PDF İndir - istanbul üniversitesi elektronik dergi sistemi

Transkript

PDF İndir - istanbul üniversitesi elektronik dergi sistemi
I S S N No
: 1304 – 2998
İ.Ü. Yayın No : 5136
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ
ISTANBUL UNIVERSITY FACULTY OF LETTERS
SOSYOLOJİ
DERGİSİ
JOURNAL OF SOCIOLOGY
3. Dizi - 25. Sayı
3rd Series – 25th Issue
2012/2
Pierre Bourdieu Özel Sayısı
Special Issue on Pierre Bourdieu
Sosyoloji Dergisi Haziran ve Aralık aylarında olmak üzere yılda iki sayı yayımlanan
akademik hakemli bir dergidir. TÜBİTAK-ULAKBİM, ProQuest CSA Sociological
Abstract ve EBSCO SocINDEX (with Full Text) tarafından taranmakta ve
indekslenmektedir.
Journal of Sociology is a refereed academic journal published biannually in June and
December. It is abstracted and indexed by TUBITAK-ULAKBIM, ProQuest CSA
Sociological Abstract and EBSCO SocINDEX (with Full Text).
İstanbul, Aralık | December 2012
Dergi Sorumlusu | Editor in Chief
İsmail Coşkun
Sayı Editörü | Issue Editor
Enes Kabakcı
Yardımcı Editör | Assistant Editor
M. Ali Akyurt
Yayın Kurulu | Editorial Board
Yücel Bulut
İsmail Coşkun
Recep Ertürk
Orhan Gürbüz
Oya Okan
Ayşen Şatıroğlu
Hayati Tüfekçioğlu
İletişim | Correspondence
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
34459 Beyazıt İstanbul TÜRKİYE
E-Posta / E-Mail: [email protected]
Telefon / Phone: +90 (212) 455 5700 / 15998
Faks / Fax: +90 (212) 511 2467
URL: http://journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/sosyoloji
Sosyoloji Dergisi’nde yayımlanan görüşler yazarlarını bağlar.
Yazıların bütün hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.
All statements expressed in the Journal of Sociology are solely those of the authors
and do not imply endorsement by the editors.
Yayın Türü | Publication Type
Yerel Süreli Yayın / Local Periodical
Tashih | Proofreading
M. Ali Akyurt (Türkçe), Nur Aisha binte Rahmat (English)
Kapak Tasarımı | Cover Design
Esma Güloğlu
Sayfa Düzeni | Page Layout
Didem Işık
Baskı-Cilt | Printing-Binding
Yazın Basın Yayın Matbaacılık Tic. Lim. Şti.
İ.O.S.B. Çevre Sanayi Sitesi 8. Blok No: 38-40-42-44 İkitelli Başakşehir / İSTANBUL
Tel: (212) 565 0122 | Sertifika No: 12028
Hakem Kurulu | Advisory Board
Ali Rıza Abay, Yalova Üniversitesi
Ayşe Durakbaşa, Marmara Üniversitesi
Alpaslan Açıkgenç, Yıldız Teknik Üniversitesi
Teoman Duralı, İstanbul Üniversitesi
Ali Akay, Mimar Sinan GSÜ
Çiğdem Dürüşken, İstanbul Üniversitesi
Gediz Akdeniz, İstanbul Üniversitesi
Fatma Güliz Erginsoy, Okan Üniversitesi
İsmet Akova, İstanbul Üniversitesi
M. Fikret Gezgin, Beykent Üniversitesi
Köksal Alver, Selçuk Üniversitesi
İştar Gözaydın, Doğuş Üniversitesi
M. Tayfun Amman, Marmara Üniversitesi (Emekli)
Aydın Gülan, İstanbul Üniversitesi
Sibel Arkonaç, İstanbul Üniversitesi
Nevin Güngör Ergan, Hacettepe Üniversitesi
Hüsamettin Arslan, Uludağ Üniversitesi
Dikmen Gürün, Kadir Has Üniversitesi
Mahmut Atay, Fırat Üniversitesi
Tevfika İkiz-Tunaboylu, İstanbul Üniversitesi
Medar Atıcı, Galatasaray Üniversitesi
Aynur İlyasoğlu, Marmara Üniversitesi
Cemil Aydın, University of North Carolina (ABD)
Mustafa Kaçar, İstanbul Üniversitesi
Mustafa Aykaç, Marmara Üniversitesi
Ahmet Kanlıdere, Marmara Üniversitesi
Ayşe Azman, Mersin Üniversitesi
Kurtuluş Kayalı, Ankara Üniversitesi
Süheyla Balcı Akova, İstanbul Üniversitesi
Mehmet Emin Köktaş, Türk-Alman Üniversitesi
Mehmet Ali Beyhan, İstanbul Üniversitesi
Niyazi Öktem, Doğuş Üniversitesi
Faruk Bilici, Institut national des langues et
civilisations oriantales (Fransa)
Ferhunde Özbay, Boğaziçi Üniversitesi
Faruk Birtek, Boğaziçi Üniversitesi
Yaşar Bülbül, İstanbul Üniversitesi
Nilgün Çelebi, Muğla Üniversitesi (Emekli)
Ahmet Çiğdem, Gazi Üniversitesi
Didem Danış, Galatasaray Üniversitesi
Andrew Davison, Vassar College (ABD)
Besim Fatih Dellaloğlu, Sakarya Üniversitesi
Rahmi Deniz Özbay, Marmara Üniversitesi
Sait Özervarlı, Yıldız Teknik Üniversitesi
Nuri Sağlam, İstanbul Üniversitesi
Hüseyin Sarıoğlu, Trakya Üniversitesi
Korkut Tuna, İstanbul Ticaret Üniversitesi
Ahmet Ulvi Türkbağ, Galatasaray Üniversitesi
Füsun Üstel, Galatasaray Üniversitesi
Nalan Yetim, Mersin Üniversitesi
Yves Deloye, Science politique à l’Université Paris I
Panthéon-Sorbonne (Fransa)
Ünsal Yetim, Mersin Üniversitesi
Beylü Dikeçligil, Erciyes Üniversitesi
Robert Young, NYU College of Arts and Science
Department of English (ABD)
İçindekiler | Table of Contents
Sunuş | Preface .......................................................... vii
Makaleler | Articles
Nazlı Ökten Gülsoy
Cezayir Deneyiminin Pierre Bourdieu’nün
Sosyolojik Tahayyülüne Etkileri: Bilimsel Bir
Habitusun Doğuşu ............................................... 1
Influences of Pierre Bourdieu’s Algerian Experience on
His Sociological Imagination: Birth of a
Scientific Habitus
A. Günce Berkkurt
Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine:
Pierre Bourdieu’nün 1989-1992 Yılları Arasında
Collège de France’da Verdiği Dersler ................... 31
Sur l’État as an Unavoidable Object of Sociology:
Lectures of Pierre Bourdieu in the Collège de France
(1989-1992)
Cem Özatalay
Ekonomi Teorisi ile İlişkisi İçinde Bourdieu:
Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi? .............. 57
Bourdieu in his Relation to the Economic Theory: A
Comprador or a Critic?
Elyesa Koytak
Tahakküme Hükmetmek: Bourdieu Sosyolojisinde
Toplum ve Bilim ................................................. 85
Dominating the Domination: Science-Society
Relationship in Bourdieu’s Sociology
Kitap Değerlendirmesi | Book Review
M. Fatih Karakaya
Ecce Homo Academicus ...................................... 103
Ecce Homo Academicus
Bibliyografya | Bibliography
Ahmet Büyükgümüş
Türkçe’de Pierre Bourdieu ................................. 113
Pierre Bourdieu in the Turkish Language
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, vii-ix
Sunuş
Sosyoloji Dergisi’nin 25. sayısını 20. yüzyıl sosyolojisinin en önemli isimlerinden
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’ye (1930-2002) ayırdık. Özel sayımızın ilk makalesinde Nazlı Ökten Gülsoy, Bourdieu’nün Cezayir deneyimine odaklanıyor; kendisinden aldığı kavramsal çerçevenin yardımıyla sosyoloğun bilimsel habitus’unun doğuş
koşullarını değerlendiriyor. Bourdieu’nün Cezayir dönemi (1958-1960), sosyolojiye
yönelmesinde ve sosyolojik tahayyülünün oluşumunda önemli bir role sahip. Savaş ve
sömürgecilik koşullarında gerçekleştirdiği bu ilk çalışmalar, sosyoloğun sadece bilimsel
yaklaşımını değil, siyasal konumlanışını da etkiliyor. Bir toplumsal yapıda çözülme
karşısında ortaya konan tutumları inceleyen bu çalışmalar, özellikle “habitus” kavramını
geliştirilmesine katkı sağlıyor. Bourdieu sosyolojisinin anahtar kavramlarından ve temel
ilkelerinden olan “düşünümsellik”, araştırmacının konumunu, araştırma evreniyle
birlikte değerlendirmeye dahil etmeyi salık veriyordu. Makale de, “düşünümsellik”
ilkesini Bourdieu’ye uyguluyor; henüz kendine has kavramlar bütününü geliştirmemiş
olduğu bir dönemdeki araştırma nesnelerini ve araştırmacı olarak konumunu belirleyen
tarihsel koşulları inceliyor.
A. Günce Berkkurt, Bourdieu’nün siyasete bakışını, 2012’de Fransızca olarak
yayımlanan Sur l’État (Devlet üzerine) başlıklı kitabını merkeze alarak irdeliyor. 19891992 yılları arasında Collège de France’da verdiği derslerden oluşan kitap, devletin
oluşmasında şiddetin (fizikî sermaye) tekelleşmesi kadar, kurumsal farklılaşmayla
birlikte ortaya çıkan simgesel erkin (sembolik sermaye) belirleyiciliğine vurgu yapıyor.
Buna göre, devletin etki alanı bürokratik alanla sınırlı kalmayıp toplumsal dünyanın
ayrıntılarına nüfuz ediyor. Bourdieu, “habitus” ve “alan” kavramlarına dayanarak yaptığı devlet çözümlemeleriyle, sosyolojik/antropolojik bakış açısından hareket ederek
siyaset bilimine önemli katkılarda bulunuyor.
Üçüncü makale, Bourdieu’nün ekonomi teorisi ile ilişkisi ve neo-klasik teori karşısında kendini konumlayışı üzerinde duruyor. Cem Özatalay imzasını taşıyan yazı,
Bourdieu’nün habitus, alan ve farklı sermaye türleri üzerinden yaptığı çözümlemenin,
neo-klasik teorinin uzantısı mı eleştirisi mi olduğuna ilişkin tartışmayı değerlendiriyor.
Makalede ulaşılan sonuç, bir taraf için “ekonomi emperyalizmi”nin sosyoloji disiplini
içindeki temsilcisi, diğer taraf içinse neo-klasik teoriye muhalif bir “karşı hegemonya
projesi”nin sahibi olan Bourdieu’nün sosyolojik teorisinin, neo-klasik ekonomi teo-
viii
risi ile ortak temel aksiyomlara sahip olduğu, fakat bu aksiyomatik ortaklığın, onun
teorisindeki eleştirelliği azaltmaktan çok güçlendirdiği yönünde.
Dergimizin bu sayısındaki son makale ise Elyesa Koytak’a ait. Bourdieu’nün toplum
ile sosyoloji arasında kurduğu ilişkiyi inceleyen makalede, bireyin toplumsal eylemlerini belirleyen yatkınlıklar sistemi anlamına gelen habitus toplumun; sosyoloğun
bizzat nesnesiyle kurduğu ilişkiyi nesneleştirmesi anlamına gelen düşünümsellik ise
sosyolojinin belirleyici ilkesi olarak formüle ediliyor. Sosyolog düşünümsellik yoluyla,
kendini pratiğe gömülü yeniden üretim çarkından ayırıyor ve içinde yaşadığı toplumsalın işleyişini tanımaya çalışıyor, toplumsallaşma süreçleri boyunca, evde, okulda vs.
içselleştirilen eylem şemalarını deşifre edip toplumsal dünyada yürürlükte olan yapılara
dikkat çekiyor. Makaleye göre, insanın bu belirlenimlerin mahkûmu değil de, doğal
bir kader olmayan bu işleyişin değiştiricisi olabileceğini vurgulayan Bourdieu’nün
ortaya attığı düşünümsel sosyoloji işte bu noktada “tahakküme hükmetme” imkânını
barındıran özgürleştirici bir faaliyet olarak devreye giriyor.
Dergimizin bu sayısında kapsamlı bir de kitap değerlendirmesi yer alıyor.
Bourdieu’nün Türkçe’de henüz yayımlanmayan* 1984 tarihli Homo academicus’unu
değerlendiren yazı, akademisyenin toplumsal analizinden sosyoloğun sosyolojisine
ulaşmaya çalışıyor. Kendisi de akademik dünyanın bir üyesi olan Bourdieu, bu kitabında
tanıdık olana yabancı gözlerle bakmayı deniyor. Homo academicus’la eğitim sosyolojisi
alanına önemli katkılar yapıyor; eğitimin habitus oluşumundaki etkin rolüyle bir
öğrencinin, tevarüs ettiği kültürel sermayenin eğitim hayatı üzerindeki etkisini ortaya
koyuyor. Bourdieu’nün üzerinde durduğu bir diğer husus da, eğitimin insanların
günlük hayatta sahip oldukları siyasi eğilimlerin oluşumundaki merkezi rolü.
Sosyoloji Dergisi’nin Pierre Bourdieu Özel Sayısı, Bourdieu’nün çalışmalarının Fransızca orijinallerinin, Türkçe’deki çevirilerinin ve yine Türkçe’de hakkında ulaşılabilecek
kaynakların toplu dökümünü sunan bir bibliyografyayla kapanıyor. Bibliyografya
incelendiğinde, sosyoloğun Türkçe’deki kitaplarının dağınık bir görünüm arz ettiği
görülüyor. Bourdieu sosyolojisinin televizyon, sanat ya da hukuk gibi değişik alanlardaki yansımaları mahiyetindeki kitaplar çevrilmişken, La distinction: Critique sociale
du jugement (1979) ve Domination masculine (1998) gibi temel kitaplarının henüz
Emrah Göker’in İstifhane’sinde yer alan “Miftah – 4 | Nazlı Ökten, 16 Ağustos 2012” başlıklı
kayıtta, kitabın Eren Gülbey ve Arzu Nilay Kocasu tarafından çevrilmekte olduğu, yakında
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkacağı belirtiliyor, http://istifhanem.com/2012/08/16/
miftah4-nazliokten.
*
ix
yayımlanmamış olması** Türkçe’de bütüncül bir Bourdieu resminin oluşmasını engelliyor. Tercüme ve telif çalışmalar, Bourdieu sosyolojisinin kendisine has kavramlarını
anlama noktasında yeterli görünüyorsa da, Bourdieu’yü sosyoloji tarihindeki konumu,
yöntemleri ve sosyolojisinin epistemolojik çerçevesi itibariyle ele alan çalışmaların
Türkçe’de az ve azınlıkta oluşu da dikkat çekiyor.
Pierre Bourdieu’nün düşünce ve çalışmalarına ayırdığımız bu sayımızda emeği geçen
herkese; elinizdeki sayının oluşumuna yazılarıyla katkı veren yazarlarımıza, bu yazıları
okuyup değerli önerilerde bulunan hakemlerimize ve bütün Bölüm arkadaşlarımıza
teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle...
Enes Kabakcı
M. Ali Akyurt
Editör
Yardımcı Editör
A. Günce Berkkurt’un bu sayımızda yer alan makalesinden, La distinction’ı Ayrım: Yargı
yetisinin toplumsal eleştirisi başlığıyla Derya Fırat ile birlikte Türkçe’ye çevirdiklerini, çevirinin
Bağlam Yayınları’ndan çıkmak üzere yayın aşamasında olduğunu öğreniyoruz.
**
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 1-30
Cezayir Deneyiminin Pierre Bourdieu’nün Sosyolojik
Tahayyülüne Etkileri: Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
Nazlı Ökten Gülsoy*
Özet: Pierre Bourdieu sosyolojisinin oluşumunda Cezayir döneminin çok önemli bir
rol oynadığı, kendisi de dahil olmak üzere birçok yazarın üzerinde hemfikir olduğu bir
olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Savaş ve sömürgecilik koşullarında gerçekleştirilen
bu ilk çalışmalar, sosyoloğun sadece bilimsel yaklaşımını değil, siyasal konumlanışını da
etkilemiştir. Sadece çözülmekte olan bir toplumsal yapıyı değil, bu çözülme karşısında
geliştirilen tutumları da göz önüne alan bu çalışmalar, özellikle habitus kavramının geliştirilmesinde temel bir rol oynamıştır. Bourdieu sosyolojisinin anahtar kavramlarından
olan düşünümsellik ilkesinin önemli buyruklarından biri, araştırmacının konumunu,
araştırma evreninin bütünüyle birlikte değerlendirmektir. Bu makalede, sosyoloğun
henüz kendine has kavramlar bütününü geliştirmemiş olduğu dönemde araştırma
nesnelerini ve araştırmacı olarak konumunu belirleyen tarihsel koşullar incelenmektedir.
Bu inceleme, bir anlamda Bourdieu’nün bilimsel habitusunun doğuş koşullarını da
yeniden inşa etme çabasına bir katkı oluşturmayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sosyoloji, Pierre Bourdieu, Sömürgecilik, Cezayir, Savaş
Influences of Pierre Bourdieu’s Algerian Experience on His
Sociological Imagination: Birth of a Scientific Habitus
Abstract: Many authors, including Pierre Bourdieu, agreed that his “Algerian period”
had a formative role on his sociological thought. These early studies conducted under
the conditions of war and colonialism, not only influenced the scientific approach, but
also the political positioning of the sociologist. This article shows that a dissolving social
structure and the attitudes developed in the face of this dissolution have played a major
role, especially in the elaboration of the concept of habitus. One of the imperatives of
reflexivity, a key concept for the sociology of Bourdieu, is to evaluate the researcher’s
position, along with the whole research universe. This article aims to present how the
historical conditions of Bourdieu’s research objects and his position as a researcher, at a
time when a sociologist has not developed his own conceptual tools yet, have influenced
and contributed to the birth of Bourdieu’s scientific habitus.
Keywords: Sociology, Pierre Bourdieu, Colonialism, Algeria, War
*
Öğretim Görevlisi, Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected]
2
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
“Cezayir’i ve oradaki işsizleri, alt-proleterleri, topraksız köylüleri gidip görmek, –biraz daha ileride Althusser ve
Ecole Normal’lilerle ortaya çıkacak
olan– İşçiler ya da Proleterya ve Parti üzerine büyük harfli bir söylemden
kopmaktı [...]” Pierre Bourdieu
Yakın dönemde sosyal bilimleri uluslararası düzeyde en çok etkileyen sosyologlardan biri olan Pierre Bourdieu, 30 Ekim 1989’da Fribourg Üniversitesi’nde
yaptığı bir konuşmada (Bourdieu, 2002b), düşüncelerin uluslararası dolaşımının
koşullarını tanımlamanın öneminden söz eder. Bourdieu’ye göre, bir eserin,
bir düşüncenin, bir düşünürün bir kültürden diğerine nakledilme koşulları,
alımlama sürecinde büyük bir rol oynayacaktır. Bir kitabı kimin çevirdiği, kimin
önsöz yazdığı, hangi yayınevinin yayımladığı gibi sorulara cevap verildiğinde, o
düşüncenin yayılma koşullarının anlaşılmasında da önemli bir yol kat edilecektir.
Bu açıdan baktığımızda, eserlerin bir dilden diğerine hangi sırayla çevrildiğinin
de önem taşıdığını söylememiz mümkün. Pierre Bourdieu’nün eserlerinin Türkçe’ye olduğu gibi diğer birçok dile yapılan çevirilerine de baktığımızda1 şunu
görürüz: Cezayir dönemi eserleri, görece daha geç çevrilmekte, bazı koşullarda
öncelikler listesinin son sıralarında yer almaktadır (Calhoun, 2006).2 Sayılabilecek çok sayıda nedenden biri, bu dönem çalışmalarında, teorik çerçevenin
henüz katileşmemiş, Bourdieu’ye has teorik “alet edevat kutusunun” henüz
oluşmamış olmasıdır. Sosyolojik bilgi üretiminde bu türden teorik katkıların
gebe olduğu çalışma potansiyelleri düşünüldüğünde bu anlaşılabilir bir sonuçtur.
Ancak bu dönemin Bourdieu sosyolojisinin özgün katkısını oluşturmaya katkısı
üzerinde giderek büyüyen bir literatür oluşmaktadır (Addi, 2002; Calhoun,
Türkçe’deki ilk Bourdieu çevirileri, görece birbirinden kopuk kalmış gibi görünmektedir.
Bourdieu sosyolojisi hakkındaki ikincil literatüre ağırlık vermekle birlikte, alanındaki halen en
kapsamlı çalışma için bkz. (Çeğin, Göker, Arlı ve Tatlıcan, 2001). Burada değinilmesi gereken
diğer bir husus, son yıllarda akademik değerlendirme kriterlerinde en önemli yeri İngilizce
yayımlanan indeksli dergilerin tutması gibi faktörlerin de etkisiyle, Fransızca sosyoloji felsefe ya da tarih literatürü, Anglo-sakson literatürde “tanınıp” kabul gördükten sonra Türkiye’de
tartışılmaya başlanmaktadır. Bu konuda, örneğin Foucault’nun alımlanması için bkz. (Ökten
Gülsoy, 2011).
2
Craig Calhoun 2006 yılında yayımladığı makalesinde, Cezayir dönemi eserleri henüz İngilizce’ye çevrilmediği için Bourdieu’nün eğitim konusundaki görüşlerinin Amerikan literatüründe çoğunlukla yeterince iyi değerlendirilmediğini belirtir.
1
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
3
2006; Wacquant, 2004; Yacine, 2004). Bunun yanı sıra, Türkiye gibi, piyasa
ilişkilerinin yayılma evreleri, köyden kente göç, geleneksel tarımda çözülme
açısından benzer süreçler gösteren ülkeler için Cezayir deneyimi, önemli dersler
barındırmaktadır.
Bir Deneyimin Kalıcı İzleri
Bourdieu, Cezayir deneyiminin, teorik çerçevesi konusundaki belirleyici
etkilerinden birçok kez söz etmiştir. Kendisiyle yapılan söyleşilerden birinde
(Bourdieu, 1987, s. 34) Centre de Sociologie Européenne’de yürüttüğü eğitim
ve kültür sosyolojisi konulu çalışmalarında kullandığı kavramların çoğunun
Cezayir’de gerçekleştirdiği etnolojik ve sosyolojik çalışmaların kazanımlarının
genelleştirilmesinden doğduğunu belirtmiştir. Öznel beklentilerle nesnel şanslar
arasındaki ilişkinin, Cezayirli işçilerde de, Fransız öğrencilerde de tezahür etme
biçimlerini örnek olarak gösterir ancak çok daha aşikâr olan bir aktarımın,
toplumsal faillerin bilişsel yapılarına ve sınıflandırma etkinliklerine yönelik
ilgisinde gerçekleştiğini belirtir. Eseri hakkındaki değerlendirmelerin yer aldığı
bir kitabın sonsözünde, bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Örneğin, başlangıçta, şerefin mantığını anlatabilmek için tasarlanmış simgesel sermaye için
olduğu gibi, Cezayir Kabiliyelileri hakkında geliştirdiğim sorun ve kavramları
–yalnızca Béarn bölgesindeki köylüler üzerine yaptığım erken çalışmalarıma
değil– Fransız toplumuna ilişkin çalışmalarıma da aktarmayı hiç bırakmadım”
(Bourdieu, 1993).
Cezayir deneyimini, felsefeden sosyolojiye geçişine eşlik eden dönüşümün en
kritik anı, hatta bir “eriştirme/erginleme” (initiation) olarak tanımlar. Bu, sadece –yine kendi deyimiyle– o dönem Cezayir’in bir tür toplumsal deney ortamı
oluşturması nedeniyle değil; savaş ortamında araştırma yapmanın, kendisini
düşünümsellik konusunda özellikle hassas kılmış olabileceği ve araştırmacının
konumu üzerine sürekli ve hayati bir uyanıklığın gerekliliğini vurgulamış olması
nedeniyledir (Bourdieu, 2004, s. 78).
Bourdieu’nün Cezayir’deki saha çalışmaları sırasında çektiği fotoğraflardan
oluşan serginin küratörlerinden Franz Shultheis, bu etkiyi şöyle tanımlamaktadır:
“Bourdieu sosyolojisinin en temel konuları, bu erken dönemde mevcuttur: Değiştokuşun altında yatan kurallar ve bu bağlamda geçerli olan
“bütüncül toplumsal olgular” kadar; iktisadileşmenin toplumsal bütünleşmesi, zaman yapısı, akılcılık, toplumların simgesel düzeni; cins, kuşak
4
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
ve toplumsal sınıflar arası tahakküm ilişkileri ve homo economicus’un
evrensel akılcı hesaplaması olması istenen şeyin tarihsel-toplumsal olasılık koşulları gibi sorunlar, o gün olduğu gibi, daha sonra da yazılarının
anahtar bilişsel meseleleri olmuştur. Etnoloji, antropoloji ve sosyolojinin
birbirine ayrılmaz bir biçimde bağlı olduğu ve Bourdieu’nün yakın
zamanda haklı olarak ‘en erken ve en aktüel çalışmam’ olarak nitelediği, böylece ilk kez, fotoğraf unsuruyla tamamlanan bu ufuk açıcı saha
araştırması, tüm temel biçimleri ve içerikleriyle Bourdieu sosyolojisinin
doğum hali konusunda bir görüş sunar” (Shultheis, 2007).
Cezayir yıllarının, Bourdieu üzerindeki kalıcı etkileri konusunda birçok
araştırmacı hemfikirdir. Bourdieu sosyolojisinin özellikle ABD’deki alımlanmasında kilit bir rol oynayan Loïc Wacquant (2004), erken dönem çalışmaları
arasında yer alan, bir anlamda Bourdieu’nün bilimsel habitusu üzerindeki
etkileri tartıştığı bir makalesinde3 özellikle Kabiliye ve Béarn üzerine yaptığı
çalışmaların çaprazlamasına çözümlenmesinin, teorik teşebbüsünü anlamak
bakımından esas olduğunu belirtir. Wacquant, Bourdieu’nün Cezayir’le ilgili
ilk ampirik çalışmalarında ortaya çıkan üç soru olduğunu ortaya koymaktadır:
1) Kapitalizm-öncesi bir ekonomiden, kapitalist bir ekonomiye geçişin
araçları, mekanizmaları ve etkileri nelerdir?
2) Bu geçiş, kendisini, buna maruz kalanların değişen bilinçlerinde,
zihinsel kategorilerinde ve özellikle de zaman kavrayışlarında ve duygusal
tutumlarında nasıl gösterir?
3) Sömürge (sonrası) ortamında iki sınıftan hangisi, sanayi işçileri mi,
köylüler mi devrimci bir güç olarak hareket edecektir ve proleterya ile
alt-proleterya arasındaki klasik ayrışmanın geçerliliği ortaya konabilir
mi?4 (Wacquant, 2004, s. 390)
Cezayir döneminin Pierre Bourdieu’nün sosyolojisinde gösterdiği Bildung
etkisini, özellikle ikinci sorudan yola çıkarak takip etmeye çalışacağımız bu
makalede, 1972’de Esquisse d’une théorie de la pratique’te yayımladığı üç makale,
ki bunlardan “La Maison Kabyle”, özellikle Anglo-Sakson akademik dünyada
antropolojinin klasikleri arasına girmiştir,5 ve sonrasında Le sens pratique’te geri
Makalenin yayımlandığı Etnography dergisinin bu sayısı, Bourdieu’ye hasredilmiş olup, içinde
kendisiyle yapılmış iki söyleşi, üç makalesinin İngilizce çevirileri ve üzerine yazılmış üç makale
bulunmaktadır.
4
Bu sorular, Jeremy F. Lane’in (2000) deyişiyle Durkheimvari bir “toplumsal morfoloji”
çalışması olan Sociologie de l’Algérie’den ziyade, Travail et Travailleurs ve Déracinement gibi ampirik çalışmaları için geçerlidir.
5
Bununla birlikte bu çalışmaların yoğun bir eleştirisinin mevcut olduğunu da hatırlatmak
3
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
5
dönüp teorisinin ana hatlarını kesinleştireceği dönemden daha öncesi, Cezayir
topraklarında yaşadığı dönemlerde yaptığı çalışmalar, yani Sociologie de l’Algérie
(Cezayir’in Sosyolojisi), Travail et travailleurs en Algérie (Cezayir’de Emek ve
Emekçiler) ve Le déracinement (Köksüzleşme) ile bir anlamda bu üç kitabın bir
sentezi niteliği taşıyan L’Algérie 60 (Cezayir 60)6 esas alınacaktır. Bourdieu’nün
Cezayir deneyimini önceleyen siyasal ve entelektüel ortamı değerlendirmek,
bu başlangıç deneyimini önceleyen koşulları anlamak bakımından önemli
görünmektedir.
Cezayir-Fransa: Siyasal Gerilimler ve Entelektüel Konumlanmalar
Cezayir’de genel valilik görevi de yürütmüş olan antropolog Jacques de
Soustelle, 1962 yılında yayımladığı anılarında 50’li yılların sonunda Fransa’daki
ve Fransız sayılan Cezayir’deki durumu şöyle aktarır:
“1958’in başında rejim o denli içeriden çürümüştü ki devirmek için
kuvvetlice üflemek yeterliydi. Aslında kendi hatalarının ağırlığıyla, genel
bir kayıtsızlığın ortasında yavaş yavaş kendiliğinde yıkılıyordu. Buna
karşı çıkmak için sokağa çıkan Fransızlar kadar, savunmak için inenler
de az sayıdaydı; öyle ki ne bağlılık ne saygı uyandırıyordu” (Soustelle,
1962, s. 1).
Fransa’da siyasal kriz, Cezayir meselesinin pekiştirdiği ve cepheleri ayrıştırdığı
bir düzlemde cereyan ediyordu. Cezayir’in Fransız kalması ya da bağımsızlaşması, aynı zamanda bu rejim sorununu elle tutulur hale getiren bir soruydu.
1954 yılında dönemin İçişleri Bakanı, daha sonraki Fransa Devlet Başkanı
François Mitterand’ın “Cezayir Fransa’dır” sözüne temel oluşturan pratikler,
sömürgeleştirmenin kendisi kadar eskiydi. Bu dönem tartışmalarında sık sık
dile getirilen olgulardan biri, Cezayir’in 1830 yılında, yani Savoie’dan (1860)
daha önce Fransız topraklarına katılmış olmasıdır. Birbirini takip eden sömürgeleştirme pratiklerinden en önemlilerinden biri, Sedan yenilgisi sonrası
topraksız kalan, Alsas ve Lorenli köylülere Cezayir’de toprak verilmesidir. Bu
şekilde gelen nüfusun “vatan hasreti” çekmemesi için bulunan çözüm, geldikleri
gerekir. “Batılılaştırma” (Reed-Danahay, 1995) ve “ikici tipolojilere hapsetme” (Lane, 2000, s.
112) gibi eleştiriler mevcuttur. Jane Goodman ve Paul Silverstein’ın (2009) derlemesi, tamamen Cezayir dönemi çalışmalarının eleştirisine hasredilmiştir ve Bourdieu’nün araştırmalarının
sömürge bağlamı içinde okunması gerektiğini öne sürmektedir.
6
Henüz Türkçe’ye çevrilmemelerine rağmen, metin içinde bundan sonra Türkçe adlarıyla
anılacaklardır. Aksi belirtilmediği sürece metin içindeki alıntıların çevirileri bana aittir.
6
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
bölgelerin özelliklerini yerleşim yerlerinde mimari olarak da tekrar etmemeleri, dolayısıyla kendilerini yabancı hissetmemeleridir.7 Sömürge otoritelerinin
Cezayir coğrafyasına müdahaleleri, öncelikle buraya yerleştirilen Fransızları göz
önüne almıştır. Bunlar arasında örneğin “Vichy havası”nın teneffüs edilebileceği
kaplıca bölgeleri oluşturmak bile vardır (Jennings, 2006’dan akt. Dodman,
2011). Bunları gerçekleştiren büyük şirketler, sömürgeci kapitalizmin öncü
kuvvetleridir.
Cezayir’de, başlangıçta Bourdieu’nün Pères Blancs olarak sık sık andığı,
misyoner rahiplerin8 yerli nüfus hakkındaki çalışmalarına ve oryantalistlerin
anlatılarına dayanan antropologların çalışmaları, özellikle Marcel Mauss’un
öğrencisi olan Germaine Tillion ve Jacques Soustelle’in varlığıyla başka bir boyut
kazanır. İlk kez 1934 yılında Mauss’un cesaretlendirmesiyle Ores bölgesinde
çalışmaya başlayan Tillion, savaşın başlamasından sonra Louis Massignon’un
önerisiyle François Mitterand tarafından göreve çağrılır. Çok değil, 20 yıl sonra Ores’e döndüğünde iktisadi bir yıkımla karşılaşan Tillion, yine Mauss’un
öğrencilerinden, valilik görevine getirilen Jacques de Soustelle’le işbirliği içinde
çalışarak, Cezayir toplumundaki dönüşümler konusunda uygun politikalar
üretmeye çalışan Fransız idaresine bir anlamda yol gösterir.
Soustelle’in kitabın başlığında sözünü ettiği ihanete uğrayan umut, De Gaulle’ün Cezayir rejimini adil kılmak için çalışmak yerine Fransa’dan ayrılmasını
hızlandırmasıdır. İngiliz sömürgeciliğinin colour bar saplantılı, cemaatleri kesinlikle birbirinden ayrı tutan politikalarının yanında, Fransızların kültürel anlamda
yerli halkı önemseyen politikalar ürettiğini varsayan bu yaklaşım (Soustelle,
1962, s.19), Fransız entelektüellerinin bir kesiminin Cezayir’in bağımsızlığından
ziyade, Cezayirlilere eşit yurttaşlık hakları konusunda mücadeleye ağırlık
vermelerine neden olmuştur. Soustelle döneminde kurulan Toplum Merkezleri
(Centres Sociaux) yerli halkla, sömürgeleşme sonrası yerleşen nüfus arasındaki
duvarları indirmeye yönelik bir girişimdi. Yine aynı dönemde kurulan Özel
İdari ve Toplumsal Birimler (SAS; Sections administratives et sociales), bu büyük dönüşümden kaynaklanan siyasi çalkantıları durdurmayı amaçlasa da,
savaş koşulları altında Bourdieu’nün nasıl çalışmış olabileceğine dair bize bir
Bu dönemde Fransa’dan gelen nüfus içinde sık gözlemlenen rahatsızlıklardan biri “nostalji”
üzerine ilginç bir çalışma için bkz. Dodman (2011).
8
1867’deki büyük açlığın ardında bıraktığı kimsesiz çocuklara bakmak üzere Cezayir’e yerleşen
bu rahipler, bekâret, yoksulluk ve itaat yeminlerine ek olarak, Afrika’yı Hıristiyanlaştırma yemini de etmişlerdi. http://www.africamission-mafr.org/ethnographie.htm.
7
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
7
fikir veriyor. Sömürge yönetiminin Ulusal Kurtuluş Ordusu (ALN, Armée de
Libération Nationale) etki alanını daraltmak için başvurduğu köy boşaltmalar
ve kimi zaman da savaş koşullarından yılan köylülerin kendi istekleriyle göç
etmelerinin kentlerin çeperinde yarattığı “kökünden koparılmış” yığınlar, daha
sonra Bourdieu ve çalışma arkadaşlarının araştırma evrenlerini oluşturacaktır.
Başvurulan politikalardan biri de Yeniden Gruplandırma Merkezleri adı verilen
yerleşim birimleri oluşturmaktır. 1962 yılında Müslüman nüfusun yaklaşık
beşte birinin bu kamplarda yaşadığı biliniyor. Bunlara topraklarını gönüllü
olarak terk edenler de eklenince, Cezayir’de nüfusun %50’sinin yer değiştirdiği
ortaya çıkıyor.
Tillion’un “berduşlaşma” (clochardisation) olarak adlandırdığı bu sürece,
Bourdieu de “gecekondulaşma” (bidonvillisation) (Bourdieu, 1961, s. 30) adını takacaktır. Burada, Bourdieu’nün Tillion’un temsilcilerinden biri olduğu
sömürge karşıtı tutuma yönelik eleştirilerine de değinmek gerekir. Tillion’un
L’Algérie en 1957’deki yaklaşımı (1957), Fransız hükümetinin, Cezayir halkı
üzerindeki modernleştirici etkisinin eksikliğinden doğan, daha iyi politikalarla aşılabilecek bir geleneksel/modern ikiliğini barındırmaktaydı. 9 Tillion’un
Aurés’te bir köylüden naklettiği, Sayad ve Bourdieu’nün daha sonra Köksüzleşme’de kullandıkları “Bizi dere geçidine getirdiniz, ortasında bıraktınız” cümlesi,
Fransızların gelenekselden moderne uzanan yolda Cezayir’deki yerli halklara eşlik
edebileceğine dair bir hayali temsil ediyordu. Bu yaklaşımı eleştiren Bourdieu, bu
halkların azgelişmişliklerinin sürdürülmesinde, sömürge yönetimlerinin rolünü
vurgulamıştır. Zaten 50’li yılların başında Michel Leiris ve Georges Balandier,
sömürge yönetimleri altında antropolojik çalışmanın eleştirisini oluşturmaya
başlamışlardır (Sacriste, 2011, s. 23). Ancak Tillion, piyasa ekonomisinin
girişinin nüfusun bir bölümü üzerindeki tahribatını gözlemlerken bunu yerli
inançların kaderciliğine bağlayanlara, yüzyıl önce Fransız köylüsünün temsili
olan Jacques Bonhomme’un da “Hıristiyan tevekkülü” nedeniyle suçlandığını
hatırlatır (Tillion, 1957, s. 31).
Dolayısıyla Bourdieu entelektüel sahneye girdiğinde, iktisadi dönüşümlerle
kültürel tutumlar arasındaki ilişki Cezayir bağlamında tartışılmaya başlanmışTillion, yıllar sonra geri döndüğü topraklardaki köylülerin durumunu böyle açıklamıştır.
Bıraktığında, hepsi çok sade ama aşağı yukarı eşit hayatlar süren kabile/aşiret bireyleri arasında
eşitsizliğin arttığını ve kötü duruma düşenlerin “aralık ile haziran arasında” ne yiyeceklerini
bilemediğini anlatır.
9
8
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
tır. Bourdieu, daha sonra Cezayir’de emek ve emekçiler’de de adını vermeden,
Aurés bölgesindeki bağlamın arkaik bir ekonomiyle modern bir ekonominin
çarpışmasının bir sonucu olarak açıklanmasını iki açıdan yetersiz bulur: Aurés
gibi görece kapalı bir bölgedeki sonuçları tüm Cezayir’e yaymak doğru değildir;
özel mülkiyetin yaygınlaşmasını hızlandıran yasaların geleneksel toplumsal
bağları zayıflattığını ve zaten parasal alışverişlerin yaygınlaşmasıyla başlamış
bulunan ekonomik bireyciliği cesaretlendirdiğini vurgular. Yine bir diğer itirazı, kültürsüzleştirmeyle kültür etkileşimi arasındaki farkın iyice görülmesi
gerektiğiyle ilgilidir. Gerçekliği kâle almayarak ve direnişe aldırmayarak kendi
idari ve hukuki normlarını dayatan sömürgeci yönetimin müdahalelerinin hızı
ve sertliği özellikle kırsal kesimde geniş çaplı bir kültürsüzleşmeye (déculturation) neden olmuştur. Cezayir konusunda sömürgecilik karşıtı tutumlarından
etkilendiği ama çözümlemelerini ve bunlardan çıkardıkları sonuçları eleştirdiği
diğer entelektüel figürler Jean-Paul Sartre ve Franz Fanon’dur.
Sartre’a Karşı: Entelektüel Konumlanma ve Sosyoloğun Rolü
Fransa’da Cezayir konusunda gerçek bir sorgulama II. Dünya Savaşı’ndaki
yenilginin ardından gelmiştir. İleriki yıllarda Bourdieu’yü Sorbonne’a asistanı
olarak çağıracak olan Raymond Aron, 1957’de yayımladığı La tragédie Algérienne’de sömürge yönetimine son verilmesi gerektiğini belirtmişti. Sartre ve
Camus de, 1956’da farklı nedenlerle bile olsa Fransa’nın Cezayir konusundaki
politikasını değiştirmesi zorunluluğunu ortaya koymuşlardı. 1958 yılında kurulan Audin Komitesi, adını işkence olaylarını ortaya koyduğu için Cezayir’de
polis tarafından gözaltına alınan ve sorguda ölen matematik asistanından almıştı (Vidal-Naquet, 1998). Özellikle sol cenahtan Fransız entelektüellerinin
Cezayir’de yürütülen savaşa karşı oluşturdukları ilk büyük girişim, 121’ler Manifestosu, aynı anda İtalya’da Tempo Presente’de, Almanya’da Neue Rundschau’da
yayımlanırken Fransa’da Les Temps Modernes’de, matbaa basmayı reddettiği için
iki boş sayfa halinde çıkıyor ve daha sonra Bourdieu’nün kendi kitap dizisini
başlatacağı Editions de Minuit tarafından basılıyordu. Bu manifesto Cezayir
halkına karşı silah almayı reddetmenin meşru olduğunu ilan ederken, hemen
ardından çıkan Fransız Entellektüellerinin Manifestosu, 121’leri Fransa’nın ve
hatta Batı’nın yıkımını istemekle suçlayacak kadar ileri gidiyordu.
David Swartz (Swartz ve Zolberg, 2005, s. 335) gibi yazarların Bourdieu’nün
entelektüel konumlanma konusundaki eleştirilerini Sartre ve Foucault’ya al-
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
9
ternatif olarak tanımlamalarına rağmen, Bourdieu’nün 50’li yılların iki devi,
Sartre ve Lévi-Strauss’un karşısında ve etkisinde gerçekleşen entelektüel konumlanmasıyla Michel Foucault’nunki arasında başlangıçta büyük bir benzerlik
vardır. Foucault, “spesifik entelektüel” modelini, Sartre’ın oluşturduğu “total
entelektüel” modeli karşısında bir alternatif gibi sunmuştur. Sartre’ın temsil
ettiği özne felsefesine karşı konumlanmak her ikisi için de temeldir. Ancak bu
karışık bir ilişkidir. Bourdieu, Franz Schutheis’la yaptığı bir söyleşide “Sartre bir
üslup, bir ton başlatıyordu... Başka bir bağlamda Heidegger’in etkisine oldukça benzerdi: hayatın içine felsefe koyduğu izlenimini veriyordu. Bir romanın
olabilecek bir dille, gündelik şeylerden söz ediyordu ve genç bir filozof çömezi
için çok heyecan vericiydi” (Bourdieu, 2001, s. 194) der. Bu karmaşık ilişkinin
Cezayir deneyimiyle ilişkisini çözümleyen Lahouari Addi’ye göre Bourdieu,
Sartre’ın özne felsefesini reddetmeye Cezayir çalışmalarıyla, Lévi-Strauss’un
antropolojisine yaslanan zihinsel yapılar kavramıyla başlamıştır ancak ona,
Cezayir toplumunun görünenin ötesindeki özünü anlamaya çalışma sezgisini
veren de Sartre okumasıdır (Addi, 2002, s. 29). Addi, “Cezayir’in sosyolojisi’nde
ele alınan bazı sorunlar için Sartre’ın Varlık ve hiçlik’inin bir okuması örtük bir
referans oluşturur,” diyen Derek Robbins’le aynı çizgidedir.
Bununla birlikte Bourdieu, Sartre’ın (ve Fanon’un)10 Cezayir konusundaki
konumlanmalarını, entelektüel sorumsuzlukla niteler. 1994 yılında Amerikalı
tarihçi James D. Le Sueur’e verdiği bir mülakatta (2005, s. 282)11 Fanon ve
Sartre’ın metinlerini sorumsuz ve hatta megalomanca bulduğunu, ikisi için de
büyük bir hayranlık beslemesine rağmen haklı oldukları noktalarda bile nedenlerini yanlış bulduğunu belirtir. Le Sueur, Bourdieu’nün Sartre (ve Fanon’un)
savaşa karşı olmasını, “121”lerle12 birlikte aldığı konumu “çok iyi”, hatta
“olağanüstü” bulduğunu, ancak yazdığı metinlerin çoğunun propagandadan
ibaret, entelektüel anlamda sorumsuzca, bir anlamda modaya uygun olarak
gördüğünü aktarır. Sadece siyasal konumlanma açısından değil, çözümleme
açısından da eleştirileri vardır:
“Fanon’un belirttiği siyahlara karşı ırkçılık konusundaki bedensel kimlik
sorunları, Cezayir örneğinde aynı şekilde tezahür etmez. Bir Cezayirli’nin, sorunlarını siyahlar gibi sunduğunu hiç duymadım. Elbette bir
Fanon’u Cezayir hakkında isabetli olmayan görüşler üreten Parizyen bir çerçevede kalmakla
eleştirir (Bourdieu, 1987).
11
Bourdieu, Le Sueur’ün kitabına aynı zamanda bir önsöz de yazmıştır.
12
Cezayir’deki savaşın meşruluğunu sorgulayan ilk imza metni kastedilmektedir.
10
10
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
aşağı görülme durumu var ama Fanon’un yazdığı temelde değil [...]
Siyahların sorunlarıyla Cezayirlilerin sorunları aynı değil. Cezayirliler
için yoksulluk, aşağılanma, Fransızlaştırma ve dil meseleleri var ama
Fanon’un bedensellik konusunda iddia ettiği derecede yoğunlaşmış
değil. Arada büyük bir fark var... Cezayirli kadınların bedenleriyle çok
farklı bir ilişkileri var. Fanon’un geliştirdiği mantık, Kuzey Afrikalılar
(Maghrébins) için aynı önemi taşımıyor” (Le Sueur, 2005, s. 282).
Daha ileride görebileceğimiz gibi, Bourdieu köylülük konusundaki yaklaşımlarında da Fanon’un karşısında yer almıştır.
Akdeniz’in Öbür Yakasına Geçerken
Fransa’nın en iyi okullarından birinden gelen genç bir filozof adayı olarak
Pierre Bourdieu, yukarıda tanımladığımız siyasal koşulların ve entelektüel
tartışmaların oluşturduğu zihinsel birikimle yola çıkmaktadır. 1955 yılında
askerlik hizmetini yapmak üzere Akdeniz’in öte yakasına geçen gemide kendisi
gibi iyi bir eğitimden geçmiş yedek subaylarla değil kendi deyişiyle “Mayenne’in, Normandiya’nın okuma yazma bilmezleriyle” bir arada olmasının nedeni,
hem askerliği için bir anlamda oraya sürülmesidir13 hem de onlarla bir arada
bulunmak istememesidir. Cezayir konusundaki düşünceleri, “Cezayir Fransızdır” diyen subaylarla uyuşmamaktadır (Bourdieu, 2004, s. 56-58). Cezayir’in
sosyolojisi kitabını yazmasını sağlayacak koşullar ise, ailesinin, doğduğu bölgeden,
Béarn’dan hemşehrisi bir albayın korumasını sağlamasıdır. Genel Vali’nin basın
bürosunun yöneticisinin olumlu yaklaşımı sayesinde, yazmak için gerekli zamanı
bulacaktır. Burada da “bir işe yarama” saiki belirgindir: vahşi bir savaşın vicdan
azabını gidermek. Kitabın çıktığı Que sais-je (Ne biliyorum?) başlıklı koleksiyon,
belli başlı konulara giriş niteliği taşıyan bir düzey gerektirmektedir. Gerçekten
de kitap, Cezayir toplumunu oluşturan farklı etnik unsurların, toprak rejimi ve
aile yapıları esasına dayalı bir gruplandırmasını yapar. Bir anlamda, Akdeniz’in
öte yakasından bakıldığında, bir bütün olarak görülen Cezayir toplumunun
parçalı yapısını, onu oluşturan grupların özgül niteliklerini inceleyerek, sömürgeci zihniyetin “Araplar” diyerek tek bir kategoriye sıkıştırdığı bir halkın
çoğulluğunu ortaya koymaktır. Kitabın giriş kısmında Arap yazarların, Hz.
Ömer’e atfettikleri “[Kuzey] Afrika fırkadır” sözünü aktarır (Bourdieu, 1958, s. 3)14
Dönemin Cezayir savaşına karşı tutumuyla bilinen L’Express dergisine abone olması bu konudaki tavrının subaylar tarafından öğrenilmesine neden olmuştur.
14
Afrika’yı oluşturan sessiz harflerin fırkadan türediği ima edilmektedir.
13
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
11
ama sadece farklılıkların üzerinde durmakla derinden ortak bir kimliği gözden
kaçırma tehlikesini de akılda tutar. Cezayir’i Kuzey Afrika’dan yalıtılabilecek bir
bütünlük içerdiği için değil, tam bir sömürgeleştirmenin etkilerinin en yoğun
olduğu coğrafya olarak ele aldığını belirtir. Sömürgeleşmeyle birlikte gelen
yıkım ve yeniden yapılanmanın yasalarını şöyle sıralamaktadır:
“[...] eşitsiz değişim oranları yasası, kültürel sistemin bazı veçheleri
diğerlerinden (örneğin bir tarafta demografi diğer tarafta iktisat ve
teknikler) daha hızlı dönüştüğünden derin bir dengesizlik ortaya çıkar;
iki sistem arasında olası ödünçlerin sınırını tanımlamaya izin veren
farklı bağdaşırlık yasası, bu sınırı geçmek ancak toplumun bütünsel bir
dönüşümüyle mümkün olur; ödünç alınanın, karşılama bağlamına göre
yeniden yorumlanmasını sağlayan bağlam yasası; yerli kültürel özelliklerin anlamlarının, yeni bir kültürel bütüne yerleştiklerinde derinden
değişmesini gösteren ölçek değişimi ve kültürel çerçeve değişimi yasası;
nihayet bazı durumlarda radikal ve bütünsel bir altüst oluşun gerçekleşmesi için bir ayrıntının değişiklik göstermesinin yeteceğini öngören
kültürel unsurların birbirine bağlılığı yasası” (Bourdieu, 1958, s. 108).
Bu değişimlerden nasibini alan unsurlardan biri de Cezayir toplumunun
İslamiyet’le olan ilişkisidir. Göçle birlikte gelenekten kopuş, üyeleri birbirine
kutsal bağlarla bağlı aşiretten, fabrikaya ve atölyeye geçiş, geleneksel dinselliğin
kök saldığı toprağı da ortadan kaldırmıştır. Tarihsel anlamda İslamiyet’in Kuzey
Afrika’ya özgü şekillenmelerini tartıştığı kısa bölümde (Bourdieu, 1958, s. 96107), her ne kadar geleneksel hayatın her anını örgütleyen dinsel boyuta dikkat
çekse de, onu bütün kültürel fenomenlerin belirleyici nedeni kılan açıklamaları;
dini iktisadi ve toplumsal yapıların basit bir yansıması kılan açıklamalar kadar
yersiz bulduğunu belirtir. Aynı dogma adına son derece farklı iktisadi sistemlerin
ve siyasi düzenlerin haklı kılınabileceğine, yaşayan İslamiyet ile sanayi devrimi
geçirmemiş uygarlıklar arasında özellikle iktisadi tutumlar açısından benzerlikler
bulunduğuna dikkat çeker.15 Müslüman toplumun “teolojik durumuyla” İslam
dininin teolojisinin birbirine karıştırılmaması gerektiği konusundaki uyarısı
bugün de geçerliliğini korumaktadır.
Bu yaklaşımda, antropolog Reed-Danahay’in (1995) Bourdieu’nün eğitim konusundaki çalışmalarının Oksidantalizmle ilintilendirilebilecek ideolojik taraflılıklar içerdiği eleştirisine paralel görülebilecek bir gelenek ve modernlik dikotomisi gözlemlenebilirse de bu ilk
çalışmanın daha çok sömürge karşıtı siyasi bir konumlanma amacı taşıyan, önceki çalışmaların
bir sentezi niteliği taşıdığını unutmamak gerekir.
15
12
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Kitabı yazarken, bir yandan da akşamları, Husserl’de zamansal deneyimin
yapısı üzerine çalışmaya devam etmektedir. Derek Robbins, Bourdieu’nün
Kabiliye’deki köy hayatında yapılandırılmış bir zaman duyusunun bulunmayışını, mevsimlerin ritmiyle uyum içinde sürekli bir şimdiki zaman halinin
hakim oluşu konusundaki gözleminin, habitus kavramının oluşmasındaki
öneminden söz etmektedir (Robbins, 2000, s. 28). Bourdieu, “zaman” kavramı
etrafındaki sorgulamalarının Cezayir deneyimiyle karşılaşmasının sonucunu,
kendisiyle 1986 yılında Theory and Society dergisi için yapılmış bir söyleşide,
şu şekilde aktarmıştır:
“Şeref konusundaki en eski çalışmalarımda, bugün sorduğum soruları
bulursunuz: Tanınma için verilen bütün mücadelelerin toplumsal hayatın
temel bir boyutu olduğu ve bu mücadelelerde bahis konusunun belli bir
tür sermayenin, nam anlamında şerefin, saygınlığın biriktirilmesi olduğu
ve dolayısıyla tanıma ve tanınma üzerine kurulu sermaye olarak simgesel
sermaye birikiminin özgül bir mantığı olduğu düşüncesi; ne bilinçli
ne hesaplı, ne de mekanik olarak belirlenmiş olan, pratiğin yönelimi
olarak strateji düşüncesi; pratiğin, özgüllüğü zamansal yapısında yatan
bir mantığı olduğu düşüncesi” (Bourdieu, 1987, s. 33).
Bourdieu bu dönemde kendisini “siyasi bir pedagoji çalışması” adını verdiği
şey nedeniyle geçici olarak etnolojiye ve sosyolojiye başvuran bir felsefeci olarak
görür. Ona göre, bu geçici durumun kalıcılaşması, Lévi-Strauss’un çalışmaları
–Fransızca’da etnoloji olarak adlandırılan disipline, İngilizce’de olduğu gibi
antropoloji adını vererek bir anlamda Almanca’daki saygın değerini kazandırması– sayesinde kolaylaşmıştır.16 Antropolojinin, yalnızca “uzak” kabileleri değil,
modern toplumları da anlamak ve açıklamak için başvurulabilecek bir disiplin
olarak görülmeye başlanması, “saygınlığının” artmasıyla eş zamanlıdır.17 Bour16
Bourdieu, bu noktada aynı sıralarda Foucault’nun Kant’ın Antropoloji’sini çevirdiğini hatırlatır. Foucault, daha sonra Kelimeler ve Şeyler (Les Mots et les Choses) adlı kitabı nedeniyle çıktığı
bir televizyon programında bizim dünyamızın bir antropolojisini yapmak istedim diyecektir.
Lectures pour tous - 15/06/1966 - 14min35s.
http://www.ina.fr/art-et-culture/litterature/video/I05059752/michel-foucault-a-propos-dulivre-les-mots-et-les-choses.fr.html.
17
Bourdieu, Awal dergisinin çıkışı dolayısıyla Kabiliyeli yazar Mouloud Mammeri’yle yaptığı
söyleşide etnolojiyi, kendini tanımanın çok önemli bir aracı, fantezilerin ve korkuların ilkesi
olan temsilleri, zihinsel yapıları, bir anlamda kültürel bilinçdışını ortaya çıkarmaya elverişli
bir tür toplumsal psikanaliz olarak nitelemekte ve Cezayir’de etnolojinin bir sömürge bilimi
olarak bir köşeye atılmamış olmasından duyduğu memnuniyeti dile getirmektedir. Mammeri,
cevabında yine de resmi ideolojinin yaklaşımını gösterme ihtiyacı duyar: 1974 yılında Cezayir’de yapılan Uluslararası Sosyoloji Kongresi’nde Milli Eğitim Bakanı’nın sosyolojiyi gelişmiş
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
13
dieu, Cezayir deneyimini retrospektif olarak değerlendirdiği bir konuşmada18
1950’lerin sonunda, Kuzey Afrika konusundaki çalışmaların oryantalist geleneğin hakimiyetinde olduğunu belirtir. O dönemin sosyal bilimler hiyerarşisinde,
sosyoloji Amerika ve Avrupa halklarıyla, etnoloji ilkel topluluklarla, oryantalizm
de evrensel bir dini ve dili olan Avrupa-dışı halklarla ilgilenmektedir. Kabiliye
halkları konusundaki çalışmasını da oryantalizm ve etnoloji arasında “tuhaf ” bir
yerde konumlandırır. Bu tuhaf konumun, bu disiplinlerin geleneksel nesnesiyle
yeni bir ilişkiye girmesini sağladığını belirtir (Bourdieu, 2000, s. 41). Tassadit
Yacine, Bourdieu’nün Cezayir konusundaki bu ilk çalışmasında henüz ülkeyi
sadece okuduklarından tanımasına rağmen yaptığı isabetli tahlilleri, Genel
Vali’nin basın bürosunda çalışırken erişebildiği kaynakların genişliğine ve yerel
araştırmacılarla kurduğu ilişkilere bağlar (Yacine, 2004). Daha sonra Cezayir
Üniversitesi’nde ders verirken devam ettireceği bu ilişkiler, üniversite çevresiyle
sınırlı kalmayacaktır: İlkokul öğretmenleri, rahipler, gazeteciler ve öğrenciler
Cezayir toplumunu daha yakından tanımasına yardım edeceklerdir. Örneğin, Le
Sueur’ün kitabının önsözünde andığı, Fransız aşırı sağ örgütü OAS tarafından
öldürülen ilkokul öğretmeni ve romancı Mouloud Feraoun, Cezayir üzerine
yazdıklarını okuyup yorumlayan ilk kişilerdendir.
1958-1961 yılları arasında Cezayir Üniversitesi’nde bir yandan felsefe ve
sosyoloji dersleri verirken bir yandan da öğrencileri ve meslektaşlarıyla birlikte
araştırma yapmaya başlayacaktır. Askerlikten sonra Cezayir Üniversitesi’nde ders
vermeye başladığında henüz bir sosyoloji bölümü yoktur. Daha sonra birlikte
çalışacağı öğrencisi Abdelmalek Sayad, Bourdieu sayesinde ilk kez, toplumsal
gerçeklik üzerinde bilimsel olarak çalışmanın mümkünlüğünü anladığını belirtir (Sayad 2002). Ders verdiği ortam, “Cezayir Fransızdır” görüşünün hakim
olduğu, tersini savunan öğretim üyelerinin linçe varabilecek baskılara maruz
kaldığı bir durumdadır. Üniversitede verdiği konferansın başlığının “Cezayir
Kültürü” olması bile sorun yaratır ve bir tür provokasyon alarak görülür: Cezayir için bir kültürden söz etmenin bile siyasi olarak sakıncalı görüldüğü bir
ortamda, Fransız aşırı sağı tarafından mimlenecek, Cezayir’den ayrılana kadar
tehlike altında yaşayacaktır. Bu koşullarda yaşamak ve çalışmak, araştırma
toplumlarla özdeşleştirerek olumladığını, etnolojiyi ise sömürge toplumlarıyla özdeşleştirerek
reddettiğini belirtir (Bourdieu ve Mammeri, 2003, 9-18).
18
21 Mayıs 2000 tarihinde Institut du Monde Arabe’da yaptığı “Retour sur l’expérience algérienne” başlıklı konuşmanın metni için bkz. Awal, No: 21, 2000, s. 5-10.
14
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
teknikleri ve araçları konusunda da daha yaratıcı olmasını zorunlu kılmıştır.
Giysilerin tanımlanmasından yerleşim yerlerindeki anketlere, fotoğraflardan
köşebaşlarındaki konuşmaların kayıtlarına, arşivlerden okullardaki testlere ve
Toplum Merkezleri’ndeki tartışmalara kadar uzanan geniş bir yöntem yelpazesi, Cezayir’den başlayarak, sahaya uygun bilgi edinme teknikleri konusundaki yaratıcılığını çeşitlendirmiştir. Fondation Bourdieu’nün kurucusu Franz
Schultheis’la yaptığı bir söyleşide (Bourdieu, 2007) Rorschach testlerine bile
başvurduğunu belirtmektedir:
“[...] durmadan kendi kendime şöyle diyordum: ‘Benim zavallı Bourdieu’m, sahip olduğun bu zavallı araştırma teknikleriyle bu işin üstesinden
gelebilecek seviyede değilsin, her şeyi bilmek gerek, her şeyi anlamak,
psikanalizi, ekonomiyi.’ Rorschach testleri uyguladım; anlayabilmek
için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Aynı zamanda ayinler hakkında
veri toplama niyetim vardı, örneğin baharın ilk gününü kutlamak için
yapılanlar gibi. Oradaki insanlar bana bir sürü masal anlattılar, canavar
masalları ve o anda oynamaya başladıkları oyunları [...]”
Bu libido sciendi, “sömürgeci kapitalizmin ve bağımsızlık savaşının toplumsal afetinin haritasını çıkarabilmek için etnografiyle istatistikleri, mikroskopik
yorumlarla makroskopik açıklamaları bir araya getiriyordu” (Wacquant, 2002).
Daha sonra, Bourdieu’nün ayırt edici çizgisi haline gelen, sosyoloji ve
antropolojinin yöntemlerini bir arada kullanma ve bunlar arasındaki yapay
sınırları tanımama, Cezayir çalışmalarının en başından beri karşımıza çıkan bir
tutumdur. INSEE’nin (Institut national de la statistique et d’études économiques;
Ulusal İstatistik ve İktisadi İncelemeler Enstitüsü) Cezayir şubesinin istatistik
verileriyle katılımcı gözlemi, sistematik olarak birbiriyle iletişime geçirilecek
bilgi kümeleri olarak değerlendirir. Bourdieu’nün terimleriyle, o dönemde Cezayir’deki araştırma evreninin olasılıkları açısından düşünürsek, bunun pratik
anlamda mümkün olmasının nedenlerinden biri de bu istatistik çalışmaların
varlığı ve bu çalışmaları yapan istatistikçilerin Bourdieu’nün işbirliğini talep
etmeleridir. 1958 yılında Alain Darbel’in çalışmaları, 1959 yılında yapılan genel
nüfus sayımında ortaya çıkan zorluklar, gelişmiş ekonomiler için hazırlanan
ölçme tekniklerinin, Cezayir türü ekonomilere doğrudan uygulanıp uygulanamayacağı sorusunu devreye sokmuştu. Bourdieu’nün Cezayir’in Sosyolojisi
kitabını hazırlarken ARDES’e (Association de recherche sur le développement
économique et social; İktisadi ve Toplumsal Gelişme Araştırmaları Derneği)
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
15
yaklaştığı düşünülür (Seibel, 2005, s. 91). Bu iki kurum, Bourdieu ve arkadaşlarından, daha sonra Emek ve emekçiler ile Köksüzleşme’ye kaynaklık eden
araştırmaları talep edecektir.
Cezayir’de Emek ve emekçiler olarak tamamı yayımlanan, Alain Darbel ve
Claude Seibel’in 1960 yılındaki nüfus sayımının bir uzantısı olarak yürüttükleri “İş ve Mesleki Formasyon” araştırmasının sonuçlarında iş tanımına dair
bazı karanlık noktalar belirir. Bunun üzerine Darbel ve Seibel, Bourdieu’ye üç
ayaklı bir çalışma teklif ederler (Seibel, 2005, s. 94). İlk olarak soru formuna
dayalı istatistik bir çalışma, ikinci olarak sosyolojik bir anket, üçüncü olarak
etnografik amaçlı yarı-yönlendirilmiş görüşme. Bunlardan son ikisini, Bourdieu ve öğrencileri üstlenir. Alain Darbel’le daha ileride müzeler hakkındaki
araştırması Amour de l’art’da19 birlikte çalışacaktı. Fransa’da gerçekleştirdiği tüm
araştırmalarda istatistikçilerden matematikçilere, antropologlardan iktisatçılara
kadar çok farklı disiplinlerden gelen araştırmacıları bir araya getirmiştir. Araştırma yöneticisi olarak gücü ve tecrübesi, sosyolojisinin önemli kozlarından
biri haline gelecektir20.
Yine daha sonra sürekli olarak başvuracağı ekipler halinde çalışma ve işbirliği,
Cezayirli sosyolog Abdelmalek Sayad ve Cezayir Üniversitesi’ndeki arkadaşlarıyla
başlattığı bir pratiktir. Örneğin Emek ve emekçiler, sadece son bölümünü tek
başına kaleme aldığı bir ekip araştırmasıdır. François de Singly’nin eleştirel bir
bakış açısıyla belirttiği gerçek, sosyoloğun gelecek çalışmalarında da gözlemlenecek olan olumlu katkısını oluşturacaktır: Bourdieu gerçekten de “kolektif bir
teşebbüsün özel adı” (De Singly, 1998) olacaktır. Cezayir’den döndükten sonra
Béarn köylüleri arasında çalışırken Sayad yine yanındadır. Araştırma çalışmasını,
teorik bir başlangıç ve ampirik veriye varış gibi teleolojik bir çizgiden çıkaran,
sürekli olarak teori ve pratiği bir arada düşünen yöntemi, Cezayir ve Béarn’daki
evlilik stratejileri çalışmalarının öğrettiklerini yeniden düşündüğü Le sens pratique
(Pratik duyu) adlı eserinde, habitus kavramını şekillendirmesini sağlayacaktır.
Türkçe’ye Sanat Sevdası adıyla, Sertaç Canbolat tarafından çevrilmiştir.
Örneğin Un Art Moyen’e kaynaklık eden araştırma Kodak firması tarafından, müzeler konusundaki araştırma da Kültür Bakanlığı tarafından sipariş ve finanse edilmiştir. Bourdieu’nün
yöntemini mümkün kılan çok kanallı yaklaşım ve bu denli büyük ekiplerle çalışmak ancak bu
tür olanaklarla mümkün olabilmektedir. Bourdieu ve çalışma arkadaşları burada, büyük ölçekli, maddi koşulları yeterli araştırmalar yapmışlardır. Bu tür bir sosyolojinin gerçekleştirilebilir
olduğu maddi ölçek önemlidir. Bourdieu’nün bilimsel alanın özerkliğine verdiği önemin yanı
sıra bu araştırmaların yapılma ve yayımlanma aşamasındaki özgürlüklerinin bilimsel tarafsızlık
açısından bir ön koşul oluşu, bu anlamda üzerinde durulmaya değer bir konudur.
19
20
16
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Daha sonra düşünümsellik adı altında teorik çerçevesini kuracağı kavram,
bilimsel hayatının bütününe damgasını vuran bir pratiğin düşünülmesinden
kaynaklanır. Kabiliye ve Béarn’ı birlikte okumanın, antropolojiyle sosyolojide
nesne ile ilişkilerin yapısını yeniden düşünmek için yarattığı fırsat, Bourdieu’yü
oyuna dışarıdan bakabilmek amacıyla, bilgiyi öznel olmaktan çıkarmak için
gözlemcinin kendisini nesneleştirmesi, yani önce kendisini bahis konusu yapması gerekliliğine ikna eder. Béarn’daki çocukluk deneyimleri Cezayir’i dönemin sömürgeci ve karşı-sömürgeci kalıplarından öteye giderek, sömürgeci
kapitalizmin girişi karşısında çözülen köylülük deneyimi olarak anlamasını
sağlayacaktır. Köylülük aynı zamanda siyasi olarak da onu meşgul etmektedir.
Dönemin devrimci entelektüellerinin, Çin ve Sovyet modelleri konusundaki
tartışmalarında işçilerin ve köylülerin devrimci potansiyellerinin farklılıkları
ve benzerlikleri önemli bir rol oynamaktadır. Cezayir’deki istatistiklerden yola
çıkarak oluşturdukları parametreler, proletarya-altı olarak nitelenen, özellikle
topraksız kalmış köylülerden oluşan kitlenin değişme iradesine rağmen, kendilerini bilinmeye karşı koruyan geleneksel yapılardan vazgeçmek istemediklerini
ortaya koymaktaydı. 1962 yılında yayımlanan Yarının Cezayir’i başlıklı bir
kitaba yaptığı katkıda (Bourdieu, 1962, s. 7) köylülerden devrimci bir güç
olarak değil, devrimin bir gücü olarak söz etmiştir. Bu noktada Fanon’dan
ayrışacaktır. Bugünün yükü altında fazla ezilenler ütopik bir geleceği kuracak
büyülü ve doğrudan inkârı gerçekleştiremezler. Dolayısıyla Fanon’un sömürge
toplumlarında düzenli işi olan kesimleri konformist olarak niteleyen yaklaşımına
karşın, proleteri alt-proleterden farklılaştıran ayrımın, gelecek tasarımlarıyla ilgili
sonuçlarının, devrimci bir tahayyülü ancak proleterler için mümkün kıldığını
öne sürer. Burada bir kez daha çözümlemesinde zaman boyutunun tuttuğu
yer dikkatimizi çekiyor.
Zaman deneyimi konusundaki felsefi birikimi, hem köylerde yaptığı anketler sırasında köylülerin deneyimine başka bir gözle bakmasını sağlayacak
hem de özellikle Cezayir’de Emek ve Emekçiler ile Köksüzleşme çalışmalarında
kapitalizmin girişi, geleneksel işbölümü ve emek zamanı arasındaki ilişkileri
çok boyutlu değerlendirebilmesine olanak tanıyacaktır. Bu iki kitap, kapitalizm
öncesi iktisadın özgül mantığını, zamanla, hesapla, öngörüyle ilişkisini, ticari
olmayan alışverişler, onur ve simgesel sermaye bağlantılarını çözümlemeye
koyulacağı çalışmalardır.
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
17
Bu çalışmaların Fransa’daki siyasal çevrelerde nasıl karşılandığı konusunda,
Kapital’i Okumak’ın ortak yazarlarından biri, kendisi de Bourdieu gibi ENS
(Ecole Normal Supérieur) mezunu Fransız sosyolog Roger Establet’nin tanıklığına başvurursak, akademik olarak oryantalistlerle antropologlar arasında
tanımladığı çalışmaları, siyasal olarak da radikallerle reformcular arasında gri
bir alanda görülür. Establet’ye göre Cezayir’de emek ve emekçiler için yazdığı
tanıtım yazısını ileten kişi Althusser olmasaydı yazının Komünist Parti’nin yayın
organında basılması mümkün olamayabilirdi çünkü Bourdieu’nün çalışmaları
yeterince “doktriner” bulunmuyordu (Ökten Gülsoy, 2010).
Köksüzleşme: Mecburiyetten Erdem Çıkarmak21
Bourdieu ve Sayad’a göre, 1955-1962 yılları arasında Cezayir toplumunun yaşadığı çalkantıların en önemli nedenlerinden biri, “nüfusun yeniden
gruplandırılması” adı altında yürütülen politikalardır. Bourdieu ve Sayad, bu
önlemleri, etkileri açısından XIX. yüzyılın büyük toprak yasalarının bir devamı
olarak görürler. Doğdukları yerden kopartılarak, o zamana kadar bir araya gelmedikleri gruplarla, o zamana kadar deneyimleme düzeyleri eşitsiz olan bir para
ekonomisi çerçevesinde bir arada yaşamak zorunda olan bu grupların kolektif
savunmalarının zayıfladığına işaret eden yazarlar, yüzyıllardan süzülen bir yaşama
sanatının, mekan ve zamanla ilişkinin artık geçersiz hale gelmesinden duyulan
sıkıntıyı aktarırlar. Kullandıkları ifadeler, karşılaştıkları durumların gücünü ve
alt üst ediciliğini yansıtır: “Kutsanan toprağın hizmetkârlarının son nesli”22 artık
nefret ettiği bir koşulun kölesi haline gelmiştir. Marx’tan “insan, miras aldığı
ve ona sahip olan toplumsal sermayelerin kölesidir” cümlesini sık sık alıntılar.
Cezayir’in sosyolojisi’nden beri geleneksel mülkiyeti ifade eden bölünmezlik
(indivision); yerini toprağın, ailenin, aşiretin, kabilenin parçalanmasına (désagrégation) bırakmaktadır. Toprak rejiminden başlayarak akrabalık, kültür,
din ve siyasetin birbirinden ayrılmazlığı sona ermiştir. Bu çözülme, başka bir
birleşmeye işaret edecektir: Daha sonra bir veçhesine Béarn’daki evlilik piyasasının birleşmesi adını verdiği bu süreç, o zamana dek yalıtılmış durumda
Fransızca’da faire de nécessité vertu.
Köksüzleşme, kitap olarak yayınlanmadan önce bir bölümü, Fransızca’da bir köy araştırmaları
dergisinde yayınlanmıştır. Bourdieu P., Sayad Abdelmelek, “Paysan Déracinés. Bouleversement
morphologiques et changements culturels en Algérie”, Etudes rurales, 12, 1964, s. 56. Aynı
bölüm İngilizce’de 2004 yılında yayınlanmıştır. Bourdieu P., Sayad Abdelmelek, “Colonial Rule
& Cultural Sabir”, Etnography, Cilt. 5, Sayı. 4, Aralık 2004, s.445-486.
21
22
18
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
değilse bile, kendi koşullarıyla tanımlı yaşayan insan gruplarının zorunlu ya da
seçilmiş koşullarda bir araya gelmesidir. Bu, Tillion’a itirazında hatırlattığı gibi,
eşitler arası bir etkileşim süreci değil, en alttakilerin her zaman zararlı çıktığı
eşitsiz bir değiştokuştur.
Bourdieu’nün modern toplumun çeşitliliğini daha incelikli yöntemlerle
çözümlemeyi mümkün kılacak alan teorisini düşünürsek, henüz alanlar arasındaki sınırlar oluşmamış, ama alanların oluşmasına neden olacak toplumsal
süreçler başlamıştır.
Cezayir halkının Sayad ve Bourdieu’nün deyişiyle, Batı tipi toplumsal
yapılara ve tutumlara doğru evrilmesini sağlayan politikaların23 yanı sıra, para
ekonomisinin yaygınlaşmasının getirdiği hesap yapma gerekliliğini de aile
topluluğunu oluşturan kardeşlik duygusunu zedelediği gözlemlenmiştir. Aşiret
mülkiyetinden özel mülkiyete geçiş, mülklerin ortalama ölçeğinin küçülmesi
gibi nesnel olarak gözlemlenebilir değişikliklerin köylülerin (fellah’in) tutumlarında yol açtığı değişiklik, bir açıdan habitus teorisinin başlangıcını oluşturan
sorgulamaları tetiklemiştir.
Örneğin “geleneksel gelenekçiliğin” yerini alan “umutsuzluk gelenekçiliği”,
proletarya-altını, bu eski köylülerin “ölmüş ve gömülmüş olduğunu bildikleri”
(Bourdieu ve Sayad, 1964, s. 20) bir geçmişe zincirler ya da bir habitus “tüm
toplumsal varoluşun dayanağı olan zamansal ve mekânsal ritimlerin kırılmasıyla”
ve kendisini mümkün kılan yapıların değişmesiyle yersizleşir.
50’li yılların sonunda Pierre Vidal-Naquet’nin kitapları, Fransız ordusunun
Cezayir’deki köy boşaltma ve yakma gibi politikalarıyla işkence gibi sapmalarını
ortaya koymuştu. Sayad ve Bourdieu’nün Emek ve emekçiler’de ortaya koydukları, tüm bu politikalarla yurtlarından edilen köysüz köylülerin ve kökünden
koparılmışların hayatlarının ne şekil aldığıdır. Özellikle mekân duygusunun
önemi üzerinde duran yazarlar, Fransız ordusunun yeniden gruplandırma
adını verdiği operasyonlarla Lévi-Strauss’un Hüzünlü dönenceler’de verdiği
örneği karşılaştırıp; Bororo’larda yerleşim planlarının dönüştürülmesinin,
Hristiyanlaştırmayı kolaylaştırdığını hatırlatırlar (Bourdieu, Darbel, Rivet ve
Seibel, 1963, s. 26). Köklerinden ayrılan köylünün varlığının nasıl derinden
sarsıldığını anlatırken, Mekânın poetikası’nda Bachelard’ın alıntıladığı Noel
Yazarlar, aşiret ve geniş aile yapısını dönüştürmeyi amaçlayan önlemler arasında yeniden gruplandırmalarda çekirdek aile başına bir ev zorunluluğunu ve bütçelerin en önemli kalemini
oluşturan yiyecek konusundaki yardımların hane başına yapılmasını gösterirler.
23
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
19
Arnaud metnini kullanır: “Bulunduğum mekânın kendisiyim, doğduğumuz ev
fiziksel olarak bizde kayıtlıdır; bir organik alışkanlıklar grubudur [...] Alışkanlık,
unutulmaz evi unutmayan bedenimizin bu tutkulu ilişkisini tanımlamak için
çok kullanılmaktan aşınmış bir kelimedir” (Bourdieu ve ark., 1963, s. 157).
Bourdieu’nün Cezayir dönemi çalışmaları, yalnızca sosyoloğun düşüncesinin zihinsel temellerini oluşturan yapıların anlaşılması için değil, sosyolojinin
özellikle göç alanında da etnik-ırksal tahakkümün açıklanmasında önemli
beklentiler yaratmaktadır.
Cezayir 60
Craig Calhoun (2006, s. 1405), Bourdieu’nün Cezayir konusundaki çalışmalarının odağında yer alan Kabiliye toplumunun, Durkheim’ın Dinsel hayatın
ilksel biçimleri eserinde de bir anlamda modernlik öncesi toplumsal biçimlerin
temsilcisi olarak yer almasına dikkat çeker. Emek ve emekçiler’deki araştırma
sonuçlarını Cezayir 60 adlı kitapta tekrar ele alma ihtiyacı duymasını bu açıdan
yeniden düşünebiliriz. Zaten yayımlamış olduğu bir araştırmadan yola çıkarak
yeniden bir kitap yazmasının nedenlerinden birini, kalkınma/gelişme/modernleşme teorilerini Kabil örneğinde tartışma isteği olarak görmek mümkün.
Kitabın ikinci bölümü “Çelişen Zorunluluklar ve Müphem Tutumlar”ın ilk
paragrafı, kültürel değişimin toplumun farklı kesimlerinde, farklı sınıflarda ne
şekilde tecrübe edildiği sorusu üzerinde durur. Özellikle Daniel Lerner’in altı
Ortadoğu ülkesinde gerçekleştirdiği araştırmaya dayanan kitabındaki yaklaşımın
eleştirisinden yola çıkar. Ortadoğu’daki geleneksel toplumun değişimini,
bireylerin artık geçmiş kurallara göre yaşamak istememesine bağlayan Lerner’e
Nietzsche’yi alıntılayarak cevap verir: “Kendilerini, tüm güçleriyle dünyada
var olan her türlü erdemin, İngiliz saadetine, konfor ve modaya (en nihayet
parlamentoda bir koltuğa) varmak için böylesi bir çabada vücut bulduğuna
ikna etmek isterler” (Bourdieu, 1977, s. 47).
Mümkün olan tek tarihsel çizginin Batı ülkelerinin gelişim çizgisi olduğunu
öne süren kalkınma modellerinin bir eleştirisini hedefleyen bu bakış açısı, çözülme halindeki geleneksel yapının özgül tezahürlerini kavramaya çalışmalıdır.
Hesap yapma zorunluluğu, geleneksel aile ilişkilerini aşındırmaya başlamıştır ancak konut sorunu ve iktisadi zorluklar çoğu kez geniş ailenin bir arada
kalmasını mecbur kılar. Dışarıdan bölünmemiş görünen aile, içeride paylaşımı
kesinleştirmeye başlamıştır. Bir açıdan bakıldığında geleneğin uygulanma-
20
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
sı anlamına gelen bir tutum, başka bir açıdan bakıldığında geleneğin ihlali
anlamına gelir. Bourdieu bunu bir tür müphem Gestalt olarak tanımlar: Her
tutum ikili bir okumaya tabidir. Bourdieu, habitus konusundaki sorgulamalarının kaynağına bu dönemdeki gözlemlerini koyar: “[...] yapılar ile habituslar
arasındaki ilişkiler konusunda sorgulanan, gerçekliğin içinde kendisi, faillerin
iktisadi yatkınlıkları ile içinde hareket ettikleri ekonomik dünyanın arasındaki
sürekli bir uyumsuzluk şeklinde gösterdiği bir tarihsel durumda oluştuysa bu
bir tesadüf değildir” (1977, s. 80).
“Sahte meşgaleler” içindeki alt-proleterlerin (ve gruplarının onları yargıladığı)
referans normlarının ikiliği, her yerde karşılarına çıkan bir soru işareti yaratır.
Örneğin geleneksel toplumda, karşılığı para olmasa da bir şeyle meşgul olmak
gerekliliği, toplumsal işbölümü içinde bir karşılığı olmak mecburiyeti, maaşlı
bir iş bulamayan ve bulma şansı da çok düşük olan çoğu erkek için, ailenin, eş
dostun kaynaklarıyla edinilmiş bir işporta tezgahının ardında saatlerce hiçbir şey
satamadan sürüklenmek ya da kendi masraflarını bile karşılayamayan küçücük
bir bakkal dükkanının içinde saatlerce hiçbir şey satamadan dikilmek sonucunu
getirebilir. Kadınlar cephesinden bakıldığında, kapitalist ekonomi, o zamana
kadar uzmanlaştıkları becerileri (örneğin yiyecek üretimi) değersizleştirirken,
kadınların ekonomik kararlara katılımını da aşındırmaktadır.
Bireysel düzlemdeki dönüşümler coğrafya ölçeğinde de gözlemlenebilir
hale gelmektedir: geleneksel ekonominin görece dokunulmamış kaldığı Güney
bölgelerinde aile reisi, hâlâ en yaşlı erkektir: Toprakların bölünmemesi, ailenin bölünmemesini güvence altına alan patriyarkın otoritesini sağlamaktadır.
Kapitalist ekonominin yayıldığı Kabilliye gibi bölgelerde ve özellikle büyük
şehirlerde aile reisi, aile bütçesine en büyük katkıyı sağlayan erkektir. Bu kişi
babası hayatta ve çalışan bir oğulsa, hanenin dış dünyayla ilişkileri konusundaki kararlar sessizce oğula devredilerek, babaya aile içi meselelerdeki kararlar
bırakılarak bir denge oluşturulabilir. Durumların çeşitliliğine göre, patriyarkal
otoritenin sürdürülmesinden, töre ilişkilerinin tamamen çözülmesine kadar
uzanan geniş bir yelpazede nüanslar gözlemlenebilir. Cezayir’in sosyolojisi’nde
farklı etnik grupların toprak rejimlerine göre tanımladığı farklılıkların yerini,
para ekonomisine, düzenli işgücüne dahil olma ya da olmama gibi ölçütlerle
tanımlanan farklılıklar alacaktır. Örneğin kadınların ev dışı faaliyetlere dahil
olması, ekonomik anlamda en büyük zorlukları yaşayan kesimler için kaçınılmaz hale gelecektir.
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
21
Eril Tahakküm’ün Tohumları
Kadınların özellikle Kabiliye toplumu içindeki konumu, ilk çalışmalarından
itibaren özellikle ailenin merkezi rolü nedeniyle önemli bir yer tutar. Feminist
çevrelerden aldığı eleştirilere rağmen,24 Bourdieu’nün –en azından Fransa’da–
geniş kitleye en çok ulaşan eserlerinden biri, La domination masculine (Eril
tahakküm), yoğun bir biçimde, sosyoloğun Kabiliye toplumuyla ilgili birikimine
dayanmaktadır. Tassadit Yacine (2004b), Eril tahakküm’ün kaynaklarına geri
dönmek için, genç bir sosyoloğun önceden kurulu teorik bir çerçeve ve ideolojik
a priori olmadan tahakküm altındaki grupların karmaşıklığını gözler önüne
serme çabasına bakmamız gerektiğini öne sürer. Yacine’e göre, Bourdieu’ye
habitus gibi kavramlarını oluşturmasına izin veren, faillerde kalıcı özelliklerle
ile değişime açık özelliklerin neler olduğunu ortaya koyan toplumsal cinsiyet
ilişkileri konusundaki gözlemleridir. Cezayir’in sosyolojisi’nde yarı-göçebe Şaviler, yerleşik Mozabitler ve dağlı Kabiliyeliler arasındaki ortaklıklara rağmen
özgül farkların bulunduğunu belirtirken verdiği örneklerden biri, kadınların
durumudur. Bunun en önemli nedenlerinden biri, mirastan pay alamamasıdır.
Ancak yapıyı temsil eden “kural” ile fiili gerçekliğin esnekliği arasındaki
fark, bu ilk çalışmadan itibaren Bourdieu’nün altını çizmeyi önemsediği bir
şey olacaktır. Örneğin boşanma kural olarak hiç de hoş görülmemesine ve
tamamen erkeğin kararıyla gerçekleşmesine rağmen, çok eşlilik ya da aldatma
durumlarında Şavi kadınların dolaylı yoldan boşanmayı –kocasına bir biçimde
görmezden gelemeyeceği şekilde meydan okuyarak– tetikleyebilmesi ya da başlangıçta erkeğe tam bir itaat gerektiren evlilik ilişkisinde zaman içinde oluşan
güçlenmenin kadının durumunda yol açtığı değişiklik, fiili durumla normdan
farklılık gösterebileceğini ortaya koyar. Genel anlamda “kadın, resmi olarak
erkeğin uyguladığı derin ve gerçek bir yetkinin sahibidir.” Boşanma sonrası
kadının elde ettiği “kocası olmayan kadın” (azriyah) konumunun neredeyse
dinsel bir biçim aldığına, hatta bazı kutlamaların ya da çalışmaların onların
dansları ve şarkıları olmadan yapılamadığına dikkat çeker. Kadınların büyüyle
olan ilişkisinin de topluluk içinde onlara sağladığı güç de onlara belli bir manevra alanı yaratmaktadır.
Cezayir’in sosyolojisi’nde, geleneksel rolleri içindeki güç alanlarıyla tarif edilen
kadınların yerini, Emek ve emekçiler’de savaş ve göçün yarattığı özel durumlar
Bu tartışmanın Fransa bağlamında bir değerlendirmesi için bkz. (Devreux, Marry, Fassin,
Hirata ve Löwy, 2007).
24
22
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
nedeniyle kamusal alana çıkan ve yeni roller edinen kadınlar alacaktır. Her ne
kadar temizlik işçiliği, ev içi hizmetler, genelde en alt kesimlerin en son çare
olarak başvurduğu seçeneklerse de bu işlerde çalışan kadınlar, sömürgecilerin
özel yaşamlarına, –dışarıya sundukları değil– gerçekte oldukları şeye dair
içeriden bir fikir sahibi olmakta ve bu da onları “yeni hayat”ın kodları konusunda daha bilinçli kılmaktadır. Kırsal alanda ise erkeklerin yine savaş ya da
göç nedeniyle yokluğu, kadınlara daha önce üstlenmedikleri görevleri ve aynı
zamanda yetkileri yükleyerek toplumsal konumlarında, geleneksel rollerinden
farklılaşmalara neden olmaktadır. Her durumda istenmeyen, kaçınılmaz hale
gelmekte, zorunluluk kendi erdemini yaratmaktadır. Bunun diğer bir örneği
kadınların örtünmesine yönelik bakış açısıdır. Bourdieu İslamiyet’in gerekleriyle
yapılan otomatik açıklamanın ötesine gitmeye çalışır:
“Peçenin bir tür mahremiyet müdafaası ve ihlale karşı korunma olduğu
görülüyor. Ve Avrupalılar da bunu belli belirsiz de olsa böyle algıladılar.
Cezayirli kadınlar peçe takarak bir karşılıksızlık (non-réciprocité) durumu
yaratır; hile yapan bir oyuncu gibi, görülmeden, kendini göstermeden
görür. Ve peçe aracılığıyla karşılıklılığı reddeden, kendini göstermeden,
bakılmadan, nüfuz edilmeden gören, bakan, nüfuz eden, tahakküm
altındaki tüm bir toplumdur. [...] Peçe, kendi üzerine kapanmanın bir
simgesi sayılabilir” (akt. Yacine, 2004, s.107).
Geleneği, kendi içine hapsolmuş donmuş bir kütle olarak değil, yaşayan ve
dönüşen gerçeklikle hemhal olması aracılığıyla tanımlayan yaklaşımını, örneğin kadınların çalışması konusunda yeni davranış modelleri arayan köylülerin
tutumunda somutlaştırır. Aynı kişi, kadınların çalışmasını hem Batı’dan aldığı
örneklerle hem de geleneğinin mantığında arayıp bulduğu atasözleri ve deyimlerle haklı kılmaya çalışacaktır.
Bourdieu, eril tahakkümün dinamiklerini incelemek için neden Kabiliye
toplumundan yola çıkma ihtiyacı hissettiğini şeyle aktarır:
“Bana simgesel şiddetin paradigmatik biçimi gibi görünen erkek tahakkümünün mantığını açığa çıkarmak için, çözümlememi Cezayir
Kabiliyelileri hakkındaki etnografik araştırmalarım üzerine kurmayı
seçtim. Bunun iki nedeni var. İlk olarak, bugüne dek tartışmayı açıklığa
kavuşturmak yerine bulanıklaştıran, kuramsal söylemlerin boş spekülasyonlarından ve cinsiyet ile iktidar hakkındaki klişelerden ve sloganlardan
kaçınmak istiyordum. İkinci olarak, cinsiyet tahakkümü çözümlemesinin
doğurduğu eleştirel güçlüğün önünü almak için bu yönteme başvurdum:
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
23
Bu örnekte, binlerce yıldır toplumsal yapıların nesnelliğine ve zihinsel
yapıların öznelliğine kazınmış olan bir kurumla karşı karşıyayız; öyle ki
çözümlemenin, bilme nesnesi olarak ele alması gereken algı ve düşünce
kategorilerini bilme aracı olarak kullanma tehlikesi var. Afrika’daki bu
dağlı toplum son derece ilginç çünkü ritüel pratikleri, efsaneleri ve
şiiri aracılığıyla, bir temsiller sistemini, daha doğrusu tüm Akdeniz
uygarlığında ortak olan ve günümüze kadar zihinsel yapılarımızda yaşamaya devam eden bir görme [vision] ve bölme/ikili görme [di-vision]
ilkesi sistemini hayatta tutan gerçek bir kültürel repertuardır. Böylece
Kabiliyelilere dünyanın erkek bakış açısından görünüşünün temel yapılarının şifresini daha kolay çözebileceğimiz bir tür ‘büyütülmüş resim’
muamelesi yapıyorum: Kamusal ve ortak bir tezahürünü sergiledikleri
‘fallus-narsisizmi’ kozmolojisi, bizim bilinçdışımızda sürekli olarak
etkisini gösteriyor” (Bourdieu, 2003b, s. 170-171).
Bir anlamda Bourdieu’nün Cezayir yıllarına da bir tür “büyütülmüş resim”
muamelesi yapmak, sadece bir sosyologun düşüncesinin gelişimini aydınlatmak
açısından değil, bilimsel habitusun pratik koşullarını, “biyografik yanılsama”
dediği hataya düşmeden açığa çıkarmak açısından da önemlidir.
Sonuç
Bourdieu Cezayirli alt-proleterlerden söz ederken, “koşullarının sefaletini
kavramaktan ziyade ona maruz kalırlar, hissederler ve katlanırlar, çünkü bunu
kavramak için belli bir geri çekilme ve eğitimden ayrılamayacak düşünme
araçları gerekir” der. Toplumsal anlamda ıstırabın temelinde yatan budur ve
ileride tanımlayacağı gibi, sosyolojinin rolü insanlara, sömürge sisteminin ya
da eşitsizlik üreten herhangi bir sistemin diğer şeylerle birlikte ellerinden aldığı
davranışlarının anlamını yeniden vermeye çalışmaktır. Bu anlamda Bourdieu
sosyolojisinin epistemolojik katkısını oluşturan, bilimsel bilgiye inanç ile bilme
koşullarının sorgulanması arasındaki sürekli gerilim, Cezayir deneyiminin ürünü
olarak görülebilir. “Kolektif bir teşebbüsün özel adı” olarak Pierre Bourdieu’nün
bilimsel habitusu, birbirinin içinden çıkan felsefe, sosyoloji ve antropolojinin
birbiriyle temas haline sokulduğunda ne derece verimli olabileceğinin ve sosyal
bilimlere bütünsel bir yaklaşımın ne denli üretici sonuçlar ortaya çıkarabileceğinin bir kanıtı gibidir.
Cezayir’in sosyolojisi’nin son bölümünde öne sürdüğü ilişkisellik, daha
sonraki çalışmalarını belirleyecek soru işaretlerini de hazırlamıştır. İşlevsel bir
24
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
karşılıklı bağlılık içinde tanımladığı iktisadi yapılar ile toplumsal yapıların paralel ve ortak bir dağılmaya mahkum olmasına neden olan değişimler arasında,
kaynaklardan ve köklerden yoksun proleterlerin25 kente göçleri, iktisadi birim
olarak ailenin yıkımı, tarım düzeninin koruyucusu olan eski dayanışmaların
ve ortak zorunlulukların zayıflaması ile iktisadi bireyciliğin ortaya çıkışını
saymaktadır. Bu soru işaretlerinin, günümüz Türkiye’si için de geçerli olmaları
itibarıyla, Bourdieu’nün Cezayir dönemi çalışmalarını farklı bir gözle okumak
ayrı bir önem taşımaktadır.
25
Bunları daha sonra alt-proleterler olarak tanımlayacaktır.
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
25
EXTENDED ABSTRACT
Influences of Pierre Bourdieu’s Algerian Experience on His
Sociological Imagination:
Birth of a Scientific Habitus
Nazlı Ökten Gülsoy*
Many authors, including Pierre Bourdieu himself, agreed that his “Algerian
period” had a formative role on the sociology of Bourdieu (Addi 2002; Calhoun, 2006; Wacquant, 2004; Yacine, 2004). These early studies conducted
under the conditions of war and colonialism, not only influenced the scientific
approach, but also the political positioning of the sociologist. As recalled in
Tassadit Yacine’s introduction of Esquisses Algériennes (Bourdieu and Yacine,
2008) the universe of Bourdieu was Kabylie and beyond his field of study, he
lived the war in Algeria “as a historical moment and as an individual experience”.
The critic of the existing anthropological approach (Sacriste, 2011), as well as
Sartre’s position of “total intellectual” and Fanon’s “intellectual irresponsibility”
have paved the way in developing an alternative attitude towards the affairs in
Algeria. By mobilizing his students, he engaged in investigations focusing on
the violent transformation of the rural and urban worlds in Algeria. His need
to understand the effects of colonialism on the populations expelled by the
French army led him to these series of research investigations. Supported by a
group of enthusiastic students, including Abdelmalek Sayad who was both his
interpreter and his student, Bourdieu recorded his observations, interviews, and
photos often amidst hazardous conditions, which marked the beginning of a
research practice which will always be collective, as De Singly called Bourdieu
as “the proper noun of a collective enterprise” (De Singly, 1998). Bourdieu
reiterated the unity of the social sciences, against the disciplinary divisions.
From his studies on the traditional Kabylian society, we are presented with his
qualitative research methods of ethnology, like the collection of rituals, use of
photography, observation, interviews with informants and the questionnaire
technique. Besides this, he used quantitative methods of sociology, tying close
and long lasting relations with the INSEE’s (France) statisticians like Alain
Lecturer, Galatasaray University, Faculty of Arts and Sciences, Department of Sociology,
[email protected]
*
26
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Darbel with whom he worked for later, for a different research study on photography (Bourdieu, Boltanski, Castel and Chamboredon, 1965). His claim to a
scientific sociology, constituted since the beginning of a double challenge – the
use of statistical “objective” tools, and another requirement, called “reflexivity”
– led to an examination of the historical and social dimensions of the located
technical tools themselves, including mental classifications. Bourdieu presents
these two requirements as complementary and necessary.
Bourdieu based his argument on the thesis that the disintegration affecting
Algerian society is not by fact a simple clash between two cultures, of which
one is “delayed” relative to the other as presented by many ethnologists, but
that of a “social surgery” that France had already begun in the 19th century.
The movement of land dispossession destroyed traditional social units and the
economic model based on the rationality of monetary exchange was imposed
upon a pre-capitalist system of a homogeneous social structure. Landless
peasants (fellah’in) were the most affected group by this brutal social change.
The fellah’in represented a disoriented group forming the sub-proletariat of
the cities and was the major concern of these first studies (Bourdieu, Darbel,
Rivet and Seibel, 1963).
His first investigations on the existing gap among traditional attitudes toward
work of the Algerian peasants, and the logic called by the capitalist economic
system were the cause of many critical exchanges with development theorists.
In those years, he wrote a series of essays, articles and continued with others
on his return to France. Although published in 1977, Algeria 60, should be
evaluated with The sociology of Algeria (1958), Uprooting (1964) and Work and
workers in Algeria (1963), since it synthesizes a series of searches in Algeria
during the sixties. These studies taking into consideration not just a dissolving
social structure, but also the attitudes developed in the face of this dissolution,
have played major roles, especially in the elaboration of the concept of habitus.
The relations of the peasants with time and space reveal a kind of “dislocated”
body marked by the non-conformity of the old dispositions with new structures. Gender relations were also a part of this dislocation. He later presented
this as the objective analysis of a society that was thoroughly organized on
androcentric principles.
According to Yacine (2004), in order to grasp the genesis of the ideas
developed in Masculine domination (1998), it is necessary to make a return
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
27
to the first observations of Bourdieu on Algerian society, conducted without
pre-established theoretical framework. The concern of the sociologist was then
to show the complexity of dominated groups by both the particularities and the
continuities and cultural factors related to innovation. These are precisely the
gender relations that will serve him in forging concepts, among others, that of
habitus. Once more, for him, Kabylian androcentrism served as “an objective
archaeology of our own unconscious”.
The philosophical questions about the nature of social scientific explanation were his concern from the very beginning of his field studies. Objective
analysis of the grounds of sociologist’s subjectivity was his first enquiry since
he began to work in the conditions of war and had to overcome the specific
entanglements of being French in Algeria. The “sociology of sociology” is a
necessary condition for his work from these early years, leading him to develop
what he calls reflexivity. One of the imperatives of reflexivity, a key concept for
the sociology of Bourdieu, is to evaluate the researcher’s position, along with
the whole research universe. The continuous concern for reflexivity, that is
accepted as his trademark, result from the need to turn the sociological arms to
his own scientific practice, that is, to critically reflect on social conditions and
operations of concrete construction of the object. This was for him an essential
practical requirement, sometimes even a matter of life and death, in Algeria
(Wacquant, 2002). This article aims to present how the historical conditions
of Bourdieu’s research objects and his position as a researcher, at a time when
the sociologist has not developed his own conceptual tools yet, have influenced
and contributed to the birth of Bourdieu’s scientific habitus.
Keywords: Sociology, Pierre Bourdieu, Colonialism, Algeria, War
KAYNAKÇA / REFERENCES
Addi, L. (2002). Sociologie et anthropologie chez Pierre Bourdieu. Paris: La Découverte.
Bourdieu, P. (1958). Sociologie de l’Algérie. Paris: Presses Universitaires de France.
(2001. 8. Baskı)
Bourdieu, P. (1961). Révolution dans la révolution. Esprit. No: 1, s. 30.
Bourdieu, P. (1962). De la guerre révolutionaire à la révolution. F. Perroux (Ed.).
Algérie de demain içinde (s. 5-13). Paris: PUF.
Bourdieu, P. (1977). Algérie 60. Structures économiques et structures temporelles.
Paris: Minuit.
Bourdieu, P. (1987). Choses dites, Paris. Editions de Minuit.
28
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Bourdieu, P. (1993). Concluding remarks: For a sociogenetic understanding of
intellectual works. C. Calhoun, L. Edward ve M. Postone (Ed.). Bourdieu: Critical
Perspectives içinde (s. 263-275). Chicago: University of Chicago Press.
Bourdieu, P. (1998). La domination masculine. Paris: Points Seuil.
Bourdieu, P. (2000). Retour sur l’expérience algérienne. Awal, 21: 5-10.
Bourdieu, P. (2001). L’intellectuel total. Dialogue avec Pierre Bourdieu sur Jean-Paul
Sartre, L’Année Sartrienne, s. 194.
Bourdieu, P. (2002a). Sartrémoi. Emoi. Et moi, et moi et moi. Interventions 19612001 içinde (s. 44-47), Marseille: Agone.
Bourdieu, P. (2002b). Les conditions sociales de la circulation internationale des
idées. Actes de la recherche en sciences sociales. 145: 3-8. DOI: 10.3917/arss.145.0003.
Bourdieu, P. (2004). Esquisse pour une auto-analyse. Paris: Raisons d’agir
Bourdieu, P.; Darbel, A.; Rivet J.-P. ve Seibel C. (1963). Travail et travailleurs en
Algérie. Paris ve The Hague: Mouton and Co.
Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Paysan Déracinés. Bouleversement morphologiques
et changements culturels en Algérie, Etudes rurales, 12: 56.
Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Le Déracinement. La crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie. Paris: Editions de Minuit.
Bourdieu, P.; Boltanski, L.; Castel, R. ve Chamboredon, J.-C. (1965). Un Art moyen:
Essai sur les usages sociaux de la photographic. Paris: Editions de Minuit.
Bourdieu P. ve Sayad, A. (2004). Colonial rule & cultural sabir. Etnography. 5 (4):
445-486.
Bourdieu, P. ve Mammeri, M. (2003). Du bon usage de l’ethnologie. Actes de la
Recherche en sciences sociales. 150: 9-18.
Calhoun C. (2006). Pierre Bourdieu and social transformation: Lessons from Algeria.
Development and Change, (37) 6: 1403-1415. DOI: 10.1111/j.1467-7660.2006.00535.x.
Çeğin, G.; Göker, E.; Arlı, A. ve Tatlıcan, Ü. (2001). Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu
derlemesi. İstanbul: İletişim.
Devreux, A.-M.; Marry, C.; Fassin, E.; Hirata, H. ve Löwy, I. (2007). La critique
feministe et la domination masculine. Mouvements, 21 Mayıs, http://www.mouvements.
info/La-critique-feministe-et-La.html.
François de Singly. (1998) Bourdieu: Le nom propre d’une entreprise collective.
Magazine Littéraire. 369: 39-44.
Dodman T. (2011). Un pays pour la colonie. Mourir de nostalgies en Algérie
Française, 1830-1880. Annales HSS. Temmuz-Eylül, 3: 743-784.
Goodman, J. ve Silverstein P. (2009). Bourdieu in Algeria: Colonial politics, ethnographic practice, and theoretical developments. Nebraska: University of Nebraska.
Ökten Gülsoy / Bilimsel Bir Habitusun Doğuşu
29
Jennings, E. T. (2006). Curing the colonizers: Hydrotherapy, climatology and French
colonial spas. Durham: Duke University Press.
Lane, J. (2000). Pierre Bourdieu: A critical introduction. Londra: Pluto Press.
Le Sueur, J. D. (2005). Uncivil war. Intellectuals and identity politics during the
decolonization of Algeria, Lincoln ve Londra: University of Nebraska.
Ökten Gülsoy, N. (2011). Traductions Turques. P. Artières, J-F. Bert, F. Gros ve J.
Revel (Ed.). Foucault içinde (s. 54-59). Paris: Cahiers de l’Herne.
Ökten Gülsoy, N. (2010). Lire le Capital, Interview avec Roger Establet. Lapsus,
Güz, 103-118.
Reed-Danahay, D. (2005). The Kabyle and the French: Occidentalism in Bourdieu’s
theory of practice. D. Robbins (Ed.). Pierre Bourdieu içinde (s. 61-84). Londra: Sage.
Robbins D., (2000) Bourdieu and culture. Londra: Sage.
Sacriste, F., Tillion, G., Berque, J., Servier J. ve Bourdieu, P. (2011) Des ethnologues
dans la guerre d’indépendance algérienne, Paris: Harmattan.
Sayad, A. (2002), Histoire et Recherche Identitaire, Paris, Editions Bouchène.
Seibel, C. (2005). Travailler avec Bourdieu. Sur Travail et Travailleurs en Algérie,
Awal 31: 91.
Shultheis, F. (2007). Pierre Bourdieu: Cezayir’de. Köksüzleşmenin tanıklığı. N.
Ökten (Çev.). Sergi Kataloğu. İstanbul: Karşı Sanat Çalışmaları (Fondation Pierre
Bourdieu işbirliği ile).
Bourdieu, P. (2007). Cezayir’de. Köksüzleşmenin tanıklığı. Güney Çeğin (Çev.). Sergi
Kataloğu. İstanbul: Karşı Sanat Çalışmaları (Fondation Pierre Bourdieu işbirliği ile).
Soustelle, J. (1962). L’Espérance Trahie (1958-1961). Paris: Editions de l’Alma.
Tillion, G. (1957). L’Algérie en 1957. Paris: Editions de Minuit.
Swartz, D. L. (2005). From critical sociology to public intellectual: Pierre Bourdieu
and politics. D. L. Swartz ve V. L. Zolberg (Ed.). After Bourdieu. Influence, critique,
elaboration içinde (s. 333-364). Kluwer Academic Publishers.
Vidal-Naquet P. (1998). Mémoires. Cilt II. Le trouble et la lumière. 1955-1998.
Paris: La Découverte.
Yacine, T. (2004a). Pierre Bourdieu in Algeria at war: Notes on the birth of an
engaged ethnosociology. Ethnography. 5: 487. DOI: 10.1177/1466138104050703
Yacine, T. (2004b). Genèse de la domination masculine. L. Pinto, G. Sapiro ve P.
Champagne (Ed.). Pierre Bourdieu. Sociologue içinde (s. 93-115). Paris: Fayard.
Wacquant, L. (2002). The sociological life of Pierre Bourdieu. International Sociology, 17: 549-556.
Wacquant, L. (2004). Following Bourdieu to the field, Etnography, 5 (4): 387-414.
DOI: 10.1177/1466138104052259.
30
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
İNTERNET SİTELERİ / WEBSITES
http://www.africamission-mafr.org/ethnographie.htm.
http://www.ina.fr/art-et-culture/litterature/video/I05059752/michel-foucault-apropos-du-livre-les-mots-et-les-choses.fr.html.
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 31-56
Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine: Pierre
Bourdieu’nün 1989-1992 Yılları Arasında Collège de France’da
Verdiği Dersler
A. Günce Berkkurt*
Özet: Bu yazı, Bourdieu’nün 1989-1992 yılları arasında Collège de France’ta verdiği
derslerin, yakınlarda Sur l’État başlığıyla kitaplaştırılmış halini tanıtmayı amaçlıyor.
Ancak amaç, bu kitabın içeriğinin ötesinde, Bourdieu’nün sosyolojik kuramını, devlete
dair konuları irdelediği diğer çalışmalarını ve atıf yaptığı eserleri de hesaba katarak
genel olarak anlamaya çalışmak. Bu derslerde Bourdieu, devletin oluşmasında, şiddetin
(fizikî sermayenin) tekelleşmesi kadar, kurumsal farklılaşmayla birlikte ortaya çıkan
simgesel erkin belirleyiciliğine vurgu yapıyor. Simgesel erkin, hatta devletin etki alanı
sadece bürokratik alanla sınırlı kalmayıp, onları toplumsal dünyanın ayrıntılarında var
etmektedir. İşte Bourdieu, sosyoanalizinin bilindik kuramsal araçları olan habitus-alan
ikilisini de bu yüzden üretmiştir. Böylece siyaset bilimine, alışıldık normatif ve felsefi
yaklaşımların dışında, antropolojik bakış açılarının neler katabileceği ortaya çıkmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Bourdieu, Siyaset Bilimi, Devlet, Simgesel Erk, Sosyogenetik
Tahlil
Sur l’État as an Unavoidable Object of Sociology:
Lectures of Pierre Bourdieu in the Collège de France (1989-1992)
Abstract: This article introduces a recently published work of Pierre Bourdieu on the
state, Sur l’État, based on his lectures delivered in the Collège de France between 1989
and 1992. We intend to present the outlines of this work which not only necessitates its
contextualization in the scientific production of Bourdieu through a cross-referenced
interpretation with his other studies, but also the revision of the works referred by
him. In his lectures, regarding the formation process of the state, in addition to the
role of monopoly of violence (physical capital), he accentuates the determinative role
of symbolic power which appears after institutional differentiation. The influence of
the symbolic power, even of the state, sheds light not only onto the bureaucratic field,
but also onto details of the social world. Bourdieu created his widely known theoretical
tools of habitus and field in his socio analysis because of this reason. Hence, distinct
from ordinary normative and philosophical approaches, probable contributions of
anthropological viewpoints to political science are presented here.
Keywords: Bourdieu, Political Science, State, Symbolic Power, Socio-Genetic
Analysis
Doktora Öğrencisi, Nanterre Üniversitesi, Siyaset Sosyolojisi Bölümü,
[email protected]
*
32
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Pierre Bourdieu’nün, Collège de France’ın 1982’de kendisi adına kurulan
ve 2002’deki ölümüne kadar açık kalan sosyoloji kürsüsünde, 1989 ile 1992
yılları arasında devlet üzerine verdiği dersler, geçtiğimiz ocak ayında yayımlandı. Bibliyografyası ve indeksi hariç 601 sayfalık bu metin, üçü Bourdieu ile
çalışmış ve ölümünden sonra da Bourdieu’nün sosyolojisini konu alan yayınlar
yapmış dört sosyolog tarafından yayına hazırlandı.1 Devletin, Bourdieu’nün
araştırmalarının tamamının bütünleşme noktasını, daha doğrusu araştırma
ve çözümlemelerini “enine kesen” nesneyi oluşturduğunu söyleyen editörler,
metnin asıl yaratıcısının, metni kurma biçimine olabildiği kadar sadık kalmak için ellerinden geleni yapmışlar: Ders kayıtlarının öylece basılma fikri,
ilk bakışta öze sadık kalınması için en iyi çözümmüş gibi görünse de, sözün,
tonlama ve jestlerden arındırıldığında pedagojik özelliğini yitirmesi nedeniyle,
ders kayıtlarının içeriği, dersin seyrini yazıya yansıtmayı sağlayan parantez ve
kısa çizgi içine alınmış ara sözlerle, Bourdieu’nün notları ve ders sırasında atıfta
bulunduğu metinlere göndermelerle desteklenmiş.
Devlet üzerine bilhassa Fransa’da sosyoanalize dayanan yöntemlerle işleyen
bir çeşit siyaset bilimine mensup araştırmacıların –en azından bilimsel olma
vasfını iddia edenlerin– sıkça başvurduğu bir referans olan Bourdieu’nün,
disiplinler arasındaki yapay sınıra ilişkin bir sorgulamasını yansıtıyor. Siyaset
bilimi (veya siyasal bilgiler), Fransa’da ve başka birçok ülkede, en azından başlangıçta, hukuk fakültelerinde okutulan, genel ve geleneksel olarak, bilimsel
olmaktan çok normatif bir disiplin olarak var olagelmiştir. Her ne kadar bu
normatif yaklaşımın düşünceyi kısıtlayıcılığı, siyaset/toplum felsefeleriyle giderilmeye çalışılmışsa da, bunların hiçbiri, ele alınan olguların gözlemlenme ve
çözümlenme yöntemlerine ilişkin sistemli sorgular getirmediğinden, bunların
işleyişlerinde barındırdıkları pratik mantığı deşifre edecek bilimsel bir yaklaşım
ortaya koymamıştır. Bourdieu tüm yapıtında olduğu gibi bu derslerinde de,
öznenin nesnesiyle kurduğu ilişkinin fen bilimlerindeki gibi nesnel bir temele
oturmadığı sosyal bilimlerin dayandığı bu pratik mantığı, şimdiye kadar tarihsel
ya da felsefi yaklaşımlarla ele alınmasına alışık olduğumuz bir olguyu, modern
Patrick Champagne (Paris 1-Sorbonne Üniversitesi Sosyoloji doçenti, Toulouse Siyasal Çalışmalar Enstitüsü), Remi Lenoir (Paris 1-Sorbonne Üniversitesi Sosyoloji profesörü), Franck
Poupeau (Felsefe profesörü ve CNRS araştırma görevlisi) ve Marie-Christine Rivière (CNRS
araştırma mühendisi) aynı zamanda Bourdieu tarafından Collège de France’a bağlı olarak kurulan (2010’dan beri de Centre de Sociologie Européenne et de Science Politique adıyla Sorbonne çatısı altında yer alan) Centre de Sociologie Européenne adlı araştırma laboratuvarının
üyeleridir.
1
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
33
devleti, daha önce bu olgudan uzakta durmuş olan antropolojinin alanına
çekerek (ve önceki yaklaşımları sorgulayarak) çözümlemeye çalışıyor.
Değerlendirdiğimiz bu kitapta Bourdieu’nün alışılmış, karmaşık yazı dilinden farklı bir metinle karşı karşıyayız. Bunun nedenlerinden biri, Fransa’nın
en “prestijli” araştırma ve öğretim kurumu olan Collège de France’ın Fransız
Cumhuriyeti yüksek öğretim sistemi içindeki nevi şahsına münhasır konumu
gereği halka mal olmuş profesörlerin halka açık dersler verdikleri bir kurum
olması. Elbette cumhuriyet idealleri pratiğe aynen aktarılmıyor ve bu kurumda
ders dinlemeye yatkınlığı olanlar “belli” bir kültürel sermayenin sahibi oluyorlar, ancak bu, dinleyici kitlesinin ne yaş ortalaması, ne uzmanlık konuları,
ne de sosyolojik bilgiye hakimiyetleri bakımından türdeş bir yapısı olduğu
anlamına geliyor. Dolayısıyla Bourdieu anlaşılır olmak için, kavram ve terim
sözcesine yazılarındaki kadar titizlenmiyor ve bilimsel kavramsallaştırmanın
birçok kuramsal alana aynı anda atıf yaparak ilerlemeyi sağlayan işlevinden
faydalanmıyor. Diğeri, sözel betimlemenin, doğası gereği, düşünceyi kavramsal
olarak derinleştirme araçlarından yoksun olması. Bourdieu’nün, sözlü anlatımda
sıklıkla devreye sokulan karşıtlıklar ve değillemelere başvurması, okunması daha
kolay bir Bourdieu metni ortaya çıkarmış olsa da, bazen kuramsal kurgusundan
boyut eksilmesinin, kuramsal kurgunun tek düzleme indirgenmesinin önüne
geçemiyor. Üstelik buna bir de sosyoanalitik kuramın vazgeçilmez bileşenleri
olan ampirik göndermeler eklenince, ortaya konuşma dilinde zaptedilmesi
oldukça güç, dolayısıyla aslında anlamlı nüanslar içeren tekrarlarla dolu bir
anlatı çıkıyor. Zaten Bourdieu, derslerinde bu durumun yarattığı zorlukları
sıkça dile getiriyor. Bourdieu’nün ifadesiyle sarmal anlatımla örülmüş olan bu
metnin içeriği, doğrusal ilerlemese de, biz onu, birbirini tamamlayan, metnin
mantığıyla tutarlı üç başlık altında inceleyeceğiz. İlk bölümde, toplumbilim
öznesinin, nesnesini düşünürkenki koşuluna ilişkin sorunsallar, derslerde ele
alındığı şekliyle konu edilecek: Toplumbilimcinin dünyayı ve nesnesini algılamakta faydalandığı kalıplar ile aynı nesnenin anlaşılması için düşünce araçları
üreten farklı disiplinlerin tarihi arasındaki etkileşim irdelenecek. İkinci bölümde, Bourdieu’nün bu derslerinin muhtelif bölümlerinde, kendi nesnesini inşa
ederken –devletin ne olduğuna dair sorusunu ve bunun yanıtlarını oluştururken– gerek yöntemlerini sorgulamak, gerekse kuramsal temel kurmak için atıfta
bulunduğu kuramcıların eserleri ele alınacak. Son olarak da, Bourdieu’nün
devlet tahlili sentezlenmeye çalışılacak.
34
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Genetik (Oluşa Dair) Tarih veya Düşünümsellik
Bourdieu, devlet üzerine konuşmaya, herşeyden önce devlet üzerine konuşmanın ne kadar zor, hatta tehlikeli, hataya düşürme riski yüksek bir girişim
olduğunu vurgulamakla başlıyor. Kitap boyunca bu uyarının sebebinin daha
önceki girişimlerin birçoğunun başarızlıkla sonuçlanmış olmasından duyduğu
tedirginlikten ziyade, devletin –bilhassa bugünün devletinin– bireyin ve toplumun kendisinden bağımsız düşünülemez olması dolayısıyla (diğer bireyler
için olduğu kadar Bourdieu için de) “neredeyse düşünülemez” olmasından
kaynaklandığını anlıyoruz (Bourdieu, 2012, s. 13). İlk dersine, söz konusu
devlet ise –Durkheim’e uyarak– önbilgilere, sanılara ve bunlardan yola çıkılarak yapılan kendiliğinden (anlık) sosyolojiye karşı hiçbir zaman olmadığı
kadar teyakkuz halinde olunması gerektiğine değin, herkes için geçerli olabilecek genel bir uyarıyla başlıyor. Ardından, herkes gibi bilim adamının da,
içine doğduğu dünyada ister istemez edindiği önbilgiyi, bilimsel yöntemlerle
kurduğu bilimsel bilgiye katma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna değinerek,
devlet üzerine yapılacak bir çalışmada karılaşılacak somut sorunlar çerçevesinde okurunu (dinleyicisini), epistemolojik sorularla ve yanıt denemeleriyle baş
başa bırakıyor. Böylece, Bourdieu sosyolojisinin ana sorunsalları arasındaki
ilişkiselliğin bir boyutu kendiliğinden beliriyor: Bilim adamının kendisini de
içinde düşündüğü bir toplumsal dünyada düşünülen bir nesneyi irdelemesi, ister
istemez, Bourdieu’nün geliştirdiği veya yeniden işleme koyduğu bazı sosyolojik
düşünme araçlarının, örneğin habitus-alan ikilisinin veya simgesel erkin, devlete
dair nesneleri çözümlerken, ampirik karşılıkları sınanan birer teorik ürün olarak
nasıl işleme konmaları üzerine düşünmemizi sağlıyor.
Bourdieu meseleyi ele almak için en basit görünen, hayatın içinde her gün
deneyimlediğimiz ama hiç sorgulamadığımız, bu nedenle de toplumun bilinçdışını görmek isteyen toplumbilimci için en önemli verileri sağlayan şeylerden
başlamanın gereğini vurguluyor ve devlete dair şeylere ilişkin, dolayımsız, derhal
devreye soktuğumuz bir melekemiz olduğuna dikkati çekiyor: Örneğin karşımıza gelen bir formda ad, soyad, cinsiyet, medeni hale dair soruları, bunların
ne olduğunu pek düşünmeden cevaplandırırken devleti anlıyoruz, kavrıyoruz2
Bourdieu Méditations pascaliennes adlı eserinde sosyolojisinde önemli yer tutan birey-nesnealan ilişkiselliğinin epistemolojik muhasebesini yapıyor (Bourdieu, 2003). Bourdieu’nün bu
kitapta, öznenin nesnesi olan bir nesne olduğunu anlatmak için gönderme yaptığı Pascal’ın
“evren beni, tıpkı bir nokta gibi kavrıyor, yutuyor; bense düşünce yoluyla evreni kavrıyorum”
deyişinin Fransızca’sında, hem kapsamak hem anlamak anlamında kullanılan comprendre
2
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
35
(Bourdieu, 2003, s. 189). Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi ve başka herhangi
bir toplumsal pratikte olduğu gibi, alıştırıldığımız bir şeye, zaten o güne kadar biriktirdiğimiz sıradan pratiklerin anlağımızdaki karşılığı olan bir buyruk
uyarınca tepki veriyoruz. Devleti anlıyoruz zira örneğin “tarihsel ve tedrici bir
buluş olan medeni halin” veya kimliğin ne olduğunu, kimlik kartının üzerinde
sadece belli vasıfların yazılı olduğunu biliyoruz (Bourdieu, 2012, s. 173). Ancak,
dilekçe yazıp, resmi evrak imzaladığımız zaman ya da bir belgeyi imzaya bizim
değil de bir başkasının yetkisi olması durumunda (örneğin sağlık raporu), hatta
bir belgenin imzalanması için vekalet verirken devleti çok iyi anlıyor olmamız,
aslında diğer taraftan, farklı yetkilendirme derecelerine göre ayrılmış aktörlerden
ibaret olan bu kurumun bir parçası olduğumuz anlamına geliyor: başka bir
deyişle “devletin adamı oluyoru[z], insan haline gelmiş devlet oluveriyoru[z]”,
dolayısıyla devletin ne olduğuna dair “aslında hiçbir şey anlamıyoru[z]” (Bourdieu, 2012, s. 173). Burada sözü edilen anlamanın, sorgu ve bilgi düzeyine göre
kazandığı farklı anlamlar arasındaki nüans, kendiliğinden (anlık) sosyoloji ile
bilimsel sosyoloji arasındaki farka işaret ediyor. Bourdieu’ye göre sosyoloğun işi;
devletin, bir yandan kendi kendini yeniden üretirken (gelişirken), diğer yandan
üretip herbirimize aşıladığı, bizlerin ise, karşılaştığımız herşeye uyguladığımız,
bilhassa devleti düşünmek için devlete uyguladığımız, ama sonuçta devleti
düşünülmemiş bırakan, devlete dair bu düşünce kategorilerinin ne olduklarının
bilincine varıp, bunları ondan sonra ele almaktır.
Bachelard’ın bilimsel olgunun mutlaka önce “fethedilmiş” sonra “inşa
edilmiş” olduğuna dair sözlerine atıf yapan Bourdieu, devlet gibi bir kurumun
araştırılması çerçevesinde bu fethin kulaktan dolma bilgilere ve sağduyuya
karşı yapılması gerektiğini, bunun için ise tarihsel tahlile başvurma gerekliliğini
vurguluyor (Bourdieu, 2012, s. 171). Bu durumda, bilmek de sorunsalığını
en az bilmemek kadar koruyor. Şu halde, toplumbilimsel nesnenin inşasının
vazgeçilmez unsurlarından biri de, en çok kaçınılması gereken sağduyu biçimi
olan aydın veya yarı-bilge sağduyusuyla savaşmak. Konu sosyoloji olunca, oluş
koşulları bilimsel olarak inşa edilmeyen herhangi bir olgunun, örneğin basının
gündeme soktuğu bir konunun bilim nesnesi kisvesiyle dayatılması, bilimsel
bilginin değil de doxanın –yani toplumsal sağduyuya dayanılarak biriktirilen,
bilgiyle inanç arası fikirlerin– oluşmasına yardım ediyor. Bu durum, bilimin
fiilini, sözcüğün soyut ve somut anlamlarını benzer şekilde yansıtan çoksesli kavramak fiiliyle
karşılayarak burada alıntıladık (Bourdieu, 2003, s. 189).
36
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
bilirkişilerinin yaptıkları çalışmaların, bilimin acemisi (hatta bilir bilmezi)
olup, başka bir alanın bilirkişisi olanlar –örneğin medya profesyonelleri– tarafından yargılanmasına, hatta alanlararası güç ilişkisi hesaba katıldığında –yani
akademik alanın, ortaya çıkışları itibariyle işbirliği geçmişe dayanan siyasî ve
iktisadî alanlar karşısındaki özerkliği sorgulandığında– bizzat akademik aktörlerin bilimsel anlamda kurulmamış ve kurulamayacak olan bazı konuları, bilim
nesnesi olarak sunarak akademik alanın farklı bir şekilde yeniden üretimine
katkıda bulunmalarına yol açabiliyor (Bourdieu, 2012, s. 284). Bourdieu, sadece
ortaya konan sonuçtan yola çıkarak “gündem” peşinde koşan bilim acemileri
ile karşı karşıya kalan sosyoloğun durumunun güçlüğünü nüktedan bir dille
şöyle eleştiriyor (2012):
“Sosyolog anî hükümlerle sürekli karşı karşıya kalmaya mahkumdur, zira
sözünü ettiği şey birçok insan için kendiliğinden önem taşır. İçlerinde
gazetecelerin de bulunduğu acemilerin büyük bir kısmı, konu hakkında
acemi olduklarının bilincinde bile değildir; aralarında, en iyi ihtimalle,
sınırlarını bilenler vardır. Acemiler sonuçları değerlendirirler. Bilimsel
bir çalışmayı gelişigüzel tartışabilir, tıpkı beğeni ve renkler gibi kanaat
konusu olan, insanların sıradan söylemin sıradan araçlarıyla yargılayabileceği savlara, taraflara indirgerler: Bilimsel bir çalışma konusunda, tıpkı
Körfez savaşı konusunda olduğu gibi, sol/sağ ölçeğinde taraf tutulur vs.
Oysa [burada] kayda değer olan, sorunsallar ve yöntemlerdir; sonuçlar
en son, ikincil olarak gelir. Bilimsel tartışmanın en ilginç yanı sonucu
elde etme yoludur” (s. 285).
Burada vurgulanmak istenen, önerilen bir düşünceyi denetlemenin yolunun, kelimenin naif anlamıyla kaynakları değil de, düşüncenin kendisine
göre üretildiği kuramsal uzamı denetlemekten geçmesidir (Bourdieu, 2012,
s. 120). Bilimsel sorunsal o sorunsalın oluşması için, soruna ilişkin tüm ürün
ve eyleyicileriyle bilfiil harekete geçirilen bilimsel alan tanımlanmadan hiçbir
anlam ifade etmez, zira her bilim karmaşık sorunsal yapılarının birikim sürecinde tarihsel olarak gelişir (Bourdieu, 2012, s. 121). Bourdieu’nün burada,
bir olgunun tarihsel oluşuna dönmenin gerekliliğini vurgulaması, hem o nesnenin tarihine (yani birinci dereceden tarihine) hem de o nesneyi anlamaya
çalışan öznenin onu anlamakta kullandığı zihinsel araçların tarihine göz atma
ihtiyacını bir arada düşünmeyi gerektiriyor. Ancak, söz konusu sosyal bilim
olduğunda, bilim nesnesinin kendisinin de bir eyleyiciler, ürünler ve bunların
oluşturduğu temsiller (tasavvurlar) bütünü olduğu, hatta nesnenin oluşumunda
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
37
katkısı olan bu unsurların, yer ve zamanda farklı konumlara sahip oldukları
göz önüne alındığında, bunların çözümlenmesi, aynı anda birçok düzlemde
birden işleyen, iç içe geçmiş farklı alanları ilişkisel olarak sorgulatan karmaşık
bir tarihselleştirme işlemi halini alır (Bourdieu, 2012, s. 284-85).3 İşte Bourdieu, Collège de France’daki dinleyicisi karşısında bu karmaşık işlemin altından
kalkabilmek için kullandığı zihinsel araçları derlemesine imkan tanıyan farklı
kuramsal ilkeleri iki farklı yoldan sentezliyor.
Bunlardan ilki sosyoloji ile tarihi bir arada yapmak. Sosyolojinin iddiası, bir
sürecin kuramsal modelini oluşturmak; yani herhangi bir tarihsel olguyu veya
olgular bütününü anlamak üzere üretilmiş, birbiriyle sistematik olarak bağlı
ve sistematik sağlamayla yargılanabilir önermeler bütününü ortaya koymaktır
(Bourdieu, 2012, s. 170). Bourdieu, bunu devlet olgusu ölçüsünde gerçekleştirmek için, her ne kadar imkansız olduğunu bilse de, ideal olanın, tüm zamanlar
ve tüm ülkelerdeki devletler üzerine yapılacak tarihsel bir araştırmanın elde ettiği
sonuçları karşılaştırmak olduğunu söylüyor (Bourdieu, 2012, s. 170). Tarihsel
bir nesneyle uğraşmanın yöntembilimsel gerekleri üzerine düşünmek, hali hazırdaki yöntemlerin eleştirisini, dolayısıyla yukarıda bahsi edilen çok düzlemde
işleyen tarihsel süreçlere ilişkin sorgunun aynı zamanda bu yöntemlerin tarihine
yöneltilmesini gerektiriyor. Bourdieu sosyoloji ile tarih arasındaki sınırın hiçbir
anlamı olmadığını bu noktada bilhassa belirtiyor: “[Bu sınırı] tarihsel olarak
doğrulayan tek şey, [onu yaratan] işbölümünün geleneklerine bağlı kalması.”
Yani, eğer sosyoloji ile tarih, sosyal bilimlerin iki ayrı disiplini olmaya devam
ediyorsa, bunların ayrı ayrı var olmasına bağlı toplumsal çıkarlar söz konusu
demektir (2012).4
“Sosyoloji ile tarih arasındaki bu karşıtlık, tarihsel olarak yapılmış, dolayısıyla pekâlâ tarihsel olarak bozulabilecek (ne olduğunun anlaşılması
amacıyla parçalarına ayrılabilecek) tarihsel bir yapay-olgudan ibarettir.
Tarihselleştirme tarih tarafından bilinçdışına yerleştirilmiş baskıları
Bourdieu Ayrım: Yargı yetisinin toplumsal eleştirisi çalışmasında burada sözü edilen unsurların
ayrıntılı olarak incelendiği örnek bir toplumsal alan inşası kurar (Bourdieu, yayın aşamasında).
Ayrıca, burada söz konusu olan pratik mantığın kurulma ilkelerine dair kuramsal çözümlemelerini Le sens pratique başlıklı yapıtta bulabilirsiniz (Bourdieu, 1980).
4
Bourdieu aynı şeyin, antropoloji ve sosyoloji arasındaki ayrım için de geçerli olduğunu,
bunu algılamak içinse bu ayrımları sürdüren bilim kurumlarını incelemenin yeterli olduğunu
söylüyor: İki disiplin arasındaki sınırın aslında toplumsal olması ve Fransa örneğinde zihinsel
yapıların, çalışanları ve yöneticileriyle sıradan bir kurum olan CNRS’in var olma koşullarına
yakından bağlı olması gibi.
3
38
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
kaldırma işlevini yerine getirir. Durkheim’in şu düsturunu hatırlatırım:
‘Bilinçdışı tarihin ta kendisidir’… Toplumsal dünyanın gücü bilinçdışlarının, zihinsel yapıların böyle ahenk içinde idare edilmesinde yatar”
(s. 145).
Oluş tarihi (genetik tarih) olarak da adlandırılabilecek tarihsel bir sosyolojiyi,
yapılarda ve insanların zihinlerinde nesnel olarak kayıtlı bulunan kısıtlamalardan yola çıkarak, sürekli yaratım süreçlerini, tarihsel bir olgunun içinde geçtiği
yapıyı değiştiren ve kısmen de yapının bir evvelki durumu tarafından şekillenen
bu süreçleri yakalamaya, algılamaya yarayan bir tahlil aracı olarak tarif ediyor.
Bourdieu tarihi ele alma yöntemini ve tahlilini yönlendirecek tarih felsefesini
şöyle özetliyor: Tüm tarih, o tarihi meydana getirecek olan unsurlarda yani
hem (tarihteki) toplumsal dünyanın nesnelliğinde hem de (tarihteki) toplumsal
eyleyicilerin öznelliğinde her an hazır bulunuyor (Bourdieu, 2012, s. 135). Bu
tanıma göre sosyoloğun yapması gereken, ele aldığı “şimdiki zamanın” kendine
has tikel durumu üzerinde çalışmak için karşılaştırmalı tarih yapmak, böylece
o tikel durumu tekilleştirip, ona tarihsel bir köşe taşı muamelesi yapıp özel
anlamlar yüklemek yerine, onun (kendine özgü zaman birikimi çerçevesinde)
evrendeki diğer mümkünlerden biri olduğu gerçeğini teslim etmek (Bourdieu,
2012, s. 145). Tikel durumun mümkünler evreninin içinde algılanması, aynı
zamanda, tarihin geçmişte ya da bugünde seçilen bir noktadan geriye doğru
okunması hatasına, yani tarih nesnesi bağlamında bulgulanan tarihsel olguların
kendi koşullarının gerektirdiği neden-sonuç örgülerinde değil de, araştırmacının reel konumunun sağladığı “sonrasını bilme” imkanının bir avantaj olarak
algılanmasıyla, onun tarafından seçilen bir noktaya vardırılmak üzere okunması
(teleolojik okuma) tuzağına düşmeyi de engeller.
Tarih sosyolojisi ya da genetik (oluşa dair) tarihi, sosyal bilimlerde disiplinlerarası işbölümünü gözden geçirmeye sevk eden nedenlerden biri de tahakkümün
bugüne kadarki toplum kuramcıları tarafından ele alınış biçimidir. Bourdieu’nün
sosyal bilimlere yaptığı en önemli katkının, şimdiye kadar tahakküme ilişkin
tanımlar üretmiş kuramları, tahakkümün gerçekte var olma biçimine en yakın
tanımına ulaşmasını sağlayacak şekilde sentezlemesi, daha doğrusu, yapısalcılıkla
Neokantçılığı birarada düşünmesi5 olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz
Bourdieu, simgesel erkin ne olduğunu anlamanın yolunun, Kant’ın yaklaşımının –bilhassa Panofsky, Cassirer ve Durkheimciler gibi Neokantçıların yineledikleri Kant düşüncesinin–
Marx’ın tahakküme, Weber’in ise meşruiyet ve meşrulaştırma gereçlerinin içinde üretildiği
uzamlara dair düşünceleriyle birleştirilmesinden geçtiğini söylüyor (Bourdieu, 1977).
5
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
39
(Bourdieu, 2012, s. 237). Bu sayede tahakkümün her zaman ve her yerde işlemekte olan hali anlamına gelen simgesel erkin çok yönlü tanımını yapmanın
gereğini ortaya koyar. Bourdieu’nün alanla birlikte işlettiği diğer bir kuramsal
araç olan habitus, birbiriyle tezat oluşturduğu düşünülen bu iki kuramın bir
arada ele alınmasından doğar ve tahakkümün fiziksel şiddetin yokluğunda da
nasıl var olduğunu anlamamızı sağlar: Tahakküm altındakiler, hakimlerle aynı
dünya görüşünü paylaştıkları için toplumsal uzamın alt kısmındaki yerlerinin
farkına varırlar, başka bir ifadeyle, konumlarının gayrımeşruiyetini bilirler. Bu
nedenle, devlet geleneği şeklinde algılanabilecek, simgesel veya toplumsal bir
düzenin varlığı ve bu düzenin kendini dayatması sırasında uygulanan tahakkümü anlamanın yolu da, Neokantçı gelenekle yapısalcı geleneğin kuramsal
araçlarına aynı anda başvurmaktan geçer, zira dünyaya uyguladığımız bilişsel
yapılar, devlet geleneğinin, kendi içlerinde tarihsel tutarlılığı olan oluşturucu
unsurlarıdır (Bourdieu, 2012, s. 272). Bourdieu’ye göre, Neokantçı gelenek6
farklı simgesel dünyaları (söylence, dil, sanat hatta bilim dünyası) nesneler
dünyasının tanıma araçları olarak ele alıyor ancak, bu araçların tarihsel olarak
tutarlı bir dökümünü ortaya koymuyor7 (Bourdieu, 1977, s. 407). Bourdieu,
simgesel sistemlerin sadece birer bilişsel biçim olmayıp aynı zamanda birbirleriyle
tutarlılık arz eden birer yapı (yapılandırılmış yapı) olduklarını anlamak için,
diğer bir ifadeyle Neokantçıların önerdiği üretici/doğurucu anlamın ötesine
geçmek için yapısalcı geleneğin kuramlarına başvurmanın kaçınılmaz olduğunu
ileri sürüyor (Bourdieu, 2012, s. 270). Yapısalcı tahlil, Neokantçı geleneğin
simgesel biçimlerin özgül mantığını kavrama iddiasını gerçekleştirmek için
gerekli metodolojik aracı sunuyor ve simgesel ürünlerin kendine has yapısını
ortaya koyma işlevini yerine getiriyor. Aynı şekilde, Bourdieu’ye göre, Neokantçı
bakış da, örneğin Marksist gelenekte olduğu gibi simgesel sistemleri sadece
siyasî işlevleri bakımından ele alıp, bunların var olma koşullarını irdelemeyen
bazı yapısal yöntemlerin, pratiğin barındırdığı mantığı görmezden gelmesine
çözüm getiriyor8 (Bourdieu, 2012, s. 17). Yapılarla temsiller arasındaki yapay
karşıtlığı kırmak, toplumsal dünyayı, tıpkı matematik ve modern fizikte olduBurada bahsi geçenin Humboldt-Cassirer geleneği ve bunun Amerikan sosyal kuramındaki
karşılığı olan Sapir-Whorf geleneği olduğunu anımsatalım.
7
Örneğin perspektifi tarihsel bir biçim olarak ele alan ama bu biçimin toplumsal üretim koşullarını sistematik olarak inşa etme işine girişmeyen Panofsky gibi.
8
Bourdieu burada Marx’tan Gramsci’ye ve Althusser’e uzanan ve “hegemonya”, “ideolojik aygıt”
gibi tanımlarla tahakkümü sadece devletin işlevleri üzerinden ele alan bir geleneği eleştiriyor.
6
40
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
ğu gibi ilişkisel bir düşünce biçimiyle ele almayı, yani gerçeği tözlerle değil de
ilişkilerle özdeşleştirmeyi gerektiriyor.
Kavramsallaştırmaların neden olduğu karmaşıklığın kırıldığı başka bir
konuşma metninde, Bourdieu, toplumsal olgunun ele alınışıyla ilgili yaptığı
bu kuramsal sentezi farklı bir şekilde ele alıyor (Bourdieu, 1987, s. 147-166).
Onun deyişiyle, çok genel anlamıyla sosyal bilimler, antropoloji, sosyoloji veya
tarih, birbiriyle uyumsuzmuş gibi görünen iki bakış arasında gidip geliyor:
nesnelcilik9 ve öznelcilik, ya da başka bir deyişle, fizikalizm ve psikolojizm.10
Sosyal bilimler, bir taraftan “olguları şeyler gibi ele alabilirken” (Durkheim’in
ifadesiyle), diğer taraftan toplumsal dünyayı temsillere indirgeyebiliyorlar. Bu
tam anlamıyla şöyle bir karşıtlık meydana getiriyor: Bilimsel bilgiye ulaşmanın
tek koşulu birinci durumda temsillerden kesin kopuşken –burada uzaklaşılması
gereken, Durkheim’e göre “önbilgi”, Marx’a göre “ideolojik” bakış açısıdır–;
ikinci durumda, tam tersine toplumsal sağduyuyu, temsilleri takip etmektir. İşte
Bourdieu’ye göre bu nesnelci ve öznelci kavrama anları eytişimsel (diyalektik)
bir ilişki içindedir: Bir yandan, nesnelci bakış, eyleyicilerin öznel temsillerini
ayıklayarak tespit ettiği yapıyı, bu temsillerin yapısal sınırları ve temelleri
olarak ortaya koyarken; diğer yandan, öznelci bakış, temsilleri, yani yapıların
korunması ya da dönüşmesi için verilen, bireysel ya da toplu, günlük mücadelelerin sezilebileceği toplumsal dayanakları saptıyor (Bourdieu, 1987, s. 150).
Bourdieu’nün toplumsal uzamı gerçekliğine en yakın biçimde okumak üzere
ürettiği araçlar olan habitus ve alan, toplumsal nesnelerin burada bahsi edilen
ilişkiselliğini hem nesnelci hem öznelci olan bir anlayışla kavramanın yoludur.
Yapısal-İşlevselcilikten Devletin Sosyogenetiğine, Devlet Tarihçiliğinde
Farklı Yaklaşımlar
Bourdieu dersler sırasında, harekete geçirdiği genetik tarihin gereği olarak devlet üzerine yazılmış çok sayıda kaynağı kendi sorgusuna dahil ediyor.
Bunların bir kısmı, devlete dair tarihyazımı açısından, bulgulamaya giriştikleri
ilkeler tümellik (evrensellik) maksadı taşıdığı için, yani farklı devletlerin karşıDurkheim ve Marx, sosyal bilimler tarihinde nesnelci konumun ne olduğunu, ürettikleri
bilimsel tahlillerde somut biçimde ifade etmişlerdir.
10
Hemen burada Bourdieu’nün bu terimleri bahsini ettiği sabit olguyu aktarabilmenin hafıza-teknik araçları olarak kullandığını, dolayısıyla terimlerin tözsel bir anlama gönderme yapmadıklarını, yani fenomenolojik, semiyolojik başka alanlarda başka türlü karşılanabileceklerini
hatırlatalım.
9
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
41
laştırmalı tarihini yaptıkları için önem arz eden eserler. Diğerleriyse, yönteme
yaptıkları katkılar nedeniyle Bourdieu’nün devleti nesneleştirme girişiminde,
gerek eleştirmek, gerekse kendi epistemolojik katkısı açısından nirengi noktası
olarak görüp temel almak amacıyla, metinde ara ara tartışmaya yeniden soktuğu
sosyologların ürünleri. Bunların başında genetik tarih yaparken kuramlarını
bir araya getirmeye çalıştığı Durkheim, Marx ve Weber geliyor; sosyolojinin
geleneksel kurucuları arasında bulunan bu üç ismin ortak noktaları, genel bir
süreci betimlemeye ve devletin global tarihini yapmaya çalışmalarıdır: Marx’ın
ilkel birikim tahlili, Durkheim’in toplumsal işbölümü kuramı, Weber’in modern
toplumların oluşumunu bir ussallaşma süreci olarak betimlemesi Bourdieu’nün
esas aldığı kuramlardır (Bourdieu, 2012, s. 119).
Devlet üzerine yaptığı derslerde ele aldığı diğer kuramcılardan kısaca bahsetmeden önce Bourdieu’nün, tarih çalışmalarında disiplinlerarası işbölümü
üzerine söylediklerine dikkati çekelim. Bourdieu devletin genetik (oluşuna dair)
tahliline girişirken karşılaştığı verilerin iki ayrı kategoriye ayrıldığını belirtiyor:
Bir tarafta, sayılamayacak kadar çok miktarda tarih çalışması; diğer tarafta
ise, devlet hakkında üretilmiş bir yığın kuram. Bu ayrımın altını çizerken asıl
vurgulamak isteği bu uzmanlık sahaları arasında kalan alanın gözardı edilmemesi gerektiğidir. Nitekim araştırması sırasında üzerinde daha çok durduğu
nokta da, siyaset kuramlarının tarihi (sıradan biçimde hep tekrarlanan Bodin,
Montesquieu vs. gibi) değil, Orta Çağ’dan beri devlet hakkında üretilmiş ve
devletin bir alan olarak meydana getirilmesine eşlik edip katkıda bulunmuş
söylemlerin tamamının tarihidir.
Yapısal-İşlevselciler ve Marksistler
Derslerde yapısal-işlevselci kuramcılardan Shmuel Noah Eisenstadt’ın kuramı
ile Marksist gelenekten Perry Anderson ve Barrington Moore’un kuramları art
arda, karşılaştırılarak tartışılıyor. Bourdieu bu iki gelenek arasında görünüşte
var olan karşıtlığın ardında çok sayıda benzerlik bulunduğunu gösteriyor.
Benzerlikleri temel olarak işlevselci yaklaşımlarından kaynaklanıyor: Örneğin
Eisenstadt devletin işlevinin ne olduğu sorusunu, tüm siyasî düzen, yani tüm
sınıflar açısından sorarken, Anderson dönemin egemenleri olan sınıfın işlevlerine dair soruları feodallerin konumuna göre soruyor. Sonuçta bu kuramlar
devletin yapıp ettiklerine ve bunları yapabilmesi için yerine gelmesi gereken
koşullara dair sorular sormak yerine, neredeyse a priori ortaya koydukları devlet
42
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
işlevlerinden yola çıkarak, devletin ne olduğunu çıkarsamaya çalışıyor (Bourdieu, 2012, s. 135). Bununla birlikte, Bourdieu yapısal-işlevselcilerin temel
koyutları bakımından Marksistlere çok yakın görünmelerine rağmen, siyasî
yelpaze içinde daha ziyade muhafazakarlara yakın durduklarına değinmeden
geçmiyor (Bourdieu, 2012, s. 123).
Kitapta, yazarların tek tek ele alınıp öğretildiği skolastik bir sıra izlenmese
de Bourdieu kuramlarını birlikte incelediği bu üç yazarın eserleri içinden, ilk
olarak Eisenstadt’ın The political systems of empires’ından (İmparatorlukların
siyasi sistemleri) bahsediyor. Eisenstadt, önce, farklı toplumların ortak olabilecek
özelliklerini sıralamak suretiyle devletleri sınıflıyor ve tipolojiler oluşturuyor.
Bourdieu’ye göre bu işlemi kafasında feodalizmden mutlakiyete nasıl geçildiği
sorusuna bir yanıt bulmak için yapıyor. Eisenstadt’ın kuramı gereği, bürokratik imparatorlukların ortaya çıkabilmesi için toplumların, yazarın farklılaşma,
özerkleşme ve merkezileşme süreçleri diye tarif ettiği aşamalardan geçmeleri
zorunlu (Bourdieu, 2012, s. 126). İlk olarak toplumun belli bir farklılaşma
düzeyine erişmesi, daha sonraki bir aşamada, bir kesimin tarım ilişkisinin yarattığı statüden kurtulması, son olarak da dinî, kültürel, iktisadî bazı kaynakların
hanedana ve dine bağlılığının ortadan kalkması gerekiyor. Bourdieu, bu kuramda
açığa çıkan Parsons geleneğinin Durkheim ve Weber’in sosyolojilerinin bir
uzantısı olduğunu ve Eisenstadt’ın, tarihsel süreci, farklı toplumsal dünyalara
ayıran bir farklılaşma olarak ele aldığını anlatıyor. Dolayısıyla, kuramı kendince
aktarırken, yazar tarafından da esas alındığını varsaydığı Weber’in fikirlerine
atıfta bulunuyor (Bourdieu, 2012, s. 127).11
Eisenstadt’ın yönteminden yola çıkan Bourdieu şöyle bir genellemeye
varıyor: Bu yöntemin, sosyologların yapısal-işlevselci olarak adlandırdıkları,
Parsons ve onun meslek mefhumu ile şekillenip tüm siyasal sistemlerin temel
özelliklerini çözmeyi hedefleyen geleneğin içinde yer aldığını saptıyor. Söz konusu geleneğin temel aldığı koyut ise, her devletin yerine getireceği birtakım
evrensel işlevler olması nedeniyle, yapısında barındırdığı ve işlevlerini yerine
getirebilmesini sağlayan iyeliklerin ortaya çıkarılabileceğidir (Bourdieu, 2012,
Örneğin, tıpkı Weber’in saptadığı gibi, siyaset adamlarının ilkel hali olan eşrafın, kendini
toplum çıkarına adaması, kasabadaki anlaşmazlıkların çözülmesine vakfetmesi için, biraz artı
özelliklere, belli bir eğitime ve diğerlerinden farklı olarak bu işlere ayıracak zamana sahip olması, yani boş zamana dönüşen başlangıçtaki kaynak birikiminin, önce boş zamana dönüşmesi,
ardından da tam anlamıyla siyasî olan şeylere vakfedilmesiyle farklılaşma sürecinin başlangıçtaki birikim sürecine bağlı olduğunu anlatıyor.
11
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
43
s. 123). Bourdieu’ye göre, bu tür araştırmalar, bir yapıya has özelliklerin, bir
siyasî rejim içinde yalıtılabilir olduğu fikrinden yola çıkıyor, dolayısıyla aynı
özelliklere sahip rejimlerin aynı sınıfta yer aldığını varsaymanın yanı sıra, bu
özelliklerin başka kombinasyonlara girebileceğini ve böylece farklı sistemler
yaratabileceğini de savunuyor. Bourdieu, bu düşüncenin arkasında biyolojik
analojinin12 bulunduğunu, yani bir yandan öğeleri karmaşık kümelerde yalıtan analitik bir düşünceden beslenirken, diğer yandan bu öğelerin farklı tekil
tarihsel biçimlerde tezahür edebileceğini hesaba katan sentetik bir düşünceyle
desteklendiğini iddia ediyor: “Karşılaştırmalı bir araştırmaya dayanan ve ortak özellikleri saptamaya yarayan bu sınıflandırmalardan yola çıkılarak bir
çeşit tarihsel öze ulaşılmaya çalışılıyor” (Bourdieu, 2012, s. 124). Bir başka
ifadeyle, Bourdieu’ye göre, Eisenstadt tipolojiler ortaya koyup, tarihsel sistemleri atomlarına ayırırcasına iyeliklere ayırarak analitik olmayı hedeflese, hatta
bunları yaparken çeşitlenmeleri gözlemleyip, sistematikliği gözden kaybetmese
de, tarihsel yapılardaki ilişkiselliği, yani simgesel “kaynakları” içine alan daha
karmaşık bir sistemin varlığını gözden kaçırır.
İkinci olarak, Passages from antiquity to feudalism (Antik Çağ’dan feodalizme
geçişler) ve Lineages of the absolutist state (Mutlakiyetçi devletin kökenleri) adlı iki
eseriyle ele alınan Perry Anderson (Anderson, 1974a ve 1974b), Bourdieu’nün
ifadesiyle, Eisenstadt’ın vurguladığı mutlakiyetçi devlet ve feodalizm arasındaki
çelişkiyi geliştiriyor: Yeniden işlerlik kazandırılmış bir feodal aygıt olan mutlakiyetçi devlet, çıkarlarına hizmet ettiklerine karşı bile bastırma eylemi uygulamak
zorundadır (Bourdieu, 2012, s. 135). Anderson derslerde, tarihsel bir hareketi
bütünü içinde kavramayı hedefleyen, sadece dinî ya da askerî tarihle yetinmeyip
bütüncül tarihçilik geleneği içinde yer alan bir araştırmacı olarak tanıtılıyor
(Bourdieu, 2012, s. 131). Bourdieu’ye göre, Anderson aslında, kıyas ihtiyacını
karşılamak için Japonya’yı da aralarına kattığı büyük Batı devletlerinin toplu ve
karşılaştırmalı tarihinden yola çıkarak, Fransa ve İngiltere’ye dair bazı iyelikleri
saptamaya çalışıyor; Marksist gelenekte yer almasına rağmen çalışmasında
Marksist evrimciliği eleştiriyor ve Weberci bir yol izliyor. Böylece, Batı Avrupa
devletlerinin kendilerine has özelliklerini, önce Avrupa’nın tarihini Doğu’nun
tarihiyle, ardından kendi içlerinde karşılaştırarak ortaya koymayı amaçlıyor
Burada “biyolojik analoji” tamlamasının, benzetmenin, gözlemlenen özelliğin (iyeliğin) genetik tarihinin farklı aşamaları göz önüne alınmadan, sadece işlevi üzerinden yapılmış olmasına
dikkati çekmek için bilhassa kullanıldığı düşünülebilir.
12
44
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
(Bourdieu, 2012, s. 132).
Burada eleştirilmek istenen, tarihsel açıklamanın, gerçek bir tahlil sonucu
ortaya çıkarılmış bir nesne yerine önceden oluşturulmuş bir nesneye uydurulmaya çalışılan bir tahlil üzerine kurulu olması. Anderson’un, aslında, sosyalizmin
neden Sovyet Rusya’da olduğu şekliyle var olmuş olduğu ve bunun devletin
Batı ve Doğu’daki ayrı tarihlerine bağlı olup olmadığı sorularına yanıt aradığını ileri süren Bourdieu aynı saptamayı, Barrington Moore için de yapıyor
(Bourdieu, 2012, s. 131). Diktatörlüğün ve demokrasinin toplumsal kökenleri
adlı kitabında Moore’un ortaya koyduğu mesele, kapitalist demokrasiye, faşizme ve komünizme götüren devrimlerde (“üç büyük yolda”) yüksek toprak
sınıflarının ve köylülerin rolünün ne olduğunu anlamak (Bourdieu, 2012, s.
136). Demokrasiye giden burjuva devrimi örnekleri olarak İngiltere, Fransa ve
Amerika Birleşik Devletleri’ni; faşizme götüren muhafazakar devrim örnekleri
olarak Japonya ve Almanya’yı, komünizme götüren köylü devrimi örneği olarak
da Çin’i karşılaştırıyor. Böylece çağdaş devletlerin oluştuğu dönemde büyük
toprak sahipleri, köylüler ve burjuvaların farklı tarihsel yapılarda oluşturdukları
farklı bileşmelerdeki ilişkilerini ele alıyor. Bourdieu ise bu yöntemi, ana değişken olarak kabul edilen bir değişkenin yalıtılıp, sonra bu değişken değişince
olup bitenin nasıl değiştiğinin gözlemlenmesi olarak özetliyor. Moore’un, bu
yöntemle, açıklayıcı sistemini, inşa ettiği bir model üzerine oturtmayıp, bir
sayfadan diğerine değiştirdiğini savunan Bourdieu, bunun onu ussal düşünme
sisteminden uzaklaştırıp söylensel (mythique) düşünme sistemine yakınlaştırdığını ima ederek eleştiriyor (Bourdieu, 2012, s. 137).13 Oysa model inşa etmek,
sorgulama sistemini açıklığa kavuşturmaya yaradığı için vazgeçilmezdir.
Bourdieu bu tarihçileri genel olarak, tarihsel sorunsallarını siyasî sorunsallardan yola çıkarak oluşturdukları için eleştiriyor (Bourdieu, 2012, s. 131).14
Marksizmin akıbetinden pek mutlu olmayan bu Marksist tarihçiler şu siyasal
soruyu soruyorlar: Marksizm neden Sovyet Rusya’da aldığı biçimi aldı? Bu
soru, “kökeni olan bir devletin, alıntı bir temel, ithal bir model üzerine inşa
Bourdieu’ye göre, söylensel sistemlerin tutarlı bir biçimde işleyebilmesinin koşullarından
biri de, hiçbir zaman eşzamanlı olarak denetlenmiyor oluşlarıdır. Bunu şöyle bir analojiyle
örneklendiriyor: Eğer “güneş ay için ne ise, erkek de kadın için odur” dedikten sonra “tosbağa kaplumbağa için ne ise, erkek de kadın için odur” derseniz, bu iki önermede aynı pratik
kalıpları kullandığınızdan, birini reddetmedikçe diğerini de reddetmemiş olursunuz.
14
Bourdieu bu soruları, dönemin gündeminde olan Doğu Avrupa’daki olaylara (1989’da Berlin
Duvarı’nın yıkılışı gibi) bağlıyor.
13
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
45
olunan bir devletinkinden farklı özelliklere sahip olup olmadığı” sorusunu da
beraberinde getiriyor (Bourdieu, 2012, s. 133).15 Böylece Bourdieu, Anderson ve
Moore’un eserlerini örnek alarak, tarihin iki ayrı “yanlış problem”ine değiniyor:
Bunlardan biri, Doğu toplumlarında kapitalizmin geç kalmışlığı sorunsalı ve
bu sorunsalın gerektirdiği mantık çerçevesinde Doğu devletlerinin Fransız ve
İngiliz modellerinden ithal edilmiş, dışarıdan gelen bir etki sonucu var oldukları düşüncesi. Bourdieu, buna, Rusya’daki kapitalizmin diğerlerinden sonra
yola koyulduğunu anlamadıkça, kapitalizmin akıbetini anlamanın mümkün
olmadığını söyleyerek yanıt veriyor (Bourdieu, 2012, 133). Aynı zamanda, geç
kalmakla sonra başlamak arasındaki farkın anlaşılmasının, tarihi kavramada
önemli metodolojik ve kuramsal nüansların kavranmasını gerektirdiğini dile
getirmiş oluyor. Diğeri ise Marksizmin “tarihçilik geleneğine armağan ettiği”
burjuva devrimi problemi. Bourdieu, burjuva devriminin neden gerçekleştiği
ya da gerçekleşmediği sorusunun her toplum için ayrı ayrı dile getirilmesini,
yapılara ve bu yapılar içinde yaşayan insan zihinlerine, onların nesnel olarak
barındırdıkları kısıtlamaların ötesinde kısıtlamalar atfedilmesi olarak değerlendiriyor ve bu soruların, gerçek tarihsel sürecin sordurduğu sorular olmadıkları
için yapay problemler olduklarının altını çiziyor (Bourdieu, 2012, s. 134-135).16
Devlet Tarihçiliğinde Genetik Modeller
Bourdieu derslerinde, bu tarih anlayışının dışında devletin oluşuna dair
modeller geliştiren, kendi kavradığı şekliyle sosyolojinin, yani genetik sosyolojinin ilkelerine göre tarih yapan, bireysel ve toplumsal yapıları, kamu görevi,
bürokrasi veya devlet alanı gibi tikel örnekler üzerinden inceleyen tarihçilerden
de bahsediyor.17 Devletin oluşuna dair kendi geliştirdiği modele geçmeden
önce, örnek aldığı genetik tarih kuramlarına değiniyor. Devletin oluşuna dair
modellerle ilgili olarak değindiği ilk kuram Norbert Elias’ınki: Bourdieu,
Elias’ı, herşeyden önce Weber’in kuramını geliştiren, ve çok basitleştirilerek
Başka bir tarihçi Alexander Gerschenkron da, Rus kapitalizminin geç kalmışlığı üzerine
yazdığı kitabında aynı çizgiyi izlemişti (Gerschenkron, 1962).
16
İngiliz Marksistlerinin kafasını kurcalayan “Neden İngiltere’de burjuva devrimi gerçekleşmedi?” sorusu veya Japon Marksistlerin, Japonların tek gerçek devrim olan burjuva devrimine
götüren tek yoldan sapmış olmalarına dair geliştirdikleri zengin literatür, Bourdieu’nün istihzayla kullandığı örneklerden birkaçı. Bunlara, Anderson’un bu konuyla ilgili olarak İskandinavlar’ın izlediği yolun “tuhaf ”lığından bahsetmesini de ekliyor.
17
Bunlardan bazıları (Autrand, 1986), (Genet ve Vincent, 1986) ve (Genet ve Le Mené, 1985).
15
46
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
ifade edilirse, tarihçilerle sosyologları barıştıran bir kuramcı olarak sunuyor18
(Bourdieu, 2012, s. 204). Elias, Weber’in devlet üzerine geliştirdiği temel
fikirleri genetikin sahasına taşımayı denemiş bir toplumbilimci olarak çifte
bir tekelleşme sürecini betimliyor: Fiziksel şiddet ile vergi sisteminin birarada
tekelleşmesi (Elias, 2002). Elias’ın özel tekelin (yani hükümdarın tekelinin),
devletin kamu tekeline dönüşüm süreciyle birlikte gelişen tekelleşme sürecine
dair tahlilini bilhassa vurgulayan Bourdieu, kendisinin de, devletin genetik kuramını geliştirirken temel aldığı noktanın bu olduğunu vurguluyor (Bourdieu,
2012, s. 203-204). Bourdieu, Elias’ın, kuramında, Weber’in devlete getirdiği
tanımını19 derinleştirse de, Weber’in geliştirmediği simgesel şiddet boyutunu
tamamen boşvermiş olmasını eleştiriyor.
Elias devletin sosyogenetiğine dair kuramını üç aşamada oluşturuyor. Bunlardan ilki, birbirine yakından bağlı iki süreç olan, şiddet araçlarının giderek
tek bir elde toplanması süreci ile vergi toplama işinin tek bir yöneticinin veya
idarenin elinde toplanması sürecinin, toprakların genişlemesine koşut olarak
gelişmesi. Bourdieu’yü etkileyen bir başka nokta ise, Elias’ın betimlediği bu
süreç ile pazara hakim olmak için birbiriyle yarışan firmaların tekelleşme süreci
arasında kurduğu analojiden çıkarsadığı derstir: “Sosyolog, yakınlıklar kurmak,
tikel vakayı, hem tüm tikelliğini hem de tüm genelliğini aynı zamanda ortaya
koyabileceği bir dizi vakanın içinde görmek için, kendine has, tikel bir örneği
inşa edebilme kabiliyetine sahip olmalıdır” (Bourdieu, 2012, s. 206). Devlet
sosyogenetiğinin ikinci aşaması, tekelleşme sürecinin, iç barışın devlet tarafından
bir dizi savaş, çatışma sonucunda tesis edilmesini de beraberinde getirmesi;
yani barışın tahakküm pahasına sağlanıyor olmasıdır. Böylece mutlakiyetçi
devlet, hükümdar ve kulları arasında oluşan bir çeşit güç dengesine götüren bir
tekelleşme süreci sonunda kurulur: Hükümdar iktidarını yaydıkça, iktidarına
bağımlı olanlara bağımlılığını da arttırmış olur (Bourdieu, 2012, s. 207).
Buna paralel olarak Elias, Bourdieu’nün bürokratik alandan ya da devlet
alanından bahsederken anlatmaya çalıştığı başka bir süreci de betimliyor: İkti“Tarihçiler, bilhassa Fransa’da, [karmaşık birtakım nedenlerden ötürü] Max Weber’i tanımazlar; Elias onlar için bilmeden Weber kullanmanın, dolayısıyla, Weber’den ileri gelen fikirleri,
bizatihi büyük bir özgünlüğe sahip bir düşünür olan Elias’a mal etmenin bir yolu oldu.”
19
Bu tanıma göre devlet, sınırları belli bir toprak parçası dahilinde, şiddetin meşru kullanımı
üzerindeki tekeli sayesinde iktidar uygulama iddiasını başarıyla yerine getiren örgüttür. Burada,
her ne kadar meşru sözcüğünün kullanımı şiddetin simgesel boyutunu çağrıştırsa da Weber,
şiddet tahlilini simgesellik üzerinden kurmaz.
18
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
47
dar tek bir elde toplandıkça, iktidarın merkezinde tek bir şahış olması yerine,
muktedirlerin karşılıklı bağımlılık ilişkisinde oldukları bir şebekenin ortaya
çıkması. Ancak, Elias’ın buradaki bağımlılığın karşılıklı olmasından kastı,
kesinlikle eşitler arası olması değildir. İşte Elias’ın vurguladığı karşılıklı bağımlılığın eşitler arasında olduğu kadar eşit olmayan güçler arasında da aynı şebeke
örgüsü içinde var olması, Bourdieu’nün alan kurgusu için büyük önem taşır:
Birçok farklı güç ilkesini (dinî, bürokratik, hukukî, iktisadî) elinde bulunduran
muktedirlerin karşılıklı bağımlılık ilişkisinde oldukları bir şebeke; öyle ki bu
şebekeleri barındıran uzamın yapısı, tüm karmaşıklığıyla devletin kararlarının
üretici kaidesi haline gelir (Bourdieu, 2012, s. 209).
Devletin oluşuna dair diğer bir model ise Charles Tilly’nin Zor, sermaye ve
Avrupa devletlerinin oluşumu adlı eserinde geliştirdiği modeldir (Tilly, 2001).
Tilly Avrupa devletinin oluşunu, devlet tiplerinin farklılıklarına çok dikkat
ederek betimlemeye gayret ederken, ayrıca modelinin ampirik sağlamasını yapar.
Bourdieu’nün saptamasına göre, oluşturmaya çalıştığı model Elias’ınkinden daha
çok parametre içermektedir. Kafasında, tüm Amerikan sosyologlarının genelde
uygulamaya çalıştığı çok değişkenli tahlil vardır. Fakat, daha çok iktisadî bir
mantık izlediği için, Bourdieu’ye göre simgesel boyutu ve simgesel sermayenin
birikim sürecinin özgül mantığını göremez. Tilly’nin sorunsalının merkezinde,
iktisadî sermayenin birikiminden sorumlu kentler ile fizikî kısıtlamadan sorumlu
devletler arasındaki eytişim vardır (Bourdieu, 2012, s. 212).
Derslerde, ortaya genel bir model koyabilmiş araştırmacılardan Philip Corrigan ile Derek Sayer’in The great arch: English state formation as cultural revolution
(Büyük yay: Kültür devrimi olarak İngiliz devlet oluşumu) adlı kitabından da
bahsediliyor (Corrigan ve Sayer, 1985; Bourdieu, 2012, s. 224). Bu iki yazarın,
İngiltere’de, iktidarın hanedan temelinde, aileye bağlı olarak yeniden üretimi
ile devletin aracılığıyla yeniden üretimi arasındaki ayrımın çok önce başladığını
ortaya koymalarına büyük önem atfeden Bourdieu (Bourdieu, 2012, s. 459),
bu yazarların ayrıca, Elias ve Tilly’nin içine düştükleri ekonomizmi kırabilmiş
olmalarını da önemsiyor. Kuramcıların devlet tarihine en önemli katkılarının,
modern devletin temelinde “kültürel devrim”in bulunduğunu, yani meşru ve
kurala bağlanmış (ulusal dil, parlemento, mahkemeler vs. gibi) (kodlanmış)
“biçimler” bütününü inşa etmeleri olduğunu hatırlatıyor. Dolayısıyla, Bourdieu’nün devlet alanının işleyişinin merkezine simgesel erki koymasına yakın
bir perspektif benimsemiş oluyorlar.
48
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Simgesel Erk Manyetizması veya Devlet Alanı
Tarihsel konumu göz önünde tutulduğunda Bourdieu’nün, irdelediği ve
örnek aldığı bu eserlerin bir sonucu olarak önerdiği devlet genetiğine geçmeden
önce, onun devletten neden hiçbir zaman doğrudan bahsetmediğine değinmekte
fayda var. Bourdieu gerçekleştirdiği tüm çalışmalarını –nesnesi ister edebiyat veya
hukuk, ister sanat veya üniversite olsun– her zaman bir (veya birkaç) alan ile
onun karmaşık fakat kendine has ilişkisellik çerçevesinde işleyen yapısı üzerine
kuruyor. Söz konusu devlet olduğunda da yine aynı zihinsel araçlara başvuruyor20, fakat devlet örneğinin ortaya koyduğu alanın, farklı alanların (iktisadî,
entelektüel, eğitimsel, hatta sanatsal vs.) birbirlerine göre ve birbirleri nezdinde
meşru olarak işgal etmek zorunda oldukları konumun belirlenmesi uğruna
verilen mücadeleleri kapsayan bir üst-alan şeklinde tezahür etmesi, devletten
doğrudan ve toptan söz etmeyi engelliyor. Dolayısıyla ortaya, kabaca sonucunda
devletin üretildiği şu iki süreç çıkıyor: toplumların görece özerk bazı alanlara
ayrılma süreci ile erklerin bu alanlar üzerinde yoğunlaştığı, mücadelelerin ise,
tarihin yeni eyleyicileri olan bu (iktisadî, hukukî, entelektüel vs.) alanlar arasında
geçtiği bir uzamın belirme süreci (Bourdieu, 2012, s. 597-600).
Bourdieu yapmak istediği şeyin devletin doğuşuna dair açıklayıcı etmen
sistemleri inşa etmek değil, devletin oluş mantığına dair bir model geliştirmek
olduğunu söylüyor (Bourdieu, 2012, s. 301). Göstermeye ve tahlil etmeye
çalıştığı şey, devletin oluş sürecinde farklı türden sermayelerin (fizikî, iktisadî
ve simgesel) başlangıçta nasıl biriktiklerini ve birbirlerinin oluşumunu nasıl
sağladıklarını ortaya koymaktır. Sermaye türleri içinde simgesel sermayenin,
tahlilinin merkezinde yer aldığını en başında bildiriyor: “[…] sermaye türünün
fiziksel dünyanın mantığına en yakın olduğu uç örneklerde dahi, simgesel bir
etkiyi beraberinde getirmeyen fiziksel bir etki söz konusu olmaz. Beşerî eylem
mantığının tuhaflığı, kaba kuvvetin asla sadece kaba kuvvet olmaması sonucunu
doğurur: Kaba kuvvet, bir kabullenme biçimine ulaşmaktan ileri gelen bir baştan
çıkarma, iknâ etkisi bırakır” (Bourdieu, 2012, s. 302). Aynı tahlilin, maddî bir
başka sermaye türü olan iktisadî sermaye için de geçerli olduğunu biliyoruz:
Zenginlik asla sadece iktisadî bir zenginlik şeklinde var olmaz; varlığını tanı(n)
ma ve kabul görme gibi simgesel etkilerle birlikte hissettirir.
Bourdieu’nün iktidar alanını, iktisadi, bürokratik, entelektüel ve eğitimsel alanların kesiştikleri bir uzam olarak etraflıca tahlil ettiği bir çalışma örneği için La noblesse d’Etat. Grandes
écoles et esprit de corps olan kitabına bakılabilir (Bourdieu, 1989). Kitabın İngilizce’si için bkz.
(Bourdieu, 1998).
20
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
49
Bourdieu’nün önerdiği sosyogenetik model, kronolojik olduğu kadar mantıksal bir sıra izleyen üç aşamada incelenebilir. Bu aşamalardan ilki, sonucunda
bir üst-sermaye türünün ortaya çıktığı, farklı sermaye türlerinin birikim süreci
olarak özetlenebilir. Bu sürecin boyutlarından biri, hükümdarın ailesinin ve
onun malvarlığı etrafında örgütlenmiş olan bir hanedan devletinin dayandığı
kişişel erk ile bunların, liyakat uyarınca, bazı işlerine memur ettikleri aktörler
etrafında oluşmakta olan bürokratik erkin, birbiriyle tezat oluşturan iki tahakküm biçimi olarak bir arada var olma sürecidir. Söz konusu olan, devlet ilkesinin,
hanedan ilkesinin tamamen önüne geçmediği, ancak kurumların yavaş yavaş
ortaya çıkmasıyla, soyluların kendi içlerinde, (doğal seyrinde) sürdürdükleri
yeniden üretim (üreme) tarzının, iktidar alanının yeniden üretimini sağlamada
biricikliğini yitirdiği, bu nedenle iktidarın uygulanması açısından çelişkilerin
doğduğu bir süreçtir. Bu süreç aynı zamanda, yukarıda bahsi geçen devlet tarihi
modellerinde anlatıldığı gibi –çelişkisel göründüğü kadar ilişkisel olduğundan–
hükümdarın da, oluşmakta olan kurumlar aracılığıyla, iktidarı, bilhassa simgesel
erki tekelinde toplamasını, farklı sermaye türlerini biriktirmesini (örneğin düzenli orduların kurulmasıyla fizikî sermayeyi) beraberinde getirir. Başka türlü
ifade etmek gerekirse, farklı sermaye türlerinin hükümdarın şahsı haricindeki
ellerde birikmesi, tek düzlemde algılanabilen bir iktidar paylaşımına –dolayısıyla
kaybına– yol açmaz. Aksine, bu süreçte iktidar alanı içindeki yeni işbölümü
sayesinde ortaya konan simgesel erkin, bir nevi hikmet-i hükümetin –iktidar
alanının aktörlerinin sahip oldukları simgesel sermaye dağılımlarının meydana
getirdiği hiyerarşi uyarınca– pekişmesini sağlar.21 Devlet böylece, (fizikî, iktisadî,
kültürel ve simgesel) farklı türde sermayelerin bir yerde yoğunlaşması sonucu,
bu sermaye türlerinin herbirinin üzerinde güç uygulayan bir üst-sermaye, bahis
nesnesi iktidar olan mücadelelerin yaşandığı bir alan olarak ortaya çıkmış olur
(Bourdieu, 2012, s. 590). Bu süreçte, örneğin, mutlak monarkı XIV. Louis
şahsında temsil edilen XVII. yüzyıl Fransa’sı gibi, gittikçe güçlenen bürokrasilerine rağmen, büyüyen bürokrasi sayesinde simgesel sermayesi daha da büyüyen
hükümdarlarının şahsında temsil edilen devletler mevcuttur.
Simgesel sermayenin ilk birikiminin (hükümdarın yerini işgal etmenin
sağladığı temsilî güçlerin ortaya çıkması), yani devlet ilkesinin hanedanın ilkesine galip gelmesi, devlet mantığının icadını, dolayısıyla, kamu fikrini temsil
Bourdieu devletin oluşma sürecinde farklı sermaye türlerinin birikimini “Esprits d’Etat.
Genèse et structure du champ bureaucratique” başlıklı makalesinde inceler (Bourdieu, 1993).
21
50
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
eden ve kendi başlarına yeni birtakım toplumsal gerçekliklere uzam oluşturan kurumların inşasını beraberinde getirir. Bourdieu’nün modelleştirdiği bu
ikinci aşamada kamusal şeylerin ve bürokratik kurumların, içinde icat edildiği
uzamın (bürokratik alanın) inşasında hukukçular gibi, devlet mantığına bağlı
oldukları için bu mantıktan çıkarı olan ve yeniden üretimleri, soylulardaki gibi
aileye değil eğitim sistemine bağlı olan eyleyici kadrolar, memurlar büyük rol
oynarlar. Ticaret burjuvazisi dışında, hükümdarın iktidarından bağımsız meslek
erbabının ortaya çıkışı, hukuk, eğitim, liyakat, yetki üzerine kurulu olan ve
ırsî iktidarlara karşı çıkabilen yeni bir iktidarı doğurur. Devlet memuriyetinin
ortaya çıkması, devletin tahakküm alanı içinde, organik bir dayanışmanın söz
konusu olduğu bir işbölümünü de beraberinde getirir. Ancak, bürokrasinin
hiyerarşiye dayandığı göz önünde tutulursa, işbölümü aynı zamanda vekalet
sisteminin işlediği çok bileşenli bir yapı gerektirir.
Bourdieu’nün çok farklı şekillerde tarif ettiği simgesel erkin muğlaklığı ve
çelişkisi, çok kademeli bir vekalet mekanizmasını işleten aracıların (yani hükümdardan aldıkları iktidarı başkaları üzerinde kullananların) iki arada sıkışmış
oldukları izlenimi vermesine rağmen, aslında sahip oldukları güçlü konumla
faklı bir boyut kazanmış olur (Bourdieu, 2012, s. 437). Şu halde, bürokratik
alan, eyleyicilerinin, hesap verdikleri hükümdar ile yönetilenler arasındaki
ara konumlarının zamanla özerkleşip idareyi ele geçirmesiyle meydana gelir.
Bourdieu bürokratik alanın oluşumunu dayandırdığı kuramını, farklı coğrafya
ve zamanlardan devletlerdeki bürokrasileri karşılaştırarak ve analojiler yaparak
destekler; örneğin bürokrasinin kademeleri arttıkça daha da özerkleşip güçlendiğini açıklayan etmenlerden biri olan rüşvetin, Çin ve Fransız bürokrasilerinin
farklı dönemlerinde nasıl bürokrasinin yapısal bir parçası olduğunu gösterir
(Bourdieu, 2012, s. 432-60).
Son aşamada, çıkar gütmeme ve evrensellik ilkelerine dayanan bürokratik
alanın, kurum ve aktörleriyle, kamu düşüncesinin oluşmasına nasıl katkıda
bulunduğu, dolayısıyla XIX. yüzyıl ve sonrası devletleri irdeleniyor. Bir bakıma
Bourdieu, ahlakî veya dinî mantıktan farklı olarak, devlet mantığının işlediği
bürokratik alanın özerk, yani yeniden üretimini ve meşru değerlerini kendi
kendine belirleyen bir alan olarak oluşma sürecini betimliyor. Bu alanın oluşumunda en önemli rolü oynayan aktörler ise, kamusal çıkardan özel çıkarı (veya
kamusal çıkara özel ilgisi) olan hukukçulardır. Fransız devrimi öncesinde ve
sırasında, sınıflar arasındaki hiyerarşiyi altüst etmek ve bürokratların, iktidarı,
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
51
soylular aleyhine ele geçirebilmeleri için mücadele veren hukukçuların ileri
sürdükleri düşünceler –insan hakları gibi– hukukî yetkinliğe ve tümelliğe atıfta
bulunan düşüncelerdir. Söz konusu işleyişte, hukukî erkin tekelleşmesi parlementonun kurumsallaşmasından geçer; böylece, keyfî olmadığı ölçüde daha da
meşrulaşan siyasi iktidar tarafsız –olduğu varsayılan– bir bölgede tesis edildiği
için, doğrudan simgesel bir etkiye dayanmış olur (Bourdieu, 2012, s. 453).22
Bourdieu bu noktada hukuku, iktidar alanı içindeki mücadeleler ve hakimiyet kurma rekabeti açısından da tahlil ediyor: Bu durumda, hukukî sermaye sahipleri, ellerinin altında bir çeşit düşünce ve hareket tekniği rezervi
bulundurdukları için kudretli konumda bulunuyorlar. Zira, devlet alanında
işlerliği olan kavramlara hakim olmakla aslında toplumsal gerçekliği inşa etme
araçlarını ellerinde bulunduruyorlar (Bourdieu, 2012, s. 521). Hakim oldukları
dil veya kavramlardan oluşan bu sermaye, aynı zamanda onların simgesel erke,
yani somut anlamda devlete veya kurumlarından birine değil de, bu uzamların
hepsinde birden iyi konumlanmalarını sağlayan meşru araçlara sahip olmalarını
sağlıyor (Bourdieu, 1986).
Hukukî alanın toplumsal tavırlara karşılık gelen konumlar uzamındaki
ayrışmayla birlikte bürokratik alanı doğurmasına, simgesel sermayenin temsillerinin inşasına dair bir süreç eşlik ediyor. Bu süreçte, entelektüeller (hukukçular,
yazarlar, dilbilimciler, tarihçiler vs.) elbirliğiyle kamunun ortak temsillerinin,
dolayısıyla ulusun yaratılmasına katılıyorlar. Bourdieu bu olguyu, devletin
tanımladığı yüzölçümü sınırları içinde algılama kategorilerinin evrenselleşmesi
olarak ifade ediyor (Bourdieu, 2012, s. 549). Bu mantığa göre, bir entelektüel
icat olan ulus, devlete dair aynı algılama kategorilerine sahip, devlet tarafından
aynı dayatma ve zihinsel aşılamalara maruz bırakılmış insanlar bütününe deniyor.
Bourdieu, böylece, normatif tarih tarafından, önceden varmış gibi gösterilen,
örgütlenmiş ve kendi kendini idare eden bir nüfusun (ulus-devlet’in), iktidarını
vekaleten siyaset adamlarına devretmesi üzerine kurgulanan demokrasi tarihini
değillemiş oluyor. Bunun yerine “aynı sınırlar içerisindeki yurttaşlar bütünü”
Bourdieu, aslında burada evrenseli var eden şeyin, hukukçuların veya devlet memurlarının
işlerini çıkar gütmeden, evrensel bir çıkar amacıyla yaptıklarına dair inançları olduğunu ileri
sürüyor. Sosyologların, çıkarın hiç bulunmadığının iddia edildiği yerde bile çıkarın olduğunu
bilmelerine istinaden Bourdieu (Bourdieu, 1995), evrensel çıkarın herhangi bir şekilde kişisel
çıkar için kullanılmasının örtbas edilmesinin bile herşeye rağmen, evrensele bir nevi kutsallık
atfedilmesine, dolayısıyla evrenselin var edilmesine katkıda bulunduğunu ileri sürüyor. Yasanın
delinmesi durumunun, yasanın nesnel varlığına, doğrudan çiğnenmesi durumuna göre daha
çok kakıda bulunması gibi.
22
52
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
anlamındaki devleti üreten şeyin bürokrasinin ta kendisi olduğunu, neden ve
sonuç arasındaki bilinçdışı yer değiştirmenin toplumsal koşullarını tahlil ederek
kanıtlıyor. Öyle ki, devleti inşa ve icat etmekle yükümlü olan toplumsal eyleyiciler, birlik içinde aynı dili konuşan nüfus anlamındaki devleti, daha önce eşi
benzeri olmayan, olağanüstü bir örgütlenmeyi (üst-sermayeyi), yani hem maddî
hem de simgesel olan (ve devlet mefhumunu kendisiyle özdeşleştirdiğimiz) bir
örgütsel sermayeyi inşa etmek suretiyle kurarlar.
Sonuç olarak, Bourdieu, nihayetinde devletin ortaya çıktığı ve devlet kuramlarının icadının da katıldığı bu süreci anlamak için, üreticilerin farklı iyeliklerini
ayrıntılı olarak betimleme ve tahlil etmenin yanı sıra, bu iyelikleri, ürünlerin
iyelikleriyle ilişkilendirmenin önemini vurguluyor. Böylece, Bourdieucü sosyoanalizin bilindik kuramsal araçları olan habitus-alan ikilisini, simgesel erkin,
hatta devletin, sadece bürokratik alanla sınırlı kalmayıp, toplumsal dünyanın
ayrıntılarında var olması nedeniyle kullandığı açıklığa kavuşmuş oluyor.
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
53
EXTENDED ABSTRACT
Sur l’État as an Unavoidable Object of Sociology:
Lectures of Pierre Bourdieu in the Collège de France (1989-1992)
A. Günce Berkkurt*
In this review article on a hitherto unpublished work by Pierre Bourdieu,
released recently by Seuil publishing house in January 2012, we hope to present
Sur l’État through a cross-referenced interpretation by convoking not only the
other studies made by Bourdieu, but also the works of other social scientists
that he frequently refers to. In order to go beyond a mere critical description
of this book, we have undertaken an effort to understand the genetic logic
of the state that Bourdieu proposes to construct, by matching the theoretical
elements of this construction to their practical logic that he tried to describe
throughout his scientific career.
In this chronological compilation of lectures delivered in the Collège de
France between 1989 and 1992, Bourdieu proposes a critical synthesis of the
social theories on the state formation in order to approach as closely as possible
to the reality of his object. Therefore, throughout this work, he is in a constant
debate with historians and social scientists that had previously put the state at
the center of their research. Bourdieu explains the reasons why in his analysis
he has set aside all normative and speculative approaches based on theoretical
constructions, without taking into account the empirical data concerning the
history and the function of the states. This latter form of research, which advances
only by referring to other theories and by putting together a theoretical base
only by confirmation or refusal of one theory by another, cannot have time to
delve into both social and scientific subconscious. This takes shape in relation
to the actual arrangement of facts in the scientific as well as in other social
fields. In this manner, Bourdieu develops an approach combining analytical and
reflexive reasoning, focusing on the epistemological enquiry on the researcher’s
standpoint, while elaborating the socio-genesis of the field of the state.
Thence, as a first step, we shall focus on some key methodological issues
which form an important part in the Bourdieusian socio-analysis, such as his
PhD Candidate, Nanterre University, Department of Political Sociology,
[email protected]
*
54
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
emphasis on the pitfalls of spontaneous sociology, in other words, his call
to alertness against the ease of spontaneous perception that can hinder the
scientific perception. This remark relates to the centrality of the reflexivity in
Bourdieu’s epistemology, especially when he tries to reconcile sociological and
historical approaches. Indeed, he relates objectivist moments with subjectivist
ones, the latter being essential in the comprehension of a social fact. Thus, he
meditates, on the one hand, on the historical conditions of the disciplinary
division of labor in the social sciences and on the other, on the temporality of
the positioning of a researcher vis-à-vis his object. In fact, a synthesis allows us
to discover that the study of the social world with field and habitus, Bourdieu’s
basic theoretical tools, is in close relation to this very idea.
A socio-historical approach on the genesis of the field of state, and on the
social perception of things about the state, enables Bourdieu to reveal what
is deliberately concealed by the spontaneous distinction between public and
private sphere – a distinction based on the abstract principles of disinterest and
universality – which turns out to be the repressed idea that amounts to the
state. Therefore, not only does he stress the origination of a logic specific to the
state, in other words, the emergence of this particular social universe that he
baptizes as “bureaucratic field”, but by the same token, he tries to determine
how the state is constituted as an organization and as a shrine where the symbolic power dwells and develops. However, before proceeding to formulate his
own state-conception socio-genetic model, he revisits, not without criticizing
fittingly, the different ways of doing comparative history of Shmuel Noah
Eisenstadt, Perry Anderson and Barrington Moore. This critical approach to
some well-known pieces of comparative history and historical sociology enables him to further develop his objectivistic perspective, given that, in order
to elaborate upon a theoretical model about the process of the origins of this
whole field called “the state”, one must be able to compare the results of as
many as possible studies on the largest possible number of state-formations in
different geographical areas. Furthermore, this helps him to demonstrate the
methodological approach he elaborates. From that point, Bourdieu proceeds to
the analysis of the works of the social scientists who have inspired him while he
was establishing his approach. Bourdieu thus scrutinizes the works and models
by Elias, Tilly, Corrigan and Sayer. He first revisits Norbert Elias, accrediting
him the description of the process of concentration of the violent means and tax
Berkkurt / Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine
55
collection methods by a single administration. Nevertheless, Bourdieu criticizes
Elias who somehow neglects the symbolical dimensions of this process. Then,
he revisits the works of Charles Tilly, who through a multivariate analysis, puts
emphasis on the concentration of physical capital of the armed force, in close
relation to the formation of a state bureaucracy and to the concentration of
economical capital in the cities. Lastly, Bourdieu highlights the study of Philip
Corrigan and Derek Sayer who connect the origins of the modern state to the
construction of a set of legitimate and codified forms governing the social life.
By following the chronological order of Bourdieu’s lectures in the Collège
de France, we can follow his conceptualization of a framework of the state as a
process of concentration of different types (i.e. physical, economic, cultural and
symbolic) of capitals amounting to a social space in which are reproduced, more
or less, common principles concerning the meaning and value of the world. To
describe this process, Bourdieu starts from the initial accumulation of symbolic
capital, in conjunction with the monopolization of other types of capitals by
an institution which takes shape outside the realm of the king and his kin. The
process through which a differentiated space is created, by the employment of
technician mercenaries recruited from outside the nobility, is responsible for the
emergence of another mode of knowledge and acknowledgement reproduced
by the educational systems. The concentration of a symbolic capital, outside
that of the monarch, creates a novel form of division of labor in the field of
power through which a symbolic power is consolidated. Bourdieu stresses that
the monopolization of that power is perceived and experimented as the universalization, which in a sense implies its transformation to the reason of state.
Keywords: Bourdieu, Political Science, State, Symbolic Power, SocioGenetic Analysis
KAYNAKÇA / REFERENCES
Anderson, P. (1974a). Lineages of the absolutist state. Londra: New Left Books.
Anderson, P. (1974b). Passages from antiquity to feudalism. Londra: New Left Books.
Autrand, F. (1986). Prosopographie et genèse de l’État moderne. Paris: Editions Rue
d’Ulm
Bourdieu, P. (1977). Sur le pouvoir symbolique. Annales. Économies, Sociétés, Civilisations. 3 (32): 405-411.
Bourdieu, P. (1980). La Distinction: critique sociale du jugement. Paris: Minuit
Bourdieu, P. (1980). Le sens pratique. Paris: Minuit
56
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Bourdieu, P. (1986). La force du droit. Eléments pour une sociologie du champ.
Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 64: 3-19.
Bourdieu, P. (1987). Choses dites. Paris: Minuit.
Bourdieu, P. (1989). La noblesse d’État. Grandes écoles et esprit de corps. Paris: Minuit.
Bourdieu, P. (1993). Esprits d’État. Genèse et structure du champ bureaucratique.
Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 96-97: 49-62.
Bourdieu, P. (1995). Pratik nedenler. Hülya Tufan (Çev.). İstanbul: Kesit.
Bourdieu, P. (1997). De la maison du roi à la raison d’État. Un modèle de la genèse
du champ bureaucratique, Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 118: 55-68.
Bourdieu, P. (1998). State nobility: Elite schools in the field of power. Palo Alto:
Stanford University Press.
Bourdieu, P. (2001). Sciences de la science et réflexivité. Paris: Raisons d’agir.
Bourdieu, P. (2003). Méditations pascaliennes. Paris: Seuil.
Bourdieu, P. (2012). Sur l’État. Cours au Collège de France 1989-1992. Paris: Raisons d’agir – Seuil.
Bourdieu, P. (yayım aşamasında). Ayrım: Yargı yetisinin toplumsal eleştirisi. G.
Berkkurt ve D. Fırat (Çev.), İstanbul: Bağlam.
Corrigan, P. ve Sayer, D. (1985). The great arch: English state formation as cultural
revolution. Londra: Blackwell.
Eisenstadt, S. N. (1969). The Political system of empires. New York: Free Press
Elias, N. (2000). Uygarlık süreci 1: Sosyo-oluşumsal ve psiko-oluşumsal incelemeler.
E. Ateşman (Çev.), İstanbul: İletişim.
Elias, N. (2002). Uygarlık süreci 2: Sosyo-oluşumsal ve psiko-oluşumsal incelemeler,
E. Özbek (Çev.), İstanbul: İletişim.
Genet, J. P. ve Le Mené, M. (1985). Genèse de l’État moderne: Culture et idéologie
dans la genèse de l’État moderne. Roma: Ed. de ÉFR.
Genet, J. P. ve Vincent, B. (1986). Etat et Eglise dans la genèse de l’État moderne.
Madrid: Casa de Velázquez.
Gerschenkron, A. (1962). Economic backwardness in historical perspective. A book
of essays. Cambridge: Belknap Press of Harvard University Press.
Moore, B. (2003). Diktatörlüğün ve demokrasinin toplumsal kökenleri. Ş. Tekeli ve
A. Şenel (Çev.). Ankara: İmge Kitabevi.
Tilly, C. (2001). Zor, sermaye ve Avrupa devletlerinin oluşumu. K. Emiroğlu (Çev.).
Ankara: İmge Kitabevi.
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 57-83
Ekonomi Teorisi ile İlişkisi İçinde Bourdieu:
Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
Cem Özatalay*
Özet: Pierre Bourdieu’nün neo-klasik ekonomi teorisi ile ilişkisi özellikle neo-liberal
dönüşüm sürecinin belirli bir evresinde tartışılmaya başlandı. Bourdieu tarafından geliştirilen “habitus”, “alan” ve “farklı sermaye türleri” kavramlarına dayanan analiz çerçevesinin,
neo-klasik teorinin bir uzantısı mı, yoksa bizzat bir eleştirisi mi olduğu konusunda sosyal
bilimciler farklı görüşler ileri sürdü. Kimi onu “ekonomi emperyalizmi”nin sosyoloji
disiplini içindeki temsilcilerinden biri olarak değerlendirdi, kimi de eserinin neo-klasik
teoriye muhalif bir “karşı hegemonya projesi” olarak okunması gerektiğini dile getirdi.
Bourdieu’nün “Cezayir”, “Banka ve Mudileri” ve “Müstakil Konut Piyasası” araştırmalarını
esas alan bu makale ise, bu iki yaklaşımdan farklı olarak, meseleyi tarihsel-toplumsal
bağlamına yerleştirerek değerlendirmeyi öneriyor. Bu doğrultuda, Bourdieu’nün sosyolojik teorisinin neo-klasik ekonomi teorisi ile ortak temel aksiyomlara sahip olduğu
eleştirisinin büsbütün haksız olmadığı, ancak bu aksiyomatik ortaklığın, onun teorisinin
eleştirellik özelliğini azaltmak bir yana güçlendirdiği savunuluyor.
Anahtar Kelimeler: Bourdieu Sosyolojisi, Ekonomi Sosyolojisi, Ekonomik Alan,
Ekonominin Toplumsal Yapıları, Neo-Klasik Ekonomi Teorisi Eleştirisi
Bourdieu in his Relation to the Economic Theory:
A Comprador or a Critic?
Abstract: The debate on Bourdieu’s relationship with neoclassical economic theory
has become more apparent especially with the advancement of the neoliberalization process. The question was whether Bourdieu’s conceptual framework based on the notions
of “habitus”, “field” and “different types of capital” consisted of a simple extension of
the neoclassical economic theory in social theory or rather a radical critique of it. Some
saw him as one of the representatives of “economic imperialism” in the discipline of
sociology; while others considered his work as a “counterhegemonic project” against the
neoclassical theory. Unlike these two parts, this article proposes to consider the same
issue by situating it in its historical and social context. In order to do this, Bourdieu’s
anthropological field studies on Algeria and “the bank and its customers”, and also
his empirical exploration about the commercialization of individual house market are
referred. As a result, the article presents that Bourdieu’s approach not only shares its
epistemological framework with neoclassical theory, but that this affinity in no way
decreases its capacity of criticism, but rather, enhances it.
Keywords: Sociology of Bourdieu, Economic Sociology, Economic Field, The Social
Structures of the Economy, Criticism of Neoclassical Economic Theory
Arş. Gör. Dr., Galatasaray Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
*
58
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Giriş
Pierre Bourdieu’nün ekonomik meselelerle ilgilenmeye başlaması, yüzünü
felsefeden antropolojiye ve sosyolojiye dönmesiyle eşzamanlıdır. Bir başka deyişle, Fransız sosyoloğun düşünsel evriminde ekonomiye dair temaların; eğitim,
kültür ve edebiyat gibi konularla kıyaslandığında tali bir yer işgal ettiğine dair
yaygın kanının aksine, Bourdieu’nün sosyolojik düşüncesinin oluşumunda
ekonomik temaların kurucu bir katkısı olmuştur (Lebaron, 2003). Gerçekten
de Fransız sosyoloğun, ekonomi disiplinine tahsis edilmiş kimi konular üzerine kafa yormaya 1950’lerin sonlarında askerlik hizmeti nedeniyle bulunduğu
Cezayir’de yürüttüğü ilk saha araştırması sırasında başladığı görülür. Bu erken
başlayan ilgisine rağmen, Marx’ın ekonomi kavrayışı istisna olmak kaydıyla,
Bourdieu’nün ekonomi disiplininin teorik gündemine dair bilgi ve ilgisinin çok
kapsamlı olduğunu da söyleyemeyiz (Steiner, 2008). Ayrıca, Cezayir araştırması
döneminde Bourdieu’nün ekonomi politik eleştirisinin “ılımlı” bir karakter
taşıdığı gözlemlenmektedir. Fransız sosyolog, erken dönem çalışmalarında,
ekonomistlerin toplumsal gerçeklikleri yeterince dikkate almamaları nedeniyle
yaptıkları kimi hatalara işaret etse de, onları eleştiri oklarının esas hedefi yapmaz.
Pierre Bourdieu’nün hâkim ekonomi teorisine yönelik eleştirilerinin şiddetini artırması için 1990’ları beklemek gerekecektir. Bourdieu’nün ekonomi
teorisini hedef alma eğilimi bu tarihten sonra o denli belirginleşir ki, Philippe
Steiner, Fransız sosyologun Comte ve Durkheim’in izinden giderek “sahte bilim”
olarak itham ettiği ekonomiyi sosyoloji ile ikame etme “radikal” stratejisini
benimsediğini söyler (Steiner, 2008). Ekonomi teorisine ilişkin yaklaşımında
takındığı “radikal” eleştirel tutum, karşılığında, kendisine yönelik eleştirilerin
artmasını da beraberinde getirecektir.
Yalnız ne tuhaftır ki, Bourdieu’ye bu bahiste yöneltilen eleştiriler, “ortodoks
ekonomi”yi temsil eden neo-klasik teorinin savunucularından gelmez.1 Tam
tersine, eleştiri sahiplerinin; yaklaşımlarını neo-klasik ekonomi ve liberalizm
eleştirisine dayandıran kişilerin arasından çıktığı görülür. Bu bahiste en fazla
Ortodoks ekonomi yaklaşımını, 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana neo-klasik teori temsil etmektedir. Neo-klasik okul ana hatlarıyla, marjinal fayda teorisini benimser ve ekonomik
özneyi kârını maksimize etme motivasyonuyla davranan rasyonel, çıkarcı, hesapçı ve özerk
“homoekonomikus” olarak tanımlar. Piyasalarda, ekonomik öznelerin çıkarcı ve hesapçı varsayılmalarından ötürü artık ölçülebilir ve önceden kestirilebilir bir nitelik kazanan kararlarının ve
davranışlarının sonucunda oluşan dengeler, ekonomi biliminin temel konusu sayılır. Piyasaların dengelerinin incelenmesi içinse matematiğin araçları kullanılacaktır.
1
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
59
yankı bulan eleştiriler, Faydacılık Karşıtı Sosyal Bilim Hareketi’nin kurucusu
Alain Caillé (1981) ve Düzenleme Okulu2 ile birlikte Fransa’nın iki önemli
“heterodoks” ekonomi okulundan birisi olarak anılan Konvansiyonlar Ekonomisi Okulu’nun3 önde gelen isimlerinden Olivier Favereau (2000)’ya aittir.
Bu eleştirilerde Pierre Bourdieu’nün, hem neo-klasik paradigmanın faydacı-rasyonel insan tasavvurunu –eleştirel bir bakış açısıyla da olsa– hareket
noktası aldığı; hem de ekonomik alanı “yeniden üretim” perspektifiyle analiz
ederek, aslında neo-klasik paradigmanın denge teorisinin temel aldığı, dinamik olmayan döngüsel piyasa kavrayışının bir simetriğini ürettiği ileri sürülür.
Fransız sosyoloğun ekonomi teorisi eleştirisinin menzilinin ise piyasanın “eksik
rekabet”e dayanan “tekelci” yapısını teşhir etmenin ötesine geçmediği savunulur.
Ama Bourdieu’ye yöneltilen en “can acıtıcı” eleştiri, Gary Becker’in “ekonomi
emperyalizmi”nin4 sosyoloji alanındaki işbirlikçisi olduğu suçlamasına dayanır.
Zira eleştiri sahiplerine göre, Bourdieu, neo-klasik teoriyle aynı öncüllerden
beslenerek geliştirdiği analiz çerçevesini toplumsal yaşamın tüm alanlarında kullanmıştır. Bir başka deyişle Bourdieu bir kompradordan5 başka bir şey değildir.
Neo-klasik okulun asosyal ve ahistorik bir karakter arz eden inceleme yöntemine itiraz eden
Düzenleme Okulu, “kurumsal formlar”ın ekonomik analize dâhil edilmesi gerektiğini savunur.
Böylece hem kapitalizmin gelişiminin belirli evrelerinde hâkim olmuş olan “sermaye birikim
rejimleri” ile “düzenleme tarzları” ayırt edilebilmiş olacaktır, hem de her bir düzenleme tarzının
özgül yapısal krizleri ve bu krizlerin aşılma şekilleri anlaşılabilecektir.
3
Konvansiyonlar Teorisi, belirsizlik durumları içinde sınırlı bir rasyonelliğe sahip olarak davrandıkları varsayılan bireylerin nasıl olup da belli kurallar çerçevesinde bir işbirliği tesis ettiklerini anlamaya öncelik verir. Bu teoriye göre, konvansiyon, hem bireysel eylemin bir sonucu,
hem de özneleri sınırlandıran bir çerçeve olarak kavranmalıdır. Aynı bakış açısına göre, bireyler
karşılıklı etkileşim içindeyken sistematik olarak eksikliklerle karşılaşırlar ve aralarındaki koordinasyonu korumak ve geliştirmek için kimi zorluklarla ve kaynak yetersizlikleriyle yüz yüze
gelirler. Bu ise bireyler arasında, eleştiriyi ve yargıları de içeren normatif boyutu olan bir tartışma sürecini ve akabinde de yeni konvansiyonların oluşmasını getirecektir. Değişimin sürekliliği varsayımını esas alan bu okulun Favereau gibi temsilcilerine göre, Bourdieu’nün habitus,
alan ve farklı sermaye tipleri kavramlarına dayanan modeli fazlasıyla “kapalı devre” bir yeniden
üretim sürecini esas almaktadır ve bireylerin “saha”nın kurallarını değiştirme kapasitelerini yeterince dikkate almamaktadır.
4
“Ekonomi emperyalizmi” terimi, ekonomi biliminin diğer sosyal bilimleri ele geçirmeye dönük hareketini tanımlamak için son 30 yıldan bu yana kullanılmaktadır. Daha açık bir ifadeyle,
ekonomi biliminin yönteminin, geleneksel olarak sosyoloji, antropoloji, tarih, psikoloji vb. gibi
diğer sosyal bilimlerin konusu olan meselelerin incelenmesi sırasında da kullanılması eğilimini
niteler. Gary Becker’in 1970’lerde ayrımcılık ekonomisi (1971) ve aile ekonomisi (1981) konularında yürüttüğü çalışmalar “ekonomi emperyalizmi”nin öncü örnekleri olarak değerlendirilir.
5
Latince kökenli olan (comparātor: satın alan) ve Portekizce üzerinden modern Batı dillerine
giren komprador terimi, yabancı bir firma adına kendi ülkesinde ticari işlem yapan ve bunun
sonucunda zenginleşen tüccarları nitelemek üzere kullanılmaktadır. Yunanlı Marksist Nicos
2
60
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Bu eleştirilerin karşısında ise neo-klasik teorinin temel aldığı “hedef-yönelimli akılcı”, hesapçı ve faydacı “ekonomik insan” ideal-tipi karşısında Bourdieu’nün bir “karşı hegemonya projesi” olduğu ileri sürülmüş (Göker, 2007)
ve Bourdieu’nün ekonomik alana dair araştırmalarda kullanılmasını önerdiği
“habitus” kavramının, onu “ortodoks” ana akım ekonomi karşısında bugünkü
kurumsalcı –ve/veya “düzenlemeci”– “heterodoks” ekonomi okullarıyla aynı
“eleştirel” düzlemde konumlandırdığı savunulmuştur (Boyer, 2003).
Bu makalede Bourdieu’nün ekonomik alana dair çalışmaları kısaca ele
alındıktan sonra, Fransız sosyoloğun ekonomi analizine yöneltilmiş başlıca
eleştiriler ile bu eleştiriler karşısında farklı isimlerce geliştirilmiş savunular da
dikkate alınmak suretiyle bir tartışma yürütülecektir. Bu tartışma yürütülürken, Bourdieu’nün ekonomik konuları ele alma biçiminin dönemsel olarak
farklılaşmış olduğu olgusundan hareketle, bunlara ilişkin eleştirilerin ve savunuların da ancak zaman-mekânsal bağlamına oturtulduğunda anlaşılabileceği
gösterilmeye çalışılacaktır.
Bourdieu’nün Ekonomi Sosyolojileri
Bourdieu “ekonomi”yi özgül bir inceleme nesnesi olarak konu edinen Les
structures sociales de l’économie (Ekonominin toplumsal yapıları) (2000) başlıklı
kitabını ölümünden iki yıl önce yayımladı. Aynı kitabın giriş bölümünde ise
kendi sosyolojisinin ekonomi alanına dair çıkarımlarını dayandırdığını belirttiği
üç ampirik araştırmaya dikkat çekti. Bu üç araştırma, Cezayir’deki geleneksel
davranış ve düşünüş eğilimleri/yatkınlıkları ile Fransız sömürgeciliğinin gelişimini hızlandırdığı kapitalizme özgü yeni davranış ve düşünüş eğilim/yatkınlıkları
arasındaki çatışmayı sorgulamak üzere 1950’lerin sonlarında yürüttüğü Cezayir
araştırması (Bourdieu, 1961, 1963; Bourdieu ve Sayad, 1964); tasarruf, kredi
veya yatırım pratiklerinin ekonomik ve kültürel belirleyenlerini mercek altına
alan 1963 tarihli “banka ve mudileri” araştırması (Bourdieu ve ark. 1963); ve son
olarak da kapsamlı sonuçlarına Ekonominin toplumsal yapıları içinde yer verdiği
müstakil konutların üretimi ve ticarileşmesi üzerine bir grup araştırmacıyla
birlikte yürüttüğü araştırmaydı. Fransız sosyologun kırk yıllık meslek hayatında
ekonomi hakkındaki çalışmalarını sıralarken yalnızca bu üç araştırmanın adını
anmış olması, Richard Swedberg’in de işaret ettiği üzere kimilerine “şaşırtıcı”
göründü (Swedberg, 2011, s. 67). Zira Bourdieu’nün sosyolojisi hakkında
yapılmış çalışmalarda ekonomi ile ilgili çalışmalar arasında adı yaygın olarak
Poulantzas’ın yaptığı komprador burjuvazi-yerli burjuvazi ayrımı bu bahiste anımsanabilir.
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
61
anılan La distinction (Ayrım) Fransız sosyolog tarafından ekonomi alanı ile ilgili
bir çalışma olarak değerlendirilmemişti.
Bourdieu’nün ekonomi alanındaki çalışmalarını sıralarken yaptığı bu tasnif
rastlantısal değildi kuşkusuz. Çünkü ekonomi sosyolojisinin başat inceleme
konularını oluşturan “ekonomik eylem” ve günümüz toplumlarında ekonomik
eylemin içinde gerçekleştiği temel kurum olan “piyasa” –ya da “piyasalar”–,
yalnızca adı anılan bu üç çalışmada doğrudan ve derinlemesine incelemeye
tabi tutulmuştur. Aynı nedenle, Bourdieu’nün ekonomiyi incelerken kullandığı
kavramsal araçları tartışmayı öngören bu makale de söz konusu üç çalışmayı
temel alacaktır.
Diğer yandan bu üç çalışmanın aynı kavramsal analiz çerçevesini esas aldığını
söyleyebilmek de pek mümkün görünmemektedir. Zira Richard Swedberg’in
de isabetli bir biçimde vurguladığı gibi 1950’ler ve 1960’ların ilk yıllarında
Bourdieu’nün ekonomi hakkındaki incelemeleri, onun anahtar kavramları
olan “habitus”, “alan” ve “sermayenin farklı tipleri” kavramlarını temel alarak
yürüttüğü geç dönem çalışmalarından belirgin oranda farklılaşmaktadır. Aynı
nedenle Bourdieu’nün ekonomi analizleri “çoğul” bir karakter arz eder ve
Bourdieu’nün “ekonomi sosyolojisi”nden değil “ekonomi sosyolojileri”nden
bahsedilmesi gerekir (Swedberg, 2010: 68). Ne var ki, bu saptama şu soruyu yanıtlamayı zorunlu kılar: Bourdieu’nün neo-klasik teori ile bağı üzerine
sürdürülen tartışma hangi Bourdieu’yü ya da Bourdieu’nün hangi “ekonomi
sosyolojisi”ni esas almaktadır? Bu soruyu yanıtlayabilmek için ise öncelikle
Fransız sosyoloğun her iki dönemdeki çalışmalarında ortaya çıkan kavrayış
farklılıklarını belirginleştirmemiz gerekiyor.
Bourdieu’de Ekonomik İndirgemecilik Eleştirisi
Bourdieu’nün ekonomi ile ilgili olduğunu belirttiği ilk iki araştırmasını,
yani Cezayir araştırması ile “banka ve mudileri” araştırmasını yürütürken henüz olgunluk araştırmalarında başvurduğu kavramsal çerçeveyi geliştirmemiş
olduğunu yukarıda vurgulamıştık. Öyleyse, Bourdieu’nün ilk çalışmalarında
esas aldığı araştırma programının hangi sorunsaldan hareket etiğine bakmak
gerekmektedir.
1963 yılında yayımlanan Cezayir’de emek ve emekçiler, hatırlanacağı üzere,
Cezayir’in sömürgecilik yoluyla hızla kapitalistleşmesi ve bu sürecinin toplumsal sonuçlarını ele alır. Ülkenin ekonomik yapısının kapitalistleşme yönün-
62
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
de hızlı dönüşümü ile Cezayirlilerin geleneksel kültürel davranış eğilimleri/
yatkınlıkları arasında yaşanan uyuşmazlık, Bourdieu’nün temel sorunsalını
oluşturur. Weber’den bu yana “kapitalizmin ruhu”na ait görülen “rasyonel” ve
“hesapçı” davranış kalıplarını sergilememekte ısrar eden Cezayirlilerin varlığı,
Bourdieu’ye, teorik varsayımlarını tartışma olanağını sağlayacaktır. Örneğin,
Cezayir araştırmasından elde ettiği bulgular, kapitalist mantığa göre “iş” olarak
değerlendirilmemesi beklenen para getirmeyen faaliyetlerin, özellikle geleneksel
tarımsal yapısını koruyan bölgelerde yaşayan Cezayirliler tarafından, halen
“iş” olarak görülmeye devam edildiğine işaret eder.6 Bu bulgular, “yapılar
ile değerler” ya da “nesnel olan ile öznel olan” arasındaki ilişkinin nasıl tesis
olduğu üzerine dönemin sosyologları arasında cereyan etmekte olan “moda”
teori tartışmasına müdahalede bulunmaya izin vermesinden ötürü Bourdieu
tarafından önemli addedilir.
Yine aynı araştırmalar sırasında gözlemlediği bir olay Bourdieu’ye çıkarımlarını kristalize edebilmesi için bir diğer anlamlı örneği sunacaktır. Daha
önce Fransa’da çalışmış ve köyüne geri dönmüş bir Kabiliyeli duvarcı, çalıştığı
inşaatta verilen öğle yemeğini iş arkadaşlarıyla birilikte ortak tabaktan yemeyi
reddetmiş ve öğlen yemeğinin parasının kendisine ayrıca verilmesini talep
etmiştir. Bourdieu’ye göre kapitalist zihniyetin hâkim olduğu Batı ülkelerinde
hiç yadırganmayacak olan bu davranış, Cezayir’i hiçbir zaman terk etmemiş
olan iş arkadaşlarına olduğu kadar geleneksel değerlerine bağlı işverenine de
kabul edilemez görünür. Sonuç olarak ise duvar işçisine talep ettiği öğle yemeği
parasını veren işveren, ertesi gün kendisine işe gelmemesini söyleyecektir.
Yani, hızla kapitalistleşen yapının içinde yer almalarına karşın faillerin geleneksel değerlerinin yol açtığı davranış yatkınlıkları/eğilimleri varlığını korumaya
devam edebilmektedir. Bu durum Bourdieu’ye göre, ekonomistlerin homoekonomikus’a atfettikleri “rasyonel” ve “hesapçı” ekonomik davranma eğiliminin
doğada verili olmadığını, tersine tarihsel olarak inşa olduğunu gösterir. Bir
başka deyişle, batılılarda gözlemlenen hesaplamaya dönük eğilimin Kabiliyeli
Cezayirliler nezdinde “iş” ve “işsizlik” hakkındaki bu kavrayış farklılığını Bourdieu, Abdelmalek Sayad ile birlikte 1964’te yayımladığı Déracinement – La crise de l’agriculture traditionnelle
(Köksüzleşme – Geleneksel Tarımın Krizi) içinde de ele almıştı. Buna göre, örneğin geleneksel
tarımın halen varlığını koruduğu Cezayir’in güney bölgelerinde ücretsiz aile işçisi olarak tarımsal aktivitede bulunan insanların büyük bir kısmı kendilerini “işsiz” olarak görmezlerken, Fransız sömürgeciliğinin –ve paralel olarak da kapitalistleşme sürecinin daha etkili olduğu– Cezayir’in kuzeydoğu bölgesinde yaşayan Kabiliyelilerin ücretsiz aile işçisi konumundaki bileşenleri
arasında anlamlı bir çoğunluk kendilerini “işsiz” olarak görmekteydiler.
6
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
63
duvarcı örneğinin gösterdiği gibi toplumsal olarak edinilebildiğine işaret eder.
Bourdieu’nün Cezayir araştırmasından elde ettiği bir diğer ampirik bulgu
da zaman’ın kültürden kültüre değişik kavranıldığı ve bunun ekonomik davranışları doğrudan etkilediğidir. Yani zaman’ın toplumsal bir karakteri vardır.
Bourdieu, Cezayirli köylülerin zamansallıkla kurdukları geleneksel ilişki biçiminin, kapitalist ekonominin temel araçlarını (para, faiz, vs.) benimsemekten
alıkoyduğunu tespit eder. Çünkü geleceği belirsizliğin ve mümkün’ün sahası
olarak algılayan –aynı nedenle geleceğe artan bir kaygıyla bakan– batılı ve
kapitalist akıldan farklı olarak, Cezayirli köylülerin yaptıkları hesaplamalar,
geleceğin şimdiki zamanda hali hazırda zaten mevcut olduğu fikrini esas alır.
Bu ise onların geleceğin kazanılması için şimdiden vazgeçilmesini gerektiren
sermaye birikiminin mantığına mesafeli durmaları sonucunu doğurmaktadır.
Sonuç olarak, Cezayir’de yürüttüğü araştırmalar, Bourdieu’ye, kapitalistleşen
yapının otomatik olarak “rasyonel”, “çıkarcı” davranış eğilimini doğurmadığını
ve davranış eğilimlerinin oluşmasında “toplumsal” ve “kültürel” mekanizmaların devrede olduğunu gösterir. Yani, Bourdieu habitus kavramının mayasını
bu araştırmalar sırasında çalar.
Cezayir araştırmasının tartışmamız açısından önem arz eden bir diğer boyutu,
Bourdieu’nün tıpkı Weber gibi (a) “rasyonel” ve “hesapçı” davranış yatkınlığını
–“doğal” bir olgu olarak değerlendirmese de– modern kapitalizmin ayırt edici
temel karakteristiği olarak değerlendirmesi; (b) “rasyonel” ve “hesapçı” davranış
yatkınlığının belli kültürlerde daha kolay ortaya çıkarken belli kültürlerde ise
dış bir faktör –örneğin sömürgeci Fransız ya da daha önce Fransa’da çalışmış
Kabiliyeli duvarcı– olmaksızın ortaya çıkamadığını ileri sürmesidir. Bu nedenle,
Richard Swedberg biraz abartılı bir değerlendirme olabileceğini peşinen kabul
ederek, Bourdieu’nün Cezayir analizinin, Weber’in Protestan etiği’nde ileri
sürdüğü tezin bir sömürge ülkesi örneğine genişletilerek uygulanması olarak
değerlendirilebileceğini söyler (2011, s. 69).
İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmiş kapitalist ülkelerde “yeniden
inşa”, geç sanayileşmiş ya da sanayileşmekte olan ülkelerde ise “kalkınma” politikalarının gündeme gelmesiyle Weber’in Protestan Etiği tezinin sosyal bilimlerin gündemine hızla girdiği düşünülecek olursa, Cezayir gibi temel gündemi
kalkınma olan bir ülkede felsefeden sosyal bilime, teorik araştırmadan ampirik
araştırmaya geçiş yapan Bourdieu’nün, birçok çağdaşı gibi Weberci Protestan
Etiği tezi dalgasından etkilenmesi şaşırtıcı görülmemelidir.
64
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Her ne kadar bu durum şaşırtıcı değilse de, yürütmekte olduğumuz tartışma
açısından ne anlama geldiğine daha yakından bakılmasında fayda var. Weber’in
teorik ve soyut bir araştırma programına sahip olan neo-klasik ekonomi ile
ampirik bir araştırma programını esas alan sosyolojiyi buluşturmak üzere bir
“uyumlulaştırma stratejisi” izlediği genel kabul görür. Ekonomi sosyolojisi perspektifiyle geliştirdiği ideal-tipler sayesinde teorik olan (“neo-klasik” ekonomik)
ile tekil olan (tarihsel-sosyolojik) arasında bir ilişki inşa etmeye soyunması da
bu çerçevede anlam kazanır (Steiner, 2008, s. 65).
Max Weber’in, yaklaşımının teorik ayağını inşa etmeye soyunduğu Ekonomi
ve toplum’da Avusturya Marjinalist Okulu’nun, özellikle de Carl Menger’in7
görüşlerine doğrudan gönderme yapması da bu nedenle yadırgatıcı değildir.
Bununla birlikte, Weber’in erken dönem çalışmalarında Tarihselci Okul’un8
ekonomik görüşleri doğrultusunda bir yaklaşımı benimsemiş olduğunu hatırlatan Michel Lallement, tam da bu nedenle Alman sosyologun ekonomik analiz
düzleminde “ikon kırıcı” olarak değil, çağının paradigmalarından yararlanmayı
bilen bir düşünür olarak görülmesi gerektiğini söyler (Lallement, 2008).
Bu noktada, benzeri bir etkileşimin, özellikle “olgun” Marx ile Klasik Ekonomi Okulu’nun mensupları olan Adam Smith ve David Ricardo arasında da
olduğunun sıklıkla dile getirildiğini hatırlatalım. Aynı nedenle, Bourdieu’nün
erken dönem çalışmalarındaki ekonomi kavrayışını ve ekonomi teorisi ile ilişkisini değerlendirirken de söz konusu dönemde ekonominin hâkim işleyişini
ve bu işleyişin ihtiyaçlarına yanıt üretirken şekillenen ekonomi disiplininin
ana akım yaklaşımını dikkate almakta yarar var. Neo-klasik teorinin değil de
Keynesçiliğin hâkim ekonomik işleyişi ve anlayışı temsil ettiği bu dönemde,
Bourdieu’nün, ne Weber’e ne de neo-klasik ekonominin öncüllerine yönelik
güçlü bir itiraz yöneltme ihtiyacını hissetmemesi bu nedenle çok da tuhaf
görülmemelidir.
Öznelliğin, değerin oluşumundaki başat rolüne vurgu yapan Marjinal Fayda Teorisi’ni esas
alan Neo-Klasik Okul’un kurucularından olan Avusturyalı iktisatçı Carl Menger, “öznelcilik”
perspektifinin yalnızca mallar ve hizmetler piyasasında yapılan tercihleri anlamak için değil,
üretimi, maliyeti ve bireylerin hedeflerini açıklamak için de kullanılması gerektiğini ileri sürmüştür. Öte yandan, diğer neo-klasik okul mensuplarından farklı olarak matematiği bir araç
olarak kullanmamıştır.
8
Alman Tarihselci Okulu bilindiği gibi “Volkgeist” (halk ruhu veya millet ruhu) kavrayışını esas
almış, her halkın kapitalistleşme sürecinin tekilliğine ve bu tekil süreçte kültürün rolüne vurgu
yaparak, evrenselciliği ve yasalılığı esas alan Fransız ve İngiliz pozitivizmine –ve aynı zamanda
liberalizmine– alternatif bir epistemoloji önerisi şekillendirmeye çalışmıştı.
7
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
65
Yine aynı dönemde gerçekleştirdiği “banka ve mudileri” araştırmasında da,
Bourdieu aynı mutedil eleştirel pozisyonunu muhafaza edecektir. Banka ve
mudileri: Kredi sosyolojisinin unsurları (La Banque et sa clientèle: Elements d’une
sociologie du crédit) araştırması Lille’de bulunan bir bankanın hem müşterileri
hem de çalışanları ile yapılan mülâkatların sonuçlarını esas alır. Bu araştırma
sırasında, Fransız sosyolog ve arkadaşları, henüz yeni bir olgu olan tüketici
kredilerinin verilmesi sırasında banka müşterilerinin güçlü bir kaygıya kapıldıklarını tespit ederler. Bunun nedenlerini sorguladıklarında ise mudilerin
kredi sistemi hakkındaki bilgi eksiklerinin fazlalığı oranında artış gösteren bir
kaygıya kapıldıklarını gözlemlerler. Bir başka ifadeyle, banka mudilerinin kredi
alırken yaşadıkları kaygı, ait oldukları toplumsal grup ve kültürel alışkanlıkları
ile doğrudan ilişkili olarak azalmaktadır ya da artmaktadır.
Bourdieu bu araştırma sonuçları ışığında, nesnel bir şeymiş gibi algılanmaması gerektiğini iddia ettiği ekonominin, kültürel değerler ve verili ahlâkla bir
arada şekillendiği fikrini bir kez tartışmaya açar. Bu tartışma çerçevesinde ise bir
tasnife başvurur. Buna göre tüketici kredisi yaygınlaşmaya başladığında Fransa’da
iki tür ethos mevcuttur: tasarruf ahlâkı ve kredi ahlâkı (Swedberg, 2008, 72).
Bunlardan ilki hâkim ahlâk anlayışını oluşturmaktadır ve araştırmanın yapıldığı
sırada Fransa’da güçlü bir meşruiyeti bulunmaktadır. Bu ethos, kişilerin istedikleri bir ürünü satın almadan önce sabırlı olmalarını ve ancak zaruri olmayan
harcamaları kısıp, yeteri kadar tasarruf yaptıktan sonra o ürünü satın almalarını
doğru kabul eder. Tasarruf ahlâkına sahip Fransızların bir istisna olarak meşru
gördükleri tek kredi türü ise konut kredisidir. Kredi ahlâkına gelindiğinde ise
bu değerler bütününün tasarruf ahlâkının tam tersine hazzı ertelememeyi doğru
bulduğu görülür. Ancak bu ikincinin meşruiyeti, bu dönemde Fransız toplumu
nezdinde çok fazla değildir ve bu nedenle kredi sisteminin yerleştirilme süreci
toplumsal düzeyde yaşanan bir anksiyeteyi beraberinde getirmektedir.
Yani Bourdieu’ye göre, gelişmiş kapitalist toplumlarda sistematik ve rasyonel
bir biçimde kullanıldığında yatırımın temel araçlarından birisi olarak kendini
sunan tüketici kredisi, yalnızca tasarrufu salık veren ve krediyi bir günah olarak
gören geleneksel Fransız ethos’uyla çelişmekte ve bu çelişki de bir kaygı haline
neden olmaktaydı. Kısaca, Fransız sosyolog, tıpkı Cezayir araştırmasında olduğu gibi, geleneksel toplum kapitalistleşirken, failler arasında içselleştirilmiş
davranış eğilimlerinin/yatkınlıklarının dönüşmekte olan yapının gereklilikleri
66
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
ile arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan kaygılara ve çatışmalara işaret etmeyi
bu çalışmasında da ön planda tutmaktaydı.
Dolayısıyla Bourdieu halen Weberci bir sorunsal etrafında ekonomik meseleleri tartışmakta ve bu tartışmayı yürütürken de tıpkı Weber gibi ekonomik
indirgemeciliğe itirazı yaklaşımının merkezine oturtmaktaydı. Bu noktada, Louis
Althusser’in de ekonomik indirgemeciliğe bir itiraz olarak Çelişki ve üstbelirlenim’i (Contradiciton et surdétermination) 1962’de –yani Bourdieu ve arkadaşları
Banka ve mudileri araştırmasını sonlandırmadan bir yıl önce– kaleme almış
olduğunu da hatırlayabiliriz. Yani ideolojilerin, kültürlerin veya değerlerin ekonomik analize dâhil edilmesi yoluyla ekonomik determinizme daha güçlü itiraz
etme eğiliminin, farklı düşünsel geleneklerden gelen isimler nezdinde üç aşağı
beş yukarı aynı yıllarda ortaya çıktığı görülür. Bu durumun, planlı ekonomiyi
ve devlet müdahaleciliğini esas alan Keynesçi ekonomi politikalarıyla bağlantılı
olduğu göz ardı edilmemeli. Zira zaman, planlamacılık ve müdahalecilikle
piyasayı kontrol altında tutmasının yanı sıra, toplumsal eşitsizliklerin yeniden
üretimini –ideolojik ve ideolojik olmayan– aygıtları sayesinde sağlayan devleti
eleştirmenin zamanıydı. Bunu yapabilmenin yolu ise “ekonomik determinizm”in öncüllerine itiraz etmekten geçiyordu. Weber’in tezlerinin bu dönemde
gündeme gelmesi de, Bourdieu’nün ilk çalışmalarını Weberci bir sorunsaldan
hareketle yürütmesi de bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Kısaca ifade edecek
olursak, Pierre Bourdieu 1960’larda ekonomi teorisini ve bu teorinin öncüllerini
değil, ekonomik alanın diğer alanlarla kurduğu ilişkiye dair bir kavrayışı ifade
eden ekonomik indirgemeciliği hedef almakla yetinmiştir.
Bourdieu’nün ekonomi teorisine ve onun öncüllerine yönelik köktenci eleştirel bir tutumu benimsemesi için ise devletin ekonomik alandan –en azından
onu regüle etme görevinden– göreli olarak ricat etmesini ve temel referansı
neo-klasik teori olan neo-liberal dönüşümün toplumsal sonuçlarının açığa
çıkmasını beklemek gerekecekti.
Homoekonomikus & Piyasa vs. Habitus & Ekonomik Alan
Pierre Bourdieu, yukarıda kısaca değindiğimiz erken dönem araştırmalarını uzun yıllar boyunca “toplumsal antropoloji” çalışmaları olarak değerlendirmişken, 1990’lar kat edilirken aynı çalışmaları “ekonomi antropolojisi”
kategorisine dâhil etti. Bu sınıflandırma değişikliği basit bir yer değiştirme
ya da isim değiştirme olarak görülmemeli. Çünkü her sınıflandırma girişimi
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
67
verili toplumsal gerçekliğin bir tür yorumlanmasına ve algılanmasına dayanır.
Dolayısıyla olası bir sınıflandırma değişikliğine de, toplumsal gerçeklikteki ve/
veya onu yorumlama ve algılamadaki bir değişikliğinin neden olduğunu kabul
etmek daha doğru olacaktır. Bourdieu’nün yaptığı bu sınıflama değişikliğinin
nedenlerinin neler olduğunu soruşturmanın bu nedenle bizi kimi saptamalara
götüreceği kanaatindeyiz.
1990’ların, neo-klasik teoriden hareketle hazırlanmış ve kimi başarısızlıkları
ayyuka çıkmış neo-liberalizme özgü standart “yapısal uyum programları”nın
masaya yatırıldığı yıllar olduğu hatırlanabilir. Bu dönemde, devlet müdahaleciliğine dayanan Keynesçi modeli ikame etmek üzere 70’lerin ikinci yarısından
80’lerin sonlarına dek uygulanan neo-klasik standart Friedmancı monetarist
politikalar itibarını yitirmiş, yerini, Yeni Kurumsal Ekonomi Teorisi9 ile etkileşim içinde geliştirilen “yeni” neo-liberal politikalara bırakmaya başlamıştır.
Nasıl ki, “Eski” Kurumsal Ekonomi Teorisi’nin 1910-20’li yıllardaki yükselişi “Klasik” Ekonomi Sosyolojisi’ne ivme kazandırdıysa, 1990’lardan itibaren
uygulanan Yeni Kurumsal Ekonomi de Yeni Ekonomi Sosyolojisi’nin gelişimini
tetiklemiştir. Bir başka ifadeyle, kurumsal değişim şiarını esas alan neo-liberalizmin 1990’larda başlayan “yeniden açılma” evresinin, hem “heterodoks
ekonomi”ye hem de yeni ekonomi sosyolojisine filizlenme imkânını sunduğu
görülür. Bourdieu’nün “Ekonomi Antropolojisinin İlkeleri” (1997) başlıklı
makalesini kaleme alması ve erken dönem çalışmalarını “ekonomi antropolojisi” kategorisine dâhil etmeye karar vermesi şüphesiz bu bağlam içinde anlam
kazanmaktadır.
Fransız sosyolog, Ekonomin toplumsal yapıları (2000) ile bahsi geçen sürece
müdahalede bulunur ve müdahalesi azımsanmayacak bir yankı doğurur. Smelser
ve Swedberg’in editörlüğünde yayımlanan Ekonomi sosyolojisi el kitabı’nda (The
handbook of economic sociology) (2004) Bourdieu’nün “Ekonomi AntropoloNeo-klasik ekonomi teorisinin öncüllerini eleştirmek suretiyle 1990’lardan sonra etkinliğini
artıran Yeni Kurumsal Ekonomi Teorisi’nin hareket noktaları şöyle sıralanabilir: (1) Ekonomik
birey, neo-klasiklerin ileri sürdüğü gibi aşkın bir rasyonellikle tanımlanamaz. O daima kendi yaratmış olduğu kurumsal sistemin (istikrar gösteren değerler bütününün) sınırları içinde
eylemini gerçekleştirir. Dolayısıyla ekonomik bireyin eyleminin rasyonelliği “eksik”tir, içinde
gerçekleştiği kurumsal çerçeveyle sınırlandırılmıştır. (2) Bir toplumsal kurum olarak piyasa
zorunlu olarak optimal dengeyi sağlamaya eğilimli değildir. Farklı kurumsal sistemler, farklı
zamanlarda ve farklı mekânlarda farklı ekonomik sonuçlar doğurabilirler. Dolayısıyla ekonomi
politikaları belirlenirken kurumsal görelilik esas alınmalı ve kurumsal dönüşüm her daim temel
hedef olarak benimsenmelidir.
9
68
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
jisinin İlkeleri” makalesine yer verilmesi bu müdahalenin bir sonucu olarak
değerlendirilebilir. Diğer yandan, Konvansiyonlar Ekonomisi Okulu mensubu
Olivier Favereau’nun Bourdieu’nün önerdiği çerçeveyi neo-klasik paradigmadan kopamamış olmakla eleştirmesi de, Düzenleme Okulu mensubu Robert
Boyer’in bu çerçeveyi heterodoks ekonomi içine yerleştirerek savunması da
yine Bourdieu’nün müdahalesinin yarattığı etkiden bağımsız düşünülemez.
Türkiye’de de Emrah Göker’in kimi kısmi eleştirileriyle birlikte Fransız sosyologun Ekonominin toplumsal yapıları’nda geliştirmiş olduğu kavramsal analiz
çerçevesini edinme çabası da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Öyleyse artık
en azından eleştirel ekonomi okulları içinde etki yaratmış olan Ekonominin
toplumsal yapıları’na ve burada Bourdieu’nün yaptığı müdahalenin muhtevasına
daha yakından bakılabilir.
Ekonominin toplumsal yapıları bilindiği gibi iki ana bölümden oluşur. İlk
bölümde, Bourdieu Fransa’da genel olarak konut piyasasının, özel olarak da
müstakil konut piyasasının toplumsal olarak nasıl inşa olduğunu inceler. İkinci
bölüm ise kendi “ekonomi antropolojisi” programının ilkelerini tanımlamaya
giriştiği ve ilk versiyonu 1997’de yayımlanmış olan “Ekonomi Antropolojisinin
İlkeleri” makalesine tahsis edilir.
Ekonominin toplumsal yapıları kitabıyla, Bourdieu’nün neo-klasik ekonomi
teorisinin öncüllerini çürütmeyi ve yetersizliklerini gözler önünde sermeyi öngören bir çaba içine girdiğini görürüz. Zira neo-klasik tahayyülün esas aldığı,
doğası gereği fayda maksimizasyonu doğrultusunda eylediği varsayılan asosyal
ve ahistorik (tarih dışı) “homoekonomikus” kavrayışı bu kitapta açıkça hedef
alınır. Bourdieu homoekonomikus’u eleştirirken onun yerine ikame etmek üzere
çıkarının ne olduğunu habitus dolayımıyla tayin eden ve yine aynı dolayımla,
aşkın anlamıyla rasyonel (akılcı) biçimde değil de içinde davrandığı alan’ın
yapısının izin verdiği oranda “akla uygun” (raisonable) davranan ekonomik fail
kavrayışını önerecektir.
Aynı çerçevede, yine neo-klasiklere özgü “ideal şartlarda tam rekabete ulaşan,
içinde hareket eden aktörlerin (firmalar ve bireyler) tamamen bilgilendirilmiş
olarak ve rasyonel bir tarzda eylediği, herhangi bir dış müdahaleye maruz
kalmadığı zaman uzun vadede dengeye oturan bir mekanizma olarak piyasa”
kavrayışının yerine Fransız sosyolog “ekonomik alan” kavrayışını geliştirecektir.
“Ekonomik alan”ın yapısını, sahip oldukları özgül sermayenin hacmi ve
yapısı ile tanımlanan failler, yani firmalar belirlerken; aynı zamanda firmalar
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
69
arasındaki güç ilişkilerinin üzerine bina olmuş bu yapının, benzeri malların ve
hizmetlerin üretimine girişmiş firmaların toplamı üzerinde de belirleyici etkide
bulunduğu varsayılır. Bourdieu’nün “ekonomik alan”ında, firmalar sermayeleri
ne kadar büyükse, alanın –ya da piyasanın– o denli büyük bir kısmını kontrolleri altında bulundurur ve belirlerler. Yani Bourdieu’ye göre ekonomik alanda
daima “eksik rekabet” yasası geçerlidir ve ekonomik alanın yapısı tekel pozisyonunda olan firmaların mütehakkim konumunu yeniden üretmeye eğilimlidir
(Bourdieu, 2000, 237-238). Hakeza, ekonomik alanda fiyat da; arz ve talebin
kendiliğinden optimal dengeye gelmesiyle değil, ekonomik faillerin arasındaki
güç ilişkilerinin belirlediği yapının sınırları içinde mümkün olan eylemlerinin
sonucunda oluşur. Ancak ekonomik alan aynı zamanda bir mücadele alanı
olduğundan, burada fiyat –ya da fiyatı belirleme kudreti– hem bir hedef hem
de bir silah olarak iş görür.
Peki, güç ilişkilerinin bir sonucu olarak “eksik rekabet”e dayanan ve tekel
konumunda olanların mütehakkim konumlarını yeniden üretmesine dönük
bir işleyişe sahip olarak tarif edilen ekonomik alanın dönüşmesi nasıl mümkün
olacaktır? Bourdieu olası bir dönüşümün iki yoluna işaret eder. Bu dönüşüm
dinamiklerinden daha zayıf olan ilki, kaynağını bizzat ekonomik alanın içinde
bulur. Fransız sosyologa göre teknolojik sermaye olası bir dönüşüm sürecinde
başat rol oynayabilir. Bourdieu, özellikle teknolojik devrimlerin yaşandığı
dönemlerde, kimi hantal tekellerin mütehakkim pozisyonlarını yitirerek yerlerini, teknolojik dönüşümünü daha hızlı gerçekleştirmiş ve böylelikle maliyet
giderlerini düşürerek fiyat belirleme şansını eline geçirmiş küçük rakiplerine
bıraktığının seyrek de olsa görülebildiğine işaret eder. Ancak Bourdieu ekonomik
alanın içindeki değişikliklerin dışarıdan kaynaklanan nedenlerine daha fazla
vurgu yapar. Çünkü Bourdieu’ye göre bir alanın içinde yaşanan değişiklikler,
genellikle söz konusu alanın “dışı”yla kurduğu ilişkilerinde yaşanan değişikliklere
bağlıdır (Bourdieu, 2000, s. 249).
Bu noktada da, devletle kurulmuş olan ilişkiler ön plana çıkar. Firmalar
arasındaki rekabet, Bourdieu’ye göre, aynı zamanda, devlet iktidarının –özellikle de mevzuat yapma ve mülkiyet haklarına ilişkin iktidarının– üzerinde
yaptırım gücü elde etmek ve devlet teşviklerinden, özel vergi tarifelerinden,
AR-GE desteklerinden, devlet ihalelerinden vb. yararlanmak konusunda avantaj
elde etmek için de yürütülür. Öyleyse, Bourdieucü perspektife göre hükümet
değişiklikleri ekonomik alanın güç ilişkilerine dayalı yapısında da değişikliklere
70
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
yol açabilme potansiyelini taşır. Diğer yandan, devlet ekonomik alana yalnızca
bir düzenleyici, bir denetleyici ya da bir hakem olarak müdahale etmez. Aynı
zamanda arzın ve talebin oluşması sürecine etkin katkı sunar ve bunun da
ekonomik alanın yapısının dönüşümünde önemli etkisi olur.
Genel olarak bu biçimde formüle edebileceğimiz Bourdieu’nün kavramsal
çerçevesi, 1965-1985 dönemine dair verilere dayanarak Fransa’da müstakil
konut piyasasının oluşumu üzerine yürüttüğü incelemede somutlanmaktadır.
Ekonominin toplumsal yapıları’na ev sahibi olmanın sembolik anlamının tarihsel
evrimine işaret ederek başlayan Bourdieu, saha araştırması kapsamında doğrudan
gözlemlerin yapıldığı 1980’lerin ortalarında ev satın almanın basit bir parasal
işleme indirgenemeyeceğine, bunun ötesinde bir anlama sahip olduğuna işaret
eder. Yani, eve yapılan yatırım yalnızca parasal bir yatırım değil aynı zamanda
zamansal, emeksel ve duygusal bir yatırımdır da... Öyleyse müstakil konuta
yönelik talebin oluşumunu araştırırken onun sembolik boyutunun da dikkate
alınması gerekir.
Aslında sadece bu kalkış noktasına bakarak dahi Pierre Bourdieu’nün yaptığı işlemin Gary Becker’inkinin tamamen zıddı olduğu söylenebilir. Çünkü
bilindiği gibi Gary Becker, yerleşik sosyal bilim anlayışına göre “ekonomik”
olmayan aile yapısı, suç, dışlanma gibi konuları, ekonomi disiplinine ait kavramsal ve yöntemsel çerçeveyle analiz etmiş ve buradan hareketle de görünüşte
“ekonomik” olmayan her türlü konunun ekonomi teorisine ait kavramsal ve
yöntemsel çerçeveyle incelenebileceğini ileri sürmüştü. Bourdieu’nün yapmaya
çalıştığı şey ise tam tersine, konut piyasası gibi yine yerleşik sosyal bilim anlayışına göre “ekonomik” olduğu varsayılan bir konuya, ekonomi disiplinine ait
olmayan kavramsal ve yöntemsel araçları devreye sokarak alternatif bir açıklama
getirmeye çalışmaktır. Bu çaba özellikle Bourdieu’nün müstakil konut arzının
ve talebinin oluşumunu ele aldığı bölümlerde daha da belirginleşmektedir.
Bourdieu konut piyasası içinde arz faktörünü ele alırken incelemesine iki tür
firma türünü ayırt ederek başlar. İlk firma türünü küçük ölçekli inşaat firmaları
oluşturur. Küçük inşaat firmalarının genellikle yerel düzeyde ve sipariş üzerine
kişiye özel inşaat projeleri gerçekleştirdikleri görülür. Fransız sosyoloğun daha
fazla üzerinde durduğu ise ikinci türü temsil eden büyük inşaat firmaları ve
bunların konut arzı stratejileridir. Çünkü kitlesel üretim kapasitesine sahip,
ulusal ölçekte faaliyette bulunan ve sosyal konut inşaatında uzmanlaşmış büyük
firmaların piyasaya dönük kitlesel ölçekte müstakil konut arzına girişmelerinin
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
71
daha yaygın toplumsal sonuçları söz konusudur. Bourdieu, büyük firmaların
izledikleri stratejiler içinde özellikle reklam kampanyalarına özel vurgu yaparak analizine devam eder. Zira Fransız sosyoloğa ve arkadaşlarına göre henüz
piyasaya müstakil konut arz edilmemişken, insanlarda potansiyel olarak var
olan müstakil ev sahibi olmaya dönük özlemler reklam kampanyaları tarafından harekete geçirilmiştir bile. Dahası bu kampanyaların neredeyse tamamı
müşterilerin hayallerine doğrudan göndermede bulunan kültürel semboller
kullanılarak hazırlanmıştır. Yani Bourdieu, piyasaya konut arzının fiilen gerçekleşmesinin öncesinde –ve bizzat arzın gerçekleştiği sırada– yürütülen reklam
kampanyalarının ve burada yararlanılan sembolik öğelerin müstakil konut
arzının oluşmasındaki tayin edici önemine dikkat çekerek analizini geliştirir.
Devamında, Bourdieu Fransız devletinin neo-liberal politikaların Keynesçi
politikaların yerini tedrici olarak almaya başladığı 1970’lerden itibaren izlediği
düşük faizli ve uzun vadeli konut kredisi politikasının da müstakil konuta
yönelik talebin oluşumunda en az reklamlar kadar önemli bir rolü olduğunu
vurgulayacaktır. Zira önce kredi tanımlanmış, yasal mevzuatı oluşturulmuş ve
kullanıma hazır hale getirilmiştir. Müstakil konuta yönelik talebin özellikle
geniş ücretli kesimler nezdinde “makul” bir talep olarak görülmeye başlanması
bundan sonra mümkün olabilmiştir. Yani Bourdieu, henüz alıcılar ve satıcılar
pazaryerinde karşı karşıya gelmeden önce, devletin konut piyasasını bizzat inşa
ve organize etmiş olduğuna, devletin bu müdahalesi olmaksızın müstakil konut
piyasasına dönük kitlesel talebin de söz konusu olamayacağına işaret eder.
Geriye alıcı ile satıcının karşı karşıya geldiği pazaryerinde, dengenin neo-klasik teorinin ileri sürdüğü gibi mekanik ve otomatik bir süreç sonucunda oluşmadığını göstermek kalır. Bourdieu, gözlem yoluyla elde edilmiş bulgulardan
yola çıkarak satış işleminin gerçekleştiği süreci şöyle tasvir eder: Müşteri, bir
yandan reklamlar tarafından kışkırtılmış ev sahibi olma rüyasını gerçekleştirecek olmanın doğurduğu umutlu bir heyecana sahiptir. Ancak diğer yandan da
geri kalan yaşamının önemli bir kısmını ipotek altına alacak, belki fazla mesai
ya da ek iş yapmasını gerektirecek olan konut kredisine başvuracak olmanın
doğurduğu kaygıyla baş etmeye çalışır. Emlak satış acentesine geldiğinde bu
iki çapraşık duygunun etkisi altındadır.
Karşısındaki acente satış görevlisinin durumu ise farklıdır. Konut satışı
yapmak için son derece hevesli olmakla beraber, müşterisinin “ciddi müşteri”
mi yoksa “turist” mi olduğunu önceden tespit etmesi gerekir. Devamında ise
72
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
ciddiyet testinden geçer not almış müşterisinin alabileceği maksimum banka
kredisinin miktarını ölçmesi ve ona göre ev teklifinde bulunması gerekecektir.
Yani satış görevlisinin, müşterinin hayalindeki ev ile satın alabileceği ev arasında
bir açı oluştuğunda, bunu önceden kestirebilmeli ve buna göre yeni teklifler
önerebilmeli, bu yeni teklifleri müşterisinin tahayyülünde cazip kılmayı başarabilmelidir. Bir başka deyişle satış görevlisinin çoğu kez müşterisini hayal
ettiğinden daha azıyla yetinmeye ve makul davranmaya ikna etmesi gerekecektir.
Bu örnek, alıcı ile satıcının değişimi yapılacak meta hakkında eşit düzeyde
bilgilendirilmemiş olduğu gösterir. Hangi evin ne kadar ettiği, hangi ev için ne
kadar konut kredisi alınabildiği ve gerekli miktarda konut kredisi alabilmek için
ne kadar aylık gelire sahip olmak gerektiği gibi soruların yanıtlarına neredeyse
yalnızca satıcı vakıftır. Diğer yandan banka faizlerinin oluşmasında da alıcının bilinçli bir müdahalesi olmamıştır. Alıcının ev satın alma eğilimi reklam
kampanyalarıyla oluşturulmuş, faydalanabileceği uzun vadeli konut kredisi de
devletin müdahalesiyle şekillendirilmiştir. Alıcının esas çilesi ise muhtemelen evi
satın almak üzere uzun vadeli kredi borcu altına girdikten sonra başlayacaktır.
Belki daha fazla çalışması gerekecek, belki de hali hazırda oturmakta olduğu
şehir merkezindeki evinden banliyöye taşınmak zorunda kalacaktır.
Ancak tabi oldukları zorunluluklar ne denli güçlü olursa olsun, Bourdieu’ye
göre, alıcı ve satıcı arasında ekonomik alanın içinde oynanacak oyunun sonucu
da önceden belli değildir. Nihayetinde satıcı konut satış şartlarını hafifletmeye
dönük bir strateji izleyebilir ya da alıcı kendisine dayatılan şartlara karşı direnebilir ya da onlardan tamamen kaçınabilir. Yani Fransız sosyoloğa göre ekonomik
işlem, mekanik bir zorunluluğa bağlı makine gibi hareket eden failler arasında
gerçekleşmez. Değişim işlemini yapmak isteyen faillerin toplumsal becerileri,
özellikle de birbirlerine davranırken güven verici bir yakınlığın mı doğduğuna
ya da düşmanca bir mesafenin mi ortaya çıktığına bağlı olarak özgül biçimler
kazanabilir.
Görüldüğü üzere Bourdieu, neo-liberal tahayyül tarafından piyasa etrafında
oluşturulmuş haleyi dağıtmaya çalışmaktadır. Değişim işlemlerinin iddia edildiği
gibi karşılıklı çıkarların en uygun seviyeye ulaştığı noktada otomatik olarak
gerçekleşmediğini gösterir. Ancak bunu gösterdiğinde neo-klasik ekonominin
eleştirisini ne ölçüde yapmış olmaktadır? Bu konuda farklı değerlendirmeler olduğunu yazının başında vurgulamıştık. Artık bunlara daha yakından bakabiliriz.
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
73
Neo-Klasik Tahayyül ve Bourdieu’nün Tahayyülü
Bourdieu’ye neo-klasik ekonominin öncüllerinden kopamamak gerekçesiyle
eleştiri yönelten ilk kişi Alain Caillé olmuştur. Sosyal Bilimlerde Faydacılık Karşıtı
Hareket’in (MAUSS, Mouvement anti-utilitariste dans les sciences sociales)
kurucusunun, 1981’de kaleme aldığı makalede Bourdieu’yü Raymond Boudon
ve Michel Crozier ile birlikte eleştiri oklarının hedeflerinden birisi yapması paradigmatik bir itiraza dayanıyordu. Caillé’ye göre tüm farklılıklarına rağmen bu
üç sosyolog, neo-klasik ekonomiden ödünç aldıkları “çıkar” nosyonunu temel
aksiyom olarak benimsemekteydiler ve bu nedenle de “devasa bir totoloji”nin
farklı türden varyasyonları olarak aynı galaksi içinde yer almaktaydılar. Caillé’ye
göre, gerek Bourdieu’nün, gerekse de Boudon ve Crozier’nin temel aldığı bu
aksiyom şuydu: “Toplumsal aktörlerin davranışları bir çıkara uygun olarak
gerçekleştikleri ölçüde incelenebilir hale gelmektedir.” Burada Caillé’ye göre
çıkarın tam olarak nasıl tanımlandığının bir önemi yoktur.10 Önemli olan, bu
yaklaşımda toplumsal aktörlerin oyun kuramı modelleri11 içinde hareket eden
oyunculara indirgenmesidir. Caillé’ye göre, Bourdieu’nün de paylaştığını iddia
ettiği bu paradigmanın tanımladığı “homososyolojikus” ile neo-klasik teorinin
temel referansı olan “homoekonomikus”, bizzat aynı kişi olmasalar da yakın
akrabadırlar (Caillé, 1981).
Marcel Mauss’un antropolojik tezlerine de referansta bulunarak, insanlar
arasındaki mübadele ilişkilerinin –dolayısıyla da ekonomik ve toplumsal ilişkilerin– kâr maksimizasyonuna dayalı “çıkar” mefhumuna indirgenmesinin, ister
toplumsal olarak inşa olmuş isterse de doğal bir eğilim olarak kavranmış olsun,
Bu noktada Boyer’nin (2003) ve Göker’in (2007) Bourdieu’deki çıkar nosyonunun içeriğinin
alan’dan alan’a değişen bir göreliliğe sahip olduğuna ve bunun ekonomik çıkar nosyonuna indirgenemeyeceğine yaptıkları vurgu akla gelmektedir. Gerçekten de, Bourdieu’nün kendisi de,
neo-klasik ekonomi teorisinin esas aldığı çıkar nosyonuyla kendisinin kullandığı çıkar nosyonunun arasındaki benzerliğin yalnızca kelimelerin ortak olmasından ibaret olduğunu söyler. Kendisinin Adam Smith gibi tarihdışı, doğal ve evrensel bir şahsi çıkar kavramını benimsemediğini,
ekonomistlerde açığa çıkan bu kavrayışı, kapitalist ekonominin varsaydığı ve yol açtığı çıkarın,
bilinçsiz bir biçimde evrenselleştirilmesi olarak değerlendirdiğini belirtir (Bourdieu, 1980, s.
33). Aslında Caillé de, Bourdieu ile Boudon arasında bu konuda bir ayrımın olduğunu işaret
ederek, ilkinin çıkarı yapı ile açıkladığını ikincisinin ise doğal bir eğilim olarak değerlendirdiğini ifade eder. Ancak bu farklılık, Caillé’ye göre, her ikisinin de çıkar aksiyomunda buluştuğu
gerçeğini değiştirmemektedir.
11
Oyun kuramı, bilindiği üzere, belirli bir hedefe yönelik olarak karar vermeye az ya da çok
muktedir oldukları varsayılan birimlerden (oyunculardan) oluşan sistemlerde, oyuncuların diğerleriyle uyum ya da rekabet içindeyken karar verme durumlarını matematiksel olarak incelemeyi esas almaktadır.
10
74
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
yanılgı olduğunu ileri süren Alain Caillé, arkaik toplumlarda mübadelenin
esasını oluşturan “hediye verme - hediye kabul etme - hediye geri verme”ye
dayalı zihniyetin günümüz toplumlarında da halen toplumsallığın temelinde
bulunduğunu savunur. Burada “Hediye Alma-Hediye Verme Ruhu”nun yol açtığı
–ve Bourdieu’nün de işaret ettiği12– tahakküm ve bağımlılık ilişkilerini tamamen
görmezden gelmese de, Caillé ve Sosyal Bilimlerde Faydacılık Karşıtı Hareket,
tıpkı Polanyi gibi toplumsalın içine yerleşik (embedded) bir ekonominin ya da
“kurumsalcı bir ekonomi politik”in inşasını savunur. Örneğin işsizlik sorunu
karşısında, çözümü her ne pahasına olursa olsun devletin düzenleyici gücünü
artırmakta gören “tamamen devletçi” yaklaşımdan da, çözüm olarak ultra-liberal serbestleşmeyi savunan “tamamen piyasacı” yaklaşımdan da farklı olarak,
Caillé ve arkadaşları, örgütlü ağlar üzerinden toplumu demokratik düzlemde
harekete geçirmenin en önemli adım olacağını ileri sürerler. Devlet-piyasa ikiliği
karşısında sivil toplumu öne çıkarırlar. Aslında bu haliyle Steiner’in Fransa’da
ekonomi politik eleştirisi geleneğini vurgularken işaret ettiği ve Comte’dan
Durkheim’e, Durkheim’den de Bourdieu’ye uzandığını söylediği “ekonomiyi
sosyoloji ile ikame etme” ya da “ekonomik olanı toplumsal olan ile ikame etme”
yaklaşımı Caillé’de Bourdieu’den çok daha fazla mevcuttur.
Bourdieu’nün yaptığı ise bir ikame stratejisi izlemekten çok, “olanı olduğu
gibi göstermek” ve daha da önemlisi, “olanı olmadığı gibi gösterenleri eleştirmek”ten ibarettir. Neo-liberalizmin “budama evresi”nde13 izlenen politikaların
Bourdieu, Mauss’ün hediye alıp-vermeyi aşırı idealize eden tutumuna karşı, hediye veren ile
hediye alan arasında, hediye veren lehine bir bağımlılık ilişkisi doğduğuna işaret eder. Sonuçta
hediye alma ile hediyeyi geri verme arasındaki zaman farkı, hediyeyi kabul etmiş olanın hediyeyi verene borçlu kalmasına neden olur ve bu da örtük bir tahakküm ilişkisine yol açar. Böylece
hediye, ekonomik sermayeyi sembolik sermayeye dönüştüren bir makine haline gelir. Bourdieu bu bahiste şunu söyler: “Vermek için sahip oluruz, ama aynı zamanda sahip olmak için
de veririz.” Zaten arkaik ve pre-kapitalist toplumlarda siyasal iktidarın birikiminin kökeninde
ekonomik mübadelenin simetrisinden toplumsal mübadelenin asimetrisine geçiş bulunur (akt.
Mounier, 2001, s. 77).
13
Burada ve makalenin başka yerlerinde başvurduğum neo-liberalizmin “budama” ve “yeniden
açılım” evresi ayrımı, Jamie Peck ve Adam Tickell tarafından geliştirilmiş olan “Roll-Back Neoliberalism”/“Roll-Out Neoliberalism” ayrımına gönderme yapmaktadır (Peck ve Tickell, 2002).
Bu tasnife göre, 1970’lerin ortalarından 1980’lerin sonlarına kadar yürürlükte olan Thatcher,
Reagan, Özal vb. döneminde izlenen ve Keynesçiliğe özgü düzenleyici kurumların tasfiyesini
ve en azından geriletilmesini esas alan standart monetarist politikalarla karakterize olan dönem
neo-liberalizmin “roll-back” evresi olarak nitelenirken, her düzeyde kurumsal dönüşümü esas
alan 1990’lar sonrası ekonomi politikalarıyla anılan dönem ise neo-liberalizmin “roll-out” evresi olarak nitelenmektedir.
12
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
75
esas aldığı ve dolayısıyla aynı dönemde toplumsallığın oluşumunda da giderek
belirleyici olan “çıkarcı” ya da “faydacı” davranış modelinin Bourdieu’nün
kavramsal çerçevesinde ifadesini bulması hem “olanı olduğu gibi göstermek”
çabası ile ilgilidir hem de “olanı olmadığı gibi gösterenleri eleştirmek” yönelimi
ile uyumludur.
Bu noktada Marx’ın ekonomi politik eleştirisi anımsanabilir. 19. yüzyılın
ortalarına gelinirken vuku bulan İkinci Sanayi Devrimi sırasında, “üretim” ve
“arz” yönelimli ekonomi politikalarının temel referans kaynağı olan Klasik
Ekonomi Okulu ile temel öncüller konusunda çelişmeyen Karl Marx’ın söz
konusu okulun mensuplarından “Emek-Değer Teorisi”, “Artı-Değer Teorisi”,
“Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası” vb. teorileri ödünç aldığı bilinmektedir.
Bu noktada Marx ile Klasik Ekonomi Okulu arasında paradigmatik bir açı bulunmadığı sıklıkla dile getirilir. Marx’ın bu okula yönelik eleştirisi ise, yukarıda
bazılarının adlarını andığımız yasalara bağlı olarak işleyen 19. yüzyıl kapitalist
ekonomisinin, hem ekonomi içi yapısal hem de ekonomi dışı toplumsal sonuçlarının Klasik Ekonomi Okulu mensuplarınca göz ardı edilmesini ya da yanlış
resmedilmesini hedef alır. Yani Marx’ın özellikle olgunluk eserlerindeki çabası,
“olanı olduğu gibi” göstererek “olanı olmadığı gibi gösterenleri” eleştirmekten
ibarettir. Bourdieu’nün neo-klasik ekonomi karşısındaki eleştirelliğinin de bu
çerçevede değerlendirilmemesi için bir sebep yoktur.
Gerçekten de Pierre Bourdieu’nün 1970’lerden sonra yaşanan neo-liberal
dönüşüm sürecinin “budama” evresinde şekillenen farklı alanlar üzerine yürüttüğü saha araştırmalarından elde ettiği bulgular ışığında geliştirdiği analiz
çerçevesi, bu alanların yapısının insanın doğal eğilimleri sonucunda oluşmadığını
göstermeyi öngörür. Ayrıca, başta ekonomik alan olmak üzere tüm alanların,
“eşit” kabul edilen insanların çıkarları doğrultusunda aldıkları rasyonel kararların
sonucunda otomatik olarak optimal dengeye gelen mekanizmalar olmadığını
da yine aynı araştırmalar üzerinden gözler önüne sermeye çalışmıştır. Ayrıca
tıpkı diğer tüm alanlar gibi ekonomik alanın da, ezenler ile ezilenler arasındaki
tahakküm ilişkilerinin yeniden üretimini esas aldığını, özellikle konut piyasasını
incelediği son çalışmasında göstermiştir.14
Burada, Emrah Göker’in Bourdieu analizini sonlandırırken düştüğü şerh (2007) üzerine
birkaç şey söylemekte yarar var. Göker, Bourdieu’nün sermaye(ler) teorisinin vaat ettiğini varsaydığı “Marksist politik ekonomi eleştirisini genelleştirme” iddiasının epistemolojik dayanaklarının kimi zayıflıklar barındırdığına işaret etmektedir. Bu zayıflığın, Bourdieu’nün Marx’tan
ödünç aldığını düşündüğü sermaye kavramını genişletirken, ister ekonomik alanda isterse diğer
14
76
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Tam da bu noktada, yani “yeniden üretim” mevzubahis olduğunda, kuşkusuz
Olivier Favereau’nun eleştirisi akla gelmektedir. Favereau “ekonomik ortodoksi”nin ne olduğunu tanımlayarak başlar eleştirisine. Fransız ekonomist, 1980’den
bu yana ekonomik ortodoksinin rasyonel karar teorisi ile genel denge teorisinin
bir kombinasyonuna dayandığını söyler. Bu kombinasyona dayanak teşkil eden
(rasyonel) birey ile (Walrasçı) piyasa kavrayışları, bireylerarası koordinasyonun
daimiliğine gönderme yapar. Yani Favereau’ya göre, Bourdieu’deki habitus/
alan döngüselliğinin üzerine yaslanan “yeniden üretim” mantığı ile neo-klasik
teorideki bireysel-rasyonellik/ticari-rekabet döngüselliğinin üzerine yaslanan
“koordinasyon” mantığı birbirinin simetriğidir. Koordinasyon problemlerinin
sürekliliğini ve bunlara çözüm bulmak için bireyler tarafından getirilen eleştirilerin, bireyler arasında yürütülen tartışmaların, ekonominin –ve toplumsal
yaşamın– temel değişim dinamiği olduğunu kabul eden ve ortodoks ekonomi ile
arasındaki sınır çizgisini bu kabul üzerinden çizen Konvansiyonlar Okulu’nun
alanlarda, sömürü ve kâr kavramlarını tartışma dışı bırakmasından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Bu konuda, Göker’le aynı fikirde değiliz. Zira Bourdieu’nün sermaye(ler) teorisinin
epistemolojik dayanağının güçsüz olduğunu değil, sadece Marksist olmadığını düşünüyoruz.
Bourdieu’nün sermaye(ler) teorisi, Göker’in düşündüğünün aksine, Marx’ın sermaye teorisiyle
değil, Weber’in tahakküm teorisiyle aynı referans çerçevesine yaslanır. Bu nedenle gönderme
yaptığı “sermaye” kavramının Marx’ın “sermaye” kavramıyla benzerliği kelime benzerliğinden ibarettir. Buna mukabil, Bourdieu’nün sermaye kavramının Weber’in tahakküm teorisini
açımlarken “belirli bir toplumsal ilişkide kendi iradesini hâkim kılma şansı” olarak tanımladığı
kudret (Macht) kavramına çok daha yakın bir anlama sahip olduğunu ve yine kudret kavramıyla aynı oranda “amorf ” –ve “ilişkisel”– olduğu düşünülebilir. Zira Fransız sosyolog nesnellik
iddiasındaki “emek-değer teorisi”ni değil, tıpkı Weber gibi, toplumsal ve tarihsel bir çerçeveye
yerleştirmek ve tahakküm ilişkileri de hesaba katmak kaydıyla, öznelliğe –ve göreliliğe– vurgu
yapan “marjinal fayda teorisi”ni kendi yaklaşımına temel yapmıştır. Tam da aynı nedenle konut
piyasası çalışmasının herhangi bir yerinde, konutun fiyatı ile değeri arasında bir ayrım yapma
ihtiyacı duymamıştır. Ekonomik ilişkilerde, Marksistlerin ileri sürdüğü gibi değerin yaratıldığı
üretim sürecine değil, Weberciler –ya da marjinalistler– gibi fiyatın oluştuğu piyasaya –ya da
ekonomik alana– odaklandığı görülür. Bourdieu eğer üretim sürecini inceleyen bir çalışma yapmış olsaydı da, muhtemelen bu alanı “emek alanı” –yani “emek piyasası”– olarak kavrardı ve
ücretin oluşumunu da, kelimenin Marksist anlamıyla sömürü ilişkilerinin doğurduğu bir sonuç
olarak değil, işveren ile işçi arasındaki emek alanındaki güç ilişkilerinin bir sonucu, bir çıktısı
olarak analizine dâhil ederdi. Yani Bourdieu’nün yaslandığı epistemolojik çerçeve, “Marx’ı yitirmeden Marx’ı genişletme çabası”na pek uygun değildir. Weber’in Alman burjuvazisinden
yana takındığı tutum ile Bourdieu’nün ezilenlerden yana takındığı tutum arasındaki bariz açı,
her iki sosyologun teorilerini, kimi şerhlerle birlikte temelde neo-klasik ekonomi okuluyla aynı
epistemolojik çerçeveye dayandırdığı gerçeğini gözden kaçırmaya neden olmamalıdır. Hakeza,
Bourdieu ile Marx arasındaki illa bir devamlılık tesis edilecekse, bu, epistemolojik değil ancak
ontik ya da varoluşsal bir ortaklık üzerinden –yani “ezilenlerden yana olmak”lık üzerinden–
tesis edilebilir.
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
77
önemli isimlerinden olan Olivier Favereau açısından; Bourdieu’nün teorisinin
“yeniden üretim” kavrayışını esas alması nedeniyle ortodoks ekonominin bilişsel
evreni içinde yer aldığı tartışma götürmez bir gerçektir. Zira Bourdieu’de “yeniden üretim” kural, yeniden üretimin aksaması istisnadır. Oysa Faverau’ya göre,
yalnızca “hesapçı” olarak değil, aynı zamanda “yorumcu” olduğu düşünülen, etik
tutumlar almayı bildiği ve gerektiğinde eleştirel yargılar geliştirebildiği kabul
edilen yeni bir birey kavrayışı, hem ekonomideki koordinasyon problemlerinin
yol açtığı boşlukları –piyasa serbestîsini sekteye uğratmadan– gidermek hem
de yeniden üretimin doğurduğu eksiklikleri –kapitalist güç ilişkilerini meşrulaştırmaksızın– telafi etmek için hukukun ve kurumların oynadığı karmaşık
rolü yeniden hesaba katabilecektir (Favereau, 2001, s. 306).
Favereau’nun önerdiği “yeni birey” kavrayışının, 1990’ların ikinci yarısından
itibaren Yeni Kurumsal Ekonomi Teorisi ile etkileşim içinde şekillendirilen ve
uygulamaya konan neo-liberalizmin “yeniden açılım” döneminin politikalarının
temel aldığı “birey” kavrayışına tekabül ettiği açıktır. Toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan ve sahip olduğu etik sayesinde piyasada iyiyi kötüden
ayırmaya muktedir, nefsini dizginleyebilen bu yeni bireylerin içinde yer aldığı
piyasa da, Marion Fourcade’in işaret ettiği gibi (2007), “ahlâklılaştırılmış piyasa”dan başka bir yer değildir.
Aslında farkında olmadan, Favereau da, eleştirdiği Bourdieu ile kategorik
olarak aynı işlemi yapmaktadır. Yani döneminin ekonomi politikalarının önce
kavrayışını sonra da kendisini şekillendirdiği bireyini getirip teorisinin merkezine
oturtmaktadır. Bunu yaparken de Bourdieu’yü, teorisini bir önceki dönemin
sermaye birikim rejiminin ihtiyaç duyduğu bireye dayandırması nedeniyle
eleştirmektedir.
Sonuç
Bourdieu’nün ekonomi teorisi ile ilişkisini incelemeye çalıştığımız bu makale boyunca yapmış olduğumuz değerlendirmeler aşağıdaki gibi özetlenebilir:
(a) Bourdieu’nün ekonomi teorisiyle –özelde de neo-klasik ekonomi teorisiyle– olan ilişkisi zaman içinde belirgin bir değişim göstermiştir;
(b) Bu değişimde, neo-klasik ekonomi teorisinin yürürlükteki ekonomi
politikaları üzerindeki belirleyici etkisinin artması başat etmen olmuştur.
Bourdieu’nün neo-klasik teoriyi cepheden eleştirmeye başlamasının 1970’lerin
ortalarından itibaren neo-liberal dönüşümün başlamasıyla eşzamanlı olduğu
78
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
tespit edilebilir;
(c) Bourdieu’nün “habitus”, “alan” ve “sermayenin farklı tipleri” kavramsal
çerçevesine dayanan yaklaşımını, neo-klasik tahayyülle etkileşim içinde olmakla
eleştirenlerin bu eleştirileri temelsiz değildir. Ancak bu etkileşimin var olması
Bourdieu’nün teorisinin eleştirel gücünü azaltmaz;
(d) Bourdieu’nün sunduğu kavramsal çerçeve, neo-liberal dönüşümün
“budama” evresinin gerçekliğini anlamak, açıklamak ve eleştirmek için fevkalade elverişlidir. Zaten Bourdieu’nün bir sosyolog olarak dünya çapında üne
kavuşması da bu dönemde olmuştur.
(e) Ancak neo-liberalizmin 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlayan
ve 2000’lerde sonuçları belirginleşmeye başlayan “yeniden açılım” evresinin
hem ekonomik hem de toplumsal alanı farklı bir biçimde şekillendirmeye
başlamasının Bourdieu’nün teorisini gözden düşürdüğü de bir o kadar açıktır.
Zira Keynesçi tarzda müdahaleci devletçiliği takip eden aşırı serbestleşmeci
neo-liberalizmin “budama” evresinin kapanmasıyla, piyasalara ahlâk pompalanmaya başlanmış ve kelimenin sosyolojik anlamıyla kurumlar –istikrar kazanmış
ortak değerler ve davranışlar olarak da okunabilir– aracılığıyla piyasaların sivil
toplum eliyle düzenlenebileceği fikri öne çıkmaya başlamıştır.
Sıfır-toplamlı-oyun (zero-sum-game) yerine kazan-kazan oyunu (win-wingame) yaklaşımının ikâme edildiği neo-liberal kapitalizmin bu yeni evresine
tanıklık edebilseydi, Bourdieu’nün teorisini yeniden formüle edip etmeyeceğini,
eğer yeniden formüle edecekse bunu nasıl yapacağını kuşkusuz hiçbir zaman
bilemeyeceğiz. Ancak açık olan bir şey var. O da, kapitalist ekonominin regülasyonunun devlete ya da sivil topluma/kurumlara değil de piyasanın görünmeyen
el’inin marifetine terk edildiği her dönemde, Bourdieu’nün sosyolojik teorisinin
olanı biteni anlamak konusunda imdadımıza yetişeceğidir.
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
79
EXTENDED ABSTRACT
Bourdieu in his Relation to the Economic Theory:
A Comprador or a Critic?
Cem Özatalay*
Pierre Bourdieu has never presented himself as an economic sociologist.
In the same way, until the publication of The social structures of the economy
in 2000, two years before his death, the work of Bourdieu has not really been
addressed in the discussions occurring in the research program called “the new
economic sociology”. The social structures of the economy is important not only
because it is here that Bourdieu dwells directly into the analysis of economic
facts and formulates the principles of his “economic anthropology”, but also
because it echoes among sociologists and economists claiming to be critical of
the mainstream economic theory.
In this article, we present an analysis of Bourdieu’s relation to the economic theory. As it is well known in these debates, some have considered him as
one of the representatives of the “economic imperialism” in the sociological
discipline; while others have seen his work as a “counterhegemonic project”
against the neoclassical theory.
Here, we rather propose to consider the same issue by situating Bourdieu’s
work in its historical and social context. In order to do this, we refer mainly
to Bourdieu’s anthropological field studies on Algeria and on “the bank and
its customers” in the late 1950s and early 1960s, and also to his empirical
exploration about the commercialization of the single-family house market
during the 1980s in France.
Criticism of Economic Determinism in Bourdieu’s Early Works
In the “Introduction” of The social structures of the economy, Pierre Bourdieu pointed out his three empirical researches on economic issues. These are
(i) the study of Algeria, conducted in the late 1950s in order to understand
the mismatch between the dispositions of traditional peasants in Algeria and
those proper to capitalist development excited with the French colonization
Res. Asst. Dr., Galatasaray University, Faculty of Science and Letters, Department of Sociology,
[email protected]
*
80
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
(Bourdieu, 1961, 1963; Bourdieu and Sayad, 1964); (ii) the study of “banks
and its customers”, dated in 1963, that aims to examine the cultural and economic determinants of the French people’s saving, investing and credit choices
(Bourdieu et al. 1963); and (iii) the study of “single-family houses”, which
is about the commercialization of single family houses in France during the
neo-liberalization process.
Richard Swedberg rightly points out that Bourdieu’s early works about
economic issues are vividly distinct from his recent study which is based on his
own theoretical framework and notions such as “habitus”, “field”, and “different
types of capital”, and claims that “the economic sociologies” of Bourdieu can
be brought into discussion, instead of a unique research program adopted by
him (Swedberg, 2010: 68).
When we look more closely at the early works of Bourdieu, we observe that
he gives priority to a Weberian problematic – i.e. the role of cultural values in
the capitalist development – in order to criticize the economic determinism.
In his two early works, he emphasizes the fact that agents continue to act in
accordance with traditional dispositions in spite of living in the continuously
developing capitalistic economic relations. In other words, by stating that the
economy is not a natural fact with a mechanical functioning, Bourdieu draws
a line to demarcate his approach and economic determinism.
However, we must not neglect the influence of the Keynesian economic
policies of this period on his decision of giving priority to the criticism of economic determinism. As in this period, the economy was already embedded in
the Keynesian societal institutions. The Weberian conceptual framework had
become increasingly preferable among social scientists for analyzing the developmental differences between capitalist countries. On the other hand, critical
social scientists too, referred to Weber during this period, in order to criticize
the increasingly bureaucratized state apparatus and its institutions depending
on the Keynesian policies and also the relations of domination that it contains.
Therefore, Bourdieu’s critical position to economic determinism was no exception in this context while the superstructure had become progressively the main
object of social research, even for the Marxist thinkers. Thus, it is necessary to
note that Bourdieu’s position was critical only to the economic determinism,
but not to the economic theory as such. For him to take a radically critical
attitude against the economic theory and its premises, we had to wait until the
retreat of the state from his interventionist attitude to the economy as a result
of the beginning of the neoliberal transformation process.
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
81
Bourdieu vs. Economic Theory
We remember the 1990s as a period in which the destructive “roll-back”
neoliberal development policies were being questioned around the globe. Pierre
Bourdieu also wrote “The principles of an economic anthropology” (1997) and
The social structures of the economy (2000) in the same context.
In this latter work, Bourdieu essentially aims to refute the premises of
neo-classic economics and to demonstrate its insufficiencies. He frankly targets
the conception of “homo economicus” that is elaborated with an ahistorical
and asocial perspective and criticizes it for reducing human actions to a simple
result of maximization of utility. In the same vein, he proposes to replace the
concept of “homo economicus” by the notion of “economic agent” who acts
according to his interest defined by the habitus, and the term “market” by
“economic field” in which the economic agent may act reasonably only insofar
as the structure of this field allows him. Finally, according to Bourdieu the
economic field is characterized by struggles for domination between agents,
i.e. enterprises, whose success depend essentially on the agents’ level of capital
acquisition. In the light of this conceptual framework, of The social structures
of the economy Bourdieu presents the findings of the field survey carried out
within the single-family house market in France. By emphasizing that buying
a single house connotes a broader meaning than a simple economic investment, Bourdieu demonstrates the symbolic dimension of this transaction.
In fact, this means that Bourdieu’s approach is completely opposite to Gary
Becker’s “economic imperialism”, which aims to use economics’ epistemology
for understanding the social facts normally acknowledged as “noneconomic”.
More precisely, contrary to Becker, Bourdieu tries to clarify economic facts by
introducing the sociological analysis’ tools in investigation.
But this framework of analysis proposed by Bourdieu is criticized by some
heterodox economists such as Alain Caillé (1981) and Olivier Favereau (2001)
for borrowing the premises of his theory from the neoclassical theory. For
example, according to Caillé, Bourdieu shares with “neo-classical theory” the
utilitarian view of interest, while according to Favereau, his criticism of the
mainstream economics consists of showing its monopolistic structure.
Bourdieu gives priority to make known “the reality as it is” and, most
importantly he still criticizes those who present “the reality as it is not”. Thus,
during the destructive phase of neoliberalism, it must be thought that Bourdieu’s
82
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
choice for basing his theory on the utilitarian and interested attitude model
reflects his aim to demonstrate the reality as it is. Therefore, we would like to
present the argument that Bourdieu’s approach not only shares its epistemological framework with neoclassical theory, but also that this affinity in no way
decreases its capacity of criticism, but rather, enhances it.
As a result, we argue that it is not totally unfair to say that Bourdieu’s recent
approach to economy shares its epistemological framework with neoclassical
theory, but we also point out that this affinity in no way decreases its capacity
of criticism, but rather enhances it.
Keywords: Sociology of Bourdieu, Economic Sociology, Economic Field,
The Social Structures of the Economy, Criticism of Neoclassical Economic Theory
KAYNAKÇA / REFERENCES
Althusser, L. (1962). Contradiction et surdétermination (Notes pour une recherche). La Pensée, 106, 3-22
Becker, G. (1971). The economics of discrimination. Chicago: University of Chicago
Press.
Becker, G. S. (1981). A treatise on the family. Cambridge, Mass.: Harvard University Press
Bourdieu, P. (1961). Sociologie de l’Algérie, Paris: PUF.
Bourdieu, P. (1977). Algérie 60 – Structures économiques et structures temporelles,
Paris: Ed. Minuit.
Bourdieu, P. (1980). Questions de sociologie, Paris: Ed. Minuit.
Bourdieu, P. (1997). Le champ économique. Actes de la Recherche en Sciences Sociales, 119, 48-66.
Bourdieu, P. (2000). Les structures sociales de l’économie, Paris: Seuil.
Bourdieu, P., Darbel, A., Rivet, J.-P. ve Seibel, C. (1963). Travail et travailleurs en
Algérie, Paris: Ed. Mouton.
Bourdieu, P., Boltanski, L. ve Chamboredon, J-C. (1963). La banque et sa clientèle:
Elements d’une sociologie du crédit. (Pierre Bourdieu yönetiminde Luc Boltanski ve Jean-Claude Chamboredon tarafından yürütülmüş araştırma). Yayımlanmamış Metin.
Paris: Centre de Sociologie Européenne.
Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Le déracinement. La crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie, Paris: Minuit.
Boyer, R. (2003). L’anthropologie de Pierre Bourdieu. Actes de la Recherche en
Sciences Sociales, 150, 65-78.
Caillé, A. (1981). La sociologie de l’intérêt est-il intérresante? Sociologie du travail,
Özatalay / Bir Komprador mu, Bir Eleştirmen mi?
83
22(3), 257-274.
Favereau, O. (2001). L’économie du sociologue ou penser (l’orthodoxie) à partir
de Pierre Bourdieu. B. Lahire (Ed.), Le travail sociologique de Pierre Bourdieu- Dettes et
critiques içinde (s. 255-314), Paris: La découverte & Syros.
Fourcade, M. ve Healy K. (2007). Moral views of market society. Annual Review
of Sociology, 33, 285-311.
Göker, E. (2007). “Ekonomik indirgemeci” mi dediniz?. G. Çeğin, E. Göker ve
A. Arlı (Ed.) Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde (s. 277-302). İstanbul:
İletişim.
Lallement, M. (2008). Max Weber, la théorie économique et les apories de la
rationalisation économique. Les Cahiers du Centre de Recherches Historiques, 34, DOI:
10.4000/ccrh.212.
Lebaron, F. (2003). La sociologie économique de Pierre Bourdieu. Variations, 4,
87-95.
Mounier, P. (2001). Pierre Bourdieu: une introduction. Paris: Pocket.
Peck, J. ve Tickell A. (2002). Neoliberalizing space. Antipode, 34(3), 380-404.
Smelser, N. J. ve Swedberg, R. (2004). The Handbook of Economic Sociology – Second Edition, Princeton, NJ: Princeton University Press and Russell Sage Foundation.
Steiner, P. (2008). La tradition française de critique sociologique de l’économie
politique. Revue d’histoire des sciences humaines, 18(1), 63-84.
Swedberg, R. (2011). The economic sociologies of Pierre Bourdieu. Cultural Sociology, 5(1), 67-82.
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 85-101
Tahakküme Hükmetmek:
Bourdieu Sosyolojisinde Toplum ve Bilim İlişkisi*
Elyesa Koytak**
Özet: Bourdieu sosyolojisinin ayırıcı vasfı, yoğun ve geniş saha araştırmalarının
sıkı dokunmuş ve karmaşık bir kavram örüntüsüyle açıklanmasındaki yetkinliktir. Bu
makalenin amacı, Bourdieu’nün toplumsal dünyayı anlama tarzını ve bunun üzerinden
bir bilim olarak sosyolojiyi ve sosyolojinin toplumsal dünyayla olan ilişkisini nasıl düşündüğünü açığa çıkarmaktır. Bourdieu, toplumsal dünyayı, merkezinde “habitus”un
olduğu bir kavramsal çerçeveyle açıklar ve analizinin merkezine tahakkümü koyar. Diğer
yandan sosyolojiyi toplumda yürürlükte olan tahakküm ilişkilerini ifşa etme buyruğuyla
tanımlar ve bireylerin içlerinde bulundukları bu ilişkileri doğru tanıyabilmeleri için şart
sayar. O halde sosyolojinin topluma dair sahici bilgi üretme iddiası hangi vasfından
ileri gelmektedir? Bireyleri, sosyolojiyi toplumun geri kalanından ayıran epistemolojik
bilimsellikten mahrum ve sosyolojiye muhtaç bırakan nedir?
Anahtar Kelimeler: Sosyoloji, Pierre Bourdieu, Habitus, Düşünümsellik, Tahakküm
Dominating the Domination: Science-Society Relationship in
Bourdieu’s Sociology
Abstract: The distinctive quality of Bourdieusian sociology is the perfection in
the explanation of deep and wide scale field studies with a solid weaved and complex
conceptual pattern. This article aims to reveal the way he understands the social world,
thus how he considers sociology as a science, and its relation with the social world.
Bourdieu explains the social world with a conceptual framework centered on “habitus” and locates the domination at the heart of his analysis. He defines sociology with
the imperative of denouncing the existent relations of domination in the society and
the sociological knowledge as the very condition of understanding these relations of
domination by individuals. Thus, which quality of sociological knowledge generates
its competence for the production of a genuine intelligence on the society? What is the
epistemological characteristic of sociology that the individuals lack, therefore requiring
a true understanding of the social world they live within?
Keywords: Sociology, Pierre Bourdieu, Habitus, Reflexivity, Domination
Bu makalenin ilk taslağını değerlendirip, eleştiri ve önerilerini benimle paylaşan Nazlı Ökten’e
teşekkürü borç bilirim.
**
Lisans Öğrencisi, Galatasaray Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
[email protected]
*
86
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
“Tamamlanıp insanlığa sunulmuş bir bilimsel eserden beklenen şey,
artık yeni sorulara hizmet etmesidir. Çünkü her bilimsel eser,
aşılmak ve arkada bırakılmak içindir.”
Max Weber
Meslek Olarak Bilim [1919]
Sosyoloji alanının son elli yılda kazandığı belki de en önemli isim olan
Pierre Bourdieu’nün ayırıcı vasfı, sosyoloji faaliyetini, sömürge politikalarından
fotoğraf sanatına, eğitim sisteminden konut sektörüne, edebiyattan neo-liberalizme kadar çok farklı konularda yoğun saha araştırmalarına dayandırmasıdır1.
Saha-merkezli araştırma yöntemi, Bourdieu sosyolojisine ciddi bir zenginlik ve
dayanıklılık kazandırmış; Bourdieu da bu ampirik zenginliği kapsamlı analizlerinde işleyerek ustalıkla kuramsallaştırmıştır. Bourdieu’nün Cezayir üzerine ilk
çalışmalarından itibaren her çalışmasında daha sıkı dokuyarak geliştirdiği sosyal
teorisi oldukça karmaşık ve birbirine bağlı bir bütün arz eder: “Habitus”, “alan”
(champ), “sermaye”, “fail” (agent) gibi belli başlı kavramlar –bir seferde tek bir
konuda değil, çok farklı konulara yayılan sosyolojik analizlerin bütünü boyunca
kullanılarak geliştirilmiş olmalarından ötürü– Bourdieu sosyolojisinin bütüncül
bir okunmasıyla anlaşılabilmektedir. Bourdieu sosyolojisinin kuramsal boyutu,
ampirik araştırmalarda ve analizlerde temellenmiş ve birbirinden ayrıştırılamaz
olan bu kavram örüntüsüdür.
Bourdieu sosyolojisinin bu makalede ele alınacak yanı, onun toplumsal dünyayı anlama tarzı ve bunun üzerinden bir bilim olarak sosyolojiyi ve sosyolojinin
toplumsal dünyayla olan ilişkisini nasıl düşündüğüdür. Bourdieu sosyolojisi,
toplumsal dünyayı ve o dünyayı her an yeniden üreten toplumsal eylemi, sosyolojinin bilimselliğiyle karşıt bir ikili ilişki içinde anlamaktadır. Sosyoloji kısaca,
insan eylemlerinin, yönelimlerinin, yargılarının vs. arkasındaki toplumsal-mantığı (Bourdieu, 1984, s. 40) açıklamayı amaçlar. Eğer bilim, basitçe evrendeki
yasaları açığa çıkarma faaliyetiyse; sosyoloji de, Comte’un “toplumsal fizik”
olarak adlandırmasına uygun bir biçimde toplumsal dünyanın yasalarını açığa
çıkarmalı ve böylelikle doğal veya metafizik olduğu sanılan olguların (eşitsizlik,
Bourdieu’nün, saha araştırmasının ön plana çıktığı başlıca eserleri olarak şunlar sayılabilir:
Sociologie de l’Algérie (1958); Le déracinement, la crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie
(1964); Les héritiers : les étudiants et la culture (1964); La Distinction, Critique sociale du jugement (1979); Les règles de l’art. Genèse et structure du champ littéraire (1992); La Misère du monde
(1993); Les structures sociales de l’économie (2000).
1
Koytak / Tahakküme Hükmetmek
87
adalet, tahakküm sorunları vs.) aslında tamamen toplumsal olarak kurgulanmış
olduğunu ifşa etmelidir (Bourdieu, 1984, s. 45). Bu anlamda sosyoloji, içinde
yaşadığımız toplumsal dünyaya dair yanlış kanaatlerimizi sarsmak ve bize sahici
bilgiler kazandırmakla mükelleftir. Sosyoloji, bireylerin içinde bulundukları
toplumsal dünyanın nasıl işlediğini ve toplumdaki tahakküm ilişkilerinin nasıl
yeniden üretildiğini ortaya çıkarabilmelidir; zira toplumsal eylemin kesintisizliği
içine gömülü durumdaki bireyler, bu ifşa faaliyetini kendi başlarına yapabilme
imkanından mahrumdurlar. O halde sosyolojinin topluma dair sahici bilgi
üretme iddiası hangi vasfından ileri gelmektedir? Tersinden sorarsak, toplumsal
fail olarak insan, içinde bulunduğu toplumsal dünyayı doğru anlayabilmek için
gerekli olan yetkinliğe neden sahip değildir? Bireyleri, sosyolojiyi toplumun
geri kalanından ayıran epistemolojik bilimsellikten mahrum ve sosyolojiye
muhtaç bırakan nedir?
Bourdieu sosyolojisinin bu meseledeki tutumunu ortaya çıkarmak için,
sıkı dokunmuş kavram örüntüsünde bir yolculuğa çıkmak; “habitus”, “doxa”,
“illusio” ve “simgesel şiddet” kavramları arasındaki işbirliğini keşfetmek gerekmektedir. Bu kavramlar arasında, Bourdieu’nün kendisi doğrudan dile getirmese
de, toplumsal eylemlerin üretim mekanizmasını açıklayan sıkı bir işbirliği söz
konusudur. Bourdieu’nün toplumsal dünyanın işleyişini açıklarken çalışma konusuna göre değişen sıklıklarda kullandığı bu kavramlar bütünü içinde habitus,
bütün bir eylem kuramının anahtarı olarak Bourdieu’nün Cezayir üzerine ilk
çalışmalarından itibaren kendini gösterir (Bourdieu ve Sayad, 1964). Kısaca
bireyin toplumsal eylemlerini belirleyen yatkınlıklar sistemi anlamına gelen
habitus (Bourdieu, 1980, s. 88), Bourdieu’nün toplumsal eylemin işleyişini
nasıl gördüğünü ifade eder. Habitus, bireyin başından geçen toplumsallaşma
süreci boyunca (aile, okul vs.) içselleştirilmiş olan ve kullanıma hazır eylem
şemaları olarak toplumsal eylemin kaynağıdır. Diğer yandan “düşünümsellik”
(réflexivité) kavramı, Bourdieu’nün sosyoloji yönteminde sosyoloğun –nesnesiyle
kurduğu ilişkiyi nesneleştirme yoluyla– toplumsal dünyada olmanın getirdiği
ön kabul ve yanılsamalardan kendini arındırma ilkesidir (Bourdieu, 1992).
Bourdieu’nün “katılımcı nesneleştirme” şeklinde ifade ettiği bu yöntemsel
yaklaşım sayesinde sosyolog, bilimsel bilginin sahiciliğini koruyabilmektedir
(Bourdieu, 2003). Habitus, bireylerin toplumsal olarak yapıp ettiklerinin;
düşünümsellikse, sosyolojik faaliyetin belirleyici ilkesidir. Habitus toplumu,
düşünümsellik toplum bilimini tanımlamaktadır.
88
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Habitus: Bireydeki Toplum
Bourdieu sosyolojisinin kuramsal yeniliği, kökleri Batı metafizik geleneğine
kadar uzanan içsel-dışsal, öznel-nesnel, tekil-bütün, birey-toplum gibi kavramsal
ikilikleri –klasik sosyoloji kuramlarından senkretik bir tarzda yararlanarak– kendine özgü bir kavram örüntüsüyle aşmasıdır. Bu ikilikler dizisinin Bourdieu’nün
ilk çalışmalarını gerçekleştirdiği dönemde Fransız entelektüel ortamlarında
sosyal teoriye yansıması Sartre ve Lévi-Strauss üzerinden olmuştur denebilir.
İnsanın koşulsuz bir belirlenmemişlik içinde bulunduğunu ve bilinçli tercihlerini yaparak kendini özgürce gerçekleştirme durumunda olduğunu dile getiren
Sartre varoluşçuluğu ile dışsal yapıların, kurumların ve ilişkiler bütününün insan
eylemleri üzerinde oldukça belirleyici olduğunu savunan Lévi-Strauss yapısalcılığı arasında Bourdieu sosyolojisi, bu ikiliği, “habitus” kavramıyla iki yanını da
içererek aşmayı hedefler. Buna göre insanın toplumsal eylemlerini belirleyen
ilke, ne içsel bilinçlerde, ne de dışsal şeylerde ve kurumlarda bulunmaktadır.
İnsan eylemlerinin kaynağı, toplumsalın bu iki yanı arasındaki ilişkide saklıdır;
toplum dediğimiz şey bir yandan kurumlar ve şeyler olarak nesneleşmiş halde,
diğer yandan faillerin bedenlerinde içselleştirilmiş olan algılama, hissetme,
düşünme ve davranmaya yönelik yatkınlık şemaları olarak habitus şeklinde var
olur (Bourdieu, 1982, s. 37-38). Gündelik hayattan siyaset alanına, kültürel
beğenilerden konuşma tarzına kadar her hususta insanın toplumsal eylemlerinin kaynağı, bireyin bedenindeki eyleme dökülmeye hazır yatkınlıklar bütünü
olan habitus’tur. Her bireyin kendi kişisel toplumsallaşma süreci boyunca
içinde bulunduğu nesnel varoluş koşulları, o bireyin öznel habitus’unu kalıcı
ve aktarılabilir bir şekilde biçimlendirir. Bu anlamda habitus, bireyin toplumsal pratiklerini üreten içsel yapı olarak (Bourdieu, 1984, s. 133) kalıcıdır;
çünkü, ilk toplumsallaşma dönemlerinde köklü bir şekilde kazanılmış olan bu
yatkınlıklar daha sonra değişime direnmektedir; aktarılabilirdir. Zira belli bir
ortamda (mesela ailede) kazanılmış bir pratik yatkınlık, daha sonra başka bir
ortamda (mesela iş ortamında) kendini gösterebilmektedir. Habitus’un kalıcı
ve aktarılabilir niteliği, bireye devamlılık ve bütünlük kazandırır.
Habitus, Bourdieu’nün “inşacı yapısalcılık” (structuralisme constructiviste)
adını verdiği toplumsal eylem kuramının temelini oluşturur:
“Yapısalcılık derken; toplumsal dünyada faillerin bilinçlerinin ve iradelerinin dışında var olan bağımsız nesnel yapılar olduğunu ve bu yapıların
faillerin pratiklerini ve temsil dünyalarını belirlediğini kastediyorum.
Koytak / Tahakküme Hükmetmek
89
İnşacılıksa; bireydeki algı, düşünce ve eylem şemaları olarak habitus’un
toplumsal olarak yapılandırıldığını ve dışsal yapılardan farklı olarak
faillerin bedenlerinde bulunduğunu ifade eder” (Bourdieu, 1987, s. 147).
Habitus, bireyin içinde bulunduğu nesnel varoluş koşulları tarafından biçimlendiriliyor olması bakımından içselleşmiş dışsallık, öznelleşmiş nesnellik
ve bireyselleşmiş toplumsaldır. Habitus sayesinde bireyin öznelliğiyle toplumsal
dünyanın nesnelliği bireyin bedeninde buluşur; birey kendi toplumsal-tarihsel
varoluş koşullarını yapılanmış bir yapı olarak üzerinde taşır. Habitus, mevcut
toplumsal yapıları bireyin gözünde anlamlandırarak toplumu bireye tanıdık kılar.
Bu kavram sayesinde toplum ve birey kategorileri birbirinden ayrı, hatta karşıt
olmaktan çıkar; iç içe geçer. Bedenselleşmiş tarih olarak habitus ile cisimleşmiş
tarih olarak toplumsal alan arasındaki etkileşim ve iç içelikte, tarihin kendisi her
an yeniden üretilir. Bu noktada Bourdieu, bireylerin eylemlerindeki bilinçliliği,
niyetliliği ve iradeyi reddetmez; ancak asıl vurgusu, bireyin eylemlerinin kalkış
noktasının habitus yoluyla kendi toplumsal konumu olduğunadır (Corcuff,
2003, s. 21).
Cezayir üzerine çalışmalarında Bourdieu, bu kavramın ilk örneklerini verir: Yüzyıllardır geleneksel tarım faaliyetiyle geçindikleri köylerinden, Fransız
sömürge politikaları nedeniyle kopartılan Cezayir köylüleri, büyük şehirlere
göçmek zorunda kalmıştır. Ancak nesnel varoluş koşullarına alışık olmadıkları
şehirdeki gündelik hayat içinde gereken algı ve davranış şemalarından yoksun
olmaları nedeniyle, yeni nesnel yaşam koşullarına anlam verememekte ve ayak
uyduramamaktadırlar (Bourdieu ve Sayad, 1964). Bu durum, bireyin kendi
varoluş koşulları tarafından biçimlendirilmiş olan habitus’un, benzerlik kuramadığı farklı varoluş koşullarında yetersiz kalması ve dolayısıyla toplumsal eylemi
üretmesi beklenen bu ilkenin ataletinde, bireyin toplumsal dünyaya intibak
edememesi halidir. Benzer analizler, Türkiye’de geleneksel yaşam koşullarından
büyükşehirlere on yıllardır yapılan göçler sonucunda yaşanmış ve yaşanmakta
olan insanlık durumları için de yapılabilir.
Bu noktada, bireyin algılama ve davranma tarzlarını üreten ve örgütleyen
habitus, aynı zamanda bireyin pratiklerinin sınırlarını da çizmektedir. Somut
toplumsal eylem anlamında pratikler (Bourdieu, 1980), bireyin içinde bulunduğu nesnel yapılar olan toplumsal alanlarla, içselleştirilmiş toplumsal yapı olarak
habitus arasındaki diyalektiğin ürünü olarak meydana gelirler. Bir toplumsal
eylemin sınırları, habitus ve toplumsal alan arasındaki diyalektiğin sınırlarıdır.
90
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Bireyler, belli bir pratik duyusu (sens pratique) sayesinde içinde bulundukları
toplumsal alanın veya ortamın gerekliliklerine ayak uydurabilmekte ve uygun
davranabilmektedir (Golsorkhi ve Huault, 2006). Birey, içinde bulunduğu toplumsal ortamda, habitus ve pratik duyusu sayesinde “yapılanmış bir doğaçlama”
denilebilecek bir tarzda hareket etmektedir; tıpkı bir tenis oyuncusu veya caz
müzisyeni gibi kendi eylemleri üzerine düşünme fırsatı bulmadan, durmaksızın
pratik halindedir (Bimbenet, 2006). Hareket halindeki tenisçinin, rakibinin
gönderdiği servisi karşılamak için düşünmeye, karar vermeye ve bilinçli bir
tercihte bulunmaya zamanı yoktur; bedensel olarak kendinde içselleşmiş olan
farklı yatkınlıklarını, ani, kesintisiz ve istemsiz bir şekilde devreye sokmak
zorundadır. Aynı şekilde habitus, bireyin algı ve davranış şemalarını belli bir
bütün halinde kullanıma hazırlarken; pratik duyusu bu algı ve eylem şemalarını
yerine göre devreye sokmaktadır.
Habitus kavramına yöneltilen en ciddi eleştiri, bireyin bedenini içinde
bulunduğu ortama, durmaksızın eyleme yönelten pratik duyusu üzerinden
bağlayarak; bu yönüyle bireylere kendi eylemleri üzerine düşünebilmek için fazla
şans tanımaması olmuştur. Habitus kavramına göre toplumsal dünya, kendi
gerekliliklerini durmaksızın dayatan bir dünya olduğu için, failler hiçbir zaman
eylem ve sözlerini bir seyirci gözüyle uzaktan izleyemez (Bourdieu, 1980, s. 87)
ve toplumsal dünyayla ilişkilenme biçimleri pratik üzerinden gerçekleştiği için,
bu dünyayı söylem ve bilinç düzeyinde yeniden düşünmeye imkan bulamazlar
(Bourdieu, 1980, s. 124). Bu noktada Bourdieu sosyolojisinin, bedeni nesnel
yapılar tarafından önceden yapılandırılmış içsel bir yapı (habitus) uyarınca
hareket eden ve kendi üzerine düşünebilmek için fazla fırsatı olmayan bir birim
olarak görerek, bireye yaratıcılık ve yenilikçilik noktasında fazla manevra alanı
tanımadığı söylenebilir. Habitus kavramı, sosyolojinin geleneksel birey-toplum,
öznel-nesnel ikiliklerini aşmak için tekilin içindeki kolektifi ön plana çıkarsa
da (Corcuff, 2003, s. 56); bir başka geleneksel felsefi ikilik olan akıl-beden
veya anlaşılır-hissedilir (intelligible-sensible) ayrımında bedensel olanın tarafını
tutmak durumunda kalmıştır. Beden merkezli bu eylem kuramının faillerin
düşünümselliğini göz ardı edişi, eleştiriye en açık yanıdır2.
Bourdieu’nün habitus kavramı, değişmeye kapalı ve tamamen çelişkisiz bir birey öngörmesi
ve fazla belirlenimci olması noktasında çağdaş Fransız sosyal bilimcileri tarafından eleştirilmiş
ve aşılmaya çalışılmıştır. Öne çıkan bazıları için bkz. Lahire, (1998), Kaufmann, (2001) ve
Boltanski (2009).
2
Koytak / Tahakküme Hükmetmek
91
Tahakkümün Sosyo-Analizi
Merkezinde habitus temelli eylem kuramı olan Bourdieu sosyolojisinin
genel ilgisi, toplumdaki tahakküm ilişkileri üzerine yoğunlaşmıştır. Cezayir
sosyolojisi üzerine olan ilk çalışmaları sömürgeci tahakküm politikalarının
Cezayir köylüleri ve alt sınıfları üzerindeki sonuçlarını ele alır. Les héritiers
(1964), Fransız eğitim sisteminin, toplumsal eşitsizlikleri nasıl daha da kalıcı ve
hissedilir şekilde yeniden ürettiğini analiz eder. La distinction (1979), kültürel
beğeni yargıları ve pratiklerin sınıfsal konumlarla sıkı sıkıya ilişkili olduğunu
ortaya koyar. La misère du monde (1993), neoliberal ekonomi politikalarının
alt sınıflar üzerindeki yıkıcı etkilerini açığa çıkarır. Bourdieu, el attığı hemen
hemen her konuda, toplumsal dünyada yürürlükte olan tahakküm yapılarını,
ilişkilerini ve eşitsizliği yeniden üreten mekanizmaları ifşa etmeyi amaçlamıştır.
Bourdieu’nün tahakküm analizlerinde kullandığı yöntem, “alan” (champ)
kuramıdır3. Buna göre, yapılandırılmış konumlardan oluşan bir toplumsal
alan (siyaset alanı, eğitim alanı, kültür alanı, edebiyat alanı veya daha lokal
olarak konut sektörü alanı, akademisyenler alanı gibi), farklı konumlanmalar
arasındaki mücadeleye sahne olur (Bourdieu, 1972). Her fail, farklı hacim ve
türde sermayeyle alanda bir konum sahibidir ve faillerin alan içindeki hareketleri, ellerindeki sermaye türlerini (ekonomik, kültürel, sosyal ve simgesel)
habitus’ları uyarınca yeri geldiğinde kullanabilmelerine bağlıdır (Bourdieu,
1997a, s. 22-23). Her alanın kendine has bir çıkarı, işleyiş tarzı ve gerektirdiği
habitus’u vardır. Yine, her alanın hükmedenleri ve hükmedilenleri vardır. Bir
alanın yapısı, onu oluşturan sermaye sahibi faillerin konumları arasındaki güç
ilişkilerince belirlenmektedir. Alanın içindeki faillerin ne yapıp ne yapamayacağını, o alan içindeki nesnel ilişki yapısı sınırlamaktadır. Kısaca bir alan,
faillerin farklı sermaye türlerini alana özgü bir çıkar uğruna yeniden üreterek,
hakim konuma ulaşmak için verdiği mücadelenin alanıdır (Bourdieu, 1997b).
Bu noktada Bourdieu, habitus’u alanda işler hale getiren ve böylelikle toplumsal eylemleri başlatanın, alanın kurallarına duyulan sabit inanç anlamındaki
“doxa” olduğunu belirtir. Doxa, katılımcıya, alana ait olma duygusu veren ve
alanın işleyiş tarzını doğal gösteren ön kabullerdir (Bourdieu, 1997a, s. 145).
Verili toplumsal tahakküm düzenini, faillerin pratik duyuları ve bedenleri için
normalleştiren, meşrulaştıran ve doğalmış gibi gösteren doxa’dır. Bununla birlikte
“illusio”, alanın vaat ettiği çıkarın amaçlanmaya değer olduğu ve tartışılmaması
3
Alan kuramının ayrıntılı bir şekilde sunumu için bkz. (Bourdieu, 1997c).
92
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
gerektiği yönündeki yanıltıcı oyun duygusu olarak (Bourdieu, 1997a, s. 25,
122) doxa’yı tamamlar ve katılımcı faillerin habitus’unu tetikler. Habitus, doxa
ve illusio arasındaki işbirliği, bireylerin içinde bulundukları çeşitli toplumsal
alanlarla kurdukları pratik ilişkiye işlerlik ve rutin kazandırır. Alanın nesnel
yapısına algı ve eylem düzeyinde uyum ve yatkınlık kazandıran habitus, alanın
kurallarının doğal ve meşru görülmesini sağlayan doxa ve failleri alandaki verili
çıkarların amaçlanmaya değer olduğuna inandıran illusio arasındaki bu suç ortaklığı, mevcut tahakküm ve eşitsizlik ilişkilerini yeniden üreten pratikleri üretir.
Bu suç ortaklığı, herhangi bir alanda hükmedilen konumda bulunanları,
alanın kurallarını bütünüyle değiştirmek veya yeni sermaye türlerini devreye
sokarak oyunun dengesini bozmak gibi fikirlerden mahrum bırakmaktadır.
Hükmedilenler, tahakkümün toplumsal mantığını fark edip sorgulayamayacak
kadar nesnel varoluş koşulları içinde, oyun duygusu tarafından kuşatılmışlardır.
Bu noktada Bourdieu tahakkümün ve eşitsizliğin toplumsal yeniden üretim
mekanizmasına bir kavram daha ekler: “simgesel şiddet”. Daha çok dilsel sermaye
ve eğitim sistemi konularında işlenen bu kavram, tahakkümün aslında tarihsel
ve keyfi bir olgu ve kurgu olduğu gerçeğini gizleyen mekanizmayı ifade eder
(Bourdieu, 1992). En çok eğitim sistemi içinde hissedilen simgesel şiddetin
en bilinen örneği dil ve edebiyat dersleridir: Kimi öğrenci kültürel sermayesi
bakımından meşru ve göreceli olarak hakim konumdaki bir aileden gelir ve
edebiyat derslerinde öğretmeninden övgü alabilirken; kimi öğrenci de kültürel
sermayesi yine göreceli olarak düşük olan bir aileden (mesela taşradan) gelir
ve şivesi, yerel kelimeler kullanması, tutukluğu nedeniyle öğretmen tarafından
başarısız bulunur. Bir kültürel sermaye unsuru olarak dili kullanmaya yatkınlık
noktasındaki eşitsizlik, öğretmenin uyguladığı simgesel şiddet yoluyla doğalmış
gibi kabul edilir ve yeniden üretilir. Öğrencinin maruz kaldığı simgesel şiddet,
verili eşitsizliği ve eşitsizlik üzerinden işleyen tahakkümü kılıfına uydurur.
Hükmeden Bir Sosyoloji
Toplumsal dünyanın yeniden üretim mekanizmasını açıklayan habitus, doxa,
illusio ve simgesel şiddet kavramları, bireylerin toplumsal ortamla kurdukları
ilişkinin beden ve pratikler üzerinden gerçekleşmesi noktasında birbirine bağlıdır.
Toplum, öncelikli olarak, düşündüğümüz ve fark ettiğimiz değil; bedenimizle
yaşadığımız bir şeydir. O halde topluma dair her türlü bilgi ve düşünce, her
daim içinde bulunduğumuz pratikler üzerinden kazanılmıştır. Bedensel algı ve
Koytak / Tahakküme Hükmetmek
93
eylem yatkınlıklarımız üzerinden tahakküm ilişkileri harekete geçmekte ve bütün
toplumsal dünyaya uzanmaktadır (Bimbenet, 2006). Bireyler, habitus, doxa ve
illusio arasındaki suç ortaklığının yanıltıcı etkisine ve simgesel şiddete maruz
kalmaları ve toplumsal ortamın içine bedensellikleriyle gömülü olmaları nedeniyle, toplumsal dünyaya dair sahici bilgi üretme imkanından mahrumdurlar.
Sadece düşünümsel bir sosyoloji, bireylere kendi habitus’larını ve katıldıkları
tahakkümün yeniden üretimi mekanizmalarını doğru tanıtabilir (Golsorkhi ve
Huault, 2006). Sadece düşünümsel bir sosyoloji, tahakküm stratejilerini ifşa
ederek onlara karşı durabilir.
Düşünümsellik ilkesi, sosyal bilimcinin araştırma nesnesiyle kendisi arasında
kurduğu ilişkiyi nesneleştirerek, kendi toplumsallığının bilimsel faaliyetine olan
muhtemel etkisini kontrol etme çabasını ifade eder (Bourdieu, 2001, s. 173174). Bourdieu bu süreci “katılımcı nesneleştirme” (objectivation participante)
olarak adlandırmış (Bourdieu, 1992; Bourdieu, 2003) ve sosyal bilimcinin kendi
toplumsallığından gelen ön kabullerin ve temsillerin farkında olmasını, bilimselliğin olmazsa olmaz şartlarından saymıştır. Bu, sosyal bilimcinin geleneksel
yaklaşımda olduğu gibi, kendini nötr bir konuma sokmaya çalışması değil; kendi
toplumsal konumuyla araştırma nesnesi arasında kurulması muhtemel pratik
ilişkiyi itiraf ederek aşmaya çalışmasıdır. Sosyolog, hangi saikle ve ne amaçla
bir toplumsal olguyu araştırma konusu ettiğini fark edebildiği ve yöntemsel
araçlarını muhasebeye çekebildiği oranda sıradan bir birey olmaktan çıkar ve
sıradan bireylerin yoksun olduğu düşünümselliği kazanabilir.
Kısaca, bilgi öznesinin araştırma nesnesinden önce kendisini nesneleştirmesi olarak düşünümsellik, sosyolojik bilgiyi, toplumsal dünyada yaygın olan
genelgeçer kanaatlerden (sens commun) uzak tutar ve sıradan insanların toplum
hakkındaki düşüncelerinden üstün kılar (Mesny, 2009). Bourdieu’nün düşünümsellik ilkesi, toplumsal dünyanın dayattığı ön kabullerden, ideolojilerden
ve basmakalıp genelgeçer kanaatlerden arınmayı amaçlar (Heilborn, 2009). Bu
noktada sosyolojiye atfedilen düşünümsellik ilkesi, bireyi durmaksızın pratiğe
ve toplumsal dünyanın gerekliliklerine cevap vermeye yönelten habitus, doxa
ve illusio arasındaki suç ortaklığıyla karşıtlık içinde kurulmuştur. Buna göre,
sıradan insanların faaliyetleri günlük hayatın rutinine ve akışına o kadar kapılmıştır ki; genele yönelik bir sorgulama şansları çok azdır. Sıradan insanların
toplumsal dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimleri, doxa ve illusio’nun
etkisi altında genelgeçer basmakalıp yargılar veya tamamen öznel kurgular
94
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
tarafından belirlenir. Sıradan insanlar, pratik duyusuna o kadar bağlıdır ki
söylem düzeyinde kendi hayat hikayelerini dahi pratik bir anlam, süreklilik
ve bütünlük kazandırmak için kurgularlar (Bourdieu, 1986). Oysa sosyoloji,
topluma dair herhangi bir düşünce olmayıp, genelgeçer yargılardan ve verili
kurgulardan kurtulduğu sürece sahici ve bilimsel olabilir (Bourdieu, 1984, s.
38). Sosyoloji, düşünümsellik ilkesi sayesinde toplumsal dünyayı çıplak ve yalın
haliyle görebilir ve toplumda doxa’nın ve simgesel şiddetin arkasına gizlenmiş
tahakküm mekanizmalarını açığa çıkarabilir. Mesela, okul başarısının nedenini
başarılı çocukların “zeka”sında veya “yetenek”inde değil; toplumsal kökeninde
ve aile ortamından tevarüs ettiği kültürel sermayesinde arar (Bourdieu, 1984,
s. 20). Bu anlamda sosyoloji, ifşa edici bir bilimdir. Toplumsal dünyadaki yasaları, mekanizmaları ve işleyişi ifşa ederek, tahakkümün ve eşitsizliğin doğal
olmadığını gösterir. Böylelikle toplumun büyüsünü bozar (Bourdieu, 1984, s.
49) ve metafizik bir kader olduğu sanılan şeylerin (“Okulda başarısız; çünkü
tembel, çünkü aklı almıyor” vs.) aslında tahakküm ilişkilerinin bir uzantısı
olduğunu gösterir. Okul başarısızlığının nedeni olarak, kültürel sermayenin
eşitsiz dağılımına dikkat çeker.
Düşünümsel bir sosyoloji, toplum hakkında edindiği sahici bilgi sayesinde,
bireylerin güç mücadelesine hizmet etmez; bunun yerine toplumun işleyişi
hakkında doğru bilgiyi üreterek, sosyoloji yapana tahakküme hükmetme araçlarını kazandırır (Bourdieu, 1984, s. 49). Tahakküm topluma hükmederken;
sosyoloji de tahakküme hükmeder. Bu noktada sosyolojinin ifşa edici niteliği,
aynı zamanda özgürleştiricidir: Toplumda yürürlükte olan işleyişi ifşa etmek,
bu işleyişin kader olmadığını ve değiştirilebileceğini söylemektir (Addi, 2002,
s. 31). Toplumsal dünyada yürürlükte olan yapılar ve belirlenimler olduğunu
söylemek, insanı o belirlenimlere mahkum etmek değil; bilakis o belirlenimlerin doğal olmadığını ve dolayısıyla, bundan kurtulmanın imkansız olmadığını
göstermektir (Bourdieu, 1984, s. 44-45). Zira toplumsal dünyanın ürettiği her
şey, doğru bir yöntemle bilindikten sonra, yine toplumsal dünya tarafından
yıkılabilir (Bourdieu, 1993, s. 944).
Sonuç
Bourdieu sosyolojisinde toplum ve sosyoloji arasındaki ilişki birbirini açıklayan bir karşıtlık içinde düşünülmüştür: Bir yanda habitus, doxa, illusio ve
simgesel şiddetin işbirliği içinde ürettiği pratiklerin yeniden ürettiği toplumsal
Koytak / Tahakküme Hükmetmek
95
yapı; diğer yanda bu pratiğe gömülü yeniden üretim çarkından kendini düşünümsellik yoluyla ayıran ve toplumsalın işleyişini doğru şekilde tanıyabilen
toplum bilimi. Bir yanda, tahakküm ve eşitsizliğe ister hükmeden konumda,
ister hükmedilen konumda olsun her şekilde maruz kalan bireyler; diğer yanda bireylere içlerinde bulundukları toplumsallığı doğru tanıtarak tahakküme
hükmedecek olan sosyoloji. Toplumsal dünyayla sosyoloji arasındaki bu epistemolojik nitelikli karşıtlığın temeli, habitus kavramının düşünümsellikten
mahrum bırakılarak kurgulanmış olmasına dayanır. Düşünümsellik sayesinde
sosyolog, toplumsallıktan belli bir epistemolojik kopuş gerçekleştirebilmekte
ve böylelikle toplumsala dair sahici ve katıksız bilgiyi üretebilmekteyken; diğer
yanda habitus, bireyin bedeni içinde yapılaşmış toplum olarak sıradan insanları her daim toplumsal oyun duygusuna mahkum etmekte ve epistemolojik
olarak doxa ve illusio etkisine açık bırakmaktadır. Habitus, toplumu yeniden
üreten pratik ilkesi olarak, bireye bu toplumsalın yeniden üretimi sürecinden
kaçınma şansı tanımaz. Habitus ve pratik duyusu nedeniyle birey, topluma her
zaman toplumun içinden bakmaya mecburdur. Her ne kadar Bourdieu kimi
zaman habitus’un bireyin geçirdiği deneyimlerden etkilenmeye açık olduğunu
ve bireyin kaderi olmadığını belirtmişse de (Bourdieu, 1992, s. 123-125); bu
fikri, her zaman yaptığı gibi saha araştırmasına dayanan bir analiz çerçevesinde
açımlamamıştır. Bilakis Bourdieu sosyolojisinin bütünü boyunca yapılan vurgu, sosyolojinin sıradan, gündelik, genelgeçer ön kabullerden, doxa ve illusio
etkisinden kaçınabildiği oranda bilimsel olduğuna ve toplumsal dünyada bütün
bunlara maruz kalıp düşünümsellik imkanını çok bulamayan bireylerin kendilerini doğru tanımalarına vesile olabileceğinedir.
Habitus toplumun; düşünümsellik toplum biliminin temel belirleyenidir.
Bununla birlikte, toplum bilimciler de, toplumsal dünyaya ait failler olarak
habitus taşırlar. Bourdieu, sosyal bilimcilerin ve akademisyenlerin habitus’larını ve akademi alanında farklı konum alışlarını Homo Academicus (1984) adlı
çalışmasında analiz etmesine rağmen; tersinden, toplumsal dünyadaki sıradan
faillerin düşünümselliğini konu edinen bir çalışma yapmamıştır. Bourdieu
sosyolojisindeki bu açık, habitus kavramıyla sıradan insanları düşünümsellikten
yoksun saymakta (Karadağ, 2011); bunun karşısında sosyolojiye de toplumu
doğru tanıma, tanıtma ve böylelikle Auguste Comte’un yaklaşımına benzer bir
şekilde “toplum için kurtarıcı bilim” olma görevini atfetmektedir.
Bourdieu sosyolojisinin habitus-düşünümsellik ekseninde bir “açığı” oldu-
96
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
ğunu söylemek, 20. yüzyılın ikinci yarısında sosyolojinin kazandığı en üretken
isimlerden biri olan Bourdieu’nün “açığını yakalamak” değildir. Bilakis bu,
sosyolojinin herkesçe bilinen klasiklerinden daha kurucu ve dayanıklı bir sosyal
bilim külliyatı olan Bourdieu sosyolojisinin “geliştirilmeye açık” olan tarafını
göstermektir. Habitus kavramı, her bireyin tekil olduğu ve başından geçen farklı,
çelişkili ve çok yönlü toplumsal deneyimler boyunca kendi içinde çoğulluk arz
edebileceği gerçeği göz önüne alınarak geliştirilebilir. Habitus, bireyin bütün
hayatı boyunca sabit kalan, bütüncül ve tutarlı bir yapı olmaktan ziyade; ürettiği
her pratikle yeniden üretilmeye müsait ve plastik bir nitelikte4 düşünülebilir.
Toplumsal dünyanın işleyişini, habitus nedeniyle her daim o dünyanın içinden,
doxa ve illusio etkisi altında algılamaya mahkum olan bir birey yerine; kendi
toplumsallığını istemli bir şekilde dönüştürebilen, bütün toplumsal geçmişini
sorgulayıp tazeleyebilen ve gündelik hayatın en hızlı akan anlarında bile kendini
toplumsalın akışından uzaklaştıracak öznellikler kurabilen bir insan tasavvuru
geliştirilebilir. Diğer yandan düşünümsellik, sadece sosyolojiye has yöntemsel
bir ilke olmayıp, eylemleri üzerine her fırsatta kendilerini hesaba çeken bireyler
için de söz konusu olabilir. İnsanın kendi toplumsal kökeni, eylemleri, beğenileri, tutumları, pratikleri vs. üzerine kendisini muhasebeye çekebildiği oranda
özgürleştiği ve böylelikle toplumsal dünyada insanın pratik duyusunu ayartan
doxa ve illusio etkisinden kaçınabildiği söylenebilir. Bu bağlamda bu makalenin
de, son yıllarda Türkçe’ye kazandırılması hızlanan Bourdieu sosyolojisi üzerine
Türkçe bir düşünümsellik örneği olması ve Bourdieu sosyolojisinin hakkını
vererek “açık”ları üzerine gitmeye, onu aşmaya ve fikir üretmeye namzet olan
bilimsel habitus’ları kışkırtması umulur.
Öznenin hem biçimlendirilen, hem de biçim veren ikili bir yapısı olduğu yönünde bkz. (Hegel, 1995), Önsöz.
4
Koytak / Tahakküme Hükmetmek
97
EXTENDED ABSTRACT
Dominating the Domination:
Science-Society Relationship in Bourdieu’s Sociology
Elyesa Koytak*
This article aims to understand how Bourdieu understands the social world
and sociology, in this way the relationship between these two. In Bourdieu’s
sociology, social practices that reproduce the social world are conceived in an
antagonistic relation with the scientific sociological knowledge. Sociology as
the science that aims to reveal the existing laws in the social world (Bourdieu,
1984, p. 45), denaturalizes the society whose laws and order are in reality
neither metaphysical nor natural, but merely social constructions. In this way
sociology reveals the mechanisms of social reproduction of the domination that
dominates both the rulers and the ruled.
The aptitude of the sociology for unveiling the domination is twofold: First,
the concepts by which Bourdieu defines how the social world works and social
practices that form it (habitus, common sense, doxa, illusio, symbolic violence
etc.) do not allow the agents any possibility of reflection to truly know the
social world and its mechanisms, its functioning, and its structure in which
they live (Bourdieu, 1980, p. 87). On the other hand, reflexivity as the decisive
feature of sociological work allows the sociologist to get rid of preconceptions,
demands and the exigencies of the social world, and therefore one can produce
real knowledge on the social world thanks to the reflexivity (Bourdieu, 1992).
Habitus and the whole Bourdieusian conceptual texture around it define the
individual deprived of any reflection on his own practice; on the contrary the
only way to acquire reflexivity is sociological knowledge of the social. In short,
we have an epistemological contrast between the knowledge of the agents about
the world they live and the knowledge of a sociologist about the world he can
get away analytically with a reflexive break.
The absence of an epistemological break with the social world among agents
results from the conceptual constitution of sociology by which Bourdieu explains
this world. Habitus, the basic concept of Bourdieu, means a set of predisposiUndergraduate Student, Galatasaray University, Faculty of Arts and Sciences, Department of
Sociology, [email protected]
*
98
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
tions to perceive, feel, think and act (Bourdieu, 1982, p. 37-38). Internalized
in the body during socialization, these patterns of practice are evident in all
aspects of life: taste of music, political choices, language etc. The habitus is an
internal structure that produces the social practices of the individual (Bourdieu,
1984, p. 133). It is history in the body, it renders familiar the social conditions
of existence in the eyes of the individual. Habitus ensures to the individual a
practical sense by which he perceives, feels, thinks and acts in accordance with
external social structures (Golsorkhi and Huault, 2006). The way the individual
acts in the social world is a “structured improvisation” who constantly forces
him to the practice (Bimbenet, 2006). The urgency of practices that the habitus
performs throughout the practical sense makes any opportunity to think the
social world at a conscious level of discourse impossible for agents (Bourdieu,
1980, p. 124). We present that by the concept of habitus, by placing society in
the individual, Bourdieu goes beyond the traditional duality between subjective
and objective, but he convicts this time agents to the body’s sensitivity.
Social practices are produced by the habitus in a dialectic with the field. The
latter consists of the structured positions, where each agent possesses a certain
amount and type of capital (economic, cultural, social or symbolic) that he
tries to use and increase through practices (Bourdieu, 1997a, p. 22-23). The
structure of a field is determined by the power relations between the agents that
make it. A field is place of a battle made for the specific interest of the field.
The doxa is the belief in the game and is the sense of belonging to the field,
the feeling that naturalizes the functioning of the fight in the eyes of the agent
(Bourdieu, 1997a, p. 145). Doxa calls the habitus to work and normalizes the
established order of social domination for the practical sense of the agent. In
addition, the illusio, as the sense of game that embellishes the specific interest
of the field, completes the doxa (Bourdieu, 1997a, p. 25, 122). This collaboration between the doxa and the illusio stimulates the habitus of the agent who
participates in the field. The meeting of habitus, doxa and illusio on a social
field produces practices that reproduce relations of inequality and domination.
Finally, symbolic violence exerted by the dominants to the dominated ones of
the field, legitimates social inequalities and reproduces the legitimacy of the
existing social hierarchy (Bourdieu, 1992). This is briefly the mechanism of the
reproduction of the social world in the sociology of Bourdieu.
Koytak / Tahakküme Hükmetmek
99
Social reproduction of the social world is characterized by the primacy of
practice. The society is not something one thinks at first, but one lives it. Agents
are so engaged in practices that they lose the possibility of an intellectual rupture
which is necessary to avoid misleading effects of common sense, doxa, illusio
etc. Only a reflexive sociology can be wary of the misleading dialectic between
habitus and field. Reflexivity is the methodological principle which means
that the sociologist objectifies his relation with the object of study (Bourdieu,
2001, p. 173-174). This principle renders the sociological knowledge superior
to the common sense of agents which is immediate and motivated by the
practical exigencies. Bourdieu establishes here a contrast between the social
world that is characterized by sensitivity and the scientific work that gets rid
of the sensitivity and succeeds reflexivity. Agents in the social world have no
genuine knowledge of their own conditions of existence because of the effect
of practice. So only a reflexive science can know the social world as it is. In
this way sociology is the work of revealing the mechanisms and functioning
of society, relations of inequality and the established order of domination. By
doing this, sociology denaturalizes and defatalize the society. It dominates the
domination that dominates the society (Bourdieu, 1984, p. 49).
In conclusion, the social world and the science that studies it are considered
as opposite units in the sociology of Bourdieu: The conceptual schema whose
center is occupied by the habitus that Bourdieu uses to define the mechanism
of the social world is developed in such way that agents in the social world lack
the reflexivity due to practical exigencies. On the other hand, sociology must
know the social world as it is because it can thanks to the reflexive feature of
scientific work. We state that the task of revealing the domination that Bourdieu
attributes to sociology is similar with the Comtean idea that the sociology must
save the destiny of society. We hope to develop the theory of action of Bourdieu,
by associating habitus with the notions of plurality, plasticity and reflexivity.
Instead of seeing the man in society as an individual committed strictly to
practice, we must look for ways in which men build, even during the most
immediate moments of everyday life, some emancipatory subjectivities that
give them some reflections on their histories, social determinisms, practices etc.
Keywords: Sociology, Pierre Bourdieu, Habitus, Reflexivity, Domination
100
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
KAYNAKÇA / REFERENCES
Addi, L. (2002). Sociologie et anthropologie chez Pierre Bourdieu. Paris: Découverte
Bimbenet, É. (2006). Sens pratique et pratiques réflexives. Quelques développements
sociologiques de l’ontologie merleau-pontienne. Archives de Philosophie, 69: 57-78
Boltanski, L. (2009). De la critique. Précis de sociologie de l’émancipation. Paris:
Gallimard
Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Le déracinement, la crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie. Paris: Minuit
Bourdieu, P. (1972). Esquisse d’une théorie de la pratique, précédé de trois études
d’ethnologie kabyle, Genève: Droz
Bourdieu, P. (1980). Le sens pratique. Paris: Minuit
Bourdieu, P. (1982). Leçon sur la leçon. Paris: Minuit
Bourdieu, P. (1984). Questions de sociologie. Paris: Minuit
Bourdieu, P. (1986). L’illusion biographique, Actes de la Recherche en Sciences Sociales. 62-63: 69-72
Bourdieu, P. (1987). Choses dites. Paris: Minuit
Bourdieu, P. ve Wacquant, L. (1992). Réponses. Pour une anthropologie réflexive.
Paris: Seuil
Bourdieu, P. (1993). La misère du monde. Paris: Seuil
Bourdieu, P. (1997a). Méditations pascaliennes. Paris: Seuil
Bourdieu, P. (1997b). Le champ économique, Actes de la Recherche en Sciences
Sociales, 119: 48-66
Bourdieu, P. (1997c). Les usages sociaux de la science: Pour une sociologie clinique du
champ scientifique, Paris: INRA
Bourdieu, P. (2001). Science de la science et réflexivité. Paris: Raisons d’agir
Bourdieu, P. (2003). L’objectivation participante, Actes de la Recherche en Sciences
Sociales, 150: 43-57
Corcuff, P. (2003). Bourdieu autrement: Fragilités d’un sociologue de combat. Paris:
Textuel
De Singly, F. (2004). La sociologie, forme particulière de conscience. Bernard Lahire
(Ed.). À quoi sert la sociologie? içinde (s. 13-42). Paris: Découverte
Golsorkhi, D. ve Huault, I. (2006). Pierre Bourdieu: critique et réflexivité comme
attitude analytique, Revue Française de Gestion, 165: 15-34
Hegel (1995), Phénoménologie de l’esprit. Jean-Pierre Lefebvre ve Veronika von
Schenk (Çev.). Paris: Aubier.
Heilbron, J. (2009). Pierre Bourdieu and the peculiarities of sociological knowledge, (Yayımlanmamış Seminer Tebliği, 9 Mart). http://www.nyu.edu/projects/nylon/
Koytak / Tahakküme Hükmetmek
101
workshops_spring_2009.html
Karadağ, M. (2011). Reflexivity and common sense knowledge: The paradoxes of
Bourdieu’s sociology of practice, Eurasian Journal of Anthropology, 2 (1): 40-47
Kaufmann, J.-C. (2001). Ego. Pour une sociologie de l’individu. Paris: Nathan
Lahire, B. (1998). L’homme pluriel. Les ressorts de l’action. Paris: Nathan
Mesny, A. (2009). What do “we” know that “they” don’t? Sociologists versus nonsociologists knowledge, Canadian Journal of Sociolog y, 34 (3): 671-695
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 103-111
Ecce Homo Academicus*
M. Fatih Karakaya**
Entelektüel isimlerin yaşamlarından eserlerine sızan otobiyografik izler, bilimsel nesnellik perdesi ardında gizli bir öznellik şeklinde, bilimsel çalışmaya kişisel
bir damga vurur. Kimi zaman çalışma konularının, kimi zamansa bakış açısı ve
yöntemin belirlenmesinde etkili olan bu otobiyografik izler, açık yahut örtük bir
biçimde kendisini gösterebilir. Güneybatı Fransa’da uzanan Pireneler’in bir taşra
köyünde doğup büyüyen ve Ecole Normale Supérieure’1ü kazanıp eğitim hayatının
geri kalanını geçirmek üzere Paris’e gelen Bourdieu için de durum farklı değildir.
Farklı bir diyalekt konuşan orta alt sınıftan bir taşralı olarak Fransız başkenti ve
eğitim sistemi içerisinde karşılaştığı sıkıntılar, Bourdieu sosyolojisinin çalışma
alanlarını da belirlemiştir. Bourdieu’nün çalışmaları eğitim, bilim, siyaset, dil,
sanat, spor, beğeni ve din gibi konuları, sahip olunan (kültürel, ekonomik, sosyal
vd.) sermaye2 birikimi ve inşa ed(il)en habitus açısından girift bir tabakalaşma
eksenine karşılık gelen alan(lar)a (field/champ) bağlı çıkarlar (illusio)3 çerçevesinde ele almaktadır. Felsefede başlayıp, antropoloji yoluyla uzandığı sosyoloji,
bu disiplinlerden taşıdığı yöntemsel ve kavramsal şema ile mevcut dikotomik
toplum algısının aşılmaya çalışıldığı bir sosyal teori ve uygulama bilimi haline
gelmiştir. Gençliğindeki Sartre ve varoluşçuluk etkisinin, yerini yavaş yavaş Gaston Bachelard ve Georges Canguilhem gibi epistemologların etkisine bıraktığı
felsefi bakış açısı, tıpkı Durkheim gibi Bourdieu’nün de sosyolojiyi kendisine
bilimsel uğraş olarak seçmesinde etkili olmuştur. Kültür, iktidar ve tabakalaşma
ekseninde ele aldığı sosyolojik meseleleri nitel-nicel, yapısalcı-fenomonolojik,
ideografik-nomotetik, determinist-voluntarist vb. karşıtlıkları aşarak inceleme
amacındaki Bourdieu, bu doğrultuda derin bir felsefi arka plana sahip, geniş
Ecce Homo isimli kitabı, Friedrich Nietzsche’nin “Kişi Nasıl Kendisi Olur” alt başlığı ile sunduğu son kitabıdır. İfade, Latince “işte o adam” anlamına gelir.
**
Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected]
1
Türkçe “Yüksek Öğrenim Okulu” anlamına gelen ENS, Fransa’nın en prestijli ve kültürel
sermaye yüklenme açısından en önemli okuldur.
2
Bourdieu’nün sosyolojik kavramsallaştırmalarından birisi olan sermaye (capital) kültürel, sosyal, ekonomik gibi alt sermaye türleriyle beraber Bourdieu sosyolojisinde önemli bir yer tutar.
Kavram, klasik Marksist literatürün Türkçe’ye kazandırdığı çağrışımları taşımakla beraber bu
saydığımız alt sermaye türleriyle ondan ayrılır ve sosyologa daha derinlikli analiz imkânı tanır.
3
Habitus, alan, çıkar kavramları yukarıda saydığımız sermaye (ve alt sermaye türleriyle) birlikte
Bourdieu sosyolojisinin ana taşıyıcısıdırlar. Bu kavramlar, teorik ve özellikle felsefi bir arka plana sahip olmakla beraber pratikte ve toplumsallığın analizinde yeniden tanımlanır ve üretilirler.
*
104
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
bir kavramsal temele oturttuğu ve çok sayıda nitel ve nicel veri ile desteklediği
eserler ortaya koymuştur. Onu özellikle Anglosakson dünyada “ilginç ve ünlü”
(Wacquant, 1990, s.677) kılan eserleri, The Love of Art: European Art Museums
and Their Public (1991), Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste
(1984), The Political Ontology of Martin Heidegger (1991), State Nobility: Elite
Schools in the Field of Power (1998), Masculine Domination (2001) ve Homo
Academicus (1990)4 olmuştur. Bu eserlerden Homo Academicus (HA), Bourdieu’nün Wacquant’ın deyişiyle “sosyolojik sezgisini ve yorumsal ustalığını
kendi kabilesine, yani Fransız üniversite profesörlerine uyguladığı” (Wacquant,
1990, s. 678) bir çalışma olması açısından ayrıca bir ilgiyi hak eder niteliktedir.
Bu yazının kapsamı içerisindeyse HA, hem Bourideu’nün eserlerindeki -pek
bahsetmediği- otobiyografik izleri takip etmek hem de Bourdieu sosyolojisini
daha iyi anlam(landırm)ak açısından ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulacaktır.
Kitabın İngilizce basımına yazdığı önsözde Bourdieu, David Garnett’in
1924 tarihli öyküsü A Man in the Zoo’ya atıfta bulunur ve sevgilisiyle hayvanat
bahçesinde gezinirken kahramanın bir hayvanın eksikliğini fark edip ilgililere
bildirmesini aktarır. Eksik olan, kahramanın kendisidir ve bu eksiklik kahramanın gönüllü bir biçimde şempanzenin hemen yanı başında “ziyaretçilerin
kişisel laflarla sataşmaması rica olunur” yazılı bir uyarı levhasıyla “homo sapiens” bölümünde kafeslenmesiyle giderilmiş olur. Bu öyküye yaptığı atıftan
sonra Bourdieu, kendisinin de kitabında böylesi bir çaba içerisine girdiği ve
“sınıflandırıcılar içerisinde en üstün sınıflandırıcı olan akademik dünyayı kendi
sınıflandırmalarının ağına düşürdüğünü aktarır (Bourdieu, 1990, s. xi). Sosyologları çalışan bir sosyolog olarak Bourdieu’nün amacı, “egzotik olanı evcilleştiren
etnologun aksine, fazlasıyla aşina olunduğundan kendisi için saydam olmayan
hayat ve düşünce tarzlarıyla en başından girmiş olduğu yakın ilişkinin kırılması
yoluyla evcil(miş gibi) olanı olabildiğince egzotikleştirmektir” (Bourdieu, 1990,
s. xi). Bu minvalde, akademik camianın mensuplarını sahip oldukları sermaye
birikimleri, içerisinde yetiştikleri toplumsal sınıf/tabaka, iktidar mücadelesi
verdikleri alan ve bu alana bağlı çıkarlar ekseninde bizzat sosyolojik ve dolayısıyla da akademik bir araştırmanın konusu yapmak hayli sert eleştirileri de
beraberinde getirmiştir. Hiçbir grubun, hele de bu günahkâr ve hain onlarla
aynı yüksek değerleri paylaşmadığında, bir “ihbarcı”yı hoş karşılamayacağını
dile getiren Bourdieu çalışmasını, son dönem Ming hanedanı filozoflarından
4
Parantez içerisinde verilen tarihler ilgili kitapların İngilizce basım yıllarını göstermektedir.
Karakaya / Ecce Homo Academicus
105
ve mürted bir mandarin olan Li Zhi’nin eseri Yakmak İçin Kitap’5a benzetmiş
ve kitabının ilk bölümünün başlığını da “Yakılacak Kitap” olarak belirlemiştir.
Aynı tarz nesnelleştirici bir çalışmanın yabancı yahut düşman bir grup konu
edinilerek yapıldığında akademi üyelerince “gözü pek” ve “sağduyulu” olarak
niteleneceğini de ayrıca belirtmiş (Bourdieu, 1990, s. 5) ve bahsi geçen ilk
bölümün giriş epigrafı olarak Charles Péguy’un (1873-1914) L’Argent (Gümüş-1912) isimli romanından şu pasajı seçmiştir:
“Tarihçiler, bir tarihçiler tarihi yazmayı arzu etmezler. Onlar sınırsız
tarihsel detaylar içerisine gömülmekten oldukça hoşnutturlar. Ancak
onlar, kendilerinin de bu sınırsız tarihsel detayların bir parçası sayılmasını
istemezler. Onlar, tarihsel düzenin bir parçası olmayı istemezler. Bu,
tıpkı doktorların hasta düşmeyi ve ölmeyi istememesi gibi bir şeydir”
(akt. Bourdieu, 1990, s. 1).
Eğitim, eğitimdeki eşitsizlikler, akademi dünyası ve akademi alanındaki
iktidar ilişkilerinin Pierre Bourdieu’nün sosyolojisine konu edindiği ana meselelerinden olduğuna değinmiştik. Bourdieu bu özel ilginin, “kendini adamış
birinin (dinsel bir fanatiğin), önceden belirlediği ve kendini adadığı değerler
ve gerçeklerin yok olması karşısında, kendine zararlı bir öfkeye sığınmaktan
ziyade, yaşadığı hayal kırıklığı üzerinde mantıklı bir kontrol sağlama ihtiyacının
yarattığı özel bir güçle açıklana[bileceğini]” (Çeğin vd., 2007, s. 85) söylemektedir. Bu uğurda 1967’den itibaren şahsen topladığı verileri sosyo-analize
tabi tutan Bourdieu, sosyolojik gözlem ve sezgisiyle homo academicus gallicus
dediği “Fransız akademi insanı”nın eyleyiş pratiklerinde gizli bulunan saiklerin
mahiyetine ışık tutmaya çalışmıştır. Her ne kadar Fransız akademi camiası
özelinde yapılan bir çalışma olsa da Bourdieu’nün genel-tikel ayrılığını aşma
çabasının bir sonucu olarak Galyalı homo academicusu evrensel ölçekte okuma
imkânımız da ayrıca vardır. Onun homo academicus olarak adlandırdığı akademik insan, entelektüel kişilik ve entelektüellik analizi sosyoloji için “diğerleri
arasında özel bir alan değil, sosyolojik yöntemin vazgeçilmez bir parçası”dır
(Çeğin vd., 2007, s. 69). Topluma hakiki manada nüfuz edip sağlıklı toplumsal
bilgiyi devşirebilmenin yolu, entelektüelleri hangi kısıtlamaların etkilediğini
ve onların egemen sınıfa dair hangi özel çıkarları elde etmeye çalıştıklarını
bilmekten geçmektedir. Bu minvalde Bourdieu, College de France’daki bir
Li Zhi, aynı zamanda A Book to Hide (Saklanacak Kitap) isimli bir kitabın da yazarı olan ünlü
Çinli yazar ve tarihçidir. Ming hanedanının resmi ideolojisi haline gelen fikirleri eleştirdiği için
idama mahkûm olmuş ve idam cezasını beklediği hapishanede intihar etmiştir.
5
106
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
açılış dersinde –ki daha sonra bu ders “Leçon sur la leçon” başlığıyla metinleştirilmiştir– “sosyoloji biliminin formüle ettiği her önerme onu üreten özneye
uygulanabilir ve uygulanmalıdır” demiştir (Çeğin vd., 2007, s. 69). Bu husus,
Bourdieu sosyolojisinde “düşünümsellik/refleksivite” adı altında önemli bir
metodolojik incelik olarak karşımıza çıkmaktadır. “Sosyolojik/bilimsel analizi
üretmenin toplumsal şartlarının sosyolojik/bilimsel analizi” (Bourdieu, 1990,
s. xii) olarak da tanımlayabileceğimiz bu bir nevi “iç muhasebe” çağdaş sosyal
teoride üzerinde en çok durulan meselelerden biridir6. İşte Homo Academicus
isimli kitap, bu düşünümsel çabanın en somut uygulama imkânı bulduğu eser
olarak nitelendirilebilir.
Sosyal bilimsel bilginin elde edildiği ortamın da bilimsel bir inceleme konusu
olabileceği önermesinin yer aldığı kitap, bu meta sosyo-analizin “nesnelliğin
nesnelleştirilmesi” yoluyla gerçekleştirileceğini öne sürer ve bu iddiayı ampirik
veri ve analizlerle desteklemeye çalışır. Nesnelleştirme yolunu tutan bilimsel
çalışmanın bizatihi kendisi, bize nesnelleştirmenin nesnelleştirilmesi imkânını
sunmaktadır (Bourdieu, 1990, s. 7). Bourdieu bu imkânı, “ne yaptığı hususunda
meraklı olan araştırmacı açısından [araştırmanın yürütülmesinde kullanılan,
MFK] kodun, bir analiz aracından bir analiz nesnesine dönüşmesi” (Bourdieu,
1990, s. 7) şeklinde tarif eder. İçinde yaşadığımız dünyayı “nesnel bir biçimde”
anlamak bu anlayışın mantığını ve onu pratik anlayıştan neyin farklı kıldığını
anlamadan gerçekleşirse, dünyayı neyin yaşanabilir ve yaşatılabilir kıldığını
yani tam da pratik anlayışın belirsizliğini anlamamıza engel olacaktır (Bourdieu, 1990, s. 18). Dünyayı anlayışımızın mantığını ve onu pratik anlayıştan
neyin farklı kıldığını anlamak, Bourdieu’nün (ve bahsettiğimiz diğer sosyal
bilimcilerin) ısrarla üzerinde durdukları düşünümsellik/refleksivite kıstasına
karşılık gelmektedir.
Kitapta altı çizilmesi gereken ikinci husus akademinin, (kültürel ve ekonomik) sermaye sahiplerinin güç/iktidar mücadelesi verdikleri bir alt-alan olarak
tanımlanmasıdır. Burada bir taraftan akademi mensuplarının geldikleri sınıf/
Refleksivite/düşünümsellik üzerinde özellikle Anthony Giddens ve Ulrich Beck’in ısrarlı vurgularını anmadan geçmek haksızlık olacaktır. Bkz. Anthony Giddens, Sosyolojik yöntemin yeni
kuralları (Paradigma Yayınları), Toplumun kuruluşu (Bilim ve Sanat Yayınları), Mahremiyetin
dönüşümü (Ayrıntı Yayınları), Modernliğin sonuçları (Ayrıntı Yayınları), Modernite ve bireysel
kimlik (Say Yayınları) ve Ulrich Beck, Risk toplumu (İthaki Yayınları), Individualization (Sage
Publications), The cosmopolitan vision (Polity Press), Global America (Liverpool University
Press).
6
Karakaya / Ecce Homo Academicus
107
tabaka ve bu zeminde inşa ed(il)en habitus ekseninde, bir taraftan da çalıştıkları
akademik disiplinin kurucu etkisinin şekillendirdiği habitus dikkate alınarak,
ve öte yandan sahip olunan/olunmaya çalışılan sermaye ve verilen iktidar mücadelesi bağlamında yapılan sosyo-analiz kitabın ana çerçevesini çizmektedir.
Bu girift sosyo-analizi, ekonomik sermayeye görece daha rahat erişme imkânı
bulunan tıp ve hukuk gibi disiplinlere mensup olanlar ile ekonomik sermayeye
erişim imkânı nispeten kısıtlı antropoloji ve felsefe gibi disiplinlere mensup
olanlar arasında mevcut alan/statü içi hiyerarşik vaziyetle örneklendirebiliriz.
Ekonomik sermayenin nispeten zor erişilir olduğu bahsettiğimiz bu disiplinler
başarıyı “entelektüel” sahada arayıp ödüllendirirken, ekonomi ve işletme gibi
disiplinler için başarı daha pazar odaklı bir ölçümle belirlenmektedir. Yine
mensup olunan (farklı) disiplin içinde/sayesinde inşa ed(il)en (farklı) habituslar,
homo academicusun dünyaya bakış ve hayat tarzını da belirlemede etkili olmaktadır. Sosyolojinin genellikle “tipoloji” adı verilen yarı-bilimsel taksonomiler
önerdiğini söyleyen Bourdieu, bu tipolojilerin de aşağı yukarı bilgilendirilmiş
analiz üzerinde temellenmiş “bilimsel” bir kanı olmasıyla kavramdan ziyade
damga veya aşağılamaya daha yakın olduğunu belirtmektedir. Birçok tipik
karakter etrafında şekillenen bu tipolojilerin örneğin Amerikan jargonunda
“yerel, mahalli, kozmopolit” gibi isimler altında tedavülde olduğunu söyler.
Bu tipolojilerin, gerçekçi bir niyetin, daha doğrusu bazı tipik birey ve grupların tasvirinin bir ürünü olması dolayısıyla da yaş, siyasi iktidar yahut bilim
ile ilişki gibi pek çok karışık kıstası düzensiz bir tarzda bir araya getirdiğini
düşünür. Örneğin “yerel” dediğimizde “adanmışlar” da, “gerçek bürokratlar”
da, “gönüllü korumalar” da, “kıdemliler” de kast ediliyor olabilir. Yine John
W. Gustad’a referansla Bourdieu, kendisini bir işçi değil, akademik camianın
özgür bir vatandaşı addeden altı tipten bahseder: “âlim”, “müfredat kılavuzu”,
“bireysel girişimci”, her daim kampus dışındaki “danışman”, “idareci”, ve yüzünü dış dünyaya dönmüş “kozmopolit” (Bourdieu, 1990, s. 12). Bu ve benzeri
tipolojilerin yarı-bilimsel stereotipler olduğunu belirten Bourdieu akademik
dünyanın sosyo-analizi için bir üst katmana çıkmaya ve bu tipolojileri oluşturan
toplumsal şartların analizine girişir. Burada dikkati çekense köken itibariyle
mensup olunan sınıf/tabakanın görece daha hafif etkisinin ötesinde, akademi
içi ve disiplinler arası (kültürel, ekonomik, sosyal vb.) sermaye farklılaşması
neticesi güç/iktidar mücadelesinden kaynaklanan çıkarların yattığı tespitidir.
108
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Toplanan verileri sahip olunan/olunmaya çalışılan (kültürel, ekonomik,
sosyal vd.) sermaye birikimi ve inşa ed(il)en habitus açısından girift bir tabakalaşma eksenine karşılık gelen alan(lar)a bağlı çıkarlar çerçevesinde incelediği
sosyo-analizinde Bourdieu sekiz gösterge tespit etmiştir. Bunlar:
1) Sahip olunan konuma erişim fırsatlarında, daha doğrusu habitusun ve
akademik başarının şekillenmesinde belirleyici olan ana toplumsal etken,
ekonomik sermaye ve bilhassa atadan miras kültürel ve sosyal sermaye:
toplumsal kökenler (babanın mesleği, coğrafi kökenler ve ailenin asıl dini;
2) Daha evvelki etkenlerin (eğitimsel sermaye gibi) eğitimsel dile yeniden
tercümesi olan eğitimsel etkenler: devam edilen okul (lise yahut özel
okul, Paris’te yahut taşrada vs.), orta öğretimde elde edilen eğitimsel
başarı, yüksek öğrenim için devam edilen kurumlar (Paris’te, taşrada,
yurt dışında) ve edinilen nitelikler;
3) Akademik iktidar sermayesi: enstitülere ve üniversite danışma kurullarına
üyelik; enstitü müdürlüğü, dekanlık gibi daimi kadrolara sahip olmak,
ulus çapında yapılan sınav kurullarında yer almak gibi;
4) Bilimsel iktidar sermayesi: bir araştırma biriminin, bilimsel bir yayının
yöneticisi olmak; araştırma için eğitilen bir enstitüde ders vermek ve
bilimsel araştırma konseylerine üyelik;
5) Bilimsel saygınlık sermayesi: Enstitüye üyelik, bilimsel farklılaşmalar,
yabancı dillere çevrilmek, uluslararası kongrelere katılım (Citation Index’lerde alınan atıf sayısı ile bilimsel dergi ve yayınlarda yapılan editörlük fakülteden fakülteye oldukça değişkenlik arz ettiğinden kullanışlı
bulunmamıştır);
6) Entelektüel bilinirlik sermayesi: Académie Française (Fransız Akademisi) üyeliği, Larousse’da anılmak, televizyonda görünmek, gazete ve
dergilerde yazmak;
7) Siyasal yahut ekonomik iktidar sermayesi: Kim Kimdir’de anılmak, hükümette veya planlama komitelerinde yer almak, (ENA, Polytechnique
gibi) “düzen” okullarında ders vermek, envai çeşit nişan ve madalya;
8) En geniş anlamıyla “siyasal” eğilimler: Caen ve Amiens kongrelerine
katılmak, çeşitli bildirilere imza atmak (Bourdieu, 1990, s. 39-40).
Bu göstergeler ışığında analiz edilen veriler Bourdieu’nün genel bir kanaate
varmasını sağlıyor. Buna göre akademi alanı iki antagonistik hiyerarşi ilkesi
etrafında örgütlenmiştir: Miras alınan sermayeye ve hâlihazırda sahip olunan
ekonomik ve siyasal sermayeye karşılık gelen “toplumsal hiyerarşi” ve bunun
tam aksinde de, bilimsel otorite ve entelektüel bilinirlik sermayesine karşılık
Karakaya / Ecce Homo Academicus
109
gelen “kültürel hiyerarşi”. Bu zıtlık, birbirine rakip iki meşrulaştırma ilkesinin
cepheleştiği mevki olan akademi alanının bizzat yapısında içkindir. Rakip
bu iki meşrulaştırma ilkesinden ilki, bilhassa geçici ve siyasal olanı, akademi
alanının iktidar alanındaki işleyiş ilkelerine bağımlı olduğunu gösteren ve fen
fakültelerinden hukuk ve tıp fakültelerine gidildikçe artan ilke; diğeri bilimsel
ve entelektüel düzenin özerkliğinde görülen ve hukuk ve tıptan fen bilimlerine gittikçe artan ilke. İktidar alanının tam kalbinde gözlenebilen ekonomik
ve kültürel iktidar alanları arasındaki bu zıtlığa, kültürel üretim ve yeniden
üretim yönelimli bir alanda da rastlanması gerçeği şüphesiz, bu zıtlığın neden
varoluşun tüm cephelerini etkilediğini; neden ekonomik ve kültürel temelin
yanı sıra etik, dinî ve siyasal düzeylerde de derinden ayrışmış iki hayat tarzını
karakterize ettiğini açıklayacaktır (Bourdieu, 1990, s. 48-49). Bourdieu bu
bağlamda, bilimsel ve entelektüel sermayesi daha düşük olan akademisyenlerin
genelde alt-orta sınıf kökenli olduklarını ve “aileleri nesiller boyu eğitime yatırım
yapmış, mütevazı sosyal kökenlere sahip ‘kültür aristokrasisi’nin kalbinin burada
attığını” (Swartz, 2011, s. 336) söyler. Bu kişiler sosyal sınıf/tabaka eksenlerindeki hareketliliklerini, fikrî, estetik, hissî, sosyal ve siyasal yönelimlerini de
tamamıyla bu eğitime borçludurlar. Bourdieu, Fransa özelinde tıp fakültesinde
tıp araştırmalarıyla uğraşanların siyasal anlamda sola, cerrah gibi daha klinik
sahada uğraşanlarınsa sağa yakın durduklarını ve bu duruşun 1968 Mayısındaki
akademisyenler arasındaki vaziyet alışlarda da etkili olduğunu tespit etmektedir.
Bourdieu’nun homo academicusu tabi tuttuğu sosyo-analizindeki önemli
noktalardan birisi de bilimsel ve entelektüel habitusun 68 olaylarındaki yansımalarıdır. David Swartz kitabı “Fransa’daki Mayıs 1968 krizine dair ‘yapısal
bir tarih’ önerisi” olarak değerlendirir (Swartz, 2011, s. 295). Beklenti ve fırsat
arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bu krizi Bourdieu, “Fransız toplumunda eğitim vasıflarının giderek önem kazanmasından kaynaklanan engellenmiş
beklentilerin açığa vurulması” (Swartz, 2011, s. 295) olarak nitelendirmektedir. Fransız grande ecolés’lerinin çizdiği meritokratik hava Bourdieu gibi aykırı
istisnalar dışında birçok kişi için (boşuna) beklenti ve hayal kırıklığı çizgisinin
bir parçasından öteye gitmemektedir. İstisnalar dışarıda bırakıldığında böylesi
okullara kayıtlı öğrencilerin büyük çoğunluğu toplumun belli kesimlerinden
bireylerden oluşmaktaydı. Bir taraftan köken itibariyle sahip olunan sınıfsal
habitus yapılaştırıcı etmenler ve ekonomik/kültürel sermaye, diğer taraftan okul/
disiplin düzleminde inşa edilen/dönüştürülen/şekillendirilen habitus, toplumu
110
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
krize sürükleyen eşitsizliğin yeniden üretilmesinde önemli rol oynamıştır.
Her ne kadar Ecole Normale Supérieure gibi bir okula giriş hakkı kazansa da
Bourdieu hiçbir zaman kendini evinde hissetmemiş ve bu yabancılığı onun
homo academicus’u tahlilinde önemli bir otobiyografik çıkış noktası olmuştur.
Akademi dünyasını iki cephe şeklinde düşünen Bourdieu, “kurumsal mevkiler
için üniversite yönetimindeki iktidar kavgalarına katılan, akademinin ‘meşru
kültürü’nü koruyup kollamak ve bir sonraki kültüre iletmek için didinen, öğrencilerle ilgili ‘meşru’ kategorik ayrımların erbabı, ders kitabı, sözlük, ansiklopedi
yazımı gibi akademi pazarında rağbet gören ve saygınlık getiren faaliyetlerde
bulunan” (Göker, s.3) homo academicus’u bir cephede düşünürken; kendisini
de bir parçası saydığı, aydın sorumluluğunu kavrayabilecek donanımda, iktidar açısından güçsüz ve marjinal bir konumdaki entelektüelleri karşı cepheye
koymaktadır. Bunlardan homo academicus, akademi dünyasının sahip olduğu
eğitim ideolojisinin ve bürokratik/kurumsal yapının yeniden üreticisiyken,
karşı cephe bilimsel ve entelektüel kaygıların ve düşünümsel analizlerin yön
verdiği araştırmalara ağırlık vermektedir (Göker, s.3). Ancak her ne kadar
Bourdieu, bilimsel ve entelektüel kaygılara göre hareket eden ve çatışmada taraf
olmayı değil onu bir inceleme nesnesi olarak sosyo-analize tabi tutan bir sosyal
bilimci ideali ortaya koymuş olsa da, bilimsel/entelektüel ilgi ve kuramından
hareketle ve bir adım ilerisinde sunduğu aktif politik eylemci performansla
da tanınmaktadır. Onun sosyolog kimliğini tamamlayan aktivist yanı birçok
eserinde olduğu gibi HA’da da gözlenebilmektedir. Bourdieu’nün eserlerini salt
bilimsel incelemeler olarak değil bir siyasî müdahale tarzı olarak nitelendiren
Swartz, bu müdahalenin toplumdaki ekonomik ve siyasî diğer etmenlerden
bağımsız olduğu iddiasındaki akademi üyelerinin “kendi hakkındaki imgesini
ve özgüvenini hedef al[dığını]” (Swartz, 2011, s. 26) söylemektedir.
Politik ve otobiyografik cephenin dışında Homo Academicus’un bir başka
değerli yanı, okuyucuya Bourdieu’nün sosyal bilimsel bakış açısı ve metodolojisini anlama imkânı tanımasıdır. HA hakkında yazdığı bir incelemede
Wacquant, kitabın önemli noktalarından birisinin bilhassa Amerikan sosyoloji
alanının bilişsel ve kurumsal örgütüne yönelttiği sembolik tehdit olduğunu
belirtmektedir. Bu tehdit dolayısıyla kitap, bir taraftan kavramsal ve ampirik
çalışmaların entegrasyonundan dem vururken, diğer yandan icraatta birbirini
tümden görmezden gelen teorisyen ve araştırmacılar arasında sağlanmış çalışma
mutabakatını tamamen çiğner bir konumdadır. Bourdieu yukarıda da bahsetti-
Karakaya / Ecce Homo Academicus
111
ğimiz üzere mevcut dikotomik sosyal teori algısını –Norbert Elias (figürasyon),
Jürgen Habermas (iletişimsel eylem) ve Anthony Giddens (yapılaşma) gibi
uzlaştırma arayışındaki isim ve kuramların aksine– aşma arayışında bir sosyal
bilimci olarak gerek teori ile araştırma gerekse kuram ile uygulama arasındaki
karşıtlığı önemsiz görmekte ve hatta –transdisipliner bir bilimsel bakış derdindeki
Edgar Morin’i hatırlatır şekilde– disiplinler arasında (var olduğu farz edilen)
sınırları da görmezden gelmektedir. Wacquant’ın da belirttiği gibi Marksist,
Weberci, Durkheimcı gibi klikleri de reddeden Bourdieu, HA’da öznelcileri yapısalcılardan ayıran uçurumun iki yakasını birleştirmek amacındadır (Wacquant,
1990, s.686). Tüm bu akademik, politik, metodolojik vs. bağlamlarıyla beraber
düşünüldüğündeyse HA, giriş kısmında da saydığımız diğer esaslı çalışmalarıyla
beraber Pierre Bourdieu okumalarının belki en zor ancak teorik bütünlüğüne
ve kavramsal dünyasına en derin nüfuzu sağlayan eseridir.
KAYNAKÇA / REFERENCES
Bourdieu, P. (1990). Homo academicus. Peter Collier (İngilizce’ye Çev.). Cambridge:
Polity Press
Çeğin, G., Göker, E., Arlı, A. ve Tatlıcan, Ü. (2007) (Der.). Ocak ve zanaat: Pierre
Bourdieu derlemesi. İstanbul: İletişim
Göker, E. (ts.). Homo Academicus: Yakılacak kitap. (Elektronik Kaynak: http://
istifhanem.com/2010/04/05/homoacademicus)
Swartz, D. (2011). Kültür ve iktidar. Elçin Gen (Çev.). İstanbul: İletişim
Wacquant, L. (Aralık 1990). Sociology as socioanalysis: Tales of “Homo Academicus”. Sociological Forum, 5 (4): 677-689
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, 113-122
Türkçe’de Pierre Bourdieu
Ahmet Büyükgümüş*
Çeviri, sosyal bilimlerin en önemli problem alanlarının başında geliyor. İnsan
zihninin mutlak anlamda bağımlı olduğu zamanın ve mekanın imkanlarını
zorlamak olarak ifade edebileceğimiz çeviri faaliyeti çok katmanlı bir anlama
çabası olarak da nitelenebilir. Üstelik bu çeviri, belirli olguları ya da olayları
anlamak için özel çabanın sonucu üretilen bir kelime veya ifadeyse durum daha
da karmaşık hale gelir.
Pierre Bourdieu’yü anlama çabaları, çevirinin genel problemlerini daha da
derinleştiren bir öznellik sorununu da içeriyor. Üstelik Bourdieu’nün Türkçe’ye
çevirisini ele aldığımızda ve çeviriyi bir tür yeniden yazım olarak düşündüğümüzde Türkiye’nin genel sosyal bilim bakış açısındaki sorunlar da karşımıza çıkıyor.
Öncelikle, Bourdieu üzerine yazmanın ve düşünmenin sorunlarıyla başlayalım. İlk olarak Bourdieu’nün düşünce evreninin disiplinci bir sosyolog
olmanın ötesinde birçok farklı alandan yola çıkması onun çalışmalarında bir
sınıflandırma problemine neden olmaktadır. İkincisi, Bourdieu algısının abartılı hayranlık ve küçümseyici bakış açısı arasında kalmasıdır. Üçüncüsü, onun
kavramsal çerçevesinin karmaşıklığı ve kendine mahsus yanlarının baskınlığıdır.
Pierre Bourdieu’yü Türkçe’ye çevirmek aynı zamanda Türkiye’deki sosyal
bilimler alanının genel zorluklarıyla da hesaplaşmayı gerekli kılıyor. Tanzimat’tan günümüze gelen Batı, Medeniyet, Çağdaşlık (bu kavramları özellikle
Türkiye bağlamında özel anlamlar içerdiği için büyük harfle düşünüyoruz)
gibi birçok bagajı da yüklenmek gerekiyor. Batılı birçok düşünürün Türkiye’yi
“aydınlatması” perspektifinden okunması hem medeniyet havzasıyla hem de
Batılı düşünürlerle ciddi bir muhasebe içerisine girilmesi önünde engel olarak
durmaktadır. Bu durum, Türkçe’deki tek Bourdieu derlemesi olan Ocak ve
zanaat’ın girişinde editörler tarafından şöyle ifade ediliyor:
“Ne var ki, Türkiye’de Foucault, Derrida, Baudrillard, Zizek gibi isimlerin
temsilciliklerinin açılmasıyla yaratılan; eleştirellikten, bu düşünürleri
aşmaya çalışmaktan ve onların iddialarını sınayacak araştırmalar yapmaktan uzak ‘ersatz üretim biçiminin’ (başka bir deyişle ‘papağan etkisinin’)
Lisans Öğrencisi, Galatasaray Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü ve İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi Bölümü, [email protected]
*
114
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Bourdieu ile yeniden-üretilme tehlikesine de dikkat çekmek gerekiyor”
(Arlı, Çeğin ve Göker, 2007, s. 21).
Bourdieu’nün Türkçe’deki çevirilerine ve onun üzerine yazılan Türkçe metinlere bakıldığında genel olarak bu çalışmaları beş başlıkta toplamak mümkün
görünüyor. İlk olarak Bourdieu sosyolojisini anlamaya yönelik çalışmalar düşünülebilir. Bourdieu’nün kitaplarının Türkçe’ye çevrilmesi bu anlama çabası
içerisinde değerlendirilebilir. Bourdieu sosyolojisinin televizyon, sanat ya da
hukuk gibi değişik alanlardaki yansımalarından oluşan bu kitaplar bu sosyoloji
anlayışının Türkçe çeviriler itibariyle parçalı bir anlama sahip olduğunu göstermektedir. Bourdieu’nün La distinction isimli kitabı ya da Domination masculine
gibi onun sosyolojisi hakkında temel bilgileri içeren kitapların çevrilmeyişi
Türkçe’de bütüncül bir Bourdieu sosyolojisi anlayışının oluşmasına olumsuz
etkide bulunmaktadır. İkinci başlık olarak Bourdieu sosyolojisinin kendisine
has kavramlarına yönelik anlama çabaları düşünülebilir. Doxa, sembolik iktidar,
toplumsal uzam, habitus gibi Bourdieu’nün toplumsal olanı anlama çabasının
ürünü olan kavramlar genel olarak Bourdieu sosyolojisini kuşatacak nitelikte
çevrilmiştir. Üçüncü olarak Bourdieu’yü sosyoloji tarihindeki konumu itibariyle
ele alan çalışmalar onun sosyoloji yöntemleriyle birlikte Bourdieu sosyolojisinin
epistemolojik çerçevesini anlamaya çalışmaktadır. Türkçe çevirilere bakıldığında
en az çevirinin bu kategoride yer alıyor olması Bourdieu’yle girişilebilecek ciddi
bir entelektüel muhasebe için yeterli değildir. Ayrıca bilgi merkezli düşünüldüğünde Bourdieu’nün nasıl bilgi ürettiğine yönelik çalışmaların noksanlığı onun
ne dediğinin anlaşılmasında da kısıtlara neden olabilecektir. Dördüncü olarak
Bourdieu’nün kavramlarının merkeze alındığı yerel sosyoloji araştırmaları ve
teori analizleri düşünülebilir. Beşinci kategoride Bourdieu’nün “devrimci bir
mücadele” olarak gördüğü sosyal bilimlerin özelde ise sosyolojinin gereği olarak
entelektüeller ve sosyal bilimler üzerine yazdığı yazılar ve bu yazılar üzerine Türkçe’de üretilen düşünceler yer almaktadır. Altıncı kategoride ise, Bourdieu’nün
solcu bir entelektüel olarak siyasal düşüncelerini açıkladığı yazılar düşünülebilir.
Bourdieu’nün toplumsal olanı her açıdan kuşatmaya yönelik entelektüel
çabası ve aynı zamanda düzeni eleştirme sorumluluğuna sahip bir düşünür
olarak kendisini görmesi onun sosyolojisi düşüncesini özgün ve derin kılmaktadır. Ayrıca 20. yüzyılın en önemli kırılmalarını yaşamış biri olarak toplumla
kurduğu etkileşimin sonucu olarak değerlendirebileceğimiz entelektüel mirası
düşünce tarihi açısından da büyük bir önem sahip. Bu bibliyografya çalışma-
Büyükgümüş / Türkçe’de Pierre Bourdieu
115
sının Türkiye’de Bourdieu’nün anlaşılmasına ve onunla girilecek entelektüel
muhasebeye katkı sağlamasını umut ediyoruz.
Kitapları
Bourdieu, P. (1958). Sociologie de l’Algérie. Paris: Presses Universitaires de France
Bourdieu, P. ve Sayad, A. (1964). Le déracinement: la crise de l’agriculture traditionnelle en Algérie, Paris: Les Editioins de Minuit
Bourdieu, P., Passeron, J. ve Eliard, M. (1964). Les étudiants et leurs études. Paris:
Mouton
Bourdieu, P., Chamboredon, J. ve Passeron, J. (1968). Le métier de sociologue:
Préalables épistémologiques. Paris: Mouton de Gruyter
Bourdieu, P. (1972). Esquisse d’une théorie de la pratique précédé de Trois études
d’ethnologie Kabyle. Genève: Droz
Bourdieu, P. (1977). Algérie 60: Structures économiques et structures temporelles. Paris:
Les Editions de Minuit
Bourdieu, P. (1979). La distinction: critique sociale du jugement. Paris Les Édition
de Minuit
Bourdieu, P. (1982). Ce que parler veut dire: l’économie des échanges linguistiques.
Paris: Fayard
Bourdieu, P. (1984). Homo academicus. Paris: Les Éditions de Minuit
Bourdieu, P. (1988). L’ontologie politique de Martin Heidegger. Paris: Les Éditions
de Minuit
Bourdieu, P. (1989). La noblesse d’État: grandes écoles et esprit de corps. Paris: Les
Éditions de Minuit
Bourdieu, P. ve Coleman, J. (1991). Social theory for a changing society. New York:
Russell Sage Foundation
Bourdieu, P. (1992). Les règles de l’art: genèse et structure du champ littéraire. Paris: Seuil
Bourdieu, P. ve Wacquant, L. (1992). Réponses: Pour une anthropologie réflexive.
Paris: Seuil
Bourdieu, P. (1994). Raisons pratiques: Sur la théorie de l’action. Paris: Seuil
Bourdieu, P. (1997). Méditations pascaliennes. Paris: Seuil
Bourdieu, P. (1998). La domination masculine. Paris: Seuil
Bourdieu, P. (1998). Contre-feux: Propos pour servir à la résistance contre l’invasion
néo-libérale. Paris: Liber
Bourdieu, P. (1998). Les perspectives de la protestation: la résistance sociale outre-Rhin,
foyer d’une autre Europe. Paris: Syllepse
Bourdieu, P. (2000). Les structures sociales de l’économie. Paris: Seuil
116
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Bourdieu, P. ve Fritsch, P. (2000). Propos sur le champ politique. Lyon: Presses
Universitaires
Bourdieu, P. (2001). Contre-feux 2: pour un mouvement social européen. Paris:
Raisons d’agir
Bourdieu, P. ve Chartier, R. (2010). Le sociologue et l’historien. Marseille-Paris:
Agone & Raisons d’agir
Makaleleri
Bourdieu, P. (1962). Les relations entre les sexes dans la société paysanne. Temps
modernes, 195: 307-331
Bourdieu, P. (1966). L’école conservatrice. Les inégalités devant l’école et devant
la culture, Revue française de sociologie, (7) 3: 325-347
Bourdieu, P. (1966). Champ intellectuel et projet créateur. Temps modernes, 246:
865-906
Bourdieu, P. (1967). Sociologie de l’éducation. Revue française de sociologie, Numéro
special: 1-166
Bourdieu, P. ve Jamati, V. (1968). Sociologie de l’éducation. Revue française de
sociologie, Numéro special: 167-302
Bourdieu, P. ve Passeron, J. (1968). L’examen d’une illusion. Revue française de
sociologie. 227-253
Bourdieu, P. ve Saint-Martin, M. (1970). L’excellence scolaire et les valeurs du
système d’enseignement français. Annales, (25) 1: 147-175
Bourdieu, P. (1975). Les intellectuels dans le champ de la lutte des classes. La
nouvelle critique, (10) 87: 66-69
Bourdieu, P. (1973). L’opinion publique n’existe pas. (Ocak 1972’de Noroit (Arras)’da yapılan konuşma), Les temps modernes, Ocak, 318: 1292-1309 (yeniden basılışı:
Questions de sociologie içinde (s. 222-235), Paris: Les Éditions de Minuit, 1984)
Bourdieu, P. ve Boltanski, L. (1975). Le fétichisme de la langue. Actes de la recherche
en sciences sociales, (1) 4: 2-32
Bourdieu, P. (1976). Le sens pratique. Actes de la recherche en sciences sociales, (2)
1: 2-31
Bourdieu, P. (1976). Le champ scientifique. Actes de la recherche en sciences sociales.
(2) 2-3: 88-104
Bourdieu, P. (1976). Les modes de domination. Actes de la recherche en sciences
sociales. (2) 2-3: 122-132
Bourdieu, P. ve Boltanski, L. (1976). La production de l’idéologie dominante. Actes
de la recherche en sciences sociales, (2) 2-3: 66-69
Büyükgümüş / Türkçe’de Pierre Bourdieu
117
Bourdieu, P. (1976). Un jeu chinois: notes pour une critique sociale du jugement.
Actes de la recherche en sciences sociales, (2) 4: 91-101
Bourdieu, P. ve Saint-Martin, M. (1976). Anatomie du goût. Actes de la recherche
en sciences sociales, (2) 5: 4-112
Bourdieu, P. (1977). Sur le pouvoir symbolique. Annales, Économies, Sociétés,
Civilisations. 3: 405-411
Bourdieu, P. (1977). La production de croissance. Actes de la recherche en sciences
sociales, 13: 3-44
Bourdieu, P. (1977). Questions de politique. Actes de la recherche en sciences sociales,
16: 55-89
Bourdieu, P. (1978). Classement, déclassement, reclassement. Actes de la recherche
en sciences sociales, 24: 2-22
Bourdieu, P. ve Saint-Martin, M. (1978). Le patronat. Actes de la recherche en
sciences sociales, 20-21: 3-82
Bourdieu, P. (1979). Les trois états du capital culturel. Actes de la recherche en
sciences sociales. 30: 3-6
Bourdieu, P. (1980). Le capital social. Actes de la recherche en sciences sociales. 31: 2-3
Bourdieu, P. (1980). Où sont les terroristes?. Esprit, 11-12: 253-258.
Bourdieu, P. (1981). Épreuve scolaire et consécration sociale: les classes préparatoires
aux grandes écoles. Actes de la recherche en sciences sociales, 39: 3-70
Bourdieu, P. (1981). La représentation politique: éléments pour une théorie du
champ politique. Actes de la recherche en sciences sociales. 36-37: 3-24
Bourdieu, P. (1981). Décrire et prescrire: note sur les conditions de possibilité et
les limites de l’efficacité politique. Actes de la recherche en sciences sociales, 38: 69-74
Bourdieu, P. ve Saint-Martin, M. (1982). La sainte famille: L’épiscopat français dans
le champ du pouvoir. Actes de la recherche en sciences sociales. 44-45: 2-54
Bourdieu, P. (1983). Vous avez dit “populaire”. Actes de la recherche en sciences
sociales, 46: 98-105
Bourdieu, P. (1983). Les sciences sociales et la philosophie. Actes de la recherche en
sciences sociales, 47-48: 45-52
Bourdieu, P. (1984). Espace social et gènese des classes. Actes de la recherche en
sciences sociales. 52-53: 3-14
Bourdieu, P. (1986). La force du droit. Pour une sociologie du champ juridique.
Actes de la recherche en sciences sociales, 64: 3-19
Bourdieu, P. (1987). Agrégation et ségrégation: le champ des grandes écoles et le
champ du pouvoir. Actes de la recherche en sciences sociales, 69: 2-50
Bourdieu, P. (1987). Variants et invariants: éléments pour une histoire structurale
118
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
du champ des grandes écoles. Actes de la recherche en sciences sociales, 70: 3-30
Bourdieu, P. (1990). L’économie de la maison. Actes de la recherche en sciences
sociales, 81-82: 2-96
Bourdieu, P. (1990). La domination masculine. Actes de la recherche en sciences
sociales, 84: 2-31
Bourdieu, P. (1991). Le champ littéraire. Actes de la recherche en sciences sociales,
89: 4-46
Bourdieu, P. (1991). Une vie perdue: entretien avec deux agriculteurs béarnais.
Actes de la recherche en sciences sociales, 90: 29-36
Bourdieu, P. ve Bass, J. (1991). Que faire la sociologie?. CFDT aujourd’hui, 100:
111-124
Bourdieu, P. ve Eagleton, T. (1992). Doxa and common life. New Left Review,
191: 111-121
Bourdieu, P. (1993). Esprits d’État: genèse et structure du champ buraucratique.
Actes de la recherche en sciences sociales, 96-97: 49-62
Bourdieu, P. (1993). À propos de la famille comme catégorie réalisée. Actes de la
recherche en sciences sociales, 100: 32-36
Bourdieu, P. ve Lutz R. (1995). Sur les rapports entre la sociologie et l’histoire
en Allemagne et en France, Actes de la recherche en sciences sociales, 106-107: 108-122
Bourdieu, P. (1997). Le champ économique. Actes de la recherche en sciences sociales,
119: 48-66
Bourdieu, P. (1999). Une révolution conservatrice dans l’édition. Actes de la recherche
en sciences sociales, 126-127: 3-28
Türkçe’ye Çevrilen Kitapları
Bourdieu, P. (1995). Pratikler nedenler: Eylem kuramları üzerine. Hülya Tufan (Çev.).
İstanbul: Kesit [Raisons pratiques: Sur la theorie de l’action]
Bourdieu, P. (1997). Toplumbilim sorunları. Işık Ergüden (Çev.). İstanbul: Kesit
Bourdieu, P. (1999). Sanatın kuralları, Necmettin Kâmil Sevil (Çev.). İstanbul:
Yapı Kredi [Les régles de l’art]
Bourdieu, P. (2000). Televizyon üzerine. Turhan Ilgaz (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi
[Sur la television]
Bourdieu, P. ve Wacquant, L. (2003). Düşünümsel bir antropoloji için cevaplar. Nazlı
Ökten (Çev.). İstanbul: İletişim [Réponses: pour une anthropologie réflexive]
Bourdieu, P. (2005). Hukukun gücü: Yasal alanın sosyolojisine doğru. Sibel Demir
(Çev.). Ankara: Kalan
Bourdieu, P. (2006). Karşı ateşler. Halime Yücel (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi [Contre - feux]
Büyükgümüş / Türkçe’de Pierre Bourdieu
119
Bourdieu, P. (2010). Bekarlar balosu. Çağrı Eroğlu (Çev.). Ankara: Dost Kitapevi
Bourdieu, P. ve Darbel, A. (2011). Sanat sevdası: Avrupa sanat müzeleri ve ziyaretçi kitlesi, Sertaç Canbolat (Çev.). İstanbul: Metis [L’amour de l’art: Les musées d’art
européens et leur public]
Bourdieu, P. (2013). Bir otoanaliz için taslak. Murat Erşen (Çev.). İstanbul: Bağlam
Türkçe’ye Çevrilen Makaleleri
Bourdieu, P. (1995). Kamuoyu yoktur. Pierre Bourdieu, Patrick Champagne, Daniel
Gaxie, Jean-Paul Gremy, Guy Michelat ve Hülya Tufan. Hülya Tufan (Haz.). Kamuoyu
kimin oyu içinde (s. 177-188). İstanbul: Kesit (1973 tarihli “L’opinion publique n’existe
pas” başlıklı makalenin çevirisi)
Bourdieu, P. (1995), Spor sosyolojisi notları. Nazlı Ökten (Çev.). Hayalet Gemi,
25: 16-18
Bourdieu, P. (1995), Zevk sosyolojisi notları. Nazlı Ökten (Çev.). Hayalet Gemi,
27: 6-7
Bourdieu, P. (1999). Toplumsal uzam ve sembolik iktidar. Işık Ergüden (Çev.).
Cogito, 18: 16-32
Bourdieu, P. (2000). Kurucu halk meclisine çağrı. Birikim. 134-135: 180-181
Bourdieu, P. (2000), Politikanın krizi, entelektüeller, medya. Birikim, 68-69: 84-87
Bourdieu, P. (2005). İşsizler hareketi: Toplumsal bir mucize. Sosyalist Demokrasi
İçin Yeniyol, 16/17: 129-131
Bourdieu, P. (2005), Yeni bir enternasyonalizm için, Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol.
16/17: 132-141
Bourdieu, P. (2007). Vive la crise!: Sosyal bilimlerde heterodoksi için. Ümit Tatlıcan
(Çev.). Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat:
Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 33-49), İstanbul: İletişim
Bourdieu, P. (2007). Ehemmiyet söylemi: “Kapital’i okumak hakkında birkaç
eleştirel not” hakkında birkaç eleştirel not. Mutlucan Şahan ve Işık Ergüden (Çev.).
Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.). Ocak ve zanaat: Pierre
Bourdieu derlemesi içinde (s. 627-644), İstanbul: İletişim
Türkçe’de Bourdieu Hakkında Kitaplar
Callinicos, A. (2004), Toplum kuramı, Yasemin Tezgiden (Çev.). İstanbul: İletişim
Bora, A. (2005), Kadınların sınıfı: Ücretli ev emeği ve kadın öznelliğinin inşası.
İstanbul: İletişim
Çelenk, S. (2005), Televizyon temsil kültür. Ankara: Ütopya
Köse, H. (2004). Bourdieu medyaya karşı: İşbirlikçi, zorba ve çığırtkan medya.
120
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
İstanbul: Papirüs
Çeğin, G., Göker, E., Arlı, A. ve Tatlıcan, Ü. (2007) (Der.). Ocak ve zanaat: Pierre
Bourdieu derlemesi, İstanbul: İletişim
Swartz, D. (2011). Kültür ve iktidar: Pierre Bourdieu’nün sosyolojisi. Elçin Gen
(Çev.). İstanbul: İletişim
Timur, T. (2011). Marksizm, insan ve toplum: Balibar, Seve, Althusser, Bourdieu.
İstanbul: İthaki
Türkçe’de Bourdieu Hakkında Makaleler
Diken, B. (1997), Melezlik ve sosyal teori. Toplum ve Bilim. 73: 74-110
Özgöröner, T. (1997), Yeni televizyon düzeni. Virgül. 2: 64
Göker, E. (1999), Homo Academicus: Yakılacak kitap?. Mürekkep, 12: 224-230
Göker, E. (1999), Örtünme pratiği ve din alanı: Öznelci sosyolojinin sınırları.
Toplum ve Bilim. 81: 138-170
Yener, A. G. (2000). Yazına toplumbilimsel bir bakış. Virgül. 28: 45-46
Göker, E. (2001). Durkheim’ın sol eli: Pierre Bourdieu’nün muhalefeti. Praksis.
3: 228-251
Göker, E. (2001). Büyücülerin arasında: Pierre Bourdieu’nün sanat sosyolojisi.
Mürekkep. 16: 118-141
Tutal, N. (2001). Fransız düşünürlerden ötekilik yaklaşımları. Kültür ve İletişim.
(4) 1: 29-46
Duran, R. (2002), Pierre Bourdieu: Sosyolog bir militan, Cogito 31: 325-331
Köse, H. (2002). Bourdieu sosyolojisinde toplumsal gerçekliğin algılanışı: Simgesel
şiddet ve medya eleştirisi. Virgül 49: 19-22
Ökten, N. (2002). Çenesini kapamayı red etmek ya da tüm soruları sormuş olarak
ölmek. Birikim. 154: 96-100
Öztürk, M. ve Aymaz, G. (2002). Pierre Bourdieu. Varlık, 1136: 61-66
Yel, A. M. (2003). Pierre Bourdieu (1930-2002). Akademik Araştırmalar Dergisi.
17: 49-54
Arlı, A. ve Güney, Ç. (2004). İdeoloji kavramının aşınması ve Pierre Bourdieu’nün
kuramsal seçenekleri, Doğu Batı. 28: 163-179
Avar, A. (2004). Georges Canguilhem’in “epistemolojik tarih” yaklaşımı: Bilim,
ideoloji, tarih ve yaşam arasındaki kopuş ve süreklilikleri yeniden düşünmek. Kültür
ve İletişim. (7) 2: 9-42
Türk, B. (2004). Pierre Bourdieu’nün ideoloji ve söylem tartışmalarına katkısı.
Birikim. 177: 77-80
Türk, B. (2004). Pierre Bourdieu üzerinden resmi ideolojiyi okumak: Bir açıklama
Büyükgümüş / Türkçe’de Pierre Bourdieu
121
denemesi. Liberal Düşünce. (9) 36: 55-66
Aydın, U. (2005). Bourdieu’de habitus, alan ve eylem sosyolojisi. Sosyalist Demokrasi
İçin Yeniyol. 15/16: 121-128
Aydoğmuş, Ü. (2005), Bourdieu’nün düşüncesine giriş, Birikim. 199: 123-128
Çelik, S. K. (2005), Edebiyat alanı’nda ‘yaratıcı deha miti’nin kuruluşu. Pasaj. 1:
51-66
Göker, E. (2005). Devrimci mücadeleden edebi kutsama mücadelesine 78’liler.
Pasaj, 2: 143-158
Aktay, Y. (2007). Pierre Bourdieu ve bir Maxwell cini olarak okul. Güney Çeğin,
Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 473-498), İstanbul: İletişim
Arlı, A., Çeğin, G. ve Göker, E. (2007) Sunuş. Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim
Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.). Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 1331), İstanbul: İletişim
Calhoun, C. (2007). Bourdieu sosyolojisinin ana hatları. Güney Çeğin, Emrah
Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi
içinde (s. 77-129), İstanbul: İletişim
Corcuff, P. (2007), Habitustan hareketle: Kolektife meydan okuyan tekil. Güney
Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu
derlemesi içinde (s. 367-395), İstanbul: İletişim
Göker, E. (2007). Araştırma tasarımı açısından Pierre Bourdieu’nün sanat sosyolojisi.
Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre
Bourdieu derlemesi içinde (s. 525-558), İstanbul: İletişim
Sam, R. (2007). Pierre Bourdieu ve Sanatın kuralları üzerine. Kaygı: Uludağ Üniversitesi Felsefe Dergisi, 8: 69-83
Özsöz, C. (2007). Pierre Bourdieu’nün temel kavramlarına giriş. Sosyoloji Notları
Dergisi, 1: 15-21
Öztimur, N. (2007) Feminist teoride Pierre Bourdieu tartışmaları. Güney Çeğin,
Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 581-604), İstanbul: İletişim
Ünal, A. Z. (2007). Rahatsız eden bir adamın bilimi. Güney Çeğin, Emrah Göker,
Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s.
161-185), İstanbul: İletişim
Wacquant, L. (2007). Pierre Bourdieu: Hayatı, eserleri ve entelektüel gelişimi. Ümit
Tatlıcan (Çev.). Güney Çeğin, Emrah Göker, Alim Arlı ve Ümit Tatlıcan (Der.) Ocak
ve zanaat: Pierre Bourdieu derlemesi içinde (s. 53-76), İstanbul: İletişim
Altun, H. (2007). Brecht’ten Bourdieu’ya otonom tiyatroya doğru: Habitus/Gestus.
122
Sosyoloji Dergisi, 2012/2, 3. Dizi, 25. Sayı
Tiyatro Araştırmaları Dergisi. 24: 7-26
Köse, H. (2009). Neoliberal estetik’ten ‘habitus’a Bourdieu ve popüler kültür,
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Hakemli Akademik Yayını, 10: 71-92
Özsöz, C. (2009). Şiddetin tanımlanması ve simgesel şiddet. Sosyoloji Notları
Dergisi. 7: 23-30
Meder, M. ve Çeğin, G. (2011), Bourdieu’yü okumak: Post-pozitivist bir sosyolojinin imkânı üzerine, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 10 (1): 233-256
Türk, B. (2011). Türkiye’de ulus-devlet formasyonunun ortaya çıkış sürecini habitus
kavramı üzerinden okumak, Bilig: Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi. 57: 201-225
Türkçe’de Hakkında Yazılan Tezler
Amman, M. T. (1995). Sosyal tabakalaşma ve günümüz Fransız sosyolojisinin yaklaşımları, İstanbul Üniversitesi Doktora Tezi, İstanbul
Erol, İ. (1999), Türkiye’de popüler sanat ve kitsch, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Ankara
Köse, H. (2003). TV tartışma programlarında kulis sosyolojisi. İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul
Ünal, A. (2004). Sosyal tabakalaşma bağlamında Pierre Bourdieu’nün kültürel sermayesi. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara
Çeğin, G. (2005), Toplumun yeniden tanımlanması, Pamukkale Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Denizli
Kaya, A. (2005). Din sosyolojisi bağlamında Fransız sosyolog Pierre Bourdieu-klasik
sosyoloji ilişkisi. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans, İstanbul
Ümit, E. (2006). Kentte suça karışmış çocuklarda toplumsal ortam ve ceza ehliyeti
araştırmaları. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi. Ankara
Şahin, M. (2007). Edebiyatın sosyolojisi: Metin, tarih, dünya (Jameson, Bourdieu,
Moretti, Tanpınar). Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi,
Sakarya
Yüce, E. (2007). Simgesel seçkinler ve habitus: Hürriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı.
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gazetecilik Anabilim Dalı, Doktora
Tezi, Ankara
Özsöz, C. (2009). Pierre Bourdieu sosyolojisi ve simgesel şiddet. Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara
Kip, S. (2010). Kültürel sermaye ve televizyon izleme alışkanlıkları, Ege Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir
113
SOSYOLOJİ DERGİSİ – YAZARLAR İÇİN REHBER
Sosyoloji Dergisi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü tarafından
Haziran ve Aralık aylarında olmak üzere yılda iki sayı yayımlanan hakemli bir dergidir.
Dergide, sosyolojinin yanı sıra diğer sosyal bilim alanlarında makalelere, ayrıca etkinlik,
literatür, gündem ve kitap değerlendirmelerine yer verilmektedir. Özel sayı teklifleri
de memnuniyetle karşılanmaktadır. Gönderilen çalışmalardan aşağıdaki şartlara uygun
olanlar değerlendirmeye alınır ve önce Yayın Kurulu, sonra –yazarın ismi bilinmeksizin– üç hakem tarafından incelenir.
A. YAZI GÖNDERME VE İLETİŞİM

Dergiye gönderilen çalışmaların daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış ya da
halihazırda başka bir yayıncıya gönderilmemiş orijinal eserler olması gerekir.
Yayın Kurulu hakem değerlendirmesinden önce ve sonra, yazının yayımlanıp
yayımlanmayacağına karar verme yetkisine sahiptir.

Yayımlanan yazıların içeriğinde olabilecek çarpıtmalardan yazar(lar) sorumludur.
Tüm yasal sorumluluklar yazar(lar)a aittir. Yazılardaki fikirler Sosyoloji Dergisi’ni
bağlamaz.

Değerlendirme sürecinin sağlıklı yapılabilmesi için, yazıların yayın tarihinden en
az altı ay önce dergiye ulaştırılmış olması gerekmektedir. Hakemlerin önerileri
doğrultusunda düzeltmeler yapılarak yazının son hali yayın tarihinden en az
iki ay önce dergiye ulaştırılmalıdır.

İstanbul Üniversitesi Yayın Yönergesi uyarınca, telif ve tercüme yazılara telif ücreti
ödenmemektedir. Tek yazarlı makalelerde yazara beş, çift yazarlı makalelerde
yazar başına üç, üç ve üzeri yazarı olan makalelerde ise yazar başına iki adet
dergi verilir. Yayımlanan yazıların tüm hakları Sosyoloji Dergisi’ne aittir. Yeniden
yayımlanması için dergiden yazılı izin alınması gerekir. Kaynak gösterilmek
kaydıyla alıntı yapılabilir.

Çeviri yazılarda, çevrilen makale telif koruma kapsamından çıkmamışsa, yayımlanmasına dair gerekli yayıncı izninin alınmış olması gerekmektedir.

Yazıların elektronik olarak [email protected] adresine ekli dosya
olarak gönderilmesi gerekmektedir. Dergi ile ilgili her türlü konuda, yazışma
için aynı e-posta adresi kullanılmalıdır.

Yazar yayın sürecinde dergi sorumlularının istediği, temlikname (2 nüsha)
ve yayın müsaade dilekçesini (1 nüsha) ıslak imzalı olarak dergiye elden veya
postayla ulaştırmak zorundadır.
B. MAKALE FORMATI

Dergide Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca yazı kabul edilmektedir.
Makaleler 4000-10000 kelime ve alt başlıklarla bölümlendirilmiş olmalıdır.

Kitap değerlendirmeleri 1000-2000, diğer değerlendirme yazıları ise 2000-4000
kelime olmalıdır.

Çeviri yazılarda, tercümenin yapıldığı yazının yazarı, yayının adı, tarihi, cildi,
sayısı, sayfası ve benzer künye bilgileri tam olarak belirtilmelidir.

Yazılar MS Office Word 98 veya daha üst bir sürümde (Word formatıyla
114
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı







uyumlu eşdeğer programlar da kabul edilmektedir); A4 boyutunda kağıda; üst,
alt, sağ ve solda 2,5 cm boşluk bırakılarak, Times New Roman, 11 punto, 1,5
satır aralığıyla ve paragraflar arasında 6 puntoluk boşluk bırakılarak yazılmalı,
paragraf başlarında ilk satıra 0,5 cm girinti verilmelidir.
40 sözcükten kısa alıntılar metin içinde çift tırnakla gösterilir. 40 ve üstü sözcükten oluşan alıntılar ise sağ ve soldan 1 cm girintili, paragraf başlarında ilk
satıra girinti verilmeden, 10 punto, başında ve sonunda çift tırnak kullanılmadan
yazılmalıdır.
Yazı içinde grafik ve resimler varsa, .jpeg veya .tiff formatında en az 300 dpi.
çözünürlükte ayrı bir dosya olarak gönderilmelidir.
Makalenin ilk sayfasında başlık, yazar ismi, dipnot olarak yazar bilgisi (unvan,
kurum, kurumla ilişki, yazışma adresi, telefon numarası, e-posta adresi), özet(ler)
ve anahtar kelimeler yer almalıdır.
Türkçe makalelerde, ilk sayfada Türkçe 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar
kelime ile İngilizce 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime; Kaynakça’dan
önce İngilizce 1000-1500 kelime geniş özet yer almalıdır.
İngilizce makalelerde, ilk sayfada İngilizce 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar
kelime (yazar Türkçe biliyorsa, Türkçe 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar
kelime) yer almalıdır.
Diğer dillerdeki makalelerde, yazıldığı dilde 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar
kelime ile İngilizce 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime (yazar Türkçe
biliyorsa, Türkçe 100-150 kelime özet ve 4-6 anahtar kelime); Kaynakça’dan
önce İngilizce 1000-1500 kelime geniş özet yer almalıdır.
Bütün başlıkların öncesinde bir satır boşluk bırakılacak ve ilk harfler büyük
yazılacaktır. 1. düzey başlıklar kalın; 2. düzey başlıklar kalın italik; 3 düzey
başlıklar ise sadece italik olarak dizilecektir. Başlıklarda rakam kullanılmayacaktır.
C. KAYNAK GÖSTERİMİ VE KAYNAKÇA

Kaynak gösterimi ve kaynakçada American Psychological Association (APA)
tarzı esas alınacak; kaynaklar metin içinde gösterilecek (Bourdieu, 2006, s. 23),
kaynakların tam künyeleri sona eklenen kaynakçada verilecektir: Bourdieu, P.
(2006). Sanatın kuralları: Yazınsal alanın oluşumu ve yapısı. Necmettin Kâmil
Sevil (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi.

Açıklama amacıyla, sayfa altında dipnot verilebilir.

Kitap, dergi, film ve TV programı adları, kaynakçada ve metin içinde italik ve
sadece ilk kelimenin ilk harfi büyük olarak yazılır.

Makale başlıkları düz ve metinde çift tırnak içinde, Kaynakça’da tırnaksız yazılır.

Diğer ayrıntılar için bkz. http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/
sosyoloji/about/submissions
113
JOURNAL OF SOCIOLOGY – GUIDELINES FOR CONTRIBUTORS
The Journal of Sociology is a peer-reviewed academic journal published two times a year
in June and December by Department of Sociology, Istanbul University. The Journal
of Sociology is a multidisciplinary journal. Scholars working not only on sociological
theory and research, but also on other human sciences and related areas are invited to
submit their articles for consideration. Proposals for special issues are welcomed. The
journal also publishes book reviews, review essays, reports on conferences, symposia
and workshops, and notes on research in progress. All manuscript submissions will
be reviewed first by the Editorial Board, and then anonymously by assigned referees.
A. SUBMISSION AND CORRESPONDENCE

Submission of a manuscript implies that it has not previously been published,
and that it is not currently on offer to another publisher. The Editors are
responsible for the selection and acceptance of articles, but responsibility for
opinions expressed in them rests with the authors.

Since the journal is published at June and December the articles should arrive at
least 180 days ago for review process. All article submissions are anonymously
reviewed. After review process authors should supply the changes demanded
by reviewers. The last draft should be sent at least 60 days before publishing.

Authors are not paid for copyright of article. Authors are given 5 copies for
articles written by a single author, 3 copies each for articles with two authors, and
2 copies each for articles with 3 or more authors. Authors assign the copyright
of article to the journal and should take permission for publishing again.

All submissions should be sent to Editor via e-mail as attached file from [email protected]. For communication, please use the same e-mail
address and please do not hesitate to ask for anything to Editor.

The author(s) should send “Letter of Conveyance” (2 copies) and “Petition for
Publication” (1 copy) via mail to the journal as original signed documents.
B. ARTICLE FORMAT

Articles in Turkish, English, French and German languages are welcomed.

Articles should be between 4000 to 10000 words, and sub titles should be used.

Book reviews should be between 1000 to 2000 words, and review essays, between
2000 to 4000 words.

Manuscripts must be typewritten in MS Word format, Times New Roman, 12
pt., 1.5 line spacing, and 6 pt. spacing after paragraphs. Liberal margins must
be provided. (2.5 cm should be left at the top and bottom, as well as at the
sides.) To start a new paragraph, make a first-line indent of 0.5 cm.

Quotations longer than 40 words should be written with 1 cm indent from left
and right, without first-line indent, Times New Roman, 10 pt., and without
quotation mark.

If graphics or photographs are included in the submission, they must be black
and white and of good resolution. The graphics or photographs should be submitted in .jpeg or .tiff format as a separate file. They should be termed “Figures”
114
Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı



and numbered consecutively; the number of title should be placed above the
figure. Initial capitals should be used.
At the beginning, a brief biographical note containing author’s full name,
title, affiliation, research interests, recent publications, and mailing and e-mail
addresses should be typed on a separate sheet.
For articles in languages other than English, before the main body of the article,
an abstract of 100-150 words and 4-6 keywords in original language; a title,
an abstract of 100-150 words and 4-6 keywords in English should accompany articles. At the end, before References, under the title of EXTENDED
ABSTRACT, also an English extended abstract of 1000-1500 words and 4-6
English keywords should be added.
For English articles, before the main body of the article, an abstract of 100-150
words and 4-6 keywords in English should accompany articles.
C. REFERENCE
References should follow the APA style as described in the Publication Manual of the
American Psychological Association, 6th edition. Please ensure that every reference
cited in the text is also present in the reference list (and vice versa).
Citation in Text

Include the author’s surname and the year of publication. When there is a specific
quote from a source used, the page number of the reference material should be
indicated by “p.”. Use footnotes only for explanation. Examples: According to
Tuna (2011), (Tuna, 2011), as Ertürk and Okan (2004), (Ertürk and Okan,
2004, p. 198)

If the number of the authors is three to six, cite all authors the first time the
reference occurs; in subsequent citations include only the surname of the first
author followed by “et al.” and the year. When the work has six or more authors,
cite only the surname of the first author followed by “et al.” and the year for
the first and subsequent citations.

When there are more than one citation in the same sentence, references should
be listed alphabetically, and references from the same author chronologically.

When quoting a second source via a source, include surname and year of publication of your source, and only author’s surname of the second source. (The
second source is not to be included in References section.)
References
For examples, see http://www.journals.istanbul.edu.tr/tr/index.php/sosyoloji/user/
setLocale/en_US?source= %2Ftr%2Findex.php%2Fsosyoloji > About > Guidelines
for Contributors

Benzer belgeler

İndir - Politika Dergisi

İndir - Politika Dergisi ilkesini Bourdieu’ye uyguluyor; henüz kendine has kavramlar bütününü geliştirmemiş olduğu bir dönemdeki araştırma nesnelerini ve araştırmacı olarak konumunu belirleyen tarihsel koşulları inceliyor....

Detaylı