apollon Tãrsiow veya TarseÊw (Tarsi’li Apollon) Lydia yazıtlarında sık
geçmektedir (TAM VI, 196, 202, 448, 460). Bu sıfatın dişil hali olan TarshnÆ
ise, Kula yakınlarında ele geçen bir yazıtta, Ana Tanrıça’nın (MÆthr) epitheti
olarak kullanılmıştır (Welles, 1934: 192). Bu epithet muhtemelen Tarsios
(Troas’da çok dönmeçli bir nehir) nehrinden doğmuş etnik bir kelimedir ve
“Tyrrhenia’lı” anlamındadır (Welles, 1934: 192; Piejko, 1989: 398).
Apollon Kitharodos ise bir tasvir tipidir. Mysia’da ele geçen hemen her
stelde tanrı bu şekilde tasvir edilmiştir (Resim 9). Bazı stellerde yazıt
korunmadığı için, muhtemelen değişik yerel Apollon’lara adanmışlardır.
Anadolu’nun İonia (Head 1892: 67, 79, 102, 104 (Ephesos), no: 238,
174, 274, 361, Lev. 12.8), Phrygia (Head, 1906: 228, 229, 232-238, 242, 243,
245, 246, 249, 250, 254, 256, 257, 269, 325 (Hierapolis), no: 1-3, 8, 9,18-20,
22-24, 32-34, 39, 45, 54-58, 65-89, 90, 94, 95, 105, 106, 110, 134, 151, 154,
155-158, 161-163- 166, 270, Lev. XXIX 1, 3, XXXII 9, XXX 1, 6, 10, 11,
XXXI 6, 7, LI 4, 7, 8, 10, LIII 1. Karia (Head, 1897: 102, 107- 109, 112,
(Halikarnasos) no: 3, 48, 58, 62, 64, 74, 91, Lev. XVIII 3, 16, 20, XLIV 4),
Lydia (Head, 1901: 238, 139 (Sardes), no: 10-36, Lev. XXIV 7-9.), Pamphylia
(Hill, 1897: 142 (Perge), no: 107; Robinson 1914, 44, no: 105) ve Mysia
(Wroth, 1964: 9-12 (Apollonia), no: 13-19, 21, 23, 27, 28, 29, 54, Lev. II 7, 8,
10, 11, 15) gibi birçok bölgelerinden ele geçen sikkeler üzerinde tanrıyı,
Apollon Kitharodos tipinde görmekteyiz. Özellikle Mysia bölgesinden ele geçen
stellerde tanrı bu tipte karşımıza çıkıyor (Robert, 1955: 151vd., Lev. 24.4 ve
30.5; Schwertheim 1983a, no: 7, Res. 8; Şahin 2000, 234,235, 236, 238, 239,
LA 5, 7, 9, 13, 16,Lev. 83, 84, 85, 87, 88).
Sonuç olarak; Anadolu’nun her bölgesinde çok sevilen ve tapınım gören
Apolon, Mysia Bölgesi’nde de sevildiği ve tapınım gördüğü bölgeden ele geçen
adak taşları üzerindeki yazıtlardan anlaşılmaktadır. Burada daha çok da yerel
epitetlerle karşımıza çıkan tanrı, Daphnosios, Deonteios, Germenos, Krateanos,
11
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Leonteios, Libotenos, Makestenos ve Tadokemeitos gibi, ismini ya tapınım
gördüğü yerin ya da ona inanan halkların adından almıştır. Yine bir yer
isminden aldığı düşünülen Bathylimenites sıfatıyla limanların ve denizcilerin
koruyucu tanrısı olarak karşımıza çıkar. Stellerin üzerindeki kabartmalarda
adak törenin canlandırılması ortak bir konu olarak işlenmiştir. Bu sahnelerden
tanrı için hem büyükbaş hem de küçükbaş hayvanların yani boğa ve koç kurban
edildiğini öğrenmekteyiz. Ayrıca bir stel üzerindeki kabartmada başının
üzerinde yiyecek dolu sunu tepsisini taşıyan hizmetçi kız figürü de
bulunmaktadır. Buradan yola çıkarak, kurbanın yanı sıra tanrı için muhtemelen
kurabiye, çörek veya ekmek gibi farklı sunuların yapılmış olabileceğini
düşünebiliriz. Kabartmalara tanrı Apollon; genellikle sağda, cepheden ve
ayakta, vücut ağırlığını sağ bacak üzerine vermiş, sol bacak ise dizden hafif
bükülerek yanda ve geride tasvir edilmiştir. Üzerinde kollu, göğüs altından
kemerli uzun khiton ve kısa bir manto giymiştir. Yüz cepheden ve seyirciye
dönüktür. Sol elinde kithara veya lyra, sunağa doğru uzattığı sağ elinde ise,
sunu tası (patera) tutmaktadır. Apollon, steller üzerinde Kitharodos tipinde
tasvir edilmiştir. Sunak genellikle ortada tasvir edilmiş arkasına da bir ağaç
yerleştirilmiştir. Burada tasvir edilen sunak, kült etkinliği içersinde önemli bir
etkinliğe sahiptir. Törene katılanlar arasında toplantı noktası, kült alanını işaret
eden bir simge, kurbanın kesilmesi için önemli bir objedir.
Mysia Bölgesi’nde yaşayan halkın yaşam tarzlarına, kültürlerine,
toplumu oluşturan bireylerin kişisel ve toplumsal dünya görüşlerine ve düşsel
sınırlarına göre biçimlendirilmiş soyut bir dünyanın, steller üzerindeki izlerinin
değerlendirilmesi, ancak, yine bu steller üzerinde yazıtlardaki bilgilerin yetersiz
olması nedeni ile sınırlı kalmıştır.
KAYNAKLAR ve KISALTMALAR
Benndorf, O.-Niemann, G. ( 1884), Reisen in Südwestlichen Kleinasien
I:Reisen in Lykien und Karien, Wien, 1884.
BMC: British Museum Catalogue of Greek Coins.
Can, Ş. (1994), Klasik Yunan Mitolojisi, İstanbul.
Conze, A.-C.Schuchhardt (1899) “Die Arbeiten Zu Pergamon 1886-1898”,
Mitteilungen des Deutschen Archaologischen Institutes. Athenische
Abteilung 24: 7-240
Corsten, T. (1991), Die Inschriften vonF Prusa Ad Olympum I, Bonn.
Çağbayır, Y. (2007), Ötüken Türkçe Sözlük, Cilt 2, İstanbul.
12
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Erhat, A. (1989), Mitoloji Sözlüğü, İstanbul.
Ful, Ş.D. (1988), Antik Devirde Lydia’da Panayırlar, Fuarlar ve Pazar Yerleri,
Ege Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi).
GIBM: Collection of Ancient Greek Inscriptions in the British Museum, 18741916.
Grimal, P. (1997), Mitoloji Sözlüğü. Yunan ve Roma, İstanbul.
Hasluck, F.W. (1903), “Inscriptions From Cyzicus” Journal of Hellenic Studies
23: 75-91.
Hasluck, F.W. (1904), “Unpublished Inscriptions From Cyzicus
Neighbourhood” Journal of Hellenic Studies 24: 20-40.
Hasluck, F.W. (1910), Hasluck, Cyzicus, Cambridge.
Head, B.V. (1892), Head, British Museum Catalogue of Greek Coins: Grek
Coins of Ionia, London.
Head, B.V. (1897), British Museum Catalogue of Greek Coins: Grek Coins of
Caria, Kos, Rhodes etc., London.
Head, B.V. (1906), British Museum Catalogue of Greek Coins:Grek Coins of
Phrygia, London.
Head, B.V. (1901), British Museum Catalogue of Greek Coins: Grek Coins of
Lydia, London.
Hill, G.F. (1897), Catologue of the Greek Coins in the British Museum . Lycia,
Pamphilia and Psidia, London.
Holleaux, M. (1924), “Inscription Trouvée A Brousse” Bulletin Correspondence
Hellenique 48: 1-57, Lev. 1. 1924.
Kaplan, D. (2007), “Apollon’un Kökeni. Doğudan Yükselen Işık. Arkeoloji
Yazıları. Atatürk Üniversitesi 50. Yıl anı Kitabı, Edi.: B. Can-M. Işıklı,
2007, 471-480., İstanbul.
Karaosmanoğlu, M. (2005), Mitoloji ve Ege’nin Tanrıları, Erzurum.
Koçhan, N. (2011), Kyzikos. Tarihi ve Mimari Kalıntıları, Bursa.
LeBas, P.-Waddington, W.H. (1972), Inscriptions Grecques et Latines, New
York. de Light, L. (1993), Fair and Markets in the Roman Empire,
Amsterdam.
LIMC: Lexicon Iconographicum Mythologiae Classicae
Linfert, A. (1983), “Der Apollon von Daphne des Bryaxis”, Damaszener
Mitteulungen 1: 165-173.
13
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Mendel, G. (1909), “Musée de Brousse. Catalaque des Monuments Grecs,
Romains etByzantins du Musée Impérial Ottoman de Brousse”, Bulletin
Correspondence Hellenique 33: 245-435.
Mordtmann, A.D. (1875), ““Apollon Krateanos” Archaeologische Zeitung 32:
162.
Müler, H. (2000), “Der Hellenistische Arhiereus” Chiron 30: 519-542.
Piejko, F. (1989), “Two Attalid Letters on the Asylia and Ateleia of Apollo
Tarsenus. 185 B.C.” Historia 38: 395-409.
Plew, E. (1876), “Apollon Krateanos” Archaeologische Zeitung 33: 113.
Ricl, M. (1991), “Hosios Kai Dikaios. Premire Partie: Catalague des
Inscriptions” Epigraphica Anatolica 18: 1-72, P1. I-XVI.
Robert, L. (1929), “Notes D’epigraphie Hellenistique” Bulletin Correspondence
Hellenique 53: 151-165.
Robert , L. (1955), “Dédicaces Et Reliefs Votifs” Hellenica X: 1-166.
Robert, L. (1962), Villes D’Asie Mineure, Paris.
Robinson, ESG. (1914), “Coins from Lycia and Pamphylia” Journal of Hellenic
Studies 34: 36-46.
Schwertheim, E. (1983a), Die Inscriften von Kyzikos und Umbebung. Tell 2:
Inscriften und Denkmäler, Bonn.
Schwertheim, E. (1983b), “Die Inscriften aus Der Samlung Nemci Tolunay in
Bandırma” Epigraphica Anatolica 1: 107-118, Lev. 11-14.
Schwertheim, E. (1985), “Neue Inscriften aus Miletupolis” Epigraphica
Anatolica 5: 77-88, Lev.13-16.
SEG: Supplementum Epigraphicum Graecum
Sokolowski, F. (1958), “On the Lex Sacra of Physcus” Transactions and
Proceedings of the American Philological Association 89: 138-141.
Şahin, M. (1997), “Figürliche Grabstelen und Weihreliefs aus Miletupolis”
Istanbuler Mitteilungen 47: 179-197 Taf. 20-27.
Şahin, M. (1999), “Miletupolis Adak Levhaları Üzerinde Apollon Kitharodos”
Anadolu Araştırmaları XV: 383-429.
Şahin, M. (2000), Miletopolis Kökenli Figürlü Mezar Stelleri ve Adak
Levhaları, Ankara.
TAM: Tituli Asie Minoris
Tanrıver, C. (1995), “Mysia’da Epigrafi Araştırmaları” Arkeoloji Dergisi III:
105-109, Lev. XI-XIII, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
14
Ful, Ş. D. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Tanrıver, C. (1996), “Apollon Germenos’a Bir Adak” Arkeoloji Dergisi IV:
193-196, Lev. XLI, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Tanrıver, C.-Kütük, S. (1993), “The Katoikia of Daphnous and The Sanctuary
of Apollon Daphnousios in the Territory of Apollonia ad Rhyndacum”
Epigraphica Anatolica 21: 99-102, Pl. 12-14.
Taşlıklıoğlu, Z. (1963), Anadolu’da Apollon Kültü İle İlgili Kaynaklar,
İstanbul.
Welles, C.B. (1934), Royal Correspondance in the Hellenistic Period, New
Haven.
Wiegand, Th. (1905), “Inschriften Aus Kleinasien” Mitteilungen des Deutschen
Archaologischen Institutes. Athenische Abteilung 30: 323-331.
Wroth, W. (1964), Cataloque of the Greek Coins in the British Museum. Mysia.
Bologna.
15
Ful, Ş. D./ Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Harita 1: Mysia Bölgesi’nde Apollon Kült’ünün dağılımı
Harita: 2
16
Ful, Ş. D./ Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Harita: 3
17
Ful, Ş. D./ Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Resim 1: Apollon Bathylimenites
Resim 2a: Apollon Bathylimenites Resim 2b: Apollon Bathylimenites
18
Ful, Ş. D./ Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Resim 3: Apollon Daphnousios
Resim 4: Apollon Deonteios
Resim 5: Apollon Germenos
19
Ful, Ş. D./ Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Resim 6: Apollon Karneios
20
Ful, Ş. D./ Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Resim 7: Apollon Krateanos
21
Ful, Ş. D./ Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 1-22
Resim 8: Apollon Libotenos
Resim 9: Apollon Kitharodos
22
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Tarihi Yapılarda Yeniden Kullanım Sorunları
Tokat Meydan ve Sulu Sokak
Emine Saka Akın1, Hamiyet Özen2
Özet
Günümüzde farklı coğrafik alanlarda ve kültürlerde küreselleşmenin
yansımaları olarak geçmişten koparılmış, kültürel mirasını yansıtmayan ve birbirlerine
benzeyen kentlerin sayısı artmaktadır. Dolayısıyla, küreselleşmenin etkisi altında
bozulan kentlerin kimliklerinin korunması ve yaşatılması günümüzün önemli kentleşme
sorunlarından birisidir.
Küreselleşen dünyada eski kent kimliklerinin kaybolmasındaki nedenler
arasında yaşam koşulları ve teknolojik değişimler önemli bir yer tutmaktadır. Değişen
ve gelişen kentlerde yeni işlevlere ihtiyaç duyulmakta ve bu işlevlere göre kentler
şekillenmektedir. Bu şekillenmeler devam ederken eski kentleri oluşturan yapı ve yapı
grupları yeni işlevlere cevap veremediğinden terk edilme sürecindedir. Aynı zamanda
eski mekânlar yeni yapıların baskısı altındadır.
Tarihi yapıları yeni yaşam alanları ve biçimleriyle bütünleştirmen en iyi
yöntemlerinden birisi, onlara yeni bir hayat vermektir. Yapı için güncelliğini kaybetmiş
işlevinin yerine yeni işlev vermek yeni bir yaşamın başlangıcıdır. Tarihi yapılarda
yeniden kullanım sorunlarının irdelendiği bu çalışmada Anadolu’da pek çok uygarlığa
ev sahipliği yapmış Tokat Kenti örnek olarak alınmıştır. Kentte yeni işlev verilmiş ya da
sadece onarılmış restorasyon uygulamaları devam etmektedir. Hem literatür hem de
alan çalışması şeklinde yürütülen bu çalışmada, seçilen örnekler üzerinden koruma ve
yeniden kullanım sorunlarının analiz edilmesi hedeflenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme Yeniden Kullanım, Restorasyon, Kimlik,
Tokat.
Re-use problems of Historical Building in Meydan and Sulu Street of Tokat
Abstract
Today, the number of cities in various geographical regions and cultures
resembling to each other and detached from their past are increasing as reflections of
1
Yrd.Doç.Dr. Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi
Bölümü, Tokat. [email protected]
2
Yrd.Doç.Dr. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü,
Trabzon. [email protected]
23
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
globalization. Therefore, conservation and perpetuating the identities of the cities
deteriorated by globalization is one of the important today’s issues of urbanization
Technological changes and living conditions have important roles in causing
the city identity to lose in globalizing world. In developing and changing cities, new
functions are needed and the cities are shaped according to these functions. While these
shaping processes continue, the buildings and group of buildings constituting the old
cities are in the process of being abandoned because of not responding to these new
functions. In addition to this, the old places are under pressure of new buildings.
One of the best methods integrating the historical buildings with new living
areas and their forms is to give them a new life. Converting the outdated functions of
buildings into new functions is a beginning of new life for the buildings. In this study,
the city of Tokat that has been home to many civilizations in Anatolia was taken as an
example for the evaluating the problems of re-use historic buildings. The applications
of converting the buildings into new functions or restorations consisting of only
reparations are continuing in the city. This study conducted in the form of both field
work and literature aimed to analyze the problems of conservation and adapted reuse on
the selected examples of historical buildings.
Key Words: Globalization, Re-use, Restoration, Identity, Tokat
1.GİRİŞ
Moderleşme sürecine bağlı olarak gelişen küreselleşme olgusunun en
belirgin etkileri kentler ve yaşamları üzerinde olmuştur. Kentsel alanlar
uygarlığın geliştiği ve toplumsal dönüşümlerin geçekleştiği yerlerdir. Ancak
günümüzde kürselleşme ve hızlı değişim, kentlerin geçmişten taşıdığı değerleri
tehdit altına alan bir sürece girmiştir. Kontrolsüz kentsel gelişmeler, hem
yapısal hem de doğal çevrelerinin sağlıksız bir biçimde büyüyüp gelişmesine
yol açmaktadır. Bu bağlamda değişen yaşam koşulları ve teknoloji tarihi
nitelikteki kültürel mimari mirasın işlevsel olarak eskimesini hızlı bir biçimde
sürdürmektedir.
Zamana bağlı olarak işlevsel ve fiziki olarak eskimiş tarihi yapıların
restorasyon ve koruma çalışmaları sadece yapının fiziksel olarak iyileştirilmesi
olarak kalmamalıdır. Yaşam döngüsünü devam ettirecek bir işleve göre bakımı
ve onarımı yapılmalıdır. Ancak koruma çalışmaları toplumun kültürel yapısına,
çevresine ve ihtiyaçlarına uygun bütünsel bir yaklaşımla olmalıdır. Kentlerin
yenilenmesinde bir kimlik bilincinden yola çıkan Güvenç (1974), ilk ve temel
ilkenin; kentin varlığını, kimliğini, geçmişten geleceğe bir süreklilik olarak
24
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
algılamak ve kavramak olduğunu ifade etmektedir. Yapıya uygun koruma,
zamanının gerekçelerine de cevap verebilmeli ve bunu da süreklilik içinde
yapmalıdır. Zamanının sürekliliği içinde mimar, yaşamı ve çevreyi
güzelleştirmeye çalışırken bunu geçmişe ve geleceğe bağlayan devamlılık
içinde yapmalıdır (Erder,1999).
Kentsel mekânlarda yapılan koruma geçmişi dondurmak, çağın insanı
için yaşanmaz duruma getirmek koruma olarak nitelendirelemez (Bektaş,1992).
Korumada eski ve yenin yan yana bir bütün içinde varlığını sürdürdüğü bir
anlayışı benimsemek esas olmalıdır. Eski ve yeniyi birbirinden izole ederek
eskiyi korumak zordur. Çünkü bu tutum, tarihi yapıyı bugünün bağlamından
soyutlayarak bir kent mobilyası haline getirmektedir (Kuban, 2000).
Çevresinden soyutlanan yapı, her geçen gün toplum tarafından daha az
kullanılan önemsiz nesneye dönüşmekte ve ait olduğu kentsel mekânın ve
kültürün bir parçası olma niteliğini yitirmektedir (Asiliskender, 2005). Çağdaş
koruma kavramı bilgiden estetiğe, halkın bilincinden ahlaka, parasal
kaynaklardan politikalara kadar geniş bir kapsama sahip olmak zorundadır. Ya
da etkinlik alanı olarak çağdaş korumada; her türlü korumanın temelde
bütünleşmesinden yeniden kullanım için değiştirilmesine, arkeolojik korumadan
kentsel yenilemeye, peyzaj düzenlemeden doğal çevre korumasına, mimarlık
alanı içindeki her çeşit ürünün yenilenmesine, bakımına, onarımına kadar var
olan yöntemlerin, kuramların ve uygulamaların birbiriyle dolaylı-dolaysız
ilişkileri bulunmaktadır (Görgülü,1993).
Dolayısıyla Amsterdam Bildirgesi’nde (1975) ilk defa gündeme
getirilen bütünleşik koruma yaklaşımı başarılı koruma uygulamaları için
benimsenmelidir. Bu bildirgeyle tüm ulusların ortak malı olduğu vurgulanan
mimari miras, günümüzde ülkelerin üzerinde önemle durduğu, sorunlarına
çözüm getirmeye çabaladığı bir alan halini almıştır (Akın, 1998). Madran
(2009), korumada noktasal çözümlerden ziyade bütünleşik koruma politikaların,
uluslar arası kuram ve kavramların benimsenmesini, ancak Türkiye’nin kendine
özgü değer ve koşullarına göre uyarlanması gerektiğini ifade etmektedir.
Yaşatarak koruma yaklaşımı toplumu etkileyici ve eğitici, onları
yüceltici birer anlam kazandırmanın en etkin yoludur. Önemli olan yapıları
yaşayan birer varlık konumuna getirebilmektir. Bu ancak yapıya bir işlevsel
içerik kazandırmak, onu topluma yararlı kılmak, toplumun onda yaşamasını,
çevrenin ondan yararlanmasını sağlamakla mümkündür (Altınoluk, 1998).
Günümüzde tarihi yapı ve çevrelerinin korunması bir zorunluluktur. Çünkü
25
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
değişme hızı içinde, eski ve yeninin ortak yaratacakları yeni bir bütünün
oluşturulması için bu gereklidir (Kuban, 2000). Günümüzde tarihsel çevrenin
korunmasında takınılacak tavır ise belirlenecek ilkeler ve hedefler
doğrultusunda geçmişten gelen değerleri geleceğe aktarmak olmalıdır (Kiper,
2006).
Tokat, tarihi M.Ö. 5500’lere inen, sırasıyla Comana Pontica (Komana),
Med, Pers, Helenistik, Pontus, Roma (Texier, 2002) çağlarında varlığını
sürdürmüş, Bizans, Danişmend, Anadolu Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı
medeniyetlerine ev sahipliği yapmış bir kenttir. Bütün bu medeniyetlerin
izlerini taşıyan kentte son yıllarda restorasyon çalışmaları hız kazanmasına
karşın, yapılan restorasyonlar ile anıtsal yapıların yeniden kullanılması
konusunda ciddi sorunlar gözlemlenmektedir. Bu çalışmada örnek alan olarak
seçilen Tokat Meydan ve Sulu Sokak’ta restore edilen anıtsal yapıların yeniden
kullanımları üzerine saptama ve önerilerin geliştirilmesi amaçlanmıştır.
2.Çalışma Alanı
Anadolu Selçuklu Dönemi’nde, Anadolu’nun 6. büyük şehri olan Tokat
doğu-batı yönündeki ticaret kervanlarının konakladığı kervansaraylar, hanlar ile
düzenli yol ve köprülerin inşa edildiği ekonomik ve ticari hayatın gelişmiş
olduğu bir kentti (Baykara, 2004). Süreyya Faroqhi (1994), 16. Yüzyılda Afyon,
Tokat ve Beypazarı’nda kayıtlara geçmiş olan 5-6 hanın bulunduğunu, Tokat ve
Afyon’un bölgelerarası ticaret merkezi olduğunu belirtmektedir.
Tokat kentinin en eski ticaret merkezi kalenin güneyinde bulunan Sulu
Sokak ve çevresidir. Zamanla büyüyen kent Anadolu Selçuklu ve Osmanlı
Dönemi’nde 3 önemli alan oluşturmuştur (Şekil 1), (Akın, 2009). Biri Sulu
Sokak ve çevresi (Şekil 2), diğeri günümüzde Cumhuriyet Meydanı denilen Ali
Paşa Camii ve çevresi, üçüncüsü de Hatuniye (Meydan) Camii, Taşhan ve
Gökmedrese arasında kalan alandır (Şekil 3). Ali Paşa ve çevresinde 1914
yılında çıkan bir yangınla bu alandaki birçok yapı yok olmuştur (Beşirli, 2001).
Dolayısıyla, çalışmada bu alan ele alınmamıştır.
26
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Şekil 1. Tokat tarihindeki üç önemli alan (Akın, 2009).
Şekil 2. Meydan eski (Erdem, 2007) ve günümüz görüntüsü (Akın, 2012).
Şekil 3. Sulu Sokak eski (Erdem, 2007) ve günümüz görüntüsü (Akın, 2012).
27
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
2.1. Meydan Bölgesi: Kentin Toplanma Noktası
Halk arasında “Meydan” adı ile anılan ticaretin yoğun olduğu ve eski
dönemlerde panayırların kurulduğu alandır. Günümüzde alanı çevreleyen
yapılar arasında fiziki ve mekânsal bağlar yoktur. Bu yapıların etrafında gelişen
çarpık ve plansız ticaret ve konut dokusu tarihi yapıların algılanmalarını
güçleştirmektedir (Şekil 4).
Melikgazi
Camii
Sünbül
Baba T.
ve Z.
K
Halef Sultan
T.ve Z
Hatuniye
Camii ve
İmarethanesi
Gökmedrese
KALE
Taşhan
Pir Ahmet
Bey T.ve Z.
Pervane
Hamamı
Şekil 4. Meydan ve çevresi (Akın, 2009).
Tarihi merkezde bulunan bu yapıların bir arada bulunuşları ve
konumlanışları kentin geçmişini günümüze taşıyan önemli özellikleridir. 1800
yılların sonunda birçok yapının yıkımı ile yapılan ve günümüzde kentin ana
trafik arterini oluşturan Gaziosmanpaşa Caddesi tarihi merkezi ikiye bölmüştür.
Bölünme tarihi merkezin bütüncül bir şekilde planlanmasına engel teşkil
etmektedir. Halen mevcut olan anıtsal yapılar ve tarihi arka plan göz önünde
bulundurulunca bu alanın günümüz kent planlaması ve kentsel yaşamında
büyük bir önemi olduğu anlaşılmaktadır. Bu alandaki tarihi yapılar (Şekil 5);
Hatuniye (Meydan) Cami; Sultan II. Mehmet tarafından Tokat’ta
annesi adına yaptırılan caminin kapısı üzerindeki kitabesine göre 1485 tarihlidir
(Aslanapa, 2004). Hatuniye Cami plan ve hacim biçimlenişi açısından klasik
dönemde çok karşılaşılan tek kubbeli anıtsal cami tipinin bir varyasyonudur
(Uysal, 1986). 1939 depreminde son cemaat yerine kadar yıkılmış, kubbeleri
hasar görmüştür ve kullanılamayacak hale gelmiştir. Bu yapının restorasyonu
halk tarafından 1953 yılında yapılmıştır. Yapı daha sonra 1999’da Vakıflar
28
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Bölge Müdürlüğü’nce basit bir onarım geçirmiştir (Akın, 2011). Osmanlı
Dönemi’nde yapılan cami halen ibadet yapısı olarak kullanılmaktadır.
Hatuniye Meydan Cami
Hatuniye İmarethanesi
Gökmedrese
Pir Ahmet Bey Türbe ve
Zaviyesi
Halef Sultan Türbe ve
Zaviyesi
Sünbül Baba Türbe
ve Zaviyesi
Melikgazi (Garipler)
Cami
Şekil 5. Meydan bölgesinde bulunan tarihi yapılar (Akın, 2012).
Hatuniye İmarethanesi; Osmanlı Dönemi’nde Hatuniye Cami ile
birlikte 15.yüzyılda inşa edildiği düşünülen yapı 1939 depreminde oldukça
hasar görmüş ve kullanılmayacak hale gelmiştir. 2005 yılında restorasyonu
yapılmış ve halen çay evi olarak kullanılmaktadır. İşlev değişikliği etkin
kullanımını arttırmakla birlikte çevresinde bulunan çarpık konut ve ticaret
yerleşimi, tabela ve dış eklentiler görsel olarak cephe estetiğine zarar
vermektedir.
Taş Han
Pervane Hamamı
29
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Gökmedrese; Yapının kitabesinde tarih bulunmamakla birlikte
araştırmacılar 1275 tarihinde inşa edildiğini belirtmektedirler. Bir Selçuklu taç
kapısının açıldığı eyvan ile karşısındaki ana eyvan ve eksene göre sağ taraftaki
geçit eyvanlarıyla üç eyvanlı Anadolu Selçuklu medresesi şemasındadır
(Cantay, 1992). İki katlı medresenin beden duvarları moloz taştan inşa
edilmiştir, taç kapı kesme taştır (Bakırer, 1981).
2012’ye kadar müze olarak kullanılan yapı Gaziosmanpaşa Bulvarı’nın
kenarında olduğu için kentli tarafından dış görünüş olarak bilinmektedir. Ancak
medreseden ziyade daha çok müze olarak tanınan yapı genellikle turistlerin
ziyaret ettiği ve günümüzde işlev verilmeyi bekleyen bir yapıdır.
Taşhan; Osmanlı Dönemi’nde 1631 yılında inşa edildiği
düşünülmektedir (Mercan vd., 2003). Kuzey güney konumunda, kesme taş ve
tuğladan, dikdörtgen ve iki katlı inşa edilen hanın ortasında, büyük bir avlu yer
almaktadır.
Müze arşivlerinde 1930 yılından bu yana Taşhan’ın bir hayli değişikliğe
uğradığı görülmektedir. 1939 depreminden sonra doğu yönündeki revak
tonozların ve avlu sundurmanın bir bölümü yıkılmıştır (Yavi, 1986). 2007’de
yapılan restorasyonla han son durumunu almış ve orijinal hale getirilmiştir.
İşlev düşünülmeden restorasyonu yapılan hana orijinal işlevinden farklı işlev
verilmiştir. Han odalar küçük el sanatları dükkânlarının bulunduğu küçük
dükkânlara, ortasındaki avlu da çay bahçesine dönüştürülmüştür. Bu işlevler
yapının bütünlüğüne uygun olmuştur ve kentli tarafından yoğun kullanılan bir
mekân haline dönüşmüştür.
Pervane Hamamı; 1275 yılında çifte hamam olarak inşa edilen yapının
zemin katı bugünkü sokak kotundan takriben 3 m aşağıda kalmıştır. Yapı en
büyük tadilatını 16. yüzyıl sonu veya 17. yüzyıl başlarındaki depremden sonra
geçirmiştir (Önge, 1995). Anadolu Selçuklu Dönemi yapısı olan hamam
günümüzde de hamam olarak kullanılmaktadır. Yapı yoğun ticaret alanı içinde
bulunmasına rağmen yol kotunun altında kaldığı için güçlükle algılanmaktadır.
Sünbül Baba Türbe ve Zaviyesi; Anadolu Selçuklu Dönemi’nde 12911292 tarihleri arasında inşa edilmiştir (Önal, 1996). Zaviyenin giriş kapısı, geniş
çerçeveli ve mukarnas yaşmaklı mermer bir taç kapı içinde yer almaktadır.
Zaviyenin batı cephesine bitişik geleneksel bir konut bulunmaktadır. Bu evin
yapımında muhtemelen batı cephede değişiklikler yapıldığı düşünülmektedir.
(Emir, 1994). Orijinalinde eğitim işlevine uygun olarak planlanan yapı,
restorasyon sonrası 2012 yılının ortalarına kadar ayakkabı dükkanı olarak
30
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
kullanılmıştır. Bu işlev yapının mekânsal ve mimari özelliklerine uygun değildi.
Aynı zamanda dış cephe özellikleri bozulmuş ve kötü bir görüntüye
dönüşmüştü. En son yapıya aile danışma bürosu olarak işlev verilmiştir.
Halef Sultan Türbe ve Zaviyesi; Anadolu Selçuklu Dönemi’nde 12911292 tarihleri arasında inşa edilmiştir (Emir, 1994). Taç kapı ile girilen zaviye
2004 yılına kadar toprağa gömülü kalmıştır. Yol kotundan yaklaşık 4-5 m
aşağıda olan binanın restorasyonu yapılıp yeni işlev verilmiş ve gençlik
merkezi-kütüphane olarak kullanılmaktadır. Bu işlev hem yapının mimarisine
hem de kentin yapısına uygun bir işlev olarak karşımıza çıkmakta ve halen
yoğun bir kullanıma sahiptir. Buna karşın yapı yüksek yapılar ve yoğun konut
dokusu içinde kaldığı için güçlükle algılanmaktadır.
Melikgazi (Garipler) Cami; Kentin en eski camisidir ve kitabesi yoktur.
Ancak 14. Anadolu Vakfiye defterinde, Danişmend Ahmed Gazi’nin Tokat’ta
1074 yılında bu camiyi yaptırdığı kayıtlıdır (Anonim, 2001). Minare ve
gövdesinde sırlı ve sırsız tuğlaların birlikte kullanılışı ve özellikle yeşil renkli
sırlı tuğlalar 13. yüzyıl sonunda eklenmiş olabileceğini düşündürmektedir
(Bakırer, 1981). Danişmend Dönemi’nde inşa edilen yapının restorasyonu 2011
yılında aslına uygun olarak Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nce yapılmış ve cami
olarak kullanılmaktadır.
Pir Ahmet Bey Zaviyesi; 15. Yüzyılın ilk çeyreğinde inşa edildiği
düşünülen yapının girişi, kuzeye bakan sivri kemerli geniş bir eyvan içindedir
(Mercan vd., 2003). Restorasyonu yapılmış ve 2012 yılının başlarına kadar
aşevi olarak kullanılmıştır. Lokantaya dönüştürülecek yapının restorasyonu bu
işleve uygun olarak devam etmektedir.
Pir Ahmet Bey Türbesi; Türbeye ait mezar taşlarındaki tarihlerden, 15.
Yüzyılın ilk çeyreğinde inşa edildiği düşünülen Osmanlı Dönemi yapısıdır
(Mercan vd., 2003). Eyvan şeklinde dışa açılan türbe; 5.30x7.55 m. ölçülerinde
kareye yakın dikdörtgen planlı bir yapıdır.
Tablo 1’de bu yapıların restorasyon ve işlev durumları verilmektedir.
31
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Tablo 1. Meydan Bölgesi Yapıların Restorasyon ve İşlev Durumları.
Hatuniye
İmaretha
nesi
Hatuniye
Camii
Halef
Sultan T.
ve
Zaviyesi
Sünbül
Baba T.
ve
Zaviyesi
Taşhan
Gökmedr
ese
Pir
Ahmet
Bey
Türbe ve
Zaviyesi
Melikgaz
i Camii
Pervane
Hamamı
R.
Edildi
X
R.
Edilmedi
Verilmemiş
X
X
X
X
Orijinal
X
X
X
X
X
X
X
X
X
X
X
X
Verilmemiş
Yeni
R. Öncesi
R.Sonras
ı
Yapının
Adı
Uygun
İşlev
İşlev Durumu
Verilmiş
Restorasyon
Durumu
X
X
X
X
X
X
X
X
X
X
32
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
2.2.Tarihi Sulu Sokak
Tarihinde kentin ana ulaşım arteri (doğu-batı) üzerindeki ticaret
merkezinin bulunduğu Sulu Sokak ve çevresi ise Tokat kentinin en yoğun
anıtsal yapılarının mevcut olduğu bir alandır (Şekil 6). Bu alan Osmanlı
Dönemi’nin son zamanlarına kadar kentin ticaret merkeziydi (Özen ve Akın,
2009).
Şekil 6. Sulu Sokak ve çevresi (Özen ve Akın, 2009).
Bu alan içinde buluna tarihi yapılar (Şekil 7):
Yağıbasan Medresesi; 12. Yüzyıl ortalarında Danişmend Dönemi’nde
inşa edilmiştir (Kuran, 1969). Kitabesi 1939 depreminde parçalanmıştır (Yavi,
1986). Tokat Çukur (Yağıbasan) Medresesi ve Niksar (Tokat’ın ilçesi)
Yağıbasan Medresesi Türkmen Bölgesi’nde yapılan ve en eski Anadolu
medreselerindendir. Diğer kapalı medreselerde olmayan mekânsal özelliği
vardır. Konya’da Karatay ya da İnce Minareli gibi ünlü kapalı medreselerde orta
hacme açılan eyvanlar kubbe tavanına kadar yükselir ve yapıya tümel mekân
etkisi katarlar. Oysa Tokat ve Niksar’da bulunan medreselerde kubbeli merkez
basık eyvanlara göre mekân etkisine egemendir (Kuban, 2002). 2006 yılında
yeni işlev verilmeden restorasyonu yapılan yapının açık kubbesinin üst kısmı
kapanmıştır. 2006 yılından günümüze yeni işlev verilmeyi beklemektedir.
33
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Çukur Medrese
Deveci Han
Sulu Han
Arastalı Bedesten
Takyeciler Cami
Ulu cami
Paşa Han
Sultan Hamamı
Alaca Mescit
Paşa Hamamı
Mustafa Ağa Hamamı
Şekil 7. Sulu Sokak’ta bulunan tarihi yapılar (Akın, 2012).
34
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Deveci Han; Kitabesi bulunmayan yapının mimari planlamasından ve
yapı malzemesinden 15 veya 16. yüzyılda inşa edildiği düşünülen bir Osmanlı
dönemi yapısıdır (Yavi, 1986).
1939 depreminden sonra oldukça kötü durumda olan yapının 2007
yılına kadar batı cephesine bitişik konutlar vardı. 2007 yılında başlanan
restorasyonu hala devam etmekte olan yapının yeni işlevi Güzel Sanatlar
Fakültesi idari binası olarak düşünülmüştür.
Sulu Han; Osmanlı Dönemi’nde inşa edilen yapının kitabesi
bulunmadığından yapılış tarihi tam olarak bilinmemektedir. 1957 yılında
Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından bir onarım geçirmiştir (Yavi, 1986). Batı
cephesi Arastalı Bedestene bitişiktir. Aşevi olarak kullanılan yapı orijinalliğini
kaybetmiş ve sadece girişteki taç kapısı ile dikkat çekmektedir.
Arastalı Bedesten; Osmanlı Dönemi’nde inşa edilen yapının tarihi
bilinmemektedir. Polonyalı Simeon yapının 16. Yüzyıl sonlarının yapısı
olabileceğini söylemektedir (Cezar, 1985). Plan açısından üç hacimli bir yapı
olan bedestenin arasta kısmı etrafını çevirmeyip iki yanda uzanmaktadır.
Oldukça kötü durumda olan yapının restorasyonu 2008’de tamamlanmıştır.
Ancak hiçbir işlev verilmeden restorasyonu yapılan yapıya 2012 yılında müze
olarak işlev verilmiş ve müze olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Takyeciler Cami; Kareye yakın derinlemesine dikdörtgen planlı ve çok
kubbeli bir yapı olan cami 1871-1872 tarihinde inşa edilmiştir. I. Dünya Savaşı
yıllarında onarım yapılan caminin kubbe üstleri kırma çatı ile kapanmıştır.
1964-1965 tarihlerinde Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından orijinal durumuna
getirilmiştir (Uysal, 1986). Doğu cephesi Arastalı Bedesten’e bitişik olan
Osmanlı Dönemi yapısı orijinal işlevinde cami olarak kullanılmaktadır.
Ulu Cami; Bugün doğu cephe kapısı üzerinde 1678 tarihi yazmakta ise
de bu tarih onarım tarihine aittir. Caminin Anadolu Selçuklu Dönemi’nde inşa
edildiği, fakat yangın, deprem vb. nedenlerle tahrip olan cami IV. Sultan
Mehmet zamanında, eski temelleri esas alınarak yeniden yaptırılmıştır
(Erdemir, 1986). Baykara (1986), Tokat Ulu Cami’nin kaleye giden yolda
olması, kalenin ana giriş kapısına yakın, büyüklüğü ve döneminin Ulu
Camilerinin özelliklerini göstermesi bakımından Anadolu Selçuklu ve hatta
35
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Danişmend Dönemi’ne kadar gittiğini ifade etmektedir. İyi durumda olan yapı
orijinal işlevinde cami olarak kullanılmaktadır.
Paşa Han; 1752 tarihinde Osmanlı Dönemi yapısı olan hanın sadece
kesme taştan yapılmış bir portali ve dış duvarları günümüze kadar gelmiştir
(Acunsal, 1947). Portalin üst köşelerinde iki hayvan figürü bulunmaktadır. Özel
mülkiyette bulunan yapının avlusu içinde hiçbir yapı izi yoktur. Bilinen bir
onarım tarihi yoktur.
Sultan Hamamı; Hamamın plan tipolojisi 13. Yüzyıldan başlayarak
Anadolu’da yoğun olarak görülen bir plan tipine sahiptir. Çifte hamam
özelliğine sahip yapının tam olarak inşa tarihi bilinmemektedir. Tahminen 13.
yüzyıl yapısı olduğu düşünülen yapı bugünkü görünümünü 19. yüzyılda almıştır
(Eravşar, 2004). Anadolu Selçuklu yapısı olan hamam orijinalliğine uymadan
çok kez onarım geçirmiştir. Özel mülkiyette olan yapı hala hamam olarak
kullanılmaktadır.
Alaca Mescit; Anadolu Selçuklu zamanında 1300-1301 tarihlerinde
inşa edilmiştir (Bakırer, 1981). Daha sonra 1505 yılında minaresinin dışında
kalan bölümleri onarım görmüştür (Yavi, 1986). Orijinal işlevinde kullanılan
yapının 1939 depremi sonrası minaresinin üst kısmı yıkılmış ve yeniden
yapılmıştır (Acunsal, 1947). Orijinal işlevinde cami olarak kullanılmaktadır.
Paşa Hamamı; 1435 tarihli Osmanlı Dönemi yapısıdır. Tek hamam
olarak inşa edilen yapı dört eyvanlı, köşe halvetli plan tipindedir (Eravşar,
2004).
Uygun
olmayan
onarımlar
geçirmiş
yapı
günümüzde
kullanılmamaktadır.
Mustafa Ağa Hamamı; Çifte hamam olarak yapılan yapının inşa tarihi
bilinmemektedir. 1364 tarihli Arapça vakfiyede vakfın gelirleri arasında
hamamın ismi geçmektedir. 1970 yılında geçirmiş olduğu onarımda hamamın
zemini ve duvarları değiştirilmiş, bunun sonucu olarak sıcaklık bölümü
yeterince ısınmamış ve hamam kullanılmaz hale gelmiştir (Eravşar, 2004).
Günümüzde kullanılmayan bu Osmanlı Dönemi yapısı oldukça kötü bir
durumdadır.
36
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Ulu
X
X
Camii
Sulu
X
X
Han
Arastalı
X
X
Bedeste
n
Takyeci
X
X
ler
Camii
Alaca
X
X
Mescid
Paşa
X
Han
Paşa
X
Hamam
ı
Deveci
X
X
Han
Yağıbas
X
an Med.
Sultan
X
X
Hamam
3. Alanda Yeniden Kullanım Sorunları
37
Verilmemiş
Verilmiş
R. Sonrası
R. Öncesi
Tablo 2’de bu yapıların restorasyon ve işlev durumları verilmektedir.
Tablo 2. Sulu Sokak’taki Yapıların Restorasyon ve İşlev Durumları.
Mustafa
Uyg
Restorasyon
X
Ağa
İşlev Durumu X
un X
Durumu
Hamam
İşlev
Yapının
Yeni
Adı
R.
R.
Orijinal
Verilmemiş
Edildi Edilmedi
X
X
X
X
X
X
X
X
X
X
X
X
X
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Tarihi kentler anıtsal mimari miras bakımından zengin mekânlardır.
Dolayısyla bu anıtlar için yapılan koruma çalışmaları kültür, çevre ve ihtiyaçlar
bağlamından soyutlanarak sadece fiziksel onarımlar şeklinde yapılırsa
restorasyonu yapılan yapıların kent kullanımına verimli olarak sunulması
noktasında aşağıda tanımlanan türden sıkıntılar ortaya çıkabilmektedir.
•
Kentsel ölçekte sorunlar
•
Yeni işlev verilmeden kaynaklanan sorunlar
3.1. Kentsel Ölçekte Sorunlar
1980’li yıllardan sonra, küreselleşme sürecindeki serbestlik, esneklik,
kuralsızlık politikaları mekânsal yapıda da kendini göstermiştir. Bunun ülkemiz
kentlerine yansıması ise planlı gelişimin neredeyse tamamen terk edilmesi
şeklinde olmuştur. Planlamanın değil, piyasanın gereği olarak oluşturulan ve
rant doğrultusunda proje tercihleri ile kentsel gelişmeler yönlendirilmektedir.
Kamu yönetimleri ise, yerleşme politikalarına ağırlığını koyamayıp bir
kuralsızlıklar düzeni içinde sorumluluklarını bile yerine getirememekte,
kamusal yetkilerini giderek piyasaya devretmektedir (Kiper, 2006). Ülkenin
tamamına hâkim olan bu anlayış, Tokat kentinde benzer şekilde gelişmiştir.
Kentin gelişim yönünü kent planlarından çok, çok katlı alışveriş merkezleri ya
da mevzi planlarla geliştirilen lüks konut siteleri belirlemektedir. Kent
merkezinde bulunan tarihi çekirdek bu nedenlerle giderek yok olmaktadır.
Tarihi çekirdeğin korunması, kentliye faydalı kılınmasından çok kent
turizminde ne kadar faydalı kılınır öncelikli düşünülen bir olgudur. Oysa tarihi
çevre korumanın öncelikli amacı, tarihi yerleşmeyi yok olmaktan kurtarmak,
kültür mirasını günümüz yaşamıyla bütünleştirmek olmalıdır (Ahunbay, 2004).
Meydan bölgesi için kentsel ölçekteki sorunlar irdelendiğinde en önemli
sorunun alanın kentin ana trafik arteri Gaziosmanpaşa Caddesi ile ikiye
bölünmesi olduğu görülmektedir (Şekil 8). Bu cadde ile yapılar arasındaki
bütünlük bozulmuş ve birbirinden bağımsız kalmıştır. Birbirlerinden ayrı kalan
bu yapıların çoğu, kentin en yoğun ticaret alanında uzun yıllar bakımsız kalarak
kullanılmaz hale gelmişlerdir. Vakıflar Bölge Müdürlüğü son 10 yıl içinde bu
yapıların büyük bir bölümünü çevresinden kopuk tekil olarak restorasyon
yapmıştır. Kentin çöküntü alanı haline gelen bu tarihi merkez halen niteliksiz
konut ve ticaret alanı durumundadır. Ayrıca alanın tarihi önemi ve dokusuna
aykırı, hızlı ve çarpık yeni yapılaşma süreci kontrolsüz bir şekilde devam
etmektedir. Dolayısı ile köhne, bakımsız, çok katlı binalar ve ticaret alanı ile
38
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
çevrelenmiş olan bu tarihi merkez, fiziki olarak algılanmamaktadır (Şekil 9).
Şekil 8’de görüldüğü gibi Taşhan ve Gökmedrese arasında yapılan uygun
olmayan kütledeki yapı her iki yapının kütlesini ezmekte ve dış cephelerinin
algılanmalarını güçleştirmektedir. Yine çarpık ve plansız ticaret ve konut
dokusu, köy minibüs duraklarının bu alan içinde olması yoğun bir karmaşaya
sebep olmakta ve tarihi Meydanda bulunan anıtsal yapıların algılanmalarını
engellemektedir.
Şekil 8. Meydan bölgesinden geçen Gaziosmanpaşa Caddesi ve niteliksiz
konut ve ticaret alanları (Akın, 2012).
Anıtsal yapıların yakın çevresinde mevcut olan yapıların ve yerleşmenin
iyileştirme ve sağlıklaştırma yoluna gidilmesi gerekmektedir. Tarihi yapıların
tek başlarına restorasyonu ve işlevlendirilmesi sorunu çözmekten öte daha
karmaşık bir duruma getirmektedir.
39
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Şekil 9. Çok katlı binalar ve niteliksiz konut alanı içindeki Halef Sultan
Türbe ve Zaviyesi (Akın, 2012).
Sulu Sokak için kentsel ölçekteki sorunlar irdelenirse en önemli sorunun
bakımsızlık ve terk edilme olduğu görülmektedir. Bu süreç, günümüzde alanın
tamamen gecekondu konut yerleşimi içinde kalması sonucunu doğurmuştur. Bu
alanın tekrar değer kazanması ve kentin yaşayan bir parçası olabilmesi için
çevresiyle birlikte yapılara farklı işlevler verilerek alanın tarihi yüzünün ortaya
çıkarılması sağlanmalıdır. Ayrıca çarpık bir kentleşmenin sonucu olarak bu
tarihi alanda kontrolsüz ve bilinçsiz bir şekilde yeni yapılaşma sürmektedir.
Sulu Sokak’ta Yağıbasan Medresesi yanında, Arastalı Bedesten karşısında yeni
yapılan Vakıf İşhanı bu alandaki yapıları kütlesel olarak ezmektedir (Şekil 10).
Şekil 10. Sulu Sokak’ta gecekondu konut yerleşimi ve yeni yapılan bina (Akın,
2012).
3.2. Yeni İşlev Verilmeden Kaynaklanan Sorunlar
Meydan ve Sulu Sokak çevresinde yapılan restorasyon çalışmaları salt
yapının fiziksel onarımından öteye gidememektedir. Planlama ve yeni işlev
verilme sürecinde yapıların en çok karşılaştıkları sorunlar; restorasyondan sonra
işlev verilmesi ve uygun işlev verilmeyip tekrar işlev değişikliği olarak göze
çarpmaktadır. Restorasyon yapıldıktan sonra işlev verilmeye çalışılan yapılar
verilen işleve göre yeniden bir onarım sürecine girmektedir. Aynı şekilde
orijinal mekânsal kurguya ve mimari yapıya uygun olmayan işlevler
değiştirildiğinde de yapı tekrar bir onarım sürecine girmekte ve daha çok zarar
görmektedir. Çünkü yeni işlevler, yeni mekânsal düzenlemeler ve ekleri de
beraberinde getirmektedir. Özellikle cephe estetiğini ve oranlarını bozan
40
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
eklentiler yapının bütünlüğünü bozmaktadır. Ayrıca eklentilerde malzeme ve
yapım sistemi seçimi de önemli bir faktördür. Bu konuda da tutarlı bir yaklaşım
sergilenmesi gereklidir. Bu yaklaşım ya zıtlık ya da uyum şeklinde olabilir.
Ayrıca uygun olmayan işlevler Şekil 11’de görüldüğü gibi dış cephe
görüntüsünü oldukça bozmaktadır. Aynı zamanda yoğun ticaret alanlarında
bulunan bu yapıların dış cephelerindeki tabelalandırmalar çoğu zaman yapıların
büyüklüğünü ezmektedir.
Şekil 11. Tarihi yapıların cephe görüntülerini bozan kötü görünümler
(Akın, 2012).
Meydan Bölgesi’nde bulunan Taşhan uzun yıllar farklı işlev
değişiklikleri geçirerek günümüze kadar gelmiştir. Uygun bir restorasyon ve
uygun bir işlev verilemediğinden 1997- 2007 tarihleri arasında kapısı kapalı,
kentten kopuk bir dönem geçirmiştir. Gökmedrese uzun yıllardır müze olarak
işlevlendirilmiş ve halk arasında medrese olduğu unutulup müze olarak
anılmaya başlamıştır. Medrese içinde yeterli mekâna sahip olmayan müze 2012
yılında Arastalı Bedestene taşınmıştır. Şu anda yeni işlev beklemektedir.
Sulu Sokakta bulunan Arastalı Bedesten’in restorasyonu işlev
verilmeden yapıldığından 3 yıl yeni işlev beklemiş ve en son müze olarak işlev
verilmiştir. Müze olarak işlevlendirilen yapı yeniden onarım sürecine girmiştir.
Yine Yağıbasan Medresesi’nin onarımı 2007’de tamamlanmış ve hala yeni işlev
beklemektedir.
Bu alanların kentin cazibe merkezleri konumuna getirilmeleri için
yapılara işlev verilirken o bölgelerin kalkınmalarına yardımcı olacak,
gecekondu ve çarpık kent dokularından çıkarılıp kentin kültürel alanlarına
dönüştürülmeleri de önemli bir süreçtir. Bu eylem planlama ve yeni
41
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
işlevlendirme sürecinde ele alınıp çözümlenmelidir. Bu nedenle yeniden
kullanım ile ön plana çıkarılan anıtsal binaların, gerek restorasyonları ve
gerekse yeni işlevleri kentin kültür ve sosyal yaşamına göre titizlikle ve bilimsel
veriler sonucunda yapılmalıdır.
4.Öneriler ve Değerlendirme
Korumada istenilen hedefe ulaşmak için tarihi çevrenin yaşam
standartlarının yükseltilmesi, tarihi dokuyu bozan trafiğin ve olumsuz baskıların
merkezden uzaklaştırılarak yerine kültürel işlevlerin çekilmesi, sürekli bakımı
sağlayacak kaynak sorunlarının çözümlenmesi gerekmektedir (Ahunbay, 2004).
Korumayı gerçekleştirebilmek için yapılan kentsel yenileme
çalışmaları, bir stratejiler bütünü dâhilinde gerçekleştirilebilecek bir süreçtir. Bu
stratejiler oluşturulduktan sonra uygulamada yerel yönetimlere önemli görevler
düşmektedir. Yerel yönetimler, bu görevlerini, alanın sosyo-kültürel, ekonomik
ve fiziki-mekânsal niteliklerine göre, farklı kurum ve kuruluşlarla paylaşarak,
bir iş bölümü yaparak gerçekleştirmelidirler (Özden, 2001). Bu aşamada
kaynaklar üzerindeki baskıları azaltacak ve bütün çevrenin daha iyi
algılanmasını sağlayacak ve çevresel kaliteyi yükseltecek planlama
önlemlerinin bir bileşkesi olan alan yönetimi gündeme gelmelidir ( Ayrancı ve
Gülersoy, 2009).
Alanda yapılan çalışmalar sonucunda Meydan ve Sulu Sokak’ta
bulunan anıtsal yapıların sorunları ve bu sorunları çözebilecek öneriler analiz
edilerek özetlenmiştir (Tablo 3, 4). Tablo 3 ve 4‘te her iki alanda bulunan tarihi
camiler orijinal işlevlerinde kullanıldıklarından dolayı verilmemiştir.
Tablo 3. Meydan Bölgesi’nde bulunan anıtsal yapıların değerlendirilmesi.
Yapının Adı
Sorunlar
Öneriler
-Gecekondu
bölgesinde -Çevresindeki yapıların
bulunduğu
için
tarihsel biçim, tabela ve işlevlerinin
niteliği yitirme
yapıyı ön plana çıkarılacak
-Uygun
olmayan şekilde düzenlenmesi
Hatuniye
tabelalandırma
-Çevresindeki çarpık ticaret
İmarethanesi
dokusu en kısa zamanda
kaldırılmalı
-Belediyenin kapsamlı
meydan projesi hazırlaması
katlı
yapılar -Kent dokusu içine sıkışmış
Halef Sultan -Yüksek
42
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
T.
ve arasında
Zaviyesi
ticaret
merkezi
Sünbül Baba -Yoğun
T.
ve içinde
Zaviyesi
-Yanında
yapılan
yeni
yapının
kütlesel
olarak
binayı ezmesi
Taşhan
-Gaziosmanpaşa Caddesi’nin
Meydan Bölgesini İkiye
bölmesi
-Yanında
yapılan
yeni
yapının
kütlesel
olarak
binayı ezmesi,
Gökmedrese -Gaziosmanpaşa Caddesi’nin
Meydan Bölgesini ikiye
bölmesi
-Uygun işlev verilememesi
-Gecekondu
bölgesinde
bulunduğu
için
tarihsel
niteliği yitirme
Pir Ahmet
Bey Zaviyesi - Çarpık ve plansız ticaret ve
konut
dokusu
içinde
bulunması
-Yapının yol kotu altında
kalmasından
dolayı
algılanmasının zorlaşması
Pervane
- Çarpık ve plansız ticaret ve
Hamamı
konut
dokusu
içinde
bulunması
43
yapının tanıtımı daha iyi
yapılmalı
- Kent dokusu içine sıkışmış
yapının tanıtımı daha iyi
yapılmalı
-Bu yapının diğer yapılarla
ve Meydan Bölgesi ile
bütünleşmesini
sağlayabilecek bütünleşik bir
planlamaya gidilmesi
-Bu yapının diğer yapılarla
ve Meydan Bölgesi ile
bütünleşmesini
sağlayabilecek bütünleşik bir
planlamaya gidilmesi
-Yapının mimarisine uygun
işlev seçimi
-Çevresindeki çarpık ticaret
dokusu en kısa zamanda
kaldırılmalı
-Belediyenin kapsamlı
meydan projesi yapması
-Yapıyı açığa çıkaracak yeni
bir restorasyon çalışması
yapılması
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Tablo 4. Sulu Sokak’ta bulunan anıtsal yapıların değerlendirilmesi.
Yapının
Sorunlar
Öneriler
Adı
-Gecekondu
bölgesinde -Yapı bulunduğu tarihi alanda
bulunması
diğer yapılarla bir bütün olarak
-Uygun
olmayan
işlev ele
alınarak
bölgenin
Sulu Han nedeniyle yapıya uygun kalkındırılması sağlanmalı.
olmayan ek ve eklentilerin -Yeni işlev verilerek
yapılması
restorasyon yapılması
-Bakımsız cephe
-Gecekondu bölgesinde
-Yapı bulunduğu tarihi alanda
bulunması
diğer yapılarla bir bütün olarak
Arastalı
ele
alınarak
bölgenin
Bedesten
kalkındırılması sağlanmalı.
-Yapıya uygun işlev verildi
-Gecekondu bölgesinde
-Yapı bulunduğu tarihi alanda
bulunması
diğer yapılarla bir bütün olarak
-Kişisel mülkiyette olması
ele
alınarak
bölgenin
-Yapının içinin tahrip
kalkındırılması sağlanmalı.
-Yapının
kamulaştırılması
Paşa Han edilmesi
sağlanmalı
-Kalan han duvarlarının restore
edilerek uygun işlev verilmesi
sağlanmalı
-Gecekondu bölgesinde
-Yapı bulunduğu tarihi alanda
bulunması
diğer yapılarla bir bütün olarak
-Kullanılmaz atıl durumda
ele
alınarak
bölgenin
Paşa
kalkındırılması sağlanmalı.
Hamamı
-Restoresi
yapılıp
orijinal
işlevinde kullanılmalı
-Gecekondu bölgesinde
-Yapı bulunduğu tarihi alanda
bulunması
diğer yapılarla bir bütün olarak
Deveci
ele
alınarak
bölgenin
Han
kalkındırılması sağlanmalı.
-Uygun işlevle kullanılması
44
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Yağıbasan
Medresesi
Sultan
Hamamı
-Gecekondu bölgesinde
bulunması
-Yapı restore edilmiş olduğu
halde kullanılmamakta
-Gecekondu bölgesinde
bulunması
-Onarımların uygun
olmayışı
-Yapının dış cephesinin
uygun olmayan malzeme ile
kaplanması
-Yapı bulunduğu tarihi alanda
diğer yapılarla bir bütün olarak
ele
alınarak
bölgenin
kalkındırılması sağlanmalı.
-Uygun
işlev
bulunarak
kullanılır hale getirilmeli
-Yapı bulunduğu tarihi alanda
diğer yapılarla bir bütün olarak
ele
alınarak
bölgenin
kalkındırılması sağlanmalı.
-Dış cephesi orijinal duruma
getirilerek
hamam
olarak
kullanılmasına devam edilmeli
Tokat kentinde son dönemlerde yapılan iyileştirme çalışmaları ve
planlamalar kapsamında yerel yönetimlerin bu bağlamda yapılar arasında fiziki
ve işlevsel bağı güçlendirici çalışma ve planlama uygulamaları olmadığı
saptanmıştır. Tarihi yapıların tekil olarak ele alınmasından dolayı, kentsel
ölçekte bütüncül bir koruma yaklaşımı mümkün olamamaktadır. Oysaki
koruma, özellikle uygulamaya yönelik olarak bir yerel yönetim sorunu olmalıdır
(Madran, 2009).
Her iki alanda tarihi yapılar kentsel ölçekte ve tekil olarak uygun
olmayan onarımlara, işlev verilmeden yapılan restorasyonlara maruz kalmıştır.
Yoğun trafik, gecekondu ve ticaret alanları içinde sıkışmış tarihi yapılar kent
ölçeğinde bir bütünün parçası şeklinde bulunmamaktadır. Kentin çöküntü
alanlarında bulunan tarihi yapılara verilecek işlevler ve çevrelerindeki yeni
planlamalar bir bütün olarak ele alınarak bölgenin kalkındırılması sağlanabilir.
Yerel yönetimlerin bu konuda kentsel ölçekteki sorunlara daha bilimsel ve
kalıcı düzenleme çalışmalarının olması uygun olacaktır. Bu bağlamda
bütünleşik koruma için yerel yönetimlerin alan yönetimi esaslı planlama
yapması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bütün içinde tarihi yapıların cephe
ve mekânsal özelliklerine uygun işlev ve düzenlemelerin yapılarak kentte bu
yapıların ön plana çıkarılması ve görünürlüğünün sağlanması önemlidir. Kentsel
mekânda yapılan her türlü koruma ve yeniden işlevlendirme çalışmaları geçmiş
45
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
ve günümüz yaşam koşullarına, kentsel çevreye saygı duyan bütünleşik
planlama anlayışı ile yapılmalıdır.
Sonuç olarak, tarihinde Anadolu’nun önemli kentlerinden biri olan
Tokat kentinin kültür varlıklarına yapılan restorasyonlarda yeni işlevlerin
seçimi ve oluşturulan yeni çevrelerin anıtsal yapılarla ilişkileri kurulurken,
bütünleşik koruma yaklaşımıyla ele alınıp yaşatılarak koruma anlayışı
çerçevesinde planlama ve uygulama çalışmalarının benimsenmesi amaç
olmalıdır.
KAYNAKLAR
Acunsal, F., (1947), Gerçeklerin Diliyle Tokat, Tanin Basınevi, İstanbul.
Ahunbay, Z., (2004), Tarihi Çevre Koruma ve Restorasyon, Yapı Yayın-28,
Üçüncü Baskı, İstanbul.
Akın, E.S., (2009), Tokat Kenti Anıtsal ve Sivil Mimari Örneklerinin Analizi ve
Değerlendirmesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, K.T.Ü., Trabzon.
Akın, N., (1998), 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Galata ve Pera, Literatür
Yayınları, İstanbul.
Altınoluk, Ü.,(1998), Binaların Yeniden Kullanımı, I.Baskı, YEM Yayını,
İstanbul.
Anonim, (2001), Tokat İl Turizm Müdürlüğü.
Aslanapa, O., (2004), Osmanlı Devri Mimarisi, İnkılap Kitabevi, Anka Basım.
Asiliskender, B., Gökmen, H. ve Yılmaz, N., (2005), Anıt Kavramı, Kimliğin
Sürekliliği Değişim: Gevher Nesibe Medresesi Deneyimi, Mimarlık
Dergisi, 322:55-59.
Ayrancı, İ. ve Gülersoy, N.Z., (2009), Dosya-14, Tarihi Çevrede Koruma:
Yaklaşımlar, Uygulamalar, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi
Yayını, Ankara.
Bakırer, Ö., (1981), Selçuklu Öncesi ve Selçuklu Dönemi Anadolu
Mimarisinde Tuğla Kullanımı, I. Metin, ODTÜ Mimarlık Fakültesi
Basım Atelyesi, Ankara.
Baykara, T., (1986), Tokat Ulu Cami Üzerine Bazı Düşünceler, Türk
Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu, Temmuz, Gelişim
Matbaası, Ankara, Bildiriler Kitabı, 291-294.
Baykara, T., (2004), Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, IQ
Kültür Sanat ve Yayıncılık, Araştırma - İnceleme Dizisi, 69, İstanbul.
46
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Bektaş, C., (1992), Koruma Onarım, Birinci Baskı, YEM Yayını, İstanbul.
Beşirli, M., (2001), 14 Mayıs 191 Tokat Mahkeme Çarşısı Yangını,Tokat
Kültür Araştırma Dergisi, Tokat Kültür Araştırma Geliştirme ve
Yaşatma Vakfı, Tokat.
Cantay, G., (1992), Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Darüşşifaları, Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Sayı 61,
Ankara.
Cezar, M., (1985), Tipik Yapılarıyla Osmanlı Şehirciliğinde Çarşı ve Klasik
Dönem İmar Sistemi, Mimar Sinan Üniversitesi Yayını, No: 9, Milli
Eğitim Basımevi, İstanbul.
Emir, S., (1994), Erken Osmanlı Mimarlığında Çok İşlevli Yapılar : Kentsel
Kolonizasyon Yapıları Olarak Zaviyeler I Öncül Yapılar: Tokat
Zaviyeleri, Akademi Kitabevi, Baskı; Yeniyol Matbaası, İzmir.
Eravşar, O., (2004), Tokat Tarihi Su Yapıları (Hamamları), Arkeoloji ve
Sanat Yayınları, Baskı Erman Ofset, Konya.
Erdem, H., Kişisel Fotoğraf Arşivi.
Erdemir, Y., (1986), Tokat Yöresindeki Ahşap Camilerin Kültürümüzdeki
Yeri, Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu, Temmuz,
Gelişim Matbaası, Ankara, Bildiriler Kitabı, 295-312.
Erder, C., (1999), Tarihi Çevre Kaygısı, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayını,
Ankara.
Faroqhi, S., (1994), Osmanlı’da Kentler ve Kentliler , İstanbul Türkiye
Araştırmaları 3, Numune Matbaacılık, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
Görgülü, Z., (1993), İmar Planlama, Koruma ve Plancı İlişkileri Üzerine
Bir Değerlendirme,Yapı Dergisi, 137.
Güvenç, B., (1974), İnsan ve Kültür, İkinci Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Kiper, P., (2006), Küreselleşme Sürecinde Kentlerin Tarihsel- Kültürel
Değerlerinin Korunması; Türkiye- Bodrum Örneği,
Sosyal
Araştırmalar Vakfı, İstanbul.
Kuban, D., (2000), Tarihi Çevre Korumanın Mimarlık Boyutu, Birinci Baskı,
YEM Yayını, İstanbul.
Kuban, D., (2002), Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı, I. Baskı, Yapı Kredi
Yayınları-1567, Sanat-89, İstanbul.
Kuran, A., (1969), Anadolu Medeniyetleri, I. Cilt, ODTÜ Mimarlık
Fakültesi , Yayın 9, Türk Tarih Kurumu Vakfı, Ankara.
47
Akın, E. S.; Özen, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 23-48
Madran, E., (2009), Dosya-14, Tarihi Çevrenin Tarihi - Osmanlıdan Günümüze
Tarihi Çevre: Tavırlar-Düzenlemeler, TMMOB Mimarlar Odası Ankara
Şubesi Yayını, Ankara.
Mercan, M. ve Ulu, M., E., (2003), Tokat Kitabeleri , Türk Hava
Kurumu Basımevi İşletmeciliği, Ankara.
Önal, H., (1996), Anadolu Selçuklu Türbeleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Sayı 91, Ankara.
Önge, M. Y., (1995), Anadolu’da XII - XIII. Yüzyıl Türk Hamamları,
Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
Özden, P.P., (2001), Kentsel Yenileme Uygulamalarında Yerel Yönetimlerin
Rolü Üzerine Düşünceler ve İstanbul Örneği, İ.Ü. Siyasal
BilgilermFakültesi Dergisi, No: 23-24, (Ekim 2000- Mart 2001),
İstanbul.
Özen, H. ve Akın, E.S., (2009), Rehabilitation of the Historic Urban Quarter in
Tokat, Iaps-Csbe&Housing Network, 12-16 October 2009, İstanbul.
Texier, C., (2002), Küçük Asya, Üçüncü Cilt, Enformasyon ve Dökümantasyon
HizmetleriVakfı, Ankara.
Uysal, O., (1986), Tokat’taki Osmanlı Camileri, Türk Tarihinde ve Kültüründe
Tokat Sempozyumu, Temmuz, Tokat, Gelişim Matbaası, Ankara,
Bildiriler Kitabı, 313-364.
Yavi, E., (1986), Tokat , Baskı: Güzel Sanatlar Matbaası A.Ş., İstanbul.
48
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
Bağdat Valisi Necip Paşa’nın Kerbela Üzerine Yaptığı Askeri Harekât ve
Bunun Osmanlı-İran İlişkilerine Etkisi
İbrahim Aykun1
Özet
Osmanlı Devleti ile doğu komşusu İran, tarih boyunca bazı sorunlar yüzünden
sık sık savaşmışlardır. İlk defa Rusya ve İngiltere’nin arabuluculuğunda Erzurum’da
barış yoluyla meseleleri halletme yoluna gitmişlerdir. Bağdat eyaletine bağlı olan
Kerbela kasabası bir Osmanlı toprağı olmasına rağmen kasabanın Şiilerce kutsal
sayılması nedeniyle burada İran’ın nüfuzu artmış, Bağdat valilerinin burada idare
yetkisi kalmamıştır. Bağdat valisi Necip Paşa’nın Kerbela’da Osmanlı otoritesini
yeniden kurma teşebbüsüyle askeri bir operasyon yapması, Erzurum’da başlayan barış
hayallerini bir anda suya düşürmüştür. Askeri harekâtta haklı olmasına rağmen Erzurum
konferansının toplandığı bir sırada böyle bir teşebbüste bulunması tasvip edilmemiştir.
Bölgenin öneminden dolayı da azl edilmemiştir. Rusya ve İngiltere’nin yoğun gayretleri
sunucunda Erzurum konferansına devam edilmiş ve 1847 Erzurum Antlaşması
imzalanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı, İran, Necip Paşa, Kerbela, Namık Paşa
Military Operation on Kerbela of the Governor of Baghdad Necip Pasha
and Its Effect on the Ottoman-Persian Relations
Abstract
Ottoman State and the Eastern neighbor country, Iran had made wars due to
various problems throughout the history. They tried to solve the problems between them
for the first time by the intervention of Russia and England. Although Kerbela,
belonged to Baghdat goverment was a land of Ottomans, Iran’s influence became strong
in the city as it was desecrated by Shias, thus Ottoman governors power was lessened
there. Baghdat governor Necip Pasha started a military operation in order to reestablish
the Ottoman authority in the city, but it destroyed the dreams of peace initiated in
Erzurum. Although the governor was right for his military operation, this was
disapproved thanks to its timing which was at the same time when Erzurum conference
was gathered. He was not dismissed for the significance of the region. By the vigorous
efforts of Russia and England, the continuation of Erzurum conference was provided
and Erzurum Treaty was signed in 1847.
Key Words: Ottoman, Iran, Necip Pasha, Kerbela, Namık Pasha
1
Yrd.Doç.Dr. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
49
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
GİRİŞ
Osmanlı-İran ilişkileri çeşitli meseleler yüzünden sık sık bozulmuş, iki
devlet tarihte pek çok savaş yapmıştır. Özellikle aşiretlerin sebep oldukları sınır
meseleleri, tüccarlardan alınacak vergiler, İranlı hacıların Osmanlı topraklarında
karşılaştıkları güçlükler, taraflar arasındaki çatışmaların nedenlerinden
bazılarıdır. İkinci Mahmut’un Yunan isyanını bastırmaya çalıştığı sırada İran
ile ilişkiler gerilmiş ve İran Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştı. 1821 yılında
başlayan savaş sırasında İran, Doğu Anadolu’da bazı yerleri ele geçirmiş ise de
orduda baş gösteren kolera salgınından dolayı barış istemek zorunda kalmış ve
1746 tarihli antlaşmayla belirlenen sınırın esas alındığı 1823 tarihli Erzurum
Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşma sorunları tam olarak
çözmemiştir. Feth Ali Şah’ın 1834 yılında ölmesi üzerine oğulları arasında
başlayan taht mücadelesinden galip çıkan Muhammed Mirza, şehzadelerden
bir kısmını öldürtmüş bir kısmını da hapsettirmiştir. Şehzadelerin bir kısmı
önce Rusya’ya ardından da Osmanlı Devletine sığınmıştır. Bunların İran’a
yakın Bağdat’ta ikamet ettirilmelerinden dolayı İran ile yaşanan sorunlara bir de
şehzadeler meselesi eklenmiştir.
1831 yılında başlayan Mehmet Ali Paşa isyanı sırasında Osmanlı
Devleti, İran’a karşı ılımlı politikalar izlemiştir. Bu politikanın bir gereği olarak
Kemal Efendi ve daha sonra İbrahim Sarim Efendi diplomatik temaslar kurmak
üzere İran’a yollanmıştır. 1841 yılında Mısır İmtiyaz Fermanıyla Mehmet Ali
isyanı sona erince artık Osmanlı Devleti İran’la yaşanan sorunlara ciddiyetle
eğilmiş, iki devlet arasında ilişkiler gerginleşmiştir ve iki devlet sınır valilerine
savaşa hazırlıklı olmaları konusunda uyarılar yapılmıştır.
Hazırlıkların hızla yürütüldüğü ve savaşın patlamasının an meselesi
olduğu bir sırada Rusya ve İngiltere devletlerinin, sorunların kendi gözetimleri
altında toplanacak bir konferansta görüşülmesi için yaptıkları teklif, Osmanlı
ve İran devletleri tarafından kabul edilmiştir. Konferansın toplanma yeri olarak
da Erzurum seçilmiştir.
Konferansın2 toplanılmasına karar verildiği ve temsilcilerin Erzurum’da
toplanmaya başladıkları sırada Bağdat’tan gelen bir haber şok etkisi yaratmıştır.
2
Erzurum konferansı için bkz. İbrahim Aykun, Erzurum Konferansı ve Osmanlı-İran
Hudut antlaşması (Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora
Tezi, Erzurum 1995.)
50
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
Bağdad valisi Necip Paşa3, Şiiler tarafından kutsal sayılan Kerbela üzerine bir
tedip harekâtı yapmıştı. Bu harekat Osmanlı-İran ilişkilerini bir kez daha
germiş, toplanmasına karar verilmiş olan Erzurum Konferansı'nın geleceği de
tehlikeye girmişti.
a) Kerbela Kasabası:
Bağdat eyaletine bağlı bir kasaba olan Kerbela, vilayetin 90 km. güneybatısında, Fırat Nehrinin sağ kenarına 25 km.’lik bir mesafede ve bu nehirden
ayrılan bir kanalın üzerinde bulunmaktaydı (Ş. Sami, 1314:3832).
Kerbela'nın XIX. yüzyıl ortalarındaki durumu hakkında en sağlıklı
bilgiyi, Necip Paşa’nın Kerbela harekâtından sonra tahkikat için gönderilen
Tırhala eski kaymakamı Namık Paşa vermektedir.
Namık Paşa’nın
İncelemelerinin sonucunu içeren rapor (BOA. İMM. 1840/18) hem olay hem de
Kerbela'nın coğrafi ve etnik durumunu ayrıntılı olarak anlatmaktadır.
Rapora göre Kerbela, Bağdat eyaletine 16 saat mesafede bir kasaba idi.
Kasabada 865 İranlı, 1977 Arap ve 8 de Hintli yaşamaktaydı. Toplam 2850
hanede 15-16.000 kişinin yaşadığı kasabada nüfus bazen 50.000, bazen de 6070.000'e kadar çıkıyordu. Ziyaretçiler haricinde yani normal zamanlarda
yaşayan 15-16.000 nüfusun yarıdan fazlası Arap, kalanları da Acem, İranlı,
Türkmani, Hindistanlı ve Bahreynli idi. Halkın yerleşmek için burayı tercih
etmelerindeki sebeplerin en önemlisi Âl-i Beyt sevgileriydi. Başka nedenlerden
ötürü de buraya gelenler çoktu. Asıl vatanlarını terk ederek, kasabaya gelen bu
kimseler ev ve bahçe gibi emlak almışlardı. Dışarıdan gelenlerle yerliler
birbirleriyle o kadar kaynaşmışlardı ki bunların tümüne birden Kerbelalı demek
yerinde idi (BOA. İMM. 1840/18).
Yine Kerbela olayını incelemek üzere Rus ve İngiltere sefaretleri
tarafından gönderilen Mösyö Farent’in hazırladığı raporda nüfus 15-20.000 ile
80.000 arasında verilmektedir (BOA. İMM. 1840/20).
Arabistan çölünün kenarında bulunan kasaba, Urbanlar ve Vehhabilerin
3
Necip Paşa, Kalemden yetiştikten sonra 1811’de piyade mukabelecisi, sonra da
Baruthane nazırı oldu. Mora isyanını bastırmak için giden orduda görevlendirildi. Ağa
Hüseyin Paşa kumandasındaki orduya Defterdar olarak tayin edildi. Surre Eminliği,
Deavi Nazırlığı, Mühimmat-ı Harbiye Nazırlığı görevlerinde bulunduktan sonra
1840’da Şam ve 1849’da Bağdat valiliğine tayin edilmiştir. Oğulları Mahmud Nedim
Paşa, Ahmed Şükrü Bey ve İbrahim Bey’dir. Bkz. Mehmet Süreyya, Sicill-i Osmani
IV, İstanbul, s.545-546.
Mahmud Nedim Paşa, Abdülaziz döneminde sadarette
bulunmuş ve Rus yanlısı politikasından dolayı Nedimof diye de anılmıştır.
51
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
saldırılarına uğrar ve yağmalanırdı. Hatta Seyyidü’ş-Şüheda türbeleri4 de zarara
uğrardı. Kasabayı korumak için Bağdat eski valilerinden Süleyman Paşa, hisar
yapmaya teşebbüs etmiş ve inşaat Hint şahlarından birisinin yapmış olduğu para
yardımları sayesinde bitirilmiştir (BOA. İMM. 1840/18).
Kasabanın sur ile çevrilmesi başka sorunları da beraberinde getirmiştir.
Halk kendini güven altında hissedince bu sefer de Bağdat valilerinin emirlerini
dinlememeye başlamıştır. Kasabanın geliri 3.500 keseden fazla olmasına
rağmen, Abdülvehhab adında birisi, Bağdat hazinesine 300-400 kese gönderip,
kalan parayı da kasabadaki eşkiyanın ileri gelenleri ile paylaşmıştı.
Kasabada bugünki anlamda mafya diye adlandırabileceğimiz birtakım
eşkiya yaşamaktaydı. Bunların liderleri Seyyid İbrahim Zagrefani, Hacı Arap
Ta'me, Mehmed Ali Han ve Mirza Salih Damat Acem’di. Her birisinin onar on
beşer silahlı adamları vardı. Namık Efendi, raporunda eşkiyanın kasabada halka
zulme şu örmeği vermektedir: İran'da yaşayan Türk âlimlerinden ve Şiilerin
meşhur müctehidlerinden Seyyid İbrahim Kazvinî, eşkıyanın birisi tarafından,
halkın kalabalık olduğu bir sırada sokak ortasında, başından imamesini çekilip
çamura düşürülmüştü. Şiilerce kutsal sayılan bir kasabada bir müctehidin bu
çeşit bir hakarete maruz kalması zorbaların cüretlerini de göstermektedir (BOA.
İMM. 1840/20).
Kasabanın surla güvenliğinin sağlanmasıyla Bağdad eyaletine bağlı
yerlerde suç işleyen kimseler Kerbela’ya kaçarak kurtulduklarından, diğer
bölgelerdeki suçlular örnek alarak kasabaya sığınmışlardı (BOA. İMM.
1840/18). Mösyö Farent’in “velhasıl şehr-i Kerbela her ne kadar aziz ve
muhterem bir mahal ise de kaffe-i mücrimînin makarrı olarak ve yaramazlar
namına olanlar molla takımına istinad ile dilediklerini icraya ve hükümet-i
devleti adem-i ısgaya mütecasir olurlar idi” (BOA. İMM. 1840/20) şeklindeki
tespiti kasabanın o zamanki iç durumunu göstermektedir
Kasabanın İran’a yakın olması, Şiiler tarafından kutsal sayılması
nedeniyle bir Osmanlı toprağı olmaktan çıkmış adeta muhtar bir idareye
kavuşmuştu. Vehhabiler Kerbelayı istila ettikleri sırada halk, Feth Ali Şah’tan
yardım istemişlerdi. Kasaba’daki zorbalardan biri olan Mehmet Ali Han da
Şah’ın gönderdiği askerler içerisinde kasabaya gelmiştir. Mehmet Ali Han bir
4
Vehhabilerin türbelere saldırmalarındaki sebep de mezarlar üzerine kubbeler
yapmanın, onlara adaklar adamanın ve evliya kabrini ziyaret etmenin küfür olduğuna
inanmalarıdır. Kabir ziyaretini de sapıklık olarak nitelemektedirler. Bkz. Neşet
Çağatay, İA. Vehhâbîlik maddesi. s. 264
52
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
zaman sonra şahtan, maaşsız olarak kasabanın muhafızlığının kendisine
verilmesi için bir ferman gönderilmesi ricasında bulunmuştur. Namık Paşa da
raporunda “ bilmem hangi hukuk ve nasıl kaide-i düveliyeye tatbiken
merkuma bir kıt’a ferman vererek iade eylemiş. “(BOA. İMM. 1840/18)
diyerek bir devlet toprağına bir başka devlet hükümdarının görevli tayin
etmesini şaşkınlıkla karşıladığını ifade etmiştir.
Kasabayı Osmanlı hâkimiyetine almayı amaçlayan Necip Paşa'nın
harekâtı buraya yapılan ilk harekât değildi. Bağdat eski valilerinden Davut Paşa
da burayı on bir ay muhasara etmiş, birkaç yüz akçe verilmesi ve içeriye bir
miktar asker bırakılması şartıyla kuşatmayı kaldırarak Bağdat’a dönmüştür.
Bırakılan askerler de eşkıya tarafından öldürülmüştür. Yine Ali Rıza Paşa,
Kerbela civarında bulunan Hz. İmam Hüseyin ve Hz. Abbas türbelerini ziyaret
etmek istemiş ancak kasabaya asker ile girmesine izin verilmemişti (BOA.
İMM. 1832/2).
b) Kerbela'nın Şiiler Açısından Önemi:
Kerbela’nın Şiiler açısından önem kazanması, hilafet mücadeleleri
sırasında yaşanan olaylardan sonradır. Hz. Peygamberimizin vefatından
sonra Hulefa-yı Raşidin olarak anılan Hz. Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz. Osman
ve Hz. Ali sırasıyla halife olmuşlardır. Hz. Ali'nin bir Harici tarafından şehit
edilmesi üzerine Hz. Muaviye halife olmuş ve Hz. Hasan ile yaptığı antlaşmaya
göre ölünceye kadar hilafet makamında kalacak ölümünden sonra Hz. Hüseyin
halife olacaktı (Üçok,1983:28).
Muaviye’nin 680’de Şam'da ölümü üzerine antlaşmaya aykırı olarak
oğlu Yezit halife olmuştur. 10 Muharrem 680’de Hz. Hüseyin halifelik hakkını
almak için Mekke’den Irak’a yürürken Kufe naibinin ordusuna karşı yaptığı
savaşta yenilmiş ve şehit edilmiştir. Cenazesi de el-Hair’e defnedilmiştir (Kaya,
2004:2). Yezid'in Hz. Hüseyin'in kesik başı önünde "Allah'a yemin ederim ki
ey Hüseyin, eğer seninle çarpışan ben olsaydım seni öldürmezdim."5 (İbnü’lEsir, 1986: 86.) sözleriyle üzüntülerini belirtmesi de pek bir şey ifade
etmemişti. Artık Hz. Hüseyin öldürülmüş ve bu olaydan sonra İslam dünyası Şii
ve Sünni olmak üzere kesin olarak iki kutba ayrılmıştır. 10 Muharrem, bütün
şiiler tarafından matem günü olarak kabul edildi ve Hz. Hüseyin'in türbesi de
şiiler için kutsal sayılan bir ziyaretgâh oldu. Kerbela’nın yılın belli
53
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
mevsimlerinde nüfusunun aşırı artmasına bir sebep de Zeynelâbidin
Muhammed el-Bâkır ve Cafer es-Sâdık’ın, Hz. Hüseyin’in mezarını ziyaret
etmenin meşruluğuna ve faziletine dikkat çekmeleridir (Kaya, 2004:2).
Ziyaretgahlar Sadece Kerbela’da Hz. Hüseyinin mezarı değil, Necef,
Kazımeyn ve Samarra’da bulunan mekanlardı. Buralar Şiilerce “Atabat”6
olarak anılan mukaddes yerlerdi. Mezhep dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin
zayıflamasına paralel olarak İran’ın bölgedeki nüzufu da artmıştır.
c) Necip Paşa'nın Kerbela Harekatı:
Necip Paşa Kerbela üzerine askeri harekâttan önce yapması gereken
önemli bir işi daha vardı. Fırat Nehri (Murad Suyu) yatağını değiştirerek yeni
yatak edinmiş, Hille Ovasını sulayan eski yatağını terk etmişti. Fırat'ın Hille'den
geçen eski yatağını değiştirmesi, sulamada kanalların suyunun azalmasına sebep
olmuş, ziraat dağılma noktasına gelmişti. Bağdad'ın kileri konumunda olan
Hille’de sulama sorunlarından dolayı üretimin azalması her şeyin fiyatının kat
kat artmasına sebep olmuştu7.
Hille’de sulamadan kaynaklanan sorunlardan dolayı halk, Necip
Paşa’ya suyun eski yatağına döndürülmesi için müracaatta bulunmuşlardı. Vali
hem halkın müracaatı hem de tarımın gerilemesinden kaynaklanan sorunları göz
önüne alarak 24 Ekim 1842'de Bağdad'dan hareketle Hindiye'ye yakın
Nasıriyye'ye gelerek suyun tekrar Hille tarafına döndürülmesi için çalışmalara
başlamıştı. 28 Kasım'da suyu döndürecek set tamamlanmıştı. Yağan yağmur
sebebiyle yapılan seddin yıkılma tehlikesine karşılık, seddin hemen yukarısında
Hille tarafına doğru, 1.700 m. uzunluğunda, 60 m. genişliğinde ve 7 m.
derinliğinde yeni bir kanalın açılmasına başlanmıştı (BOA. İMM. 1832/2).
Suyun Hille tarafına döndürülmesi çalışmaları tamamlandıktan sonra
Kerbela'yı tekrar Osmanlı hâkimiyetine almak için askeri operasyona
başlamıştır. Harekete geçmeden önce Kerbela halkının kendi arzularıyla itaate
alınmaları için teşebbüslerde bulunmuştur. Önce halka yazı göndererek, Hz.
İmam Hüseyin ve Hz. Abbas türbelerini ziyarete geleceğini ve Kerbela'ya
mütesellim tayin edeceğini, maiyyetine de yeteri kadar asker bırakacağını, karşı
6
Şemseddin Sami Kamus-ı Türkî’de atabâtı “ Necef, Kerbela, Kazimiye
cihetlerindeki makamat-ı mübareke hakkında müsta’meldir” şeklinde izah
etmektedir. Bkz. Şemseddin sami Kamus-ı Türkî.
7
Farent nehrin eski yatağına döndürilmesinde asıl amacın oluşan küçük adalar üzerinde
yaşayan, hırsızlık ile tanınan ve Osmanlı Devletine isyan etmek üzere olan Mervan
54
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
çıkılır ise bunu zorla yapacağını bildirmiştir. 20 Kasım 1842 tarihinde bu
mealde birer resmi yazıyı, İran şehbenderi Molla Abdülaziz ile İngiltere ve
Fransa konsoloslarına göndermiştir. Sonra İran tarafından yapılacak bir iddiaya
fırsat vermemek için, İran halkının kasabayı terk etmelerini istemiştir. Valinin
gönderdiği yazıya halk, Kerbela’da ikamet eden Ali Şah’ı göndererek cevap
vermişlerdir. Cevaplarında ziyarete ancak beş adam ile gelebileceğini
belirtmişler, diğer şartlardan da vazgeçmesini istemişlerdir. Yani mütesellim ve
asker bırakma isteklerini reddetmişlerdir. Ancak Necip Paşa’nın burasının
Osmanlı toprağı olduğu konusundaki kararlılığını görünce, Ali Şah’a, aslen
İranlı olup, 20-25 seneden beri Kerbela'da oturan Şii âlimlerinden müctehid
Seyyid Kazım Efendi’yi katarak bir kaç yüz akçe ile göndermişler ise de Necip
Paşa, şartlarından taviz vermemiştir. Bundan sonra halk kendi belirleyecekleri
bir yere 200 asker yerleştirilmesini, kasabanın idaresinin yine kendilerinde
kalmasını kabul etmişler ise de vali, Davud Paşa zamanında yerleştirilen
askerlerin akibeti bilindiğinden reddetmiştir. Şartları ne zaman kabul ederlerse
aman verilmesi emriyle Sadullah Paşa Kerbela üzerine görevlendirilmiştir
(BOA. İMM. 1840/18).
20 Kasım-14 Aralık arası, Kerbela halkı ile Necip Paşa arasında bu
şekilde yazışma ve görüşmeler devam etmiştir.
Kasabanın altı kapısından birisinin, Kerbela’ya yerleştirilecek askerlere
teslimi ve mütesellim tayini isteğinin kabul edilmemesi üzerine, Sadullah Paşa
komutasındaki ordu, kasaba üzerine sevk edilmiştir.
Namık Paşa’nın tespitine göre Kerbelalıların, askere karşı koymalarının
altında yatan bir sebep de hilafet meselesiydi. Yani Sünni-Şii meselesiydi.
Şiilerin inançlarına göre, 12 imamdan, Hasan Askeri'nin oğlu, 12. imam İmam
Mehdi, Abbasi halifelerinden biri tarafından öldürüleceğini anlayınca, Samire
şehrine "koyunları güdüp, bakacağım" diyerek gitmiş, sonra da kaybolmuştu.
Şiilere göre İmam Mehdi, yakın zamanda gelip, halifeliği gasıplardan tekrar
alacaktı. Onlara göre, Kerbela'ya gelen bu askerler gasıp askerleridir ve onlara
karşı koymak vaciptir. Kasabaya asker koymaktan maksat ise "şii mezhebine
taarruz ve tasaddiden ibarettir" (BOA. İMM. 1840/18) şeklinde fetvalar
yayınlamışlardı.
Valinin şartlarını kabul etmemeleri yönünde halkı tahrik eden başkaları
kabilelerinin itaate alınması olduğunu söylemektedir. BOA. İMM. 1840/20. Aynı
görüşü Namık Paşa da raporuna almıştır. BOA. İMM. 1840/18.
55
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
da vardı. Bunlardan biri İmam Abbas Camii görevlisi Seyyid Kasım’dı. Bu zat,
şartların kabulü yönünde bir temayül belirince ayağa kalkarak başından
imamesini yere atarak “ siz kendünüzü şiiyyü’l-mezheb dersiniz, dönüb sonra
şehri ve gerek evlad ve iyalinizi haric-i mezheb bir takım küffara terk etmek
istersiniz” demiştir (BOA. İMM. 1840/20).
Sadullah Paşa, askere kaleye yürüyüş emrini vermesinden bir gün önce
de “ Yarın yürüyüş olacak . İnad etmesünler , şerayit-i ma’lumeyi kabul
etsünler, cümlesine aman verelim ve ma vaki’i keenlem yekun hükmüne
koyalım, bunca akacak kanın veballerini boyunlarına almasunlar.”
tavsiyesiyle Alvan kabilesi ileri gelenlerinden bir Arabı kaleye göndermişti.
Halk elçinin başına toplanıp şartları kabule meyyal iken eşkıya liderlerinden
Mirza Salih Damad “biz çok etdik, bizim işimiz Allah’a kaldı. Nafile ne olacak
ise olsun.” (BOA. İMM. 1840/18) diye bu toplantıya son vermiştir.
Kerbela yakınına gelen Sadullah Paşa, halka şartların kabul edilmesi
için tekrar bir şans vermiş ve üç gün süre tanımıştı. Halkın geri adım
atmayacağını anlayınca da askere yürüyüş emri vermişti. İlk anlarda, halkın
askerler üzerine açtığı ateş sonucunda bir kaç asker ölmüş, bir kaçı da
yaralanmıştı.
25 günlük muhasaradan sonra 14 Ocak 1843 sabah vakti, askere
yürüyüş emri verilmiştir. Halk arasından asker üzerine ateş açılması neticesinde
çok sayıda can kaybı meydana gelmişti. Mansureden 60 asker şehit olmuştu.
Çok sayıda da yaralı vardı. Halktan ölenlerin çoğu da kaçmak için askerlerden
uzak olan ve sadece bir kanadı açık olan kapıya koşmalarından dolayı sıkışarak
ölmüştür. Bir kısmı da duvarlardan atlama sonucu hayatını kaybetmiştir.
Askerin açtığı ateş sonucunda ölenler de vardı (BOA. İMM. 1840/18). Yine Hz.
Abbas türbesi minarelerinden asker üzerine ateş açılmıştı. İran şahının dayısı,
Allahverdi Han'ın evine toplanan 40-50 kadar şahsın silahlı saldırılarında 15
mansure, 32 başıbozuk askeri ölmüş ve birazı da yaralanmıştı. Bundan sonra
askerin de halk üzerine ateş açması üzerine, çok sayıda kişi ölmüştü.
Kumandadan çıkan askerler, sokak aralarına dağılarak, ateş edilen evlere
girerek yağmalamışlardı. Yağmaya ihtiyaten ordunun gerisinde bırakılan
askerler ile güya Kerbelalıların yardımına gelen Urbanlar da katılmışlardı.
Necip Paşa'nın Hindiye'ye gelmesinin haber alınmasının da etkisiyle halk,
değerli mallarını kasabının dışına çıkarmış veya gömmüş olduğu için, yağma
edilecek pek de değerli mal kalmamıştı (BOA. İMM. 1840/18)
Çatışmalar başlayınca ellerinde yeterli kurşun olmayan halk türbelerin
56
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
içerisini çevreleyen tunçtan yapılmış şeyleri sökerek kurşun ve gülle dökmüştür
(BOA. İMM. 1840/20). Yani türbelerin tahribine sebep olmuştur.
Osmanlı Devletine iltica eden ve Kerbela’da ikamet eden İran
şehzadelerinden İmamverdi Mirza ile Rükne'd-devle, muhasaradan önce
kasabadan ayrıldıkları için zarar görmemişler sadece kasabada bulunan evleri
yağmalanmıştır. Hulegu Mirza'nın yakınlarından biri, Necip Paşa'nın,
Kerbela’dan ayrılarak Kazimeyn’e gitmesi teklifini kabul etmemiş, koIundan
yaralanmıştı. Allahverdi Mirza Kerbela'yı terk etmemiş ve çatışmalar sırasında
su kuyusuna gizlendiğinden zarar görmemişti. Bu olaydan sonra da ailesiyle
birlikte Tahran’a dönmüştü.
Askerler tarafından yağmalanmış olan bütün mallar ve esirler alınarak
sahiplerine derhal iade edilmişti. Şehzadelerin ve önemli kimselerin evlerine
muhafızlar konulmuş, şehrin korunması için üç taburdan oluşan Musul Alayı,
türbelerin hücrelerine yerleştirildikten sonra, kalan askerler surların dışarısına
çıkarılmış ve tekrar içeri girmemeleri için de kapılara nöbetçiler konmuştu.
Sadullah Paşa'ya İmam Abbas Türbesi'nin, Ferik Hamdi Paşa'ya da İmam
Hüseyin Türbesi'nin korunması görevi verilmişti. Vefat edenlerin cenazelerinin
defni için, İmam Hüseyin türbesi Kilitdarı Hacı Mehdi görevlendirilmişti (BOA.
İMM. 1840/18).
Necip Paşa bir mütesellim ve yeteri kadar asker ile mühimmat bırakarak
Kerbela’dan ayrılacağını açıklamasının ardından (BOA. İMM. 1832/4),
Tımarlı süvari miralaylarından Raşid Bey’i mütesellim atayarak maiyetine 2
tabur piyade, 2 bölük süvari ve 32 top bırakarak Bağdat’a dönmüştür (BOA.
İMM. 1840/18).
Kerbela halkından ve askerlerden ölenlerin sayısı hakkında kesin bir
sayı vermek zordur. Askerlerden ölenlerin sayısı, nizamiyeden 120,
başıbozuktan 271 tane olmak üzere toplam 391 kişidir. Halktan ölenlerin sayısı
ise tahmini 3.000-3.500 kadardı. Ölenlerin kimliklerinin tespiti için muhtarlar
görevlendirilmişti. Kerbelalılara yardıma gelen Urbandan da 209 Arap ve 157
mücavir, toplam 366 kişi ölmüştü8.
8
BOA. İMM. 1840/18. İngiltere'nin İstanbul elçisi, Osmanlı Hariciye Nezaretine
verdiği bir yazıda,
Bağdad'taki konsolosların bir Osmanlı subayının ifadesine dayanarak ölenlerin sayısını
15.000 olarak vermektedir. BOA. İMM. 1833/1. Ancak bu rakam çok abartılı olması
akla gelmektedir. Çünkü Namık Paşa tarafından yukarıda verilen rakamlar bizzat
muhtarlar tarafından belirlenmiştir.
57
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
Çatışmalarda Rusya idaresi altında bulunan Dağıstan halkından bir
kadın vefat etmiştir. İngiliz vatandaşlarından kimse ölmemiştir (BOA. İMM.
1840/18).
Namık Paşa Kerbela ahalisinin eşkıyanın zulümlerinden kurtuldukları
için müteşekkir olduğunu ifade etmiştir (BOA. İMM. 1840/21). Gerçekten de
mütesellim tayin edilen Raşit Bey’in güvence vermesinden sonra Necef ve
Kazimeyn tarafına göçen halk geri gelmiş, evlerine yerleşmişlerdir. ve
dükkanlarını açmışlardır. Arap, Acem herkes “ keşke hükümet ve asayişi evvel
bulaydık” (BOA. İMM. 1840/18) sözleriyle hem Raşid Paşa’ya hem de Namık
Paşa’ya teşekkürlerini sunmuşlardır. Necip Paşa Kerbela’ya yapılan askeri
harekâtın başarıyla tamamlandığını Bağdat’daki Fransa ve İngiltere
konsoloslarına bildirmiş ve onlardan da tebrik cevapları gelmiştir (BOA. İMM.
1832/6).
d) Kerbela Harekâtının İran'daki Akisleri
Kerbela'da meydana gelen bu olaylar, İran'da infiale sebep olduğundan
gereğinde abartılı şekilde anlatılmıştır. Hatta müctehitler halkı cihada çağırmaya
başlamışlar,
Kerbela hadisesini bir mezhep çatışmasına dönüştürmeye
çalışmışlardır. İran'dan alınan haberler, Şii1erin Osmanlı teb’asından ellerine
geçirdiklerini öldürseler bile teselli olmayacak şekilde kinle dolu oldukları
yönündeydi. İran'da yaşayan Sünniler bile rahatsız edilmekteydi (BOA. İMM.
1075/2).
Sınır boylarındaki idarecilerden de İstanbul’a, İran’ın Kerbela
olayından sonraki faaliyetleri hakkında bilgiler gönderiliyordu. Bayezid
Mutasarrıfı Behlül Paşa’nın Makü’de ikamet eden İsmail isimli birisinden
aldığı haber, Ali Han’ın askerini toplayıp Bayezid üzerine hareket etmek üzere
olduğu yönündeydi. Behlül Paşa “ Bir Kerbela sözü çıkmış. Ne olub
olmadığını bilemedim. O gayrete sebeb bu tarafa eli kılıç tutar var ise cümlesi
peyderpey gelmekde imişler. Yani efendim bu havadisden anlaşılan bu madde
sair vakitlere benzemez.” (BOA. İ. MM. 1835/4) diye uyarılarda bulunuyordu.
İran’da halk Kerbela’nın intikamını almak hırsıyla doluydu. Aslen
Sivas, Amasya, Tokat sakinlerinden olup, Süleymaniye Mutasarrıfı Ahmet
Paşa'nın hizmetinde çalışan ve izinli olarak memleketlerine gelmek için yola
çıkan altı kişi, İran'ın Soğukbulak kasabasına uğramışlardı. Handa gecelerken
bir kısım İranlı para, silah, at ve diğer değerli eşyalarını aldıktan sonra, "siz de
Kerbela'da şiileri telef eden takımdansınız." diyerek onları öldürmek
istemişlerse de, kasaba halkından Şeyh İbrahim’in Soğukbulak hâkimi Abdullah
58
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
Han’dan istediği yardımla canlarını kurtaşrabilmişler çalınan malları da
kendilerine iade edilmiştir (BOA. İMM. 1075/2).
Osmanlı ve İran’ın Harp Hazırlıkları
İran’ın Kerbela’da yaşananları bahane ederek askeri hazırlıklara
girişmesinin haber alınması üzerine Osmanlı tarafında da gerekli hazırlıklara
başlanmış, Erzurum ve Bağdat valilerine gerekli yazılar yazılmıştı (BOA. iMM.
1837/4).
Savaş çıkmasına ihtimal verilmese de İranlıların ortaya çıkan durumu
bir mezhep meselesine dönüştürerek intikam alma hırsıyla sınır olaylarına
sebebiyet verecekleri düşünülerek temkinli olunması düşünülmüştü (BOA.
İMM. 1834/15). Erzurum Valisi Kâmili Paşa’nın İran’ın hazırlıkları hakkında
uyarı yazısı, Meclis-i Hass-ı Vükela’da tartışılmış Livane, Acara ve Trabzon
taraflarından başıbozuk askerinin hazırlanması istenmişti (BOA. İMM. 1837/6).
Yine Kâmili Paşa, İran tarafından yapılacak saldırı durumunda, Cizre ve Buhtan
taraflarının Van sınırına yakınlığı hasebiyle bunların Van aşiretleriyle
birleştirilmesi durumunda İran’a daha karşı güçlü olunacağından Cizre Beyi
Bedirhan Beyin Erzurum valiliği idaresine verilmesini istemiştir (BOA. İMM.
1837/1).
Tebriz Şehbender vekili Ali Rasim Efendi, 13 Mayıs 1843 tarihli
yazısında, Şah'ın, müfti makamında bulunan müctehitlere, harp yapabilecek
kimseleri hazırlamalarının istenildiği yolunda haberler aldığını bildiriyordu
(BOA. İMM, 1835/10).
Bayezid Mutasarrıfı Behlül Paşa, 13 Mart 1843'te Bayezid'e gelen
Hoy’lu Molla Mehdi'den Kerbela hadisesinin İran’da halkın dilinde anlatımı
hususunda şu bilgileri edinmişti: Halkın arasında Kerbela'da çok sayıda Şiinin
öldüğü, bunların arasında iki müctehit ve bir miktar öğrencinin bulunduğu, Hz.
Hüseyin'in türbesindeki ziynetin yağmalandığı rivayetleri dolaşıyordu.
Isfahan'da bulunan Reis-i Müçtehidin Ağa Seyyid Bakır, İran ahalisini cihada
çağırmış ve 30.000 asker toplamıştı. Behlül Paşa almış olduğu bu haberlerin
doğruluğunu araştırmak için, Ali Rasim Efendi tarafına bir adam göndermişti
(BOA. İMM. 1835/8; 1835/9).
30 Mart'ta dönen bu adamın verdiği bilgiler de İranlıların hazırlıklarla
meşgul oldukları yönündeydi (BOA. İMM. 1836/12).
Hoy ve Makü
taraflarında da gizlice asker yazıldığı alınan haberler arasındaydı (BOA. İMM.
1835/8; 1835/9).
59
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
İran'dan alınan istihbarata göre, Azerbaycan bölgesi askerlerini
toplamak üzere Şehzade Behmen Mirza, 2 Nisan 1843'te 200 asker ile Tebriz
önlerindeki Bağ-ı Sefa isimli yere gelmişti (BOA. İMM. 1837/5). Bağdat ve
Erzurum taraflarına gönderilecek askerler ve komutanlar da Erzurum'da
bulunan Mirza Taki Han'dan gönderilip-gönderilmemesi hususunda alacakları
haberlerin sonucuna göre hareket etmek üzere bekletiliyorlardı (BOA.İMM.
1837/1).
İranlıların, Tahran'dan Tebriz'e getirilmek üzere yola çıkardıkları 24
tane topun Sultaniye'ye ulaştığı ve her gün hazırlık yapmakla meşgul oldukları,
Şah'ın müçtehitlere gönderdiği hükümle, bulundukları yerlerde savaş
yapabilecek bütün adamların yazılarak harbe hazırlanmaları istendiği
rivayetleri, daha önce alınan bilgileri doğrulayacak nitelikteydi (BOA. İMM.
1836/19).
Alınan bilgilere göre İranlıların, Osmanlı topraklarına göndermek için
hazırladıkları ve savaş sırasında nereye gönderilecekleri şu şekilde
belirlenmişti:
23 top ve 800 asker ile Hüseyin Han Süleymaniye tarafına, 15 top ve
10.000 asker ile Hanım Baba Han Süleymaniye tarafına, 14 top ve 15.000 asker
ile Mutemedü'd-devle Bağdad tarafına, 27 top ve 35.000 asker ile İlhani
Bayezid tarafına (BOA. iMM. 1837/6).
İranlılar her ne kadar harp hazırlıklarına başlasalar da bazı iç meseleleri
vardı. Bunlardan birisi Şiraz havalisinde İlhani taifesinden 20-30 bin hane
göçebe, Pars halkıyla birlikte ayaklanmışlar ve Şah tarafından tahsilat için
gönderilmiş 4-5 yüz kadar tahsilat memurunu kılıçtan geçirmişlerdi (BOA.
İMM. 1836/9) Diğeri de 18 Nisan 1843 tarihinde yaşanan depremdi. Saat üç
civarında Tebriz ve Hoy'da hissedilen depremde çok miktarda can ve mal kaybı
meydana gelmişti. Hoy'un yarıdan fazlası harap olmuştu. Ali Rasim Efendi'nin
verdiği bilgiye göre depremden sonra Hoy'un yakın köylerinin birinde
"karasu" çıkmış ve pek çok Tebriz'de haraplık olmuş ise de ahalisinin
ittikadınca Tebriz batacak diyerek bağlarda vesair açıklık olan mahallerde
çadır kurup eğlenmekde" imişler (BOA. İMM. 1836/10). Behlül Paşa'nın,
Kerbela harekatından sonra, İranlıların tavırlarını araştırmak için gönderdiği
adamın raporuna göre "Hoy'da dahi bina asarı kalmayarak bütün bütün
harap olmuş ve üç binden mütecaviz adamları telef" olmuştu (BOA. İMM.
1836/10).
60
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
Kerbela Hadisesinin Osmanlı-İran İlişkilerine Etkileri
Yukarıda da bahsedildiği gibi Erzurum Konferansı'nın toplanmasına
karar verildiği, murahhasların geldikleri ve oturumların başlayacağı bir sırada
Necip Paşa’nın Kerbela askeri harekâtının, haberi gelmişti. Şiilerce kutsal
sayılan bir yere böyle bir operasyonun yapıldığı ve çok sayıda kimsenin öldüğü
yolunda haberlerin geldiği bir ortamda İran murahhasının oturumlara devam
etmesi beklenemezdi. Konferansın geleceğinin tehlikeye girmesi, Osmanlı-İran
ilişkilerinin düzelmesine arabuluculuk yapan İngiltere ve Rusya’yı endişeye
düşürmüştür. Osmanlı ve İran devletleri savaş kelimesini tekrar telaffuz etmeye
başlamışlardı. Uzun emekler sonucunda İki devleti Erzurum’da görüşmeye ikna
yolunda yapılan emekler boşa gitmek üzereydi ve tekrar başa dönülmüştü.
Arabulucu devletlerin yoğun gayretleri neticesinde konferans ve Kerbela olayı
ile ilgili yazışmalar uzun süre devam etti.
Haberin İstanbul’a ulaşması üzerine İngiliz ve Rus elçileri endişeye
düştüler. İngiliz elçisi, Sarim Efendi’den bilgi almak istemiş, böyle bir şeyin
aslı olmadığı bilgisini almıştı. Gerçekten de Necip Paşa İstanbul’dan habersiz
olarak bu harekâta girişmişti.
İngiltere ve Rusya elçileri Hariciye Nazırı Rıfat Paşa'ya ulaştırılmak
üzere ayrı ayrı tercümanlarına verdikleri talimatlarda, Rıfat Paşa'nın İran'ın
hazırlıkları karşısında endişelenmesine karşın, sorunun savaşsız aşılması için
yaptıkları çabaya değinerek Osmanlı ve İran devletlerinden birinin veya her
ikisinin barışı bozacak hareketlerine izin vermeyeceklerini belirtmişlerdir. Aynı
şekilde Tahran’daki elçiler de İran'ın sulhu bozacak hareketlerine izin
verilmeyeceği hususunda, Osmanlı Devleti’ne güvence veriyorlardı (BOA.
iMM. 1838/9 Rus; BOA. iMM. 1838/10 İngiliz). Başkentler haricinde
Erzurum’da konferans için hazır bekleyen Rusya ve İngiltere temsilcileri de
Erzurum Valisi Halil Kamili Paşa görüşerek, İranlıların, Osmanlı topraklarına
tecavüzî bir harekette bulunmaları halinde, meydana gelebilecek zararların
İran'a ödettirileceği konusunda teminat vermişlerdi (BOA. iMM. 1085/11).
Rus ve İngiliz elçilerinin iki tarafı da teskin etmeye çalıştıkları sırada
bazı sınır ihlalleri de devam ediyordu. Tarsus'ta bulunan Rusya Konsolosu,
Osmanlı Kürtlerinden yüz kadarı, Gezizli civarında, İran sınırını tecavüz ile İran
toprağına girerek, bir miktar at çaldıklarını, Kelbali Han’ın, topladığı süvarilerle
dönüş yollarını keserek atları geri aldığını rapor etmiştir. Bu çatışmada,
Kürtlerden dördü ölmüş, biri de yaralanmıştı. Aynı konsolos bir başka yazısında
da Şerif Ağa'ya bağlı bir takım kişilerin, İran'ın Selmas civarına yaptıkları
61
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
yağmada Küli ile Karakışlak mevkilerinden 1.000 kadar hayvan çaldıklarını
Erzurum’daki Rus temsilcisi Daniese’ye bildirmişti, Rus memur bu gibi
hareketlerin iki devlet arasında bir mücadeleye sebep olmasından korkuyordu
(BOA. İMM. 1839/12).
Arabulucu devletler Rusya ve İngiltere açısından, ortaya çıkan bu
beklenmedik durum nasıl aşılacağı ve İran temsilcisinin
Erzurum’da
kararlaştırılmış olan görüşme masasına nasıl oturtulacağı konusu iki önemli
açmazdı.
Bu açmazları aşmak için birkaç adım atılabilirdi. Adımların ilki İran’da
meydana gelen öfke ve kini yatıştırmak için Necip Paşa’nın azledilmesi
olabilirdi. Zira Rusya ve İngiltere elçileri Necip Paşa'nın Bağdat valiliğinden
azledilmesinin faydalı olacağı kanaatindeydiler. Osmanlı devleti valinin
görevden alınmasına kesinlikle karşı çıkmıştı. Böyle bir yolu tercih etmek bazı
yönlerden sakıncalı olabilirdi. Bir kere eşkıyayı yola getirmek bir valinin
görevi olduğundan, bunda başarılı olan bir valinin azli uygun olamazdı. İkinci
sakınca Kerbela askeri harekâtının amacının kesinlikle İran devleti olmadığı
halde görevden alınma durumunda böyle bir yorumun ortaya çıkacağı, en
önemlisi de bölgenin aşiret ve urban yatağı olması hasebiyle eşkiya karşısında
başarılı bir valinin azlinin devletin bölgedeki nüfuzunu olumsuz yönden
etkileyeceği düşüncesiydi (BOA. iMM. 1840/21). Elçiler, valinin görevden
alınması hususunda Osmanlı tarafının isteksiz davrandığını ve bu yolu
kesinlikle tercih etmeyeceğini anladıklarından bu öneriden vazgeçerek (BOA.
iMM. 1840/5) hiç değilse kendisinden ileride bir şikâyet gelmesi halinde
azledileceği şeklinde uyarılmasını istiyorlardı. Necip Paşa’nın yeterli hazırlık
yapmadan ve Erzurum’da görüşmelere başlanacağı sırada böyle bir teşebbüse
girişmesi hatalı olarak görülmüştür. Namık Paşa ve Albay Farent’in
raporlarında askeri operasyonun haklılığı vurgulanmıştır. Buna rağmen Osmanlı
Devleti elçilerin azil isteklerini kabul ederek valiyi görevden aldığında hem
Necip Paşa suçlu ilan edilmiş olacak ayrıca yabancı devletlerin isteğiyle görev
değişikliğinin olduğu kanaati hâkim olacaktı ki bu da bağımsız bir devletin
onuruna yakışır bir durum olmayacaktı.
Mösyö Kirikov ve Mösyö Piraki elçilerinden izinsiz gizli olarak
Hariciye Nezaretine gönderdikleri yazıda Osmanlı Devletinin Kerbela’da zarara
uğrayanlara tazminat olarak belli bir miktar para vermekten, İran'a mektup
yazmaktan ve Necip Paşa'ya gönderilecek ihtarnamenin suretini vermekten
çekindiğinden bahisle, bu tavrın, İran tarafından duyulmasının, sulh işini
62
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
güçleştireceğini ve suçun bütünüyle Osmanlılarda olduğu kanaatini
uyandıracağı konusunda ihtarda bulunuyorlardı. Bu sakıncaları ortadan
kaldırmak için yukarıda belirtildiği gibi elçilerinin isteklerine paralel
doğrultuda, İran'a aşağıdaki bir mektup yazılmasını tavsiye ediyorlardı.
Kerbela'da yapılanların vahşet olduğu, bundan Osmanlı Devleti’nin büyük
üzüntü duyduğu, amacın İran halkına zarar vermek olmadığı, Necip Paşa'nın
bazı yönlerden kabahatli olduğu, bundan sonra kendisinden bir şikâyet geldiği
takdirde azledileceği, Maliye Nazırı tarafından gönderilecek bir memur
vasıtasıyla zararların tespit ettirileceği ve zarara uğrayanlara tazminat ödeneceği
ayrıca çatışmalar sırasında tahrip olan kutsal binaların onarılacağı, kasabaya
gelen ziyaretçilerin korunacağı konularını kapsamalıydı (BOA. iMM. 1840/15).
Gerçekten de elçilerin ve elçilik görevlilerinin tavsiyeleri
doğrultusunda, Sadr-ı Devlet-i İran Hacı Mirza Akasi'ye bir mektup yazıldı.
Mektupta, İran tarafından gönderilen yazıda yer alan bilgilerin rivayete
dayandığı ve oldukça mübalağalı olduğu bildiriliyordu. Kerbela'da meydana
gelen olayları incelemek için, Namık Paşa'nın oraya gönderildiği, incelemelerini
yaptıktan sonra İstanbul'a döndüğünden bahsediliyordu. Namık Paşa'nın
incelemeleri hakkında da bilgi veriliyordu. Kerbela halkının Osmanlı Devletine
karşı isyan halinde bulundukları ve fiilen karşı koymaya da başladıkları
belirtiliyordu. Kerbela üzerine yapılan hareketin İran ziyaretçilerine ve halkına
bir zarar vermek için yapılmadığının incelemeler neticesinde daha iyi anlaşıldığı
bildiriliyordu. Her devletin içerisinde bulunan asileri te'dip ve terbiye etmesinin
en tabii hakkı olduğu gibi, Osmanlı Devletinin de iç huzurunu korumasının
olağan işlerinden olduğu ifade ediliyordu. Halkın, yapılan nasihatler ve verilen
teminatları kabul etmemesi nedeniyle, Kerbela üzerine yürünmek zorunda
kalındığı, çatışma esnasında suçsuz kimselerin de öldüğü, bundan dolayı
Osmanlı Devletinin büyük üzüntü duyduğu, bunlara tazminat ödeneceği ve
zarar gören kutsal yerlerin onarılacağı belirtiliyordu. Ayrıca Kerbela'ya ziyaret
amacıyla gelen Osmanlı tebaası ile İran halkının barınma ve korunmaları için
gayret sarfedileceği, asayişi bozucu şeylerden kaçınılması, memleketin huzur ve
refahı için çalışılması, aykırı hareketlerden sakınılmasının zorunlu olduğu dile
getiriliyordu. Bu konularda Bağdat valisine de gerekli talimatların verildiği ve
Osmanlı-İran arasındaki dostluğun devamı temenni ediliyordu (BOA. iMM.
1839/1).
63
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
SONUÇ
Necip Paşa’nın kendi idaresi altında bulunan bir yerde yani Kerbela’da
devlet otoritesini kurma girişimi, istenmeyen durumlar meydana getirmiştir.
Şiiler için önemli bir bölge olan Kerbela’da çok sayıda kimsenin ölmesi İran
tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Aynı zamanda Erzurum’da Rusya ve İngiltere
devletlerinin arabuluculuğunda Osmanlı-İran anlaşmazlıklarını görüşmek için
toplanan konferansın geleceğini de tehlikeye girmiştir. İki devlet başkentleri
nezdinde bulunan arabulucu devlet elçilerinin yaptıkları yoğun çalışmalar hem
hadisesinin İran'da uyandırdığı infialin savaşsız geçiştirilmesini sağlamış hem
de Erzurumkonferansı tekrar çalışmalarına başlamıştır.
KAYNAKLAR
A) Arşiv Belgeleri
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) Mesail-i Mühimme İradeleri (İ. MM)
iMM. 1075/2
iMM. 1085/11
iMM. 1832/4
iMM. 1832/2
iMM. 1832/4
iMM. 1832/6
iMM. 1834/15
iMM. 1835/4
iMM. 1835/8
iMM. 1835/9
iMM. 1835/10
iMM. 1836/9
iMM. 1836/10
iMM. 1836/12
iMM. 1836/19
iMM. 1837/1
iMM. 1837/4
iMM. 1837/5
iMM. 1837/6
iMM. 1838/9
iMM. 1838/10
iMM. 1839/1
64
Aykun, İ. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 49-65
iMM. 1839/12
iMM. 1840/5
iMM. 1840/15
iMM. 1840/18
iMM. 1840/20
iMM. 1840/21
B) Basılı Eserler
Çağatay, N. (1986), İA. Vehhabilik maddesi. C. 13, İstanbul.
Kaya, D. (2004), XIX. Yüzyılda Osmanlı İdaresinde Kerbela Sancağı,
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Basılmamış
Yüksek Lisans tez, İstanbul.
Üçok, B. (1983), İslam Tarihi. Emeviler-Abbasiler, Ankara.
Şemseddin Sami, (1314), Kamusu’l-Alam C. V, İstanbul.
Şemseddin Sami, (1317), Kamus-ı Türki, İstanbul.
Mehmet Süreyya, (1308), Sicill-i Osmanî IV, İstanbul.
İbnü’l-Esir, (1986), El-Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi-İslam Tarihi (Çev. M. Beşir
Eryarsoy), İstanbul.
65
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
İslam Tarihinde Vakıf Kültürü Üzerine Bir İnceleme
Hakkı Yapıcı1
Özet
İslam tarihinde vakıf müesseseleri, insanların ve diğer canlıların yararına olan
muhtelif hizmetleri ifa etmek için tesis edilmişlerdir. İnsanlığa karşılıksız hayır
yapmanın, yardım etmenin, uzlaşmanın, varlıklı olandan muhtaç olana kaynak tahsis
etmenin en güzel örneğini sergilemektedir. Vakıflar, bütün bunların gönüllülük esasına
dayanan tarzda yerine getirildiği bir kültür ve sosyal güvenlik kurumu olmuşlardır.
Vakıf geleneğinin devamını sağlamak maksadıyla bu tesislerin giderlerini karşılayan
akar nitelikli ticarî ve ziraî işletmeler tahsis ederek sağlıklı bir toplum hayatının
devamına hizmet etmişlerdir. Aynı zamanda vakıf müesseseleri, İslâm memleketlerinin,
dolayısıyla Osmanlı’nın sosyal ve iktisâdî hayatının gelişmesinde ehemmiyetli bir rol
oynamıştır.
Anahtar Kelimeler: Vakıf, Hayır, İslam, Toplum, Kültür.
A Research on Waqf Culture in İslamic History
Abstract
Within Islamic history, waqfs have been established in order to fulfill various
services to the benefit of both humans and other living beings. These waqfs set the best
example of doing voluntary charity work for humanity without demanding anything,
helping people, contributing to social
reconciliation, as well as ensuring a flow of
funds from the rich to the poor. They have been cultural and social security institutions
where aforementioned services have been performed on a voluntary basis. In order to
ensure the continuance of the tradition of waqfs, these waqfs have been provided with
commercial and agricultural enterprises having the quality of real property to meet their
expenses, as a result of which these waqfs have served the continuance of a healthy
social life. Additionally, they have played a significant role in the development of social
and economic life of the Islamic countries, including that of the Ottoman Empire.
Key Words: Waqf, Good, Islam, Community, Culture.
1
Dr., Erzurum Yakutiye Şair Nefi Ortaokulu , [email protected]
66
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
GİRİŞ
Vakfın Tanımı
Vakf kelimesi Arapça bir isim olup, “durdurma, alıkoyma, ayırma,
bağlama, bir malı veya mülkü –satılmamak kaydıyla- bir hayır işine bağışlama,
bırakma” anlamlarına gelmektedir (Akgündüz, 1988: 29; Develioğlu 1995:
1134). Bilhassa hukuki anlama yakın manadaki “vakıf” mastarının çoğulu,
“evkaf” ve “vukûf” şeklinde telaffuz edilmektedir. İslâm hukukunda ise, bir
mülkün bütün faydasını karşılık beklemeden insanların yararına bırakarak,
kıyamete kadar başka birinin mülküne geçmeyecek şekilde kullanımının
sürekliliğini temin etmektir (Akbulut, 2007: 64).
Vâkıfın Dayandığı Ana Kaynaklar
a. Kuran-ı Kerim
Kuran-ı Kerim’de doğrudan doğruya “vakıf” terimi yer almamaktadır.
Ancak vakıf konusunu içeren hayrî ve sosyal hizmetler birçok ayetlerle teşvik
edilmiştir. Vakıf geleneğinin olgunlaşmasında Kuran-ı Kerim’de” iyilik
yapmak, sadaka vermek, infak etmek ve ihsanda bulunmak” gibi yardımı teşvik
eden pek çok ayet bulunmaktadır (Öztürk, 1983: 40). Konuyla ilgili şu ayetleri
verebiliriz:
“İbadet, yeri olarak yeryüzünde yapılan ilk bina Mekke’deki Kâbe’dir;
o pek feyizlidir, insanlar için hidayet rehberidir. Orada apaçık alâmetler ve
deliller, İbrahim’in makamı vardır…”2
“Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe cennete giremezsiniz. Allah
yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilendir.”3
“Hayır işleyiniz ki kurtulabilesiniz.”4
“İyilik yapmak ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle
yardımlaşın”5
Kuran-ı Kerim’de vakıftan terim olarak ayrıca söz açılmaması buna
lüzum duyulmamasıdır. Çünkü İslâm, vakıfların göreceği işleri esasında devlete
bir görev olarak vermiştir. Ayrıca yardımlaşmanın bütün kurallarını saymış ve
fertleri de, devlete verilen ödevin yerine getirilmesinde, devlete yardımcı
olmaya, insanî ve diyanî6 öğütlerle teşvik etmiştir. “Vakıf” kelimesinin terim
2
Kur’an, Âl-i İmrân, 3/96–97.
Kur’an, Âl-i İmrân, 92.
4
Kur’an,el-hac, 77.
5
Kur’an, el- maide, 2.
6
“Diyanî”; Diyanetle ilgili şeyler...
3
67
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
olarak Kur’anda geçmemesi nedeniyle vakıf kurumunun doğrudan doğruya bu
ana kaynağa dayandırılmasının kolay olmadığını iddia edenler varsa da;
kurumun tarihi gelişimi ve tatbikatına bakarak kıyas ve istidlâl yoluyla Kuran-ı
Kerime dayandırılabileceği; hatta vakıfların kendisine gaye olarak seçtiği
çalışma sahalarının birçok ayetlerle izah edilmiş bulunduğunu ve insanların bu
konulara israrla teşvik edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz (Öztürk, 1983: 41–44).
a . Hadis ve Rivayetler
Vakıf bırakmayı özendiren ve yaygınlaşmasına vesile olan Hz.
Peygamberin bu konu ile alakalı pek çok Hadis-i Şerifi de bulunmaktadır. Ebû
Hüreyre (R.A)’den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: ”İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak, devam
eden sadaka (sadaka-i câriye), faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir
evlad bırakanlarınki kesilmez.”7 Bu hadisten de açıkça anlaşılacağı gibi
“sadaka-i cariye” ifadesi hayır işi kabul edeceğimiz vakıf konusuna vurgu
yapılmaktadır. Bu müjdeye mazhar olmak isteyen Müslümanlar güçleri
ölçüsünde hayır yolunda adeta birbirleriyle yarışmışlardır. Vakıf konusu
Müslümanlar için gerçek bir cömertlik aynı zamanda karşılıksız verme
noktasında büyük bir imtihan aracı olmuştur. Böylece dünyada iken kendi
nefislerini de terbiye etmeye muvaffak olmuşlardır.
Kur’an ayetlerine nazaran hadiste vakıf kurumu daha geniş yer almıştır.
Mescid yapmayı, su akıtmayı, yolda kalmışları gözetmeyi, yolcular için han ve
kervansaray yapmayı, hayatında ve sıhhatli halinde malından sadaka ayırmayı
öğütleyen ve bu gibi davranışları öven hadisler çoktur. Bunların hepsinde de
topluma sağladığı fayda sürekli olan, sadaka-i câriye’den söz edilmektedir ki bu
vakıftan başka bir şey değildir. Fıkıh ve hadis kitaplarının konuya ilişkin
bölümleri ile müstakil olarak “vakıf” hakkında yazılan eserlerle, bizzat Hz.
Peygamberin vakıf yaptığından bahsedilmektedir. Sahîh-i Buhârî’den
nakledilen bir hadîs, bir arazinin, Resulullah tarafından, menfaati yolculara ait
olmak üzere vakfedildiğini göstermektedir. Amr bin Hâris’in rivayet ettiği hadis
şöyledir: “Resûl-i Ekrem (s.a) vefat ettiği vakit, arkasında ne gümüş, ne köle, ne
cariye, ne de başka bir şey bırakmadı. Yalnız, binmekte olduğu beyaz bir katır
ile silahını ve birde yolculara “vakfettiği” Fedek ve Hayber’deki hurmalığı
bıraktı (Öztürk, 1983: 44–45).
7
Tirmizî, Ahkâm, 36; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 14; Müslim, Vasiyye, 14.
68
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
Hz. Peygamber’in (s.a.) huzurunda, Medinede’ki “semg” adıyla anılan
mülkünü vakfetmek suretiyle Hz. Ömer ashap arasında ilk vakıf yapan sahabi
olmuştur. İbni Ömer’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadisten öğrendiğimize göre Hz.
Ömer, vakfetmek istediği Hayber’deki öz malı hurmalığı hakkında,
Peygamber’e (s.a.) danışmış O da “istersen aslını habs yani vakfedip, hâsılatını
tasadduk et” buyurmuştur. Hz. Ömer de o yerin aslını satılmaz, satın alınmaz,
bağışlanmaz ve miras yoluyla intikâl etmez şekilde vakfedip; gelirini Allah
yolunda gaza eden mücahitlere, esâretten kurtulmak isteyen kölelere, yolculara,
misafirler ve muhtaç akrabaya tasadduk etmiştir (Öztürk, 1983: 46–47).
.Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Talha ve Sa’d (r.a), Peygamber’in (s.a.)
irşad ve tavsiyeleri üzerine Resul-i Ekrem huzurunda; Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali,
Zübeyr, Sa’id, Enes, Hakim bin Huzzam, Amr İbn’ül-As (r.a) da Peygamber’in
(s.a.) irtihalinden sonra hayırlı vakıflar yapmış sahabelerden bazılarıdır (Öztürk,
1983: 49).
.İslam Ülkelerinde Vakıf
İslamî yardımlaşma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını
gördüğümüz vakıflar, Hz. Peygamber’in Medine döneminden günümüze kadar
uzanan bir sürede İslam dünyasının kültürel ekonomik ve sosyal hayatında
önemli roller üstlenmiş dinî ve hukukî müesseselerdir. Bu bakımdan İslam
ülkelerinin tamamında, çok sayıda vakıflar ihdas edilmiştir (Kazıcı, 2003: 41–
46).
Emeviler zamanında vakıflar büyük bir gelişme gösterdi. Bu dönemde
ilk defa yeni bazı teşebbüslerde bulunuldu. Nitekim Emevi halifesi Velid b.
Abdülmelik Şam’da Ümeyye Cami için ilk defa köy ve mezraları gelir getiren
birer kaynak olarak vakfetti. Emevilerden sonra gelen Abbasi devletinde
vakıflar daha bir gelişme gösterdi. Bu dönemde vakıflar o derece önemli bir
müessese haline geldiler ki bunların yönetimi için “Vakıflar Nezareti” adında
bütün vakıfları kontrol edebilen belli bir statüye bağlanmasını sağlayan bir
teşkilat kuruldu (Kazıcı, 2003: 45–46). Büyük Selçuklu Devleti’nin
kurulmasıyla vakıf müessesesinin bir kat daha geliştiği görülmektedir.
Selçuklular zamanında vakıf müesseselerine verilen bu önemden sonra İslam
dünyasının hemen her yerinde sultanlar, vezirler, beyler, hatunlar ve varlıklı
kişiler medrese açma hususunda birbirleriyle yarışmaya başladılar. Büyük
Selçuklulardan sonra medrese kurma faaliyetleri durmaksızın devam etti
(Uzunçarşılı, 1970: 10).
69
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
Osmanlı döneminde, devletin siyasî ve ekonomik gücüne paralel olarak
gelişip artan vakıfların ilk kurucusu Sultan Orhan Gazi’dir. Orhan Gazi, İznik’te
ilk Osmanlı medresesini kurarak Osmanlı’da vakıf müessesesini devam
ettirmiştir (Uzunçarşılı, 1941: 281). Osmanlı ülkesinin dört bir yanında
mescitler, medreseler, mektepler, ribatlar, tekkeler, türbeler, köprüler, sulama
kanalları, hastaneler, kervansaraylar, imâretler, kütüphaneler, hamamlar vs. gibi
birçok dinî-hayrî tesis, hep vakıflar sayesinde insanlığın hizmetine sunulmuştur.
Bu vakıf geleneği devletin yıkılışına kadar çeşitlenerek varlığını sürdürmüştür
(Köprülü, 1942: 12).
Vakfın Kuruluşu İçin Aranan Şartlar
Dinî ve hukukî bir müessese olan vakıf işleminin meydana gelebilmesi
için gerek vakfı tesis eden vâkıfta, gerekse vakfedilen malda bazı şartların
bulunması gerekmektedir. Bilhassa vakfın ihdasında belirtilen ifadeler oldukça
büyük önem arz etmektedir. Zira bu ifadeler, vakfın rüknünden
sayılmaktadırlar. Bunlar: “Malımı vakfettim”, “Malımı habs ettim, tasadduk
ettim” veya “Sadaka-i müebbede ile sadaka ettim” gibi sözlerdir. Vakfın
kuruluşu ile ilgili şartlar; vakıfta aranan şartlar ve vakf edilen malda aranan
şartlar olmak üzere iki kısımda ele alınmalıdır (Kazıcı, 2003: 42–46):
a. Vakıfta (Vakfeden) Bulunması Gereken Şartlar
1Vakıfın, temlik ve teberrua ehil olması gerekir. Temlike ehliyet, kendi
malını bir başkasına bedel veya bedelsiz olarak (satabilme) edebilme ehliyetidir.
Teberrua ehliyet ise, bir şahsın kendi mülkünü ve hakkını karşılıksız olarak
temlik veya ıskat edebilmesi ve muamelenin hukuken geçerli sayılmasıdır.
2Vâkıf, borcundan dolayı mahcur olmamalıdır.
3Vâkıfın, vakfa rızası bulunmalıdır. Bu bakımdan, hangi şekilde olursa
olsun zorlama sonucu yapılan vakıf, sahih değildir. Zira vakfın sıhhati, rızaya
bağlıdır.
4Vâkıf, vakfettiği mülkü, inancına göre hayır ve sevap kazanmak niyeti
ile yapmış olmalıdır. Zira vakıfta gözetilen gaye, Allah’ın rızası ve toplumun
menfaatidir. Vakfın nihai hedefi de Allah’ın rızasıdır (Kazıcı, 2003: 42–44).
b. Vakfedilen Malda Bulunması Gereken Şartlar
1.
Vakfedilen mal, vakıf esnasında vâkıfın mülkü olmalıdır. Zira bir şahıs,
başkasının mülkünde vakıf suretiyle bir tasarrufta bulunamaz.
2.
Vakfedilen mal deyn (alacak) veya menfaat olmamalıdır. Bu bakımdan
bir kimse, başkasından alacağını vakfedemez.
70
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
3.
Vakf olunacak malın akâr olması gerekir. Akâr, ev, daire, dükkan, ağaç
ve arazi gibi gelir getiren taşınmaz (gayr-ı menkul) mülk olmalıdır.
4.
Vakfedilecek mal, malum ve muayyen olmalıdır. Vakfa konu teşkil
eden malın, sonradan meydana gelebilecek anlaşmalıkları önleyecek kadar
bilinmesi ve belirli olması gerekir.
5.
Vakfedilecek bina ve ağaçlar müstahikku’l-lal’ (yıkılmaya veya
sökülmeye mahkum) olmamalıdır.
6.
Vakıfta muhayyerlik olmaz. Mesela bir kimse belli bir zaman içinde
vakfı yapma veya yapmama hususunda muhayyer olmak üzere bir malı vakf
etse bu vakıf sahih bir vakıf olamaz.
7.
Vakıf, gelecekteki bir duruma bağlı olmamalıdır. Başka bir ifade ile
vakıf müncez olmalıdır. Sözgelimi, bir kimse “şu işim olur” veya “şu
hastalıktan kurtulursam şu mülküm vakıf olsun” dedikten sonra arzusu yerine
gelse bile, yaptığı vakıf sahih bir vakıf olmaz. Zira vakfın kurulması, gelecekte
meydana gelebilecek olay ve kazançlara bağlanamaz.
8.
Vakfın ebedî olması şarttır. Vakfın, hedef ve gayesi bakımından bunun
devamlı olması gerekir. Belirli bir süre ile kayıtlı bulunan vakıflar, hukukî
bakımdan sahih bir vakıf olamaz.
9.
Vakfın meşrutun lehi (vakıftan yararlanacak olanlar) belli olmalıdır.
Tarihî bir müessese olarak ele alınan vakıfların tesisi ve hukukîlik
kazanması, hem vakfı kuran, hem de vakfedilen malda bazı şartların bulunması
ile mümkündür. Binaenaleyh bu şartlardan birinin eksik veya hiç olmaması,
sahih bir vakfın oluşumu için engel sayılmaktadır. (Kazıcı, 2003: 44–46).
Vakfın kuruluş şekilleri de çeşitlilik arz eder ki üç farklı kuruluş
dikkatimizi çekmektedir:
Tescil Suretiyle: Vâkıf, kadıya (hakim, yargıç) müracaat edip bir vakıf
kurmak isteğini bildirir. Bunun üzerine kadı, yaptığı araştırmada müsbet bir
sonuç elde ederse o zaman şahitlerin huzurunda ve onların da karara iştiraki ile,
vakfın kurulduğunu karara bağlayıp tescil eder (kayda geçer).
Vasiyet Etmek Suretiyle: Vakıf yapmak isteyen kimsenin, ölmeden
önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakıftır. Şayet vakfın mirasçıları yoksa
bütün mal varlığının tamamı, varsa üçte birini vasiyet etmek suretiyle vakf
edebilir.
Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa üzerine cami inşa
ettirip, ezan okutturup halkın, camide cemaatla namaz kılmasına izin verir,
71
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
kendisi de bu cemaatin içinde yer alırsa bu cami, “vakf-ı lazım” suretiyle vakıf
olur (Kazıcı, 2003: 47–48).
Vakfın İdaresi
Nezaret kavramı kelime anlamı itibari ile, bir şeye basiretle bakıp tetkik
etmek ve düşünmek manalarını ifade eder. Hukuk termolojisinde ise iki anlamı
mevcuttur; velâyet ve tevliyetin eş anlamlısı olarak bunların ifade ettiği
manaları ifade eder. Bu anlamda vakfın nazırı, vakfı idare eden mütevellinin
vakıf hakkındaki tasarruflarını kontrol eden ve vakıf işlerinde mütevellinin
görüşüne müracaat mecburiyetinde bulunduğu görevliye denir (Akgündüz,
1988: 276).
Bir vakfın mütevellisi mevcut iken hiç kimse o vakfın tasarruflarına
karışamaz. Ancak mütevellilerin tasarrufları belli makam ve kişilerce teftiş ve
kontrol edilir. Bu teftiş ve kontrol işini yani nezaret görevini yürüten iki organ
vardır:
Birincisi; bir vakfı kuran vâkıf, vakfına mütevelli tayin ettiği gibi, onun
tasarruflarını kontrol edecek bir nâzır da tayin edebilir. Hem nâzır hem de
mütevellisi olan vakıflarda, nâzırın re’yi alınmadıkça, mütevelli vakıf üzerinde
tasarrufta bulunamaz. Nezâret görevi de diğer vakıf görevleri gibi vâkıfın tayini
veya hâkimin tevcihi ile elde edilir.
İkincisi; bilindiği gibi yargı erkine sahip olan hakimlerin, bütün
vatandaşlar ve mallar üzerinde olduğu gibi, vakfın malları üzerinde de velâyet-i
ammeden gelen bir kontrol ve teftiş yetkileri vardır. Hatta vakıf mütevellileri,
ayrı bir nâzırı bulunsa da, bazı tasarrufları yapabilmek için, velâyet-i amme
sahibi olan hâkimlerin reylerini almak mecburiyetindedir. İşte hâkimlere
tanınan bu umumi teftiş ve murakebe yetkisi de nezâret adı ile
adlandırılmaktadır (Akgündüz, 1988: 276–277).
Devletin velâyet-i âmmesini kullanarak vakıfları kontrol etmek demek
olan nezâret görevini üstlenen evkâf teşkilâtı, tarihin muhtelif devirlerinde ve
hususen Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında, birçok vakıfların (özellikle
mazbut vakıfların) bizzat idaresi demek olan tevliyet görevini de
üstlenmişlerdir. Böylelikle evkâf teşkilâtları, hem nezaret hem de tevliyet
görevlerini kendilerinde toplamışlardır (Akgündüz, 1988: 277).
Vakfiye
Vakfiye veya vakıf-name, vâkıfın vakfın teşekkülü ve işleyişi hususunda
tanzim ettiği hüküm ve kaideleri ve bunların kadı tarafından tescilini ihtiva eden
hukukî bir nizamnâme (yönetmelik) dir. Bu vakfiyeler, kağıt ve parşömen
72
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
tomarlara, veya hacmi bir ilâ dört yüz sayfa arasında değişen defterlere
yazılmıştır (Yediyıldız 2003: 4; Sümer 1977: 15). Vakfiyeler, Allah’a hamd ve
senâ, Resûlullah’a salât ve selâm ile başlar (Gökbilgin, 1977: 20). Bu
başlangıçtan sonra vakfiyelerde, insanlara yardım ile hayrı teşvik edici, âyet ve
hadisler bulunur. Vakfiyelerde umumiyetle şu hususlar yer alır (Kazıcı, 2003:
50–51):
1. Vakf olunan malların neler olduğu,
2. Vakf olunan bu malların nasıl idare edileceği,
3. Vakıf gelirlerinin nerelere ve kimlere sarf edileceği,
4. Vakfın, kimler tarafından yönetileceği, müesseselerde kaç kişinin çalışacağı,
bunlara ne kadar ücret ödeneceği, bu ücretlerin hangi gelirlerden elde edileceği,
eşyanın fiyatı vs. gibi konular teferruatlı bir şekilde açıklanır.
5. Kadının, vakfın sıhhat ve lüzumuna dair olan hükmü yer alır.
6. Sonunda da tarih ve şuhûdu’l-halin mühürleri ve üst kısmında kadının mührü
yer alır (Kazıcı, 2003: 51).
İslam tarihinde ilk vakfiyenin, Hz. Ömer tarafından yazıldığı
söylenmekle birlikte, Hz. Peygamber devrinde mi yoksa Hz Ömer’in halifeliği
zamanında mı olduğuna dair kesin bir bilgiye henüz sahip değiliz. Büyük bir
ihtimal bunun, Hz. Ömer’in kendi hilâfeti zamanında olmasıdır.
Sosyal hayatımıza dinamizim kazandıran, toplumsal yardımlaşma ve
birleşmeye vesile olan hayırlı işler yapma noktasında insanlarımızı teşvik eden
vakıf kültürümüze örnek bir vakfa ait vakfiye8 şu şekilde tanzim edilmiştir:
“Bağışlayan ve esirgeyen Tanrı adıyla”
Övgü, âlemlerin Rabbi olan Allah’a özgüdür. Mizan durdukça salât ve
selam da sürekli olarak öncekilerle sonrakilerin efendisi ve yıldızların önderi
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e, onun insanların teşvikçileri ve
inananların önderleri olan yakınları ile arkadaşlarına olsun…
Bu vakıf satılamaz, rehin olarak verilemez, miras olarak alınamaz.
Hicret yılının 772 Şabanı (Şubat-Mart, 1371)
Duruma tanık olanlar:
8
Vakfiyeler ile ilgili daha detaylı bilgi için bkz: Fuat Köprülü, “Vakıf müessesesi ve
vakıf vesikalarının tarihî ehemmiyeti”, Vakıflar Dergisi, Sayı: I, Ankara 1938, s. 1–6;
İbrahim Ateş, “Vakfiyelerde Duâ ve Bedduâlar”, Vakıflar Dergisi, Sayı: XVIII,
Anakara 1983, s. 5–54; Ziyâeddin Efendi, Câmi’-i envâru’s-sukûk ve lâmi’’z-Ziyâ lizevi’s-sükûk, İstanbul 1284, s. 184 vd.
73
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
Buna tanık oldu: Bu satırları yazan
Buna tanık oldu: Cemşid Ağa
Buna tanık oldu: Sülüce Bolad
Ve burada bulunan başkaları…(Çağatay, 1978: 12)
Örnek bir başka vakfiye de şu şekilde düzenlenmiştir: “Vakfedilen Alan
Köyü’nün gelirinden aşçıya yılda 4, ekmekçiye 4, onarımcıya 4 ve nazıra yine 4
mud (1 mud: 100–120 kg) buğday verilmektedir. Vakfiyede tedris ciheti için 40,
yardımcılar için 10 mud buğday tahsis edilmiştir (Kayaoğlu, 2000: 52).
Görüldüğü gibi vakfiyeler en ince teferruata kadar açıklama içeren bir resmi
belge hüviyeti taşımaktadır.
Vakıf müesseselerinin bu şümullü hizmetleri umumiyetle altı kısımda
mütalâa edilebilir :
1- Vâkıfın (vakıf tesis yapanın) servet ve parasının beyhude ve fuzuli yerlere
sarfına mâni olmak
2- Fakr-u zarurette olanlara iktisadi, mali, içtimai yardım sağlamak.
3- Bütçesiyle âmme hizmetlerini tam manasıyla göremeyen devletlere âmme
hizmetlerinin görülmesinde ve şümulünde ferdî mâmelekenin9 iştirâki suretiyle
yardım etmek.
4- Milletin dinî ihtiyaçlarını âyin ve ibadet arzularını tatmin ve bu uğurda
yapılan âbideler dolayısıyla, milletin tarihini ve turistik imkanlarını
zenginleştirmek.
5- Millî servetin daimî surette işletilmesi ile muattal kalmasına engel olmak.
6- Millî Eğitim sahasında rol almak (Berkli, 1965: 85).
SONUÇ
Vakıf, insanla beraber mevcut olan karşılıklı dayanışma ve başkalarına
iyilik yapma duygusunu, hukukî statüye kavuşturan ve ona süreklilik kavramını
sağlayan, tüzelkişiliğe sahip hukukî ve sosyal bir müessesedir. Vakıflar,
devamlılık vasfını haiz ve sağlam bir hukukî yapıya sahip olma özelliğini, İslam
ile kazanmıştır. Vakıfların İslam toplumuna sunduğu hayrî ve sosyal
hizmetlerin bir sonucu, hukukî kurumlaşması İslam hukukçuları tarafından
tedvin edilmiş ve ona hükmî şahsiyet tanınmıştır (Öztürk, 1983: 152).
Vakıflar, toplumsal huzursuzlukların giderilmesi ve toplumda sosyal
refahın sağlanması, kültürel bozuklukların giderilmesi, ekonomik dengenin
9
“Bir şahsın hayır konusunda varını yoğunu ortaya koyması” anlamına gelmektedir.
74
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
sağlanması, kısaca toplum düzeninin oluşturulm,asında önemli bir görev ifa
eden müesseselerimizdendir. Vakıflar, toplum içindeki dayanışmanın
arttırılması, aile ve toplum içinde kuşaklar arasındaki bağların
kuvvetlendirilmesi açısından önemli bir görev üstlenmiştir. İşte bu yolla, halkın
ibadeti için camiler; eğitimi için medrese ve mektepler; okumak ve bilgi ve
görgüyü arttırmak için kütüphaneler; hastalara şifa bulmak için dar’üşşifalar,
hastaneler; akıl hastaları için bimarhaneler; açları doyurmak amacıyla
imarethaneler; ticari temin için bedestenler, arastalar; susuzluğu gidermek ve
temizlenmek için, suyolları-şadırvanlar-sebiller-hamamlar; kervancılar için
kervansaraylar; yolcular için hanlar-tabhaneler; saati öğrenmek ve takip etmek
için muvakkithaneler; ulaşım için köprüler inşa ederek yerleşik düzene
geçmişler ve şehirleşmeyi tamamlamışlar, bu eserlerin devamlı ayakta kalması
için de gelir getirici mülkler bırakılmış, personel atamaları yapılmış; dolayısıyla
birçok kişiye iş imkanı ve devamlılık temin edilmiştir (Akbulut, 2007: 72).
Ayrıca vakıfların ülke ticaretine ve ekonomik hayatın gelişmesine önemli
tesirleri olmuştur. Vakıflar, büyük sanat eserlerinin, hat, taş, ağaç, maden
işçiliği, tezhip, çini, kitap cilt, ebru gibi sanat dallarının gelişmesine, şaheserler
verilmesine katkıda bulunmuşlardır. Vakfiyelerin dil, kültür, tarih, hukuk,
iktisat, sosyoloji hatta folklor açısından da önemi bulunmaktadır.
Temelinde Allah rızası, hayır duygusu, insanlık ve yurt sevgisi yatan
vakıfların gelişmesinin başlıca sebeplerinden biri de İslam dininin hayri ve
içtimai hizmetlere verdiği önemdir. Hz. Muhammed zamanından itibaren
Müslümanlar arasında adeta bir yarışma hamlesi ile kurulmuş olan vakıflar,
Türk-İslam toplumunda büyük ilerleme kaydederek, yüzyıllarca milletimizin
ortak yardımlaşma duygularına tercüman olmuştur. Bugün bile bütün canlılığı
ve haşmeti ile varlığını sürdüren vakıflar, toplumun ihtiyaçlarıyla birlikte
hizmet alanlarını arttırarak yaşatmaktadırlar. Amacı ne olursa olsun, bir vakfın
çalışmaları, Allah’ın rızasına ters ve toplumun zararına olmamalıdır.
KAYNAKLAR
Akbulut, İ. (2007), “Vakıf kurumu, mahiyeti ve tarihi gelişimi”, Vakıflar
Dergisi, Sayı: XXX, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
Akgündüz, A. (1988), İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf
Müessesesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Ateş, İ. (1983), “Vakfiyelerde Duâ ve Bedduâlar”, Vakıflar Dergisi, Sayı:
XVIII, Ankara.
75
Yapıcı, H. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 66-76
Berkli, Ş. (1965), “Vakıfların gördüğü çeşitli hizmetler”, Vakıflar Dergisi,
Sayı:VI, Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyatı, İstanbul.
Çağatay, N. (1978), “Sultan Murad Hüdavendigâr adına düzenlemiş bir
Vakfiye”, Vakıflar Dergisi, Sayı: XII, Ankara.
Develioğlu, F. (1995), Osmanlıca-Türkçe Ansiklobedik Lûgat, Aydın Kitabevi
Yayınları, Ankara.
Gökbilgin, M. T. (1977), Osmanlı Müesseseleri Teşkilâtı ve Medeniyeti
Tarihine Bir Bakış, İstanbul.
Kayaoğlu, İ. (2000), “Turumtey Vakfiyesi”, Vakıflar Dergisi, Sayı: XII,
Ankara.
Kazıcı, Z. (2003), Osmanlı Vakıf Medeniyeti, Bilge Yayınları, İstanbul.
Köprülü, F. (1938), “Vakıf müessesesi ve vakıf vesikalarının tarihî
ehemmiyeti”, Vakıflar Dergisi, Sayı: II, Ankara.
Köprülü, F. (1942), “Vakıf Müessesesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihî
Tekâmülü” vakıf vesikalarının tarihî ehemmiyeti”, Vakıflar Dergisi,
Sayı: I, Ankara.
Öztürk, N. (1983), Menşe’i ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Vakıflar
Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
Sümer, F. (1977), “XIV Yüzyılda Türkiye”, Yüzyıllar Boyunca Türk Sanatı,
Ankara.
Uzunçarşılı, İ. H. (1941), “Gazi Orhan Bey Vakfiyesi” Belleten, Sayı: V/19,
Ankara.
Uzunçarşılı, İ. H. (1970), Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara.
Yediyıldız, B. (2003), XVIII. Yüzyılda Türkiye’de Vakıf Müesseseleri, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Ziyâeddin Efendi, (1284) Câmi’-i envâru’s-sukûk ve lâmi’’z-Ziyâ li-zevi’ssükûk, İstanbul.
76
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Klasik Şiirde Uyku
Nazmi Özerol1
Özet
Uyku, bireyin bedeninin ve bilincinin dinlenmesini, psikolojik ve fizyolojik
yönden dengeli hayat sürmesini sağlayan bir etkinliktir. İnsan, hem uykuya ihtiyaç
duyan hem de bu ihtiyacı giderebilecek ruhsal yapı ve koşullara sahip olarak yaratılmış
bir varlıktır. İnsan yaşamında önemli bir role sahip olan uykuya Kuran’da da dikkat
çekilir. Tasavvufta da uykuyla ilgili genel bir algı oluşmuş, gereğinden fazla uyumak
gaflet olarak görülmüş ve bu bağlamda az uyumak tavsiye edilmiştir.
Edebî eserler, kurmaca metinler olsalar da hayatın gerçekliğinden izler taşırlar.
Klasik şiirde aşk konusu işlendiği zaman ikili insan ilişkilerinde karşımıza çıkabilecek
hemen hemen bütün davranış modellerinin şiirlere yansıdığı görülür. İnsan hayatının
neredeyse üçte birinin uykuda geçtiği bilinmektedir. Bireyin fiziksel ve ruhsal açıdan
dinlenmesini sağlayan uyku esnasında çevreyle ilişki kesildiği için edebiyatta âşıksevgili ilişkilerinde uyku olgusu doğrudan ya da dolaylı olarak sık sık konu edilmiştir.
Sevginin son derece abartılı ve aşkın bir şekilde anlatıldığı klasik şiirde uykuyla ilgili
çeşitli imajlar geliştirilmiş, uykunun sevgili için ayrı, âşık için ayrı anlamsal çağrışımlar
ifade ettiği tespit edilmiştir. İnsan, sosyal bir varlık olduğu için bazı duygular ve
gerilimler uykuyu engeller. Âşık-sevgili ilişkisinin bazen doğal bir sonucu olan
uykusuzluk hâlinin özellikle âşıkta ortaya çıkardığı tepkiler üzerinde durulmuş,
uykunun kaderle, dinî ve tasavvufî bağlamda dünya hayatıyla ilişkilendirilerek bazı
mesajları aktarmada etkili bir şekilde kullanıldığı tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Klasik şiir, uyku, aşk, din-tasavvuf, çağrışım.
Sleep in Classical Poetry
Abstract
Sleep is an activity that enables the invidual to rest his/her body and
conscience, and to live a balanced life in psychological and physiological way. Sleep,
having an important role in individual’s life, is also remarked in the Qoran.The human
being is a creature who both needs sleep and is created with the state of having spiritual
structure and conditions through which he/she can satisfy this need.
1
Yrd.Doç.Dr., Adıyaman Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü. e-mail: [email protected]
77
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
A general perception is also formed about sleep in Sufism. Too much sleep is regarded
as a negligence according to Sufism and in this respect less sleep is advised.
Literary works contain evidences from the reality of life although they are
fictional texts. It can be seen that, when the love subject is studied in classical poetry,
almost all behaviour models which we can face in the course of human relations
between two people, are reflected in poetry. It is known that the human beings spend
almost one third of their life in sleeping. As the relation with environment stops during
the sleep, which enables the individual to rest his psychology and soul, the concept of
sleep in the relations of lover-beloved in literature is often mentioned either directly or
indirectly. In classical poetry, in which love is narrated in a very exaggrated and
excessive way, various images about sleep are developed and it is seen that sleep
expresses different semantic connotations for the lover and the beloved. As human is a
social creature, some emotions and tensions prevent sleeping. Special emphasis has
been put on the reactions of the lover’s state of lacking sleep, which is a natural result of
lover and beloved relation; and it has been seen that sleep has been used effectively in
giving some messages by associating sleep with world life in sufistic and religious
terms.
Key Words: Classical poetry, sleep, love, religion-sufism, connotation.
GİRİŞ
Uyku, insan hayatının temel ve vazgeçilmez etkinliklerinin başında
gelir ve hayatın önemli bir kısmı uykuda geçer. Buna rağmen uykunun işlevleri
tam olarak anlaşılamamış ve uyku hakkında şu ana kadar çok çeşitli kavramsal
ve psikolojik tanımlar yapılmıştır: “Uyku, şuurun kaybolması ve organik
faaliyetin çok azalmasıyla ortaya çıkan normal geçici dinlenme hâli” (ÖTS,
2000: 2989), “Periyodik bir ihtiyaç olarak kendini gösteren ve nispî bilinçsizlik
ile istemli kasların devre dışı kalmasıyla tanımlanan kendisi de belli bir
periyodik düzene sahip olan fizyolojik durum” (Budak, 2000: 789) ya da
“Organizmanın dış uyaranlara karşı duyarlılığının azaldığı merkezi sinir sistemi
ve bedenin pasif dinlenmeye geçtiği, bio-ritimsel olarak kendiliğinden ortaya
çıkan, bilinçsizlik durumu” (Erkuş, 1994: 176). Uyku anında dış uyaranlara
karşı bilincin uyuşması, dış dünyaya olan duyarlılığın ve farkında oluşun en aza
inmesi, nispî bilinçsizlik hâlinin ortaya çıkması, bilinç faaliyetlerinin ve gerçek
bilincin askıya alınması, duyusal verilerin son derece azalıp algısal etkinliğin
kaybolması, bireyin çevreyle iletişiminin kesilmesi gibi dikkat çeken önemli
durumlar ortaya çıkar. Uyku, bedenin pasif dinlenmeye geçtiği bir faaliyetsizlik
78
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
hâlidir. Uyku, bireyin bilincinin ve bedeninin dinlendiği fizyolojik bir ihtiyaçtır.
Uyku doğal bir ihtiyaç olduğu hâlde bazı duygular, gerilimler, korku, endişe,
aşırı uyarılma sonucu dış dünyadan ilgilinin çekilememesi beraberinde
uykusuzluğu getirir; uykusuzluk da organizmanın dengesini bozduğu için
yorgunluğa ve huzursuzluğa sebep olur (Adler’den akt. Kasapoğlu, 2004: 4753).
İnsan hem uykuya ihtiyaç duyan hem de bu ihtiyacı giderebilecek
ruhsal yapı ve koşullara sahip olarak yaratılmış bir varlıktır. İnsan yaşamında
önemli bir role sahip olan uykuya Kuran’da da dikkat çekilir.2 Kuran’da
uykuyla ilgili ayetler, uykunun insan yaşamındaki yeri, uykunun ölümle
ilişkilendirilmesi, uyku ve uyuklamanın beşere özgü oluşu, uyku-bilinç ve
uyku-rüya ilişkisi, uyuklama, Ashâb-ı Kehf’in uykusu, sirkadiyen ritim
(insanların yatma kalkma saatleri) şeklinde sınıflandırılabilir (Kasapoğlu, 2004:
54). Tasavvufta da uykuyla ilgili genel bir algı oluşmuş ve bu bağlamda
dünyaya karşı duyulan her türlü rağbeti gönülden söküp atmak anlamına gelen
zühde ulaşabilmek için az uyumak (kıllet-i menâm) tavsiye edilmiş, fazla
uyumak gaflet olarak görülmüştür (Eraydın, 2011: 175).
Bilindiği gibi klasik Türk şiirinde en çok işlenen konu aşktır. Bu aşkın
iki kahramanı vardır âşık (seven) ve sevgili. Şair tarafından hemen hemen bütün
kurgulamalar bu iki kahraman üzerinden yapılır. Âşıklık kolay değildir, insanın
sevdiği şeylerden, uykudan, yemeden içmeden, maldan mülkten, makamdan
mevkiden, şandan şöhretten, gerekirse canından vazgeçmesi demektir (Kurnaz,
2010: 452). Âşık, sevgiliyi kendi canından üstün tutar. Sevgili ise sürekli âşığa
acı ve ıstırap çektirir, acı çektirmede sınırları zorlar. Âşık tarafından bazen taş
gönüllülükle suçlanır, asla âşığa yar olmaz; âşığıyla buluşmak, kavuşmak gibi
bir düşüncesi yoktur; âşığa hep ayrılık ve hasret düşer. Sevgili; yalvarmadan,
ağlamadan, inlemeden anlamaz çünkü merhametsizdir. Âşığın ağlaması ona
zevk verir ama sevgili ne yaparsa yapsın kınanmaz, ayıplanmaz. Âşık, ona kızsa
bile bu geçicidir çünkü sevgili gönül tahtının sultanıdır. Bazen sevgilinin
eziyetten vazgeçmesi ilgisizlik gibi görüldüğünden böyle bir şey istenmez.
Eziyet görmek, horlanmak da neticede ilginin alametidir. Âşık, hâlinden şikâyet
etmemelidir, etse bile hemen tavrını değiştirmelidir. Sevgili kendisine iltifat
etmeyip yabancılarla buluşur, yan bakışlarıyla ortalığı birbirine katar; nazı,
2
Furkan/47, Nebe/9-11, Rum/23, Zümer/42, En’am/60, Bakara/ 255, Âl-i İmrân/154, Enfâl/11,
Kehf/11, Kasas/72-73, En’am/96, Yûnus/67, Neml/86, Mü’min/61
79
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
cilvesi, işvesi bitmez. Âşık, çoğu zaman ona kavuşamaz onun hayâliyle yaşar
(Pala, 1989: 437).
Klasik şiirde aşk konusu işlendiği zaman ikili insan ilişkilerinde
karşımıza çıkabilecek hemen hemen bütün davranış modelleri, söz konusu
edilmiştir. Her ne kadar edebî eserler kurmaca metinler olsalar da hayatın
gerçekliğinden izler taşırlar. Uyku da hayatın en önemli gerçeklerinden biridir.
İnsan ömrünün neredeyse üçte birinin uykuda geçtiği bilinmektedir (Şenel,
2005: 4). Bireyin fiziksel ve ruhsal açıdan dinlenmesini sağlayan uyku
esnasında dış uyaranlara karşı bilincin kapalı olması, çevreyle ilişkinin
kesilmesi söz konusu olduğu için edebiyatta âşık-sevgili ilişkilerinde uyku
olgusu doğrudan ya da dolaylı olarak sık sık konu edilmiştir. Sanatçı,
düşüncelerini sözlü ya da yazılı olarak ifade ederken dile yeni yeni anlamlar
yükler, sözcüklerin çağrışım zenginliğinden yararlanarak duygu ve coşkularını
ortaya koyar (Aksan, 1999: 24). Sevginin son derce abartılı ve aşkın bir şekilde
anlatıldığı klasik şiirde fizyolojik bir ihtiyaç olan uykuyla (uyhu, hâb, nevm)
ilgili de çeşitli imajlar geliştirilmiştir. Uykunun sevgili için ayrı, âşık için ayrı
anlamsal çağrışımlar ifade ettiği tespit edilmiştir. İnsan, sosyal bir varlık olduğu
için bazı duygular ve gerilimler uykuyu engeller. Âşık-sevgili ilişkisinin bazen
doğal bir sonucu olan uykusuzluk hâli de şiirlerde sıkça konu edilmiştir. Uyku
ve uykusuzluk hâlleri anlatılırken bu kavramlarla doğrudan ilgili olan pister
(döşek), bâliş, bâlîn (yastık), bûrîyâ (hasır), yorgan, câme-hâb (gecelik)
kavramlarına da yer verilmiştir.
I. Aşk Bağlamında Uyku
a. Sevgilinin Uykusu
Sevgili naz uykusundadır
Aşk merkezli klasik Türk şiirinde sevgiliye nispet edilen uyku aslında
âşığın psikolojisinin yansımasıdır. Âşık kendisiyle ilgilenmeyen, yüzüne
bakmaya tenezzül etmeyen, etrafında olup bitenlerden habersiz olan sevgilinin
bu tip tavır ve davranışlarını uykuyla özdeşleştirir. Uyku esnasında bireyin
çevreyle ilişkisi kesildiği için sevgilinin nazı, işvesi, âşığa karşı ilgisiz oluşu
çoğu zaman dolaylı anlatımlarla uykuya benzetilir. Âşık, sevgiliden ayrı olduğu
için üzüntü içerisindedir, sevgili ise naz uykusunda eğlenmektedir:
Gice fikr-i fürkat ile gönül âh u zâr iderken
80
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Hele hâb-ı nâzişinde o begim safâ iderdi
(Antepli Aynî G. 217/4)
Bâkî, aşağıdaki beyitte sevgilisinin güzelliğiyle naz uykusunda
olduğunu, âşığın ise feryat ve figanının halkı uyutmadığını söyleyerek sitemini
dile getirir:
Sen yatursın mesned-i hüsn üzre hâb-ı nâzda
Halkı uyutmaz figân u nâle-i şeb-hîzler (Bâkî G. 86/2)
Âşık, sevgilinin yan bakışını gözlerine nasıl şikâyet edebilir ki
sevgilinin duyarsızlığı ağır bir uyku gibidir; bu hâl, sevgilinin âşığı dinlemesine
engeldir:
Gamzesinden çeşm-i dildâra şikâyetler abes
Ol girân-hâb-ı tegâfül dinlemez efsâneyi
(Kâmî G. 210/5)
Âşığın çektiği acılardan dolayı vücudu kanlı gözyaşıyla kırmızıya
boyansa da belki de bir bakışıyla ona derman olacak sevgili, naz uykusundan
vazgeçmemektedir:
Kanlu yaşum vücudumı surh itdi mis gibi
Ko hâb-ı nâzı bak berü ey kimyâ-nazar (Mesîhî G. 88/4)
Uyku derin olduğu zaman insanın çevrede olup bitenleri algılaması
imkânsız hale gelir. Sevgilinin nazı da uyku gibi o kadar derindir ki dünya
yıkılsa onun umurunda değildir, bu durum âşığın sitemine sebep olur:
Şöyle nâz uyhusına varmış o mestâne bu dem
Aynına almaz o derd ile yıkılsaydı cihân (Rezmî G. 371/2)
Âşığın feryatları, inlemeleri bütün dünyayı uyandırmışken sevgili hâlâ
zevk içinde naz uykusundadır:
Âlemi bîdâr ider her dem figân u nâlemüz
Hâb-ı nâzda zevk ile sen sevdügüm bâlîndesin
(Rezmî G. 386/4)
Şeyhülislam Yahyâ, aşağıdaki beyitte sabah olduğu hâlde uyanmayan
sevgilisinin hâlini gül bahçesindeki taze goncaya benzetir:
Hâbdan kalkup sehergâhî açılmaz nâz ider
Gülşenün benzer hemân bir gonce-i nev-hîzine (Ş. Yahyâ G. 362/4)
81
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Sevgili uykuda bile aktiftir
Yapılan bilimsel çalışmalarda uykunun fiziksel dinlenmeden çok ruhsal
dinlenmeye hizmet ettiği fark edilmiştir. Ancak beynin uyku sırasındaki tepkileri
izlenince beynin tam anlamıyla kendini kapatmadığı ve çalışmaya devam ettiği
gözlemlenmiştir (Dee’den akt. Evginer, 2010: 11). Günümüzde tespit edilen bu
bilimsel gerçekliğin yüz yıllar önce yazılan şiirlerde dillendirilmesi ilginçtir. Âşık,
bazen sevgilinin uykusunun göstermelik olduğunu uykudayken bile uyanıkken
sergileyebileceği davranışları ortaya koyduğunu belirtir. Sevgili, bazen
uykudayken gözleriyle ortalığı karıştırmaya devam eder:
Görün ol çeşm-i siyeh-dil nice câzuluk eder
K’uykusuyla uyarır âleme yüz türlü fiten
(Ahmed Paşa G. 237/7)
Nedîm, aşağıdaki beyitte sevgilinin gözünü uykuda zannedenlerin
yanıldığını, sevgilinin uyusa bile aslında uyanık bir şekilde gammazlık yaparak
sırları keşfetmekte olduğunu söyler:
Çeşmini hâbîde zanneyler gören ammâ Nedîm
Keşf-i râz etmekdedir her lahza bin gammâz ile (Nedîm G. 141/7)
Sevgilinin uyuması, uyanıkken gerçekleştirdiği eylemleri yapmasına
engel görülmemektedir. O uykudan sarhoş olmuş gözlerin bir bakışı, binlerce
canı harap etmeye yeter:
Bir nigâh-ı germ ile bin cân u dil eyler harâb
Fitneden hâlî yatur sanma o çeşm-i mest-i hâb
(Nehcî G. 39/1)
Nesimî, aşağıdaki beyitte sevgilinin uykulu olduğu hâlde naz ve
işvesiyle ortalığı birbirine kattığını ve cihanı ateşe verdiğini açık bir şekilde dile
getirir:
Neçe nâz u şîve ilen oda yakasın cihânı
Bu gün uykulu gözünden yine fitneler uyandı
(Nesimî G. 403/6)
Sevgili naz uykusundayken gözleri kapalıdır ama yine de zamanın
fitnesidir:
82
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Çeşmin ki hâb-ı işve ile nâ-küşûdedir
Bir fitne-i zamânedir ammâ gunûdedir
(Neylî G.47/1)
Sevgilinin uyuması âşık için bir fırsattır
Uykuda dış dünyayı algılama ve dış dünyanın farkına varma hâli en aza
indiği ve fiziksel bir tepkisizlik ortaya çıktığı için bazen sevgilinin uyuması âşık
için bir fırsata dönüşür. Âşık, sevgilinin uyumasını sabırsızlıkla bekler ve
sevgili uyanıkken yapamadıklarını o uyurken yapmaya çalışır.
Sevgili, sarhoşluktan dolayı uykuya dalınca elbisesinin kemeri
çözülmüş, gümüş renginde olan sinesi açılmıştır. Bu sevgilinin yanına varmak
için âşığa bir fırsattır:
Terennüm eyleyürek hâba vardı mest oldı
Açıldı sîne-i sîmîn çözüldi bend-i kabâ
(Amrî G. 3/6)
O güzelliğiyle etrafa ay ışığı saçan sevgilinin gecelikle bile gelmesi
bütün dünyayı manevî olarak nura gark etmeye yeter:
Cihân âlem-i manâda gark olur nûra
Kaçan ki ol meh-i tâbende câme-hâba gelür (Antepli Aynî G.
48/5)
Âşığın derdine derman olacak sevgilinin dudağıdır, âşık ona kavuşup
derman bulmak için sevgilinin uyumasını sabırsızlıkla beklemektedir:
Bir devâ sor dil-i bîmâra lebinden Bâkî
Hele sabr eyle biraz varsun o yâr uyhuya (Bâkî G. 479/6)
Sevgili naz uykusuyla sarhoş olunca gözlerini süzerek baygın bakacak,
böylece sevgilinin her bir kirpiğinin ucunda bulunan gönlün parçaları bir araya
toplanmış olacaktır, yani sevgilinin uykuya varması sonucu âşık da rahatlığa
kavuşacaktır:
Mest-i hâb-ı nâz ol cem et dil-i sad-pâremi
Kim anun her pâresi bir nevk-i müjgânındandır (Fuzûlî G. 85 /5)
Sevgili uyumadan âşığın gözüne uyku girmez çünkü âşık onu öpmek
istemektedir, bunu yaparken sevgilinin uyanmasını da istemez:
Dilber ki uyhuya vara gelmez gözüme hâb
Öpsem tuya mı diyü çeker cânum ıztırâb ( Amrî G. 6/1)
83
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Klasik şiirde sevgiliye kavuşmak, onunla olmak âşık için o kadar uzak
görülür ki bir gece sevgiliyi uykudayken kucağa almak için âşık kıyamete kadar
uykusuz kalmaya razıdır:
Tâ haşr güni göz yuma şâhum dü cihândan
Bir gice seni hâbda kim itse der-âgûş
(Ş. Yahyâ G. 165/3)
Sevgilinin dalgalı ve kıvrım kıvrım olan saçları alnına dökülmüştür;
sevgili, tatlı uykudayken onun badem gibi gözleri çok güzeldir:
Ne hoşdur mest-i şekker-hâb iken bâdâm-i çeşm-i yâr
Cebîn pür-mevc-i çîn-i işve çün pâlûde-i terdür (Sâmî G. 11/77)
Âşık, sevgilinin uyanmasından tedirginlik duyar
Âşık, bazen kendi kendine kızarak ağlamasıyla sevgiliyi
uyandıracağından endişe eder. Sevgili uyanmamalıdır çünkü fettan gözlerin
uykusu uyanıklıktan daha iyi görülür:
Ey Mesîhî zâr ile uyarma ol âhû-veşi
Yeg durur bîdârlıkdan çeşm-i fettân uyhusı (Mesîhî G. 265/6)
Âşık, sevgilinin uykuda olmasını dileyerek sessizce mahallesine gider:
Şöyle pinhân gidesin kuyuna cânânın kim
Râh ol hem-demin ammâ o da hâbide gerek (Nedîm G. 57/3)
Sevgilinin eşiğinde korkusuzca feryat etmek naz uykusunda olan
sevgiliye zarar vereceğinden âşık bu yaptığından korkmuştur:
Yâr korkum bu ki nâz uyhusına varmış idi
Âsitânında gice nâleyi bî-bâk itdüm
( Ş. Yahyâ G. 243/3)
b. Âşığın Uykusu/Uykusuzluğu
Sevgilinin bazı hâlleri âşığı uyutmaz
Klasik şiirde âşık, sürekli aşk derdiyle ıstırap çektiği halde sevgili ise
genellikle âşığı umursamaz, bazen sevgili âşığa iltifat etse bile arkasından yine
acı çektirmeye devam eder. Sevgilinin aşırı derecede güzel olması, âşığın
sevgiliden ayrı olması, âşığın ona kavuşmayı hayâl etmesi, sürekli onu
özlemesi, onu beklemesi, sevgilinin rakiplere iltifat etmesi, ilgisizliği ve başka
84
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
başka hâlleri, âşığın uykusuzluğuna sebep olur. Âşık, bu durumdan bazen
şikâyetçi olur bazen de uykusuzluğu bile bir nimet olarak görür.
Âşığın rahatlığı düşte görmesi bile hayâldir, bir anlık uyku bile can
gözü için şifalı bir ilaç görülmektedir:
Ne mümkin düşde görmek râhatı şeb-tâ-seher şimdi
Bana bir lahza uyhu tûtiyâ-yı çeşm-i cân oldı
(Neylî G. 163/4)
Âşık, bazen uykusuzluğundan hiç şikâyetçi olmaz uykusuzluğu huzur
vesilesi sayar:
Dirligüm eşk iledür hergîz uyumasun gözüm
Kim ziyân olur bana çeşm-i dür-efşân uyhusı (Mesîhî G. 265/2)
Bazen de âşık, sevgiliden ayrıyken feryat ve inlemeden başka bir şey
istemediğini rahatı ve uykuyu kendine haram kıldığını mertçe dile getirir:
Figân u nâleden gayri bana şeb-tâ-seher sensiz
Harâm olsun eger bir lahza hâb u râhat istersem (Şeref Hanım G. 117/4)
Âşığın uykusuzluğuna neden olan pek çok duygu vardır. Bazen zıt
olarak görünse de bu karşıtlar, âşığın karamsar ve ikilem içindeki ruh hâlini
yansıtmaktadır.
Firkat acısı, âşığın uykusuzluğuna neden olur
Sevgilinin âşığından ayrılıp gitmesi, âşığın uykusuzluğuna sebep olur:
Çıkdı gitdi gözümüzden bu kadar müddetdür
Ayrılup yâr gideli girmedi hîç dîdeme hâb
(Rezmî G. 39/2)
Âşığın gözüne sevgiliden ayrı olduğu için gam döşeğinde uyku
girmemekte ve âşık, sabahlara kadar döne döne inlemektedir:
Pister-i gamda gözüm giceler uyhu görmez
İderin subha degin nâleleri döne döne
(Bâkî G. 464/3)
Sevgilinin hayâli bile âşığa uykuyu unutturur ve âşık, bu düşünceyle
uykusuz olduğu için gece yıldızları sayar:
Encüm-şümârdır heme şeb fikr-i hâl ile
Yârin hayâli çeşmime hâbı unutdurur
(Hâzık G. 89/3)
85
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Ayrılık üzüntüsü açlığa, susuzluğa ve uykusuzluğa sebep olur ve bazen
âşık bu durumdan kurtulmak için Allah’tan yardım diler:
Susuz aç uykusuz dil-ber beni yakar gam-ı hicrin
Girem Beytü’l-Harâm içre kılam tâ secde bâbından (Nesimî G. 332/6)
Vuslat arzusu âşığı uyutmaz
Bazen sevgiliye kavuşmayı hayâl etme bile âşığın uykusuzluğuna sebep
olur:
Bir şeb visâl-i yâri getürdüm hayâlüme
Ol gice subha dek gözüme hâb gelmedi
(Nev’î-zâde Atayî G. 254/3)
Şeyh Gâlib “uyumaz” redifli gazelinde gönül ve can gözünün kavuşma
müjdesiyle uyumadığını söyler:
Müjde-i vuslat ile çeşm-i dil ü cân uyumaz
Hâhiş-i îd ile etfâl-i sebak-hân uyumaz (Ş. Gâlib G. 116/1)
Sevgiliyi başkasıyla düşünmek âşığı uyutmaz
Klasik şiirde rakip âşığın en büyük düşmanıdır. Sevgili rakiple beraber
olur, ona sevgi gösterirken âşığa eziyet eder. Bu durum âşığın huzursuzluğuna,
uykusuzluğuna neden olur. Aşağıdaki beyitte âşık, kendisini muhabbet sırlarının
hazinesini bekleyen bir bekçi olarak görür ve ona zarar verecek olan rakibi
düşünmekten gözüne uyku girmez:
Hâb görmez çeşmimiz endîşe-i ağyârdan
Pâs-bânız genc-i esrâr-i mahabbet bekleriz (Fuzûlî G. 123/4)
Âşık, rakibin (sevgiliye yakınlaşma) korkusundan dolayı gözyaşı
dökmekte, su uyusa da düşman uyusa da ayrılık hastası olan âşığın gözlerine
uyku girmemektedir:
Dîdesi havf-ı rakîb ile olup eşk-efşân
Su uyur düşman uyur haste-i hicrân uyumaz (Ş. Gâlib G. 116/5)
Sevgiliyi düşünmek âşığı uyutmaz
Âşık, sevgilinin hayâlini rüyada görmek istese bile onun ayrılığının
üzüntüsü uykusuzluğa sebep olduğu için onu rüyada görmek bile artık hayâl
olmuştur:
Veh ne mümkin hâbda görmek hayâl-i hüsnüni
86
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
K'oldı hecründe hayâl ey meh gözüme hâb da
(Helâkî G.133/4)
Sevgilinin saçının hayâli bile âşığın uykusuzluğuna sebep olmaktadır:
Fikr-i zülfün ile uçdı bu dil ü cân uyhusı
Gelmese olmaz aceb hâl-i perişân uyhusı (Mesîhî G. 265/1)
Sevgilinin bizzat kendisiyle görüşmek değil hayâliyle bile hasret
gidermeye çalışmak âşığı deli divane ettiğinden âşık, uykuya hasrettir:
Dîvâne-sıfat hasret olur hâb-ı huzura
Dil olsa hayâlinle eğer hem-dem-i hasret (Nedîm G. 12/3)
Nazlanma anlamına da gelen istiğnanın uykuya benzetildiği aşağıdaki
beyitte Nev’î, sevgilisinin istiğna uykusunda olduğunu, kendisinin ise uykusuz
olduğunu söyleyerek sevgiliden merhamet istemektedir:
Hâb-ı istiğnada bî-pervâ yatup sen her gice
Dîde bîdâr olmasun lutf eyle sultânum benüm (Nev’î G. 312/3)
Uyku, âşık için bazen huzur vesilesidir
Âşık için uyuma eylemini gerçekleştirirken ortamın rahat olması bazen
hiç de önemli değildir. Uyumaya engel olacak bazı unsurlar bile sevgiliye
kavuşma ve âşığın sadakatini ortaya koyma adına güzel görülür. Âşık, bazen
kendisi için büyük kıymet ifade eden uykuyu şuurlu bir şekilde ister; aslında
bunun temelinde uyku vesilesiyle rüya âlemine dalma özlemi vardır çünkü
rüyalar, var olmanın acımasızlığını, akılcı davranışı ve sıradanlığı yok
ettiğinden şairler ve yazarlar gerçek dünyanın kısıtlamalarından kurtulmak ve
hayâli dünyalar yaratmak için rüyaları kullanmışlardır. Rüya sanatçı için
umudun, dileğin, özlemin, olması istenen şeyin hayâlidir (Akarsu, 2010: 141).
Âşık, “Uykuda sevgiliye kavuşma hayâli olmasa uyku, kıyamete kadar
gözümüze haram olur.” diyerek uykuyu sevgiliye kavuşmak için bir vesile
olarak görmektedir:
Hâbda olmasa ümmîd-i visâlün ey şûh
Haşre dek olur idi dîdemüze hâb harâm (Vecdî G. 41/2)
Âşık, sevgiliye hiç olmazsa rüyada kavuşmak arzusunda olduğu için
onun bütün gecesi bu hülyalarla geçmiştir:
Vaslına hâbda vâsıl olabilsem diyerek
87
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Geçdi hulyâ ile evkât u zamânım bu gice (Şeref Hanım G. 196/2)
Sevgili, gül renkli yastıklarda ve altın işlemeli döşeklerde uyurken âşığa
kana bulaşmış taş yastık ve hasır döşek düşmüştür ancak âşık “yeter” fiilini
kullanarak bu durumdan şikâyetçi olmadığını gösterir:
Sana gül-gûn bâliş ü zer-beft pister âşığa
Seng-i hûn-âlûd bâlîn bûriyâ pister yeter
(Âhî G. 35/4)
Sevgilinin gül yanağı ve lal gibi kırmızı dudaklarının hayâliyle âşıklara
diken ve çalı bile yastık, döşek gibi olur:
Gül-i ruhsârı vü la‘l-i lebi fikriyle dil-dârun
Olur erbâb-ı ışka hâr u hârâ bâliş ü pister (Azmizâde Hâletî G. 224/2)
Sevgilinin eşiği bile bazen dünyanın kederlerinden kurtulup rahat bir
şekilde uyumak için bir yastık olarak görülür:
Âsûde-dil olmaga cihânun eleminden
Olmaz işigün gibi bana bâliş-i râhat
(Azmizâde Hâletî G. 16/3)
Bazen âşığın uyuma ümidi hayâl olduğundan sevgiliyi düşte bile
görmesi imkânsız olur:
Ümmîd-i hâb âşıka olmaz hayâl imiş
Bî-çâre yâri düşde de görmek muhâl imiş (Ş. Yahyâ G. 160/1)
Âşık, sevgilinin yasemin kokulu saçını rüyada görmek ümidiyle uykuya
dalsa da bazen bu boş sevda yüzünden kötü düşler görür:
Hâba varsam heves-i zülf-i semensâlar ile
Kara düşler görürem bu kurı sevdalar ile (Amrî G. 108/1)
Sevgilinin lütuf kucağında rahat eden âşık, kıyamete kadar bu
mutluluk uykusundan uyanmak istemez:
434aÜaHâb-ı safâdan açmaya tâ haşr çeşmini
Râhatgeh ola ana ki âgûş-ı lutf-ı yâr (Vahyî G. 48/3)
Sevgilinin taş eşiğine uyumak için başını koyan âşığın hâli, gül
bahçesinde altın işlemeli yastığa yaslanmış şekilde tasavvur edilir:
Şu kim taş işigüne baş koyup rûhın revân itdi
Uyur gülşende san bir bâliş-i zer-kâra yadsanmış (Vecdî G. 155/4)
88
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Hasret derdiyle gözüne uyku girmeyen âşık, sevgiliyi düşte görebilme
ümidi taşımaktadır:
Yârı ol vech ile seyrin eyler idük düşde biz
Gelse idi derd-i hasretden eger çeşmüme hâb (Rezmî G. 49/3)
Âşık, sevgiliyi düşünde görmeyi hayâl ettiğinden bu
uyuyamamakta, sevgiliyi görme hayâli de hayâl olmaktadır:
Kıldum heves hayâlüni düşümde görmege
Çün uyhu yoh hayâldur irmek hayâlüne (Ahmedî G. 547/6)
defa
II. Âşık-Sevgili İlişkisinde Baht ve Uyku
Klasik şiirde kaderle (baht, tâlih, tâli’, alın yazısı) ilgili inançlar ve bazı
telakkiler yansıtılırken bakış açısının genellikle olumsuz olduğu görülür. Âşık,
başına gelmiş ya da gelebilecek olan her türlü kötü durumdan dolayı kaderden
şikâyet eder. Uyku ile bahtın ilişkilendirildiği beyitlerde çağrışımların olumsuz
olduğu görülür. Uyuma eyleminde bir bilinmezlik, hareketsizlik, ölüme
benzeme söz konusu olduğu için bahtının kendilerine gülmediğini somutlamak
isteyen şairler, genellikle kişileştirme sanatından yararlanarak uykunun çağrışım
gücünden yararlanmışlardır.
Fuzûlî, “uyanmaz mı” redifli gazelinde ayrılık gecesinde canının
yandığını, ağlayan gözlerinden kanlar aktığını, inlemelerinin bütün halkı
uyandırdığını ancak kara bahtının bir türlü uyanmadığını (yüzüne gülmek)
sitemli bir şekilde dile getirir:
Şeb-i hicrân yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
(Fuzûlî G. 264/4)
Aşağıdaki beyitte âşık, bahtının kötülüğünü olumsuzluğu çağrıştıran
siyah sıfatıyla ifade ederken bahtı kişileştirir ve kıyamet kopsa da bahtının
uykudan uyanmayacağını söyler:
Başına kopsa kıyâmet dahi bîdâr olmaz
Ayniyâ baht-ı siyâhım ebedî hâbdadır
(Antepli Aynî G. 62/5)
Bâkî, kara bahtının gaflet uykusundayken feryat ve figanlarının halkı
uykusuz bıraktığını yine kişileştirme sanatını kullanarak dile getirir:
Hâb-ı gafletde yatur baht-ı siyâhum ammâ
89
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Giceler âlemi bî-dâr iden efgânumdur
(Bâkî G. 118/2)
Âşığın bahtı da sevgilinin naz sarhoşluğundan dolayı uyuyan yan
bakışları gibi uyanmamakta; talih, aşk derdinden hasta ve uykusuz olan âşığın
yüzüne gülmemektedir:
Çünkü her bimâr olan bî-hâb olur ey mest-i nâz
Gamzenin bahtım gibi n’için uyanmaz uykusı
(Ahmed Paşa 348/2)
Âşık, kaderinin kendi yüzüne gülmeyeceğinden o kadar emindir ki
Mesîhî bu psikolojiyi şöyle ifade eder: “Ney gibi kıyamete kadar ağlayıp
inlesem de uykuda olan bahtımı uyaramam.”:
Ney gibi ger tâ kıyâmet nâle vü zâr eyleyem
Sezmezem kim baht-ı hâb-âlûdı bîdâr eyleyem (Mesîhî G. 166/1)
“Bu tersine dönmüş bahtım uykudan uyanır bir gün, bu devlet (baht)
hep böyle sarhoş kalmaz uyanır bir gün.” şeklinde dillendirilen söylemde âşığın
baht noktasında bazen umudunu yitirmediği de görülür:
Bu baht-ı ser-nigûnum hâbdan bîdâr olur bir gün
Bu devlet böyle kalmaz mest iken hüşyâr olur bir gün (Nev’î G. 365/1)
Bahtla uyku arasında ilişki kurulduğunda bu genellikle kişileştirme
sanatı yoluyla yapılır. Aşağıdaki beyitte insana ait bazı özelliklerin -kulak,
duyma, uyuma- baht için kullanıldığı görülür. Bahtı, o denli uyumuş kimseler
vardır ki onların bahtı ancak İsrafil Sûr’a üflediği zaman uyanır:
Gunûde bahtum uyanmaz kulagına çalsa
Derâ-yı çarhı Sirâfîl sûrdan gayrı
(Emrî G. 569/2)
Bahtın çoğu zaman âşığın arzularının gerçekleşmesini engelleyen bir
rakip gibi görüldüğü ve âşığın şikâyetlerine, serzenişlerine maruz kaldığı
görülür. Âşık, ay yüzlü sevgilisini kucağına alamadığı için gam uykusunda
yatan ve kendisine yardım etmeyen bahtı suçlar:
90
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Ol mehi çokdan çekerdük Rezmîyâ âgûşa biz
Bahtumuz yâver olup ger hâb-ı gamda yatmasa
(Rezmî G. 423/5)
Ancak bu kara bahtın uykulu sarhoş gözünü açacak sevgilinin
merhamet edici bakışıdır:
Dîde-i mest-i hâb-ı baht-ı siyâh
Nigeh-i lutf-ı yâr ile açılur
(Vahyî G. 78/3)
Âşık, göğsündeki okların yarasını görüp kendisine acıyan sevgilinin bu
davranışını bahtının uykudan uyanmasına bağlar:
Bana rahm itdün görüp sînemde tîrün zahmını
Dîde-i bahtum benüm gûyâ uyandı hâbdan
(Vasfî G. 54/2)
III. DİNÎ-TASAVVUFÎ BAĞLAMDA UYKU
Dünya Hayatı ve Uyku
Tasavvufî düşüncede dünya “insanı Allah’tan uzaklaştıran ve gaflete
düşüren her şey” olarak ifade edilir (Uludağ, 1999: 155). Tasavvufta dünya söz
konusu edildiğinde onun ahirete nazaran daha az kıymet ifade ettiği
söylenebilir. Nitekim Kuran-ı Kerîm’de dünyanın aldatıcı bir geçinme 3 oyun ve
oyalanmadan ibaret4 olduğu söylenmektedir. Tasavvufun Kuran temelli
“dünya” algısında doğrudan doğruya kötülenen “dünya”nın kendisi değildir.
Nitekim buradaki dünya kavramının coğrafî değil ahlâkî nitelik taşıyan bir
kavram olduğu unutulmamalıdır. Klasik şiirde gerek mutasavvıf şairler gerekse
şiirlerinde dünya ile ilgili bazı gerçekleri tasavvufi unsurları kullanarak ya da
kullanmadan dile getiren şairlerin dünya-uyku ilişkilendirmesi aşağı yukarı aynı
bakış açısıyla yapılmıştır. Dünya zenginliğinin, makamın, şöhretin hep geçici
olduğuna vurgu yapılmış, çoğu zaman dünya hayatı çabuk geçtiği için uykuya
benzetilmiştir. Yine Kuran’da: “Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar,
Rablerinin kendilerine verdikleri şeyleri alarak cennetlerde ve pınar başlarında
bulunurlar. Şüphesiz onlar bundan önce iyilik yapan kimselerdi. Geceleri pek
az uyurlardı, seherlerde bağışlanma dilerlerdi. ”5 şeklinde ifade edilen İlâhî
hitabı idrak eden bazı şairlerimiz fazla uykuyu gaflet, yani insanın Allah’tan
3
Âl-i İmrân, 3/185.
Muhammed, 47/36.
5
Zâriyât 51/15-18
4
91
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
uzaklaşmasına sebep olacak bir unsur olarak görmüşler ve az uyumayı tavsiye
etmişlerdir. Nitekim bir hadis-i şerifte Peygamberimiz: “Bütün İnsanlar,
uykudadır ancak öldüklerinde bu uykudan uyanırlar.”6 diyerek gerçek
zannedilen dünya hayatının uyku gibi olduğuna dikkat çekmiştir.
Hayat, gaflet uykusunda geçen bir hayâl gibi olduğundan dünya
mutluluğunun ömrü geçicidir ve dünya mutluluğunu kıskanmak yersizdir:
Reşk itme ömr-i devlet-i dünyâya Bâkiyâ
Kim hâb-ı gaflet içre hemân bir hayâldür (Bâkî G. 96/59)
Aşağıdaki beyitte Nuh Peygamber’in çok uzun yaşamasına telmihte
bulunan şair, dünyada ayların yılların geçişini ırmağın akışına benzetir. İnsan,
Nuh Peygamber kadar yaşasa da hayat, uykudaki rüya gibidir:
Meh ü sâlin güzerân cûşiş-i seyl-âb gibi
Ömr-i Nûh olsa gelir vâkı‘a-i hâb gibi (Hâzık G. 212/1)
Allah’ın rızasını kazanmayı gaye edinen bu doğrultuda iki cihan
mutluluğunu da gözden çıkaran gönül erlerine göre dünyanın zevk ve eğlencesi
uykudaki rüya gibidir:
Demiş iki cihânı terk eyleyen erenler
Zevk u safâsı dehrin bir seyr-i hâba benzer (Hayâlî G. 92/4))
Seyyid Nesimî, gaflet uykusuna dalan âşığın, Cemşid’in kadehini
kaybettiğini, yani İlâhî aşk şarabını içmekten mahrum kaldığını söyleyerek
uykunun insana bir şey kazandırmayacağını söyler:
İtirdin câm-ı Cemşîdi uyan uykudan ey gâfil
Ne buldun uykudan göster ne kıldın uykudan hâsıl (Nesimî G. 225/1)
Fuzûlî’ye göre dünya hayatı doğrudan doğruya gaflet uykusu gibidir;
insan gayretle çalışarak kalbini uyanık tutmalıdır, yani gönül uyumamalıdır:
Dâr-i dünyânı gönül cehd kılıp terk edegör
Hâb-ı gaflette iken özünü bîdâr eyle
(Fuzûlî G. 249 /5)
6
Aclûni, Keşfü’l-Hafâ C. 2, s. 312
92
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Büyük mutasavvıf şair Niyazî-i Mısrî’ye göre seher vakitlerinde insan
uyanmalı, gözyaşı döküp Allah’a yalvarmalıdır:
Uyan gafletden ey nâ’im Hak’a yalvar seherlerde
Döküp acı yaşı dâ’im Hak’a yalvar seherlerde (Niyazî-i Mısrî G. 154/1)
Bâkî, seher vakitlerinde insanın nasıl davranması gerektiğini çok açık
bir şekilde dile getirir: “Can gözü rahat uykusundan sabah erkenden kalkıp
çemen bülbülleriyle Allah’ı zikretmelidir.”:
Uyandur çeşm-i cânı hâb-ı râhatdan seher-hîz ol
Çemen bülbülleriyle subh-dem zikr eyle Mevlâ’yı (Bâkî G. 15/2)
Yaşlılıktaki gaflet uykusu nasıl ki insanın hâlini perişan ederse sabahın
feyzinin tecellisinden istifade etmeye de uyku engel olur:
Salâh-ı hâli mahv eyler dem-i pîrîdeki gaflet
Tecellî-i füyûzât-ı sabâha hâb olur mâni (Antepli Aynî G. 107/4)
Uyumak ile muradına eren hiç görülmüş müdür? Düşünen bir kalp, bu
uykudan vazgeçmelidir:
Gördün mi ki uyumak ile kim irdi murâda
Fikr eyle dilâ bî-hûde bes bu nice hâbdır (Nigârî G. 183/3)
Ashab-ı Kehf’in uykusu
Kuran’da “mağara arkadaşları” anlamına gelen Ashâb-ı Kehf’in
uykusundan bahsedilen Kehf Sûresi’nde7 içerik ve özellik açısından normal
uyku olarak anlatılan fakat süre olarak doğa koşullarının dışına çıkan bir uyku
olayından bahsedilir. Süresinin tam olarak verilmediği, fakat uzun yıllar
sürdüğü aktarılan bu uyku, ölüp de sonradan dirilme olayı da değildir. İnsanlar
normal doğa koşulları gereği günün belli zaman dilimlerinde uyur ve uyanırlar.
Bu süreç periyodik bir şekilde devam eder gider ancak Kuran’da uyku
formunda olmakla birlikte normalde insanların tecrübe etmediği türden süre
olarak çok uzun süre uyuyan insanlardan söz edilir (Kasapoğlu, 2004: 69).
Klasik şiirimizde mağarada uzunca bir süre uyuyan Ashâb-ı Kehf’in
uykusunun bazen çeşitli telakkilerle konu edildiği görülür. Kuran’da tam olarak
ne kadar sürdüğü belirtilmeyen ancak bazı rivayetlere göre üç yüz dokuz yıl
7
Kuran’da 18. Sûre
93
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
sürdüğü söylenen bu uyku, daha çok uzun sürmesi dolayısıyla şiirlerde ele
alınır:
Yetüp üç yüz tokuz yıl gâr içinde
Dirilüp uyanup andan turaydun
(Karamanlı Aynî G. 298/4)
Âşık, bazen kendi durumunu Ashâb-ı Kehf’le kıyaslayarak ortaya
koymaya çalışır. Ayrılık acısını abartılı bir şekilde dile getirmek isteyen şair,
ayrılık mağarasında kendisinin binlerce yıl yattığını Ashâb-ı Kehf’in ise kısa bir
süre yattığını söyler:
Ben gar-ı hecrde niçe bin sâl yatdugum
Ashâb-ı Kehf işideli bir pâre yatdılar
(Sun’î G. 29/2)
Sevgilinin çene çukurunun mağaraya benzetildiği aşağıdaki beyitte âşık,
sevgilinin çene çukuru mağarasında bela çeken gönüller varken Ashâb-ı Kehf
kıssasının okunmasının garip olduğunu söyler:
Senün gâr-ı zenahdânundaki diller belâ-keşdür
Okunmak kıssa-i Ashâb-ı Kehf ammâ acâibdür (Hasan Ziyaî G. 91/4)
Aşağıdaki beyitte Azmizâde Haletî, bulunduğu mekânı mağaraya
benzetir ve bu mağaranın özelliklerini Ashab-ı Kehf’in duyması hâlinde
kıskançlık uykusundan akıllarını kaybedeceğini söyler:
Bu gârun eylese Ashâb-ı Kehf vasfını gûş
Olurdı her birisi hâb-ı reşkden bî-hûş (Azmizâde Haletî Müfredat 211)
Klasik şiirde sevgili kutsallaştırıldığı için onun özellikleri anlatılırken
benzetmelerde sınır tanınmadığı görülür: Aşağıdaki beyitte âşık, tarihçilerin
Ashâb-ı Kehf olarak bahsettikleri kişilerin aslında sevgilinin çene çukurunda
uykuya dalan âşıklar olduğunu tecahül-i arif yaparak ortaya koyar:
Aceb Ashâb-ı Kehf andukları ehl-i tevârîhün
Zenahdânunda hâb-ı râhata varan gönüller mi (Hasan Ziyaî G. 473/3)
SONUÇ
İnsan hayatının vazgeçilmezlerinin başında gelen uyku, bedensel ve
ruhsal yönden bireyin dengesini sağlayan bir etkinliktir. Uyku bedenin ve
bilincin dinlenmesini sağlar. Sürekli ve belirli aralıklarla tekrarlanan uyku
bedenin enerji toplamasına vesile olur. Uyku esnasında bireyin algı etkinliği
94
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
zayıfladığı için geçici olarak bir faaliyetsizlik, tepkisizlik hâli ortaya çıkar.
İnsanın günlük hayatta yaşadığı bazı sorunlar, olumsuzluklar sonucu ortaya
çıkan uykusuzluk hâli ise bireyde gerginliğe ve huzursuzluğa neden olur.
Uykunun önemine psikolojik yönden dikkat çekilmesi, dini boyutta Kuran’da
uykuyla ilgili ayetler bulunması, tasavvufta uykuyla ilgili çeşitli düşüncelerin
ortaya konması konunun ehemmiyetini göstermektedir.
İnsan hayatının neredeyse üçte birinin uykuda geçtiği düşünülürse
edebî eserleri ortaya koyan sanatçıların da uyku ve uykuyla ilgili kavramlara,
davranışlara eserlerinde yer vermesi son derece doğaldır. Âşık-sevgili ilişkisinin
yoğun bir şekilde işlendiği, sevgiliye yönelik bütün güzellik unsurlarının ve
davranışların en ince ayrıntısına kadar dilendirildiği klasik şiirde doğal bir
ihtiyaç olan uykuyla ilgili de çeşitli imajlar geliştirilmiş, bu faaliyete çeşitli
anlam yüklemeleri yapılarak uyku kavramının çağrışım zenginliği artırılmıştır.
Uykunun sevgili için ayrı, âşık için ayrı anlamlar ifade ettiği tespit edilmiştir.
Âşık, kendisiyle ilgilenmeyen, yüzüne bakmaya tenezzül etmeyen
sevgilinin davranışlarını uykuyla özdeşleştirir çünkü uyku esnasında bireyin
çevreyle ilişkisi kesildiği için sevgilinin nazı, işvesi, ilgisizliği çoğu zaman
dolaylı anlatımlarla uykuya benzetilir. Sevgili, bazen göstermelik uykularla
uyanıkken sergilediği davranışları ortaya koyabilir. Sevgilinin uyuması, âşık
için sevgili uyanıkken yapamadığı birçok şeyi yapmada bir fırsata dönüşür.
Sevgili, âşık için en değerli varlık olduğundan âşığın sevgilinin uykusuna zarar
verecek davranışlardan kaçındığı görülür. Âşığın hassasiyetine rağmen sevgili,
pek de olumlu davranışlar sergilemez. Sevgilinin bazı hâlleri, aşırı derecede
güzel olması, âşığın sevgiliden ayrı olması, âşığın ona kavuşmayı hayâl etmesi,
sürekli onu özlemesi, onu beklemesi, sevgilinin rakiplere iltifat etmesi,
ilgisizliği âşığın uykusuzluğuna sebep olur. Âşık bu durumdan bazen şikâyetçi
olur bazen de uykusuzluğu bile bir nimet olarak görür.
Âşık-sevgili ilişkisinde çoğu zaman bahtın uykuyla ilişkilendirildiği
görülür. Uyuma eyleminde bir bilinmezlik, hareketsizlik, ölüme benzeme söz
konusu olduğu için bahtının kendilerine gülmediğini vurgulamak isteyen şairler,
genellikle kişileştirme sanatından yararlanarak uykunun çağrışım gücünden
yararlanmışlardır. Dinî-tasavvufî bağlamda dünya hayatı genellikle uykuyla
özdeşleştirilir. Zenginliğin, makamın, şöhretin hep geçici olduğuna vurgu
yapılarak çoğu zaman dünya hayatı, çabuk geçtiği için uykuya benzetilir. Aşırı
uyku ibadete, Allah’ı zikretmeye engel görüldüğünden hoş karşılanmaz.
95
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Kuran’da bahsi geçen Ashâb-ı Kehf, uzun uykuları dolayısıyla şiirlerde söz
konusu edilir.
KAYNAKLAR
Aclûnî, (1988), Keşfü’l-Hafâ, Beyrut.
Âhî Divanı, (Haz: Mustafa Kaçalin, Ali Tanyeri), Metin Bankası.8
Akarsu, P. (2010), “Sürrealizm ve Rüya” Marmara Ünv. Güzel Sanatlar
Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
Akdoğan, Y. (1979), Ahmedî Divanı ve Dil Hususiyetleri (İstanbul Ünv.
Doktora Tezi), Metin Bankası.
Aksan, D. (1999), Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, 3. Baskı, Ankara: Engin Yayınevi.
Akyüz, K.; Beken, S. vd., (1990), Fuzûlî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları
Amrî Divanı, Metin Bankası.
Antepli Aynî Divanı, (Haz: Mehmet Arslan), Metin Bankası.
Ayan, H. (1990), Nesimî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Azmizâde Haletî Divanı, (Haz. Bayram Ali Kaya), Metin Bankası.
Bilgin, A. (2004), Nigârî Divanı, Metin Bankası.
Budak, S. (2000), Psikoloji Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Ceylan, Ö. (1994), Âsaf Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı’nın Transkripsiyonlu
Metni, (Trakya Ünv. Yüksek Lisans Tezi), Metin Bankası.
Çavuşoğlu, M. (1980), Vasfî Divan Tenkitli Basım, (İstanbul Ünv. Edebiyat
Fak.), Metin Bankası.
Çavuşoğlu, M. (1982), Helâk Divanı, İstanbul: Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Devellioğlu, F. ( 1990), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat , 4.Baskı,
Ankara.
Emrî Divanı, (Haz: Yekta Saraç), Metin Bankası.
Eraydın, S. (2011), Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi
Yayınları.
Erdoğan, K. (2008), Niyâzî-i Mısrî Divânı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Erkuş, A. (1994), Psikolojik Terimler Sözlüğü, Ankara: Doruk Yayınları.
8
Metin Bankası ibaresi bulunan divanlar, aşağıda belirtilen adresten temin edilerek taranmıştır.
Metin Bankası (ET: 16/06/2013), http://groupsyahoocom/group/metinbankasi/
96
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Evginer, N. (2010), “Psikolojik ve Dinî Bir Fenomen Olarak Rüya”, Selçuk
Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
Konya.
Güfta, H. (1992), Hâzık Mehmet Efendi’nin Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Eserleri ve
Divanı’nın Tenkitli Metni (Atatürk Ünv. Yüksek Lisans Tezi), Metin
Bankası.
Hasan Ziyâi Divanı, (Haz. Müberra Gürdengereli), Metin Bankası.
Kâmî Divanı, (Haz: Ali Yıldırım), Metin Bankası.
Karaköse, S. (1994), Nevîzâde Atâyî Divanı Kısmî Tahlil-Metin İnönü
Ünv.Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Doktora Tezi), Malatya:
Metin Bankası.
Kasapoğlu, A. (2004), “Kuran’ın Amaçları Açısından Uyku Hakkında Bir
Değerlendirme”,KSÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.4, s. 45-77.
Kavruk, H. (2001), Şeyhülsilâm Yahyâ Divânı, Ankara: MEB Yayınları.
Kılıç, A. (1994), Ahmed Neylî Divanı, (Ege Ünv. Doktora Tezi), Metin
Bankası.
Koç, N. İ. (2003), XVII. Yüzyıl Divan Şairi Nehcî: Hayatı, Eseri, Edebî Kişiliği
ve Divanı’nın Tenkitli Metni (Gazi Ünv. Yüksek Lisans Tezi), Metin
Bankası.
Komisyon, (2000), Örnekleriyle Türkçe Sözlük, İstanbul: MEB Yayınları.
Kuran-ı Kerîm Meâli (2008), Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Kurnaz, C. (2010), “Vuslat Yolculuğu”,Turkish Studies International Periodical
For the Langauges, Literature and History of Turkish or Turkic,
Volume 5/3 Summer.
Kutlar, F. S. (2004), Arpaemîni-zâde Mustafa Sâmî Divan, Metin Bankası.
Küçük, S. (1994), Bâkî Divanı Tenkitli Basım, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.
Macit, M. (1997), Nedîm Divanı, Ankara Akçağ Yayınları.
Mengi, M. (1995), Mesîhî Divanı, Ankara: AKM Yayınları.
Mermer, A. (1997), Karamanlı Aynî ve Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları
Mermer, A. (2002), XVII. Yüzyıl Divan Şairi Vecdî ve Divançesi, Ankara:
MEB Yayınları.
Okçu, N. (1993), Şehy Gâlib Divanı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Pala, İ. (1989), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, 2. Baskı, Akçağ Yayınları,
Ankara.
Parlatır, İ. (2011), Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, 3.Baskı, Yargı Yayınevi, Ankara.
97
Özerol, N. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 77-98
Rezmî Divanı, (Haz: Mehmet Gürbüz), Metin Bankası.
Şenel, F. (2005), “Yeni Ufuklara Uyku ve Rüya”, Bilim ve Teknik.
Şeref Hanım Divanı, (Haz: Mehmet Arslan), Metin Bankası.
Tarlan, A. N. (1992), Hayâlî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Tarlan, A. N. (1992), Ahmed Paşa Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Tulum, M.; Tanyeri, A. (1977), Nev’î Divanı, Metin Bankası.
Uludağ, S. (1999), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Maârifet Yayınları.
Vahyî Divanı, (Haz: Hakan Taş), Metin Bankası.
Yakar, H. İ. (2002), Gelibolulu Sun’î Divanı ve Tahlili (İstanbul Ünv. Doktora
Tezi) Metin Bankası.
98
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
Hâce Muhammed Lütfî’nin (Alvarlı Efe) Şiirlerinde
Cemâl Müşahedesinin Yansımaları1
M. Mustafa Çakmaklıoğlu2
Özet
Bu makalede, Hâce Muhammed Lütfî’nin Hulâsâtu’l-Hakâyık isimli
Divân’ında yüce Allah’ın insana ve âleme yakınlığını ve merhametini ifade eden cemâl
tecellilerini yansıtan şiirlerini incelemeye çalıştık. Diğer taraftan Muhammed Lütfî’nin,
bu tür tecellileri, insan üzerindeki tesirlerini ve bunlara erişmek için yapılması
gerekenleri ifade ederken şiirlerinde kullandığı sembollere değinmeye çalıştık. Alvarlı
Efe, gerek yoğun sûfiyane tecrübe esnasında, gerekse başta insan olmak üzere, âlemdeki
tüm güzellikleri müşahede etmekten elde edilen söz konusu bu estetik tecrübeyi aşk,
eşsiz güzellikteki dilber, şarap, kadeh ve meyhane gibi farklı birçok edebî sembolle
ifade etmeye çalışır. Alvarlı şiirlerinde, İlk etapta beşerî güzelliği ve aşkı çağrıştıran
tüm bu sembolleri, birçok dînî ve tasavvufî kavramla birlikte vermek sûretiyle, bu
şiirlerinde gerçek, ezelî, ilâhî aşk ve güzelliği kastettiğini hissettirir.
Anahtar Kelimeler: Tenzih, Teşbih, Tecellî, İlâhî Cemâl, Müşahede, İlâhî
Aşk.
The Reflections of The Contemplation of The Absolute Divine Beauty
(Camâl-i Ilâhî) in Hâcah Muhammad Lutfi’s Poems
Abstract
In this essay, we made an attempt at dwelling on the reflections of the
disclosure of the Absolute Divine Beauty that expresses the proximity and the mercy of
Allah to universe and human being, in Hâcah Muhammad Lutfî’s Diwân entitled
Hulâsât al-Haqâyıq. On the other hand, we attempted to address the symbols used by
Muhammad Lutfî in his poems while he is expressing the such divine-disclosures, its
effects on human beings and what requires to access them. Muhammad Lutfî tries to
express this aesthetic experience that derived from intense mystical experience and
during the observation of all beauties of the universe, especially of human being,
through a large number of different symbols such as “love”, “uniquely beautiful
woman”, “wine”, “glass” and “pub”. Muhammad Lutfî, by giving all these symbols
1
Bu makale, 25-26 Nisan 2013 tarihleri arasında Erzurum’da düzenlenen “Uluslararası
Hâce Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu”nda sunulan tebliğin gözden geçirilip
genişletilerek makaleye dönüştürülmüş halidir.
2
Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, [email protected]
99
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
that evokes the beauty and love of human being in the first place along with many
religious and mystical concepts, make us feel that he is actually referring to the real,
eternal divine love and beauty in his poems.
Key Words: Transcending, Similarity, The Self-Disclosure, Absolute Divine
Beauty (Camâl-i Ilâhî), Contemplation, Divine Love.
Giriş
İslam’ın tevhid ve ulûhiyet anlayışında, yüce Allah’ın âlemden, her
türlü eksiklikten beri ve yüce oluşunu, her türlü kayıttan uzak olarak
bilinemezliğini ve karşılaştırılamazlığını ifade eden “tenzih” anlayışı sûfiler de
dâhil genel olarak bütün Müslümanların ittifak ettikleri bir husustur. Kelam
âlimlerinin ısrarla vurgu yaptığı bu ilkeyi sûfiler, ihtiva ettiği hakikatten aslâ
taviz vermeden, yüce Allah’ın her yerde hazır ve nazır oluşunu, âleme ve insana
yakınlığını ifade eden “teşbih” anlayışı ile birlikte mütalaa etmişlerdir. Bu
anlayış çerçevesinde sûfîler, yüce Allah’ın, her hangi bir yaratılmışa benzemek
anlamına teşbihten münezzeh olduğu gibi mutlak ya da aklî tenzihten de
münezzeh olduğunu dile getirirler. (Bk., İbn Arabî, ts.: 40; 1999: IV/51, 168,
169; 1946: 68-70) Buna göre, hakikatin sadece bir vechesine mutlak anlamda
yönelmek sûretiyle oluşturulan ulûhiyet anlayışı, yüce Allah’ı başka bir cihetten
kayıtlandırmaktan ibarettir ve insanı, salt soyut, sıfatları açısından keyfiyetsiz,
bu itibarla da İslam’ın Zâtî Tanrı anlayışına halel getirebilecek bir Tanrı
tasavvuruna götürür.(Sûfilerin tenzih-teşbih anlayışlarının detayları hakkında
bk. Çakmaklıoğlu, 2007: 438 vd.)
Sûfiler, kelam metodolojisi içerisinde sıkça vurgulanan tenzih ilkesini
eksik ve salt rasyonel kanıtlamaya dayalı oluşu cihetinden de kusurlu bularak
eserlerinde, özellikle de şiirlerinde yüce Allah’ın tecellileriyle sürekli yüz yüze
olduğumuz gerçeğini adeta haykırırlar. Bir diğer ifadeyle sûfiler, ulûhiyet
tasavvuru noktasında insanı Allah'tan uzaklaştıran, aslî kaynağıyla irtibatını
kopartan bir yaklaşım sergilemezler. Aksine, tasavvufî düşüncede Allah-insan
ilişkisi kurbiyet, aşk, rahmet, ünsiyet ve ihsan merkezlidir. Öyle ki bu aslî
yakınlık ve cemâlî yön insanın başta dini yönelişleri olmak üzere hislerine,
düşüncelerine ve yapıp etmelerine sirayet eder, onlara estetik bir yön ve
dinamizm katar.
Tasavvufî gelenekte, yüce Allah’ın sonsuz güzellik ve
mükemmellikteki sıfatları, bir birinden kesin çizgilerle ayrıştırılmaksızın celâl
100
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
ve cemâl olmak üzere iki kategoride mütâlaa edilir. Celâl ve azamet sıfatları
O’nun bizden ve âlemden müteâl oluşunu ifade ederken cemâl sıfatları, daha
açık ifadeyle yüce Allah’ın sonsuz güzelliğini, rahmet ve şefkatini ifade eden
sıfatları ise O’nun bize çok yakın olduğunu haber verir. Bu hakikat, genel
olarak güzel ve sevimli olanın çekiciliğiyle ilişkilendirilir. “Gerçek ve mutlak
anlamda güzel olan sadece yüce Allah olduğu için bizi hakkıyla çeken ve
Kendisine bağlayan da O’dur”.(Koç, 2008: 55) Rûhânî tahakkukunu
gerçekleştirmek sûretiyle gerek bütünüyle âlemde, gerekse kendi iç dünyasının
derinliklerinde bu karşı konulmaz cazibeye kapılarak söz konusu bu yakınlığın
farkına varan kâmil bir veli, Hak Teâlâ'nın tecellilerini müşahede eder ve bunun
yansımaları onun hayatında, davranışlarında ve sözlerinde açıkça görülür.
Yüce Allah’ın Mutlaklık vasfı tüm kemâl niteliklerin aslî ve en
mükemmel manada sadece O’na ait olduğu anlamına gelir. Bu itibarla O,
Mutlak Vücûd, İzzet ve Azametin olduğu kadar Mutlak İyilik, Cemâl, Hüsn ve
Rahmetin de sahibidir. Maddi müşahede âleminde gördüğümüz her türlü
güzellik ise Mutlak Vücûdun eşsiz cemâlinin ve kemâlinin birer yansımalarıdır.
Sûfi, bu yansımaları âlemde, insanda ve bizzat kendi ruhunun derinliklerinde
müşahede eder. Buna bağlı olarak tasavvufî gelenekte tüm güzellik ve kemâlât
Mutlak Vücûda, tüm izâfî eksiklik, kusur ya da kötülük de zuhur yerlerine
atfedilir. Bu itibarla, her estetik ve güzellik tecrübesinde Allah’ın hatırlanması
ve bu güzelliklerle mutlak anlamda yüce Allah arasında bir irtibat kurulması
tasavvufî gelenekte olağan bir şeydir.
En mücerret ve yoğun haliyle ruhlar âleminde, ilâhî huzurda bulunma
ve ilâhî hitaba muhatap olma anında gerçekleşen ve insanın ruhunun
derinliklerine sirayet eden cemâl müşahedesi, bu dünya hayatında da sûfinin
bizzat yaşamış olduğu tasavvufî tecrübesinde ilâhî tecellileri müşahede ederken
yaşanır. Diğer taraftan bu aslî, ezelî ve kuşatıcı tecrübeye göre cüzî ve izâfî
olan, gündelik hayatta rastlanılan her güzellik tecrübesi, sûfîlerce bu aslî
tecrübenin hatırlatıcısı ya da birer yansıması şeklinde mütalaa edilir. Kısaca,
âşığın, kökleri ezelde bulunan ve maddi müşahede âleminde de dünyevî
kayıtlardan kurtulduğunda yaşadığı bu tasavvufî tecrübeleri rûhânî hayat
açısından önemlidir. Zira tüm bu tecrübeler sûfiye yön verir, onu halden hale
sokar, kimi zaman söz söyletir, kimi zaman sükûta sevk eder. Bazen semaa,
devrana kaldırır, bazen de sarhoş ederek şathiyane ifadeler söyletir. Sûfi, ruhen
tecrübe etmiş olduğu bu kemâli ve cemâli ifade etme aracı doğrudan bulamadığı
için bunları, diğer beşerî tecrübelerine referansla daha çok sembollerle anlatır.
101
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
Alvarlı Efe’nin şiirlerinde de bu tür müşahedeleri yansıtan çok canlı tasvirler
bulmaktayız. O, söz konusu bu tecrübelerini, âşık-Maşuk, eşsiz güzellikteki
Sevgili, Dilber ve mey, bâde, şarap-sarhoş-meyhane metaforlarıyla çok canlı bir
şekilde resmeder. (Divân’daki bu tür semboller için bk., Eroğlu 2010: 409 vd.,
791 vd.)
Biz bu makalemizde, Alvarlı Efe’nin, kurbiyyet-ünsiyyet ve cemâl
tecellilerini müşahedeye ilişkin bu benzersiz şiirlerini üç boyutta tahlil etmeye
çalışacağız: 1. Cemâl-i ilâhîyi ruhlar âleminde aslî ve ezelî olarak müşahede. 2.
Başta insan olmak üzere âlemin belirli bir biçime bürünmüş izâfî
güzelliklerinde müşahede. 3. Seyr u sülûkun farklı aşamalarında yaşanan derin
tasavvufî/rûhânî tecrübeler esnasında gerçekleşen müşahede.
I.
Bezm-i Elest’te Cemâl-i İlâhiyi Müşahede
Malum olduğu üzere A’raf Sûresi 172. âyette, yüce Allah’ın ruhlar
âleminde henüz bedene girmemiş ruhları huzurunda toplaması, onlara hitap
ederek rubûbiyetini ikrar hususunda bir söz almasından bahsedilir. Allah ile
ruhlar arasında vuku bulan bu mîsâk istisnasız bütün beşerî ruhların yüce
Allah’ın huzurunda bulunuşunu, O’nun hitabını işitmelerini ve buna cevap
vermelerini ifade eder. İnsanın henüz ruhlar âleminde müşahedeyle müşerref
olduğunu müjdeleyen bu âyet, tasavvufî eserlerin, özellikle şiirlerin
vazgeçilmez teması olmuştur. Söz konusu bu aslî tecrübe, insanın fıtratını ve
aslî kulluğunu belirler. Dahası insanın, bu maddi dünyadaki tüm çaba ve
gayretleri, âdetâ bu hitabı tekrar işiterek ezelde verdiği ahdi tecrübî olarak
hatırlamaktan, aslî fıtrat ve kulluğuna dönmekten ibarettir.3 Sûfilere göre bu
tecrübe aslında, başta ilâhî aşk olmak üzere insanın tüm varoluşsal
tecrübelerinin nüvesini oluşturur.4 İnsanın marifet, muhabbet, tevhid, kulluk,
rububiyeti idrak, cemâl-i ilâhîyi müşahede gibi tüm kazanımları aslında bu aslî
tecrübede bir nüve halinde mündemiçtir. Alvarlı’ya göre de muhabbet, marifet
ya da müşahedenin mahalli olan gönül, ta bezm-i elestte Mevlâ’nın ezelî
3
Zünnûn Mısrî, bu tecrübeyi dünyada iken de çok canlı bir şekilde yaşadığını, o ilâhî
hitabın sanki hâlâ kulaklarında olduğunu söyler. Bk. İbn Arabî, 1999: II/426.
4
Meselâ mûsıkînin insan üzerindeki tesirinin bu ezelî tecrübeden kaynaklandığı
hususunda bk. Kuşeyrî, 2001: 368. Yine İbn Fârız da, ilâhî aşkın ezelîliğini, bu aslî
tecrübeye atıfla şu şekilde ifade eder:
“Sevgiliyi anarak yaşarken biz ezelde sürekli bir sarhoşluğu
Henüz yaratılmamıştı, ne şarap hatta ne de asma çubuğu.” İbn Fârız’ın bu beyiti ve
şerhi için bk., el-Kayserî, 2011: 51-53.
102
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
sevgisinin kurulduğu bir taht, bir tecelli mahalli olmuş ve O’nun sonsuz
füyûzâtı âdetâ bir hazine gibi gönülde gizlenmiştir: (Alvarlı, 2011: 221)
Gönül bezm-i elestden tahtgâh-ı hubb-i Mevlâ’dır
Tecellîhânesinde feyz-i Mevlâ’sın nihân eyler.
Kısaca, tüm bu tesirleriyle söz konusu bu tecrübe, insanın ruhunun
derinliklerine kazınmıştır. Öyleyse insan, kendini keşfetmek ve tanımak
sûretiyle, adeta deruni bir arkeoloji yaparak ruhunun katmanlarında tüm bu
varoluşsal tecrübelerini keşfetmelidir.
Bu hakikat, Alvarlı Efe’nin şiirlerinde, ‘ilâhî aşkın sırlarını ancak,
bezm-i elestte vahdet şarabını içip kananlar bilirler’ şeklinde ifadesini bulur.
(Alvarlı, 2011: 222) O, insanın ezelde yaşamış olduğu bu tecrübeyi
hatırlamanın insana verdiği manevi zevki mahzende yıllanmış bir şarap ile
sembolize ederek izah etmeye çalışır. Buna göre muhabbet, kurbiyet ve
müşahede şarabı bezm-i elestte ruhlara bahşedilmiş ve gönül mahzeninde saklı
bir şekilde yıllanıp durmaktadır. Ruhlar âleminde yaşanmış olmasıyla çok
kadim bir şarap olan ilâhî aşk şarabı, âşığın gönül mahzeninde yıllandıkça daha
da tatlanmaktadır. Aslında seyr u sülûktan, marifetten maksat da hep bu manevi
zevke erişmektir. Zira bu kadim mahzenden şarap “men aref” kadehiyle içilir.
Daha açık ifadeyle, bu yıllanmış şarabın zevkine âşık, bizzat kendini, ruhunun
derinliklerindeki âyetleri tanımakla tecrübî olarak varır. Sûfinin bu maddi
âlemdeki tüm serencamı, yaşadığı tüm deruni tecrübeler aslında ezelde yaşanan
bu aslî tecrübenin tekrar hatırlanması çabasıdır. İşte tüm estetik ve deruni
tecrübesinde âşık bu yıllanmış aşk şarabını tadarak eşsiz rûhânî zevkler elde
eder. Bu ezelî ve aslî tecrübenin adeta yeniden tecrübe edilmesi sûfi üzerinde o
kadar etkilidir ki sûfi söz konusu o meclise ve zamana hayran kalır. Alvarlı’nın
ifadesiyle, o meclisi bir an hatırlayıp tecrübe eden kimse, tıpkı ruhlar âleminde
olduğu gibi mâsivâ nedir bilmez, sadece O’nu görür, O’nun güzelliğini
müşahede eder ve O’nun hitabını işitir. (Alvarlı, 2011: 235)
Üstelik Alvarlı Efe, bazı şiirlerinde, bizzat kendisinin bu anlamda
derûnî bazı tecrübeler yaşadığını üstü kapalı ifade ederek, bu mecliste vuku
bulan bir vuslat vaadinden bahseder. Aslında ruhlar âleminde gerçekleşen bu
buluşmanın bizzat kendisi, daha sonra bir vuslatın gerçekleşeceğinin vaadidir
diyebiliriz. Bu sebeple Alvarlı, nûr-i Hüdâ’nın bir tecellisi anında bizzat o
vaadin tahakkunu müşahede ettiğini hissettirir tarzda şöyle söyler: (Alvarlı,
2011: 396, 397)
Ey şâhid-i kudsî yine cevlâne mi geldin
103
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
Ya nûr -i hüda şem‘ine pervâne mi geldin
Sen bezm-i elest va‘d-i visâl eyledin ammâ
Ey şân-ı vefâ va‘dini ihsâne mi geldin
Alvarlı Efe’ye göre bu, ruhlar âleminde yaşanmış bitmiş, bu itibarla da
dünya hayatında insan üzerinde hiçbir tesiri olmayan bir tecrübe değildir.
Aksine bezm-i elestin şarap kadehi her an insana hidayet nurları
bahşetmektedir. Tıpkı güneş gibi her an tefeyyüz etmekte, insana bir aydınlık ve
nur sağlamakta, nida edip çağrıda bulunmaktadır. (Alvarlı, 2011: 102) Ancak
bunu idrak edebilmek için insanın bedenin karanlık hicaplarından kurtulması
gerekmektedir.
Ruhlar, tevhidin hakikatini ifade eden vahdet ve aşk şarabını bu ilk
buluşma ve kavuşma gününde tatmışlardır. Bu sebeple tasavvufî eserler, insanın
bu dünyadaki serüvenini, ayrılık ve bu ayrılık acısıyla inleme temasıyla zengin
bir şekilde anlatır. Ayrılık hicaplarını aradan kaldırarak tekrar vuslata erme ise
insana eşsiz bir manevi zevk verir. Alvarlı Efe de bu hakikati, söz konusu bu ilk
kavuşma ve buluşma anını hatırlayan arifin kalbini ezelî, ilâhî aşk şarabıyla
dolu bir kadehe benzeterek ifade etmeye çalışır. Âşık, onu hatırlamanın vermiş
olduğu manevi sarhoşlukla meyhanede, yani tekkede işret eder durur. Bu
manevi sarhoşluğun verdiği hazla kendinden geçer, başka hiçbir şeye
yönelmeden tüm benliğini Sevgilisine vakfeder:
Şerâb-ı vahdet-i rahmet içer rûz-i elest elbet
Eder meyhânede işret gezer peymânemiz vardır. (Alvarlı, 2011:198)
Mey-i sahbâ-yı ezel mesti müdâm gözlerini
Vakfeder dâr-i yâre civâre ülfet mi eder. (Alvarlı, 2011: 209)
II.
Âlemin Geçici Sûretlerinde Cemâl Müşahedesi
İnsanın ilâhî aşk, cemâl ve vahdet tecrübesi, sadece ruhlar âleminde
yaşanmış olarak beşerî ruhun derinliklerinde kuvve halinde bulunmaz. Bir diğer
ifadeyle, gizli bir hazine, ya da nefsin dünyevî yönelişleri sebebiyle üzeri
küllenmiş bir kor ateş şeklinde kalmaz. İnsanın bu maddi müşahede âlemindeki
serüveni esnasında bizzat kendi nefsinde ve dış dünyada o gizli hazineyi ortaya
çıkartacak, o ateşi tekrar alevlendirecek sebepler ve işaretler vardır. Bu işaretler
ise, Mutlak Vücûdun bir tecellisi olması hasebiyle, başta insan olmak üzere
104
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
âleme sirayet etmiş olan izâfî güzellik ve âlemdeki farklı birçok sûret
arkasındaki vahdetten ibarettir. Tasavvufî gelenekte âlem, bütünüyle sonsuz
güzellikteki ilâhî sıfatların tecelli ettiği bir ayna, bir zuhur yeri şeklinde
görüldüğü için Hak Teâlâ’nın Mutlak Vücûduna ve Cemâline işaret eden âyet
ve alâmetlerden ibarettir. Bütün mükemmellik ve güzellik mutlak anlamda
sadece Allah’a aittir. Zîrâ cemâl, hakikatte ezelî, ilâhî bir niteliktir. O’nun bu
sonsuz güzelliğinin haricinde, belirli biçimlerde, izâfî olarak tecrübe ettiğimiz
güzellik ise, hakikati itibarıyla, ancak O’nun güzelliğinin bir yansıması ve bu
güzelliği aksettiren bir aracı, bir ayna konumundadır. Bu itibarla da sûfiler
cemâli, manevi ve sûrî olmak üzere ikiye ayırırlar. Birincisi, sonsuz güzellikteki
ilâhî isim ve sıfatların manası olup sadece Hakkın müşahedesine has iken,
ikincisi, Hakkın güzelliğini yansıtan bir ayna, bir zuhur yeri olması hasebiyle
âlemde görünen güzelliktir.(et-Tehânevî, 1996: I/570) Bu cihetten bakıldığında
âlem, Hakk Teâlâ’nın varlığına delâlet ettiği gibi O’nun eşsiz Cemâlini de
yansıtır. Başta beşerî düzeyde olmak üzere âlemdeki bütün güzellik, asıl anlam
ve değerini yüce Allah’ın göklerdeki ve yerdeki nurunun (Nur 24/35) bir
tezahürü olmasından (Koç, 2008: 76) ve daha sonra üzerinde durulacağı üzere
Alvarlı Efe’nin şiirlerinde “eynema şarabı”şeklinde sembolize edilen yüce
Allah’ın “Vechi”nin her yerde bulunması hakikatinden alır.
Kısaca, âlem, yüce Allah’ın ilim, irade, kudret ve yaratma sıfatlarının
olduğu kadar cemâl sıfatının da bir zuhur ve tecelli yeridir. Bu itibarla tüm bu
güzelliklerin temaşası kula Allah’ın cemâl sıfatını tecrübe etme noktasında eşsiz
imkânlar tanır. Güzel bir sûret, hoş bir ses, bir nâme, muvazene ya da ritim
şeklinde âlemin farklı sûretlerinde, hususiyetle insanda tecrübe edilen bu
güzellik; yoğun, karmaşık tasavvufî tecrübeler için adeta bir başlangıç noktası
ve basamak olur. Cemâl-i ilâhînin üst düzeyde, latif bir sûrette temaşası ise
vecd, huzur ve fena hali üzere tasavvufî tecrübenin kompleks yapısı içerisinde
gerçekleşir. Seyyid Hüseyin Nasr’ın ifadesiyle, güzellik tecrübesi insan
ruhundaki katılıkları âdeta yumuşatarak eritir ve vahdet sırrının zevkini açığa
çıkarır. “Meselâ bir insan yüzünün, bir tabiat manzarasının ve ya kutsal bir
sanat eserinin güzelliği insan ruhunda ömür boyu silinmez izler bırakır ve insan
egosunun sert kabuğunu eritir.” (Nasr, 2001: 283, 284) İşte bu sebeple genel
olarak sûfiler, Alvarlı Efe’nin şiirlerinde de sıkça gördüğümüz gibi, güzelliği
hep Allah’la irtibatı çerçevesinde mütalaa ederler. Meselâ Evhadüddin Kirmânî
şöyle der: (Nasr, 2001: 284)
Yâ Râb! Sen bilirsin ki şimdi ve yine
105
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
Senin güzel Yüzünden başkasına bakmadık,
Cihanın güzelliği Senin Güzelliğinin aynalarıdır
Bu aynalarda sadece Melik’in Yüzünü gördük.
Âlemdeki estetik boyut, muvâzene, denge ve nizam, İslam
düşüncesinde Allah’ın varlığı hususunda ileri sürülen delillerden gaye nizam
delilini hemen akla getirir. Bu delilin kavramsal ve aklî yönü olmakla birlikte,
temelde bizim burada ifade etmeye çalışacağımız tecrübî bir içeriği de vardır ki
sûfiler konuya genelde bu tecrübî içerikten yaklaşırlar. Bir diğer ifadeyle
sûfiler, âlemdeki nizam ve güzellikten hareketle aklî çıkarsamalar yapmak
sûretiyle Allah’ın varlığı hakkında soyut bir delil ortaya koymaktan ziyade
temelde ve mutlak anlamda yüce Allah’a ait olan bu güzelliği âlemin izâfî
sûretlerinde bizzat tecrübe ederler. Dolayısıyla tasavvufî şiirde estetik yönü ağır
basan bu tecrübî içerik ön plana çıkar. Alvarlı Efe’nin de ifade ettiği gibi, hiç
şüphesiz bu tarz bir idrake ulaşmak için her şeyden önce kalpten mâsivâ sevgisi
çıkartılmalı ve eşyaya ibret nazarıyla bakmalıdır. İşte o zaman âlemi nakış
nakış, inceden inceye süsleyen Nakkâş görünür. Alvarlı Efe’nin, aşağıda iktibas
ettiğimiz şiirinde yüce Allah için Kadir, Halik vs. gibi isimlerini değil de
özellikle Nakkâş ismini kullanması, âlemin vücûdunun her bir zerresine sirayet
etmiş olan cemâlî vecheyi göstermesi bakımından önemlidir. Bu cihetten
bakıldığında eşyanın her bir sûreti sadece cemâl vechesini değil aynı zamanda
tevhidin sırlarını ve hakikatlerini de gösterir, böylece tevhid de tecrübî bir içerik
kazınmış olur ve âşığın tasdikini kuvvetlendirir. Sûfi için tevhid salt bir
tasdikten ibaret değildir tecrübî bir içeriği vardır. İşte tevhidin hakikatini ve
tecrübî içeriğini de sûfiye tevhidin gül bahçesi gibi olan vech-i ilâhînin cemâli
bahşeder. (Alvarlı, 2011: 102) Fakat böylesi bir idrak ve marifet için de kalbin
yüce Allah’ın tecelli ettiği deruni mahallinin (sırr-ı süveydâ) tüm kirlerden
temizlenmesi ve buna bağlı olarak da gönülde sürekli yenilenen tecellilerle
irfanın da yenilenmesi gerekecektir. Ancak o zaman gönülde eşsiz nuru ve
güzelliğiyle ulvi bir güneş ya da dolunay gibi parlayan ilâhî tecelliler
görülebilir. Alvarlı Efe bunu şiirlerinde şu şekilde açıkça ifade eder: (Alvarlı,
2011: 219)
İbret nazarıyle bir nazar eyle
Bu kâinât bir Mevlâ’yı gösterir
Hubb-i mâsivâdan sen hazer eyle
Bu nukûşât bir Nakkāşı gösterir
106
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
Sûret-i eşyâda esrâr-ı tevhîd
Bu seyr ile olur kuvvet-i tasdîk
Gönülde irfânı edersen tecdîd
Dilde mihr-i muallâyı gösterir
Mutahher olunca sırr-ı süveydâ
Doğunca gönlüne hurşîd-i hüdâ
Görünür gözüne nûr-i tecellâ
Dilde mâh-ı muzayyâyı gösterir
Tasavvufî gelenek içerisinde insanın yaratılmışların en şereflisi ve bir
halife olarak tüm ilâhî sıfatların tecellisini kendisinde toplayan bir kevn-i câmî,
bu yönüyle de küçük bir âlem oluşundan sıkça bahsedilir. (Konuyla ilgili detaylı
bilgi için bk., Kartal, 2003: 193 vd.; Küçük, 2011) Cemâl-i ilâhî, mahlûkat
içerisinde en kâmil neşet olarak insanda, özellikle de kadında eşsiz bir şekilde
tecelli eder. Bu hakikate binaen, Alvarlı Efe’nin şiirlerinde de sıkça rastlandığı
gibi, tasavvufî edebiyatta kadın sembolizması cemâl-i ilâhîyi ifade etmek üzere
çokça kullanılır. Sûfilere göre Hakk Teâlâ, her hangi bir formdan mücerret bir
şekilde Zâtî olarak müşâhede edilemez. Ancak O’nun eşsiz güzelliğinin
yansımaları âlemde ve insanda tecrübe edilir. Hakk Teâlâ’nın en mükemmel ve
en tam müşâhedesi ise, hakikatinde Hakk’ın tekvîn sıfatının tezâhürü
olmasından dolayı kadında görülür.(Bk. İbn Arabî, 1946: 217,218; Mevlânâ,
1960: I/195, byt. 2435)
Kısaca, sûfilere göre zuhur yerleri çok olsa da Mahbûb birdir, yansıdığı
izâfî sûretler farklı ve fazla olsa da hakikatte Güzel birdir. Bu sebeple, Alvarlı
Efe’nin şiirlerinde genel olarak da sûfilerin Divanlarında eşsiz tasvirlerle
anlatılmaya çalışılan bütün güzellik ve mükemmellikler aslında, Hakk’ın sonsuz
güzellikteki sıfatlarının bir yansımasıdır. Diğer bütün ilâhî sıfatlarda olduğu gibi
Cemâl sıfatı da kâinatta müşâhede ettiğimiz bütün güzelliklerin kaynağıdır.
Eşyada idrak ettiğimiz her sıfat, ilâhî sıfatın veya ilâhî bir ismin özel bir
görünümüdür. Her sevilen şey de, Mahbûb-u Mutlak’ın bir görünümüdür. Bu
sebeple sûfiler; hissî, rûhânî ya da mânevî sûrette olsun bütün sevilen şeylerde
hakikatte sevilenin, sonsuz güzellikte tecellî eden Hakk olduğu görüşündedir.
Bazı hissî ifadelerle elemden, kederden, ayrılıktan, inlemekten, uzak kalmaktan
bahsetseler bu hep gerçek Sevgilinin cemâline duyulan hasretten dolayıdır.
Aynı şekilde tasavvufî şiirde sıkça bahsi geçen vuslat, üns, muhabbet, mutluluk,
107
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
neşe, şevk ve fenâ hep gerçek Mâşûka yakınlıktan ve kavuşmaktan
kaynaklanır.(eş-Şutûrî, 1984: 440, 441)
Tasavvuf edebiyatında ilâhi aşka ulaştıran bir köprü olarak mecâzî
aşktan da sıkça bahsedilir. Çünkü sûfîlere göre Hakk Teâlâ mutlak ezelî
güzelliktir ve bütün güzelliklerin kaynağıdır. Bu sebeple de her hoşa giden,
güzel görülen ve sevilen şeyin arkasındaki hakîkî Mâşûktur. Hakk Teâlâ güzel
olan her bir sûrette tecellî eder. Beşerî aşk da hakikatte, ilâhî aşka ulaştıran bir
berzahtan başka bir şey değildir.(Nicholson, 1969: 92) Ancak sûfiye göre, her
ne kadar Cemâl-i İlâhîyi yansıtan bir ayna konumunda olsa da, belirli bir sûretle
kayıtlanmış olan ve bu yönüyle de dünyevî ve izâfî olan bu güzellik, zaman ve
mekân kaydına bağlı olması hasebiyle geçici, sonlu ve mecâzîdir. “Sonlu olan
her güzellik ise ancak, temâşâ ve tefekkür gibi yollarla zaman ve mekân
kaydından azade olan hakiki Güzelliğe taşıyan bir köprü olması halinde önemi
haizdir. Esas olan mecazdan hakikate ulaştıran o köprüyü aşmaktır. Aksi halde
her mecâzî köprü, hakikat yolcusunun önünde bir kuyuya dönüşür. Dolayısıyla
burada hakiki Güzelliğin kendisinden değil gölgesinden mest olma söz
konusudur.”(Kemikli, 2011: 43)
Alvarlı Efe de, Divan’ında; Sultan, Şah, Cânân, Yâr, Dilber, Nakkâş,
Sâki vs. gibi çeşitli adlar ya da mefhumlarla teşbih, mecaz ve istiâre yollarını
kullanmak sûretiyle hep yüce Allah’ı kasteder.(Kemikli, 2004: 73) Ayrıca yüce
Allah’ı (c) ay yüzlü, kirpikleri ok, zülüfleri altın, kaşları keman yayı ya da kılıç,
teni gümüş gibi beyaz, dudakları kızıl, ilâhî aşk meyhanesinde âşıklara şarap
sunan sâkî gibi eşsiz güzellikte, bakışları insanı derinden etkileyen yakıp
kavuran, yanaklarındaki allığın bahşettiği lütuf cennet nimetlerine değen, servi
gibi uzun boylu, genç bir dilber şeklinde tasvir eder. Ancak burada kullanılan
benzetmeler sıradan semboller olmayıp sûfilerin varlık ve insan anlayışlarının
bir yansımasıdır. Sûfilerin yaşadıkları tecrübeleri ifade etmede ne tür bir
sembolizm tercih edeceği onun mizaç ve şahsiyetine bağlıdır. Bu sûretlerin
hepsi bir hakikati ve manayı sembolize eder. Söz gelimi, “Sevgilinin gül
yanağı, sıfatlarıyla tezahür eden ilâhî Hüviyeti temsil eder. O’nun siyah
saçlarının büklümleri kesretle perdelenmiş Bir’i işaret eder. ‘Nefsinden
kurtulman için şarap iç’ derken ‘ilâhi temaşanın cezbesi içerisinde maddi
varlığını terk et!’ demek ister.”(Nicholson, 1975: 103, 104)
Bu tür rûhânî tecrübeler sûfinin kendi iç dünyasında yegâne tecrübeler
olduğu ve ifade kalıpları da bunları doğrudan aktarmaya elverişli olmadığı için
sûfi bu hallerini beşerî tecrübesinin en yakın formları ve sembolleriyle ifade
108
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
eder. Bu kaçınılmaz durumun yanı sıra insanların ilgi duydukları şeylerle
dikkatlerini çekme amacı da güdülür. Bu sembolizmin doğru anlaşılmadığı
durumlarda, sûfiler bizzat kendi şiirlerinin ve kullandıkları sembollerin nasıl
rabbani marifetler ve hakikatler ihtiva ettiğini izah etmek üzere şerhler de
kaleme almışlardır.(Bk., İbn Arabî, 2000) İşte Alvarlı Efe de tüm bu
tecrübelerini tasavvufî şiirde sıkça rastlanan sevgili, dilber, aşk ve şarap
sembolleriyle mecâzî aşk formunda cismani aşk temaları kullanarak ifade
etmeye çalışır. Aslında tüm bu tasvirler de Alvarlı’nın bizzat kendi dini/rûhânî
tecrübe ve inanç dünyasından bağımsız değildir. Özellikle, zahiri itibarıyla
beşerî güzellikle alakalı tüm bu tasvirler ve semboller, “eynemâ”, “men aref”,
“bezm-i elest”, “belâ”, “küntü kenz”, “vahdet” gibi İslam’ın aslî kaynaklarından
alınarak sembolleştirilen ifadelerle iç içe verilir. Böylece, burada asıl kastedilen
güzelliğin hakiki Sevgilinin mutlak Cemâli olduğu okuyucuya hissettirilir. Ya
da diğer bazı sûfi şairlerde görüldüğü gibi, sûrete intikal eden güzelliğin tasvir
edilen dilberin iç güzelliğini sağlayan inanç, iman ya da marifetlerle doğrudan
bir ilişkisinin olduğu vurgulanır.5 Daha açık söylemek gerekirse, aslında Cemâli İlahiyi resmetmek, tasvir etmek mümkün olmadığı için yaşanan rûhânî
tecrübelerin tam tasvirini sunmak da mümkün değildir. Cemâl-i İlahi’yi tasvir
etme kudreti insanda yoktur, ancak insan zihnine biraz olsun yaklaştırmak için
farklı tecrübelerinden semboller kullanmak sûretiyle tasvir edebilmektedir.
Öyle olur ki sûfi yaşadığı bu engin tecrübeyi ifade ederken farklı din ve
kültürlerden sembolleri bile kullanabilir. Söz gelimi bir güzel uğruna beline
zünnâr6 bağladığından bile bahsedebilir. Ancak her ne kadar kullandığı bu
semboller başka kültür, din ya da tecrübeleri akla getirse de âşığın Mâşûkuyla
yaşadığı söz konusu bu tecrübesi kendine has, çok özel ve biricik bir
tecrübedir.(Kemikli, 2011: 42)
5
Meselâ İbn Arabî, Şeyh Mekînüddin Ebî Şüca’ın kızının güzelliklerini tasvir ederken
onun ahlaki ve rûhânî özelliklerinden, âlim, âbid ve zahid oluşundan bahseder.
Konuşmasının oldukça veciz ve fasih, cömertlikte ve vefada dengi
bulunmayışından bahseder. Bk., İbn-Arabî, 2000: 8, 9. Bu hususta ayrıca bk.,
Kemikli, 2011: 47.
6
Zünnâr, papazların bir alâmet olarak bellerine bağladıkları kendine has özellikleri olan
bir kuşaktır. Klasik şiir geleneğimiz içerisinde ucu püsküllü olan zünnâr, bu
yönüyle saça benzetilirken, bunu takınan ruhbanlardan mülhem olarak
tasavvufî dilde hizmet ve riyazet anlamına da kullanılmıştır. Bk., Kemikli,
2011: 42.
109
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
III.
Kurbiyyet ve Tasavvufî Tecrübe Esnasında Estetik Tecrübe
Her ne kadar âlemin farklı sûretlerindeki izâfî ve sûrî güzelliklerde
cemâl müşahedesi gerçekleşse de söz konusu bu müşahedenin en yoğun hali
kurbiyet ve vuslat temelli olarak insanın bizzat kendi ruhunda gerçekleşir.
Tasavvufî literatürde, Zâtı itibarıyla münezzeh olan yüce Allah’ın âleme ve
insana, sıfatları ve tecellileri itibarıyla bir cihetten yakınlığından ve nüzûlünden
bahsedilir. Bu yakınlık özellikle “Her nerede (eynemâ) olursanız olun O, sizinle
beraberdir” (Hadid 57/4) ya da “Her nereye yönelirseniz yönelin Allah’ın Vechi
oradadır” (Bakara 2/115) ayetleri esas alınarak sıkça vurgulanır. Bu yakınlık
Alvarlı Efe’nin Divan’ında “eynemâ şarabı” şeklinde ifadesini bulur.
Alvarlı’ya göre bu kurbiyetin mahalli, âşıklar için bir sâkî, tevhid zevki
bahşeden bir meyhane ve bu dünyada hemen peşinen elde edilen bir cennet
şeklinde tasvir edilen gönüldür. (Alvarlı, 2011: 226)
Ayetlerde de ifade edildiği şekliyle “her nerede olursanız (eynemâ)”
ifadesiyle kula açık bir yakınlık müjdelendiği için Alvarlı Efe’nin şiirlerinde
“şarab-ı eynemâ” ifadesiyle sembolize edilen bu yakınlık âşık için çok şey ifade
eder. Kula Allah’a yönelme, ibadet etme, âşık olma, O’nu tanıma, O’na doğru
yükselme imkânını tanıyan hep yüce Allah’ın âleme ve insana olan bu aslî
yakınlığıdır. Alvarlı’nın ifadesiyle din, iman, İslam ve ihsan nuru, nur-i Kur’an,
sırr-ı Yezdân, aşk, muhabbet, Rahmanın feyzi, “Küntü Kenz” sırrını âlemlere
ifşâ eyleyen irfan nuru, vahdet şarabının özü, zübdesi hep bu “şarab-ı
eynemâ”dır, hep bu kurbiyyettir. Alvarlı’ya göre bir damlası bile Hakkın sonsuz
bir lütfu olan bu yakınlık şarabı tende candır, canda Cânândır. Eşyanın, karanlık
bir hicap iken Hakka delalet eden bir alâmet ve bir ayete dönüşmesi de hep bu
yakınlıktan kaynaklanır. (Alvarlı, 2011: 105, 105, 242) Zira sûfiye göre Hak
Teâlânın bir cihetten bu aslî yakınlığı, yönelişi ve muhabbeti olmasa, bir diğer
ifadeyle O’nun Kendi Zati mertebesinden bir cihetten “nüzulü” söz konusu
olmasa kulun O’nu tanıması, O’na muhabbet duyması, O’na yönelmesi, O’na
iman edip ibadet etmesi, tevhidin sırrına ermesi ve hatta vücûd bulması
mümkün olmayacaktır.7
7
İbn Arabî, yüce Allah’ın mahlûkatı yaratması ve vahiy yoluyla insanla konuşmasını
bir nevî tenezzül ve kula yaklaşma kabul eder. Bu anlayışa göre, kimi zaman ilâhî lütuf,
ihsan ve cömertlik ya da tecellî şeklinde de zuhur eden bu aslî ilâhî nüzûl ve yakınlaşma
söz konusu olmasa kulun yapıp etmeleri çok da bir anlam ifade etmeyecektir. Şeyh-i
Ekber’in bu minvaldeki görüşleri için bk., İbn Arabî, Kitâbu’t-Terâcim, ts.: 263, 264;
1999: IV/310; VI/ 331-335.
110
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
Tüm kemâl makamlarını, velayet ve nübüvveti de izhar eden hep bu
yakınlıktır. Başta Hz. Peygamber olmak üzer tüm nebi ve velilerin şanını
yücelten işte bu “eynema şarabıdır.” Bu kurbiyetin sırını ise en mükemmel
manada Hz. Peygamber bilir, zira Allah’a yakınlığın zirvesini ifade eden
Mirac’ın sırrı da bu “eynema şarabı”dır. Dahası yeryüzü ve gökyüzü tüm âlem
Yüce Allah’ın âleme olan rahmet ve merhametini ifade eden bu yakınlık
sayesinde bir aşk ve şevk ile devreder durur ve varlıklarını sürdürürler.(
(Alvarlı, 2011: 106, 242) Görüldüğü gibi Hak Teâlâ’nın bu yakınlığı sadece
insani şuur düzeyinde olmayıp varoluşsal düzlemde de kâinatı ayakta tutan ezelî
bir ilkedir. Alvarlı Efe, Allah’ın âleme ve insana olan bu yakınlığını ve bunun,
gerek varoluşsal düzeyde gerekse insan açısından marifet ve dini şuur
düzeyindeki önemini şu şiiriyle çok güzel ifade eder: (Alvarlı, 2011: 242)
Hurşîd-i meârif doğar
Feyz-i Feyyâz kalbe sığar
Emtâr-ı muhabbet yağar
Şerâb-ı eynemâdandır
Cânândan ki hitâb olur
Derûn-i dil kitâb olur
Reh-i aşka şitâb olur
Şerâb-ı eynemâdandır
Men arefden dersin alan
Mârifete tâlib olan
Esrâr-ı tevhîdi bulan
Şerâb-ı eynemâdandır
Dürr-i derûnuna ârif
Olanlar ehl-i meârif
Hakîkat nefsini kâşif
Şerâb-ı eynemâdandır
Dünyevî endişe, kaygı, sıkıntı ve meşgaleler içerisinde ruhu varoluşsal
olarak terk edilmişlik, yalnızlık, gurbet ve çaresizlik içerisinde bırakmayıp ona
sürekli bir enerji sağlayan ve ona hakikatini ve mertebesini hatırlatan bu
yakınlığın nihai derecesi yine Hz. Peygamberin bir hadisinde, onun manevi
111
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
şahsiyetinde gerçekleşen hususi yakınlığa atfen şu şekilde ifade edilir. “Benim
Allah ile öyle vakitlerim olur ki, o yakınlığa ne Allah’a yakın bir melek, ne bir
nebi ve ne de bir resul yetişemez.” Her ne kadar bu, Hz. Peygamberin hususi
yakınlığını ve bir beşerin Allah’a olan yakınlığının nihai derecesini ifade etse
de, sûfinin kendi imkânınca bu yakınlıktan nasibi vardır. Alvarlı Efe bu
hakikati, “Serây-ı lî me’al-Mevlâ” ifadesiyle kendine has üslubu içerisinde
gayet veciz bir şekilde dile getirir. Buna göre âşığın yüce Allah ile hususi
yakınlığının mahalli nazargâh-ı İlâhî olan, yere göğe sığmayan sonsuz ilâhî
tecellilerin yansıdığı bir saray, ya da bir arş konumunda olan gönüldür: (Alvarlı,
2011: 197)
Serây-ı lî-me‘a’l-Mevlâ dil-i vîrânemiz vardır
Nazargâh-ı İlâhî’dir tecellîhânemiz vardır
Sûfi, bu aslî ve ezelî kurbiyyet hakikati üzere, maddi âlemin
bağlarından, nefsinin hicaplarından kurtulup yakınlığı bizzat kendi nefsinde,
şuur düzeyinde tecrübe ederek cemâl-i ilâhîyi müşahede etmeye çalışır. Bu
rûhânî tecrübe gerçekleştiğinde âşığın gönlü vahdet âleminde uçup duran bir
mana kuşu gibidir. Sevgilinin nurunu müşahede ettiğinde varlığından soyunur,
tıpkı ışığın aşkıyla yanıp tutuşan, en nihayetinde de ateşe düşüp yanıp yok olan
pervaneler gibi, âşık da cemâl-i ilâhînin nuru içinde yanıp yok olur. Sûfinin bu
halde yaşadığı sermestliğini, Mecnun gibi çöle düşüşünü, ıstırap çekişini fakat
yine de Sevgilinin diyarına deli divane oluşunu Alvarlı Efe şöyle ifade eder:
(Alvarlı, 2011: 198)
Gönül bir mürg-i mânâdır uçar âlem-i vahdetde
Cemâl-i şem-‘i cânâne yanar pervânemiz vardır
Gezer sahrâ-yı Leylâ’da olur Mecnûn-veş sermest
Sabâ-veş kûy-i dildâre dil-i dîvânemiz vardır
Hiç şüphesiz bu tür tecellileri müşahede, doğrudan zahirî, hissî
düzlemde olmayıp tasavvufî tecrübenin kompleks yapısı içerisinde kalpte, gönül
gözünde gerçekleşir. Bu anlamda şiirlerinde, insanın bazı edeplerle edeplenip,
hallerle hallendiğinde gerçek Sevgilinin cemâlini göstereceğini müjdeleyen
Alvarlı Efe, bunun gerçekleşmesinin vazgeçilmez esaslarını hatırlatır. Bu
esaslar, sûfilerin bilgiye ulaşma yöntemlerinde olduğu gibi soyut, aklî olmaktan
çok amelî ve tecrübîdir. Kısaca, Hakkın cemâlini gönül gözüyle müşahede
etmek için hizmet, edep, tevazu, rağbet, gayret, cömertlik vs. gibi insanı
112
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
kurtuluşa ve gerçek saadete götüren tasavvufî ahlakı eksiksiz yerine getirmek ve
buna mukabil cimrilik, haset, riyâ ve kibir gibi ilâhî tecellilere perde olan ve
insanı helâke götüren niteliklerden de uzaklaşmak gereklidir. En nihayetinde de
sekr, fenâ, mahv gibi hallerle hâllenerek Allah (c) dışındaki tüm meşgalelerden,
hatta varlıktan, izâfî benliğinden vazgeçip fani olmak gerekir: (Alvarlı, 2011:
262, 316)
Mir’ât-ı kalbe kıl nazar Cânân cemâlin gösterir
Vâriyyetinden et güzer Cânân cemâlin gösterir
Yüz yere sür sular gibi kurbân ol âhûlar gibi
Rağbetde hûb-rûlar gibi Cânân cemâlin gösterir
Hizmete eyle gayreti hizmet ile al himmeti
Her dü-cihân bul devleti Cânân cemâlin gösterir
Olur isen ehl-i edeb edeb seâdete sebeb
Edeb ile ol müntehab Cânân cemâlin gösterir
Kibr ü riyâdan ol berî buhl ü hasedden kal geri
Hak yoluna ver bu seri Cânân cemâlin gösterir
Arifin gönlüne yansıyan bu tecelliler, sadece hislere hitap eden bazı
rûhânî tecrübelerden ibaret değildir. Bütün bu tecrübelerin bilgisel içeriği vardır
ve bunlar insana birçok çeşit marifetler bahşeder. Sûfinin varlığa, kâinata,
insana, dine vs. bakış açısını değiştirir, tüm bunların hakikatlerini anlamada ona
zengin perspektifler sunar. Bu tecellilerin mahalli olan kalp artık yüce Allah’ın
mukaddes bir evidir, ariflerin tavaf yeridir. İnsanı hakikate ve gerçek saadete
götüren ilim ve hikmet hazineleri hep gönüldedir. Sûfiyi kendini tanımaktan
Rabbini tanımaya götürecek olan hakiki ve kuşatıcı bilgi de hep bu hazinededir.
Alvarlı Efe, gizli güzelliklerini ve kemâlatını ilâhî tecellilerin ortaya çıkardığı
bu hazineyi yine kendine has üslubuyla aref dershanesi olarak nitelendirir. Yani
cemâl-i ilâhîyi müşahede, marifetten, tecrübî olarak kendini tanımaktan hali
değildir. Alvarlı Efe’nin ifadesiyle, ölüleri, yani ölü kalpleri dirilten bu ilâhî
tecelliler Mevlâ’nın kapısında bir yoksul dilenci olan garip âşıkları marifet
sırrıyla bu âleme sultan yapar. Zirâ insan, nefsini tanımak sûretiyle varlık
içerisindeki yerini, Allah karşısındaki konumunu, O’nun mutlak zenginliği
113
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
karşısındaki aslî kulluğunu ve fakirliğini idrak ettiğinde gerçek zenginliği ve
saltanatı elde eder: (Alvarlı, 2011: 198)
Metâf-ı ârifân olmuş mukaddes beyt-i Mevlâ’dır
Künûz-i ilm-i hikmetdir aref dershânemiz vardır
Gedâ-yı dergeh-i Mevlâ olan emîr-i âlemdir
Mey ile mürdeyi ihyâ eder meyhânemiz vardır
Adem âlemine cân at yüzün sür yerlere LUTFÎ
Bu meydân-ı hidâyetde yine merdânemiz vardır
Bahşettiği sır, marifet ve zevk itibarıyla bu cemâl müşahedesi sûfiye,
yoğun rûhânî hazlar verir, âdeta bu dünyada cennet nimetleri sunar. Mutlak
cemâlden yansıyan ve Alvarlı Efe’nin şiirlerinde, sevgilinin kızıl gülleri
kendisine hayran bırakan kırmızı yanağı ve dudakları ile sembolize edilen ilâhî
tecelliler, Kevser ırmağı gibi âşığa ebedi hayat ve zevk bahşeder. Yaşanan
tecrübeler sûfiyi o kadar derinden etkiler ki cemâl-i ilâhînin tüm güzellikleri
sûfinin tasavvur ve tahayyül gücüne, gönül gözüne, kısacası ruhunun
derinliklerine tıpkı perilerin yüzü gibi latif ve lahuti bir sûrette silinmez bir
şekilde nakşolur. Ve artık sûfi, bu güzelliğin zincire vurulmuş bir esiridir. Her
nereye gitse, her neye baksa hep O’nu görür. Tıpkı Leylâ’nın aşkından aklı
başından giden ve bu kalbî bağlılığıyla adeta ayağı zincirlerle bağlı bir köle gibi
derinden bir esaret yaşayan Mecnun gibi deli divane olur ıssız vadilere ve
sahralara düşer. Ancak zahiren eza, cefa ve sıkıntı diyarı olsa da, o ıssız sahra
ve vadiler sûfinin gönlü için bir gül bahçesi gibidir, onu eşsiz zevklere ve
marifetlere sevk eder. Elbette yine paradoksal bir şekilde söz konusu bu rûhânî
hazlar acıdan, ıstıraptan uzak değildir. Bu dünyada tam bir vuslat
gerçekleşemeyeceği için ayrılık acısı âşığın kalbinden hiç eksik olmaz. Bu
sebeple inlemesi, hatta kimi zaman haykırması, gözünün yaşı, ayrılık ateşiyle
pare pare olduğu için ciğerlerinin kan yaşı da hiç eksik olmaz. (Alvarlı, 2011:
102, 105)
Alvarlı’nın ifadesiyle, masiva sevgisi aşığın kalbinden kaybolur, hep
asıl Sevgilinin iline kavuşmak için can atar durur. Zira onun kalbi artık, Hak
Tealânın sonsuz nurlarından gıdasını alıp gelişmektedir. O’nsuz gönlü karar
kılmaz, varlığını sürdüremez. O’nun eşsiz benzersiz güzelliği âşıkları yakalayıp
adeta darağacına çeker, peşinden sürükleyip götürür. (Alvarlı, 2011: 103, 105)
Âşığın zahiren düştüğü bu belalar, imtihanlar adeta uçsuz bucaksız çölün
114
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
sıkıntıları, belâları gibidir. Fakat tüm bu sıkıntılar, muhabbet ateşi dört bir
tarafını sardığı zaman aşığa bir gül bahçesinin ya da cennetin rahatlığını ve
zevkini bahşeder. (Alvarlı, 2011: 105, 244)
Dîde-i dildâre dîde-i hayrân
Bir nazar-endâzı cennet-i cândır
Bezm-i dilberlere olursa şâyân
Cânân merhabâsı zevk-ı cinândır
Tasavvuf tarihi boyunca bazı sûfiler, sadece yüce Allah’ın
müşahedelerinin talibi olma, başka her hangi bir nefsânî sâik sebebiyle değil,
sadece O’nun için O’na yönelme şeklinde bir tavır geliştirmişlerdir. Rabiatü’lAdeviyye ve Yunus Emre’nin şahsında adeta zirveye taşınan bu tavrın
yansımalarını Alvarlı’nın şiirlerinde de açıkça görüyoruz. Zira yukarıdaki
şiirinde görüleceği üzere o da, hakiki Sevgilinin sadece bir nazarının, bir
merhabasının verdiği rûhânî hazzı sonsuz cennet nimetleriyle eşdeğerde görür.
Dahası, Cânân ile beraber olduktan sonra cehennem ateşinin her kıvılcımının
insana cennet zevkleri bahşedeceğini, buna mukabil hakiki Yâr olmaksızın
cennetin de cân için bir cehennem ateşi olacağını söyler. (Alvarlı, 2011: 176)
Görüldüğü gibi Alvarlı da bu hususta tıpkı Rabiatü’l-Adeviyye ya da Yunus
gibi açık sözlüdür. Medrese geleneğinin güçlü olduğu bir bölgede ve küçük bir
beldede yaşamasına (hayatı hakkında bk., Kutlu, 2006) rağmen kendisine
muhtemelen gelebilecek tepkilere pek itibar etmez.
Zaten sûfilere göre cennetteki nimetlerin en üstünü de yine Hakkın
tecellileri ve müşahedesidir. Bu sebeple sûfiler, O’nun Vechinden başkasına
iltifat edip yönelmezler. Zira tecrübe ettikleri güzellik, dünyevî güzelliklerle
mukayese edilemeyeceği gibi ahiretteki cennet nimetleri ve güzellikleriyle de
mukayese edilemeyecek kadar eşsizdir. Alvarlı Efe, âşığın, cemâl-i ilâhîyi
müşahede ettikten ve bu eşsiz rûhânî hazza eriştikten sonra, O’ndan başka bir
şeyle mutmain olmayışını şu şekilde ifade eder: (Alvarlı, 2011: 270)
Güneş-veş dilber-i dildâr gönül eylenmez eylenmez
Gören gözler olur bîdâr gönül eylenmez eylenmez
Kemân-ebrûleri kudret kaleminden nedir hikmet
Cinân seyrine ne minnet gönül eylenmez eylenmez
Cemâli cennet-i cândır kelâmı dürr ü mercândır
115
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
Bu cângâhe heyecândır gönül eylenmez eylenmez
Âşıklar gerçek Sevgiliyle samimi dost olup ülfet etmeleri sebebiyle
masivaya yönelmezler. Tıpkı sevgilisinin kapısına gelmiş olan cesur, yiğit
âşığın gözünün, kapıdaki kapıcı, muhafız vs. gibi engellerden hiçbir şey
görmeyip sevgilisine kavuşmak için can attığı gibi âşık da yaşadığı bu engin
manevi tecrübe esnasında tüm sûretlerden, geçici güzelliklerden, dünyevî
zenginlik, saltanat, nam, şan ve mevkiden, hatta benliğinden vazgeçer. Sadece
Sevgilisinin cemâline yönelir. Gözlerini, tasavvur, tahayyül ve tefekkür gücünü,
kısaca tüm bâtınî his ve melekelerini, bütün benliğiyle Sevgilisinin kapısına
vakfeder, başka şeyleri görmez, onlara ülfet etmez. Artık Sevgilinin
“mahalline”, “ikamet ettiği yere”, “diyarına” meftun olmuştur, sürekli oraya
kavuşmak için can atar durur. Bir kere o “belde”ye kavuştu mu artık tek bir
hayali vardır, oradan başkasını gözü görmez, sürekli orayı arzular. Alvarlı
Efe’nin şiirlerinde de Sevgilinin söz konusu bu “yurdu” “kûy-ı Yâr: Sevgilinin
köyü”, “der-i Dildâr: Sevgilinin kapısı”, “dâr-ı Yâr: Sevgilinin evi” şeklinde
sembolize edilir. Alvarlı Efe, sûfinin müşahede esnasında bu şekilde nasıl
yoğun bir tecrübe yaşadığını ve bu tecrübesinin tesiriyle de Sevgilinin
“diyârı”na yönelişini şöyle ifade eder: (Alvarlı, 2011: 208, 209)
Yâr ile hem-dem olan ağyâre ülfet mi eder
Ahyer ile yâr olan eşrâre ülfet mi eder
Der-i dildârı bulan âşık-ı serbâzların
Cânı cânâna gider derbâne ülfet mi eder
Mey-i sahbâ-yı ezel mesti müdâm gözlerini
Vakfeder dâr-i yâre civâre ülfet mi eder
Ayrıca Alvarlı Efe’ye göre bu kadar yoğun bir tecrübe yaşayan âşık
sadece garip bir fakir değildir. Fütüvvet, mürüvvet yiğitlik, erlik ve civanmertlik
gibi bütün tasavvufî hasletler kendisinde gözükür. Hz. Ali’nin erliğini ve
şecaatini ifade eden Hayder-i Kerrâr (Allah yolunda döne döne vuruşan yiğit)
ve Zülfikâr sembollerini zikretmek sûretiyle âşığın, yaşadığı bu ilâhî aşkı
uğruna meydân-ı Hüdâ’ da ne kadar da gözü pek olduğunu, gerek enfüsî
gerekse âfâkî tüm “engel”, “hicap” ve “düşmanlara” karşı nasıl cesurca
mücadele ettiğini açıkça ifade eder. Zira sadece Sevgilisine kalben bağlanan ve
canından bile vazgeçebilen âşık artık psikolojik olarak, her türlü bağdan, korku
ve kaygıdan kurtulmuştur. Bu durum, Alvarlı’nın şiirlerinde de gördüğümüz
116
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
gibi, tasavvuf edebiyatında genel olarak aşk şehidi Hallâc-ı Mansûr’un bu
husustaki şecaati ve fedakârlığıyla ilişkilendirilir ve “dâr-ı Mansûr’da
(Mansur’un darağacı) canından geçmek”8 şeklinde sembolik olarak ifade edilir.
Alvarlı Efe, âşığın, Sevgilinin yolunda canından bile vazgeçmesini, şu şekilde
ifade eder: (Alvarlı, 2011: 209)
Mîr-i meydân-ı hüdâ Hayder-i Kerrâr velî
Zülfikār ’ı bırakıp küffâre ülfet mi eder
Der-i dergâh-ı İlâhî’de mülâzim olanın
Rızâsın gözlemeyüp bir kâre ülfet mi eder
Cemâl’ım cân ile cânân yoluna varmalıdır
Cânâne kurbân olan cânına ülfet mi eder
LUTFİYÂ cân ile düş yâr-i kadîm dergâhına
Fakr u fenâyı bulan sultâne ülfet mi eder
IV.
Cemâlî Tecellilerin Sûfi Üzerindeki Tesiri
Bu dünyada cemâl-i ilâhîyi müşahedeye imkân tanıyan mahal gönüldür.
Allah dostu kendisine müjdelenen bu yakınlık doğrultusunda arınmış bir gönül
ile kâinattaki her bir sûrette ya da ruhunun derinliklerinde Allah’ın Vechini arar.
Bu yönelişi sayesinde eşsiz rûhani tecelliler yaşar. Bu tecelliler peş peşe, farklı
farklı gelir ve sûfiyi halden hale sokar. Sûfinin arınmış kalbi de değişik
şekillerde gelen bu tecellileri almaya elverişlidir, zira kalp de buna paralel
olarak değişme özelliği gösterir. Sûfinin tecrübe ettiği ilâhi tecelliler âlemde, bir
beşer sûretinde ya da eşsiz güzellikteki bağ ve bahçelerde tecrübe edilen tüm
güzel ve güzelliklerin çok ötesindedir. Alvarlı’nın ifadesiyle, mutlak cemâl ve
kemâl üzere gelen bu tecelliler insanı derinden etkiler, gönlüne nurlar doldurup
can verir, onu halden hale sokar, en nihayet şiddetli bir hayrete sevk eder.
(Alvarlı, 2011: 234, 243, 252, 253) Tecellîler sadece Sevgilinin eşsiz
8
Alvarlı Efe, Hallâc-ı Mansur’un ilâhî aşkı uğruna varlığından vazgeçmesini şiirlerinde
çeşitli vesilelerle zikrederek adeta sembolleştirir. Evlâd ü ıyâl gibi hüsn-i cemâli
müşahedeye engel olan perdeleri terk etmeyi tavsiye ederken en büyük engel olarak
insanın kendi varlığından geçmesi noktasında da Hallâc’ı örnek olarak gösterir:
“Evlâd ü ıyâl perde çeker husn-i cemâle
Terkeyle vârın Mansûr -i berdâre nazar kıl.” Bk., Alvarlı, 2011: 316.
117
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
güzelliğinden kaynaklanan ünsiyet, muhabbet, kurbiyyet halleri üzere olmaz.
Kimi zaman da yüce Allah’ın Azîz, Celîl ve Kahhâr isimlerinden neşet eden
heybet, havf ve kabz halleri üzere olur. Sürekli peş peşe gelen ve tekrar etmeyen
tecellilerle sûfi, kimi zaman şen şakrak olur gönlünde güller açar, kimi zaman
da ihtiyarını kaybeder, sinesi param parça olur canından bezer, tüm varlığından
vazgeçer: (Alvarlı, 2011: 226)
Şûh u şengim tîr-i müjgân bir urur bin pâreler
Yâr gülende gönlüme güller açar gülpâreler
Şöyle bir ebrû-kemân mihr-i zemân meftûniyem
Terk-i cân eyler görende âşık-ı âvâreler
Gözlerin âfet-i devrân kaşların tîğ-ı kazâ
İhtiyârsız âşıkın bin câme-i cân pâreler
Zevk-ı cennetden değerli Dilberin gülberleri
Katl eder LUTFÎ’yi elbet bu kılınc-ı hâreler
Alvarlı Efe, bir başka beytinde bu tecelliler karşısındaki konumunu
bizzat kendi hali üzere paradoksal bir düzlemde anlatır. Zira Sevgilinin cemâlini
müşahede kendisini sahralara salsa da, yine Yârı canına kastetse de, Sevgilinin
yolunda canını vermek ona göre gerçek saadettir ve gerçek kârdır: (Alvarlı,
2011: 345)
Ol kemân-ebrûleri mihrâb-ı kudret mâh-ı nev
Dürr ü mercân lebleri gülnârı gördüm ben bugün
Mey-i mânâ cur‘asıyla mest-i medhûş bir güzel
Katmer-i sahrâ gibi dür-bârı gördüm ben bugün
Kays-veş sahrâlara saldı sanem-rûler beni
Cân verüp cânân yolunda kârı gördüm ben bugün
LUTFİYÂ bâr -ı belâdır düşme dâr-ı dilbere
Cânıma kasd eyleyen bir Yâri gördüm ben bugün
Bu noktada sûfi derin deryalara dalma, belalara müptela olma ile cemâli ilâhîyi müşahede etmenin cazibesi arasında kalır. Kimi zaman manevi
118
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
sarhoşluğu gidip de aktüel bilincine kavuştuğunda kendine derin deryalara
dalmama yönünde telkinlerde bulunsa da onun için Sevgilinin huzurunda
bulunmakla yaşanan engin rûhanî tecrübe, “belâ” sûretinde olsa da her şeyden
daha değerlidir. (Alvarlı, 2011: 103)
Lütfî derin deryalara salma sefinen gark olur
Taht-ı Süleyman-ı değer Cânân civârında belâ.
Gerçek Sevgili kimi zaman Bâtın ismiyle tecelli eder, nazlanır, Kendini
gizler. Alvarlı Efe, O’nun bu tecellilerinin o kadar müptelası ve müştakı
olmuştur ki O, Bâtın ismiyle gizlendiğinde merhamet dilenerek kendisine
“eynemâ şarabı”, yani her an her yerde olan Vechinin sonsuz güzellikteki
tecellilerini sunmasını ister. (Alvarlı, 2011: 235) Bu şekilde âşıkların gönüllerini
kimi zaman mamur, kimi zaman da harap eden-ki hakikat cihetinden her ikisi de
imar ve lütuftur-birçok marifet ve estetik tecrübeler sunan bu tecellilerden
bahsetsek de bu ifadeler genel olarak sûfilerin marifet ve ru’yet anlayışlarına
paralel olarak paradoksal zeminde ilerler. Buna göre, her ne zaman bilmeden ve
idrakten bahsedilse hemen beraberinde bir bilinemezlikten ve hayretten, yine
her ne zaman ru’yetten ve müşahededen bahsedilse hemen gizlenmekten ve
perdelenmekten bahsedilir.(Tasavvufî gelenekte yaygın olan bu paradoks
hakkında bk., Chittick, 2003: 277 vd.) Alvarlı da bu durumu şiirlerinde hicâp ve
nikâp sembollerini kullanmak sûretiyle ifade etmeye çalışır. Her ne kadar
Sevgilinin çok canlı tasvirleri yapılsa da O’nun latif perde ve peçelerinden de
bahsedilir. Zira tasavvufî gelenekte sıkça zikredildiği üzere, nurdan ve
zulmetten sonsuz hicapları bulunan Hak Teâla ne kadar derin, rûhânî, latif
tecrübelerle idrak edilir ya da müşahede edilirse edilsin Zâtı ve kemâlâtı gereği
mutlak manada idrak ve ihata edilmekten uzaktır. Bu hususta Alvarlı Efe, genel
olarak tasavvufî literatürde olduğu gibi, biri Hak Teâla, diğeri de insan
cihetinden olmak üzere iki önemli hicâp/nikâptan bahseder: Yüce Allah’ın
kemâlâtı ve bizzat insanın beşerî varlığı. (Alvarlı, 2011: 285, 316)
Görünce şevkı şems-i dil cemâl-i zü’l-Celâlî’den
Yüzünü yerlere koymuş türâb-ender -türâb olmuş
Meallah ârifün billâh olan erbâb-ı tecrîddir
Görünmez hurşîd-i mânâ beşeriyet nikāb olmuş
Hüve’l-Evvel hüve’l-Âhir hüve’z-Zâhir hüve’l-Bâtın
Cemâl-i zü’l-Celâl’ine kemâlâtı hicâb olmuş
119
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
Cemâl-i ilâhîyi müşahedenin sûfi üzerinde birçok yönden tesiri vardır.
Alvarlı’nın ifadesiyle, tıpkı saba rüzgârının nemiyle açılan güler gibi gönüller
de bu tecellilerle, ilâhî aşk şarabının tesiriyle muhabbet ve marifetle dallanıp
açılır. Bir damlası bile bir cana bedel olan bu aşk şarabı gönülleri cilalar,
paslarından, kirlerinden arındırır, onları ilâhî nurlarla aydınlatarak marifet ve
muhabbet mahalli yapar. (Alvarlı, 2011: 102, 235) Ona eşsiz bir manevi zevk
verir, kâl ehli iken hale sevk eder, çok tesirli hitap ederken, çok güzel vaaz ve
nasihatlerde bulunurken adeta dilsiz olur, her şeyi terk eder, kendisini derin bir
sükûnet kaplar. Hz. Musa’yı kendinden geçirip baygın düşüren de, Hz. Yusuf’u
bir kuyuya attıktan sonra Mısır’a sultan yapan da hep bu tecellilerdir. (Alvarlı,
2011: 227, 235) Burada Alvarlı Efe, “Bir gün olur çâhe atar Lutfî’yi, sonra
Mısır şahlığına aldırır” demek sûretiyle doğrudan Hz. Yusuf’u değil kendini
zikreder ve Kur’an’da geçen peygamber kıssalarına dolaylı referansla bizzat
sûfinin kendi manevi kemâl yolculuğunu anlatır. Dolayısıyla bu beyitlerde,
Kur’an kıssalarını ferdî, psikolojik düzeyde yorumlamaya imkân tanıyan bir
referans çerçevesi vardır. Alvarlı Efe burada çâh/kuyu ifadesiyle muhtemelen
mevhûm/izâfî benliğini kastetmektedir. Bu kuyu, insanın ruhunu beden ve
dünya zindanına hapseden, sahip olduğu hazineleri görmesine engel olan derin
ve karanlık bir kuyudur. İşte Alvarlı’ya göre insanı bu karanlıktan, Hakkın
tecellilerini, cemâl-i ilâhîyi müşahedenin nurları kurtarıp aydınlığa çıkartır. Bu
şekilde insan da bir insan-ı kâmil ve mana âleminde bir sultan olur.
Diğer taraftan burada kuyu sembolüyle seyr u sülûk boyunca çekilen zorluklar,
sıkıntılar ya da Allah ile kulu arasındaki eza ve cefa kaynağı tüm hicaplar da
kastedilmiş olabilir. Kendi gayreti ve nihâî olarak da ilâhî lütuf ile tüm bu
engellerden kurtulan sûfi, insan-ı kâmil olarak gönül ikliminde sultan olur.
Cemâl-i ilâhî’den yansıyan bu nurlar âşık için çok değerlidir, onun gözünde bu
nurlar âlemin ruhudur. (Alvarlı, 2011: 392) Aslında bu nur âşığın her şeyidir,
onun bütün amellerine de yansır, dini, imanı, kıblesi, kâbesi, mihrabı vs. hep bu
nurdur. Zira tüm ibadetlerde arzulan huzuru ilâhîyi bu nur sağlar. Aslına
120
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
bakılırsa sûfiye eşsiz şiirler, gazeller, rubailer söyleten9 de hep bu tecelliler ve
yaşadığı aşk tecrübesidir.10
Cemâl-i ilâhîyi müşahede, sıradan eşyayı görme gibi baş gözüyle değil
de gönül gözüyle olduğu için donuk, statik değildir. Tecellileriyle sûfiyi halden
hale sokar. Bu durum tasavvufî literatürde hallerin geçiciliği ve sürekli değişimi
ile ifade edilir. Haller makamlar gibi kalıcı ve kesbi değildir, vehbi olup sûfinin
iradesi söz konusu değildir.(Kuşeyrî, 2001: 91, 92) Sûfiyi ansızın kaplar hemen
yine sûfinin kendi iradesi olmaksızın yerini başka bir hale bırakır. Bu haller
Alvarlı Efe’nin müşahedeyi canlı bir şekilde tasvir ettiği şiirlerine de yansır. O
eşsiz güzellikteki Sevgili, şefkat ve merhamet gösterir de bir an perdesini
kaldırır, seyr-i cemâl ile kemâlini gösterirse âşığı eşsiz bir neşe ve mutluluk
kaplar. Gönlündeki tüm manevi hastalıkları söküp atar, Sevgilisiyle hem-dem
olur, çok yakın dost olur, ülfet ile sohbet eder. Sevgilinin tecellileriyle Vücûd ve
tevhid deryasının derinliklerine dalar, onun inci mercanlarıyla süslenir. Bu
esnada sohbeti de insanı serinleten içimi hoş serin, tatlı su gibidir. Sevgilinin
gül sinesi bazen nurlarıyla öyle parlar ki masiva güneşini zail eder yok gösterir.
Sıradan şuuru esnasında, kendi varlığını sûfinin bilincine dikte eden mâsivâ,
yüce Allah’ın sonsuz tecellilerinin müşahedesi esnasında yok hükmünde
görünür.
Sevgili kimi zaman nazlıdır, nezaketlidir, âşığın gönlünü aşk şarabıyla
doldurup onu kendinden geçirir. Kimi zaman da sinesinden oklar atarak kahr ile
eza cefa çektirir, dertlerine bin dert katar. Bu durumda sûfi öyle bir hale bürünür
ki gözünde hiçbir şeyin değeri kalmaz. Sûretâ doğru olan şeyler bile kendisine
vebal görünür. Bir diğer ifadeyle, hakikati itibarıyla bir hicap olduğu için
âlemdeki tüm doğru, güzel sûretler bile kendisi için bir ağırlık, bir ıstırap
kaynağı olur. Bizzat kendi varlığı da vuslata mani en büyük hicap olduğu için
başta kendi vücûdu olmak üzere kendisinden sadır olan tüm güzel fiiller
9
Sûfilerin asıl gayelerinin mana, hakikat ve bizzat yaşadıkları tecrübeler olduğu yoksa
kafiye, vezin vs. gibi şeylerle sözü güzelleştirme gibi bir gayelerinin olmadığı,
bu itibarla da şiirlerinin yaşadıkları engin rûhânî tecrübelerden neşet ettiği
hususunda detaylı tahliller için bk., Kılıç, 2004.
10
Meselâ Mevlânâ bir rubaisinde bu hakikati şöyle ifade eder:
“Ben âşıklığı Senin kemâlinden öğrendim
Beyit ve gazel söylemeyi Cemâlinden öğrendim
Gönül perdesinde hayalin raksetmede
Ben en güzel raksı Senin hayalinden öğrendim.” Bk. Mevlânâ, 1994: 216, nu: 1054.
121
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
kendisine günah, vebal görünür. Kimi zaman bu müşahedeler o kadar açık, daha
doğru bir tabirle o kadar latif perdeler arkasından olur ki âşığı haremine alır en
gizli sırlarını ona öğretir. Bazen Kendine o kadar yaklaştırır ki Rengine
boyandırır, ilâhî niteliklerle nitelendirir. Bazen de o kadar hicap ile perdelenir ki
âşığı yanına yanaştırıp beldesine almaz. Hatta öyle olur ki katline ferman eder,
darağacına çeker. Fakat gerçek Sevgilinin aslâ tekrar etmeyen, sûfiyi halden
hale sokan farklı tecellileriyle bu şekilde pek çok ıstırap, dert ve kedere düşse
de âşığın can gözüne bunlar hep güzelliğin, hüsnün, cemâlin ta kendisi görünür.
Kısaca, müşahede sürekli cemâl ve celal tecellileri arasından değişir gider, fakat
tıpkı Hak Teâlâ’nın sonsuz güzellikteki sıfatlarını bir birinden ve en temelde de
Zât-ı İlâhiden mutlak manada ayıramadığımız gibi tecelliler de mutlak olarak
ayrıştırılamaz. Cemâlde Celâl, Celâlde Cemâl, bir diğer ifadeyle lütufta kahır,
kahırda da lütuf söz konusudur. İlahi rahmet ve şefkatten uzak salt kahr ve çile
söz konusu değildir. Bazen öyle olur ki aşığa bütün bildiklerini unutturur, her
şeyi terk ettirir, âlim iken cahil, ermiş iken tekrar talip ve mürid kılar. Alvarlı
Efe, âşığın derununda gerçekleşen tüm bu değişmeleri şöyle ifade eder. (Alvarlı,
2011: 227, 241, 242)
Bir gün olur Yâr cemâlin gösterir
Şefkat eder ayn-i kemâl gösterir
Şân u şerâfâtı kadîm bir güzel
Sohbetiyle âb-ı zülâl gösterir
Bir gün olur âşıka nazlar satar
Sahn-ı sînesin gözedir ok atar
Derdlilerin derdine bin derd katar
Resm-i savâbları vebâl gösterir
Bir gün olur elden alur ezberin
Bir gün olur kara eder defterin
Bir gün olur pür-nûr eder gülberin
Mihr-i sivâ dâre zevâl gösterir
Bir gün olur deftere ismin yazar
Bir gün olur sûretâ bozar yazar
Çünkü olur dildeki derdin hezâr
Cân gözüne ayn-i cemâl gösterir
122
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
SONUÇ
Genel itibarıyla sade bir üslupla yazan, şiirlerinde kimi zaman hitap
ettiği kitleyi de dikkate alarak halk kültürüne ilişkin yöresel ifadeler de kullanan
Alvarlı Efe’nin, tasavvufî derinliği olan ve yoğun sembolik örgüsü bulunan
şiirleri de mevcuttur. Bu şiirler, Allah ile insan arasında ünsiyet ve kurbiyyet
merkezli münasebetin zengin örneklerini takdim eder. O, bu münasebeti,
tasavvuf edebiyatında sıkça rastlanıldığı üzere, şiir dilinin zengin
sembolizminden ve tesir gücünden faydalanarak aşk, güzellik, şarap ve
meyhane gibi sembollerle ifade etmeye çalışır. Alvarlı Efe, tüm bu sembolizm
içerisinde, Zâtı itibarıyla âlemden ve insandan münezzeh olan yüce Allah’ın,
sıfatlarının tecellileri itibarıyla insana ne kadar yakın ve onu nasıl kuşatmış
olduğunu vurgular. En nihayet, bu ilâhi tecellilerin insanın ruhunda nasıl
silinmez izler bıraktığını ve onu nasıl halden hale soktuğunu ifade eder. Yoğun
sûfiyâne tecrübeleri ifade etmede sıkça başvurduğu sembolizm ve yine bu tür
tecrübelere atıfla sıkça Hallâc-ı Mansur’u âdeta bir sembol olarak zikretmesi,
Alvarlı Efe’nin, sadece hayatını sürdüğü bölgenin ve ilmî geleneğinin ya da
bizzat temsil ettiği tasavvufî geleneğin sınırlarında kalmayıp aşk, vecd
meşrebine de yöneldiğinin göstergesidir.
KAYNAKLAR
Alvarlı Efe, Hâce Muhammed Lutfi (2011), Hulâsatü’l-Hakâyık, (Damla Yay.),
İstanbul.
Chittick, William C. (2003), Tasavvuf, Kısa Bir Giriş, çev. Turan Koç, (İz
Yay.), İstanbul.
Çakmaklıoğlu, M. M. (2007), İbn Arabî’de Ma’rifetin İfadesi, (İnsan Yay.),
İstanbul.
Eroğlu, Farsakoğlu A. (2010), Hâce Muhammed Lutfî’nin Şiirlerinde Din ve
Tasavvuf Kültürü, (Akademi Yay.), İzmir.
İbn Arabî, (1999), Muhyiddin, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, haz., Ahmet Şemsettin,
(Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye), Beyrut.
İbn Arabî, (1946), Fusûsu’l-Hikem,thk. Ebu’l-Alâ Afifi, (Dâru İhyâi’l-Kütübi’lArabiyye), Kahire.
İbn Arabî, (2000), Zehairu’l-Â’lâk Şerhu Tercümâni’l-Eşvâk, hz. Halil İmran
Mansur, (Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye), Beyrut.
123
Çakmaklıoğlu, M. M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 99-124
İbn Arabî, Ankâu Mugrib, thk. Ahmed Seyyid Eş-Şerif, (Mektebetü’l-Ezheriyye
li’t-Türas), Kahire, ts.
İbn Arabî, Kitâbu’t-Terâcim, Resâilu İbn Arabî, thk., Muhammed İzzet,
(Mektebetü’t-Tevfikiyye), Kahire, ts.
Kartal, A. (2003), Abdülkerim el-Cîlî, Hayatı Eserleri, Tasavvuf Felsefesi,
(İnsan Yay.), İstanbul.
el-Kayserî, (2011), Dâvûd, Aşk Şarabı ve Hayat, Kasîde-i Hamriyye Şerhi, terc.
Turan Koç-Mehmet Çetinkaya, (İnsan Yay.), İstanbul.
Kemikli, B. (2011), Sûfi Şâirin İzinde Şiir ve İrfan, (Kitabevi Yay.), İstanbul.
Kemikli, B. (2004), Dost İlinden Gelen Ses, (Kitabevi Yay.), İstanbul.
Koç, T. (2008), İslam Estetiği, (İSAM), İstanbul.
Kılıç, M. E. (2004), Sûfi ve Şiir, (İnsan Yay.), İstanbul.
Kuşeyrî, (2001), er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, tahk. Halil Mansur (Daru’l-Kütübi’lİlmiyye), Beyrut.
Kutlu, H. (2006), Hâce Muhammed Lutfî, Hayatı, Eserleri ve Şahsiyeti, (Damla
Yay.), İstanbul.
Küçük, O. N. (2011), Fusûsü’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsan-ı Kâmil, (İnsan
Yay.), İstanbul.
Mevlânâ, Celâleddin Rumi, (1960), Mesnevî, çev. Veled İzbudak, (MEB. Yay.),
İstanbul.
Mevlânâ, Celâleddin Rumi, (1994), Rubâiler I-II, çev. M. Nuri Gençosman,
(MEB. Yay.), İstanbul.
Nasr, Seyyid Hüseyin, (2001), Bilgi ve Kutsal, çev. Yusuf Yazar, (İz. Yay.),
İstanbul.
Nicholson, Reynold A. (1969), fi’t-Tasavvufî’l-İslâmî ve Târîhuhu, Arapça’ya
çev. Ebu’l-Alâ Afîfi, (Lecnetü’t-Te’lîf ve’t-Tercüme ve’n-Neşr),
Kahire.
Nicholson, Reynold A. (1975), The Mystics of Islam, (Schocken Books), New
York.
eş-Şutûrî, Ali Hatîb, (1984), İtticâhü’l-Edebi’s-Sûfî Beyne Hallâc ve İbn Arabi,
(Dârü’l-Meârif), Kahire.
et-Tehânevî, Muhammed Ali, (1996), Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn ve’l-Ulûm,
tahk., Refîk el-Acem, (Mektebetü Lübnân), Beyrut.
124
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
Çimento Sektöründe Özelleştirmelerin İşletme Performansına Etkileri
(Türkiye Uygulaması)
Uğur Karakaya1
Özet
Bu çalışmada Türkiye’de, çimento sektöründe özelleştirmelerle ortaya çıkan
performans değişimi, biri statik diğeri dinamik olmak üzere iki ayrı yöntemle analiz
edilmiş, işletme performansı özelleştirme öncesi, özelleştirme yılı ve özelleştirme
sonrası olmak üzere üç ayrı dönem haline incelenmiştir. Bu amaçla 23 çimento şirketi
seçilerek bunların özelleştirilme sürecinde değişen kârlılıkları araştırılmıştır. Kârlılık
ortalamalarını dönemlere göre karşılaştıran statik analizde işletmelerin çoğunda
özelleştirme sonrası döneme ait kârlılığın, özelleştirme öncesi döneme göre arttığı tespit
edilmiştir.
Dinamik analiz, özelleştirmenin kârlılığa etkisine ilişkin daha detaylı
sonuçların ortaya çıkmasını sağlamış, özelleştirmeyle birlikte oluşan eşik etkisiyle,
istatiksel olarak anlamlı bulunan 16 şirketten 10’unda kârlılık artışı tespit edilmiştir.
Ancak, özelleştirme sonrası dönemde bu şirketlerden 9’unda kârlılık istikrarını
kaybederek düşme eğilimi göstermiştir. Kârlılıktaki bu düşüşe rağmen kârlılık oranları
özelleştirme öncesi döneme ait seviyelere gerilememiş, bu seviyelerin bir hayli üzerinde
kalmıştır.
Özelleştirmeyle birlikte artan kârlılık daha sonraki süreçte birtakım başka
faktörlere bağlı olarak azalma eğilimi gösterebilmektedir. Nitekim, kârlılığı etkileyen
tek faktör mülkiyet değişimi olmayıp, işletmelerin özelleştirmeye hazırlanma sürecinde
yapılanların yeterliliği; özelleştirme sonrasında işletmenin yönetim ve organizasyon
yapısı, mevcut iktisadi konjonktür, krizler vb. faktörler işletme kârlılığını
etkileyebilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Performans, Verimlilik, Etkinlik, Özelleştirme sonrası
kârlılık, Kamu ve özel sektör işletmeleri
The Effects of Privitazition on Company Performance in Cement Sector
(Turkish Sample)
Abstract
In this study, performance change caused by privatization in cement industry
was analyzed using two different methods; one static and the other dynamic, and
company performance was investigated in three different periods as pre-privatization,
1
Dr. Gaziosmanpaşa Üniversitesi, [email protected]
125
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
privatization year and post-privatization. 23 cement companies were chosen and their
changing profitability during the privatization period was studied. As a result of the
static analysis which compares profitability means of the periods, it was found that in
most of the companies profitability increased in post-privatization period when
compared to that of pre-privatization period.
Dynamic analysis provided more detailed results about the effects of
privatization on profitability, and with the threshold effect caused by privatization,
profitability increase was found in 10 companies out of 16 that were found to be
statistically meaningful. However, in post-privatization period profitability in 9 of these
companies lost its stability and showed a decrease. Despite the decrease in the
profitability, the profitability rates did not go back to pre-privatization levels but
remained quite above these levels.
Profitability that increased with the privatization can show a decrease
depending on some other factors in later periods. Thus, property change is not the only
factor that affects profitability; whether it is enough or not what the companies did in
privatization preparation period, the administration and organization structure of the
company after the privatization, present economic conjuncture, crisis etc. can also affect
the profitability of a company.
Key Words: Performance, Productivity, Efficiency, Post privatization
profitability, Public and private companies
GİRİŞ
1980’li yıllarda küreselleşmeyle birlikte neoliberal görüş ve
politikaların giderek popüler hale gelmesi, bu doğrultuda kamu kuruluşlarının
yeniden yapılandırılması, devletin ekonomideki yetki ve müdahalelerinin
azaltılması vb. düşüncelerin bir sonucu olarak ortaya çıkan özelleştirme 1980’li
yıllarda birçok ülkede sistemli olarak uygulama alanı bulmuş, önemli ve güncel
bir konu haline gelmiştir.
Özelleştirmeler hemen her sektörü etkilemiş, özelleştirmelerden önemli
ölçüde etkilenen sektörlerden birisi de çimento sektörü olmuştur. Ekonomik
yapı içinde doğrudan ya da dolaylı birçok sektörle ilişki içinde olması, ulaşım,
enerji, giyim, gıda vb. birçok sektörü etkilemesi çimentoya, inşaat sektöründe
henüz alternatifi bulunmayan, önemli ve vazgeçilemez bir ürün olma özelliği
kazandırmıştır.
Türkiye’de çimento sektöründe ilk özelleştirme uygulaması, 1989
yılında ÇİTOSAN’a bağlı birer ortaklık olarak faaliyet gösteren 5 çimento
126
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
fabrikasının Ciment Francais firmasına blok satışıyla başlamıştır. Çimento
sektöründe yatırımın kârlı olması ve özelleştirme kapsamına alınan fabrikaların
satış bedellerinin makul düzeyde belirlenmesi uygulamaları hızlandırmıştır.
1988’de devlete ait çimento fabrikalarının sayısı 24 iken, bu fabrikaların
1989’da 5’i, 1992’de 7’si özelleştirilmiştir. Geri kalan 12 fabrikanın mülkiyeti
ise 1998 yılında özel sektöre devredilmiştir. Özelleştirme uygulamalarına, 1999
yılında tüm fabrikaların özelleştirilmesi ve ÇİTOSAN’ın Ticaret Sicili’nden
tüzel kişiliğinin silinmesiyle son verilmiş ve devlet bu alandaki işletmecilikten
tamamen çekilmiştir (Saygılı Ş., Taymaz E., 1996).
Bu çalışmada, Türkiye’de çimento sektöründe faaliyet gösteren
KİT’lerin özelleştirilmeleriyle değişen performanslarının incelenmesi
amaçlanmış; özelleştirme sonrasındaki performansları ile önceki durumları biri
statik diğeri dinamik olmak üzere iki farklı yöntemle karşılaştırılmıştır. Bu
çerçevede ilk olarak özelleştirmeyle değişen işletme performansını konu alan,
daha önce yapılmış araştırmaların bir özeti sunulmuş, sonra kullanılacak
ekonometrik model ve yöntem tanıtılarak çimento sektöründe faaliyet gösteren
işletmelerden seçilen örneklere ait veriler analiz edilmiştir. Son olarak da
araştırmanın genel bulguları özetlenerek ortaya çıkan sonuçlar
değerlendirilmiştir.
Çimento sektörünün imalat sanayi içinde önemli bir yere sahip olması,
özelleştirmelerin ilk ve ağırlıklı olarak bu sektörde gerçekleşmesi, karşılaştırma
ve değerlendirme yapılmasını sağlayacak verilerin mevcut ve kolay ulaşılabilir
olması vb. nedenler araştırma için bu sektörün seçilmesinde önemli rol
oynamıştır.
1. Kamu ve Özel Sektörde İşletme Performansını Karşılaştıran Çalışmalar
Literatürde mülkiyet biçimi ve özelleştirmenin ekinlik ve verimlilik
üzerindeki etkilerini inceleyen çok sayıda araştırma yapılmıştır. Kamu ve özel
sektör işletmelerinin performanslarının karşılaştırıldığı bu çalışmalarda iki farklı
yöntemin izlendiği göze çarpmaktadır. Bunlardan birincisinde, özel sektöre
devredilen işletmelerin birtakım performans göstergeleriyle özelleştirme öncesi
ve sonrasındaki verimliliklerinin ölçülerek özelleştirmenin etkinlik ve
verimlilikte bir artışa neden olup olmadığı sorgulanmaktadır. İkinci yöntemde
ise, aynı sektörde faaliyet gösteren bir grup kamu sektörü işletmesiyle, özel
sektörde faaliyet gösteren diğer bir grup işletmenin performansı
karşılaştırılmaktadır (Bozec R., 2004). Bu çalışmada işletmelerin özelleştirme
öncesi ve sonrası performanslarını karşılaştıran birinci yöntem izlendiğinden,
127
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
çalışmanın bu bölümünde bu yönteme dayalı olarak yapılan çalışmalar üzerinde
durulacaktır.
Özelleştirme sonrası işletme performansının incelenmesinde kullanılan
en basit yöntem, halka arz edilerek özelleştirilen çok sayıda işletmenin, istatistik
bilimindeki ortalama ve medyan hesaplarıyla finansal ve operasyonel
performanslarındaki değişimin çeşitli açılardan ölçülmesidir. Bu tür bir
çalışmanın ilk örneği Megginson, Nash ve Van Randerborg tarafından 1994
yılında yayınlanmış, çalışma MNR yöntemi olarak anılmış, o tarihten sonra
MNR yöntemini temel alan ve bu çalışmanın farklı varyasyonlarını içeren
birçok çalışma yapılmıştır (Megginson vd., 1994).
MNR yönteminin kullanıldığı çalışmada 6’sı gelişmekte olan 12’si
sanayileşmiş toplam 18 ülkede, 32 farklı endüstriden, 1961-1990 yılları arasında
halka arz edilerek kısmen veya tamamen özelleştirilmiş 61 şirketin özelleştirme
öncesi ve sonrası finansal ve operasyonel performansları karşılaştırılmıştır.
Çalışmada net kârdan hareketle verimliliği ve üretkenliği ölçen performans
göstergeleri kullanılmıştır. Her firmanın performansı özelleştirme öncesi üç ve
sonrası üç, özelleştirme yılı da bir olmak üzere, toplam yedi yıllık bir süre için
ölçülmüştür (Jerome A., 2008).
Araştırmacılar özelleştirme sonrasında firmaların kârlılık, gerçekleşen
satışlar, yatırım harcamaları ve verimliliklerinin arttığını, borçlarının da
azaldığını gözlemlemişlerdir. Ayrıca firmaların borç seviyesinin düştüğünü ve
daha fazla kâr payı dağıttıklarını tespit etmişlerdir. Beklentilerin aksine,
özelleştirme sonrasında incelenen firmaların % 64’ünde istihdamın arttığı
sonucuna ulaşmışlardır.
Bununa birlikte araştırmacılar, gelişmekte olan ülkelerdeki firmalarla
yapılacak benzer bir çalışmada, elde edilecek sonuçların farklılaşabileceğini
vurgulamış, ulaştıkları sonuçların genellenmesinden kaçınılmasını istemişlerdir
(Yaya H., S., 2005).
MNR yöntemine benzer bir yöntemin izlendiği bir diğer araştırma da
Boubakri ve Cosset tarafından 1998’de yapılmıştır. Boubakri ve Cosset 19801992 yılları arasında özelleştirilen 21 gelişmekte olan ülkenin 32 endüstrisinden
79 şirketin finansal ve operasyonel performansını incelemişlerdir.
Çalışmalarında, çıktıda etkinlik, kârlılık, sermaye, yatırım harcaması ve kâr payı
ödemelerinde önemli artışlar ve borçluluk (kaldıraç) oranında önemli düşüşler
tespit etmişlerdir. Bir önceki çalışmaya ait istihdam artışı ile ilgili sonuçlar bu
128
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
çalışmada da benzerlik göstermiş, yazarlar özelleştirme sonrasında toplam
istihdamın arttığı tespitini yapmışlardır (Boubakri N., Cosset J., 1998).
Diğer yandan, Dewenter ve Malatesta 2001’de yayınladıkları
araştırmalarında 1981-1994 yılları arasında özelleştirilen 63 farklı firma
üzerinde çalışmışlardır. Yazarlar çalışmalarında, satışların getiri oranından (Net
kâr /Satışlar) hareketle hesapladıkları kârlılıkta önemli bir artış tespit
etmişlerdir. Bunların ötesinde, söz konusu çalışmada vurgulanan en önemli
noktalardan birisi, özel sektöre ait işletmelerin kamu işletmelerine göre daha
verimli ve kârlı olduğu iddiasıdır (Dewenter K. L, Malatesta P.H., 1997).
Bu konuda 1999’da yayınlanan bir başka çalışma D’Souza ve
Megginson tarafından kaleme alınmıştır. Araştırmacılar, 28 farklı ülkede (15’i
sanayileşmiş 13’ü sanayileşmemiş) 1990-1996 yılları arasında halka arz
yöntemiyle kısmen veya tamamen özelleştirilen 85 firmanın özelleştirme öncesi
ve sonrası finansal ve operasyonel performansını karşılaştırmışlardır. Yazarlar,
özelleştirme sonrasında kârlılık, satışlar, teknik etkinlik ve kâr payı
ödemelerinde artış, kaldıraç oranında azalış tespit etmişlerdir. Toplam
istihdamın düştüğünü, ancak bu durumun istatistiksel olarak anlamlı
çıkmadığını vurgulamışlardır.
Çalışma bütünüyle değerlendirildiğinde mülkiyet yapısındaki değişimin
firma performansına etkisinde anlamlı bir sonucun ortaya çıkmadığı
söylenebilir. Özellikle rekabetçi olmayan sektörlerde kamunun yönetimi
devretmesi ya da devretmemesi durumlarında performansın değiştiğine ilişkin
anlamlı bir sonuca ulaşılamamıştır. Çalışmada ayrıca, sanayileşmiş ülkelerde
özelleştirme sonrasındaki istihdam azalışının sanayileşmemiş ülkelere göre daha
fazla olduğu tespiti yapılmıştır (D’souza J., Megginson W. L., 1999).
Söz konusu çalışmalar göz önüne alındığında özelleştirmenin finansal
ve operasyonel performansta artış sağladığı, buna karşın istihdamda belirgin
kayıplara yol açmadığı söylenebilir.
Özelleştirmelerin verimlilik üzerine etkilerinin incelendiği bir diğer
araştırma J.David Brown ve Almos Telegdy tarafından yapılmıştır. 2004
yılında yayınlanan çalışmada Macaristan, Romanya, Rusya ve Ukrayna’da
gerçekleştirilen özeleştirmelerden sonra şirketlerde verimliliğin; Romanya’da %
28, Macaristan’da % 22, Ukrayna’da % 3 arttığı, Rusya’da % 4 düştüğü tespit
edilmiştir. Yabancılara yapılan satışların özelleştirme sonrası etkinlikte önemli
bir rol (% 44) oynadığı da tespitler arasındadır (David J., Almos T., 2004).
129
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
Bozec vd. 1976-2001 yıllarını kapsayan 26 yıllık dönemde Kanada’da
özelleştirme öncesinde yönetim ve organizasyon reformuna tabi tutulmuş 13
kamu şirketinin performansını incelemiş, özelleştirmelerin firmaların teknik
etkinliği üzerinde önemli bir etkiye sahip olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Performans göstergesi olarak kârlılığı kullanmak koşuluyla firma performansını
olumlu etkileyebilecek tek faktörün firma amaçlarındaki değişim olduğu
tespitini yapmışlardır (Bozec vd., 2006).
Bir diğer çalışma 2007 yılında Laura Cabeza García ve Silvia Gómez
Ansón tarafından yapılmış, çalışmada İspanya’da 1985-2000 yılları arasında
özelleştirilen 58 firmanın özelleştirme sonrası performansları araştırılmıştır. İlk
özelleştirmelerin gerçekleştirildiği döneme ait incelemede şirketlerin %
50’sinden fazlasında kârlılığın, % 45’ten fazlasında etkinliğin arttığı
görülmüştür. Ancak, incelenen dönemin bütününde şirketlerin üçer yıllık
dönemsel kârlılık ortalaması baz alındığında kârlılık ve etkinlikte anlamlı bir
artışın gerçekleşmediği saptanmıştır. Yazarlar özelleştirme sonrası performans
değişimine etki edebilecek faktörleri de araştırmış; rekabetin bu süreçte önemli
bir rol oynayacağı, etkinlik kazanımlarının rekabetçi piyasalarda
gerçekleşebileceği tespitlerini yapmışlardır. Çalışmada ayrıca, performansa etki
edebilecek diğer faktörlerin (piyasaya yabancı yatırımcı girişi, özelleştirilen
şirketin kamusal kontrol açısından tamamen serbest hale gelmesi, şirket ölçeği
vd.) varlığına da vurgu yapılmıştır (García L.C., Ansón S. G., 2007).
Bir diğer araştırma Amerikan petrol şirketlerine ilişkin veriler
kullanılarak 2008 yılında Christian Wolf ve Michael G. Pollitt tarafından
yapılmıştır. Araştırmada halka arz edilerek özelleştirilen 28 petrol şirketinin,
satışı gerçekleşen 60 hissesi veri olarak kullanılmış, elde edilen sonuçlar
özelleştirmelerin işletme performansını anlamlı ve istikrarlı olarak iyileştirdiğini
ortaya koymuştur. Araştırmaya göre, özelleştirmeleri izleyen 7 yıl içerisinde
işletmelerdeki kârlılık % 36, toplam çıktı % 40, sermaye giderleri % 47
oranında artmış, istihdam % 35 oranında azalmıştır (Wolf C., Pollitt Michael
G., 2008).
2009 yılında Saul Estrin vd. tarafından yapılan bir başka çalışmada ise,
eski Sovyetler Birliği’ne bağlı iken bağımsızlıklarını kazanmış, piyasa
ekonomisine geçiş sürecini yaşayan ekonomilerde özelleştirmelerin firma
performansı üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Yabancılara satılarak
özelleştirilen kuruluşlarda özeleştirme sonrası performansın hızla arttığı tespit
edilirken, yerli sermaye ile özelleşen şirketlerde performans anlamında fazla bir
130
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
şeyin değişmediği, bulguların kurumsal yapı ve izlenen politikalara bağlı olarak
bölgeden bölgeye değiştiği vurgulanmıştır. Çin için yapılan analizde ise yerli
sermaye ile özelleşen şirketlerde performans artışının sağlandığı belirtilmiştir
(Estrin vd., 2009).
Özelleştirmenin firma performansına etkisi Türkiye’de de
araştırmacıların ilgisini çekmiş, bu bağlamda çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Halit
Suiçmez ve Şevket Yıldırım’ın yaptıkları çalışmada çimento sektöründe
gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları sonucunda özelleştirme öncesi ve
sonrası çimento fabrikalarında kârlılık ve verimlilik analizleri yapılmıştır. 5
çimento fabrikası için yapılan araştırmada Afyon, Ankara, Balıkesir, Söke ve
Trakya çimento fabrikalarında özelleştirme sonrasında performansın (Gösterge
olarak satış kârlılığı, özsermaye kârlılığı, aktif kârlılık, işgücü verimliliği,
sermaye verimliliği kullanılmıştır.) genel olarak düştüğü tesbit
edilmiştir(Suiçmez H., Yıldırım Ş., 1993: 1).
Ökten ve Arın panel veri yöntemiyle 1983-1998 yılları arasında
özelleştirilen 23 çimento şirketinde özelleştirmenin firma etkinliği ve üretim
teknolojisi üzerindeki etkilerini araştırmışlar, özelleştirme sonrasında birim
maliyetin ve fiyatın düştüğünü, emek verimliliği ve üretim düzeyinin önemli
ölçüde arttığını tespit etmişlerdir. Özelleştirme sonrasında sermaye ve sermaye
emek oranındaki artışla birlikte firmalarda sermaye yoğun teknolojiye geçişin
hızlandığı da araştırmacıların tespitleri arasındadır (Arın K. P., Ökten Ç.,
2003).
Çolak ve Kara tarafından yapılan bir diğer araştırmada özelleştirmeye
konu olan KİT’lerden seçilmiş çimento endüstrisi örneğinden hareketle, kaynak
kullanım etkinliği ölçülerek etkinlik skorları ile çalışma değerleri arasındaki
etkileşimin ortaya konulması amaçlanmıştır. Çalışmada, çimento endüstrilerine
ilişkin birincil ve ikincil veri tabanı esas alınarak, etkinlik ölçme tekniklerinden
ve çalışma değerleri analizinden yararlanılmıştır. Elde edilen sonuçlara göre,
“KİT’lerin özelleştirme sonrasındaki mülkiyet değişimine bağlı olarak ortaya
çıkan etkinlik değişimi, çalışma değerleri üzerinde etkilidir” şeklindeki temel
hipotez doğrulanmıştır (Çolak M., Kara O., 2012).
Son 40 yıl içerisinde, özelleştirme ve mülkiyet biçiminin işletme
performansını (verimlilik-etkinlik, kârlılık) belirleyen önemli bir belirleyici
olduğu iddialarının sınanmasına yönelik birçok çalışma yapılmıştır. Bunlardan
bazıları yukarıda, araştırmacılar, kullanılan yöntemler ve sonuçları itibarıyla
kısaca özetlenmiştir.
131
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
İşletme performansının sayısal bir değerle ifadelendirilmesi için
araştırmalarda performans göstergeleri kullanılmıştır. Bu araştırmanın hipotez,
yöntem ve modelinin açıklanmasından önce performans kavramı ve kavramın
içerdiği diğer unsurların kısaca üzerinde durulması uygun olacaktır.
2. Performans Kavramı ve Unsurları
“Bir görevi, amacı, taahhüt edileni başarmak, tamamlamak, ulaşılmak
istenilen hedefe ulaşmak” (The Oxford Dictionary, 1978: 689) şeklinde
tanımlanan performans kavramı, bir işi yapan bir bireyin, grubun ya da
kurumun bunu yaparak hedeflediği şeyi ne kadar gerçekleştirdiğinin nitelik ve
nicelik olarak ifadelendirilmesi anlamına gelmektedir (Falay, 2000). Bu
çerçevede kavram, amaçlı ve planlı bir faaliyet sonucunda elde edileni ifade
etmektedir.
Performans çok çeşitli unsurların ya da boyutların bir araya
gelmesinden oluşan bir kavram olup verimlilik, etkinlik, etkililik, ekonomiklik,
kârlılık vb. kavramlarını da içermektedir.
Etkililik kavramı literatürde kaynakları en iyi şekilde değerlendirerek
mümkün olan en iyi sonucun alınması biçiminde yer almaktadır. Kavram daha
çok işletmenin istediği sonuçlara ulaşma düzeyi ve derecesini ifade etmektedir.
Sonuç, fiziksel değerlerle ifade edilen çıktıdan daha farklı bir anlam
taşımaktadır. Örneğin; bir işletmenin araştırma ve geliştirme bölümünün
geliştirdiği yeni ürün sayısı çıktıdır, ancak bu ürünler içinde talebi ya da pazarı
hazır olanların sayısı da sonuçtur. (Akal, 2005: 37)
Etkililiğin teknik ve ekonomik anlamda ölçülmesinde şu göstergeler
yaygın olarak kullanılmaktadır:
a) Üretim Etkililiği = Gerçekleşen Üretim / Beklenen Üretim
b) İktisadi Etkililik = Gerçekleşen Kâr / Beklenen Kâr
Örgütsel etkinlik, örgütsel amaçlara ulaşma, onları elde etme
derecesidir. İşletme açısından etkinlik; işçilik, hammadde, malzeme ve diğer
girdilerin işletme içinden saptanan amaçlar doğrultusunda ne denli etkin ya da
yeterli kullanıldığını gösteren bir değerlendirme kriteridir. Fiili (gerçekleşen)
performans, önceden saptanan standart (olması gereken) performans ile
karşılaştırıldığında gerçekleşen performansın standart performansa ne ölçüde
yaklaştığını ya da uzaklaştığını ifade eder.
Teknik Etkinlik (Randıman Oranı), Girdilerden elde edilen yararlı
çıktıdır. Teknik etkinlik, çıktı/girdi ilişkisini tanımlaması nedeniyle bir
132
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
verimlilik göstergesi özelliği taşımaktadır. (Akal, 2005: 43). Etkinliğin
ölçülmesinde ise genellikle şu formüller kullanılmaktadır:
a) Teknik Etkinlik = Yararlı çıktı / Girdi = Girdiler–Kayıplar /Girdi ≤1
b) Ekonomik Etkinlik = Yararlı çıktı / Girdi = Girdi + Kar / Girdi ≥ 1
Performansın bir diğer önemli boyutu ise verimliliktir. Verimlilik,
firmanın hedeflerini göz önünde tutarak, belirli girdilerle en yüksek çıktının
elde edilmesini ya da sabit değer ve miktardaki çıktının en az girdiyle elde
edilmesini ifade etmektedir. Bu tanıma göre, verimlilik iki şekilde sağlanabilir:
Birincisi, aynı girdiler kullanılarak çıktı artırılabilir; ikincisi ise, belirli bir
orandaki çıktıya, girdilerin azaltılması ile ulaşılabilir (Köseoğlu, 2005: 215).
Verimlilik ölçümleri; tek bir girdi (kısmi verimlilik), birden fazla girdi
(çoklu faktör verimliliği) veya bütün girdiler (toplam verimlilik) için
yapılabilmektedir. Kısmi verimlilik, üretim faktörlerinin ortalama
verimliliklerini gösterir. Toplam faktör verimliliğinin hesaplanmasında ise tüm
üretim faktörleri göz önüne alınır. İşletmeler tarafından işgücü verimliliği
(çıktı/işgücü) ve makine verimliliği (çıktı/makine) gibi kısmi verimlilik
ölçümleri sıklıkla kullanılmaktadır Bununla birlikte, bir işletmenin genel
performansını ölçmede kullanılacak ölçüt, tüm girdi ve çıktıları dikkate alan
toplam verimlilik değeri olmalıdır (Yavuz İ. 2003: 13).
Performans unsurlarından bir diğeri de kârlılıktır. Firmanın belirli bir
dönemde elde ettiği kârın, o dönemde işletmede kullanılan sermaye oranına
kârlılık (rantabilite) denir. İşletme içerisinde birçok karar ve politikalarla oluşan
net bir sonucu ifade eden kârlılık, işletmenin ne ölçüde etkin yönetildiği
konusunda da bilgi edinilmesini sağlamaktadır. Kârlılık da diğer performas
unsurları gibi teknik açıdan, satış kârlılığı, özsermaye kârlılığı, brüt satış kârı,
net dönem kârı, işletme faaliyet kâr/zararı, vergi öncesi/sonrası kâr vb. alt
unsurlara ayrılabilir ve ölçülebilir (Celep H., 2010: 16).
Aşağıda belli başlı bazı kârlılık göstergeleriyle bunların
hesaplanmasında kullanılan formüller yer almaktadır.
a) Öz Kaynak Net Kârlılık Oranı = Dönem Net Kârı / Öz Kaynaklar
b) Öz Kaynak Kârlılık Oranı = Dönem Kârı / Öz Kaynaklar
c) Olağan Kâr Oranı= Olağan Kâr / Net Satışlar
d) Dönem Kârı Oranı = Dönem Net Kârı / Net Satışlar
3. Araştırmanın Amaç ve Yöntemi
Özelleştirme politikalarının amaçlarından birisi de, kamu işletmelerinin
özel sektöre devredilmesiyle, makro düzeyde kaynakların daha etkin
133
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
kullanılmasının sağlanmasıdır. Özelleştirmeler sonucu kaynakların üretimde
makro ekonomik istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmuş olacağı
varsayılmaktadır. Özelleştirme sonrası kamu işletmelerinin ekonomik amaçlarla
yönetileceği ve bu durumda politikacılar tarafından doğrudan veya dolaylı
olarak verilen görevlerin yerine getirilmesinin gerekmeyeceği ileri
sürülmektedir. Böylece işletme içi performansın artacağı ve üretimde etkinliğin
sağlanmış olacağı düşünülmektedir (Vickers J., Yarrow, G.K.,1998 : 2).
Özelleştirmenin yukarıda bahsi geçen amacından hareketle bu
çalışmada, Türkiye’de çimento sektöründe gerçekleştirilen özelleştirmelerin,
özelleştirme süreci ve sonrasında işletme performansını etkileyip etkilemediği,
performans değişimi meydana geldiyse bu değişimin ne yönde gerçekleştiğinin
araştırılması amaçlanmıştır. Bunun için halka arz veya blok satış yöntemleriyle
özelleştirilmiş 23 çimento şirketi seçilmiştir. Özelleştirme İdaresi
Başkanlığı’ndan elde edilen veriler doğrultusunda, çalışmada performans
göstergesi olarak satış kârlılığı (Dönem Net Kârı / Net Satışlar) göstergesi
seçilmiş, analizlerde performans göstergesi olarak bu gösterge kullanılmıştır.
Şirketlerin yıllık satış kârlılık oranları, her şirket için yıllık net dönem kârının
yıllık satışların parasal değerine oranlanmasıyla hesaplanmıştır.
Ampirik çalışma birincisi statik, ikincisi dinamik analizin yapıldığı iki
aşamayı kapsamıştır. Birinci aşamada özelleştirme öncesi, özelleştirme yılı ve
özelleştirme sonrası olmak üzere üç dönemde her bir şirket için kârlılıkların
ortalamaları hesaplanarak birbirleriyle karşılaştırılmış, böylece özelleştirmeyle
kârlılığın ne ölçüde değiştiği araştırılmıştır.
Ampirik çalışmanın ikinci aşamasında özelleştirmenin satış kârlılığı
üzerindeki dinamik etkileri incelenmiştir. Özelleştirmenin işletme
performansına etkisi, özellikle büyük ölçekli, karmaşık organizasyon yapısına
sahip ve birden çok faaliyet kolunda çalışan işletmelerde bir anda ortaya
çıkmamakta, zaman içinde görülebilmektedir. Bu etkinin detaylı olarak ortaya
konulabilmesi için olası performans kayıp ve kazanımlarının zaman içindeki
değişiminin incelenmesi gerekmektedir (Alexandre H., Charreaux G., 2001:
21). Bu yaklaşım, çalışma için satış kârlılığının özelleştirmeye bağlı değişimini
dinamik olarak açıklayan ekonometrik bir modelin kurulumunu gerektirmiştir.
Analizde katsayı tahminleri ve diğer istatiksel ve ekonometrik testler
için SPSS 20 isimli bilgisayar yazılımı kullanılmış, elde edilen sonuçlar tablo
halinde düzenlenmiştir.
134
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
4. Çalışmada Kullanılan Model
Çalışmada çoklu doğrusal bir regresyon modeli kullanılmış, modelin
oluşturulmasında özelleştirmelerin firma performansı üzerindeki dinamik
etkilerini açıklayabilen Villalonga tarafından geliştirilmiş ekonometrik bir
modelden esinlenilmiştir (Villalonga, B., 2000: 43-74). Villalonga’nın
kullandığı model değişkenleriyle (Model 1) birlikte aşağıda açıklanmıştır.
Model 1:
Perfit =β 0 + β1iTit + β 2i Pit + β 3iTPit + β 4Ölçekit +β 5GSYIHit + ui t
Modelde; Perfit t yılında i işletmesinin performansını ifade eden
bağımlı değişkeni; Tit, i firması için t zamanını ifade eden, özelleştirme öncesi
ve sonrası iki dönemi ve özelleştirme yılını kapsayan yedi yıl için 1’den 7’ye
kadar değer alan bağımsız bir değişkeni; Pit, özelleştirme öncesi ilk üç yıl için 0,
özelleştirme yılı ve bunu izleyen son üç yıl için 1 değerini alan bir gölge
değişkeni; TPit, T ve P değişkenlerinin birlikte etkisini ortaya koyan ve
özelleştirme sonrası dönemin etkisini açıklayan bir interaksiyon (etkileşim)
terimini, Ölçekit, i işletmesinin t yılındaki satışlarının getirisinin bir önceki yıla
göre artış oranını ifade eden işletme büyüklüğündeki değişimi; GSYİHit i firması
için t yılındaki büyümeyi (GSYİH artışını) ifade etmektedir.
Villalonga’nın modelinde bağımsız değişkenlerden son iki değişkenin
(GSYİH artışı ve ölçek) işletme performansına etkisinin bir firmadan diğerine
değişmeyeceği varsayılmıştır. Bu iki unsurun firmanın kontrolünde olmadığı ve
özelleştirmeyle bu değişkenler arasında doğrudan bir bağ olmadığı
düşünülmüştür. Buna karşın modeldeki T, P ve TP bağımsız değişkenlerinin
bağımlı değişken üzerindeki etkilerinin bir firmadan diğerine değişeceği
vurgulanmıştır (Villalonga B.,2000: 58).
Her ne kadar yukarıdaki modelin son iki değişkeninin (GSYİH artışı ve
ölçek) performansa etkisinin firmadan firmaya değişmediği varsayılmışsa da, bu
değişkenlerin verimlilik üzerinde pozitif ve anlamlı bir etkiye sahip olduğu
söylenebilir. Bu iktisadi teorilerdeki beklentilere de uygun bir etkidir.
Villalonga çalışmasında bu değişkenlerin her ikisinin de işletme performansını
olumlu etkilediğini saptamıştır. Ayrıca, Dewenter ve Malatesta araştırmalarında
GSYİH artışının performans üzerinde olumlu bir etkiye sahip olduğunu
göstermişlerdir (Dewenter K, Maletesta P.H., 1997: 1659-1679).
Villalonga’nın analizine benzer bir dinamik analizin yapıldığı bu
çalışmada, performansa etkilerinin bir işletmeden diğerine değişmediği
135
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
varsayılan son iki bağımsız değişken (Ölçek ve GSYİH artışı) modelden
çıkarılarak çimento şirketlerinde performansı etkileyebileceği düşünülen
kapasite kullanım oranı bağımsız değişken olarak modele alınmış, böylece
Model 2 elde edilmiştir. Model 2 değişkenleriyle birlikte aşağıda
detaylandırılmıştır.
Model 2:
Perfit =β 0 + β1iTit + β 2i Pit + β 3iTPit + β 4 KKOit + ui t
Modelde bağımsız değişkenlerden T değişkeninin katsayısı diğer
bağımsız değişkenler sabit tutulduğunda, incelenen dönemin tamamında i
işletmesinin performansının zaman içerisinde ne ölçüde değiştiğini
göstermektedir. T değişkenine ait katsayının pozitif yönlü olması, incelenen
dönem boyunca i işletmesinin performansının arttığına işaret etmekte,
katsayıdaki negatif değer ise, aynı dönemde performansın düştüğünü
göstermektedir.
P bağımsız değişkenine ait katsayı, özelleştirme sonrası performansın
özelleştirme öncesine göre ne ölçüde değiştiğine (eşik etkisine) ilişkin statik bir
bilgi vermektedir. P değişkeni özelleştirme öncesi yıllarda 0, özelleştirme
sonrası dönemde 1 değerini alan bir gölge değişkendir. Değişkenin katsayısının
pozitif işaretli olması özelleştirmeyle birlikte bir performans artışına, negatif
işaretli olması ise özelleştirmeyle birlikte bir performans azalışına işaret
etmektedir.
Özelleştirme sonrası dönemde performans üzerindeki dinamik etkinin
değerini TP bağımsız değişkenine ait katsayı ölçmektedir. Burada TP bağımsız
değişkeni T değişkeninin bir fonksiyonudur. T’ye ait katsayının negatif değerli
olması yıllara göre i işletmesinin performansının azalma eğilimi gösterdiğini,
buna bağlı olarak TP’nin katsayısının negatif bir değere sahip olması ise
özelleştirme sonrasında bu etkinin azaldığını göstermektedir. Aynı şekilde, T’ye
ait pozitif değerli bit katsayı, incelenen dönem boyunca bir performans artışına
işaret etmekte, TP’ye ait pozitif bir katsayı ise özelleştirme sonrasında işletme
performansının arttığını göstermektedir.
Modelin son bağımsız değişkeni kapasite kullanım oranıdır (KKO).
Kapasite kullanım oranının yıllara göre artış göstermesinin işletme
performansını da arttıracağı düşünülmektedir. KKO’nın katsayısının pozitif
işaretli olması, incelenen dönem boyunca bu değişkenin, i işletmesinin
performansını arttırdığını göstermektedir. Aynı şekilde, KKO’na ait negatif
136
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
değerli bir katsayı, KKO’nın incelenen dönemde işletme performansı üzerinde,
performansı azaltmaya yönelik bir etki yaptığına işaret etmektedir.
5. Statik Analizin Sonuçları
Tablo 1 ve Tablo 2’de statik analizden elde edilen sonuçlar yer
almaktadır. Tablo 1’de araştırma kapsamına alınan tüm şirketlerinin üç dönem
halinde satış kârlılıkların ortalaması verilmiştir. Tablodan, şirketlerin
özelleştirme sonrası kârlılıklarının genel ortalamasının özelleştirme yılı ve
özelleştirme öncesi döneme göre belirgin olarak arttığı anlaşılmaktadır. Nitekim
satış kârlılıklarının genel ortalaması özelleştirme öncesinde % 12,5 iken,
özelleştirme yılında % 15’e, özelleştirme sonrası dönemde ise % 33,5’e
yükselmiştir.
Tablo 1: Türkiye’de Özelleştirilen 23 Çimento Şirketinin Dönemlere Göre
Satış Kârlılıklarının Genel Ortalaması
Performans Göstergesi
Özelleştirme Öncesi Dönemin
Ortalaması
(%)
Özelleştirme Yılının
Ortalaması (%)
Özelleştirme
Sonrası
Dönemin
Ortalaması
(%)
12,5
15
33,5
Net Kâr/ Satışlar
(Ortalamalar, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’ından elde edilen verilerle hesaplanmıştır.)
Tablo 1 şirketlerin özelleştirmeyle değişen kârlılıklarını içeren genel
bilgiler sunmaktadır. Kârlılık değişiminin şirketlere göre ayrıntılı dağılımı ise
Tablo 2’de detaylandırılmıştır.
Tablo 2: Özelleştirme Öncesi ve Sonrası Satış Kârlılığının 23 Çimento
Şirketine Göre Dağılımı
Özelleştirilen
Şirket
Adıyaman
Çimento S.an.
Tic.. A.Ş
Afyon Çimento
San.Tic .A.Ş
Ankara Çimento
San. Tic. A.Ş
Aşkale Çimento
San Tic . A.Ş
Özelleşt.
Öncesi
Dönem
Özelleşt.Yılı
Özelleşt.
Sonrası Dönem
Özelleşt.
Öncesi
Dönemde
Ort. Satış
Kârlılığı
(%)
Özelleşt.
Yılında
Ort. Satış
Karlılığı
(%)
Özelleşt.
Sonrası
Dönemde
Ort. Satış
Kârlılığı
(%)
1990-1994
1995
1996-2005
22.5
38
14,7
1984-1988
1989
1990-2006
17,2
6
10
1984-1988
1989
1990-2006
4.4
16,4
38,9
1988-1992
1993
1994-2005
16,4
29,8
23,5
Balıkesir Çimento
San Tic. A.Ş
1984-1988
1989
1990-2006
13,9
10,6
29,9
Bartın Çimento
San Tic . A.Ş
1988-1992
1993
1994-2004
4,7
1,5
62,9
137
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
Çorum Çimento
San. Tic. A.Ş
1987-1991
1992
1993-2006
9,4
7
23
Denizli Çimento
San. Tic. A.Ş
Elazığ Çimento
San Tic. A.Ş
Ergani Çimento
San Tic. A.Ş
1988-1991
1992
1993-2006
5,6
5,7
28
1991-1995
1996
1997-2005
9,9
1,3
12,9
1992-1996
1997
1998-2004
7
32,2
8
Gaziantep
Çimento San. Tic.
A.Ş
1987-1991
1992
1993-2004
5,2
31,6
43,1
Ladik Çimento.
San. Tic. A.Ş
1988-1992
1993
1994-2004
13,1
11
Lalapaşa Çimento
San. Tic.. A.Ş
1991-1995
1996
1997-2004
41,8
23
11,6
Niğde Çimento
San. Tic. A.Ş
1987-1991
1992
1993-2002
3,2
21,6
29,2
Sivas Çimento
San. Tic. A.Ş
1987-1991
1992
1993-2006
12,9
34
24,3
Söke Çimento
San. Tic. A.Ş
1984-1988
1989
1990-2006
9,1
7,2
14,3
Şanlıurfa Çimento
San. Tic. A.Ş
1988-1992
1993
1994-2004
19,8
7,2
89,5
Trabzon Çimento
San. Tic . A.Ş
1987-1991
1992
1993-2004
4,9
1,7
74,3
Trakya Çimento
San. Tic. A.Ş
1984-1988
1989
1991-2006
12,9
8,5
15,9
1991-1995
1996
1997-2004
18,4
0,1
7,6
1991-1995
1996
1994-2005
11,4
12,1
10,2
Siirt-Kurtalan
Çimento San. Tic.
A.Ş
1993-1997
1998
1999-2004
14,6
39,6
26,5
İskenderun
Çİmento San. Tic.
A.Ş
1987-1991
1992
1993-2002
2,5
0,5
19,4
Van Çimento San.
Tic. A.Ş
Kars Çimento
San. Tic . A.Ş
67,2
(Tabloda yer alan ortalamalar Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’ndan temin edilen verilerden
hareketle hesaplanmıştır.)
Tablo 2’de 18 şirkette özelleştirme sonrası dönemde kârlılığın arttığı
görülmektedir. Buna göre, 23 şirketin 2/3’ünden fazlası özelleştirme sonrası
süreçte kârlılığını arttırmıştır. Bu sonuç, özelleştirmeyle birlikte kârlılığın
artacağına ilişkin teorik beklentiyi doğrular niteliktedir.
Tablo 2’ye göre ayrıca, özelleştirme yılında sadece 9 şirketin kârlılığı
artmıştır. Özelleştirme yılındaki kârlılık oranı, şirketlerin özelleştirmeye hazırlık
süreci ve bu süreçte yapılanların yeterliliği, özelleştirme yılındaki ekonomik
konjoktür vb. unsurların etkisinde kalabilmektedir. Kârlılık oranındaki değişim
özelleştirme yılında birden ortaya çıkmamakta özelleştirme sonrası bir süreç
içerisinde belirginleşmektedir. Bu nedenlerle, özelleştirme yılını temel alarak
138
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
performansın artıp artmadığına ilişkin bir değerlendirme eksik ve yanıltıcı
olabilmektedir.
6. Dinamik Analizin Sonuçları
Satış kârlılığındaki dönemsel ortalamaların karşılaştırılmasını dikkate
alan statik analiz, özelleştirmenin işletme performansına etkisiyle ilgili genel
bilgiler vermekle birlikte zamanla ortaya çıkan dinamik etkiyi açıklamakta
yetersiz kalmaktadır. Dinamik etkinin anlaşılması için daha önce
değişkenleriyle birlikte açıklanan regresyon modeliyle yapılan analizde ayrıntılı
sonuçlara ulaşılmış, bu sonuçlar Tablo 3’te detaylandırılmıştır.
Tablo 3: 23 Çimento Şirketinin
Kârlılıklarının Dinamik Analizi
Şirket Adı
Adıyaman
Çimento
San. Tic..
A.Ş
Afyon
Çimento
San.Tic
.A.Ş
Ankara
Çimento
S.T. A.Ş
Aşkale
Çimento
San Tic .
A.Ş
Balıkesir
Çimento
San Tic.
A.Ş
Bartın
Çimento
San Tic .
A.Ş
Çorum
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Denizli
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Elazığ
Çimento
San Tic.
A.Ş
Ergani
Çimento
San Tic.
A.Ş
Gaziantep
Çimento
Özelleştirilmeleriyle
Değişen
Dönem
Sabit
T
P
TP
KKO
F
R²
DW
19902002
0,397
(0,064)
0,000***
0,083
(0,008)
0,000***
0,728
(0,016)
0,000***
-0,122
(0,013)
0,000***
-0,685
(0,004)
0,000***
48 530
0,000***
0,960
2,320
19842006
0,009
(0,25)
0,944
-0,046
(0,016)
0,010**
-0,370
(0,076)
0,000***
0,054
(0,015)
0,003***
0,371
(0,171)
0,003***
6,466
0,002***
0,590
1,402
19842006
0,630
(0,550)
0,267
0,077
(0,081)
0,358
0,198
(0,414)
0,638
-0,063
(0,084)
0,466
-1,115
(0,851)
0,206
1,265
0,320
0,219
1,243
19882005
-0,537
(0,203)
0,021**
0,074
(0,034)
0,049**
-0,207
(0,179)
0,268
-0,084
(0,035)
0,032**
0,683
(0,276)
0,029**
4,368
0,021**
0,593
3,104
19842003
0,772
(0,399)
0,074**
0,025
(0,040)
0,538
-0,365
(0,140)
0,021**
0,039
(0,043)
0,367
-0,667
(0,392)
0,111
11,208
0,000***
0,762
2,220
19882004
1,375
(0,295)
0,001***
0,010
(0,042)
0,817
1,603
(0,262)
0,000***
-0,115
0,041
0,018**
-1,594
(0,271)
0,000***
20,058
0,000***
0,879
2,347
19872006
-0,568
(0,308)
0,085**
-0,042
(0,033)
0,223
-0,413
(0,158)
0,059**
0,088
(0,038)
0,036**
0,962
(0,368)
0,020**
3,827
0,025**
0,505
1,853
19882003
0,642
(0,297)
0,053**
0,043
(0,043)
0,333
0,936
(0,367)
0,027**
-0,102
(0,054)
0,083**
-0,849
(0,325)
0,024**
2,630
0,092**
0,489
1,924
19912005
-0,174
(0,138))
0,235
-0,034
(0,015)
0,053**
-0,201
(0,194)
0,326
0,048
(0,020)
0,035**
0,534
(0,212)
0,030**
2,739
0,089**
0,523
1,556
19932002
0,306
(0,103)
0,032**
0,141
(0,151)
0,933
-0,054
(0,021)
0,055**
-0,812
(0,174)
0,006***
8,301
0,020**
0,869
2,350
19872004
2,183
(0,841)
0,951
(0,810)
0,035
(0,169)
-2,272
(0,703)
3,381
0,042**
0,510
2,914
0,035
(0,015)
0,065**
-0,112
(0,167)
139
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
San. Tic.
A.Ş
İskenderun
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Kars
Çimento
San. Tic .
A.Ş
SiirtKurtalan
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Ladik
Çimento.
San. Tic.
A.Ş
Lalapaşa
Çimento
San. Tic..
A.Ş
Niğde
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Sivas
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Söke
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Şanlıurfa
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Trabzon
Çimento
San. Tic .
A.Ş
Trakya
Çimento
San. Tic.
A.Ş
Van
Çimento
San. Tic.
A.Ş
0,022**
,0513
0,261
0,839
0,007***
19872002
-0,302
(0,138)
0,051**
0,041
(0,015)
0,018**
0,298
(0,108)
0,019**
-0,036
(0,016)
0,036**
0,286
(0,134)
0,057**
11,179
0,001***
0,803
1,729
19912005
0,179
(0,160)
0,289
-0,071
(0,028)
0,031**
-0,377
(0,119)
0,014**
-0,086
(0,030)
0,016**
0,182
(0,194)
0,370
2,747
0,089**
0,524
2,555
19932004
-0,244
(0,233)
0,330
- 0,063
(0,036)
0,117
0,273
(0,138)
0,088**
0,057
(0,042)
0,215
0,383
(0,325)
0,276
2,206
0,170
0,558
2,190
19882004
2,509
(0976)
0,025**
0,563
(0,256)
0,048**
2,762
(1,287)
0,053**
-0,669
(0,301)
0,038**
-5,945
(1,673)
0,004***
4,156
0,024**
0,581
2,156
19922004
0,928
(0,170)
0,001***
-0,093
(0,034)
0,026**
-0,695
(0,311)
0,056**
0,100
(0,042)
0,046**
-0,404
(0,236)
0,125
5,748
0,018**
0,742
2,629
19892002
0,240
(0,267)
0,391
0,066
(0,027)
0,040**
0,260
(0,133)
0,083**
-0,063
(0,033)
0,013**
-0,421
(0,405)
0,326
5,970
0,013**
0,726
2,250
19882003
0,245
(0,118)
0,062**
0,084
(0,023)
0,004***
0,310
(0,121)
0,026**
-0,103
(0,027)
0,003***
-0,372
(0,125)
0,012**
5,121
0,014**
0,651
1,789
19842004
0,111
(0,070)
0,134
0,006
(0,008)
0,478
-0,014
(0,071)
0,842
-0,002
(0,007)
0,818
-0,040
(0,058)
0,501
0,913
0,480
0,186
2,152
19892004
0,495
(0,149)
0,008***
-0,015
(0,012)
0,244
1,063
(0,158)
0,000***
- 0,061
(0,018)
0,006***
-0,501
(0,212)
0,040**
17,511
0,000***
0,875
2,438
19872004
0,913
(0,193)
0,000***
0,010
(0,020)
0,481
0,889
(0,201)
0,001***
-0,059
(0,026)
0,045**
-0,961
(0,197)
0,000***
16,933
0,000***
0,849
2,484
19842006
0,233
(0,148)
0,133
0,008
(0,013)
0,531
-0,056
(0,098)
0,571
-0,001
(0,013)
0,894
-0,096
(0,169)
0,574
0,875
0,498
0,163
2,478
19912004
0,615
(0,113)
0,000***
-0,072
(0,020)
0,005***
-0,467
(0,157)
0,016**
0,083
(0,023)
0,006***
- 0,249
(0,101)
0,036**
5,823
0,014**
0,721
1,829
(Tabloda katsayı değerleri satırların üstünde, standart sapma ve olasılık değerleri altında
gösterilmiştir. ** ile işaretlenen p değerleri % 5, *** işaretine sahip p değerleri ise % 1
anlamlılık düzeyine göre anlamlıdır.).
Dinamik analiz için kullanılan modelde T değişkeninin pozitif işaretli
olması, işletmelerin incelendikleri dönemde diğer bağımsız değişkenler sabit
tutulduğunda, ortalama olarak işletme kârlılığının arttığını göstermektedir.
İşletmelerde kârlılığın zamanla artması arzulanan bir durumdur. Tablo 3’e göre
incelenen örneklerden 14’ünde T değişkeninin katsayısının işareti pozitif
bulunmuş, bunlardan 7’si istatistiksel olarak anlamlı çıkmıştır. 9 şirket için
140
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
T’nin katsayısı negatif işaretli olup bunlardan 5’i istatistiksel olarak anlamlıdır.
İncelenen şirketlerin yaklaşık % 50’sinde zaman içerisindeki ortalama kârlılık
değişimi anlamlı olarak açıklanmıştır. Buna göre, 7 şirkette zamanla ortalama
olarak kârlılık artmış, 5’inde azalmıştır. Modelde T katsayısı performansın
zamanla değişimini ortalama olarak ölçmekte, özelleştirmeyle ilgili etkiler daha
çok P ve TP katsayılarının büyüklük ve yönleriyle anlaşılabilmektedir.
Özelleştirme öncesinde 0, özelleştirme sonrasında 1 değerini alan P
gölge değişkeni özelleştirmeyle birlikte ortaya çıkan eşik etkisiyle ilgili statik
bilgi vermektedir. Eşik etkisi, mülkiyet biçimi değişimindeki anlık etkiyi ifade
etmekte olup, özelleştirmenin gerçekleştiği dönemde oluşan etkidir. Değişkenin
katsayısının pozitif çıkması, özelleştirmeyle birlikte kârlılık artışının
sağlandığına, negatif çıkması, kârlılığın azaldığına işaret etmektedir. Analizde
P değişkenin katsayısı seçilen 23 örnekten 13’ünde pozitif, 10’unda pozitif ve
anlamlı, 10‘unda negatif, 6’sında negatif ve anlamlı çıkmıştır. Pozitif ve anlamlı
P katsayısına sahip 10 şirketin özelleştirmeyle birlikte kârlılığı artmıştır.
Değişkenin katsayısının negatif ve anlamlı çıktığı 6 şirkette ise özelleştirmeyle
birlikte kârlılık azalmıştır.
Özelleştirme sonrasındaki performans artış veya azalışının hızını
modelde TP etkileşim değişkeni belirlemektedir. Tablo 3’e göre, 8 şirket için
TP katsayısı pozitif, 5 şirket için pozitif ve anlamlı, 12 şirket için negatif ve
anlamlı çıkmıştır. Buna göre, pozitif işaretli TP katsayına sahip şirketlerde
özelleştirme sonrası dönemde performans hızı artmış, negatif değerli katsayıya
sahip şirketlerde azalmıştır. TP katsayısının negatif ve anlamlı çıktığı 4 çimento
şirketinde (Adıyaman Çimento San. Tic. A.Ş., Kars San. Tic. A.Ş., Lalapaşa
San. Tic. A.Ş. ve Van San. Tic. A.Ş.) statik analizden de anlaşılacağı üzere,
özelleştirme sonrası dönemde ortalama kârlılık düşmüştür. Geriye kalan 8
şirkette, özelleştirme sonrasında kârlılık artmış, ancak zaman içerisinde azalma
eğilimi göstermiştir.
Özelleştirme sonrasında performansın giderek azalması arzu edilmeyen
bir durum olup, bu duruma şirketin özel sektöre devrinden sonra ortaya çıkması
muhtemel yönetim ve organizasyon problemleri, girdi-çıktı fiyatlarındaki veya
arz-talep miktarlarındaki dalgalanmalar vb. olumsuz ekonomik gelişmeler yol
açmış olabilir.
Dinamik analizde çimento şirketlerinin kârlılıklarının yıllara göre
kapasite kullanım oranındaki değişimlerden etkilenip etkilenmediği de
araştırılmıştır. Analiz sonucunda, KKO değişkeninin katsayısı 7 şirket için
141
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
pozitif, 5 şirket için pozitif ve anlamlı, 10 şirket için ise negatif işaretli ve
anlamlı çıkmıştır. Buna göre, sadece 5 çimento şirketinde kârlılık, kapasite
kullanım oranındaki değişimden olumlu, 10 şirkette ise olumsuz etkilenmiştir.
İncelendikleri dönemde yıllara göre kapasite kullanım oranının düşmesiyle
şirketlerin kârlılıklarının da düşmesi beklenir. Analizde 10 çimento şirketi için
elde edilen sonuç, bu beklentiyi doğrulamıştır.
Bu çalışmada Türkiye’den seçilen şirketlerin analizleriyle ortaya çıkan
tahminlerin geçerliliğine ilişkin gerekli testler de yapılmış olup, 18 şirkette F
testine ait olasılık değerlerinin anlamlı çıktığı görülmüştür. R² değerlerinin
hemen hepsi kabul edilebilir sınırların üstünde çıkmış, özelleştirmeyle ortaya
çıkan performans değişimi büyük ölçüde açıklanmıştır. Yapılan otokorelasyon
ve çoklu doğrusal bağlantı testleri sonucunda, tahminlerin hemen hepsinde
otokorelasyonun olmadığı görülmüş, katsayıların işaretlerini etkileyebilecek
büyüklükte çoklu doğrusallığa rastlanmamıştır.
7. Genel Değerlendirme ve Sonuç
Özelleştirme işletme performansında artış meydana getirecek önemli
faktörlerden biridir. Bununla birlikte bu tür bir etkinin birdenbire ve otomatik
olarak gerçekleşmesinin beklenmesi pek doğru değildir. Esasen, beklenen etki,
özelleşen işletmeye ilişkin iki temel duruma bağlıdır. Bunlardan birincisi,
özelleştirme öncesi dönem ve özelleştirmeye hazırlık sürecinde işletmenin
içinde bulunduğu şartların oluşturduğu, ikincisi ise yeni yönetim stratejilerinin
performans üzerinde etkisini göstereceği özelleştirme yılı ve sonrası dönemde
işletmenin içinde bulunacağı konjonktürdür.
Aritmetik ortalamaların kullanıldığı statik analiz özelleştirme
sonrasında kârlılık artışının sağlanacağına ilişkin görüşleri büyük ölçüde
desteklemiştir. Nitekim Tablo 1, özelleştirme öncesinde %12,5 olan genel
kârlılık ortalamasının özelleştirme sonrasında % 33’5’e yükseldiğini, Tablo 2
ise 23 şirketin 18’inde özelleştirme sonrasında özelleştirme öncesi döneme göre
ortalama kârlılığın arttığını göstermiştir.
Dinamik analizin ortaya çıkardığı sonuçlara göre, özelleştirme
sonrasındaki kârlılık değişimini ölçen TP değişkeni toplam 17 (12’si negatif, 5’i
pozitif işaretli) P değişkeni ise 16 şirkette (10’u pozitif, 6’sı negatif değerli)
istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Negatif değerli TP katsayısına sahip 12
şirketin 10’unda özelleştirmeyle birlikte (P değişenine ait eşik etkisi) kârlılık
artmış, ancak daha sonra dönem içerisinde istikrarını koruyamayarak azalma
eğilimi göstermiştir. Ancak, karlılık oranlarındaki bu yavaşlama karlılığın
142
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
özelleştirme öncesindeki değerlerin altına gerilediği anlamına gelmemektedir.
Nitekim, 9 şirkette kârlılık (Adıyaman Çimento Sanayi Tic. A.Ş. hariç)
özelleştirme öncesi döneme ait ortalama değerlerin altına düşmemiş, bir hayli
üstünde kalmıştır.
Bu çalışmada özelleştirmenin performans üzerine etkilerine
odaklanılmış ve kısmen de olsa çimento sektöründe özelleştirmeyle birlikte
kârlılığın arttığı tespiti yapılabilmiştir. Bununla birlikte özelleştirmelerin
işletmelerin yönetim ve organizasyon yapısını etkileme biçimi ve buna bağlı
performans değişimini açıklayan farklı değişken ve modellerle yapılacak daha
kapsamlı analizler daha tatminkâr sonuçların elde edilmesini sağlayabilecektir.
Burada işletmelerde kârlılığı etkileyen tek faktörün özelleştirme
olmadığı da göz ardı edilmemelidir. Nitekim, özelleştirmenin yapıldığı yıl ve
sonrasındaki genel ekonomik konjonktür, ülkenin içinde bulunduğu makro
ekonomik koşullar, ekonomik krizler, işletmelerin özelleştirilmeye yeterli
şekilde hazırlanıp hazırlanmadıkları, yönetim ve organizasyonun yapısı vb.
birçok faktör işletme kârlılığını etkileyebilmektedir.
KAYNAKLAR
Afeikhena, J. (2008), ‘‘Privatization and Enterprise Performance in
Nigeria: Case Study of Some Privatized Enterprises’’, Nairobi:
African Economic Research Consortium Research Paper 175
http://www.aercafrica.org/documents/RP175.pdf (15-09-2011)
Akal, Z. (2005), İşletmelerde Performans Ölçüm ve Denetimi: Çok Yönlü
Performans Göstergeleri, M.P.M Yayını, No:473, Ankara.
Alexandre, H., Charreaux, G. (2001), ‘‘Les Privatisations Françaises
Ont-elles été Efficaces?’’, F.A. Grassini (coord.), Guido Carli e le
Privatizzazioni Dieci Anni Dopo, Associazione Guido Carli et Luiss
Edizioni
Arın, K.P., Ökten, Ç. (2003), “How does privatization affect efficiency,
productivity and technology choice? Evidence from Turkey”, Massey
University, Department of Commerce Working Paper Series 03.14
Bozec, R. (2004), ‘‘L’analyse Comparative de La Performance entre
Les
Entreprises Publiques et Les Entreprises Prıvées : Le Problème de
Mesure et Son İmpact sur Les Résultats’’ Revue d’Analyse
Economique,Vol:80,No:4, http://www.erudit.org/revue/ae/2004/v80/n4/
012130ar.pdf (11-09-2011)
143
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
Bozec, R., Dia, M., Breton, G. (2006), ‘‘tOwnership–Efficiency Relationship
and the Measurement Selection Bias’’ Accounting and Finance, 46(5)
Boubakri, N., Cosset, J. C. (1998), ‘‘The Financial and Operating
Performance of New Privatized Firms: Evidence from Developing
Countries’’, The Journal of Finance, Volume: LIII, No: 3,
http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/0022-1082.00044/pdf (0709-2007)
Celep, H. (2010), Kamu Sektöründe Performans Yönetimi ve Ölçümü
Mesleki Yeterlilik Tezi), T.C Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme
aşkanlığı
Çolak, M., Kara, O. (2012), ‘‘Özelleştirmenin Etkinlik ve Çalışma
Değerleri Üzerindeki Etkisi: Çimento Endüstrisi Örneği’’ Çalışma
İlişkileri Dergisi, Cilt:3, No:1, Ocak 2012: 86-104
David, J., Almos, T. (2004), “Does Privatization Raise Productivity?
Evidence from Comprehensive Panel Data on Manufazturing Firms in
Hungary, Romanıa, Russia, and Ukraine”, IMF Reseach Paper,
December 2004
Dewenter K., Maletesta P.H. (1997), ‘‘Public Offering of State-Owned And
Privaletely-Owned Entreprises: An İnternational Comparison’’,
Journal
of
Finance,
Volume: 52,
No: 4
http://www.afajof.org/pdfs/supplements/ap5080.pdf (10-09-2011)
Estrin S., H. Jan, K. Evzen, S. Jan (2009). "The Effects of Privatization and
Ownership in Transition Economies."
Journal of Economic
Literature, 47(3): 699–72 http://elibrary.worldbank.org/docserver
/download/4811.pdf?expires=1363097363&id=id&accname=guest&ch
ecksum=FCD9204FDC9F0DE547E6DFDA21E800AA (6-6-2012)
Falay, N. (2000), Yerel Yönetimlerde Performans Ölçümü: Bir Ön Çalışma,
15. Maliye Sempozyumu 15–17 Mayıs 2000, Antalya.
García L. C., Ansón S. G. (2007) ‘‘Governance and Performance of Spanish
Privatised Firms ’’ Corporate Governance: an International Review,
Vol: 15, No: 4, http://onlinelibrary.wiley.com
/doi/10.1111/j.1467-8683.2007.00584.x/pdf (12-09-2011)
Köseoğlu, Ö. (2005), “Belediyelerde Performans Yönetimi”,Türk İdare
Dergisi, Haziran 2005 : 447
144
Karakaya, U. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 125-145
Megginson. W. L., D’souza Juliet (1999), ‘‘The Financial and Operating
Performance of Privatized Firms during the 1990s ’’The Journal
of
Finance,
Vol.
No.
4,
http://www.oecd.org
/dataoecd/48/41/1929641.pdf (22-09-2011)
Megginson William L., Nash Robert C., Randenborgh Matthias Van (1994),
‘‘The Financial and Operating Performance of Newly Privatized
Firms : An İnternational Empirical Analysis’’, The Journal of
Finance, Vol. :5, No:1, Vol.: 49, No : 2, 1994 : 403-452
Saygılı, Ş., Taymaz E. (1996), “Türkiye Çimento Sanayinde
Özelleştirme
ve Teknik Etkinlik”, ODTÜ Gelişim Dergisi, Ankara
Suiçmez, Halit., Yıldırım, Ş. (1993), Dünya’da ve Türkiye’de Özelleştirme
Uygulamaları, Ankara: MPM Yayını The Oxford Dictionary, 1978
Vickers John, K. Yarrow George (1988), Privatization: An Economic
Analysis, Cambridge M.A: Massachusetts Institute of Technology
(MIT) Press
Villalonga, B. (2000), ‘‘Privatization and Efficiency : Differentiating
Ownership Effects from Political, Organizational, and Dynamic
Effects’’, Journal of Economic Behavior & Organization, Vol: 42: 4374
Wolf Christıan, Pollitt Michael G. (2008), ‘‘Privatising National Oil
Companies: Assessing the İmpact on Firm Performance’’ Cambridge
Working Papers in Economics, Number: 0811
Yaya Hachimi Sanni (2005), ‘’Des limites de l’État aux Vertus du Marché:
Effets de la Privatisation Sur la Performance des Entreprises
Publiques - Une Etude de Cas Multiples au Bénin’’, Perspectif
Afrique, V: 1, No: 1 http://www.perspaf.org/fileadmin/Articles/
Volume1/Numero1/PA_Vol1_Mai-05_pp.59-89.pdf (11-04-2007)
Yavuz, İ. (2003), Verimlilik ve Etkinlik Ölçümüne Yeni Yaklaşımlar ve İllere
Göre İmalat Sanayinde Etkinlik Karşılaştırmaları, No: 667, Ankara :
MPM Yayını.
Yükçü, S., Gülşah Atağan (2009), ‘‘Etkinlik, Etkililik Ve Verimlilik
Kavramlarının Yarattığı Karışıklık’’, Atatürk Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Dergisi Cilt: 23, Sayı: 4
http://www.bilanco.org/karlilik-oranlari.bx 6 Aralık 2012
145
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
AB ve Türkiye’de Tarım Sektöründe Örgütlenme ve Üretici Birlikleri
Halil Kızılaslan1, Hasan Gökhan Doğan2
Özet
Bu çalışma, Türkiye ve AB’ deki tarımda örgütlenme modellerini ve üretici
birliklerinin yapısını ortaya koymak amacıyla yapılmıştır. Bu konuyla ilgili yapılmış
çalışmalar, araştırma makaleleri, tezler ve raporlar araştırmanın ana materyalini
oluşturmaktadır. Türkiye’de geçen 30-40 yıl içinde tarımda örgütlenme ile ilgili
sorunların çözülemediğini ve uzun zaman önce tarımda örgütlenme sorununun büyük
kısmını çözen AB’ nin bu konuda Türkiye’ ye bir örnek teşkil ettiği söylenebilir. Bu
durum dikkate alınarak, üretim maliyetlerinin düşürülmesi, tarımsal ürünlerde kendi
kendine yeterli duruma gelinmesi için üretici örgütlerinin yapısının yeniden gözden
geçirilmesi önemli görülmektedir.
Anahtar Kelimeler: AB, Türkiye, Tarımda örgütlenme, Tarımsal üretici
birlikleri
Organization and Producer Assocations of the Agricultural Sector of EU and
Turkey
Abstract
This study aims at presenting the organization models and the structure of
producer associations in agriculture in Turkey and EU. Studies carried out on this topic,
research papers, theses and research reports make up the main material of the study.
Turkey has been unable to solve its problems regarding agricultural organization in the
last 30-40 years and it can be said that EU, which solved the largest part of its
agricultural organization problems long time ago, is a good example for Turkey in this
issue. With this situation in mind, it is important to reconsider the structure of producer
organizations so that production costs can be reduced and the country can become selfsufficent in agricultural products.
Key Words: EU, Turkey, Agricultural organization, Producer association.
1
Doç. Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Tarım Ekonomisi Bölümü,
[email protected]
2
Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Tarım Ekonomisi Bölümü,
[email protected]).
146
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
1.GİRİŞ
Tarımda modern teknoloji uygulamalarını geliştirmek, verimliliği ve
kaliteyi yükseltmek ve standartlara uygun üretim yapabilmek için, ÜreticiÜretici
Örgütleri-Sanayici-Devlet-Üniversite
işbirliğinin
sağlanması
gerekmektedir.
Türkiye’de halen yaklaşık 4 milyon çiftçi ailesi tarım sektöründe üretim
faaliyetinde bulunmakta ve geçimlerini sağlamaktadır. Diğer sektörlerde olduğu
gibi, çiftçilikle uğraşan kişilerin de, gerek işletme bazında ve gerekse sektörel
bazda çeşitli sorunları bulunmaktadır.
Kırsal kesimde yaşayan nüfusun sorunlarını, sadece tarımsal üretimle
ilgili kapsam içerisinde sınırlamak bir bakıma yanıltıcı olmaktadır. Çünkü kırsal
kesimde yol, su, elektrik, haberleşme ve sağlık gibi hizmetlerin de büyük ölçüde
eksikliğinin duyulduğu bilinmektedir.
Tarım sektörünün tüm bu sorunları nedeniyle çiftçiler geleneksel
işbirliği ve yardımlaşma anlayışı içinde, mevcut sorunlarının çözümüne bir
ölçüde yardımcı olmak, bu konulardaki isteklerini ilgili kişi ve kuruluşlara
iletmek amacıyla, örgütlenme gereğini duymuşlardır. Gerçekten de çiftçilerin
mevcut sorunlarının çözümü için, birlikte hareket etmeleri etkili bir yol olarak
görülmektedir (Karamürsel vd., 2008) .
Tarımsal verimliliği arttırmak, tarım ürünlerinin kalitesini yükseltmek
ve üreticilerin gelir düzeyini istikrara kavuşturarak belli bir oranda tutmak için
tarım kesimine büyük miktarlarda destek aktarmak gerekmektedir. Tarımın bu
kadar çok desteklenmesinin en önemli nedeni, tarımın doğa koşullarından
büyük ölçüde etkilenmesi, bu durumun da elde edilecek ürün miktarı ve kalitesi
üzerinde önemli etkiler, dalgalanmalar yaratabilmesidir. Bu durumun tüketici
fiyatlarında ve dolayısıyla çiftçi gelirlerinde istikrarsızlık yaratmasının önüne
geçebilmek ancak bir örgütlenme modeli yaratılarak mümkün olmaktadır.
Günümüzde tarımda örgütlenme konusu, tarımın ülke ekonomisindeki
öneminin farkında olan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tümünde önemli
bir çalışma alanıdır. Nitekim dünyadaki en önemli ve başarılı entegrasyon
hareketlerinden biri olan Avrupa Birliği de kuruluşundan itibaren tarım
sektörüne gerekli önemi vererek “Ortak Tarım Politika”sını belirli amaçlar,
ilkeler ve araçlar üzerine kurmuş ve dinamik bir örgütlenme modeli
oluşturmuştur (Yazgan, 1999).
147
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
Sürekli olarak büyüyen dünya ekonomisinde tarımın payının
küçümsenemeyecek boyutta olduğu görülmektedir. Tarım sektöründeki
üreticiden tüketiciye kadar geçen süreçteki ekonomik kayıplar üreticiyi her
geçen gün zarara uğratmaktadır. Bu süreçteki kayıpları en aza indirmek ve
istikrarlı bir fiyat politikası oluşturmak için örgütlenmeler ve üretici birlikleri ön
plana çıkmaktadır.
Bu çalışmanın amacı, Türkiye ve Avrupa Birliği ülkelerindeki gelişen
örgütlenme yapıları incelenerek, karşılıklı değerlendirmeler sonucunda Türkiye
açısından olumlu sonuçlar verebilecek değerlendirmeleri ve önerileri ortaya
koymaktır.
2. MATERYAL VE YÖNTEM
Bu çalışmanın ana materyalini bugüne kadar ki konu ile ilgili yapılmış
akademik çalışmalar, makaleler, resmi gazetede yayınlanan kanun ve
yönetmelikler oluşturmuştur. Ayrıca çalışmanın amacına ulaşmasında bazı
internet sitelerinden de yararlanılmıştır.
3. ÖRGÜTLENME ve ÖRGÜTLENME GEREĞİ
Örgütlenme çok farklı şekilde anlaşilabilecek geniş bir kavramdır.
Örgütlenme ortak yaşama, birlikte hareket etme, işbirliği yapma ve
kurumsallaşma olarak tanımlanabilir. Bir ülkenin sahip olduğu siyasi ve
ekonomik yapı ve gelişmişlik düzeyi örgütsel yapısıyla yakından ilgilidir. Bir
toplumda örgütlenmenin yaygın ve güçlü olması gelişmişliğin bir göstergesi
olarak kabul edilmektedir. Bu açıdan incelendiğinde gelişmiş batı dünyasının
örgütlü bir yapıya sahip olduğunu belirtebiliriz.
Örgütlenme en genel anlamda kamu örgütlenmesi ve sivil örgütlenme
olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüz küreselleşen dünyasında, toplumsal
örgütlenme içinde kamu örgütlenmesinin ağırlığının giderek azaldığı, sivil
örgütlenmenin öne çıktığı ve daha etkin hale geldiği açıktır.
Dünyada her alanda olduğu gibi, kırsal alanda ve tarımsal faaliyetlerde
de yaygın bir örgütlü yapı söz konusudur. Tarım alanında da kamu örgütlenmesi
ve sivil örgütlenme ayrımı yapılabilir. Sivil örgütlenme ana hatlarıyla mesleki
örgütler ve ekonomik amaçlı örgütler şeklindedir. Dünya çiftçileri mesleki
açıdan uluslar arası düzeyde de örgütlenmiş bulunmaktadırlar. Türkiye Ziraat
Odaları Birliği’nin de üyesi olduğu Uluslararası Tarım Üreticileri Federasyonu
(IFAP) 1946 yılından beri, 80 ülkeden 600 milyon çiftçinin ortağı olduğu 115
örgütün ortak kuruluşudur. Avrupa Birliği’nde de benzer bir örgütlenme söz
konusudur. Türkiye Ziraat Odalan Birliği’ninde ortak üye olduğu Avrupa
148
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
Profesyonel Tarım Örgütleri Komitesi (COPA) 1959 den beri faaliyette olup,
günümüzde 25 üye ve Türkiye’nin de arasında bulunduğu 7 diğer ülkeden
olmak üzere 53 üretici örgütünün ortak olduğu bir list kuruluştur (Rehber, 2007)
Üretici örgütleri çiftçilerin gönüllü katılımlarına dayanmakta, ancak
mutlaka devletin onayı ile kurulmaktadır. Kuruluşu için örgütün belli bir üye
sayısına ulaşmış olması, asgari bir miktarda ürün pazarlıyor olması, üyelerine
çevre dostu üretim yapmaktan, depolama, tasnif, pazarlama, defter tutma ve
bütçe tekniğine kadar çeşitli konularda bilgi aktarma ve bir eylem planı yapmış
olma gibi kurallar aranmaktadır. Örgüt işlerini bu eylem planına göre
yürütmektedir. Burada üretimin iyileştirilmesi, pazarlamanın teşviki, tüketiciye
yönelik ürün pazarlaması, çevre dostu ve ekolojik üretim ve örgütün piyasada
satılmayan ürünleri geri çekmesi gibi hedeflerden en az biri esas alınır
(Eraktan,2007)
Üretici Birliklerinin, tarımsal üretimin gelişmesini sağlamak, bu
maksatla teknik ve ekonomik yönden üreticilere rehberlik yapmak, üreticilere
her türlü tarımsal girdinin uygun şartlarda teminini sağlamak, üreticilerin
haklarını korumak, gerekli araştırmalar yapmak, çiftçi eğitim ve yayım
hizmetlerini gerçekleştirmek gibi amaçları bulunmaktadır.
Üretici Birlikleri; her türlü bitkisel ve hayvansal üretim yapan çiftçilerin
ürün ve ürün gruplarında bir araya gelerek oluşturdukları organizasyondur.
Özellikle batılı ülkelerde, üreticilerin teşkilatlanması ve desteklenmesinde
üretici birliklerinin önemli bir yeri bulunmakta, geçmişten günümüze kadar
faaliyetlerini başarıyla sürdürmektedirler. Avrupa Birliği’ne giriş için hazırlık
ve entegrasyon çalışmalarının hız kazandığı şu günlerde, daha çok ürün ve ürün
grubuna dayalı olan, ilgili olduğu alanın sorunlarını derinlemesine araştırabilen,
uzmanlaşmaya bağlı olarak yüksek teknolojiyi gerekli kılan ürün işleme ve
değerlendirme tesisleri kurmada kolaylık sağlayan üretici birliklerinin
Türkiye’de de kurulmalarına ihtiyaç duyulmuştur (Karamürsel vd.,2008).
4. DÜNYADA VE AB’ DE TARIMSAL ÖRGÜTLENME VE ÜRETİCİ
BİRLİKLERİ
Bugün, gelişmiş ülkelerin ulaştıkları sosyal ve ekonomik refahın
temelinde tarım alanındaki gelişme yatmaktadır. Tarım, zenginlik üreten bir
sektör olarak ülkelerin sanayileşmesinde büyük rol oynamıştır. Tarım
sektörünün oynadığı bu roldeki en büyük pay ise üretici örgütlerinindir.
Üretimden pazarlamaya kadar örgütlü bir yapıda hareket eden üreticiler, gerek
kendileri ve gerekse ülkeleri için yararlar sağlamışlar ve güçlü üretici örgütleri
149
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
sayesinde, tarım-sanayi entegrasyonunu başarı ile kurmuşlardır. Kurdukları
pazarlama yapısı ile de pazardan daha fazla pay almışlar ve ürettikleri
ürünlerden daha fazla gelir elde etme imkanına kavuşmuşlardır.
Günümüzde, tarımsal örgütlenmenin en yaygın olduğu ve geliştiği
ülkelerin başında Avrupa Birliği (AB) ülkeleri gelmektedir. Avrupa Birliği’nde,
tarım kesimine yönelik politikaların oluşturulmasında ve bu politikaların
uygulanmasında tarımsal örgütlerin önemli bir yeri vardır, tarıma dayalı
sanayiinin yaklaşık %50’si de bu örgütler aracılığıyla yürütülmektedir.
AB ülkelerindeki tarımsal örgütlenme modellerinin geçmişi, uzun bir
sürece dayanmaktadır; yaşanan deneyimler neticesinde her ülke kendi
koşullarına uygun bağımsız demokratik çiftçi örgütlerini oluşturmuştur. Eğitim
ve yayımdan başlayarak bilinçlenme sürecini tamamlamış olan bu örgütler,
kendi sorunlarına sahip çıkarak serbest piyasa ekonomisi içersinde var olan
pazarlara göre üretimlerini gerçekleştirmekte ve bu süreçte hükümetler
tarafından maddi olarak desteklenmektedirler (Erdoğan, 2000).
AB’de tarım üreticilerinin kurdukları örgütler, izledikleri farklı hedeflere
göre üretim ve pazarlama ile ilgili olabildikleri gibi, çiftçinin üretim ve piyasa
koşulları hakkında bilgilendirilmesi ve çıkarlarının korunması gibi faaliyetlerle
ilgili de olabilmektedir. Çiftçi kuruluşları, rekabet hukukunu ilgilendirmediği
sürece, ülkelerin ulusal düzenlemeleri ile yönlendirildiği için tüm Avrupa
Birliği bünyesinde aynı özellikleri taşımamakta, hatta federatif yapıdaki üye
devletlerde bir eyaletten diğerine üretici kuruluşlarının işlev ve yöntemleri
farklılık gösterebilmektedir. Bu bakımdan tüm ülkeleri üretici kuruluşları
açısından bir şablon altında toplamak mümkün değildir. Ancak yapısal olarak
farklılık gösterseler de, AB genelinde tarımsal örgütlenme oldukça iyi işleyen
bir mekanizmaya sahiptir (Köroğlu, 2003).
Bu çerçeve içinde örneğin Ziraat Odaları farklı yapılarda
bulunmaktadır. Genelde çiftçinin çıkarlarını savunan, devlet ile çiftçi arasında
bilgi ve yönlendirme açısından aracılık yapan, çiftçi kayıtlarını tutan, çiftçi
eğitim ve tarımsal araştırma hizmetlerini gören, hatta AB politikalarının
yürütülmesini izlemekle sorumlu kuruluşlardır. Bu yönleri ile üretimde yol
gösterici, araştırıcı, denetleyici, ama pazarlama hizmetlerine girmeyen bir
faaliyet biçimleri vardır. Buna karşılık üretici örgütleri/grupları/toplulukları
üretimi yönlendirme ve ürünü pazara hazırlama görevini üstlenirler. Tarım
kooperatifleri üretimden pazarlamaya ve üretilen ürünlerinin işlenerek
satılmasına kadar her aşamada etkindirler. Çiftçi birlikleri ise (Ziraat Odaları
150
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
gibi) üreticilerin haklarını korumak, onlara bilgi aktarmak, eğitmek gibi farklı
bir alanda faaldirler. Bütün bu kuruluşlar birbirinden, bir kuruluş da başka bir
ülkedeki kuruluştan farklı özellikler taşır.
Üretici kuruluşlarının faaliyet amaçları şunlardır:
Planlı, özellikle kalite ve kantite açısından talebi karşılayacak şekilde
bir üretim gerçekleştirmek, arzın daha ayrıntılı bir şekilde düzenlenmesi,
üyelerinin ürünlerini pazarlamalarının teşviki, üretim maliyetlerinin kısılması,
üretici fiyatlarının düzenlenmesi, çevre dostu üretim teknikleri geliştirilmesi,
ürünlerin işlenmesi ve atıklarının değerlendirilmesinde çevreyi koruyucu
tekniklerin uygulanmasının teşviki, su ve toprak kaynakları ile peyzajın
korunması, çeşit zenginliğinin sürdürülmesi ve/veya teşvikidir.
Var olan üretici örgütleri 1996 yılında yapılan düzenleme ile ilgili üye
ülkelerin onayını alma durumu ile yükümlü tutulmuşlardır. Aynı zamanda yeni
kurulacak örgütler de üye ülke onayıyla yasal bir statü kazanmaktadırlar.
Bu onay için gerekli olan kurallar şu şekilde sıralanabilir:
Asgari bir üye sayısına ulaşmak, asgari bir miktarda ürün pazarlıyor
olmak (bu miktar komisyon’ca belirlenecektir), üyelerine çevre dostu üretim
yöntemleri uygulamaları, depolama, tasnif, pazarlama, ticaret, defter tutma,
bütçe tekniği konularında yardım sağlama taahhüdü altında girmek, beş yıllık
bir geçiş dönemi içinde yürütülecek bir faaliyet programı sunmak.
Üretici örgütlerinin kuruluşunu kolaylaştırmak için üye ülkeler
kuruluşunun ilk beş yılında kuruluşu teşvik ve yönetimi kolaylaştırmak için
yardım yapabilmekte ve yardım harcamalarının bir kısmını karşılamak üzere
doğrudan veya kredi kuruluşları eliyle özel koşullarla kredi açabilmektedirler.
Buna karşılık üye ülkeler üretici kuruluşlarının işlevlerini yerine getirmeleri için
gerekli önlemleri almakta ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen kuruluşlar
için yaptırım uygulamaktadırlar (Eraktan, 2007).
Üreticiler hangi üretici grubuna giriyorsa yalnız o örgüte üye olarak,
ürettiği ilgili ürünün tamamını üretici örgütüne teslim etme durumundadır.
Bununla beraber, üretici örgütüyle var olan anlaşmaya göre, örneğin meyvesebze üreticileri örgütü üretimlerinin %25’ine kadar olan kısmını ve diğer
üretici örgütleri kategorilerinin üyesi olan üreticiler üretimlerinin %20 sine
kadarını kendi gereksinimleri için çiftlik avlusundan doğrudan tüketiciye
satabilirler. Örgüt tarafından pazarlanan ürün miktarının ufak bir bölümünün
üretici örgütü tarafından bir diğer üretici kuruluşuna satılması da mümkündür.
151
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
Ürünler üretici kuruluşunun ticari markasını taşıdığından, bunda bir sakınca
görülmemektedir.
Kuruluşların pazarlama süreçlerinde güçlenmelerini sağlamak için 1996
dan sonra bir işletme fonu kurulmuştur. Bu fon üreticilerin aidatları ve FEOGA
(Avrupa Tarımsal Yönlendirme ve Garanti Fonu) yardımlarından oluşmaktadır.
Üretici kuruluşlarının piyasadan ürünün çekilmesi ve üye devlet tarafından
onaylanan faaliyet programının finansmanı amacıyla kullanacakları bu fon,
üretici kuruluşlarının gelecekteki pazar konumunun iyileştirilmesini
hedeflemektedir. Bu fonun azami %50’si FEOGA tarafından karşılanır. Ancak
FEOGA yardımları üretici kuruluşunun satış tutarına bağlı olarak verilmektedir.
Bununla beraber topluluk harcamalarının disiplin altına alınabilmesi için
geliştirilen bir önlem olarak AB çerçevesinde kamu yardımlarının tüm üretici
kuruluşlarının satışlarının %2,5’ ini aşmaması kurala bağlanmıştır. Üretici
örgütlerinin kuruluşunda belli hedefler konulmakta ve kuruluşun üye devlet
tarafından onaylanması ancak bu programa kabulü ile olmaktadır. Bu hedefler
şunlardır:
Üretimin geliştirilmesi, pazarlamanın desteklenmesi, tüketiciye yönelik
ürün pazarlaması, entegre ekim veya diğer çevre dostu üretime geçilmesi,
ekolojik üretim, geri çekmelerin azaltılması. Programda bu hedeflerden en az
birisinin esas alınması gerekmektedir (Eraktan, 2007).
Üye devletlerde yürütülen pazar politikasının bir unsuru olarak
düşünüldüğü için üretici örgütleri/toplulukları/ gruplarının tabi olduğu kimi
yönetimle ilgili kurallar birbirinden farklı olabilir. Almanya’dakine göre Fransa’da
devletin üretici örgütlerine etkisi daha fazladır. Almanya’da sözleşmeli tarımı
düzenleyen bir yasa bulunmayıp, bu Medeni Kanun çerçevesinde ele alınırken,
Fransa’da bunu düzenleyen bir yasa bulunmaktadır. Almanya ve Fransa’da üretici
toplulukları özel hukuk kurallarına tabi iken, Hollanda’da kamu hukuku içinde ele
alınırlar. Özel hukuktan farklı olarak kamu hukukunun geçerli olduğu durumlarda
ilgili ekonomik faaliyet alanına giren teşebbüslerin ilgili kuruluşa katılmaları
mecburidir. Almanya’da kamu hukukuna tabi olan kuruluş tarım ürünleri ve gıda
maddelerinin yurtiçi ve yurtdışı piyasalarının merkezi olarak teşviki, piyasa ve
fiyat raporlarının tutulduğu merkezi teşkilatlardır ve bunlar branş birliklerinin
yerini tutarlar.
Fransa’da ise kamu hukukuna bağlı olarak çalışan çeşitli piyasalara
yönelik kurulmuş “pazar daireleri” bulunmakta, bunlar OPO (Ortak Pazar
Oluşumu)’ nun çerçevesinde alınan önlemleri düzenlemektedirler. Hollanda’da
152
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
“ekonomik örgütler” adını taşıyan üretici örgütleri 1950 yılında ayrı bir yasa ile
oluşturulmakta olup, diğer sektörler yanında daha çok da tarımda ve gıda
sanayiinde kurulmaktadır. Ama perakende ve toptan ticaret ve el sanatları alanında
da oluşturulmuş kuruluşlar vardır. Bunlar ya yatay (tek bir piyasa aşaması için)
veya dikey (aynı ürün veya ürün grupları için bütün ekonomik aşamalarda olan)
birleşmelere girmektedir. Yatay birleşmelerde, örneğin üretim, işleme veya
pazarlama aşamalarından birinin ele alındığı aynı ürün veya ürün grubunu
yetiştiren işletmeler veya bu ürün veya ürün gruplarının perakende satışı ile
uğraşan birleşmeler gündeme gelmektedir. Dikey birleşmelerde ise aynı ürün veya
ürün grubunun üretiminden diğer bütün pazar aşamalarına kadar uğraşan
işletmelerin hepsinin bir araya geldiği kuruluşlar anlaşılmaktadır. Hollanda’daki
sistem daha karışıktır. Ama hem yasalarının daha OTP (Ortak Tarım Politikası)
diye bir kavramın bulunmadığı zamanlardan beri yürürlükte olması ve yerleşmiş
olması, hem hitap edilen tarımsal nüfus miktarının azlığı (toplam 282 000)
sistemin işleyişini kolaylaştırmaktadır. Aynı ülke içinde olsalar bile, birbirinden
bu kadar farlı özellikler gösteren bu birliklerin çoğu zaman birbirleri ile
ilişkileri kopuktur ve rekabet halindedirler. Ancak Almanya gibi bazı ülkelerde,
birlikler siyasi ve sosyal herhangi bir bağıntı olmaksızın bütün tarım
üreticilerine açıktır. Bu birlikler, köy, ilçe, bölge, eyalet, federal düzey gibi idari
bölünmeler şeklinde üst örgütlenmelerini oluşturmuşlardır (Köroğlu, 2003).
Çiftçi birlikleri, çiftçilere yardım verilmesi, girdi sağlanması yada
pazarlama konularında bir rol oynamaz. Bunların faaliyetleri ana hatları
itibariyle, sorunlara çözüm aramak, lobi faaliyetleri yürüterek politikacılara etki
yapmak, çiftçiye danışmanlık hizmetleri yapmak, pazarlamadaki halkla ilişkileri
yürütmek ve reklam yoluyla ürünlerin kalitelerini yükseltmeye çalışmaktır.
Çiftçi birlikleri aynı zamanda, Tarım Bakanlığı’nın gözetiminde yürütülen tarım
eğitimine katkıda bulunur. Örneğin Almanya’da 9 yıllık ilk öğretimden sonra
bir yıl tarım meslek eğitimi gören gençler 2 yıl da pratik tarım eğitimi yaparlar.
Birlikler ayrıca isteğe bağlı olarak yetişkin eğitimi de yapmakta, bilgisayar,
pazarlama, vergi, muhasebe ve diğer çeşitli alanlardaki kurslarla çiftçiler eksik
yönlerini geliştirmektedir. Bütün AB üye ülkelerindeki çiftçi birlikleri, aynı
zamanda AB düzeyinde bir komite olan COPA’ya katılarak, daha üst bir örgütte
de temsil edilmektedirler. COPA, çiftçiler için ortak çıkar anlamına gelen tarım
konularındaki kararlara temel oluşturan Komisyon tekliflerinin hazırlanmasına
bir lobi kuruluşu olarak etkide bulunmakta ve satış kaygısı olmaksızın,
birbirinden çok farklı sorunları olan çiftçi kitlelerinin ortak çıkarlarını
153
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
savunmaya çalışmaktadır (Köroğlu, 2003).
5. TÜRKİYE’DE TARIMSAL ÖRGÜTLENME VE ÜRETİCİ
BİRLİKLERİ
Türkiye’de, küçük tarım işletmelerinin hakim olduğu, finansman ve
teknoloji kullanımının yetersiz olduğu dolayısıyla optimal verimin
sağlanamadığı ve tarımın gelir dağılımından aldığı payın diğer kesimlere göre
çok düşük olduğu bir tarımsal yapı görülmektedir.
Ülke çapında yaygın ve çok dağınık bir kırsal yerleşim yapısı, küçük
üreticilerin ürün fiyatı belirlemede söz sahibi olmasını engellemekte ve pazar
koşullarına direnemeyen üreticiler ürünlerini düşük fiyatla pazarlamak zorunda
kalmaktadır. Ayrıca, uzayan üretici-tüketici zincirinde tüketici fiyatları çok
yükselmesine rağmen, bu zincirdeki dağıtım payı büyük ölçüde aracılara
kalmakta ve üreticinin eline ancak maliyetlerini karşılamaya yetecek çok düşük
miktarlar geçmektedir.
Tüm bu nedenler, Türkiye’de tarım ürünleri üreticilerin mevcut yapı
içerisinde yenilikleri izleyebilecekleri, dayanışma içinde olabilecekleri ve
haklarını koruyabilecekleri güçlü bir örgütlenmeyi gerekli kılmaktadır (Yazgan,
1999).
Türkiye'de tarım kesiminin örgütlenmesinde, kooperatifler, ziraat
odaları, birlikler, vakıflar ve dernekler ile tarıma hizmet sunan kamu kuruluşları
esas yapıyı oluşturmakta ancak bu oluşumlar yapılan ve işlevleri itibariyle tarım
sektörümüzün gereksinimlerini karşılamakta çok yeterli olamamaktadır.
Türkiye’deki mevcut tarımsal örgütlenme yapısını şu şekilde
özetlemek mümkündür;
Ekonomik Amaçlı Kuruluşlar;
• Tarım kooperatifleri
• Birlikler (yetiştirici, ihracatçı)
• Şirketler
Politika Oluşturan Mesleki Amaçlı Örgütlenmeler;
• Türkiye Ziraat Odaları Birliği
Baskı Grubu Oluşturan Gönüllü Kuruluşlar;
• Vakıflar
• Dernekler
Sosyal Amaçlı Örgütlenmeler;
• Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası
• Türkiye Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği
154
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
• Veteriner Hekimler Odası
• Türk Veteriner Hekimleri Birliği
• Gıda Mühendisleri Odası
• Ziraatciler Birliği
• Ziraatciler Derneği
• Veteriner Sağlık Teknisyenleri
Tarıma hizmet sunan kamu kuruluşları;
• Bakanlıklar (Tarım ve Köyişleri, Sanayi ve Ticaret, Orman, Çevre,
Maliye), KİT'ler (ÇAYKUR, TEKEL, TİGEM, TŞF AŞ, TMO,
TZDK, TÜGSAŞ)
• Devlet Su İşleri, Devlet Planlama Teşkilatı, Türk Standartları
Enstitüsü, GAP Bölge Kalkınma idaresi.
Bu yapı içinde en önemli kısmı kooperatifler, ziraat odaları ve
birlikler oluşturmaktadır (Hekmen, 2003).
Türkiye’de, mevcut tarımsal örgütlenme yapısını, ekonomik amaçlı
tarım kooperatifleri, yetiştirici ve ihracatçı birlikleri, çiftçilerin ortaklığındaki
şirketler, daha çok sosyal amaçlı meslek odaları (Veteriner Hekimler ve Ziraat
Mühendisleri Odaları v.b) dernekler, vakıflar ve mesleki amaçlı Türkiye Ziraat
Odaları’nın oluşturduğu söylenebilir.
6 Temmuz 2004 tarihinde çıkan 5200 sayılı “Tarımsal Üretici Birlikleri
Kanunu” ve bu kanuna dayalı olarak ürün bazında kurulan üretici birlikleri
hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse; Kanunun amacı, ürün bazında
üreticileri bir araya getirmek suretiyle üretimi pazara göre planlamak, ürün
kalitesini iyileştirmek, üreticilerin iç ve dış pazarlarda rekabet gücünü artırmak
olarak özetlenebilir.
Bu kuruluşlar üreticilerin ürün veya ürün grubu bazında gönüllülük
esasına göre oluşturdukları tüzel kişiliği haiz organizasyonlardır. Birliklerin
organları genel kurul, yönetim kurulu ve denetleme kuruludur. Gelirleri üye
aidatları, değişik kaynaklardan sağlanan bağış, fon ve yardımlar, üyelere
sağlanan hizmetler karşılığı alınan ücretlerden oluşmaktadır. Aynı ürün ya da
ürün grubunda faaliyet gösteren en az yedi tarımsal üretici birliği bir araya
gelerek Merkez Birliği kurulabilir. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın
üretici birliklerini idari yönden denetleme yetkisi vardır.
Halen 5200 sayılı yasaya göre değişik ürün bazında kurulmuş 422 adet
üretici birliği ve 8 adet merkez birliği bulunmaktadır. Bu Birliklere üye 28 bin
üretici bulunmaktadır (Sungur, 2009).
155
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
Çizelge 1. Türkiye’deki Üretici Birlikleri
156
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
Türkiye’deki üretici birliklerini; %50,23’ünü 212 adet birlikle
hayvansal üretimle ilgili birlikler, %24,64’ünü 104 adet birlikle meyve üretimi
ile ilgili birlikler, %12,08’ini 51 adet birlikle sebze üretimi ile ilgili birlikler,
%11,61’ ini 49 adet birlikle tarla bitkileri üretimi ile ilgili birlikler, %1,42’sini 6
adet birlikle süs bitkileri üretimi ile ilgili birlikler oluşturmaktadır. Hayvansal
üretimle ilgili olan birlikler bu anlamda en büyük oran ve sayı ile ön plana
çıkmıştır. Özellikle süt üretimi ile ilgili birlikler örgütlenmede daha aktif
olmuşlardır.
Üretici Birliklerine yasa ile üretimi talebe göre planlamak, ürün
kalitesini iyileştirmek gibi önemli görevler verilmiş ise de, birliklerin mevcut
yetki ve imkânlar ile bunları ifa edebilmeleri imkânsızdır. 5200 sayılı yasanın
en büyük çelişkisi budur (Sungur, 2009).
Konu genel olarak alındığında, Türkiye’de gelişmiş batıda olduğu gibi
çiftçi örgütlenmesinin bulunduğu, sayı olarak da yeterli olduğu belirtilebilir.
Ancak bunların yapı ve fonksiyonları incelendiğinde çok önemli sorunların
olduğu bir gerçektir. Burada daha çok kooperatifler için sorunlar görünse de,
bunları genel olarak tüm örgütlenme sorunu için değerlendirmek yanlış
olmayacaktır. Temel sorunlar aşağıdaki ana başıklar olarak sıralanabilir
(Rehber, 2007);
• Devlet –örgüt ilişkileri
• Yasal sorunlar
• Finansman sorunu
• Örgütler arası işbirliği
• Eğitim ve araştırma
Mevcut üretici birliği yasasına göre altı önemle çizilmesi gereken bir
diğer konu ise devletin örgütü tamamen kendi şartlarına bırakmasıdır. Mevcut
yasaya göre devlet birliklerin kurulması için asgari şartları sağlayan ve kurulan
birlikleri kelimenin tam anlamıyla kendi kaderine bırakması üretici birliklerinin
optimum düzeyde çalışmasının önünü kesmiştir. Ürün pazarlaması için pazar
arayışları, rekabet ortamının sağlanması, katma değer oluşturarak üretici lehine
piyasa düzenlemesi, üye sayısını artırmak için yayım çalışmalarında bulunması
gibi birçok çok konuda ilerlemesinde büyük bir handikap oluşturmuştur.
Kurulan birliklerin belirli bir aşamaya gelene kadar devlet desteğinde,
kontrolünde, sevk ve idaresinde olmasının söz konusu sorunların bir kısmına
çözüm olacağı söylenebilir.
157
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
SONUÇ
Çiftçi örgütlenmesi konusunda yasal bir dağınıklık ve çeşitlilik söz
konusudur. Kooperatifler/Birlikler kuruluş ve denetim yönünden Gıda Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı olmak üzere iki
bakanlıkla, finansman yönünden ise çok sayıda kuruluş veya banka ile
ilişkilidir. Örgütlenmede asıl sorun hukuki alt yapının bulunmayışı değil,
mevcut örgütlerin üretimin yönlendirilmesi, fiyat oluşumu ve diğer hizmetler
konusunda yetersiz olmasıdır. Çiftçi örgütlerine üyelik bir yasal zorunluluk
olmayıp gönüllülük esasına dayandığı için, birliklerin üyeler üzerinde yaptırımı
söz konusu olamamaktadır. Diğer taraftan, birlikler maddi kaynak bakımından
oldukça zayıf durumdadır. Rutin giderlerini sadece üye aidatları ile sağlamakta
ve üyelerine hizmet götürebilmek için kaynak bulamamaktadır. Bahsedilen tüm
bu nedenler çiftçi örgütlerini zayıf ve yetersiz kılmaktadır. Üretim
maliyetlerinin düşürülmesi, tarımsal ürünlerde kendi kendine yeterli duruma
gelinmesi, ithal eden değil ihraç eden bir ülke konumuna gelinmesi için ve
benzer birçok nedenden dolayı üretici örgütlerinin mevcut durumu ve sorunları
tekrar ele alınmalıdır. Türk tarımının verimli, sürdürülebilir, çevre dostu,
uluslararası pazarlarda rekabet edebilir ve örgütsel anlamda donanımlı bir
konuma getirilmesi için gerekli organizasyonlar yapılmalıdır.
KAYNAKLAR
Ekmen, E. (2003), Türkiye’de Çiftçi Örgütlenmesi, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı
(Yayımlanmamış Hizmet içi Çalışması), Ankara.
Eraktan, G. (2007), AB de üretici örgütleri ve birlikler.
www.abveteriner.org/dosyalar/birlikler.doc(27.04.2010).
Erdoğan, O. (2000), Üretici Birlikleri, A.Ü. ATAUM Ortak Tarım Politikası
Uzmanlık Ödevi (Yayımlanmamış), Ankara.
Karamürsel ve Ark (2008), Türkiye’de AB uyum sürecinde üretici birlikleri.
http://www.bahcesel.com/forumsel/milli-tarim-seferberligi/17788turkiyede-ab-uyum-surecinde-uretici-birlikleri/(27.04.2010).
Köroğlu, S. (2003), AB ve Türkiyede tarımsal örgütlenme (Uzmanlık
Tezi),Tarım ve Köyişeri Bakanlığı. Dış ilişkiler ve Avrupa Topluluğu
Koordinasyon Dairesi Başkanlığı, Ankara.
158
Kızılaslan, H.; Doğan, H.G. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 146-159
Rehber, E. (2007), Tarımda örgütlenme sorunları.
http://74.125.77.132/search?q=cache:cmoyo50P32YJ:www.erekonomi.
com/orgut.pdf+tar%C4%B1mda+%C3%B6rg%C3%BCtlenme+sorunla
r%C4%B1+erkan+rehber&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr(27.04.2010) .
Sungur, H. (2009), Tarımsal kalkınmada üretici örgütlerinin önemi.
http://www.yumbir.org/index.php?Page=Haberler&DuyuruNo=173,(27.04.2010)
Yazgan, H. (1999), Avrupa Birliği ve Türkiye’de Üretici Birlikleri, Ankara
Üniversitesi ATAUM 24. Dönem Temel Eğitim Ödevi
(Yayımlanmamış), Ankara.
159
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
Tüketicilerin Açık Süt ve Süt Ürünleri Tüketim Tercihlerinin İncelenmesi:
Tokat-Turhal İlçesi Örneği
Bilge Gözener1, Murat Sayılı2
Özet
Bu araştırmada, Tokat-Turhal İlçesindeki ailelerin süt ve süt ürünleri tüketim
durumları ve tercihleri incelenmiştir. Araştırmada kullanılan veriler 271 tüketici ile
Haziran-Temmuz 2012 tarihinde anket sonucu elde edilmiştir. Araştırma sonucuna göre,
kişi başına aylık 3.65 lt ambalajlı süt, 5.76 lt açık süt, 4.17 kg yoğurt, 0.77 kg peynir ve
0.57 kg tereyağı tüketildiği tespit edilmiştir. İncelenen ailelerin %84.87’sinin açık süt,
%46.86’sı ambalajlı süt, tamamının peynir ve yoğurt, %82.29’unun ise tereyağı
tükettiği belirlenmiştir. Logit model sonucuna göre, ailenin gıda harcaması, meslek,
annenin çalışması ve annenin eğitimi değişkenlerinin açık süt tüketimini etkilediği
belirlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Süt ürünleri, Tüketim, Logit model.
Analysis of Consumer Preferences Fresh Milk and Dairy Products:
The Case of Tokat – Turhal District
Abstract
In this study, families in the district of Tokat-Turhal situations and preferences,
consumption of milk and dairy products were investigated. The data used in the study,
271 consumers were obtained with the June-July 2012 date as a result of the survey. It
was determined that the average monthly per capita 3.65 liter packaged milk, 5.76 liter
fresh milk, 4.17 kg yogurt, 0.77 kg cheese and 0.57 kg butter were consumed. 84.87%
of families surveyed consumed fresh milk, 46.86% packaged milk; the whole cheese
and yogurt; 82.29% the butter. According to the Logit model, family's food
consumption, occupation, working mothers and mother's education variables affect the
consumption of fresh milk.
Key Words: Dairy products, consumption, logit model.
1
Arş.Gör., Gaziosmanpaşa Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarm Ekonomisi Böl.
[email protected]
2
Doç.Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Böl.
[email protected]
160
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
1. GİRİŞ
Süt, yeterli ve dengeli beslenme için gerekli olan birçok besin
elementini içeren ve her yaşta tüketilmesi gereken beslenme değeri yüksek
temel bir gıda maddesidir (Tekinsen ve Tekinsen, 2005). Günde 1 litre süt
tüketimi ile günlük kalsiyum ve fosfor ihtiyacının tamamı karşılanabilmektedir
(Anar, 1998; Şimşek ve ark., 2005). Ancak, bu besin elementleri insan sağlığı
açısından yararlı olabileceği gibi, sterilize edilmediğinde mikroorganizmaların
beslenip çoğalabileceği bir ortam oluşacağından dolayı insan sağlığını tehdit
etmesi de söz konusudur (Tekinsen ve Tekinsen, 2005).
Sütten; başta peynir, yoğurt, tereyağı olmak üzere dondurma, kefir,
kaymak, ayran, süttozu gibi ürünler elde edilmektedir. Diğer birçok süt ürünü
ile kıyaslandığında, sütten en iyi yararlanma şekli sütün süt olarak
tüketilmesidir (Özcan ve ark., 1998).
Süt, kısa süre içinde bozulmaması için teknolojik işlemlerden
geçirilmektedir. Bu işlemler pastörize ve sterilize olmak üzere iki şekilde
olabilir. Pastörize süt, teknolojik işlemlerin ardından, taşınması da dâhil olmak
üzere soğuk ortamlarda bulundurularak, üretiminden sonra iki gün içerisinde
tüketilmesi gereken, günlük süt olarak da adlandırılan süttür. Sterilize süt ise,
çiğ sütün kimyasal ve fiziksel özelliklerinde en az değişikliğe yol açarak,
bozulma yapabilen tüm mikroorganizmaların UHT işlemi ile yok edilip steril
ambalajlara aseptik koşullarda dolum yapılması ile elde edilen, uzun ömürlü ya
da UHT süt olarak da bilinen süttür (Özel, 2008).
Türkiye’de sanayi ürünleri dışındaki pazarlama yöntemleriyle arz edilen
süt ve süt ürünleriyle ilgili miktar ve değerleri ile ilgili kesin veriler
sunulamamaktadır (Evrim ve Can, 1997). Türkiye’de 2011 yılında 15 milyon
ton süt üretilmiş olup, bu miktarın yaklaşık %46’sı toplanarak ambalajlı süt ve
süt ürünlerine dönüştürülürken, geriye kalan %54’ü ise tüketiciye çiğ süt (sokak
sütü/açık süt) ve ev yapımı süt ürünleri olarak ulaştırılmıştır (Anonim, 2012).
Üretilen sütün önemli bir kısmının işlem görmeden tüketiciye ulaşması,
tüketicilerin geliri, eğitimi, cinsiyeti, hane halkı genişliği ve gibi sosyoekonomik ve demografik faktörlerden de kaynaklanabilmektedir.
İnsan beslenmesinde önemli yeri olan sütün, tüketiminde artış
sağlanması amacı ile tüketicilerin bilinçlenmesine yönelik süt tüketim yapılarını
belirleyen çalışmaların yenilenmesi önem arz etmektedir. Türkiye’de
hanehalklarının süt ve süt ürünleri tüketimleri ile ilgili birçok çalışma
bulunmaktadır (Çivi ve ark., 1993; Hanta ve Yurdakul, 1995; Paksoy, 1997;
161
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
Şahin ve Gül, 1997; Özçelik ve Çakıroğlu, 1999; Yalçınkaya, 1999; Yüzbaşı ve
ark., 1999; Andiç ve ark., 2002; Çekal ve Aktaş, 2002; Gül ve ark., 2002; Çelik
ve ark., 2005; Şimşek ve ark., 2005; Akbay ve Yıldız Tiryaki, 2007; Özel, 2008;
Demircan ve ark., 2011; Erdal ve Tokgöz, 2011). Araştırma bölgesi olarak
seçilen Tokat-Turhal ilçesinde ise, ailelerin süt ve süt ürünleri tüketimlerine
yönelik herhangi bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Bu nedenle araştırma orijinal
niteliktedir.
Araştırma bölgesinde, genelde az sayıda süt hayvanına sahip olan ve
elde ettiği sütü açık bir şekilde satışını yapan birçok aile işletmesi
bulunmaktadır. Dolayısıyla, bölgede açık süt satışı yaygındır. Bu çalışmanın
amacı, Tokat ili Turhal ilçesinde ailelerin süt (açık-sokak sütü ve ambalajlıpastörize/sterilize süt) ve bazı ev yapımı süt ürünleri (peynir, yoğurt, tereyağ)
tüketim alışkanlıklarını belirlemek ve tüketimlerini etkileyen sosyo-ekonomik
ve demografik faktörleri saptamaktır. Araştırmadan elde edilen bulgulara logit
model uygulanarak, açık süt tüketimine etki eden faktörler analiz edilmiştir.
2. MATERYAL VE YÖNTEM
Araştırmanın materyalini, Tokat ili Turhal ilçesinde şehir merkezinde
ikamet eden 271 tüketici/aileden yüz yüze görüşme tekniği kullanılarak
toplanan anket verileri oluşturmaktadır. Veriler 2012 yılı Haziran - Temmuz
aylarına aittir.
Örnek hacmini (anket yapılan tüketici sayısı) belirlemek için aşağıdaki
formül kullanılmıştır (Baş, 2008):
n=
N × t2 × p × q
d 2 × ( N − 1) + t 2 × p × q
Formülde;
n : Örneğe alınacak birey sayısı,
N : Hedef kitledeki birey sayısı (63 987),
p : İncelenen olayın gerçekleşme olasılığı (0.50),
q : İncelenen olayın gerçekleşmeme olasılığı (0.50),
t : Standart normal dağılım değeri (1.65),
d : Örnekleme hatası (0.05)’dır.
Verilerin analizi aşamasında, öncelikle anket yapılan kişilerin açık süt
tüketip tüketmeme durumları (hanehalkı) dikkate alınarak tabakalandırma
162
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
yapılmıştır. Araştırma sonuçları tablolarda özetlendirilmiş, frekans ve yüzde
değerler ile yorumlanmıştır.
Ayrıca çalışmada açık süt tüketimini etkileyen faktörler binary logit
regresyon analizi ile incelenmiştir. Tüketici profili üzerinde sosyal ve ekonomik
yönlü araştırmalarda başvurulan yöntemlerden biri de logit regresyon analizidir
(Özer ve Lebe, 2008; İnal ve ark., 2006). Logit regresyon analizini kullanma
amacı, bağımlı değişken ile bağımsız değişken arasındaki ilişkinin
tanımlanmasını sağlayan bir model kurmaktır (Hosmer and Lemeshow, 2001).
Araştırmada, anket yapılan ailelerin açık süt tüketimini etkileyen
faktörleri belirleyebilmek için oluşturulan Logit modelde bağımlı değişken
olarak açık süt tüketimi esas alınmıştır. Bu bağlamda, bağımlı değişken ikili (0
ve 1) kategoride düşünülmüştür. Binary logit regresyon olarak ifade edilen
modelde, ailelerin açık süt tüketme olasılığını (bağımlı değişken) açıklamak
için;
0 = Açık süt tüketmeyenler
1 = Açık süt tüketenler şeklinde olup; olayın meydana gelmesi hali 1,
gelmemesi hali ise 0 değeri ile gösterilmiştir.
Modelde ailelerin açık süt tüketim tercihlerini etkileyebileceği
düşünülen bağımsız (açıklayıcı) değişkenler; ailedeki birey sayısı, çocuk varlığı,
cinsiyet, aylık gelir, aylık gıda harcaması, medeni hal, meslek, annenin eğitimi
ve annenin çalışması olarak dikkate alınmıştır.
Basit olarak logit regresyon modelinin gösterimi aşağıda verilmiştir
(Greene, 2000):
Ancak yukarıdaki eşitlikten görülebileceği gibi Pi ile Xi arasındaki ilişki
hem Xi’ye ve hem de katsayılara göre doğrusal değildir. Bu durumda Sıradan
En Küçük Kareler Yöntemi ile tahmin yapılamaz, ancak bu sorun uygulanacak
bazı işlemlerle doğrusal biçime dönüştürülebilir.
Yukarıdaki eşitliğin her iki yanı
ile çarpıldığında
olur.
olduğundan
’ye bölüp 1 çıkarılarak
bulunur.
elde edilir. Son olarak eşitliğin her iki yanının
doğal logaritması alındığında aşağıdaki eşitlik elde edilir. Burada olasılık
oranının logaritması olan Li hem katsayılara hem de bağımsız değişkene göre
doğrusaldır (Özer, 2004).
163
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
Çalışmada açık süt tüketimindeki artış olasılığını açıklamak için, bir
ailenin açık süt tüketme olasılığı (Pi) ve tüketmeme olasılığı ise (1 - Pi)
olacaktır. Buna göre Pi / (1 - Pi), bir ailenin açık süt tüketme olasılığının açık süt
tüketmeme olasılığına oranıdır. O halde Logit model;
şeklinde yazıldığında, β katsayısı eğimi, Xi de bağımsız değişkenleri ifade
edecektir. Buna göre, X’teki bir birim değişimin açık süt tüketme olasılığının
oranını nasıl değiştirdiği tahmin edilebilir.
Logit model tahmin sonuçlarına dayalı olarak incelenebilecek bir başka
husus da, bağımsız değişkendeki 1 birimlik değişim karşısında olasılık oranında
meydana gelecek yüzde değişimin tespitidir. Bu, eğim katsayılarının ters
logaritmaları alınıp, bundan 1 çıkarılıp sonucun 100 ile çarpılmasıyla
gerçekleştirilir (Özer, 2004).
3. ARAŞTIRMA BULGULARI
3.1. İncelenen Ailelerin Sosyo-Ekonomik Özellikleri
Araştırmada ankete katılanların yaklaşık ¾’ünü (%75.28) kadınlar
oluşturmaktadır.
Ankete katılanlar meslekleri itibariyle incelendiğinde; yarısından
fazlasının (%66.79) ev hanımı olduğu, bunu memur (%10.70), öğrenci (%9.23),
işçi (%5.90), çiftçi (%2.21), esnaf (%2.21), emekli (%1.85) ve serbest meslek
sahiplerinin (%1.11) izlediği belirlenmiştir.
Görüşülen kişilerin eğitim durumları incelendiğinde; %64.21’inin
ilkokul, %17.34’ünün lise, %11.81’inin ortaokul ve %3.32’sinin
yüksekokul/fakülte, %1.11’inin lisansüstü mezunu olduğu, bununla birlikte
%0.37’sinin okur-yazar ve %1.85’inin ise okur-yazar olmadığı belirlenmiştir.
Ankete katılanların tamamına yakınının (%93.36) evli olduğu
saptanmıştır. İncelenen ailelerdeki annelerin %30.83’ü çalışmaktadır.
Ailelerde annelerin eğitimleri incelendiğinde; ilk sırayı ilkokul
(%40.71) mezunları alırken, bunu sırası ile lise (%29.25), ortaokul (%16.60) ve
fakülte/yüksekokul (%9.49) mezunları takip etmekte olup, okur-yazar olan ve
olmayanların oranı ise sırasıyla %3.16 ve %0.79 olarak tespit edilmiştir.
Anket yapılan kişilerin ailelerine ait bazı sosyo-ekonomik göstergeler
Çizelge 1’de verilmiştir.
164
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
Çizelge 1. Ankete Katılan Ailelere Ait Bazı Sosyo-Ekonomik Bilgiler
Frekans (adet)
Oran (%)
1-2
76
28.04
3-4
108
39.86
Ailedeki Birey
5- +
87
32.10
Sayısı (kişi)
TOPLAM
271
100.00
Ortalama (kişi)
3.73
1
140
51.66
2
122
45.02
Ailede Çalışan
Birey Sayısı
3
9
3.32
(kişi)
TOPLAM
271
100.00
Ortalama (kişi)
1.52
1
48
46.60
2
42
40.78
Ailedeki Çocuk
3
13
12.62
Sayısı (kişi)
TOPLAM
103
100.00
Ortalama (kişi)
1.66
18-30
60
22.14
31-40
85
31.36
41-50
63
23.25
Yaş (yıl)
51-+
63
23.25
TOPLAM
271
100.00
Ortalama (yıl)
40.67
< 800
95
35.06
801-1 400
87
32.10
Ailenin Aylık
1 401 <
89
32.84
Geliri (TL)
TOPLAM
271
100.00
Ortalama (TL)
1 306.09
< 200
137
50.56
201-500
97
35.79
Ailenin Aylık
501-1 000
30
11.07
Gıda Harcaması
1 001 <
7
2.58
(TL)
TOPLAM
271
100.00
Ortalama (TL)
341.29
165
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
İncelenen ailelerde yaklaşık olarak 4 kişi bulunmakta olup, bunun da
yarısını çocuklar oluşturmaktadır. Ailelerin yarıdan fazlasında 1, yaklaşık
%96’sında ise en fazla 2 kişi çalışmaktadır. Ankete katılanların çok farklı
yaştaki bireyler olduğu görülmekte olup yaş ortalaması 40.67 yıl olarak
saptanmıştır. Anket yapılan ailelerin farklı gelir düzeylerine sahip olduğu tespit
edilmiştir ve ailelerin aylık ortalama 1 306.09 TL gelire sahip oldukları
belirlenmiştir. Ailelerin gelir düzeylerinin çok yüksek olmaması, bu gelirden
gıda harcamaları için de düşük bir pay (%26.13) ayırmalarına neden olmaktadır.
3.2. İncelenen Ailelerin Süt ve Süt Ürünleri Tüketim Durumu
İncelenen ailelerin aylık olarak; 13.65 lt ambalajlı süt, 21.50 lt açık süt,
15.57 kg yoğurt, 2.88 kg peynir ve 2.16 kg tereyağı tükettikleri tespit edilmiştir.
Bu ürünlerin kişi başına tüketim değerleri ise, sırasıyla; 3.65 lt, 5.76 lt, 4.17 kg,
0.77 kg ve 0.57 kg’dır. Özellikle açık süt tüketiminin ambalajlı süte nazaran çok
yüksek olduğu (bölgede açık süt üreten ve satan birçok aile işletmesinin olması
ve tüketicilerin bu ürünleri tercih etmesi nedeniyle) dikkat çekicidir.
Türkiye’de değişik yıl ve yörelerde süt ve süt ürünleri tüketimine
yönelik birçok araştırma yapılmıştır. Araştırmadan elde edilen bulgular ile
benzer araştırma sonuçları karşılaştırıldığında, bazı sonuçların benzer olduğu
kadar bazılarının ise oldukça farklılık arz ettiği belirlenmiştir. Çivi ve ark.
(1993) tarafından Tokat ilinde yapılan araştırmada, kişi başına yıllık süt tüketim
miktarı 20.4 kg olarak tespit edilmiştir. Adana ilinde ailelerin aylık tüketim
miktarları açık sütte 16.3 lt, pastorize sütte 3.7 lt, yoğurtta 7.7 kg, peynirde 4.3
kg ve tereyağında ise 0.7 kg olarak hesaplanmıştır (Şahin ve Gül, 1997). Adana
ilinde yapılan diğer bir araştırmada ise, kişi başına aylık 21.6 kg süt, 16.4 kg
yoğurt, 3.7 beyaz peynir ve 0.6 tereyağı tükettikleri belirlenmiştir (Yurdakul ve
ark., 1997). Van-Erciş ilçesinde yapılan araştırmada, ailelerin ortalama yıllık
299 lt süt, 52 kg peynir, 164.3 yoğurt ve 13.3 kg da tereyağı tükettikleri tespit
edilmiştir (Yalçınkaya, 1999). Yüzbaşı ve ark. (1999), Ankara-Keçiören
ilçesinde ailelerin aylık 7.58 kg süt, 1.38 kg peynir, 0.29 kg ve tereyağı
tükettiklerini belirlemişlerdir. Van ili kentsel alanda yapılan bir araştırmada,
ailelerin aylık 17.5 kg açık süt, 4.6 kg ambalajlı süt, 14.7 kg yoğurt, 7.8 kg
peynir ve 1.3 kg tereyağı tükettikleri belirlenmiştir (Şahin ve ark., 2001). Andiç
ve ark. (2002), Van-Merkez ilçe kentsel alanda yapılan diğer bir araştırmada,
ailelerin yıllık ortalama 243.4 lt açık süt, 37.2 lt pastörize süt, 180.1 kg yoğurt,
101.9 kg peynir ve 16.5 kg tereyağı tükettiğini belirlemiştir. Isparta ilinde
166
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
ailelerin aylık 14.22 kg açık süt, 2.38 kg ambalajlı süt, 7.10 kg yoğurt, 5.35 kg
peynir ve 1.08 kg da tereyağı tükettikleri tespit edilmiştir (Gül ve ark., 2002).
Çelik ve ark. (2005) tarafından Şanlıurfa ili kentsel alanda yapılan bir araştırma,
tüketicilerin kişi başına yıllık 39.5 lt süt tükettikleri saptanmıştır. Şimşek ve ark.
(2005)’nın yapmış olduğu araştırmada, İstanbul ilinde kişi başına yıllık
ortalama süt tüketim miktarının 34 lt (%11’i sokak sütü ve %89’u ambalajlı süt)
olduğu tespit edilmiştir. Kahramanmaraş ilinde gerçekleştirilen bir araştırmada,
kişi başına yıllık süt tüketim miktarının 37.57 lt olduğu tespit edilmiştir (Akbay
ve Yıldız Tiryaki, 2007). Isparta ilinde yapılan diğer bir araştırma sonuçlarına
göre ise, kişi başına yıllık 6.8 lt açık süt ve 24.47 lt ambalajlı süt tükettikleri
hesaplanmıştır (Demircan ve ark., 2011). Erzincan ilinde yapılan araştırma
sonucunda, kişi başına süt tüketim miktarı 59.52 lt olarak belirlenmiştir (Erdal
ve Tokgöz, 2011).
3.2.1. İncelenen Ailelerin Süt Tüketim Durumu
İncelenen ailelerin %84.87’sinin (230 aile) açık süt ve %46.86’sının
(127 aile) ise ambalajlı süt tükettikleri tespit edilmiştir. Güneş ve ark. (2002)
tarafından Türkiye genelinde 28 ilde yapılan araştırma sonucunda, tüketicilerin
%40’ının sokak sütünü satın aldığı, %33’ünün ise kendi hayvanlarından elde
ettikleri sütü tükettikleri tespit edilmiştir. Isparta ilindeki ailelerin %47.21’inin
açık süt tükettikleri belirlenmiştir (Gül ve ark., 2002). Çelik ve ark. (2005)
tarafından yapılan araştırmada, Şanlıurfa ilindeki tüketicilerin %46.30’unun
açık süt ve %53.70’inin ambalajlı süt tükettikleri saptanmıştır. Kahramanmaraş
ilinde açık süt tüketen ailelerin oranı %82.40 olarak belirlenmiştir (Akbay ve
Yıldız Tiryaki, 2007). Erzincan ilindeki tüketicilerin %67.80’inin açık süt
tüketmeyi tercih ettikleri bulunmuştur (Erdal ve Tokgöz, 2011).
Aileler sütü değişik amaçlarla kullanmak için satın almaktadırlar. Açık
süt tüketen ailelerin %85.22’si yoğurt yapımı, %11.74’ü içme ve %3.04’ü ise
pasta yapımı maksadıyla süt satın aldıklarını ifade etmişlerdir. Buna karşın
ambalajlı süt satın alan ailelerin satın alma nedenleri ise %86.61 ile içme ve
%13.39 ile de pasta yapımıdır. Van ilinde yapılan araştırmada, ailelerin
%27.90’ının sütü içme amaçlı kullandığını, bununla birlikte %25.20’sinin
yoğurt yapımı, %23.10’unun çocuk beslenmesi, %22.40’ının pasta-börek-sütlaç
yapımı ve %1.4’ünün peynir yapımında sütü kullandığı belirtilmiştir (Andiç ve
ark., 2002). Isparta ilindeki ailelerin sütü %70.52 ile içme amaçlı, %67.63’ünün
167
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
pasta-sütlaç-vb. yapımında, %45.08’inin yoğurt yapımında, %33.53’ünün çocuk
beslenmesinde kullanıldığı saptanmıştır (Gül ve ark., 2002).
Ailelerin özellikle açık sütü farklı yerlerden temin ettikleri saptanmıştır.
Açık süt tüketen ailelerin bunu temin ettikleri yerler; %91.74 ile tanıdıklar,
%5.65 ile köydeki üreticiler, %2.61 ile semt pazarındaki satıcılar, %1.73 ile
market-bakkal ve %1.73 ile de herhangi bir satıcı olarak tespit edilmiştir. Bu
veriler, açık sütün daha çok tanınan/bilinen kişilerden temin edildiğini
göstermektedir. Buna karşın, ailelerin tamamı ambalajlı sütü marketbakkallardan satın aldıklarını belirtmişlerdir.
Ailelerin gerek açık ve gerekse ambalajlı sütü tercih etmelerinde birçok
faktör rol oynamaktadır. Ailelerin açık süt tüketimini tercih etme nedenleri;
%87.83 ile yoğurt yapımına uygun olması, %51.74 ile sağlıklı olması, %50.44
ile güvenilir olması, %30.00 ile taze olması, %15.65 ile alışkanlık, %10.43 ile
katkısız olması, %5.65 ile temininin kolay olması ve %4.78 ile de ucuz olmasını
düşünmeleridir. Benzer şekilde, ambalaj süt tüketiminin tercih edilme nedenleri
de; güvenilir olması (%56.69), sağlıklı olması (%51.18), temininin kolay olması
(%35.43), taze olması (%21.26), homojen olması (%12.60), alışkanlık
(%10.24), katkısız olması (%3.94), çocukların sevmesi (%2.36), tat (%1.55) ve
muhafazasının kolay olması (%0.79) şeklinde saptanmıştır. Ailelerin gerek açık
ve gerekse ambalajlı sütü tercih etmelerinde, sağlıklı ve güvenilir olma
faktörlerinin önemli olduğu dikkat çekicidir. Kahramanmaraş ilinde yapılan
araştırmada, tüketicilerin yaklaşık yarısının sağlıklı olduğuna inanmaları
nedeniyle açık sütü tükettikleri, buna karşın %40’ı ise bu şekildeki bir sütün
tüketiminin sağlık açısından yararlı olmadığını düşünmektedirler (Akbay ve
Yıldız Tiryaki, 2007). Erzincan ilindeki tüketicilerin süt tercih nedenleri
içerisindeki en yüksek payı; açık sütte “beğeni ve alışkanlıklar” iken ambalajlı
sütte ise “ekonomik olması” faktörü almıştır (Erdal ve Tokgöz, 2011).
Buna karşın, bazı ailelerin (%15.13); ailede kimsenin sevmemesi
(%75.61) ve temininin zor olması (%24.39) nedeniyle açık süt tüketmedikleri
saptanmıştır. Aynı şekilde, anket yapılan ailelerden %53.14’ünün fiyatını
yüksek bulmaları (%59.03) ve ailede kimsenin sevmemesi (%42.36)
nedenleriyle ambalajlı sütü tercih etmedikleri tespit edilmiştir.
Ailelerin süt satın alırken dikkat ettikleri faktörler; açık süt ve ambalajlı
süte göre farklılık göstermektedir. Açık süt satın alan aileler sütün temiz olması
(%94.78) ve fiyatına (%5.22) önem verirken ambalajlı süt satın alan aileler ise;
öncelikle ürünün üretim ve son kullanma tarihi (%59.84) olmak üzere temiz
168
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
olması (%26.77), markası (%20.47), fiyatı (%15.75), ağırlığı (%12.60), ambalaj
tipi (%5.51) ve reklamı (%0.79) önemsemektedirler.
3.2.2. İncelenen Ailelerin Süt Ürünleri Tüketim Durumu
Anket yapılan ailelerin tamamı peynir ve yoğurt, %82.29’u ise tereyağı
tüketmektedir.
Ailelerin tükettikleri süt ürünlerini farklı yerlerden temin ettikleri
saptanmıştır. Nitekim ailelerin peynir temin ettikleri yerler; %72.32 ile
tanıdıklar (ev yapımı), %22.88 ile market-bakkal, %4.80 ile köy, %0.74 ile semt
pazarı iken %4.80’i ise kendi yaptıkları ürünleri tüketmektedirler. Bu değerler,
sırasıyla; yoğurt için %70.85, %21.40, %5.54, %0.74 ve %38.38, tereyağı için
ise %77.13, %15.70, %7.62, %4.48 ve %1.79 olarak tespit edilmiştir. Elde
edilen verilerden, tüketicilerin süt ürünlerini tanıdıklardan (ev yapımı) aldıkları
söylenebilir.
Araştırma sonuçları incelendiğinde, ailelerin süt ürünlerini benzer
amaçlar için kullandıkları belirlenmiştir. Peynir en fazla kahvaltı (%88.93)
olmak üzere pasta/börek (%18.45) yapımında kullanılırken, tereyağı ise en fazla
yemek yapımında (%88.34) kullanılmakta olup bunu kahvaltı (%67.71) ve
pasta/börek yapımı (%2.24) yapımı izlemektedir. Süt ürünlerinin başında gelen
yoğurt ise aileler tarafından diğer süt ürünlerinin kullanımlarının yanı sıra başka
şekillerde de (%65.68 ile yemek yapımı, %47.60 ile ayran yapımı, %44.28 ile
sade kullanım ve %15.13 ile de pasta/börek yapımı) kullanılmaktadır.
Anket yapılan ailelerin %79.34’ünün köy (taze), %77.49’unun çökelek,
%27.68’inin kaşar, %18.08’inin tel, %9.59’unun teneke, %3.32’sinin lor ve
%1.11’inin ise labne olmak üzere birden fazla farklı peynir türlerini tükettikleri
tespit edilmiştir.
İncelenen ailelerin önemli bir kısmının ev yapımı süt ürünlerini
(peynirde %82.66, yoğurtta %84.87 ve tereyağında ise %81.17) tercih ettikleri
saptanmış iken hazır ürünleri tüketen aileler de (peynirde %28.41, yoğurtta
%23.25 ve tereyağında ise %23.32) bulunmaktadır.
Bazı ailelerin; sağlıklı olması (%93.04), taze olması (%75.65), katkısız
olması (%55.22), kendi yapımı olması (%4.78), tadı (%2.17) ve ucuz olması
(%1.30) nedenleriyle ev yapımı yoğurt satın almayı/tüketmeyi tercih ettikleri
tespit edilmiştir. Buna karşın, bazı aileler ise değişik nedenlerden dolayı
(%50.79 ile sağlıklı olması, %30.16 ile temininin kolay olması, %25.40 ile
homojen olması, %14.29 ile katkısız olması, %6.35 ile çocukların sevmesi,
169
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
%1.59 ile muhafazasının kolay olması ve %1.59 ile damak tadı) hazır yoğurdu
satın almayı tercih etmektedirler.
Ankete katılan ailelerden tereyağı tüketenler hem ev yapımı ve hem de
hazır ürünleri tercih ettiklerini ifade etmişlerdir. Ailelerin ev yapımı tereyağı
tercih nedenleri; %93.37 ile sağlıklı olması, %76.24 ile taze olması, %40.33 ile
katkısız olması, %3.32 ile ucuz olması, %2.76 kendi yapımı olması, %1.66 ile
damak tadına uygunluğu şeklinde belirlenmiştir. Diğer yandan, ailelerin hazır
tereyağı tercih nedenleri ise; temininin kolay olması (%61.54), sağlıklı olması
(%23.08), damak tadına uygunluk (%23.08), katkısız olduğu düşüncesi (%5.77)
ve güvenilir olması (%3.85) nedenleriyle birçok aile tarafından tercih
edilmektedir.
3.3. İncelenen Ailelerin Açık Süt Tüketimlerini Etkileyen
Faktörlerin Analizi
Araştırma sonucunda, ankete katılan ailelerin büyük bir kısmının
(%84.87) açık süt tükettiği görülmüştür. Tüketicilerin açık süt tüketiminde
birçok faktörün etkili olabileceği düşünülmüştür.
Araştırmada, anket yapılan ailelerin açık süt tüketimini etkileyen
faktörleri belirleyebilmek için oluşturulan Logit modelde bağımlı değişken
olarak açık süt tüketimi ve bağımsız değişkenler olarak da bu tüketimi
etkileyeceği düşünülen faktörler esas alınmıştır. Bu değişkenlerin tanımı ve
kodları Çizelge 2’de verilmiştir.
Çalışmada başlangıç modelinde toplam 9 değişken ile yola çıkılmıştır.
Deneme modelleri sonucu istatistikî olarak anlamlı bulunan değişkenlerden
oluşan en uygun modele ulaşılmıştır. En uygun modele karar verilirken Mc
Fadden R2, Probability ve değişkenlere ait p değerlerine bakılarak en uygun
olduğu düşünülen regresyon modeline ulaşılmıştır. Binary logit regresyon
modeli tahmin sonuçları Çizelge 3’te verilmiştir. Model, F test istatistiğinin
logit modeldeki eş değeri olan olabilirlik istatistiğine göre %1 düzeyinde
istatistiksel olarak önemlidir. Modelin açıklama gücünü ifade eden McFadden
R2 0.091705 olarak belirlenmiştir. Genelde olduğu gibi burada da oldukça
düşük çıkan bu istatistik 0-1 arasında bir değer almaktadır ve doğrusal
regresyon modelindeki R2 ile aynı şekilde yorumlanmamaktadır (Özer, 2004).
Bu değer modele dâhil edilen değişkenlerin, açık süt tüketimlerini açıklamada
yeterli olduğunu göstermektedir.
170
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
Çizelge 2. Bağımsız Değişkenlerin Tanımlanması
DEĞİŞKENLER
TANIMLAR
0=Tüketmeyen, 1=Tüketen
Bağımlı Değişken Açık süt tüketimi
Ailede yaşayan birey sayısı
Birey sayısı
(kişi)
Ailedeki çocuk varlığı 0=Yok, 1=Var
Cinsiyet
0=Kadın, 1=Erkek
Ailenin ortalama aylık geliri
Gelir
(TL)
Ailenin ortalama aylık gıda
Gıda harcaması
harcaması (TL)
Bağımsız
Medeni hal
0=Evli, 1=Bekâr
Değişkenler
1=Öğrenci, 2=Serbest Meslek,
Meslek
3=Esnaf, 4=Çiftçi, 5=Emekli,
6=İşçi, 7=Memur, 8=Ev hanımı
0=Okur-yazar değil, 1=Okuryazar, 2=İlkokul, 3=Ortaokul,
Annenin eğitimi
4=Lise,
5=Fakülte/yüksekokul
Annenin çalışması
0=Çalışmıyor, 1=Çalışıyor
Çizelge 3. Logit Model Sonuçları
MODEL
ACIKSUTTUK = β0 + β1 gıdaharcaması + β2 meslek + β3 anneninçalışması +
β4 annenin eğitimi
DEĞİŞKENLER
Katsayı
Std. hata
z
p
Gıda harcaması
-0.001249
0.000475
-2.627960 0.0086*
Meslek
0.269791
0.147377
1.830624 0.0672**
Annenin çalışması
1.327122
0.507317
2.615962 0.0089*
Annenin eğitimi
0.304509
0.117208
2.598013 0.0094*
C
0.299600
0.556205
0.538652 0.5901
Probability : 0.000260*
Mc Fadden R2 : 0.091705
P değeri, * %1 düzeyinde anlamlı, **%10 düzeyinde anlamlı
171
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
Modelin tahmin sonuçları incelendiğinde; 4 adet bağımsız değişkene ait
istatistiksel anlamlılık düzeyleri için P değerlerine bakılmıştır. Buna göre
meslek değişkeni %10 düzeyinde, ailenin aylık gıda harcaması, annenin
çalışması ve annenin eğitimi değişkenleri ise %1 düzeyinde istatistikî olarak
anlamlı bulunmuştur.
Logit modelde eğim katsayıları, bağımsız değişkenlerdeki bir birim
değişmeye karşılık logitteki değişmeyi ölçmektedir. Buna göre, ailelerin aylık
gıda harcamaları bir birim arttığında açık süt tüketme olasılığını 0.001
azaltmaktadır. Buna karşın meslek, annenin çalışması ve annenin eğitiminin bir
birim artması ise ailelerin açık süt tüketme olasılığını sırası ile 0.269, 1.327 ve
0.304 artırmaktadır.
Logit model tahmin sonuçlarına dayalı olarak bağımsız değişkenlerdeki
bir birimlik değişim karşısında olasılık oranında meydana gelecek yüzde
değişim de hesaplanmıştır (Özer, 2004):
(1 - 0.998751) × 100 = 0.1249
e-0.001249 = 0.998751
0.269791
e
= 0.763409
(1 - 0.763409) × 100 = 23.6591
e 1.327122 = 3.77334
(1 - 3.77334) × 100 = 277.334
e 0.304509 = 1.35622
(1 - 0.35622) × 100 = 35.622
Yapılan araştırmada ailelerin meslekleri açık süt tüketime olasılığını
0.24 kat, annenin çalışması 2.77 kat ve annenin eğitimi ise 0.36 kat arttıracak,
ailelerin gıda harcamalarındaki bir değerlik artış ise ailelerin açık süt tüketime
olasılığını 0.001 kat azaltacaktır.
4. SONUÇ VE ÖNERİLER
Tokat-Turhal ilçesinde yapılan bu araştırma neticesinde, tüketicilerin
ambalajlı süt ile kıyaslandığında açık süt tüketimlerinin gerek miktar ve gerekse
tüketen ailelerin oranı açısından oldukça yüksek oluşu dikkat çekmektedir.
Bunda; açık sütün yoğurt yapımına uygun olması, sağlıklı olması ve güvenilir
olması düşüncelerinin en önemli faktörler olduğu saptanmıştır. Buna karşın,
fiyatının yüksekliği ve alışkanlık nedeniyle bazı ailelerin/bireylerin ambalajlı
süt tüketmedikleri belirlenmiştir. Bu konuda, özellikle tüketicilerin ambalajlı
sütü tercih etmelerine yönelik bilinçlendirme çalışmaları yapılmalıdır.
Özellikle kısa dönemde etkin denetleme ile sokak sütü kayıt altına
alınmalı, kayıt dışı olmanın sokak sütü satışına sağladığı avantajlar ortadan
kaldırılmalıdır. Ayrıca, hijyenik koşullarda üretilmiş süt ve süt ürünlerinin
arzını sağlayacak denetleme mekanizmasının sağlıklı işletilmesi de
172
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
gerekmektedir. Açık süt satışı gerçekleştiren üretici yada tarım işletmelerinin
daha hijyenik şartlarda üretim ve satış yapmaları sağlanmalı yada bu konuda
gerekli tedbirler alınmalıdır.
Logit analizi sonuçlarına göre, ailelerin açık süt tüketimlerine; ailenin
aylık gıda harcaması negatif, ailedeki annenin çalışıp çalışmama durumu ve
eğitimi ile anket yapılan kişinin mesleğinin ise pozitif yönde etkili olduğu
saptanmıştır.
Süt ve süt ürünleri sektöründe faaliyet gösteren firmaların da tüketici
isteklerini dikkate almaları ve aynı zamanda da özel sektör olarak ambalajlı süt
tüketiminin arttırılması için daha fazla girişimde bulunmaları gerekmektedir.
Buna ilaveten, çiğ süt işleyen modern süt işleme tesislerinin sayısı da
artırılmalıdır.
Süt tüketiminin arttırılması amacıyla gerekli olan çalışmalar (okul sütü
projesi uygulaması, reklam gb.) başlatılmalı/uygulaması sürdürülmeli ve sütün
temel gıda maddesi olduğu gerçeği konusunda tüketiciler bilinçlendirilmelidir.
KAYNAKLAR
Akbay, C., Yıldız Tiryaki, G. (2007), Tüketicilerin Ambalajlı ve Açık Süt
Tüketim Alışkanlıklarının Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi:
Kahramanmaraş Örneği. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Fen
ve Mühendislik Dergisi, 10(1): 89-96.
Anar, Ş. (1998), Sütün Beslenmedeki Önemi. Gıda Dünyası, Haziran: 59-61.
Andiç, S., Şahin, K., Koç, Ş. (2002), Van Merkez İlçe Kentsel Alanda Süt
Tüketimi. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Bilimleri
Dergisi, 12(2): 33-38.
Anonim (2012), Türkiye İstatistik Kurumu verileri (www.tuik.gov.tr).
Baş, T. (2008), Anket. Araştırma Yöntemleri Dizisi: 2. Seçkin Yayıncılık, 5.
Baskı, Ankara, s. 255.
Çekal, N., Aktaş, N. (2002), Üniversitede Çalışan Kadın Personelin Süt ve Süt
Ürünleri Tüketim Sıklıkları. Standard Dergisi, 481: 65-69.
Çelik, Y., Karlı, B., Bilgiç, A., Çelik, Ş. (2005), Şanlıurfa İli Kentsel Alanda
Tüketicilerin Süt Tüketim Düzeyleri ve Süt Tüketim Alışkanlıkları.
Tarım Ekonomisi Dergisi, 11(1): 5-12.
Çivi, H., Gürler, A.Z., Esengün, K., Karkacıer, O. (1993), Tokat İl Merkezinde
Yaşayan Hanehalklarının Süt Tüketim Durumu Üzerine Bir Araştırma.
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 10(1): 97-107.
173
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
Demircan, V., Örmeci, M.Ç., Kızılyar, G. (2011), Isparta İlinde Ailelerin
Ambalajlı ve Açık Süt Tüketim Alışkanlıklarının Karşılaştırmalı Olarak
İncelenmesi. Süleyman Demirel Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi,
6(2): 39-47.
Erdal, G., Tokgöz, K. (2011), Tüketicilerin Ambalajlı ve Açık Süt Tüketim
Tercihlerini Etkileyen Faktörler: Erzincan İli Örneği. Karamanoğlu
Mehmetbey Üniversitesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi,
13(20): 111-115.
Evrim, M., Can, C. (1997), Türkiye’de Süt Üretim Politikaları, Pazarlama ve
Örgütlenme Sorunları. Türkiye Süt Et Gıda Sanayicileri ve Üreticileri
Birliği Yayını, s. 1-13.
Greene, W.H. (2000), Econometric Analysis. Englewood Cliffs, NJ: Prentice
Hall.
Gül, M., Sagdıç, O., Orhan, H. (2002), Isparta İlinde Ailelerin Süt ve Süt
Ürünleri Tüketimleri Üzerine Değerlendirmeler. Süleyman Demirel
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 16(29): 53-58.
Güneş, E., Albayrak, M., Gülçubuk, B. (2002), Türkiye’de Gıda Sanayii. Tek
Gıda İş Sendikası Yayınları, Ankara, s. 384.
Hanta, B., Yurdakul, O. (1995), Adana İli Kentsel Alanda Hayvansal Gıda
Tüketim Yapısı. Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dergisi, 10(2):
169-184.
Hosmer, D.W., Lemeshow, S. (2001), Applied Logistic Regression. Newyork:
John Wiley & Sons.
İnal, M.E., Topuz, D., Uçan, O. (2006), Doğrusal Olasılık ve Logit Modelleri
İle Parametre Tahmini. Sosyo Ekonomi, 2006-2: 101-129.
Paksoy, M. (1997), Kahramanmaraş İli Kentsel Alanda Hayvansal Gıda
Maddeleri Tüketimi ve Gelir-Harcama Esneklikleri. Çukurova
Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Tarım Ekonomisi Anabilim Dalı,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana.
Özcan, T., Erbil, F., Kurdal, E. (1998), Sütün İnsan Beslenmesindeki Önemi.
İçme Sütü Sempozyumu Bildiri Kitabı, Tekirdağ, s. 31-41.
Özçelik, Ö., Çakıroğlu, P. (1999), Çalışanların Süt-Yoğurt-Peynir Tüketim
Alışkanlıkları. Standard Dergisi, 448: 34-38.
Özel, G. (2008), Tüketicilerin Süt Tercihinde Etkili Olan Faktörlerin
İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma. Süleyman Demirel Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 13(3): 227-240.
174
Gözener, B.; Sayılı, M. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 160-175
Özer, H. (2004). Nitel Değişkenli Ekonometrik Modeller. Nobel Yayın
Dağıtım, Ankara.
Özer, H., Lebe, F. (2008), Çok Sınıflı Logit Model İle Erzurum’da Market
Tercihini Etkileyen Faktörlerin Belirlenmesi. Gaziantep Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 7(2): 241-254.
Şahin, K., Gül, A. (1997), Adana İli Kentsel Alanda Ailelerin Süt ve Süt
Mamulleri Alım ve Tüketim Davranışları. Çukurova Üniversitesi Ziraat
Fakültesi Dergisi, 12(4): 59-68.
Şahin, K., Andiç, S., Koç, Ş. (2001), Van İli Kentsel Alanda Ailelerin Otlu
Peynir ve Süt Ürünleri Alım ve Tüketim Davranışı. Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Bilimleri Dergisi, 11(2): 67-73.
Şimşek, O., Çetin, C., Bilgin, B. (2005), İstanbul İlinde İçme Sütü Tüketim
Alışkanlıkları ve Bu Alışkanlıkları Etkileyen Faktörlerin Belirlenmesi
Üzerine Bir Araştırma. Tekirdağ Ziraat Fakültesi Dergisi: 2(1): 23-35.
Tekinsen, K.K., Tekinsen, O.C. (2005), Aflatoxin M1 in White Pickle and Van
Otlu (Herb) Cheeses Consumed in Southeastern in Turkey. Food
Control, 16(7): 565–568.
Yalçınkaya, O. (1999), Van İli Erciş İlçesinde Hayvansal Gıda Tüketim Yapısı.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Tarım Ekonomisi
Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Van.
Yurdakul, O., Emeksiz, F., Koç, A., Hanta, B. (1997), Balcalı Süt Ürünlerinin
İmajının Ölçülmesi (Tüketici Değerlendirmesi). Çukurova Üniversitesi
Ziraat Fakültesi Dergisi, 12(3): 39-48.
Yüzbaşı, N., Erkuş A., Sengin, E. (1999), Keçiören Şefkat Mahallesinde Çeşitli
Gelir Gruplarındaki Ailelerde Süt ve Süt Ürünleri Tüketimi. Gıda
Dergisi, 24(1): 59-67.
175
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
Türkiye’de Sağlık Reformlarının Tarihsel Gelişimi ve Sağlıkta Dönüşüm
Programı’nın Küresel Niteliğinin Değerlendirilmesi1
Aysun Yılmaztürk2
Özet
Sağlık sektörü doğrudan insan sağlığı ile ilişkili olduğundan, diğer sektörlerden
farklı bir yapıya sahiptir. Ekonomik bir sektör olmaktan öte stratejik bir öneme haizdir.
Dünyada ve Türkiye’de sektör harcamalarının önemli bir kısmı devlet tarafından
finanse edilmektedir. Bu nedenle her dönemde kamu müdahaleleri ve reformlar
gündeme gelmiştir. Türkiye 2003 yılından bu yana Sağlıkta Dönüşüm Programı
çerçevesinde bir dizi reform gerçekleştirmiştir. Sağlık hizmetlerinin sunumu ve
finansmanında değişimler meydana gelmiş, devletin sağlık hizmetlerine yaklaşımında
dönüşüm sürecine girilmiştir. Bu dönüşüm sürecinde Dünya Bankası ve IMF gibi
uluslar arası aktörler de rol oynamaktadır.
Bu çalışmada, Türkiye’de sağlık alanında yapılan reformların tarihsel gelişimi
incelenmiştir. Cumhuriyet döneminin son reform çalışması olarak Sağlıkta Dönüşüm
Programı’nın bu tarihsel süreç içindeki yeri analiz edilmiştir. Temel amaç, sadece sağlık
politikalarındaki değişiklikleri görmek değil, aynı zamanda son reform hareketi olarak
SDP ile getirilen yeniliklerin Dünya Bankası’nın Türkiye Raporlarıyla ve 1980 sonrası
izlenen neo-liberal politikalarla ilişkisini ortaya koymaktır. Dünya ölçeğinde sağlık
politikalarındaki değişime bakıldığında, sürekli artma eğiliminde olan sağlık
harcamaları karşısında hükümetlerin sağlık reformlarına ihtiyaç duyduğu görülmektedir.
Bu reformlar küresel nitelik taşımaktadır ve Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm Programı ile
yaşanan reform çalışmaları bu çerçevede değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Türkiye’de Sağlık Reformları, Sağlıkta Dönüşüm
Programı, Dünya Bankası, Reformların Küresel Niteliği
Health Reforms in Turkey, Historical Development and Transformation of
the Program in Health Care Quality Assessment of Global
Abstract
As the health sector is directly related to human health, it has a different
structure from other industries. It is of strategic importance other than becoming an
1
Sağlıkta Dönüşüm Süreci ve Türkiye'de İlaç Sektörü Paydaşları Üzerine Etkileri
adlı doktora tezinden derlenmiştir.
2
Öğr.Gör., Balıkesir Üniversitesi Sındırgı Meslek Yüksekokulu,
[email protected]
176
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
economic sector . An important part of the industry expenditures in Turkey and in the
world is funded by the state. That is why public interventions and reforms has been
raised in each period. Since 2003, Turkey has carried out a series of reforms within the
framework of the Health Transformation Program. Significant variations have occurred
in the presentation and financing of health care services, and it has been entered into a
process of transformation for the state approach to health care. International actors such
as the World Bank and the IMF also play a crucial role in this process.
In this study, the historical development of health care reforms in Turkey has
been examined. As the last reform of the Republican era, the location of the Health
Transformation Program in this historical process is analyzed. The main aim is not only
to see changes in health policies, but also to put forward the relationship between the
innovations introduced by the SDP, as the recent reform movement, and, Turkey
reports of the World Bank and the neo-liberal policies pursued after 1980. Regarding to
changes in the health policies at the global level governments seem to need health care
reforms against constantly increasing tendency of health care expenditures. These
reforms are of a global quality and reform efforts carried out through the Health
Transformation Program of Turkey are under consideration with this framework.
Key Words: Healthcare Reforms in Turkey, Recycling Program in health
care, the World Bank, global nature of Reforms
1. Giriş
Her insanın kanunlarla garanti altına alınan temel hakkı olmasının yanı
sıra verimli işgücünün üretimi ile ekonomik büyümeye katkıda bulunan
“sağlık”, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin gündeminde ön sırayı
almaktadır. Türkiye’de de sağlığın korunması ve iyileştirilmesini amaçlayan
sağlık harcamaları ve bu harcamaların nasıl gerçekleşeceğine yön veren sağlık
politikaları önem arz etmektedir. 2002 yılında ilan edilen “Acil Eylem
Planı”nda “Herkese Sağlık” başlığıyla temel ilkeleri belirlenen ve bir takvime
bağlanan reformlar, 2003 yılında Sağlık Bakanlığı’nın “Sağlıkta Dönüşüm
Programı” ile uygulanmaya başlamıştır.
Bu bağlamda Türkiye’de, geride bırakılan son 10 yıllık süreçte, sağlık
sistemine dair önemli politika değişiklikleri gerçekleşmiştir. Sağlıkta Dönüşüm
Programı ve Sosyal Güvenlik Reformu bünyesinde gerçekleştirilen yapısal
değişikliklerin, sağlığa erişimi kolaylaştırdığı ve sosyal sağlık hizmetlerinde
artışa yol açtığı, bu kapsamda bireyler, ilaç firmaları, eczacı, depocu ve diğer
sağlık sektörü paydaşları üzerinde birtakım etkiler yarattığı görülmektedir.
177
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
Öncelikle Sağlık Bakanlığı’nın kuruluşundan günümüze uygulanan
Sağlık politikalarına, özellikle sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi amacından
uzaklaştıkça ortaya çıkan sağlık hizmetlerinin yeniden yapılandırılmasına ilişkin
reform süreçlerine ve bu süreçlerin yaşanmasına neden olan gelişmelere kısaca
bakmakta fayda görülmektedir.
2. Türkiye’de Sağlık Reformlarının Tarihsel Gelişimi
Sağlık Bakanlığı, 1920’de TBMM’nin açılışının hemen ardından
kurulmuş, 1923–1937 yıllarını kapsayan Cumhuriyetin ilk döneminde sağlık
sektörüyle ilgili temel kanunlar çıkarılmış, koruyucu halk sağlığı hizmetlerine
önem verilerek, bulaşıcı hastalıklarla mücadele programları uygulanmış ve
sağlık hizmetlerinde “geniş bölgede tek amaçlı hizmet/dikey örgütlenme”
modeli benimsenmiştir. 1938–1960 döneminde il ve ilçelerde sağlık
merkezlerinin sayısı artırılmış ve hastanelerin yönetimi yerel yönetimlerden
Sağlık Bakanlığı’na devredilmiştir. Bu dönemde ayrıca, Türk Tabipler Birliği
Kanunu (1953), Eczacılar ve Eczaneler Kanunu (1953), Hemşirelik Kanunu
(1954) gibi düzenlemelerle sivil toplum örgütleri ve bazı tıp mesleklerinin
hukuki altyapıları oluşturulmuştur. Sosyal güvenlik alanında da 1946’da Sosyal
Sigortalar Kurumu ve 1950 yılında da Emekli Sandığı Kanunu yürürlüğe
girmiştir.
1961–1980 dönemi, 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleşmesi
Kanunu’nun (1961) hayata geçirildiği bir süreçtir. Bu yasa ile “halkın, temel bir
insanlık hakkı olarak tanınan sağlık hizmetlerinden sosyal adalete uygun olarak
yararlanmaları amaçlanmıştır”3. Bu süreçte sağlık hizmetlerinin yaygın, sürekli,
entegre ve halkın ihtiyaçları doğrultusunda sunulması amaçlanmıştır. Ulusal
sağlık hizmetlerinin sunumunda sağlık evleri, sağlık ocakları, ilçe ve il
hastaneleri biçiminde bir yapılanma gerçekleşmiştir. “Önceleri başarıyla
uygulanan yasanın yürütülmesinde zamanla yönetsel nedenlerden kaynaklanan
çok ciddi sorunlarla karşılaşılmış, bu sorunlar nedeniyle, yasanın ülkemize
uygun olmadığı”4 sonucuna varılmıştır. Oysa söz konusu 224 sayılı yasa,
• Herkese, her yerde ve her zaman sağlık hizmeti,
• Koruyucu sağlık hizmetlerine ve halk sağlığı açısından önemli
sağlık sorunlarına öncelik verilmesi,
3
4
Ç. Keyder, N. Üstündağ, T. Ağartan, Ç.Yoltar, “Avrupa’da ve Türkiye’de Sağlık
Politikaları”, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.15
Z. Öztek, “Türkiye Sağlık Hizmetlerinin Sunumuna İlişkin Görüş ve Öneriler Raporu”,
2007, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği, www.hasuder.org/ (03.04.2008)
178
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
Başvurmayanlara da hizmet verilmesi,
Sevk zinciri,
Halkın, sağlık hizmetlerinin planlanması ve sunulması kararlarına
katılımı,
• Ekip hizmeti,
• Planlı hizmet ve esnek model (hizmet kapsamındaki nüfusun
özelliklerine göre uyarlanmış hizmet sunumu) ilkelerini
benimsemiştir.
Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’nin 2007 yılındaki “Türkiye’de Sağlık
Hizmetlerinin Sunumuna İlişkin Görüş ve Öneriler” Raporu’nda bu ilkelerin
eskimediği ve hala çağdaş oldukları belirtilmektedir. Aynı raporda sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesi uygulamasının ilk 10–15 yıllık dönemde çok
başarılı olduğu, özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu illerinde başarılı
sonuçlar elde edildiği belirtilmiştir. Raporda yer alan sağlık hizmetlerinin
sosyalleştirilmesi uygulamasında karşılaşılan sorunlar, çarpıcı biçimde bugün,
sağlık alanında karşı karşıya olunan sorunlarla paralellik göstermektedir. Bu
sorunlar:
1. Yeterli ve sürekli politik kararlılığın olmaması
2. Tam süre çalışma ilkesinden vazgeçilmesi
3. İl içinde coğrafi bütünlük ilkesinin getirilmesi
4. Diğer kurumların sağlık kuruluşlarının Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı’na devredilememesi: 224 sayılı Yasa’da sosyalleştirilen
illerdeki bütün kamu kurumlarına ait hastane ve öbür sağlık
kuruluşlarının Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na devredileceği
kuralı vardır. Bu yasa çıktıktan 44 yıl sonra 2005’te SSK ve diğer
kamu kurumlarına ait sağlık kuruluşları Sağlık Bakanlığı’na
devredilmiştir. Bu devir işleminin 224 sayılı Yasa’da öngörülen
mantık içinde olduğu söylenemese de, söz konusu devir işlemi tek
elden yönetim ilkesi açısından olumlu yönler içermektedir.*
5. Sevk zincirinin işletilememesi.
•
•
•
*
10.10.2007 tarih ve 1/1327 esas sayılı hazırlanan “Kamu Hastane Birlikleri Pilot Uygulaması
Hakkında Yasa” ile bu durum değişecektir. Yönetim Kurulu’nun görevlerinden biri; Birliğin
her türlü araç, gereç, malzeme, taşınırları ve tapuda birlik adına kayıtlı taşınmazların
üzerindeki yapı ve tesisler ile birlikte satmak, kiralamak, kiraya vermek, devir ve takas
işlemlerini yürütmek, tahsis amacı doğrultusunda kiraya vermek, işletmek, işlettirmektir. (Md.
3/d)
179
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
6. Sosyalleştirme terimine yüklenmek istenen politik anlam
7. Ülkeye yayılmasının gecikmesi
8. Kent tipi sağlık ocakları: Kentlerdeki sağlık ocaklarının tanı ve
tedavi olanakları kentte yaşayanların beklentilerine yanıt verebilecek
biçimde geliştirilememiştir.
9. Tedavi hizmetlerine verilen ağırlık
10. Sağlık çalışanlarının eğitiminin uygunsuzluğu ve yetersizliği
11. Sağlık çalışanı, bina ve donanım yetersizliği
12. Politik baskılar
13. Yönetim kapasitesinin yetersizliği: Özellikle il ve ilçe düzeyinde
çoğunlukla yönetim bilgi ve becerilerinden yoksun olan yöneticilere
görev verilmesi,
14. Toplum katılımının sağlanamaması şeklinde özetlenebilir5.
1961 Anayasası’nda temel insan haklarından biri olarak “Sağlık
Hakkı”nın korunup gözetilmesi devletin görevi iken, 1982 Anayasası devletin
değiştirilemez temel niteliklerinden biri olarak sosyal devlet ilkesini kabul etmiş
ancak devletin sağlık alanındaki görevini sadece düzenleme ve denetleme
düzeyine indirgemiştir. Yine de tüm vatandaşların sosyal güvenlik hakkını
tanımakta ve sağlanmasının devletin sorumluluğu altında olduğunu
belirtmektedir(Md. 60). Bu açıklamalar 1961 Anayasasına paralel ifadelerdir.
Ayrıca 1982 Anayasası’nda Genel Sağlık Sigortası kurulabileceği ifade
edilmektedir(Md. 56).
3. Sağlıkta
Dönüşüm
Programı’nın
Küresel
Niteliğinin
Değerlendirilmesi
1990 yılından sonra hız kazanan sağlıkta reform çalışmaları
doğrultusunda çıkarılan yasaların, Dünya Bankası’nın yayınladığı tartışma
metinlerinin tarihleri ile ilginç zamanlamalar taşıdığı görülmektedir. Dünya
Bankası reformlar için 1987 yılında “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sağlık
Hizmetlerinin Finansmanı” adlı bir gündem yayınlamıştır. Bu gündemde sağlık
sorunlarının çözümü için reform olarak önerilenler;
• Kamu sağlık kurumlarından yararlananlardan katkı payı alınması,
• Kar amacı gütmeyen kurumlar, özel hekim, eczacı gibi hükümet dışı
kaynakların etkili kullanımı,
5
Z. Öztek, s.3
180
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
• Hükümetin sağlık hizmetlerini yerinden yönetime kaydırması,
• Yeni vergiler konulması,
• Özel sektörün teknik ve finansman açısından desteklenmesi
şeklindedir.
İlginç bir zamanlama ile aynı yıl Mayıs 1987’de yayımlanan 3359 sayılı
Sağlık Hizmetleri Temel Yasası’nda, Milli Savunma Bakanlığı dışında kamu
kurum ve kuruluşlarına ait tüm sağlık kuruluşlarının kamu tüzel kişiliğine sahip
sağlık işletmelerine dönüştürülmesine olanak tanınarak, hastanelerin kendi
gelirleri ile giderlerini karşılaması, piyasa koşullarında rekabet eden kurumlar
durumuna getirilmesi amaçlanmıştır6. Bu yasa, sağlığın ticarileştirilmesi niteliği
taşıdığından, Anayasa Mahkemesi’nce birçok maddesi iptal edilmiş, bir
bütünlük içinde yürürlüğe girmemiştir.
Dünya Bankası 1989’da yayınladığı, “Gelişmekte Olan Ülkelerde Özel
Sektör Aracılığı ile Sağlık Hizmetlerinin Güçlendirilmesi” başlıklı metinde ise;7
• Gelişmekte olan ülkelerin ulusal gelirlerinin %5,5’ini sağlığa
harcadıklarını; bu ülkelerde kişi başına ulusal gelirin artması ve
yaşam süresinin uzamasıyla sağlık hizmetlerine talebin artacağı,
• Gelişmiş ülkelerde hükümetler toplam sağlık harcamalarının
%70’ini karşılarken gelişmekte olan ülkelerde bu oranın %50’den az
olduğu,
• Gelişmekte olan ülkelerde hükümetlerin yersiz olarak bütçelerinin
çoğunu hastanelere harcadığı, kentlerde yaşayanların hastaneleri
kırsal kesimde yaşayanların sağlık yardımlarından yararlanmalarında
eşitsizlik yarattığı,
• Hükümetlerin bu sorunu hastane hizmetlerinde kullanıcı ücretini
yükselterek azaltabileceği fakat bunun politik açıdan zorluğu
nedeniyle daha kalıcı ve uygulanabilir çözümün hastanelerin
yönetsel ve finansal olarak hükümet vesayetinden ayrılarak
özelleştirilmesi olduğu,
• Böylece kırsal kesime yönelik koruyucu sağlık hizmetlerine daha
çok kaynak aktarılabileceği belirtilmiştir.
6
7
TEB, “3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Yasası”, s.213,
http://www.e-kutuphane.teb.org.tr/pdf/raporlar/eczacilik_yasa/14.pdf, (03.04.2008)
C. Griffin “Strengthening Health Services in Developing Countries Through the Private
Sector”, Washington: The World Bank Press, 1989, s. 8 – 14
181
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
Türkiye’de yaşanan sağlıkta reform çalışmaları 1990 yılından sonra
ivme kazanmıştır. 1989 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından
yaptırılan ve 1990 yılında tamamlanan “Sağlık Sektörü Master Planı”
çerçevesinde Dünya Bankası yardımıyla 1. Sağlık Projesi gerçekleştirilmiş, bu
çalışma sonucunda Türk Sağlık Sistemi’nde hizmeti sunanla hizmeti satın
alanın birbirinden ayrıldığı bir reform önerisi getirilmiştir. Master Plan
çalışması daha sonra Sağlık Bakanlığı nezdinde hız kazanan reform
çalışmalarının da temelini oluşturmuştur. Sağlık Bakanlığı’nca 1990 yılında ilk
taslak Milli Sağlık Politikası dokümanı yayınlanmış, bu dokümanın amacının,
“değişen hükümet ve bakanlarla değişmeyen bir sağlık politikası oluşturmak”
olduğu ifade edilmiştir. Sağlık politikası belirleme sürecinde ilk kez katılımcı ve
uzlaşmacı bir yaklaşımla sağlık sektörü ile ilgili tüm taraflar 1992 yılında
düzenlenen 1. Ulusal Sağlık Kongresi’nde bir araya gelmiştir. İlgili sektör,
kurum, üniversite, mesleki birlik ve basını da kapsayan 500 kişilik bir katılım
sağlanarak sağlık sektörünün örgütlenmesine ilişkin kapsamlı bir çalışma
yapılmıştır. 35 çalışma grubunca hazırlanan raporlardan yola çıkılarak, hem
Dünya Sağlık Örgütü ile hem de 1993 yılında yapılan 2. Ulusal Sağlık
Kongresi’nde tartışılarak son şeklini alan bu doküman daha sonraki dönemlerde
reformlar ile ilgili tartışmaların odak noktasını oluşturmuştur.
1990’larda yürütülen sağlık reformu çalışmalarının ana başlıkları;
• Genel Sağlık Sigortasının kurulması ve sosyal güvenlik
kurumlarının tek şemsiye altında toplanması,
• Hizmet sunma ile finansman sağlama fonksiyonlarının birbirlerinden
ayrılması,
• Sağlık hizmetleri planlama ve denetleme görevlerinin etkin bir
şekilde gerçekleştirilmesi için Sağlık Bakanlığı’nda yeniden
yapılanmaya gidilmesi,
• Hastanelere özerklik verilmesi,
• Koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik verilmesi,
• 1. Basamak hizmetlerinin Aile Hekimliği çerçevesinde geliştirilmesi
şeklinde sıralanabilir.
Bu dokümanların ve ilgili yasa taslaklarının hazırlanmasına karşın
politik istikrarsızlık, somut adımlarla reformların uygulamaya geçirilmesini
engellemiştir. Türkiye’de sağlık sektöründeki en hareketli dönem 2003 yılından
sonra gerçekleşmiştir. 2003 yılından sonraki dönem, Dünya’da 1990’larda
182
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
başlayan sağlık harcamalarındaki yüksek artışa karşılık yapılmaya çalışılan
reformların benzerlerinin SDP çerçevesinde uygulandığı dönem olmuştur.
SDP çerçevesinde gerçekleştirilen reformlara değinmeden önce 2003
yılı öncesinde sağlıkla ilgili temel problemleri ve bu problemler için Dünya
Bankası tarafından önerilen reform yöntemleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Türkiye’de 2003 yılı öncesinde sağlıkla ilgili temel problemler aşağıdaki
şekilde özetlenebilir:8
• Diğer Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında özellikle bebekler ve
çocuklarla ilgili sağlık göstergeleri oldukça düşüktür.
• Bölgeler arasında sağlık göstergeleri açısından önemli eşitsizlikler
söz konusudur. Bu eşitsizlikler kırsal-kentsel alanlar arasında ve
sosyo- ekonomik düzeyler arasında da bulunmaktadır.
• Nüfusun önemli bir bölümünün sosyal güvenlik kapsamı dışında
kalması ve kapsam dışında kalanların aynı zamanda sosyo-ekonomik
düzeylerinin ve sağlık statülerinin düşük olması önemli bir
problemdir.
• Hizmet sunumunun ve finansmanının parçalanmış yapısı
verimsizliklere ve gereksiz tekrarlara neden olmaktadır.
• Hem makro hem de mikro düzeyde yönetim kapasitesindeki
eksiklikler, hem Sağlık Bakanlığı’nda hem de sağlık kurumlarında
yaşanan yönetsel verimsizlikler, hastane yönetimi, sağlık ekonomisi
ve sağlık finansmanı gibi alanlarda yetişmiş eleman kapasitesinin
artırılmasını gerekli kılmaktadır.
• Kamu ve özel sektör arasında kaynakların ve hastaların düzensiz
akışı, kamu kaynaklarının özel sektör amaçları için harcanmasına
neden olmaktadır. Ayrıca, özellikle toplumun yoksul kesimlerinde
sağlık hizmetlerine erişim için önemli ölçüde informal ödeme
yapılmaktadır.
• Sağlık hizmetlerine erişim ile ilgili önemli problemler
bulunmaktadır, nüfusun önemli bir bölümü sağlık güvencesinden
yoksundur. Sağlık güvencesine sahip nüfus için bile sağlık
hizmetlerinde tam bir kapsama sağlanamamakta, eksik sigortalılık
olgusu ortaya çıkmaktadır.
8
M. Tatar, “Türkiye’de Sağlık Reformları ve Hasta Açısından Yeni Sistemin
Getirdikleri”, Hacettepe Üniversitesi TÜPADEM, Tüketici Yazıları, 2007, s.159
183
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
• Kamu sağlık sistemi içerisinde sevk sisteminin iyi işlememesi
özellikle hastane hizmetlerinin gereksiz kullanımına neden olmakta,
hastane poliklinikleri, üniversite hastaneleri de dahil olmak üzere
çok basit hastalıklar için bile birinci basamak sağlık kurumu olarak
hizmet vermektedir.
• Sağlık alanında insan kaynaklarının bölgeler arasında dengesiz
dağılımı, özellikle hekimlerin kentsel alanlarda yoğunlaşması,
hizmetlere erişimi olumsuz yönde etkilemektedir.
Yukarıda özetlenen sorunlar ve ekonomik göstergelerle uyumlu
olmayan sağlık göstergeleri, hizmetleri sunanların ve alanların memnun
olmaması, kamu harcamalarını kontrol altına alma yönünde yapılan baskılar ve
global reform rüzgarları, Türkiye’de de sağlık sektörünün yeniden yapılanması
ile ilgili çalışmaların gündeme gelmesine neden olmuştur.
Dünya Bankası’nın 2003 yılında yayınladığı “Türkiye: Daha İyi Erişim
ve Etkinlik için Sağlık Sektörü Reformu”nda önerilen sağlık reformu
yöntemleri ise;
• Tercihe bağlı özel ek sigorta, zorunlu genel sağlık sigortası (GSS):
Burada SSK, Bağ-Kur, ES, aktif memurlar ve Yeşil Kart’ın tek bir
finansman kaynağıyla birleştirilmesi önerilmektedir.
• Temel hizmetler paketi geliştirilmesi ve kamu harcaması
hedeflemesi: Koruyucu sağlık hizmetlerine yönelik belli bir hizmet
paketi geliştirilmesi önerilmektedir. Temel hizmetler paketini
yoksullara ulaştırmak için, teşvik edilebilir yöntemler geliştirilerek,
sağlık çalışanlarının yoksul kesimlerde çalışması sağlanmalıdır. Bu
teşvikler ek ücret, daha kısa görev süresi, bir yoksunluk
(mahrumiyet) bölgesinde hizmet verdikten sonra seçilen yere atanma
ve uzmanlık programlarına avantajlı kabul edilme olabilir.
• Kamu hastanelerinin yeniden düzenlenmesi ve daha çok serbestlik
tanınması: Hastane verimliliğinin artırılması için, tüm hastanelere,
özellikle devlet ve SSK hastanelerine, idari ve mali özerklikle sağlık
hizmetlerinin üretimi ve yönetimi için gerekli girdilerin alımında
özerklik tanınması önerilmektedir.
• Kurumsal sorumlulukların birleştirilmesi ve yeniden tanımlanması:
Sağlık Bakanlığı’nın öncelikli görev ve sorumluluğu politika
belirleme, düzenleyici olma ve denetimi sağlama olmalıdır.
184
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
• Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri arzının güçlendirilmesi: Bunu
gerçekleştirmek için "Aile Hekimliği" kavramının benimsenmesi ve
yaşama geçirilmesi şeklindedir.
Bu öneriler, 1987’de 3359 sayılı yasada olduğu gibi ilginç bir zamanla
örtüşmesi ile Dünya Bankası’nın da öngördüğü gibi; planlayıcı ve denetleyici
bir Sağlık Bakanlığı, herkesi tek çatı altında toplayan ancak finansmanı belli
ölçüde kullanıcıya yükleyen bir GSS, sağlık ocağı sistemi yerine Aile Hekimliği
sistemi, idari ve mali özerkliğe sahip sağlık işletmeleri ve özel sektörün teşvik
edilmesi anlayışı ile 2003 yılı ve sonrasında SDP’de ifadesini bulmuştur.
Bu durum, “Türkiye’de sağlıkta reform hareketinin, global reform
hareketi ve ilkelerine paralel olarak geliştiğini göstermektedir. Reformlar
temelde sağlık hizmetlerini sunan ve finanse eden kurumları birbirinden
ayırmayı ve özellikle hizmet sunumu tarafından rekabeti teşvik eden bir yapıyı
öngörmüştür.”9
2003 yılından itibaren SDP çerçevesinde gerçekleştirilen reform
çalışmaları sonucunda: 10
• SSK ve diğer bazı kamu kurumlarının Sağlık Bakanlığı’na
devredilmesi,
• Ölçülebilir Performansa Dayalı Ek Ödeme Yöntemine geçişin
sağlanması,
• Devlet memurları ve Emekli Sandığı mensuplarının özel sağlık
kuruluşlarından yararlanmaya başlaması,
• Aile Hekimliği uygulamasının başlatılması,
• Yeşil kart sahiplerinin ayakta tedavi ve ilaç alımından yararlanmaya
başlaması,
• Yeşil kart sahiplerinden katılım payı alınmaya başlanması,
• SSK’lıların serbest eczanelerden yararlanmaya başlaması,
• Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa’nın kabulü,
• Eşdeğer ilaç uygulamasına geçişin sağlanması
• İlaçta KDV indiriminin sağlanması
• Beşeri ve Tıbbi Ürünlerin Fiyatlandırılmasına Dair Karar çıkarılması
9
10
Tatar, s.159
Bülent Gümüşel, “Türkiye’de Sağlık Reformu: Sağlıkta Dönüşüm Projesi”, Hacettepe
Üniversitesi Sağlık Ekonomisi ve Sağlık Politikası Araştırma ve Uygulama Merkezi Toplantı
Sunumları, 2006, s.22
185
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
• İlaç Alım Protokolü’nün hayata geçirilmesi
• Beşeri Tıbbi Ürünlerin Sınıflandırılmasına Dair Yönetmeliğin
çıkarılması
• İlaç alım protokolünde revizyona gidilmesi çalışmaları
gerçekleştirilmiştir.
Sağlıkta dönüşüm projesi ile kamu sağlık programları dışında hizmet
sunumundan sorumlu olmayan ve daha çok politika belirleme ve düzenleme ile
ilgilenen bir Sağlık Bakanlığı beklenmektedir. Sağlık sektöründe reform
arayışının temel nedenleri şu şekilde sıralanabilir:
• Artan Maliyetler: Dünyanın her yerinde sağlık hizmeti sunmanın
maliyeti hızla artmaktadır. Bunun nedenleri arasında nüfusun hızla
yaşlanması, kronik hastalıkların artması, yaşam tarzı olumsuzlukları
ve hızla gelişen yeni teknoloji sayılabilir.
• Artan Beklentiler: Sağlıkta teknolojinin hızla gelişmesi, daha yeni,
ileri teknoloji gerektiren pahalı hizmetleri kullanma eğilimi her
ülkenin deneyimleri arasında yer almıştır.
• Politik Baskılar: Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan ekonomik
krizler sağlık harcaması kapasitesini sınırlamıştır.
Bu noktada küresel mali sistem içinde, projeler sunan ve mali boyutta
kredi bulan kuruluşlar olarak “İkiz Kardeşler” (Tween Sisters) olarak
adlandırılan Dünya Bankası ve IMF’nin; sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında
dönüşüm yaşayan Arjantin, Şili, Dağılan SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleri,
Bulgaristan örneklerinde olduğu gibi, ülkelerin Dünya Bankası ve IMF ile mali
boyutta var olan ilişkileri göz önünde bulundurulmalıdır.
Örneğin Türkiye’nin 2009 yılı sonu itibariyle IMF’ye olan borcu 11.461
milyar $, 2008 yılı sonu itibariyle Dünya Bankası’na olan kredi borcu ise 8.1
milyar $’dır. Bu noktada 1980 sonrası izlenen yeni-liberal politikaların sağlık
alanında genel bütçe ağırlıklı sistemler yerine;
• GSS Primi / Temel Güvence Paketi
• Aile Hekimliği, bireysel hizmet
• Tedavi ağırlıklı hizmet
• İşlem başına ücret
• İşletme / Ticarileştirme
• Aşırı teknoloji kullanımı
• Hizmetlerin pahalılaşması
186
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
• Başta ilaç, yüksek tıbbi teknolojide dış bağımlılığın artması şeklinde
sonuçlar yarattığı görülmektedir.
Hükümetlerin artan sağlık harcamaları karşısında yapmak istedikleri
reformların küresel nitelik taşıdığı ve benzer politikaları içerdiği söylenmelidir.
Bu politikalar,
• Hizmet sunumu ile finansmanın birbirinden ayrılması,
• Kamu sektörü dışında kalan kurum ve kişilerin teşvik edilmesi,
• Piyasa mekanizmalarının daha çok kullanılmaya başlanması,
• Yerinden yönetime dayalı bir sistemin kurulması (desentralizasyon)
şeklinde sıralanabilir ve hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde
1990’ların başından beri süren “Reform” tartışmalarına bakıldığında bu
politikalardan en az birkaçının önerildiği görülmektedir.
Sonuç ve Değerlendirme
Türkiye’de sağlıkta reform, özellikle 1990 yılından beri gündemde
olmuştur. Bu reform çalışmalarının Dünya Bankası reform önerileri ile büyük
ölçüde benzerlik gösterdiği görülmektedir. 1990 yılında Dünya Bankası
yardımıyla gerçekleşen 1. Sağlık Projesi’ni, 1994 yılında 2. Sağlık Projesi
izlemiştir. Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın, Dünya Bankası’nın 2003 yılında
yayınladığı Türkiye Sağlık Sektörü Raporu ile hem zamanlama hem içerik
olarak
örtüştüğü
görülmektedir.
Sağlıkta
Dönüşüm
Programı’nın
bileşenlerinden; planlayıcı ve denetleyici bir Sağlık Bakanlığı, herkesi tek çatı
altında toplayan bir Genel Sağlık Sigortası, güçlendirilmiş temel sağlık
hizmetleri ve Aile Hekimliği ile idari ve mali özerkliğe sahip sağlık işletmeleri,
Dünya Bankası’nın da önerdiği sağlık reformu yöntemleri arasında yer
almaktadır.
SDP uygulamaları sonucunda Türkiye’de sağlık hizmetlerine ve ilaca
erişim kolaylaşmıştır. Bu durum hasta memnuniyetine de yansımıştır. Fakat
sağlık harcamalarında meydana gelen ciddi artış ve bu artışın ivmesi nedeniyle
uluslararası finans kurumları Türkiye sağlık harcamaları seyrinden rahatsızlık
duymaktadır. Türkiye sağlık harcaması içeriğinde de; harcamaların ancak %
9’unun yatırımlara, % 2,6’sının koruyucu sağlık hizmetlerine, çok önemli bir
miktarının ise hastane, tedavi ve ilaca yönelmesi bir sorun olarak karşımıza
çıkmaktadır. Halkın SDP sonrası sağlık hizmetlerinden memnuniyetinin
artışındaki temel nedeni oluşturan bu durum aynı zamanda hizmetlerde ve bu
187
Yılmaztürk, A. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 176-188
hizmetlerin finansmanında verimlilik tartışmasını da beraberinde getirmektedir.
Sağlık giderlerinin maliyet-etkin olmadığı ve başka sektörler aleyhine gereksiz
arttığı eleştirisi getirilmektedir. Örneğin ayakta tedavi hizmetlerinde özel sektör
cari sağlık harcamaları, kamunun iki katıdır.
Son çözümleme de, Türkiye, herkesi kapsayacak, genel vergilerle
finanse edilen, sosyal devlete uygun kamusal ağırlıklı bir ulusal sağlık sistemi
benimsemeli, gereksiz artırılan ve kamu eliyle özel sektöre aktarılan sağlık
harcamalarını azaltmak için koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik vermeli,
nitelikli sağlık yöneticileri kadrosu oluşturmalıdır. Böylece küresel ve
dayatmacı nitelik taşıyan sağlık politikalarının yerini, ulusalcı sağlık politikaları
almalıdır.
KAYNAKLAR
Griffin, G. (1989), “Strengthening Health Services in Developing Countries
Through the Private Sector”, Washington: The World Bank Press.
Gümüşel, B. (2006), “Türkiye’de Sağlık Reformu: Sağlıkta Dönüşüm Projesi”,
Hacettepe Üniversitesi Sağlık Ekonomisi ve Sağlık Politikası Araştırma
ve Uygulama Merkezi Toplantı Sunumları,
http://www.e-kutuphane.teb.org.tr/pdf/raporlar/eczacilik_yasa/14.pdf,
(03.04.2008)
Keyder, Ç., N. Üstündağ, T. Ağartan, Ç.Yoltar, (2007), “Avrupa’da ve
Türkiye’de Sağlık Politikaları”, İstanbul, İletişim Yayınları,
Tatar, M. (2007), “Türkiye’de Sağlık Reformları ve Hasta Açısından Yeni
Sistemin Getirdikleri”, Hacettepe Üniversitesi TÜPADEM, Tüketici
Yazıları,
TEB, “3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Yasası”.
Z. Öztek, (2007), “Türkiye Sağlık Hizmetlerinin Sunumuna İlişkin Görüş ve
Öneriler Raporu”, , Halk Sağlığı Uzmanları Derneği, www.hasuder.org/
(03.04.2008)
188
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
Şehir Rekabetçiliğinin Ölçümü: Literatür İncelemesi
Musa Said Döven1
Özet
Bu çalışmanın Amacı; Şehir rekabetçiliğinin ölçülmesinde kullanılan yöntemi,
teknik, bakış açısını ortaya koymaktır. Bu amaçla öncelikle şehir rekabetçiliği ile ilgili
kavramsal çerçeve özetlenmiştir. Ardından şehir rekabetçiliğinin ölçümü ile ilgili genel
bilgiler verilmiştir. Daha sonra şehir rekabetçiliğinin ölçüldüğü çalışmalar yerli ve
yabancı literatür olarak anlatılmıştır. Literatür incelendiğinde şehir rekabetçiliği
kavramının yabancı literatürde san birkaç on yıldır işlendiği görülürken Türkiye’de
öncü çalışmalar bile 10 yılı geçmemektedir. Sonrasında şehir rekabetçiliğinin
ölçülmesinde karşılaşılan sıkıntılar anlatılmıştır. Çalışmanın sonunda da çalışmalarda
kullanılan endeksler ve bu endeksleri oluşturan göstergeler hakkında ve analizde
kullanılan yöntemler hakkında bir değerlendirme yapılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Şehir Rekabetçiliği, Şehir Rekabetçiliğinin Ölçümü,
Literatür Taraması
Measurement of City Competitiveness: Literature Review
Abstract
The aim of this study is to put forth the method, technique and general Outlook
used in measuring city competitiveness. So, conceptual framework about the city
competitiveness was summarized firstly. Then, preliminary information about the
measurement of the city competitiveness was given. Lastly, domestic and foreign
literature review about the measuring of the city competitiveness was told. Measuring
city competitiveness was studied last few decades in foreign literature but pioneering
studies about this subject in Turkey doesn’t exceed ten years. Following this, the
problems encountered in measuring the city competitiveness were described. At the end
of the study, an assessment was made about the indices used in the studies, the
indicators formed the indices and the methods used in analysis.
Key Words: City Competitiveness, Measuring of City Competitiveness,
Literature Review
1
Yrd. Doç. Dr. Gaziosmanpaşa Üniversitesi, İ.İ.B.F. İşletme Bölümü, Tokat
[email protected]
189
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
GİRİŞ
20–30 sene öncesinin şehir kalkınması/gelişmesi kavramı yerini giderek
kalkınmayı, gelişmişliği de içine alan şehir rekabet edebilirliği kavramına
bırakmaktadır. Rekabetçilik kavramı kalkınma ve gelişme kavramlarının
içerdiği mutlak düşüncenin (diğer şehirlerle karşılaştırma yapılmadan şehir
düzeyinde analiz ve planlama yapılması) dışına çıkılarak karşılaştırılmalı bir
analiz ve planlama yapılmasını mümkün kılmaktadır. Bu da şehir yönetiminin
odağının kalkınma/ gelişmeden rekabetçiliğe doğru kaymasına yol açmaktadır.
Şehirlerarası rekabetin kalkınma/gelişme perspektifi yerine rekabet/Stratejik
yönetim perspektifinden incelenmesi çok geriye gitmemektedir. Stratejik
yönetim perspektifinde şehrin rekabet edebilirliği ile ilgili ilk önemli çalışmanın
ünlü strateji Profesörü Michael Porter tarafında 1995 de yazılmış olan “The
Competitive Advantage Of The Inner City” adlı makale olduğu söylenebilir.
Porter yılarca şirketlerin, sektörlerin ve ülkelerin rekabet avantajları konusunda
yapmış olduğu çalışmalardan ortaya çıkan bilgi birikimini 1995’te şehir rekabet
edebilirliğinde kullanmıştır. Burada şehri bir şirket gibi düşünerek şehirlerin
rekabet avantaj ve dezavantajları üzerinde durmuş ve şehrin rekabetçiliğinin
gelişmesi için kimlerin ne gibi görevleri olduğunu belirtmiştir. Fakat şehri bir
şirket gibi düşünen ilk bilim adamı Porter değildir. Örneğin Kotler (1993)
şehrin eğer diğer şehirlerle rekabet yapacaksa (ki yapması gerektiğini
vurgulamakta) aynı bir şirket gibi düşünmesi gerektiğini savunmaktadır.
Bu odak kaymasının kapsam ve derinliği düşünüldüğünde bir
paradigma değişiminden söz etmek mümkün görünmektedir. Bu paradigma
değişiminin altında yatan sebepler diğer bir deyişle şehir rekabetçiliğinin önemi
aşağıdaki gibi açıklanabilir.
İlk olarak, başarılı endüstrilerin ya da sanayi öbeklerini konumlandığı
yerler genelde şehirlerdir. Dolayısıyla rekabetçiliği geliştirmede merkezi
hükümetlere düşen görevden çok daha fazlası şehirlere düşmektedir. Diğer bir
deyişle birçok örnek olayın ortaya koyduğu gibi rekabet avantajının
belirlenmesinde şehirler önemli bir araç haline gelmektedir (Kresl, 1995).
Özellikle AB’de şehirlerarası rekabetin son yılarda birkaç disiplinin
odak noktasını oluşturmasının ve de artan öneminin sebeplerinden birisi de
Avrupa’da bütünleşme sürecinden dolayı artık Avrupa’daki (birbiri ile
ekonomik, sosyal, çevresel standartlar açısından pek de farklı olmayan) tüm
şehirlerin birbirisinin rakibi olmasıdır. Eskiden Avrupa’daki şehirlerin rakipleri
sadece ülkedeki şehirlerdi, diğer bir deyişle yatırımlar, nitelikli eleman vs en
190
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
fazla ülke içindeki diğer şehirlere kayabilirdi. Fakat AB sürecinin etkisiyle
AB’deki her şehir birbirini rakibi haline gelmiştir. Bu şehirlerin birbiri ile
ekonomik, sosyal, çevresel standartlar açısından pek de farklı olmaması rekabeti
kızıştırmıştır (Giffinger vd, 2003).
Rekabet düşüncesinin bu kadar geçerlilik kazanmasının diğer bir sebebi
ise altında kısaca küreselleşme de denilen iki temel dinamiğin etkileridir. Birisi,
sermaye hareketliliğini uluslararası arenada artması; ikincisi, giderek daha açık
hale gelen ulusal pazarlar. Ticaret bariyerlerinin azalması, nakliye
maliyetlerinin düşmesi, uluslar arası şirketlerin artması gibi faktörler ülkelerin
karşılıklı ihracat/ithalatlarının ve doğrudan yabancı yatırımlarının artmasına
sebep olmaktadır. Bu durum daha bütünleşmiş ekonomileri ortaya
çıkartmaktadır. İşte tüm bu gelişmeler rekabet düşüncesinin geçerlilik
kazanmasına ve yayılmasına sebep olmaktadır (Turok, 2004:1070).
Rekabet kavramının firma düzeyinde incelendiğinde; Firmaların neden
birbirlerinden daha farklı performans sergiledikleri ve bunu uzun vadede
sürdürebildikleri temel araştırma problemidir. Bir başka ifadeyle, rekabet
avantajının temel dayanaklarının ne olduğunu ortaya çıkarmak stratejik yönetim
düşünce ve araştırmalarının temel sorunsalını oluşturur (Barca,2001:501, Geyik
vd, 2004, 678). Bakış açısını firmadan şehre kaydırıldığında ise temel sorunsal;
“(i) şehirler arasında gözlemlenen performans farklarının kaynağı nedir ve (ii)
yerel ve merkezi yönetimlerin istek ve müdahalelerine (gelişmişlik farklarını
ortadan kaldırmayı hedefleyen yerel ve ulusal politikalar, taklit veya kıyaslama
yoluyla başarılı şehirleri yakalama vs.) rağmen uzun vadede bu farkların
sürdürülebilmesini sağlayan mekanizmalar nelerdir?” şeklinde olacaktır.
Bu sebepten bu çalışmada öncelikle şehir rekabetçiliği ile ilgili genel bir
çerçeve sunulacaktır. Böylece şehirlerin rekabet edip etmediği; ediyorsa kiminle
ne için ettiği vb soruların cevabı ortaya konmaya çalışılacaktır. Daha sonra
çalışmanın ana temasını oluşturan ve şehir rekabetçiliği kapsamında önemli bir
konu olan ölçüm konusunda yapılmış çalışmalar ele alınacaktır. Çalışmaların
ele alınmasında yerli yabancı ayrımı gözetilecektir. Ardından şehir rekabetçiliği
ölçümlerinde karşılaşılan sıkıntılar üzerinde durularak genel değerlendirme ile
çalışma son bulacaktır.
1. Şehir Rekabetçiliği Genel Bir Çerçeve
Farklı disiplinleri bir çalışma alanı içinde buluşturan ve şehir
yönetimine yön veren bu yeni anlayış ve yaklaşımın kapsam ve derinliğinin
doğru anlaşılabilmesi için bu konuda birbiri ile bağlantılı temel soruların
191
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
cevaplanması gerekmektedir. Bu sorular “kentler rekabet eder mi; ne için eder
ve rakipleri kimlerdir.” Şüphesiz bu üç soru ile kent rekabetçiliği kavramını
tamamen açıklamak mümkün değildir. Fakat bu soruların cevabı kavramın içi
boş bir kavram olmadığını ve kullanışlı bir kavram olduğunu göstermektedir.
(Döven, 2008,122)
İlk soru yani “kentler rekabet eder mi” sorusuna iki zıt görüş var. Birisi
Porter’ın da aralarında bulunduğu bir görüştür. Porter’a (1995) göre kentler
gerçekten rekabet etmektedir. Fakat bu rekabet ülkelerdeki gibi; dünya
ticaretinde pay alma; para birimlerindeki faiz oranları ya da kur farklılıklarıyla
şeklinde değildir. Diğer taraftan şirketlerdeki gibi kar maksimizasyonu şeklinde
değildir. Kentlerin rekabet şekli; yatırımları, nüfusu, turizmi kamu
fonlarını/teşviklerini kendilerine çekmek şeklindedir. Lever ve Turok’a (1999)
göre de kentler rekabet içerisindedirler. Fakat bu rekabet ne ülke düzeyindeki
gibi; dünya ticaretinden pay kapma, faiz oranların ayarlama, kur farkı
şeklindedir, ne de şirketlerde olduğu gibi tek bir hiyerarşik düzen ve tek bir
amaç (kar maksimizasyon) için yaptıkları rekabet şeklindedir. Kentler yetenekli
ve eğitimli işgücü için, yüksek çevresel standartlar ve yüksek yaşam standartları
için rekabet ederler.
Kentlerin rekabet halinde olamayacağını savunan görüşlerde
bulunmaktadır. Örneğin Krugman kentlerin rekabet etmediğini; kentlerin ancak
rekabet halinde olan şirketlerin konumlandığı yer olduğunu ifade etmektedir.
Dolayısıyla Krugman kentlerin değil kentlerin içinde bulunan şirketlerin rekabet
edebileceğini savunur. Yani kent rekabetçiliği kavramının aslında boş bir
kavram olduğunu ve bu kavramın aslında kentlerdeki şirketlerin rekabetçiliğini
refer ettiğini ileri sürer (Huovari vd, 2001,1
Mevcut durumda ülke, bölge veya kent ölçeğinde coğrafi birimler
arasında rekabetin olup olmadığı tartışmalarında ağır basan görüş, rekabetin
olduğu yönündedir. Ancak bu coğrafi birimlerin gerçek birer varlık olarak değil,
metaforik olarak birbirleri ile rekabet içerisinde oldukları varsayılmıştır.
Kentler, şirket veya gerçek kişilikler gibi değerlendirilerek yaratıcılık,
girişimcilik gibi özellikleri ile ele alınmışlardır. Kentlerin birbirleri ile rekabet
içerisinde oldukları kabul edildiğinde, kentlerin başarıları kendi içlerinde,
örneğin geçmişe oranla ne kadar başarılı olduklarına göre değil, karşılaştırmalı
olarak birinin başarısının diğerleri ile girdiği yarışta ne derece farklı olduğuna
göre değerlendirilecektir (Barca ve Döven, 2007:56).
Eğer rekabet ediyorlarsa akla gelen ikinci bir soru; “kimlerle, ne şekilde
192
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
rekabet ediyorlar” sorusudur. İlk bakışta, her şehir diğer bütün şehirler ile
rekabet içerisindedir gibi bir fikir akla gelebilir. Ancak gerçekte rekabet, bir
şehrin diğer bütün şehirlere karşı en iyi olma yarışı içerisine girmesi şeklinde
olmamaktadır. Teorik olarak bu böyle olmakla beraber, gerçek rekabet, birbirine
alternatif olan şehirlerarasında gerçekleşmektedir. Birbirine alternatif olan
şehirler ise, benzer özelliklerinden dolayı birbirlerinin yerine geçebilen
şehirlerdir. Örneğin, yatırımlar bir şehirden kaçtığında hangi şehir veya
şehirlere yöneliyorsa, söz konusu bu şehirler birbirleri ile rekabet içerisindedir.
(Döven;2011;56) Şehirlerarası rekabet, bir şehrin diğer şehirlere karşı avantaj
elde etmesi ve çekim merkezi olması özelliğini taşımaktadır (Şenlier vd,
2004,232). Şehirler her şeyi, rakiplerinden daha iyi yapmak zorundadırlar.
Şirketler pazar payı için rekabet ederken şehirler faktör piyasasında üretim
faktörleri için birbirleri ile rekabet ederler (Huovari vd:2001,1). Lever’e göre
(1999) şehirler aşağıdaki 5 unsur için rekabet etmektedirler;
∗
Sermayeyi bölgeye/şehre çekebilmek,
∗
Gayri safi katma değerin, ekonomik büyümenin gelişimi,
∗
Bölgeye insan sermayesi, politik güç vb şeklinde katkı
sağlayacak olan nüfusu bölgeye/şehre çekebilmek,
∗
Kamu bütçesinden pay alabilmek,
∗
Makro ölçekte organizasyonları (Olimpiyatlar, uluslararası
kongre ve fuarlar vb) yapabilmek
Şehir rekabetçiliği ile ilgili cevaplanması gereken diğer bir soru ise;
eğer şehirler rekabet ediyorsa söz konusu bu rekabetçilik nasıl ölçüleceğidir.
Ölçemediğiniz bir olguyu geliştirmeniz mümkün değildir. Ölçmenin,
uygulamacılar açısından profesyonel bir yönetim sergilemek, araştırmacılar
açısından da şehirlerarası karşılaştırmalar yapabilmek için gerekliliği
tartışılmazdır. Bu çalışma şehir rekabetçiliğinin nasıl ölçüldüğü ile ilgili
literatürün ortaya konmasını amaçlamaktadır.
2 Şehir Rekabetçiliğini Ölçen Çalışmalar
Şehir ve bölge rekabetçiliği konusu özellikle son 15 yıldır gerek
yabancı literatürde gerekse pratikte oldukça yer bulan bir kavramdır. Şehir
rekabetçiliğinin anlaşılması, ölçülmesi, karşılaştırmaların yapılması ve
geliştirilmesi için görgül araştırmalar, teorik açıklamalar, STK’ların, Kamunun
ve/veya özel sektörün önderliğinde yapılan araştırma ve projeler konunun geniş
bir çalışma alanına sahip olmasına sebep olmuştur. Şehir planlaması, Coğrafya,
193
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
İktisat ve İşletme gibi çok çeşitli disiplinlerden akademisyenlerin katkısı ile
oluşan bilgi birikimi her geçen gün artmaktadır. Türkçe literatürde ise özelikle
son yıllarda Bölgesel Kalkınma, Yerel Rekabet Gücü ve Kümelenme konuları
çerçevesinde çalışmalar yapılmıştır. İlgili yazın incelendiğinde Şehir
rekabetçiliğini ölçmeye dönük çalışmalar aşağıdaki gibi üç gruba ayrılabilir
(i) Bir şehrin çeşitli göstergeler itibariyle yıllar içindeki değişimini
inceleyen çalışmalar
(ii) Bir kaç şehri az sayıda değişken yardımıyla karşılaştıran çalışmalar
(iii) Çok sayıda değişken yardımıyla bir ya da birkaç endeks oluşturarak
belirli bir ölçekteki tüm şehirleri inceleyen çalışmalar
Şehrin rekabetçiliğini ölçmede kişi başına düşen GSMH, kişi başına
düşen milli gelir gibi basit ve tekil ölçütler bulunsa da genellikle şehirler
derecelendirilirken bütün büyüme ve/veya verimlilik oranları; ekonomik
büyümenin sürdürülebilirliği, çeşitli göstergelerle yapılan ayrıntılı ölçümler gibi
yöntemler kullanılmaktadır (Lever, Turok,1999:792).Bir şehri incelemek, ya da
şehirleri birkaç farklı değişken ile incelemek şehirlerin mevcut durumu ile ilgili
bilgiler verse de tüm şehirler arasındaki rekabet seviyesi konusunda bir fikir
veremeyeceği için bu çalışmada yöntem olarak 3. Grupta yer alan çalışmalara
yer verilecektir.
Literatürdeki çalışmalar incelendiğinde; yöntem (tek bir endeks-birkaç
gösterge), kapsam (tüm şehirler-bir/birkaç şehir), amaç (akademik-pratik) vb
yönlerden farklı şekillerde kategorilere ayırmak mümkündür. Gerek yerli
literatürün durumunu ortaya koymak adına gerekse çalışmada kullanılan
yöntemin, değişkenlerin, sonuçların tartışılması ve kıyaslanmasında
sistematikliliğin sağlanması adına literatür taraması yapılırken yerli ve yabancı
çalışmalar şeklinde bir ayrıma tabi tutulmuştur. Yapılmış olan çalışmalar
incelenirken temel olarak kullanılan değişkenler ve kullanılan teknikler
açısından incelenmiştir.
2.1. Yurt Dışı Çalışmaları
Huovari vd (2001) Finlandiya’daki bölgelerin rekabetçilik
endekslerini 4 boyut ve 15 alt değişkeni kullanarak hesaplamışlardır. Alt
değişkenlerin standardize edilmesi, oranlanması vb istatistiksel işlemlerden
sonra her bir bölge için 4 boyut hesaplanmış ve 4 boyutun ortalaması alınarak
her bir bölge için endeks değeri hesaplanmıştır. Daha sonra boyutların
birbirleriyle ve uzun dönemli refah göstergeleri arasındaki korelâsyon
194
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
hesaplanmıştır. Analizde kullanılan 4 boyut; “Beşeri Sermaye, Teknolojik
İlerleme, Yığışma, Erişilebilirlik” şeklindedir.
Deas ve Giordano (2001) İngiltere’de büyük 17 şehir için yaptıkları
çalışmada şehir rekabetçiliğinin “Rekabetçiliğin Kaynağı (Varlıklar) Ve
Rekabetçiliğin Sonucu (Outcome)” şeklinde iki ayrı boyutu olduğunu ve
şehirlerin rekabetçilik derecelerinin bu iki boyut değerinin toplamı olduğunu
ifade etmişlerdir. Rekabetçiliğin kaynağı olarak ifade ettiği göstergeleri de
Varlık Göstergeleri Ve Engelleyici Göstergeler diye ikiye ayırmaktadırlar. Bu
standardize edilmiş verilerin toplamı ile Toplam Kaynak Puanları
oluşturulmaktadır.
Aynı şeklide standardize edilmiş sonuç verilerin
toplamından ise şehirlerin Toplam Sonuç Puanları hesaplanmıştır. Şehirlerin
rekabetçilik derecelerini ise her bir şehrin toplam kaynak puanı ve toplam sonuç
puanının toplamı oluşturmaktadır. Deas ve Giordano (2004) bir önceki
çalışmalarına (2001) benzer bir çalışma daha yapmışlardır. Yöntem olarak bir
önceki ile benzerli taşıyan çalışma kullanılan değişkenlerdeki birkaç değişiklik
ile birbirinden değişiklik göstermektedir. Bu çalışmada da her bölge için varlık,
engelleyici göstergelerinin standardize edilmiş verilerinin toplamı ile toplam
kaynak puanları oluşturulmaktadır. Aynı şeklide standardize edilmiş sonuç
verilerin toplamından ise şehirlerin toplam sonuç puanları hesaplanmıştır.
Şehirlerin rekabetçilik derecelerini ise her bir şehrin toplam kaynak puanı ve
toplam sonuç puanının toplamı oluşturmaktadır. Bu puanlara dayanarak şehirler
sıralanmaktadır.;
Huggins (2003) yapmış olduğu çalışma ile İngiltere’deki 12 bölge ve
149 şehrin rekabetçiliklerini sıralamıştır. Yerel ve bölgesel rekabet gücünü
ölçmek için “3-Faktör Modeli” adında bir yöntem geliştirmiştir. Buna göre
rekabetçiliği sadece sonuç göstergeleri ile ölçmek mümkün değildir. Bunun
yerine Girdi, Çıktı ve Sonuç ölçümü olmak üzere üç faktörlü bir model
önermiştir. Her bir faktörün rekabet gücü endeksine katkısı aynı sayılmıştır.
Böylece her bir ille verilerin standardize edilmesi ve ortalamaların alınması ile
şehrin ve bölgenin rekabet gücü ortaya konmuştur. Endeks puanları İngiltere
ortalaması 100 olacak şekilde hesaplanmıştır. Huggins ve Day (2005, 2006),
Huggins ve İzushi (2008), Huggins ve Thompson (2010) yapmış oldukları
çalışmalar ile İngiltere’deki bölgelerin ve yerel birimlerin rekabetçiliklerini
sıralamıştır. Yerel ve bölgesel rekabet gücünü ölçmek için Huggins’in (2003) de
kullandığı “3-faktör modeli” kullanmışlardır. Girdi, Çıktı ve Sonuç Faktörleri
aynı kalmak üzere üç faktörü ölçen değişkenler yerel ve bölgesel düzeyde
195
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
farklılık göstermektedir. Daha sonra yerel ve bölgesel birimlerin rekabetçilik
sonuçları önceki yıllar ile karşılaştırılmıştır.
Kovács ve Lukovics (2006) Macaristan’daki şehirleri rekabetçilik
seviyelerine göre sınıflandırdığı çalışmada öncelikle “şehir rekabetçiliği piramit
modelinde” yer alan boyutlar çerçevesinde 54 değişken belirlemişlerdir.
Aşağıda yer alan bu 54 değişkeni kullanarak Temel Bileşenler Analizi yöntemi
ile şehirlerin rekabet seviyelerini tespit etmişlerdir. Daha sonra şehirleri
sınıflandırabilmek amacıyla kümeleme analizi yapılmıştır. Analiz sonucu, 1
tanesi yüksek; 47 tanesi orta ve 120 tanesi düşük rekabetçi şehirler grubunda
yer almak üzere toplam 168 şehir üç gruba toplanmıştır.
Jiang (2007) Çin’deki 253 şehrin rekabetçiliklerini analiz ettiği bu
çalışmada 57 değişken kullanarak iki farklı yöntemle (Eğit Ağırlık Yöntemi,
Temel Bileşenler Analizi) şehirlerin rekabetçilik seviyelerini farklı iki dönem
(2000, 2001) için hesaplamıştır. Çalışmada şehir rekabetçiliğini üç bileşen ve 8
alt gruba ayırmıştır. Bunlar; Ekonomik Rekabetçilik (ekonomik performans,
ekonomik yapı ve kapasite, piyasalaşma/açıklık), sosyal rekabetçilik (insan
kaynakları ve eğitim, yaşam kalitesi, şehir gelişiminin seviyesi, hükümet
işlemleri ve inisiyatifleri) ve çevresel rekabetçiliktir (çevre kalitesi). eşİt ağırlık
yöntemine göre bu 57 değişkenin standart edilmiş değerleri ile standart
ortalamaları alınarak her bir alt grubun ve bileşenin puanı bulunmaktadır. Her
bir şehir için hesaplanan değerler tekrar standart edilerek 0–100 arası bir değer
almaktadır. Sonuçlar gerek alt gruplar açısından gerek bileşenler açısından ayrı
ayrı analiz edilmiştir. Aynı şekilde 57 değişken kullanılarak Faktör analizi
yapılmıştı. Şehirlerin gerek genel rekabetçilik puanları gerekse alt puanlar
hesaplanmıştır. Bu iki işlemde hem 2000 yılı hem de 2001 yılı verileri
kullanılarak yapılmıştır. Böylelikle şehirler hem birbirleri ile hem de bir önceki
yılki seviyeleri ile kıyaslanmıştır.
Lukovics (2007a) yapmış olduğu çalışmada Kovács ve Lukovics (2006)
çalışmalarındaki yöntemi kullanmıştır. Temel bileşenler analizinde kullanacağı
değişkenler olarak; önceki çalışmada kullanılmış olan 54 değişkenin birkaç
tanesi hariç aynen kalırken ilaveler ile toplam 78 değişken belirlemiştir. Daha
sonra kümeleme analizi yapılarak şehirler rekabetçi seviyelerine göre
sınıflandırılmıştır. Ortaya çıkan tablo
önceki çalışmanın sonuçları ile
kıyaslanarak hangi şehirlerin rekabetçiliği arttığı hangi şehirlerin rekabetçiliği
gerilediği hakkında değerlendirmelerde bulunulmuştur
Lukovics (2006, 2007b, 2008) ve Lengyel ve Lukovics (2006)
196
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
çalışmalarında önceki çalışmalarındaki kavramsal çerçeve neticesinde ortaya
çıkan değişkenleri kullanarak Macaristan’daki bölge ve yerel birimleri
rekabetçiliklerine göre gruplandırmışlardır. Çalışmalarında kullanılan farklı
sayıdaki değişkenleri standardize ederek çok değişkenli analiz tekniklerinden,
çok boyutlu ölçekleme analizi ve kümeleme analizini kullanmışlardır.
Kullanılan analiz sonucu yerel birimler ve bölgeler sınıflandırılıştır. Çalışmada
kullanılan değişkenler önceki çalışmalar ile çok büyük oranda benzerlik
göstermektedir.
Katalin (2007) bölgesel rekabet gücünü objektif ve sübjektif rekabet
gücünün toplamı olduğunun ifade etmiştir. Macaristan’daki 20 şehir ve 7 bölge
için yaptıkları rekabetçilik analizinde bölgesel rekabet gücünü ölçmek için
toplam 17 değişkenden yararlanarak her bir ilin / bölgenin objektif ve sübjektif
rekabet güçlerini hesaplamışlar daha sonra ise toplam rekabet gücüne
ulaşmışlardır. Çalışmada objektif rekabet gücünü belirlerken ildeki/bölgedeki
kişi başı Gayrisafi Milli Hasıla ile 17 değişken arasındaki korelâsyon tespit
edilmiştir. Korelâsyon katsayısı 0,7 değerinden büyük olan değişkenleri (6
adet), korelâsyon katsayıları ile ağırlıklandırıp toplandığında objektif rekabet
gücünü hesaplamıştır. Sübjektif rekabet gücünü hesaplamak için ise 1051
denekten bu 17 değişkeni sıralamaları istenmiştir. Daha sonra bu sıralamaları
kullanarak 0- 1 arasında bir sayı elde edilmiştir. Aynı şekilde 0,7 değerinden
büyük olan değişkenleri (7 adet); korelâsyon katsayıları ile ağırlıklandırıp
toplandığında objektif rekabet gücünü hesaplamıştır. Daha sonra bu ikisinin
toplamı toplam rekabet gücünü göstermiştir.
Bronisz vd (2008) Huggins (2003) İngiltere’deki şehirler için yapmış
olduğu çalışmanın bir benzerini Polonya’daki 16 bölge için yapmıştır. Girdi,
çıktı ve sonuç ölçümü olmak üzere üç faktörlü model Polonya şehirleri içinde
uyarlanmıştır. Burada da değerler standardize edildikten sonra 9 farklı
ağırlıklandırma ile ortalamaları alınmaktadır. Daha sonra her bir ağırlıklandırma
için farklı sıralamalar yapılmaktadır. Daha sonra ise 9 farklı sıralamanın
toplamına göre final sıralaması yapılmaktadır. Ülkelerden ülkelere tutulan
istatistikî verilerin değişikliği sebebiyle Alt değişkenlerde farklılık
bulunmaktadır.
Beacon Hill Enstitüsü yapmış oldukları çalışmalarda (2001, 2002, 2003,
2004, 2005, 2007, 2008, 2009, 2010) Amerika’daki Eyaletler ve Metro
alanların rekabetçilikleri her yıl düzenli olarak ölçülmüştür. 2001 de yapılan
çalışmada gösterge indeksi ve düşünce indeksi olarak iki ayrı indeks
197
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
kullanmışlardır. Gösterge indeksinde 9 indeks ve toplam 38 alt indeks yer
almaktadır. İndeksler; “Hükümet Ve Mali Politikalar, Kurumlar, Güvenlik,
Altyapı, İnsan Kaynakları, Teknoloji, Kuluçka işletmeler, Açıklık, Çevresel
Politikalar” şeklindedir. İlerleyen yıllarda Kurumlar indeksi analizden
çıkarılmıştır. Düşünce indeksinde ise toplam 39 sorudan oluşan likert tipi bir
anket bulunmaktadır. Her bir eyalet ve metro alan için elde edilen veriler en
kötüsü 0 en iyisi 10 olacak şekilde normalleştirilmiştir. Daha sonra her bir
indeks için basit ortalama ile indeks değeri bulunmuştur. Daha sonra elde edilen
alt indeks değerleri tekrar aynı yöntemle normalleştirilmiştir. 9 indeksin
değerlerini ortalaması alınarak yapılan normalleştirilmesi işleminden sonra her
bir eyaleti, metro alanın rekabet gücü değeri ortaya çıkmıştır. 2001 yılından
sonra da her yıl düzenli olarak yayınlanan raporda yöntem aynı kalmasına
indekslerde ve kullanılan değişkenlerde ufak değişkenler yapılmıştır.
Nuñez (2010) Brezilya’daki 474 yerleşim biriminin rekabetçiliklerini
kıyasladığı çalışmasında rekabetçilik endeksini hesaplayabilmek için Temel
Bileşenler Analizini kullanmışlardır. Nuñez rekabetçilik indeksini “Şehir, Sosyo
Demografik, Kurumsal/Mali ve Ekonomik” olmak üzere dört boyutta
değerlendirmiştir. Şehirleri ise nüfusları açısından küçük, orta ve büyük şehirler
olmak üzere üçe ayırmıştır. Öncelikli olarak Her bir boyutu ifade eden alt
değişkenler ile Temel Bileşenler Analizi yardımıyla bir endeks puanı
oluşturmuştur. Daha sonra bu boyutların endeks puanı ile rekabetçilik endeksi
puanını oluşturmuştur. Endeks puanlarını en iyi puan (+1), en kötü puan (-1)
olacak şekilde yeniden ölçeklendirmiştir. Her bir ölçekteki şehirleri gerek
rekabetçilik endeks puanları gerek boyutların endeks puanları itibariyle
sıralamıştır. Böylelikle şehirlerin hangi boyutları itibariyle daha başarılı ya da
başarısız olduklarını tespit etmiştir.
2.2. Yurt İçi Çalışmaları
Yurt içindeki çalışmalarda rekabetçilik vurgusu çok az bulunmaktadır.
Bu çalışmaları da zaten şehir bazında olan mikro çalışmalar oluşturmaktadır.
Burada amaç şehrin diğer şehirler karşısındaki rekabetçi pozisyonunu
belirlenmesinden çok; her bir şehrin mevcut durumunu geliştirmek daha
rekabetçi, daha gelişmiş şehir yapmak amacıyla yapılan çalışmalardır. Bu
çalışmaların bir kısmı akademik çalışmalar olduğu gibi, bir kısmı özel sektörün
önderlik ettiği çalışmalardır. Bir kısmı ise şehir gelişme planları gibi kanuni
zorunluluk çerçevesinde kamu kuruluşların yapmış oldukları çalışmalarıdır.
Literatür henüz yurt dışındaki eksen kaymasına ulaşmadığı için çalışmalarda
198
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
kalkınma, gelişmişlik vb kavramlar odak noktasını oluşturmaktadır. Bu
sebepten dolayı gelişmişlik ve kalkınmayı ölçen çalışmalara da yer verilmiştir.
Barca vd (2002) yapmış olduğu çalışmada Türkiye’deki 5 şehir (Çorum,
Denizli, Gaziantep, Kayseri, Kahramanmaraş) analize dâhil edilerek bu
şehirlerin çeşitli boyutlar itibariyle rekabetçilik seviyeleri değerlendirilmiştir.
Bu çerçevede aşağıdaki boyutlar kullanılmıştır; yoğunlaşma, kümelenme,
politikalar, stratejik konumlanma, faktör şartları, talep şartları, kaynak ve
kabiliyetler, kültürel iklim, öğrenen bölgeler, girişimcilik kabiliyeti. Her bir
boyut için “yüksek, düşük ve orta puanı” verilerek şehirlerin mevcut durumu
ortaya konulmuştur.
Aydemir (2002) yapmış olduğu çalışmada; Bölgelerin görece rekabet
edebilirlik gücünün belirlenebilmesi için, rekabet edebilirliği doğrudan
etkileyen ve bölgedeki ekonomik aktiviteye “sebep” oluşturan insan kaynağı,
sosyal ve fiziki altyapı, teknoloji ve yenilik kapasitesi gibi bölgeye özgü
kaynaklarının da irdelenmesi ve bölgenin bu kaynaklarını yüksek kişi başı
GSYİH hedefine ulaşırken ne derece verimli kullanabildiğinin de analiz
edilebilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Dolayısıyla bu çalışmada, rekabet
edebilirlik kapsamında, diğer şehirlere göre kaynaklarını en verimli kullanan, en
büyük gelişme potansiyeli gösteren ve dolayısıyla en rekabetçi yapıya sahip
olan şehirler ve görece olarak geride kalmış şehirler belirlenmiş ve politika
önerilerinde bulunulmuştur. Çalışmada Veri Zarflama Analizi Tekniği ile
belirlediği girdileri ve çıktıyı kullanarak şehirleri göreceli olarak verimli olup
olmadıklarına göre sınıflandırmıştır.
Göçer ve Çıracı (2003) yaptıkları araştırmada da Türkiye’de şehirlere
göre Sosyo -ekonomik yapıları ortaya çıkarmak için faktör analizi
kullanmışlardır. Her bir faktör için şehirlerin endeksi bulunup karşılaştırma
yapılmıştır. 80 şehir bazında 30 sosyal ve ekonomik değişkeni kullanarak Temel
Bileşenler analizi ile analiz yapmışlardır. Analiz sonucunda eğitim ve sağlık
gibi sosyal değişkenler birinci faktör altında, imalat sanayi üretiminin ve
girişimciliğin fazla etkin olduğu değişkenler ikinci faktör altında, kırsal nüfus
artışı, tarımsal üretim, turizm potansiyeli, özel bankacılık ve şirket sayıları gibi
iş hizmetleri değişkenleri de üçüncü faktör altında toplanmıştır.
Dinçer vd (2003) yaptıkları çalışmada 81 ilin Sosyo-ekonomik
gelişmişlik seviyelerini yansıttığı düşünülen 58 gösterge ile şehirlerin Sosyoekonomik gelişmişlik sıralamalarını hesaplamışlardır. 58 gösterge sosyal ve
ekonomik değişkenler olarak iki ana başlıkta sıralanmıştır. Alt ana başlık olarak
199
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
ise; demografik, istihdam, eğitim, sağlık, sanayi, tarım, inşaat, mali, altyapı ve
diğer refah göstergeleri olmak üzere 10 başlıkta sıralanmıştır. Daha sonra
şehirler aldıkları endeks puanları göz önüne alınarak 5 kademede
derecelendirilmişlerdir.
Coşkun vd (2004) yaptığı çalışmada Sakarya şehrinin rekabetçi
pozisyonunu belirlemek için 13 farklı alanda inceleme yapılmıştır. Bu çalışma
tek bir şehir özelinde yapılan detaylı rekabet analizlerini kapsamaktadır.
Çalışmada irdelenen boyutlar; “sanayi, yatırım, teknoloji, ticaret ve finans alanı;
tarım ve hayvancılık alanı; turizm alanı; eğitim, gençlik ve spor alanı; Sosyokültürel yapı alanı; insan sermayesi ve istihdam alanı; sosyal politika ve sosyal
hizmetler alanı; AB boyutu alanı; sağlık ve sosyal güvenlik alanı; afet yönetimi
alanı; doğal yapı ve kaynaklar alanı; çevre alanı; şehirleşme alanı” şeklindedir.
Her bir alanla ilgili doküman analizi anketler, mülakatlar yapılarak her bir
boyutun SWOT analizleri yapılarak Sakarya ilinin Genel bir durumu
resmedilmiştir.
Özgür ve Güler (2004) ise yaptıkları çalışmada aşağıda yer alan 17
Sosyo-ekonomik değişkeni kullanarak şehirlerin gelişmişlik sıralamasını
belirlemeye çalışmışlardır. Çalışmalarında faktör analizini kullanarak 17 Sosyoekonomik değişkeni “Sağlık Ve Refah” Faktörü, “Eğitim Faktörü”, “Tarım
Faktörü”, “Enerji Faktörü” ve “Yaşam Beklentisi” faktörü olmak üzere 5 faktör
altında toplamışlardır. İlleri bölgelerine göre alt faktörlere göre ve genel
gelişmişlik faktörüne göre sıralamışlardır.
Albayrak (2005) çalışmasında şehirlerin Sosyo-ekonomik gelişmişlik
düzeylerinin belirlenmesi amacıyla Temel Bileşenler analizini ve diskriminant
analizini kullanmıştır. Temel bileşenler analizinde aşağıdaki 48 değişken
kullanılarak toplam 8 faktör üretilmiştir. Bu faktörler; sanayileşmeye dayalı
sosyoekonomik gelişmişlik yapısı; eğitim düzeyi ve sağlık hizmetleri; tarımsal
yapı; şehirleşme ve istihdam; coğrafi yapı; altyapı, konut ve nüfus hareketliliği;
bebek ve çocuk ölüm hızı ile yüksek öğretim düzeyidir. Faktör analiziyle elde
edilen ikinci sonuç, ilk aşamada, her bir şehir için sosyoekonomik gelişmişlik
endeksi olarak tanımlanabilecek sayısal değerler elde edilmiş ve bu değerlere
göre şehirlerin sıralaması yapılmıştır. Daha sonra, gelişmişlik endeksi
değerlerinde önemli oranlarda farklılık gösteren noktalar saptanarak, şehirler
farklı gelişmişlik düzeylerine göre altı ayrı homojen gruba ayrılmıştır.
Özdemir ve Altıparmak (2005) Türkiye’deki 81 şehir sosyal ve
ekonomik göstergeler açısından analiz etmişlerdir. Analizde çok değişkenli
200
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
istatistik tekniklerinden faktör analizi kullanılmıştır. 12 sosyal değişkenle
yapılan faktör analizi sonucunda, sağlık göstergeleri, eğitim göstergeleri, ilk ve
orta öğretim okullaşma oranı şeklinde isimlendirilen üç faktör elde edilmiştir.
22 Ekonomik değişkenle yapılan faktör analizi sonrasında da, mali göstergeler,
imalat sanayi göstergeleri şeklinde isimlendirilen iki faktör elde edilmiştir.
Kaygısız vd (2005) yaptıkları çalışmada 81 şehir incelemeye alınmıştır.
Gelişmişlik düzeyi belirlenmeye çalışılırken, bağımlı değişken olarak kişi
başına GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla), bağımsız değişkenler olarak ise
gelişmişlik düzeyini etkileyeceği düşünülen 17 adet sosyal ve ekonomik
değişken kullanılmıştır. Path Analizi metodu ile şehirlerin gelişmişlik düzeyi
üzerinde etkili olduğu düşünülen faktörlerin ne kadarının gelişmişlik düzeyi
üzerinde anlamlı olduğunu belirlenmeye çalışılmış ve anlamlı bulunan
değişkenlerin etkilerini direkt ve dolaylı etkiler olarak ayrı ayrı ifade edilmiştir.
Daha sonra ise kümeleme analizi metodu ile ele alınan değişkenler itibariyle
aynı özellikleri taşıyan homojen şehir gruplarını belirlenmiştir.
Alkin vd. (2007) 2004 yılı verilerini kullanarak yaptıkları çalışmada
şehirlerarası rekabet endeksi oluşturmada “beşeri sermaye ve yaşam kalitesi,
markalaşma becerisi ve yenilikçilik, ticaret becerisi, erişilebilirlik” şeklinde dört
ana değişken belirlemişlerdir. Endeks hesaplamalarında her ana değişkenin (alt
endeks) değerinin hesaplanabilmesi için toplam 36 alt değişken tanımlanmıştır.
Her bir alt değişkene de uzman görüşüne başvurarak 1’den 5’ e kadar ağırlık
atfedilmiştir. Hesaplama yöntemi sonucu elde edilen veriler [0,100] değerleri
arasına normalize edilerek endeks değişken değerlerine ulaşılmıştır. Daha sonra
dört ana değişkenin ağırlığı aynı varsayılarak her bir şehrin ana değişken
değerlerinin standart ortalaması alınarak her bir şehrin genel rekabetçilik
sıralamasına ulaşılmıştır. Bu çalışmanın en büyük özelliği, yerli çalışmalarda
gelişmişlik odaklı çalışmalar mevcutken Aydemir (2002) haricinde ilk defa
şehirler arası rekabet kavramından söz edilmektedir.
URAK (2009) Alkin vd (2007) kullanmış olduğu yöntemi revize ederek
(36 yerine 39 alt değişken kullanmak gibi ) “URAK İllerarası Rekabetçilik
Endeksi 2007-2008” adıyla yayınlamışlardır. Yine ufak revizyonlarla URAK
(20010) “URAK İller arası Rekabetçilik Endeksi 2008-2009 ve URAK (2011)
URAK İller arası Rekabetçilik Endeksi 2009-2010” adlı raporlar
yayınlamışlardır. İzleyen çalışmalarda Metodolojide değişikliğe gidilmeden
sadece birkaç alt değişende değişiklik yapılmıştır. URAK yetkilileri
önümüzdeki yıllarda da İller arası Rekabetçilik Endeksi raporunu periyodik
201
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
olarak yayınlayacaklarını ifade etmişlerdir.
Erginöz’ün (2007) Hatay şehrinin analiz edildiği çalışmasında ise
SWOT Analiz yanında şehirlerde aşağıda belirtilen bileşenlerin bulunulabilirlik
düzeylerine göre (yeterli, kısmen yeterli, yetersiz şeklinde) puanlar verilerek
buna göre durum değerlendirilmesi yapılarak stratejiler önerilmiştir. Çalışmada
kullanılan bileşenler; “coğrafi yapı, teknik alt yapı (kara yolu, demir yolu, hava
yolu, deniz yolu, liman, iletişim, enerji), sosyal alt yapı (eğitim, sağlık), turizm,
teknoloji, işgücü, sermaye, ham madde, organize sanayi bölgeleri, küçük sanayi
siteleri, üniversite-sanayi işbirliği”dir.
TEB’in çeşitli şehirler için düzenlediği (finanse ettiği ) “İller İçin
Gelecek Stratejileri” çalışmaları da kurumlar tarafından yapılan çalışmalara
örnek olarak verilebilir. Bu çalışmalar da Coşkun vd (2004) yaptığı çalışmar
gibi il bazında yapılmaktadır. Örnek olarak Hatay (2007), Trabzon (2007),
Eskişehir (2007), Samsun (2007), Kayseri (2007) ve Adana (2008) şehirleri için
yapılan bu çalışmalarda Şehrin (gönüllü) yerel aktörlerinden oluşan katılımcılar
tarafından gruplar oluşturmuştur. Her grup moderatörler eşliğinde şehir
ekonomisinde başarabildikleri-başaramadıklarını; şehrin SWOT analizini,
şehrin ekonomik gelişimini etkileyen eğilimler haritasını; ekonomik gelişim
görevlerinin ve hedeflerinin belirlenmesi faaliyetlerini yerine getirmişlerdir.
Çalıştayın sonucunda ise çalıştay çıktıları, görüş ve öneriler rapor halinde
yayınlanmıştır.
Kara (2008) yapmış olduğu çalışmada şehirler ve bölgeler arası
rekabetçiği belirleyen 30 değişken belirlemiştir. Bu 30 adet değişkenden
yararlanarak şehirlerin ve bölgelerin rekabet edebilirlik düzeyinin tek bir bileşik
endeks şeklinde tespit edilebilmesi için ise Temel Bileşenler Analizi (TBA)
tekniğini kullanmıştır. Aynı şekilde şehirler belirtilen 5 faktör açısından da
rekabetçilik endeksleri hesaplanarak sıralanmıştır. Analizde belirlenmiş olan bu
5 faktör; “İktisadi Yapı, Yenilik Kapasitesi, Altyapı Ve Erişilebilirlik, Beşeri
Sermaye, Sosyal Sermaye” şeklindedir.
EDAM (2009) Türkiye’deki şehirlerin rekabet düzeylerinin
belirlenmesi amacıyla yapmış olduğu çalışma ile 50 değişkeni içeren ve iki
aşamalı bir Temel Bileşenler Analizi kullanmıştır. Bir endeksle elde edilecek
olan özetin ayrıntıları gizleme olasılığı düşünülerek, önce altı farklı alt endeks
oluşturulmuş ve bu endekslerden yola çıkarak toplam rekabet endeksine
ulaşılmıştır. Bu alt endeksler sırasıyla; “Ekonomik Canlılık ve Etkinlik, Emek
Piyasası, Yaratıcılık, İnsan Sermayesi, Fiziki Altyapı, Sosyal Sermayedir”
202
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
Uyan (2009) İllerin ekonomik gelişme düzeylerini etkileyen dinamikleri
belirlemek üzere 35 adet Sosyo-ekonomik değişken tespit ederek bu verilerle
Temel Bileşenler Analizi yardımıyla şehirlerin endeks puanlarını ortaya
çıkarmıştır. Daha sonra kümeleme analizi ile şehirleri gruplandırmıştır.
Kümelene sonucu şehirleri 5 grupta toplanmıştır.
Yıldız vd (2010), Dinçer vd (2003) çalışmalarını temel alarak yaptıkları
bu çalışmada yoğun olarak 2008-2009 yılı verileri kullanarak Türkiye’de İllerin
Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralamasını yapmışlardır. Dinçer vd (2003) farklı
olarak ilan edilmeyen birkaç verinin yerine farklı veriler kullanılmıştır. Bu
çalışmada toplam 42 veri kullanılarak Temel Bileşenler Analizi yardımıyla
şehirleri gelişmişlik sıralamasına göre sıralandırılmıştır. Diğer taraftan
neredeyse birbiriyle aynı değişkenler kullanıldığı için şehirlerin 2003 yılındaki
çalışma ile karşılaştırılma imkânı doğmuştur.
Albayrak ve Erkut (2010) çalışmalarında Türkiye’deki şehirlerin
rekabet gücü analizini yapmıştır. İki aşamalı olarak yapılan analizde öncelikle
Aşağıda ifade edilen 32 değişkenle Temel Bileşenler Analizi yapılmıştır. Analiz
sonucu 5 alt endeks oluşmuştur. Yenilikçi Ekonomik Çevre, Nitelikli İşgücü,
Sanayi, Ekonomik Aktiflik, Turizm-Ticaret şeklinde adlandırılan bu alt
endekslerden ise bölgesel rekabet gücü endeksi elde edilmiştir. Araştırmanın
ikinci kısmında hiyerarşik kümeleme analizi kullanılarak gerek bölgesel rekabet
gücü açısından gerek alt bileşenler açısından şehirle kümelenmiştir. Bölgesel
rekabet gücü açısında şehirler 5 kümeye ayrılmıştır. Sırasıyla her kümede; 1, 3,
19, 36 ve 22 şehir kümelenmiştir. Sırasıyla her bir küme; “Lider Rekabetçi
Bölge, Rekabetçi Bölgeler, Gelişme Odaklı Bölgeler, Gelişmeye Dirençli
Bölgeler, Gerileyen Bölgeler” şeklinde tanımlanmıştır.
Döven (2011) çalışmasında şehir rekabetçiliğini hesaplamak için 31
değişken kullanmıştır. 81 ile ait 31 değişken yardımıyla “Temel Bileşenler
Analizi” yapmıştır. Böylelikle şehirlerin rekabetçilik puanları hesaplanmıştır.
Çalışmada alt endeksler oluşturulmadan tek endeks üzerinden hesaplama
yapılmıştır. Daha sonra “Kümeleme Analizi” ile şehirler rekabetçiliklerine göre
üç kümede sınıflandırılmıştır. Birinci küme Düşük Rekabetçi Küme: ikinci
küme Orta Rekabetçi Küme: üçüncü küme ise Yüksek Rekabetçi Küme olarak
adlandırılmıştır.
3. Şehir Rekabetçiliğinin Ölçülmesinde Karşılaşılan Sıkıntılar
Şehir rekabetçiliği kavramı son 10 yıllarda oldukça sık kullanılan bir
kavram olmasına rağmen tanımı, boyutları, içeriği vb konularda fikir birliğine
203
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
varılamamıştır. Bu durum ölçümde de farklı yöntemler kullanılmasına sebep
olmaktadır. Bunun bir sebebi, yani tanımlanması ve ölçülmesinin zor olmasının
bir sebebi direk olarak gözlemlenemeyen çok boyutlu bir kavram olmasında
yatmaktadır. Firma düzeyinde rekabetin içeriği, amacı ölçüm yöntemi
kolaylıkla belirtilebilmekte iken şehir rekabetçiliğinde bu durum mümkün
olmamaktadır (Turok, 2005:25). Bu sebepten dolayı şehir rekabetçiliğinin
değerlendirilmesinde aşağıda anlatıldığı üzere bir dizi sıkıntı yaşanmaktadır.
Öncelikli olarak literatür incelendiğinde “coğrafi birimler için rekabet”
kavramındaki karışıklık şehir rekabetçiliğinin göstergeleri açısından da yer
almaktadır. Farklı yazarlar şehri rekabetçi yapan unsurları farklı
kavramlaştırmıştır. Örneğin, Kresl (1995) “belirleyici” kavramını kullanmıştır.
Gardiner (2003) ve Klaus (2004) “faktör” kavramını; Webster ve Muller (2000)
“Değerleme Kategorileri” kavramını kullanmıştır. Kavramın içleri ise bazen
aynı unsurlarla bazen farklı unsurlarla doldurmuştur.
Göstergelerle ilgili diğer bir sıkıntı ise; gösterge ile rekabetçilik
arasındaki ilişkidir. Acaba göstergelerin varlığı mı şehrin rekabetçiliğine sebep
olmaktadır; yoksa şehrin rekabetçiliği mi göstergelerin varlığına sebep
olmaktadır. Literatürde bu Konuya pek değinilmezken bu konuda farklı bir
açılım getiren Kresl (1995) göstergeleri üç farklı kavramla açıklıyor; (i) şehirde
bulunması halinde şehrin göreceli olarak rekabetçi olduğunun söylenebileceği
unsurlara; Gösterge; (ii) şehir rekabetçiliğinde ki gelişmeye paralel olarak
ortaya çıkan unsurlara; Karakteristik (ii) şehrin rekabetçiliğin ölçmede
kullanılan denklem öğelerine ise Belirleyici adı vermektedir. Ama bu çalışmada
da gösterge ile karakteristik tam olarak ayırt edilebilmiş değildir. Çünkü
gösterge ve karakteristikler birbirine benzerlik taşımaktadır.
Göstergelerdeki diğer bir sıkıntı ise göstergelerin Rekabetçiliği ne kadar
gösterebildiğidir. Birçok çalışmada, alışveriş merkezinin varlığı, ADSL ve
telefon abone sayısı gibi gelişmişlik göstergesi olabilecek fakat rekabetçilik
göstergesi olacağı tartışılabilir değişkenler kullanılmıştır. Yine bu örnekten
hareketle, literatürde karşılaşılan sıkıntı gelişmişlik göstergesi ile rekabetçilik
göstergelerinin karıştırılmasıdır.
Bir şehirde gelişmişlik göstergelerin olması ili rekabetçi yapmaz;
sadece rekabetçi olmasına zemin sağlar. Şehir eğer bu üstün yanını kullanabilir
ve yatırım, şirket, sermaye çekebilirse rekabetçi demektir. Aynı şekilde kişi başı
GSMH ya da ilin üretim ve satış kapasitesi gibi istatistikî bilgiler de her zaman
rekabetçiliğin ölçülmesinde yararlı olmamaktadır. Sayısal verilerin tek başına
204
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
yeterli olamayacağına en büyük örnek Samsun, Tokat, Amasya, Çorum ilerinin
bulunduğu TR 83 bölgesinde sektör bölge yığınlaşmaları açısından yapılan
araştırmaya göre “Tütün ve Tütün Mamullerinde” uzmanlaşmış gözükmektedir.
Fakat bölge incelendiğinde sadece Kamuya ait üretim ve istihdamı geniş birkaç
sigara fabrikasının olduğu görünmektedir. Bu kapsamda bölgede istatistikî
olarak Tütün ve Tütün Mamullerinde bir uzmanlaşma ve yığınlaşma olduğu
söylenebilirse bile stratejik olarak bunu ifade etmek zordur.
Kresl, Singh; (1999) şehir rekabetçiliği direkt ölçülebilecek bir kavram
olmadığını. Ancak gölgeleri ve etkileri vasıtasıyla doğası ve önemi
ölçülebildiğini ileri sürerek çalışmalarında şehir rekabetçiliğini ölçebilecek
değişkenlerden küçük bir set oluşturduklarını ifade etmiştir. Gölgeleri ve
etkilerin çokluğunu diğer bir deyişle değişkenlerin çokluğu hesaba katılırsa
ölçmede karşılaşılan sıkıntı daha iyi anlaşılabilir.
Diğer bir sıkıntı karşılaştırılabilir bir rekabetçilik çalışmasının
olmamasıdır. Her şehir/bölge/ülke Farklı bir metodoloji ile rekabetçilik
araştırması yapmaktadır. Bu durum ise şehirlerin rekabetçiliklerinin
kıyaslanmasını engellemektedir (Webster ve Muller, 2000, 40).
Şehirlerin, üretim odaklıdan hızlı bir şekilde hizmet odaklı faaliyetlere,
özelikle finans, turizm, kayması rekabetçiliği değerlemede kullanılan
yöntemleri de değiştirmektedir. Gerek üretim gerekse hizmet endüstrilerinde
bugünkü ekonomik ve işgücü yapısı bugün için bir rekabet avantajı
oluştururken yarın için oluşturmamaktadır. Örneğin silikon vadisi 3-5 yıl önce
bilgisayar ve yarı iletkenler üretim merkezi iken bugün internet teknolojisi
merkezi olmuştur. Bangkok bölgesi tekstil ve ayakkabı merkezi olarak
bilinmekte iken, güneydoğu Asya’nın lider otomotiv kümelenmesi bugün
Bangkok bölgesinde yer almaktadır (Webster ve Muller, 2000, 3) Bu ve buna
bezer örnekler şehirlerin yıllar içinde hızla değiştiğini dolayısıyla değerleme
kriterlerinin de hızlı bir şekilde değişmesi gerektiğin göstermektedir. Örneğin
Üç-beş yıl evvel öncü sektörü Tekstil olan bir şehir için ucuz işgücü önemli bir
kriter iken mevcut öncü sektör olan otomotiv ya da bilgisayar için nitelikli
işgücü önemli bir kriter olmaktadır.
Şehrin rekabetçiliğin istatistikî ve stratejik olmak üzere iki belirleyicisi
bulunmaktadır. Ekonomik belirleyiciler İstatistikî bilgilerden oluşurken;
Stratejik Belirleyiciler istatistiki olarak ölçülmesi mümkün olmayan ve doğası
gereği kalitatif olan unsurlardır (Kresl, 1995). Örneğin rekabetçiliğin tanımında
önemli bir yeri olan örgüt kültürü, ilişki derinliği gibi ölçülmesi çok zor olan
205
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
boyutlardır. Bu bilgiler, mülakat, odak gruplar, anketler gibi soft bilgilerden
oluşmaktadır (Webster ve Muller, 2000, 3). Bu durum ölçmeyi ve de özellikle
şehirlerarası karşılaştırma yapmayı zorlaştırmaktadır. . Literatür incelendiğinde
yapılan çalışmalar genelde istatistikî alanlarda (ildeki Kişi başına düşen
GSYİH, işsizlik oranları, sektör yoğunlaşmaları vb) ayrı ayrı hesaplanarak diğer
şehirlerle karşılaştırılır. Bu durumda tüm unsurların bir arada
değerlendirilmesini imkânsız kılmaktadır.
Uluslararası düzeyde yapılan rekabet endeksi metodolojilerinin ulusal
bazda yapılan rekabetçilik çalışmaları için önemli bir başvuru kaynağı
oluşturmaktadır. Fakat ulusal düzeyde farklı coğrafi bölgeler için yapılacak olan
rekabet endeksi çalışmalarına uyarlanması, kullanılan pazar yapısı, devletin
etkinliği, faiz oranları, finansal pazarların durumu gibi birçok verinin ulusal
düzeydeki çalışmalarda kullanılamaması diğer bir sıkıntıdır.
Diğer bir sıkıntı; yapılan yerli ya da yabancı birçok çalışmada tüm
şehirleri tek bir potada değerlendirilmektedir. Böyle bir durumda nüfusu,
gelişmişlik düzeyi coğrafi konumu bir birinden çok farklı olan şehirleri bir
arada değerlendirilmektedir. Aynı şekilde ticari, turizm, sanayi ya da tarım
şehirleri birbirleri ile yarışmaktadır. Buda yanıltıcı sonuçlara sebep olmaktadır.
Bu sıkıntıyı gidermek adına bir ya da birkaç ilin kıyaslandığı böylece daha
gerçekçi sonuçların elde edildiği çalışmalar yapılmaktadır. Fakat bu durum
resmin tümün görmeyi engellemektedir.
Karşılaşılan diğer bir sıkıntı ise elde edilen rekabetçilik seviyelerinin
neden sonuç ilişkisinin kurulamamasıdır. Diğer bir deyişle hesaplanan bir
rekabetçilik seviyesinin neyden kaynaklandığı ile ilgili doğru bir yorumda
bulunulmamasıdır. Her ne kadar rekabetçilik seviyesinin alt bileşenleri de
hesaplansa da ( alt yapı, girişimcilik, yenilik vb) o alt bileşenleri kullanarak
rekabetçilik seviyesi hakkında yorumda bulunmak doğru sonuca
götürmeyecektir Örneğin EDAM (2009) çalışmasında alt bileşenlerin
puanlarından hareketle rekabetçi seviyelerini geliştirmeleri için verdiği
örneklerden ikisi aşağıda yer almaktadır. Bu örnekler alt bileşenler ya da
göstergeler ile rekabetçilik seviyesinin neden sonuç ilişkisinde
incelenemeyeceği; neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirildiğinde ise
göstergelerdeki değişimin rekabetçilik seviyesini anlamlı bir şekilde
etkileyemeyeceği daha iyi anlaşılmaktadır.
(i) Yozgat’ta yalnızca Internet kullanımı Türkiye ortalamasına
yükseldiği takdirde, bu ilimizin rekabet endeksindeki sıralaması 45’den 42’ye
206
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
çıkacaktır.
(ii) Gaziantep’te ilk ve ortaöğretimde öğretmen başına öğrenci sayısı
Türkiye ortalamasına ulaştığı takdirde, bu ilimizin rekabet endeksindeki
sıralaması 3 sıra yükselip 29 olacaktır.
Son olarak ise Ülkemizde sistematik bir şekilde bilgi, toplama, işleme
ve değerlendirme birimi olmaması, ilgili verilerin farklı birimlerde (örneğin,
KOSGEB, Bankalar Birliği, DPT vb) olması kimi zaman bu bilgilerin birbiri ile
çakışması; çeşitli verilerin bulunamaması (2001’den beri şehir bazında GSYH
gibi çeşitli veriler hesaplanmamaktadır) şehirlerin değerlemesinde sıkıntıya
sebep olmaktadır.
GENEL DEĞERLENDİRME
Kalkınma ve gelişme kavramlarının içerdiği mutlak düşüncenin (diğer
şehirlerle karşılaştırma yapılmadan şehir düzeyinde analiz ve planlama
yapılması) dışına çıkılarak karşılaştırılmalı bir analiz ve planlama yapılmasını
mümkün kılacak olan şehir rekabetçiliği kavramı son yıllarda gerek farklı bilim
dallarındaki akademik camianın gerekse uygulamacıların ilgi alanını
oluşturmuştur. Günümüzde şehir yönetimine de yön veren/ vermesi gereken bu
anlayış Türkçe literatürde yeteri kadar incelenmemiş bir konudur. Bu sebepten
çalışmada önce şehir rekabetçiliği konusunda genel bir çerçeve sunulmuştur.
Ardından, şehir rekabetçiliği ile ilgili gerek akademik gerek pratik
çalışmalarının zeminin oluşturacak “ rekabetçiliğin ölçümü” konusuna
değinilmiştir.
Firma rekabetçiliği ve ülke rekabetçiliği kavramlarına göre görece
ölçümü daha zor ve daha karışık olan şehir rekabetçiliğinin ölçümünde
kullanılan
yöntemlerin
değerlendirilmesi
bu
çalışmanın
temelini
oluşturmaktadır. Literatür incelendiğinde çalışmaları farklı tasnif etmek
mümkündür. Amaca göre (akademik, pratik), ölçeğe göre (bir/birkaç şehir, tüm
şehirler), yöntem (nitel, nicel) açısından tasnif örnek olarak verilebilir. Yerli
literatürün durumun daha iyi göre bilmek adına bu çalışmada yerli yabancı
ayrımı itibariyle literatür incelenmiştir. Türkiye’de henüz bu alanda yeteri kadar
çalışma yoktur. bazı değişkenlerin hesaplanmaması, değişkenlerin farklı
kurumlar tarafından farklı hesaplanması, il bazında veri olmaması gibi sebepler
yerli literatürün gelişmesine engel olmuştur.
Çalışmalar incelendiğinde şehir rekabetçiliğini ölçmek için çeşitli temel
başlıklar bulunmaktadır. Her bir başlık altında farklı veriler farklı şekilde
hesaplanarak kullanılmaktadır. Örneğin kimi veri “kişi başına düşen” şeklinde
207
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
hesaplanırken, kimi veri “ilin ülkeye oranı” şeklinde hesaplanmaktadır. Aşağıda
bu temel başlıklar yer almaktadır.
İlin Beşeri Sermaye Durumu; bu başlık altında okumuşluk
düzeyi, alınan sertifikalar, eğitim altyapısı i,istihdam rakamları vb değişkenler
yer almaktadır. Beşeri sermayenin rekabetçiliğe katkısına atfen yoğun olarak
kullanılmaktadır.
İlin Sanayileşme Durumu, Bu başlık altında sektörlerdeki
yoğunlaşma, kişi başı düşen işletme sayısı, sanayi elektrik kullanımı, gelişmiş
sektörlerin oranı OSB, KSS sayısı vb değişkenler yer almaktadır
İlin Genel Görünümü, Bu başlık altında Nüfus yoğunluğu, net
göç hızı, yaşam kalitesi, AVM sayısı, altyapı vb değişkenler yer almaktadır
Dış Ticaret Durumu, Bu başlık altında dış ticaret potansiyeli,
miktarı, dış ticaret yapan firmaların ortanı vb değişkenler yer almaktadır
Ticari Hayat, Bu başlık altında esnaf sanatkâr sayısı, mevduat,
kredi, tahakkuk eden vergi, kişi başı GSMH vb değişkenler yer almaktadır
Erişim Durumu Bu başlık altında ilin coğrafi konumu, deniz,
hava, demir yoluna uzaklığı, bilişim altyapısı, kara yolları uzunluğu, vb
değişkenler yer almaktadır
Birçok çalışmada benzer başlıklar altında farklı değişkenler
kullanılmaktadır. Değişkenler, yazarların rekabetçiliğe atfettiği anlama göre,
verileri bulunabilmesine göre ve verilerin hesaplanmasına göre
farklılaşabilmektedir. Her ülkede üretilen veriler aynı formatta olmadığı gibi bir
ülkede üretilen verilerin her yıl üretilmediği için yıllar ve/veya ülkeler arası bir
karşılaştırma yapmak mümkün olmamaktadır. Derlenen verilerin analizinde ise
kullanılan yöntemlere bakıldığında ise iki temel yöntem göze çarpmaktadır.
Birincisi ortalama, ikincisi Temel bileşenler analizidir. Ortalama yöntemi de
aritmetik ortalama (yani her bir değişkenin aynı ağırlığa sahip olduğu varsayılır.
) ve ağırlıklı ortalama (yani yani her bir değişkenin ayrı ağırlığa sahip olduğu
varsayılır ve uzmanlardan ağırlıklandırma yapması istenir. ) yöntemi
kullanılmaktadır. Temel bileşenler analizi ile yapılan çalışmalarda ise
çoğunlukla daha sonra kümeleme analizi ile şehirler gruplandırılmıştır.
Böylelikle şehirlerin rekabetçi grupları ilk 20, ikinci 20 gibi sübjektif yöntemle
değil daha istatistiksel yöntemlerle oluşmaktadır. .
208
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
KAYNAKLAR
Albayrak, A. N.; Erkut, G. (2010), “Türkiye’de Bölgesel Rekabet Gücü
Analizi”, MEGARON 2010:5 (3):137-148, Yıldız Teknik Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi Yayınları
Albayrak, A. S. (2005), "Türkiye’de İllerin Sosyoekonomik Gelişmişlik
Düzeylerinin Çok Değişkenli İstatistik Yöntemlerle İncelenmesi,"
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1(1), ss:
155–177.
Alkin K.; Bulu M.; Kaya H. (2007), “İller Arası Rekabet Endeksi: Türkiye’deki
İllerin Rekabetçilik Seviyelerinin Göreceli Olarak Ölçülebilmesi İçin
Bir Yaklaşım” İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
Yıl:6, Sayı:11, Bahar 2007/2 ss: 221-235
Aydemir, Z. C. (2002), “Bölgesel Rekabet Edebilirlik Kapsamında İllerin
Kaynak Kullanım Görece Verimlilikleri: Veri Zarflama Analizi
Uygulaması”, (DPT Uzmanlık Tezi), Ankara
Barca, M.; R. Coşkun, ve R. Altunışık, (2002), “Explaining Performance
Differences Among Turkish Cities: A Tale Of Five Cities”, Small
Business And Entrepreneurship Development Conference, The
University Of Nothingham, UK.
Barca M.; Döven, M. S. (2007) “Şehir Rekabeti İçin Cevaplanması Gereken
Sorular” Yerel Siyaset yıl:2 sayı:22-Ekim
Beacon Hill Institute (2002), “Metro Area and State Competitiveness Report
2002”, www.beaconhill.org,
Beacon Hill Institute (2003), “Metro Area and State Competitiveness Report
2003”, www.beaconhill.org,
Beacon Hill Institute (2004), “Metro Area and State Competitiveness Report
2004”, www.beaconhill.org,
Beacon Hill Institute (2005), “Metro Area and State Competitiveness Report
2005”, www.beaconhill.org,
Beacon Hill Institute (2007), “Metro Area and State Competitiveness Report
2007”, www.beaconhill.org,
Beacon Hill Institute (2008), “Eighth Annual Metro Area and State
Competitiveness Report”, www.beaconhill.org,
Beacon Hill Institute (2009), “Ninth Annual State Competitiveness Report
2009”, www.beaconhill.org, USA
209
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
Beacon Hill Institute (2010), “Tenth Annual State Competitiveness Report
2010”, www.beaconhill.org, USA
Coşkun, R., ve Diğerleri (2004), “Rekabetçi Sakarya: Sakarya’nın Rekabet
Gücü’nün Belirlenmesi Ve Geliştirilmesi Projes”i, Sakarya
Üniversitesi, Adapazarı.
Deas, Iain, Benito Giordano (2001), “Conceptualising And Measuring Urban
Competitiveness İn Major English Cities: An Exploratory Approach”,
Environment And Planning A 2001, volume 33, pages 1411-1429
Deas, Iain, Benito Giordano (2004), “Locating the Competitive City in
England” içinde Urban Competitiveness Edt. Iain BEGG, Policy Press
UK
Dinçer, B., Özaslan, M.; Kavasoğlu, T. (2003), “İllerin ve Bölgelerin SosyoEkonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması”, Bölgesel Gelişme ve
Yapısal Uyum Genel Müdürlüğü. Yayın No: DPT:2671.Ankara,
Mayıs,2003
Döven, S. (2009), “Kent Rekabetçiliği Küçük Ölçekli Kentler İçin Ne Anlama
Gelmektedir? Bingöl Örneği” II Bingöl Sempozyumu Ss 122 -133
Döven, S. (2011), “Şehir Rekabetçiliği Üzerine Bir Araştirma: Türkiye Örneği”
Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora
Tezi, Sakarya
Edam (2009), “Türkiye İçin Bir Rekabet Endeksi”
Gardiner, Ben (2003), “Regional Competitiveness Indicators for Europe Audit, Database Construction and Analysis”, Regional Studies
Association International Conference Pisa, 12-15 April, 2003
Geyik, M.; Coşkun, R. (2004), “Kentler Arası Rekabette Bilginin Yeri”, 3.
Ulusal Bilgi, Ekonomi ve Yönetim Kongresi, Osmangazi Üniversitesi
Eskişehir.
Giffinger, R., Iván Tosics; H. Wimmer (2003), “Competitive Urban
Development And The Meaning Of Strategic İnstruments”, EURAEUROCITIES-Conference 28 – 30 August, 2003
Göçer, K. ve Çıracı H. (2003), “Türkiye’de Kentlerin Sosyal Ve Ekonomik
Göstergeleri Arasindaki Ilişki” ITÜ Dergisi/A Mimarlık, Planlama,
Tasarım Cilt:2, Sayı:1, ss. 3-14 Mart 2003
Huavari, J., A. Kangasharju, ve A. Alanen (2001), “Constructing An Index For
Regional Competitiveness”, Pellervo Economic Research Institute
Working Papers, No:44, Helsinki.
210
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
Huggins, Robert (2002), “UK Competitiveness Index 2002”, Robert Huggins
Associates,
Huggins, Robert ve Hiro Izushi (2008), “UK Competitiveness Index 2008”
Robert Huggins Associates,
Huggins, Robert ve Jonathan Day (2005), “UK Competitiveness Index 2005”,
Robert Huggins Associates,
Huggins, Robert ve Jonathan Day (2006), “UK Competitiveness Index 2006”
Robert Huggins associates,
Huggins, Robert ve Piers Thompson (2010), “UK Competitiveness Index 2010”
Robert Huggins associates
Huggins, Robert, (2003) “Debates and Surveys Creating a UK Competitiveness
Index: Regional and Local Benchmarking”, Regional Studies, Vol.
37.1, pp. 89–96
Jiang, Yihong (2007), “Analyzing Urban Competitiveness of Chinese Cities”
Doctor of Philosophy Dissertation in Geography and resource
management, Presented to the Chinese University Of Hong Kong,
Chinese
Kara, M. (2008), “Bölgesel Rekabet Edebilirlik Kavramı Ve Bölgesel Kalkınma
Politikalarına Yansımaları”, DPT Uzmanlık Tezi, Ankara,
Katalin, Barna (2007), “Measurıng Regıonal Competıtıveness”, Journal of
Central European Agriculture Volume 8 No. 3 343-356
Kaygısız, Z., S. Saraçlı, Ü. Kerim ve U. Dokuzlar (2005), “İllerin Gelişmişlik
Düzeyini Etkileyen Faktörlerin Path Analizi Ve Kümeleme Analizi İle
İncelenmesi” VII. Ulusal Ekonometri Ve İstatistik Sempozyumu, 26 27 Mayıs 2005, İstanbul Üniversitesi
Klaus, Philipp (2004), “Urban Settings İn The Competition Among Cities”, In:
Theomai Journal. Society, Nature and Development Studies. No. 9
Kovacs, P. ve Lukovics, M. (2006), “Classifying Hungarian Sub-regions By
Their Competitiveness”, The 25th SCORUS Conference on Regional
and Urban Statistics and Research: Globalization Impact on Regional
and Urban Statistics, 30th August - 1st September, Wroclaw University
of Economics in Poland
Kresl, P. K., (1995), "The Determinants of Urban Competitiveness: A Survey,"
in Peter Karl Kresl ve Gary Gappert (eds.), North American Cities and
the Global Economy, Urban Affairs Annual Review series, Sage
Publications, 1995.
211
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
Kresl, P. K., ve B. SINGH (1999). “Competitiveness and the Urban Economy:
Twenty four Large US Metropolitan Areas”, Urban Studies, Vol. 36,
No: 5-6, 1017- 1027
Lengyel, I., Lukovics, M (2006), “An Attempt for the Measurement of Regional
Competitiveness in Hungary”, Enlargement, Southern Europe and the
Mediterranean, 46Congress of the European Regional Science
Association, Volos, Greece, 29 o.
Lever, W. F., Turok I.(1999), “Competitive Cities: Introduction To The
Review”, Urban Studies, 36/1999, Sayı 5-6, Ss.791-793
Lever, W. F. (1999), “Competitive Cities in Europe”, Urban Studies, Vol. 36,
Nos 5-6, 1029-1044, 1999
Lukovics, M (2006), “A Possible Method of Measuring the Competitiveness of
Hungarian Counties”, Gazdálkodás (Special Edition), 17, 54-62.
Lukovics, M (2007a), “Measuring Territorial Competitiveness: Evidence from
Hungarian Local Administrative Units (LAU1)”, "Local Governance
and Sustainable Development" 47Congress of the European Regional
Science Association, Paris, France, 24 October
Lukovics, M (2007b), “Statistical Analysis on the Competitiveness of the
Hungarian Sub-regions”, 2nd Central European Conference in Regional
Science, Nový Smokovec - High Tatras, Slovak Republic, 628-647. o.
Lukovics, M (2008), “Measuring Regional Disparities: Evidence from
Hungarian Sub-regions”, "Culture, Cohesion and Competitiveness:
Regional Perspectives" 48Congress of the European Regional Science
Association, Liverpool, UK,
Nuñez, Fernanda Ruiz (2010), “Benchmarking the Competitiveness of Brazilian
Cities”, Editor Ming Zhang Competitiveness and Growth in Brazilian
Cities inn Local Policies and Actions for Innovation p: 93-106 The
International Bank for Reconstruction and Development / The World
Bank USA
Özdemir, Ali İhsan ve Aytekin Altiparmak (2005), “Sosyo-Ekonomik
Göstergeler Açısından İllerin Gelişmişlik Düzeyinin Karşılaştırmalı
Analizi”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, Sayı: 24, Ocak - Haziran 2005, ss. 97Porter, M.E. (1995), “The Competitive Advantage Of Inner City”, İçinde M.E.
Porter (Eds) On Competition, Boston, MA: Harvard
212
Döven, M.S. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 189-213
Şenlier, N., ve Eryılmaz, S.S. (2004), “Kentlerarası Rekabette İstanbul’un
Yeri”, Kentsel Ekonomik Araştırmalar Sempozyumu, Cilt II,
Teb (2007), İller İçin Gelecek Stratejisi, Hatay, www.tebkobiakademi.com
Teb (2007), İller İçin Gelecek Stratejisi, Trabzon, www.tebkobiakademi.com
Teb (2007), İller İçin Gelecek Stratejisi, Eskişehir, www.tebkobiakademi.com
Teb (2007), İller İçin Gelecek Stratejisi, Samsun, www.tebkobiakademi.com
Teb (2007) İller İçin Gelecek Stratejisi, Kayseri, www.tebkobiakademi.com
Teb (2008) İller İçin Gelecek Stratejisi Adana, www.tebkobiakademi.com
Turok, Ivan (2005), ‘Cities, Competition and Competitiveness: Identifying New
Connections’, In Buck, I., Gordon, I. Harding, A. ve Turok, I (2005)
(eds.) Changing Cities: Rethinking Urban Competitiveness, Cohesion
and Governance. London: Palgrave
Urak (2009), “İllerarası Rekabetçilik Endeksi 2007-2008”
Urak (2010), “İllerarası Rekabetçilik Endeksi 2008-2009”
Urak (2011), “İllerarası Rekabetçilik Endeksi 2009-2010”
Uyan, B. (2009),”Bölgesel Gelişme Dinamikleri: Gaziantep İlinde Yerel
Ekonomik Gelişmeyi Etkileyen Faktörler” Çukurova Üniversitesi, Fen
Bilimleri Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi Adana
Webster, Douglas ve Larissa MULLER (2000), “Urban Competıtıveness
Assessment In Developıng Country Urban Regıons:¨ The Road
Forward”, Urban Group, INFUD The World Bank, Washington D.C.
July 17, 2000
213
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Örgütsel Değişim Sürecinde Öğrenen Örgütler ve Örgüt Geliştirme
Polat Tunçer1
Özet
Her şeyin çok hızlı değiştiği günümüzde örgütlerin en temel sorunu, bu
değişime başarılı bir biçimde uyum sağlamaktır. Bu makalenin amacı; bu uyumun
öğrenen örgütler ve örgüt geliştirme yöntemleriyle daha başarılı bir biçimde
sağlanabileceğini ortaya koymaktır. Değişim sürecinin başarılı bir biçimde yönetimi
önemli ölçüde kullanılan yöntemlere bağlıdır. Literatür taramasıyla elde edilen
bilgilerden yararlanılarak, birbirini destekleyen her iki yöntemin birlikte
uygulanmasıyla sürecin başarılı bir biçimde yönetebileceği gösterilmeye çalışılmıştır.
Sözkonusu yöntemler, örgütlerin en temel kaynağı olan ve onun başarısında önemli bir
yere sahip bulunan çalışanların, niteliklerinin artırılması ve geliştirilmesiyle ilgilidir.
Çalışanların desteği ve katkısı olmadan değişim sürecinin başarıyla yönetilmesi
mümkün değildir. Değişim kesintisiz bir süreç olup, çalışanların bu sürecin gerektirdiği
bilgi ve beceriye sürekli sahip olmaları gerekir. Bu bağlamda insan merkezli olan
öğrenen örgütler ve örgüt geliştirme yöntemleri etkili bir biçimde kullanılabilir. Örgüt
geliştirme, örgütün sosyal süreçlerine stratejik müdahalelerle gerçekleştirilir. Örgüt
geliştirme, planlı bir değişimi gerçekleştirmek için örgütsel tutum, davranış ve
kültürünü değiştirmeyi hedefler; örgütün inanç, değer ve yapısını eğitim süreciyle
değiştirir ve örgütü bir bütün olarak geliştirmeye çalışır. Öğrenen örgütler ise sürekli
öğrenir ve bunu bir yöntemle düzenli hale getirirler. Öğrenen örgütler, bilginin
yaratılması, elde edilmesi, paylaşılması ve transferi konusunda uzmanlaşmış olup, elde
ettiği yeni bilgiler doğrultusunda davranışlarını değiştirebilirler. Örgütsel değişim
sürekli öğrenen, öğrendiğini paylaşan ve kendini geliştiren bireylerle daha kolay
gerçekleştirilebilir. Örgütsel değişim, çalışanların değişim ve dönüşümüne bağlıdır.
Bunun için en iyi yöntem, sürekli öğrenen ve gelişen bir örgüt yaratmaktır. Her iki
yöntemde örgütün insan kaynağı kalitesini artırmak suretiyle örgütsel değişimi
gerçekleştirmek ister. Bir başka deyişle örgütsel değişim, insanın değiştirilmesi ve
geliştirilmesi temeline dayanır. İnsan kaynağının kalitesi, değişimin kalitesini ya da bir
başka deyişle düzeyini belirler. Başarılı bir örgütsel değişim, bilgi ve beceri kadar,
çalışanların tutum, tavır ve davranışlarına da bağlıdır. Bu nedenle değişim için öğrenen
örgüt ve örgütsel gelişme yöntemleri birlikte kullanılmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Örgütsel değişim, Öğrenen örgütler, Örgüt geliştirme
1
Dr. Öğretim Görevlisi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Samsun Meslek Yüksekokulu
e-mail: [email protected] Tel: 05303280844
214
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Learning Organizations in the Process of Organizational Change and
Organization Development
Abstract
In today’s world where everything changes so rapidly, the most basic problem
of the organizations is to adapt to these changes successfully. The object of this article
is to exhibit that this adaptation can be achieved more successfully through
organizations which learn and organization development techniques. Managing the
change process successfully depends mostly on the methods used. Here, it is shown that
applying two relevant methods helps to manage the process efficiently with the help of
literature scanning. The mentioned methods are about improving the qualities of the
employees who are the basic Fundamentals of the organizations and who have an
important place in their successes. It is not possible to manage the change process
without their support and contributions. Change is a non-stop progress and the
employees are required to have the necessary knowledge and skills about it. Humancentered learning organizations and organization development techniques can be used
effectively in this sense. Organization development occurs by intervening the social
processes of the organization strategically. Organization development aims to change of
the organizational behaviour, attitude and culture to achieve a planned change; it
changes the belief, value and structure of the organization through education and it tries
to improve the organization as a whole. Learning organizations keep on learning and
make it regular with a method. Learning organizations are specialised in creating,
acquiring, sharing and transfering the knowledge and they can change the behaviours
through newly acquired knowledge. Organizational change can take place more easily
with the individuals who learn constantly, share the knowledge and improve
themselves. Organizational change depends on the change and transformation of the
employees. For this, the best method is to create an organization which constantly learns
and develops. Both methods aim to acquire an organizational change by improving the
quality of the human resources. In other words, organizational change is based on
changing and transforming the people. The quality of human resources determines the
quality of the change, or in other words, the level of the change. A successful
organizational change depends on the behaviour, attitude and manners of the employees
as well as knowledge and skills. For this reason, learning methods and organizational
development techniques must be used together.
Key Words: Organizational change, Learning organizations, Organization
development
215
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
GİRİŞ
Günümüzdeki örgütlerin temel sorunu değişime uyum sağlamaktır;
ayakta kalmaları ya da örgütsel amaçlarını başarıyla gerçekleştirmeleri, bu
sürecin doğru yönetilmesine bağlıdır. Bu bağlamda örgütün en temel kaynağı
olan insanla doğrudan bağlantılı olan öğrenen örgütler ve örgüt geliştirme
yöntemleri kullanılabilir. Her iki yöntemde temelde çalışanların niteliklerini
artırmaya ve kendilerini geliştirmeye yönelik bir yaklaşımı benimsemiş
bulunmaktadır. Bu makalenin amacı; örgütsel öğrenme ve örgüt geliştirme
yöntemlerinin örgütsel değişim sürecinde etkili bir biçimde kullanılabileceğini
ortaya koymaktır. Konu literatür taraması sonucu elde edilen kaynaklardan
yararlanılarak ele alınmış ve birbirini destekleyen her iki yöntemin birlikte
uygulanması ile örgütsel değişim sürecinin başarıyla yönetilebileceği
gösterilmeye çalışılmıştır.
Çevrelerine uyum sağlamak zorunda olan örgütler; bunun için planlı ve
sistemli çalışmalıdır. Örgüt hangi yöntemi seçerse seçsin insan kaynağını ihmal
etmemelidir. Değişimi gerçekleştirmek için çalışanların destek ve katılımı
zorunludur. Aksi takdirde örgütsel değişimden beklenen yararlar elde edilemez.
Bir başka deyişle örgütsel değişimi gerçekleştirecek insanların sürece katılması
gerekir. Ancak çalışanlar değişime, dönüşüme ve yeniliğe açık değillerse,
değişime olan katkıları sınırlı olacak, hatta değişime direnç bile
göstereceklerdir. Değişim, ancak değişime açık ve onu talep eden, donanımlı
insan kaynağı ile başarılabilir. Bunun için örgütün sürekli öğrenen ve
öğrendiklerini uygulayan bir yapıda olması gerekir. Aynı zamanda çalışanlar ve
örgüt eğitim yoluyla geliştirilmelidir. Bu bağlamda örgüt hem yapısal olarak
değişimi destekleyecek biçimde değiştirilmeli, hem de değişimi
gerçekleştirecek olan çalışanların nitelikleri örgütsel değişime uyum
sağlayabilecek, onu benimseyecek ve destekleyecek düzeye getirilmelidir.
Örgütsel değişimi, öğrenen bir örgüt yaratarak ve örgütü geliştirerek
gerçekleştirmek isteyen örgütler, değişim sürecinde birbirini destekleyen bu iki
yöntemin uyumlu bir biçimde sürdürülmesine özen göstermelidirler. Örgütsel
değişimin başarısında yapısal reformlar kadar çalışanların nitelikleri de
önemlidir. Bu nedenle, örgüt yönetimi çalışanların kişisel gelişimlerini
desteklemeli, onlara imkân ve fırsatlar sunmalıdır. Mesleği ile ilgili çağdaş
gelişmeleri takip eden donanımlı ve özgüvene sahip bireylerle örgütsel değişimi
gerçekleştirmek oldukça kolaylaşır. Bu tür örgütlerde değişim sorun olmaktan
çıkar; çünkü çalışanlar değişime ve yeniliğe açık olmaktan öte onu arzu ederler.
216
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
A. Örgütsel Değişim
1. Değişim Kavramı
Genel anlamda değişim, ister planlı olsun ister plansız, herhangi bir
sistemin, bir süreç veya ortamın, belli bir durumdan başka bir duruma
dönüşmesi olarak tanımlanabilir (Genç, 2005: 302). Değişim olumlu ya da
olumsuz olabilir. Olumlu değişim, örgütün gelişmesini ya da ilke, yöntem ve
süreçlerde daha etkin bir işleyişin sağlanmasına yönelik bir değişmeyi ifade
eder. Olumsuz değişim ise, daha çok değişmenin kontrol edilemediği
durumlarda ortaya çıkar ve örgüt etkinliğinin azalması ya da örgütün
dağılmasına yönelik bir değişmedir (Sağlam, 1979: 62).
Değişim, yenileme ve gelişme biçiminde görülebilir. Yenileme de bir
tür örgütsel değişmedir; örgütün yeni şartlara uyum göstermesini, problemlerini
çözmesini, türlü deneylerden yararlanmasını ve olgunluğa ulaşmasını sağlamak
amacıyla ihtiyaç duyulan değişmeyi başlatma, uygulama ve karşılama sürecidir
(Dinçer, 2008: 7). Yenileme, önceden planlanmış olan belirli bir değişim olup
yönü pozitiftir; plansız da olabilen değişimden farklı bir niteliğe sahiptir.
Değişimin ayırt edici özelliği, yeni olmasından çok, farklı olmasıdır. Değişimle
ilgili diğer bir kavram olan gelişme ise; serpilme ve büyüme anlamına gelmekte
olup; ilerleme ve olgunlaşma olarak da nitelenebilir. Gelişme; küçüklükten
büyüklüğe, yalınlıktan karmaşıklığa doğru nitelik ve nicelik bakımından bir
değişimin gerçekleşmesi sürecidir. Gelişme olumlu bir süreçtir (Erdoğan, 2004:
14-15).
2. Önemi ve Amacı
Değişim süreklidir ve hayatın tüm alanını kapsar; her şey, birey ya da
örgüt, ondan az ya da çok etkilenir. Ona uyum sağlamak ya da onu
yönlendirmek günümüzün temel konuları arasında yer alır. Hayatta kalmak ve
başarılı olmak, değişime uyum sağlamaya ve onu yönlendirmeye bağlıdır.
Örgütlerin büyüyüp karmaşıklaşması ve toplumların hızlı bir değişime konu
olması nedeniyle değişim günümüzde büyük bir önem kazanmıştır. Bu nedenle
değişim günümüzün en temel konuları arasında yer alır.
Değişimin genel amacı, örgütün sürekliliğini sağlamaktır. Örgütün
gelişmesi, büyümesi, dinamik ve önder bir konuma gelebilmesi örgütsel
değişme sayesinde mümkün olabilir. Örgütün nitelikli hizmet üretmesi, saygın
bir konuma gelmesi ve iyi bir imaj oluşturması, örgütsel değişmenin
amaçlarından olmalıdır. Örgütsel değişimde, uygulanabilir, ulaşılabilir amaçlar
belirlemeye ve bu amaçların fayda-maliyet analizinin pozitif olmasına dikkat
217
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
edilmelidir. Örgütsel değişmenin genel ve özel amaçları bulunabilir. Genel
amaçlar; örgütün devamlılığını sağlamak, örgütün büyümesini ve gelişmesini
gerçekleştirmek, örgütün iç ve dış çevresine istikrarlı bir biçimde uyum
göstermesini sağlamak, örgüt üyelerinin tutum ve davranışlarını değiştirmek
şeklinde sayılabilir (Yeniçeri, 2002: 158-159).
Özel amaçlar ise; etkinliği, verimliliği ve motivasyonu artırmak,
iletişimi güçlendirmek ve yönetimi demokratikleştirmektir. Bu amaçların
yanısıra değişimin geleceğe hazır olma, örgüt üyeleri arasında güven ve
karşılıklı desteği geliştirme, sorunlara tartışmalara çözüm getirme, iletişimi
geliştirme, pozisyona dayanan otorite yerine ehliyete dayanan otorite sağlama
ve sinerji etkisi yaratma gibi amaçları da vardır (Sabuncuoğlu ve Tüz, 1998:
210).
3. Değişimin Nedenleri
Değişime ayak uydurabilmek, varlığını sürdürebilmek ve başarılı
olabilmek için örgütler, yalnızca üretim, dağıtım ve pazarlama sistemlerini
değil, tüm yapılarını, süreçlerin ve işleyiş sistemlerini değiştirmek ve yenilemek
zorunda kalmaktadır. Değişimi meydana getiren pek çok neden olmakla birlikte,
bu nedenlerin her biri örgüt için aynı derecede etkili değildir. Nedenlerin bir
kısmı fırsat bir kısmı da tehdit oluşturabilir. Örgütler başarılı olmak için bu
fırsat ve tehditleri öngörerek örgütsel değişimi gerçekleştirebilir (Coroğlu, 2003:
91).
Değişimin nedenleri; ekonomik şartlar, teknolojik gelişmeler, rekabet
hareketleri, yasal ve politik gelişmeler, sosyal ve demografik gelişmeler, idarî
kararlar, çalışanların önerileri (Hitt vd., 2009: 452-456), müşteri talepleri,
özelleştirme, hissedarların talepleri, örgütün değişen çevresine süratle uyma
zorunluluğu, örgütlerin daha kompleks bir nitelik kazanması, çalışanların
özelliklerinin ve niteliklerinin değişmesi, yükselmesi, çalışanların, daha fazla
bağımsızlık ve inisiyatif talepleri, hiyerarşik otoritenin artık yerini ehliyet ve
bilgiye dayalı otoriteye bırakması şeklinde sayılabilir (Hussey, 1997: 12-13).
Yukarıda genel olarak sayılan değişimin nedenleri bir sınıflandırmaya
tabi tutulacak olursa; dışsal ve içsel nedenler olmak üzere iki temel grupta
toplanabilir. Dışsal nedenler; teknolojik, yasal, siyasal, ekonomik, toplumsal,
doğal koşullar ile küreselleşmedir. İçsel nedenler ise; büyüme, küçülme, kurum
birleşmeleri, tepe yönetimin değişmesi, örgütsel eksiklikler ve çalışanların
değişim talepleridir (Kinicki ve Williams, 2008: 327-328; Tüz, 2004: 17-23).
218
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Örgütün çevresindeki değişim büyük boyutlara ulaştığında, örgüt
yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmek için çevrenin talepleri doğrultusunda
değişmek zorunda kalır. Her değişim bir etkileşime yol açar; bu etkileşim
sonucu örgüt, iş, teknoloji ve grup yapılarında değişikliğe gittiği gibi, mevcut
yol, yöntem, ilişki ve alışkanlıklarda önemli değişiklikler gerçekleştirmek
zorunda kalabilir (Yeniçeri, 2002: 102). Örgütsel değişimi gerçekleştirmek
oldukça zor bir süreç olup, bu süreci etkileyen faktörlerin sayısı oldukça
fazladır. Değişim ile örgütün etkinliğini ve verimliliğini artırmak için yepyenin
bir denge kurmaya çalışılırken, başarısızlık durumunda örgütün bütün dengesi
alt üst edebilir. Bu nedenle örgütsel değişim çalışmaları oldukça dikkat ve özen
gerektirir.
4. Örgütsel Değişim
Örgütsel değişim, örgütün çeşitli alt-sistem ve unsurlarıyla bunlar
arasındaki ilişkilerde meydana gelebilecek her türlü değişikliği ifade eder. Bu
anlamda örgütsel değişme, yaratıcılık, yenilik yapma, büyüme ve gelişme gibi
olay ve olguların tümünü içine alabilecek derecede geniş kapsamlıdır (Dinçer,
2008: 8). Tüm bunların yanında örgütsel değişme, örgüt içindeki insanların
yaptıkları işlerin, örgüt içinde yer alan değer sistemlerinin, örgüt üyelerinin
birbirleriyle olan ilişkilerinin ve genel olarak davranışlarının değişimidir (Basım
vd., 2009: 15). Örgütsel değişmenin odağında genellikle; teknoloji, strateji,
yapı, sistem, personel ve paylaşılan değerler ve kültür bulunur (Hitt vd., 2009:
456-460).
Örgütsel değişimi anlayabilmek için Lewin’in planlanmış değişim
modeli yararlı bir çerçeve sağlar. İlk kez K. Lewin tarafından ortaya atılan
değişim sürecinde; çözülme, hareket/değişim ve tekrar donma olmak üzere üç
aşama vardır (Manley vd., 1998: 343). Zamanla donmuş, katılaşmış ve
esnekliğini yitirmiş olan örgütün değişmesi için bu katılığının çözülmesi ve
sonra değişimin gerçekleştirilmesi gerekir. Ne yazık ki pek çok örgüt,
esnekliğini koruyarak bu değişimi ve yenileşmeyi sürdürmek yerine, yeni
kazanımlarına sıkı sıkıya bağlanarak tekrar donma sürecine girer. Bu temel
aşamalar değişmese de örgütlerin değişim için seçecekleri yaklaşımlar
farklılıklar arz eder. Bu bağlamda örgütler; öğrenen örgütler, örgüt geliştirme,
stratejik yönetim, toplam kalite yönetimi, kıyaslama ve değişim mühendisliği
gibi değişim yöntemlerini kullanabilirler. Değişim mühendisliği değişim için
radikal bir çözüm üretirken, diğerleri genel olarak değişimi tedricen
gerçekleştirmeyi amaçlar. Değişim mühendisliği örgütün tüm iş yapma
219
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
yöntemlerinin ve süreçlerinin köklü bir biçimde değiştirilmesidir. Bu tür bir
yaklaşımın benimsenmesi için örgütün uzun süre değişimi ertelemiş olması ve
bu yüzden ortaya çıkan sorunların kademeli bir değişim yöntemiyle
çözülemeyecek hale gelmiş olması gerekir.
Örgütün benimseyeceği değişim türü içinde bulunduğu şartlara ve
örgütün kapasitesine bağlı olarak değişir. Ayrıca değişimin acil olup olmadığı
da bu süreçte etkilidir. Bilhassa örgütü değişmeye zorlayan faktörlerin gücü ve
örgütün insan kaynaklarının kalitesi bu süreçte seçilecek değişim yaklaşımını
belirler. Bu bağlamda örgüt, aşağıda sınıflandırması yapılan değişim türlerinden
birini ya da birkaçını seçebilir (Akat vd., 2002: 392):
Planlı-plansız değişim,
Makro-mikro değişim,
Proaktif-reaktif değişim,
Aktif-pasif değişim,
Ani-zamana yayılmış değişim,
Evrimci-devrimci değişim,
Örgüt için değişim hayatta kalma ve başarılı olma mücadelesidir.
Değişimle birlikte, sürekli öğrenen, gelişen ve değişen örgütler daha dinamik ve
güçlü hale gelirken, çevresindeki değişime duyarsız kalan örgütler, bu
duyarsızlığın faturasını ağır bir biçimde ödemek zorunda kalabilirler. Değişim
örgütün yeteneklerini kullanabilmesini, geliştirmesini ve kapasitesini artırmasını
sağlar.
Değişime uyum sağlama yetenek ve esnekliğinden yoksun olan
örgütler, genellikle değişimi uzun süre ihmal eden, direnen ve kendisini
değişime hazırlamayan örgütlerdir. Bir örgüt değişmeden ne kadar uzun süre
devam ederse, değişim fikirlerinin ortaya çıkması da o kadar zorlaşır. Değişim
gerçekleşip de sonuç olumsuz olursa, insanlar gelecekteki değişim konusunda
isteksiz davranırlar. Başarılı olan her değişim ise, bir sonraki değişim isteklerini
güçlendirir ve insanları değişime açık hale getirir (Maxwell 1998: 89). Başarılı
bir değişim için planlı ve ilkeli hareket edilmelidir. Değişim sürecinde
örgütlerin göz önünde bulundurulması gereken temel prensipler şöyle
sıralanabilir (Düren, 2000: 232):
Sürekli öğrenme ve iyileştirme yaklaşımı birlikte kullanılmalıdır.
Çalışmalar, performansı ve etkinliği artıracak biçimde
yönlendirmelidir.
220
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Değişim, stratejik kararlar ve yapısal düzenlemelerle
desteklenmelidir.
Değişim süreci, ekip çalışmasıyla yürütülmeli ve fikir ve işbirliği
sağlanmalıdır.
Örgütün enerjisini pek çok soruna dağıtmak yerine, sonuç
alıncaya kadar birkaçı üzerinde odaklanılmalıdır.
Değişen rekabet koşullarına uyum sağlamak isteyen pek çok örgüt, yeni
rekabet stratejileri oluşturarak, kendilerini yenilemeye, geliştirmeye ve
değiştirmeye çalışır. Çeşitli yapısal ve yönetsel tedbirler almaya çalışan
örgütler; daha iyi sonuçlara ulaşmak ve rekabet avantajı yaratmak için sürekli
iyileştirme ve geliştirme programları uygular (Garvin, 1993: 78-91). Bunun için
kapsamlı bir değişim planı oldukça faydalıdır; ancak bilinçli bir kararlılık ve
çok büyük bir çabanın yanısıra, zaman ve kaynak gerektirir (Pritchar, 2010).
Bütün bu değişim çalışmaları esnasında örgütün bir sistem olduğu ve onun
herhangi bir ünitesinde ya da biriminde yapılacak bir değişikliğin sınırsız
etkileri bulunduğu ve domino etkisiyle tüm örgütü etkileyebileceği
unutulmamalıdır (Schumacher, 2010).
Hızlı ve kaçınılmaz olan değişim bir bütündür ve yaşamın tüm alanını
kapsamaktadır. Etkili bir şekilde değişime cevap verebilmek için, değişimi
etkileyen faktörlerin neler olduğunun bilinmesi ve değişime nasıl başlanacağına
cevap verilmesi gerekir (Cornell, 1996: 23). Değişimi gerçekleştirmeden önce;
değişimin ölçüsü, ne kadar hızlı yapılacağı, kimlerin görev alacağı ve rollerinin
ne olacağı, ihtiyaç düzeyine göre dengelenmiş istikrarlı ve sürekli bir değişim
ihtiyacının ne olacağı, belirli değişikliklerin muhtemel zarar ve faydaları gibi
hususlara cevap aranmalıdır (Hitt vd., 2009: 451).
Örgütsel değişim için planlama ve hazırlık yapılmalı, örgütsel veriler
incelenmeli, örgütün pozitif ve negatif yönleri ile değişim alanları tespit
edilmelidir. Bu bağlamda; teknoloji, personel, süreç yöntem, amaç, insan
ilişkileri, çalışma koşulları ile yapısal ve kültürel değişikliklere gidebilir.
Bunların hepsi birden dengeli bir biçimde ele alınabileceği gibi, örgütün içinde
bulunduğu duruma ve sahip olduğu imkânlara göre bir noktaya ağırlık
verilebilir. Ancak değişimin doğurduğu etkilerin diğer alanlarda uyumsuzluk
yaratmaması için gerekli önlemler alınmalıdır. Başarılı bir değişim için,
teknolojik değişiklikler yapılmadan önce, değişimin tüm yükünü çekecek olan,
çalışanların değişime hazırlanmaları gerekir.
221
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Değişime çalışanların düşüncelerinin değiştirilmesiyle başlanmalı,
sürekli öğrenen ve kendini geliştiren bir örgüt yaratılmalıdır. Paslanmış
düşünceler örgüt için, paslanmış makinelerden daha da tehlikeli olup yeniliğe,
gelişmeye ve değişmeye açık bireylerden müteşekkil bir örgüt oluşturulmalıdır.
Bugünkü güçlü değişim ortamında hâlâ dünkü inançlara göre çalışmaya devam
eden herhangi bir örgütün, değişen çevresiyle gerçek anlamda uyum içinde
bulunabilmesi mümkün değildir (Toffler, 1989: 48). Çevresindeki değişime
karşı açık olan ve öğrenerek uyum sağlama yeteneği gösteren; belirli bir
kimliğe, kurum kültürüne, yaratıcılığa, fırsatları değerlendirme gücüne, finansal
kaynaklarını etkin bir biçimde kullanma becerisine sahip olan örgütler başarılı
olabilirler (Yazıcı, 2001: 39).
Örgütsel değişmenin temelini çalışanlara ilişkin davranış ve becerilerin
değişimi oluşturur. Birçok düşünür örgütsel değişim ve dönüşümün, bireysel
değişim sürecine bağlı olduğunu ileri sürer (Vries, 2007: 171). Örgütsel
değişimin başarısı çalışanların değişimi içselleştirmelerine bağlı olduğundan,
değişime onlardan başlamak gerekir. Çalışanların bilgi, beceri, değer yargısı ve
davranışları yanında örgütün yönetim felsefesi ve ideolojisi gibi hususların da
değiştirilmesi gerekir. İnsan kaynaklarında istenen değişimi gerçekleştirebilmek
için eğitim, değerlendirme ve ödüllendirme gibi örgütsel sistemler kullanılabilir
(Dinçer, 2008: 11). Başarıl bir örgütsel değişim, çalışanların bilgi, beceri ve
davranışlarındaki değişim ve gelişmelere bağlıdır. Bunlardan birisinin ihmal
edilmesi değişimi başarısızlığa uğratır. Değişimi gerçekleştirecek bilgi ve
beceriden yoksun çalışanların değişime karşı olumlu tavır sergilemeleri tek
başına değişimi başarılı bir biçimde gerçekleştirmeye yetmeyecektir. Ya da
değişime karşı tutum ve davranışları olumlu olan ancak, bilgi ve beceriden
yoksun çalışanlarla değişimi gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu nedenlerle
örgütsel değişimi gerçekleştirmek için öğrenen örgütler ve örgüt geliştirme
yöntemlerinin birlikte kullanılması gerekir. Zira her iki yöntem de insanı hedef
almakta ve onu değiştirip geliştirerek değişimi gerçekleştirmeyi
amaçlamaktadır. Yöntemlerden biri çalışanların sürekli öğrenerek kendilerini
geliştirmelerini, diğeri ise onların davranış ve tutumlarında olumlu bir değişimi
gerçekleştirmeyi hedeflemektedir.
Çalışanların tutum ve davranışlarını değiştirmek tek yönlü bir çaba
olmayıp, yöneticilerin çalışanlar hakkındaki varsayımlarının ve bu
varsayımların yönlendirdiği yönetsel uygulamaların da değiştirilmesi gerekir
(Özkara, 1999: 96). İnsan kaynakları ile ilgili yapılan; bilgi, yetenek, güven,
222
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
katılım, insancıl ilişkiler, grup çalışması ve işbirliği kurma gibi faaliyetler ve
değişiklikler davranış değiştirmeye yöneliktir (Yeniçeri, 2002: 113). Bireysel
bilgi, beceri, değer ve davranışlarda yapılacak değişiklikler, örgütün diğer
unsurları üzerinde etkili olur ve değişim gerçekleşir (Sağlam, 1979: 66-67). Bu
bağlamda örgütün ödüllendirme sistemi iyi kullanılırsa, çalışanların bilgi, beceri
ve davranışlarını, değişimi destekleyecek şekilde değiştirebilir ve örgütsel
değişim sürecine ivme kazandırabilir.
Değişim süreci için yeterli ve gerçekçi bir zaman planlaması yapmanın
yanı sıra, değişim sürecinin merkezinde olan insanların yetenekleri üzerinde
odaklanmak gerekir. Personelin anlayışı ve bakış açısı değişmedikçe, bir
örgütün yapısı değişse de bu yeni yapı istenilen örgütsel faydayı sağlamayabilir.
Yeni yapı yeni davranış ile de desteklenmelidir (Özdemir, 2000: 57-58). İnsan
kaynaklarının davranış ve becerilerini değiştirmeyi başaran örgütler, değişimi
gerçekleştirmede başarılı olabilirler. Örgütün değişimini sağlayabilmek için;
insan ilişkileri, çalışanların iş yapabilme yeterlilikleri, çalışanların birbirlerine
karşı destek ve güvenleri ile tutum ve davranışları, grup çalışması yapabilme,
yöneticilerin çalışanlara bakış açıları ve onları değerlendirme yöntemleri,
çalışanların değer yargıları, moral ve motivasyonları gibi hususlar üzerinde
durulmalıdır (Basım vd., 2009: 31-32).
Teknik bakımdan sürekli bir değişim içinde bulunan örgütün,
sözkonusu alanda sağlayacağı değişime hızlı cevap verebilecek bir sosyal yapı
ve düşünce tarzını da geliştirmesi gerekir. Örgütte gerçekleştirilen teknik
yenilikler ne kadar mükemmel olursa olsun, çalışanlar tarafından
benimsenmedikçe etkili olmaları beklenemez (Şimşek ve Akın, 2003: 235).
Örgütteki insan kaynağı üzerindeki değişiklikler en önemli ve en karmaşık
unsurlardan birisidir Değişim yönetiminin başarılı olması için, insan kaynağının
da değişim süreci içinde gerçekleşen değişikliklere uyum göstermesi gerekir.
Bu nedenle de onların değişim sürecini destekleyecek ve benimseyecek düzeye
getirilmeleri gerekir. Bu da ancak öğrenmeye açık ve öğrendiğini paylaşan
çalışanlarla mümkündür. Böyle bir özelliğe sahip örgüt oluşturmak için
eğitimden yararlanılmalıdır. Eğitim ise hem bireyi hem de örgütü değiştirmenin
en önemli, ancak sabır gerektiren yöntemidir. Örgütsel değişimden önce mi
öğrenen örgütler yaratarak sürekli gelişen bir örgüt yaratmalıdır; yoksa
değişime karar verdikten sonra mı böyle bir yöntem denenmelidir. Şüphesiz
ikinci yöntemde örgütsel değişimi gerçekleştirmek oldukça zordur. Çünkü
değişim gelmeden önce ona hazırlık yapılmalıdır. Böylece kendisi için
223
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
hazırlanmış bir ortamda örgütsel değişimin gerçekleşmesi kolaylaşır. Değişim
zorunlu hale gelmeden değişimi gerçekleştirmek ile değişim artık bir zorunluluk
halini aldıktan sonra değişimi gerçekleştirmek arasında önemli farklar vardır.
Bu farklar örgütün yönetim anlayışından kapasitesine kadar pek çok alanda
örgütle ilgili bilgiler sunar.
Örgütsel değişim için çalışanların bilgi ve becerilerinin geliştirilmesi
gerekir. Bu ise ancak örgütün bir öğrenen örgüt haline gelmesiyle mümkündür.
Sürekli öğrenen, öğrendiğini paylaşan ve uygulaya bir örgüt, örgütsel değişimi
kolaylıkla gerçekleştirebilir. Diğer yandan çalışanların davranışlarının da
değişimi destekleyecek şekilde değiştirilmesi gerekir; bunu sağlamak için örgüt
geliştirme yöntemleri kullanılabilir. Ayrıca örgüt geliştirme süreci, büyük
ölçüde öğrenen örgüt felsefesi ve anlayışıyla desteklenmelidir. Başarılı bir
örgütsel değişim, bilgi ve beceri kadar, çalışanların tutum, tavır ve
davranışlarına da bağlıdır. Bu nedenle değişim için öğrenen örgüt ve örgüt
geliştirme yöntemleri birlikte kullanılmalıdır.
Şüphesiz örgütsel değişim için söz konusu yöntemlerin dışında; stratejik
yönetim, toplam kalite yönetimi, kıyaslama ve değişim mühendisliği gibi
yöntemler de kullanılabilir. Ancak öğrenen örgütler ve örgüt geliştirme
yöntemleri, doğrudan doğruya örgütlerin en temel değeri olan insana yöneldiği,
onu değiştirerek örgütsel değişimi gerçekleştirmeyi hedeflediği için diğer
yöntemlere nazaran tercih edilmelidir. Zira örgütsel değişimi gerçekleştirecek
olan bireyler değişip gelişmeden ya da değişimi özümseyecek ve
biçimlendirecek yetkinliğe ulaşmadan, değişim başarılı bir biçimde
gerçekleştirilemez.
Değişim sürecinde çalışanların niteliklerinin artırılması ve
davranışlarının geliştirilmesi önemlidir; ancak bu süreçte, örgütsel değişimin
yükünü çekecek olanların ihmal edilmemesi, beklenti ve ihtiyaçlarının
karşılanması gerekir. Bir başka deyişle Değişim programları, örgütün başarısı
ve hayatta kalması için önemlidir; ancak değişim sürecinde personel
ihtiyaçlarının ihmal edilmesi, çok büyük bir hatadır. Örgüt üyelerinin optimum
düzeyde performans göstermelerinde, beklentiler hayati öneme sahiptir. Eğer
örgütsel değişimin planlanmasında ve uygulanmasında çalışanlar ihmal edilirse,
değişim sürecinde bireyler üzerinde çok yoğun bir stresin baskısı oluşur; bu da
örgüte çok pahalıya patlayacak olan birtakım sorunların çıkmasına neden olur.
Örgüt idaresi çoğu zaman örgütün ihtiyaçları üzerinde çok fazla durur ve
çalışanların ihtiyaçlarını ihmal eder. Değişim bazen çalışanlar üzerinde ağır bir
224
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
ceza olur ve onlardan yeni duruma uyum sağlamaları itirazsız beklenir.
(McHugh, 1997: 345). Bu tür duyarsız tavırlar ve davranışlar örgütsel iletişimi
ile örgütsel etkinliği ve verimliliği olumsuz yönde etkilediği gibi örgütün tüm
dengesini bozar.
5. Değişim Sürecinde Yaşanan Güçlükler
Değişim gerçekleştiğinde, örgüt yeni bir denge arayışına girer; bu
durumda bireylerin yeni uyumlar göstermeleri gerekir. Çalışanlar gerçekleşen
bu değişime yeterli uyumu göstermezlerse, örgütte bir dengesizlik oluşur.
Değişimin bozduğu kişisel uyumu düzeltmek ve grup dengesini korumak
yönetimin genel beşeri amaçları arasında yer alır (Davis, 1988: 209). Bu sürecin
başarısızlığı pek çok örgütsel soruna yol açar ve örgütsel değişime zarar verir.
Değişme sürecinin yol açtığı ekonomik, yapısal ve sosyal sorunlar sanayi
çağının en acil konuları arasında yer alır.
Değişim ve değişimin hızı sadece örgütte çatışma ve aksamalara neden
olmaz aynı zamanda çalışanları oldukça büyük strese sokar (Cornell, 1996: 23).
Her örgütün kendine has özellikleri ve sorunları vardır; bu nedenle örgütsel
değişim farklı yaklaşımlar ve müdahaleler gerektirir. Bu bağlamda değişim
ajanları tarafından en iyi strateji değil, örgütsel gerçeklere en uygun değişim
stratejisi tercih edilmelidir (Werkman, 2009: 664).
Örgütsel değişim, örgütsel stres, çatışma ve sorunları artırır; bu nedenle
değişimi engelleyen bu tür güçlüklerin giderilmesi gerekir. Değişimin bütün
yükünü taşıyan bireylerin, örgütsel değişimin oluşturacağı stres ve
olumsuzluklara karşı dirençleri artırılmalıdır. Çalışanların stres faktörlerini
azaltacak, iç huzuru sağlayacak, idarî ve meslekî yetenekleri oluşturmak ve
geliştirmek bu süreçte hayati derecede önemlidir (McHugh, 1997: 359). Örgütte
oluşturulacak iyi bir iletişim sistemi ve diyalog ortamı stres ortamını gidermede
ve bireysel ve örgütsel verimliliği artırmada önemli bir etkiye sahiptir. Böyle bir
ortam örgütsel değişimin daha az sorunla gerçekleştirilmesine katkıda bulunur.
6. Değişime Direnç ve Başa Çıkma Yolları
Değişimin yaşandığı zamanlarda çalışanlar, değişime karşı farklı
tepkiler gösterirler. Bu tepkilerin bazıları aktif bazıları pasif olduğu gibi,
bazıları olumlu, bazıları da olumsuzdur. Bu tepkiler, yeni hedeflere açıkça karşı
çıkma şeklinde olabileceği gibi, yeni çalışma yöntemlerine ya da başkalarıyla
işbirliği yapmaya karşı gizliden gizliye direnme şeklinde de olabilir (Töremen,
2002: 192).
Direnç birey, grup ya da örgüt düzeyinde ortaya çıkabilir. Değişim
225
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
çalışanlar açısında belirsizlik ve dolayısıyla bir güvensizlik ortamı yaratır.
Ayrıca değişim, çalışanlar açısından sosyal ve ekonomik kayıp anlamına
gelebilir. Aynı zamanda yeni şeyler öğrenmek zihinsel ve fiziksel olarak ek bir
çaba gerektirdiğinden çalışanlar arasında rahatsızlık yaratabilir (Budak, Budak,
2004:547 ).
İnsanlar değişime direnme eğiliminde olmakla birlikte, bu eğilimleri
yeni tecrübeye olan arzuları ve değişimle gelecek ödüllere ilişkin istekleriyle
dengelenir. Bazı değişimler öylesine önemsiz ve rutindir ki, direniş de
hissedilmeyecek kadar az olur. Değişimin başarısı, direnişi en aza indirmek
yönünde ne kadar beceriyle yönetildiğine bağlıdır (Davis, 1988:215-216). Bu
bağlamda, ihtiyaçlar tanımlanmalı, değişim planlanmalı, örgütsel değişim için
bir çerçeve oluşturulmalı ve uygulamaya geçilmelidir (Schalk vd., 1998:157).
Değişim statükoyu bozar, bilinenden uzaklaştırır ve alışılandan
vazgeçmeyi gerektirdiği için rahatsız edicidir. İnsanların değişime direnme
nedenlerini dört kategoriye ayırmak mümkündür (Koçel, 2003:700-704):
İş ile ilgili Nedenler: Teknolojik işsizlik korkusu, iş yükü artışı
korkusu, teknik bilgi yetersizliği korkusu, iş/ücret/ödül
ilişkisinde değişiklik korkusu, değişimi teknik olarak imkânsız
görme, iş koşullarında değişiklik korkusu, maliyet yüksekliği.
Kişisel Nedenler: Bilinmeyen korkusu, güvenlik ihtiyacı,
alışkanlıklardan vazgeçme zorluğu, değişim hakkında bilgi
sahibi olmama, başarısız olma endişesi, çıkar kaybı, yeni şeyler
öğrenme zorluğu, dar görüşlülük, daha önceki kişisel tecrübeler,
kendine güvenmeme.
Sosyal Nedenler: Değişimin amaçları ile grup normları ve
hedefleri arasındaki farklar, değişimi öneren / uygulayanlara
karşı olumsuz tutum ve güvensizlik, yakın çevresinin, grubunun
değişime karşı olumsuz tutumu, mevcut sosyal ilişkilerden
vazgeçmeme arzusu, değişim çalışmalarının (ekibinin) dışında
kaldığı inancı, dışarıdan yönlendirmeden hoşlanmama,
değişimin sadece belli bir grubun çıkarı şeklinde algılanması.
Örgütsel Nedenler: İşlevsel olmayan bir örgüt yapısı, ekip
çalışmasının olmayışı, amaca yönelik olarak örgütlenmeyen
grupların varlığı, güç dengelerinin değişime sıcak bakmamaları
veya anlaşamamaları, önceki başarısız değişim çabaları (Şimşek
vd., 2008:423)
226
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Değişim sürecinde örgütsel etkinliğin artırılması, girişilen değişime
karşı yapılan direncin önlenmesiyle mümkündür. Direnmenin, değişimin
başarıyla uygulanmasını engelleyebilecek bir düzeye çıkmaması için ya
direnme tümden ortadan kaldırılmalı ya da direnme mümkün olduğunca
azaltılmalıdır. Değişimin etkili olabilmesi için, değişimden etkilenecek
bireylerin mutlaka hesaba katılması gerekir (Schumacher, 2010). Değişime
direnme eylemi çeşitli faktörlerin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkar. Değişime
direnci en aza indirmek için, çalışanların durumları da göz önüne alınarak farklı
yöntemler kullanılabilir. Birden fazla faktörün etkisinde ortaya çıkan
direnmenin azaltılmasında kullanılabilecek yöntemler şöyle sıralanabilir:
İletişim, eğitim, katılım, destekleme, pazarlık ve ikna, taviz verme, tehdit ve
baskı, tahmin yöntemi, ekonomik teşvik tedbirleri, manipülasyon ve
kooptasyon, deneme amaçlı değişimin uygulanması ve değişimi planlamak
(Stoner and Wankel, 1986:359-360; Sandelands vd., 2010:81; Can, 2002:232233).
Örgütsel değişime direncin azaltılması ya da yok edilmesi değişimin
başarısı için oldukça önemli bir husustur. Çünkü örgütün insan kaynağı,
enerjisini değişime harcamak yerine, gizli ya da açık, değişimi engellemeye
harcar. Bu durum örgütte stres ve çatışmalara yol açtığı gibi bireysel ve örgütsel
performansın düşmesine neden olur. Böylece, amacı örgütsel etkinliği ve
verimliliği artırmak olan değişim, tam tersine örgütsel zaman, enerji ve
kaynakların israf edilmesine yol açar. Bu bağlamda başarılı bir örgütsel değişim
için, çalışanların eğitilmesi, geliştirilmesi ve değişime hazırlanması, oldukça
önemli bir husustur.
Eğitim yoluyla çalışanlarını yenilemeyen ve onun kendisini
geliştirmesine ve dönüştürmesine imkân sağlamayan örgütler değişim
yönetiminde başarılı olamazlar. Örgütsel değişimin başarısı için çalışanların
değişimi oldukça önemli bir husustur. Bu nedenle örgütün insan kaynağının
kalite ve performansını artırmaya yönelik çalışmalar yapılmalı; bu bağlamda
öğrenen örgüt ile örgüt geliştirme yöntemleri kullanılmalıdır.
B. Öğrenen Örgütler
Örgütlerde yaşanan tüm gelişmelerin temelinde öğrenme yatmaktadır.
Değişime ayak uyduran ve gelişen örgütler, sürekli öğrenen ve bunu bir
yöntemle düzenli hale getiren örgütlerdir. Örgütsel öğrenme ve öğrenen örgüt
kavramları sıklıkla birbirinin yerine kullanılır. Bu kavramların ikisi de bireysel
227
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
öğrenmeyi temel alırlar ve psikoloji kökenlidir (Pınar, 2006: 33). Öğrenen örgüt
kavramı, çevresel şartlarda meydana gelen büyük ve hızlı değişimin getirdiği bir
kavramdır. Her şeyden önce öğrenen bir çevre yaratmak ihtiyacının bir
sonucudur ve örgütün yaratıcılık ve uyum sağlama yeteneğini artırması gibi
yararları vardır (Bolat vd., 2008: 269).
1. Öğrenen Örgüt Kavramı
Öğrenen örgüt kavramı ilk defa 1990 yılında Peter Senge tarafından
yayınlanan “Beşinci Disiplin” adlı eserle yaygın olarak kullanılmaya
başlanmıştır (Ertürk, 2000: 273). Öğrenen örgüt kavramı, sosyal problemlerin
tespiti ve çözümüyle ilgili olarak örgütsel değişme ve gelişme olarak
tanımlanabilir (Daft, 2008: 55). Öğrenen örgütler, eylem-sonuç ya da eylemçevre ilişkisi sonucunda ortaya çıkan enformasyonu işleyerek, sürekli olarak
yapılarını yeniden şekillendiren ve eylemlerini çevreyle uyumlaştıran, bilgi
yaratan ve bilgiyi örgüte yayan örgütlerdir (Özgen vd., 2004: 176). Öğrenen
örgütler, insanların istedikleri sonuçları yaratmak için kapasitelerini sürekli
olarak genişlettikleri, yeni ve geniş düşünme modellerinin beslendiği, ortak
özlemin serbestlik kazandığı, insanların birlikte öğrenmeyi öğrendiği yerlerdir
(Tengilimoğlu vd., 2009: 325).
Örgütsel öğrenme, tek yönlü ve çift yönlü öğrenme olarak ikiye ayrılır.
Tek yönlü öğrenme; örgütün bilinen amaçlarını gerçekleştirmek amacıyla
kapasitesini geliştirmesine yönelik rutin ve davranışsal bir öğrenme biçimidir.
Bu tür öğrenmede örgüt, iç ve dış çevredeki hataları sezinledikten sonra örgütün
temel yaklaşımlarında bir değişikliğe gitmeksizin öğrenir. Çift yönlü
öğrenmede, örgütün doğası, amaçları, değerleri ve inançları yeniden
değerlendirilir. Bu öğrenme tipi örgütün kültürünü değiştirmeyi kapsar (Schein,
1996: 9-20).
Öğrenen örgüt düşüncesi, örgütle ilgili kültürün bir tipi olarak
görülebilir. Kültür olarak görüldüğünde insanlar arasındaki değerlerin
öğrenilmesi ve aktarılması demektir. Ancak öğrenen örgüt düşüncesi, süreç
tasarımında genellikle bir strateji olarak görülür (Berg ve Chyung, 2008: 229).
Öğrenen örgütler, bilginin yaratılması, elde edilmesi ve transferi konusunda
uzmanlaşan, elde ettiği yeni bilgi ve anlayışlar doğrultusunda davranışlarını
değiştiren örgütlerdir (Garvin, 1993: 80). Örgütsel öğrenme, bireysel ve
örgütsel düzeyde olmak üzere iki biçimde gerçekleşir. Örgütsel öğrenme büyük
ölçüde bireysel öğrenmeye dayalıdır (Pınar, 2006: 30).
228
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Öğrenen örgüt, çalışanların gelişimini sürekli teşvik eden ve besleyen
örgüt olmanın yanı sıra, öğrenmeyi örgütün kapasitesini ve başarısını artırmaya
yönelik bir yatırım olarak gören ve dolayısıyla öğrenmeye ve gelişmeye imkân
sağlayan bir örgüttür (Genç ve Halis, 2006: 261). Öğrenen örgüt, hem yeni
şeyler öğrenebilen hem de geri bildirimi algılayabilen ve yorumlayabilen bir
niteliğe sahiptir (Gürüz ve Gürel, 2006: 107). Örgütsel öğrenme, örgütsel
bilginin, büyümesi ve değişmesidir. Örgüt üyelerinin, eylem-sonuç ilişkileri ve
çevrenin bu ilişkiler üzerindeki etkisi hakkında bilgilerini geliştirdikleri bir
süreçtir. Bir başka deyişle örgütsel öğrenme, bilginin ve kavrayışın
geliştirilmesi
yoluyla
eylemleri
iyileştirme
olarak
tanımlanmıştır
(Özdevecioğlu, 2003: 24).
Öğrenen örgüt, daha çok resmî olarak kendi kendine bilgi transfer eden
ve yeni bilgi elde etmek ve bunu davranışlara yansıtmak için gerekli
faaliyetlerin yaratılması sürecidir (Kinicki ve Williams, 2008: 60). Öğrenen
örgüt; sistematik problem çözme, yeni yöntemleri deneme, kendi
tecrübelerinden ve geçmiş faaliyetlerinden öğrenme, başkalarının
tecrübelerinden ve en iyi yapanlardan öğrenme ve bilginin hızlı ve etkili bir
şekilde tüm örgüte yayılması gibi öğrenme yöntemlerini kullanır (Garvin, 1993:
81). Öğrenen örgüt, sistemin bütün olarak örgüt aracılığıyla öğrenmesidir.
Öğrenen örgüt bilgiyi; yaratma, edinme ve aktarmanın ötesinde yeni bilgi ve
anlayışları kavrayacak şekilde kullanan, davranışlarını değiştiren örgüttür
(Ataman, 2009: 461).
Örgütsel öğrenme, öğrenme süreçlerine dikkat etme ve gelişime
odaklanmak anlamına gelebilir. Bu yöndeki çalışmalar, büyük bir uyum
getirdiği kadar amaçlarda ve kapasitede gelişmede getirebilir. Sonuç olarak,
sürpriz ve radikal değişimle etkili bir şekilde başa çıkma kabiliyeti geliştirilmiş
olabilir. Örgütsel öğrenmenin yararları şöyle sıralanabilir (Drew ve Smith,
1995: 7-8):
Öğrenme eylemi, büyük yeteneklere ve geleceğe katkı
sağlayabilir.
Örgütsel öğrenme, değişime odaklanmak amacıyla geleceğe ve
beceriye yoğunlaşmayı artırmak için ortam yaratır. Daha fazla
açıklık ve güven sonucu; değişim ihtiyacı ile baş etmeyi ve
takım çalışmasını kolaylaştırır.
229
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Örgütsel öğrenme, stratejik düşünme ve odaklanmayı
geliştirmek kadar, temel yetkinliklerini ve yeteneklerini
güçlendirmeye yardım eder.
Üst yönetim, hızlı değişime cevap verme kabiliyetinin
gelişmesine ve takımların gelişmeye odaklanmasına yardım
edebilir.
Örgüt düzeyinde öğrenme, grup düzeyinde ulaşılan ortak anlayış ve
değerlerin, örgütün tamamı için geçerli sistem, yöntem, prosedür, beklenen
davranış kalıpları ve her isteyenin kolayca ulaşabileceği ortak bilgilere
dönüştürülmesidir. Örgütte meydana gelen değişimler, örgütsel öğrenmenin bir
sonucudur (Koçel, 2003: 436). Bir örgütün öğrenen örgüt olabilmesi için bazı
aşamalardan geçmesi gerekir. Bu aşamaların süresi sektöre ve örgütün niteliğine
göre değişebilir. Bu aşamalar şunlardır:
Bilen Örgüt: Örgüt çevresine tepki amaçlı yenilikler ya da
değişimler yapar.
Anlayan Örgüt: Anlayan örgütte insan unsuru önemlidir.
İnsanın motivasyonu ve mutluluğu ile verimlilik arasındaki
ilişkiler önem kazanmaya başlamıştır. Çalışanları örgüte
bağlayacak ve onlara ait olma duygusunu verecek bir örgüt
kültürü oluşturulmaya çalışılır (Uygur ve Göral, 2005: 225).
Düşünen Örgüt: Düşünen örgütler, sorunun çözümü üzerinde
yoğunlaşır. Sorun çıktığı zaman herkes bir araya gelir ve
sorunu birlikte çözer. Düşünen örgütler daha insan odaklı ve
katılımcıdır (Luthans, 1995: 43).
Öğrenen Örgüt: Örgütün gelişme sürecinin son aşamasını
oluşturur. Öğrenen örgüt, öğrenmeyi ön plana alır, personeli
geliştirmeye önem verir, açık iletişim ve yapıcı diyalogu
geliştirir. Öğrenen örgüt, bir zihniyet değişikliğini ifade eder.
Öğrenme çabası örgütün tüm kademelerine yayılmıştır. Hızlı bir
değişim için tüm çalışanların kendi alanlarında teknolojik,
ekonomik yenilikleri takip etmesi, öğrenmesi ve bunları
uygulamaya koyması gerekir (Ertürk, 2000: 275).
Öğrenen örgüt kavramının ana unsurları, bilgi yaratmak, öğrenmek,
çalışanları bu yönde motive etmek, ulaşılan sonuçları “örgütün bilgisi” haline
230
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
getirmek ve bu bilgiyi sorun çözmede kullanabilmektir. Dolayısıyla bu kavram,
örgütlerde insan kaynaklarına birinci derecede önem verilmesini ve kaynağın
geliştirilmesini gerekli kılar (Koçel, 2003: 434). Öğrenen örgütlerin belli başlı
özellikleri ise şöyle özetlenebilir (Calvert vd., 1994: 41):
Takım ruhu ile açık ve sınırları aşan bir anlayışla öğrenirler.
Ne öğrenildiği ve nasıl öğrenildiği de değerlendirilir.
Rakiplerinden daha hızlı ve ustaca öğrenerek onlara karşı
üstünlük sağlarlar.
Verileri, yararlı bilgiler haline dönüştürürler.
Her tecrübenin gelecekteki öğrenmeye yardımcı olacağı
düşüncesine sahiptirler.
Zayıf ve dikkate alınması gereken yönleri öğretirler.
Örgütlerin temel unsurlarını tehlikeye atmadan risk alırlar.
Teorik ve deneyime dayalı öğrenmeye yatırım yaparlar.
Öğrenmeye istekli takımları ve çalışanları desteklerler.
Kararların ve bilgilerin paylaşılmasını destekleyip, öğrenmeyi
politika haline getirirler.
2. Öğrenen Örgüt ve Örgütsel Değişme
Öğrenen örgüt, bir yönetim anlayışı ya da yönetim felsefesidir. Yoğun
değişim ortamında rekabetçi olabilmek için örgütün, hem içsel işleyişini, yani
süreç, yapı ve sistemlerini yönetebilmeyi, hem de dış çevrede meydana gelen
değişikliklere adapte olabilmeyi öğrenmesi gerekir (Kırım, 2001: 79). Örgütsel
öğrenme, örgütlerin kendi sorunlarını çözmelerine, yeni fikirler yaratabilmek
için kapasitelerini geliştirmelerine ve kendi geleceklerini belirlemelerine imkân
sağlar (Acuner, 2000: 10). Diğer yandan örgütlerin sorun çözme ve eylem
kapasitelerini geliştirir, çalışanların ortak referans çerçevesini değiştirir (Basım
ve Şeşen, 2009: 51). Öğrenen örgütlerde ortak bir vizyon oluşturulur ve
öğrenme bireysellikten çıkarılıp örgütte yaygınlaştırılır (Barutçugil, 2004: 145).
Böylece sürekli öğrenen, kendini geliştiren, yenileyen ve öğrendiklerini
uygulama becerisine sahip örgüt çalışanları ile örgütsel değişim daha kolay
gerçekleştirilir. Çünkü bu tür örgütlerin çalışanları değişimden korkmadıkları ve
ona direnmedikleri gibi değişime yatkın ve açıktırlar.
Öğrenen örgütlerin yaratılabilmesi için, çalışanların kişisel ve kolektif
öğrenme şekillerinin, dünyayı algılayış tarzlarının ve bilgilerini oluşturan
teorilerin temelden değiştirilmesi gerekir ( Hawkins, 2006: 101). Örgütler,
231
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
çalışanları aracılığıyla elde ettikleri bilgileri yöntem, süreç, ürün ve hizmetlere
aktararak öğrenirler. Diğer örgütlerin deneyimlerinden yararlanarak öğrenen ve
değişim sürecinde uygulayan örgütler, bu bilgilerin yanısıra kendi
deneyimlerinden elde ettiklerini de ileride kullanılmak üzere kayıt altına alır;
muhafaza ederler (Aydemir, 2000: 32). Böylece örgüt, değişim için önemli
ölçüde bir bilgi birikimi elde etmiş olur. Bu bilgi birikimi önemli olmakla
birlikte, örgüt çalışanlarının deneyimlerini sürekli olarak paylaşması ve
birbirlerine aktarmaları daha önemlidir. Değişimi gerçekleştirmek için
oluşturulan öğrenen örgütlerin edindiği bu kültür; örgütün sürekli değişen
çevresine uyumunu kolaylaştırır. Örgütsel ve bireysel bilgi birikiminin
paylaşılması ve sürekli öğrenme çabası, örgütü ve çalışanlarını güçlendirir.
Böyle bir örgüt, değişime uyum sağlamakta zorlanmadığı gibi değişimi
yönlendirecek gücü de kendisinde bulur. Bir başka deyişle öğrenen örgüt
çalışanları değişimden kaçmak yerine onu arzular ve bir fırsat olarak görür.
Değişimi geleneksel örgütlerde gerçekleştirmek oldukça zordur. Çünkü
bu tür örgütler değişime ve yeniliğe oldukça dirençlidirler. Bu nedenle örgütün
yapısı ile yönetim anlayışı, örgütsel değişimi kolaylaştıracak biçimde olmalı ya
da en azından örgütsel değişime engel teşkil etmemelidir. Öğrenen örgütler
çağdaş bir yönetim anlayışına sahip olup, örgütsel değişimi kolaylaştıracak
değerleri bünyesinde taşır. Öğrenen örgütlerin temelini oluşturan disiplinler
değişim sürecini destekler.
P. Senge, öğrenen örgütleri geleneksel otoriter örgütlerden ayıran temel
farkın, belli temel disiplinlere hâkimiyet olduğunu vurgulamaktadır (Sezer,
2006: 11). Senge’in öğrenen örgütlerin kurulmasına hayati destek veren ve onun
temelini oluşturan beş disiplini şunlardır (Düren, 2000: 143):
Sistem Düşüncesi: Sistem, belirli parçalardan oluşan bir
bütündür. Sistemde önemli olan, bütünü meydana getiren
parçaların kendilerine özgü işleyişlerinin olması, ancak her
birinin etkinliğinin bir diğerine bağlı bulunmasıdır (Uygur ve
Göral, 2005: 221).
Bireysel Ustalık: Kişisel yetkinlik, sürekli gelişmek için
kendisini yaşam boyu öğrenmeye adamış usta bir zanaatkârın
yeteneklerine benzetilebilir. Yüksek düzeyde bir ustalığa sahip
olan kişiler, hayatta gerçekten aradıkları sonuçlara ulaşma
yeteneğini sürekli geliştiren kişilerdir. Çalışanların sürekli
232
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
öğrenme çabası, öğrenen örgütlerin ruhunu meydana getirir
(Yazıcı, 2001: 162).
Zihinsel Modeller: Hem örgütün hem de bireylerin yapısında
düşünüş ve tepki verme şeklini etkileyen ve kısıtlayan
önyargılar vardır. Bu önyargılar bireyi bilinen ve alışılmış
düşünce kalıplarıyla eylemlere iter. Zihni modeller, zihinde
iyice yerleşmiş ve kökleşmiş varsayımlar, genellemeler,
resimler ve imgeler olarak kişinin dünya anlayışını ve
eylemlerini etkiler (Ataman, 2009: 465).
Ortak Vizyon: Vizyon, bir kurumun gelecekteki zihinsel
görüntüsüdür. Ortak vizyon ve ortak değerler, örgütte başarı
için gerçek kararlılığa sahip olma sonucunu doğurur. Paylaşılan
vizyon, risk almayı ve denemeyi teşvik etmekte, çalışanların
örgütü benimsemelerini ve örgüte uzun süre bağlanmalarını
sağlamaktadır (Şimşek, 2008: 448).
Takım Halinde Öğrenme: Karmaşık sistemlerin sorunları
ancak bilgili insanlardan oluşan grupların ortak zekâsı ile
çözülebilir (Yazıcı, 2001: 163). Pek çok alanda, takımların zekâ
düzeyi, takımdaki bireylerin zekâ düzeyini aşmaktadır. Takım
halinde öğrenme disiplini, diyalog ile başlar. Takımlar
öğrenmedikçe örgütler de öğrenemez (Bolat vd., 2008: 277).
Takımlar diyalog, tartışma ve pratik yapma ile öğrenebilirler.
Sorunlar özgür ve yaratıcı bir biçimde araştırılır, tartışılır ve
farklı görüşler ortaya konularak en iyi çözüme ulaşılmaya
gayret edilir (Efil, 2005: 137).
Gerçekte öğrenen örgüt, bilginin öncelikle yaratılarak geliştirildiği,
daha sonra paylaşıldığı ve son olarak da kullanıldığı üç safhadan oluşan bir
süreci temel almaktadır. Diğer yandan öğrenen örgüt, çalışanların sürekli
eğitilmesi ve geliştirilmesi dolayısıyla çalışanlarının davranışlarını, sürekli
olarak bilgi üretme, paylaşma ve kullanma doğrultusunda değiştirir (Ataman,
2009: 462). Öğrenen ve sürekli kendini geliştiren çalışanlar ise değişim sürecine
olumlu katkıda bulunurlar. Diğer yandan değişime direnç gösterme ihtiyacı da
duymazlar; çünkü değişime ve onun getireceği fırsat ve tehditlere karşı ön
hazırlık yapmışlardır. Hatta değişim talep eder ve yönlendirirler. Bilgiyle
233
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
donatılmış çalışanların özgüvenleri ve yeterlilikleri arttığı için kendilerini daha
güçlü hisseder ve örgütsel değişime katkıda bulunurlar.
Bir örgütün doğru bir öğrenen örgüt olabilmesi için, bütün dikkatini
uygulamalarına vermesi gerekir. İstenen performans düzeyini başarmak için,
gittikçe artan etkinlik ve verimlilik talebi ile yüz yüze gelen örgütler için,
sürekli öğrenme programları ideal mekanizmalardır. Öğrenen örgütler her
bireyin düşüncesine önem verir ve onu ifade etmeleri için gerekli olan koşulları
ve ortamı oluştururlar. Ayrıca çalışanların fikirlerini dile getirmeleri teşvik
edilir. Bu bağlamda örgüt etkili bir iletişim sistemi kullanır. Böylece örgütün
yaptıklarıyla amaçları, daha uyumlu hale gelir. Diğer yandan çalışanlar, buranın
sahte bir örgüt olmadığını, kendi önerilerinin karar verme mekanizmalarını
etkilediğini görürler ve hissederler. Karar vermedeki bu katılım, bireylerin
övünç duygularını ve karar vermede sahiplenme iklimini besler (McHugh,
1997: 359). Örgütsel değişim sürecine katkıda bulunmaları sağlanan çalışanlar,
değişime direnç göstermek yerine onu sahiplenir ve destek verirler. Ancak
katılım için çalışanların hem sürece katkı sağlayacak bilgi birikimine sahip
olmaları, hem de kendilerine değişime katılma fırsat ve imkânlarının verilmesi
gerekir. Öğrenen örgütler böyle bir yaklaşım için gerekli olan ortamın ve
şartların oluşturulmasına yardım eder.
Çalışanlarını sürekli öğrenmeye, paylaşmaya ve gelişmeye teşvik eden
öğrenen örgütlerde, değişimi gerçekleştirmek oldukça kolaydır. Çünkü örgütün
insan kaynağı, sürekli olarak yeniliklere ve değişime uyum sağlamak üzere
eğitilmekte ve desteklenmektedir. Dolayısıyla öğrenen bir örgüt oluşturarak
örgütsel değişimi gerçekleştirmek daha kolaydır. Öğrenen örgütler değişim
sürecinde çalışanların bilgi, birikim ve deneyimlerinden sinerji yaratacak bir
biçimde yararlanabilirler.
C. Örgüt Geliştirme
Uzun yıllar örgütsel sorunların çözümünde kullanılmış olan örgüt
geliştirme, örgütsel değişmenin önemli bir yoludur. Örgüt geliştirme, hem
teknik hem de insan yönü hesaba katılarak yönetilmesi gereken, planlanmış bir
değişim sürecidir. Bugün örgüt geliştirme uygulaması; pratikleri ve kavramları
birleştiren farklı iki felsefeye dayalıdır. İlki değişmek için öğrenmeyi, diğeri
değiştikten sonra öğrenmeyi tartışan yönelimleri kapsamaktadır. Bir örgütü
başarılı bir şekilde değiştirmek ya da geliştirmek için onu anlamak gerekir.
Örgüt geliştirme uygulaması, örgüt üyeleri ve örgüt geliştirme danışmanları
234
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
arasındaki işbirliğine dayalı bir süreçtir. Hemen hemen tüm örgüt geliştirme
çabaları işbirliği ve katılımı teşvik eder (Ratana and Lalin, 2011: 720).
Örgüt geliştirme, bir örgütün sosyal süreçlerine, stratejik müdahaleyle
olur. Bu müdahale, bireyin, grubun, örgütün ve yönetimin gelişmesini hedefler.
Değişimin artan hızı toplumsal kurumlar üzerinde derin etkiler yaratmaktadır.
Örgütlerin temel unsurlarından olan insan kaynağı da bu değişimden
etkilenmektedir (Genç, 2005: 295). Bu nedenle örgüt geliştirme çalışanlar
arasındaki ilişkinin ve iletişimin geliştirilmesi temeline dayanır.
1. Örgüt Geliştirme Kavramı
Örgüt geliştirme, bir örgütün uzun vadede kendi kendini idame
ettirebilmek için çalışma misyonunu gerçekleştirmesinde çok fazla etkili olan iç
kapasitesini geliştirme sürecidir. (Philbin ve Mikush, 2011: 5). Örgüt geliştirme
çalışmalarında genel olarak iki temel strateji kullanılır. Birisi yapısal yaklaşım
olup, örgüt yapısı ile iş, görev ve performans üzerinde durur. Diğeri ise, insan
odaklıdır. Bu yaklaşım; insanın ihtiyaçları ve değerleri, grup içi ve gruplar arası
ilişkiler üzerinde yoğunlaşır (Çelik, 2004: 199).
Örgüt geliştirme; örgütün etkin olması ve böyle kalabilmesi için yeni
koşullara uyabilmesi, problemleri çözebilmesi, kendi deneyimlerinden
öğrenmesi, daha büyük bir örgütsel olgunluğa ulaşabilmesi için ihtiyaç duyulan
değişmelere girişilmesi, bunların yaratılması, onlarla yüzyüze gelinmesi
sürecidir (Balcı, 2002: 3). Planlı değişimi gerçekleştirmek için, grup süreçleri
kullanılır ve örgütün tüm kültürü değiştirilmeye çalışılır. Örgüt geliştirme,
örgütlerde yaşanın değişmeye bir tepki olarak örgütün inanç, değer ve yapısını
değiştirmek amacıyla kullanılan karmaşık bir eğitim stratejisi olarak da
değerlendirilebilir (Dinçer, 2008: 13).
Örgüt geliştirme, örgütün çevresinde ve içinde meydana gelen
değişimler nedeniyle bu değişimlere intibak edemeyen kişi ya da grupların
düşünce ve tutumlarını etkilemek ve o insanların değişen ve gelişen örgütlerine
yeniden uymalarını, diğer bir deyişle kazandırılmalarını sağlama çalışmalarının
tümünü kapsar (Eren, 2004: 571). Örgüt geliştirme, örgütsel etkinliği ve
verimliliğini artırmak için, davranış bilimlerine ait bilgi ve teknikleri
kullanarak, örgüt üyelerinin inanç, tutum ve davranışlarını değiştirme sürecidir.
Bir başka deyişle kültür, yapı, süreç ve teknoloji arasındaki ilişkileri
düzenlemeye yönelik planlı bir değişimi başlatma ve gerçekleştirme çabasıdır
(Şimşek, 2008: 341).
235
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Örgüt geliştirmenin temel amacı, örgütün etkinliğini ve verimliliğini
artırmaktır. Bir başka deyişle, örgütün problem çözme kapasitesini iyileştirmek
ve çevresel değişimlerle başa çıkma yeteneğini geliştirmektir (Genç, 2005:
294). Örgüt geliştirme; devamlı etkileşimli ve deneye dayalı bir süreçtir, sistem
yaklaşımını ve eğiterek geliştirme stratejisini benimser, uygulamalı davranış
bilimini, planlı değişmeye ve verilere dayalı bir yaklaşımı kullanır, amaçları
geliştirmeyi ve planlamayı vurgular; iş takımları ya da grupları üzerinde
yoğunlaşır (Göksel, 2003: 25).
2. Örgüt Geliştirme ve Örgütsel Değişme
Örgüt geliştirme yöntemi, hem örgütsel değişmeyi destekler hem de
çalışanların örgütsel değişime uyumlarını kolaylaştırır. Zira gelişen ve değişen
birey, artan kapasitesini gösterebilmek için örgütsel değişimi talep eder. Örgüt
geliştirme planlı bir değişim sürecidir. Örgüt geliştirme programları başarılı
örgütler kadar, başarısız örgütlerde de uygulama alanı bulur. Çalışanların
önemli bir kaynak olarak algılandığı ve önemsendiği, katılımcı yönetim
anlayışının geçerli olduğu, motivasyon kaynaklarının doğru olarak kullanıldığı,
bir başka deyişle, olumlu bir örgüt ikliminin sağlanabildiği örgütlerde verimlilik
de maksimum seviyede gerçekleşir (Akdemir, 2009: 567). Bu nedenle
çalışanlardan azamî faydayı elde edebilmek için onların sürekli olarak
geliştirilmesi gerekir. Bireyin potansiyeli ne kadar yüksek olursa, örgütsel
gelişmeye ve değişmeye de o denli büyük katkıda bulunur.
Gelişme ya da geliştirme, birbirini izleyen aşama ya da dönemler
yoluyla değiştirme olarak tanımlanır. Bu yöntem daha uzun bir dönemde
değiştirmeyi öngördüğü için düzeltici ve iyileştirmeci bir yaklaşıma sahiptir.
Başka bir deyişle yavaş, ancak sürekli bir değişimi sağlar. Gelişmeci bir
yaklaşımla değişim, sorunları çözme, yetersizlikleri giderme, uyumsuzlukları
ortadan kaldırma ve daha iyi işler ortaya koyma çabasıdır. Örgütsel açıdan
geliştirme; örgütsel yapı, süreç, strateji, insan ve kültür arasında uyum sağlama,
sorunlara yeni ve yaratıcı çözümler geliştirme sürecidir. Aynı zamanda örgütün
kendini sürekli yenilemesine ve yeterliliğini geliştirmesine yardım eder
(Özkara, 1999: 147-148). Böylece örgütsel değişim için gerekli olan güçlü bir
örgüt yapısı ve uygun bir örgüt iklimi oluşturulmuş olur.
Değişimin başarılı olabilmesi örgüt geliştirmenin başarısına bağlıdır.
Örgüt performansının, kültürünün geliştirilmesine yönelik sistemli bir planlama
ve uygulama süreci olan örgüt geliştirme, bir takım esaslar üzerine kurulmuştur
236
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
(Öztürk, 1998: 41). Örgüt geliştirmede kullanılan yöntemler şöyle sıralanabilir
(Şimşek, 2008: 343-353):
Katılmalı Yönetim: Örgüt üyelerinin bireyler ya da gruplar
olarak örgütün çeşitli kademelerinde alınan kararlara
katılmalarının sağlanmasıdır. Değişim sürecinde alınan
kararlara ve ortaya çıkan sorunların çözümüne katılan çalışanlar
değişim sürecini destekledikleri gibi başarılı olması için gayret
sarf ederler.
Planlı Değişim: Neyin neden, nasıl ve ne zaman
değiştirileceğinin önceden planlandığı ve uygulandığı bir
değişim yöntemidir. Plansız değişim ise şartların zorlamasıyla
kendiliğinden ortaya çıkar.
Danışmanlık: Teknolojik gelişmeler sonucunda örgütsel
yapılar büyümüş ve karmaşık bir hal almıştır. Eskiden bir
konuda karar verebilmek için kendi bilgi, deneyim ve
sağduyusu yeterli olan kişi ya da grupların, artık karar
verebilmek için uzmanlara ihtiyacı vardır. Diğer yandan
değişim sürecinin belirsizlikleri ve sorunları da bu danışmanlığı
gerekli kılar.
Faaliyet Araştırması: Uygulamada ortaya çıkan sorunları
açıklamak ve çözmek için veri toplama ve bu verilere dayalı
olarak faaliyeti planlama safhaları üzerinde odaklanan ve
birbirini izleyen evrelerden oluşan bir değişim sürecidir.
Örgütsel Öğrenme: Eğitim, öğrenim, becerilerin kazanılması,
yönetimi geliştirme ve benzeri değişim süreçlerini içeren geniş
kapsamlı davranışsal bir olgudur.
Örgüt geliştirme, örgütün bir bütün olarak geliştirilmesine ve
değiştirilmesine yoğunlaşır. Örgüt kültürü sosyal süreçlerin (karar alma,
planlama, iletişim gibi) desteğiyle planlı bir biçimde değiştirilir (Balcı, 2002: 67). Bu değişim süreci; problemin tanımlanması, teşhis ve çözüm geliştirme,
harekete geçme, faaliyet planı ve müdahale, sonuçları değerlendirme ve
programı bitirme ve yeniden bilgi toplama aşamalarından oluşur (Dinçer, 2008:
60-66). Bu süreç aynı zamanda planlı bir örgütsel değişimin gerçekleştirilmesi
çalışmalarıdır. Her değişim bir gelişme olmayabilir; ancak her gelişme
değişimin pozitif yönde olduğunun bir göstergesidir.
237
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Örgüt geliştirme faaliyetlerinde bilgi, tecrübe ve planlama kadar tepe
yönetiminin kararlılığı da son derece önemli bir rol oynar. Faaliyetlerin planlara
uygun bir biçimde ve kararlılıkla yürütülmesi, değişim karşısındaki
direnmelerin bertaraf edilmesi ve değişimin başarıyla gerçekleştirilmesi
bakımından önemlidir. Değişime direnenlerin davranışları kadar değişim
liderinin yönetim anlayışı da bu sürecin başarısı üzerinde önemli bir etkiye
sahiptir. Örgüt geliştirmede yaşanan bir başarısızlık, örgütsel değişimde bir
başarısızlık demektir. Planlı, tutarlı, sürekli ve kararlı bir çalışmayı gerektiren
örgüt geliştirme, bir başka deyişle örgütsel değişim, faaliyetlerinin başarısızlık
nedenleri şöyle sıralanabilir (Şimşek vd., 2008: 443-444):
Temel amacı değişim olmayan bir faaliyet programının varlığı,
Amaçlar ve araçlar arasında karmaşıklık,
Kısa dönemli düşünme ve böyle bir anlayış,
Hazır çözümlere ve reçetelere yönelmek,
Müdahale ve stratejiyi uygun biçimde kullanmamak,
İyi ilişkilerin sonuç mu, koşul mu olduğu konusunda
karmaşıklık,
Temel örgütsel değişimi, eski yapıya uydurmayı denemek,
Tepe yönetimin belirlediği değerler ve stiller ile gerçek yönetsel
davranışlar arasında farklılıkların bulunması,
Davranış bilimlerine yönelik değişim çabaları ile yönetim
hizmetleri, işlemleri ve araştırmaya dönük çabalar arasındaki
boşluk.
SONUÇ
Örgütler çevrelerinde meydana gelen değişime uyum sağlayabilmek
için değişmek zorundadırlar. Bütün örgütlerde bu değişim az ya da çok sancılı
olmaktadır. Örgütsel değişim sürecinin başarısı önceden yapılacak hazırlıklara
bağlıdır. Değişimin başarılı bir biçimde gerçekleştirilmesi planlı ve yöntemli bir
çalışmayla mümkündür. Bunun için çeşitli yönetim yaklaşımlarından
yararlanılabilir. Öğrenen örgütler ve örgüt geliştirme yaklaşımı örgütsel
değişimi gerçekleştirmede kullanılabilecek yönetim yaklaşımlarından ikisidir.
Bunların birlikte kullanılması örgütsel değişimi başarıyla gerçekleştirmeyi
sağlar. Amaç ve hedefleri aynı olan örgütsel öğrenme ve gelişme yöntemleri
birbirini destekleyen faaliyetlerde bulunur.
238
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Bilgiyi üreten, paylaşan ve kayıt altına alan öğrenen örgütler,
başkalarının deneyimlerinden yararlandığı gibi kendi deneyimlerinden de
yararlanır. Çalışanların fikirlerine değer verir; onların kendilerini kıymetli
hissetmeleri için gerekli özeni ve tavrı gösterir. Öğrenen örgüt, çalışanların
sürekli öğrenip kendilerini geliştirmeleri için fırsat ve imkân verir; teşvik eder.
Sürekli öğrenen ve kendisini yenileyen çalışanlar değişime direnmek yerine,
değişimi arzular ve destekler. Örgüt, insan kaynağının bilgi ve becerisinin
artmasıyla birlikte sürekli olarak kendisini yenileyebilir ve değişen çevresine
rahatlıkla uyum sağlayabilir. Öğrenen ve kendisini sürekli geliştiren, bunun için
yönetimden destek gören çalışanlar, diğer personel ile daha iyi ilişkiler
kurdukları gibi etkinlikleri ve verimlilikleri artar; performans düzeyleri yükselir.
Örgütsel değişimin merkezinde bulunan çalışanların niteliklerini
artırmanın diğer bir yolu örgüt geliştirmedir. Örgüt geliştirme, örgütün
etkinliğini ve verimliliğini artırmak için ve çalışanların inanç, tutum ve
davranışlarının değiştirilmesi sürecidir. Örgüt geliştirme, örgütün sosyal
süreçlerine stratejik müdahale ile mümkündür. Bu yöntemle bireyin, grubun,
örgütün ve yönetimin geliştirilmesi hedeflenir ve değişim böylece
gerçekleştirilmeye çalışılır. Bu tür bir uygulamada davranış bilimlerine ait bilgi
ve teknikler kullanılarak insan ihtiyaçları ve ilişkileri üzerine yoğunlaşılır.
Örgüt geliştirme, örgütsel öğrenme, planlı değişim, katılımlı yönetim,
danışmanlık ve faaliyet araştırması gibi yöntemlerden yararlanır. Bu yöntemler
aracılığıyla insan kaynağının niteliklerinin artırılması örgütsel değişimi daha
kolay hale getirir. Bilgi, beceri ve davranış olarak geliştirilmiş olan çalışanlar,
değişimi destekler ve katkıda bulunurlar. Böylece insan kaynağının
geliştirilmesiyle, değişim gerçekleştirilmiş ve örgütsel gelişme sağlanmış olur.
Her iki yöntemde de örgütün insan kaynağının kalitesinin artırılması ve
bunun örgütsel değişim sürecinde kullanılması söz konusudur. Burada temel
amaç insanı değiştirerek ve geliştirerek, örgütsel değişimi başarıyla
gerçekleştirmektir. İnsan kaynağının kalitesi değişimin kalitesini ya da bir başka
deyişle düzeyini belirler. Öğrenen örgüt ve örgüt geliştirme yöntemlerinde
insan; örgütün en önemli kaynağıdır; değer verilir, önemsenir, bilgi ve
becerisini geliştirmesi için çaba harcanır, motivasyonu için çeşitli yöntemler
kullanılır ve onun sahip olduğu potansiyel değişim sürecine katılır. Nitelikli
çalışanların değişim sürecinde etkin rol oynamaları, örgütsel etkinliği ve
verimliliği artırır; değişim sürecini kısaltır. Değişime sürekli hazır olan
çalışanlar için değişim sıradan bir olay haline gelir.
239
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Örgütsel değişim ancak çalışanlarla birlikte ve onların katkılarıyla
gerçekleştirilirse başarılı olur. Çalışanların desteğini almayan hiçbir değişim
amacına ulaşamaz. Çeşitli nedenlerle değişime direnç gösteren çalışanların
dirençlerini azaltmak ve onları değişim sürecine katmak gerekir. Öğrenen ve
kendini geliştiren bir örgütsel kültürün oluşturulmasıyla çalışanlar değişime
hazırlanırsa, örgütsel değişimden beklenen fayda elde edilebilir. Çalışanların
öğrenme ve gelişmesini destekleyen örgütlerin değişimi gerçekleştirmeleri
oldukça kolaydır. Bu tür örgütler, esnek, dinamik ve güçlü yapılarıyla rekabet
ortamında belirleyici rol oynayabilirler. Örgütsel değişim, çalışanların değişim
ve dönüşümüne bağlıdır. Bunun için en iyi yöntem, sürekli öğrenen ve gelişen
bir örgüt yaratmaktır. Zira başarılı bir değişim için bireylerin hem sürekli olarak
öğrenmesini ve bunu paylaşmasını sağlamak hem de değişime karşı tutum ve
davranışlarını değiştirmek gerekir.
KAYNAKLAR
Akat, İ.; Budak, G.; Budak, G. (2002), İşletme Yönetimi, 4. Baskı, Fakülte
Kitabevi Barış Yayınları, İzmir.
Acuner, T. (2000), “Değişim Sürecinde Organizasyonel Süreklilik”, Dokuz
Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 2, Sayı 2.
Akdemir, A. (2009), İşletmeciliğin Temel Bilgileri, Ekin Yayınları, Bursa.
Ataman, G. (2009), İşleme Yönetimi: Temel Kavramlar-Yeni Yaklaşımlar, 3.
Baskı, Türkmen Kitabevi Yayınları, İstanbul.
Aydemir, M. (2000), “Örgütsel Öğrenme ve Toplam Kalite Yönetimi”, Dokuz
Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, Cilt 2,Sayı 3
Balcı, A. (2002), Örgütsel Gelişme, 3. Baskı, PegemA Yayınları, Ankara.
Barutçugil, İ. (2004), Stratejik İnsan Kaynakları Yönetimi, Kariyer Yayınları,
İstanbul.
Basım, H. N.; Şeşen, H. (2009), “Öğrenmek ve Öğrenen Örgütler”, Örgütlerde
Değişim ve Öğrenme, (Ed. A. Kadir Varoğlu, H. Nejat Basım), Siyasal
Kitabevi Yayınları, Ankara.
Basım, H. N.; Şeşen, H.; Çetin, F. (2009), “Değişim ve Örgütler”, Örgütlerde
Değişim ve Öğrenme, (Ed. A. Kadir Varoğlu, H. Nejat Basım), Siyasal
Kitabevi Yayınları, Ankara.
Berg, Shelley A. and Seung Youn (Yonnie) Chyung, (2008), “Factors that
Influence Informal Learning in the Workplace”, Journal of Workplace
Learning, Vol. 20, No. 4.
240
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Bolat, T.; Oya Aytemiz Seymen, Oya İnci Bolat ve Barış Erdem (2008),
Yönetim ve Organizasyon, Detay Yayınları, Ankara.
Budak, G.; Budak, G. (2004), İşletme Yönetimi, 5. Baskı, İzmir, Barış Yayınları
Fakülteler Kitabevi Yayınları.
Calvert, Gene, Sandra Mobley, Lisa Marshal (1994), “Learning Organization”,
Training and Development, June.
Can, H. (2002), Organizasyon ve Yönetim, 6. Baskı, Ankara, Siyasal Kitabevi.
Coroğlu, C. (2003), İş Dünyasında Geleceğin Yönetimi, Alfa Yayınları,
İstanbul.
Cornell, John (1996), “Aspects of the Management of Change”, Journal of
Management in Medicine, Vol.10, No. 2.
Çelik, K. (2004), “Örgüt Geliştirmede Yapısal Aracılar”, Süleyman Demirel
Üniversitesi, Burdur Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl 5, Sayı 8.
Daft, Richard L. (2008), New Era of Management, Second Edition, Tomson
South-Western.
Davis, Keith (1988), İşletmede İnsan Davranışı: Örgütsel Davranış, (çev. Kemal
Tosun vd.), 3. Baskı, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi İşletme
İktisadı Enstitüsü Yayınları, Yayın No:98, İstanbul.
Dinçer, Ö. (2008), Örgüt Geliştirme: Teori, Uygulama ve Teknikleri, 2. Baskı,
İstanbul, Alfa Yayınları, İstanbul.
Drew, Stephan A. W. and Peter A. C. Smith (1995), “The Learning
Organization: Change Proofing and Strategy”, The Learning
Organization, Volume 2, No. 1.
Düren, A. Z. (2000), 2000’li Yıllarda Yönetim, Alfa Yayınları, İstanbul.
Efil, İ. (2005), İşletme Organizasyonu ve Ekip Çalışması, Aktüel Yayınları,
Bursa.
Erdoğan, İ. (2004), Eğitimde Değişim Yönetimi, 2. Baskı, Pegem A Yayınları,
Ankara.
Eren, E. (2004), Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi, 8. Baskı, Beta
Yayınları, İstanbul.
Ertürk, M. (2000), İşletmelerde Yönetim ve Organizasyon, 3. Baskı, Beta
Yayınları, İstanbul.
Garvin, D. A. (1993), “Building a Learning Organization”, Harvard Business
Review, Vol. 71, No 4, Jully-August.
Genç, Nurullah (2005), Yönetim ve Organizasyon, 2. Baskı, Seçkin Yayınları,
Ankara.
241
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Genç, N.; Halis M. (2006), Kalite Liderliği, Timaş Yayınları, İstanbul.
Göksel, A. (2003), “Örgüt Geliştirme”, İşletmecilikte Çağdaş Yönelimler, (Ed.
Birol Bumin), Gazi Kitabevi Yayınları, Ankara.
Gürüz, D.; Gürel E. (2006), Yönetim ve Organizasyon, Nobel Yayınları,
Ankara.
Hawkins, Peter (2006), Nasrettin Hoca’nın Liderlik Rehberi, (çev. Osman Cem
Önertoy), Sistem Yayınları, İstanbul.
Hitt, Michael A., J. Stewart Black, Lyman W. Porter (2009), Management,
Second Edition, Pearson Prentice Hall, New Jersey.
Hussey, D. E. (1997), Kurumsal Değişimi Başarmak, (çev. Tülay Savaşer), Rota
Yayınları, İstanbul.
Kırım, A. (2001), Yeni Dünyada Strateji ve Yönetim, 3. Baskı, Sistem
Yayınları, İstanbul.
Kinicki, Angelo, Brian K. Williams (2008), Management: A Practical
Introduction, Third Edition, McGraw-Hill International Edition, New
York.
Koçel, T. (2003), İşletme Yöneticiliği, 9. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul.
Luthans, Fred Organizational Behavior, McGraw-Hill, New York,
1995.
Manley, T. Roger, Louis A. Martin-Vega, Wade H. Shaw, Philip Mighdoll
(1998), “Understanding Organizational Culture and Its Role in
Organization Transformation and Development”, IEEE, Ocak.
Maxwell, John C. (1998), İçinizdeki Lideri Geliştirmek, (çev. Selim Yeniçeri),
Beyaz Yayınları, İstanbul.
McHugh, Marie (19979, “The Stres Factor: Another Item for the Change
Management Agenda?”, Journal of Organizational Change
Management, Vol. 10, No.4.
Özdemir, S.(2000), Eğitimde Örgütsel Yenileşme, 5. Baskı, PegemA Yayınları,
Ankara.
Özdevecioğlu, M. (2003), “Öğrenen Organizasyon Olmanın Emniyet Teşkilatı
Açısından Önemi ve Avantajları”, Polis Bilimleri Dergisi, Cilt 5, Sayı
3-4.
Özgen, H.; Kemal Can Kılıç,; Bahattin Karademir (2004), “Öğrenmenin
Kurumsallaşmasında
Toplam
Kalite
Yönetimi
Yaklaşımı”,
Çukurova.Üniversitesi Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, Cilt 13, Sayı 2.
242
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Özkara, B. (1999), Evrimci ve Devrimci Örgütsel Değişim, Afyon Kocatepe
Üniversitesi Yayınları, Afyon.
Öztürk, A. (1998), Örgüt Geliştirme, Nobel Kitabevi Yayınları, Adana.
Philbin, Ann and Sandra Mikush (2011), A Framework for
Organizational Development: The Why, What and How of OD Work,
(www.mrbf.org/&ei=mhPeTsriF8K, erişim tarihi: 6 Aralık 2011).
Pınar, İ. (2006),
“Değişim Yönetimi Anlayışı Olarak Öğrenen
Organizasyonlar”, Öneri/ Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Cilt.7, Sayı.25, Ocak, s.29-42.
Pritchar, Brian (2010), “Change Management from An Engineers Perspective”
Change
Management,
http://irc.queensu.ca/articles/engineersperspective, (Erişim tarihi: 8 Ağustos 2010).
Ratana, Soeun and Heng Lalin (2011), “Organization Development in
Organization Changing Environment”, IEEE, July.
Sabuncuoğlu, Z.; Tüz, M. (1998), Örgütsel Psikoloji, 3. Baskı, Alfa Yayınları,
Bursa.
Sağlam, M. (1979), Örgütsel Değişme, TODAİE Yayınları, Yayın No:185,
Ankara.
Sandelands, Lloyd, Stephen M. Ross, Ann Arbor (2010), “The Play of Change”,
Journal of Organizational Change Management, Vol. 23, No. 1.
Schumacher, Wolf D. (2010), “Change Management Intervention Models
Cont.” Managıng Barriers to Business Reengineering Success: Capter
4b, http://www.prosci.com/w4b.htm (Erişim tarihi:11 Ağustos 2010).
Schalk, Rene, Jennifer W. Campbell and Charissa Freese (1998), “Change and
Employee Behaviour”, Leadership & Organization Development
Journal, Vol. 19, No. 3.
Schein, Edgard H. (1996), “Three Cultures of Management: The Key to
Organizational Learning”, Sloan Management Review, Vol.38, No.1.
Sezer, C. (2006), “Öğrenen Örgüt Düşüncesi ve Öğrenen Örgütler”, Çağdaş
Yönetim Araçlarından Seçmeler,( Ed. M. Şerif Şimşek, Said Kıngır),
Nobel Yayınları, Ankara.
Stoner, James A. F., Charles Wankel (1986), Management, Third Edition,
Prentice Hall International Edition, New Jersey Printed, in the United
States of America.
Şimşek, M. Şerif (2008), Yönetim ve Organizasyon, (yky), Konya.
243
Tunçer, P. / Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi. I, (2013): 214-244
Şimşek, M. Şerif, H. Bahadır Akın (2003), Teknoloji Yönetimi ve Örgütsel
Değişim, Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya.
Şimşek, Ş., Tahir Akgemci, Adnan Çelik (2008), Davranış Bilimlerine Giriş ve
Örgütlerde Davranış, 6. Baskı, Gazi Kitabevi Yayınları, Ankara.
Tengilimoğlu, D., E. Asuman Atilla, Meral Bektaş (2009), İşletme Yönetimi, 2.
Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara.
Toffler, Alvin (1989), Uyumlu Şirket, (çev. Yakut Güneri), İlgi Yayınları,
İstanbul.
Töremen, F. (2002), “Eğitim Örgütlerinde Değişimin Engel ve Nedenleri”, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 12, Sayı:1.
Tutar, H. (2000), Kriz ve Stres Ortamında Yönetim, Hayat Yayınları, İstanbul.
Tüz, M. (2004), Değişim ve Kaos Ortamında İşletme Davranışı, Alfa Akademi
Yayınları, Bursa.
Uygur, A., Ramazan Göral (2005), Yönetim ve Organizasyon, Nobel Yayınları,
Ankara.
Vries, Manfred Kets de (2007), Liderliğin Gizemi: İşletmelerde Liderlik
Davranışı, (çev. Zülfü Dicleli), MESS Yayınları, İstanbul.
Yazıcı, S. (2001), Öğrenen Organizasyonlar, Alfa Yayınları, İstanbul.
Yeniçeri, Ö. (2002), Örgütsel Değişmenin Yönetimi, Nobel Yayınları, Ankara.
Werkman, Renate A. (2009), “Understanding Failure to Change: A Pluralistic
Approach and Five Patterns”, Leadership & Organization Development
Journal, Vol. 30, No. 7.
244
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi
Yazım Kuralları ve Yayın İlkeleri
1.
Başka bir yerde yayımlanmamış veya yayım için gönderilmemiş Türkçe ve İngilizce
makaleler kabul edilir.
2. Makalenin ilk sayfasında makale başlığı ve yazarlara ait bilgiler verilmelidir. Yazarların
adları akademik unvanları ile birlikte yazılmalı ve e-posta adresleri, çalıştığı kurum
bilgileri (Üniversite, Fakülte, Bölüm vb.) ismin altında yer almalıdır.
3. İkinci sayfada makalenin Türkçe ve İngilizce başlığı, 200 kelimeyi geçmeyen
özet/Abstract ve en fazla 5 anahtar kelime/keywords bulunmalıdır.
4. Dipnotlar geçtikleri sayfada, tablo ve grafikler atıfta bulunulan sayfada veya devamında
yer almalıdır. Tablo ve şekillere başlık ve numara verilmeli, başlıklar tabloların
üzerinde, şekillerin ve grafiklerin altında yer almalıdır. Paragraf başı 1 cm içeriden
olmalıdır.
5. Atıflar metin içerisinde (Lucas, 1988) örneğindeki gibi yer almalıdır. Kitaba atıfta sayfa
numarası (North, 1992: 93) örneğindeki gibi verilmelidir.
6. Ekler, kaynakça bölümünden sonra yer almalıdır.
7. Makaleler ekleriyle birlikte 20 sayfayı geçmeyecek şekilde 3 nüsha halinde ve bir adet
CD kopya edilerek gönderilmelidir.
8. Makaleler A4 boyutundaki kağıda 1,2 satır aralığında 11 punto Times New Roman yazı
tipi ile üstten 6 cm, soldan 4,5 cm, sağdan 4 cm ve alttan 6 cm marjlar kullanılarak
yazılmalıdır.
9. Makalelerin yazımında burada belirtilmeyen diğer konularda bilimsel makale yazım
kurallarına uyulmalıdır.
10. Makalelerin içeriğinden yazarlar sorumludur.
11. Dergi yayın ilkelerine, yazım kurallarına ve bilimsel araştırma metotlarına uygun olarak
gönderilmeyen makaleler dikkate alınmaz.
Kaynak Gösterimi
Alfabetik olarak tek satır aralığında, ilk satır sola dayalı, diğer satırlar 1 cm içeriden
yazılmalıdır.
Kitap
North, D.C. (1992), Institutions, Institutional Change and Economic Performance,
Reprinted, New York: Cambridge University Press.
Makale
Lucas, R.E. (1988), “On the Mechanics of Economic Development”, Journal of
Monetary Economics, 22: 3-42.

Benzer belgeler