SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ SBArD
Transkript
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ SBArD
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ SBArD Yıl:XII Sayı: 24 Eylül 2014 ISSN 1304-2424 AKADEMİK ARAŞTIRMA VE DAYANIŞMA DERNEĞİ SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ (SBARD) Yıl:XII Sayı: 24 Eylül 2014 ISSN 1304-2424 Sahibi AKADER adına Prof. Dr. Nazım Hasırcı Sorumlu Müdür Prof. Dr. Nazım Hasırcı Sorumlu Editör Doç. Dr. Eyyüp Tanrıverdi (Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Editörler Kurulu Prof. Dr. Ali Akay (Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Adnan Çevik (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. Canan Seyfeli (Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Muammer Sarıkaya (Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Tahsin Kula (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Yayın Türü Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi (Yılda 2 Sayı) Yayın Kurulu Prof. Dr. Himmet Hülür (Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi) Prof. Dr. Cem Yaşın (Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi) Prof. Dr. Kazım Sarıkavak (Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr. Yılmaz Çolak (Polis Akademisi Başkanlığı Siyaset Bilimi) Prof. Dr. Ahmet Keleş (Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Ali Akay (Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Mehmet Mesut Ergin (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr. Faruk Bozgöz (İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr.Mustafa Çiçekler (İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr.Hüseyin Yazıcı (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr.Ali Güzelyüz (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr.Mehmet Yavuz (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr. Ahmet Hikmet Eroğlu (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Ahmet Taşğın (Necmettin Erbakan Üniversitesi) Prof. Dr. Nazım Hasırcı (Dicle Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Musa Yıldız (Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi) Prof. Dr. Emrullah İşler (Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi) Prof. Dr. İbrahim Sezgin (Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr. Ali İhsan Öbek (Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu (Trakya Üniversitesi) Prof. Dr. Sabri Büyükdüvenci (Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi) Prof. Dr. Erdal Cengiz (Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi) Prof. Dr. Faik Yılmaz (Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi) Prof. Dr. Abdülkadir Çüçen (Uludağ Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr. Mustafa Doğan Karacoşkun (Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Mohammed Shaban Olwan (Gaza Islamic University Faculty of Litrature) Prof. Dr. Nafez Hussain Uthman Hammad (Gaza Islamic University Faculty of Divinity) Prof. Dr. Javaid Rehman Brunel (London University Faculty of Law) Doç. Dr. Metin Becermen (Uludağ Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. Ertuğrul Rufai Turan (Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi) Doç. Dr. Bülent Sönmez (Dicle Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. İbrahim Maraş (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Cüneyt Kaya (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. Mustafa Sarıbıyık (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. İrfan Yıldız (Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi) Doç. Dr. Canan Seyfeli (Dicle Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Yüksel Topaloğlu (Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. Nezir Akyeşilmen (Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi) Doç. Dr. İbrahim Mazman (Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. Adnan Çevik (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. Giovanni Borriello (Roma Üniversitesi Yabancı Diller Fakültesi) Doç. Dr. Suren Raghavan (St.Paul Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Kenan Yakuboğlu (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Faruk Gökçe (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Ufuk Bircan (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Durmuş (Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Anzavur Demirpolat (Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Fen-Ed. Fak.) Yrd. Doç. Dr. Necmi Derin (Dicle Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Ahmet Okumuş (Şehir Üniversitesi İnsan Ve Toplum Bilimleri Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Hızır Murat Köse (Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi ) Yrd. Doç. Dr. İdris Demir (Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Vanessa Tinker (Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi) Sekretarya Dr.Esra Aslan Dil Editörleri Yrd. Doç. Dr. Ufuk Bircan Arş. Gör. İbrahim Tavukçu Öğr. Gör. Serhat Toker Yazışma Adresi: Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 21280 Diyarbakır Tel : +90 412 2488023/3815 Fax : +90 412 2488025 Url :http://www. E-Mail : [email protected] Baskı-Cilt: Dicle Üniversitesi Basımevi-Diyarbakır TAKDİM Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği kısa adıyla AKADER tarafından yayınlanan Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi (SBArD) 24.sayısında kapsamlı bir yenilenme ile yayın hayatına devam etmektedir. AKADER yönetiminin kararı gereğince derginin editörler kurulu, yayın ve danışma kurulu ile hakem kadrosunda bir yenilenme gerçekleşmiştir. Editörler kurulu olarak dergimizin bu güne taşınmasında emeği geçen bütün akademisyenlere şükranlarımızı sunarız. Dergimiz, bu sayısından itibaren uluslar arası bilimsel kriterleri sağlamayı amaçlamakta ve sosyal bilimler alanında ilk etapta ulusal düzeyde saygın bir konum edinmeyi hedeflemektedir. SBArD, akademik hayatlarının başında olan gençlerin akademyaya katılımlarına hizmet etmeyi sürdürecektir. Bir taraftan da alanlarında yetkin olan akademisyenlerin üretimlerini yayınlamaya taliptir. Dergimiz mahallî ve ulusal meselelere yönelen güncel akademik çalışmalar noktasında yol açıcı ve teşvik edici bir tutum içindedir. Aynı şekilde kuramsal ve teorik çalışmalara gösterdiği ilgi ile akademik hafızanın uzun vadeli teşekkülünde katkı ve hizmetini sabırla sürdürecektir. Bundan dolayı dergimiz alanlarına katkı yapan çalışmaları yayınlamayı son derece önemsemektedir. Bu şekilde dergimiz mahallî, ulusal ve beynelmilel olarak üretken ve yer tutucu bir yayın olma hedefini gerçekleştirmeye çalışacaktır. Editör SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ YAYIM VE YAZIM KURALLARI 1. Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi (SBArD), uluslararası hakemli bir dergidir, yılda iki sayı olarak yayımlanır. 2. SBArD’da tüm sosyal bilimler alanıyla ilgili bilimsel makaleler, röportajlar, çeviriler, tanıtım yazıları, yayınlanmamış sempozyum bildirileri vb. çalışmalar yayımlanır. 3. Yazının SBArD’a gönderilmesi, yayımı için başvuru olarak kabul edilir. Yazılar için telif ücreti ödenmez. SBArD makalesi yayınlanan yazarlarına ikişer nüsha ve sayı hakemlerine birer nüsha gönderir. 4. SBArD’da yayımlanan yazıların içerikleriyle ilgili her türlü yasal sorumluluk, yazarına aittir. Dergiye gönderilen yazılar, başka bir yerde yayınlanmamış ya da yayınlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır. Yazılar yayınlanmak üzere kabul edildiği takdirde, SBArD bütün yayın haklarına sahip olur. Bu takdirde yazının bütün yayın hakları SBArD’a geçmiş olur. Yayınlanan yazılardan alıntı yapılması durumunda, kaynak belirtilmesi zorunludur. 5. SBArD, gönderilen yazılarda düzeltme istemek, yazıları yayımlamak ya da yayımlamamak hakkına sahiptir. 6. Yayım dili Türkiye Türkçesidir. Ayrıca Türk lehçeleri, İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça, Arapça gibi dillerde yazılmış yazılar da yayımlanır. Bütün makaleler için bir yabancı dilde ve Türkçe olmak üzere özet eklenmelidir. 7. Makale yayıma kabul edildikten sonra makalenin sonuna en az 750 kelimeden oluşan detaylı İngilizce özet (informative abstract) eklenmesi gerekmektedir. Makalenizin yurt dışında atıf alabilmesi için bu önemlidir. Detaylı özette konu, sınırları, amacı, yöntemi ve sonuçları işlenmelidir. Bu özete İngilizce başlık ve 3-5 kelimelik key words eklenmelidir. 8. Yazı, www.sbard.net adresindeki Makale Takip Sistemi aracılığıyla, e-posta adresi ve parolayla girilen kişisel sayfadan gönderildikten sonra, aynı sayfadan hakem süreci takip edilebilir. Yazılar, yayın kuruluna girmeden önce kurallara uygun yazılıp yazılmadığı editör(ler) tarafından kontrol edilir; eksik ve/veya yanlış belirlendiğinde, düzeltilmesi için bir ön değerlendirme formu ile yazara iade edilir. Yazar tarafından düzeltilerek gönderilen ya da kurallara uygun olarak yazıldığı saptanan yazılar için yayın kurulu tarafından yazının içerdiği alanlarla ilgili üç hakem belirlenir. Hakemlerden gelecek rapor doğrultusunda; yazının yayın dosyasına alınmasına, alınmamasına ya da düzeltme istenmesine karar verilir. Durum yazara en kısa sürede bildirilir. Yazardan düzeltme istenmesi durumunda, düzeltmenin en geç 20 gün içinde yapılarak dergiye ulaştırılması gerekmektedir. Düzeltilmiş metin, gerekli görüldüğü hallerde değişiklikleri isteyen hakemlerce tekrar incelenebilir. Yayın dosyasına alınan yazılar Yayın Kurulu’nun belirlediği sıraya göre yayınlanır. Hakem aşamasından sonra, düzeltmelerin yapılması için, bütün hakemlerden raporların gelmesi beklenmelidir. Yazarlar, sisteme bir kez düzeltme ekleyebilmektedirler. Bir hakemin istediği düzeltmeyi yapıp yazı sisteme eklendiğinde, sonraki aşamada ikinci bir hakemin de düzeltme istemesi durumunda istenen düzeltmeler yapılamayacaktır. 9. Dergide yer alan yazıların dijital baskı, grafik tasarım, uluslararası indekslere tanıtılması, DOI numaralarının satın alınması gibi işlemler AKADER tarafından ücret karşılığında yapılmaktadır. Dergide hakem sürecinden başarıyla geçen ve basım kararı alınan makaleler için yazılarının tasarım, yayın, DOI ve indeks masrafları, AKADER’e ödenir. Söz konusu ödemeyi yapanlara faturaları e-posta aracılığı ile gönderilir. Basılma kararı alınan ancak gerekli ücreti ödenmeyen makaleler yayınlanmaz. Hakem sürecinden geçmeyen veya basılma kararı alınmayan makaleler için böyle bir ücret ödenmesine gerek yoktur. 10. SBArD’da Genel Ağ ortamında yayınlanmış tüm sayılarına basılı olarak da ulaşmak mümkündür. Hard cover (karton) ciltli olarak basılan derginin bugüne kadar yayınlanmış tüm sayılarını “Basılı Sayıya Ulaşmak İçin” sekmesinden yararlanarak talep edebilirsiniz. 11. Makale başlığı büyük harflerle, iç başlıklarda ise kelimelerin sadece ilk harfleri büyük yazılmalı, başka hiçbir biçimlendirme yapılmamalıdır. 12. İmlâ ve noktalama açısından, makalenin ya da konunun zorunlu kıldığı özel durumlar dışında, Türk Dil Kurumu İmlâ Kılavuzu esas alınmalıdır. 13. Referans gösterimi, bilimsel ölçütlere uygun olmalıdır. Dipnot veya bağlaç yöntemi kullanılabilir. 14.Çalışmaya kaynakça eklenmelidir. Örnek: Tulum, Mertol, Tarihî Metin Çalışmalarında Usul, Deniz Kitabevi, İstanbul 2000. 15.Çalışmanın 20 sayfayı aşmaması önerilir. Bir sayıda aynı yazara ait birden fazla makale yayımlanmaz. 16.Çalışmaların Nisan sayısı için en geç 1 Mart, Kasım sayısı için en geç 1 Ekim’e kadar elektronik ortamda dergiye ulaştırılmalıdır. Sayfa Düzeni 17.Yazılar, mutlaka aşağıda belirtilen formatta sisteme girilmelidir. Sisteme bu formatta girilmeyen yazılar değerlendirmeye alınmayacaktır. 18. Yazılar, Microsoft Word’da yazılmalıdır. Özel bir yazı tipi (font) kullanılmış yazılarda, kullanılan yazı fontlar yazıyla birlikte gönderilmelidir. 19.Sayfa yapısı aşağıdaki gibi düzenlenmelidir: Kâğıt Boyutu A4 Dikey Üst Kenar Boşluk 2,5 cm Alt Kenar Boşluk 2,5 cm Sol Kenar Boşluk 3 cm Sağ Kenar Boşluk 2,5 cm Yazı Tipi Times News Roman Yazı Tipi Stili Normal Boyutu (normal metin) 11 Boyutu (dipnot metni) 9 Paragraf Aralığı Önce 6 nk, sonra 0 nk Satır Aralığı Tek (1) 20. Yazılarda sayfa numarası, üst bilgi ve alt bilgi gibi ayrıntılara yer verilmemelidir. SAYI HAKEMLERİ Prof. Dr. İbrahim Maraş (Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. İbrahim Çapak (İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. İsmail Köz (Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Ahmet Kayacık (Erciyes Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Ahmet Taşğın (Necmettin Erbakan Üniv. Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi) Prof. Dr. Nazım Hasırcı (Dicle Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Prof. Dr. Abdullah Kızılcık (İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr. Mesut Ergin (Dicle Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi) Prof. Dr. Orhan Doğan (Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen-Ed. Fakültesi) Doç. Dr. İbrahim Mazman (Kırıkkale Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. Mustafa Sarıbıyık (Dicle Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi) Doç. Dr. Aygün Akyol (Hitit Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Doç. Dr. İhsan Çapçıoğlu (Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Doç. Dr. Muammer Sarıkaya (Erciyes Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Mehmet Biçici (Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Faruk Gökçe (Dicle Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Durmuş (Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Mehmet Özger (Muş Alpaslan Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Anzavur Demirpolat (Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi, Fen-Ed. Fak.) Yrd. Doç. Dr. Hatice Toksöz (Süleyman Demirel Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi) Yrd. Doç. Dr. Mehmet Birekul (Necmettin Erbakan Üniv. Sosyal ve Beşeri Bil. Fak.) İÇİNDEKİLER UFUK BİRCAN-MURAT KADİROĞLU An Essay On Michel Foucault’s Genealogy Michel Foucault’nun Genealogy Yöntemi Üzerine Bir Deneme..................................................1-12 NAZIM HASIRCI Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi The Critique Of Ibn Taymıyya To The Ghazâlî’s Logic Understanding…...……………….....13-31 AYSEL DEMİR Adalet Kuramları Tartışmasında J. Rawls In Discussion Of Justice Theories: J. Rawls…………………………...................................…33-42 ESRA ASLAN Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları Urbanization, Women And Religious Studies In Turkey……………………………………...43-65 NECMİ DERİN 13.Yüzyılda Felsefenin Kelam Ve Tasavvuf İle Etkileşim Örneği: -Sadreddin Konevî-Nasîruddin Tûsî Yazışmaları Bağlamında Nefsin Hakikatini İnceleme-……………………………..…..67-79 EYYÜP TANRIVERDİ Arap Hikmetinin Pratik Karakteri The Practical Character Of The Ancient Arabic Wisdom…………………………………....81-102 MURAT KADİROĞLU Speech Versus Writing Söz Yazıya Karşı.................................................................................................... .................103-110 MUSTAFA EDİP ÇELİK İngiliz Belgelerine Göre Türk-İngiliz İlişkileri Ve Sadabat Paktı (1937) Turkish-British Relations According To British Documents And The Treaty Of Saadabad 111-125 YENER LÜTFÜ MERT Türkiye’de Kamu Kurumlarında Halkla İlişkiler Bölümlerinin Örgütlenmesi Ve Çalışanların Nitelikleri Üzerine Bir Araştırma A Research Concerning The Organization of Public Relations Departments of The Public Institutions And The Qualifıcations of The Their Employees In Turkey…………………...127-153 SERDAR DEMİRCAN Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” Şiirine Ontolojik Bir Yaklaşım Denemesi A Trial of an Ontological Aproach to Necip Fazıl’s Poem “Karacaahmet”………………...155-169 YUSUF ÇINAR Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali Ve Türkiye From the Unity of Nations the Unity of Nations to the European Union: ………………..171-198 ADRIAN GULLY/ÇEV.: ALİ AKAY Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” Tadmin, “Implication of Meaning” In Medieval Arabic…………….…………………..…..199-226 SAEED AKHTAR RIZVI/ÇEV.: FERHAT GÖKÇE Hz. Hasan Ve “Mitlâk” Efsanesi -Hz. Hasan’ın Çok Sayıda Evlenip Boşandığını Bildiren Rivâyetlerin Tenkîdi-…………....227-236 AN ESSAY ON MICHEL FOUCAULT’S GENEALOGY Ufuk Bircan Murat Kadiroğlu Abstract: This paper aims to provide a descriptive analysis of Michel Foucault’s genealogy as a research method/approach. Genealogy is Foucault’s second method that can be regarded as the expansion of archaeology. As a historical approach, it focuses on discontinuities in history and power-subject-knowledge relationships. By employing this method, Foucault problematizes concepts, ideas etc. and displays how common, accepted knowledge is contingent. Key Words: Michel Foucault, genealogy, history, discontinuity, power relations. MICHEL FOUCAULT’NUN GENEALOGY YÖNTEMİ ÜZERİNE BİR DENEME Özet: Bu çalışma, bir araştırma yöntemi/yaklaşımı olarak Michel Foucault’nun genealogy kavramının betimsel bir incelemesini sunmayı amaçlamaktadır. Soykütüğü ya da soybilimi olarak da bilinen genealogy, Foucault’nun bir diğer inceleme yöntemi olan arkeolojinin genişletilmiş biçimi olarak kabul edilebilir. Tarihsel bir yaklaşım olarak genealogy, tarihteki süreksizlikler ve iktidar-özne-bilgi ilişkileri üzerinde durur. Foucault bu yöntemi uygulayarak kavramları, fikirleri vb. sorunsallaştırmakta, genel kabul görmüş bilginin raslantısal olduğunu gözler önüne sermektedir. Anahtar Sözcükler: Michel Foucault, genealogy, tarih, süreksizlik, iktidar ilişkileri. Yrd.Doç.Dr., Dicle University Faculty of Literature, Department of Philosophy [email protected] Dr., Kocaeli University, Faculty of Literature, Department of English Language and Literature, [email protected] 2 Ufuk Bircan-Murat Kadiroğlu Michel Foucault is a historian and philosopher whose methodology differs from those adopted by traditional historians. In his studies he applied methods what he called “archaeology”, “genealogy” and later used “problematization”, probably a concept more than a method. He used archaeological method in his first four studies History of Madness, Birth of the Clinic, The Order of Things and Archaeology of Knowledge. Discipline and Punish and History of Sexuality I in which he analysed power relations are his genealogical works. His last two works The Use of Pleasure and The Care of the Self are written in the light of a problem-based approach theorized as problematization. This paper aims at analysing Foucault’s genealogy together with his key terms. Foucault’s works deal with a variety of topics from a wide range of fields such as history, philosophy, psychology, literature and art. However, all of his archaeological and genealogical histories and problematizations, as Gary Gutting, a well-known specialist on philosophy of Foucault, suggests, can be classified in four groups: histories of ideas, histories of concepts, histories of present and histories of experience (2005b: 7). While in The History of Madness, he produces some interpretations on madness, he traces definitions for the concepts of physical illness beginning from 18th century in The Birth of the Clinic. On the other hand, Discipline and Punish is a history of present penal institutions and disciplinary practices that have been led by inevitable processes, which defined the crime and the prisoner. Lastly, History of Sexuality exhibits the history of the ancient and modern experience of sexuality. In Foucault’s own words, all of his works are placed in the “field in which the questions of the human being, consciousness, origin, and the subject emerge, intersect, mingle and separate off” (Foucault, 2002: 18). The focal point and criticism in his studies is on the subject and issues surrounding it, mainly how to ‘define and situate’ the subject in the society. Before examining genealogy, it should be reminded that Foucault’s methods are complementary and do not leave out each other. It is hardly possible to separate Foucault’s methods thoroughly from each other and schematise them with clear borders. For instance, problematizing, a theoretical concept, does not lack in his former methods; at some point, it might even pervade archaeology and genealogy previously handled by the philosopher. Thomas Flynn, an expert on Foucault’s analytics, asserts that “the question of power relations, which characterizes his genealogies, was what his archaeologies were really about, and, subsequently, that the issue of truth and subjectivity, the explicit focus of his final works, had been his basic concern all along” (Flynn, 2005: 29). Each of his SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 An Essay On Michel Foucault’s Genealogy 3 methods is difficult to identify with concrete definitions and limitations since they are on the verge of change into the later in a constant revision. What he does is to handle a certain topic such as punishment or discipline in a work with his approaches or methods, one of which is extensively used. Discipline and Punish, for instance, is his work in which genealogical method as an analytical arrangement is prevalent. Foucault’s first works are archaeologies. In Foucault Live, a collection of his interviews, he says that archaeology is “the analysis of discourse in its modality of archive” (qtd. in Flynn, 2005: 30). Archive as an accumulative source of information is the area of investigation for archaeology. In Archaeology of Knowledge, the main source for his method of archaeology, he proposes that archive is the “systems that establish statements as events (with their own conditions and domain of appearance) and things (with their own possibility and field of use)…systems of statements (whether events or things) (Foucault, 2002: 145). As for an archaeological investigation, he analyses the discursive formations of medical treatment, which is the product of systems of statements, namely discourses, in Birth of the Clinic. Rather than seeing the development in medicine as periodical continuity, he scrutinizes linearity of progression and describes redefinition and reorganization of disease. Similarly, History of Madness, The Order of Things and Archaeology of Knowledge are archaeologies of discursive practices particular to certain period that encloses the French Revolution and after it. In an archaeological study, epistemes gains importance in defining particular knowledge. Foucault defines episteme as a slice of history common to all branches of knowledge, which imposes on each one the same norms and postulates, a general stage of reason, a certain structure of thought that the men of a particular period cannot escape – a great body of legislation written once and for all by some anonymous hand. By episteme, we mean, in fact, the total set of relations that unite, at a given period, the discursive practices that give rise to epistemological figures, sciences [one of which is definitely history ], and possibly formalized systems (Foucault, 2002: 211). According to Flynn, episteme is conditions which form the function of a practice determined by the scientific knowledge of the period (2005: 32). This sort of knowledge constitutes the reality of the time and practices born out of it. Thus archaeology is “concerned only with the conceptual structures subtending the reality” (Gutting, 2005a: 13). These structures or systems shaped in SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 4 Ufuk Bircan-Murat Kadiroğlu accordance with subject’s obligations, necessities and abilities are basically the subject’s attitude towards world. Archaeology as a method focuses on this attitude that forms human history. To problematize or problematization, on the other hand, is a very contemporary term whose literal meaning is even rarely included in dictionaries. Oxford dictionary, one of the sources offering a satisfactory definition, describes it as to “make into or regard as a problem requiring a solution”1. For another definition, it is “to demonstrate to be unsettled or uncertain, or more complex than originally assumed or regarded; show to be problematic”.2 Foucault does not define this term in History of Sexuality; however, he explains this approach comprehensively and exemplifies some types of problematizations. Most importantly, he discusses sexuality and ethical concerns attached to sexual conduct. He tries to find answers for these questions: “how, why, and in what forms was sexuality constituted as a moral domain?” (Foucault, 1985: 10). He does not try to fix the boundaries of problematizations themselves, but aims to disclose “conditions in which human beings ‘problematize’ what they are, what they do, and the world in which they live” (10). Briefly, problematization in Foucauldian sense is a way of reading present by locating problems in formation of knowledge within a historical perspective. The crucial concern is again the subject and how he perceives and presents or actualise himself/herself. Foucault mainly analyses “problematizations through which being offers itself to be, necessarily, thought – and the practices on the basis of which these problematizations are formed” (11). Very briefly, as a historian and philosopher, he offers history of thought. Similar to archaeology and problematization, genealogical point of view is sceptical of traditional history. Foucauldian historian’s question is not a “why” question generally. Instead, it is a “how” question because such genealogist’s objective is different from the traditional historian. While “why” takes historian to some universal truths bound to causation that is accepted by the majority of historians, “how” brings scepticism with itself and clear away “claims to any absolute truth” (Kearins and Hooper, 2002: 736). Any present inference led by such a truth is scrutinized by Foucauldian question, starting with querying present and going into the debt of the past processes claimed to be inevitable. Thus, questions “How could we do anything except set up asylums to treat the 1 2 http://www.oxforddictionaries.com/definition/english/problematize. http://www.collinsdictionary.com/dictionary/american/problematize SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 An Essay On Michel Foucault’s Genealogy 5 mentally ill?”, as stated in The History of Madness or “How deal humanely with criminals except by imprisoning them?”, as put in Discipline and Punish, examine the casual result of a process and reveals that discourse of the past arranged events and dates quite differently (Gutting, 2005b: 10). Foucault tries to find different accounts of a total history reconstituted by “the overall form of a civilization, the principle – material or spiritual – of a society, the significance common to all the phenomena of a period, the law that accounts for their cohesion” (Foucault, 2002: 10) and show historically and socially how knowledge or truth is formed. Genealogy does not account a total history of any absolute truth but presents an alternative narration of history. While “why” just shows the historical serials of events or causes, “how” finds out their relations, the structure of these relations and their possible connection with the relevant and irrelevant factors. As a result, genealogy problematizes an event, idea, concept or experience such as the emergence of prison as a form of punishment or importance of sexuality in terms of identifying ourselves. Therefore, instead of consenting in advance certain dates, events and their consequences, genealogy, for example, “problematize simplistic categorisations of nineteenthcentury attitudes to sex, the use of madness as a fixed diagnostic category, and the portrayal of punishment as no more than a component in a means-ends equation” (Kendall, 1999: 4). Genealogy’s interest in the past differs from traditional history’s point of view; genealogy writes the “history of the present” (Foucault, 1977: 31), not of the past. Past is important as long as it helps us to understand our present that is not regarded as ideal or complete. Present is not a sequential results of the past. Rather it is result of deceivable formations of power and knowledge. Therefore, past should be used as a way of examining and identifying the present (Kendall, 1999: 4). Looking deep into present, genealogy reveals that something is wrong in the present. The institutions, practices, knowledge that we have about ourselves and the universe are determined and are products of certain social circumstances. Traditional history reveals historical accounts with historical causes, and demands their inevitability, by which it also shows our present circumstances as inevitable, too. It seems as if present has no alternative with its unavoidable institutions (such as prison) and practices (such as imprisoning criminals or building asylums for mentally ill people). Foucault scrutinizes the necessity of such practices and institutions as past ordered things differently, and as a SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 6 Ufuk Bircan-Murat Kadiroğlu consequence, institutions and practices today become inevitable (Gutting, 2005: 10). Foucault’s genealogies challenge such necessity by interrogating the possibility of treating prisoner out of a prison or any way to ameliorate conditions of mentally ill without establishing any asylums. Genealogy focuses on the past as long as it offers some awareness in the present. Traditional historians’ main goal is to define an event, an institution etc. by starting to examine it from the time it has occurred or established. The reason for its establishment or occurrence is also the object of analysis. These explanations are based on a “sense of linear causality” (Kearins and Hooper, 2002: 739). Therefore, their narratives are without interruption and more ‘reliable’ as they trace the effect of the event or the institution or part of it that has always been on the stage. They avoid any discontinuities that cannot be explained in the whole account of the story. This leads to important and great events or dates that are clearly documented for the idea aimed to be presented. The links between them and their periods and changes, therefore, depend on predetermined rules, principles and techniques in order to carry on the story, “a pragmatically-oriented historical interpretation” (Kearins and Hooper, 2002: 739). Important dates and events resulted by great causes attract more attention and the narration changes according to the object. This history is developed in “an orderly continuum…sedimented into new modes of common sense” (During, 1992: 24) and therefore, there becomes no “universal understanding that is beyond history and society” (Rabinow, 1984: 4). Foucault challenges these understandings and his genealogical method finds his way avoiding universal insights and perceptions. Therefore, for genealogy, “petty causes” (Gutting, 2005b: 14) and contingency, not causality, are important. Genealogy reveals that ideas are incidental perceptions affirming to be necessary truths. Foucault’s genealogical history is a new form of history which has a new rationality, foundations, concepts, objects, questions and principles. The answer for questions “what might be Foucault’s historiography?” or “what is he criticising without cease?” lies in his proposal: “For many years now historians have preferred to turn their attention to long periods, as if, beneath the shifts and changes of political events, they were trying to reveal the stable, almost indestructible system of checks and balances, the irreversible processes, the constant readjustments, the underlying tendencies that gather force…” (Foucault, 2002: 3). Foucault’s main criticism is on the historians’ efforts to find a ‘stable’ process and to follow a constant line in generalized historical analysis. Thus, instead of unities like ‘periods’ or ‘centuries’ under titles of which SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 An Essay On Michel Foucault’s Genealogy 7 historians could exemplify the unbroken succession of sociological, economical, technological or environmental systems or necessities, discontinuities and breaks elude from totalized view of past. For Foucault, historian’s task is to rebuild these discontinuities, not in the manner of an established “simple narrative account” (Flynn, 2005: 46) of the past that is reconstructed intensely with a view of a total history, a traditional incident-based history but by reviewing special incidents, particular “institutions and their practices and discovering how they fit into discontinuous historical series” (Lord, 2006: 1). In The Order of Things, Foucault describes discontinuity: “the fact that within the space of a few years a culture sometimes ceases to think as it had been thinking up till then and begins to think other things in a new way” (Foucault, 2005: 56). Discontinuity, as a consequence, begins with an erosive external factor – a practice, an influential habit or a contingent event – apart from thought but which is there from the very beginning, though idle and inactive. Then the problem for Foucault is the relations between thought and culture, a relation which begins anew in a new place, although has its origin in a different location, without ceasing or disappearing (Foucault, 2005: 56). The distinctive theory of this new form of history, then, is “how is one to specify the different concepts that enable us to conceive of discontinuity (threshold, rupture, break, mutation, transformation)?” (Foucault, 2002:6). Discontinuity for Foucault is as important as continuities in conventional historiography and is essential part of genealogical approach. Foucault believes that genealogical analysis of history will reveal repetitions, resumptions and disappearances outside a single pattern but still covering certain ideologies without a theory of continuity, and asserts that a creation of theoretical transformations and discontinuities will remove ideology from its past and its connections and expose the ‘ideological’ past (Foucault, 2002: 4-5). As he puts it in The order of Things, he does not intend on the basis of a particular type of knowledge or body of ideas, [italics mine] to draw up a picture of a period, or to reconstitute the spirit of a century..[but] to present, side by side, a definite number of elements: the knowledge of living beings, the knowledge of the laws of language, and the knowledge of economic facts, and to relate them to the philosophical discourse that was contemporary with them” (Foucault, 2005: Introduction, X). Genealogy does not demonstrate periodical investigation of any ‘spirit’ or idea, concept or event but points a problem and poses questions regarding to it, SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 8 Ufuk Bircan-Murat Kadiroğlu which tries to go beyond the problem itself and identify it in many dimensions such as economy or language and reveal their relations with each other. The importance of history in the sense of past and this past’s relation to present is quite different for genealogy compared to other historical studies as mentioned before. Unlike genealogy, traditional historiography reconstitutes past in order to define present, depending on what the documents say of it. Then traditional history’s task becomes interpretation of the documents of a time and it arrives at whether the documents narrate the truth and have a value or not. This value is credited by the importance of events or facts and their consequences dated and detailed in this documents. However, genealogical historiography enforces organizations, divisions, distributions, arrangements, establishment of series, distinctions between what is relevant and what is not, definitions of unities and relations of components (Foucault, 2002: 6). It pries out “the structure of documental discourse in itself” (Merquior, 1985: 78) and makes it clear that the chain of significant consequences should not be the measure for the high value of documents. The events or facts with ‘petty causes’ and consequences indicated in less important documents should also be distinguished with a prime care as the reverse. Then all the datum now have to be grouped, made relevant, placed in relation to one another to form unities, totalities, series and relations (Foucault, 2002: 6-7). Within this totality, present gains its actual meaning that has been revealed by a standard of judgements belonging not to the present but to the relevant past, which has gained its dynamics through that period’s relations. It is the “focus selectively on just those aspects of the past that are important for understanding our present intolerable circumstances” (Gutting, 2005b: 15). In Foucault’s words, the new history has freed itself from what constituted, not so long ago, the philosophy of history, and from the questions that it posed (on the rationality or teleology of historical development (devenir), on the relativity of historical knowledge, and on the possibility of discovering or constituting a meaning in the inertia of the past and in the unfinished totality of the present) (Foucault, 2002: 12). As referred before, genealogy is the history of the present, meaning that the object of genealogy has close connection with contemporary ideas and practices, and present experiences. Foucault’s genealogical works Discipline and Punish and History of Sexuality I are respectively about the function of present prison, the disciplinary ways of imprisonment and history of prison, and present SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 An Essay On Michel Foucault’s Genealogy 9 division and classification of deviant sexualities. Both show the social exclusion of individuals belonging to certain groups. Foucault shows a genealogical approach to the modern making of a prisoner and to the modern subject’s understanding and control of modern sexuality. Foucault’s genealogy centres on the problem of truth and subjectivity and what actually he does is to provide his readers with the genealogy of the contemporary man. He asserts that there are three domains of genealogy: “First, a historical ontology of ourselves in relation to truth through which we constitute ourselves as subjects of knowledge; a historical ontology of ourselves in relation to a field of power through which we constitute ourselves as subjects acting on others; third, a historical ontology in relation to ethics through which we constitute ourselves as moral agents (Rabinow, 1984: 351). As seen, all genealogical domains are about the subject and its constitution in relation to the truth, power/knowledge and ethics. The old form of history is completely but covertly related to the artificial activity of subject, and that the ideological use of history restores man. For Foucault, that makes history a living and continuous place of rest, certainty and reconciliation for the subject in question (Foucault, 2002: 15-16) and in Foucauldian terms, it is “ the history which bears and determines us…[,] relations of power, not relations of meaning” (qtd. in Rabinow, 1984: 56). As a consequence, these power relations not only constitute us but also constitute the modes, practices and institutions - any basis and any standard for self-evaluation – consequently the truth through which we constitute ourselves. Thus, Foucault’s main interest centres on the subject and power, and accordingly such power’s “various systems of discourse developed to produce truth” (Gutting, 2005a:108). Power defines the physical – as Bentham’s panopticon situates the convict-subject in Discipline and Punish – and theoretical – the division of criminals according their objects. The invention of a “true degree of guilt…as a point of application for punitive mechanisms, that offender is constituted himself as the object of possible knowledge” (Foucault, 1977: 251) sets the discourse: the subject’s relation to other subject, its relation to power and finally its relation to itself. Therefore, history becomes a framework in which subject is constituted and constituting itself. As Flynn quotes, history is the articulation of the series of practices (archive, historical a priori) that accounts for our current practices, where ‘account’ means assigning the relevant transformations (differentials) and displacements or charting the practice along an axis of power, knowledge, or ‘subjectivation’ (qtd. in Flynn, 2005: 40). Subjectivation is formed by “discursive practices and non-discursive domains (institutions, political event, SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 10 Ufuk Bircan-Murat Kadiroğlu economic practices and processes)” (Foucault, 2002: 179-180). They are, consciously or unconsciously, but discreetly determined, formed, transformed and applied by the relations of scientific field of studies and particular social practices which have a deep impact on the subject. Rabinow proposes that Foucault sees this as experimentation on us – an experimentation whose rules and regulations are determined by social science and social political practices built around subjectivity (1984: 7). Foucault claims that we produce truths about ourselves, mostly influenced by categories, basic concepts, dates and events determined by human sciences (sociology, psychology, anthropology, semiology). However, as human sciences had not appeared until nineteenth century, man as the objects of the science did not also appear until the beginning of the nineteenth century when psychology could constitute itself as a science. (Foucault, 2005: 375-377). The bodies of knowledge and discursive practices from the seventeenth century to the early nineteenth century dominated explanations of human activities and existence (Rabinow, 1984: 337). Therefore as appeared in nineteenth century, “the first thing to be observed is that the human sciences did not inherit a certain domain, already outlined, perhaps surveyed as a whole, but allowed to lie fallow, which it was then their task to elaborate with positive methods and with concepts that had at last become scientific” (Foucault, 2005: 375). Similar to sciences, the human sciences also produced the body of knowledge in a set of mathematical rules and formalizations, and used concepts and models borrowed from other sciences such as biology, economics, etc. Consequently, the human sciences have taken man as an object of “empirical entity” (Foucault, 2005: 375-379) as sciences have done. As a result of this, the institutional classifications of human beings – individuals in prison, asylum and clinic – and categorisations such as mad/madness or deviant/deviancy are truths produced about ourselves and show that we have taken ourselves as objects of scientific study. Power makes use of such knowledge and produces knowledge, and man becomes the object of that formalization of knowledge. The truth derived from that knowledge is a manipulated one. Thus power is not only repressive but becomes also productive, producing new forms of knowledge with which one can define himself; it produces subjects. Rabinow evaluates this process as an objectification of the subject via individualization techniques by a totalizing form of power (1984: 14). The subject is a formed one now without an independent reality since its truth about itself is a production of an illusive and elusive knowledge due to productive quality of power. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 An Essay On Michel Foucault’s Genealogy 11 Michel Foucault divulges the formation of subject and writes genealogies of the subject. Tracing the genealogical problematizations of power-subject relation is one of the initial concerns. Subject is determined according to its relation to a repressive and productive power. Foucault claims that “this form of power applies itself to immediate everyday life which categorizes the individual, marks him by his own individuality, attaches him to his own identity, imposes a law of truth on him which he must recognize and which others have to recognize in him. It is a form of power which makes individuals subjects” (qtd. in Dreyfus and Rabinow, 1983: 212). Genealogy strives to bring out the goals, techniques and the coherence behind this making, discourses that create a truth for the subject. Lastly, Foucault remarks that the constituent subject formed by that truth should be exempted in order to find a point that can give an explanation of that type of subject within a historical framework (qtd. in Rabinow, 1984: 59). In conclusion, genealogy or genealogical approach introduces the distinctive historical contextualization of the subject and explains how knowledge and discourses are constituted. REFERENCES Dreyfus, Hubert. L. and Paul Rabinow (1983). Michel Foucault, Beyond Structuralism and Hermeneutics. Chicago: University of Chicago Press. During, Simon (1992). Foucault and Literature: Towards A Genealogy of Writing. London: Routledge. Flynn, Thomas (2005). “Foucault’s Mapping of History”. Gary Gutting (ed.) The Cambridge Companion to Foucault. Cambridge: Cambridge UP. Foucault, Michel (1977). Discipline and Punish, Trans. Alan Sheridan, New York: Vintage Books Foucault, Michel (1985). The History of Sexuality. New York: Vintage Books. Foucault, Michel (2002). Archaeology of Knowledge. trans. A.M. Sheridan Smith, London and Newyork: Routhledge Classics Foucault, Michel (2005). The Order of Things: An Archaeology of the Human Sciences. London: Routledge. Gutting, Gary (2005a). Foucault: A Very Short Introduction. Oxford: Oxford UP. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Ufuk Bircan-Murat Kadiroğlu 12 Gutting, Garry (2005b). The Cambridge Companion to Foucault. Cambridge: Cambridge UP. Kearins, Kate and Keith Hooper, (2002) "Genealogical method and analysis", Accounting, Auditing & Accountability Journal, Vol. 15 Iss: 5, pp.733 – 757. Kendall, Gavin and Gary Wickham (1999). Using Foucault's Methods. London: Sage Publications. Lord, Beth (2006). “Foucault’s Museum: Difference, Representation, and Genealogy” Museum and Society. Vol. 4. Iss: 1. 11-14. Merquior, California Press os Guilherme (1985). Foucault. London: University of Rabinow, Paul (1984). The Foucault Reader. New York: Pantheon Books. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 GAZZÂLÎ’NİN MANTIK ANLAYIŞINA İBN TEYMİYYE ELEŞTİRİSİ Nazım Hasırcı Özet: Gazzâlî mantığı bütün ilimlerin ölçüsü kabul eder ve doğru bilginin ancak mantıkla elde edilebileceğini ileri sürer. İbn Teymiyye ise mantığın yabancı kaynaklı olduğunu, onunla hiçbir bilgi elde edilemeyeceğini ve müslümanların hatalarının temelinde bu ilmin bulunduğunu söyler. İbn Teymiyye Gazzâlî’nin mantığı İslam dünyasına yaymasının ve mantıktaki Yunanca terimleri Kur’andan seçtiği terimlerle karşılamasının doğru olmadığını belirtir. Yine o tanımda karşılaşılan problemlerle ilgili Gazzâlî’nin görüşlerini, mantıkçıların tanım metodunun yanlışlığına delil olarak gösterir. Anahtar Kelimeler: mantık, metot, ölçü, kıyas, tanım, tanım yanlışları. THE CRITIQUE UNDERSTANDING OF IBN TAYMIYYA TO THE GHAZÂLÎ’S LOGIC Abstract: Ghazâlî asserts that logic is the measure of the all disciplines and the only way of getting the correct data. As for İbn Taymiyya argues that logic is foreign originated science and it can not be obtained any knowledge by logic and it underlies in muslims’ faults. İbn Taymiyya state that Ghazâlî’s spreading the logic in İslamic world and verbalizing the greek words in logic with the words which he choosed from Koran is wrong. He is also gives evidence the Ghazâlî’s views about the problems of definition to faultiness of the logicians’ method of definition. Key Words: Logic, method, measurement, syllogism, definition, definition faults. Prof.Dr.Dicle Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, Nazım Hasırcı 14 Giriş Mantık ilmini sistemleştirdiği kabul edilen Aristoteles (m.ö. 384-322), onu ilim elde etme aleti olarak görür. Aristoteles’in mantık hakkında yazdığı eserler, bir külliyat olarak Organon adı altında toplanır. Sistemleştirildikten kısa bir süre sonra mantık, ilimle meşgul olmak isteyenlerin temel kaynaklarından olur ve mantık kitapları Süryanice, Arapça ve Latince gibi dillere çevrilir. Böylece mantık dünyanın bir çok bölgesinde yaygın bir şekilde öğrenilir ve bir ilim elde etme metodu olarak kullanılır. Sekizinci asırda Arapçaya tercüme edilmeye başlanan mantık, Farabi (870-950) ve İbn Sina (980-1037) gibi İslam filozoflarının çalışmalarıyla son şeklini alır. Bu iki filozof, mantığı sadece bir alet değil hem apayrı bir ilim hem de insanı hataya düşmekten koruyan bir sanat olarak da görürler.1 Ebû Hâmid elGazzâlî (1059-1111) ise çalışmaları ile müslümanların mantığı benimsemesini sağlar ve İslam dünyasına yayar. Bununla birlikte mantık ve mantıkçılar İslam dünyasında birçok kimsenin karşı görüşlerine de maruz kalır ve eleştirilir. İslam dünyasında hadisçiler, fıkıhçılar, kelamcılar, nahivciler ve tasavvufçular mantığı daha çok akide ve dil yönünden ele almışlar ve ilim öğrenmek için ona ihtiyaç bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Müslümanlar arasında mantığa karşı en ciddi eleştiriler ise İbn Teymiyye (1263-1328) tarafından yapılır. İbn Teymiyye bu hususta er-Redd ala’l-mantıkıyyin ve Nakzu’l-mantık isimli kitaplar yazar. O mantığı bir ilim elde etme metodu olarak reddettiği gibi mantığın konularını tek tek inceleyerek tenkit eder ve mantıkçıları da çeşitli vesilelerle eleştirir. İbn Teymiyye’nin eleştirdiği kişilerin başında Gazzâlî gelmektedir. İbn Teymiyye’nin Gazzâlî’ye yönelttiği eleştirilerde, yaşadığı dönemdeki İslam dünyasının içinde bulunduğu kültürel ve siyasi şartların da etkilerinin bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu dönemde İslami ve felsefi ilimler bütün yönleriyle teşekkül etmişti. Müslümanlar bir çok fırkaya ayrılmışlar ve birbirlerine çeşitli ithamlar yöneltmişlerdi. Yine Haçlı ve Moğol saldırıları gerçekleşmiş, İbn Teymiyye de Moğol istilasından kaçarak Şam’a yerleşmişti. Haçlı ve Moğol saldırıları İslam dünyası üzerinde derin etkiler oluşturdu. Müslümanlar kendilerine güvenlerini kaybederek, İslam dinini koruma adına 1 Bkz. Farabi, Mantığa Başlangıç (et-Tavti’atu fi’l-Mantık), Farabi’nin Bazı Mantık Eserleri, (Neşr. Mübahat Türker-Küyel), Ankara, 1990, s. 27-28; Farabi, Ebu Nasr Muhammed, İhsau’lUlûm (İlimlerin Sayımı), çev. Ahmet Ateş, İstanbul, 1989, ss. 68-69. İbn Sina, en-Necat, thk. Muhyiddin Sabri el-Kürdi, Mısır, 1938, ss. 3-4. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 15 aşırı bir tutuculuğa yöneldiler. Onlar, başlarına gelen musibetlerin İslam’a aykırı görülen fikirleri benimsemekten kaynaklandığını düşündüler. Bu düşünce doğrultusunda da her yeniliği bidat görmeye başladılar, içtihat kapısının kapandığını ilan ettiler ve İslam’ın ancak bu şekilde ayakta kalabileceğini ileri sürdüler.2 İbn Teymiyye de bu görüşleri savunanlardan biri olup çeşitli nedenlere dayalı olarak mantığa ve mantıkçılara eleştiriler yöneltti. Onun mantığı eleştirme nedenlerinden bazıları: 1. Mantık Gazzâlî'den sonra kelam başta olmak üzere İslami ilimlere nüfuz etmiştir.3 Örneğin Fahreddin Razi, (1149-1210) gibi birçok âlim, kelam ve diğer İslami ilimlerde mantığı kullanmışlardır. İbn Teymiyye’ye göre Müslümanların gayri müslimlerden alacağı hiçbir bilim yoktur. Zira ilk üç nesil bilim elde etmek için Müslümanların ihtiyaç duyacağı bütün metotları ortaya koymuşlardır. Gayri müslimlerin metotlarını kabul etmek, cehaleti gösterir.4 2. Akıl naklin hizmetinde olmalıdır.5 İbn Teymiyye'ye göre akıl sadece bu dünyadaki varlıkları anlayabilir, belli bir oranda maddenin kanunlarını keşfedebilir ama metafizik konusunda yanlış yapar. Akıl maddi konularda da her zaman kesin bilgi elde edemez,6 akla rehberlik edecek, yanlışlarını düzletecek vahiy gereklidir, filozoflar da akla aşırı güvenlerinden dolayı sapıtmışlardır.7 3. Felsefenin çürütülmesi filozofların görüşlerinin eleştirilmesi yoluyla değil, onların dayandıkları mantığı çürütmekle mümkündür. Filozofların metafizikteki hatalarının kaynağı, benimsedikleri mantıktır.8 4. Mantık yalnızca salt akılla elde edilebilir. Dolayısı ile mantığa vahiy ile geçerlilik kazandırılamaz ve salt rasyonel terimler olmaksızın tartışılamaz. Bu bilimi kabul eden kimse, onun inanılması gereken bir otoriteden değil salt 2 Bkz. Faruki, İsmail R., Bilginin İslâmileştirilmesi, çev. Fehmi Koru, İstanbul, 1995, s. 49. İbn Teymiyye, Mecmu’ fetevâ, c. 9, Riyad, 1991, ss. 265-266. 4 İbn Teymiyye, er-Redd ala’l-mantıkıyyin, thk. Refik el-Acem, Beyrut, 1993, c. II. s. 15. Refik el-Acem bu eseri tahkik ederek iki cilde ayırmıştır. Bu ciltler, sonraki referanslarımızda, Redd I ve Redd II şeklinde verilecektir. 5 İbn Teymiyye, İbn Teymiyye Külliyatı, c. 3, çev. A. Önkal- M.S. Şimşek-İ. Sarmış, İstanbul, 1988, ss. 290-291. 6 İbn Teymiyye, Redd I, s. 40; Suyuti, Savnu’l-mantık ve’l-kelâm an fenni’l-mantık ve’l-kelâm, thk. Ali Sami en-En-Neşşar, Kahire, 1947, s. 205. 7 İbn Teymiyye, age., ss. 207-208. 8 İbn Teymiyye, age., s. 29. 3 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Nazım Hasırcı 16 akıldan elde edildiğini ileri sürer. Bu yüzden mantıkta yalnızca akıl nihai hüküm verebilir.9 İbn Teymiyye burada sayamadığımız daha bir çok nedene dayanarak İslam filozofları başta olmak üzere Müslümanların İslam’a aykırı görüşler benimsemesinde tek suçlu Aristoteles mantığını görür. Hem mantığa hem de mantıkçılara ciddi eleştiriler yöneltir. Ona göre, zeki insanlar bilgi edinmek için mantığa ihtiyaç duymadıkları10 gibi filozofların felsefe, sofistik, analitik, metafizik, kategori, isagoci gibi çeşitli anlamlar yükleyerek oluşturdukları kavramları da kullanmazlar. Peygamberler asla böyle bir yol izlemezler.11 Mantığın zihni hataya düşmekten koruyan bir kanun aleti olduğu iddiasının aksine, mantıkçıların hataları çok doğruları azdır. Mantık Allah’ın kullarının fıtratına koyduğu matluba götürmez. Hiçbir kimse mantıkta gerçek bir ilim bulamaz.12 Yunanlı filozofları, bilgi elde etmede son derece sınırlı, tasavvurları oluşturma ve açıklamada da en zayıf kişiler kabul eden13 İbn Teymiyye’ye göre, filozoflar, Allah’ı bilme konusunda Yahudi ve Hıristiyan bilim adamları ve Müslüman bidatçilerden daha cahildirler. Putperest Araplar bile Allah hakkında Aristoteles ve takipçilerinden daha çok bilgi sahibidirler. O Yahudi ve Hıristiyanların bilgi ve pratiklerinde filozoflardan daha üstün olduklarını, filozofların izinden gidenlerin de bir dereceye kadar kitaplarını tahrif ve terk ettikten sonraki Yahudi ve Hıristiyanlara eşit olabileceklerini, fakat asla onlardan daha ileri olamayacaklarını ileri sürer.14 Zikrettiğimiz eleştirilere göre İbn Teymiyye’nin düşüncesinde mantık, bilgi elde etmede kullanılacak bir metot değildir, mantıkçılar da bilgi elde etme konusunda son derce yetersizdir. Bu yüzden o, mantık kadar Gazzâlî başta olmak üzere mantıkçıları da tenkit eder. İbn Teymiyye Gazzâlî’yi öncelikle üç hussusta eleştirir. Bunlar; Gazzâlî’nin (1) mantığı İslam dünyasına yayması, (2) Yunanca mantık terimlerini Kur’andan aldığı terimlerle karşılaması, (3) tanımda zihnin en çok zorlandığı durumları açıklamasıdır. Biz de bu hususları sırasıyla ele alıp değerlendireceğiz. 9 İbn Teymiyye, Redd I, ss. 207-208; İbn Teymiyye, Mecmu’ fetevâ, ss. 261-262. İbn Teymiyye, age, 269; Ayrıca bkz. Uludağ, Süleyman, “İbn Teymiyye’de Mantık Meselesi” İslami Araştırmalar, Sayı 4, Nisan 1987, ss. 44-45. 11 İbn Teymiyye Redd I, ss. 181-182; Suyuti, age., ss. 275-276. 12 İbn Teymiyye, Redd II., s. 50. 13 İbn Teymiyye, Redd I., s. 172. 14 İbn Teymiyye, Nakzu’l-mantık, thk. Muhammed Hamid Fikî, Kahire, 1951, ss. 162-164; Suyuti, age., s. 342. 10 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 1. 17 Gazzâlî’nin Mantığı İslam Dünyasına Yayması Bir alet ilmi olarak mantığın, Gazzâlî’den önce Farabi ve İbn Sina gibi İslam filozofları tarafından mükemmel hale getirilmesine rağmen İslam dünyasında genel kabul görmediği bilinen bir durumdur. Başta kelamcılar olmak üzere âlimler, mantığı İslami ilimlerde kullanmayı doğru bulmamamışlardır. Mantığın, İslamın temel hükümlerine ve inanç esaslarına zarar vereceği düşüncesiyle, mantıkla uğraşanları zındıklıkla suçlamışlardır. Gazzâlî ise mantığın gerçekte böyle bir bilim olmadığını savunmuştur. O bu düşüncesini şu sözleriyle ifade eder: Mantık ilmi olumlu ya da olumsuz olarak hiçbir şekilde bir dini husus ile ilgili değildir. Mantık delil ve kıyas yöntemlerini inceleyen bir ilimdir. Mantık ilmi “burhan“ın öncül şartlarını ve bu öncüllerin düzenleme biçimini, ayrıca doğru tanımın şartlarını ve doğru tanımın yapılma biçimini ele alır. Mantık ilmine göre bilgi ya “tasavvur“ ya “tasdik“tir. Tasavvur olması halinde onu bilmenin yolu tanımdır. Tasdik olması halinde ise burhandır. Bunların hiçbiri bu ilmi inkar etmeyi gerektiren bir husus içermemektedir. Aksine bunlar, kelamcılar ile nazariyatçıların deliller konusundaki görüşleri ile aynı türdendir.15 Sözlerinin devamında Gazzâlî, mantık konularının dini hususlarla hiçbir ilgisinin olmadığını, mantık konularının inkar edilmesinin mantıkçılara göre inkar edenin akıl zaafını hatta onun bu inkara bağlı olduğunu iddia ettiği dininin zaafını ortaya koyacağını belirtir.16 Gazzâlî yalnızca mantığı meşru görmekle kalmaz aynı zamanda, onu fıkıh usulü hakkında yazdığı el-Mustasfa isimli eserinin başına da koyar ve “bu ilmi tam olarak kavramamış olanların ilmine kesinlikle güvenilmez”17 diyerek, mantığı sadece beşeri ilimlerin değil dini ilimlerin de temeli haline getirir. Gazzâlî’nin düşüncesine göre, doğru akıl yürütmeler yanlışlarından ancak mantık ölçüleri ile ayırt edilebilir. Dolayısıyla mantık bütün ilimlerin ölçüsüdür 15 Gazzâlî, Ebu Hamid, Hidayet Rehberi (el-Munkiz mine’d-dalâl, çev. Eyyüp Tanrıverdi – Nazım Hasırcı, İstanbul, 2012, ss. 34-35. 16 Gazzâlî, age., s. 35. 17 Gazzâlî, el-Mustasfa (İslam Hukukunda Deliller ve Yorumlar Metodolojisi), çev, Yunus Apaydın, Kayseri, 1994, s. 11. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Nazım Hasırcı 18 ve mantık bilmeden ilimlerin özüne varmak mümkün değildir.18 Gazzâlî, Kur’an’dan aldığı “el-mizan”,19 “el-kıstas”20 gibi kelimeleri mantığa isim vererek, onun kaynağını vahye dayandırır.21 O böylece mantığın dini açıdan reddedilmesi değil kullanılması gerektiğini ileri sürer. Gazzâlî, kesin bilginin mantıktan başka bir yolla elde edilemeyeceği görüşüne sahiptir. Ona göre, mantık bütün ilimlere bir giriş olup, mantık bilmeden diğer ilimleri gereği gibi bilmek mümkün değildir. Bu nedenle o mantık hakkında Makâsıd el-felâsife, Mihakku’n-nazar fî ilmi’l-mantık, Mi’yâru’l-ilm, el-Kıstâsu’l-mustakîm gibi kitaplar yazmanın yanında, Mustasfa başta olmak üzere diğer kitaplarında da hem mantığı ve önemini anlatır hem de İslami ilimlere sistematik bir biçimde uygular.22 Gazzâlî’nin gayretleri sonucu mantık, bütün Müslümanlar tarafından büyük bir rağbet gördü ve medreselerde en temel derslerden biri haline geldi. Hatta onu öğrenmenin farzı kifaye olduğu yönünde görüşler ileri sürüldü. Böylece Müslüman âlimler mantığı öğrenmekle sorumlu tutuldu. Sonuçta mantık bütün İslam âleminde tartışmasız en önemli ilim, re’su’l-ulûm kabul edildi ve yayıldı. İbn Teymiyye de yukarıda belirttiğimiz çalışmalarını zikrederek, Gazzâlî’nin mantığı İslam dünyasına yaydığını ifade eder. O aynı zamanda Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-felâsife isimli eseri de yazarak filozoflarla tartıştığını ve onların görüşlerini çürüttüğünü belirtir.23 Kendisi ise felsefenin çürütülmesinin filozofların görüşlerinin eleştirilmesi yoluyla değil, onların dayandıkları mantığı çürütmekle mümkün olabileceğini ileri sürer.24 İbn Teymiyye, Gazzâlî’nin bütün mantık lehine yaptığı çalışmalara rağmen, onun Tehâfüt’te mantıkçıların metodunun yanlış olduğu ve şüpheye götürdüğü şeklinde görüş belirttiğini zikreder. Gazzâlî’nin bu kitapta, kelamcıların metodunu tenkit ettiğinden daha fazla mantığı tenkit ettiğini söyleyen İbn Teymiyye, onun gençliğinde birçok mantıkçının düşüncesini, terminolojisini ve başka terminolojiyi kullanarak kelamcılarla tartıştığını ifade eder. İbn Teymiyye’ye göre hayatının sonlarına doğru Gazzâlî, mantıkçıların 18 Gazzâlî, Felsefenin Temel İlkeleri (Makasıd El-Felasife), çev. Cemaleddin Erdemci, II. Basım, Ankara, 2002, s. 43. 19 Şûra, 42/17; Hadid, 57/25 . 20 İsra, 17/35. 21 Gazzâlî, el-Kıstasu’l-Müstakim, çev, Yaman Arıkan, İstanbul, 1971, s. 16. 22 Daha geniş bilgi için bkz. Çapak, İbrahim, Gazalî’nin Mantık Anlayışı, Ankara, 2005. 23 İbn Teymiyye, Redd I., ss. 196-197; Suyuti, age., s. 286. 24 İbn Teymiyye, age., s, 29; Suyuti, age., s. 202. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 19 metotlarının kelamcılarınkinden daha hatalı olduğunu, eleştirilmesi gereken aşırı derecede cehalet ve putperestlik içerdiğini ileri sürer. Sonuçta İbn Teymiyye, mantığın Gazzâlî’yi hiçbir yere götürmediği gibi ne herhangi bir şüphesini giderebildiğini ne de bir yarar sağladığını söyler. Bununla birlikte yazdıklarından dolayı birçok kimsenin, Gazzâlî’yi taklit ederek mantık öğrenmeye başladığını, diğer bazı Müslümanların da mantığa karşı çalışmalar yaparak, onun zararlarını açıkladıklarını zikreder.25 Mantığın Gazzâlî’nin çalışmaları ile İslam dünyasına yayıldığı, yukarıda da belirttiğimiz gibi, neredeyse bütün mantık tarihçilerinin kabul ettiği bir husustur. Dolayısıyla İbn Teymiyye mantığın İslam dünyasına yayılmasında Gazzâlî’yi sorumlu tutmakta haklıdır. Bununla birlikte İbn Teymiyye, hayatının sonlarına doğru Gazzâlî’nin, ‘mantıkçıların metotlarının kelamcılarınkinden daha hatalı bulduğunu, eleştirilmesi gerektiği görüşünü benimsediğini ileri sürmekte, fakat Gazzâlî’nin hayatının sonlarında yazdığı el-Munkiz mine’d-dalâl isimli eserinden hiç bahsetmemektedir. Gazzâlî, bu eserinde de şüphesinden ve geçirdiği buhrandan bahseder, kelamcıları ve felsefecileri eleştirir, felsefi ilimleri değerlendirir. Fakat o geçirdiği buhranın mantıkla ilgili olduğunu ne bu kitabında ne de başka bir kitabında zikretmez. Dolayısı ile buhran geçirmesindeki sebebin mantık ilmi olduğunu düşünmek çok doğru gözükmemektedir. Ayrıca o bu kitapta, yukarıda da belirttiğimiz üzre, mantığın dinle ilişkisi olmadığını ve öğrenilmesi gerektiğini ileri sürer. İbn Teymiyye’nin sözlerinin aksine Gazzâlî, hiçbir şekilde mantık aleyhine görüş belirtmediği gibi adı geçen kitapta mantığı savunur ve mantık karşıtlığının tehlikelerinden bahseder. Ayrıca ulaşabildiğimiz kadarıyla, Gazzâlî’nin mantık anlayışıyla ilgili yapılan çalışmalarda da onun mantık aleyhine belirttiği her hangi bir görüşünden bahsedilmemektedir.26 2. Gazzâlî’nin Yunanca Mantık Terimlerini İslami Terimlerle Karşılaması Gazzâlî’nin, Kur’an’dan aldığı “el-mizan”, “el-kıstas” gibi kelimeleri mantığa isim verdiğini ve kaynağını vahye dayandırdığını ifade etmiştik. O sadece bunu yapmaz aynı zamanda mantığın temelinde Kur’an’ın bulunduğunu, Hz. Peygamber ve daha önceki peygamberlerin bu mantığı kullandıklarını 25 26 İbn Teymiyye, age., ss. 197-200. Örneğin bkz. el-Gamri, Afâf, Mantık inde İbn Teymiyye, Kahire, 2001; Çapak, age. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Nazım Hasırcı 20 belirtir27 ve mantıktaki birçok Yunanca kavramın yerine Kur’an’dan aldığı Arapça kavramları ikame eder. İbn Teymiyye de Gazzâlî’nin mantık kuralları için kullanılan terminolojiyi değiştirdiğini ve Müslüman âlimlerden aldığı örnekler koyduğunu söyler.28 Gazzâlî, aynı şekilde el-Kıstâsu’l-müstakîm isimli eserinde ayetleri mantıktaki kıyas formuyla gösterir ve “mizan” kavramını, kıyasın tür ve şekillerinin karşılığı kabul eder. Bütün kıyasların vahiy kaynaklı olduğunu ortaya koymayı amaçlayan Gazzâlî, adı geçen eserinde beş mizan zikreder ve bunlara “Kur’an ölçüsü”29 der. Onun zikrettiği beş mizan şunlardır: 1. Mizan-ı Teadül; bu mizan, mantıktaki kategorik kıyastır. Gazzâlî, mizan-ı teadül’ü ekber, evsat ve asgar şeklinde sınıflandırarak, bunlarla kıyasın ilk üç şeklini karşılar ve şöyle isimlendirir: a. Mizan-ı Ekber; birinci şekil. b. Mizan-ı Evsat; ikinci şekil. c. Mizan-ı Asgar; üçüncü şekil. 2. Mizan-ı Telazüm; bu mizanın öncüllerinden biri bitişik şartlı diğeri de yüklemli önermeden meydana gelmekte olup, mantıktaki bitişik şartlı kıyastır. 3. Mizan-ı Teanüd; bu mizanın da büyük öncülü ayrık şartlı, küçüğü de yüklemli önermelerden oluşur ve mantıktaki ayrık şartlı kıyasın karşılığıdır.30 Böylece Gazzâlî, üçü kategorik kıyas, diğer ikisi de bitişik ve ayrık şartlı kıyas olmak üzere beş mizan kabul eder. O, bu mizanlar ile matematik, tabii, fıkhi, kelami, vb. ilimlerin ölçülebileceğini, ilmin hak olanının batıl olanından ayırt edilebileceğini ve onların Kur’an’ın refiki olduğunu belirtir.31 İbn Teymiyye ise bu görüşleri nedeniyle Gazzâlî’ye ciddi eleştiriler yöneltir. İbn Teymiyye, Gazzâlî’nin bu faaliyetini, vahiy kaynaklı mizan ile Yunan mantığını aynı kabul etmek olarak niteler. O hiçbir akıllı insanın, Allah’ın vahyettiği aklî mizanın Yunan mantığı olduğunu düşünemeyeceğini ileri sürer32 ve Gazzâlî’ye bu hususta şu eleştirileri yöneltir: 27 Gazzâlî, el-Kıstasu’l-Müstakim, s. 16. İbn Teymiyye, age., s. 197. 29 Gazzâlî, ay; Ayrıca Bkz. Çapak, age., s. 138-140. 30 Bkz. Gazzâlî, age., ss. 17-56. 31 Gazzâlî, age., s. 80. 32 İbn Teymiyye, Redd II., s. 115. 28 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 21 1. Allah mizanı, Yunanlıları yaratmadan önce Nuh, İbrahim, Musa ve diğer peygamberlere kendi kitabıyla birlikte vahyetmiştir. Yunanlı Aristoteles ise mantığı, İsa’dan üç yüz yıl önce kurmuştur. Bu durumda eski milletler Yunan mantığını nasıl mizan olarak kullanabilirler? 2. Müslümanlar akli mizanı pratik hayatlarında uygulamaktadırlar. Fakat selef âlimlerinin hiç biri Yunan mantığını duymamıştı. Çünkü bu mantık, ancak Yunanca kitaplar Arapçaya tercüme edildikten sonra İslam dünyasına girdi. 3. Mantık Arapçaya tercüme edilip Müslüman âlimler de ona vakıf olunca, mantığı daima eleştirdiler, kınadılar, ona hiç güvenmediler, aklî ve dini çıkarımlarda kullananlara da itibar etmediler.33 Böylece İbn Teymiyye, Yunan mantığını aklî mizan olarak kabul etmediğini belirterek, onun “zihni hata yapmaktan koruyan bir alet” olamayacağını ileri sürer. O, kıyastaki önermelerin yine kıyasla elde dildiği düşüncesiyle de “bir mizan başka bir mizana ihtiyaç duyarsa, sonuç sonsuz tekrar (teselsül) olur”34 der. Ayrıca İbn Teymiyye’ye göre, fıtri akıl güçlü olduğunda şeyleri aklî mizan aracılığı ile ölçer, fakat akıl yetersiz veya kusurlu ise mantık sadece aklı mevcut halinden daha beter duruma getirir. İddiasının basit bir şekilde ispatlanabileceğini ileri süren İbn Teymiyye, mantığın yetersiz ve sıkıcı olduğunu, çıkarım yolunu uzattığını, açık olanı karmaşıklaştırdığını, bundan dolayı da hatalara ve yanlışlara götürdüğünü belirtir. Bu nedenle o, mantıkçıların yeterli bir şekilde aklî delil bulmaları durumunda, bu delilleri mantığın terimleriyle düşünmekten kaçınacaklarını ileri sürer.35 Mantıkçıların ortaya koyduğu ve Gazzâlî’nin mizan diye isimlendirdiği kıyası “adaletsiz” olarak niteleyen İbn Teymiyye, “onları kullananlar hilekârdır” dedikten sonra “Onlar insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler”36 ayetini zikreder.37 İbn Teymiyye’nin, Gazzâlî’ye, dolayısıyla da bütün mantıkçılara yönelttiği bu ithamın ağır ve telafisi imkânsız sonuçlara götüreceği söylenebilir. 33 İbn Teymiyye, ay.; Suyuti, age., s.333. İbn Teymiyye, ay. 35 İbn Teymiyye, age., ss. 115, 120-121. 36 Mutaffifin, 83/2-3. 37 İbn Teymiyye, age., s. 121. 34 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Nazım Hasırcı 22 İbn Teymiyye’nin, Gazzâlî’ye yönelttiği eleştirilerin çok da yerinde olmadığı açık bir durumdur. Her şeyden önce Gazzâlî’nin yaptığı, ayetlerin kıyas formunda ifade edilebildiğini ve insanların bu metot doğrultusunda akıl yürüttüklerini göstermektir. O bir anlamda Kur’andaki ispat metodunu formel hale getirmektedir. Zira Gazzâlî kıyasın içeriğini yine Kur’an’a dayalı olarak oluşturmaktadır. Ayrıca İbn Teymiyye kıyasın formunun geçerliliğini kabul eder ve birinci şekline de fıtri şekil der.38 Yine o mizanın gerçek olduğunu fakat Yunan mantığıyla sınırlandırılmadığını, mizanın ister kategorik kıyas isterse temsil (analoji) formunda olsun, benzer iki şeyi eşitlemeyi ve iki farklı şeyi ayırt etmeyi kapsayan güçlü bir çıkarım olduğunu ifade eder.39 Bu görüşleri doğrultusunda bakıldığında İbn Teymiyye’nin Gazzâlî ve mantıkçılara karşı bu sert ifadelerini izah etmek mümkün gözükmemektedir. 3. Tanımda En Fazla Zorlanılan Hususlar Tanım mantığın temel konularından olup, onunla kavramın ne olduğu nelerden meydana geldiği belirlenir. Tanım bir kavramın karakteristik içlemini tayin eden zihin işlemidir. Tanımın konusu bir şeyin mahiyetinin açıklanması, amacı ise o şeyin tam tasavvurunun kazanılması yani bütünüyle kavranılmasıdır. Tanım mantıkta beş tümele yani “cins, tür, ayırım, hassa, ilinti”ye ve tanımlanan varlığa göre yapılır. Beş tümele göre yapılan tanım özsel (had) ve ilintisel (resm) şeklinde ikiye ayrılır. Özsel ve ilintisel tanım da tam ve eksik olarak sınıflanır. Böylece beş tümele göre dört tanım çeşidi ortaya çıkar. Bunlar: 1. Tam özsel tanım; bir türün yakın cinsi ve yakın ayırımıyla yapılır, örneğin “insan akıllı hayvandır”. 2. Eksik özsel tanım; bir türün uzak cinsi ve yakın ayırımıyla kurulur, örneğin “insan akıllı cisimdir”. 3. Tam ilintisel tanım; bir türün yakın cinsi ve hassası ile yapılır, örneğin “insan gülen hayvandır”. 4. Eksik ilintisel tanım; bir türün ilintileri veya uzak cinsi ve ilintisinden oluşturulur, örneğin “insan uyuyan cisimdir”. 38 39 İbn Teymiyye, Redd I, s. 167; Nakz, s. 201. İbn Teymiyye, Redd II, s. 122; Suyuti,age., s. 335. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 23 Mantıkta asıl olan tam özsel tanımdır. Bu tanım, tanımlananın özünün tam tassavvurunu ortaya koyar. İlintisel tanımda ise tanımlanan temyiz edilir40 yani benzerlerinden farklı olan nitelikleri açıklanır. Tanım belli şartlar çerçevesinde yapılır ve bu şartların tamamına uymaksızın doğru bir tanım yapmak mümkün olmaz. Bu şartlara riayet etmek ise büyük bir dikkat ve titizlik gerektirir. Gazzâlî Mi’yâru’l-ilm isimli eserinde tanımın şartlarını ve onda hataya düşülebilen yerleri açıkladıktan sonra tanımda insan zihinin en fazla zorlandığı hususlar hakkında da ayrıntılı bilgi verir. Ona göre tanımla ilgili yapılan hataların yerlerini bilen kimse, nadir durumlar dışında bunlardan korunmaya güç yetiremeyeceğini de bilir. Gazzâlî tanımlamada zihnin kendisinde çok fazla zorlandığı hususların oldukça fazla olduğunu belirterek bunlardan dört tanesini açıklar: 1. Tanımda türün yakın cinsinin alınması: Tanım yapmak isteyen kimse, yakın cins zannederek herhangi bir cinsi alabilir, bu da yanılmasına sebep olur. Bazen onun yakın zannettiğinden daha yakın bir cins bulunabilir. Örneğin bu kimse şarabı “sarhoşluk veren sıvıdır” diye tanımlar ve “sıvı” teriminden daha yakın cins olan “içecek” terimini gözden kaçırır. Yine insanı “ölümlü ve akıllı bir cisimdir” şeklinde tanımlamak da böyledir. Burada da yakın cins olan “hayvan” ihmal edilerek yerine uzak cins olan “cisim” alınmıştır. 2. Tanımda bütün ayırımların özsel olması: Varlık ve vehim açısından mufârık (ayrı) olmayan lâzım (ayrılmayan ilinti) ile öz, son derece birbirlerine benzemektedirler. Bu nedenle bir kimse ayırımın yerine lâzımı alıp, onun özsel olduğunu zannederek yanılmaktan kendini kurtaramayabilir. 3. Tanımda hiçbirini dışarıda tutmaksızın bütün özsel ayırımların (fasl) alınması: Ayırımlardan birini dikkatten kaçırmadığımızdan emin olmak kolay değildir. Özellikle de tanımlananı diğerlerinden ayıran ve yüklem olmada isme eşit olan bir ayırım var olduğunda bunun gerçekleşmesi çok zordur. Örneğin hayvan terimine eşit olma noktasında onu, “nefis sahibi hisseden cisim” şeklinde tanımlayarak, “irade ile hareket etme” ayırımını ihmal etmek gibi. Gazzâlî’ye göre bu anlaşılması en kapalı hususlardandır. 4. Ayırımın, türün mukavvimi ve cinsin bir alt bölümü olması: Bölme şartlarına riayet edilmediği zaman, bölümlemede cins için yakın/önce (evvelî) olmayan ayırımlar yer alır. Bu da tanımda kabul edilen bir durum değildir. 40 İbn Sina, en-Necat, thk. Muhyiddin Sabri el-Kürdi, Mısır, 1938, ss. 17-18. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Nazım Hasırcı 24 Cisim özsel bir ayırım ile “büyüyen ve büyümeyen” şeklinde bölündüğü gibi, “hisseden ve hissetmeyen”; “akıllı ve akıllı olmayan” şeklinde de bölünür. Fakat cisim daha en başta “akıllı ve akıllı olmayan”a bölünür ise cisim kendisi için yakın olmayan bir ayırımla bölünmüş olur. Bu nedenle cisim önce “büyüyen ve büyümeyen” şeklinde bölünmeli, sonra büyüyen “hayvan ve hayvan olmayan” şeklinde sonra da hayvan “akıllı ve akıllı olmayan” şeklinde bölünmelidir.41 Gazzâlî’ye göre, bu hususlarda sıralamaya özen göstermek tanım yapma sanat ve tekniğine bağlı kalmanın şartıdır. Fakat bunu yapabilmek son derece zordur. Bu şartlara riayet zor olduğundan kelamcılar, tanımlananı diğerlerinden ayıran (mümeyyiz) bir tanımla yani ilintisel tanımla yetinmekte ve tanımda yalnızca temyizi şart koşmaktadırlar. Kelamcıların tanım anlayışında hassaları söylemek yeterlidir. Bu tanıma göre atın tanımında “at kişneyendir”; insanın tanımında “insan gülendir”; köpeğin tanımında “köpek havlayandır” denilir. Oysa bu metot, tanımlananın özünün ortaya konulması amacından son derece uzaktır.42 Böylece Gazzâlî tanımlanan varlığın bilgisinin kelamcıların tanım anlayışı ile tam olarak elde edilemeyeceğini, ancak mantıkçıların tanımıyla bilinebileceğini ifade eder. İbn Teymiyye’ye gelince, o özsel ve ilintisel kavram ayırmını kabul etmediği gibi tümel kavramları da kabul etmez ve kavram anlayışında nominalist bir tutum benimser. Bu görüşleri doğrultusunda özsel tanımı da reddeder, özsel tanımın hem konusunu hem de amacını oldukça ayrıntılı bir şekilde eleştirir. Kendisi, kelamcılar gibi, ilintisel tanımı kabul eder. İlintisel tanım anlayışının insan fıtratına daha uygun olduğunu ileri sürer.43 O, yukarıdaki görüşleri Mi’yâru’l-ilm’den iktibas ederek belirtilen zorlukların, özsel tanımın kavranamazlığının Gazzâlî tarafından itiraf edilmesi olduğunu ileri sürer.44 Gazzâlî’nin zikrettiği hususları ele alarak değerlendirir. İbn Teymiyye’ye göre tanımda amaç, mantıkçıların iddia ettiği gibi tanımlananın tasavvuru olsaydı ve bu da mümkün olsaydı, Gazzâlî tanımın şartlarına uymada otaya çıkan zorluklar hakkındaki sözlerinde haklı olurdu. İbn Teymiyye mantıktaki tanımla tanımlanın tam tasavvurunu elde etmenin imkansız olduğunu söyleyerek Gazzâlî’nin tanım hakkındaki sözlerini doğru 41 Gazzâlî, Mi’yâru’l-ilm,( İlmin Ölçütü), çev. Ali Durusoy – Hasan Hacak, İstanbul, 2013, ss. 412-414; Ayrıca bkz. Çapak, age, ss. 97-98. 42 Gazzâlî, age., s. 414. 43 İbn Teymiyye, Redd I, ss. 35-102; Hasırcı, Nazım, İbn Teymiyye’nin Mantık Eleştirisi, Ankara, 2010, ss. 40-93. 44 İbn Teymiyye, age., s. 46. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 25 bulmaz. Yine Gazzâlî’nin zikrettiği mahiyete dahil olan mukavvim özsel nitelikler ile mahiyetin dışındaki lâzım nitelikler arasındaki farkın da batıl olduğunu ve bir gerçekliğinin bulunmadığını ileri sürer. Kelamcıların tanımda yakın cins ve yakın ayırımın zikredilmesi şartını mahzurlu gördüklerini ve onların ikisini birden zikretmekten kaçındıklarını belirten İbn Teymiyye, tanımla sadece temyiz yapıldığını, temyizin de ayırım ve hassa ile oluşturulduğunu ifade eder.45 O tanımla gerçek amaca ulaşma noktasında kelamcıların metodunu daha doğru bulur. Kelamcıların tanımıyla ilgili Gazzâlî’nin “bu tavır, tanımlananın özünün ortaya konulması amacından son derece uzaktır”46 sözünün temyiz ve benzeri tanımlarla tanımlananın özüne ait tasavvurun elde edilemeyeceği anlamına geldiğini fakat bunun doğru olmadığını söyleyen İbn Teymiyye, Gazzâlî’nin zikrettiği zorlukların kendi aleyhine delil olduğunu belirtir ve onları sırasıyla eleştirir. 1. İbn Teymiyye tanımda yakın cinsi almayı şart koşmanın zorunlu değil ıstılahi bir durum olduğunu ifade eder. Ona göre aksine uzak cins alınırsa, “yakın”ın “uzak”a delalet etmesi gibi ayırım da tazammun veya iltizamla47 yakın cinse delalet eder. İbn Teymiyye “akıllı”nın “hayvan”a, “sarhoşluk veren”nin de “şarab”a delalet etmesini yine “hayvan”ın “cism”e, “şarab”ın da “sıvı”ya delalet etmesi hususunu mantıkçıların kabul ettiğini ve böyle delaletin de eşit bir şekilde tazammuni veya iltizami olduğunu ifade eder. Ona göre delalette bir tek ayırım yeterli görülürse bu kafidir, fakat öze mutabakatla delalet eden gerekli görülürse tek başına yakın cins yeterli olmaz.48 Ayrıca o tanımlananın yerine göre uzak veya yakın cinse delalet edebileceğini ileri sürer ve şöyle açıklar: a. “Sarhoşluk veren sıvı” ifadesinde “sarhoşluk veren” terimi “şarab”a delalet eder. Mantıkçılara göre “sarhoşluk veren” terimi ayırım olup “şarap” ve “sıvı”dan daha özeldir, “akıllı” terimi de “insan” için böyledir. O halde şu açığa çıkar; “her sarhoşluk veren şaraptır” ve “her akıllı insandır”.49 “İnsan” için “akıllı cisim” dendiğinde mantıkçılara göre “akıllı”, “hayvan” ve “cisim”den 45 İbn Teymiyye, age., s. 49. Gazali, ay. 47 Eğer lafız, konulduğu anlamın tamamına delalet ediyorsa mutabıki, bir parçasına delalet ediyorsa tazammuni, konulduğu anlamın zihnen gerektirdiği başka anlamlara da delalet ediyorsa iltizami delalet denilir. 48 İbn Teymiyye, ay. 49 İbn Teymiyye’nin metninde “hayvan” geçmektedir, doğrusu “insan” olmalıdır. Bkz. ay. 46 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Nazım Hasırcı 26 daha özeldir. Bu açıklamalara göre “akıllı” terimi tazammun veya iltizamla “hayvan”a; “sıvı” terimi de mutabakatla “uzak cins”e delalet eder. b. “Şarap sarhoşluk verendir” ifadesinde “şarap” sözü, mantıkçılara göre, tazammun veya iltizamla “sıvı”ya, mutabakatla da “yakın cins”e delalet eder.50 İbn Teymiyye bu iki durumun şunu açığa çıkarttığını belirtir: “Tanımlanan bazen mutabakatla “uzak cins”e, tazammunla da “yakın cins”e delalet eder, bazen de tersi olur”.51 Mantıkçıların ‘en doğru tanım mutabakatla yakın cinse delalet edendir, çünkü o tanımlananın en özel (ehass) unsurudur ve daima en özel olan, daha temyiz edicidir’ şeklindeki görüşüne İbnTeymiyye, “temyiz mahiyetin tasvirinde tanımın iki unsurundan sadece daha özel olanı almak değildir, bilakis temyiz en mükemel olandır”52 diyerek özsel tanımı reddeder ve kelamcıların tanım anlayışının daha doğru olduğunu ifade eder. İbn Teymiye aslında bütün bu açıklamalara da gerek olmadığı düşüncesindedir. Zira ona göre, Peygamberimizin “her sarhoşluk veren hamrdır” (küllü müskirin hamrun) hadisinde olduğu gibi “hamr”, “sarhoşluk veren” için isimdir ve Allah katında o sıvı, katı, yiyecek veya içecek olsun eşittir. “Hamr” katı olsa da yense de, bütün müslümanların ittifakıyla “hamr”dır.53 Dolayısı ile İbn Teymiyye’nin düşüncesinde önemli olan yakın cins ve yakın ayırımı alarak tanımlamak değil, önemli olan ismin anlamını açıklayarak temyiz etmektir ve İslamın onun hakkkındaki hükmüdür. 2. Tanımda bütün ayırımların özsel olması gerektiği hususuyla ilgili İbn Teymiyye, Gazzâlî’nin “varlık ve vehim açısından mufârık (ayrı) olmayan lâzım (ayrılmayan ilinti) ile özsel son derece birbirlerine benzemektedir”54 sözünün doğru olduğunu ifade eder. Ona göre lâzım ile özsel arasında gerçeklikte bir fark yoktur, fark sadece vazi ve ıstılahi yöndendir. Mantıkçılar mantıki vaz ve mantıki ıstılah konusunda benzeyenleri birbirinden ayırdılar ve farklı olanları da eşitlediler. Mantıkçıların gerçek tanım sanatı olarak belirttikleri bu vazi anlayışın akla aykırı ve batıl olduğunu belirten İbn Teymiyye gerçeklerin vazi bir şekilde birbirinden ayrıldığında gerçeğin kendisine aykırı bir durumun meydana 50 İbn Teymiyye, age., ss. 49-50 İbn Teymiyye, age., s. 50. 52 İbn Teymiyye, ay. 53 İbn Teymiyye, ay. 54 Gazali, age., s. 412. 51 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 27 geleceğini söyler. Ona göre mantıkçıların varlıkta ve zihinde mahiyet için “özsel” ismi ve “lâzım” ismi ile yaptıkları ayırım dış dünyadaki gerçeklikte yoktur. Bu iki nitelik arasında yapılan ayrım vaz’a tabi olup itibaridir ve vaz edenin zihninde farzettiği bir tercihtir. Özsel ile lâzımın karıştırılmasının dış dünyada olan ile zihinde olanın birbirine çok benzemesinden kaynaklandığını belirten İbn Teymiyye’ye göre, insan bir şeyi tanımladığında örneğin “insan” “uyuyan, iradesi ile hareket eden, akıllı, his sahibi cisimdir” der. Bunlar insan teriminin manalarıdır. Onlar, her nekadar kendi başlarına bir manaları varsa da, insan teriminin cüzüdürler.55 Bu görüşleri ile İbn Teymiyye, Gazzâlî’nin endişesinin yerinde olmadığını ve ister özsel isterse lâzım kullanılsın veya ikisi birlikte kullanılsın tanımın gerçekleşeceğini ileri sürmektedir. Zira yukarıdaki tanımda “uyuyan” insan teriminin özsel niteliklerinden olmayıp lâzımıdır. 3. İbn Teymiyye “bütün özsel ayırımları almak” olan üçüncü zorluğun, yakın cinsi şart koşma zorluğu gibi olduğunu belirtir. Ona göre sadece ayırımla mahiyetin tasavvuru ifade edilmezken temyiz, ayırım olmaksızın elde edilir. Dolayısı ile Gazzâlî’nin bu şartı da vazi bir durumdur. Kelamcılar umum ve hususlukta birbirine eşit iki niteliğin bir araya getirilmesinin caiz olmadığı hususunda müttefiktirler. Bu yüzden tanımda iki “ayırım” birlikte kullanılamaz. Böyle bir tanım “hayvan”ı “his sahibi, iradesiyle hareket eden ve büyüyen cisim” şeklinde tanımlamak gibidir. Buradaki “his sahibi”ve “iradesiyle hareket eden” terimleri iki ayırımdır. Mantıkçılar onların zikrini şart koşarlarken kelamcılar ise tıpkı cinsle birlikte ayırımın da zikrini men ettikleri gibi iki ayırımın birlikte zikredilmesini yasaklarlar ve iki ayırımdan biri ile yetinmeyi emrederler.56 İbn Teymiyye bu hususta da iki ayırımdan birini zikretmenin yeterli olduğunu belirterek mantıkçıların aksine kelamcıların haklılığını ifade etmektedir. Fakat burada zikredilen ayırımlar özsel niteliktir, kelamcılar ise ilintisel nitelik olan hassayı zikrederler. Diğer bir husus ise şudur; mantık kitaplarında genel olarak tam özsel tanım için yakın cins ve yakın ayırım yeterli 55 56 İbn Teymiyye, age., ss. 50-51. İbn Teymiyye, ay. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Nazım Hasırcı 28 görülmekte olup, bütün ayırımların zikri şart koşulmamaktadır.57 Dolayısı ile Gazzâlî’nin ifade ettiği şartın bir zorunluluk olmadığı söylenebilir. 4. Ayırımın, türün mukavvimi ve cinsin bir alt bölümü olması durumunu ise İbn Teymiyye, yakın cins yerine uzak cinsi almak şeklinde görür ve bu durumun cinsi, yakın olan ayırımlara değil de uzak ayırımlara bölümlemek olduğunu ifade eder.58 Bu görüşü Gazzâlî de zaten bu şekilde açıklamaktadır. Gazzâlî’nin “sıralamaya özen göstermek tanım yapma sanat ve tekniğine bağlı kalmanın şartıdır. Fakat bunu yapabilmek son derece zordur”59 sözüne karşı İbn Teymiyye tanımın vazi, ısıtılahi gayri fıtri bir sanat olduğunu ifade eder. Ona göre tanım gerçek bilimsel durumlardan değildir. Yine tanım bir çok yerde varlığın aleyhine hususlar barındırmakta olup sarih akla aykırıdır. Bütün bunlardan dolayı mantıkçıların tanımı batıldır.60 İbn Teymiyye’nin bu şekilde mantıkçıların özsel tanım anlayışını bütünü ile reddetmesinin ve kelamcıların ilintisel tanım anlayışını kabul etmesinin bilimsel gerçeklere dayandığını söylemek çok zor gözükmektedir. Sonuç Gazzâlî mantığı basit bir alet olarak görmenin ötesine geçerek, kaynağını vahye dayandırmakta ve İslami ilimler dahil bütün ilimlerin metodu olarak kabul etmektedir. İbn Teymiye ise mantığın Yunan kaynaklı olduğunu ve ilim elde etmek için ona ihtiyaç bulunmadığını ileri sürmektedir. O müslüman filozofların hatalarının mantığı alet olarak kullanmaktan kaynaklandığını söylemekte, hem mantığı hem de mantıkçıları eleştirmektedir. İbn Teymiyye’nin Gazzâlî’ye yönelttiği eleştirilerin temelinde dini kaygıların bulunduğunu söylemek mümkündür. Zira İslamın ilk nesilleri, selef âlimleri mantığı kullanmamışlar, gerek tanım yapmada gerekse akıl yürütmede kendilerine ait ilim elde etme metotları geliştirmişlerdir. Bununla birlikte mantık sonradan İslam dünyasına girmiş olup Gazzâlî’nin çalışmaları sonucu bütün İslam alemine yayılmış ve İslami ilimlerde metot olarak kullanılmaya başlanmıştır. 57 Bkz. İbn Sina, İşaretler ve Tembihler, çev. Ali Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem Demirli, İstanbul, 2005, s. 16; Bingöl, Abdulkuddûs, Klasik Mantık’ın Tanım Teorisi, İstanbul, 1993, ss. 54-55, 72-76. 58 İbn Teymiyye, age., s. 51. 59 Gazzâlî, age., s. 414. 60 İbn Teymiyye, ay. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 29 Tanımda zorlanılan hususlarla ilgili eleştirinin ise İbn Teymiyye’nin tümel kavram anlayışında nominalizmi benimsemesinden kaynaklandığı söylenebilir. Zira nominalizme göre asıl olan dış dünyadaki fertlerdir ve tümel kavram sadece bir sesten ibarettir. Böyle bir anlayışta özsel, ilintisel, cins, tür, ayırım, hassa ve ilinti gibi kavramların fertlerin gerçekliği ile ilişkisinin olmadığı kabul edilir. Dolayısı ile tümel kavramlar tanımlanamaz, sadece tekiller tanımlanabilir. Mantıkta ise aksine tümel kavramlar tanımlanırken tekiller tanımlanamaz. Gazzâlî zikrettiği güçlüklerle tanım yapmada sıralamanın önemine dikkat çekmektedir. Tanımlamada bazı zorlukların olması doğru tanım yapılamayacağı anlamına gelmemektedir. Aksi taktirde tanım yapma kuralları ortaya konamaz, tanımlananın tam tasavvru elde edilemez ve sadece kelamcıların tanımları ile yetinilirdi. Bilimsel gerçekler bir kavramın tanımının yapılabildiğini göstermektedir. Mantığın Gazzâlî sonrası İslam dünyasına yayılması ve başta kelamcılar olmak üzere İslam âlimlerinin onu ilim elde etme metodu olarak kullanmaları İbn Teymiyye’nin gerek Gazzâlî’ye gerekse mantığa yönelttiği eleştirilerinde haklı olmadığını açık şekilde ortya koymaktadır. KAYNAKÇA Bingöl, Abdulkuddûs, Klasik Mantık’ın Tanım Teorisi, İstanbul, 1993. Çapak, İbrahim, Gazalî’nin Mantık Anlayışı, Ankara, 2005. Farabi, Mantığa Başlangıç (et-Tavti’atu fi’l-Mantık), Farabi’nin Bazı Mantık Eserleri, (Neşr. Mübahat Türker-Küyel), Ankara, 1990. ------------, Ebu Nasr Muhammed, İhsau’l-Ulûm (İlimlerin Sayımı), çev. Ahmet Ateş, İstanbul, 1989, Faruki, İsmail R., Bilginin İslâmileştirilmesi, çev. Fehmi Koru, İstanbul, 1995. el-Gamri, Afâf, Mantık inde İbn Teymiyye, Kahire, 2001. Gazzâlî, Ebu Hamid, Mi’yâru’l-ilm,( İlmin Ölçütü), çev. Ali Durusoy – Hasan Hacak, İstanbul, 2013. ------------, Hidayet Rehberi (el-Munkiz mine’d-dalâl), çev. Eyyüp Tanrıverdi – Nazım Hasırcı, İstanbul, 2012. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Nazım Hasırcı 30 ------------, el-Mustasfa (İslam Hukukunda Deliller ve Yorumlar Metodolojisi), çev, Yunus Apaydın, Kayseri, 1994. ------------, Felsefenin Temel İlkeleri (Makasıd El-Felasife), çev. Cemaleddin Erdemci, II. Basım, Ankara, 2002. ------------, el-Kıstasu’l-Müstakim, çev, Yaman Arıkan, İstanbul, 1971. İbn Sina, İşaretler ve Tembihler, çev. Ali Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem Demirli, İstanbul, 2005. ------------, en-Necat, thk. Muhyiddin Sabri el-Kürdi, Mısır, 1938. İbn Teymiyye, er-Redd ala’l-mantıkıyyin, thk. Refik el-Acem, Beyrut, 1993, c. I-II. -------------, Nakzu’l-mantık, thk. Muhammed Hamid Fikî, Kahire, 1951. --------------, Mecmu’ fetevâ, c. 9, Riyad, 1991. --------------, İbn Teymiyye Külliyatı, c. 3, çev. A. Önkal- M.S. Şimşek-İ. Sarmış, İstanbul, 1988. Suyuti, Savnu’l-mantık ve’l-kelâm an fenni’l-mantık ve’l-kelâm, thk. Ali Sami en-En-Neşşar, Kahire, 1947. Uludağ, Süleyman, “İbn Teymiyye’de Mantık Meselesi” İslami Araştırmalar, Sayı 4, Nisan 1987. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Gazzâlî’nin Mantık Anlayışına İbn Teymiyye Eleştirisi 31 INFORMATIVE ABSTRACT THE CRITIQUE OF IBN TAYMIYYA TO THE GHAZÂLÎ’S LOGIC UNDERSTANDING After Aristotle systematized the Logic it became basic reference of the scholars and his logic books was translated to the other languages, like Syriac, Arabic and Latin. Thus, logic has been learned in many places of the world widely and it is used as a way of getting scholarship. Logic which was started to translate to the Arabic in 8th century took its final form by Islamic Philosophers like Farabi, Avicenna. Ebu Hamid el- Gazzâlî provided the muslims’ acception of logic and extended it. However logic and logicians was subjected to some opposing views and was criticized in the Islamic world. Most critical opinions was expressed by Ibn Taymiyya among muslims. He wrote some books named er-Redd ala’l-mantıkıyyin and Nakzu’lmantık. As he refused the logic as a method of learning and also criticized the logicians in some respects. Gazzâlî is the most important person who was criticized by Ibn Taymiyya. Ghazâlî asserts that logic is the measure of the all disciplines and the only way of getting the correct data. He sees the logic is based on revelation and argues that the prophet and the previous prophets used this logic perception. He replaces some logic terms in Greek with el-mizan, el-kıstas which he picked from Koran in his books of logic. Beside this he draws attention to the troubling points on making definition and asserts that the Islamic theologians can not make a definition properly. As for Ibn Taymiyya argues that logic is foreign originated science and it can not be obtained any knowledge by logic and it underlies in muslims’ faults. Ibn Taymiyya state that Ghazâlî’s spreading the logic in Islamic world and verbalizing the greek words in logic with the words which he choosed from Koran is wrong. He is also gives evidence the Ghazâlî’s views about the problems of definition to faultiness of the logicians’ method of definition and asserts that the definition method of Islamic theologians is righter. Key Words: Logic, method, measurement, syllogism, definition, definition faults. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 ADALET KURAMLARI TARTIŞMASINDA J. RAWLS Aysel Demir Özet: Bu makalede, adalet ve adalet teorilerinin ne olduğu, birbirlerinden hangi niteliklerinden dolayı ayrı düştükleri üzerine belirlemeler yapılmıştır. Ayrıca, negatif özgürlüğün bizi normatif adalet kuramlarına yönlendirirken, pozitif özgürlüğün bizi sosyal adalet kuramlarına nasıl bağladığını göstererek, . Rawls’un bu iki teoriden pay alarak bir hak olarak adalet teorisini nasıl yapılandırdığı ve Rawls’un Bir Adalet Teorisi adlı eserinde bu iki teoriyi birleştirirken ne gibi açıklar verdiği gösterilmiştir. Anahtar Kelimeler: Adalet, Adalet kuramları, . Rawls IN DISCUSSION OF JUSTICE THEORIES: J. RAWLS Abstract: In this paper, I demonstrate what is justice and justice theories. I show that the justice theories how separate from each other. I explain that negative freedom give us to the normative justice theory, whereas positive freedom give us to the social justice theory. J. Rawls claims that he created a justice theory as fairness when he got the most important features from both the normative and social justice theories. However it seems that there are some gaps in his theory about creating a new justice theory. Key Words: Justice, Justice theories, J. Rawls. Yrd.Doç.Dr., Aksaray [email protected] Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, 34 Aysel Demir Adalet Kuramları Tartışmasında J. Rawls Bireyler, toplumsal yaşamda adalete her zaman ihtiyaç duymuşlardır. Bu anlamda, tarihsel süreçte adaletin uygulanması ile bireyler bazen hakkını kazanmış, uygulanamaması ile de bazen hakkını yitirmiş ve haklarına el konulmuştur. Bu bağlamda, adalet denince ilk akla gelen şey, hak arayışı olmuştur. Diğer bir ifadeyle hak, adaletin var olabilmesi için olmazsa olmaz bir ön koşuldur. Bireyler bir ihtiyaç olarak, hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını isterler ve dengeyi sağlayacak bir devlet gücüne ihtiyaç duyarlar. Bu bağlamda adil devlet, bireyler arası uyumun sağlanmasına ve herkese hak ettiği adil ortamı tarafsız bir biçimde sağlamakla yükümlüdür. Bireylerin, hak ve özgürlüklerinin eşit bir biçimde güvence altına alınması adil bir düzenin gerekliliğidir. Bu gerçekleşmediği zaman, bireyler haksızlıklarla karşı karşıya kalacak ve bir kaos ortamı oluşacak ve böylece devletin gücü de sarsıntıya uğrayacaktır. Adaleti sağlamada, özgürlük ve eşitlik yaşama geçirilmesi istenen, birbirlerini tamamlayan en temel niteliklerdir. Özgürlük ve eşitlik olmadığı sürece, adalet sadece bir söylem olarak kalır. Bununla birlikte, Adalet yaşama geçirilirken, bazen eşitlik bazen de da özgürlük çıkış noktası olarak karşımıza çıkar. Eşitlik ve özgürlüğün hangisinin öncelikli olması gerektiği tartışmaları farklı ideolojilerde anlam bulmuş, farklı adalet kuramlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eşitliğin önceliği sosyalist kuramları ortaya çıkarırken, özgürlüğün önceliği liberal kuramları beraberinde getirmiştir. Demokrasi de ise bu iki kavram, adaletin sağlanmasında önemli yer tutar. Bir hak olarak eşitliğe baktığımızda, yaşamda hak ve özgürlükler bakımından her bireyin aynı konum ve değerde olduğunu, bireyler arasında herhangi bir ayrımın olmadığını görürüz. Ahlaki anlamda eşitlik; insanın insan olması bakımından ortaya çıkan değere vurgu yaparak, bu değerin herkes için eşit olması gerektiğini düşünür. Siyasi anlamda eşitlik; siyasal hakların bireylere eşit olarak verilmesi ve yasalar önünde herkesin eşit olmasına vurgu yaparken, ekonomik eşitlik; bireylerin refahtan eşit oranda pay almasına işaret etmektedir (Thompson, 1992: 77). Özgürlük kavramı, negatif ve pozitif özgürlük olarak ayrıştırıldığında, negatif özgürlük, kişinin davranışının kendince belirlendiği, kişiye dışarıdan bir SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Adalet Kuramları Tartışmasında J. Rawls 35 müdahalenin olmadığı bir alanda seçme ve eyleme olanağı olarak anlamlandırır (Berlin,1997: 393). Negatif özgürlüğü savunanlar, her türlü baskı ve zorlamaya karşı çıkarlar, bireysel haklar her şeyin önündedir (Sen, 1999: 65-67). Dolayısıyla negatif özgürlük anlamını devlette değil, özgürlüğün egemen olduğu bir alanda bulacaktır. Bireyi öncel alan bu özgürlük türü, minimal devletten yana olan liberalizmin temelini oluşturur. Pozitif özgürlük ise, toplumsal ve siyasal haklar çerçevesinde belirlenmiş yapıya, kişinin katılımını sağlamak olarak belirlenir (Berlin,1958: 8). Pozitif özgürlük, bir şey yapma konusundaki özgürlüktür. Pozitif özgürlük kavrayışını ise Kant, Rousseau ve Marx gibi siyaset düşünürle karşımıza çıkar. Burada verilen negatif ve pozitif özgürlük ayrımı bize normatif adalet ve sosyal adalet anlayışlarını verir. Bu bağlamda bu adalet anlayışlarını irdelemek yerinde olacaktır. Normatif Adalet Biçimsel bir adalet türü olan normatif adalette, eylemin içeriğinden çok yapılış biçimi önemlidir. Birey, verilen kurallara uyduğu sürece adaletten pay alacaktır. Bu bağlamda, normatif adaletin bireylerin kurallar çerçevesinde eylemesiyle ilgilendiği görülür. Kurallar süreci olarak adalet türü kendine temel değer olarak özgürlüğü alır. Buna göre, Normatif Adalet Kuramı; bireylerin soyut olarak hak ve özgürlüklere sahip olması düşüncesi ve yeterli olanakları bulunan bireylerin özgür olacakları, dolayısıyla da formel hakları kullanacakları düşüncelerini içinde barındırmaktadır (Thompson, 1992: 145). “Adaletin içeriği olmaz, biçimi olur” düşüncesinin bir ürünü olan normatif adalet, özellikle temel değeri özgürlük olan Liberalizm’i savunan . Locke, D. Hume, I. Kant’ın yanında, F. Hayek ve R.Nozick ve bir anlamda . Rawls tarafından kendi teorilerini oluşturmakta kullanılmaktadır (Demir, 2012: 36). Normatif adaletin etkisi en fazla Kant’ın ahlak felsefesinde, akılsal ve evrensel olarak yapılandırılmış formüllerle kendini göstermektedir. Kant’a göre, eylemi ahlaklı yapan şey; eylemin içeriği değil, eylemin yapılma biçimidir. Kant, ahlak anlayışında, herhangi bir amaçla yapılan eylemi, dışarıdan yönlendirildiği için koşullu buyruk olarak yorumlamakta ve onları ahlaki bulmamaktadır (Kant, 1995a: 29-32). Eylem, çıkarsız olarak sadece saf akıl SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 36 Aysel Demir tarafından belirlenen iyi istençle, bir ödev olarak gerçekleştiriliyorsa, evrensel yasaya uygun olur ve ahlaki alan olan koşulsuz buyruk içinde yer alır.1 Kant, bu normatif yapıyı kendi ahlak felsefesine uygular. Ancak, normatif yapıyı kendi siyaset alanına uygulama aşamasında, bu adalet türü dışsallaşır ve içerik kazanır. Böylece biçimselliğini ve ahlaki anlamını yitirir. Temel yapıyı incelediğinde, hukuk yasalarının ahlak yasaları gibi formel olmadığı görülür.2 Bu temelde Kant, dışsal bir yükümlülüğün ifade edilişini “hukuki yasa”, içsel yükümlülüğün ifade edilişini de “ahlaki yasa” olarak yorumlamaktadır. Buradaki temel ayrım noktası; “yasa” düşüncesinin farklı yönlerden, bireyin içsel, devletin dışsal zorlaması biçiminde algılanıyor olması gibi gözükmektedir. Kant, eylemi ahlaki kılan yasayı belirlemede “motiv” durumunu öne çıkarır ki gerçekte bu motiv(asyon), eylemlerin ahlaki mi yoksa yasal, hukuksal mı olduğunu bize göstermektedir. Buna göre, ahlaki yasa koyucu ödev motivini kendi içinde barındırmaktadır. (Guyer, 2005: 291) Oysa, hukuki yasa koyucu yasayı yaparken böyle bir ödev motivini göz önünde bulundurmaz, daha çok dışarıdan zorlama olayına bakar. “Hukuk kavramı zorlama kavramının hazırlayıcısı ve ön koşuludur. Kant’a göre, hukuksal görevi ahlaksal görevden ayıran da budur” (Cassier, 1996: 421). Bir başka deyişle, ‘hak’ kavramı söz konusu olduğunda, motiv saf dışı kalır. “Hak ilkesi, eylemlerimizin başkalarının eyleme özgürlüğünü kısıtlamaması koşulunu getirir, bu koşulu yerine getirirken hangi motivasyonlarla hareket ettiğini önemsemez (Guyer, 2005b: 46). Kısaca motiv, ahlaksal ve hukuksal görev arasında bir ayrım noktası olarak ortaya çıkar. Sosyal Adalet Sosyal adalet türünün amacı; her bireyin ihtiyaçlarını karşılayarak onların topluma eşit oranda katılımını sağlamak, toplumdaki tüm sosyal değerleri adil olarak dağıtmak ve toplum ile onu oluşturan bireyler arasındaki ilişkileri nesnel ihtiyaçlar bağlamında eşit bir biçimde düzenlemektir (Barry, 2000: 150). Adaletin en somut biçimde gerçekleştirilmesini kendine temel alan sosyal adalet; kanunlar karşısında herkesin eşitliği ilkesini temel alarak, toplumda mal ve hizmetlerin, fırsatların eşit ve adil bir biçimde nasıl dağıtılacağı ile ilgilenir 1 Ayrıca Kant için, yapılan eylemin “ahlak yasasına uygun olması yetmez, aynı zamanda ahlak yasasının uğruna da yapılmış olması” gerekmektedir (Kant, 1995a: 5). 2 Bununla birlikte, Kant’ın hukuk kuramı gibi içerikli bir kuramın, formel olan ahlak sisteminden türetilmesi de zihinleri zorlayan bazı soru işaretlerini ve aynı zamanda sentetik bir yapıdan analitik bir yapının nasıl türetileceği ve ahlaki kişilikle siyasi kişiliğin nasıl örtüşeceği gibi sorunları da beraberinde getirir. Zihinlerde, “analitik bir önermeyi sentetik bir önermeden türetmek ne derece uygundur?” sorusu uyanır. Bu gerçektende bir sorundur, çünkü normal koşullarda analitik önermenin kendisinin dışında başka hiçbir kaynağı yoktur. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Adalet Kuramları Tartışmasında J. Rawls 37 (Miller, 1999: 8-11) ve toplumun her üyesinin aynı eşit temel haklara, olanaklara sahip olması gerektiğine işaret etmektedir. Bu bağlamda, insan haklarına saygı, insanca yaşam koşulları, istihdam olanakları ve ekonomik güvence gibi kavramlar sosyal adaletin gerçekleştirmek istediği niteliklerdir. Sosyal adalet kuramları, toplumun gerek ekonomik gerekse siyasal alanda yeniden düzenlenmesini ve sosyal adaletin gerçekleştirilmesini “ortak iyi” üzerinden talep etmektedirler. Bu anlamda, kişiler tek başlarına değil, toplumun bir üyesi olarak eşit hak ve özgürlüklere sahiptirler. Bu adalet türü, üretim sürecinde ve üretim sonrasında paylaşımın mümkün olduğu kadar topluma yayılması ve sosyal tabakalar arasında aşırı farklılaşmanın önüne geçmek için gerekli önlemlerin alınması olarak değerlendirilebilir (Topakkaya, 2006: 97). Kısaca sosyal adalet, ekonomik üretimin adil ve eşit dağıtımıyla ilgilenir. Buna göre bireyler, kaynakların dağıtımında sahip oldukları üretim araçlarıyla ekonomiye yaptıkları katkı oranında pay alacaklardır. Herkesin ihtiyacıyla uyumlu olan ekonomik bir dağıtım adildir ve devlet, sosyo-ekonomik durumun düzeltilmesinde dağıtımı gerçekleştiren tek aracı kurumdur. Bu bağlamda, sosyal ve ekonomik adaletin egemen olduğu devlet, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin yol açtığı sınıfsal farkları ortadan kaldıracaktır. Bu sosyal adalet üzerine ifade edilenler ışığında, sosyal adalet kuramlarının normatif adaletten oldukça farklı bir niteliğe sahip olduğu açıkça görülür (Barry, 2000: 148). Normatif adaletten farklı olarak sosyal adalet, bireylere ve sosyal tabakalara somut anlamda, elle tutulur bir şekilde nelerin sağlanabileceği konusu ile ilgilenmektedir. Bu bağlamda, sosyal adalet kuramları; normatif adalet kuramlarını fazlasıyla biçimsel ve soyut bularak, normatif adalette yer alan kural temelinde gerçekleştirilmesi istenen bir düzenin, biçimsel olarak yerinde sayacağını iddia etmektedirler, çünkü bireyin soyut hak ve özgürlüklere sahip olması, uygulamaya geçirilmediği sürece bir anlam ifade etmemektedir. Normatif adalet gibi formel kuramlar içeriksiz olup sadece biçimle ilgilenir. Ayrıca, negatif özgürlük anlayışından yola çıkarlar ve bu negatif özgürlük, onları liberalizm aşamasına götürür. Oysa, sosyal adalet kuramlarının temel aldığı yapıya göre, bir adalet kuramının içeriksiz olması asla mümkün değildir ve mümkün olmamalıdır da! Buna göre sosyal adalet kuramları, negatif özgürlükle değil, pozitif özgürlükle yola çıkarak adalet kuramlarını SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 38 Aysel Demir temellendirmektedirler ki bu da onları, sosyalist bir aşamaya götürmektedir (Demir, 2012: 35). Düzeltici, Dağıtıcı ve Refah Devletçi Sosyal Adalet Aristoteles Nikamakhos’a Etik V. Bölümde hak olarak adaleti, düzeltici ve dağıtıcı adalet olarak ayırıp, onların yapılanmasını eşitlik kavramı etrafında tartışmaktadır. Düzeltici adalet, daha çok hukuksal haklara işaret eder ve bu adalet, hukuki ilişkilerde tarafların eşit muamele görmesini gerektirir. Düzeltici adalette, hatayı yapanın hatasını göstermek, yaptığı hatanın sonuçlarına katlanmasını sağlamak, bunun için de ceza vermek esastır. Düzeltici adalette dikkate alınan; bireyin kendi eylemiyle yol açtığı sonuçtur. Burada, eylemin yol açtığı fayda veya zararla bağlantılı olarak dengeyi aritmetik orta sağlamaktadır (Aristoteles, 1998: 95). Kısaca düzeltici adalette; düzeltilmesi gereken bozulmuş bir durum, bu duruma taraf olan en az iki kişi ve bu iki kişinin eylemlerinin sonucunda ortaya çıkan eşitsizliği çözecek adil bir yargıca ihtiyaç vardır. Dağıtıcı adalet ise toplum içinde yer alan bölüştürülebilir niteliklerin, herkesin yeteneğine ve toplum içindeki statüsüne göre dağıtılması olarak nitelenir. Aristoteles, insanların konumlarının değerini belirleyen şeyin; onların ortak yaşama katkıları olduğunu ve yaşama yaptıkları bu katkı oranında pay aldıklarını belirtir. Dağıtıcı adalette, bir şeyin dağıtımı hakka, onun eşit dağıtımı da hakkaniyete işaret etmektedir. Aristoteles, dağıtıcı adalette dengeyi geometrik orta yöntemiyle çözmektedir. Geometrik ortanın özünde, eşitlik bulunur ama bu eşitlik, hem kişilerin hem de şeylerin durumuna bağlı olarak ortaya çıkan göreceli bir eşitliktir (Aristoteles, 1998: 95). Geometrik orta aracılığıyla yapılan dağıtım, kişi veya şeylerin değerine göre yapılacaktır. Bu bağlamda, dağıtıcı adaletin her konuda herkese eşit dağıtım yapılması gerektiği gibi bir düşüncesi yoktur, burada herkes bulunduğu duruma göre payını almaktadır. Bir başka ifadeyle, burada, eşit olanlara eşit muamele, eşit olmayanlara ise farklı muamele yapılmaktadır. Kısaca dağıtım, tarafların durumuna göre göreli olarak değişmektedir. Bu noktada Rawls’a baktığımızda, bir hak olarak adalet kuramını kurarken Aristoteles’in bu adalet yapılandırmalarını kullandığını görürüz. Aristoteles’in eşitlik kavramıyla ilişkilendirdiği dağıtıcı adalet ile hak SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Adalet Kuramları Tartışmasında J. Rawls 39 kavramıyla ilişkilendirdiği düzeltici adalet ayrımı, Rawls’un kendi hak olarak adalet kuramını kurmada yol gösterici bir nitelik taşır.3 Sosyal adaletin en temel ayrımları içinde yer alan düzeltici, dağıtıcı adalet türleri Rawls’ın normatif adaletten ayrıldığı noktayı bize vermektedir. Rawls, Aristoteles’in daha spesifik bir anlamda adaleti tanımladığını, onun yaptığı belirlemelerin kişiye ait şeylerle ilgili olduğunu, böyle hakların kendisinin sözünü ettiği sosyal kurumlardan ve onların ortaya çıkardığı beklentilerden ayrıldığını ifade etmektedir (Rawls, 1971: 10). Dağıtıcı adalet kuramları; herkese ihtiyacına göre, değerine göre, hak ettiğine göre, çalışmasına göre şekillenmektedir. Devletin sosyal hakları gerçekleştirilmesine olanak sağlayacak şekilde sınırlı müdahalelerde bulunması, bizi Rawls’un savunduğu refah devletçi sosyal adalet anlayışına götürecek, bu durum da sınırlı müdahaleler ise dağıtıcı adaletin ortaya çıkmasına ortam hazırlayacaktır. Dağıtıcı adalet, kamusal alanda devlet aracılığıyla uygulanmaktadır. Devlet, herkese payına düşeni verir ve bireyler de yetenek ve konumlarına göre devlete karşı ödevlerini yerine getirirler. Bu, Aristotelesçi dağıtıcı adaletin bir gereğidir (Güriz, 2001: 8). Refah devletçi sosyal adalet, bütünsel değil, kısmi bir dağıtımın olması gerektiğini düşünür. Dolayısıyla, bu da bizi yeterince adil olmayan bir adalet kuramına götürmektedir. Normatif Adalet ve Sosyal Adalet Tartışmasında Rawls’un Yeri Ralws’un hak olarak adalet kuramını yapılandırırken, hem normatif adaletten pay almaya çalışması hem de sosyal adaletçi refah devletine yönelmesi, onun tam olarak hangi adalet kuramı içinde yer alacağı tartışmalarını iyice alevlendirmiştir. Bir Adalet Kuramı adlı eserinde Rawls’un, özellikle ikinci adalet prensibi olan fark prensibi temelinde, ekonomik ve sosyal kurumlarda yapacağı dağıtım temelli bir düzenlemenin, refah devletine yol açıcı bir nitelikte olduğu ve bu noktada, iyi düzenlenmiş kurumlar aracılığıyla refah toplumu yaratmayı 3 Bununla birlikte Aristoteles, kendi anlayışında daha çok bireyin haksız kazancı üzerine belirleme yaparken, Rawls; toplumun temel yapısı olan dağıtıcı adaleti kendisine konu alır ve adaletin dağıtıcı ve düzenleyici kurumlarıyla ilgili olan özel adaleti nasıl anlamamız gerektiğini bize gösterir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 40 Aysel Demir amaçladığı açıkça görülmektedir. Hatta Bir Adalet Kuramı adlı eserinde bulunan, “adaletin başta gelen konusu; belli başlı sosyal kurumların temel hak ve görevleri dağıtmak ve sosyal işbirliğinden doğan avantajların bölüşümünü belirleme tarzıdır” (Rawls, 1971:19) vurgulaması da bu düşüncenin bir göstergesi olarak karşımıza gelir. Bununla birlikte, daha öncede belirtildiği üzere, Rawls’un hak olarak adalet anlayışı, Kant’tan aldığı hak ve özgürlüklerin biçimsel yapılanışı ile normatif adalet niteliklerini taşımaktadır. Ancak burada, Rawls’u Kant’tan ayıran en temel nitelik; Rawls’un, Kant’tan aldığı bu kurallar sürecine sahip olan yapıya içerik kazandırmaya çalışması ve bunu, belli değerlerle ilişkili bir normatif adalet olarak sunmasıdır. Rawls, yeniden dağıtımcı niteliği ve eşitlikçi olma çabası ile kendini sosyal adalete bağlamaktadır. Ancak Rawls’un Bir Adalet Kuramı adlı eserinde , sosyal adalet terimi yerine daha çok dağıtıcı adalet terimini kullandığı ve fark prensibiyle kendisini yeniden dağıtımcı yapan bir kazanım dağıtımından söz ettiği görülmektedir. Onun dağıtıcı adaleti, daha çok kurumların adaletiyle ilgili olup, bireyler arası adaletten önce gelmektedir (Schimidz, 2005: 160). Rawls, bu düşüncesiyle liberallerin büyük oranda tepkisini çekmektedir. Rawls, eşitliğin tam olarak gerçekleşmese de bir dengeye girmesi için dağıtıcı adalete öncelik tanımaktadır, çünkü ona göre, temel sorunlardan birisi insanın doğuştan yetenekleri ve sonradan fazlasıyla kazandığı haklardır. Bu haklar; aileden de gelebilir, bireyler bunu fazlasıyla çalışarak da elde edebilir. Bu eşitsizlikten, bu haksız elde edinimlerden, ancak ve ancak kazanılanların bu yetenek ve kazanımlara sahip olmayan kişilerle paylaşılması ile kurtulabileceğimizi iddia etmektedir. Kısaca Rawls, insanların doğal şanslarla elde ettiklerinin toplumun ve devletin temel yapısını etkilememesi gerektiğini düşünmektedir. (Demir, 2012: 45) Bu düşüncesinde adil bir eşitliğin sağlanması bakımından haklı gibi gözükmektedir. Sosyal adalet kuramı içinde, dağıtıcı adalet kuramları; herkese ihtiyacına göre, değerine göre, hak ettiğine göre, çalışmasına göre, anlaşmasına göre ayrımlanır. Rawls’un adalet kuramı, normatif adaletin özelliklerini gösterse de, sosyal adalette yeri olan dağıtıcı adalet kuramının, ikinci prensip bağlamında ‘ihtiyaca göre’ olan kurama daha yakın olduğu düşünülmektedir. Bu kuram ise eşitlikçi olma niteliğiyle diğer sosyal adalet kuramlarından ayrılmaktadır, çünkü Rawls, Bir Adalet Kuramı adlı eserinde, sözünü ettiği birincil iyiler düşüncesinde, temel ihtiyaçlar kavramına özellikle yer vermektedir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Adalet Kuramları Tartışmasında J. Rawls 41 Rawls’a göre, özgürlük, gelir, refah, saygınlık, kendine saygı gibi birincil temel iyiler olarak nitelendirilen ihtiyaçların karşılanması esastır (Rawls, 1971: 50). Rawls’un ihtiyaca dayanan kuramının eşitliği savunmasının temel nedeni; bütün bireylerin insani değerlerinin eşit olduğu düşüncesini savunmasından kaynaklanmaktadır. Eseri incelendiği zaman, Rawls’un burada gerçekte her türlü ihtiyaçtan değil, sadece vatandaş olmaktan kaynaklanan ihtiyaçlardan söz ettiği açıkça görülmektedir. Bu ihtiyaçlar da birincil değerler olarak temel kurumlara yansıtılmaktadır. Sonuç olarak, adalet kuramları en temel anlamda normatif adalet ve sosyal adalet ve onun alt kuramları şekilde biçimlenirken Rawls, Bir Adalet Kuramı adlı eserinde ortaya koyduğu hak olarak adalet kuramında, kurallar süreci olarak adalet ile sosyal adaletin karma bir birleşimini gerçekleştirmek istemektedir. Bu çabasında haklı olduğu kadar ortaya koyduğu bir hak olarak adalet düşüncesini temellendirmede fazlasıyla açıklar vermiştir. Bununla birlikte, kurallar süreci olarak adaleti ve genel anlamda sosyal adaletin bazı temel niteliklerini alarak onları bir potada eritmeye çalışması, ne olursa olsun onun hala tartışılıyor olmasının temel nedenidir. REFERANSLAR Aristoteles, (1998) Nikomakos’a Etik, V. Kitap, Çev. Saffet Babür, Ayraç Yayınevi, Ankara Barry, N. P.,(2000), Modern Political Theory, New York: Palgrave Pres. Berlin, I., (1997), Two Concepts of Liberty, Contemporary Political Philosophy: An Anthology (içinde), Ed: P.Pettit and R.E. Goodin, Oxford: Blackbell, 390398 Cassirer, E., (1996). Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: D. Özlem, İstanbul: İnkılap Yayınları. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 42 Aysel Demir Demir, Aysel, 2012, John Rawls ve Dağıtıcı Adalet Kuramı, Eleştirel Bir Yaklaşım”, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Guyer, P., (2005b). Kant’s System of Nature and Freedom Selected Essays, Oxford: Clarendon Press. Güriz, A., (2001). Adalet Kavramının Belirsizliği, Adalet Kavramı Bildirileri, Der: A. Güriz, Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara Hunt, D., (2007). Aristotele’s Theory of Justice As The Basis of Rawls’s Justice As Fairness, Flinders www.dspace.flinders.edu.au University, erişim: 10.5.2012, Kant, I., (1995). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev:İ. Kuçuradi, Ankara: Felsefe Kurumu Yayınları. Rawls, J., (1971). A Theory of Justice, USA: Harvard University Press. Schmidtz, D., (2005). The Right to Distribute Social Philosophy & Policy Foundation. USA, pp. 148-177 Sen, A., (1999). Development as Freedom, Oxford university pres, Oxford Thopson, J., (1992). Justice and World Order, London and New York: Routledge. Topakkaya, A., (2006). “Bir Söylem Olarak Sosyal Adalet Kavramı”, Erciyes Ünv. Hukuk Fak.Dergisi, Cilt:I, Sayı:2, s.97-111. Miller, D., (1999). The Principles of Social Justice, Harvard University Pres. USA. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 TÜRKİYE’DE ŞEHİRLEŞME, KADIN VE DİN ÇALIŞMALARI Esra Aslan Özet: Türkiye’de kentleşme tarihi ile ilgili çalışmalar, sürecin ilk dönemi olan 1950 sonrası için kadın cinsi açısından görünmezdir. 80’li yıllarda başlayan ikinci şehirleşme sürecinde ise kadınlar, birer fail olmaktan ziyade aile ve entegrasyon merkezli yaklaşımların bir nesnesi olarak geçer. 90’lı yıllardan sonra deneyimleri ve yaşadıkları dönüşümler temelinde konu edilen kadınlar, şehirli olma ve sosyal değişimin kadına özgü niteliklerini yansıtırken kurulu iktidar ve cinsiyet düzeninin temelleri ve bu temellerin modern kent hayatı ile yaşadığı yüzleşmelerle ilgili önemli veriler de sunmuş olurlar. Geleneksel toplum yapısına içkin cinsiyet ve kadınlık halleri bağlamında şehirde yaşanan karşılaşmalar, kentsel değişim çalışmalarının önemli bir ayağını oluştururken kırsal yapının bir diğer önemli parçası olan dini hayat alanını da inceleme ihtiyacını beraberinde getirir. Bu çalışma kırdan şehre taşınan kadınlığa özgü kentsel tecrübelerin mevcut çalışmalar üzerinden kısa bir künyesini sunmayı amaçlarken buna şehirli kadını dini hayat üzerinden değerlendiren çalışmaları da eklemiştir. Anahtar Kelimeler: Kadın, toplumsal cinsiyet, şehirleşme, dindarlık, sosyal değişme. URBANIZATION, WOMEN AND RELIGIOUS STUDIES IN TURKEY Abstract: The studies related Turkey’s urbanization history is invisible with regards to the women from the point of 1950’s which is the first part of this process. As for the second period which was held during 1980’s, women were discussed as a object of family or integration based approachments. Women who have been studied with regards to their experiences and life transformations, of being urbanized and reflecting women-specific features of social change, since the 1990s have also been studied with regard to power structures and the gender order, in which their modern urban life has been rooted. As the encounterings at the urban area in the contex of gender and womanhood poses which are immanent in the social structure are the important part of urban studies, it brings about the necessity of examination of religious life which is another significant part of rural system. This study aims to represent the short story of women-spesific urban experiences through the present studies with the studies analyzing urban women about their religious life. Key Words: Women, gender, urbanization, religiosity, social change. Dr. Dicle Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Din Sosyolojisi ABD. 44 Esra Aslan Giriş Şehirleşme, şehre göç yanında günlük hayatı organize etme ve sürdürme stratejilerinden üretim biçimlerine kadar birçok şeyi değiştiren sarsıcı bir süreçler toplamıdır. Süreç içerisinde aile bir ekonomik üretim birimi olmaktan çıkarak daha çok bir dinlenme ve istirahat alanı haline gelirken yaş, cinsiyet ve akrabalık etrafında örgütlenen topluluk yapısı kırılmaya uğrayarak daha birey merkezli bir yapıya doğru evrilmeye başlar. Kent yaşamı ailenin işleyişi ve onunla bağlantılı cinsiyet düzeninde yarattığı değişimler yanında eğitim, iş hayatı, yerleşim biçimi, moda ve tüketim araçları yoluyla meydana getirdiği farklılaşmalar yoluyla hem erkekler hem de kadınlar için birbirinden farklı deneyimler anlamına gelir. Bu çerçevede göçün ardından şehre gelen kadınlar için ekonomik ve kültürel uyum hem kendi bireysel hayatları hem de aileleri üzerinden, çift yönlü etkileşimler ekseninde düşünüldüğünde şehirleşme çalışmaları açısından önemli bir kaynak haline gelir. Bu çalışma Türkiye’nin şehirleşme deneyiminin, değişim ve dini hayat açılarından kadınlar için ifade ettiği anlamları bu yönde yapılmış çalışmalar üzerinden takip etmeyi amaçlıyor. 1. Türkiye’de Şehirleşme Ve Kadın Çalışmaları Türkiye’de şehirleşme ve kadın üzerine yapılan çalışmaların çoğunluğu genellikle iç göç ve onun doğurduğu problemlerle ilgilidir. 1950’li yıllardan itibaren yaşanmaya başlayan iç göç dolayısıyla, kentleşme süreci ile ilgili çalışmalar kentin yeni halini daha çok gecekondulaşma ve niteliksiz erkek gücü bağlamında ele almıştır. 80’lerden itibaren başlayan ve 90’larda devam eden göç çalışmalarında ise kadın deneyimleri daha çok sağlık, aile ve işgücü bağlamında ele alınmış, cinsiyet farklılıklarına dayalı deneyimlere ise pek değinilmemiştir.1 Son dönem çalışmalarda, göç sürecinin kimi kadınlar için beraberinde getirdiği şartlardan bahsedilirken, kadınların kültürel nedenlerle yabancı bir ortamdaki hareket özgürlüklerinin giderek kısıtlanması, erkeklere oranla iş gücü piyasalarına katılımlarının daha zor olması nedeniyle ‘ev kadını’ rolünü eskisine oranla daha fazla benimsemek zorunda kalmaları şeklinde bir ‘ev kadınlaşma’ süreci yaşadıkları üzerinde durulur. Sibel Kalaycıoğlu, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinden Ankara’ya göç etmiş olan aileler üzerine yaptığı bir araştırmada, kente göç eden kadının işgücü pazarından çekilmek zorunda kaldığını, zira kadının kentte çalışmasının ev dışında gelir getiren bir işe girmesi anlamına geldiğini ve bunun eşleri ya da aileleri tarafından ‘uygun’ 1 Pınar İlkkaracan ve İpek İlkkaracan, “1990’lar Türkiyesinde Kadın ve Göç”, Oya Baydar (Ed.), 75 Yılda Köylerden Şehirlere içinde, İstanbul: İş Bankası, 1998, s. 2. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 45 görülmediğini belirtmiştir.2 Ümraniye’de yapılan bir araştırmada ise, ‘ev kadınlaşma’ tezinin İstanbul’a göç etmiş kadınların aşağı yukarı yarısı için geçerli olduğu, ancak aynı oranda kadın için kente göçün, ev kadınlığından çalışma yaşamına geçişi beraberinde getirdiği görülüyor.3 Göçün ilk dönemleri için geçerli olabilecek bu durumun; kente gelen ilk kuşak için, sahip oldukları imkânlar ve içinde bulundukları koşullar düşünüldüğünde daha çok geçerli olabilecek bir pozisyon olduğu söylenebilir. Kente gelmiş erkeklerin yeni mekânlarında algıladıkları sorunlar, ekonomik sıkıntılar, gerekli kaynaklara sahip olmadıklarında toplumsal statüyü koruma ya da kazanma zorluğu ile bağlantılıyken, aile ve ev içi ilişkileri düzenleme görevini genellikle üzerlerine alan kadınlar için göç edilen mekândaki sorunlar çoğunlukla aileye ilişkindir. Göç edilen yerdeki iş, eğitim olanakları gibi mevcut kaynakların kadınlara açık olup olmaması, toplumun kadınlara yaklaşımı, ev içi yaşamın niteliğinde yaşanan değişiklikler (örneğin geniş ailenin geride kalması ile çocuk bakımı ve ev işlerinin yeni mekânda tamamen kadının üstüne yıkılması) göç etmiş kadınların yeni çevrelerine uyumlarını olumlu veya olumsuz etkileyen ana etkenleri oluşturuyor. Tahire Erman, kırdan-kente ekonomik göç sürecine katılan kadınlar ile yaptığı bir çalışmada Türkiye’deki köylü kadınların çoğunun şehirde yaşamayı kırsal alanda yaşamaya tercih ettiklerini belirtiyor. Erman’ın iddiasına göre, köyde kadınların eşleri ve eşlerinin aileleri için yapmak zorunda oldukları zor ve değeri takdir edilmeyen iş yükü ve geniş aile veya köy çevresinin kadın ve özellikle gelinler üzerindeki baskısı göz önüne alındığında, Türkiye’deki köylü kadın için şehirdeki yaşam tercih edilir oluyor. Şehirde, çekirdek aile olarak yaşama şansı, kadının ev içi yaşamı organize etme görevini üstlenmesini getirdiğinden kadının bağımsızlığını da bir taraftan arttıran bir işlev görüyor.4 En azından daha sonraki dönemlerinde kendisinin veya kız çocuklarının daha rahat ve bağımsız yaşayabilmelerine bir zemin veya imkân sağlamış oluyor. Özellikle 70’lerden sonra içgöçün yarattığı toplumsal değişimin kadınlar üzerindeki etkilerine vurgu yapmaya başlayan çalışmalarda, teknoloji ve pazarın 2 Sibel Kalaycıoğlu, “Göçmenlerde Sosyal Hareketlilik ile İlgili Beklentilerin Din Görüşü ve Cinsiyete Göre Farklılaşması: Ankara’dan bir Örneklem”, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, Mersin: Sosyoloji Derneği Yaynı, No.5, 1996, s. 264-270. 3 İlkkaracan ve İlkkaracan, s.308. 4 Tahire Erman, “The Meaning of City Living for Rural Migrant Women and Their Role in Migration: The Case of Turkey”, Women’s Studies İnternational Forum, Vol.20, No.2, 1997, s. 263-273. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 46 Esra Aslan kırsal alana da yayılarak yaşam biçimlerini değiştirmeye başlaması ve buna bağlı olarak kadınların da toplumsal statülerine yansımaya başlayan değişimlere değinilir. Buna göre erkeklerin mutlak otorite ilişkisi çözülmüş, evlilik konusunda bireysel tercihler de devreye girebilmiş ve genç kadınlar arasında kendi kendine belirlenen tüketim kalıplarıyla yatırım biçimleri görülmeye başlamış, tüketim gösterişçi tüketime dönüşmüştür. Tarımsal üretim alanından kopan kadınlar, evde gıda ve giyim üretimine katıldıkları için şehir yaşamının davranış biçimlerini taklit etmeye başlamışlardır. Böylece de daha çok kabul günlerine katıldıkları, daha fazla mevlit gibi törenleri izledikleri gözlenmiştir. Bunlara bağlı olarak Nermin Abadan Unat, evdeki zamanı çoğalan ev kadınının örtünme ve erkeklerle ilişki kurma ihtimalinin azaldığı, kırsaldaki görece esnek davranma ve ilişki kurma biçimlerinin katılaştığını söyler. Çünkü şehirleşme imkânı arttıkça kamusal alan vurgusu çoğalmakta ve kadının mevcut haliyle de işgücü imkânı azalmakta, bu haliyle evde geçirdiği vakti çoğalan kadın, diğer kadınlarla bir araya gelme yollarını bu kabul günleri sayesinde yakalamaktadır.5 Türkiye’de geleneksel kadın yaşamında bu türde, akraba, arkadaş ve komşu gibi birincil gruplara yöneliş ve kadın kadına vakit geçirme durumu yaygındır. Sosyal ve coğrafi hareketliliğin yaygın olduğu ortamlarda ise kadının bu türden ilişkileri sürdürmesinin zorlaştığı söylenebilir.6 Sözgelimi, iş hayatına katılmak, genellikle alt sınıflarda rastlanabilen ve herhangi bir beklenti içermeyen, şöyle bir geçerken uğramak şeklinde gerçekleşen ziyaretlerin imkânını da ortadan kaldırarak ayarlanmış törensel toplantıları mümkün hale getirmektedir.7 Bu anlamda ifşa etme ve beklenti içermesi yönleriyle çeşitli dini cemaat toplantıları ve mevlit törenleri de kadın için dışarı çıkmayı meşrulaştırmanın bir yolu olmuştur.8 Elbette kadınların deneyimleri; göçün tipi, göç edenin sosyo-ekonomik statüsü ve aile yapısı, geride bırakılan mekân ile taşınılan mekânlardaki kültür, sosyal ve ekonomik yapı gibi pek çok etkene bağlı olarak çeşitlenmiştir. Bu yüzden aynı tip göç tecrübesi yaşamış kadınlar arasında bile, belirgin bir homojenlik varsayımından yola çıkmak, sağlıklı sonuçlara varılmasını 5 Nermin Abadan-Unat, “Toplumsal Değişme ve Türk Kadını”, Türk Toplumunda Kadın, Nermin Abadan-Unat (Drl), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1982, s. 23-24. 6 Deniz Kandiyoti, “Kadınlarda Psiko-Sosyal Değişim Kuşaklar Arasında Bir Karşılaştırma”, Türk Toplumunda Kadın, Nermin Abadan-Unat (Drl), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1982, s. 316. 7 Mübeccel Kıray, “Küçük Kasaba Kadınları”, Türk Toplumunda Kadın, Nermin Abadan-Unat (drl), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1982, s. 350. 8 Deniz Kandiyoti, “Sex Roles and Social Change: A Comparative Appraisal of Turkey's Women”, Women and National Development: The Complexities of Change, Vol. 3, No. 1, (Autumn, 1977), s. 69. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 47 engelleyebilir. Kadının eğitim düzeyi ne kadar düşükse, göçün gerek maddi durum gerekse kadının sağlığı üzerindeki etkilerinin o denli olumsuz olacağı beklenir. Çünkü kadınların kente ilişkin yaşantıları genellikle aile içindeki konumları ve diğer aile bireyleri ile olan ilişkileriyle yakından bağlantılıdır. Yeni bir ortam ve şartlar altında yaşamaya başlamak genellikle aile içi ilişkilerde de değişikliklere neden oluyor ve bu değişiklikler kadınlar için erkeklere oranla daha büyük bir önem taşıyabiliyor. Bu durum ekonomik gelişim ve siyasi değişimlerin aile ve cinsiyet rejimi üzerindeki etkileri bağlamında anlaşılabilir. Göç etmiş kadınların, büyük kentin kadınlara sunduğu varsayılan olanaklardan yararlanıp yaralanmamaları ya da göçten olumlu veya olumsuz etkilenmeleri, aile içindeki konumlarıyla ve aile içi dinamiklerde oluşan değişikliklerle yakından ilişkilidir. 1990’larda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yüz binlerce insanın yaşamını etkileyen zorunlu göç ise, büyük kentlere daha sıradan nedenlerle göç edenlere oranla çok daha olumsuz etkileri beraberinde getirmiştir.9 Zorunlu olarak göç eden kadınların maddi durumları yanında psikolojik ve fizyolojik sağlıkları da bozulmaya başlamıştır. Bazı istatistikî çalışmalarda bölge içerisinde gittikçe kötüleşen ekonomik koşullar nedeniyle göç edenlerin dörtte biri, göç sonrası sağlıklarının daha kötüye gittiğini, üçte biri ise maddi durumlarının bozulduğunu söylemiştir. Son derece elverişsiz maddi koşulların ötesinde, zorunlu göç yaşamış kadınların dörtte biri eşiyle, üçte biri ise çocuklarıyla ilişkilerinin bozulduğunu belirtmiş, ayrıca bu kadınların kaygı düzeyinin göç etmemiş olanlara oranla önemli derecede yüksek olduğu da ortaya konulmuştur.10 Dolayısıyla kentleşme ve kadın çalışmalarında kente ilk geliş aşamasının kadınlar açısından ciddi sıkıntılar barındırdığı üzerinde durulur. Bu sebeple özellikle ilk dönem şehirleşme çalışmalarında kadınlar yoksulluk, dolaylı veya direkt işsizlik ve bunun gibi çeşitli uyum problemleri açısından birer araştırma alanı haline gelmişlerdir. Türkiye’de kentleşmenin kadınlar bağlamında tartışıldığı çalışmalarda, bir modernleşme süreci anlamına da gelen şehirleşmenin kadınlara yaşattığı kent kaynaklı sorunlar işlenirken, ilerleyen zamanlarda bunlara, sürecin onların hayatında yarattığı niceliksel ve niteliksel değişimler de eklenmiştir. Bu bağlamda, şehir ve kadın ekseninde yapılmış çalışmaların bir kısmından bahsetmek ve bu doğrultuda oluşmuş akademik birikimin temel eğilimlerine değinmek önemli olacaktır. 9 Ayşe Betül Çelik, “I Miss My Village!: Forced Kurdish Migrants in İstanbul and Their Representation İn Associations”, New Perspectives on Turkey, No.32, 2005 s. 138-142. 10 Bkz. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Bölgeiçi Zorunlu Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Örneğinde Araştırlması, 1998. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 48 Esra Aslan 75 Yılda Köylerden Şehirlere isimli derlemede kadınlarla ilgili geçen tek araştırma olan İpek ve Pınar İlkkaracan’ların “1990’lar Türkiye’sinde Kadın ve Göç” isimli makalesinde, göçün ardından kent ortamında yaşanan uyum süreci cinsiyete dayalı yönleriyle irdeleniyor. Kadınların, geldikleri sosyo-kütürel ortamdan taşıdıklarının şehir ortamıyla yüzleşmesi sonucu kentin, onların özgürlükleri, iş bulma olanakları ve hareket etme imkânlarına yaptığı etkiler, zorunlu göç sonucu şehre göç etmiş kadınlarla yapılan yüz yüze görüşme verileri eşliğinde ortaya konuluyor.11 Onun dışında 75 Yılda Kadın ve Erkekler isimli derlemede geçen makalelerde genellikle Türkiye’de kadının statüsü, şehirde kazandığı haklar, kadın emeği, kadının siyaset ve eğitimde ulaştığı olanaklar tartışılıyor. Kır-kent karşılaşması bağlamında kadın statüsünün geçirdiği dönüşüm anlatılıyor.12 Kent ve kadın ekseninde özellikle 90’lardan sonra kadın ve şiddet, cinsiyetler arası eşitsizlik konuları ilgi çeken çalışma alanları haline gelmiştir. Şiddet, gelenekler açısından kadının itildiği ikincillik statüsü bağlamında eğitim ve ekonomik güçsüzlüğün yarattığı bir boşluk, daha da ötesinde şehirde yaşadığı, eğitimli ve ekonomik gücü yerinde olduğu halde kadının kurtulamadığı erkeksi kültürün kontrol mekanizmalarının en uç şekli olarak işlenmiştir.13 Kadınların şehirde artan görünürlükleriyle paralel biçimde çeşitlenen kadın çalışmaları, çeşitli derleme çalışmalarda, çalışma hayatında kadınlar, televizyon kültürü ve kadın14 gibi modernleştirici kurumların, kadınların sosyal hayata katılımlarında yarattığı dönüşümleri tartışmaya başlarken geleneksel yapının cinsiyetçi nitelikleri de daha çok belirginleşmeye başlar.15 Deniz Kandiyoti’nin Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar16 isimli çalışması 1975-1995 yılları arasında yazdığı yazıları içeriyor. Kitap kır-kent dönüşümünün cinsiyet rollerine etkilerini tartışması bağlamında önemli kaynaklardan biridir. Bu çerçevede Türk modernleşmesinin cinsiyeti ve Kemalist feminizmin ne anlama geldiği, erkekliğin iktidarla ilişkisi, cinsiyet rollerinin milliyetçilik, devlet ve İslam ile bağlantısı, ataerkil kültürün evrenselliği ve erkekleri de hedefleyen baskıcı doğası gibi konuları, toplumsal değişim ekseninde 11 İlkkaracan ve İlkkaracan, s. 305-322. Oya Baydar (Ed.), 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, İstanbul: Tarih Vakfı, 1998. 13 Bkz. Sibel Özbudun, Temel Demirer ve Yücel Demirer, Kadın Yazıları, Ankara: Ütopya, 2000; Nil Mutluer (Drl), Cinsiyet Halleri, İstanbul: Varlık, 2008; Müjgan Halis, Batman’da Kadınlar Ölüyor, İstanbul: Metis, 2001. 14 Bkz. Ayşegül Yaraman (Haz.), Kadın Yaşantıları, İstanbul: Bağlam, 2003. 15 Bkz. Şirin Tekeli (Haz.), 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, İstanbul: İletişim, 1993. 16 Deniz Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, İstanbul: Metis, 1997. 12 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 49 irdelemeye çalışarak toplumsal cinsiyete dayalı kimliklerin karmaşıklığını ve tarihselliğini ortaya koymaya çalışıyor. Jenny B. White, Para İle Akraba ismiyle kitaplaştırdığı antropolojik araştırmasında, İstanbul’un gecekondu semtlerinde 80’li yılların sonlarına doğru (1986-88) gerçekleştirdiği saha çalışması verileri üzerinden ucuz ve feda edilebilir olarak tanımladığı kadın emeği potansiyelini, geleneksel aile ve cinsiyet düzeniyle ilişkisi içinde inceliyor. Bu bölgelerde yaygın üretim sistemi içindeki emek ve güç ilişkilerinin kuruluşunda cinsiyet ve akrabalık ideolojisinin oynadığı rolü irdeleyen çalışma kentli alt sınıf kadınların kente uyum biçimlerinin bir analizi olarak değerlendirilebilir. Buna göre kadınların, atölyelerde çalışmayı kendi aile merkezli görevlerinin bir parçası olarak görmesi, sömürüye dayalı kapitalist sistemin onlardan yararlanmasını görünmez kılmakta ve dolayısıyla sömürü ile dayanışmanın bir aradalığı kadın emeği üzerinde bir denetim kurmuş olmaktadır.17 Sibel Kalaycıoğlu ve Helga Rittersberg-Tılıç’ın 2001 yılında yaptığı Evlerimizdeki Gündelikçi Kadınlar ismiyle basılan çalışmada; 80’lerde yaşanan ekonomik durgunluktan dolayı 90’lar süresince hizmet sektöründen daha vasıfsız ve güvencesiz sayılan ev temizliği gibi geçici işlere yönelmek zorunda kalan kadınlar konu ediliyor. Bahsi geçen ev hizmetlerinde ücretle çalışan kadınlar; şehre yeni göç etmiş, az eğitim görmüş, kalabalık ve sosyo-ekonomik konumu altta olan ailelerden gelen ve şehre geldikten sonra da çoğu gecekondu mahallelerinde oturan kadınlar olarak kendi işverenleri olan kadınların taşıdığı ekonomik, sosyal ve kültürel özelliklerin karşısında bir yerde konumlanıyorlardı. Çalışmada, sahip oldukları bu özelliklerle kadınların yaşadıkları kentsel deneyim, modernleşmenin eklemlenme süreci şeklinde bir yorumla okunuyor. Vasıfsız göçmen kadınların işgücü olarak ne anlama geldikleri, işlerini ‘hallet’tikleri kadınların sosyal hayatlarında nasıl bir etki yarattıkları, oradan doğan işçi-işveren ilişkilerinden her ki tarafa da yansıyan duygusal, psikolojik durumlar, kendileri ile yapılan görüşmelerle beraber yorumlanıyor. 18 Ayşegül Altınay’ın Vatan, Millet Kadınlar isimli derleme çalışması milliyetçilik, cinsiyet ve siyaset ilişkilerini irdeleyen araştırmacıların makalelerini içeriyor. Bu derlemedeki yazılar, kitapta da ifade edildiği gibi hem milliyetçilik teorilerinde toplumsal cinsiyeti görmezden gelen tavrın yarattığı 17 18 Bkz. enny B. White, Para İle Akraba, Aksu Bora (Çev.), İstanbul: İletişim, 1999. Bkz. Sibel Kalaycıoğlu ve Helga RittersbergerTılıç, Gündelikçi Kadınlar, İstanbul: Su Yayınevi, 2001. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 50 Esra Aslan sorunlara dikkat çekiyor hem de bu körlükten dolayı göz ardı edilen alanları derinlemesine araştırmayı hedefliyor. Türkiyeli ve yabancı araştırmacıların karşılaştırmalı bir yaklaşımla uluslararası örnekler üzerinden milliyetçilikler arasındaki benzerliklere, milliyetçilik ve militarizm arasındaki yakınlıklara dikkat çektiği bu çalışmanın temel argümanlarından biri, toplumsal cinsiyetin milliyetçi pratiklerde ikincil değil merkezi bir yeri bulunduğudur. Bu noktadan hareketle milliyetçiliği anlamak için toplumsal cinsiyet ilişkilerine bakmayı, cinsiyet ilişkilerini anlamak için de milliyetçi düşünce ve uygulamalara yakından bakmayı öneriyor.19 Handan Çağlayan’ın Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar isimli çalışmasında zorunlu göç sonrası şehir ortamında gittikçe güçlenen Kürt politik hareketinde kadınların konumları sorgulanıyor; kadınların siyasi özne haline gelmelerinin kadınları ve içinde aktif oldukları siyaseti değiştirip değiştirmeyeceği konusu tartışılıyor. Çağlayan çalışmasında Kürt kadınlarının 1980’li yıllardan itibaren önce geleneksel kadınlık rolleri çerçevesinde, sonra da siyasal söylemin mümkün kıldığı biçimde en sonunda da kendi sorunlarına da çare arayıp siyasetin kendisini dönüştürmeye varan siyasete katılım süreçlerini detaylı bir şekilde inceliyor. Kentleşme vurgulu bir çalışma olmamakla beraber araştırma problemi ve değişkenleri açısından, bir kentleşen kadın incelemesi olarak rahatlıkla değerlendirilebilecek olan bu çalışma; kadınların temel toplumsal değişim süreçlerinde pasif ya da kurbanlar olarak değil de bizzat aktif bireyler olarak, inşa edilmek istenen topluluk için güçlü sembolik roller üstlendiğini tarihsel ve kuramsal bir çerçeve dâhilinde analiz ediyor.20 Nil Mutluer’in derlediği Cinsiyet Halleri21, Türkiye’de şehirleşmenin hızlanmaya başladığı 1980’lerden itibaren dikkat çekmeye başlamış olan toplumsal cinsiyet alanının değişik boyutlarına dikkat çekmeyi amaçlıyor. Konuyla ilgili araştırmacıların cinsellik, din, eğitim, etnisite, hukuk, göç, medya, militarizm, sınıf, siyaset ve tarihin çeşitli noktalarına yoğunlaşan çalışmaları, yerel, sosyal, siyasi ve ekonomik alanlarda kurulu cinsiyet ilişkileri hakkında bilgi veriyor. Çalışma, milliyetçi uygulamaların nasıl cinsiyet merkezli içeriklere sahip olduğunu; Türk ulus kurgusu, makbul erkeklik-kadınlık söylemleri ve zorunlu askerlik anlatıları üzerinden irdelerken siyasetin ve zorunlu göçmenliğin kadınlığa özgü çıkmazları üzerine yapılan değerlendirmeler ile kurulu toplumsal cinsiyet algıları belirginleştirilmeye çalışılıyor. 19 Bkz. Ayşegül Altınay, Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul: İletişim, 2004. Bkz. Handan Çağlayan, Analar, Yoldaşlar Tanrıçalar, İstanbul: İletişim, 2009. 21 Nil Mutluer (Drl), Cinsiyet Halleri, İstanbul: Varlık, 2008. 20 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 51 Kadınlarının şehre geldikten sonra politik hareketine dâhil olup onu ciddi oranda etkilemeleri ve kendilerinin de bundan etkilenmesi gibi şehir, Müslüman dindar kadın için de dönüştürücü etkiler yaratmıştır. Çünkü şehir, dini ve etnik hareketlerin kimlik talepleri ve mobilizasyonu için birçok imkân sunar.22 Şehre geldiğinde geleneksel özelliklerinden sıyrılma imkân ve biçimleri bağlamında tartışılan kadın, geleneğin önemli bir parçası olan dinsel yapının taşıyıcısı olması yönüyle de değişim merkezli araştırmaların önemli bir parçası olarak görülebilir. Özellikle 80’lerden sonra ve 90’larda şehirli dindar kadınların belirgin bir şekilde eğitim olanaklarına ulaşma, örgütlenme, siyasal güç haline gelme imkânı buldukları, kendi değerleriyle beraber modernleştikleri, yeni Müslüman kadın kimlikleri kurdukları ve bu yönde dönüşümler geçirmeye de devam ettikleri yer olmuş; bu da durumu akademik bir çalışma alanı haline getirmiştir.23 2. Türkiye’de Şehirleşme Ve Din Konulu Kadın Çalışmaları Türkiye’de akademik alanda kadın dindarlığı sınırlı düzeyde çalışılmış bir konu olmuştur. Akademide din çalışmaları manzarasının içerdiği sınırlılık, sıkıntılar ve azgelişmişlikle beraber dinsel görünürlükleri nedeniyle çoğunlukla da kadınlar, yapılan çalışmaların merkezinde olmuştur. İlahiyat fakültelerinde ya da özellikle kadınlar üzerine yapılan az sayıdaki dindarlık çalışmaları yanında dindar ya da ‘İslamcı’ kadınlar üzerine siyasete katılım, eğitim, iş hayatı ve sosyal değişim ilişkileri bağlamında yapılan araştırmaların varlığından bahsedilebilir. Bu çalışmalar özel olarak bu kadınların dindarlıkları ya da kent hayatının onların dindarlıkları üzerindeki etkilerini ölçmek amacıyla yapılmış çalışmalar olmasa da kent hayatındaki dindar kadınların yaşam biçimlerini konu aldığı için önemli ve değerli veriler içerir. Özellikle 80’lerden sonra laik cumhuriyetin üniversitelerinde görülmeye başlayan şehirli, eğitimli, orta sınıf başörtülü kadınlar, bu özellikleriyle çeşitli çalışmalara konu olmuş, devam eden süreçte ise dinsel sembollerle arasına kesin mesafeler koyan kamusal alanda, iş hayatlarıyla ilgili talepleri ve modern şehir hayatıyla etkileşim sonucu kendi içlerinde geçirdikleri dönüşümlerle görünür bir grup ve çalışma alanı olmaya devam etmişlerdir. Ayşe Saktanber, Ankara kent 22 23 Betül Altuntaş, “Türkiye’de 1980’li ve 1990’lı Yıllarda Yaşanan Zorunlu Göç ve Toplumsal Sonuçları”, Toplum ve Kuram, Sayı.1, Mayıs 2009, s.109-118. Bkz. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, İstanbul: Metis, 2001; Ayşe Saktanber, “Bir Orta Sınıf Ethosunun ve Onun Günlük Pratiğinin Oluşumu; Kentsel Türkiye’de İslam’ın Yeniden Canlanması”, Mekan, Kültür, İktidar, Ayşe Öncü-Petra Weyland (Drl.), İstanbul: İletişim, 2005, s. 193-214. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 52 Esra Aslan merkezinde orta sınıf İslamcı kadınlar üzerine yaptığı çalışmasında, dindar kadınların seküler kültürle mesafelerini koruyarak kendi alternatif yaşam alanlarını oluşturdukları tespitinde bulunmuştur. Ona göre yeni İslami yaşam biçimleriyle dindar kadınlar, dinsel nitelikleriyle öne çıkan modern siyasal ve sosyal faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Eğitim ve görünürlükleri yeni katılım kanallarıyla çeşitlenen dindar kadınlar akademik alanda da son zamanların en çok tartışılan konularından biri haline gelmiştir.24 enny White Ümraniye’de yaptığı çalışmaya dayanarak, orta sınıf kadınların karşılıklı yardımlaşma amaçlı örgütlenmeleri ve bu yolla gerçekleştirdikleri faaliyetlerin demokrasi ve sivil topluma katkı sunduğunu söyler. Örtünme ve mekânsal ayrışma gibi dini pratiklerin kadınları engellemeyip onlara politik birer özne olma imkânı sağlamasından bahseder.25 Yeşim Arat buna benzer bir yorumla, siyasal çalışmalar yapan dindar kadınların aktif bireyler olma imkânı yakaladıklarını ifade ederek bu halleriyle hem seküler ve otoriter devletçi tarafa hem de Ortodoks İslam yorumuna hâkim olan ataerkil bakışa karşı çıktıklarını söyler. 26 Nilüfer Göle’nin 1987 yılında başörtülü üniversite öğrencileriyle ilgili nitel çalışmasında ise konuyla ilgili yerleşik bakış açılarının uzağında, başörtüsünü melez bir okumayla alternatif bir modernleşme biçimi olarak yorumlayarak modern dindarlık biçimlerini toplumsal değişim süreçleri üzerinden okur.27 Benzer bir bakış açısı ve yöntem Yael Navaro-Yashin’in 1994 yılında İstanbul’da seküler ve dindar kesimin kimlik simgeleri üzerine yaptığı çalışmasında da görülebilir. Atatürk portreleri ve başörtüsünün bu kesimlerce kendini ifade etmenin bir aracı haline gelerek metalaştığını savunan Yashin’e göre bu bağlamda, İslamcılık bir modernlik eleştirisi olarak laikler ve dindarları bölen bir alan olmaktan ziyade tarihsel açıdan her ikisinin de paylaştığı bir alandır. Buna göre kimlikler üzerinden yürütülen mücadelede, kadın giyiminin en simgesel unsur olması, pazarın tüketim siyasetiyle iç içe geçmiş başörtülü kimlik için de geçerli olmuş ve kimlikler tüketim ürünleri vasıtasıyla ifade bulmaya başlamıştır.28 24 Bkz. Ayşe Saktanber, Living İslam: Women,Religion And The Policization of Culture İn Turkey, London: I.B. Tauris, 2002. 25 enny B. White, “İslamcılığın Açmazları”, Ayşe Saktanber ve Deniz Kandiyoti (Ed.), Kültür Fragmanları içinde, İstanbul: Metis, 2005, s. 201-226. 26 Yeşim Arat, “Religion, Politics and Gender Equality in Turkey: Implications of A Democratic Paradox?” Third World Quarterly, Vol.31, No.6, 2010, s. 869-884. 27 Bkz. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, İstanbul: Metis, 2001. 28 Yael Navaro-Yaşın, “Kimlik Piyasası: Metalar, İslamcılık, Laiklik”, Ayşe Saktanber ve Deniz Kandiyoti (Ed.), Kültür Fragmanları içinde, İstanbul: Metis, 2005, s. 229-258. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 53 Türkiye’de simgesel nitelikte hayati bir öğe olan kadın giyim kuşamı kültürel kutuplaşmanın en belirgin işareti olarak ortaya çıktığı için, farklılaşma kimlikler temelinde modernliğe atıfta bulunma ya da tepki gösterme eksenleri üzerinde oluşmuştur. Kadın giyim kuşamı söz konusu eksen etrafında kimlik ve kimlik siyasetleri düzleminde kendini açığa çıkarmıştır. Bu önerme temelinde Aynur İlyasoğlu’nun Örtülü Kimlik29 isimli çalışması İslamcı kadınların kimlik boyutunu ele almayı amaçlamıştır. Araştırma devletin, reformcu ideolojilerin ve İslam’ın birbiriyle kadın sorunu etrafındaki ilişkilerini Mısır, İran ve Türkiye örneklerinden hareketle inceliyor. İslam’ın bedeni ve cinselliği nasıl algıladığını, çeşitli İslami metinler üzerinden analiz ediyor. Başörtülü, eğitimli ve çalışan kadınlarla yapılan derinlemesine mülakatlardan elde edilen veriler eşliğinde de bu iki alan, yani modernist tanımlarla kurulmuş alanlarda İslami referanslarla kurulu kadın bedenlerinin ne şekilde mobilize oldukları irdeleniyor. Buna göre modern durumun beraberinde getirdiği kodlar karşısında doğrudan ve bütünsel bir tutum geliştirme bağlamında ‘kendi kendini modernleştirme’ ve ‘modernliği tersyüz etme’ stratejilerine yer olduğu sonucuna varılıyor. Bu eğitimli ve çalışan dindar kadınlar tesettür yoluyla hem geleneksellikten ve geleneksel kadınlık imajlarından kendilerini ayırmakta hem de geleneksel namus ve iffet gibi cinsel törelere yeni bir tanım getirmektedir. Diğer taraftan da modernin ya da modernliğin içeriğini tersyüz edip modern olmaya yeni, öznel bir tanım getirerek eğitim ve meslek gibi modernlik tarafından kodlanan alanlara geçiş talebinin ifadeleri haline geliyorlar. Bununla beraber aynı zamanda belirli tesettür stilleri veya giyimdeki çeşitliliklerin, feminen kaygıların ve şıklığın varlığı da bu kodları tersyüz etme işleminin bir parçası olarak okunuyor.30 Catharina Raudvere’nin, İstanbul Fatih’te bir tarikatın daha çok ibadet hayatına yoğunlaştığı Çağdaş İstanbul’da Sufi Kadınlar isimli araştırması ise küçük bir dini grup çevresinin birçok sorumluluğu olan kurumsallaşmış bir vakfa dönüşüm sürecini, İslamcı kadınların yeni faaliyet alanlarına nasıl ulaşabildikleri ve dolayısıyla son dönemdeki görünürlüklerini nasıl elde edebildikleri öyküsü eşliğinde nitel bir yaklaşımla irdeliyor. Buna göre bu dinsel grup örgütlenmesi içinde düzenli ders vermek, ibadet çevresi oluşturmak, 29 30 Aynur İlyasoğlu, Örtülü Kimlik, İstanbul: Metis, 1994. Bkz. Aynur İlyasoğlu, Örtülü Kimlik, İstanbul: Metis, 1994. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 54 Esra Aslan dükkân işletmek ve bir kütüphanenin yönetimini üstlenmek gibi işlerin sorumluluğunu almak öncü genç kadınları yeni bir sosyal kategoriye taşıyordu.31 Bu şekilde bir dizi araştırma, İslam’ın kentsel yaşam biçimleriyle girdiği ilişki üzerinden, onu kentsel orta sınıfa ait bir olgu olarak yorumlar ve değişen yaşam biçimleriyle girdiği etkileşim süreçleri üzerinden okur. Kent hayatının getirdiği imkânlar ve yenilikler etrafında dönüşen, değişen kadın kimlikleri ve dindarlıkları, Müslüman kimliği ve modern hayat arasındaki geçişlilikler yukarıdaki çalışmaların asıl ilgi odağı olmuştur. Bahsi geçen tüm bu değişimlerin yaşandığı yerin şehir ortamı olması da kent dindarlığı çalışmalarının kadın ayağı açısından önemli açılımlar sağlamaktadır. Kendini bilinçli veya ‘sıradan’ bir şekilde Müslüman olarak tanımlayan kadınlar yanında yine geleneksel olarak Müslüman bir topluluk içinde yetişmiş kadınlar için şehirde olma deneyiminin, bu deneyimlerin getirdiği yenilik ve çeşitlenmelerin hayatın her alanı için talebi olan bir din açısından da yenilik ve çeşitlenme anlamına geleceğini belirtmek gerekir. Veysel Uysal’ın 2006 da çıkan Türkiye’de Dindarlık ve Kadın isimli çalışması, dindar algısı, dindarlık, özel ve kamusal alanlarda kadına atfedilen roller ile kişilik özellikleri arasındaki ilişki ve etkileşimi ele alır. Günümüz insanlarının kendilerini dindar olarak algılayıp algılamadıklarını, bir Müslüman için istenen dini vasıf ve davranışların neler olduğunu, dini yaşantılarını ya da dindarlıklarını dinin hangi boyutlarında öne çıkardıklarının anlaşılmasına yönelik olduğu ifade edilen bu çalışma İstanbul’da kadınlı erkekli 647 kişi üzerine yapılan bir anket uygulamasına dayanıyor. Dindarlık ve Türk toplumunda kadının statüsü ile ilgili teorik ve tarihsel bir arka planın da verildiği bu din psikolojisi çalışmasında, katılımcıların kendi dindarlık algıları ve kadına bakışla ilgili çeşitli soruların cevapları, nicel tekniklerle analiz edilmiştir. Araştırma sonuçlarına göre kadınların, merhamet, hayırseverlik gibi sosyal yönü ağır basan tutum ve davranışlarda, erkeklere göre daha yüksek puana sahip oldukları, inanç boyutunda erkeklerle eşitlendikleri; ibadet, tecrübe ve etkiyi içine alan genel dindarlık puanlarının ise erkeklere göre daha düşük olduğu sonucuna varılmıştır. Yaş, medeni durum, gelir durumu, eğitim ve dindarlık arasındaki ilişkilerin de değerlendirildiği ve belirli varsayımlar ve kodlamalar temelinde kişilikle bağlantısının da sorgulandığı çalışmada, erkek egemen zihniyete kadınların tepkisinin fazla olduğu halde kadın erkek eşitliği konusunda erkeklerin, daha fazla değişimden yana olduğu bulgularının elde edildiği ifade 31 Bkz. Catharina Raudvere, Çağdaş İstanbul’da Sufi Kadınlar, Damla Acar (çev.), İstanbul: Kitap, 2002. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 55 ediliyor. Bunun yanında dinsel davranışlar arttıkça geleneksel cinsiyet rollerini kabullenmenin artış gösterdiği, diğer taraftan müstehcen davranışları, sarhoşluğu sadece erkeğe yakıştırma düşüncelerinin azaldığı, dindarlık ve dinin etkisi azaldıkça modern görüşleri benimseme eğiliminin ise arttığı sonuçlarına varılmıştır. Bunun yanında tahsil düzeyi ne olursa olsun günümüz insanında, dinin sosyal ve ahlak yönünün daha fazla önem kazanmaya başladığının fark edildiği belirtiliyor.32 Çalışma Türkiye’de dindarlık ölçümü deyince hem kültürel hem de akademik olarak akla gelen şeyin ve benimsenen yöntemin ne olduğu konusunda da kendi başına bir örnek olarak görülebilir. Nevin Meriç’in, Fetva Sorularında Değişen Kadın Yaşamı isimli çalışması İstanbul müftülüğüne fetva talebi şeklinde gelen birtakım soruların yaşadığımız döneme ait sosyal hayatın dini fotoğrafını sunduğu tezinden hareketle değişim konusunu irdeliyor. Buna göre gelenekselden moderne geçişte gündelik hayatta dini davranış biçimlerinin de ciddi bir farklılaşma sürecine girdiği konusunu tartışıyor. Özellikle kadın erkek ilişkileri ve aile bağlamında yöneltilen soruların yoğunluğu üzerinden kentleşme ve modern hayatın, dini algılayış tarzını ne şekillerde etkilediğini inceliyor.33 Ali Coşkun’un Sosyal Değişme, Kadın ve Din isimli çalışması ise kadının dini ve sosyal tarihini sosyal değişme açısından irdeliyor. Bu bağlamda çeşitli tarihsel dönemler, dinler ve özellikle İslam tarihi ekseninde kadın konusunun değerlendirildiği çalışma; Osmanlı’dan günümüz Türkiye’sine kadar kadının geçirdiği dönüşümlere odaklanıyor. Aynı zamanda kadının toplum içerisindeki aktörlük rolleri yanında geleneksel cinsiyet hiyerarşisindeki egemenlik ve güç konumları da bu konudaki teorik yaklaşımlar eşliğinde irdeleniyor. Tarihsel süreç içinde Batı’da kadının yerinin sosyal ve hukuki anlamda nasıl evrildiği; Kuran’da kadın bahsi, Peygamber’in hayatında kadınların durumu, İslam hukukunun kadına bakışı ve İslam toplumlarında kadın konuları, eski Türk toplumu, Osmanlı ve günümüz Türkiye’si çerçevesinde tartışılıyor.34 Hale Okçay’ın doktora tezi olan “Kentlileşme Sürecinde Evli Kadının Dinsel Tutum, Değer ve Davranışlarında Meydana Gelen Değişmeler: Karşıyaka Örneği” (1991) çalışması da kentleşme sürecinde evli kadının dinsel gereklilikleri yerine getirme durumunun nasıl bir değişim geçirdiğini inceliyor. Dinin değişim süreçlerindeki işlevselliği ve kentleşme ve değişim ilişkisi ile 32 Veysel Uysal, Türkiye’de Dindarlık ve Kadın, İstanbul: Dem, 2006. Bkz. Nevin Meriç, Fetva Sorularında Değişen Kadın Yaşamı, İstanbul: Elest, 2004. 34 Bkz. Ali Coşkun, Sosyal Değişme, Kadın ve Din, İstanbul: Rağbet, 2011. 33 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 56 Esra Aslan ilgili teorik çerçevenin ardından belirli bağımsız değişkenler etrafında, evli kadının inanç ve ibadet hayatı yanında erkeğe karşı vazifeleri, örtünme, tv izleme, adak, doğum kontrol gibi din açısından birtakım tartışmalı konuların, yapılan görüşmeler eşliğinde analiz edilmesi amaçlanıyor. Çalışmada kentte kalış süresi uzadıkça ve aldığı eğitim arttıkça kadının dinsel pratikleri yerine getirmede bir gevşeme yaşadığı, dini daha çok düşünsel planda algılama eğilimlerinin arttığı ifade ediliyor. Alan araştırması kısmının, İzmir’in birbirinden farklı üç bölgesinde yürütüldüğü ve verilerin karşılaştırıldığı çalışmada özellikle son göçenler ve yerliler arasında kalan kesimde dinsel pratiklerin daha yüksek düzeyde olduğu, gelir durumu arttıkça mali ibadetlerde artış olduğu, kentte kalış süresi arttıkça adak, alın yazısı gibi inançlarda gevşeme, örtü ve erkeği yüceltme tutumlarında bir düşüş olduğu sonuçlarına varılıyor. Kürtaj, doğum kontrolü gibi konularda ise gelir seviyesi arttıkça dinsel katılığın düştüğünü, diğer taraftan kentte kalış süresine bakılmaksızın dinsel açıdan bunu günah bulduğu halde uygulanabilir bulan kadınların da kendi dinsel davranışları arasında bir çeşitlenme oluşturduğunu okumak ta mümkündür. 35 İlkay Şahin’in “Gelenek ve Değişim Açısından Kadınların Dini Yaşantıları, Tutum ve Davranışları: Boğazlıyan Örneği” adlı yüksek lisans çalışması, gelenek ve değişim bağlamında kadın dindarlığının Boğazlıyan kasabası örneğinde ele alınarak geleneğin belirleyiciliğine karşın değişimin de güçlü etkilerine maruz kalan kadın dinsel hayatının nitelikleri belirlenmeye çalışılmıştır. Çalışmada inanç ve ibadet hayatı yanında halk inanışları, dini bilgi düzeyi ve bunu edinme yolları, cemaatlere katılım, dinin aile içi ilişkilere etkisi, doğum kontrolü ve kürtaja bakış ile bağlantısı, mahremiyet, cinsiyet algısı ve ekonomik hayat ile bağlantıları bir anket uygulaması eşliğinde analiz edilmeye çalışılmıştır. Buna göre dini inanç ve pratiklerde kadınların, yaratılıştan gelen psikolojik nedenler ve eğitimsizlik, düşük sosyalizasyon ve maddi olanaksızlık gibi sosyal nedenlerden dolayı daha dindar oldukları sonucuna varılmıştır. Halk inanışları ve kader gibi konularda da erkeklerden daha dindar bulunan kadınların; şekilci, sihirsel, mistik ve merasimci bir dindarlığa meyilli oldukları yorumu yapılmıştır. Erkeklerin törenselliğine karşı kadınların daha somut ve gündelik dindarlıkları ön plana çıkmıştır. Bunun yanında eğitim düzeyi ve bireysel dindarlık anlayışı arasında doğru orantılı bir durum gözlenmiş, gelir düzeyi artan, meslek edinen kadınların dinsel söylemle iç içe geçmiş evlenme, 35 Bkz. Hale Okçay, Kentlileşme Sürecinde Evli Kadının Dinsel Tutum, Değer Ve Davranışlarında Meydana Gelen Değişmeler: Karşıyaka Örneği, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ege Üniversitesi, SBE, 1991). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 57 boşanma gibi geleneksel ilişki biçimlerine de daha eleştirel yaklaştıkları sonuçlarına varılmıştır.36 Cinsiyet dindarlığı bağlamında Şahin’in, “Göçmen Kadınların Dini Ritüellere Katılımı: Amersfoort (Hollanda) ve Boğazlıyan Örneğinde Karşılaştırmalı Bir İnceleme” (2008) isimli basılmamış doktora tezinden de bahsetmek gerekir. Temel konusu ritüellere katılımın cinsiyet kategorisi ve göç süreci bağlamında karşılaştırmalı bir biçimde incelenmesidir. Cinsiyet merkezli bir dindarlık çözümlemesi olan bu araştırmanın amacı, teorik düzeyde, kadın dinselliğinin ritüellere katılım boyutunun, dış göç süreciyle etkileşimi bağlamında ele alınması, pratik düzeyde ise göçmen kadınların dinî ritüellere katılımının Boğazlıyan kasabası ve Amersfoort şehri örneğinde karşılaştırmalı bir biçimde teorik çerçeve ile ilişkisi içinde Din Sosyolojisi açısından incelenmesi olmuştur. Göç ve ritüel ile ilgili kavramsal ve kuramsal çerçeve verildikten sonra doğum, sünnet, evlilik, ölüm gibi durumların yanında hac, ramazan ayı, tarikata giriş gibi ritler temelinde göç, cinsiyet ve dindarlık arasında yaşanan kesişmeler gözlem ve yüz yüze görüşmeler üzerinden irdelenmiştir. Buna göre, Amersfoort’da yaşayan göçmen Türklerin ve Boğazlıyan kasabasının genel olarak dindarlık, özelde de dindarlığın bir alt kategorisi olan ritüellere katılım biçim ve sıklığı itibariyle farklılaşan özelliklere sahip olduğu, kadın ve erkeklerin ritüellere katılımlarının birbirinden farklı nitelikleri barındırdığı, bir erkek hareketi olarak başlayan göçün erkeklerden daha ziyade kadınların sosyal rol ve statülerini etkilediği, sosyal statü ve konumlarını güçlendirdiği sonuçlarına varılmıştır. Dolayısıyla yönlendirici, idare edici, yenileyici cins olması özellikleriyle göçün kadınsı bir niteliğe büründüğünü, bunun da onların rol ve statülerinde farklılaşmalar ve otorite artışı getirdiği sonuçları gözlenmiştir. Kadınların geleneksel değerlere bağlı sosyalizasyonu, özellikle sosyal mekânda gelenek ve dinin bir karışımı niteliğindeki ritlerin hâkimiyetini beraberinde getirmiş, kadınlar dinî ritleri gelenekselleştirmiştir. Göçmen Türk toplumunun fiziksel ve sosyal mekândaki bu ikili organizasyonuna karşın kasaba ve köylerinin sosyal yapı ve kültürel anlam dünyası itibariyle tek ve homojen özelliği, sosyo-kültürel hayatta Amersfoort’da olduğu gibi salt dinî ritlerin hâkimiyetini kırmış, geleneksel halk dindarlığı bağlamındaki ritlerin egemenliğine imkân sağlamıştır. Kasabada 36 Bkz. İlkay Şahin, Gelenek ve Değişim Açısından Kadınların Dini Yaşantıları, Tutum ve Davranışları: Boğazlıyan Örneği, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, SBE, 2002); buna benzer başka bir yüksek lisans çalışması: Betül Tekin, Kadın Dindarlığına Sosyolojik Bir Bakış, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, SBE, 2009). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 58 Esra Aslan geleneksel ve dinî ritüeller bağlamında kayda değer bir ayrışmaya rastlanmazken ritüellere katılımda cinsiyetin önemli bir belirleyici olduğu ifade edilmiştir. Kadınlar erkeklere göre hayatın genelini coşkuyla ritualize etme eğiliminde olsalar da genellikle gelenek ve dinin kutsallıklarını birlikte barındıran geleneksel ritlere yoğun bir biçimde yöneldikleri, erkeklerin de geleneksel halk dindarlığını yansıtacak biçimde merkezî kitabi dindarlığın periyodik ritlerine katıldıkları belirtiliyor. Amersfoort’da ise ritüellere katılımda cinsiyetler bağlamında daha homojen bir dağılımın dikkat çektiği, erkeklerin kurumsal ve merkezî dindarlığın temel aktörleri olsa da kadınların da cemaat faaliyetleriyle kurumsal dindarlığın ritüellerine belirli bir ölçüde de olsa katılabildikleri sonucuna varılıyor. Buna göre göç süreci, kadın ve erkeklerin dinî ritlere yönelimini arttırırken kadınların yoğun ritüel katılımları, onları geleneğin taşıyıcıları haline getirmiştir.37 Halide N. Özüdoğru Erdoğan’ın Kırsal Yaşamda Kadın ve Din –Konya Örneği- isimli basılmış doktora çalışmasında Konya’da, yaş, medeni durum, eğitim düzeyi, gelir seviyesi, gibi çeşitli değişkenler açısından farklılıklar gösteren kırsal alan kadınlarının dini inanç, ibadet ve sosyal yaşamları, 415 kişilik bir anket uygulaması üzerinden incelenmiştir. Sosyal değişimin kadın dindarlığı üzerindeki yansımalarını analiz etmeyi hedefleyen bu din sosyolojisi çalışmasında, sosyal değişme ve din bağlantısı hakkında verilen teorik çerçevenin ardından yine inanç, ibadet ve dini bilgi düzeyi ile giyim, aile içi şiddet, kadınların çalışması, erkeklerle sosyal münasebet, boş zamanları değerlendirme biçimi ve siyaset gibi sosyal konulardaki değişim arasındaki bağlantılar irdelenmeye çalışılmıştır. Buna göre teknolojik gelişmelerin etkisiyle değişimi belirli derecelerde yaşayan kırsalda, kadınların eğitim düzeyi ve ekonomik seviyeleri arttıkça inanç ve pratikler boyutunda gevşeme ve zayıflamanın olduğu sonuçlarına varıldığı ifade ediliyor. Diğer taraftan başka birçok araştırmacının da belirttiği, yaş yükseldikçe dindarlığın arttığı, yine evlilerde bekârlara göre dine eğilimin daha yüksek olduğu şeklindeki teorilerin, çalışma açısından da doğrulandığı belirtiliyor. Kente uzaklıkla doğru orantılı olarak dini eğilimlerin arttığı, kadınların inanç hassasiyetlerinin ibadet sıklıklarından daha fazla olduğu ifade edilirken, dini algılarda bireyselleşme, halk dindarlığını belirleyen büyüsel inançlara meyletmede düşüş, dini pratiklere 37 Bkz. İlkay Şahin, Göçmen Kadınların Dini Ritüellere Katılımı: Amersfoort (Hollanda) ve Boğazlıyan Örneğinde Karşılaştırmalı Bir İnceleme, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, SBE, 2008). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 59 ilgide azalma görüldüğü gibi sonuçlar, sosyo-ekonomik değişimin kırsaldaki kadının dini yaşantısına etkileri olarak yorumlanıyor. 38 Birsen Banu Okutan39’ın doktora tezi olarak hazırladığı, Popüler Kültür Din ve Kadın isimli çalışması Türkiye’de, dindar kadınların popüler kültüre eklemlenme sürecini tartışıyor. Popüler kültür ve kitle kültürü ile ilgili teorik tartışmalar temelinde İstanbul’da yapılmış saha çalışması verileri üzerinden din ve kültür arasındaki yakınlaşmayı popüler kültür etrafında açıklamaya, dindar kadınlar açısından temel dini sembollerden olan başörtüsünün popüler kültür ürünleri içerisindeki temsil şekillerini göstermeye çalışıyor. Bu çerçevede başörtülü kadınların popüler kültürle girdiği ilişkinin yönü kendi ifadeleri üzerinden değerlendirilmeye çalışılarak bir anlamda 80’lerden itibaren şehirlerde kendini gittikçe daha çok hissettiren modern kent kültürüyle başörtülü kadınların girdiği etkileşim ve değişim hali popüler kültür üzerinden yakalanmaya çalışılıyor. 1970-1990 yılları arasında doğmuş ve başörtüleri nedeniyle kamusal alanda çeşitli şekillerde dışlanma tecrübesi yaşamış kadınların topluma entegre olma, görünürlük ve kabul kazanma ihtiyacından dolayı popüler kültürle girdikleri ilişkinin yoğunlaştığı ve bu anlamda piyasa koşulları ile etkileşim içerisinde bir dinsel çeşitliliğinin ortaya çıkmasına vesile oldukları, araştırmanın temel sonuçlarından biri olmuştur. Sonuç Türkiye’de kısa sayılabilecek bir geçmişe sahip olan kadın çalışmaları, Türkiye’nin şehirleşme macerası ile paralel bir şekilde, kadınların şehirlerde görünür olma biçimleri çeşitlendikçe daha nitel ve toplumsal cinsiyet duyarlılığı yüksek bir kimliğe bürünmeye başlamıştır. Bu da kentleşme ve sosyal değişme çalışmalarında, cinsiyet deneyimlerini görünmez kılan yaklaşımların aşılarak akademik bakış açısının zenginleşmesine vesile olmuştur. Bu çerçevede yoksulluk, gecekondu ve sağlık problemleri etrafında göç ve kent çalışmalarına dâhil edilen kadınlar; 90’lı yıllardan sonra cinsiyet ve akrabalık ideolojisinin milliyetçilik, militarizm, iktidar ve kapitalist işleyişle yakın bağlantılarını ortaya koyan çalışmalara konu olmuştur. Bu durum sistemin en fazla baskıladığı cins olan kadınların, eğitim, siyasete ve işgücüne katılım bağlamında yaşadıkları cinse özgü hallerin toplumsal cinsiyet temelli irdelenebilmesini de kolaylaştırmıştır. Diğer taraftan kentsel imkânların etkisiyle yaşadığı problemler 38 39 Bkz. Halide Nur Özüdoğru Erdoğan, Kırsal Yaşamda Kadın ve Din, Konya: Çizgi, 2010. Bkz. Birsen Banu Okutan, Popüler Kültür Din ve Kadın, İstanbul: Düşün, 2013. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 60 Esra Aslan daha fazla görünür olmaya başlayan ve kendisi de bu imkânları kullanarak dönüşmeye başlayan kadının hayatı, geleneksel değerler ve dini hayat açısından da dikkat çekici içerikler kazanarak yeni birer araştırma alanı olmaya başlamıştır. Türkiye’de yapılan din veya dindarlık konulu çalışmalar, çoğunlukla İlahiyat Fakülteleri ile ve nicel bakış açısıyla sınırlı bir görünüm sunarken çok az sayıda nitel dindarlık çalışmasının merkezinde duran kadınlar, şehirli olma ve dini kimlik aidiyetleri arasında yaşadıkları etkileşim açısından üzerinde derinlikli çalışılmayı gerektiren bir alanda duruyorlar. Dolayısıyla dindarlık veya dini hayatı sosyal hayatın bütünüyle ilişki içerisinde irdeleyen çalışmalar, değişim ve cinsiyet kalıpları ile ilgili verilerimizin çoğalmasına da aracı olacaktır. Gelenek, şehir ve değişim eksenli bu kadın dindarlığı çalışmalarının, kent çalışmalarına yapacağı katkı; kadınların, çok yönlü bir etkileşim halindeki sosyal hayatın parçası oldukları kabulünden hareket eden ve disiplinler arası bir yaklaşımla yürütülen derinlemesine saha çalışmalarıyla artacaktır. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 61 KAYNAKÇA Abadan-Unat, Nermin, “Toplumsal Değişme ve Türk Kadını”, Türk Toplumunda Kadın, Nermin Abadan-Unat (Drl), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1982, s. 23-24. Altınay, Ayşegül, Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul: İletişim, 2004. Altuntaş, Betül, “Türkiye’de 1980’li ve 1990’lı Yıllarda Yaşanan Zorunlu Göç ve Toplumsal Sonuçları”, Toplum ve Kuram, Sayı.1, Mayıs 2009, s. 103118. Arat, Yeşim, “Religion, Politics and Gender Equality in Turkey: Implications of A Democratic Paradox?” Third World Quarterly, Vol.31, No.6, 2010, s. 869-884. Baydar, Oya (Ed.), 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, İstanbul: Tarih Vakfı, 1998. Coşkun, Ali, Sosyal Değişme, Kadın ve Din, İstanbul: Rağbet, 2011. Çağlayan, Handan, Analar, Yoldaşlar Tanrıçalar, İstanbul İletişim, 2009. Çelik, Ayşe Betül, “ ’I Miss My Village!’: Forced Kurdish Migrants in İstanbul and Their Representation İn Associations”, New Perspectives on Turkey, No.32, 2005, s. 137-163. Erman, Tahire, “The Meaning of City Living for Rural Migrant Women and Their Role in Migration: The Case of Turkey”, Women’s Studies İnternational Forum, Vol.20, No.2, 1997, s. 263-273. Göle, Nilüfer, Modern Mahrem, İstanbul: Metis, 2001. Halis, Müjgan, Batman’da Kadınlar Ölüyor, İstanbul: Metis Yayınları, 2001. İlkkaracan, Pınar ve İpek İlkkaracan, “1990’lar Türkiyesinde Kadın ve Göç”, Oya Baydar (Ed.), 75 Yılda Köylerden Şehirlere içinde, İstanbul: Türkiye İş Bankası, 1998, s. 305-322. İlyasoğlu, Aynur, Örtülü Kimlik, İstanbul: Metis, 1994. Kalaycıoğlu, Sibel, “Göçmenlerde Sosyal Hareketlilik ile İlgili Beklentilerin Din Görüşü ve Cinsiyete Göre Farklılaşması: Ankara’dan bir SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 62 Esra Aslan Örneklem”, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, Mersin: Sosyoloji Derneği, No.5, 1996, s. 264-270. Kalaycıoğlu, Sibel ve Helga Rittersberger Tılıç, Gündelikçi Kadınlar, İstanbul: Su, 2001. Kandiyoti, Deniz, “Sex Roles and Social Change: A Comparative Appraisal of Turkey's Women”, Women and National Development: The Complexities of Change, Vol. 3, No. 1, (Autumn, 1977), s. 57-73. Kandiyoti, Deniz, “Kadınlarda Psiko-Sosyal Değişim Kuşaklar Arasında Bir Karşılaştırma”, Türk Toplumunda Kadın, Nermin Abadan-Unat (Drl), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1982, s. 311-339. Kandiyoti, Deniz, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, İstanbul: Metis, 1997. Kıray, Mübeccel, “Küçük Kasaba Kadınları”, Türk Toplumunda Kadın, Nermin Abadan-Unat (Drl), Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği, 1982, s.341356. Meriç, Nevin, Fetva Sorularında Değişen Kadın Yaşamı, İstanbul: Elest, 2004. Mutluer, Nil, Cinsiyet Halleri, İstanbul: Varlık Yayınları, 2008. Navaro-Yaşın, Yael, “Kimlik Piyasası: Metalar, İslamcılık, Laiklik”, Ayşe Saktanber ve Deniz Kandiyoti (Ed.), Kültür Fragmanları içinde, İstanbul: Metis, 2005, s. 229-258. Okçay, Hale, Kentlileşme Sürecinde Evli Kadının Dinsel Tutum, Değer ve Davranışlarında Meydana Gelen Değişmeler: Karşıyaka Örneği, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ege Üniversitesi, SBE, 1991). Okutan, Birsen Banu, Popüler Kültür, Din ve Kadın, İstanbul: Düşün, 2013. Özbudun, Sibel, Temel Demirer ve Yücel Demirer, Kadın Yazıları, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2000. Raudvere, Catharina, Çağdaş İstanbul’da Sufi Kadınlar, Damla Acar (Çev.), İstanbul: Kitap, 2002. Saktanber, Ayşe, Living İslam: Women,Religion And The Policization Of Culture İn Turkey, London: I.B. Tauris, 2002. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 63 Saktanber, Ayşe, “Bir Orta Sınıf Ethosunun ve Onun Günlük Pratiğinin Oluşumu; Kentsel Türkiye’de İslam’ın Yeniden Canlanması”, Mekan, Kültür, İktidar, Ayşe Öncü-Petra Weyland (Drl.), İstanbul: İletişim, 2005, s. 193-214. Şahin, İlkay, Gelenek ve Değişim Açısından Kadınların Dini Yaşantıları, Tutum ve Davranışları: Boğazlıyan Örneği, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, SBE, 2002). Şahin, İlkay, Göçmen Kadınların Dini Ritüellere Katılımı: Amersfoort (Hollanda) ve Boğazlıyan Örneğinde Karşılaştırmalı Bir İnceleme, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, SBE, 2008). Tekeli, Şirin (Haz.), 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, İstanbul: İletişim, 1993. Tekin, Betül, “Kadın Dindarlığına Sosyolojik Bir Bakış”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erciyes Üniversitesi, SBE, 2009). Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Bölgeiçi Zorunlu Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması, Ankara, 1998. Uysal, Veysel, Türkiye’de Dindarlık ve Kadın, İstanbul: Dem, 2006. White, Jenny B., Para İle Akraba, Aksu Bora (Çev.), İstanbul: İletişim, 1999. White, enny B., “İslamcılığın Açmazları”, Ayşe Saktanber ve Deniz Kandiyoti (Ed.), Kültür Fragmanları içinde, İstanbul: Metis, 2005, s. 201-226. Yaraman, Ayşegül (Haz.), Kadın Yaşantıları, İstanbul: Bağlam, 2003. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 64 Esra Aslan INFORMATIVE ABSTRACT URBANIZATION, WOMEN AND RELIGIOUS STUDIES IN TURKEY The studies related Turkey’s urbanization history is invisible with regards to the women from the point of 1950’s which is the first part of this process. As for the second period which was held during 1980’s, women were discussed as a object of family or integration based approachments. Women who have been studied with regards to their experiences and life transformations, of being urbanized and reflecting women-specific features of social change, since the 1990s have also been studied with regard to power structures and the gender order, in which their modern urban life has been rooted. Urban life creates different experiences both for women and men by way of education, work, settlement and consumption means beside making changes in family process and gender order. İn this context, women’s cultural and economic adaptation who came to the city after migration become important resources for the urban studies by both their personal and family life. Because of women’s apparency got varied after 1980s, women-spesific situations in education, politic, work and the other areas diversified the urban and social change studies. As the encounterings at the urban area in the contex of gender and womanhood poses which are immanent in the social structure are the important part of urban studies, it brings about the necessity of examination of religious life which is another significant part of rural system. Women lives which was transformed by the urban potentialities started to became a new field of study from the point of traditional values SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Şehirleşme, Kadın Ve Din Çalışmaları 65 and religious life. As the religious studies in Turkey have been done in theology faculty and are limited by quantitative perspective mostly, there are a few qualitative studies about women’s religious life. Therefore more deep researches have to be done about women who prove interactions between their urban experiences and religious identity. This study aims to represent the short story of women-spesific urban experiences through the present studies with the studies analyzing urban women about their religious life. Key Words: Women, gender, urbanization, religiosity, social change. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 13.YÜZYILDA FELSEFENİN KELAM VE TASAVVUF İLE ETKİLEŞİM ÖRNEĞİ: -SADREDDİN KONEVÎ-NASÎRUDDİN TÛSÎ YAZIŞMALARI BAĞLAMINDA NEFSİN HAKİKATİNİ İNCELEMENecmi Derin Özet: 13. yüzyıl İslam düşüncesinde disiplinler arası etkileşimin öne çıktığı bir asırdır. Bu asırdaki etkileşimin en güzel örnekleri İşârât geleneği ile felsefe-kelam arasında olurken Konevî Tûsî yazışmalarıyla felsefe-tasavvuf arasında tezahür eder. Çalışmamız, Meşşâî öğretinin temel meselelerine dair Konevî 'nin Tûsî'ye yönelttiği nefis hakkındaki soru ve onun verdiği cevabı ele almaktadır. Soru ve cevabın iyi anlaşılabilmesi, İşârât geleneğindeki konunun ele alınışı ve tartışma konularının bilinmesiyle mümkün hale gelmektedir. Nefis ile ilgili soru, nefsin hakikati ve bu hakikate dair bilgiyi veren delilin ne olduğu üzerinedir. Bu soru ile Meşşâî sistemin üzerine inşa edildiği ve açıklama imkânına kavuştuğu nefis teorisinin ontolojik özelliği ve bunu izah eden yöntemin irdelendiği anlaşılmaktadır. Tûsî verdiği cevap ile sistemin muğlâk hususlarını netleştirmekle birlikte detaylandırırken İbn Sina öğretisine ve onun eserlerine bağlı kalmaktadır. Anahtar kelimeler: nefis, Konevî, Tûsî, hakikat Abstract: 13th century is the prominent period of the interdisciplinary interaction in the Islamic thought. On the one hand the best samples of this interaction appear between Philosophy and Kalam by Isharat thought tradition, and on the other hand by correspondences of Konevî and Tûsî between Philosophy and İslamic Sufism. This study mentions the nafs related question that Konevî put to Tûsî concerning peripateticism’s basic matters and Tûsî’s answer. The possibility of understanding of the question and answer depends on the approachment of isuue and knowing of the matters of debate in Isharat thought tradition. The question about nafs concerns nafs’ essence and what is the evidence which gives the knowledge about this esence. İt is clear that ontological characteristic of the theory of nafs which peripatetic school was built on it and obtained the opportunity of explanation and the method of the explaining of this theory was examined by this question. Tûsî holds the Avicenna’s doctrine and his works by his answers making the system’s complicated parts clarified and detailed. Key Words: Konevî, Tûsî, spirit, knowledge, existance Yrd. Doç. Dr. Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 68 Necmi Derin Giriş 13. yüzyıl İslam düşüncesinde farklı disiplinlerin yakın etkileşim içinde oldukları bir zaman dilimidir. İbn Sînâ(ö.428/1037) ve Gazali(ö.505/1111) sonrası felsefe-kelam etkileşiminin en güzel örneklerinden birisi el-İşârât ve’tTenbîhât geleneğidir.1 Özellikle Fahreddin Râzî’nin(ö.606/1210) yapmış olduğu şerh ile başlayan Nasîruddin Tûsî’nin(ö.672/1274) şerhiyle devam eden gelenek farklı haşiye ve dibacelerle uzun bir tarihi sürece yayılmıştır. Farklı disiplinlerle olan temasın 13. Yüzyıldaki diğer bir örneği Sadreddin Konevî(ö.673/1274) ile Nasîruddin Tûsî arasında gerçekleşen yazışmalardır. Yazışmalar, Konevî’nin Tûsî’ye yönelttiği sorular ile Tûsî’nin bunlara verdiği cevaplardan ibarettir. Soru ve cevaplar, Meşşâî düşüncenin omurgasını oluşturan teoriler üzerinedir. Konevî’nin, Tûsî’ye yönelttiği insani nefsin hakikatine dair soru ve cevabı üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira nefis konusu Meşşâî felsefî sistemde fizik, metafizik, mantık, ahlâk ve kelâm gibi bilim ve disiplinlerle çok farklı cephelerden tabiî bir ilişki içerisindedir. Bu ilişkiler ağının tespit edilebilmesiyle birlikte ortaya çıkan felsefî sistemin kavranması, Meşşâî öğretinin derinliğine anlaşılmasına katkıda bulunur. Çalışmamız Konevî’nin Tûsî’ye yönelttiği nefsin hakikatine dair soru ve cevabı, İşârât geleneği bağlamını da göz önüne alarak felsefe-kelam ve tasavvuf ekseninde irdelemeyi esas almaktadır. Nefisle ilgili soru ve cevabı, 1. Konevî-Tûsî öncesi, 2. Konevî-Tûsî yazışmaları olmak üzere iki farklı bağlamda ele alacağız. 1. Konevî’nin Nefse Dair Yönelttiği Sorular Sadreddin Konevî’nin Nasıreddin Tûsî’ye yönelttiği “Beşeri nefsin hakikati nedir? Onun varlığını ispatlayan kesin delil nedir?”2 Makale, II. Uluslar arası Sadreddin Konevi Sempozyumunda(6-8 Ekim 2011) sunulan “KoneviTusi Yazışmalarında Nefsin Hakikati Bağlamındaki Soru ve Cevabın Tahlili” adlı tebliğin gözden geçirilmiş halidir. 1 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât (İşaretler ve Tembihler), çev. Ali Durusoy-Muhittin MacitEkrem Demirli, İstanbul 2005; “İşârât” üzerine şerh ve haşiye yazan diğer önemli düşünürler şunlardır: Seyfeddin Âmidi, Sırâceddin Urmevî, Şemseddin Semerkandî, Burhaneddin Nesefî, Rükneddin Esterabâdî, Ebubekir Nahcuvânî, Kemalpaşazâde, Bedreddin Tusterî, Şemseddin İsfehanî, Mirza Habibullah Şirâzî ve İbn Kemmune’dir. Bkz: İsmail Hakkı İzmirli, İbn Sina felsefesi, İbn Sina, Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler içinde, Ankara 1937, s. 12 2 Sadreddin Konevî, Yazışmalar, çev. Ekrem Demirli, İstanbul 2002, s. 78 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 13.Yüzyılda Felsefenin Kelam Ve Tasavvuf İle Etkileşim Örneği: 69 şeklindeki soruları, nefsin ontolojik ve epistemolojik konumunun belirlenmesini hedefleyen sorulardır. Birinci soru, filozofların metafizik öğretisini temellendirmede önemli bir fonksiyonu olan nefsin yapısının bilinmesini talep ederken ikinci soru nefsin varlığı üzerinden fiziki varlığın metafizik hakkında nasıl kesin bilgi elde ettiğinin cevabını istemektedir. Konevî'nin Tûsî’ye yönelttiği soruların, varlık ve bilgi teorilerinin temel meselelerini kuşatan içeriğe sahip olduğu da anlaşılmaktadır. Konevî’nin sorularını şu sorularla daha da açabiliriz: Nefis, varlık olarak nasıl bir yapıdadır ve bu yapıya dair güvenilir bilgi nasıl elde edilebilir? Filozoflara göre bilginin kesinliği için geçerli olan burhan yöntemiyle nefsin bilgisine ulaşılabilir mi? Nefsin kendi hakikatine dair kesin ve güvenilir bilgisi nereden gelmektedir? Sayısını daha da artırabileceğimiz bu ve bunun gibi soruları Konevî, iki soruya indirgeyerek Tûsî’ye yöneltmektedir. Böylelikle Meşşâî geleneğin nefis teorisi, ontolojik ve epistemolojik yönden açıklığa kavuşacaktır. Konevî’nin nefisle ilgili gündeme getirdiği soruları Tûsî, “beşeri nefsin hakikati herkesin ‘ben’ diye işaret ettiği şeydir. Bu insan için en açık şeydir ve ispatı da burhana ihtiyaç duymaz, çünkü bunun varlığının bilinmesi fıtrıdir.”3 şeklinde cevap verir. 2. Konevî-Tûsî Öncesi: Konunun Tarihsel Arka Planı Konevî-Tûsî öncesi dönem şeklinde belirlediğimiz başlık, Konevî’nin yönelttiği soruların tarihsel ve zihinsel bir arkaplanı olduğunu ifade etmeye yöneliktir. Konevî’nin Tûsî’ye yönelttiği varlık, mahiyet, sudur ve bilgiyle ilgili olan soruların tamamı, İbn Sînâ’nın el-İşârât ve’t-Tenbîhât adlı eserinde ve onun üzerine Fahreddin Râzî ve Tûsî’nin yazmış olduğu şerhlerde geniş bir şekilde tartışılmaktadır. Konevî, kelam ile felsefenin yoğun bir şekilde tartışıldığı İşârât geleneğine Tûsî’ye yönelttiği soru ve eleştirileriyle tasavvuf perspektifini eklemlemektedir. Dolayısıyla Konevî-Tûsî yazışmaları sadece iki düşünürün 3 Sadreddin Konevî, Yazışmalar, s. 131 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 70 Necmi Derin arasında olan bir diyalogdan çıkarak felsefe-tasavvuf ekolleri arasındaki yapısal ve metodik tartışmaya dönüşmektedir. Soru ve cevabı oluşturan bilgiler, İşârât geleneği bağlamında en olgun seviyeye ulaştığı için sorunun ve buna bağlı olan cevabın derinliği İşârât bütünlüğüne geri götürüldüğünde anlaşılmaktadır. Bu açıdan baktığımızda kelam düşüncesini temsil eden Fahreddin Râzî, İşârât şerhinde felsefi konulara dair üç farklı tavır sergiler. Öncelikle İbn Sînâ metnini sisteme sadık kalarak detaylı bir şekilde izah eder. Bu tavrıyla ele alındığında karşımızda Meşşâî sistemi en iyi şekilde anlatan filozof Râzî bulunmaktadır. Râzî, konuları tutarlı bir şekilde açıkladıktan sonra ikinci bir tutum sergileyerek sistemin eksik veya tutarsızlık olarak algılanabilecek konularına değinir. Bunu yaparken dışardan gelen veya gelebilecek itirazları gündeme getirir. Bir üçüncü tavrı ki onu da orijinal kılan yönü, Meşşâî sistem dışından yönelttiği eleştiri ve itirazlardır. Üçüncü tavrıyla Fahreddin Râzî, kelamcı Râzî’dir ve Meşşâî felsefenin sonuçlarına itirazlar yöneltmektedir. Tasavvuf düşüncesini temsil eden Konevî’ye gelecek olursak, İşârât geleneği bağlamında incelediğimizde Râzî’nin üçüncü tavrı olan Meşşâî felsefeye sistem dışı eleştiriler yöneltmektedir. Konevî’nin Meşşâî sistem dışından yönelttiği sorular, nefsin bedenden farklı bir tabiatı olduğuna yönelik ontolojik bir itirazı içermeyen epistemolojik ve metodolojik farklılığı dikkat çeken eleştirilerdir. Yani onun itirazı filozofların nefsin bilinmesine dair rasyonel temellendirmesine yöneliktir. Çünkü Konevî, felsefe ile tasavvuf ekolleri arasında gördüğümüz yöntem farklılaşmasında, tasavvufun yöntemi olan mükaşefeyi savunmaktadır.4 Bundan dolayı filozofların hakikatin akıl ve burhan yoluyla bilinebileceğine dair görüşlerini reddetmektedir. Konevî’nin sorularının geneli, özel olarak nefis meselesiyle ilgili suali kısa ve net ifadelerdir. Sorulardaki kısa ve netlik, konulara dair yüzeysellik anlamına gelmemektedir. Aksine Konevî, İslam düşüncesindeki tartışmaların derinliğini ve kuşatıcılığını sorduğu sorularla çok güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Örneğin İbn Sînâ İşârât’ta “Yersel ve göksel nefisler” başlığı altında nefis bölümünü inceler. Ona göre nefis kavramı, varlık kavramı gibi müşterek kullanıma sahiptir. Buna göre nefis, ay üstü ve ay altı varlıklar arasında ortak olup, “kemal-ü evvelin li-cismin tabîiyyin” şeklinde yani tabiî 4 Sadreddin Konevî, Fatiha Suresi Tefsiri, çev. Ekrem Demirli, İstanbul 2002, s. 67; Konevî diğer eserinde de gerçek bilginin keşf ile veya kalbin yönelimiyle olduğunu farklı bağlamlarda ifade eder bkz: Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği, çev. Ekrem Demirli, İstanbul 2002, s. 12, 18, 58; Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî'de Bilgi ve Varlık, İstanbul 2005, s. 127-130 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 13.Yüzyılda Felsefenin Kelam Ve Tasavvuf İle Etkileşim Örneği: 71 cisimlerin ilk yetkinliği olarak tanımlanmaktadır.5 Tabiî varlıkların ilk yetkinliği olan nefis, dört unsurdan oluşan maddi bir varlık olan beden ve bedenin bir uzvu değildir.6 Konevî’nin sorduğu “beşeri nefsin hakikati nedir?” problemi de bu başlık altında incelenen bir husustur. Bu bölüm, filozoflar ile kelamcıların nefis konusunda sergiledikleri farklı tutumun çok açık ve geniş bir şekilde tartışmalarına sahne olmaktadır. Derin düşünce birikiminin tarihsel sürekliliğine tasavvuf perspektifiyle dâhil olan Konevî felsefe-kelam düşüncelerinin bilincinde olarak tartışmaların kırılma noktalarını soru haline getirmektedir. Bu tavrını nefis bağlamıyla ilintilendirerek açmak gerekirse Tûsî’ye yönelttiği nefisle ilgili sorular, İşârât’taki İbn Sînâ’nın şu ifadelerinden kaynaklanmaktadır: “Nefsine dön ve iyice düşün. Herhangi bir şeyi iyice kavrayabilecek kadar sağlıklı iken hatta sağlıklı olmadığın bazı hallerde bile acaba kendi varlığından habersiz olup nefsini ispat edemiyor musun? Bence bu sadece uyanık kimse için böyle değildir, dahası her ne kadar kendilerinin temsili hafızalarında sabit olmasa da uyuyan kişi uykusunda sarhoş da sarhoşluğunda kendi kendisinin varlığından habersiz değildir. Şayet sen zatını ilk yaratılışında sağlıklı bir akıl ve yapıda yaratılmış olarak vehmedersen ve onu parçaları birbirine bitişik olmayan bir konum ve yapı bütününde olduğunu ve organlarının birbirine değmeyip aksine ayrı ayrı durduğunu ve de yalıtılmış havada bir an asılı durduğunu vehmedersen kendini her şeyden habersiz ancak varlığının subutundan haberdar olarak bulursun.”7 İbn Sînâ’nın ifadelerini Râzî; 1. Duyulabilir olanı algılayabilmek ve ona dair bilgi sahibi olabilmek için mizacın sağlam olması, 2. Uyku halinde insanın zahiri hislerinin ve fehminin açık olmaması 3. Sarhoşluk halinde insanın zahiri ve batınî duyularının sıhhatli olmaması 5 İbn Sînâ, Ahvâlu'n-Nefs, neşr. Ahmed Fuad el-Ahvânî, Paris 2011, s. 55; Fahreddin er-Râzî, Şerhü’l-İşârât, İstanbul: Matbaa-i Amire 1290/1873, s. 167; Nasîruddin Tûsî, Şerhü’l-İşârât ve’t-Tenbîhât, tahk. Süleyman Dünya, Beyrut 1993, c.II s. 343 6 Fahreddin er-Râzî, Şerhü’l-İşârât, s. 168 7 İbn Sînâ, İşârât, s. 107 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 72 Necmi Derin 4. İnsanın organlarının birbirinden ayrı olması, birbiriyle temasının olmadan bir an havada asılı durması şeklinde dört başlıkta sıralamaktadır.8 İbn Sînâ’ya göre bütün bu durumlarda insan, kendi varlığından habersiz değildir. Sağlıklı veya sağlıksız bir durumda da olsa insan her halükarda kendi zatından gafil olmayacağı yargısı, Fahreddin Râzî’ye göre evveli bir bilgi mi yoksa burhana ihtiyaç duyan bir bilgi mi olduğu açık değildir. Râzî’nin tespit ettiği bu husus tam da Konevî’nin Tûsî’ye yönelttiği insanın varlığını ispatlayan delilin filozoflara göre ne olduğu sorusudur. Konevî’nin soruları her ne kadar Tûsî’ye sorulmuş olsa bile bu bütün Meşşâî filozofların nefis teorisine yönelik bir sorgulamadır. Dolayısıyla Tûsî’nin Konevî’ ye verdiği cevabı incelerken Tûsî’nin İşârât şerhi başta olmak üzere diğer eser ve risalelerini de dikkate almak gerekir. Tûsî’nin yanıtlarını tam manasıyla anlamak için de İbn Sînâ’nın Şifâ Nefis kitabını, Necât’ın tabiiyyat bölümünü, İşârât adlı eserinin üçüncü nematı ile Fahreddin Râzî şerhini, İbn Sînâ’nın “fi mârifeti’n-nefsi’n-nâtıka ve ahvâlihâ” adlı risalesini, de göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü Tûsî’nin nefisle ilgili fikirleri zikredilen eserlerden elde edilen teorik zemin üzere inşa edildiği anlaşılmaktadır. 3. Konevî-Tûsî Yazışmaları: Felsefi Derinlik Bir önceki bölümde Konevî’nin sorduğu soruların ve bunlara dair cevapların zeminini tarihsel bağlamla açıklamaya çalıştık. Konevî-Tûsî yazışmaları ile de felsefî derinliği incelemeye çalışacağız. Tûsî’ye yöneltilen nefisle ilgili sorular, filozoflara göre beşerî nefsin hakikatinin ne olduğu ve bunun hangi delille bilineceğine yöneliktir. Konevî’nin birinci soruyu sorarken kullandığı “nedir (mâ)” soru edatının filozoflara göre iki farklı kullanımı vardır. Birincisinde ismin anlamı talep edilirken ikincisinde zatın hakikati öğrenilmek istenir.9 Birinci kullanım, dilin bilinmesiyle elde edilen bir bilgi olup tekil bir içeriğe sahiptir. Dolayısıyla bilinmesi için lafzın luğavi anlamına bakmak yeterli olmakta felsefi bir derinliğe ihtiyaç bulunmamaktadır. İkincide ise “ma” edatı tümel olarak kullanılmaktadır. Bundan dolayı soruyu yanıtlayabilmek için mantık bilmek gerekir. Dolayısıyla soruyu soran Konevî, bu farklılığın bilincinde olarak nefisle ilgili isim anlamını talep eden “mâ” yı değil, nefsin hakikati anlamına gelen “mâ” yı kullanmaktadır.10 8 Fahreddin er-Râzî, Şerhü’l-İşârât, s. 179 İbn Sînâ, Şifâ-Burhan, çev. Ömer Türker, İstanbul 2006, s. 18 10 Sadreddin Konevî, Yazışmalar, s. 78 9 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 13.Yüzyılda Felsefenin Kelam Ve Tasavvuf İle Etkileşim Örneği: 73 3.1. Ontolojik Açıdan Nefsin Yapısı ve Özelliği Bu tarz bir soru, ontolojiye dair bir soru olup, epistemolojik ve ahlaki alanı kapsamamaktadır. Bu ayrımı yapmak önemlidir. Zira filozofların varlık hiyerarşisi, metafizik âlem ile fiziki âlemi birbirine bağlamaları başta olmak üzere, bilgi, ahlak, oluş ve bozuluşu açıklamaları nefis teorisiyle mümkün hale gelmektedir.11 Filozofların sisteminde nefis teorisi, hakikatin fiziki âlemde gerçekleşmesini mümkün kılan aklî temel olmaktadır. İnsanın varlığa gelmesi, hakiki ve kesin bilgiyi elde etmesi, fiil ve hareketlerinin ahlakî değerlere göre gerçekleşmesinin sebebi nefistir.12 Dolayısıyla birçok disiplinin kesişme noktasında bulunan nefse dair Konevî’nin “ma” edatıyla sorduğu soru nefsin ontolojisinin açıklığa kavuşturmayı talep etmektedir. Beşeri nefsin hakikatine dair sorulan soruya Tûsî, “herkesin ‘ben’ diye işaret ettiği şeydir. Bu, insan için en açık şeydir ve ispatı da kesin bir delile (burhana) ihtiyaç duymaz, çünkü bunun varlığının bilinmesi fıtrıdir”13 cevabını vermektedir. Konevî’ye yazdığı cevap kısa olması, konunun basit ve bir cümleyle geçiştirildiği anlamına gelmemelidir. Zira Tûsî, cevaba zemin teşkil eden nefis teorisini İşârât’a yazdığı şerh başta olmak üzere “fi Bakâi’n-Nefs” adlı risalesinde, farklı isimlerle yaptığı yazışmalarda ve Ahlâkı Nasıri adlı eserinde geniş bir şekilde incelemektedir. Tûsî, nefisle ilgili ortaya konulan problemi, Meşşâî gelenekten hareketle özellikle İbn Sînâ felsefesindeki nefis teorisiyle cevap vermektedir. Buna göre nefis, ay-üstü ve ay-altı varlıklar arasında müşekkek kullanıma sahip ortak tümel bir lafızdır.14 Meşşâî filozoflara göre Vacibu'l-Vücut'tan sudur eden ay-üstü alemdeki varlık hiyerarşisinin ilk mertebesinde salt akıldan ibaret olan soyut-ruhani melekler bulunur. İkinci mertebede nefis sahibi varlıklar olan amele melekleri gelmektedir. Bunların altında da semavi cisimler yer alır.15 Bunun detaylarını 11 Meşşâî gelenek açısından olduğu gibi İbn Sînâ sistemi bakımından da nefis birçok konuyla yakından irtibatlı bir teoridir. Bu irtibatlar, özellikle İşârât'ın üçüncü nematında yer alan nefis bölümünde rahatlıkla görülebilmektedir. İbn Sînâ, bu bölümde fizik âlemde nefis sahibi olan bitkiler, hayvanlar ve insanlar sahip oldukları kuvveleriyle birlikte anlattığı gibi göksel cisimleri ve felekleri de ele almaktadır. Fizik âlemdeki mevcutların varlık özelliklerinin yanında epistemolojik özellikleri de aynı bölümde ifade edilmektedir. İşârât'ın şarihleri başta F.Râzî ve N.Tûsî olmak üzere hemen hepsi bu hususları daha da detaylandırmaktadır. 12 Nasîruddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov-Zaur Şükürov, İstanbul 2007, s.81-84 13 Sadreddin Konevî, Yazışmalar, s. 131; Tûsî, İbn Sînâ'nın eserlerinden hareketle bu bilgileri vermektedir. Benzer bilgiler için krş: İbn Sînâ, İşârât, s. 109 14 Nasîruddin Tûsî, Şerhü’l-İşârât, c.II s. 343 15 İbn Sînâ, Şifa-Metafizik I, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul 2004, s. 25 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 74 Necmi Derin Tûsî, Konevî’nin sudur ile ilgili sorduğu soruyu yanıtlarken vermektedir. 16 Konevî’nin sorusu beşeri nefisle ilgili olduğu için ay-üstü alemdeki nefislerden ziyade ay-altı alem denilen oluş ve bozuluş dünyasındaki nefis sahibi varlıkların hakikatini esas almaktadır. Ay-altı alemdeki varlıklar içinde nefis, sadece insana mahsus bir şey değildir. Cansız varlıklar dışındaki diğer varlıkların hepsi nefis sahibi olmaları yönüyle ortaktır. Fakat bu varlıkların sahip oldukları fonksiyon ve özelliklere göre mertebeleri değişmektedir. Beslenme, büyüme ve üreme özelliklerine sahip olan canlılar, bitki nefsine sahip canlılardır.17 Bu üç kuvve ve melekeye sahip ama hareket ve duyular yoluyla idrak etme gibi daha gelişmiş özellikler barındırana hayvani nefis denir.18 Bitki ve hayvan nefsinin fonksiyon ve özelliklerine sahip ama akletme gibi daha da gelişmiş bir güce sahip canlıya insan nefsi denmektedir.19 İbn Sînâ, bu nefsin özelliği olan akletmeyi, iki farklı fonksiyona ayırarak izah eder: 1. Bilme (alime) kuvvesi 2. Yapma (amile) kuvvesi Yapılan ayırım, ahlak ilminde tartışma konusu olan "bilmek, erdemli olmaktır" veya "kötülük, bilmemekten kaynaklanır" şeklindeki kabule karşı üretilen bir ayrımdır. Zira bu düşünceyi savunan Sokrates'in erdem ile bilginin özdeşliğini kabul etmesi zımnında insan nefsinin tek bir bütünlüğe sahip olduğunu da gösterir. Yani insan nefsi, bir ve bütün olduğu için bilme ile yapması aynı şey olmaktadır. Bu düşüncede, doğru bilgi ile iyi eylem; yanlış bilgi ile kötü eylem arasındaki ilişki özdeşlik seviyesinde kurulmaktadır. Fakat daha sonra bu ilişkiye dair eleştiri ve problemi göz önünde bulunduranlar ki başta Aristoteles (ö. M.Ö.322) ve onun düşüncesini takip eden ahlakçılar bilgierdem münasebetini biraz farklı yorumladılar. İbn Sînâ'da da gördüğümüz bu yorum, insani nefsin akıl özelliği üzerinden özellikle de aklın iki farklı kuvveye sahip olmasına vurgu yapmaktadır. Böylelikle tartışma konusu olan bildiği halde yanlış yapan insana dair bir izah mümkün olabilmektedir. Nefsin mertebelere göre farklı güç ve özelliklere sahip olması farklı farklı nefissel varlıkların olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin insan nefsi, bitki ve hayvan nefsinin içerdiği bütün özellik ve kuvvelere sahip ama daha fazlasını 16 Sadreddin Konevî, Yazışmalar, s. 125-128 İbn Sînâ, İşârât, s. 120; İbn Sînâ, Ahvâlu'n-Nefs, s. 57 18 İbn Sînâ, İşârât, s. 120-121; İbn Sînâ, Ahvâlu'n-Nefs, s. 58 19 İbn Sînâ, İşârât, s. 112-113; İbn Sînâ, Ahvâlu'n-Nefs, s. 57 17 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 13.Yüzyılda Felsefenin Kelam Ve Tasavvuf İle Etkileşim Örneği: 75 da barındıran tek bir nefistir. Farklı kuvvelerin olması itibari farklılık anlamına gelmekte, farklılığın varlık bakımından olduğu anlamına gelmemektedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki Konevî’nin sorusu mutlak anlamda nefsin hakikatine dair bir soru olmayıp, özel anlamıyla yani sadece insani nefsin hakikatine dair bir soru olmaktadır. Tûsî’nin cevabı da zaten insani nefsin hakikatine açıklamaya yönelik olup iki kısma ayırmak gerekir. Birincisi nefsin mahiyetinin ne olduğu; ikincisi ise bu tür bir varlığın bilinmesinin delillendirilmesi yani yöntem meselesidir. Cevabın birinci kısmı problem oluşturmaya müsait bir bilgi içermektedir. İnsani nefsin hakikatini, herkesin “ben” diye işaret ettiği şeklinde belirlemek, beden veya fiziksel cismin kastedildiği izlemini vermektedir. Şayet insan denilen varlık, işaret ile belirlenen bir canlı ise bu sadece somut bir yapının varlığını kabul etmeye götürür. Yani somut varlık tarzında olanlar mevcuttur bunun ötesinde insan nefsinin farklı bir varlık tarzı yoktur. Bu durum, Tûsî ve filozofların sisteminin nominalist bir yapıda olduğu sonucuna götürmektedir. Meşşâî filozofların sistemi genelinde Tûsî’nin felsefesi özelinde böyle bir anlayışın kesinlikle bir yeri olmadığını bilmekteyiz. Öyleyse böyle bir cevabı Tûsî nasıl verebilmektedir? Diye sorduğumuzda bu tarz bir bilgiyi Fahreddin Râzî’nin İşârât şerhinde görmekteyiz. Râzî, üçüncü nematın girişinde yaptığı açıklamada insani nefis ile her birimizin kendi nefs ve zatını işaret etmesinin kastedildiğini söylemektedir.20 Fakat Râzî hemen akabinde işaret edilen bu zat ve nefsin cisim ve cismani olmadığını da eklemektedir. Râzî’nin verdiği bilgilere bakarsak o da bu bilgileri İbn Sînâ’nın “fi Mârifeti’n-nefsi’n-nâtıka ve ahvâliha” adlı risalesinin birinci faslından aldığı anlaşılmaktadır. Bu fasılda İbn Sînâ, “insani nefsin cevheri ve onun bedene mugayir olmasının isbatı” başlığı altında şu bilgiyi vermektedir: “nefis ile her bir kimsenin“ene” sözüyle işaret ettiği şey kastedilmektedir. Fakat işaret edilen hususunda ilim erbabı ihtilafa düşmüşlerdir. Ene lafzıyla bazıları sadece mahsus olan bu bedeni; bazıları da bunun dışında bir şeyi kastetmektedirler. Birinci görüşü insanların çoğunluğu ve kelamcıların geneli savunmakta olup, insan sadece bu bedenden oluşmakta dolayısıyla ene sözüyle işaret edilen de bu beden olmaktadır. Kelamcıların bu görüşü fasit bir görüştür. Metafizikçi filozoflar ve rabbani âlimlerin kabul ettiği ikinci görüşe göre ise 20 Fahreddin er-Râzî, Şerhü’l-İşârât, s. 179 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 76 Necmi Derin insan duyulur olan bedenden ayrı bir şeydir. O, cisim ve cismani değildir aksine o ruhani bir cevherdir.” demektedir.21 Tûsî, Konevî’ye verdiği cevapta İbn Sînâ’nın ortaya koyduğu gibi açık bir bilgi vermemektedir. Dolayısıyla yanlış anlamaya müsait bir alan bırakmaktadır. Fakat o da İbn Sînâ’nın verdiği bilgilere benzer bilgileri “fi Bakâ'in-nefs”, “Şerhu'l-İşârât” ve Ahlâk-ı Nâsıri adlı eserlerinde vermektedir. Buna göre insani nefis, kuvve ve organlara sahip beden üzerinde tasarrufu bulunan yalın, basit bir cevherdir. Müstakil bir cevher olan nefis, cisim ve cismani değildir. O halde Tûsî’nin kelamcı ve nominalistlerin anladığı anlamda bir insan nefsinden bahsetmediği anlaşılmaktadır. Ona göre nefsin altı temel özelliği vardır: 1. Nefis vardır 2. Nefis cevherdir 3. Basittir 4. Cisim ve cismani değildir22 5. Zatıyla algılayan, organlarıyla tasarrufta bulunandır 6. Duyuların hiçbiriyle duyumsanmaz.23 Tûsî, zikrettiği her bir başlığı detaylandırarak nihayetinde nefsin maddi ve maddede bulunan bir hal veya organ olmadığını temellendirerek açıklamaktadır. Dolayısıyla cevapta yanlış anlamaya müsait olan hususlar, diğer eserlerini göz önünde bulundurduğumuzda ortadan kalkmaktadır. 3.2. Nefsin Epistemolojik Özelliği Bilginin kaynağı veya temeli nedir? sorusu farklı cevapların ortaya çıkmasına sebep olan bir sorudur. Cevapların çeşitliliği yöntemlerin çeşitliliğinden kaynaklanan bir durumdur. Bilginin elde edilmesinde rasyonalizm, empirizm, sezgicilik gibi temel ekollerden bahsedilmekle beraber bu temel ekollerin de kendi içlerinde çok farklı dalları vardır. Konunun İslam düşüncesine bakan yönünde ise yine aynı zenginlik bulunmaktadır. İşârât geleneği, kelam-felsefe ekollerinin bilgi nazariyelerinin kesiştiği bir gelenek olurken Konevî ile Tûsî yazışmaları da tasavvuf-felsefe ekollerinin bilgi nazariyesinin incelendiği örneklerin başında gelmektedir. Bu 21 İbn Sînâ, fi Mârifeti’n-nefsi’n-nâtıka ve ahvâliha, (neşr. Ahmed Fuad el-Ahvânî) Ahvâlu'n-Nefs içinde s. 184 22 Sadreddin Konevî, Yazışmalar, s. 131 23 Nasîruddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî, s. 27 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 13.Yüzyılda Felsefenin Kelam Ve Tasavvuf İle Etkileşim Örneği: 77 açıdan konuya baktığımızda Konevî, genel olarak hakikatin bilgisi özel olarak da nefisle ilgili bilginin akıl veya burhan yoluyla değil, mükaşefeyle elde edileceğini söylemektedir.24 Tûsî ise Meşşâî filozoflara uygun olarak nefsin hakikatinin bedihi ve zaruri bir şekilde bilineceğinden bahsetmektedir. Çünkü ona göre nefsin varlığını ispat hususunda hiçbir kanıta gerek yoktur. Tûsî bu düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir: “Akıllı insanlar için en açık seçik kanıt onların kendilerinin varlığıdır. Hatta uyuyan kimse uykuda, uyanık olan uyanıklıkta, sarhoş sarhoşluğunda kendi zatlarının dışındaki her şeyden gafil olabilecekleri halde zatlarından gafil olamazlar. Delilin özelliği, bir şeyi ispat için vasıta olmasıdır. Eğer varlığın kendisi kendine kanıt getirilirse o zaman delil ile kanıtlanan şey aynı olur. Her şeyin zatı da her zaman zatı olduğundan zatını zatına delil getirmek imkansızdır ve yanlış olarak kabul edilir.”25 Tûsî’nin ifadeleri diğer eserleriyle beraber değerlendirildiğinde İbn Sînâ’nın iyi bir takipçisi olduğu anlaşılmaktadır. İbn Sînâ, Tûsî’nin bahsettiği hususları, İşârât’ın üçüncü nematında, Şifa-Nefis kitabında ve “fi Mârifeti’nnefsi’n-nâtıka ve ahvâlihâ” adlı risalesinde değinmektedir. Tûsî’nin İbn Sînâ’dan alıntıladığı bilgilere baktığımızda dikkatimizi çeken temel konular şunlardır: 1. İnsan kendi nefsini doğrudan kavramaktadır. 2. Uyku veya sarhoşluk hali gibi durumlarda bile insan yine kendi varlığından haberdar olmaktadır. Uyku ve sarhoşluk hallerinde kendi varlığından haberdar olmayı vurgulamaları çok önemlidir. Zira uyku halinde beş dış duyu, sarhoşluk halinde ise hem beş dış duyu hem de beş iç duyu sağlıklı çalışmamaktadır.26 Ama böyle bir durumda bile insan kendi varlığının farkındadır. Örneğin, kâbus gören bir insan veya uykusunda gördüğü rüyanın farkına varan insan, bunların gerçek olmadığını bilir fakat bedenini kontrol edemediğinden bu durumdan kurtulamaz. Böyle bir durumu tecrübe eden insan hayatta olduğunun ve nefes alıp verdiğinin bilincindedir. Dolayısıyla İbn Sînâ ve Tûsî, insanın kendi varlığına dair bilginin dolaylı veya aracılar vasıtasıyla değil doğrudan elde edildiğini ifade etmektedirler. Bu tür bir yaklaşım, ontolojiyi esas 24 Sadreddin Konevî, Yazışmalar, s. 77 Nasîruddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî, s. 27; benzer bilgiler için bkz: Nasîruddin Tûsî, Şerhü’l-İşârât, c.II s. 344 26 Fahreddin er-Râzî, Şerhü’l-İşârât, s. 179-180 25 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 78 Necmi Derin alan epistemolojinin yansımasıdır. Yani varlık asıldır, bilgi de bu asla göre doğrudan ve dolaylı olarak varlığı yansıtan alandır. 3. İnsan tikel bilgiyi elde ettiği bütün organlarından soyutlansa ki bu "uçan adam" metaforu olarak bilinen örnektir, yine de kendi varlığından habersiz değildir.27 İşte bu rasyonel bilginin varlığı ve ispatı için verilen en çarpıcı örnektir. Böylece İbn Sînâ, Aristoteles’ten beri gelen rasyonalist ekolü kemale erdiren temellendirmeyi yapmaktadır. Tûsî de Konevî’ye verdiği cevapta insanın sahip olduğu bilgilerin temelinde doğuştan gelen bedihi ve zaruri yani apriori bilgilerin bulunduğunu söyleyerek filozofların ve kendisinin rasyonalist bilgi teorisini savunduğunu teyit etmektedir. Konevî, nefsin bilinmesinin delili nedir şeklinde yönelttiği ikinci soru ile filozofların epistemolojik ve medolojik bakış açısına dikkat çekmektedir. Zira hakikate dair farklılaşma tabiatı gereği yöntem ve bilgi açısından da farklılaşmayı getirmektedir. Tûsî, Meşşâî filozofların akılcı bilgi teorisinin temel dayanaklarından olan apriori bilgilerin olduğunu ve bunların başında da nefsin bilinmesi geldiğini söyleyerek filozofların hakikat ve hakikatin bilinmesinde takip edilecek yöntemin özünü ifade etmektedir. Sonuç 13. yüzyılın iki önemli ismi olan Sadreddin Konevî ile Nasîruddin Tûsî, aralarındaki yazışmalarda İslam düşüncesinin önemli konularını gündeme getirmektedirler. Konuya yaklaşımları felsefe ve tasavvuf disiplinlerinin bakış açılarını yansıtmaktadır. Bu yönüyle yazışmalar 13.yüzyılın önemli bir özelliği olan farklı disiplinlerin ortak mesele ve kavramlar etrafındaki yakın münasebetini ortaya koymaktadır ki bu dönemin "memzuc" veya "tahkik" diye isimlenmesine de sebep teşkil eder. Yazışmada gündeme gelen konulardan olan nefis ile ilgili mesele nefsin hakikati ve bu hakikate dair delilin ve bilginin nasıl elde edileceğine dairdir. Sadreddin Konevî'nin yazışmada gündeme getirdiği gerek nefis olsun gerekse diğer soru ve konuların bu dönemde gelenek olmaya başlayan İşârât bağlamında değerlendirildiğinde anlamlı hale gelmektedir. Zira bahsedilen konular, kelamfelsefe arasında tartışma ve ihtilafa sebep olan konulardır. Konevî bu geleneğe tasavvuf perspektifini de katarak disiplinlerin hakikate dair farklı yaklaşımlarını netleştirmektedir. 27 İbn Sînâ, İşârât, s. 107; İbn Sînâ, fi Mârifeti’n-nefs, s. 184 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 13.Yüzyılda Felsefenin Kelam Ve Tasavvuf İle Etkileşim Örneği: 79 Tûsî'nin verdiği yanıtlar kısa olmakla birlikte Meşşâî geleneğin teorilerini yansıtmaktadır. Ona göre nefis, maddî ve maddede olmayan bir hakikate sahip olup, bilinmesi için herhangi bir vasıtaya veya delile muhtaç değildir. KAYNAKÇA Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî'de Bilgi ve Varlık, İstanbul 2005. Fahreddin er-Râzî, Şerhü’l-İşârât, İstanbul: Matbaa-i Amire 1290/1873. İbn Sînâ, Ahvâlu'n-Nefs, neşr. Ahmed Fuad el-Ahvânî, Paris 2011. İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât (İşaretler ve Tembihler), çev. Ali Durusoy-Muhittin Macit-Ekrem Demirli, İstanbul 2005. İbn Sînâ, Şifâ-Burhan, çev. Ömer Türker, İstanbul 2006. İbn Sînâ, Şifa-Metafizik I, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul 2004. İsmail Hakkı İzmirli, İbn Sînâ, Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler, Ankara 1937. Nasîruddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov-Zaur Şükürov, İstanbul 2007. Nasîruddin Tûsî, Şerhü’l-İşârât ve’t-Tenbîhât, tahk. Süleyman Dünya, Beyrut 1993. Sadreddin Konevî, Fatiha Suresi Tefsiri, çev. Ekrem Demirli, İstanbul 2002. Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği, çev. Ekrem Demirli, İstanbul 2002. Sadreddin Konevî, Yazışmalar, çev. Ekrem Demirli, İstanbul 2002. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 ARAP HİKMETİNİN PRATİK KARAKTERİ Eyyüp Tanrıverdi Özet: Bu çalışmada Arap hikmetinin pratik karakteri ele alınmıştır. Çalışma, Arap hikmetinin yaşanmakta olan hayattan neşet ettiği, ondan beslendiği ve onunla var olduğu tezi üzerinden hareket etmektedir. Buna göre Arap hikmeti yaşanmakta olan hayatın bizatihi kendisidir. Eski Arap kültüründe hikmet sadedinde özlü sözler, vecizeler, hikmetli deyişler ve hikmet içerikli hutbeler ele alınabilir. Bir yönüyle nazarî olarak nitelenebilecek olan bu hikmet kısmı da reel hayat ile sıkı irtibatlıdır. Diğer toplumsal ve kültürel değerler gibi hikmet de toplumun müşterek değerleri olan gelenekleri ve reel hayatı merkezî varlık noktası edinmiştir. Anahtar kelimeler: Arap hikmeti, Eski Arap toplumu, kabile hayatı, gelenekler THE PRACTICAL CHARACTER OF THE ANCIENT ARABIC WISDOM Abstract: This paper argues the thesis that ancient arab wisdom has a realistic and practical character and its theoretical character is rarely visible compared with the practical one. Ancient arabic wisdom was originated and had taken its basic roots from the circumstances of the tribal life. Arabic wisdom has a real connection with the traditions and daily events. And wisdom makers are those wise people who collacted a large amount of the life experience holding the capability of evaluating the events ve drawing conclusions by any clues. Actually the beginning o the arabic life in north peninsula is narrated through a story which aims to claim the idea that the arabic daily life and the arabs tradition are of a pure wisdom itself. Wise people were honored by the society in the tribal arabic culture, cause it was the society who appointed the eminent figures as social pioneers and leaders in many fields social, literal, political and military. Key Words: Ancient arab society, arabic wisdom, tribal life, traditions Dr. Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi [email protected] Eyyüp Tanrıverdi 82 Arap Kültürü ve Hikmet Eski Arap toplumunda hikmet, kültürün mühim bir kısmını oluşturur. Arap dili de hayatın tezahürlerini hikmet ile ifadeye çok yatkındır. Arap kültürünün hikmetle olgunlaşmış bir şekilde karşımıza çıkması, geleneksel Arap aklının hikmete olan meyli ve Arap dilinin hikmeti ifadede sahip olduğu kabiliyetin bir sonucudur. Eski Arap toplumunda bakış, değerlendirme ve ifadelendirme yaşanmakta olan reel hayata yönelmiştir. Tabiî ve toplumsal hayat şartları, toplumsal ilginin nazarî istidadını, yönelimini ve gelişimini büyük ölçüde olumsuz etkilemiştir. Gelenek, toplum aktörlerinin toplumsal kariyerlerini onların toplumun müşterek değerlerini hareket merkezi edinme kriterine göre tayin etmiştir. Hikmet ve Hikmet Sahibi Arap kültürü hikmeti bilgelik şeklinde algılamıştır. Buna göre hikmet hayata nüfuz edip hayatın akışını kontrol altında tutmaktır. Bu kavram bir şeyin hakikatini bilmek, doğruyu bilerek yapmak ve kişinin isabetli tutum göstermesi şeklinde tarif edilmiştir. Hikmet sahibi, en iyi bilgi yöntemiyle en kıymetli bilgiye ulaşan kişi demektir. Hikmet ve hakîm yani bilge kişi tanımları sözlüklerde bu şekilde yer almıştır.1 Arap toplumunda hikmet ve hikmet sahibi olmak birey ve kabile için bir itibar vesilesi olmuştur. Toplum nezdinde hikmet sahibi yani bilge olarak tanımlanan kişilere atfedilen bu itibarın keskin zekâ, derin kavrayış ve sebep sonuç ilişkisi içinde isabetli yorum yapma kabiliyeti üzere inşa edildiğini görmekteyiz.2 Bu kabulde nazarî bilgi sahibi olma hususu hiçbir şekilde yer almamakta tamamen tecrübe, kavrayış ve yoruma dayalı çıkarımlar öne çıkmaktadır. Hikmette önemli hususlardan biri de bilgenin, düşünce ve değerlendirmesini arifane bir şekilde ifade etme kabiliyetidir. Buna göre geleneksel Arap hikmetinin nazarî bilgi ile irtibatı çok güçlü sayılmaz. Bilakis Arap toplumunun hikmet algısı bilgiyi değerlendirmeye tabi tutup pratik yani reel hayat ile ilgili sonuç çıkarmak şeklindedir. Arap Hikmetinin Özellikleri Genel bir ifadeyle gündelik hayatın, tabiî ve toplumsal şartların büyük ölçüde olumsuz koşulları altında hayata tutunma ve yaşamı sürdürme uğraşı olarak şekillendiği eski Arap toplumunda hayat aktiviteleri tamamen yaşanmakta olan hayata odaklanmıştır. Bu itibarla yaşam hareketliliği birinci derecede somut 1 ez-Zebîdî, Ebu’l-Feyz Muhammed b. Muhammed el-Murtadâ, Tâcu’l-arûs, 1-40, tah: Abdussettâr Ahmed Ferrâc, Vizâretu’l-irşâd ve’l-enbâ, Kuveyt 1965; 31/510-513. 2 Cevâd Alî, el-Mufassal fî târîhi’l-Arab kable’l-İslâm, 1-20, 4.bs., Dâru’s-sâkî, 2001; 10/307-310. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 83 hayat şartlarını önemsemiştir. Düşünsel ve nazarî faaliyet alanının gelişme imkânı bulamaması geleneğin ve alışkanlıkların somut hayat göstergelerine müvazi olarak şekillenmesiyle ilgilidir. Bu bakımdan Arap hikmeti de nazarî boyuttan ziyade toplumun müşterek değerlerini çıkış noktası olarak almış ve bu istikamette gelişme göstermiştir. Toplumun müşterek değerleri ise geleneklerdir, yaşanmakta olan hayattır. Cömertlik, misafirperverlik, fahr, murûet, asalet, nebâlet gibi kabilesel olumlu değerlerin yanı sıra düşmanlık, kin, savaş, intikam gibi olumsuz koşullar da hikmetin kapsamına dahildir. Arap hikmeti bütün koşulların kendi içinde en isabetli teşhis ve tahlilini yapmayı hedefler. Genel olarak Arap bilgelerinin söylemlerindeki genel karakterin barışçıl ve insancıl olduğu rahatlıkla söylenebilir. Gerçek hayat şartları çatışma ve savaş faktörüyle tamamen iç içe olmasına rağmen bilgelerin bu tutumunun toplum tarafından kabul ve takdir gördüğü de müşahede edilmektedir. Arap Hikmetinin Nazarî Tezahürleri Bilgece söylenmiş sözler, deyişler ve vecizeler, Arap hikmetinin nazarî tezahürleri olarak görülebilir. Aynı şekilde vecize nitelikli sözlerle kurulu hutbeler de hikmetin nazarî kısmını temsil etmektedir. Bir takım teorik unsurlar barındırsa da, hikmetli söz ve vecizelerin esasen yaşanmakta olan hayatın kendisinden neşet ettiğini ve bu hayatın kendisine yönelik olduğunu belirtmek gerekir. Vecizelerin toplum arasında intişarının da, reel hayat ile irtibatlarıyla orantılı olduğu görülmektedir. Aynı durum hutbeler için de geçerlidir. Hutbelerde teorik cihetin daha baskın ve daha görünür olduğunu söylemek mümkündür. Hikmetli sözlerin toplumsal kabul görmesi, halk arasında yayılması yani müşterek kültüre katılımı tamamen halkın bunları benimsemesiyle ilgilidir. Halkın nazarı ise reel hayata dönüktür. Bundan dolayı halk nezdinde muteber olan hikmet onların ilgilerine dahil olan kısımdır. Gündelik hayatın belirleyici olduğu eski Arap kabile kültüründe tababet, kıyâfet, astronomi ve sair bilgi alanları gibi hikmetin dahi amelî yani gündelik hayatla iç içe olanı revaç bulmuştur. Klâsik Arap kültüründe bütün edebî ve kültürel aktivitelerin şekillenmesinde belirleyici olan bizatihi halkın ilgisidir. Halkın Hikmete Olan İlgisi Eski Arap kültüründe halkın hikmete ve hikmetli sözlere ilgisi takip edilebilmektedir. Hikmetli söz münşileri olan bilgelerin toplumsal itibarı bu ilgiye dayanmıştır. Kabileyi temsil kabiliyeti bulunan hatiplerin hitaplarının özlü SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Eyyüp Tanrıverdi 84 sözler ve vecizeler ile kurulu olması da toplumsal ilgiye göre şekillenmiştir. Bilhassa hac mevsimlerinde bilgelerin ve hatiplerin halka açık nutuklarının vecizeler ve hikmetli sözlerden oluşan konuşmalar niteliğinde olduğu görülüyor. Bu tür vecizeler halkın ilgisini çektiği oranda toplumun hafızasına dahil olmuştur.3 Şairlerin sahip oldukları toplumsal konum da mananın hünerle ifadesinin halktan gördüğü takdirin bir sonucudur. Lebîd b. Rebîa (ö.40/660),4 Zuheyr b. Ebî Sulmâ (ö.609)5 ve Amr b. Kulsûm (ö.584 veya 600)6 gibi hikmet söylemi ile özdeşleşen şairler cahiliye şairleri içinde ön sırada yer almışlardır. Bilgelere, hatiplere, şairlere, kabile reislerine, kanaat önderlerine ve eşraftan olanlara nispetle bilgece sözler ve vecizelerin aktarılması âdeta bir gelenek hâlini almıştır. Bu aslında kabile kültürünün temsil makamını hikmetle donatma arzu ve arayışını ifade etmektedir. Böylece hikmet kabilelerin itibarının temel unsurlarından biri olarak telakki edilmiş olmaktadır. Arap Hikmetinin Nazarî Formları Hikmetli sözler, özlü deyişler, bilgece ifadeler, hutbeler, ayrıca şiirlerde hikmet içeren anlatım ve izahlar genel bir ifadeyle hikmetin nazarî ciheti ile ilgilidir. Eksem b. Sayfî (ö.612?),7 Âmir b. ez-Zarib, Damre b. Damre, Hâcib b. Zurâre (ö. 3/625 ?),8 Kuss b. Sâide (ö.600)9 gibi pek çok bilge ve hatibin ayrıca Lebîd ve Zuheyr gibi bazı şairlerin hayatın çoğu cihetine taalluk eden bütüncül bir bakışa sahip oldukları görülüyor. Sözgelimi Eksem b. Sayfî’nin vecizeleri ahlak, adalet, aile, komşuluk, yöneticilik, cimrilik, cömertlik, birey ve toplum münasebetleri, dostluk, sevgi gibi hayatın bütün aşamalarıyla alakalı yorumlar içermektedir. Bu itibarla bunlarda hikmetin nazarî bir karakter taşıdığı düşünülebilir. Bütün vecizeleri ışığında Eksem’in örneğin ahlak anlayışını tasvir etmek ya da Kuss b. Sâide’nin inanca dair düşüncesini ele almak mümkündür. Buna karşılık sözü edilen nazarî faaliyetin tamamen pratik hayata yönelik bir istikamet gösterdiğine tanık olmaktayız. Hikmetin ya da düşüncenin nazarî cihet lehine gelişme faaliyeti ise belirgin değildir. Bu itibarla bir tecrübe, düşünce ve düşünmenin ürünü olan bu üretimlerin teorik ve kurgusal bir aşamaya geçtiğine şahit olmamaktayız. 3 Ebû Ahmed el-Hasen b. Abdullâh b. Saîd b. İsmâîl el-Askerî, el-Masûn fi’l-edeb, 2.bs., tah.Abdusselâm M.Hârûn, Matbaatu hukûmeti’l-Kuveyt, 1984; 115-116. 4 Bkz. Süleyman Tülücü, “Lebîd b. Rebîa”, DİA, 27/121-122. 5 Bkz. Süleyman Tülücü, “Züheyr b. Ebî Sulmâ”, DİA, 44/540-542. 6 Bkz. Muharrem Çelebi, “Amr b. Kulsûm”, DİA, 3/85-86. 7 Bkz. Asri Çubukçu, “Eksem b. Sayfî”, DİA, 10/550-551. 8 Bkz. Mehmet Ali Kapar, “Hâcib b. Zürâre”, DİA, 14/511. 9 Bkz. Mehmet Ali Kapar, “Kus b. Sâide”, DİA, 26/460. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 85 Erdemli hayatın düşünsel boyutunu teşkil eden hikmet faaliyetinin yaşanan hayat ile sıkı irtibatı Arap kültürünün genel dokusuna muvazi olarak şekillenmiştir. Vecizelerde ifadesini bulan hikmetin tamamı hayatın uygulama alanına taalluk eden tavsiyeler mahiyetindedir. Bu vecizeler birey ve toplumun gündelik hayatında uygulayabileceği esas ve ilkeler niteliğini taşımaktadır. Darbı mesel hâline gelen vecizeler de aynı şekilde pratik hayat alanına yöneliktir. Ameli Hikmetin Başlangıcı Eski Arap kültürü sadedinde intikal etmiş olan kısmen folklorik kültür mirasının içeriği, Arap aklının, hikmeti yaşanan hayat ile iç içe tasavvur ettiğine tanıklık etmektedir. Bu boyutuyla amelî hikmet toplumsal hayatın haricinde bir nazarî hikmet tasavvurundan daha güçlü bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Arap aklı hikmeti hayatın içinde aramıştır. Arap toplumunun Adnânîler adıyla anılan kuzey kolunun tarihsel süreci de hikmet üzere kurulu bir anlatı ile başlatılmaktadır. Bu anlatı hikmetin gündelik hayatın içindeki yerini açık bir şekilde göstermektedir. Bu sayede gündelik hayat ile hikmet arasındaki bağlantının doğallığı da izlenebilmektedir. Arap hikmetinin gündelik hayat ile iç içe olan durumu aynı zamanda hayatın hikmet üzere kurulu olduğu hususu da bu anonim kabul ile zarif bir şekilde ortaya konulmuştur. Söz konusu anlatı, Hazreti Peygamber’in (sav) büyük dedelerinden Adnân’ın oğlu Maadd’ın oğlu Nizâr’ın çocukları ile ilgilidir. Tarih ve soy bilim kaynaklarının tespitlerine göre Adnân, Hazreti Peygamber’in (sav) yirmi birinci babasıdır. Adnân aynı zamanda bütün Arap toplumunun iki ana kolundan biri olan Adnânîler kolunun büyük atasıdır. Bundan daha eski kabul edilen diğer kol ise Kahtânîler adıyla anılmaktadır. Adnânîler ve Kahtânîler Arap sözlü geleneği, Arap tarihini Kahtân ile ilişkilendirir. Geleneksel soy bilim kayıtlarına göre Kahtân, Hazreti Nûh’un oğlu Sâm’ın neslinden Kahtân b. Âbir b. Şâlah b. Erefahşed b. Sâm b. Nûh’tur. Bâbil’de dillerin karışması veya ayrışması sonucunda Hazreti Nûh neslinin dünya coğrafyasına yayılması sürecinde Kahtân kendi nesli ile beraber Bâbil bölgesinden çıkarak Yemen bölgesine yerleşmiştir. Burada çoğalan Kahtân nesli bütün Arapların çekirdek toplumunu oluşturur. Bir tarım ve şehir toplumu olarak bunlar, Yemen bölgesinde yerleşik hayatın başlatıcıları aynı zamanda Maîn, Sebe, Katabân, Hadramevt ve Himyer gibi medeniyetlerin de kurucularıdır. Tarihsel olarak da SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 86 Eyyüp Tanrıverdi kısmen takip edilebildiği üzere zamanla Kahtân neslinden bazı toplulukların güney kuzey istikametinde kitlesel göç hareketlerine işaret edilmektedir.10 Kahtân neslinden kabile düzeyinde kuzeye doğru özellikle sonraki ismiyle Hicaz bölgesine gerçekleşen göçlerin Adnân nesli ile ilişkilendirilen aktörü, Curhum kabilesidir. Sözel gelenekte, nesilleri tükenip tarihe karışan Arap toplulukları arasında sayılan bu kabileye aynı ismi taşıyan muahhar kabileden ayırt etmek üzere Birinci Curhum kabilesi de denilmiştir. Mutlak olarak Curhum kabilesi ile kast edilen kabile Birinci Curhum kabilesidir. Curhum’un Hicaz bölgesinde Mekke civarında konar göçer bir hayat sürdüğü ileri sürülmektedir. Diğer taraftan Hz. İbrâhîm’in hanımı Hz. Hâcer ve oğlu Hz. İsmâîl ile yaptığı Hicaz yolculuğunun son durağı, Kabe’nin bulunduğu ve daha sonra Mekke kentinin kurulduğu nokta olmuştur. Burada yetişen Hz. İsmâîl civardaki Curhum kabilesinden evlenmiş ve aralarında sıhrî akrabalık kurulmuştur. Hz. İsmâîl nesli Arap kültürüne göre yetişmiş ve bu nesil daha sonra bütün Arap kültürünün temsilcisi olarak kabul edilmiştir. Arap tarih geleneği, Arap tarihini bu iki toplum üzerinden kurgular. Birincisi gerçek Arap toplumu olarak kabul edilir. Büyük ataları Kahtân’a nisbetle bu topluma Kahtânîler denilir. Kültürel akıl, bunları ifade sadedinde gerçek Araplar, öz Araplar, saf Araplar gibi nitel kavramlar da geliştirmiştir. Buna mukabil Hz. İsmâîl nesli ise kendisine nisbetle bazen İsmâîlîler, genellikle de Hz. Peygamber’in büyük dedesi Adnân’a nisbetle Adnânîler olarak tavsif edilmiş, etnik olarak da Arap toplumuna sonradan katılanlar anlamında Müsta‘ribe Araplar denilmiştir. Coğrafî taksime göre ise birinci topluma güney Arapları, ikinciye ise kuzey Arapları denilmiştir. Kahtânîler ile Adnânîler arasında Arap toplumunun neseb taassubu dolayısıyla etnik ayırım belirgindir. Buna rağmen İki toplumun meskûn olduğu bölgeler arasında demografik geçişkenlikler yaşanmıştır. Güney bölgesi genellikle göç vermiş, kuzey bölgesi göç almıştır. Yani Kahtânîler, Adnânîlerin coğrafî alanına katılmışlardır.11 Geleneksel Arap kültürü, Adnân’ın neslini oğlu Maadd ile sürdürür. Maadd nesli de Nizâr ile devam etmiştir. Bundan dolayı Adnanî topluma aynı zamanda Maaddîler ve Nizârîler de denilmektedir. Nizâr’dan sonra Adnânî 10 11 Bu göçlerin tarihsel seyri için bkz. Eyyüp Tanrıverdi, “Tarihte Kitlesel Samî Göçleri”, III.Uluslararası Doğu Dilleri ve Edebiyatları Sempozyumu Bildirileri, Akademi Titiz Yayınları, 2012, 165-183. Kahtân hakkında bkz. Mustafa Fayda, “Kahtân”, DİA, 24/201-202. Adnân hakkında bkz. Mustafa Fayda, “Adnân”, DİA, 1/391-392. Kahtânîler ve Adnânîler hakkında bkz. Hakkı Dursun Yıldız, “Arap/tarih”, DİA, 3/273 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 87 toplum dört ana kola ayrılmıştır. Bunlar Mudar, İyâd, Rebîa ve Enmâr’dır. Nizâr’ın dört oğlunun isimleri olarak bu kişiler kendilerinden çoğalan neslin büyük ataları kabul edilmiştir. Hz. Peygamber (sav) Mudar koluna mensuptur. Bu arada Hazreti Peygamber’in (sav) mensubiyeti dolayısıyla Mudar kabilesi Arap tarihinde çok önemli bir kabiledir. Bu kabileler grubunun büyük atası Mudar da çeşitli açılardan kültür tarihinde yer tutmuştur. Mudar Arap kültüründe ilk defa deveci ezgisi terennüm eden kişi olarak kabul edilmiştir. Bunun doğal olarak geliştiği görülen gerekçesine dair bir izah da sunulmuştur. Buna göre Mudar bir gün deveden düşmüş ve kolu kırılmıştır. Duyduğu sancıyı ifade amacıyla ah elim, ah elim diye figan etmiştir. Bu ifadelerin peş peşe söylenmesiyle oluşan bir tür nağme otlaktaki develeri kendine çekmiştir. Kolu iyileştikten sonra Mudar bunu bir yöntem olarak kullanmış ve geliştirmiştir. Deveden düşüp kolu kırılan kişinin Mudar değil onun deve bakıcısı olduğu da söylenmiştir. Arap kültüründe cari “Basbasne iz hudîne bi’l-eznâb” şeklindeki darbı mesel de deveci ezgisinin kurucusu Mudar’ın bu sırada develerin durumuna dair değerlendirmesi olarak kabul edilmektedir. Ayrıca Hazreti Peygamber’in (sav) “lâ tesubbû Mudar ve Rebîa; fe-innehumâ muslimâni” yani “Mudar ve Rebîa hakkında hadsiz söz söylemeyin, onların ikisi de Müslüman idi” şeklinde bir hadisi kaynaklarda yer almaktadır.12 Nizâr b. Maadd Nizâr, Maadd’ın vasisidir. Maadd, sahip olduğu asalet, zekâ ve necabet dolayısıyla Nizâr’ı kendisine vasi atayarak bütün çocuklarının sevk ve idaresini ona tevdi etmiştir. Çocuklarına da ona itaat etmelerini ve onun riyasetini tanımalarını emir ve tavsiye etmiştir. Maadd’an sonra Nizâr, Maadoğullarının başına geçmiş ve babasının yönetim anlayışını sürdürmüştür. Nizâr da kendisinden sonra oğlu Mudar’ı vasi tayin etmiştir.13 Arap kültüründe kabul edilen geleneksel tarih anlatısına göre Nizâr b. Maadd’ın iki hanımı vardır. Her hanımından da ikişer oğlu olmuştur. Bunlardan 12 İbnu’l-Esîr, Ebu’l-Hasen İzzeddîn Alî b. Ebi’l-Kerem M.b.M.el-Cezerî, el-Kâmil fi’t-târîh, 1-10, tah. Ömer Abdusselâm Tedmurî, dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut, 1997; 1/633. 13 Ebu’l-Bakâ Hibetullâh Muhammed b. Nemâ el-Hillî, el-Menâkibu’l-Mezyediyye fî ahbâri’lmulûki’l-Esediyye, 1-2, tah. M.Abdulkâdir Hureysât, Sâlih Mûsâ Derâdike, Mektebetu’r-risâle, Ammân, 1982, 1/343-344. el-Himyerî’nin aktarımına göre ise İyâd kardeşlerinin en büyüğüdür. Nizâr onu kardeşlerine reis olarak tayin etmiş, miras taksiminde anlaşmazlık olması halinde Necrân’lı el-Ef‘â’ya müracaat etmelerini önermiştir. el-Himyerî, Ebû Muhammed Cemâleddin Abdulmelik b. Hişâm el-Maâfirî, et-Tîcân fî muluki Himyer, Merkezu’d-dirâsât ve’l-ebhâsi’l-Yemeniyye, San‘â, 1347, 191. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Eyyüp Tanrıverdi 88 Mudar ve İyâd’ın anneleri Sevde bint Akk’tır. Rebîa ve Enmâr’ın anneleri ise Cedâle bint Va‘lân’dır. Cedâle, Curhum kabilesindendir. Yani Kahtânî asıllıdır. Mudar, İyâd, Rebîa ve Enmâr’ın her birinin nesli çoğalmış, bunlar da kabilelerinin büyük atası olarak kabul edilmiştir. Böylece bütünüyle Adnânî nesil dört ana kola ayrılmıştır.14 Nizâr’ın Miras Taksimi Geleneksel anlatıma göre yaşı ilerlemiş olan Nizâr, bu dört oğlunu toplayarak miras taksimi yapmıştır. Nizâr’ın vasiyyetine göre kırmızı deriden olan kubbeli çadır ve onun türünden olan mal varlığı Mudar’ındır. Bundan dolayı ona Mudar el-Hamrâ (kırmızı, kızıl) denilmiştir. Siyah çadır ve bunun türünden olan mal varlığı, Rebîa’nındır. Böylece siyah atlar Rebîa’da kaldı. Bundan dolayı ona Rebîatu’l-Feres denildi. Hizmetçi ve bu kabilden olan varlıklar ise İyâd’a verilmiştir. Hizmetçi ak saçlıydı. Bundan dolayı İyad, alaca ve benekli koyun sürülerini aldı. Arazi varlığı da Enmâr’a verildi. Enmâr da payına düşenleri aldı. Nizâr’ın vasiyetinin son maddesine göre ise miras taksiminde herhangi bir anlaşmazlık meydana gelmesi hâlinde dördünün hep beraber el-Ef‘â el-Curhumî’nin hakemliğine müracaat etmeleri vasiyet edilmiştir. Nizâr’ın ölümünden sonra dört kardeş arasında miras taksiminde vasiyette işaret edildiği üzere anlaşmazlık vaki olmuştur. Bunun üzerine Mudar, İyâd, Rebîa ve Enmâr vasiyet gereği aralarındaki anlaşmazlığı çözücü bir hüküm vermesi amacıyla Necrân’da meskûn olduğu belirtilen el-Ef‘â el-Curhumî’nin hakemliğine müracaat etmek üzere Yemen’e doğru yola çıkarlar. Nizâroğullarının Miras Meselesi ve el-Ef‘â’nın Hakemliği Yolculuk esnasında bu dört kardeşin her birinin sahip olduğu görgüyü ve bilgeliği ortaya çıkaracak bir vesile söz konusu olmuştur. Bu vesile ise bir otlaktır. Otlak bir hayvan tarafından otlanmıştır. Kardeşler ise otlağın otlanma biçimine bakarak ve bazı tezahürleri değerlendirerek çıkarımlarda bulunmuşlardır. Bu çıkarımlar bu otlakta otlanmış olan deve ile ilgili peş pese sıralanmış birbirinden farklı ve birbirini tamamlayıcı her birine ait birer cümlelik tasvirlerden ibarettir. Mudar otlağa bakarak orada otlayan devenin tek gözlü olduğunu belirtmiştir. Rebîa devenin aksak olduğunu söyleyerek tasviri 14 el-Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ, Ensâbu’l-eşrâf, 1-13, tah. Suheyl Zekkâr ve Riyad ez-Ziriklî, Dâru’l-fikr, Beyrut 1996, 1/23. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 89 sürdürmüştür. İyâd ise devenin kuyruğunun olmadığını söylemiştir. Enmâr da devenin başıboş yani sahipsiz olduğunu söyleyerek bu tasviri tamamlamıştır. Kuşkusuz yolculuk boyunca buna benzer veya bundan farklı pek çok durumun ve değerlendirmenin vukuu tabiî olarak düşünülebilir. Anlatının üzerine inşa edildiği bu vesile sonuca götürücü olduğu için anlatının iskeletine dâhil olmuştur. Söz konusu bu vesile dahi dört kardeş açısından bir bilgelik ve kudret izharı tasarımı şeklinde değil, doğal hayatlarının tabiî bir kesiti olarak görünmektedir. Öyleyse bunların çevre ile münasebetlerinin tamamen bu tarz üzere cari olduğunu tasavvur etmek mümkündür. Nitekim el-Himyerî bunun öncesinde üç tane ayrı vaka daha kaydetmiştir. Bunlar da el-Himyerî’nin anlatımında el-Ef‘â’nın sahip olduğu hikmet kudretini ortaya koyucu unsurlar olarak yer almıştır. Bu tasvirlerin kayda geçmesini temin eden gerekçe sonrasında meydana gelen müteakip gelişmelerdir. Buna göre dört kardeş yollarına devam ederler. Kısa bir süre yol aldıktan sonra bir adam ile karşılaşırlar. Adam kaybettiği devesini aramaktadır. Karşılaştığı bu dört şahsa devesini görüp görmediklerini sormuş, bunun üzerine tablo aynen tekrarlanmıştır. Yani Mudar “senin deven tek gözlü müdür?” diye sormuş. Adam tasdik etmiştir. Rebîa “senin deven aksak mıdır?” diye sormuş. Adam yine tasdik etmiştir. Sonra İyâd “Bu deve kuyruksuz mudur?” diye sormuş. Adam bunu da tasdik etmiştir. Enmâr ise “Bu deve başıboş mudur?” diye sormuştur. Adam bunu da tasdik etmiş ve “Bunlar benim devemin vasıflarıdır” diyerek deveyi gördükleri yeri söylemelerini istemiştir. Kardeşler ise deveyi görmediklerine dair yemin etmişler. Ancak adam onlara yapışmış ve onları bırakmamıştır. Ona göre bu dört kişi onun devesini tarif etmiştir. Dolayısıyla devenin onlarla bir ilgisi olmalıdır. Bu durumda kardeşler için yeni ve daha öncelikli bir mesele meydana gelmiştir. Anlatıda işaret edilmemiş olmakla beraber muhtemelen öncelikle bu meseleyi çözmek üzere el-Ef‘â el-Curhumî’nin hakemliğine müracaat sadedinde anlaşırlar. Hep beraber Necrân’a ulaşınca el-Ef‘â el-Curhumî’ye konuk olurlar. Deve sahibi hemen meseleyi anlatarak el-Ef‘â’nın hükmünü beklemeye koyulur. el-Ef‘â ise dört kardeşe dönerek iddialarına göre deveyi görmedikleri hâlde neye göre tasvir yaptıklarını sorar. Bunun üzerine dört kardeş bir bakıma savunma yaparak tasvire dair gerekçelerini izah ederler. Mudar “Deve bir tarafı otlayıp beri tarafı otlamamış idi” diyerek yani tek taraflı otladığına dayanarak onun tek gözlü olduğunu SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 90 Eyyüp Tanrıverdi anladığını ifade eder. Rebîa ise bir ayak izinin düzgün diğerinin dağınık olduğuna dayanarak devenin aksak olduğuna hükmettiğini söyler. İyâd da dışkısının toplu durduğuna bakarak kuyruğunun kopmuş olduğuna hükmettiğini aksi halde dışkısının dağınık olması gerektiğini belirtir. Enmâr ise otları gür yerleri otlayıp sonra hemen bunları geçip otsuz ve daha zayıf otlu yerlere geçtiğine bakarak sahipsiz olduğunu düşündüğünü söyler. Bu göstergeleri ve onların yorumlanmasını dinleyen el-Ef‘â el-Curhumî hakem olarak adama döner ve “bunların senin devenle bir ilgisi yok, sen git deveni aramaya devam et” diyerek kesin hükmünü verir. Bu ilk tablo sonucunda dört kardeşin el-Ef‘â’nın ilgisini çektiği anlaşılmaktadır. Haddizatında el-Ef‘â karşılaştığı bu keskin zekâ erbabı karşısında son derece şaşırmış ve onları tanımaya yönelik detaylarla ilgilenmiştir. Dört kardeş ise ona gelmelerinin asıl gerekçesini, yani kendi aralarındaki miras taksim anlaşmazlığını izah ederler ve onun hakemliğine müracaat etmek için yola çıkmış olduklarını anlatırlar. Bunun üzerine kendileriyle daha yakından ilgilenen el-Ef‘â “siz böylesine maharetli iken bana ne ihtiyacınız olabilir ki!” diyerek onlara dair takdirini ifade etmiştir. Aslında el-Ef‘â’nın onlara sezdirmeden haklarındaki kanaatini kesinleştirmek ve onların kabiliyet ve maharetlerinin sınırını iyice anlamak niyetinde olduğu anlaşılıyor. el-Ef‘â konuklarına bir ziyafet sofrası hazırlayarak onları sofrada baş başa bırakır. Kendisi de onları dinleyebileceği bir mekana çekilir. Yemeklerini yemeye koyulan kardeşlerden çok geçmeden ziyafete dair değerlendirmeler peş peşe gelmeye başlar. İlk sözü Mudar söylemiş ve sofradaki şarabı değerlendirmiştir: “Bu günkü kadar güzel bir şarap görmedim, tek kusuru asmasının bir mezar üzerinde bitmiş olmasıdır.” İkinci değerlendirme Rebîa’dan gelir, o da kendilerine sunulan eti değerlendirir: “Bu günkü kadar lezzetli bir et görmedim, ama tek kusuru bu hayvanın yavru iken bir dişi köpek sütüyle beslenmiş olmasıdır.” Sonra İyâd konuşur. İyâd ise ev sahibini yani el-Ef‘â’yı değerlendirmiştir: “Bu gün gördüğüm adam kadar anlayışlı kavrayışlı birini görmedim, fakat tek kusuru var, babası zannettiği kişi onun gerçek babası değildir.” Enmâr ise son sözü söyler: “Bu gün şu andaki konuşmamız, bizim için en faydalı sohbettir.” Yani bu günkü konuşmalarımızın içinde işimizin hallolmasını sağlayacak olan şu anda söylediklerimizdir. el-Ef‘â el-Curhumî ise bütün bu konuşmaları dinlemiş, dinledikçe daha çok şaşırmıştır. İlk yaptığı şey annesine koşturmak olmuştur. el-Ef‘â, İyâd’ın SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 91 kendisi hakkında söylediklerinin hakikatini annesine sormuştur. Doğruyu söylemekten başka çıkar yol bulamayan annesi hakikati açıklamak zorunda kalmıştır. Bu gerçek de İyâd’ın söylediklerini doğrulamıştır. Bir rivayete göre ise el-Ef‘â kılıcını kaparak annesinin karşısına dikilmiş, yalan söylemesi hâlinde ölümle tehdit, doğru söylemesi hâlinde eman teminatı vererek onun doğruyu söylemesini sağlamıştır.15 Daha sonra el-Ef‘â, hizmetçiye yönelmiş ve ona şarabın durumunu sormuştur. Onun izahından şarabın el-Ef‘â’nın mezarı başında dikilmiş bir asmadan elde edildiği ortaya çıkar. el-Ef‘â son olarak çoban ile konuşur ve ona etin durumunu sorar. Çoban yavru iken dişi köpek sütüyle beslediği bir koyunun eti olduğunu söyler. Bütün bu tahkikatı yapan el-Ef‘â şaşırmış bir hâlde ancak doğruları teslim ederek meclise dâhil olur ve kardeşler ile konuşmaya koyulur.16 el-Ef‘â sonra ete ve içkiye dair yaptıkları değerlendirmenin iç yüzünü ve delillendirmelerine dair izahat talebinde bulunmuştur. Et ile ilgili açıklamayı Mudar yapmıştır. Buna göre Mudar bu şarabı içtikten sonra daha önce hiç yaşamadığı bir baş ağrısı hissetmiştir. Genel kültürüne göre bu baş ağrısını da ölüm ile ilintili olarak değerlendirmiş ve bundan dolayı bu şarabın üretildiği asma ağacının bir mezar üzerinde bitmiş olması gerektiği sonucuna vardığını ifade etmiştir. Ete dair değerlendirmenin izahını da Rebîa üstlenmiştir. Buna göre Rebîa ete sirayet etmiş bir kötü koku hissetmiştir. Böylesi et kokusuna ise daha önce hiç rastlamamıştır. Bu his ile etini yedikleri hayvanın bir dişi köpek sütüyle beslenmiş olması gerektiğini düşünmüştür. Onların el-Ef‘â’ya dair değerlendirmesi de gerekçelendirilmiştir. Buna göre el-Ef‘â sıradan sözlerine bile söverek başlamaktadır. Bu ise hoş karşılanmayan bir doğum hâlinden kaynaklanmaktadır.17 el-Ef‘â konuklarıyla oturarak onların meselesini dinler. Aralarındaki anlaşmazlığı gidermek üzere hakem olarak davayı değerlendirir ve hükmünü verir. Vasiyete göre hüküm veren el-Ef‘â kırmızı çadır, dinar (altın), deve cinsinden olan varlıkların Mudar’a verilmesine hükmeder. Kırmızı olanlar bunlardır. Siyah çadır ve doru atlar türünden olanların Rebîa’ya verilmesine 15 Anlatının bazı kesitleri bazı kaynaklarda yer almış değildir. Bu paragraftaki bilgi için örneğin bkz. Abdulmelik b. Huseyn el-İsâmî el-Mekkî, Simtu’n-nucûmi’l-avâlî fî enbâi’l-evâil ve’ttevâlî, 1-4, tah: Adil Ahmed Abdulmevcûd, Alî Muhammed Muavvad, Dâru’l-kutubi’lilmiyye, Beyrut 1998, 1/196; el-Hillî, a.g.e., 1/345 16 İbnu’l-Esîr, a.g.e., 1/631-633 17 el-Hillî, a.g.e., 1/346. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Eyyüp Tanrıverdi 92 hükmeder. Hizmetçi ve alaca benekli sürüler yani koyun cinsinden olanların İyâd’a verilmesine hükmeder. Arazi ve dirhem (gümüş) nevinden olan varlıkların da Enmâr’a verilmesine hükmeder.18 Dört kardeş, el-Ef‘â’nın hükmünü dinledikten sonra Necrân’dan ayrılarak yurtlarına dönmüşler ve malların hakem hükmü gereğince paylaşmışlardır. Babasının makamını temsil görevini ise Mudar üstlenmiştir. el-Himyerî’nin kaydına göre Muhammed b. Sâib el-Kelbî’ye dayanan bu anlatı Arap kültür tarihinin pek çok alanına ait kaynaklarda çeşitli şekillerde yer almış bulunmaktadır. Anlatı bazı kaynaklarda detaylı yer almış, bazen de kısa bir anlatım yapılmıştır. Küçük farklılıklar bir tarafa bırakılırsa anlatının iki ana versiyon ile aktarıldığı görülmektedir. Burada tespit edilen anlatım kaynakların genel olarak birleştiği versiyondur. Kurgusu farklı bir versiyonu ise el-Himyerî (ö. 213/828), et-Tîcân adlı eserinde aktarmıştır. Anlatıya yer veren başlıca yaygın kaynaklar ise el-Himyerî’nin (ö. 213/828), et-Tîcân,20 elBelâzurî’nin (ö. 279/892) Ensâbu’l-eşrâf,21 Ebû Tâlib el-Mufaddal’ın (ö. 290/903) el-Fâhir,22 et-Taberî’nin (ö. 310/923) Tarîhu’r-rusul ve’l-mulûk,23 elMâverdî’nin (ö. 450/1058) A’lâmu’n-nubuvve,24 el-Meydânî’nin (ö. 518/1124) Mecmau’l-emsâl,25 ez-Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) Rebîu’l-ebrâr,26 İbn Hamdûn el-Bagdâdî’nin (ö. 562/1167) et-Tezkiretu’l-Hamdûniyye,27 İbnu’lCevzî’nin (ö. 597/1201) el-Muntazam,28 İbnu’l-Esîr’in (ö. 630/1233), el-Kâmil fi’t-târih,29 Ebu’l-Bakâ Hibetullâh Muhammed b. Nemâ el-Hillî’nin el19 18 İbnu’l-Esîr, a.g.e., 1/633 el-Himyerî, a.g.e., 191. 20 el-Himyerî, a.g.e., 222-229. 21 el-Belâzurî, a.g.e. 1/29-30. 22 Ebû Tâlib el-Mufaddal b. Seleme, el-Fâhir, tah: Abdulalîm et-Tahâvî, Dâru ihyâi’l-kutubi’larabiyye, 1380; 189-191. 23 et-Taberî, Ebû Cafer M.b.Cerîr, Târîhu’t-Taberî; Târîhu’rusul ve’l-mulûk, 1-11, 2.bs., Dâru’tturâs, Beyrut 1387; 2/268-270 24 el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Alî b. M., A’lâmu’n-nubuvve, Dâru ve mektebetu’l-hilâl, Beyrut 1409; 186-187. 25 el-Meydânî, Ebu’l-Fadl Ahmed b. Muhammed, Mecmau’l-emsâl, 1-2, tah: M.Muhyiddîn Abdulhamîd, Dâru’l-marife, Beyrut; 1/15. 26 ez-Zemahşerî, Cârullâh, Rebîu’l-ebrâr ve nusûsu’l-ahyâr, 1-5, Muessesetu’l-Alemî, Beyrut 1412; 3/303. 27 Bahâuddîn el-Bagdâdî, Ebu’l-Maâlî M.b.el-Hasen b.M. Alî b. Hamdûn, et-Tezkiretu’lHamdûniyye, 1-10, Dâru sâdır, Beyrut 1417; 7/367-368. 28 Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Cemâleddîn Abdurrahmân b. Alî, el-Muntazam fî târîhi’l-umemi ve’l-mulûk, 1-19, tah: Abdulkâdir Atâ, Mustafâ Abdulkâdir Atâ, Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, Beyrut 1992; 2/233-235. 29 İbnu’l-Esîr, a.g.e., 1/631-633. 19 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 93 Menâkibu’l-Mezyediyye,30 İbn Saîd el-Endelusî’nin (ö.685/1286) Neşvetu’ttarab,31 en-Nuveyrî’nin (ö. 733/1333) Nihâyetu’l-Ereb,32 ed-Demîrî’nin, (ö. 808/1405) Hayâtu’l-hayevâni’l-kubrâ,33 İbn Hicce el-Hamevî’nin (ö. 837/1433), Semerâtu’l-evrâk,34 Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihi eş-Şâmî’nin (ö. 942/1536) Subulu’l-Hudâ,35 ed-Diyârbekrî’nin (ö. 990/1582), Târîhu’l-Hamîs,36 Abdulmelik b. Huseyn el-İsâmî el-Mekkî’nin (ö.1111) Simtu’n-nucûmi’l-avâlî, 37 Cevâd Alî’nin (ö. 1408/1987) el-Mufassal fî târihi’l-Arab,38 Ebu’r-Rebî elKulâî el-Himyerî’nin el-İktifâ39 gibi eserleri sayılabilir. Bu kaynaklarda anlatının bazen küçük bazen mühim farklılıklar gösterdiğine şahit olunmaktadır. Anlatım akışı içinde detaylara ilişkin küçük farklılıklar dışında el-Himyerî’nin et-Tîcân’daki kurgusunun tamamen farklı olduğu görülmektedir. Nitekim el-Himyerî ayrıca yolculuk boyunca vuku bulan üç tane vaka anlatmıştır. Birincisine göre dört kardeş yolculuğun ilk aşamasında eniğini emziren bir dişi köpeğe rastlamışlardır. Bunları gören enik onlara havlayıp durmuş ama annesi sessizce onları izlemekle yetinmiş. Bu sahne kardeşler tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır. Ayrıca yolda rastladıkları ışıltı saçan çöp yığınları da kardeşler tarafından ilginç bulunmuş. Yolculuk devam ederken kardeşler yolları üzerinde biri yolda biri sağda diğeri solda olmak üzere birbirlerine muvazi eğilmiş durumda üç ağaca denk gelmişler. Arap kültürüne göre sağdaki uğurdur, soldaki uğursuzluktur. Uğurlu ve uğursuz ağaçların 30 el-Hillî, a.g.e., 1/343-346. İbn Saîd el-Endelusî, Neşvetu’t-tarab fî târîhi cahiliyyeti’l-arab, tah: Nusret Abdurrahmân, Mektebetu’l-Aksâ, Ammân; 315-317. 32 en-Nuveyrî, Şihâbuddîn Ahmed b. Abdulvahhâb, Nihâyetu’l-ereb fî funûni’l-edeb, 1-33, dâru’lkutubi ve’l-vesâiki’l-kavmiyye, Kâhire 1423; 3/7-9. 33 ed-Demîrî, Ebu’l-Bakâ Kemaleddîn M.b.Mûsâ, Hayâtu’l-hayevâni’l-kubrâ, 2.bs., Dâru’lkutubi’l-ilmiyye, Beyrut 1424; 1/52-53. 34 İbn Hicce el-Hamevî, Takiyuddîn Ebû Bekr b. Alî, Semerâtu’l-evrâk, 1-2, Mektebetu’lcumhûriyyeti’l-Arabiyye, Mısır; 1/151-152. 35 Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihi eş-Şâmî, Subulu’l-hudâ ve’r-reşâd fî sîreti hayri’l-ibâd, 1-12, tah: Âdil Ahmed Abdulmevcûd, Alî M.Muavvad, Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, Beyrut, 1993; 1/289-291. 36 ed-Diyârbekrî, Huseyn b. Muhammed, Târîhu’l-Hamîs fî ahvâli enfesi’n-nefîs, 1-2, Dâru sâdır, Beyrut; 1/148-149. 37 el-İsâmî el-Mekkî, a.g.e, 1/196-198. 38 Cevâd Alî, a.g.e., 7/329-330 39 Ebu’r-Rebî el-Kulâî el-Himyeri, Suleymân b. Mûsâ, el-İktifâ bi-mâ tadammenehu min magâzî Resûlillâh (sav) ve’s-selâseti’l-hulefâ, 1-2, Dâru’l-kutubi’l-ilmiye, Beyrut, 1420; 12-14. 31 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Eyyüp Tanrıverdi 94 üzerinde birer kuş varmış. Bu kuşlar belirli aralıklarla yer değiştirmişler. Kuşlar özellikle ortanca ağaca konmaktan kaçınmış.40 Yollarına devam kardeşler daha sonra kavgaya tutuşup birbirlerinin boğazlarına sarılmış iki yaşlı ile karşılaşırlar. Kardeşler bu durumda en küçükleri olan Enmâr’a gidip onları ayırmasını istemişler. Enmâr onları ayırmak için aralarına girmiş, ancak ikisinin birbirlerine salladıkları yumrukların tamamına kendisi hedef olmuş. Nihayet Enmâr bu işten vazgeçerek ne halleri varsa görsünler kabilinden onları kendi halleri üzere bırakmış. Bunun üzerine Rebîa onları ayırmak için devreye girmiş, ancak aynı şey onun da başına gelmiş. O da sonunda Enmâr gibi vazgeçmiş. Bunun üzerine Mudar harekete geçmiş. Mudar’ın onlara yaklaşmasıyla ikisi ayrılıp farklı istikametlere kaçarak uzaklaşmış ve gözden kaybolmuşlar.41 el-Himyerî’nin anlatımı vakanın başka bir versiyonu şeklindedir. Bunda mesela ikramdaki şarap değerlendirmesi uzun folklorik izahlar içermiştir. Ayrıca kardeşler yolda gördükleri dört vakanın yorumunu el-Ef‘â’dan talep etmişler, o da bunların yorumunu yapmıştır. Ayrıca el-Himyerî’nin aktardığı versiyonda elEf‘â yönetim riyasetini Mudar’a, geçim işlerini İyâd’a, savaş halinde komutanlığı Rebîa’ya, hizmet işlerini de Enmâr’a atfetmiştir.42 Neşvetu’t-tarab’daki anlatıma göre deve çobanının iddiasını dinleyen elEf‘â daha kardeşleri dinlemeden onların sıradan insanlar olmadığı kanaatine varmış ve hiçbir mesele konuşmadan ziyafet safhasına geçilmiştir. Ziyafette kızarmış kuzu, şarap ve bal ikram edilmiştir. Bunda kuzu ve şarap değerlendirmesi aynı olup balın kusuru arının onu bir eşeğin karnında yapmış olmasıdır. Buna göre deve çobanı da ziyafete katılmıştır. Ziyafet sonunda el-Ef‘â deve çobanına hitaben “bunlar bilge kişilerdir, hırsız değil” diyerek gidip develerini aramasını söylemiştir.43 Tarihsel Değerlendirme Bu anlatı Kuzey Arabistan’ın sakinleri olan Adnânîler toplumunun ilk dönemlerine tarihlendirilmektedir. Adnân geleneksel kabule göre Hz.Nûh’un on sekizinci nesil torunudur.44 Anlatının kahramanları olan bu dört kardeş de Adnân’ın dördüncü nesil torunlarıdır. Adnân ile Hz. Peygamber (sav) arasında 40 el-Himyerî, a.g.e., 224. el-Himyerî, a.g.e., 224. 42 el-Himyerî, a.g.e., 228. 43 İbn Saîd el-Endelusî, a.g.e., , 316. 44 es-Sem‘ânî, Ebû Sa’d Abdulkerîm b. M., el-Ensâb, tah: Abdurrahmân b. Yahyâ, Meclisu’lmaârifi’l-Osmâniyye, Haydârâbd 1962; 13. 41 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 95 da yirmi bir baba olduğu kabul edilir. Kuzey Arabistan’da toplumsal hayat Adnân ile başlatılmaktadır. Bu itibarla vaka, Kuzey Arabistan’da hayatın başlangıcına taalluk etmektedir. Kuzey’e doğru bazı kesimlerde konargöçer hayat yaşayan Kahtanî kabileler var olmakla beraber, Kahtânîler esasen Yemen bölgesinde meskûn olup azımsanmayacak bir kesimi yerleşik bir hayat sürmekte idiler. Güney toplumunun yerleşik, kuzey toplumunun konargöçer hayat biçimleri iki toplum arasında daha sonra derinleşen ayrışma üzerinde de mühim etkiler bırakmıştır. Her ne kadar daha sonraki dönemlerde kuzey ve güney toplumları arasındaki ayrışma ve farklılıklar derinleşmiş olsa da bu dönemlerde iki toplumun irtibatlı olduğu görülmektedir. Nizâr’ın Necrân’da meskûn el-Ef‘â’dan haberdar olması, çocuklarını ona yönlendirmesi iki bölge ve iki toplum arasında iletişim ve irtibatın varlığını göstermektedir. Kardeşlerin herhangi bir zorlukla karşılaşmadan irtibat kurmaları da bunu desteklemektedir. Kendilerini el-Ef‘â’ya takdimleri, meselelerini açmaları ve bu süreçte yaşanan diğer olayların tamamı iki bölge mensuplarının kültürel aşinalıklarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İki bölgede meskûn toplumun dil iletişiminde de bir zorluk yaşanmamıştır. Oysa sözgelimi İslâm’dan önceki bir iki asırlık süreçte iki bölge toplumunun dilleri arasındaki farklılığın belirgin olduğu bilinmektedir. Bu süreçte kültürel ve geleneksel ayrışma da derinleşmiş bulunuyordu. Geleneksel Oluşum Geleneksel anlatım kuzey toplumunun şekillenme ve gelişme sürecini de bu vakada görüldüğü şekilde başlatmaktadır. Anlatıda dört kardeşin sahip olduğu yeteneklere vurgu yapıldığı görülmektedir. Burada esasen Arap kültürünün hikmet özelliğinin tasviri yapılmaktadır. Dört kardeşin buradaki hayat kesiti ile aslında bütünüyle kültürün genel karakteri resmedilmiştir. Bir taraftan da vakanın bu toplumun geleneklerinin şekillenme sürecine tanıklık ettiğini söylemek de mümkündür. Kardeşlerin tutum ve davranışları, İslâm’a yakın dönemlerde tekâmülünü tamamlamış toplumsal Arap gelenek ve âdetlerinin esası olmuştur. Bunu sonuçtan hareketle oluşturulmuş bir başlangıç kurgusu olarak düşünmek de mümkündür. Bu takdirde tümdengelimsel yaklaşım toplumun geleneksel hafızası tarafından icra edilmiş olur. Toplumsal hafızanın bu tabiî faaliyeti ise sonradan yapılacak çıkarsamalardan daha isabetli ve daha kıymetli olur. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Eyyüp Tanrıverdi 96 Haddizatında Arap kültürünün hikmet karakterini öne çıkaran erken dönemlere ait anlatılara sıklıkla rastlamak mümkündür. Sözgelimi Yemen bölgesi tarihinin anlatımları sözel gelenekte benzer bir vaka üzerinden anlatılmaktadır. Bu vakada Habeş, Sasanî, Yemen beylikleri ve İslam’ın Yemen’deki hakimiyeti Satîh ve Şıkk adıyla kültür tarihine mal olmuş iki bilge kahinin sezgi ve öngörüleri üzerinden izah edilmiştir. Bu vaka dahi bütün İslâm tarihi kaynaklarında yer almış bulunmaktadır.45 Hakemlik Oluşumu Bu anlatı, Arap kültürüne ait birden fazla toplumsal ve kültürel geleneğin bidayetini izah etmektedir. Anlatının esasen toplumsal hakemlik kurumu ile doğrudan ilgisi kurulmaktadır. Arap kültürü toplumsal hakemlik geleneğini bu vaka ile başlatmıştır. Buna göre el-Ef‘â el-Curhumî toplumsal bir vakanın hakem sıfatıyla çözümlemesini yaparak hükme bağlayan ve sonuçlandıran ilk hakem olarak kabul edilmektedir.46 Toplumsal hakemliğe konu bu ilk dava bir miras taksim meselesidir. Muahhar dönemlerde tekâmülünü tamamlamış bir gelenek ve bir kurum olarak toplumsal hakemliğin başlangıcı geleneksel tarihe göre bu şekildedir. Anlatıda muahhar dönemlerde Arap kültüründe geleneksel bir özellik kazanan kıyafet yani iz sürme ilminin uygulaması ileri düzeyde görülmektedir. Küçük izlerden ileri sonuçlar çıkarma faaliyeti aynı zamanda hikmet ile iç içe yürümektedir. Tabiî izlerin zihinsel yorumunun hikmetle ifadesi Arap vecize kültürünün karakteristiğidir. Bu anlatıdaki çözümlemelerde bu hususların tamamı son derece belirgindir. Genel Değerlendirme Klasik Arap kültürü hakemlik, hatiplik, tabiplik gibi toplumsal kurumları hikmetle iç içe tasavvur etmiş ve bu şekilde benimsemiştir. Toplumsal hakem aynı zamanda toplumun bilgesidir. Hatipler de toplumlarının temsilcileridir. Daha ziyade halk hekimliği şeklinde cari olan tabiplik toplumun bilge ve aydın kişilerince uygulanmıştır. Temsil ve icra makamlarının tamamı bilgelik sahibi kişilerce doldurulmuştur. Toplumsal kurumların yürütücülerinin ilintili olduğu hikmet doğrudan hayatın kendisiyle ilgilidir. 45 Örneğin bkz. İbn Hişâm, es-Sîretu’n-nebeviyye, 1-4, 2.bsm, tah: Mustafâ es-Sakâ, İbrâhîm elEbyârî, Abdulhafîz Şelebî, Daru ihyâi’t-turâsi’l-arabi, Beyrut 1997, 1/48-51. 46 Cevâd Alî, a.g.e.,10/311. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 97 Burada yer verilen anlatı kültür tarih kaynaklarında esasen bir toplumsal hakemlik örneği olarak ele alınmaktadır. Anlatının kendi içinde barındırdığı çelişki ve tutarsızlıklar ayrıca değerlendirilebilir. Her şeye rağmen bu anlatı sözel Arap kültürünün Adnanî toplumun başlangıcına ve inşa sürecine dair kabulü şeklinde tescil edilmiş bulunmaktadır. Toplumsal hakem unvanının mutlak olarak hikmet sahibi ve bilge olmayı gerektirdiği hususu bu kurumun muahhar dönemlerde takip edilebilen uygulamalarıyla tanıklanabilmektedir. Buna göre el-Ef‘â’nın hakemliğine müracaat edilmesi onun toplumun bilgesi olmasını gerektirmektedir. Onun bilgeliğinin ve hikmetinin kapsamı gündelik hayatın sorun haline gelmiş anlaşmazlıklarını tarafları ikna edecek şekilde çözüme kavuşturması faaliyetinden ibarettir. Hikmet niteliği atfedilen toplumsal hakemin icraatları reel bulgulardan hareketle hayatın reel vakalarına yönelmiştir. Değerlendirmesi yapılan vakanın toplumsal hakemi olarak el-Ef‘â’nın dört kardeşin sahip olduğu donanım karşısında şaşkınlık geçirdiği görülmektedir. el-Ef‘â adeta onların zeka, kavrayış ve yorumlarına hayran kalmıştır. Toplumsal hakemliğin esası işlek bir zekâ, derin bir kavrayış ve bulgulardan sonuç çıkarma faaliyetidir. Bu niteliklere adalet vasfı da eklenmelidir.47 Bu itibarla dört kardeşten her birinin zaten bu niteliklere sahip olduğu hususu el-Ef‘â tarafından da ifade edilmiştir. Kardeşlerin hüner sahibi ve hikmet erbabı olmaları hususu aslında el-Ef‘â’nın fevkinde olarak takdir edilmiştir. Yani her ikisi de hikmet erbabı iki tarafın hikmette bir bakıma karşılaştırılmasına ima vardır. Anlatının akışına göre el-Ef‘â onları değil, aslında onlar el-Ef‘â’yı uzun gözleme ihtiyaç duymaksızın okuyabilmişlerdir. Yine anlatının siyakına göre el-Ef‘â’nın onlara sunduğu ziyafetten beklentisi de hiçbir şekilde bir öngörüye dayanmamaktadır. Ancak kurgunun onların hikmetteki hüner ve kudretlerini ortaya çıkaracak şekilde olduğu muhakkaktır. Deve sahibi ile olan münasebetlerine bakılırsa dört kardeşin Arap kültüründe pek aşina olunmayan bir şekilde sabırlı, teenni ile hareket ettikleri ve son derece insancıl oldukları anlaşılmaktadır. Normal şartlarda bu tür bireysel sorunlar genellikle kısa sürede pazu kuvvetiyle ile sonuçlandırılır. Burada ise taraflar hukuk kuralları yerleşmiş bir toplumun bireyleri gibi sanki tereddütsüz hakeme müracaat yoluna gitmişlerdir. el-Himyerî’nin anlatımında görülen kavga ayırma kesitinde ise kardeşlerin uysallık ve insancıl boyutu çok daha ileri bir noktada görünmektedir. 47 Cevâd Alî, a.g.e., 10/307-310. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 98 Eyyüp Tanrıverdi Mevsukiyet ciheti bir tarafa, bu anlatı mevcut haliyle eski Arap kültürünün hikmet algısına dair isabetli çıkarsamalar yapmaya elverişli işaretler barındırmaktadır. Anlatının bütün aşamalarında müşahede edilen bu işaretler Arap hikmetinin somut bulgulardan hareket ettiğini ortaya koymaktadır. Bu bulgular dahi gündelik hayatla sıkı irtibatlıdır. Bulgulardan hareketle ulaşılan sonuçlar ve yapılan çıkarsamalar da gündelik hayatın kendisi ile doğrudan ilgilidir. Soyut sayılabilecek nazarî bir alana taşmamaktadır. Gündelik hayatın herhangi bir vakası ya da bir nesnesinin hikmet ile ilgili olması tamamen somut olarak görünenden daha fazlasını görme ile ilgilidir. Mera ve otlak, hayvancılık ve deve yetiştiriciliği yapan Arap toplumu için son derece önemlidir. Bu hikmet vakası da buradan başlatılmıştır. Kardeşler otlağa bakarken orada somut olarak görünmekte olan ottan daha fazlasını görmüşlerdir. Bu da yine Arap kültüründe çok önemli bir figür olan devedir. Kardeşler ota bakarak bu deveyi detaylı bir şekilde tarif etmiştir. Dördünden hiç biri tekrara düşmemiş, her biri farklı bir işareti değerlendirerek farklı nitelikleri betimlemişlerdir. Dört tasvirin toplamı ise bütünü ikmal etmiştir. Her birinin değindiği işarette ve yaptığı değerlendirmede bu bütünü görmüş olması gerekmektedir. Otlak ve deve etrafında söz konusu bulgulardan sonuç çıkarma faaliyeti şeklindeki bu tür zihnî intikaller Arap kültürünün bir parçası hâline geldiği için çok şaşırtıcı sayılmayabilir. el-Ef‘â’nın kardeşler için hazırladığı ziyafet sofrasındaki bulgulardan çıkarılan sonuçlar, hayata dikkatle kulak kesilmeyi gerektiren geniş bir tecrübe ve ileri düzey bir sezgi gücü gerektirmektedir. Kardeşlerin bu sahnedeki çıkarımlarının el-Ef‘â’yı gerçekten şaşırttığı görülmektedir. Ancak burada da hareket noktası gündelik hayatın son derece bayağı nesneleridir. Et, şarap, elEf‘â’nın kendisi gayet somuttur. Hikmet ise zihnî çıkarımlar ile bunların yine hayata dair açıkça görülemeyen başka somut unsurlar ile bağlantısını sezmek ve bunu arifane ifade etmek şeklinde ortaya çıkmıştır. Toplumsal hakem sıfatıyla el-Ef‘â’nın dört kardeşin miras meselesini çözme aşamasında yaptığı da aynı şeydir. Yani el-Ef‘â vasiyetin çözümlemesini yapmıştır. Bunun için vasiyette yer alan işaretleri değerlendirmiş ve hüküm vermiştir. Arap kültüründe bütün toplumsal hakemler hakemliği bu şekilde yürütmüştür. Bunda hikmetin söze taalluk etmesi şart değildir. Hikmet ve hakemlik temelde zihnin somut olanı kavrayıp somut bir netice kavuşturmasıdır. Hikmet bu neticenin ikna edici olmasıdır. Kâbe onarımı sırasında Hz. Peygamber’in (sav) hacerü’l-esved’i yerleştirme konusundaki hakemliği bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu anlatıda metne yansıdığı kadarıyla SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 99 Nizâr’ın taksimi ile el-Ef‘â’nın miras hükmü arasında çok fark bulunmamaktadır. Oysa el-Himyerî’nin anlatımında işaretlerin yorumlanması açısından daha çok detay görülmektedir. Sonuç Eski Arap toplumunda güçlü bir toplumsal hikmet ilgisinin var olduğu görülmektir. Bu toplumda hikmet gündelik hayat ile içiçedir. Toplum, hikmeti bizahiti yaşayarak idrak etmiştir. Toplumsal hikmet ilgisi bu toplumda aynı zamanda hikmet erbabı bilge kişilerin yetişmesini de teşvik etmiştir. Keskin zeka, derin kavrayış ve kudretli yorum kapasitesi öne çıkan bu bilgeler kazandıkları hayat tecrübesini içinde yaşadıkları topluma hünerle aktarmışlardır. Arap hikmeti toplumun müşterek değerleri olan geleneklerinden beslenmiştir. Bu onun toplumsal bir değer olarak kabulünü temin etmiştir. Arap toplumu, toplumun günlük hayatına ve müşterek değerlerine taalluk etmeyen olgulara sempati beslemez. Arap hikmetinde amelî cihet baskındır. Kuramsal bir nazarî eğilim müşahede edilmemektedir. Nazarî olarak nitelenebilecek olan hikmetli sözler, hutbeler ve sair kültürel türler de yaşanmakta olan hayata sıkı sıkıya bağlıdır. Arap toplumu bütün kültürel kurumsal oluşumları yaşanmakta olan hayatı esas alma kriteriyle takdir etmiştir. Geleneksel sözel kültürün de Arap kültürünü hikmetle niteleme eğiliminde olduğu görülmektedir. Folklorik ve efsanevi nitelikler kazandırılmış toplumsal anlatılar belirgin bir şekilde Arap kültürünün hikmet niteliğini öne çıkarma gayreti içindedir. KAYNAKÇA Abdulmelik b. Huseyn el-İsâmî el-Mekkî, Simtu’n-nucûmi’l-avâlî fî enbâi’l-evâil ve’t-tevâlî, 1-4, tah: Adil Ahmed Abdulmevcûd, Alî Muhammed Muavvad, Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, Beyrut 1998. Asri Çubukçu, “Eksem b. Sayfî”, DİA, 10/550-551. el-Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ, Ensâbu’l-eşrâf, 1-13, tah. Suheyl Zekkâr ve Riyad ez-Ziriklî, Dâru’l-fikr, Beyrut 1996. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Eyyüp Tanrıverdi 100 Cevâd Alî, el-Mufassal fî târîhi’l-Arab kable’l-İslâm, 1-20, 4.bs., Dâru’ssâkî, 2001. Çelebi, Muharrem, “Amr b. Kulsûm”, DİA, 3/85-86. ed-Demîrî, Ebu’l-Bakâ Kemaleddîn M. b. Mûsâ, Hayâtu’l-hayevâni’lkubrâ, 2.bs., Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, Beyrut 1424. ed-Diyârbekrî, Huseyn b. Muhammed, Târîhu’l-Hamîs fî ahvâli enfesi’nnefîs, 1-2, Dâru sâdır, Beyrut. Ebû Ahmed el-Hasen b. Abdullâh b. Saîd b. İsmâîl el-Askerî, el-Masûn fi’l-edeb, 2.bs., tah. Abdusselâm M. Hârûn, Matbaatu hukûmeti’l-Kuveyt, 1984. Ebû Tâlib el-Mufaddal b. Seleme, el-Fâhir, tah: Abdulalîm et-Tahâvî, Dâru ihyâi’l-kutubi’l-arabiyye, 1380. Ebu’l-Bakâ Hibetullâh Muhammed b. Nemâ el-Hillî, el-Menâkibu’lMezyediyye fî ahbâri’l-mulûki’l-Esediyye, 1-2, tah. M.Abdulkâdir Hureysât, Sâlih Mûsâ Derâdike, Mektebetu’r-risâle, Ammân, 1982. Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Cemâleddîn Abdurrahmân b. Alî, el-Muntazam fî târîhi’l-umemi ve’l-mulûk, 1-19, tah: Abdulkâdir Atâ, Mustafâ Abdulkâdir Atâ, Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, Beyrut 1992. Ebu’r-Rebî el-Kulâî el-Himyeri, Suleymân b. Mûsâ, el-İktifâ bi-mâ tadammenehu min magâzî Resûlillâh (sav) ve’s-selâseti’l-hulefâ, 1-2, Dâru’lkutubi’l-ilmiye, Beyrut, 1420. Fayda, Mustafa, “Adnân”, DİA, 1/391-392. Fayda, Mustafa, “Kahtân”, DİA, 24/201-202. el-Himyerî, Ebû Muhammed Cemâleddin Abdulmelik b. Hişâm elMaâfirî, et-Tîcân fî muluki Himyer, Merkezu’d-dirâsât ve’l-ebhâsi’l-Yemeniyye, San‘â, 1347. İbn Hamdûn, Bahâuddîn el-Bagdâdî, Ebu’l-Maâlî M.b.el-Hasen b.M. Alî, et-Tezkiretu’l-Hamdûniyye, 1-10, Dâru sâdır, Beyrut 1417. İbn Hicce el-Hamevî, Takiyuddîn Ebû Bekr b. Alî, Semerâtu’l-evrâk, 1-2, Mektebetu’l-cumhûriyyeti’l-Arabiyye, Mısır. İbn Hişâm, es-Sîretu’n-nebeviyye, 1-4, 2.bsm, tah: Mustafâ es-Sakâ, İbrâhîm el-Ebyârî, Abdulhafîz Şelebî, Daru ihyâi’t-turâsi’l-arabi, Beyrut 1997. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Arap Hikmetinin Pratik Karakteri 101 İbn Saîd el-Endelusî, Neşvetu’t-tarab fî târîhi cahiliyyeti’l-arab, tah: Nusret Abdurrahmân, Mektebetu’l-Aksâ, Ammân. İbnu’l-Esîr, Ebu’l-Hasen İzzeddîn Alî b. Ebi’l-Kerem M.b.M.el-Cezerî, el-Kâmil fi’t-târîh, 1-10, tah. Ömer Abdusselâm Tedmurî, dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut, 1997. Kapar, Mehmet Ali, “Hâcib b. Zürâre”, DİA, 14/511. Kapar, Mehmet Ali, “Kus b. Sâide”, DİA, 26/460. el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Alî b. M., Alâmu’n-nubuvve, Dâru ve mektebetu’l-hilâl, Beyrut 1409. el-Meydânî, Ebu’l-Fadl Ahmed b. Muhammed, Mecmau’l-emsâl, 1-2, tah: M.Muhyiddîn Abdulhamîd, Dâru’l-marife, Beyrut. Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihi eş-Şâmî, Subulu’l-hudâ ve’r-reşâd fî sîreti hayri’l-ibâd, 1-12, tah: Âdil Ahmed Abdulmevcûd, Alî M.Muavvad, Dâru’lkutubi’l-ilmiyye, Beyrut, 1993. en-Nuveyrî, Şihâbuddîn Ahmed b. Abdulvahhâb, Nihâyetu’l-ereb fî funûni’l-edeb, 1-33, dâru’l-kutubi ve’l-vesâiki’l-kavmiyye, Kâhire 1423. es-Sem‘ânî, Ebû Sa’d Abdulkerîm b. M., el-Ensâb, tah: Abdurrahmân b. Yahyâ, Meclisu’l-maârifi’l-Osmâniyye, Haydârâbd 1962. et-Taberî, Ebû Cafer M.b.Cerîr, Târîhu’t-Taberî; Târîhu’rusul ve’l-mulûk, 1-11, 2.bs., Dâru’t-turâs, Beyrut 1387. Tanrıverdi, Eyyüp, “Tarihte Kitlesel Samî Göçleri”, III.Uluslararası Doğu Dilleri ve Edebiyatları Sempozyumu Bildirileri, Akademi Titiz Yayınları, 2012, 165-183. Tülücü, Süleyman, “Lebîd b. Rebîa”, DİA, 27/121-122. Tülücü, Süleyman, “Züheyr b. Ebî Sulmâ”, DİA, 44/540-542. Yıldız, Hakkı Dursun, “Arap/tarih”, DİA, 3/273. ez-Zebîdî, Ebu’l-Feyz Muhammed b. Muhammed el-Murtadâ, Tâcu’larûs, 1-40, tah: Abdussettâr Ahmed Ferrâc, Vizâretu’l-irşâd ve’l-enbâ, Kuveyt 1965. ez-Zemahşerî, Cârullâh, Rebîu’l-ebrâr ve nusûsu’l-ahyâr, 1-5, Muessesetu’l-Alemî, Beyrut 1412. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Eyyüp Tanrıverdi 102 INFORMATIVE ABSTRACT THE PRACTICAL CHARACTER OF THE ANCIENT ARABIC WISDOM Wisdom is one of the main pillars of the ancient arabic culture, Actually, the classical arabic culture is costructed on a pure wisdom. Arabic language also has a large capability to carry and express the wisdom. The cronicle of the classial arabic heritage contains a great quantity of wisdom material appeared in many forms like the saying of those wise people appreciated by the society in cahiliyya period and also those orators whose speeches are full of the idomatic expressions of wisdom and many poets known to be the pioneers of the wisdom through their poetic art. On the other hand basic pecularities of the arabic wisdom can be traced through many folkloric stories narrated in connection with the very beginning of the tribal life in the north arabic peninsula, and many others appeared on different cases and purposes in early times. In the classical arabic culture basic istruments of the society heritage are formed by the society itself and it was the people interest what formed many literary sorts of the heritage and provided the literary and social value for the poetry, public speeches with its all kinds and those proverbs and and statements and aphorisms. Because of the public interest those kinds appeared and improved and became parts of the culture in time. People are supposed to like and observe values arised in accordance with the traditions. Any cultural event in ancient arabic culture was involved in practices occuring in daily life and had a strong connection with the real life and traditions. And this is true for the wisdom too, arabic wisdom is basically has a practic character and its theoric aspects are also connected with the daily life. Wise people were honored because they were leading people to take the advantage of the environmental circumstances in their personal and tribal life. Traditions were the main point to evaluate any social and personal event and behavior for de people. So that wisdom also was to take the traditions as the action center. In the paper I argued the thesis that the classical arabic wisdom had a practical character, and it had a very hard relation with the daily life and the traditions. It was because of that tribal society appreciated the wise people and the wisdom itself. To explain and prove this fact I stated a classical story as an example about the beginning of the life in north peninsula and discussed its contens from many aspects. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 SPEECH VERSUS WRITING Murat Kadiroğlu1 Abstract: This paper aims to analyse main elements in Ferdinand de Saussure’s structuralism and acques Derrida’s critical approach to role of writing in Saussure’s structuralism, and present the relation between these two theoreticians. Its principal goal is to discuss and highlight the debate on Saussure’s criticism favouring to ‘exclude’ writing in language system. Key Words: Ferdinand de Saussure, structuralism, Jacques Derrida, speech-writing opposition. SÖZ YAZIYA KARŞI Özet: Bu çalışma, Ferdinand de Saussure’ün yapısalcılık kuramının temel öğelerini ve acques Derrida’nın, yazının Saussure’ün yapısalcılığındaki rolüne ilişkin eleştirel yaklaşımını incelemeyi ve bu kuramcılar arasındaki bağı değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Çalışmanın ana amacı ise Saussure’ün dil sistemi içinde yazıyı ‘dışlama’sına dönük eleştirisi ile ilgili tartışmayı irdelemek ve buna ışık tutmaktır. Anahtar Sözcükler: Ferdinand de Saussure, yapısalcılık, Jacques Derrida, söz-yazı karşıtlığı. 1 Dr., Kocaeli University, Faculty of Literature, Department of English Language and Literature, [email protected] Murat Kadiroğlu 104 Structuralism was first presented by Ferdinand de Saussure in linguistic area. However, later it was applied by many investigators in different scientific and cultural disciplines to a wide range of topics. Claude Lévi-Strauss, the best known expert of structural anthropology, applied it to anthropology to search social practices of ‘primitive’ cultures; French Marxist philosopher Louis Althusser used this method to develop the lists of models of the ideological workings in a ‘capitalist’ society; acques Lacan, French psychoanalyst and psychiatrist, employed structuralism to present models of the formation of human mind by upgrading Freudian psychoanalysis; Michel Foucault, philosopher and one of the prominent figures of post-structuralism, applied structuralist understandings to examine workings of social institutions. Finally, Jacques Derrida, one of the leading figures of postmodern philosophy, deconstructed concept of structure and showed the oppositions in a text leading various resisting interpretations. This paper aims to provide a reading of Saussure’s structuralism and Derridian criticism of the function of writing in Saussure’s approach. In analysis of language, Saussure suggests that language is not a selection of names for a particular field; rather, it is a system that has its own rules and is different from the external world. Within this system, there is sign, signifier and signified. A word, either visually or auditory, meaning either it is articulated or written, is a sign consisting of signifier and signified. Signifier is a sound image, phonic equivalent of letters or grapheme corresponding to a word. On the other hand, signified is a concept or meaning referred by signifier. Saussure explains their ‘contact’ within following metaphor: Language can also be compared with a sheet of paper: thought is the front and the sound the back; one cannot cut the front without cutting the back at the same time; likewise in language, one can neither divide sound from thought nor thought from sound; the division could be accomplished only abstractedly, and the result would be either pure psychology or pure phonology. (1959: 113) The relation between signifier and signified is ‘arbitrary’ and does not imply any natural resemblance. However, Saussure exempts onomatopoetic words and exclamations from this rule as they are formed by “fortuitous result of phonetic evolution” and so, they are “marginal phenomena” and “disputable” (69). There is no reason, for instance, to use the word “tree” for the concept of tree. In French “arbre” is used for the same concept. Therefore, words are signs and language becomes a system of signs. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Speech Versus Writing 105 A language, though it is independent of the reality, is also the main element to make this reality comprehensible. Saussure explains this in “Linguistic Value” in his book: Psychologically our thought—apart from its expression in words—is only a shapeless and indistinct mass. Philosophers and linguists have always agreed in recognizing that without the help of signs we would be unable to make a clear-cut, consistent distinction between two ideas. Without language, thought is a vague, uncharted nebula. There are no pre-existing ideas, and nothing is distinct before the appearance of language. (111-112) For Saussure, language does not indicate the reality outside its system. Instead, this reality is comprehended by the categorization of the language since language exists before notions. Otherwise, our mind would remain as a ‘shapeless mass’, an uncultivated entity. A sign also has a value which is also part of the meaning. In Saussure’s system of sign, namely language, all the elements in the system “fit together”. Therefore, “the value of each term results solely from the simultaneous presence of the others” (114). A word is not determined according to what it contains; in contrast, it is determined by what exists outside it. Here, Saussure refers to the idea of differential: the concepts are “defined not by their positive content but negatively by their relations with the other terms of the system (117). Considering the sign as a whole, one basic element is stressed: in a language, “there are only differences without positive terms (118). One of the qualities of the sign in this relational system is that the sign also enters into the linear character of language. As the words are used one after another in the working of the language, it is possible to utter two words simultaneously. They are arranged consecutively in spoken sequence, which Saussure calls syntagma. Therefore, “in its place in a syntagma, any unit acquires its value simply in opposition to what precedes, or to what follows, or to both” (123). There are also two characteristics to these linking units: syntagmatic relation and associative relation. In the memory, words that have something in common are associated together. Their connexion is not based on linearity. It is a connexion in the brain. This is called associative relation that language takes in an individual’s brain. Therefore, while syntagmatic relations hold in praesentia, the connected units (associative relations) presents in the mind but they are absent (absentia) in the spoken sequence (124-126). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Murat Kadiroğlu 106 Saussure establishes a structure of language, system of signs which has distinctive relational laws. On the other hand, Derrida points the flimsy foundation of this structure and tears off the links between its elements. Saussure’s most debatable theory for Derrida is the role of “writing” in the system of the signs and the writing’s functions differing from speech. The signs, he asserts, are not abstractions, but realities assigned in the brain. In addition to this, “linguistic signs are tangible; it is possible to reduce them to conventional written symbols, whereas it would be impossible to provide detailed photographs of acts of speaking” (Saussure, 1959: 15). As a consequence, it can be concluded that “language is a storehouse of sound-images, and writing is the tangible form of those images”(15). Moreover, a language, apart from being composed of selfreflexive rules, has also an important part in human affairs. It is a social institution and is distinct from other institutions. Within this approach, “language is a system of signs that express ideas, and is therefore comparable to a system of writing, the alphabet of deaf-mutes, symbolic rites, polite formulas, military signals” (15, emphasis added) and it includes many social elements. A language, although has ‘forked’ features (that sign is made up of concept and sound), is represented and known to a person by writing form that always “intrudes” speech. In linguistics, the object of the study is not a union of written and spoken word. The object is constituted by spoken word alone. However, written form is so connected to the spoken word that the representation of ‘vocal sign’ becomes more significant than the vocal sign itself. Thus, the role that speech takes normally is usurped by writing. Similarly, written form covers and hides the crucial role of speech as visual notions are preferred due to the clear variety of them. Because of all these qualities, the written form takes the sound’s place. Moreover, this tyranny, in Saussurean terms, spreads out and gets stronger, and in course of time, it not only influences speech but also modifies it. This “pathological” phenomenon results in “phonetic distortions”, such as “Lef vre” that change as “Lef bure” (31). Saussure ends this conflict between language and its spelling with the victory of the written form as the solution is writing-based one, which is easier to resolve. “[A]part from their graphic symbols, sounds are only vague notions, and the prop provided by writing, though deceptive, is still preferable” (32). In conclusion, writing is not regarded as a garment, but a disguise in Saussurean perception of writing. As opposed to such principles of sign, what Derrida first does is to point out where Saussure’s idea of language originates from. Saussure’s view of SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Speech Versus Writing 107 writing hints the Western tradition that bases its belief or thought on Platoand Aristotle. The latter philosopher explains the relation between speech and writing plainly: “Spoken words are the symbols of the mental experience and the written words are the symbols of spoken words” (De Interpretatione, 1, 16a3). This thought brings with itself the Platonic ideal world. To elaborate, the ‘ideal’ mental experience is skilfully represented by the spoken words. However, writing becomes the copy of these spoken words, which puts him in a secondary or distant place from representing the ideal objects or existences. Being inferior to speech, Saussure also binds the entity of writing to language when he says that the only purpose of existence of writing is for language. Thus, writing becomes not only secondary but also exterior for the system of this language as the oral tradition is independent of writing, and still tries to penetrate to ‘symbolize’ or to make language live. In Derridan terms, the supposed subsidiary role of writing is based on the metaphysical presuppositions of epistémè in science and philosophy. For Plato, one must be in search of the excellent copies of the ideal world. Saussure and his followers put speech in the centre of representing this perfection and found sound in the general structure of his sign system in which ‘concept’ and ‘voice’ are non-physical, ‘spiritual’ and intellectual images. Hence, Derrida derives his opinions of “logocentrism” and “phonocentrism” that “merges with the historical determination of the meaning of being in general ‘presence’. “Logocentrism”, he says, “would thus support the determination of the being of the entity as presence” (Derrida, 1997: 12). So to speak, “writing will be ‘phonetic’, it will be the outside, the exterior representation of language and of this “thought-sound” (31). Saussure is using contradictory statements in placing writing outside this system and, again, stating the representable characteristic of language by writing. In his metaphor of chess, he stresses that one should distinguish what is internal and what is external. The history of chess or the fact that the figures are made of ivory does not make any change in the system of the game. In this example, the exterior factor does not have anything to do with the system. However, Saussure’s idea of writing’s exteriority is different from that. He considers writing as one of the biggest brick in the whole system and the tool that provides the understanding of the language while it is not part of the internal system at the same time: firstly, “the literary language adds to the undeserved importance of writing. It has its dictionaries and grammars…language is apparently governed by a code; the code itself consists of a written set of strict SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Murat Kadiroğlu 108 rules of usage, orthography; and that is why writing acquires primary importance (Saussure, 1959: 25, emphasis added). Secondly, the relationship between concept and voice is reached through a mental process. What Saussure wants us to do is to keep writing where the origin of sign dwells: “Whoever consciously deprives himself of the perceptible image of the written word runs the risk of perceiving only a shapeless and unmanageable mass. Taking away the written form is like depriving a beginning swimmer of his life belt” (32, emphasis added). In this sense, Saussure should decide on either the writing should not have a function and influence in the system of language or ivory should affect the rules of chess. For Saussure, writing gives meaning to the language in comprehending it with its graphs and visual impressions only after one studies the sounds of the language. His interpretation is that “to substitute immediately what is natural for what is artificial would be desirable” (32, emphasis added). Here, simultaneously and paradoxically, he adds it the characteristic of a spy or a disguise so that it covers meaning while providing the understanding. Derrida evaluates this self-contradiction as “the archetypal violence: eruption of the outside within the inside, breaching into the interiority of the soul, the living self-presence of the soul” (1997:34). Within the religious doctrines, writing is likened to body image with its unity with soul. It is as notorious as body in its nature and contaminated compared to the soul, namely speech. While body is the prison of the soul preventing it from doing the favourable and the pleasing, writing is the “scapegoat” that speech blames for being enslaved under the visuality of ‘corrupted’ writing and not to be apprehended without a complement. This can also remind us of the example that Saussure sees as history of accidents that influence languages. The change in word Lefévre is considered as a pathological mistake by an outer leper. Derrida’s most important response is to Saussure’s logic to build the link between the signifier and the signified. Saussure’s theory is that the relationship between signifier and signified is arbitrary. However, what lacks and is questionable here is that a signifier can be a signified for another signifier. Derrida expresses that “there would be first a natural bond of sense to the senses and it is this that passes from sense to sound” (35). Saussurean name for this is the arbitrariness of the sign. For Derrida, however, there is a problem here. As signifier is signifying something else while being signified at the same time, it is impossible for a signifier to successfully signify its signified. It leaves its signified simultaneously in order to be signified. Thus, the bond between the two SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Speech Versus Writing 109 elements of the sign expands to a web of combinations. It becomes impossible to reach from one signifier to a signified as signs represent the absence and in a way, their entity is absent. Thus, Saussure’s example of sheet of a paper with two sides becomes “insufficient” (Sarup, 1996: 53). Derrida’s idea of “trace” is rising from this binary situation of “presence” and “absence”. In French, one meaning of la trace is track, mark or footprints in English. A footprint is a “physical reminder of something which no longer there; as a trace it mediates between presence and absence, between that which remains an that which is no longer present” (Fortner, 2002: 26). Concerning the signs whose understandings are dependent on the separation of other signs, the trace is relying on signs for other signs. So, no elements can function as a sign without referring to another element which itself is not simply present...A dependence on non-existing elements causes the signified to lose its own presence or existence. Therefore, since no elements ever truly exist, we must fall back on ‘trace’...Consequently, Derrida denies the full presence of anything within language – only traces and even these do not really exist (Fortner, 2002: 26). Trace is a present moment which spots the history and the upcomings, the past and the future. It is what is left behind in language, either written or spoken, by which a meaning-full presence is hardly enabled. As a result, Derrida opposes Saussure’s sign system as ‘sound’ meaning production unities. Derrida invented the word “diff rance" meaning both “differ” and “defer”. There is no difference in pronunciation of “-ance” and “-ence” in the spoken language in French. The meaning and usage of this word is challenging for Saussure’s structure of language. The inter-reference of signs does not let any signifier to refer its signified. A language turns to be a play between these differences. The meaning is thus delayed to another signifier, which means that it will never mean anything. Therefore différance becomes an endless process of deferring itself (Sarup, 1996: 69-70). Like the idea of trace that is scattered in a language and reaches to arche-writing, différance does not exist or is not. Speech, in fact, becomes an act of deferring meaning, turning it into a nebula. Once again Derrida breaks authority of speech, a quality attributed by Western culture. In conclusion, as opposed to Saussure’s structuralism, Derrida tries to display that a text can be unreliable. Saussure claims a reliable, self-defendant SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Murat Kadiroğlu 110 system in which all rules are unintentionally well-organized. While Saussure conveys the secondary role of writing praising speech in language system, Derrida deconstructs superiority of speech claimed to have a perfect unity and underlines the primary role of writing. REFERENCES Aristotle. (1941).“De Interpretatione (On Interpretation)”. Trans. by E.M. Edghill. The Basic Works of Aristotle. Edited by Richard McKeon. New York: Random House. pp 38-61. Retrieved from http://classics.mit.edu/Aristotle/interpretation.1.1.html on 01.04.2015. Derrida, Jacques. (1997). Of Grammatology. Translated by Gayatri Chakravorty Spivak. Baltimore: Johns Hopkins UP. Fortner, Angela Christina Marie. (2002). “Relations between: Critiquing Logocentrism and the Saussurean-Derridean Interface of Language”. Dissertation. Purdure University. Sarup, Madan. (1996). Post-yapısalcılık ve Post-modernizm (Çev. A. Güçlü). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Saussure, Ferdinand. (1959). Course in General Linguistics. Ed. Charles Bally and Albert Sechehaye. New York: Philosophical Library. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 İNGİLİZ BELGELERİNE GÖRE TÜRK-İNGİLİZ İLİŞKİLERİ VE SADABAT PAKTI (1937) Mustafa Edip ÇELİK Özet: Bu Çalışmada, 1930 sonrası düzelmeye başlayan Türk-İngiliz İlişkilerinin, 1937 yılında uluslararası alandaki gelişmeleri üzerinde durulmuştur. 1930 yılına kadar kendi iç işlerini halletmek adına dış politikaya ağırlık vermeyen Türkiye, 1930 sonrasında uluslararası arenaya ağrılık vermeye başladı. 1926 yılında İngiltere ile arasında sıkıntılara sebebiyet veren Musul meselesini çözen Türkiye, 1930 sonrasında İngiltere ile yakınlaşmak istedi. Her iki ülkenin dostluk ilişkileri içersine girmesinde ana sebep barış üzerine kurulan dış politika anlayışıdır. 1930 sonrasında dünya’da yaşanan gelişmeler iki ülkenin çıkarlarının çakışmasını sağladı ve İngiltere ile Türkiye Uluslararası alanda işbirliği içerisinde hareket etti. İngiltere Balkan Paktı’nda yer almamışsa da dışarıdan destek verdi. İşbirliği kendisini Akdeniz Paktı ve Montrö Boğazlar sözleşmesinde de gösterdi. 1937 yılına gelindiğinde İtalya ve Almanya’nın saldırgan tutumu İngiltere ve Türkiye’yi daha da yakınlaştırdı. İtalya ile Almanya’nın oluşturduğu güvenlik sorunu Türkiye ile İngiltere’yi ortak bir noktada birleştirdi ve bir savaş durumunda işbirliği içerisinde olmaya karar vermelerini sağladı. İmzalanan Sadabat Paktı ile Türkiye bölgede güvenliği sağladığını düşünürken, İngiltere bölge üzerindeki etkisini sürdürdü. Abahtar Kelimeler: Sadabat Paktı, Türkiye, İngiltere TURKISH-BRITISH RELATIONS ACCORDING TO BRITISH DOCUMENTS AND THE TREATY OF SAADABAD PACT (1937) Abstract: This Study focusus on the devolopment of the cooperation between Turkey and Britian in the international arena in 1937, which has began to improve during 1930. Turkey did not give weight on international affairs until 1930 because they were related to their own internal affairs. After solving the Mosul problem in 1926 which was giving rise to diffuculties with Britian, Turkey wanted to became closer to Britian afetr 1930. The main reason of the development of both country was their foreign policy which was established on peace. The security issue resulting from Italy and Germany made Turkey and Britian meet in a common point. Both country decided to cooparete in a event of a war. While, Turkey thought that they provide the security of the region with the Saddabad Pact, Britian continued to impact on the region. Key Words: Sadabad Pact, Turkey, Britian Bu makale, “İngiliz Kaynaklarına Göre 1930-1939 Arası Türk-İngiliz İlişkileri” Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Danışman: Doç. Dr. Memet YETİŞGİN, Ocak 2014, isimli doktora tezimden üretilmiştir. Dr., Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Ocak 2014 doktora mezunu 112 Mustafa Edip Çelik Giriş 1930 sonrasında dünya da yaşanan gelişmeler neticesinde, Türk-İngiliz ilişkilerinde yakınlaşmalar yaşanmaya başlanmıştır. Türkiye ve İngiltere arasında yaşanan yakınlaşma kendisini özellikler dış politikada göstermiştir. 1930 sonrasında Türkiye dış politikada hemen hemen her alanda İngiltere ile işbirliğine gitmiştir. 1937 öncesinde bu işbirliği kendisini Balkan ve Akdeniz paktlarında ve Montrö Konferansında göstermiştir. 1930 sonrasında Almanya ve İtalya’nın saldırgan tutumları yeni bir savaşın gelişinin göstergesi olmuştur. Türkiye İngiltere ile gelişen ilişkileri neticesinde herhangi bir savaş durumunda daha önce yaptığı hatayı tekrarlamayacağını ve bu kez İngiltere’nin yanında yer alacağını belirtmiştir. İngiltere, böyle bir ortamda Türkiye ile Akdeniz’de ve Balkanlarda yapılan paktlarda işbirliğine giderek bu iki ülke karşısında önlem almak istemiştir. Bu iki paktın yanı sıra Doğuda da bir pakt oluşturmak isteyen İngiltere, Sadabat Paktına destek vermiştir. İngiltere, doğrudan paktın içerisinde yer almamış ama paktın oluşmasına tam destek vererek bölgede söz sahibi olmaya devam etme niyetinde olmuştur. Ayrıca Balkan Paktı ile Sadabat Paktı’nı destekleyen İngiltere, Batı’dan Doğu’ya bir savunma köprüsü oluşturmak niyetinde olmuştur. İngiltere’nin 1930 sonrasında yaşanan gelişmeler de barıştan yana tavır alması ve Almanya ile İtalya’yı barışı koruyabilmek adına durdurmak istemesi Türkiye’nin İngiltere ile işbirliğine gidişinin en önemli sebeplerindendir. Çünkü Türkiye’de dış politikasını bütün uluslarla barış üzerine belirlemiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün belirlediği “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” politikası dışarıdaki tehlikelere karşı ülkeyi koruma üzerine geliştirilmiştir. Dolayısıyla Dünya da barışın korunması noktasında İngiltere ile Türkiye’nin politikaları kesişmekteydi. Bu da iki ülkenin işbirliğindeki en önemli etken olmuştur. Uluslararası Arenada Türk-İngiliz İlişkileri (1937) 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde, İtalyanlar ve Almanlar bağımsızca hareket ederken, Türkiye İngiltere ile işbirliği halinde ilerlemiştir (PRO, FO 371/21935, E 2214/2214/44: 7). İtalyanların uygulamaya başladıkları büyüme politikası ile ve İspanya’daki sivil savaşı ve denizdeki iletişim yollarının maruz bulunduğu tehdidin devam etmesi, Türkiye’ye, Akdeniz’deki durum karşısında daha dostça ve yardımsever bir tutum takınmalarını sağlamıştır. 1937 yılında Türkiye’nin değişmeyen bir ilkesi, İngiliz hükümetine danışmadan Akdeniz ile ilgili hususlarda bir girişimde SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 İngiliz Belgelerine Göre Türk-İngiliz İlişkileri Ve Sadabat Paktı 113 bulunmayışıdır. Mesela İtalyanların Türk-İtalyan ilişkilerin temelinin genişletilmesi hususundaki talepleri, İngilizlerle yapılan görüşmeler sonucunda reddedilmişti. Türk Hükümeti İtalyanlara kendileri ile sadece Akdeniz hususundaki Anglo-İtalyan deklarasyonu çerçevesinde görüşebileceklerini belirtmiştir. Türkiye ayrıca Akdeniz’deki korsanlık hareketleri hususunda da İngiltere ile işbirliği içerisinde hareket etti. Bu konuda Türkiye kendi rızası ile limanlarını İngiliz gemilerinin kullanımına sunarak korsanlık hususunda İngilizlere yardımcı olmuştur (PRO, FO 371/21935, E 2214/2214/44: 29-30). Türk politikası, İngilizlerle sıcak ve uyumlu olma yönünde daha da sağlam bir şekilde yol almaktaydı. Türklerin Almanya ile olan ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda, İngiliz yakınlaşması çok daha net bir biçimde gözler önüne serilmekteydi. Türkiye’nin Almanya konusundaki tavrı netti. Türkiye daha önceki savaşta yanlış tarafta yer aldığını ve bu hatayı bir daha tekrar etmeyeceğini bildirmekteydi. Türklerin bu fikirleri İngilizlerle neden yakınlaştıkları konusunda yeni tartışmalar ortaya atmıştır (PRO, FO 371/21935, E 2214/2214/44: 30). Türkiye İngiltere’yi dünyanın en güçlü devleti olarak tanımlamakta ve onların karşısında olacak hiçbir tavır içerisine girmek istememektedir. Dolayısıyla politikalarını onların politikalarını göz önünde bulundurarak geliştirmiştir. Türkiye Balkan Antantı ve Karadeniz Paktı gibi hususlarda İngilizlerle sık sık fikir alışverişinde bulunmuştur. Aynı zamanda Fransa ile ilişkilerini ilgilendiren Hatay meselesinde de sık sık İngiliz Hükümetine bilgi vermiştir (PRO, FO 371/21935, E 2214/2214/44: 30). Türkiye uluslararası alanda attıkları adımlarda İngiltere ile istişare içerisinde olmuştur. İsmet İnönü Haziran 1937’de, İngiltere ziyareti sonrasında TBMM’ de yaptığı konuşmasında Türkiye’nin dış siyasetine de değinmiş ve İngiltere ile olan ilişkiler hususunda da bilgi vermiştir. İsmet İnönü İngiltere ile olan münasebetler husunda şunları söylemiştir “İngiltere ile olan münasebetlerimizin hakiki bir dostluk müstenit olduğunu söylemek benim için bahtiyarlıktır. İngiltere’de bulunduğum zaman da İngiliz milletinin en salâhiyettar ricalinde memleketim hakkında samimi dostluk hisleri müşahede ettim. Ve en salâhiyettar rical İngiltere’nin Türkiye hakkında beslediği samimi ve ciddi dostluk hissiyatını memleketime getirmemden memnun olacaklarını bana izhar etmişlerdir. Yalnız resmi mahafillerde değil hususi mahafillerde de memleketimiz hakkında itimad ve sempati gösterilmektedir. Sulh davasında İngiltere’nin takip ettiği hattı harekâtı, zihniyetimize uygun bulmaktayız memleketlerimiz arasındaki itimad hisleri, aradakı münasebetlerin inkişafı için ve beynelmilel sulh davasında ve SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 114 Mustafa Edip Çelik emniyet davasında kıymetli bir amil olarak müessir olmak için çok faydalı olacaktır” (TBMMZC, D. 5, C. 19: 312). 20-26 Şubat 1937’de bayram nedeniyle resmi tatildi. Balkan Antantı toplantısından yeni dönen Türkiye Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Sir Percy Loraine 24 Şubat’ta bir araya gelerek uzun bir sohbet etmişlerdir. Bu görüşmelerinde Dr. Aras Türk-İngiliz ilişkileri üzerinde önemle durmuştur. Türkiye’nin gözünden İngiltere’nin dünyadaki yerini anlatmıştır. Aras İngiltere’nin sadece büyük bir güç olmakla kalmayıp dünyaya yayıldığını ve Türkiye ile çıkarlarının ortak noktalarda birleştiğini belirtmiştir. Tük Hükümeti kendi politikalarını, İngiltere’nin dünya politikası ile harmanlamak istemektedir. İngiltere ile işbirliği içerisinde olma Türkiye için hayal ettiğinde daha da iyi sonuçlanacaktır. Türkiye’nin politik ve ekonomik ihtiyaçları Türkiye’yi kimi bıktırıcı olan kimi de tehlikeli olan bağlıklara sürüklemiştir. Türkiye son zamanlarda, İngiltere ile geliştireceği işbirliği sayesinde bu bağımlıklardan kurtulabileceğini fark etmiştir. Dolayısıyla Türkiye yönünü İngiltere’ye dönmüştür. İki tarafın politik açıdan birbirini anlamasının ardından, ilk önemli adım Brassert Kontratı ile atılmıştır. Bu Türkiye’nin metal konularda ihtiyaçlarının ve sanayisinin oluşturulmasını İngiltere’nin ellerine bırakmış ve ekonomik alanda tehditkâr Alman hâkimiyetinden korunmasında attığı ilk adım olmuştur. Sir Percy Loraine Türkiye’de olduğu süre içerisinde Türk-İngiliz ilişkilerinde çok önemli adımlar atılmıştı. Atılan bütün adımlar hakkında yorum yapılabilir, farklı değerlendirilmelerde bulunulabilir fakat bir tek konu da değişmez bir gerçek vardır. O değişmez gerçek, yeni bir savaş durumunda Türkiye’nin kesin bir şekilde İngiltere’nin yanında yer alacağıdır. Türkiye, İtalya’nın gerçekleri fark etmesi durumunda Fransa’nın yanında Almanya’ya karşı yer alacağını düşünmektedir. Fakat İtalya’nın kararı ne olursa olsun Türkiye İngiltere’nin destekçisi olacaktır (PRO, FO 371/20861, E 1414/315/44: 296-298 ). Dr. Aras’ın İngiliz Büyükelçisi ile yaptığı değerlendirmeleri sonrasında Sir Percy Loraine Tevfik Rüştü Aras ile yapmış olduğu görüşmeyi Londra’ya bildirmişti. Daha sonra Londra’ya bir mektup daha yazmıştı. Her iki mektubu da Devlet Bakanınaydı. İkinci mektubunda Devlet Bakanına, Dr. Aras’ın bu ifadeleri sonrasında Bakan Beyin aklında sorular oluşacağını yazmıştır. Sonra da oluşacak soruları tahmin ederek sorulara cevap vermiştir. Oluşabilecek sorulardan biri, Dr. Aras’ın neden bu zamanda bir savaş halinden bahsederek İngiltere tarafında yer alacakları açıklaması olabilirdi. Bu soruya cevap olarak ise Dr. Aras’ın bundan bahsetmesinin sebebinin konunun muhtemelen Mustafa SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 İngiliz Belgelerine Göre Türk-İngiliz İlişkileri Ve Sadabat Paktı 115 Kemal’in başkanlığı altında parlamentoda konuşulmuş olmasıydı. Türkiye’nin İngiltere ile dostluk ve işbirliği içerisinde olması gerektiğinin farkına varmış olmasıydı. İkinci soru da Türkiye’nin hesabı neydi şeklinde gelişebilirdi. Buna cevap olarak ise gelişen olaylar neticesinde Türkiye’nin artık Avrupa’da ve dünyada İngiltere’nin en büyük güç olduğunu fark etmesi şeklinde cevaplanabilirdi. Rusların Montrö’de sergiledikleri tavır Türkiye için hayal kırklığıydı. Ayrıca Rusya ekonomik açıdan Türkiye’ye iyi bir destek veremezdi. Almanya ekonomik açıdan destek olabilirdi, fakat mevcut Nazi Hükümeti Türkiye’de iyi karşılanmamaktaydı. Ayrıca Montrö Konferansı’nda Türkiye’yi gücendirmiş olmaları, Türkiye’de az miktarda var olan Alman sempatizanlığını bitirmiş ve İngiltere’ye daha da yaklaşılmasına yol açmıştı. Fransa ile aralarındaki sancak olayından dolayı Türkiye’nin bu ülke ile ilişkileri yara almıştır. Ayrıca Türkiye Fransa’nın dünyadaki gücünün zayıfladığını düşünmektedir. İtalya ile ise, aslında İtalyan tehdidinin azalmış olmasına rağmen kurdukları Roma-Berlin ittifakından dolayı pekiyi değildir. İtalya’nın ateşle oynadığını düşünmektedir. Ayrıca İtalyan dostluğunun düşmanlığından daha büyük sıkıntılara yol açacağını da düşünmektedirler. Ayrıca silahlanma konusuna İngiltere’nin yaklaşımı iyi yansımalar olmasını sağlamıştır. Büyükelçi, Türklerin bu söylediklerinin bir bağlayıcılığı olabilir mi? şeklinde oluşabilecek bir soruya ise Türklerin bu konuda samimi olduğunu söyleyebileceğini belirtmiştir (PRO, FO 371/20861, E 1414/315/44: 299-302). Akdeniz’deki güvenliği sağlayabilmek her iki ülke içinde büyük önem taşımaktadır. İki ülke bu konuda Akdeniz Paktı sonrasında da adım atmışlardır. Akdeniz’deki güvenlik için ilk anlaşmada yer alan devletler yine bir araya toplanarak Konferans düzenlemişlerdir. Bu konferansta yine anlaşmaya varılmıştır. 10 ülkenin katıldığı konferansta Tevfik Rüştü Aras Türkiye’yi temsilen katılmıştır. Varılan anlaşma gereği taraflar Akdeniz’de gerçekleşecek herhangi bir saldırıya karşı birlik olacaklardı. Görüşmede yer alan devletler Akdeniz’de İtalya ve İspanya’nın açtığı sıkıntıların üstesine gelmek istemişlerdir (The Times, 18 September 1937). Türkiye ile İngiltere işbirliği artarak devam etmiştir. Uluslararası ortam ise savaş olma ihtimalini günden güne arttırmaktadır. İngiltere’nin Türkiye ile işbirliğinde her iki tarafın da çıkarları bulunmaktadır. Türkiye o gün dünyanın en büyük gücü olan İngiltere’nin desteğini almanın avantajını kullanmak istemektedir. Dolayısıyla İngiltere’den istekleri olumuştur. Bu istekler arasında cephane ihtiyacı da bulunmaktadır. 10 Şubat 1937’de Türkiye Büyükelçilik SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 116 Mustafa Edip Çelik danışmanı, İngiltere Dışişleri Bakanlığına “Heldfield” firmasından temin edilmek üzere cephane isteğinde bulunmuştur. Aslında Türkiye’nin bu firmadan istekte bulunması Birinci Dünya Savaşı sırasında sipariş ettiği malzemeyi alamamasından kaynaklanmaktadır. Türkiye Birinci Dünya Savaşı sırasında bu firmaya “Mesudiye” gemisi için sipariş vermiştir. Ancak siparişlerini zamanında alamamış ve savaşın ilerleyen döneminde de gemi batmıştır. Türkiye şu anda o zaman tedarik edemediği cephaneyi istemektedir. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının konu ile ilgili olarak göndermiş olduğu diplomatik notada bunlar belirtilmiştir. Türkiye ayrıca silahlanma programı doğrultusunda İngiltere’den yeni isteklerde bulunmuştur. İngilizler, Büyükelçilik danışmanı Bay Örs’e Türkiye’ye yardım etmek istediklerini fakat önceki siparişin şu andaki yardım programında bulunmadığını ve askeri yetkililerle de görüşme yaptıktan sonra konuyu tekrar değerlendireceklerini bildirmiştir. Bay Örs Türkiye’nin Majesteleri Hükümetinin vereceği her türlü desteğe şükranlarını bildireceğini belirtmiştir (PRO, FO 371/20865, E 948/528/44: 244-246). İngiltere 1937 Türkiye’sini daha öncekine göre daha güçlü, daha güvenilir olarak değerlendirmekte ve Türkiye’yi 1914 yılına göre müttefiklikte daha çekici ve etkili olarak görmektedir. Stratejik ve politik değerini de o zamankine göre daha etkili olduğunu belirtmekteler. Hâkimiyete son vermek adına 1914’te Türkiye’nin müttefikliğini Almanya’ya satmışlardı. Fakat bugün barışı sağlamak adına beraber olmaları gerektiğini düşünmektedirler. Dolayısıyla İngiltere bugünkü, özellikle 1937 yılının Türkiye’sine destek olma ve kredi verme hususunda daha güçlü gereklilikler olduğunu düşünmektedir. Değerlendirmelerde bulunan büyükelçi, Türkiye’nin isteklerini reddetmede İngiltere’nin hiçbir çıkarının olmadığını belirtirken, isteklerin onaylanması adına Londra’nın elinden geleni yapması gerektiğini söylemektedir (PRO, FO 371/20861, E 1650/315/44: 318). 1937 yılına gelindiğinde İngiltere Türkiye’yi her yönden kendileri için önemli bir müttefik olarak görmeye başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulalı on dört yıl olmuştu ve kendini kabul ettirmeyi başarmıştır. Özellikle 1930 sonrası uluslararası alanda her sene artan başarısı ve barış için ortaya koyduğu çalışmalar saygın bir ülke olmasına katkı sağlamıştır. Artık 1914 yılındaki ömrünün sonuna gelmiş karışıklıklar içerisinde olan Türkiye yerine güçlü ve sürekli olarak gelişen bir ülke bulunmaktadır. Bu da İngiltere için politikasını birlikte yürütebileceği bir ülke anlamına gelmektedir. Tabi Türkiye’de büyük bir güç olan İngiltere’nin kendisine yaklaşmasını fırsat olarak kullanmak istemiş ve kendisine faydalı olacak her alanda ciddi bir işbirliği içerisine girmiştir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 İngiliz Belgelerine Göre Türk-İngiliz İlişkileri Ve Sadabat Paktı 117 Sadabad Paktı (1937) Türkiye’nin Balkan Paktı sonrasında bölgesel pakt olarak katıldığı ikinci anlaşma Sadabat Paktı’dır. Türkiye Balkan Paktı ile batıda güvenliği sağladıktan sonra, doğu için de aynı şeyi düşünmüş ve Ortadoğu ülkeleri ile benzer bir pakta imza atmak istemiştir. Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile ilişkisi Lozan öncesine kadar dayanmaktadır. TBMM ile münasebeti 1 Mart 1921 yılında yapılan Dostluk Antlaşması ile Afganistan’la gerçekleştirmiştir. Daha sonra da devam eden ilişkiler neticesinde, Afgan Kralı Amanullah’ın Ankara’ya yaptığı ziyaret neticesinde, 25 Mayıs 1928 tarihinde Afganistan ile yeni bir Dostluk Antlaşması’na imza atılmıştır. Bu sayede iki ülke arasındaki işbirliği pekiştirilmiş ve daha sonra da devam etmesi sağlanmıştır. Türkiye’nin İran ile ilişkilerini kurması ise 1926 yılında Güvenlik ve Dostluk Anlaşması ile başlamıştır. 1932 yılına kadar süren anlaşma sonrasında komşuluk ilişkilerini geliştirmek adına iki anlaşma daha yapılmış ve bunun neticesinde İran Şahı Rıza Pehlevi 1934 yılında Türkiye’yi ziyaret ederek Atatürk ile görüşmeler yapmıştır. Irak ile Musul meselesinden dolayı gergin olan ilişkiler 1926 yılında Ankara’da yapılan anlaşma sonrasında çözüme kavuşturulmuştur. 1930’ların başında yapılan anlaşmalar neticesinde ilişkiler normale dönmüştür (Kurtcephe-Beden, 2006: 441–442). Paktın genel olarak İtalya’nın Milletler Cemiyeti kararını ihlal ederek Habeşistan’a saldırması sonucunda Türkiye’nin Doğulu devletlerle kurduğu bir güç birliği gibi görülse de (Bıyıklı, 2012: 57) Baskın Oran’ın “Olaylarla Türk Dış Politikası” kitabında paktın saldırmazlık ve dostluk anlaşması olduğu söylenmektedir. İtalya’nın yayılmacı politikasına karşı Ortadoğu ülkelerinin birleşme ihtiyacı duyduklarını söyleyerek, Roma’daki hükümetin saldırgan olduğunun bir kez daha vurgulanması İngiltere ve Sovyetlerin tercih edebileceği bir açıklamadır (Oran, 2009: 366). Paktın İtalya tehlikesi sonrası ortaya çıkması İtalyan tehlikesine karşı bir işbirliği olduğunu da göstermektedir. İtalya’nın 1935’te Habeşistan’a saldırması sonucunda ortaya çıkan tehlike Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerini harekete geçirmiştir. Bu dönemde İtalya’nın Ortadoğu’ya yönelik ortaya çıkan istek ve arzuları Türkiye ve Ortadoğu ülkelerini bir araya getirmiştir. Bunun üzerine 2 Ekim 1935’te Cenevre’de Türkiye, İran ve Irak arasında üçlü bir anlaşma parafe edilmiş daha sonra bu anlaşmaya Afganistan da katılmıştır. Ancak Türkiye tarafından desteklenen bir şekle sokulmak istenen bu anlaşmanın gerçekleşmesi, SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 118 Mustafa Edip Çelik İran-Irak arasında sınır anlaşmazsızlığı ve Türkiye İran arasındaki bazı sorunlar neticesinde gecikmiştir (Uçarol, 1985: 472-473). Türkiye bu paktın kurulmasını ciddi bir biçimde istemekteydi. İran ve Irak arasında mevcut olan Şattülarap sorunu paktın imzalanmasını geciktirmekteydi. Türkiye paktın bir an önce gerçekleşmesi adına bu sorunun çözülmesinde aktif bir rol oynadı (Oran, 2009: 368). Dr. Rüştü Aras başkanlığındaki Türk heyetinin Bağdat’taki temaslarının ardından, Irak Hükümeti büyük bir diplomatik faaliyete girişerek, İran ile aralarındaki sorunların çözümü için çalışacak bir heyet oluşturur ve sorunu çözüme kavuşturur (Ulus 29 Haziran 1937). Bir başka sıkıntı ise Irak’ın pakt içerisinde tek Arap devleti olmak istememesinden kaynaklanmaktaydı. Irak Suudi Arabistan’ın ve Yemen’in de pakta dâhil olmasını istemekteydi. 1936 yılında Türkiye ile Suriye arasında patlak veren Hatay meselesinden dolayı Irak, Türkiye’nin yanında yer alarak Arap dünyasından tepki almaktan korkmuştur. Ekim 1936 tarihinde Bekir Sıtkı Paşa darbe yaparak Haşemi’yi indirdi ve yerine Hikmet Süleyman’ı Başbakan yaparak kendisi arka planda kaldı. Bekir Sıtkı Paşa ve Hikmet Süleyman Irak’ın komşularıyla olan sorunları bir an önce çözme niyetinde olduklarından dolayı 4 Temmuz 1937’de Irak-İran sınır hattının anlaşmasını imzalamışlardır (Oran, 2009: 368). 8 Temmuz 1937 tarihinde Tahran Saadabad Sarayı’nda Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı imzalanmıştır. Bu Pakt beş yıl için imzalanmış ve taraflar arasında dostluk münasebetlerini de devam ettirmeyi amaçlamıştır. Bu Pakt ile taraflar, Milletler Cemiyeti’ne ve Kellog Paktına bağlı kalmayı, birbirlerinin içişlerine karışmamayı, ortak sınırlarına saygı göstermeyi, ortak çıkarları ilgilendiren meselelerde birbirlerine danışmayı, birbirlerine karşı herhangi bir saldırı hareketine girişmemeyi ve saldırı amacını güden hiçbir siyasal kombinezona katılmamayı taahhüt etmişlerdir. Böylece Türkiye, Balkan Paktı ile batıda, Sadabat Paktı ile doğuda bir güvenlik sistemi kurmuş ve kendisi için büyük önem arz eden bu iki bölgede barış politikasını sağlamlaştırmıştır (Armaoğlu, 1987: 347). Türkiye bu Pakta büyük önem vermiş ve kurulabilmesi için ciddi çabalar sarf etmiştir. Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras taraflarla görüşerek Paktın imzalanmasını hızlandırmıştır. Mayıs ayı içerisinde Türkiye ciddi girişimlerde bulunmuş ve bu basında da yerini almıştır. Mayıs ayında çıkan Ulus ve Cumhuriyet gazetelerinde Tevfik Rüştü’nün çabalarına yer verilmiştir. Tevfik Rüştü mayıs ayı sonlarında İran’a giderek mevcut dostluk ilişkilerini perçinleyecek ve Paktın imzalanmasını sağlayacaktır (Ulus, 5 Mayıs, 1937). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 İngiliz Belgelerine Göre Türk-İngiliz İlişkileri Ve Sadabat Paktı 119 Tevfik Rüştü Irak ile İran arasındaki sınır anlaşmazsızlıklarını da çözüme kavuşturmak niyetindedir (Cumhuriyet, 7 Mayıs 1937). Türk Bakanın girişimleri sonucunda Afgan ve Irak Dışişleri Bakanların da Cenevre’de parafe edilen anlaşmayı imzalamak üzere Tahran’a hareket ederler (Cumhuriyet, 30 Haziran 1937). İran’da Tevfik Rüştü Aras şerefine bir ziyafet verilmiştir. Ziyafet sırasında Türkiye ve İran arasındaki güzel dostluğa atıfta bulunulmuştur. Daha sonra Tevfik Rüştü söz almış ve yapılan konuşmaların güzelliği için teşekkürlerini bildirmiştir. Ayrıca iki ülke arasında gelişen dostluğun yakın doğuda sağlanacak barış ortamı adına önemli olduğuna vurgu yapmıştır. Daha sonra Türk Büyükelçiliği de karşılık olarak bir yemek vermiştir. Aynı gün İngiliz Büyükelçiliği de Tevfik Rüştü adına bir yemek vermiştir. Oluşturulan bu samimi ortam bölgenin geleceği açısından önem arz etmiştir (Cumhuriyet, 1 Temmuz 1937). 6 Temmuz tarihinde tarafların bir pakta imza atmanın eşiğinde olduğu basında yerini almıştır. Gerçekleşecek bu olay barış adına yılın en önemli hadisesi olarak isimlendirilmiştir. Bölgede barışa büyük katkı sağlayacak olan bu önemli olayın gerçekleşmesi adına sorunların çözülmesinde Türkiye’nin ciddi bir biçimde çaba sarf ettiği ve ön ayak olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca bu paktın Akdeniz’den Asya içlerine kadar barışı egemen kılacağı söylenmiştir (Ulus 6 Temmuz 1937). Pakt Türkiye’nin yoğun çabaları sonucunda 8 Temmuz’da imzalanmış ve bölgede barış ve işbirliği adına ciddi bir adım atılmıştır. Türkiye bu kendi bölgesinde oluşturulan bu paktta da oynadığı lider rol ile gücünü ve barışa katkı sağlama istekliliğini bir kez daha ortaya koymuştur. Mustafa Kemal Atatürk Kasım 1937’de mecliste yaptığı konuşmasında Sadabat Paktı’nın kayda değer sulh eserlerinden biri olduğunu söylemiştir. Mustafa Kemal Atatürk Balkan Paktı’nın barış yolunda hergün daha verimli bir sonuçlar aldığını söylerken, Sadabat Paktı’nında doğu’da barışa katkı sağlayacak çok önemli bir işbirliği olduğunu belirtmiştir. Mustafa Kemal Sadabat Paktı ile alakalı olarak şunları söylemiştir “Bu misakın etrafında toplanan devletlerin aynı gayeyi takip eden ve sulh içinde inkişafı samimiyetle isteyen hükumetleri arasında, işbirliğinin, atide de hayırlı neticeler vereceğinden emin bulunmaktayız.” Mustafa Kemal Sadabat paktı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin amacı olan sulh politikasına hizmet ettiğini belirtirken bundan sonrada barış SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 120 Mustafa Edip Çelik yanlısı bir politika için gayret göstereceklerini belirtmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin barış için gelen her teklifi değerlendirdiğini ve değerlendireceğini söylemiştir (TBMMZC, D. 5, C. 20: 8). Sadabad Paktı ve Türk-İngiliz İlişkileri Türkiye ile İngiltere’nin 1936 ve 1937 yılında işbirliği Akdeniz, Balkanlar ve Ortadoğu’da olmak üzere pek çok alanda kendisini göstermiştir. Türkiye uluslar arası alanda diğer anlaşmalardaki gibi Sadabad Paktı’nda da yine İngiltere ile sık sık görüşmüş ve dirsek temasında olmuştur (PRO, FO 371/21935, E 2214/2214/44: 12). 1934 yılından itibaren Türkiye ile İngiltere arasında başlayan yakınlaşma Sadabad Paktı’nın oluşumunu hızlandırmıştır. Türkiye daha önce İngiltere’ye Ortadoğu ülkelerinin yanı sıra Türkiye ve İngiltere’nin de içerisinde bulunduğu bir pakt imzalanması için öneride bulunmuştu. Ancak İngiltere bu öneriyi o sıralar pek önemsememiş ve üzerinde durmamıştı. 1936 yılının ortalarına gelindiğinde ise Ortadoğu’da kurulacak pakt hususunda fikrini değiştirdi. İngiltere bu süreçten sonra Ortadoğu’da bir pakt kurulması ve bunun bir an önce tamamlanması için Türkiye’yi teşvik etmeye başlamıştır. İngiltere’nin böyle bir karar almasının sebepleri asında İtalyan politikası etkisi olma ihtimali bir hayli fazladır. İngiltere Türkiye ile yakınlaşmasını da kullanarak Türkiye’yi teşvik etmiş kendisi de direk içerisinde yer almayarak destekçi olarak arka planda durmuştur. Ortadoğu da ciddi etkinliği bulunan İngiltere böylece bölge politikalarına dâhil olmayı devam ettirmiştir ( ivkova, 1978: 130). Nitekim Türkiye’nin gösterdiği ciddi gayretler sonucunda, 8 Temmuz 1937 tarihinde Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında pakt imzalanmıştır. Türkiye’nin yoğun çabalarının yanı sıra İngiliz diplomasisi de paktın imzalanmasında önemli bir rol oynamıştır. Hatta belki de İngiltere’nin desteği olmasa paktın imzalanması çok zor olabilirdi. Çünkü o dönemde Irak politikasına İngiltere yön vermekteydi İngiltere Sadabad Paktı’nı desteklerken Sovyetleri de önemli ölçüde göz önünde bulundurmuştur. İngiltere kurulacak olan bu pakt ile bölgedeki ülkelerdeki Sovyet etkisini de azaltmayı hedeflemiş ve Sovyetleri yalnız bırakma politikasına da yardımcı olmak istemiştir ( ivkova, 1978: 131). Loraine’nin İngiltere’ye bildirdiğine göre, Aras kendisine İngiliz uçağında Bağdat, Tahran ve Moskova ziyaretlerini gerçekleştirdiğinden dolayı teşekkür etmiştir. Bu yardımlaşmanın iki ülkenin dostluğunu gözler önüne serdiğini belirtmiştir. Aras, İngiliz Büyükelçiye pakta katılan ülkelerin İngiliz görüşleri ile SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 İngiliz Belgelerine Göre Türk-İngiliz İlişkileri Ve Sadabat Paktı 121 ilgili bilgi vermiştir. Irak ile ileri düzeyde münasebetleri olan İngiltere’den diğer ülkelerde oldukça memnundur ve katkılarından dolayı da teşekkürlerini iletmişlerdir. Aras kurulan paktın İngiltere için önemini kavramış ve bu bölgede ihtirasları olan devletleri durdurmaya yönelik İngiltere’nin paktı kullanmak istediğini anlamıştır (PRO, FO 371/20860, E 4402/188/44: 107-109). Paktın İmzalanması öncesinde İsmet İnönü Haziran 1937’de mecliste paktla ilgili olarak şunları söylemiştir “ Şimdilik üç devlet arasında parafe edilmiş bulunuyor. Bu pakt hakkında işbu devletlerin birişik komşusu olan Sovyet ittihadı ve İngiltere’nin malumatı olduğu gibi, onların hüsnü telakkilerini farz ettirecek sebeplere de malikiz. İlave etmeliyim ki Türkiye’nin pakta iştirak eden devletlere rabıtası ve yakın münasebetleri ayrı ayrı aramızda mevcud olan muahedelerle zaten müemmendir…” (TBMMZC, D. 5, C. 19: 312). İngiltere’nin Ortadoğu da attığı bu adımlar Sovyetlerin dikkatini çekmiştir. Sadabat Paktı’nın imzalanması sonucunda tedirgin olan Moskova’yı sakinleştirmek Türkiye’ye düşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı ve İçişleri Bakanı, Sovyetlere bir ziyarette bulunmuştur. Türk heyetinin amacı, imzalanan Sadabat Paktı’nın Sovyetlere karşı olmadığını anlatmaktı. Montrö ile yara alan Türk-Sovyet ilişkilerinin, Sadabat Paktı ile daha da kötüye gitmesi istenmemiştir. Yapılan görüşmelerde Tevfik Rüştü Türkiye’nin Sovyetlere karşı dostane ilişkilerini sürdürmek istediğini ve bunu sarsacak herhangi bir harekette bulunmayacağını belirtmiştir. Sovyetler bu konuda Türk heyetine güvence istemiştir. Yani Türkiye’nin gerçekten dostluk mesajında samimi olup olmadığını bilmek istemişlerdir. Türkiye böyle bir güvence verememiştir. Aras daha sonra Loraine ile yaptığı görüşmesinde Türk-Sovyet ilişkilerinin geri dönülmez yaralar aldığını bildirmiştir (PRO, FO 20861 E 1862/44: 44-45). İngiltere Sadabat Paktı ile Sovyetlerin bölgedeki etkisini azaltmak isterken yine Türkiye ile birlikte hareket ederek Sovyetleri rahatlatmaya çalışmıştır. Sonuç 1930 yılına kadar kendi iç işleri ile meşgul olan Türkiye, 1930 sonrasında Uluslararası arenada yeri almak için dış politikasına ağırlık verir. 1930 yılı itibari ile uluslararası arena hareketlilik kazanmıştır. I. Dünya Savaşı sonuçlarından memnun olmayan İtalya ve Almanya sınırlarını genişletmek için harekete geçmiştir. Dünya, İtalya ve Almanya’nın saldırgan tutumlarından dolayı yeni bir savaşa doğru sürüklenmektedir. Kuruluşundan itibaren takındığı tavır ve belirlediği “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikası ile içeride güvenliği SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 122 Mustafa Edip Çelik sağlayarak dışarıda da ülkesinin sınırlarını korumak isteyen Türkiye kendisi gibi barışı sağlamak isteyen İngiltere ile dostluk ilişkileri içerisine girmeye başlamıştır. Yaşanan gelişmeler Türkiye ile İngiltere’nin işbirliğine gitmesini sağlamıştır. İngiltere, Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu ve 1934 yılında oluşturulan Balkan Paktı’nı ciddi şekilde desteklemiştir. Böylece Balkanlarda savunma hattının oluşmasını sağlamıştır. 1935 yılında yaşanan İtalyan tehdidi İngiltere ve Türkiye’yi 1936 yılında Akdeniz Paktı’na taşımıştır. İngiltere, Sovyetler karşısında Türkiye’yi yanına çekebilmek için Montrö Boğazlar Konferansında Türkiye’ye destek olmuştur. Daha önce Türkiye’ye karşı daha mesafeli duran İngiltere 1937 yılında İtalyan ve Alman tehdidinin artması nedeniyle Türkiye ile daha sıkı bir işbirliği içerisinde olmayı tercih etmiştir. Balkan Paktı ile batıda güvenlik hattı oluşturan Türkiye, Sadabad Paktı ile doğuda da bir güvenlik hattı oluşturmak istemiştir. Türkiye, İngiltere’nin de bu pakta dâhil olmasını istemişse de, İngiltere dâhil olmak yerine pakta tam destek vermiştir. Böylece Türkiye, İran, Irak ve Afganistan ile 8 Temmuz 1937 yılında Sadabat Paktı’nı imzalamıştır. İngiltere’de böylece İtalyan ve Alman tehdidine karşı batıdan doğuya bir savunma köprüsü oluşturmuş ve bölgedeki etkinliğini sürdürmüştür. İngiliz belgeleri ,Türkiye’nin Sadabat Paktı’nın başını çekmesine ve paktın imzalanmasına İngiltere’nin büyük katkısı olduğunu göstermektedir. 1934 yılı sonrasında gelişen ilişkiler kendisini uluslararası alanda zirveye taşımıştır. Ortak çıkarları bulunan Türkiye ve İngiltere birçok alanda beraber hareket etmiştir. Türkiye’nin İngiltere ile gelişen ilişkileri onu Milli Mücadele yıllarından beri sıkı dostluk içerisinde olduğu Sovyetlerden uzaklaştırma başlamıştır. Bu uzaklaşma kendisini ciddi bir biçimde Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde göstermiş ve Sadabat Paktı ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Ancak Sovyetler ile komşu olan Türkiye, Ruslardan tamamen uzaklaşmayı da göze alamamış, yine İngiltere kontrolünde ilişkileri belli bir seviyede tutmak adına girişimlerde bulunmuşlardır. Fakata gelişen olaylar bunu pek mümkün kılmamıştır. Türkiye artık dış politikada İngiltere ile daha belirgin bir şekilde hareket edecektir. KAYNAKÇA Arşivler PRO, FO 371/21935, E 2214/2214/44, ss. 1-60. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 İngiliz Belgelerine Göre Türk-İngiliz İlişkileri Ve Sadabat Paktı 123 PRO, FO 371/20861, E 1414/315/44, ss. 295-302. PRO, FO 371/20865, E 948/528/44, ss. 243-246. PRO, FO 371/20861, E 1650/315/44, ss. 314-323. PRO, FO 371/20860, E 4402/188/44, ss. 102-104. PRO, FO 20861 E 1862/44. Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi (TBMMZC), Dönem 5, Cilt 19,ss.297-340. Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi (TBMMZC), Dönem 5, Cilt 20, ss. 19–42. Basın Cumhuriyet, 7 Mayıs 1937. Cumhuriyet, 30 Haziran 1937. Cumhuriyet, 1 Temmuz 1937. The Times, 18 September 1937. Ulus 29 Haziran 1937. Ulus, 5 Mayıs, 1937. Ulus 6 Temmuz 1937 Araştırma Eserler ARMAOĞLU, Fahir, 1987. 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914–1980, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Anakara, 879 s. BIYIKLI, Mustafa, 2012. “Türkiye’nin İttifak Politikası ve Katıldığı Uluslararası Güvenlik İttifakları (1928–1938)”, Yeni Fikir, sayı: 9, Temmuz Aralık, 2012, ss. 151–166 ÇELİK, Mustafa, Edip, 2014, İngiliz Kaynaklarına Göre 1930-1939 Arası Türk-İngiliz İlişkileri, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 264 s. İVKOVA, Ludmila, 1975. İngiliz-Türk İlişkileri 1933–1939, Çev: F. Muharrem, F. Erdinç, Habora Kitapevi, İstanbul, 272 s. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 124 Mustafa Edip Çelik KURTCEPHE, İsrafil-BEDEN, Aydın, 2006. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Alp yayınevi, Ankara, 508 s. ORAN, Baskın (Ed), 2009. Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne, Olgular, Belgeler, Yorumlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 900 s. UÇAROL, Rıfat, 1985. Siyasi Tarih, Filiz Kitapevi, İstanbul, 603 s. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 İngiliz Belgelerine Göre Türk-İngiliz İlişkileri Ve Sadabat Paktı 125 INFORMATIVE ABSTRACT TURKISH-BRITISH RELATIONS ACCORDING TO BRITISH DOCUMENTS AND THE TREATY OF SAADABAD PACT (1937) This Study focusus on the devolopment of the cooperation between Turkey and Britian in the international arena in 1937, which has began to improve during 1930. Turkey did not give weight on international affairs until 1930 because they were related to their own internal affairs. After solving the Mosul problem in 1926 which was giving rise to diffuculties with Britian, Turkey wanted to became closer to Britian afetr 1930. The main reason of the development of both country was their foreign policy which was established on peace. The world developments after 1930, provided the conflict of the interests of two country and Turkey and Britian began to cooparete in the international arena. Britian did not take part in the Balkan Pact but they supported it from outside. The cooparation between Britian and Turkey showed itself in Mediterranean Pact and Mountreux Conference. In 1937, Turkey and Britian became closer because of the aggression of Italy and Germany. Turkey explained that they will take place alongside Britian in a war that will break out. Turkey who created a safety line in the west with Balkan Pact, also wanted to create a safety lin ein the east with the Saadabad Pact. Britian, who wanted to build a security bridge between west an d east gave full support to the countries which involved the pact. The security issue resulting from Italy and Germany made Turkey and Britian meet in a common point. Both country decided to cooparete in a event of a war. While, Turkey thought that they provide the security of the region with the Saddabad Pact, Britian continued to impact on the region. Key Words: Sadabad Pact, Turkey, Britian SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 TÜRKİYE’DE KAMU KURUMLARINDA HALKLA İLİŞKİLER BÖLÜMLERİNİN ÖRGÜTLENMESİ VE ÇALIŞANLARIN NİTELİKLERİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA Yener Lütfü Mert Özet: 19. yüzyılın sonlarından itibaren sanayileşmenin etkisiyle gelişen özel sektördeki işbölümü, uzmanlaşma ve yönetim anlayışındaki değişiklikler kamusal halkla ilişkiler alanında da yansıma bulmuştur. Özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde kullanılmaya başlanan iki yönlü simetrik yaklaşımla örgütlerin halkla ilişkiler alanında tanıma ve tanıtma işlevlerinden hareket etmeleri gereği ortaya çıkmıştır. Bu işlevlerle halkla ilişkiler bölümleri ve çalışanlar, kamu ve halk arasında bir tür arabulucuk görevi üstlenmişlerdir. Üst yönetime bağlı çalışması öngörülen halkla ilişkiler bölümlerinde süreç içerisinde yöneticinin etkisi ağırlıklı olarak tartışılmaya başlanmıştır. Bu çalışma; yönetim işlevi, ideolojik yapı ve iletişim süreci ekseninde Türkiye’de kamuda halkla ilişkiler bölümlerinin örgütlenmesini, çalışanların bu yapılanma içinde bulundukları yeri ve alana ilişkin algılarını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu yönde daha önce yapılan nicel araştırmalara karşılık bu çalışma nitel bir alan araştırması olarak “daha doğrudan alıntılarla”, yüz yüze görüşmelerle alana yeni bir açılım kazandırma düşüncesini taşımaktadır. Anahtar Kelimeler: kamusal halkla ilişkiler, basın ve halkla ilişkiler, halkla ilişkiler çalışanları A RESEARCH CONCERNING THE ORGANIZATION OF PUBLIC RELATIONS DEPARTMENTS OF THE PUBLIC INSTITUTIONS AND THE QUALIFICATIONS OF THE THEIR EMPLOYEES IN TURKEY Abstract: The changes in division of labor, specialization and the understanding of administration starting from the ends of 19th Century in Turkey with the impact of industrialization had its reflection in the public relations domain in public sector. Particularly the bilateral symmetrical approach which has started to be implemented during the last quarter of the 20 th century has indicated a need for recognition and introduction function of the public organizations in public relations domain. In these functions the public relations departments and their employees have undertaken an intermediation duty between the public sector and people in general. Primarily the relative impact of the administrators among the public relations departments who are expected to report to the top administration have gradually started to be argued more than ever. This study seeks to uncover the organization and function of the management, its ideological structure and communication process of the public relations departments in public sector in Turkey, the place of their employees within this structure and their perceptions concerning this field. Contrary to the quantitative research which has been carried out before in this field, this study being a qualitative research, seeks to acquire a new approach to the field with its “More direct quotations” with an emphasis on face-to-face conversations. Key Words: Public Relations in Public sector, media and public relations, employees of the public relations department. [email protected] 128 Yener Lütfü Mert Giriş Sanayi devriminin gerçekleştiği 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı ile birlikte özel sektörde işbölümü, uzmanlaşma ve yönetim anlayışlarında değişimlerin gözlendiği, buna paralel olarak sosyal devlet anlayışının gelişmeye başladığı görülmektedir. Teknolojinin gelişmesi, sosyal ve ekonomik alanda gelişmeler, çalışma alanlarının çeşitliliğinin artması gibi olgularla birlikte kamunun gittikçe daha karmaşık bir örgütlenmeye doğru gitmesi sonucunda kamu yönetiminde de yapısal değişiklikler ve buna paralel olarak yeni bir kamusal yönetim alanı oluşmuştur. Özellikle teknolojik gelişmeler, devleti vatandaştan biraz daha uzaklaştıran, koparan bir noktaya doğru yöneltmiştir. Böylece “…halkın bilinç düzeyinin yükselmesi, kamuoyunun öneminin giderek artması, halkın desteğini sağlayamayan bir yönetim ya da kararın başarılı olamayacağının anlaşılması gibi gerçekler halkla ilişkileri bir zorunluluk haline getirmiştir” (Çakmak ve Kilci, 2011:236). Kamu yönetimi bir yandan gelişmelere uygun yasal sınırları, gerçekçi bir hukuki zemine oturtmak durumunda iken aynı zamanda yaptıklarını geniş bir hedef kitleye anlatmak, neden ve amaçlarını doğru aktarmak durumunda kalmaktadır. Bu noktadan hareketle, günümüzde yönetsel ve ideolojik boyutları ile tartışılan halkla ilişkiler uygulamaları, kamuların görüş ve düşünceleri ile ilgili geribildirim almak ve daha ötesinde bu etkileşimde bir uyum ve denge sağlamak durumundadır. Halkla ilişkiler bölümleri iki yönlü simetrik model olarak değerlendirilen bu yaklaşımla örgütle halk arasında bir tür arabuluculuk görevini yerine getirmektedir. Bilgi akışının ışık hızıyla gerçekleştiği günümüzde kamu yönetimi bu dengeyi gelişen teknolojik aygıtları da devreye sokarak bürokratik yapıyı daha hızlı işleterek sağlamak zorunda kalmaktadır. Kamu örgütü, bütün bu çalışmaları kamu personeli eliyle yürütmektedir. Dolayısıyla kamu örgütünde gerçekleşen her türlü yasal ve uygulamaya dönük değişiklikler çalışanları doğrudan ilgilendirmektedir. Bu çalışma Türkiye’de kamu sektöründeki halkla ilişkiler bölümlerinin örgütlenmesinin günümüzde ne şekilde gerçekleştiğini ve alanın önemli bir parçası olan çalışanların bu durumu nasıl değerlendirdiklerini bir alan araştırmasıyla ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda kamuda üst yönetime yakın bir konumda çalışan halkla ilişkiler bölümlerinin nasıl işlediği, kurgunun neye göre oluşturulduğu ve çalışanların alanla ilgili uzmanlık durumlarının ne olduğu sorgulanmaktadır. Yüksek Öğretim Kurulu veri tabanında konuyla ilgili özet ve başlıklar üzerinden yapılan taramada Türkiye’de bu alanda çalışanları merkeze alan bir araştırmanın olmadığı bulgulanmıştır. O SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 129 nedenle çalışmanın halkla ilişkiler bölümlerinin örgütlenmesi ve çalışanları üzerine yeni bir akademik zemin oluşturacağı düşünülmektedir. Çalışmada önce alanla ilgili literatür çalışmalarına yer verildikten sonra Bakanlıklar ve kamu kurumlarının söz konusu birimlerinin yönetici ve çalışanlarıyla derinlemesine görüşme tekniğiyle yapılan araştırmanın bulguları ortaya konularak değerlendirilecektir. Halkla İlişkiler Kavramı ve Temel Yaklaşımlar Halkla ilişkilerle ilgili disiplinin tarihsel gelişim süreci içinde gerek akademisyenler gerekse uygulayıcılar tarafından 500 civarında tanımı1 yapılmıştır. Bu tanımlamalardan her birinin halkla ilişkiler disiplininin farklı uygulama alanlarının olmasından ve birçok sosyal disiplinle eklektik bir yapıya sahip olmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Alanla ilgili ilk ve tek teoriyi ortaya atan ve günümüzde halen tartışmaların odak noktasında yer alan . Grunig ve Hunt’ın tanımlamasıyla halkla ilişkiler “bir örgütle o örgütün ilişkide bulunduğu kamular arasındaki iletişimin yönetimi”dir (Grunig ve Hunt, 1984:6). Burada sözü edilen iletişim yönetimi ve halkla ilişkiler kavramı oldukça geniş bir alanı kapsayan, örgütün iç ve dış kamularıyla ilişkiye girme sürecinde gruplarla gerçekleştirdiği genel anlamda iletişime özgü planlama, yürütme ve değerlendirme şeklinde programlı etkinlikler bütününü ifade etmektedir (Grunig, 2005:15). Bu tanıma paralel olan diğer bir bakış açısında da Thomsen, halkla ilişkilerin temel fonksiyonunun örgüt ve bireyler arasında iletişim yönetimi ve ilişki oluşturmaya dayalı bir çaba olduğunu vurgulamaktadır (Cooley, 1999:41). Halkla ilişkileri bir “yönetim işlevi” olarak değerlendiren ve akademik çalışmalarda sıklıkla kullanılan Cutlip ve arkadaşlarının yaptıkları tanımda ise halkla ilişkiler, “bir örgütün başarı veya başarısızlığının kendileriyle bağlantılı olan kamularla bu örgüt arasında karşılıklı yarar sağlayan ilişkiler kuran ve bu ilişkileri sürdüren bir yönetim fonksiyonu” (Cutlip vd., 1994:2) olarak değerlendirilmektedir. Rex Harlow’un 1976’da 83 halkla ilişkiler yöneticisinden aldığı değerlendirmelerden yola çıkarak ortaya koyduğu tanıma göre halkla ilişkiler; 1 Rex Harlow’un analizine göre halkla ilişkilerle ilgili 472 farklı tanım yapılmıştır (Cutlip vd., 1994:4). Yıldız’ın daha yakın tarihlerde yaptığı değerlendirmeye göre ise tanım sayısı 500’e yakın veya daha da fazla bir sayıyı bulmaktadır. (Yıldız, 2003:38). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 130 Yener Lütfü Mert Bir örgüt ve kamuları arasında karşılıklı iletişim, kabul ve işbirliğini kurma ve sürdürmeye yardımcı olan sorun ve konuların yönetimini içeren, yönetimin bilgilenmesine ve kamularına geribildirim vermesine destek olan, kamu yararına hizmet vermesi için yönetimin sorumluluğunu tanımlayan ve vurgulayan, eğilimleri önceden belirlemede erken uyarı sistemi şeklinde hizmet ederek yönetimin yeni gelişmeleri öğrenmesi ve etkin bir şekilde değişimi sağlamasına yardım eden ve başlıca araçlar olarak etik iletişim tekniklerini ve araştırmaları kullanan özgün bir yönetim işlevidir (Aktaran: Grunig ve Hunt, 1984:6-7; Cutlip vd., 1985:3-4). Tanımda temel vurgu halkla ilişkiler disiplininin yönetim işlevine yapılmakla birlikte alt açıklamalarla halkla ilişkilerin ne olması gerektiği yönünde değerlendirmeler dikkat çekmektedir. Diğer bir deyişle halkla ilişkiler kendine özgü bir yönetim işlevi olarak görev almakta ve yönetimin bu işlevi yerine getirirken kullanacağı araçların ne şekilde değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Halkla ilişkilerin yönetim işlevine vurgu yapan bir başka tanımlamaya göre halkla ilişkiler “yönetimin izlemekte olduğu politikanın halka benimsetilmesi, çalışmaların devamlı ve tam olarak halka duyurulması, yönetime karşı olumlu bir hava yaratılması ve buna karşılık halkın da yönetim hakkında ne düşündüğünün bilinmesi ve halkla işbirliği sağlanması”dır (Tortop, 1975:4). Buraya kadar verilen ve esasında egemen yaklaşımları sergileyen halkla ilişkiler tanımları temelde alanın yönetim işlevi, iletişim-ilişki boyutu ve kamuoyu oluşturmaya yönelik etkinlik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durum aynı zamanda disiplinle ilgili literatürde de açıkça görülmektedir. McKie tarafından alanda önemli iki başvuru kaynağından biri olan Journal of Public Relations Research dergisi üzerinde yapılan bir taramada halkla ilişkiler disiplini ile ilgili çalışmaların önemli bir bölümünün egemen yaklaşıma ait pozitivist bir yaklaşımla ele alındığı ortaya konulmuştur (Aktaran: Becerikli, 2001:65). Becerikli’ye (2008:21) göre özellikle yönetim işlevine vurgu yapan bu tanımlarda halkla ilişkilere olan bakış açısı halkla ilişkilerin temelde “yönetimin bir aracı olarak anlaşılması sonucunu doğurmaktadır”. Bu bağlamda halkla ilişkiler biriminin veya halkla ilişkiler görevlisinin kendi programları, düzenlemeleri ve örgütün hedefleri dışında tanımlanmış hedefleri olamaz. Dolayısıyla aslında kamu çıkarı ikincil plana itilmektedir. Bu bakış açısının dayandığı eleştirel yaklaşımlara göre halkla ilişkiler, ortaya çıkış nedenleri, tarihsel süreci, örgütlenme ve iş yapma biçimleri, ekonomik yapı içinde SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 131 konumlanışı ve toplumda gördüğü ideolojik işlevleri dışarıda tutularak değerlendirilemez (Keloğlu-İşler, 2007:54). Genellikle halkla ilişkiler uygulayıcılarının özel sektörle bağlantılı olarak geliştirdikleri ve alandaki literatüre hakim tartışmalar, halkla ilişkileri örgüt ve kamunun çıkarları arasında karşılıklı kazanımlar olarak değerlendirse de Berger’in (1999:185-203) ifade ettiği gibi aslında halkla ilişkiler ne tam anlamıyla işlevsel ne de içsel olarak karşılıklı gerçekleşmektedir. Halkla ilişkiler temelde ideolojik bir yapıyı bünyesinde barındırmaktadır. Yani ideoloji halkla ilişkilerin doğasına içkindir. Çünkü, “halkla ilişkiler bir yöntem ve bir araç olarak tam da modern ideolojinin gereksindiği, dolaylı ve bilinçaltına yönelme yoluyla görme ve düşünmeyi biçimlendirme ile yönetimde önemli üstünlüklere sahiptir” (Yıldız, 2003:37). Halkla ilişkiler danışmanı olarak alanda uygulayıcı ve akademik çalışma yapan Edward L. Bernays, halkla ilişkiler ve propaganda alanlarının kitleler üzerinde kamuoyu oluşturma ve bilinçaltı yöntemlerinin iyi kullanılmasıyla bir bilimsel altyapıya kavuşturulabileceğine vurgu yaparak propagandacının toplumun bilincini yönlendiren bir mühendis gibi çalışması gerektiğini öne sürmüştür. Ona göre bu alanda çalışacak kişiler “yerleşik inançlar”ı değiştirmek istediğinde “ya eski otoriteleri kötüleyerek onları insanların gözünden düşürmek veya eski inançların yerine yenilerini savunan bir kitlesel görüş yaratabilmek için yeni otoriteler yaratmak mecburiyetindedir” (Bernays, 1961:11-33). Disiplinin ideoloji boyutunu bu şekilde ortaya koyan Bernays, halkla ilişkilerin uzmanlık alanı ve bir disiplin olarak ortaya çıkmasını sağlayan bu çalışmasıyla “halkla ilişkilerin ilk ideoloğu” olarak bilinmektedir. Halkla ilişkilerin işlevlerinin ana eksenlerinden biri olan “ikna etme”, “rıza üretimi” aslında ideolojinin bütünleştiği sisteme uyum sağlamanın diğer bir yönünü işaret etmektedir. “Halkla ilişkiler ürüne/kuruma/bireye, onların “iyi niyeti hak edecek kadar iyi”, yararlı olduğuna ikna etme süreci, çok daha büyük bir alana, sisteme “rıza gösterme”yi de üretmektedir (Yıldız, 2003:38). Bu yönüyle “rıza” ve “onay arayışı”, bir anlamda meşruiyet arayışları olarak da değerlendirilebilir (Biber, 2003:43). Kamuda halkla ilişkiler etkinlikleri, devletin ideolojik aygıtlarının işleyen bir parçası olarak görülmekte ve yürürlükteki sistemin işleyişinde önemli bir yer kapsadığı düşünülmektedir. Türk halkla ilişkiler yazınında önemli bir yere sahip olan akademisyen Kazancı (2002:23), bu işleyişi şöyle değerlendirmektedir: SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 132 Yener Lütfü Mert Halkla ilişkiler çalışmalarının önemli bir bölümü, belirli bir örgüt ya da merkezden çevreye bilgi vermeyi içerir. Kitle iletişim araçlarından yararlanarak kimi kez çevreyi aydınlatma, kimi kez de kamusal ya da işletme eylemlerinin gerekçelerini halka anlatma bir halkla ilişkiler çalışmasıdır. Bu oluşum ideolojik devlet çabasıyla aynı yöndedir ve amaçsal birlik söz konusudur. Ortaya çıkan bu ilk yönüyle halkla ilişkiler, kitle iletişim olayı içinde yer alan, ideolojik boğuşmada kamu ve özel kesimin öneri, buyruk ve düzenlemelerini topluma benimsetmeyi ve bu yolla toplumsal uzlaşmayı oluşturup sürdüren, sisteme siyasal meşruluk kazandıran bir çalışma biçimidir. Özetle, halkla ilişkilerle ilgili ortak bir tanım olmamakla birlikte egemen ve eleştirel yaklaşımlar ışığında halkla ilişkiler, yönetim işlevi, iletişim/ilişki süreci ve ideolojik boyutlarıyla üç temel eksende ele alınmaktadır. Akademisyenler ve uygulamacılar tarafından yapılan bu tanımlamaların hemen her biri alanın farklı noktalarına işaret etmektedir. Sosyal bilimlerin diğer disiplinleriyle eklektik bir yapıya sahip olan halkla ilişkiler disiplininin ortak bir tanım arayışından çok bütün bu yönleriyle değerlendirilmesi ve bilimsel çalışmaların bu noktadan hareketle yürütülmesi gerektiği söylenebilir. Bu tartışmalar ışığında halkla ilişkilerin temelde halka bilgi akışını sağlama, yani ‘tanıtma’ ve vatandaşların istek, talep ve şikayetlerini alarak hareket etmeyi belirleyen ‘tanıma’ kavramı üzerinden ayrıntılı bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Yönetimden Halka Bilgi Akışı: Tanıtma Genel anlamda kamu yönetiminde tanıtma, yönetimin kararlarını ve etkinliklerini hedef kitleye ikna edici bir şekilde anlatma ve bu kitlenin aydınlatılarak bilgi eksikliğinin giderilmesidir. Yönetimin hedef kitlesi bireyler olabileceği gibi çeşitli gruplar, kurumsal yapılar da olabilir. Doğaldır ki, yönetim her kararını ve etkinliğini hedef kitlesinin tamamına iletmek zorunda değildir. Ancak, ilgili ve etkileşim içinde olduğu kitleye kitle iletişim araçları yoluyla, yüz yüze görüşmelerle veya formel iletişim kanallarıyla bilgi vermesi gerekmektedir. Bu durum, demokratik bir ortamın alt bileşeni olarak halkla ilişkilere önemli görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Bir konu ile ilgili yönetim lehine ne kadar çok olumlu bakış açısı veya kamuoyu gelişirse yönetimin kararlarını uygulayabilmesi kolaylaşır. Vatandaşların bir anlamda hakem olarak konumlandırılması ile “açık sistem” içinde bilgi akışının hızlanmakta olduğu ve böylece yönetime karşı eleştirilerin azaltılabileceği söylenebilir. “Ancak yönetim bunu kendiliğinden gerçekleştirmez, karşısında SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 133 kendini açık olmaya zorlayan bir kamuoyu bulunmalıdır. Dolayısıyla halkla ilişkilerin bu aşaması daha çok eğitsel düzeyi yüksek, siyasal bilince erişmiş toplumlarda gerçekleşebilir” (Kazancı, 2002:68). Kamuda halkla ilişkilerin bir diğer yönü de toplumu bütünsel yapı olarak ele alıp ekonomik, siyasal ve sosyal yapıların bir arada tutulması ve gerektiğinde kendi aralarında etkileşim içerisinde olmasını sağlamaktır (Biber, 2012:35). Kitle iletişim araçlarından verilen tek yönlü mesajlar bir yandan kamuoyunun oluşumunu sağlarken aynı zamanda yurttaşların yönetimle uyumlu olmasını ve birlikteliği sağlama biçiminde okunabilir. Nitekim, Uysal’ın da (1998:66) belirttiği gibi, kamu yönetiminin öncelikleri toplumun her kesimi için aynı etki yaratmaz. Kamu politikalarının uygulayıcısı olan yönetim, toplum için hangi gereksinimlerin öncelikli olduğu ve bu gereksinimlerin ne şekilde karşılanacağını belirlemesi noktasında tüm toplumu etkileyen karar ve uygulamalarla bütünleşebilir. İşte bu amaç ve önceliklerin anlatılması ve onay sağlanması halkla ilişkilerin sürece katılımıyla sağlanabilecektir. Yönetimin Halkın Gereksinimlerini Öğrenmesi: Tanıma Modern kamu yönetimin ilk aşamasını 1930’larda yönetimlerin halka bilgi verme uygulaması oluştururken 1950’lerde gelişen sosyal devlet anlayışı ve insan odaklı yönetim modelleriyle birlikte kamu politikalarının etkin uygulamaları isteği, halkla ilişkilerin iki yönlü bir iletişim etkinliği olarak ön plana çıkmasını sağlamıştır. Tek yönlü bir iletişim modeli olarak uygulansa da kamu yönetimi disiplininin kuruluşu olan 1920’lerden 1950’lerin sonuna kadar, halkla ilişkiler kamu yönetiminin önemli bir parçası olarak görülmüş, önemli bir rol oynamıştır (Lee, 1998:514-516). İki yönlü iletişimin halkla ilişkiler pratiğindeki konumu, halkın gereksinimlerini tanıma ve buna paralel olarak yönetimin kendini gözden geçirerek yeniden düzenlemesi olarak değerlendirilebilir. Çünkü halkla ilişkiler yalnızca hedef kitleye bilgi vermek şeklinde değerlendirilemez. Bu süreç ancak hedef kitlenin tutum ve isteklerinin öğrenilmesi şeklinde belirlenen “tanıma” ile etkin ve verimli bir şekilde uygulanabilir. Kazancı’nın (2002:121) ifadesiyle “tanıma çalışmaları ile yönetsel belleği genişletme imkanı doğar. Yönetim, alacağı kararların ne yönde olacağı konusunda ön bilgi elde eder. Bu bellek ne kadar genişse yönetimin kararı o kadar yerinde ve doğru olur”. Diğer bir deyişle, “Devletin, yöneten olarak, yönetilen durumundaki hedef kitlelerin istek, teklif ve şikayetlerini göz önünde bulundurarak karar vermesi ve ona göre uygulaması, başta halkın yararına SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 134 Yener Lütfü Mert olmakla birlikte bir tepki vererek onu yönlendirmesi açısından da yönetime olumlu bir etkisinin olacağı kuşkusuzdur” (Bilgin, 1994:44). Yönetimin kendini hedef kitlelere ifade etmesi, kamuoyu araştırmaları, temsilcilere danışma, kitle iletişim araçlarını takip etme ve yöneticilerin halkla yüz yüze görüşmeleri ile gerçekleşmektedir. Kamuoyu araştırmaları ile yönetim daha çok halkın belirli konularda tepki ve anlayışını ölçmeye çalışmaktadır. Bir konu ile ilgili temsilcilerle bir araya gelip değerlendirmelerini almak, çok sayıda bireyle görüşme yapmadan hızlı bir şekilde çeşitli grupların görüş ve taleplerini alma konusunda halkla ilişkilere yarar sağlamaktadır. Teknolojik olanakların gelişmesi paralelinde kitle iletişim araçlarında da önemli gelişmeler sağlanmış, bu durum kamu kurumlarının daha fazla gündemini işgal etmeye başlamıştır. 1990’lı yıllara kadar kitle iletişim araçları olarak televizyon, gazete ve radyo gibi iletişim kanallarını takip etmek gerekirken artık günümüzde internet üzerinden gerçekleşen sosyal medya ağlarının ve blogların takip edilmesi de bir zorunluluk haline gelmiştir. Küresel bir akış hızına sahip olan bu iletişim kanallarının takibinin halkla ilişkiler uzmanları tarafından sürekli yapılması ve anlık güncellemelerin gerektiğinde yönetimle paylaşılması gerekmektedir. Yöneticilerin kurumun görünen yüzü olarak halkla yüz yüze görüşmeler yapması da halkın gereksinim, dilek ve şikayetlerinin birinci elden sağlanması noktasında önemlidir. Aynı zamanda tanıtma işlevi içinde de değerlendirilen bu yöntem, kurumların hem bilgi almalarını hem de kendi değerlendirmelerini doğrudan hedef kitleye iletebilmelerini sağlaması açısından kayda değer bir nitelik arz etmektedir. Burada yukarıda belirtilen araçlar dışında tanıma işlevi içinde diğer önemli bir aktör olan halkın katılım sağlaması konusunu da ele almak gerekmektedir. Kazancı’nın (2002:144) tanımıyla halkla ilişkilerde katılma, “yönetilenlerin yönetimle kaynaşmaksızın yönetsel çalışmaları etkileyen kararlarda doğrudan doğruya etkili olmaları”dır. Yönetime katılma sorunu ile ilgili tartışmalar 1980’ler sonrası küreselleşme ve neoliberal politikalar doğrultusunda dönüşen kamu yönetimi ekseninde devletin artık yeni bir boyut kazandığı ve yaptıklarını yurttaşlara daha fazla anlatması, hatta onlarla birlikte hareket etmesi savından hareketle ortaya çıkmıştır. Yönetişim kavramıyla tanımlanan bu durum toplumdaki aktörleri ortakları olarak görme (Tekeli, 1999:249-251) şeklindeki bir bakış açısının sonucu olarak görülebilir. Böyle bir değerlendirmeye halkla ilişkiler odaklı yaklaşıldığında görülür ki, devletin artık vatandaşlarını “ortakları” olarak tanımlaması, hem vatandaşlarla iletişime geçerken kullanacağı söylemi, hem vatandaşlarla kurduğu SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 135 iletişimin yönünü ve hem de devletin vatandaşlarını güçlendirme, yetkilendirme ve yapabilir kılmakta kullanabileceği araçları değiştirecektir. Bu ‘yeni’ yönetim anlayışı özellikle halkla ilişkilerin yönetsel işleyişi bağlamında devletin vatandaşını hem daha iyi tanımasını hem de eylem, etkinlik ve politikalarını ona daha iyi tanıtmasını gerekli kılar (Özdemir, 2009:292). Yönetişim kavramının halkla ilişkiler ve iletişim stratejisi bağlamında çıkış noktası 1980’li yıllarda liberal demokrasinin krizi olarak adlandırılan dönemin aşılabilmesi için Habermas’ın kavramsallaştırdığı iletişimsel eylem kuramına dayanmaktadır. Bu kuramdan hareketle müzakereci demokrasi ortamında demokratik meşruiyetin özü tüm bireylerin verecekleri kararlar hakkında müzakereye girip, ortak karar almaya razı olma yeteneklerinde aranmalıdır. Ona göre müzakereci demokraside, oydaşma arzusu sosyal ve ekonomik yapıların ötesinde iletişim pratiklerine içkindir (Akdoğan, 2007:39). Habermas’a göre halkla ilişkiler, planlı olarak kamuoyu oluşturma sürecine müdahale etmekte, yani bir tür kanıların yönetimi olarak görülmektedir. Örnek olarak halkla ilişkiler, reklamın habere geçmişliğiyle ortaya çıkardığı bir kurguyu kamu yararına olduğu üzerine bir anlam yükleyerek sunmaktadır. Yani hedef kitle üzerinde kanaat oluşturulmakta, bir çeşit rıza mühendisliği yapılmaktadır. Devlet bağlamında bakıldığında ise yönetimin üstünlüğünü ön plana çıkardığı durumlarda çatışmalar olmakta, gerilim alanları oluşmaktadır. Bu durum devletin zayıflamasına neden olmaktadır (Habermas, 2000:324-329). Sorunun aşılabilmesi için egemen yaklaşım olan Grunig ve Hunt’un dört aşamalı modelinde verilen simetrik modelde vurgulanan müzakere, diyalog ve iki yönlü iletişim kanallarının açılması gerekmektedir. Ancak simetrik modele yapılan eleştirilerde temelde modelin “halkla ilişkiler uygulayıcılarına aşırı güç atfetmesi ve halkla ilişkiler sürecinin ne kadar müzakere veya işbirliğine dayansa da katılımcıların hiçbir zaman eşit olamayacağına odaklanmıştır” (Tuncer, 2011:9394). Liberal çoğulcu yapı içerisinde herkesin eşit bir şekilde yönetime katılamayacağı, bununla birlikte güçlü toplum kesimlerinin ve çıkar gruplarının siyasal otorite üzerinde daha etkili olacağı varsayılmaktadır. Bu çerçevede Şen’e göre (2012:465): Kamu yönetimi disiplininin egemen anlayışına göre, siyasal alanın dışında bulunan kamu yönetimi sistemi, kamu yararını koruma ve sürdürme yönünde bir sorumluluğu da taşımak zorundadır. Kamu yönetiminde halkla ilişkilerin, halkın yönetimin kararlarına katılabileceği ve toplumsal uzlaşmanın sağlanacağı yeni SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 136 Yener Lütfü Mert kanalları açması gerekmektedir. Halkla ilişkiler, dinamik bir kamusal alanın oluşturulmasına katkıda bulunmalıdır. Kamu politikaları, içinde bürokrasi, sivil toplum kuruluşları ve sermaye gruplarının bulunduğu üçlü bir katılım ortamı yerine, geniş halk kitlelerinin katılımına olanak sağlayan çoklu bir katılım ortamında belirlenmelidir. Türkiye’de Kamuda Halkla İlişkiler Bölümlerinin Örgütlenmesi Çağdaş kamu yönetimi anlayışında kurumların tanıma ve tanıtma işlevleri bir zorunluluk olduğuna göre bu işlevleri yerine getirecek birimlerin statülerinin de ona uygun kurgulanması gerekmektedir. Bu kapsamda halkla ilişkiler birimlerine yüklenen sorunların çözümünde proaktif ve reaktif çalışma akışının sağlanması, bu birimlerin kendi başlarına karar verebilme ve yönetimi uyarma/uyarabilme yetkilerinin olması anlamına gelmektedir. O nedenle, literatürde halkla ilişkilerin temel kurumsal gelişimin sağlanması, kendine yönelik amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için üst kademe yönetimle2 bağlantılı çalışmaları önerilmektedir. Bu ilişki, kurumun halkla ilişkiler düzeyi ve organizasyon şemasından yeri açısından önemli olduğu gibi bağlı çalışılacak yönetici açısından da dikkat çekicidir (Uysal, 1998:143). Örgüt şemasında örneğin bir Bakanlıkta üst yönetime bağlı halkla ilişkiler birimi yönetimle anlık iletişim sağlama ve özellikle kriz durumlarında hızlı karar verebilme ile birlikte kamuoyuna açıklama yapma kolaylığını sağlamaktadır. Halkla ilişkiler birimlerinin çağdaş yönetim anlayışında kurumun içe ve aynı zamanda dışa dönük yüzü olması nedeniyle diğer birimlerden daha farklı bir statüde olması doğal karşılanmalıdır. Bu durum, doğal olarak söz konusu birimin yetki sınırı tartışmalarını beraberinde getirmektedir. Oysa birim tarafından verilecek kararların mutlaka onaydan geçmesi söz konusu olduğuna göre esasen yöneticinin anlayışının kamuya aktarılması durumunun görüleceği daha gerçekçi bir yaklaşım olarak varsayılabilir. Bu durumda üst yöneticinin vereceği kararların çoğunlukla siyasal niteliğinin olması nedeniyle kurumsal yapının dışında bir anlayışın uygulamada sıkça görüleceği öngörülebilir. Bu açıdan, yapılacak değerlendirmelerde halkla ilişkilerin çerçevesini çizerken yukarıda üzerinde durulan ideolojik ve yönetim işlevi kavramları ile ilgili değerlendirmeler dikkatten uzak tutulmamalıdır. 2 Acar’ın (1994:13) araştırmasına göre, 109 kuruluşta yer alan birimlerin yüzde 49.7’si en üst düzey yöneticiye, yüzde 23.35’i üst düzey yönetici yardımcısına, yüzde 11.38’i daire başkanlığına bağlı bulunmakta, yüzde 15.7’sinin bağlı olduğu yönetici ise diğer olarak belirtilmektedir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 137 Türk kamu yönetiminde halkla ilişkiler birimleri açısından bakıldığında, basın müşavirliği, basın ve halkla ilişkiler müşavirliği, basın ve halkla ilişkiler müdürlüğü gibi çeşitli adlar altında3 yasal mevzuatla kurgulanan halkla ilişkiler birimleri müşavirlik (danışma) veya yardımcı birimler olarak hizmet vermektedir. Müşavirlik olarak organizasyon şemasında yer alan birimlerde yönetime yakınlık söz konusu iken basın ve halkla ilişkiler şube müdürlüğü şeklinde organizasyon şemasında yer alan birimlerin kuşkusuz hiyerarşik olarak üst yönetime yakın olduğu söylenemez. Birimin alt düzeyde kurgulanması “hem örgütü etkilemek, hem örgütün ve halkla ilişkilerin amaçlarını gerçekleştirebilmesi açısından yetersiz birimler” (Uysal, 1998:143) olarak algılanmasını beraberinde getirmektedir. Bakanlıklar düzeyinde bakıldığında tüm bakanlıklarda yasal mevzuata uygun olarak “basın ve halkla ilişkiler müşavirliği” şeklinde bir örgütlenme bulunmaktadır. 1994’te yapılan bir araştırmaya göre, (Acar, 1994:12) birimlerin Bakanlıkların dışında örneğin valiliklerde “basın ve halkla ilişkiler müdürlüğü”, belediyelerde “basın yayın ve halkla ilişkiler müdürlüğü” ve üniversitelerde “halkla ilişkiler koordinatörlüğü” adı altında farklı şekillerde örgütlendiği görülmektedir. Bu durum büyük oranda günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Halkla ilişkilerin kurumsallaşma sürecinin ilk dönemlerinde (1970’li yıllar) halkla ilişkiler ve basınla ilişkiler iki ayrı birim olarak değerlendirilmekte ve basınla ilişkiler daha çok “siyasal kimlikli” üst yöneticiye bağlı olması eğiliminde görülmektedir. Uysal’ın (1998:145) bu döneme ilişkin yaptığı çalışmada “halkla ilişkiler birimlerinin siyasal kimlikli ya da ülkemizde genel müdürlük, valilik gibi yarı siyasal niteliği olan makamlara bağlı olduklarını, bu durumun söz konusu birimlerin etkinliklerinin propagandaya yönelmesine yol açacağını, bunun ise halkla ilişkiler uygulamasının nesnel olma kuralı ile bağdaşmayacağını” ifade etmektedir. Diğer taraftan günümüzde Bakanlıkların Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği birimlerinin yasal durum gereği oluştuğu, ancak söz konusu 3 Ertekin yaptığı araştırmada halkla ilişkiler birimlerinin şu adlar altında görev yaptığını belirlemiştir: Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı, Halkla İlişkiler Müdürlüğü, Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği, Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü, Basın ve Halkla İlişkiler Bürosu, Tanıtma Servisi, Eğitim ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü, Tanıtım ve Çalışma Grubu, Eğitim Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü, Basın Halkla İlişkiler ve Enformasyon Şube Müdürlüğü, İdari İşler Dairesi Başkanlığı, Organizasyon, Basın ve Halkla İlişkiler Şubesi, Eğitim, Basın ve Halkla İlişkiler uzmanlığı (Ertekin, 1990:47). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 138 Yener Lütfü Mert birimlere atanacak müşavirlerin istisnai kadro4 ile alınması sonucunda aslında durumun yöneticilerin beklentilerine uygun çalışan ve bağlılığının olması nedeniyle “siyasal kimlikli” yapının değişmemiş olduğu söylenebilir. Çünkü, örneğin bir Bakanla gelen müşavir kurumun amaç ve etkinliklerinden çok Bakanın halkla ilişkilerini yapmak durumunda kalmakta veya onun ideolojisini yansıtmaktadır. Bunun yanı sıra istisnai kadrolarla eleman alımı siyasal nitelikli yapının çevre kadrosu oluşturma niteliğine de sahip olmaktadır. Nitekim, bakanlıklardaki Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirlikleri, yönetimdeki bakanın isteği doğrultusunda açıktan atama ile alım yapıldıktan bir müddet sonra çalışanın farklı birimlere kaydırılması şeklinde de gerçekleşmekte, bu durum kamu çalışanları arasında eşitliği zedelemektedir. Buna örnek olarak 2011 yılında kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde 2015 yılı Mart ayına kadar 6 ayrı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirinin açıktan atama şeklinde göreve başlamış olması gösterilebilir. Bunun örnekleri belediyeler ve valiliklerde de gözlenmektedir. Oysa “kamu örgütünde esas olanın halkla ilişkilerin kuruma yönelik olmasıdır. Başka deyişle bir bakanlıkta bakana değil bakanlığa, yerel yönetimde belediye başkanına değil, belediyenin kendisine yönelmelidir” (Uysal, 1998:145). Diğer taraftan halkla ilişkiler birimlerinde çalışan personel sayısının hizmeti yerine getirecek yeterli sayıda olmadığı görülmektedir. Kuşkusuz personel sayısı değerlendirme için tek ölçüt olmamalıdır, ancak iç ve dış hedef kitleyle iletişim kurmak durumunda olan bir birimin çalışan sayısının da toplam 4 İstisnai memurluk ilk defa 657 sayılı DMK’nın 59. maddesinde (KHK ile) 1974’te düzenlenmiştir. Bu sistem devletin bazı kademelerinde yönetimin doğrudan sınavsız bir şekilde göreve atanmasını öngörmektedir. Bu hüküm, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ile Türkiye Büyük Millet Meclisinin memurluklarına, Başbakan Başmüşaviri, Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı ile Toplu Konut İdaresi Başkanlığına ait Başkan, Başkan Yardımcısı, Hukuk Müşaviri, Daire Başkanı, Uzman, uzman yardımcısı, Müşavir Avukat ve Şube Müdürleri (uzman); Başbakan Müşavirliklerine, Özelleştirme İdaresi Başkanlığında Başkan, Başkan Yardımcısı, Başkanlık Müşaviri, Daire Başkanı, Proje Grup Başkanı ve Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliğine, Başbakanlık ve Bakanlık Müşavirlikleriyle Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliklerine, Başbakanlık Basın Müşavirliğine, Bakanlar Kurulu Sekreterliğine, Milli Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadrolarında veya kadro açıklamalar bölümünde özel nitelikli olarak gösterilen görev yerlerine, Özel Kalem Müdürlüklerine, Valiliklere, Büyükelçiliklere, Elçiliklere, Daimi Temsilciliklere, dış kuruluşlarda çalışma müşavirlikleri nezdinde görevlendirilecek sendika uzmanlıklarına, Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliklerine, Milli İstihbarat Teşkilatı memurluklarına, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği müşavirliklerine, Hukuk Müşavirliğine ve Genel Sekreterliğine, sözkonusu yasanın atanma, sınavlar, kademe ilerlemesi ve dereceye yükselmesine ilişkin hükümleriyle bağlı olmaksızın belirlenmiş derece aylığı ile memur olarak atanmasını öngörmektedir. Bu yöntemle atama yapılması kamu personel sisteminde kayırmacılığı getirdiği gerekçesiyle en çok eleştiri alan yöntemlerden biridir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 139 çalışan sayısına ve kurumun halkla ilişkiler çabasına göre değerlendirilmesi gerekmektedir. Acar (1994:74), araştırmasında kamu kurumlarındaki halkla ilişkiler birimlerinin yüzde 18’inde birim yöneticisi dahil 1 personel, yüzde 19’unda 2 personel, yüzde 11’inde 3 personel, yüzde 10’unda 4 personel, yüzde 5’inde 5 personel, yüzde 8’inde 6 personel, yüzde 20’sinde ise 7 veya daha fazla personelin görev yaptığını ortaya koymuştur. Yakın döneme ilişkin bir çalışma olmadığı için personel sayısıyla ilgili güncel bilgiler mevcut olmamakla birlikte Bakanlıklarla bu çalışma için yapılan görüşmelerde alınan bilgiye göre bu rakamlar son dönemde artış eğilimindedir. Örneğin 2014 yılı ortalarında Kalkınma Bakanlığı Basın Müşavirliğinde yönetici dahil 11 personel, Çevre ve Şehircilik Bakanlığında 19 personel, Ulaştırma ve Denizcilik Bakanlığında 12 personel görev yapmaktadır. Uysal’ın (1972) ve Acar’ın (1994) yaptığı çalışmalar sırasında halkla ilişkiler birimlerinde çalışanların kamu personeli olduğu bilinmektedir. Ancak günümüzde önemli bir değişimin söz konusu olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra yeni kamu personel rejimi çerçevesinde kurumların diğer birçok alanda olduğu gibi halkla ilişkiler birimlerinde de taşeron firma kanalıyla eleman istihdam ettiği görülmektedir. Bu şekilde çalışan personelin kurum personel envanterinde gözükmediği ancak çalışmalarda aktif olarak yer aldığı görülmektedir. Buna örnek olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığında çalışan 15 halkla ilişkiler personeli dışında zaman zaman değişimler olsa da ortalama 3-4 personelin taşeron firma elemanı olarak görev yaptığı saptanmıştır. Bu konudaki bilgilerin daha sağlıklı olabilmesi için alanda çalışma yapılması disiplin çalışmalarının geleceği açısından önemlidir. Çalışanların Nitelikleri ve Çalışma İlişkileri Halkla ilişkiler birimlerinde çalışanların etkinliklerin gerçekleştirilmesinde yetkin ve uzman olması gerekmektedir. Bunun sağlanabilmesi için başarıya giden yolda gereken, öncelikle söz konusu birimlerde çalışanların eğitim durumları, sosyal güvence, ücret, çalışma koşulları ve performans ölçütlerinin nasıl belirlendiği ve yeni kamu personel rejimiyle bağlantılı olarak ne şekilde kurgulandığı ele alınmalıdır. Bilgin’in (1994:55-58), Başbakanlık ve 17 Bakanlık5 örgüt yapılarında yer alan halkla ilişkiler birimleri üzerinde gerçekleştirdiği bir çalışmaya göre, bu 5 Çalışmaya katılan bakanlıklar şunlardır: Başbakanlık, Adalet Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 140 Yener Lütfü Mert birimlerde toplam 168 kişi çalışmakta; bunların 9’u ilkokul, 10’u orta okul, 53’ü lise, 86’sı üniversite ve 10’u yüksek lisans mezunudur. Buna göre bu kişilerin yarıdan fazlası üniversite ve yüksek lisans öğrenimi görmüş kişilerden oluşmaktadır. Bu durum olumlu görülmekle birlikte, ankete katılanlardan yalnızca 21 kişinin yani yüzde 12.5’inin halkla ilişkiler eğitimi almış olması düşündürücüdür. Oysa halkla ilişkiler çalışanının yapacağı iş gereği sosyal bilimlerin pek çok alanıyla ilgili bilgi sahibi olması gerekmektedir. Nitekim, üniversitelerin halkla ilişkiler bölümlerinin programında alan dersleri dışında hukuk, siyaset bilimi, sosyoloji, istatistik ve ekonomi gibi başlıklar dersler programlarında yer almaktadır (Yamanoğlu, 2013: 230-237-ekler bölümü). Buradan hareketle büyük bir bölümü farklı alanlardan gelen çalışanların alanla ilgili yetersiz olduğu bu araştırma kapsamında yapılan gözlemler sonucu açıklıkla söylenebilir. Ayrıca bunun nedeni olarak yöneticilerin halkla ilişkilere verdikleri önemin düzeyinin de düşük olduğu varsayılabilir. Çalışma hayatına başlayan personelin kendilerini geliştirebilmeleri için verilen hizmet içi eğitimler de yönetimin halkla ilişkilere verdikleri önemin bir göstergesidir. Acar’ın (1994:75-76) yaptığı araştırmaya göre, halkla ilişkiler alanında seminer, kurs, konferans vb. gibi eğitim programı düzenleyenlerin kamu kurumlarının oranı yalnızca yüzde 23, başka bir hizmet içi eğitim programında halkla ilişkiler programına yer veren birimlerin oranı ise yüzde 36’dır. Halkla ilişkiler birim yöneticilerinin kendi konularıyla ilgili kurs, seminer, konferans gibi etkinliklere ne oranda katıldıklarına ilişkin bulguya göre yüzde 35’inin bu türden hiçbir etkinliğe katılmadıkları, yalnızca yüzde 27’sinin katıldıkları belirlenmiştir. Bu veriler, kamu yönetiminde halkla ilişkiler personelinin alanlarında yeterince kendini geliştirme fırsatı elde edemediklerine işaret etmektedir. Oysa teknoloji çok hızlı bir şekilde ilerlemekte ve sürekli yeni bilgiler ortaya çıkmaktadır. Bunun değerlendirmeye alınmaması Türk kamu yönetimi içinde halkla ilişkiler personelinin eğitim konusunda yeterli olmadığı ve bu konuya yeterince ilgi gösterilmediğinin kanıtı olarak görülmelidir. Çalışma koşullarına bakıldığında halkla ilişkiler birimlerine yeterince kaynak ayrılmadığı hatta bazı kuruluşlarda birime ilişkin hiçbir bütçe payı ayrılmadığı görülmektedir. Bununla birlikte araç, gereç açısından genel olarak iyi bir durumda olmakla birlikte, çağdaş araçlar açısından genel bir yetersizlik ve Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, Orman Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Çevre Bakanlığı. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 141 kendi içlerinde dengesizlik olduğu dikkat çekmektedir. Birimlerin önemli bir bölümünde arşive sahip olunmadığı bile gözlenmektedir. Bu durum, yönetimin halkla ilişkilere örgütsel verimlilik ve etkililik boyutunda bakmadığını ve onu bir uzmanlık alanı olarak görmediklerinin bir göstergesi sayılabilir (Uysal, 1998:140-141). Ücret durumları açısından değerlendirildiğinde, farklı birimlerden görevlendirilen personel arasında ücret farklılıklarının olması olasıdır. Ayrıca halkla ilişkiler alanına özgü eleman alımı genel olarak uzman yardımcısı düzeyinde olmayıp memur statüsünde ele alındığında yine diğer birimlerdeki çalışan uzman ve uzman yardımcılarıyla ücret farkı ortaya çıkmaktadır. Diğer önemli bir nokta da, taşeron firma kanalıyla eleman istihdamı yapıldığında bu şekilde çalışanların hem bir iş güvencesinin olmaması hem de ücretlerin asgari ücretin biraz üzerinde seyretmesi aynı işi yapan çalışanlar arasında olumsuz etki yaratmaktadır. Ayrıca, bu şekilde çalışan personelin kurum personeli görünmedikleri için sınırlı sayıda düzenlenen hizmet içi eğitimlere katılımlarının sağlanmadığı görülmektedir. Bu personelin sosyal güvencelerinin olmaması nedeniyle işgücü devir hızlarının yüksek olduğu ve böylece kurumsal aidiyetin sağlanamadığı söylenebilir. Sosyal güvence açısından da çalışanlar arasında çeşitli eşitsizliklerin olduğu görülmektedir. Yeni kamu personel rejimiyle birlikte memur, sözleşmeli, işçi ve taşeron firma çalışanı şeklinde farklı statülerle işe alınan çalışanların önemli bir bölümünün sosyal güvence sorunu yaşamaları kaçınılmazdır. Çünkü, her Bakanın veya yöneticinin değişimiyle farklı personelin iş ortamına dahil edilmesi, diğer birimlerden daha çok halkla ilişkiler birimlerinde görülmektedir. Bunun nedeninin ise diğer birimlerin uzmanlık gerektiren alanlar olduğu, ancak bu birimin uzmanlık gerektirmediği algısının yönetimlerce varsayıldığı düşünülmektedir. Özetle ifade etmek gerekirse, kamu kurumlarında halkla ilişkiler birimlerine ve çalışanlarına yeterince önem verilmediği ve belirtilen noktalarda eşit ve adil ölçütlerin olmadığı görülmektedir. Bu durumun çalışma ilişkilerini doğrudan etkilediği, böylece kurumsal aidiyet ve verimlilikten söz etmenin mümkün olamayacağı açıktır. Araştırmanın Yöntemi Araştırmanın amacının kamu sektörüne ait bir alanı kapsaması nedeniyle Güler’in sınıflandırması (2005:104) dikkate alınarak Bakanlıklar, kamu iktisadi SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 142 Yener Lütfü Mert teşebbüsleri ve yerel yönetimlerde çalışan 41 kişi ile derinlemesine görüşmeler yapılmıştır. Bu kapsamda 8 Bakanlık (Başbakanlık dahil), 8 kurum ve iki belediyede6 hizmet veren yönetici ve personel ile görüşmeler yapılmıştır. Araştırma örneklemi oluşturulurken ağırlıklı olarak halkla veya kurumlarla ilişkileri yoğun olan, aynı zamanda çok sayıda ve geniş alana yayılmış çalışanlara sahip kurumların seçilmesine dikkat gösterilmiştir. Çalışmada yarı yapılandırılmış görüşme tekniği uygulanmıştır. Görüşmede açık uçlu sorulara yer verilmiş ve görüşmenin durumuna göre yeni sorularla, örneklerle konu aydınlatılmaya çalışılmıştır. Sorular her zaman, hazırlanan sıraya göre sorulmamış, duruma göre değişiklikler ve eklemeler yapılmıştır. Böylece görüşme yapılan kişilerin istedikleri bilgileri özgürce vermelerine olanak sağlanmıştır. Görüşme öncesinde halkla ilişkiler bölümü yöneticilerine ve çalışanlarına ayrı soru formları oluşturulmuştur. Bu formlarda derinlemesine görüşme tarihi, görüşülen kişi ve görevi, görüşmenin gerçekleştirildiği mekan bilgileri ile birlikte araştırıcının izlenim ve görüşleri yer almıştır. Soru formunda görüşülen kişi ile ilgili bilgilerden sonra yöneticilerle ilişkileri, önceki çalıştığı yer, iş ve iş yoğunluğu, çalışma koşulları, ücretler, denetim, işyeri hakkında bilgiler ve çalışanlarla ilişkiler üzerine açık uçlu sorular yer almaktadır. Görüşmeler ses kayıt cihazına kaydedilmiş, daha sonra bu görüşmeler deşifre edilerek çözümlenmiş ve analiz edilerek değerlendirmeye alınmıştır. Verilerin Analizi Toplam 41 kişi ile yapılan görüşme sonrası kayda alınan veriler çözümlenerek yazıya dökülmüştür. Daha sonra veriler ana başlıklar etrafında organize edilmiş ve sistematik hale getirilmiştir. Aynı alanda farklı görüşmecilerin yaptıkları değerlendirmelerde birbiriyle ortak noktalar ortaya konulmuş, alternatif bakış açıları ve olumsuz durumlar da ayrıca değerlendirmeye dahil edilerek konunun birçok boyutuyla ele alınması hedeflenmiştir. Bu şekilde analizi yapılan veriler belli bir mantık çerçevesinde yazılı hale getirilmiştir. 6 Derinlemesine görüşme yapılan Bakanlık ve kurumlar: Başbakanlık, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Türkiye Petrolleri A.O., BOTAŞ, Toprak Mahsulleri Ofisi, İller Bankası A.Ş., Rekabet Kurumu, Anadolu Ajansı, Devlet Hava Meydanlı İşletmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları, Ankara Büyükşehir Belediyesi, Yenimahalle Belediyesi. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 143 Çalışmada yönetici ve çalışanlar için ayrı ayrı soru formları oluşturulduğu için verilerin analizi de kendi kategorileri içinde yapılmış, değerlendirme ve sonuç bölümünde birlikte alana ait değerlendirmeler olarak bir araya getirilmiştir. Nitel araştırmaların, sayısal verilerden çok, anlamlı doğrudan alıntıları kapsaması nedeniyle çalışanların kendilerini ve durumu daha rahat ifade edebilecekleri düşünülmektedir. Bu alıntıların genel eğilimi gösteren veriler olmasına dikkat edilmiştir. Ayrıca alan araştırmasına gözlem tekniği de katılarak verilerin anlamlı bir bakış açısı haline gelmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Bu nedenle ortaya çıkan alan araştırmasının diğer aynı özellikteki kurumlarla benzer sonuçları ortaya koyacağı varsayılabilir. Ayrıca, görüşme yapılan kişilerin isimleri, çalıştıkları kurumlar açıkça yazılmış, ancak gizlilik düşüncesiyle çalışanların isimlerinin kodlanması şeklinde verilmiştir. Araştırmanın Bulguları Halkla İlişkiler Bölümlerinin Yapılanması ve Üst Yönetimle İlişkiler Kamuda Basın ve Halkla İlişkiler bölümlerinin yapılanmasında farklı bakış açılarından hareket edildiği ve buna uygun olarak yapılandırmanın gerçekleştirildiği görülmektedir. Buna göre bazı kurumlarda Basın Müşavirliği ve Halkla İlişkiler Müşavirliği organizasyon şemasında ayrı konumlandırılmıştır. Örneğin Başbakanlık ve Sağlık Bakanlığının teşkilatlanmasında Basın Müşavirliği ve Halkla İlişkiler Dairesi Başkanlığı şeklinde ikili bir yapı bulunmaktadır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığında ise resmi bir ayrıma tabi tutulmamış olmakla birlikte iki ayrı birim olarak uygulamada yer almaktadır. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığında alan daha geniş kapsamlı tutulmuş, Basın Yayın ve Halkla ilişkiler Dairesi Başkanlığı şeklinde örgütlenme gerçekleşmiştir. Diğer kamu kurumlarında ise örgütlenme Basın ve Halkla ilişkiler müdürlüğü veya Kurumsal İletişim Müdürlüğü adları altında görülmektedir. Örgütlenmedeki bu durum Basın Müşavirliğinin üst makama daha yakın olması nedeniyle büyük oranda yönetici iletişimini gerçekleştirirken, Halkla İlişkiler Dairesi başkanlıklarında ise ağırlıklı olarak BİMER ve bilgilendirme konusu ile ilgili çalışmalar görülmektedir. Dolayısıyla geniş kapsamlı bir halkla ilişkiler faaliyetinden çok yöneticilerin bakış açısına göre ve dar bir yapıda halkla ilişkiler yapıldığı söylenebilir. Bu durum özellikle alanla ilgili eğitim görmüş çalışanlarda rahatsızlık yaratmaktadır: (T)am bir kamu kurumunun halkla ilişkilerini yaptığımızı söyleyebilirim. Burada yönetici değiştikçe bakış açısı ve işleyiş de değişir. Yani aslında SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 144 Yener Lütfü Mert kurumun halkla ilişkileri değil, yöneticinin, genel müdürün veya yönetim kurulunun halkla ilişkilerini yapıyoruz. Onların bakış açısı bizim burada yaptığımız işi şekillendiriyor. Eğer önemsenen veya dışa açılma şeklinde bir bakış açısı varsa bu hareketli bir döneme sokuyor bizi, ama hayır biz basından uzak durmak istiyoruz gibi bir bakış açısı varsa bununla bütünleşiyor. O yüzden de çok büyük bir iş potansiyeli olabilecekken çok sınırlı ve kısır bir döngüde ilerliyor yaptığımız işler (H.T., İller Bankası A.Ş). Bakana doğrudan bağlı çalışan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri S.G., basın ve halkla ilişkilerin temelde ayrıştırılmasının gerekli olduğunu ifade etmekte ve çağrı merkezinin halkla ilişkiler bölümü altında hizmet verdiğine dikkat çekmektedir. Ona göre bu durum hizmetin kalitesi ve sunumu açısından önemli bir durumdur: Makamla birebir çalışıyoruz. Halkla ilişkilerin gerekliliğine herkes inanıyor, ancak bunun ne şekilde yürütülmesi gerektiği hususunda ayrışıyor. Siyasetle uğraşanlar için halkla ilişkilerin olmazsa olmazlardan olduğunu düşünüyoruz. Çağrı Merkezi ve Beyaz Masamız var. Bunlarla halkımızın şikayetlerini dinlemek ve çözmek durumundayız. Kalkınma Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri S.U. birimin görevlerini şu şekilde sıralamaktadır: Basınla ilişkiler, kurum içi ve kurum dışı halkla ilişkiler, bilgi edinme hakkının kullandırılmasına yönelik faaliyetler, yazılı ve görsel basının takibi, sosyal medya yönetimi ve takibi, kurumun görsel arşivinin tutulması gibi görev ve sorumlukları yerine getirmekteyiz. Kamuoyu nezdinde kurumsal itibarın artırılması ve sürdürülebilir kılınması. Kalkınma Bakanlığında bölümün Müsteşar Yardımcısına bağlı olduğunu ifade eden ve genel anlamda işleyiş sistemini eksik bulan yönetici S.U., basın ve halkla ilişkilerin iki ayrı kurumsal çıktı olduğunu ve bu birimlerin doğrudan yönetime bağlı çalışması gerektiğinin altını çizmektedir: Kamuda halkla ilişkiler, özellikle basınla ilişkiler uygulamalarında daha açık, bürokratik süreçlerin azaltılmasından yanayım. İdarenin şunu kabul etmesi lazım: “Basın ve Halkla İlişkiler idarenin temel fonksiyonudur”. Diğer bir deyişle yapılan işin kamuoyunu/halkı/hedef kitleyi ilgilendiren kısmı neresidir. İdare/idareci bu soruyu kendisine sormalıdır. Yapılan iş kurumun itibarını zedeler mi, artırır mı? … Vatandaş memnuniyeti odaklı yönetim/yönetişim ilkesi temel ilke olmalıdır. Önemle ifade etmeliyim ki, idarenin temel fonksiyonu sayılması gereken basın ve halkla ilişkiler birimleri yönetim ve anlayış bakımından en üst yöneticinin hemen yanında olmalıdır. Bu işleri yapan SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 145 birimlerin üzerinde aşırı kademe olması bilgi/haber süreçlerini aksatmaktadır. Kurumsal her çıktının bir basınla ilişkiler ve bir de halkla ilişkiler yönünün bulunduğuna inanıyorum. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri K.Ü.’nün değerlendirmesine göre geniş kapsamlı bir halkla ilişkiler çalışması yaptıklarını ancak, uzman eleman yetersizliği olduğunu ifade etmektedir: Eksikliklerimiz tabii ki vardır; ama birim olarak halkla ilişkilerle ilgili birçok şeyi yaptığımızı düşünüyorum. Halkla ilişkilerin temel işlevleri noktasında sosyal medyayı kullanmak, organizasyonlar, fuarlar, açılışlar yapmak, basın bültenleri yayınlamak gibi tüm bunları gerçekleştiriyoruz. Fakat uzman eleman yeterli değil, uzmanlaşma yok. Türkiye’de birçok halkla ilişkiler faaliyeti el yordamıyla yapılıyor. Prosedür olarak Müsteşara bağlı olarak hizmet veren Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği uygulamada Bakana bağlı olarak çalışmaktadır. Görüşme yapılan orta düzey yönetici F.S, bu durumun çalışmalarda bir sıkıntı yaratmadığını vurgularken bölümün basın ve halkla ilişkiler olarak ayrı bir şekilde kurgulanması gerektiğini belirtiyor: Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliğinin halkla ilişkiler kısmında hem bilgi edinme hem halkla ilişkiler hem de BİMER var, basın kısmında ise Bakan beyin basınla olan ilişkileri düzenleniyor. Teşkilatta böyle bir şube ayrımı yok, fakat bu şekilde çalışmak daha uygun oluyor. Birbirimizi tamamlıyoruz. Esasında basın ve halkla ilişkilerin ayrı kurgulanması düşüncesi görüşme yapılan kişilerin önemli bir bölümünde yer almaktadır. Bunun nedeninin basın müşavirliğinin doğrudan üst yöneticiyle birebir çalışması ve yönetici iletişimini sağlaması beklentisinden kaynaklandığı söylenebilir: Halkla ilişkiler önceden bize bağlıydı, ancak halkla ilişkiler adına hiçbir şey yapılmadı Bakanlıkta, küçük bir birim kurulmuştu. Orada sadece gelen şikayetler değerlendiriliyordu. … Uzun yıllar böyle devam etti. Ama şimdi Sağlığın Geliştirilmesi Genel Müdürlüğü biraz daha promosyon kısmı ve tanıtım kısmı ile ilgileniyor. 2011’de Bakanlığı teşkilat yapısı değişince daire başkanlığı genel müdürlük oldu, altında Sağlık İletişim Daire Başkanlığı kuruldu. Halkla ilişkiler faaliyetlerinin bir kısmını orası yapıyor. Biz, bakan ve bakanlığın iletişimini yapıyoruz. Yani yönetici iletişimi diyebiliriz. (G.A., Sağlık Bakanlığı) Sağlık Bakanlığı Basın Müşavirliği tam anlamıyla bir haber merkezi havasında bir yer. Buradaki arkadaşlar da gazeteci iştahıyla çalışan insanlar. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 146 Yener Lütfü Mert Bakanlığımızın bu koridoru gazeteci arkadaşlara sonuna kadar açıktır, günün her saatinde gelip bilgi alabilirler (U.Y., Sağlık Bakanlığı). Biz daha çok Başkanla ilgili basın çalışması yapıyoruz. Bence basın yayın ve halkla ilişkiler ayrılmalı, çünkü halkla ilişkiler de başlı başına bir birim, basın yayından bağımsız olmalı. Bu haliyle hepsine birden hakim olmak daha zor, personele de çok fazla iş yükü getiriyor (H.D., Yenimahalle Belediyesi). Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı olarak biz genel sekreter yardımcılarından birine bağlıyız. Belki doğrudan başkana bağlı olmamız daha uygun olurdu, diye düşünüyorum. Çünkü bizim tüm işlerimiz başkan beyle, uygulamada doğrudan başkan beyle iletişim kuruyoruz. Herhalde evrak sirkülasyonu çok olduğundan ve her evrakı başkan beyin imzalaması zor olacağı için idare genel sekreterliğe bağlı olmamızı uygun görmüştür (A.R.T., Ankara Büyükşehir Belediyesi). Kurumların kamuda halkla ilişkiler faaliyetleri yüzde seksen genel müdür veya üst yönetici bakışıyla ilintilidir. Çok yerleşik hale gelmiş teamüller henüz oluşmuş değildir. Kurumsal öngörü, alışkanlık ve gerekliliğin dışında yasal olarak zorunlu faaliyetlerdir. Bilgi edinme, süresi içinde cevaplandırma gibi (V.N.A, DHMİ, yönetici). Kamusal hizmet dışında özel sektör mantığıyla hareket eden kurumlarda halkla ilişkilere bakış açısı daha geniş kapsamda, bir anlamda özel sektör halkla ilişkileri şeklinde ele alınmaktadır. Bu bağlamda kamudaki birtakım yasal zorunluluklar nedeniyle çalışma alanı daraltılmaktadır: Özel sektörle karşılaştırdığımızda bizim gibi aynı petrol sektöründe iş yapan Shell, BP gibi firmalar özellikle halkla ilişkiler ve reklamın kreatif yönünü çok fazla öne çıkarıyorlar. Ancak biz kamuda reklam ve ilan durumunu belirleyen Başbakanlık Tasarruf Genelgesi uyarınca, onlarla aynı kulvarda olmamıza rağmen eşit şartlarda yarışamıyoruz. Bizim ne yazık ki bir kamu şirketi olmamızdan dolayı reklam, ilan, sponsorluk, sosyal sorumluluk gibi faaliyetlerde kendi başımıza karar alamıyoruz. Bunun için Başbakanlık’a doğrudan bir yazı yazıyoruz ve o süreç de çok uzun bir süreç. Bu da bizim aklımızdaki planları bozuyor. (M.G., TPAO). Başbakanlık Tasarruf Genelgesi kapsamına girdiğimiz için genelde reklam veremiyoruz, ama istenirse yarım kapak veya tam kapak kendimiz hazırlıyoruz ve yayınlanmasını sağlıyoruz (A.A., BOTAŞ). Basın ve halkla ilişkiler alanındaki örgütlenme sıkıntısı olarak ana yapının belirlenmiş olmasına karşılık alt birimlerin örgütlenmesi ve sorumlulukların belirlenmemiş olması gösterilebilir. Bu nedenle hemen hemen tüm kurumlarda ya tamamen göreve gelen yöneticinin talimatıyla halkla ilişkiler bölümleri SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 147 kurgulanmakta veya günlük sorunların ötelenmesi ve zaman zaman kendine özgü pratik çözümlerin bulunmasıyla ortaya konulmaktadır: Ben 20 yıl önce mezun olurken tüm Bakanlıklarda bir halkla ilişkiler birimi olacak, o birimde sadece bu bölüm mezunları çalışacak diyorlardı. 20 yıl geçti hala basın ve halkla ilişkiler müşavirliğinin ne iş yapacağına, amacının ne olduğuna ve kimlerin çalışabileceğine dair yazılı bir mevzuat yok. Siyasilerin bakışının burada çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ben dört yıldır buradayım, dört yönetici değişti. Yöneticilerin kalıcı olması, işinde uzman olması, alanı iyi bilmesi yönüyle düşünmüyorlar. Bu birimleri daha çok medyanın tanıdığı, birilerinin atlama tahtası olarak kullanabileceği bir birim olarak görüyorlar. … Bir mevzuatla basın ve halkla ilişkiler müşavirliklerinde kimlerin, hangi amaçla çalışacağı, görevlerini iyi yapıp yapmadıklarının kontrolü gibi bir sistem geliştirilebilir. .. İkinci olarak bölümün kağıt üzerinde tanımlanmaya ihtiyacı var. Buraya alanından uzman kişilerin atanması gerektiğini düşünüyorum. Partilerden yetişip gelmiş kişiler burayı da bir parti gibi değerlendiriyorlar ve çalışanların huzuru kalmıyor (S.Ö., Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı). Kısaca belirtmek gerekirse, Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirlikleri her bakanlık ve kamu kurumunda yöneticinin beklentilerine uygun örgütlenmekte, müşavir ona göre belirlenmektedir. Bölümün bağlı olduğu üst yönetimler farklı farklı kurgulanmakla birlikte beklenti ortak olmaktadır. Bölüme ilişkin ortak görev ve sorumluluk tanımı bulunmamaktadır. Bu da çalışanların verimini düşüren önemli bir etken olmaktadır. Ayrıca, özellikle özel sektörle rekabet halinde olan kamu kurumlarında daha geniş bir halkla ilişkiler etkinliği düzenleme beklentisi oluşurken diğer kurumlarda gelişigüzel hareket edilmekte, tamamen yönetici iletişimi odaklı yürütülmektedir. Bu özellikler, çalışmanın halkla ilişkiler bölümlerinin yöneticilerin niteliklerine göre kurgulandığı ve işlevsel hale geldiği varsayımını destekler niteliktedir. Çalışanların Halkla İlişkiler Algısı, Alana Hakimiyeti ve Meslekleşme Çalışanların halkla ilişkileri bir meslek olarak algılayıp algılamadıkları ve alana ne kadar hakim olduklarıyla ilgili soruyla, yaptıkları işe sağlayacakları katkılar ve bilgilerini ne kadar iş ortamına aktarabildikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Görüşmelerde halkla ilişkiler çalışanlarının büyük oranda farklı birimlerden geldikleri ve alan dışından olmaları nedeniyle halkla ilişkiler konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları gözlenmiştir. İletişim Fakültesi mezunlarının büyük oranda alanla ilgili bilgiye sahip oldukları, ancak bilgilerini yeterince uygulamaya koyamadıkları görülmüştür. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 148 Yener Lütfü Mert Öncelikle farklı alanlardan gelen çalışanların bölüme ilişkin düşünce ve bakış açılarını belirlemek ve işin nasıl uygulanması gerektiğine dair görüşlerini almak gerekmektedir. Başbakanlık Halkla Dairesinde memur kadrosunda çalışan M.A. bu alanı bir meslek olarak tanımladığını, ancak alana yeterince hakim olmadığını belirterek, “Evet, bu alanda eğitimli ve deneyimli kişilerin çalışması gerektiğini düşünüyorum.” şeklinde düşüncesini belirtmektedir. Rekabet Kurumu çalışanı E.U. da farklı alandan geldiğini ifade ederek “Bu konuda eğitim almadığım için alana yeterince hakim olduğumu düşünmüyorum” yanıtını vermektedir. Farklı birimlerde çalıştıktan sonra halkla ilişkiler bölümüne gelen ve alanla ilgili eğitimi olmayan BOTAŞ personeli R.B. ise alanla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip olmadığını ve kamu sektörü için yeterli olduğunu, ancak özel bir firmada çalışsa kesinlikle yeterli olmayacağını ifade etmektedir. Sosyal çalışmacı olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı personeli Z.D., yaptığı işi bir meslek olarak değerlendiremeyeceğini ve alana yeterince hakim olmadığını belirtirken beklentilerini şu şekilde açıklamaktadır: İşi yaparken bilgi birikimimi kullanıyorum. Öncelikle halkın Bakanlık hizmetleri konusunda doğru bilgilendirilmesinin önemli olduğunu, henüz altyapısı oluşmamış, içi doldurulmamış projeler, çalışmalar hakkında halkın bilgilendirilerek yüksek beklentiye sokulmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü sonrasında hayal kırıklığı yaşayarak Bakanlığa olumsuz geri dönüşler olmaktadır. Bakanlık merkez ve taşra teşkilatı birimleri tarafından halkla ilişkiler faaliyetlerinin öneminin yeterince kavranmadığını düşünüyorum. Fakat bunun çeşitli nedenli bulunmaktadır. Özellikle taşra teşkilatı birimlerimizin iş yükü gerçekten çok fazla, giderek de artmaktadır. İş artışıyla paralel olarak personel, bina, ekipman vb. artışı olmadığı için personelde bıkkınlık, tükenmişlik söz konusudur. Bu nedenle halkla ilişkilerle ilgili faaliyetler, personel tarafından asli iş olarak görülmemekte, angarya olarak görülmektedir. İş yükü – personel dengesinin sağlanması önem taşımaktadır. Öncelikle kurum personelinin memnuniyetinin arttırılması önem taşımaktadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı çalışanı S.C., halkla ilişkilere bir meslek olarak bakmamasının nedenini bu alandan gelmemesine bağlarken bölümle ilgili bilgileri daha önce orada çalışan arkadaşlarından aldığını ancak bunun da kendisini tatmin etmediğini öne sürmektedir. S.C. “Buraya gelene kadar bilgi edinme ve BİMER ile ilgili hiçbir bilgim yoktu” şeklinde serzenişte bulunmaktadır. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 149 Halkla ilişkileri “uzmanlaşılması gereken bir alan” olarak gördüğünü söyleyen Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü mezunu TPAO çalışanı G.K, alana hakim olmadığını belirterek “Ancak elimden geleni yapıyorum” savunusunda bulunmaktadır. Özel sektöre yakın bir yapılanmasıyla dikkati çeken TPAO’da Kurumsal İletişim Müdürlüğünde çalışan İletişim Fakültesi mezunu M.G., alanı kesinlikle bir meslek olarak tanımladığını ifade etmekte ve alana yeterince hakim olduğunu, severek yaptığını dile getirmektedir. Geniş kapsamlı bir halkla ilişkiler etkinliği yapabildiklerine dikkat çeken M.G., “Özel sektörde olsam belki bu kadar çok tatmin olmazdım. Çünkü orada PR ve reklam faaliyetleri çok daha kolay, hiçbir sınırlama yok. Özendiğim tek şey kreatif şeyler ortaya koyamıyor olmamız. Özel sektöre göre kamuda halkla ilişkiler yapmak çok daha zor ve daha çok efor gerektiriyor. Bu açıdan da iş tatmini fazlasıyla sağlanıyor.” Alandan mezun olunmasına rağmen bilgilerin çalışmalara aktarılmasında da sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunların başında yönetici odaklı çalışma sistemi görülmektedir: Bildiklerimi çok fazla uygulayamıyorum. Çünkü haberimiz tek yönlü, başkan endeksli çalıştığımız için hep başkana yönelik haberler yapıyoruz. Burada sadece başkanın ve belediyenin hizmetlerine yönelik haberler yaptığımız için biraz daha kısıtlıyız ve köreliyoruz. Yani kurumlarda amirlerin bakış açısı etkili (N.Y., Yenimahalle Belediyesi). Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı çalışanı, İletişim Fakültesi mezunu S.Ö., halkla ilişkilerin ilk tercihi olduğunu ve birçok beklentiyle bu alanda çalışmaya karar verdiğini, ancak kamudaki çalışma sisteminin siyasal etkiler nedeniyle hiçbir şekilde verimli olamadığını vurgulamaktadır: Kâğıt üzerinde tarım teknikeri olarak görünüyorum, ayrıca İletişim Fakültesi mezunu olmamın bana sadece derece olarak katkısı var, maddi bir katkısı yok. Okuduğum alanda çalışayım istiyorum, bu amaçla buradayım. 20 yıl önce mezun olurken tüm bakanlıklarda bir halkla ilişkiler birimi olacak, o birimde sadece bu bölüm mezunları çalışacak diyorlardı, 20 yıl geçti hâlâ basın ve halkla ilişkiler müşavirliğinin ne iş yapacağına, amacının ne olduğuna ve kimlerin çalışabileceğine dair yazılı bir mevzuat yok. Siyasilerin bakışının burada çok önemli olduğunu düşünüyorum. … Gelen kişilerin bazıları gazetecilerle ilişkileri önemsiyor, bazıları sadece bakanla arasını iyi tutmayı yeterli görüyor, bazıları bunların hiçbirini önemsemiyor, bunlara bir standart SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 150 Yener Lütfü Mert getirilmesi gerekiyor. Biz de sorun yaşıyoruz, gelene göre şekilleniyoruz ve mesleğimizi iyi yapmaya çalışıyoruz, ama zor. Görüşmelerden çıkan ortak nokta, İletişim Fakültesi mezunları alanla ilgili bilgi sahibi olmalarına ve halkla ilişkileri meslek olarak görmelerine karşın verimli bir çalışma yapamadıklarını dile getirmektedirler. Ancak farklı alanlardan gelenlerin bir kısmı halkla ilişkileri meslek olarak görmekle birlikte alanla ilgili yanlış algıya veya eksik bilgiye sahip oldukları için uygulamada yetersiz kalmaktadırlar. Sonuç ve Değerlendirme Yapılan görüşmeler ve gözlemler sonucunda gerçekleştirilen veri analizleriyle varılan sonuçlar şu şekilde ortaya konabilir: İlk olarak, Türkiye’de kamu sektöründe halkla ilişkiler bölümleri genel bir yasal örgütlenme şeklinde kurgulanmış, ancak devamında uygulamaya dönük süreçleri ve görev tanımlarını ortaya koymamıştır. Bunun sonucu olarak Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirlikleri veya Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü olarak kurulan bölümler, o kurumun yöneticisinin bakış açısıyla paralel olarak önemli olmuş veya önemsenmemiştir. Bölümler, olması beklenen şekilde üst yönetim veya daha alt bölümlere bağlanmış ancak, yönetici iletişimini sağlamanın ötesine geçememiştir. O nedenle bazı kurumlarda belli dönemlerde halkla ilişkiler bölümlerindeki çalışanlar daha aktif çalışırken bazen tamamen pasif bir yapıya büründürülmüştür. Bu noktada çalışanların eğitim düzeyleri tamamen alan dışı olan ve alandan gelen çalışanlar aynı ortamda bir araya getirilmiş, böylece verimli bir çalışma düzeninden söz etme olanağı kalmamıştır. Ayrıca Bakanlıklarda konulan istisnai kadrolarla siyasal erkin bir parçası olarak uygulama örnekleri verilmiş, tamamen yönetici odaklı bir çalışma sistemi benimsenmiştir. Bu durum çalışanların niteliklerine yansımış, örneğin Sağlık Bakanlığında lise mezunu bir Basın Müşavirine görev verilmiştir. Diğer taraftan İletişim Fakültesi mezunları da aldıkları eğitimin yalnızca bir kısmını uygulama alanına dökme şansı elde edebilmiştir. İkinci olarak, bütünsel bir halkla ilişkiler etkinliğinin basını da içine alan halkla ilişkiler çalışması olması gerektiği halde uygulamada Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği çalışma alanında Basın Müşaviri ve Halkla İlişkiler Dairesi şeklinde bir ayrım ortaya konulmuştur. Basın Müşaviri doğrudan üst yöneticiyle çalıştığı için yönetici iletişimini uygulamaya sokarken, halkla ilişkiler bölümlerinde ağırlıklı olarak bilgi edinme ve BİMER çalışmaları ön planda tutulmuş, bunun sonucu olarak da halkla ilişkilerden çok basını önceleyen bir SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 151 yapı ortaya çıkmıştır. Nitekim, araştırmada basın birimlerinin daha iyi çalışma ortamlarında yer bulurken halkla ilişkiler birimlerinin ikincil planda kaldığı gözlenmiştir. Bu durum özellikle alanla ilgili eğitim almış olan çalışanlar olmak üzere diğer çalışanların da motivasyonunu düşürmektedir. Ayrıca, özellikle TPAO ve BOTAŞ gibi özel sektörle rekabet halinde olan kamu kurumlarında daha geniş bir halkla ilişkiler etkinliği düzenleme beklentisi oluşurken diğer kurumlarda gelişigüzel hareket etmeye dayalı, tamamen yöneticinin inisiyatifinde olan bir yapı ortaya çıkmıştır. Bu sonuçlar ışığında halkla ilişkiler bölümlerinin daha verimli ve etkin çalışabilmesi için şu öneriler ortaya konulabilir: İlk olarak, basın ve halkla İlişkiler bölümlerinde basını önceleyen yaklaşımın ortadan kaldırılarak basının halkla ilişkiler etkinliğinin bir parçası olduğu bakış açısıyla bütünsel bir yaklaşım sergilenmelidir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için örgütlenmenin aynı yapı içinde alt bölümler halinde kurgulanması ve görev tanımlarının yeniden yapılması gerekmektedir. Bunu gerçekleştirebilecek yasal düzenlemelerle birlikte geniş kapsamlı bir halkla ilişkiler etkinliğini ortaya koyacak çalışma sistemi ve çalışanların görev tanımlarının açıkça ortaya konulması gerekli görülmektedir. İkinci olarak istisnai kadro olarak değerlendirilen ve açıktan atamaya dayalı Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri alımının ortadan kaldırılarak liyakat usulüne göre ve alandan eleman alımı şeklinde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Böylece halkla ilişkiler bölümleri siyasal aktörlerin kurguladığı bir alan olmaktan çıkarılmış olacaktır. Üçüncü olarak, halkla ilişkiler çalışmalarının gerçekçi bir bakış açısıyla ele alınarak işe alınacak elemanların alandan tercih edilmesinin çalışma ortamını daha verimli kılacağı düşünülmektedir. Bununla paralel olarak halkla ilişkilerin bir meslek olarak dikkate alınması ve İletişim Fakültesi mezunlarından oluşan bir meslek grubunun oluşturulmasının hem kariyer planlaması açısından hem de kamudaki halkla ilişkiler bölümlerine sağlayacağı değer açısından yeniden ele alınması gerekmektedir. KAYNAKÇA Acar, M. (1994). Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Araştırması, Ankara: Sosyal Planlama Genel Müdürlüğü Planlama Dairesi Başkanlığı Yayını. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 152 Yener Lütfü Mert Akdoğan, A. Argun, (2007). “Habermas’ın Sistem Kuramı Eleştirisi Çerçevesinde Yeni Kamu İşletmeciliği ve Müzekereci Demokrasi”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:40, Sayı:4, ss.21-44. Becerikli, Sema Yıldırım, (2001). “Halkla İlişkiler Disiplininin ve Tanımlarının Eleştirel Bir Yaklaşımla Analizi”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Dergisi, Sayı:12 Kış. Becerikli, Sema Yıldırım, (2008). … ve Halkla İlişkiler Şeytanın Avukatlığından Arabuluculuğa; Bir Disiplinin Eleştirel Analizi, Ankara: Karınca Yayınları. Berger, Bruce K. (1999), “The Halcion Affair: Public Relations and The Construction of Ideological World View”, Journal of Public Relations Research, 2 (3), s.185-203. Bernays, Edward L., (1961). Crystallizing Public Opinion, New York: Liveright Publishing Corporation. Biber, Ayhan, (2003). “Bir Meşrulaştırım Yöntemi Olarak Halkla İlişkilerin Meşruiyeti”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 36, Sayı:4, s.43-53. Biber, Ayhan, (2012). Halkla İlişkilerde Teorik Bir Çerçeve, II. Baskı, Ankara: Vadi Yayınları. Bilgin, Kamil Ufuk, (1994). “Türk Kamu Yönetiminde Halkla İlişkiler Uygulamasında Örgütsel Bir Yaklaşım (Başbakanlık ve Bakanlıklarda Halkla İlişkiler Birimleri)”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:27, Sayı:4, s.43-62. Cooley, Tracy, (1999). “Interactive Communication – Public Relations on the Web”, Public Relations Quarterly, Vol. 44, Num.2. Cutlip, S. M., Center, A.H. ve Broom, G.M., (1994). Effective Public Relations, New Jersey: Prentice-Hall. Çakmak, A. Ferda ve Kilci, Sacide, (2011). “Kamu Yönetiminde Halkla İlişkilerin Yeri Ve Önemi”, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Anabilim Dalı. Kamu-İş; 11(4), s. 219-270. Grunig, James E., (2005). “İletişim, Halkla İlişkiler ve Etkin Örgütler: Kitaba Genel Bir Bakış”, James Grunig (der.) Halkla İlişkiler ve İletişimde Mükemmellik, İstanbul: Rota Yayınları, s. 11-39. Grunig, James E. ve Todd Hunt T, (1984). Managing Public Relations, New York: Holt, Reinehart & Winston Publication. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Türkiye’de Kamu Kurumlarında …Üzerine Bir Araştırma 153 Güler, Birgül Ayman, (2005). Kamu Personeli – Sistem ve Yönetim, 2. Baskı, Ankara: İmge Yayınevi. Habermas, Jürgen, (2000). Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (Çev.) Tanıl Bora-Mithat Sancar, İstanbul: İletişim Yayınları. Kazancı, Metin, (2002). Kamu ve Özel Kesimde Halkla İlişkiler, Dördüncü Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi. Keloğlu-İşler, Esra, (2007). Halkla İlişkiler Mitler ve Gerçekler, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Kırkıncı Yıl Kitaplığı No:4 Lee, Mordecai, (1998). “Public Relations in Public Administration: A Disappearing Act in Public Administration Education”, Public Relations Review, 24 (4), s.509-520. Özdemir, B. Pınar, (2009). “Yönetişim ve Kamu Yönetimi Halkla İlişkiler Anlayışının Değişimi.” Alternatif Politika 1(2), s.282-299. Şen, A. Fulya (2012), “Müzakereci Demokrasi ve Halkla İlişkiler: Kamu Yönetiminde Alternatif Bir Halkla İlişkiler Arayışı”, Journal of Yasar University 27(7), s. 4589-4610. Tekeli, İlhan, (1999). Modernleşme Aşılırken Siyaset, Ankara: İmge Kitabevi Yay. Tortop, Nuri, (1975). Kamu Kuruluşlarında Halkla İlişkiler, İkinci Baskı, Ankara: Sevinç Matbaası. Tuncer, Aslı İcil (2011), “Kurumsal İtibarı Güçlü Örgütlerin İnternet Sitelerinin Simetrik Halkla İlişkiler Modeli Çerçevesinde Karşılaştırılması”, Çankaya University Journal of Humanities and Social Scienses, 8/1, s.91-104. Uysal, Birkan, (1998). Siyaset Yönetim Halkla İlişkiler, Ankara: TODAİE Yayını. Yamanoğlu, Melike Aktaş, G. Gençtürk Hızal, S. ve Özdemir, B. Pınar, (2013). Türkiye’de Halkla İlişkiler Tarihi Kurumsallaşma Yılları 1960-1980, Ankara: Deki Yayınları. Yıldız, Nuran, (2003). “Halkla İlişkilerin İdeolojik Bir Yöntem Olarak İşleyişi”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 36, Sayı:5, s.35-42. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 NECİP FAZIL’IN “KARACAAHMET” ŞİİRİNE ONTOLOJİK BİR YAKLAŞIM DENEMESİ Serdar Demircan Özet: Kökeni Yunanca ontos (varlık) ve logos (bilgi) kelimelerine dayanan ve ilk defa felsefî manada Aristo tarafından kullanılan ontoloji terimi, Türkçede varlıkbilim olarak adlandırılır. Ontolojinin bilim olarak görülmesindeki maksat, karmaşık bir yapıdaki yaratılmışı çeşitli tabakalara ayırmak suretiyle onun aslını ortaya koyma gayretinde olmasıdır. İsmail Tunalı’nın çalışmaları sonucunda Türkiye’de duyulmuş olan “sanat ontolojisi” ise, Roman Ingarden ile Nicolai Hartmmann’ın öncülüğünde gelişmiş ve bireyin kendisini çeşitli yollarla karşısındakine ifade etmede kullandığı estetik yönü haiz yaratımlarını yine tabakalar vasıtasıyla anlamlandırmaya ve süje yani yaratımı gerçekleştiren ile ondan haz alan okuyucu arasında bağ kurmaya çalışan modern bir felsefe sistemidir. Cumhuriyet döneminin mistik şairlerinden Necip Fazıl Kısakürek, Çile’deki “Karacaahmet” şiiri ile dünya hayatının geçiciliğini nazara vermiş ve ölümü mezarlığa taht kurmuş ebedi bir gençlik olarak değerlendirmiştir. Bu çalışmada şairin adı geçen şiiri, İsmail Tunalı’nın bazı yönleri ile birbirinden farklılık arz eden Roman İngarden ile Nicolai Hartmmann ikilisinin ontolojik analiz yolunda kabul ettiği ilkeleri sentezlemek sureti ile oluşturduğu metot takip edilerek incelenmeye ve daha anlaşılır kılınmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Sanat Ontolojisi, Estetik, Necip Fazıl Kısakürek, “Karacaahmet”. A TRIAL OF AN ONTOLOGICAL APROACH TO NECİP FAZIL’S POEM “ KARACAAHMET” Abstract: The term ontology, based on the Greek words ontos (assets) and logos (knowledge), used by Aristotle for the first time in philosophical sense, called in Turkish as the science of being. The purpose of ontology’s being evaluated as science is the effort to reveal its true copy. “Ontology of art” which was heard by the results of İsmail Tunalı’s studies, is a modern philosophical system, developed in Roman Ingarden and Nicolai Hartmmann’s leadership, that purposes to make sense of the aesthetic aspects of the creations that the individual uses to express ownself to the others in a veriety of ways and that tries to establish a link between the subject that performs the creation and the reader that feels pleasure. Necip Fazıl Kısakürek, one of the mystic poets of Republican Period , with his poem “Karacaahmet” in Çile, considers the transiense of life of the world and evaluates death as an eternal youth that has established a throne in a cemetery. In this study, the poet’s referred poem is tried to be analyzed with the methods that are adopted by Roman Ingarden and Nicolai Hartmmann, who differ from eachother, by synthesizing the principles on the way of ontological analysis, with some aspects of İsmail Tunalı. Key Words: Ontology of Art, Aesthetics, Necip Fazıl Kısakürek, Karacaahmet Arş.Gör. Dicle Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected] 156 Serdar Demircan Giriş Kökeni Yunanca ontos (varlık) ve logos (bilgi) kelimelerine dayanan ve ilk defa felsefi anlamda Aristo tarafından kullanılan ontoloji terimi, Türkçe’de varlıkbilim olarak kabul edilir. Roman Ingarden ve Nicolai Hartmmann, karmaşık bir yapıdaki yaratılmışı daha anlaşılır kılmak için çeşitli tabakalara ayırıp onun ön ve arka yapılarını ayrıntılı olarak ele almışlardır. Bu metod uygulanırken takınılan tavırlar ise şunlardır: “Süjenin sanat eseri karşısında aldığı estetik tavır ve bir de eserin ontik açıdan anlam tabakalarını ve bu tabakalar arasındaki münasebeti inceleyip, sanat eserini neyin mükemmel kıldığını sorgulayan estetikçi tavır.” (Erdem, 2007: 255) Ontolojinin tarihi ve bu terim üzerindeki çeşitli görüşlere Yavuz Bayram bir çalışmasında ayrıntılı olarak değinmiştir. (Bayram, 2008: 167-182) Bu sebeple bu hususları tekrar ele almayacağız. Bu çalışmada edebi bir sanat ürünü olan şiir türü örneği üzerinde inceleme yapılacağı için ontolojinin sanat ile ilişkisini bilmemiz gerekir. Konuya ilk olarak sanat’ın ne olduğunun anlaşılmasıyla başlamanın yerinde olacağı kanaatiyle Ahmet Cevizci’nin konu ile ilgili tanımını ele alalım. Ona göre sanat: Birtakım fiziki araçları, arzu edilen sonuçlara ulaşmak üzere, sezgi ya da bilgi yoluyla öğrenilen estetik ilkelere göre, amaçlı ve sistematik bir biçimde kullanma yeteneğidir. (Cevizci 2012:1357) Sanat ontolojisi ise İsmail Tunalı’da: “Sanat eserinin ontik yapısını araştıran, genel ontolojinin sanat eserini ve onun ontik yapı ile tabakalarını, estetik değerini araştıran koludur.” (Tunalı,2011: 47) şeklinde anlamlandırılır. Peki edebî bir eserin tabakalara ayrılmak suretiyle incelenmesinden doğacak fayda nedir? İşte bu soruyu İsmail Tunalı şöyle cevaplıyor: “Tabakalar teorisi ile edebi bir eser, edebiyat tarihi bilimi yöntemi olarak kullanılmasında asıl anlam ve değerini kazanmış olur. Bu metod ile bir taraftan edebi eserin bütünselliği göz önünde bulundurulurken, öbür yandan da edebiyat eserinin, bir ses ve ölçü bilgisinin, semantik’in, psikolojinin ve felsefenin ortaklaşa araştıracağı bir bütünlük olarak kavranmasına imkan sağlar. İşte böyle bir bütünlüğü ele alacak araştırmacı, somut tabakalara dayanacağından, onun esere karşı tavrı da objektif bir bakışa dayanacaktır.” (Tunalı, 2011: 116) Ayrıca bu yöntem, ortaya konulmuş sanat eserinin değerini göz önüne sererken; diğer taraftan sanatkârının da emeklerini açığa çıkarır. Çalışmanın önsöz kısmında kendimize yöntem olarak İsmail Tunalı’nın, Roman İngarden ve Nicolai Hartmmann’ın ontolojik incelemede geliştirdikleri esaslardan yararlanarak geliştirmiş olduğu sentezi kabul edeceğimiz belirtilmişti. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” Şiirine Ontolojik Bir Yaklaşım Denemesi 157 Bu minvalde öncelikle sanat eserini bir bütünlük içerisinde değerlendiren ve ona estetik bir bakış açısı yönelten Roman İngarden’in anlaşılırlığın sağlanması için şart koştuğu şu tabakaları bilmek gerekir: 1. Kelime sesleri ve onlara dayanarak meydana gelen ve daha yüksek bir basamağı gösteren ses yapıları, 2. Farklı derecelerdeki anlam birlikleri tabakası, 3. Farklı şematik görüşler tabakası, 4. Tasvir edilen şeylerin (nesne, insan, ve olaylar) ve onların alın yazılarının (kader) tabakası. Modern ontolojinin kurucusu Nicolai Hartmann’ın ise ontolojik incelemede olmasını elzem gördüğü tabakalar şunlardır: “1. Ses tabakası 2. Anlam tabakası 3. Karakter veya ruhî özellik adını alan tabaka 4. Alınyazısı/kader tabakasıdır. (Alıntılayan Yeter, 2010: s.144) İsmail Tunalı, edebî bir eserin bünyesinde bulunan kompleks tabakaların varlığını edebiyat sanatındaki zenginliğe bağlar ve estetik değeri olan bir metni çözümlerken kullanılacak yöntemleri şu şekilde sıralar: “1. Fiziksel var-olan sözcüklerin ses tabakası 2. Anlam tabakası 2.1. Semantik tabaka 2.2. Nesne ya da obje tabakası 2.3. Karakter (ruhi özellik) tabakası 2.4. Alınyazısı, kader tabakası.” (Sarıçiçek 2008, s.583) Metnin Varlık Tabakalarına Göre İncelenmesi İsmail Tunalı’nın ifade ettiği gibi “Eğer bir ozan şiir yazıyor ya da yazmak için didiniyorsa, bu şiirinin süje tarafından okunması içindir. Yani kelimeler içine koyduğu duyguları, bir başkası tarafından da duyulsun, başkası tarafından da paylaşılsın gayesi güder.” (Tunalı, 1989: s.57) Çalışmanın bu SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 158 Serdar Demircan başlığı altında Necip Fazıl Kısakürek’in Karacaahmet şiiri ontik tabakalara ayrılmak suretiyle değerlendirmeye çalışılacaktır. Bu süreçte ilk olarak kelimelerin ses tabakaları bakımından incelenmesi yapılacak daha sonra anlam tabakaları, ilgili alt başlıklara ayrılarak değerlendirilecek ve şairin anlatmak istediklerine ulaşılacaktır. Karacaahmet Deryada sonsuzluğu zikretmeye ne zahmet! Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet! Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde; Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde? Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta; Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta... Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek. Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek. Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık; Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık. Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz; Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz. Karacaahmet bana neler söylüyor, neler! Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler, Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm; Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm... Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep; Bu mu dersin, taşlarda donmuş sukuta sebep? Kavuklu, başörtülü, fesli, baş açık taşlar; Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar, Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları; Süzüyor, sahi diye toprağa basanları. Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden, Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden. Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar, Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar. Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih! Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih! (Kısakürek, 2005: 175) SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” Şiirine Ontolojik Bir Yaklaşım Denemesi 159 Şiirsel Yapı 1 A.Ön Yapı B. Arka Yapı Duyulur Yapı, İç Yapı, Dış Yapı, İrreel Varlık Alanı, Ses Tabakası, Soyut Yapı, Maddî Tabaka, Hinterground ve Muhteva Görünür Yapı, Reel Varlık Alanı, Vonderground Dış görünüm harfler, heceler, kelimeler... ölçü, âhenk, redif, kâfiye mısra-beyit yapısı (Şiirin varlığıyla duyulan, algılanan, görülen maddî yapısına ait olan her şey) 1.Semantik (Anlam)Tabaka: a.Kelime Semantiği (Cocnitiv) b.Cümle Semantiği (Sentaks) 2.Obje (Nesne) Tabakası: Anlamın yoğun olduğu bölüm. Anlamı ağırlıklı olarak taşıyan kelimeler. 3. Karakter Tabakası: Şâirin ruh dünyası hakkında bilgiler, kişiliği, hayata bakış açısı... 4.Alınyazısı(Kader) Tabakası: Üçüncü tabakadaki tespit ve tanımlamaların çevre ve bütün insanlık için genelleştirilmesi 1 Bu tablo, Yavuz Bayram’ın “Ontolojik Analiz Metodu ve Bir Uygulama “Yom Sanat, S. 12 (Mayıs-Haziran), Adana adlı çalışmasından faydalanılarak geliştirilmiştir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 160 Serdar Demircan Yavuz Bayram’ın hazırlamış olduğu yukarıdaki tablo, şiiri analiz ederken izlenilecek yolu daha anlaşılır kılacağı için bu çalışmaya dâhil edilmiştir. Buna göre öncelikle metin, Nicolai Hartmann’ın ön yapı olarak ifade ettiği ses tabakası bakımından ele alınacaktır. Ses, şiirdeki cazibeyi sağlayan, işitsel ve görsel manada maddi tabakanın önemli bir öğesidir. Necip Fazıl’ın şiirlerinde sesin nasıl bir değer taşıdığını ise şair ile ilgili kapsamlı bir çalışma yapan Hasan Çebi şu şekilde ifade eder: Necip Fazıl’ın şiirinde musiki en mühim faktörlerden biridir. Esasında lirik şairin, ferdî konuları işleyen şairin, kitabının adını “Çile” koyup “Çile” manzumesine şiirlerinin bir zübdesi olarak bakan şairin, müzik ve ahengi ihmal etmesi düşünülemez. (Çebi,1987: 96) Şiirde ilk göze çarpan “m” ünsüzünün her fırsatta kullanılışıdır. Bu ses, şiirin başlığı da dâhil olmak üzere toplam 43 defa zikredilmiştir. Bu aliterasyonun şiirde en çok tekrarlanan “ölüm” ve “mezarlık” kelimelerinde vücut bulmuş olması dikkat çekicidir. Toplamda 164 kelimeden müteşekkil olan bir şiirde bir sesin bu kadar sık kullanımının ayrı bir ahenk vesilesi olduğunu da belirtmekte fayda vardır. Dikkat çekici bir nokta da 28 dizeden olmuşmuş bu şiirin 8 hecesinin p,ç,t,k sedasız /süreksiz ünlüyle bitiyor oluşudur. Buna karşılık 6 dizede n,r,l,y sedalı/sürekli ünsüzle bitiş söz konusudur. Böyle bir tercih aslında şiirin genel muhtevasına uygundur. Ölüm bir “bitiş”, “devam etmeme” halidir. Şiir hece vezninin 7+7 on dörtlü kalıbıyla yazılmıştır. Şairin hece veznini kullanarak işlediği konular ile alakalı Hasan Çebi haklı olarak şu tespitleri yapar: [Necip Fazıl’ın] “… hece veznini kullanarak çağdaş bir içeriği barındıran şiirler yazdığı bilinmektedir. Ve yine ilk şiirlerinde gerek halk ve gerekse tekke şiirleri şekil ve muhtevasında batılı bir anlayışla şiirler yazmıştır. Cumhuriyet devrinin karakteristik özelliği olan hece veznini kullanan şair, o dönemdeki hece ile yazanların işlediği konulardan da te’sir almak suretiyle aşk, hasret, memleket konularını, ölüm temasını işler.” (1987: 137) Belirtilmesi gereken bir husus da sert ünsüzlerin yumuşak ünsüzlere nispeten daha çok kullanımıdır. ( “p” 9, “ç” 6, “t” 32 ve “k” sesine 45 defa rastlarken “b” 18, “c”8, “d” 26 ve “g” ünsüzü 8 defa zikredilir.) Böyle bir kullanım tercihi şairin ruh halinin analizi için de bizlere ipucu vermektedir. Doğan Aksan’ın ister bir ya da birden çok sözcükte, ister dizelerde, isterse dizelerin oluşturduğu öbeklerde görülsün, şiiri okuyan/dinleyende belli tasarımları, yargıların vurgulanmasını sağlarken bunun yanı sıra belli bir ritm SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” Şiirine Ontolojik Bir Yaklaşım Denemesi 161 meydana getirebilir (Aksan 2011: 48) diye tanımladığı yinelemelere (tekrir) şiirde: Derya….. (1. dize) …. derya …. (2. dize) Mezar, mezar … (5. dize) Mezar, mezar … (6. dize) …neler söylüyor neler (13. dize) Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep (17. dize) …. ölüm Ölüm ….. (15. dize) (16. dize) şekilleriyle rastlıyoruz. Bu kelimelerin tekrarı şiirdeki anlam ve ahenk unsurunu sağlayıcı etkisinin yanı sıra şairin şiirde asıl değinmek istediği ölümün varlığı ve mezarın mahiyetini vurgular ve şiirin bir bütünlük içerisinde algılanmasına katkı sağlar, kelimelerin taşıdıkları anlamı genişletirken şiirin mana evrenini de genişletir zenginleştirir. Şiirde Karacaahmet mezarlığının manzarası, büyüklüğü yanı sıra türlü sırları da barındırması yönüyle derya ile teşbihte bulunulmuştur. Yine Karacaahmet’in kendine has birtakım yöntemlerle şaire bir şeyler anlatması intak sanatının örneği olurken, küflü kemikten başlar yani iskeletin, kum dolu gözleriyle insanları süzüyor oluşu teşhis sanatı için misal teşkil eder. Şiirdeki Karacaahmet, ölüm, mezar, kemik ve yokluk kelimeleri arasında tenasüp ilişkisi vardır. Ayrıca yalancı/ sahici, varlık/yokluk, bulmak/kaybetmek, gençlik/ihtiyarlık, hep/hiç, gülmek/ağlamak tezat sanatının temsilleridir. Bir şiirde kafiye ve redifler ses ahengini sağlayıcı öğelerdir. Ancak bu ses benzerlikleri oluşturulurken sadece “göze uyan” bir tutumu benimsemek eksik olur. “Gerçek nağmeyi yakalayabilmek için tabii söyleyişi yakalamak redif ve kafiyeyi taşıyan sözcükler arasında anlam, duygu ve çağrışım yönlerinden SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 162 Serdar Demircan kurulacak daha derin bir bağın oluşturulması elzemdir.” (Sarıçiçek, 2008: 586) Şiirin tamamı 28 mısradır ve uyak türleri aşağıdaki tabloda incelenmiştir. zahmet! Karacaahmet! belde elde - ahmet Zengin kafiye -elde Zengin kafiye nokta - okta Zengin kafiye yokta... kaybetmek. tüketmek. - mek Redif, - et Tam kafiye ihtiyarlık; mezarlık - lık - ar inanmaz; yıpranmaz. - maz Redif - an Tam kafiye neler! viraneler - ler - ne Redif Tam Kafiye Redif Tam kafiye ölüm; bölüm... hep; sebep? - ölüm Zengin kafiye - ep Tam kafiye taşlar; başlar, - lar - aş Redif Tam kafiye insanları; basanları. - ları - san Redif Zengin kafiye öldüğünden, düğünden. - den - düğün bulmuşlar, kurtulmuşlar. - muşlar - ul talih! tarih! - ih Redif Zengin kafiye Redif Tam kafiye Tam kafiye Şiirin arka/soyut alanının ilk basamağı olan anlam tabakasında öncelikle, şiir her ne kadar sade ve anlaşılır bir lisan ile yazılmış olsa da, bilinmemesi muhtemel kelimelerin anlamları verilecektir.2 Daha sonra bu kelimelerin bir araya gelmesiyle oluşan cümleler ışığında şiir ilk anlamıyla ele alınacaktır. Özetle bu bölümde kelime semantiği ile cümle semantiği bir arada verilecektir. Derya: Deniz Zikretmek: Adını söylemek, anmak Belde: Mekan, yer, çevre Servi: Akdeniz bölgesinde yetişen ve kışın yapraklarını dökmeyen ince ve uzun bir ağaç 2 Kelimelerin anlamları T.D.K sözlüğünden bulunmuştur. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” Şiirine Ontolojik Bir Yaklaşım Denemesi 163 Bucak: Kenar, köşe yer Virane: Yıkılmış veya çok harap olmuş yapı Yekpare: Tek parça, bütün Kavuk: Pamuktan yapılmış, üzerine sarık sarılan erkek başlığı. Sükût: Susma, sessizlik Küf: Pas Necip Fazıl, şiire Karacaahmet mezarlığının büyüklüğünü nazara vererek başlamış. İstanbul’un orta yerinde bulunan bu mezarlık ölüm kadar gerçektir. İyi-kötü, güzel-çirkin, uzun-kısa… birçok zıt karakter birbirine mezarda komşuluk etmektedir. Mezar sırlı bir yerdir ve maddi ciheti bulunan her şey burada değerini kaybeder. Öldükten sonra artık zaman kavramının işlevini yitireceği ve insanın yaşlanmayacağına dikkatleri çeken şair, ayrıca dünyada sosyal statüsü ne olursa olsun bütün insanların ölümü tadacağını hatırlatıyor. Diğer taraftan da her geçen gün ölüme yaklaştıklarını unutarak hareket eden kimseleri talihsiz olarak addediyor. Ontolojik analiz metodunda soyut/arka tabakanın bir diğer basamağında obje (nesne) tabakası yer almaktadır. Şairin çeşitli söz sanatları ve anlatım imkânlarından faydalanarak gizlediği anlamın keşfedilmeye çalışılacağı bu bölüm, bir nevi “şiirin kapılarının okura açılacağı” kısımdır. (Azap, 2013: 850) Bir metni ontik tabakalar yardımıyla değerlendirirken bu tabakaya ihtiyaç duyuyoruz çünkü “sanat eseri düzeyine ulaşmış hiçbir şiir birincil yani görünür anlamıyla yetinilecek kadar fakir değildir.” (Tökel, 2003: 39-43) Bu kelimelerin sanat ontolojisi açısından bir değer taşımasında esere kattıkları estetik yön ile okuyucunun bilgi birikimini harekete geçirmesi etkilidir. Deryada sonsuzluğu zikretmeye ne zahmet! Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet! Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde; Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde? Şiirdeki çağrışımlarının çok olması yönüyle ele ilk alınacak obje Karacaahmet’tir. Burası İstanbul’un Üsküdar semtinde bulunan ve Türkiye’nin yüzey alanı olarak en büyük mezarlıklarından biridir. Mezarlığın dikkate değer bir başka tarafı da birçok ünlünün kabrinin burada oluşudur. Sözgelimi derya kadar büyüktür, bununla beraber “derinlerde gizlenen türlü sırları” olan bir SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 164 Serdar Demircan yerdir de. (Ulucan 2006: 93) Ölümün gerçekliğini vurgulamak maksadıyla başvurulan “mezar, mezar” tekrarının kaynağı da yine odur. Ölümün gerçekliğinin yanı sıra dünya hayatının geçiciciliğini nazara vermek için tercih edilen “yalancı şehir” ve “sahici belde” şeklindeki dil sapmaları da önemlidir. Şiirdeki kullanım İlk anlam Yalancı şehir İstanbul Dünya hayatının sonlu oluşu Sahici belde Karacaahmet Ölümün gerçekliği Gönderge Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta; Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta... Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek. Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek. Şiirde aralanması gereken perdeler bu bölümde yer almaktadır. Eserdeki en önemli objeler arasında yer alan “mezar”ın taşıdığı mana ve şiirin diğer kısımlarında onunla alakalı temas edilecek yönlerin temeli burada atılmıştır. Öncelikle mezar, dünya hayatında iyi-kötü, zengin-fakir, güzel-çirkin, uzunkısa… olarak vasıflandırılan kimselerin karmaşık bir vaziyette komşuluk ettiği yerdir. İslam inancına göre dünya hayatı fani yani sonu olan bir mahiyette iken; âhiret ise bâkidir. İnsan, dünya yaşantısına başlamadan önce bura ile ilgili birtakım kazanımlar elde edebilmek için bir müddet ana rahminde bekler. İşte öldükten sonraki ebedi hayatına başlamadan önce bir müddet çeşitli hazırlıklar için beklediği yer de kabirdir. Bu evrede ise kendisine yöneltilen sorulara vereceği doğru cevap onun ebedi hayatını şekillendirecektir. Aksi hâl ise ana rahminde noksan teşekkül eden çocuğun dünyada karşılaşacağı zorluklar gibi olacaktır. Mezar, sırlı ve parmakla sayılabilen yani maddi yönü olan her ne varsa anlamsızlaştığı bir yerdir. Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık; Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık. Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz; Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz. Şair, bu kısımda şiirinin bir diğer önemli objesi olan “ölüm” üzerinde duruyor. Ölümü obje olarak kabul etmemizin sebebi Necip Fazıl’ın şiir içerisinde onu benzetmeler ve mecazlar kullanarak nesnelleştirmeye SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” Şiirine Ontolojik Bir Yaklaşım Denemesi 165 çalışmasıdır. Zaman kavramına bakışta Kur’an’da geçen3 beyanların şair üzerinde etkili olduğu kanaatindeyiz. İhtiyarlamak canlı varlıklara has bir durumdur. Şiirdeki taşın ihtiyarlaması ve servinin çürümesi ölümün imgelerindendir. Yine bu kısımda ölümün gerçekliği de vurgulanmıştır. Karacaahmet bana neler söylüyor, neler! Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler, Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm; Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm... Şiirin bu bölümünde soyut bir kavram olan “zaman”ın teşbihle objeleştirildiğini görmekteyiz. Bir delinin kontrolünün zor oluşu gibi “zaman” da durdurulamaz bir güce ve sonunun nereye varacağı kestirilemeyen bir hareket kabiliyetine sahiptir. Bu kavramı kontrol edebilecek tek güç ise ölümdür. Ayrıca şair adeta sır deryası olan mezarların dilinden anlamaya, bu sırları çözmeye çalışıyor. Yaşam ve ölüm ile alakalı dile getirdiklerine inanmayanlara ise Karacaahmet’in sakinlerini kaynak olarak işaret ediyor. Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep; Bu mu dersin, taşlarda donmuş sukuta sebep? Kavuklu, başörtülü, fesli, başacık taşlar; Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar, Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları; Süzüyor, sahi diye toprağa basanları. Yerinde bir değerlendirme yapabilmek için şiirin bu bölümünü altı dize beraber olacak şekilde vermeyi uygun bulduk. Bu dizlerde Necip Fazıl, her şey zıddıyla kaimdir4 mucizül beyanından yola çıkarak zıtlıkların yaratılış sebebine dikkatleri çekiyor. Şiirde “hiç” dünya hayatını, “hep” âhireti karşılamaktadır. Dolayısıyla sonu olan bir şeye ehemmiyet vermek isabetli bir tutum olmayacaktır. “Osmanlı’da mezar taşları kişilerin toplumsal statülerine göre değişiklik göstermektedir.” (Karaca 2001: 501) Ölüm ise öyle bir gerçektir ki dili, dini, rengi toplumsal statüsü ne olursa olsun herkes için aynı akıbeti barındırır. 3 Secde suresi 5. Ayet, s.415 4 Zâriyât Suresi 49. Ayet, s.522 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 166 Serdar Demircan Sanat ürünün oluşum safhalarında eser ve sanatkâr arasındaki etkileşim karakter tabakasını oluşturur. Bu bölümde Necip Fazıl’ın ruh dünyası hakkında bilgiler verilmeye, edebi ve sosyal kişiliği, hayata bakış tarzı gibi yönlerinin Karacaahmet şiirine hangi hususlarla sirayet ettiği değerlendirilmeye çalışılacaktır. Necip Fazıl, hayatını Arvâsi’den önce ve Arvâsî’den sonra olmak üzere iki kısma ayırır. İlk evre otuz yaşına kadar süren bohem bir hayattır. Manevi duygulardan uzak olan bu dönemde zaman zaman kötü alışkanlıklar da şairin hayatına girmiştir. Hayatının ikinci evresi ise şöyledir: 1934 yılı Necip Fazıl’ın hayatında bir dönüm noktasıdır. Otuzundan aşağı şairlerimizin en üstünü çevresindeyken, efendisini tanıyıp ona teslimiyet yılıdır o yıl. Eserlerine yepyeni bir ruhun süzülüp sindiği günler gelmiş, şiirlerinde büyük hakikat arayışı başlamıştır. ( Türk Klasikleri 2002: 45) Bu arayıştaki hakikat ise Allah’tır. Bohem hayatın içerisinde kaybolmaya yüz tutan şair, Arvâsî Hazretlerinin kendisi için nasıl bir kıymet ifade ettiğini çok zaman sonra şu şekilde dile getirecektir: Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş… Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından… işte böyle; bir zamanlar beynim mutlak hakikat acılarına yataklık etti. Ağrıyan akıl dişimdi. (Kısakürek, 2007: 5) Çile konuları yönüyle tasnif edildiğinde Arvâsî’den sonraki Necip Fazıl’ın nasıl bir değişim içerisine girdiği anlaşılacaktır. Örneğin bu kitapta kırk sekiz şiirde mistik manada insan, otuz dokuz şiirde ölüm ve kırk iki şiirde de Allah konu edilmiştir. Sezai Karakoç, Necip Fazıl’daki büyük değişim ile alakalı şu şekilde görüş beyan eder: “Benliğin bu büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle eşyanın, daha sonra karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Tanrı’dır. Mavera perdelerinin gerisinde, ebedi, ezeli gerçek olan Tanrı, “Ben”in kurtuluşunun da anahtarıdır. “Ben” de ancak Tanrı’nın varlığını idrak, onun varlığıyla ilgi halinde olmakla ebedileşecektir. Ruhun sırrı çözülmüştür” ( 1970: 67) Ontolojik analiz metodunda son olarak şiir alınyazısı/kader tabakası bakımından ele alınacaktır. “Bu tabakada insanın kendi iradesinin ötesinde Allah’ın tüm insanlar için hazırladığı ortak sonu, şairin bütün insanlar için duyduğu kaygıyla, eseri boyuncu sezdirerek anlattığı tabakadır.” (Altunkaya, 2013: 152) Şair, “Karacaahmet” şiirinin genelinde ölümün insanlar için kaçınılmaz bir akıbet oluşunu haykırır. Her geçen sürede ölüme bir adım daha yaklaşmasına rağmen insanların dünya hayatına perestij etmesini eleştirir. Bu SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” Şiirine Ontolojik Bir Yaklaşım Denemesi 167 talihsiz kimseler ki ölüm gerçeğini unutmaya çalışarak ebediyen dünyada kalacaklarmış gibi hayatlarına devam etmektedirler. Aslında Necip Fazıl, insanların ölümden bî-haber yaşamalarına yönelik bakışını “Haberi Yok” isimli şiirinde de Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden; Soruversem: Haberin var mı öleceğinden? (Kısakürek, 2005: 144) dizeleriyle dile getirmiştir. Kuşkusuz onun ölüme ve ölüm karşısındaki bireye bakışında, şairin bu eseri vücuda getirdiği dönemki ruh hali göz önünde bulundurularak, Kur’an ayetlerinin önemli yeri olduğunu söylemek mümkündür. Sonuç Şiir sadece bir duygu ve düşüncenin ifadesi amacıyla vücuda getirilmiş edebi ürün değildir. Kelimelerin içine yerleştirilmiş manaların başkaları tarafından da ilgi ile okunup beğenilmesi ve dillendirilmesi gayesi şairde her zaman var olagelmiştir. Beğeninin sağlanması yolunda ise şair bir takım ses, şekil, ritim gibi imkânları başarı ile kullanmalıdır. Bir şiiri ontolojik analiz metoduyla ele alırken sanatkârın söyleyişi güzel ve farklı kılmak, manayı gizlemek maksadıyla ses, kelime, söz dizimi ve sanatlar gibi olanakları ne şekilde kullandığının tespiti yapılır. Son dönemde gerek Divan şiirine gerekse modern şiire klasik tahlil metodu dışında farklı yöntemlerle yaklaşmaya çalışan bilim adamları mevcuttur. Şunu unutmamak gerekir ki bir edebi yaratı ne kadar farklı yöntem ile değerlendirmeye tâbi tutulursa onun sakladığı mana zenginliğine ulaşmak o oranda mümkün olacaktır. Bu çalışmada Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” şiiri çeşitli katmanlara ayrılmak suretiyle incelendiğinde ontolojik analiz metoduna uygunluğu görülmüştür. Bu metot ışığında hareket ederken kuşkusuz sanatçının ruhsal yapısının, hayatının esere etkileri göz ardı edilmemelidir. Nitekim Necip Fazıl, hayatı ile eserlerinde işlediği konular arasında yakın ilinti olan bir kimsedir. Ona verilen “mistik şair” unvanı Arvâsî ile tanıştıktan sonraki dönem için geçerlidir. Şiiri incelerken yapılan tespitlerde şairdeki değişim ve neticesindeki yeni üslup belirleyici olmuştur. KAYNAKÇA SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 168 Serdar Demircan AZAP, S. (2013), Ontolojik Çözümleme Yöntemi Ve “Kanla Kirlenmiş Evrak” Şiiri Üzerine Bir Çözümleme Denemesi, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/1 Winter 2013, p.843-853, Doi Number :http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStudies.4066, Ankara. AKSAN, D. (2011), Şiir Çözümlemeleri, Bilgi Yayınevi, Ankara. ALTUNKAYA, H. (2013), “Necip Fazıl Kısakürek’in “Ben” Şiirinin Ontolojik Tahlil Yöntemi ile Çözümlenmesi” Birey ve Toplum Dergisi, c.3, S. 5. BAYRAM, Y. (2003), “Ontolojik Analiz Metotu ve Bir Uygulama” Yom Sanat, S. 12 (Mayıs-Haziran), Adana. BAYRAM, Y. (2008), “Dîvân Şiiri Metinlerinin Ontolojik Tahlîli Üzerine”, Prof. Dr. Abdülkadir Karahan Anısına Uluslararası Dîvân Edebiyatı Sempozyumu, Beykoz Belediyesi Yayınları, İstanbul. CEVİZCİ, A. (2012), Felsefe Sözlüğü, Say Yayınları, İstanbul. ÇEBİ, H. (1987), Bütün Yönleriyle Necip Fazıl’ın Şiiri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. ERDEM, M. Dursun (2007), “Ontolojik İncelemeye Dehânî’nin “eyledi” Redifli Gazeline Yapısalcı Bir Bakış, Turkısh Studies, Volume 2/3 Doi Number :http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStudies.128, Ankara. KARACA, F. (2001), Mezar Taşlarına Yansıyan Şekliyle Türk Kültüründe Hayat ve Ölümle İlgili Bazı Değerlendirmeler, İslami Araştırmalar Dergisi, C.14 S.3-4 Ankara. KARAKOÇ, S. (1970), Edebiyat Yazıları II, Diriliş Yayınları, İstanbul KISAKÜREK, N. Fazıl (2013), O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul. KISAKÜREK, N. Fazıl (2005), Çile, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. KISAKÜREK, N. Fazıl (2007), Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul. Kur’an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an-ı Kerim Portalı, http://kuran.diyanet.gov.tr/Kuran.aspx#51:49 Erişim Tarihi: 17.04.2015 SARIÇİÇEK, M. (2008), Şehriyar’a Selam Haydar Baba’ya Selam’ın Ontolojik Tahlili International Periodical For the Languages, Literature and SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Necip Fazıl’ın “Karacaahmet” Şiirine Ontolojik Bir Yaklaşım Denemesi 169 History of Turkish or Turkic Volume 3/7 Fall Doi Number :http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStudies.519 Ankara. TÖKEL, D. Ali, (2003),“Anlama Götüren Kilometre Taşları: Divan Şiirini Redifine Göre Yorumlamak”, Yom Sanat, S.11( Mart-Nisan), Adana Toker Yayınları Edebi Heyeti (2003), Necip Fazıl Kısakürek, Toker Yayınları, İstanbul. Türkçe Sözlük (2011), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara. TUNALI, İ. (2011) Sanat Ontolojisi, İstanbul: Remzi Kitabevi. TUNALI, İ. (2012) Estetik, İstanbul: Remzi Kitabevi ULUCAN, M.(2006), “Nedim’in Bir Gazelinin Şerhi ve Yapısal. Açıdan İncelenmesi” Fırat Ünv. Sosyal Bilimler Dergisi. Cilt: 16, Sayı: 1, Elazığ. YETER, G. Belkız (2010), Ontolojik Analiz Metoduyla Yunus Emre’nin Bir Şiirinin İncelenmesi, Mukaddime Dergisi, S.3 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 ULUSLAR BİRLİĞİ’NDEN AVRUPA BİRLİĞİ’NE AVRUPA’NIN EVRENSEL TOPLUM İDEALİ VE TÜRKİYE Yusuf Çınar1 Özet: Bu makale, Avrupa toplumunun kimlik, Hristiyanlık, Avrupalılık gibi kültürel değerlerini ön plana çıkararak Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı çıkmalarının evrensel toplum ideali ile ne kadar uyuştuğunu ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, AB’nin neden evrensel toplum idealinin mikro örneği olduğu tartışılmakta ve geliştirdiği evrensel ilkeler üzerinde durulmaktadır. Bu bağlamda makalede, Türkiyesiz bir AB’nin evrensel topluma ne kadar ulaşabileceği konusu tartışılmaktadır. Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda toplumlarının Türkiye’nin AB üyeliğine bakış açıları ele alınmaktadır. Bu ülkelerin sağcı siyasi parti liderlerinin Türkiye karşıtı söylemleri üzerinde durulmaktadır. Ayrıca bu söylemler evrensel toplum bakış açısından değerlendirilmekte ve siyasal sürece nasıl yansıdığı analiz edilmektedir. Türkiye’nin AB üyeliği, AB üye devlet toplumlarının evrensel toplum idealine ulaşmasında en önemli basamak konumundadır. Anahtar Kelimeler: Kozmopolitanizm, Türkiye, Avrupa Birliği, Ulusal Birlik. FROM THE UNITY OF NATIONS TO THE EUROPEAN UNION: THE EUROPE'S COSMOPOLİTANİSM IDEAL AND TURKEY Abstract: This article reveals that how the European society's opposing to Turkiye's EU membership runs in with the idea of Cosmopolitanism by emphasizing cultural values as identity, Christianity, Europeanness. In other words, why the EU is a micro example of the idea of Cosmopolitanism is discussed and the universal principles it has developed are focused on. In this context, the subject of how much a EU without Turkiye can reach the Cosmopolitanism is discussed in the article. The perspectives of Germany, France, Austria, the Netherlands societies about Turkiye's EU membership are discussed. Anti-Turkiye rhetorics of right-wing political party leaders of these countries are examined. In addition, these discourses are assessed through the perspective of the Cosmopolitanism and how they reflect to the political process are analyzed. Turkiye's EU membership is the most important step of the EU member state societies' achieving the idea of Cosmopolitanism. Key Words: Cosmopolitanism, Turkey, the European Union, the National Union 1 Arş.Gör., Selçuk Üniversitesi, İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected] Yusuf Çınar 172 Giriş Kozmopolitanizm antik Yunan’dan günümüze kadar birlikte var olma ideali üzerine gelişen bir süreçtir. Kozmopolitanizm kelimesi iki kavramdan türemiştir. Kosmos kavramı eski Yunan’da dünya veya düzen anlamına gelmektedir. İkinci kavram ise polis kavramıdır. Polis, şehir veya şehir devleti anlamına gelmektedir. Evrensel toplum kavramını ilk kullanımı M.Ö 300 yılında Stoacı filozof Zeno’nun evrensel şehir düşüncesiyle günümüze kadar evirilmiştir.2 Bu dönemde bir bakıma yerel şehirlere karşı bir tepki olarak evrensel şehir düşüncesinden bahsedilmiştir.3 Kozmopolitanizm kavramının karakteristik özelliğinde iki önemli unsur bulunmaktadır: Kilise ve Roma İmparatorluğu. St. Augustine’nin evrensel din birliği ideali evrensel toplum olgusuna kiliseden bir bakışı ifade etmekle birlikte, Ortaçağ dönemi dikkate alındığında kilisenin sistemin düzenleyici unsuru olduğu unutulmamalıdır.4 Öte yandan Hristiyan Avrupa’yı bir arada tutan diğer bir ana unsur Roma İmparatorluğu’dur.5 Kilise ve Roma İmparatorluğu; Ortaçağ Avrupa siyasal sistemine şekil vermiştir. Avrupa’yı birleştiren bu iki unsur kozmopolitanizm’in (evrensel toplum) uygulamasında en ilkel görünüm şeklindedir. Bundan dolayıdır ki, Hristiyanlık ve Roma İmparatorluğu günümüzde Avrupa toplumunun siyasal, kültürel alışkanlıklarını şekillendiren önemli bir olgudur. O kadar ki Westfalya öncesinde birleşik bir Avrupa’nın var olduğu düşüncesi6, bugün Avrupa’da evrensel toplum idealini besleyen en önemli temel öğedir. Stoacı evrensel toplum anlayışı, Antik Yunan’dan günümüze siyasi felsefe düşüncesini şekillendirmiştir. Bu bağlamda Stoacı anlayış bütün insanlığın ortak akıla sahip olduğunu, ortak değerlere ve ortak kadere sahip olduğunu belirtmektedir.7 Tüm bu ortak değerlerin kültürel farklılığa rağmen, gerçekleştiğinin altını çizmektedir. Buradan hareketle evrensel toplum kavramı 2 Athena S. Leoussi, Encyclopaedia of Nationalism, Transaction Publishers New Brunswick (U.S.A.) and London ( U.K.), 2011, s. 34. 3 Ibid., s. 37. 4 Ibid., s. 35. 5 David Held, “Democracy: From City States to a Cosmopolitan Order”, http://www.polity.co.uk/modelsofdemocracy/docs/democracy-essay.pdf, (Erişim Tarihi: 26.05.2013), s. 18. 6 Held, “Democracy: From”, s. 28. 7 Otto Spijkers, “the European Society for Research in Ethics, and the British Society for the Study of Christian Ethics on ‘Political Ethics and International Order”, Conference of Societas Ethica, 23 - 27 August 2006, Wadham College, Oxford, s.4. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 173 çatı bir kavramdır8; birlikte yaşarken toplumlar arasında gelişen ortak davranış kalıplarını ve tepkilerini de kendi içinde ortak değerler olarak yoğurur. Aydınlanma ise evrensel toplum kavramına yüzyılın değişim dinamiklerini yerleştirmiştir. Öyle ki Kant, evrensel toplum idealinin cumhuriyet rejimiyle yönetilen egemen devletlerin kendi aralarında gönüllü olarak bir araya gelmesiyle oluşacağını iddia etmiştir.9 Kant insanlar arasında bir uyum olduğuna inanır ve toplumların ihtiyaçları sonunda ortaya çıkan devletlerinde bu uyumu sürdürebileceğine inanır. Bu yönüyle Kantçı evrensel toplum anlayışı, Stoacı evrensel toplum anlayışının günümüzdeki halefi konumundadır.10 Başka bir ifade ile evrensel toplum ne sadece antik Yunan’ın ne de tam anlamıyla aydınlanmanın ürünüdür. Hem antik Yunan hem de aydınlanma dönemi, evrensel toplum düşüncesine katkıda bulunmuştur.11 Evrensel tolum anlayışı birlikte var olmak için zorunluluklar ve kurallar meydana getirir ve bu sürecin ortak düzenle sonuçlanacağı iddia eder. Stoacı evrensel toplum kavramının fiiliyatta makro örneğini Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler Oluştururken, mikro örneğini Avrupa Birliği (AB) oluşturmaktadır.12 Evrensel toplum düşüncesine en önemli eleştiri, liberal milliyetçilerden gelmektedir. Liberal milliyetçiler için evrensel toplum devletlerin gizli emperyalist amaçlarını gerçekleştirebilmesi için küresel baskıdan başka bir şey değildir. Başka bir ifade ile liberal milliyetçilere göre, evrensel toplumun görevi emperyal elitlerin yayılmalarına yardımcı olmaktır. Liberal milliyetçiler, evrensel toplumun batılılaşma ile eşit tutulmasını eleştirmektedir. O kadar ki liberal milliyetçiler, SSCB’nin Sovyet insanı yetiştirme projesinin evrensel toplum idealinin vermiş olduğu bir fikir olduğunu iddia etmektedirler.13 Liberal miliyetçilere göre, evrensel toplum homojenleşme anlamına gelmektedir. Evrensel toplum idealine bir diğer önemli eleştiri Barry Buzan tarafından 8 Evrensel toplum kavramı sadece Stoacı anlayıştan oluşmamaktadır. Cynic evrensel toplum anlayışı, Stoacı evrensel toplumun tam zıttı konumundadır. Cynic evrensel toplumda dünya vatandaşı olan bir birey tamamen özgür sayılır ve bir nevi sınırları yoktur. Bu noktada Stoacı ve Cynic evrensel toplum arasındaki fark daha da anlaşılmaktadır. Çünkü Stoacı evrensel toplum bir arada kalmayı bir hukuki düze bağlarken Cynic evrensel toplum anlayışı toplumdan ziyade bireyin yapabileceği çerçeve sunmaktadır. Spijkers, “the European Society”, s. 5. 9 Ibid., s. 7. 10 Ibid., s. 8. 11 Spijkers, “the European Society”, s. s.2. 12 Spijkers, “the European Society”, s. 14. Ayrıca Bakınız: Semin Suvarierol, Senem Aydin Düzgit, “Limits of Cosmopolitanism? European Commission Officials on the Selves and Others”, Alternatives: Global, Local, Political, Vol.36, No. 155, 2011, s. 155. 13 Leoussi, Encyclopaedia of Nationalism, s. 38. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 174 yapılmıştır. Buzan’a göre, dünya toplumu kavramı kuramsal bir “çöplük” olarak kullanılmış ve yeterince geliştirilmemiş bir idealdir. Bu ifadeleri kullanan Buzan, Kantçı bir dünya’nın kurulmasının Hobbesçi bir dünya kurulmasından daha zor olduğunu belirtmektedir.14 Buzan bu yorumuyla Evrensel toplum idealinin uygulamada başarılı olma şansının çok zor olduğunu ifade etmektedir. Aslında İngiliz Okulu içerisinde de evrensel toplum düşüncesine karşı geliştirilen en önemli eleştiri evrensel toplum fikriyatının altında homojenleştirmenin yattığı iddiasıdır.15 Evrensel topluma en büyük eleştiri homojenleşme fikri baz alınarak yapılmaktadır. Bu bağlamda evrensel toplumun mikro örneği olarak varsayılan AB’nin farklılıklar içinde bir olmak cümlesinden hareketle, kültürleri tekleştirmekte midir sorusu cevabını aramaktadır. Kültürel, dinsel bağlamda AB’ye üye devletlerden farklı bir ülke olan Türkiye’nin AB üyelik serüveninde Avrupa toplumunun geliştirmiş olduğu “bizden farklılar korkusu” evrensel toplum ideali ile çelişmektedir. Buradan hareketle bu makale, AB üyesi olan Almanya, Fransa, Avusturya ve Hollanda’daki sağ parti liderlerinin Türkiye karşıtlığını ele almaktadır. Bu makalenin amacı Avrupa toplumunun kimlik, Hristiyanlık, Avrupalılık gibi kültürel değerleri ön plana çıkararak Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı çıkmalarının evrensel toplum ideali ile ne kadar uyuştuğunu ortaya koymaktır. Bu bağlamda makale, Türkiyesiz bir AB’nin evrensel topluma ne kadar ulaşılabileceği konusunu tartışmakta, evrensel değerler üzerinde durmaktadır. Bununla birlikte AB içerisinde üye ülkelerin Türkiye’ye toplumsal bakışları ele alınarak siyasal sürece nasıl yansıdığı analiz edilmektedir. Makale iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde AB’nin neden evrensel toplum idealinin mikro örneği olduğu tartışılmakta ve geliştirdiği evrensel ilkeler belirtilmektedir. Makalenin ikinci bölümünde Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda toplumlarının Türkiye’nin AB üyeliğine bakış açıları ele alınmaktadır. Bu ülkelerin sağcı siyasi parti liderlerinin Türkiye karşıtlığı söylemleri üzerinde durulmaktadır. Ayrıca bu söylemler evrensel toplum bakış açısından değerlendirilmektedir. AB’nin Evrensel Toplum İdeali ve Geliştirilen Kriterler 14 Barry Buzan, From International to World Society? English School Theory and the Social Structure of Globalisation, Cambridge University Press, UK, 2004, s. 118. 15 Ibid., s. 97. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 175 İlk zamanlardan beri Antropologlar farklı etnik grupların aynı yerde yetişmesinin benzer kültürel özellikler meydana getireceğini belirtmektedir.16 Avrupa toplumu ortak bir yaşam alanına, benzer bir kültüre sahiptir. Başka bir deyişle, Avrupa toplumu tarih boyunca hayatta kalmak için ortak çabalar göstermiş birbirine bağımlı toplumsal gruplardan oluşmaktadır.17 II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı devletler önce Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu olarak sonrasında ise Avrupa Ekonomik Topluluğu adı altında örgütlenmiştir. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta topluluk kavramının her iki oluşumda da kullanılmış olmasıdır. Topluluk kavramının buradaki kullanımı kültürel benzerlik ile yakından ilişkilidir. Bu bağlamda Avrupa, benzer yaşam tarzlarına sahip toplumların yaşadığı bir kültür alanı görüntüsündedir. Şöyle ki Avrupa’nın sınır neresidir sorusu, Türkiye’nin üyelik sürecinde sıkça gündeme gelmektedir. Bu sorunun cevapsız kalması veya AB’nin stratejik çıkarına göre değişebileceği fikride bir nevi buradan çıkmaktadır. Avrupa kültür alanı ancak AB’nin olmazsa olmaz menfaatleri sonucunda sınırını genişletebilir veya AB statükocu davranabilir. Avrupa kavramı, tarih boyunca siyasal/stratejik bir kavram olmuştur. Ortaya atılan farklı projelerin altında farklı ulusal kaygılar ve amaçlar yer almıştır. Bu bağlamda Fransa başkanı De Gaulle’ün Avrupa’yı Atlantik’ten Ural’lara kadar olan bölge olarak ilan etmesinin temel sebebi, Fransa önderliğinde ABD’den bağımsız bir Avrupa yaratma isteğidir.18 AB sınırlarının bütün ülkelere açık olmaması, liberal milliyetçilerin dile getirdiği üzere evrensel toplum ideali altında AB çekirdek ülkelerin çıkarlarının yatması, evrensel toplum ideali ile emperyalist bir baskı mı kurmak istediği kuşkusunu akıllara getirmektedir. Tam bu noktada Türkiye’nin AB’ye adaylık süreci bir başka sorununda dile getirilmesini sağlamıştır. AB, Kant’ın belirttiği gibi egemen devletlerin gönüllü olarak bir araya geldikleri bir birlik midir yoksa aynı kökene sahip, aynı dili konuşan, aynı kültürel mirası paylaşan bir uluslar birliği midir? AB’nin egemen devletlerin gönüllü olarak bir araya geldiği bir birlik görünümü çizmesi evrensel toplum idealine daha yakın bir durumdur. Fakat AB üye 16 William A. Havilland et. Al., Kültürel Antroploji, Çev. İnan Deniz, Ergüvan Sarıoğlu, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2008, s. 321. 17 Ibid., s. 104. 18 Haluk Özdemir, Avrupa Mantığı Avrupa Bütünleşmesinin Teori ve Dinamikleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 132. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 176 devletlerinin kristalleşmiş kültürel değerlerden hareket ederek Türkiye’nin19 üyeliğine karşı çıkması, evrensel toplum idealinden AB’nin uzaklaşması anlamına gelmektedir. Çünkü evrensel toplum ideali egemen devletlerarası ilişkileri düzenlemekte ve evrensel hukuk kurallarını ön plana çıkartmaktadır. Bu noktada AB’nin üyelik kriterleri olarak bilinen Kopenhag Kriterleri, Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda, AB’nin evrensel toplum idealinin hukuksal bir seviyede çerçevesini oluşturmaktadır. Kopenhag Siyasi Kriterleri; demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını birinci plana koyarak evrensel toplum idealinin değerlerini açıklamıştır. Kopenhag Kriterleri getirmiş olduğu uyum kıstası ile AB müktesebatının tam olarak benimsenmesini istemiştir.20 Avrupa Topluluğu’nun Maastricht Antlaşması ile Avrupa Birliği adını alması AB için dönüm noktası olmuştur. Maastricht Antlaşması, AB’nin uluslar birliği olmaktan daha çok egemen devletlerin bir araya gelerek bir devlet yaratma girişiminin en önemli adımı olmuştur.21 Soğuk Savaşın sona ermesiyle, Soğuk Savaş döneminde Avrupa devletlerinin bir araya gelmesindeki temel teşvik edici unsur olan tarihsel miras ve kültürel benzerlik, Avrupa Birliği devletleri üzerindeki etkisini azaltmıştır. Avrupa Toplumu’nda ise tarihsel miras ve kültürel benzerliğin birleştirici etkisi devam etmektedir. Bundan dolayıdır ki Avrupa Ekonomi Topluluğu, uluslar birliğini andıran topluluk ismini kullanmaktan vazgeçmiş yerine daha çok devletleri vurgulayan birlik kelimesini kullanmaya başlamıştır. Özetle Maastricht Antlaşması vasıtasıyla daha bütünleştirici bir kavram olan Avrupa vatandaşlığından bahsedilmiştir. Böylece AB, bütünleşmiş bir federasyona yani devlete benzemeye başlamıştır.22 Mikro düzeyde dünya vatandaşlığının bir boyutu olabilecek hukuki adım AB tarafından Avrupa vatandaşlığı ile atılmıştır. Bunun akabinde bütün üye devletlerin hukuki çerçevesini çizmeyi hedefleyen anayasa girişimi ise tam olarak sonuçlanmamıştır. Post modern dönemde ulus devletin zayıfladığına dair iddialara rağmen, taslak anayasa metinlerinde üye devletlerin egemen statüsü 19 AB ülkelerinin bazılarının Türkiye’nin AB’nin bir parçası olmadığı iddialarına karşı, Türkiye Avrupa kültürünün ve değerlerinin bir parçası olduğunu dile getirmektedir. Türkiye’nin AB’nin bir parçası olduğuna dair iddiaları Türkiye’nin AB’nin evrensel toplumun bir örneği olduğu iddiasına inancını göstermektedir. Geniş bilgi için bakınız: Özdemir, Avrupa Mantığı, s. 120. 20 Kopenhag Kriterleri için bakınız: http://www.kamudenetciligi.gov.tr/contents/files/752d1-Kopenhag-Kriterleri.pdf, (Erişim Tarihi: 28.05.2013). 21 Nicholas Moussis, Avrupa Birliği Politikalarına Giriş Rehberi, Çev. Ahmet Fethi, Mega Yayınları, İstanbul, 2004, s. 28. 22 Özdemir, Avrupa Mantığı, s. 339. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 177 korunmaktadır. Öyle ki Avrupa Anayasası’nın en önemli özelliği, AB’nin devletler birliği olduğunu vurgulamasıdır.23 Buna rağmen AB üyesi ülkelerin egemenlik ile ilgili endişeleri giderilememiştir. Örnek vermek gerekirse AB Anayasası’na ret kampanyası düzenleyen platformlar, Anayasayı neden ret etmeleri gerektiğini açıklarken bu Anayasa ile milli meclislerin söz hakkının azaldığı için hayır oyu vermeleri gerektiklerini belirtmişlerdir.24 Avrupa Birliği bütün üye ülkelerin benimseyeceği bir Anayasa girişimi ile AB’nin Kant’ın evrensel toplum idealine hukuki mecrada daha da yaklaştığı ifade edilebilinir. Fakat Avrupa Anayasası’nın üye devletlerin çıkar dengesine göre değiştirilmesi, tüm Avrupa toplumlarını kucaklayan bir Anayasa olmadığını göstermektedir25. Anayasa’nın Hollanda ve Fransa’da reddedilmesi26, evrensel toplumunun önemli bir ilkesi olarak varsaydığımız bu adımın AB üyesi devletlerin bir bölümünün gönüllü ve istekli olarak desteklemediğini göstermektedir. Yukarda anlatıldığı üzere, kurumsal anlamda AB, evrensel toplumun bölgesel nitelikte temsilcisi konumundadır. Tablo-1 AB Üye ülkelerine Göre AB’yi Temsil Eden Değerler DEĞERLER YÜKSEK ORAN 15 AB ÜYE ÜLKE ORTALAMASI DÜŞÜK ORAN Barış %57 İsveç, %50 Yunanistan %38 %27 İngiltere, %32 İspanya, Portekiz İnsan Hakları %39 İrlanda, Fransa, Danimarka, %36 %25 Portekiz, %30 İspanya 23 A. Füsun Arsava, “Avrupa Anayasasının Spesifik Unsurları”, Rasim Özgür Dönmez, Gökhan Telatar (ed), Küreselleşen Dünyada Avrupa Birliği, Phoenix Yayınları, Ankara, 2008, s. 15. 24 Why we say no – 10 reasons, http://www.europesaysno.org/why_we_say_no.html , (Erişim Tarihi: 28.05.2013). 25 Arsava, “Avrupa Anayasasının”, s.33 26 Fransız Halkı Yapılan referandumda %55’e karşı %45 oranında hayır oyu ile AB Anayasasını reddetmiştir. Bakınız: Hans-Jürgen Schlamp, “France Rejects EU Constitution: Europe is Moving Ahead -- But Where's it Going?”, http://www.spiegel.de/international/france-rejectseu-constitution-europe-is-moving-ahead-but-where-s-it-going-a-358306.html, (Erişim Tarihi: 28.05.2013). Hollanda Halkının %61.6 AB Anayasasının reddedilmesi yönünde oy kullanırken %38.4 AB Anayasasını onaylamıştır.Bakınız: “Dutch say 'No' to EU constitution”, http://news.bbc.co.uk/2/hi/4601439.stm, (Erişim Tarihi: 28.05.2013). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 178 Almanya Demokrasi %36 İspanya, %34 İsveç, Belçika, Danimarka, Almanya %30 %22 Lüksembourg, %23 İngiltere Hukuk Kuralları %37 Hollanda, %32 Finlandiya %23 %14 Lüksembourg, %16 Portekiz,Fransa Diğer Kültürlere Saygı %25 Fransa, %22 Finlandiya %19 %8 Avusturya, %9 İspanya İnsan Yaşamına Saygı %27 İrlanda,, %21 İtalya, Lüksembourg, Portekiz %17 %8 Hollanda, %9 Danimarka Fikrim Yok %23 İngiltere, %20 Portekiz %16 %9Yunanistan, %11 İtalya Dayanışma %20 Belçika, %17 İsveç, Portekiz, Fransa, Almanya %15 %9 Finlandiya, %11 Danimarka Bireysel Özgürlük %21 Avusturya, %18 İrlanda %13 %7 Hollanda, %8 Danimarka, Eşitlik %23 İrlanda, %16 İngiltere, Yunanistan %13 %8 İsveç, %9 Fransa Hoşgörü %13 Belçika, %12 Almanya, İspanya %10 %3 Yunanistan, %5 İsveç Kendini Gerçekleştirme %12 Yunanistan, %6 Avusturya %5 %3 Portekiz, İtalya, Lüksemburg SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 179 Bunlardan Hiçbiri %6 Fransa, Danimarka %3 %0 İrlanda Din %5 Yunanistan, Avusturya, %4 İngiltere, İsveç %3 %2 İspanya Belçika, Fransa, Lüksemburg, Danimarka, Finlandiya Kaynak: Nesrin Demir, Avrupa Birliği’nde Demokrasi, Seçkin Yayınları, Ankara, 2007, s. 144. AB üyesi devletlerin toplumları Tablo-1’de gösterildiği üzere barış, demokrasi, insan hakları, hukuk kurallarını AB’nin ortak değerleri olarak kabul etmektedir. Bu göstermektedir ki AB’nin kurumsal değerlerinin toplumsal bağlamda da desteklendiğini göstermektedir. AB kurumsal olarak farklı üye ülke kültürlerinin hoşgörülü birlikteliğini göstermektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin üyeliğine karşı olan Fransız ve Avusturya toplumu bu verilere göre diğer kültürlere en çok saygı duyan toplum konumundadır. Tablo-1’de belirtildiği üzere Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olan Almanya’da en hoşgörülü AB ülkeleri arasında bulunmaktadır. Türkiye’yi kimlik ve değerlerden hareketle Avrupalı olarak görmeyen bazı AB ülkeleri, dini yani Hristiyanlığı AB’yi temsil eden bir değer olarak görmemektedir. Avusturya toplumunun sadece %4’ü, Fransa’nın ise sadece %2’i din unsurunu AB’yi temsil eden bir değer olarak görmektedir. Buradan anlaşılacağı üzere AB kurumsal ve toplumsal olarak evrensel değerleri benimsemiş gibi görünmektedir. Fakat Türkiye’nin AB üyeliği söz konusu olduğunda Türkiye’ye karşı farklı tepkiler meydana gelmektedir. Bu bağlamda AB Komisyon’unda görevli yetkililer, Türkiye’ye Avrupa Toplumu’nun sıcak bakmamasının sebebini kültürel ve dinsel farklılık olarak görmektedir.27 Örneğin Avrupa toplumunda din unsuru kendi içinde daha az öneme sahipken söz konusu öteki yani Türkiye olduğu zaman din Avrupa’nın en önemli karakteristik özelliği olmaktadır. AB’ye üye devletlerin toplumlarının Türkiye’nin üyeliğine kaşı çıkmaları evrensel normlardan ziyade kültürel ve tarihsel sebeplere dayanmaktadır. Bu noktada denilebilinir ki AB toplumunun büyük bir bölümü, Avrupa Birliği toplumundan daha çok uluslar birliği toplumunu yansıtmaktadır. İncelendiği zaman AB’ye üye devletler 27 Suvarierol ve Düzgit, “Limits of Cosmopolitanism?”, s.163. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 180 egemenliklerini Konsey’de gösterebilmektedir. Öyle ki AB, en önemli kararlarını genişleme dâhil olmak üzere Konsey’de ve önemli zirvelerde almaktadır.28 Avrupa Birliği gittikçe bütünleşen örgütlenme yapısında tek tipleşmenin önüne, egemen devletlerin AB karar süreçlerine dâhil edilmesiyle geçmiştir. Avrupa toplumu içinse aynı şeyleri söylemek çok zor görünmektedir. Çünkü kültürel ve tarihsel anlamda AB’nin içinde benzer kültürlerin yer alması birlik içerisinde toplumsal bazda tek tipleşmenin önüne geçecek oto kontrol mekanizmasının olmaması sonucunu getirmiştir. İlginç olan o ki, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan bazı AB üyesi ülke toplumları, Kopenhag Kriterleri’nden daha çok Türkiye’nin Avrupa uygarlığından olmadığını, kültürel olarak farklı olduğunu, faklı bir dine mensup olduğunu ve Osmanlı korkusunu vurgulamaktadır.29 Bu bağlamda aşağıdaki bölümde Avrupa Birliği üye devletlerinin Türkiye’ye karşı olma sebepleri ele alınacak ve bu sebeplerin evrensel toplum ilkesi ile uyuşup uyuşmadığı tartışılacaktır. Türkiye’nin AB Üyeliğine Üye Ülke Toplumlarının Tepkilerinin Değerler Üzerinden Analizi Avrupa toplumunun ötekileştirdiği Türk imajı tarihsel olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Bir nevi eski çağlarda Roma, Avrupa’yı bütünleştirmiş daha sonra ise Ortaçağ’da Hristiyanlık Avrupa’yı birleştirmiştir. Fakat Avrupalılar, Türkleri bu birliği bozacak bir güç olarak algılamışlardır. Başka deyişle Avrupalı bir vatandaş, tarihsel sürece baktığı zaman kendisinin siyasal olarak genişlemesine tarihi boyunca ket vuran “siyasal bir güç olarak” Türkleri karşısında bulmaktadır.30 Aslında savaş sonrasında kurulan örgütlü birleşik Avrupa, Türkiye’nin bu birliği reddetmeyip katılma isteği ile kontrpiyede kalmıştır. Bundan dolayıdır ki AB, kurumsal anlamda Türkiye’de dönüşümler sağlarken, toplumlar arasında aynı etkileşim yakalanamamıştır. Tarihsel anlamda Avrupa toplumu öteki olarak içselleştirdiği Türk toplumunu Ankara Antlaşması ile evrensel toplum ilkelerinin kurumsal işleyişine uygun bir şekilde Türkiye’yi sürece dâhil etmiştir. Fakat Avrupa toplumunun öteki imgesi Türkiye üzerinde hala devam etmektedir. Türkiye’nin AB macerasında yaklaşık yarım yüzyıl geçmesine rağmen, Türkiye ancak 1999 yılında aday ülke statüsüne 28 Özdemir, Avrupa Mantığı, s. 386. Nicolas Monceau, “Fransa”, Sait Akşit, Özgehan Şenyuva, Çiğdem Üstün (ed), Avrupa Birliği Ülkeleri’nden Türkiye’nin Üyeliğine Bakış, Avrupa Çalışmaları Merkezi, ODTÜ, Ankara, 2009, s. 14. 30 İrfan Çiftçi, Avrupa’da Türk İmgesi: Olduğu gibi Görünemeyen, Göründüğü gibi Olmayan Korkunun Efendileri: Türkler, Orhan Gökçe, Uğur Demiray, Edibe Sözen, Türkiye’nin ABD ve AB Denklemi, Çizgi, Konya, 2006 s. 349. 29 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 181 kavuşmuştur. Bu gelişmeye rağmen, Avrupa Toplumu Türkiye’yi sindirememiştir. Bir bakıma tarihsel süreçte Türkler hakkında olumsuz imgeler kullanan kanaat önderleri Türkler hakkında olumlu imgeler kullanan Avrupalı yazarlara göre daha ön planda olmuştur. Bu bağlamda Martin Luther Türklerden tanrının gazabı olarak bahsederken, Pierre Loti, Türklerden vicdanlı insanlar olarak bahsetmektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi Türkler üzerine kötü imgeler yükleyen aydınlar, toplumlarının Türk algıları üzerinde daha başarılı olmuştur. Tarih bu bağlamda çelişkileri de beraberinde getirmektedir. I. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya’nın ittifak yapmıştır. Bu ittifak esnasında Avrupa toplumu, Osmanlı Avrupalı değil veya Türkler Viyana’yı alacak tartışmalarını yaşamamıştır.31 Avrupa’nın bu ittifakı benimseme sebebi, siyasi sebeplerden kaynaklanmaktadır. Bugün Avrupa’nın sınırı neresidir tartışmasının geçmişteki cevabı burada yatmaktadır. Avrupa’nın sınırı ve Türklerin Avrupa toplumlarınca kendi birliklerinin bir parçasıymış gibi kabul edilmemeleri AB’nin ilerleyen dönemlerde şekillendireceği siyasi çıkarları ile yakın alakalıdır. Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye Avrupa Birliği üyeliği yolunda aday ülke statüsüne kavuşmuştur ve Ekim 2005’te üyelik müzakereleri sürecine başlamıştır. Kasım 2005’te Almanya’da iktidara gelen Şansölye Angela Merkel Türkiye için tam üyelikten ziyade imtiyazlı bir ortaklığın savunucusu olmuştur. Bu yaklaşım Mayıs 2007’de Fransa’da Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy tarafından da önce seçim kampanyası sırasında, sonra da Cumhurbaşkanlığı görevi esnasınca sürdürülmüştür. İki ülke liderlerinin kullandığı dil, Türkiye’ye yönelik tavırların sertleşmesine sebep olmuştur. Bu durumda liderlerin toplumu yönlendirmesi, toplumların liderleri yönlendirmesi karşılıklı olarak birbirinden beslenmektedir. Avrupa Birliği, kendisini tanımlarken belirttiği üzere, kültür çeşitliliği evrensel toplumun önemli bir örneği konumundadır. AB’nin bir arada birçok kültürün beraber varlığını sürdürmesi evrensel toplum ideali olarak belirtilmektedir.32 Tablo-2 Türkiye’nin AB’ye Üyeliğine Üye Devlet Toplumlarının Bakışı 31 Ibid., s. 360. Suvarierol ve Senem Aydin Düzgit, “Limits of Cosmopolitanism?”, s.156. 32 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 182 ÜLKELER DESTEKLEYENLE R DESTEKLEMEYENLE R TOPLAM AB-25 31 55 -24 AB-15 29 57 -28 YENİ ÜYE OLAN 10 ÜLKE 38 44 -6 İSVEÇ 48 41 7 İSPANYA 40 33 7 POLONYA 42 37 5 PORTEKİZ 40 38 2 MALTA 39 40 -1 MACARİSTAN 41 43 -2 İNGİLTERE 38 42 -4 SLOVENYA 49 55 -6 İRLANDA 33 40 -7 HOLLANDA 41 52 -11 LETONYA 31 51 -20 LİVANYA 27 50 -23 BELÇİKA 36 60 -24 ESTONYA 27 53 -26 DANİMARKA 33 59 -26 ÇEK CUMHURİYET İ 30 57 -27 SLOVAKYA 28 56 -28 İTALYA 27 57 -30 FİNLANDİYA 31 64 -33 FRANSA 21 68 -47 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 183 YUNANİSTAN 29 79 -50 ALMANYA 21 74 -53 LÜKSEMBURG 19 74 -55 KIBRIS 16 80 -64 AVUSTURYA 11 80 -69 KAYNAK: Antonia M. Ruiz-Jiménez , José I. Torreblanca, “European Public Opinion and Turkey’s Accession Making Sense of Arguments For and Against European Policy”, Institutes Network, Working Paper, May 2007, s. 8. Tablo-2’de gösterildiği gibi Türkiye’nin AB üyeliğine Fransız toplumu karşıdır. Eylül 2006 yılında yapılan kamuoyu yoklamasında Türkiye’nin gelecekte AB üyesi olmasına Fransız toplumunun %69’u karşı çıkmaktadır. Fransız toplumu Türkiye’yi kültürel, siyasi ve iktisadi bir tehdit olarak görmektedir. Özellikle Türkiye’nin nüfus potansiyeli Fransız toplumunda göç korkusunu beraberinde getirmektedir. Bununla birlikte Fransız toplumu Türkiye’nin AB’ye üye olması ile beraber Türklerin Fransa’ya göç etmesinden korkmakta bir bakıma Türk istilası toplumun en büyük korkusu durumundadır.33 Fransa'da liderliğini Philippe de Villers'in yaptığı aşırı sağcı parti "Fransa Hareket Birliği" (MPF), 2007 yılında Türkiye'nin AB üyeliğine toplumsal direnişin sağlanması için imza kampanyası başlatmıştır34. MPF bir siyasi parti olarak Türkiye’nin Avrupa değerlerine karşı olduğunu belirtmektedir. Fransa'nın önde gelen kamuoyu araştırmaları kuruluşu BVA, Fransa’da AB Anayasa referandumu öncesinde yaptığı ankette, Türkiye’nin AB'ye üyeliği konusunun, Avrupa Anayasası için oy kullanacak merkez sağ seçmenlerin olumlu tercihlerinde yaklaşık yüzde 15'lik düşüşe yol açtığını iddia etmiştir. Fransa’da Türkiye karşıtlığının yükselişte olduğu 2005 yılında yapılan referandum sonucu “AB Anayasası Türkiye yüzünden rededildi”görüşü birçok sağcı siyasetçi tarafından dile getirilmiştir.35 Türkiye faktörü seçimlerde 33 Suat Sezgin, “Avrupa’da Türkler”, Orhan Gökçe, Uğur Demiray, Edibe Sözen (ed), Türkiye’nin ABD ve AB Denklemi, Çizgi, Konya, 2006, s. 412. 34 “Fransa'da Türkiye'nin üyeliğine karşı imza kampanyası”, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7325703&tarih=2007-09-20 , (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 35 “Fransa'da AB Anayasası'nın kabulü Türkiye yüzünden tehlikeye girdi”, SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 184 özellikle milliyetçi muhafazakâr sağ partiler tarafından kullanılmaktadır. Fransız sağ milliyetçilerin hazırladıkları bildirilerde, Avrupalı yöneticilerin kamuoyunun isteğine karşı Türkiye’yi her geçen gün AB’ye yaklaştırdıklarını, bunun da ABD’nin dış politikası doğrultusunda gerçekleştiği iddia edilmektedir. Sokak bildirilerinin dışında “Türkiye’yi çizin” isimli bir de internet sitesi hazırlayan bu siyasi kesim, kampanyalarını sanal dünyada da devam ettirmişlerdir. Özellikle bankaların ATM makinelerine ve sokak köşelerine bırakılan özel bildirinin üzerinde “Herkesin yapabileceği kolay bir jest! Türkiye’ye Avrupa’da hayır. Avrupa halkının yüzde 65’i Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkıyor. Sesinizi duyurmak için paraların arka yüzündeki Türkiye haritasının üzerine kırmızı çizgi koyun. Kalemler ele!” şeklinde ifadeler yer almıştır.36 Fransız toplumunda sağ kesim Türkiye üzerinden propaganda yaparken, Fransa’nın Sarkozy dönemi Avrupa işlerinden sorumlu Bakan ean-Pierre ouyet 2007 yılında Türkiye’ye AB içinde "imtiyazlı ortaklık" verilmesi önerisini tekrar etmiştir37. AB içerisinde Hristiyan Demokrat38 ve Muhafazakar kesim medeniyetler çatışmasına inanmıyorsa imtiyazlı ortaklık Türkiye’ye neden teklif edilmek isteniyor, başka bir ifade ile bir ülkenin AB’ye üyeliğinde dinsel ve kültürel farklılık neden bu kadar çok gündeme gelmektedir39. İmtiyazlı ortaklığın dile getirilmesi yani Türkiye’ye farklı bir seçenek sunulması AB’nin evrensel toplum ilkesi ile çelişmektedir. Böyle bir öneri Ortaçağ döneminde İslam Dünyası ile Hristiyanlık Alemi arasında yaşanan çatışmanın devam ettiği izlenimi vermektedir. Oysaki Kant Ebedi Barışı ifade ederken sadece saldırgan durumların sonlanmasını vurgulamamaktadır. Bununla birlikte düşünce ve yaklaşım olarak da barışı kabullenmenin gerekliliğini vurgulamaktadır.40 Avrupalı siyasetçiler tarafından 11 Eylül sonrasında İmtiyazlı ortaklık kavramının Türkiye ile sıklıkla dile http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/fransada-ab-anayasasinin-kabulu-turkiye-yuzunden-tehlikeyegirdi-002966, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 36 “Fransa’da Türkiye’yi çizin Kampanyası”, http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/fransa-8217-da8216-turkiye-8217-yi-cizin-8217-kampanyasi-008292, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 37 “Fransa'dan Türkiye'ye yine 'imtiyazlı ortaklık' önerisi”, http://www.milliyet.com.tr/2007/05/22/son/sondun19.asp, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 38 Hristiyan Demokratlar hakkında geniş bilgi için bakınız: Group of the European People's Party (Christian Democrats) and European Democrats in the European Parliament, The Road to an Enlarged Europe 1993-2003, E P P - E D G r o u p in t h e E u r o p e a n pa r li a m e n t, Belgium, 2003, 39 İhsan Dağı, “Avrupa Birligi ve Türkiye: Nedenler ve Sonuçlar Üzerine”, Avrupa Birligi Sürecinde Türkiye, Ed. Erdinc Yazıcı, Celik-is Yayınları, Ankara, 2005, s. 51. 40 Enver Bozkurt, “Kant’ın Ebedi Barış Üzerine Denemesinin Günümüze Yansıması”, http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/BOZKURT.pdf, s. 504. Ayrıca Bakınız: Garrett Wallace Brown,”State Sovereignty, Federation and Kantian Cosmopolitanism”, European Journal of International Relations 2005, Vol.11, s. 496. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 185 getirilmesi AB’nin evrensel toplum idealini sekteye uğratan söylemlerin başında gelmektedir. Fransa İnsan Hakları Birliği (LDH) Başkanı Michel Tubiana, Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkanların büyük kısmının dini farklılıkları gerekçe gösterdiğini hatırlatmış, ''Fransa'da insan hakları savunucuları olarak bu refleksi desteklememiz mümkün değil'' diyerek Fransız toplumunun farklı dinlere saygı göstermesi gerektiği üzerinde durmuştur.41 Fransız toplumu Türklerin AB’ye üye olarak kendi asabiyet ruhunu bozacağına inanmaktadır. Özellikle sağ muhafazakâr partiler Fransa’da Türkiye’nin AB üyelik sürecini din farklılığı üzerinden okumaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere Fransız toplumunun Türkiye karşıtlığı evrensel AB değerlerinden ziyade kültürel ve dinsel farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Fransız toplumunun Türkiye’ye karşı çıkması, evrensel toplum ilkesinin gönüllü katılım unsuru ile ters düşmektedir. Başka bir ifade ile Türkiye, Fransız basınında ve toplumsal hafızada sürekli olarak öteki olarak vurgulanmaktadır. Fransızların bu tavrının kültürel çeşitlilik içerisinde birlik ilkesinin sadece Hristiyan toplumları için geçerli olduğu hissi yaratmaktadır. Avrupalı toplumlarca kültürel çeşitlilik içerisinde birlik ilkesi farklı bölgelerde farklı kültürel davranışlara karşı kendilerini koruyucu bir set olarak algılanmaktadır. Fransa ve Almanya gibi çoğu AB üyesi toplumların Türkiye’ye bakışını etkileyen en önemli öğelerden biri Fransa’da ve Almanya’da yaşayan Türk göçmenlerdir. Yabancıların Almanya’ya uyum konusu, Alman Focus dergisinde “çok kültürlülük” başlığı ile kapak olmuştur. Focus dergisine göre, Türklerin Almanya’ya uyum sağlayamadığı iddia edilmiştir.42 Buna karşın Hristiyan göçmenlerin toplumsal olarak Almanya’ya daha rahat adapte olduğu belirtilmiştir. Sonuç olarak, Türkler Almanya’da yaşamanın yolunu Almanlar gibi giyinen Almanlar gibi düşünen bir prototip oluşturarak sağlamıştır. Buradan hareketle şu tespiti yapabiliriz, AB üyesi devletler Türkiye’nin AB üyesi olması için kendi kültürlerine, yaşama biçimlerine, dünya görüşlerine daha yakın bir ülke modeli oluşturma çabasındadırlar. Bu bağlamda Belçika’da yayın yapan De Morgen gazetesi 10 Haziran 2003 tarihli sayısında göçmen Türkler için “Kırk 41 “Fransa Türkiye'yi tartışmaya devam ediyor...” http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/fransa-turkiyeyi-tartismaya-devam-ediyor--003784 (Erişim Tarihi: 07.06.2013)., Ayrıca Bakınız: “AB bir Hristiyan Kulubü mü?”, http://tr.euronews.com/2011/10/06/ab-bir-hristiyan-kulubu-mu/, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 42 Sezgin, “Avrupa’da Türkler”, s. 414. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 186 Yıllık Problemi” kutluyoruz başlığı altında Türklerin Avrupa’ya yabancı olduklarını altını çizmekle birlikte, Avrupa toplumu kendisinden kültürel ve dinsel olarak farklı olan bir toplumun 40 yıldır hala kendisine benzememesinden rahatsızlık duymaktadır.43 Bir bakıma AB üyesi bazı devlet toplumlarının Türkiye’nin AB’ye üye olmasına karşı çıkmasının en önemli sebeplerinden biri de Türk göçmenlerden hareketle Avrupa’nın Türkiyeleşeceği fobisidir. Avrupa toplumlarının Türkiye’ye karşı set koyması evrensel toplumun bir arada yaşama ilkesinin altını oymaktadır. Bu bağlamda Almanya'nın kadın piskoposlarından Margot Kassmann, AB'nin Türkiye'yle müzakerelere başlamasını değerlendirirken, "Ortak tarih ve ortak değerler sistemi, var olmak isteyen bir topluluk için temeldir" cümlesini kullanması oldukça manidardır. Mühin'te bir toplantıda konuşan Margot Kassmann, "Türkiye'nin AB'ye girişinde zorluklar var. AB'nin sınırları keyfi olarak değiştirilemez” şeklinde beyanat vermiştir.44 Kassmann Türkiye’nin AB’ye üye olma isteğini ortak değer anlayışı olmamasına bağlamaktadır. Kant bu noktada Kassmann’dan farklı düşünmektedir. Kasmann’ın ifadelerinden AB’nin sadece belli bir kültüre ve millete açık olduğu anlamı çıkmaktadır. Oysa Ebedi Barış’ın üçüncü maddesi, “dünya vatandaşlığı hukuku, evrensel bir misafirlik şartıyla sınırlandırılmalıdır” diyerek toplumları bir birine daha da yakınlaşmasını öngörmektedir. Kant, yeryüzünün belirli sayıda milletlere değil, bütün insanlığa ait olduğunu belirtmektedir. Evrensel toplum kimliklerin ortadan kalktığı bir totoliterlik değil, dünyanın belli milletlerin değil insanların tamamının yurdu anlamına gelmektedir45. Bu bize göstermektedir ki, AB üye ülke toplumlarının değerler üzerinden AB’ye kimlik vermesi, AB’nin evrensel toplum idealinin önünde engel olmaktadır. Avrupa Birliği iç sınırların kaldırılmasını başarmış ulus üstü bir yapılanmadır. Tek bir devletten vize alan AB üyesi ülke vatandaşı tüm ülkelere serbest dolaşım hakkı elde etmektedir. Fakat Türkiye, AB’ye üye olsa dahi Almanya, Fransa gibi üye ülkelerin Türklere serbest dolaşım hakkı verilmemesi gerektiğine dair önerilerde bulunması, AB’nin evrensel toplum idealini zedelemekte, Kant’ın evrensel toplum ilkesi ile uyuşmamaktadır. Çünkü evrensel toplumcu dünya vatandaşlığı ilkesi herkese eşit vatandaşlık statüsü sağlamayı amaç edinmektedir.46 Bu evrensel toplum ilkesinin aksine Türkiye’nin 43 Sezgin, Avrupa’da Türkler, s. 412. “Papaz: Türkiye'nin AB'ye girişi zor", http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/papaz-turkiyeninabye-girisi-zor-007815, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 45 Bozkurt, “Kant’ın Ebedi Barış” s. 516. 46 Alessandro Ferrara, “ 'Political' Cosmopolitanism and udgment”, European Journal of Social Theory, 2007 Vol. 10, No. 53, s. 57. 44 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 187 nüfus potansiyeli Fransa’yı anayasal değişiklik yapmaya zorlamıştır. Bu değişiklik, doğrudan Türkiye’yi işaret etmektedir. Çünkü Türkiye’nin nüfusu AB’ye tam üye olmayı bekleyen ve isteyen, Hırvatistan, Sırbistan, Makedonya ya da Karadağ’dan daha büyüktür. Bunlardan hiçbirinin nüfusu da “AB nüfusunun yüzde 5’ine” denk gelmemektedir. Böylece, tüm ülkeler müzakereleri tamamladıkları takdirde, Fransa halkına hiç başvurulmadan, Fransız hükümetinin onayı ile üye olabilmektedir. Fakat Türkiye üye olacağı zaman Fransız halkının görüşü karar verici olacaktır.47 Egemenlik kavramı Kant ile beraber değişmeye başlamış, egemenlik bir nevi halkın meşru iktidari gibi algılanmaya başlamıştır. Bu açıdan bakıldığı zaman Fransız halkının referandum ile Türkiye’nin üyeliğine karar vermesi çok meşru görünmektedir. Bu referandumun evrensel toplum ile çelişen yanı, Türk toplumunun AB üyesi olma isteğinin yok sayılmasıdır. Böylesi bir ikircikli bir durum, evrensel toplum ilkesinin en önemli dayanağı olan etik kuralların Avrupa toplumları arasında pratikte uygulanamayacağı anlamına gelmektedir. Avrupa’daki Hıristiyan demokrasi siyasi akımı üzerine en önemli uzmanlardan biri olan Prof. Emiel Lamberts, Merkel iktidara gelmeden önce, Alman Hıristiyan Demokratların 2006’da iktidara gelmeleri durumunda Türkiye karşıtlığından vazgeçebileceklerini iddia etmiştir. Belçika’nın muteber Katolik Leuven Üniversitesi’nde Din, Kültür ve Toplum Araştırma ve Belgeleme Merkezi (KADOC) Başkanı olan Lamberts’e göre Hıristiyan Demokratların Türkiye’nin üyeliğine itirazlarının temelinde kültürel farklılıklar bulunmaktadır. Ancak Lamberts, Avrupa Hıristiyan Demokrat hareketinin tek bir düşünceymiş gibi algılanmasının da hata olacağını vurguluyor. Lamberts’e göre Avrupa Hristiyan Demokratların Türkiye’ye karşı çıkışlarının sebebi şudur: “Türkiye’ye itirazlarının çeşitli sebepleri var. AB’nin temelinde de güçlü bir Hıristiyan Demokrat unsur olduğunu not etmek gerekir. Kurucu babalar Avrupa’nın Hıristiyan medeniyetini dinsiz komünizme karşı korumak için AB’yi kurdular. Schuman da, Adenaur da, Gasperi de Hıristiyanlığa gönülden inanan insanlardı.”.48 47 Zeynep Gürcanlı, “Korkuyorum AB’ye Fransız Kalacağız”, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=9096065, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 48 Selçuk Gültaşlı, “Hıristiyan Demokratların Türkiye karşıtlığı, iktidar olurlarsa yumuşar” http://www.zaman.com.tr/dunya_hiristiyan-demokratlarin-turkiye-karsitligi-iktidar-olurlarsayumusar_145039.html, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 188 Die Welt ve Berliner Morgenpost gazeteleri ise Alman Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Genel Başkanı Angela Merkel'in, muhafazakâr hükümet ve parti başkanlarıyla AB Komisyonu üyelerine gönderdiği ve Türkiye'nin üyeliğine karşı olan görüşlerini içeren mektubuna yer vermiştir.49 Türkiye ile AB'ye tam üyelik müzakerelerinin ucu açık sürdürülmesinin öngörüldüğüne işaret eden Merkel, Türkiye'nin şartları yerine getirememesi ya da AB'nin Türkiye'yi alabilecek durumda olmaması halinde Türkiye ile sıkı ilişkiler istediklerini belirtmiştir. Müzakere sürecinde başlıkların dondurulmasının hemen akabinde Avrupa Parlamentosu Hristiyan Demokrat Grubu Başkanı Hans-Gert Pöttering, Türkiye’ye tam üyelik yerine “imtiyazlı ortaklık” perspektifi sunulması talebinin bir kez daha doğrulandığını belirtmiştir.50 AB, bir dünya devletine dönüşürken Almanya’nın Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık önerisi, Kant’ın dünya devletinin özgürlükleri kısıtlayabilen bir despota dönüşebileceği uyarısını akla getirmektedir.51 AB’ye üyelik sürecinde bütün üye ve aday ülkelere imtiyazlı veya imtiyazsız üyelik diye bir kriter koymamasına rağmen Türkiye’ye imtiyazlı ortaklıktan bahsedilmesi ve son zamanlarda geçmiş dönemlere göre daha fazla vurgulanması, AB’nin hukuk kurallarını bazı devletlerin isteğine göre şekillendirebileceğini göstermekte ve AB’nin despotlaşabileceği kaygılarını uyandırmaktadır. Almanya’da kiliseler kültürel farklılıkları sebep göstererek Türkiye’ye imtiyazlı üyelik seçeneğinin ön plana çıkartılması gerektiği vurgulamaktadır.52 Bir bakıma Alman halkının düşünceleri kilise tarafından yönlendirilmektedir. Bunun doğal sonucu olarak da Alman toplumu Türkiye’nin AB üyeliğine kültürel ve dinsel farklılıkları sebep göstererek karşı çıkmaktadır. Burada şu tespiti yapmak mümkündür, AB siyasal alanda yarattığı dünya devleti örgüsünü, toplumsal bazda evrensel toplumu yaratmakta başarılı olamamıştır. 49 , “Türkiye'nin AB üyeliği Alman basınında” http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/turkiyenin-ab-uyeligi-alman-basininda--000598, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 50 “Avrupa’da Türkiye tartışmaları alevlendi”, http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/avrupa-8217-da-turkiye-tartismalari-alevlendi-014836, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Ayrıca Bakınız: “Should Turkey oin the European Union”, http://www.debatingeurope.eu/2012/04/11/should-turkey-join-the-e/, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 51 Garrett Wallace Brow, “State Sovereignty, Federation and Kantian Cosmopolitanism”, European Journal of International Relations 2005, Vol. 11, s. 499. 52 Katrin Böttger ve Eva-Maria Maggi,“Almanya”, Sait Akşit, Özgehan Şenyuva, Çiğdem Üstün (ed), Avrupa Birliği Ülkeleri’nden Türkiye’nin Üyeliğine Bakış, Avrupa Çalışmaları Merkezi, ODTÜ, Ankara, 2009, s. 35. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 189 Hollanda’da Türkiye karşıtlığının yüksek olduğu bir diğer ülkedir. Hollanda'da Geert Wilders'ın İslam karşıtı Özgürlükler Partisi (PVV) ile hükümet ortaklığını tercih eden ancak son seçimlerde ağır hezimete uğrayan Hıristiyan Demokratlar Birliği Partisi (CDA) yeni arayışlar içerisine girmiştir.53 Aşırı sağcı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders, İslam diniyle ilgili sert ifadeler kullanmaktadır. Wilders, Avustralya televizyonuna verdiği röportajda, "İslam kültürünün geri olduğunu" ileri sürerek, "İslam, şiddet içeren bir ideolojiye sahip. Tıpkı komünizm ve faşizm gibi" ifadesini kullanmıştır. AB karşıtı havanın oluşmasında aşırı sağcı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders’ın önemli bir etkisi bulunmaktadır. Göçmen ve Müslüman karşıtı tutumuyla tanınan Wilders, bu seçim döneminde önemli bir strateji değişikliğine giderek önceliği AB karşıtlığına vermiştir. Wilders’ın hazırladığı “Onların Brüksel’i bizim Hollanda’mız” başlıklı seçim programında açıkça AB’den ayrılma, eski para birimine dönme, ülkedeki resmi kurumlarda dalgalanan AB bayrağının indirilmesi ve Yunanistan ile İspanya gibi ülkelere yapılan mali yardımın durdurulması yer almıştır. Avrupa’da aşırı sağ liderlerin Hristiyan Demokratlar ile işbirliğine gitmeleri aşırı sağ partilerin daha çok gündemde kalmasını sağlamakla birlikte, Aşırı sağ partiler Hollanda örneğinde olduğu gibi farklı kültürleri farklı milletleri bir araya getirmeyi hedefleyen çatı bir örgütü yani AB’yi istememektedir.54 AB’nin Hollanda kültürünü yok edeceğine inan PVV lideri, Türkiye’nin birliğe alınması ile Hristiyanlığın asimile olacağı korkusunu taşımaktadır. PVV gibi aşırı sağ partilerin AB üye ülkelerinde iktidar ortağı olması, bu ülkelerde Türkiye karşıtlığını tetiklemektedir. Evrensel toplum idealine yaklaştırıcı en önemli adımlardan biri olan AB Anayasa önerisinin Hollanda’da reddedilmesi, Avrupa toplumlarının kanalize edilmesinde aşırı sağ partilerin daha etkili olduğunu göstermektedir. Hollanda Başbakanı an Peter Balkenende, oylama sonucuna ilişkin ilk değerlendirmesinde, geniş bir siyasi ve toplumsal koalisyonla Anayasa’ya “evet” denilmesini istemelerine rağmen, halkın “hayır” yönünde oy kullandığını ifade etmiş, çıkan sonuçtan üzüntü duyduğunu belirtmiştir.55 Wilders Türklerin Hollandalıları güvensiz bir ortamda yaşamaya ittiğinin altını çizmektedir. Müslümanların Hollanda’da yaşamasını 53 “ Hıristiyan Demokratların Müslüman Açılımı”, http://yenisafak.com.tr/dunya-haber/hiristiyandemokratlarin-musluman-acilimi-10.5.2013%20-520432, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 54 “Hollandalı Seçmen Geleceğini Oyluyor”, http://www.sabah.de/hollandali-secmen-geleceginioyluyor.html, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 55 “Hollanda’da Hayır Dedi”, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=324089, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 190 istemeyen Wilders Türkiye’nin AB üyeliğine Hollanda Hükümeti’nin izin vermesini kıyasıya eleştirmektedir. Burada şu tespiti yapmak mümkündür, Hollanda’da toplumun %52’nin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmasına rağmen, Hükümet’in Türkiye’yi desteklemesi AB kurumlarının evrensel toplum ilkeleri çerçevesinde işlediğini gösterirken; Avrupa halkının bilinçaltının ise böyle bir genişlemeye karşı olduğunu göstermektedir. Evrensel toplum ile çelişen asıl nokta AB’nin dünya hükümeti kurmaya yönelik önemli adımlar atarken (Avrupa Parlamentosu, Komisyon) Türkiye’nin üye olması dahilinde Avrupa toplumlarına yönelik kararlarda farklı kimliğe farklı kültüre sahip Müslüman bir Türkiye’nin karar verici olmasından Avrupa toplumu çekinmektedir. Franky’e göre ise, Kantçı federasyon tipi normatif zorunlulukları içinde barındırır.56 Avrupa toplumlarının Türkiye karşıtı söylemleri AB’nin idealist boyutunu olumsuz etkilemektedir. 11 Eylül sonrasında Avusturya’da var olan İslam karşıtlığı artmış Türkiye’nin AB’ye üye olmasına dair gelişmeleri de olumsuz etkilemiştir. Avusturya'da Koalisyon Hükümeti’nin küçük ortağı aşırı sağcı Özgürlükçüler Partisinin (FPÖ) başkan yardımcısı Heinz Christian Strache, Başbakan Wolfgang Schüssel'e “Aralık zirvesinde Türkiye lehine oy kullanması halinde, koalisyonu sona erdirecekleri” tehdidinde bulunmuş, Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin AB’nin sonunu getireceği iddia etmiştir.57 Komisyon yetkilileri Türkiye’den gelecek kadınların İran ve Suidi Arabistan’daki yaşayan kadınlar gibi yaşam koşullarına sahip olduğu iddia etmişlerdir. Avrupa toplumlarında Türkiye’ye bu örnekte olduğu gibi beliren ön yargılar, AB’nin evrensel toplum idealini olumsuz etkilemekte ve önyargılı siyasi sonuçları da beraberinde getirmektedir.58 Bu bağlamda Avusturya genelinde aşırı sağcı FPÖ tarafından organize edilen Türkiye’nin AB üyeliğine karşı yapılan imza kampanyası için hazırlanan posterlerde, ''Avusturya özgür kalacak'' sloganını kullanan aşırı sağcı FPÖ, Türkiye'yi ''AB bayraklı çarşaf giymiş bir kadın fotoğrafıyla'' sembolize etmiş, ''İstikbalimiz böyle mi olacak?'' sorusuna, ''Avusturyalılar hayır diyor'' cümlesiyle propaganda yapmışlardır. Avusturya'nın 183 üyeli parlamentosunda sadece 5 milletvekiline sahip olan FPÖ'nün lideri Heinz-Christian Strache, imza kampanyasının başarıya ulaşacağından emin olduğunu savunarak, kampanyada halkın oyuna sunduğu 56 Brown,”State Sovereignty”, s. 509. Ali H.Yurtsever, “Avusturya'da küçük ortaktan Başbakan'a ''Türkiye'' tehdidi!..”, http://www.milliyet.com.tr/2004/09/20/son/sondun23.html, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 58 Suvarierol and Düzgit, “Limits of Cosmopolitanism?”, s. 162. 57 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 191 konuların parlamentoda ele alınabilmesi için gerekli 100 bin imzayı ''fazlasıyla toplayacağını'' söyleyeceğini belirtmiştir.59 Graz Belediye Başkanı ÖVP'li Siegfried Nagl'ın Avusturya televizyonu ORF’de konuşması ise Türkiye karşıtlığını körükler niteliktedir: ''Türkleri oturma odamızda istemiyoruz. Biz Türkiye ile evlenmek istemiyoruz. Türkiye AB'ye girerse, herkese bu Avrupa'nın ortadan kalkacağını garanti ederim. Graz şehri, Avrupa'nın batısını korumak için Türklere karşı yüzyıllar önce kale görevi görmüştür. Şimdi de Türklere karşı aynı kale görevi görecektir'' ifadelerde bulunmuştur.60 Bu söylemler evrensel toplumun evrensel tarih anlayışına karşı bir tavır konumundadır.61 Avusturya’da Türkiye karşıtlarının tarihte geçmişte yaşananları ön plana çıkartması, AB’nin birlik anlayışına zarar vermektedir. Amartya Sen’in belirttiği gibi evrensel toplum bir bakıma normatif çoğulculuktur. Türkiyesiz bir AB’nin normatif çoğulcu bir yapıya bürünmesi zor görünmektedir.62 Eğer AB, şu haliyle kozmopolit bir birim olarak farz edilirse, AB’nin Türkiye karşıtı üye ülke toplumlarının evrensel toplum idealini kendilerine set çekmeleri, Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı arttırdığı sonucu çıkartılabilir. Bu başka bir ifade ile AB’nin ütopik fikir peşinden gitmesinin beklenmedik bir sonucudur da denilebilinir.63 Son kamuoyu yoklamalarında Türkiye'nin AB üyeliğine %80 gibi büyük bir oranla karşı çıkan Avusturya halkında Türk ve İslam fobisinin boyutları da giderek tehlikeli bir şekilde genişlemektedir.64 Avusturya'da koalisyon hükümetinin küçük ortağı aşırı sağcı Özgürlükçüler Partisi Viyana teşkilatının başkanı Heinz-Christian Strache, gazetelere verdiği ilanda, ''Türkiye'nin AB üyeliğine 'hayır' dediğini'' belirterek ''referandumun yasal olarak garanti 59 “Avusturya'da Türkiye karşıtı imza kampanyası”, http://arsiv.sabah.com.tr/2006/03/03/dun89.html, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 60 “Avusturya'da anlaşılamaz bir şekilde ''Türkiye karşıtlığı'' pompalanıyor”, http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/avusturyada-anlasilamaz-bir-sekilde-turkiye-karsitligipompalaniyor-006361, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 61 Marianna Papastephanou, “Kant’s Cosmopolitanism and Human History”, History of Human Sciences, Vol. 15, No. 1, s. 22. 62 Daniel Weinstock, “Rooted Cosmopolitanisms”, http://www.academia.edu/311079/Rooted_Cosmopolitanisms, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 63 Bruce Robbins, “Comparative Cosmopolitanism”, Social Text, No. 31/32, Third World and Post-Colonial Issues ,1992, s. 184. 64 Yusuf Kaplan, “Dünyanın üzerinde dolaşan karabulut Avrupa sorunu”, http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/dunyanin-uzerinde-dolasan-karabulut-avrupasorunu/26558, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 192 edilmesini'' talep etmiştir.65 Bu açıklamalardan hareketle Avusturya evrensel toplumun kurumsal anlamda en önemli adımı olan AB Anayasası’nı AB’nin evrenselci yapıda hareket etmek istemesinden yani Türkiye’nin AB’ye üye olabileceğinden çekince ile reddetmiştir. Ret edilen Anayasa taslağında AB üyesi olabilmek için şu şart aranmaktadır: “Birlik, değerlerine saygı gösteren ve bu değerleri korumaya kendini adamış her Avrupa devletine açıktır”. Bu madde AB anayasa önerisinin evrensel değerlere saygılı olduğunu göstermektedir. “insan değeri, hürriyet, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü, insan haklarına ve azınlıklarına saygı” gibi konular bu anayasa ile AB’nin en önemli kriteri olmaya devam edecekti. Fakat Fransa, Avusturya ve Hollanda gibi ülkeler, Avrupa toplumunun AB Anayasasının AB üyeliğini kolaylaştıracağı başka bir ifade ile Türkiye’nin üyelik yolunu açacağı endişesine dönüşmüş ve bunun sonucunda AB Anayasa oluşturma eylemi bu ülkelerde engellere takılmıştır.66 Bu tepkilerden şu anlaşılmaktadır: Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerin Türkiye karşıtlığı, AB’nin sınırlarının Türkiye’yi kapsayıp kapsamadığı tartışmalarına dönüşmüştür. Sonuç Türkiye’nin olmadığı bir AB’nin dünya vatandaşlığından bahsetmesi mümkün değildir. İlginç olan şu ki AB’yi dünya vatandaşlığı idealine yaklaştıran en önemli eylem AB Anayasası olmasına rağmen, Türkiye’nin AB’ye üyeliğini kolaylaştıracağı sebebiyle Fransa, Almanya, Hollanda ve Avusturya toplumları tarafından AB Anayasası reddedilmiştir. Almanya, Fransa ve Avusturya’nın Türkiye karşıtı dış politika izlemesi daha çok bireysel çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Bu çıkarlar, AB’nin evrensel toplum idealini zedeleyen başka bir unsurdur.67 AB üye ülkelerini birleştiren en önemli cümle “çeşitlilik içinde birlik” cümlesidir. Çeşitlilik içinde birlik cümlesi üye ülke toplumların bilinçaltına bakıldığı zaman homojenlik sergilemekte ve tek kimlik (Avrupalı), tek kültür (Roma Medeniyeti) ve tek din (Hristiyanlık) unsurlarında birleşmektedir. Bu birleşme evrensel toplum ilkelerinin dönüştürücü gücünün başka kültür, din ve medeniyetle etkileşime geçmesini önlemektedir. AB kurumsal anlamda hukuksal kurallar aracılığı ile evrensel toplum ilkelerine uygun davranırken, üye devlet toplumlarının bazıları kimlik ve değer 65 Avusturya’da aşırı sağcı partiden Türkiye’nin AB üyeliğine hayır ilanı http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/12/27/575622.asp , (Erişim Tarihi: 07.06.2013). 66 Selçuk Gültaşlı, “AB Anayasası Neleri Değiştirecek”, Zaman, 29 Mayıs 2005. 67 Suvarierol and Düzgit, “Limits of Cosmopolitanism?”, s.158. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 193 yargılarından hareket ederek Türkiye’yi ötekileştirmekte AB’nin evrensel toplum idealini yok saymaktadır. Ötekileştirme Türk toplumuna yapılmış bir haksızlıktır, çünkü dünya kültürel hafızası insan kimliği ile yakından ilişkilidir.68 Bugün AB, evrensel değerlerden bahsediyorsa her Türk vatandaşının dünya kültürüne katkısı olduğu yadsınılmamalıdır. Evrensel toplumun en temel ilkesi genişlemedir başka deyişle gönüllü devletlerin sisteme entegre edilmesidir.69 Almanya’da, Fransa’da ve Avusturya’da Osmanlı İmparatorluğunun bıraktığı geniş bir korku bulunmaktadır. Tarihsel sebep diyebileceğimiz bu korku nedense Sovyetlerin çöküşünden sonra Doğu Avrupa Ülkeleri’nin AB’ye üye olurken yaşanmamıştır.70 Yaklaşık 1 yüzyıl önce yaşamış bir imparatorluğun yayılmacı emelleri için Türkiye’nin milenyum çağda bu ülkeler tarafından halef görülmesi; anlaşılması ve açıklanması çok zor bir haleti ruhiyedir. AB, barışı koruma projesi üzerine inşa edilmiş bir birliktir. Almanya’da, Fransa’da Hollanda’da ve Avusturya’da ötekileştirmenin çok etkin olduğu bir siyasi ortam, doğrudan toplumun Türkiye algısını da olumsuz etkilenmektedir. Bu bağlamda AB toplumunun Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda kendilerinin Ortadoğu’ya sınır olacakları ve güvenliklerinin tehlikeye gireceği iddiası da barışı sürdürmek hedefli bir projenin barış kavramı kullanarak diğerlerini ötekileştirmesine neden olmakta ve AB’nin evrensel toplum idealine zarar vermektedir.71 AB üye ülke devlet adamları tarafından değerlerin ön plana çıkartılması Kant’ın ideal evrensel toplum ideali ile çelişmektedir. Kant’a göre devletler hukuku hür devletlerden kurulu bir federasyona dayanmalıdır. Kant mutlak bir hâkimiyete karşıdır, buradan da anlaşılacağı gibi Kant evrensel toplum idealinde birliğe giderken mutlaklıktan sıyrılmış bir düşünce mevcuttur.72 Toplumsal ve siyasal kararların hukuksal düzenekten ziyade değerler üzerinden alınması Kant evrensel toplum ilkesi ile uyuşmamaktadır. Sonuç olarak AB kurumları evrensel toplumun gereklerini yerine getirirken; Avrupa toplumu evrensel toplumun gereklerini yerine getirmemekte 68 Anna Reading, “ Identity, Memory and Cosmopolitanism: The otherness of the past and a right to memory?”, European Journal of Cultural Studies, Vol.14,No. 379, 2011, s. 387. 69 Suvarierol ve Düzgit, “Limits of Cosmopolitanism?”, s. 160. 70 Ibid., s. 161. 71 İhsan Dağı, Avrupa Birligi Sürecinde Türkiye, Ed. Erdinc Yazıcı, Celik-is Yayınları, Ankara, 2005, s. 48. 72 Bozkurt, “Kant’ın Ebedi Barış”, s. 514. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 194 değer ve kimlik üzerinden Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmaktadırlar. Türkiye’nin AB üyeliği AB’nin sosyal anlamda evrensel topluma ulaşmasında en önemli basamak konumundadır. Bu süreçte AB yol ayrımındadır. Türkiye karşıtlığının Avrupa toplumunda yayılması AB’nin kendi geleceği açısından büyük bir problem teşkil etmektedir. Çünkü Avrupa’daki aşırı sağcı liderler sadece Türkiye’ye karşı çıkmamakta, kendi ülkelerinin AB’ye üye olarak devam etmelerinin de karşısında durmaktadırlar. Türkiye’nin AB üyesi olmaması, ilerleyen yıllarda Avrupa’daki mikro milliyetçiliğin daha da artmasına sebep olabilir. Çünkü Avrupa toplumu AB’yi bir birlik olmaktan ziyade; uluslar birliği olarak görmeye devam etmektedir. Bu bakış açısı homojen bir Avrupa kültürü isteklerini arttırmakla birlikte Avrupa toplumunda yabancı düşmanlığını daha da arttırabilir. Türkiye’nin AB’ye üye olması Avrupa toplumlarında AB’nin misyonuna uygun bir şekilde barışa hizmet edecek önemli bir adımdır. KAYNAKÇA “AB bir Hristiyan Kulubü mü?”, http://tr.euronews.com/2011/10/06/abbir-hristiyan-kulubu-mu/ (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Arsava, A. Füsun, “Avrupa Anayasasının Spesifik Unsurları”, Rasim Özgür Dönmez, Gökhan Telatar (ed), Küreselleşen Dünyada Avrupa Birliği, Phoenix Yayınları, Ankara, 2008. “Avrupa’da Türkiye tartışmaları alevlendi”, http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/avrupa-8217-da-turkiye-tartismalarialevlendi-014836, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Avusturya'da Türkiye karşıtı imza kampanyası”, http://arsiv.sabah.com.tr/2006/03/03/dun89.html, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Avusturya'da anlaşılamaz bir şekilde ''Türkiye karşıtlığı'' pompalanıyor”, http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/avusturyada-anlasilamaz-bir-sekildeturkiye-karsitligi-pompalaniyor-006361, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Avusturya’da aşırı sağcı partiden Türkiye’nin AB üyeliğine hayır ilanı” http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/12/27/575622.asp , (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Bozkurt, Enver “Kant’ın Ebedi Barış Üzerine Denemesinin Günümüze Yansıması”, http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/BOZKURT.pdf, (Erişim Tarihi: 06.06.2013). Brown,Garrett Wallace”State Sovereignty, Federation and Kantian Cosmopolitanism”, European Journal of International Relations 2005, Vol. 11. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 195 Böttger Katrin ve Maggi Eva-Maria,“Almanya”, Avrupa Çalışmaları Merkezi, ODTÜ, Ankara, 2009. Buzan, Barry, From International to World Society? English School Theory and the Social Structure of Globalisation, Cambridge University Press, UK, 2004. Çiftçi, İrfan, Avrupa’da Türk İmgesi: Olduğu gibi Görünemeyen, Göründüğü gibi Olmayan Korkunun Efendileri: Türkler, Orhan Gökçe, Uğur Demiray, Edibe Sözen, Türkiye’nin ABD ve AB Denklemi, Çizgi, Konya, 2006. Dağı, İhsan, Avrupa Birligi Sürecinde Türkiye, Erdinc Yazıcı (ed.), Celikis Yayınları, Ankara, 2005. Demir, Nesrin, Avrupa Birliği’nde Demokrasi, Seçkin Yayınları, Ankara, 2007. “Dutch say 'No' to EU Constitution”, http://news.bbc.co.uk/2/hi/4601439.stm, (Erişim Tarihi: 28.05.2013). Group of the European People's Party (Christian Democrats) and European Democrats in the European Parliament, The Road to an Enlarged Europe 1993-2003, E P P - E D G r o u p in t h e E u r o p e a n pa r li a m e n t, Belgium, 2003 Gültaşlı, Selçuk “Hıristiyan Demokratların Türkiye karşıtlığı, iktidar olurlarsa yumuşar” http://www.zaman.com.tr/dunya_hiristiyan-demokratlarin-turkiyekarsitligi-iktidar-olurlarsa-yumusar_145039.html, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). ------------, “AB Anayasası Neleri Değiştirecek”, Zaman, 29 Mayıs 2005. Gürcanlı, Zeynep, “Korkuyorum AB’ye Fransız Kalacağız”, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=9096065, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Ferrara, Alessandro “ 'Political' Cosmopolitanism and udgment”, European Journal of Social Theory, 2007 Vol. 10, No. 53. “Fransa'da Türkiye'nin üyeliğine karşı imza kampanyası”, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7325703&tarih=2007-09-20 , (Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Fransa'da AB Anayasası'nın kabulü Türkiye yüzünden tehlikeye girdi”, http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/fransada-ab-anayasasinin-kabuluturkiye-yuzunden-tehlikeye-girdi-002966, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 196 “Fransa’da Türkiye’yi çizin Kampanyası”, http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/fransa-8217-da-8216-turkiye-8217-yi-cizin8217-kampanyasi-008292, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Fransa'dan Türkiye'ye yine 'imtiyazlı ortaklık' önerisi”, http://www.milliyet.com.tr/2007/05/22/son/sondun19.asp, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Fransa Türkiye'yi tartışmaya devam ediyor...” http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/fransa-turkiyeyi-tartismaya-devamediyor--003784 (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Havilland, William A. et. Al., Kültürel Antroploji, Çev. İnan Deniz, Ergüvan Sarıoğlu, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2008 Held, David, “Democracy: From City States to a Cosmopolitan Order”, http://www.polity.co.uk/modelsofdemocracy/docs/democracy-essay.pdf, (Erişim Tarihi: 26.05.2013). “Hıristiyan Demokratların Müslüman Açılımı”, http://yenisafak.com.tr/dunya-haber/hiristiyan-demokratlarin-musluman-acilimi10.5.2013%20-520432, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Hollandalı Seçmen Geleceğini Oyluyor”, http://www.sabah.de/hollandali-secmen-gelecegini-oyluyor.html(Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Hollanda’da Hayır Dedi”, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=324089, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Kaplan,Yusuf, “Dünyanın üzerinde dolaşan karabulut Avrupa sorunu”, http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/dunyanin-uzerinde-dolasankarabulut-avrupa-sorunu/26558, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Kopenhag Kriterleri, http://www.kamudenetciligi.gov.tr/contents/files/752d1--KopenhagKriterleri.pdf, (Erişim Tarihi: 28.05.2013). Leoussi, S. Athena, Encyclopaedia of Nationalism, Transaction Publishers New Brunswick (U.S.A.) and London ( U.K.), 2011. Monceau, Nicolas, “Fransa”, Sait Akşit, Özgehan Şenyuva, Çiğdem Üstün (ed), Avrupa Birliği Ülkeleri’nden Türkiye’nin Üyeliğine Bakış, Avrupa Çalışmaları Merkezi, ODTÜ, Ankara, 2009. Moussis, Nicholas Avrupa Birliği Politikalarına Giriş Rehberi, Çev. Ahmet Fethi, Mega Yayınları, İstanbul, 2004. Özdemir, Haluk, Avrupa Mantığı Avrupa Bütünleşmesinin Teori ve Dinamikleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Uluslar Birliği’nden Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın Evrensel Toplum İdeali.. 197 “Papaz: Türkiye'nin AB'ye girişi zor", http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/papaz-turkiyenin-abye-girisi-zor-007815, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Papastephanou, Marianna “Kant’s Cosmopolitanism and Human History”, History of Human Sciences, Vol. 15, No. 1. Reading, Anna, “ Identity, Memory and Cosmopolitanism: The otherness of the past and a right to memory?”, European Journal of Cultural Studies, Vol.14,No. 379, 2011 Robbins, Bruce “Comparative Cosmopolitanism”, Social Text, No. 31/32, Third World and Post-Colonial Issues,1992. Ruiz- im nez, Antonia M., Torreblanca, os I. “European Public Opinion and Turkey’s Accession Making Sense of Arguments For and Against European Policy”, Institutes Network, Working Paper, May 2007. Spijkers, Otto “the European Society for Research in Ethics, and the British Society for the Study of Christian Ethics on ‘Political Ethics and International Order”, Conference of Societas Ethica, 23 - 27 August 2006, Wadham College, Oxford. Schlamp, Hans-Jürgen, “France Rejects EU Constitution: Europe is Moving Ahead -But Where's it Going?”, http://www.spiegel.de/international/france-rejects-eu-constitution-europe-ismoving-ahead-but-where-s-it-going-a-358306.html, (Erişim Tarihi: 28.05.2013). Sezgin, Suat “Avrupa’da Türkler”, Orhan Gökçe, Uğur Demiray, Edibe Sözen (ed), Türkiye’nin ABD ve AB Denklemi, Çizgi, Konya, 2006. Suvarierol, Semin, Düzgit, Senem Aydin, “Limits of Cosmopolitanism? European Commission Officials on the Selves and Others”, Alternatives: Global, Local, Political, Vol.36, No. 155, 2011. “Should Turkey oin the European Union”, http://www.debatingeurope.eu/2012/04/11/should-turkey-join-the-e/, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). “Türkiye'nin AB üyeliği Alman basınında” http://www.abhaber.com/arsiv/arsiv/turkiyenin-ab-uyeligi-almanbasininda--000598, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). Weinstock, Daniel “Rooted Cosmopolitanisms”, http://www.academia.edu/311079/Rooted_Cosmopolitanisms, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Yusuf Çınar 198 Why we say no – 10 reasons, http://www.europesaysno.org/why_we_say_no.html , (Erişim Tarihi: 28.05.2013). Yurtsever, Ali H. “ Avusturya'da küçük ortaktan Başbakan'a ''Türkiye'' tehdidi!..”, http://www.milliyet.com.tr/2004/09/20/son/sondun23.html, (Erişim Tarihi: 07.06.2013). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 ORTA ÇAĞ ARAPÇASINDA TAZMÎN “MANANIN DOLAYLI ANLATIMI” Adrian Gully Çeviren: Ali AKAY Özet: Bu makale, Ortaçağ Arap Edebiyatında tazmînin (mananın dolaylı anlatımının) önemini belirler. Aynı zamanda bugünkü dil için önemini ölçüp biçer. Özellikle terim hakkında ilginç olan şey şudur: eskiden kavramın kullanımı tamamen tespit edilmişti. O, sadece bazı gramerciler tarafından değil aynı zamanda pek çok belagatçı ve usulcü tarafından da kullanılmıştı. Bu çalışmada ele alınan tazmînin daha önemli bir yönü, diğer sözdizimsel ve belagat araçlarıyla ilişkisidir. TADMIN, “IMPLICATION OF MEANING” IN MEDIEVAL ARABIC Abstract: This paper assesses the importance of tadmîn, “implication of meaning”, in medieval Arabic literature, and also reflects on its significance for the language today. What is particularly interesting about the term is that once its usage became fully established it was employed not only by soma of the grammarians but also a number of scholars of rhetoric and legal theory. A further important aspect of tadmîn addressed by this essay is its relationship to other syntactic and rhetorcal devices. Bu makale’nin metni, ournal of the American Oriental Society, Vol. 117, No. 3 ( ul. - Sep., 1997), s. 466-480’da yayınlanmıştır. Hem metin içerisinde hem de dipnotlarda kaynak gösteriminin tamamı yazara aittir (Çev.). University of Exeter. Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 200 Adrian Gully/Çev. Ali Akay 1. Giriş Bir semantik ve daha küçük ölçekte gramatik bir fenomen olarak tazmîn kavramı, Batılı bilginlerin çok az dikkatini çekmiştir. 1934 de Mısırdaki Arapça Lisan Akademisi (Bundan sonra kendisinden ALA olarak söz edilecektir), tazmîn tartışmasına, sadece kavramın güçlüğünü çözmek için değil aynı zamanda dilbilimsel bir kategori ve Arap dilinde ilerideki kullanımının meşruiyetinin kurallarını belirlemek için bir hayli zaman tahsis etti. Bu zamandan beri, onun önemiyle gelişigüzel olarak Stetkevych (1970: 13, n. 36), Monteil (1960, 167 vd.), Wehr (1943: 24, 33) ve detaylı bir şekilde Massignon (1954: 14-16) uğraşmıştır. Massignon, kavramın güncel kullanımından daha ziyade etimolojik anlamına daha çok dikkat etmesine rağmen, o, tartışmasını öncelikle kavramın ortaçağ algılamasına dayandıran ALA’nın yaptığı kavramın sekiz temel yorumunu ana hatlarıyla belirlemeye çalışır. Massignon’un tazmîni “kavramın semantik karışıklığı” olarak anlaması, (1954: 14) özellikle aydınlatıcıdır. Bu düşünce Gardet (1986: 70-72) tarafından özellikle İslam düşüncesinin “iki kutuplu” diyalektiğinin bir parçası olarak benzeri/emsâli bir terim olan tahrîc “çıkarmak” (1986: 70-71) ile ilgili olarak işlenmiştir1. Bu makale, ortaçağ dilcileri, belagatçıları ve hatta usulcülerinin tazmîn kavramıyla tam olarak neyi anladıklarını inceleyerek gözler önüne sermeye çalışır. Aynı zamanda tazmînin bugünkü dille olan ilişkisinin kısa bir değerlendirmesi de yapılacaktır. Bizim tazmîn kavramını esas çevirimiz “mananın dolaylı anlatımı” olacaktır. (Krş. Monteil’in “örtük/üstü kapalı içerik” [1960: 168]). Monteil, kıyas, mecâz ve tazmîn gibi Arap dilindeki semantik evrimin üç anahtar unsurunun tartışmasında, tazmîni, bu üç Arapça kavramın en doğalı olarak tanımlar. Bu görüşü doğrulamak için ortaçağ edebiyatında kesinlikle yeterli bir delil vardır. Örneğin İbn Cinnî (ö. 392/1002) onu, özellikle zihinsel maharete sahip olanlar ve kavrama aşinalığı olanlar tarafından anlaşılabilecek ve kullanılabilecek hoş bir yöntem olarak saymıştır. (Hasâis, 2: 310)2. 1 Tahrik edici makalesinde Gardet, zıdd “karşıt anlamında kullanılan bir kelime”, ve “bağıntılı muhalefet” olarak tercüme ettiği mukabil kavramlarını da tartışır (s. 72). Massignon’a göre (1954: 14) bir kelimenin alternatif manası, “canlandırılmış” bir anlamı meydana getirmek için, normal bir kavramın içselleştirilmesiyle (tazmîn) oluşturulur. 2 İbn Kayyim İbn Cinnî’nin görüşünü benimserken (Bedâyi’, 1: 21), İbn Hişâm da onu, konuşmanın inceliklerinden (muleh) biri olarak kabul etmektedir. (Muğnî: 2: 685). İbn Cinnî, bir fiilin farklı bir edatla beraber kullanılmasıyla farklı bir anlama gelebileceği fenomeni, dilde iki kelimenin aynı anlamda yani eş anlamlı olarak kullanıldığını kabul etmeyenlere karşı kesin bir delildir diyerek bir noktayı gösterir. Ancak bu yorum daha fazla açıklamayı gerektirmektedir. Bunlar daha sonra makalede verilecektir. Şu an için önemli olan şudur: Sonraki kaynaklar, onun örneklerinin bu kavramın örnekleri olduğunu kabul ediyor gibi SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 201 Bu arada, şiir bilginleri, en azından kelimenin belirtmeye değer diğer iki önemli kullanımına muhtemelen daha aşinadırlar. Belki de bu tartışmayla daha az ilgisi olan birinci tanım, h. 3. asrın sonunda İbnu’l-Mu’tezz’in çalışmasının kullandığı gibi (Kitâbu’l-Bedîʽ) “enjambment”tir (bir cümle veya fikrin mısra sonunda bitmeyip birkaç mısrada devam etmesi). (Van Gelder, 1987: 28; Heinrichs, 1969. 13; Krş. Curcâni’nin tarifi, Taʽrifât, 62). Ancak, özellikle tazmînin şiirle ilişkili diğer bir kullanımı ilginçtir. Bonebakker onu, “birleştirme” olarak çevirir (1966, 39, 41). Ayrıca onu şöyle tanımlar: O, iyi bilinen bir atasözünün veya bir şairin yapıtındaki bir şiir dizesinin ve bu şiir dizesinde farklı bir anlamda (italik yazılması bana aittir) kullanılan kelimelerden birisinin istihdamının “birleştirme”sine dayanır (1966: 86)3. Şimdi çok geniş anlamda kısaca şunu göreceğiz: Dilbilimcilerin tazmîn anlayışı ya özel bir bağlamda kullanılan diğer bir fiilin kabul edilebilir anlamını taşıyan, fakat bu anlamı etkilemeksizin onun yerine geçen bir fiile (veya bazı durumlarda bir edat veya isme), ya da normal durumda geçişli olmayıp da bir edatla geçişli yapılan bir fiile dayanır (Tehânevî, Istılâhât, 4: 896). Ancak Kûfeliler bu terimi şöyle anlamışlardır: Herhangi bir fiili, zıt anlamına göre yorumlamak gerekmektedir. Bu, özellikle yukarıda verilen Bonebakker’in tazmîn tanımıyla ilgili görünmektedir. Tazmîn kavramının “mananın dolaylı anlatımı” anlamında ilk defa ne zaman kullanıldığını belirlemek söz konusu olduğunda, şairlerin, kavramın benimsenmesinde dilbilimci ve belagatçıları etkileyip etkilemediklerini veya tam tersi tazminin karakteristikleri olarak belirlenen dilin bazı özelliklerinin başka bir türün kategorileri içinde tartışılıp tartışılmadığını söylemek oldukça zordur. İkinci yüzyıl gibi erken bir dönemde, Kûfeli dilbilimci el-Ferrâ’nın (ö. 207/872) Kur’ân’ın yorumu bakımından bu kavramdan yararlandığını biliyoruz4. Tazmîn görünse de İbn Cinnî, ne tazmîn kelimesini ne de türevlerini, tartışmasının herhangi bir noktasında kullanmıştır. 3 İbnu’l-Mu‘tezz de kelimenin bu anlamını belirler (Bedî’, 64 vd.). Şiirsel bağlantıyı takip etmekle ilgilenen okuyucu için önemli olan diğer bir ilk kaynak da İbn Raşîk’tir, Umde, 2, 84-92; 15053. Mehren (1938: 138-40) de danışmaya değerdir (1979: 61); şunu belirleyen Vehbe ve Muhendis de (1979: 61): Bir şair, başka bir şairden bir mısra (şiirine) kattığında onu kaynak olarak kabul ettiğini söylemektedir. Okuyucu için tazmînin bir veya iki marjinal ve ek tanımı Ebu’l-Bekâ’ya aittir (Kulliyât, 2: 229). 4 Me’ânî, 2: 140. Bu kullanımın bağlamının dilbilimsel olduğunun belirtilmesi gerekir. Yani lâ nudi’u cümlesi onun gizli kalması gerekçesiyle ve fâ edatının delaletiyle yani fe innâ (fetudamminu’l-fâ) inne alallezîne âmenû ve amilû “Şüphesiz ki iman edip salih amel işleyenlerin) (el-Kehf, 18/30) cümlesinin cevabı olarak yorumlanabilir. Bundan dolayı, burada SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 202 Adrian Gully/Çev. Ali Akay kavramının el-Zeccâcî (ö. 337/949 veya 340/951) tarafından da burada tartışılan anlama benzer bir anlamda kullanılması, özellikle ilginçtir ve İbnu’l-Serrâc’ın (ö. 316/928) kullanımı kadar özel ve farklıdır. Ancak, kavramın, bu ve muhtemelen diğer çalışmalardaki mevcudiyetinin detaylı bir analizi başka bir araştırmayı beklemektedir5. 2. Dilbilimci ve Belagatçıların Tazmîn Yorumları Bu yazı, bir anlamda Gully’ninkinin (1994) mantıksal bir uzantısıdır. Orada edatlar (özellikle harf-i cerler) arasında sinonim (eş anlamlılık) sorunu veya daha özel olarak yerine kullanma/geçme (niyâbe) konusu tartışılmıştır6. Bu, mevcut araştırmanın ana hattını göstermek için sağlam bir stratejik kalkış noktadır. Kufe dilbilimcileri tarafından “mananın dolaylı anlatımı” anlamında tazmîn kavramının kullanılmaması, bu tartışmaya bir temeldir. Onlar, belirli bir bağlamda bir harfin başka bir harfin yerine kullanılmasının aynı anlamı taşıması şartıyla kabul edilebilir olduğu görüşüne çekinmeden bağlı kalmışlardır. Üstelik onlar, geçişsiz bir fiilin geçişli bir fiile dönüşünün örneklerini muhafaza etmişlerdir. Örneğin rahubetkumu’d-dâr (ev, sizin için genişti”. Veya bir harfi cerle geçişli bir fiilin harfi cersiz de geçişli olabileceğinin örneklerini kayıt altına almışlardır. “Temurrûna’l-diyâre” (evleri geçiyorsunuz) örneğinde merre fiili normalde bi harfi cerini ister, harfi cersiz hali ancak şiir zaruretinden (zaruret)dolayı kabul edilebilir. Aksi takdirde bu durum kural dışı (şaz) olarak addedilir. (Mecmaʽ, Mecelle, 185-186). Onlar, bir fiil (veya türevleri) için konulmamış anlamın (el-maʽnâ gayru’l-vazʽ), fiilin kendisinde meydana gelen bir anlam genişlemesinden (tavassuʽ) daha ziyade, bir harfi cerin diğer birinin yerine kullanılmasından türetildiğine inanırlar. Başka bir ifadeyle onlar, her edat için birden fazla mananın konulduğu görüşündedirler ((Mecmaʽ, Mecelle, 184). 5 6 bu kelimenin kullanıldığı anlam, bu makalede tartışılan temel anlamından biraz farklılaşmaktadır. Örnek için bkz. İbn Usfûr (ö. 669/1270) Şerh, 1: 304; 322-23; el-Serrâc, Usûl, 1: 48, 63, 70; 2: 112, 267, 359. Bu referanslar için teşekkürlerim Kahiredeki Amerikan Üniversitesi çalışanı Zeynep Tâhâ’yadır. İbn Fâris de tazammana fiilini, mananın dolayı anlatımı anlamında kullanır. (Sâhibî, 204). Bu konudaki tartışma hakkındaki sonraki bulgularım ve ALA üyeleri tarafından yapılan bu konunun tazmîn ile ilişkisine katkısı, ortaçağ edebiyatında sunulduğu gibi, bu konunun öneminin vurgulanmasına hizmet etmiştir. (Özellikle bkz. Mecma’, Mehâdir, III ve IV). Ortaçağ alimleri arasında tazmîn üzerine yapılan detaylı tartışmaların çoğunun, bir veya başka bir biçimde daha çok yerine geçmeye aday edatlar olarak görülen harfi cerlerle ilgili olan bölümde yapıldığını belirtmek kayda değerdir. Örnek olarak bkz. el-‘Ulaymî, Hâşiye, 2: 3 vd. Bu muhtemelen şundan dolayıdır: Tazmînin kullanımı, taalluk (sözdizimsel)-semantik bağlantıyla yani fiille harf-i ceri arasındaki bağlantıyla yakından ilişkilidir. Özellikle Bkz. Batalyevsî, İktidâb, 2: 287-88. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 203 Bundan dolayı radiye (razı olmak) gibi bir fiil, normalde ʽan ile kullanılırken ʽalâ ile şu şiirde olduğu gibi kullanılabiliyor: İzâ radiyet ʽalayye benû Kuşeyrin... Kuşeyr kabilesi beni memnun ederken… Kûfeliler, normalde ʽalâ harfi ceriyle beraber kullanıldığında geçişli olan Sahate (kızmak) fiilini zıddıyla açıklamak için, bunu haml ʽalâ zıddıhi (zıddına hamletme) kategorisiyle ilişkilendirirler7. Aynı şekilde onlar, bir fiilin (veya ismin) diğer birinin yerine direk olarak kullanılmasını da el-haml ʽalâ nazîrihi (benzerine hamletme) olarak nitelerler. (İbn Cinnî, Hâşiye, 2: 311)8. Oysa, bunun aksine Basralılar, radiye fiilini, aynı manayı taşıyan ve aynı harfi ceri alan ʽatafe fiilinin manasını ima eder bir tarzda yorumlamışlardır (Krş. İbn Hişâm, Muğnî, 1: 143)9. Bu bağlamda Kûfelilerin tazmîn kelimesini kullanmamayı tercih etmelerinin diğer bir önemli nedeni, bazı isimlerin bazı edatların anlamlarını üstlenmelerinden dolayı herhangi bir karışıklığı erken bir kullanımla/istihdamla önlemekti. Bu noktada İbn Hişâm’ın (ö. 761/1359) tazmînin yararlarından 7 Krş. es-Suyûtî, Eşbâh, 2: 195. O, aynı örneği hamlu’ş-şey alâ nâkıdihi kategorisine sokar. Burada özellikle benzer veya emsal (müşâkele) kavramı önemlidir. Örneğin İbn Cinnî, al-haml ala’n-nazîr /alaz-zıdd’ı, Basralılara göre istiâre (ödünç alma) veya mecâz-ı mürsel (sınırsız mecâzî kullanım) olarak yorumlamanın asla mümkün olmadığı görüşündedir. Daha doğrusu, bunun ifadenin benzerliğinden dolayı olduğu görüşündedir. Bunun için bkz. Mecma’, Mecelle, 183. 9 el-Ezherî’ye göre (Tasrih, 1: 15) Ebû Ubeyde (ö. 207/822 veya 213/828) bu örnekte verilen radiye fiilinin akbala alâ (memnuniyetle yönelmek) anlamında olduğunu öne sürmüştür. (Krş. el-Batalyevsî, İktidâb, 2: 266. Batalyevsî, burada radiye fiilinin alâ harfi cerinin mevcudiyetiyle geçişli olduğunu belirtir. Çünkü rızâ kelimesinin anlamı ikbal (yönelmek)dir. Tıpkı radîtu anhu (ondan razı oldum) anlamında akbaltu aleyhi bi vuddî demen gibidir. Bu ilişkideki özel ilgi şudur: Ebû Ubeyde bu benzerliği açıklamak için tazmîn kelimesini kullanmamıştır. Böylece kesin bir kanaatle şunu söyleyebiliriz: “mananın dolaylı anlatımı”nı göstermek için tazmîn kelimesini kullanmak, böyle erken bir dönemde görülmemiştir. Terminolojinin bir işareti hakkında şu husus da önemlidir: Diğer ortaçağ müellifleri “x, y’nin manasında olur” ifadesini kullanabilirken, Ebû Ubeyde başka yerlerde de bugünlerde meşhur olduğu için bir ifadenin mecâzı=diğerinin mecazı tabirini kullanır. Ancak, tazmîn bağlamında onun terminolojiyi seçmesi, hatta daha fazla takdire şayandır. Örneğin el-Beyzâvî’nin (Envâr, 1: 303), A’râf, 7/105. ayetinde geçen hakîk kelimesini, harîs kelimesinin anlamını ima eder şekilde hakîkun aleyye en lâ akûle (bana yaraşan bir şey söylememektir) olarak tanımladığını görüyoruz. Oysa Ebû Ubeyde’nin özdeş yorumu, mecâzuhu mecâzu harîs şeklindedir. (Mecâz, 1: 224). Ancak, başka bir yerde Ebû Ubeyde . muhtemelen sonraki alimlerin tazmîn örnekleri olarak adlandırdıkları iki fiili birbiriyle karşılaştırırken ey (yani) terimini kullanır. Örnek olarak el-Bakara, 2/187. ayetinde geçen refes (bir kadınla ilişki kurmak) kelimesi ile ifdâ kelimesinin aynı anlamda olduğunu söyler. (Mecâz, 1: 67). 8 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 204 Adrian Gully/Çev. Ali Akay bahsederken onlardan birini takdim etmek önemlidir. Ona göre o, bir kelime iki kelimenin gücünü taşıdığında meydana gelir (en yedulle bi kelimetin vahidetin ʽalâ kelimeteyn) (Muğnî, 2: 530)10. Bu şart ve soru isimlerine örnek gösterilebilir. Mesela belirsiz bir isim (ism nekre) olarak mâ edatı kendi yerinde, “hangi şey” (eyyu şey’in) anlamında “mâ hiye” “o nedir?” ifadesinde olduğu gibi bir soru edatının anlamını içerir (Muğnî, 1: 298). Erken dönem dilbilimcilerine göre tazmîn, şart ve soru isimlerinde olduğu gibi, bir edatla gösterilmesi gereken bir manaya delalet eden bir ismi tanımlamak için kullanılmaktaydı. Bu binanın temel kusurlarından (ʽİlelu’l-binâ) biriydi (Hafâcî, Tirâz, 19). Bundan dolayı onlara göre şart ismi olan haysu çekimsizdir. Çünkü şart edatı olan “in”in manasını ima eder. Diğer bir ifadeyle, vazedilen zarf niteliğindeki anlamına ilaveten haysu, aslında bir edatla nakledilen kısmî bir manaya (maʽnen cüz’î) sahiptir. Bu durumda şart öğesi in ifadesiyle nakledilmiştir11. İbn Hişâm’ın tazminin işlevselliği (fâide) ile ilgili olarak bu özel tazmîn anlayışını özetlemek için, üzerinde konuşulan şey, sadece itibarî anlamını taşımak için değil, aynı zamanda bu kategoriye giren edatlarla iletilen anlamı da taşımak için şart ve soru isimlerinin kapasitesidir. Şart isimleri, in gibi şart edatlarıyla ifade edilen şart (esas) anlamını taşırken, soru edatları olmaları durumunda, hemze ile ifade edilen sorunun (esas) anlamını da taşırlar12. Dilbilimcilerin ve Belagatçıların, belirli bir bağlamda bir fiilin yerine başka bir fiilin kullanılmasının uygunluğunu tartışmalarından daha az, tazmînin bu yönünü tartıştıklarını söylemek haksızlık sayılmamasına rağmen, yine de bu tartışmanın önemli bir özelliğidir. Bu noktada İbn Hişâm’ın Muğnî’deki tanımı, muhtemelen yanlıştı. Çünkü o, iki kelimenin anlamını taşıyan bir kelimeyle ima edilen muhtemel diğer tüm yorumları içermemekteydi. Bundan dolayı biz, deneme olarak şunu önerebiliriz: Onun özgün tanımı, terimin daha çok dilbilimsel anlamlarını/çağrışımlarını dikkate almıştır. İbn Hişâm, tazmînin tanımını “onlar yani dilciler, başka bir ifadenin anlamına sahip olan bir ifadeyi telkin edebilirler ve onun hükmünü ona verebilirler” (kad yuşribûne lafzen maʽnâ lafzin âhere fe 10 Bu özel tanım, daha sonra göreceğimiz gibi, belirsizlikten hali değildir. Bütün bunlar için bkz. Mecma’, Mecelle, 183. Ancak İbn Hişâm’a göre, haysu’nun çekimli olması gerektiğini iddia edenler de vardır (Muğnî, 1: 31). İsbir ve Cüneydi (1981: 786) şunu doğrulamaktadır: İlk dilbilimciler bazı isimlerin çekimsiz olduklarını keşfettiklerinde, onların edatlara benzediği fenomenine dayandırmışlardır. 12 Ebu’l-Bekâ’nın kriterlerine göre bu, bir lafzın başka bir lafzın anlamını içermesidir (tazmînu lafzin lafzen âhere) (Külliyât, 2: 26). Krş. Ez-Zemahşerî, Keşşâf, 3: 132). Elbette bu bir lafzın başka bir lafzın manasını içermesi (tazminu lafzin ma’nâ lafzin âhere) kategorisinden oldukça farklıdır. Bu son kategori, daha sonra bu makalede detaylı olarak tartışılacaktır. 11 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 205 yu’tûnehu hukmehu) ifadesine göre yapması daha sonraydı (Muğnî, 2: 685)13. O, tazmînin, belagatçıların ve usulcülerin anladığı şekilde, semantik yan/ikincil anlamlarını hatırlatmıştır. Bu noktada o, erken dönem kullanımına benzer bir tarzda, tazmînin işlevsel anlamını -yani bir kelime, iki kelimenin anlamını taşıdığında (tu’eddi kelime mu’eddâ kelimeteyn)- da tanımlamıştır. Şunu ileri sürmenin bir delili vardır: tazmînin sonraki kavramının bir habercisi, bir mefulün diğerine atfı olabilir (cevâzu ʽatfi mefʽul ʽalâ âher). Bu, görünüşe bakılırsa diğer yazarlar arasında Ebû Ubeyde ve el-Muberred tarafından tanımlanmıştır. Bu kategoride, eğer fiilin anlamı ikinci mefule uygun değilse, esas fiilin, iki mefulden ikincisine eşgüdümü böyle örneklerde caiz görülmemiştir. (Krş. (ekeltu’l-hubze ve’l-lebene, “ekmek ve süt yedim”). Aşağıdaki şiir dizesinde olduğu gibi Zeccecne’l-havâcib ve’l-ʽuyûnâ Onlar (kadınlar) kaşlarına ve gözlerine sürme çektiler. Ancak, eğer fiil, semantik yelpazesi iki mefulü de kapsayan bir fiilin manasını ima ediyorsa, yani amil, her iki matufu kontrol etme anlamını taşıyorsa, (yetedammenu’l-‘âmilu maʽnâ yetesellatu bihi ala’l-muteʽâtifeyn) bu caiz görülebilir. Bundan dolayı, şiirde zeccecne fiili hassene “onlar güzelleştirdiler/süslediler) manasını tazammun edecek şekilde yorumlanabilir. (Mecmaʽ, Mecelle, 185). Edatların birbirlerinin yerine kullanımı konusunda makbul olan Basralıların görüşünün Kufelilerden açıkça farklılık arzettiği görülmektedir. Çünkü Basralılar, bir edatın sadece bir yerleşik (geleneksel) anlama sahip olduğuna inanırlar. Onlar, bu konuda şu üç temel görüşü paylaşmışlardır. (Bkz. Gully, 1994: 40-41). 1) Edat değişikliği sadece lafzın o yorumu kabul etmesi durumunda caiz olabilir. (İbn Hişâm, Muğnî, 1: 111). Örneğin, kendisiyle fiilin geçişli yapıldığı edatı, fiilin esas olarak kendisiyle geçişli olduğu edat anlamında “ödünç alma” (istiʽare). Buna tali istiʽâre (istiʽâre-i tebeʽiyye) denilir. (Mecmaʽ, Mecelle, 184). Buna bir örnek de fî’nin ʽalâ anlamında kullanıldığı şu ayettir: Le usellibennekum fî cuzûʽi’n-nahl 13 İbn Hişâm’ın fiile tercih ederek lafız “ifade” kavramını kullanma kararlılığı, Hafâcî’nin (ö. 1069/1659) görüşleriyle desteklenmiştir. Hafâcî, tazmînin isimlerle de meydana gelebileceğini kabul etmek için bu ayırımın gerekli olduğunu ileri sürmüştür (Tırâz, 19). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 206 Adrian Gully/Çev. Ali Akay “Sizi hurma dallarına asacağım” (Tâhâ, 20/71)14. Burada fî, alâ manasında değildir. Fakat asılan birisi ağacın dallarına bağlanmasından (temekkunihâ) dolayı, ağaca asılan bir şeye benzetilmiştir. Veya asılanın ağaca asılması, bir şeyin kabında tutulmasına benzetilmiştir (bu fî’nin asıl manasıdır) (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, 2: 546). Bunun, Basralılar tarafından kabul edilen bir tazmîn örneği olmadığının burada belirtilmesi önemlidir15. 2) Bir fiil veya onun eş anlamlısı, “ödünç alınacak” bir edatın yokluğuna dayanılarak, hemen zihne gelmeyen bir manayı üstlenmek için genişleyebilir (tavassu‘). Bu durumda aslında bir meful almayan (yani geçişsiz) ama bir harf-i cerle geçişli olmuş bir fiil, o durumda, geçişsiz fiillerde olduğu gibi aynı tarzda kullanılmıştır. Alternatif olarak meful alan (yani geçişli) bir fiil, belagatçılara göre, ödünç alma işleminin bir parçası olmayan başka bir harf-i cerle genişleyebilir. Bu genişleme işlemi, Basralıların tazmîn olarak isimlendirdiği şeydir (Mecma‘, Mecelle, 185). İbn Hişâm tazmînden “başka bir fiilin anlamını tazammun eden bir fiil, o harf-i cerle geçişli olur” diyerek bunu kısaca ortaya koyar: (Muğnî, 1: 111). Şu örnekte olduğu gibi: Şeribne bi mâi’l-bahr Onlar (kadınlar) deniz suyunu içtiler. Burada bazıları şeribe fiilinin bu bağlamda reviye (birisinin susuzluğunu gidermek) anlamında olduğunu söylemişlerdir. Geçişsiz olan bir fiil, bi harfi ceriyle geçişli olmuştur. Usulcü İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) tarafından bu konuya yapılan değerli bir katkıdan sözetmenin tam yeridir. İbn Kayyim ilk örnekte, Kur’ân’da üç şekilde kullanılan hedâ (yol göstermek) fiilini ele alır. Harf-i cersiz meful alışı; ilâ harf-i ceriyle meful alışı; li harf-i ceriyle meful alışı. Yani hedeytuhu ilâ/li kadâ. O, bundan, bazen alimler tarafından yanlış anlaşılan incelikli bir konu olarak bahseder16. İbn Kayyim şuna dikkat çeker: hedâ’nın 14 Bu ve diğer ayet meâlleri, Arberry’den (1980) alınmıştır. Ancak bu, böyle bir örneğin olmadığını söylemek anlamına gelmez. Bazıları usellibennekum fiilini ecʽalennekum anlamında yorumlamışlardır. (Bkz. Mecmaʽ, Mehâdir, 3: 250) İstiʽâre ile mecâz-ı mürsel arasındaki fark (daha sonra göreceğimiz gibi mecâz-ı mürsel, tazmînin önemli bir özelliğidir) önemli bir farktır. Abubakre (1989: 123), istiʽâre-i tebeʽiyyeyi tali (ikincil) bir mecaz, mecâz-ı mürseli ise “bağımsız bir tür” olarak tanımlar ve her ikisinin, kelimenin lafzi anlamıyla mecazî anlamı arasında bir alakanın (semantik ilişki) varlığını gerektirdiğini belirtir. Bununla beraber aralarındaki temel fark şudur: mecâz-ı mürsel ilişki benzerliğe (teşbîh) dayanmıyorken, istiʽârede lafzi anlamla mecazî anlam arasındaki ilişki benzerliğe dayanmaktadır. 16 Krş. el-Battâlyevsî (ö. 521/1127) İktidâb, 2, 283. O, bir edatın bir başkasının yerine kullanılması konusu hakkındaki uzun bir bölümde düşüncelerini aktarır. Bu konunun çoğu, genişleyenler (mecâzât) ve ödünç alınanlar (İstiʽârât) alanında bir kavrayışı olmayanların anlaşılmasının ötesinde tutulacaktır. 15 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 207 birkaç harfle geçişli yapıldığı yerdeki gibi böyle durumlarda fiil, diğer edatlarla sahip olacağı, onu diğer anlamlardan ayıran ilave bir anlamı üstlenmelidir. Elbette bu, ayrı edatlara özgü olan farklı anlamlarla belirlenecektir. Şüphesiz ki anlamdaki bu farklılık rağibtu fîhi (onu arzuladım) ve rağibtu anhu (ondan nefret ettim) gibi olağanüstü örneklerde fark edilir. Fakat hedâ gibi örneklerde böyle değildir. İbn Kayyim, bir harfi diğer bir harfin yerine kullanan dilbilimciler olarak adlandırdığı kimselerle (yukarıda tartışılan Kûfelilerin görüşüyle karşılaştır), belli bir edatla bir fiile bir mana, başka bir edatla diğer bir mana tahsis eden Sîbevehyi (ö. 177/793) ve usta arkadaşları (huzzâk) gibi dil fakihleri (fukahâ ehli’l-Arabbiyye) arasında önemli bir fark görür. Başka bir ifadeyle onlar, bir edatın yerine başka bir edatı kullanmaktan daha ziyade, bir fiile diğer bir fiilin anlamını tahsis ettiler (yudamminûne’l-fi‘le ma‘ne’l-fi‘l lâ yukîmûne’l-harf makâme’l-harf). Şimdi, İbn Kayyim’in değerlendirmesinin bundan önceki tartışmayla olan yakın ilgisi, bütün bu işleri açıkça örneklediği İnsân, 76/6 ayetinde görülebilir (Krş. İbn Hişâm, Muğnî, 1: 105). Aynen yeşrubu bihâ ‘ıbâdullâh Allah’ın kullarının kendisinden içtiği bir kaynak Bi harf-i ceriyle şeribe fiili, yukarıda zikredilen şiir mısrasında olduğu gibi, aynı neden için kullanılmıştır. İbn Kayyim, yeşrebu fiilinin yervâ fiilinin manasını tazammun ettiğine dikkat çeker ve bi harfi ceriyle geçişli yapıldığını söyler. Böylece (aynı anda) iki fiilin (anlamına) gelebilir. Birincisi direk (bi’ttasrîh); İkincisi imaen (bi’t-tadammun). Ona göre bu yöntemin sırrı şudur: Bir Arapça yeşrubu minhâ dediğinde, bu susuzluğu gidermek (er-rayy) anlamına gelmiyor. Oysa yervâ bihâ dediğinde direk olarak içme eylemine işaret etmemiştir. Ancak mantıksal bir çıkarımla (bi’l-luzûm) şurb’e bir delalet vardır. Fakat her ikisinin bir bileşimini kullanmakla, aynı anda hem içmeyi hem de susuzluğu gidermeyi göstermiş olmaktadır17. Galiba niyet şudur: Allah’ın İbn Kayyim’in, Kur’ân’da geçen hedâ fiili dahil sözdizimsel seçenekleri yorumlaması da burada belirtilmeye değerdir. O şöyle der: Eğer bir fiil, bu örnekte olduğu ilâ olduğu gibi, bir harf ilavesiyle geçişli olmuşsa, o bu harfin anlamını ima eder. Yani, istenen amaca ulaşmak (el-îsâl ile’l-ğâyeti’l-matlûbe): aynı şekilde bir şeye tahsisi (et-tahsîs bi’ş-şey’) ifade ettiğinde li harfiyle de. Ancak o, bizzat geçişliyse, o zaman bu edatların toplam anlamını içerecektir. Tanımlamak (et-taʽrîf), açıklamak (el-beyân) ve esin (ilhâm) gibi. Kendisinde ihdina’ssırâte’l-mustakîm (Bizi dosdoğro yola ilet) ayeti geçen Fâtihâ suresinde olduğu gibi. Bu örnekte Müslüman, Allah’tan o yolu tarif etmesini, açıklamasını ve kendisine o yolu ilhâm etmesini ve kalbini onun bilgisiyle doldurmasını istiyor. 17 Bütün bunlar için Bkz. İn Kayyim, el-Bedâi‘, 1: 21-22. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 208 Adrian Gully/Çev. Ali Akay yaratıklarını diriltmek için sonsuz gücüne ilaveten, mümin de bu kaynaktan içecektir. 3) Basralıların üçüncü kriteri şudur: bir edatın yerine bir diğerini direk olarak kullanarak bir fiili geçişli veya geçişsiz yapmay kural dışı addetmişlerdi (şâz). Ortaçağ alimlerinin, tazmîn kavramını, gramatik ve retorik (belagat) kullanımı arasında açık bir fark koydukları bir boyuta taşımak, kaynaklarda büsbütün açık değildir. Örneğin el-Hafâcî, yukarıda tarif edilen her iki tanımın yani bir edatın anlamını göteren bir isim ve bir diğer ifadenin durumunu üstlenen bir ifade- gramerciler tarafından geliştirildiğini ileri sürer. Onun müteakip yorumlarından çıkarılabilecek olan şey şudur: Belagatçılar ve Usulcüler tarafından geliştirilen kavramın farklı kullanımları, standart tanımın farklı yorumlarından başka bir şey değildi. Bu görüş ALA tarafından desteklenmiştir. ALA, nahvî tazmîn ile beyânî tazmîn arasında ayırım yapılamayacağı görüşünü sürdürmüştür. Çünkü onlar her ikisini, bir fiilin (veya edatın) (anlam) genişliğine (tavassuʽ) uğramasının esas amacında birleştirmişlerdir. Genel kavramlarda olsa bile yorum, Kufelilerin birini diğerinin yerine kullanma görüşüne, Basralıların mecazî kullanım görüşüne veya Beyâncıların hazf yorumuna göre farklılaşabilir18. Şunu belirtmek ilgi çekicidir: ALA’nın meşhur bir üyesi tarafından tazmînin nahvî ve beyânî kullanımı arasında açık bir farkı soruşturmak için kalkışılan bir girişim, ALA tarafından reddedildi. (Mecmaʽ, Mehâdir, (I): 203; Mecelle, 194-195)19. Suyûtî gibi alimler tarafından yapılan sonraki ansiklopedik çalışmalarda tazmîn, ortaçağ dilbilimcileri tarafından tanımlanan diğer bazı gramatik ve semantik fenomenlerle ilişkili olarak tanımlanmıştır. Bu makalenin bundan sonraki bölümü, tazmîn ile bu diğer gruplar özellikle önemlileri arasındaki ilişkiyi ve aralarındaki farklılıkları örneklerle açıklar. 3. Tazmîn ve İlişkili Kavramlar 3.1. Tazmîn ve haml ʽala’l-maʽnâ es-Suyûtî, el-haml ʽala’l-maʽnâ (manaya göre atfetmek) ile ilgili bir bölümde, geniş, latîf ve zarîf bir bâb (bâb vâsiʽ, latîf, zarîf) olarak isimlendirdiği 18 19 Bu sonuncu hakkında çok şey söylenecektir. Özellikle Beyâncıların yorumu hakkında. Bir farklılığın korunmasının lehinde olan delil, karînenin fonksiyounun taban tabana zıt olan yorumuna dayanmış görünmektedir. Vâlî’ye göre (trz: 567), sentez kavramını onaylayanlar yani usulcüler, lafzî anlamla mecâzî anlam arasında ilişkisel işaretin (maniʽa) özel olmasını zorunlu görmemişlerdir. Ancak Beyân alimleri, zikredilen yani hazf edilmeyen fiilin, sürekli lafzî anlamını koruduğunu ve maniʽanın da lafzî anlamın kastından (irâde) dolayı özel olması gerektiğini savunmuşlardır. Bu durumda, tazmînin başka bir şeyi ima eden lafzî bir anlam (hakikat mulevvihe li ğayrihi) olduğu iddia edilmiştir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 209 bir konu üzerinde yapılan bir tartışmayı da kitabına almıştır. (Eşbâh, 2: 191 vd.). O, her ne kadar tazmin kategorisine giren örneklerden söz etmemişse de, önceki tartışmasından örneklerinin bu konuya ait olduğu açıkça anlaşılır. Böylece esSuyûtî yukarıdaki bölümde ve bizzat tazmîn bölümünde (Eşbâh, 1: 110 vd.) İbn Cinnî (Hâşiye, 2: 308) tarafından aktarılan örneği kitabına almıştır. Yani elBakara, 2/187. ayetini: ve uhille lekum leylete’s-sıyâmi’r-refesu ilâ nisâikum Oruç gecesinde hanımlarınıza yaklaşmanınız size helal kılındı. Bu özel örnekte, ayetin yorumu, aşağıdaki mülahazalara göre işler: bu refese fiili normalde ilâ harfiyle geçişli yapılmaz. Yani refestu ila’l-mer’eh denilmez. Aksine refestu bihâ veya maʽahâ denilir. Ancak, (kadınlarla) ilişki kurmak eylemi (refes), burada ilâ ile geçişli yapılan ifdâ’ anlamında kullanıldığı için -yani afdaytu ila’l-mer’eh denildiği için- bundan dolayı aynı harf refese fiili ile beraber kullanılır olabilir. Çünkü o manayı da tazammun etmektedir (esSuyûtî, Eşbâh, 1: 103). İbn Hişâm, ifdâ’ fiilinin ilâ harfiyle kullanıldığını ispat etmek için Kur’ân’dan, “ve kad efdâ baʽdukum ilâ baʽdin” (Birbirinizin sırrına/mahremiyetine muttali olmuşken) (en-Nisâ, 4/25) ayetini aktarmakla daha ileri gitmektedir. Bundan dolayı, tazmînin, her ne kadar onun bir unsuru olarak tanımlanmamışsa da el-haml ʽala’l-maʽnâ kavramının önemli bir unsuru olarak kabul edilmesinde çok az şüphe vardır20. 3.2. Tazmîn ve Takdîr Fiillerin (örneğin diğer fiillerin anlamını tazammun edenlerin) değil de sadece harflerin manasını tazammun eden isimler bağlamında olmasına rağmen tazmîn kavramıyla ilişkisi olan ve ortaçağ edebiyatında tartışılan diğer bir dilbilimsel fenomen takdîr (söz diziminin yeniden yapılandırılması) olgusudur. İbn Hacîb, tazmîn ile takdîr arasındaki temel farklılıktan bahseden bir alimdir (Emâlî, 2: 825-26). Ona göre tazmîn ima edilen varlığın (mutezammin) metinde görünmemesini gerektirir. Örneğin soru için olan eyne ismi, (soru edatı olan) hel manasını tazammun ettiği zaman, hel edatının zikredilmemesi gerekir (Krş. İbn Ya‘iş (ö. 643/1245) es-Suyûtî, Eşbâh, 1: 102’de). Ancak, darabtuhu yevme’l-cumu‘a ve darabtuhu fî yevmi’l-cumu‘a (Cuma günü onu dövdüm) örneğinde olduğu gibi irab, mukadderin varlığıyla aynı 20 “el-haml ʽala’l-maʽnâ”nın diğer ilgisiz örnekleri, anlaşmayla müennes bir ismi müzekker yapmayı içerir. Örneğin “inne rahmetellahi karîb” (Kesinlikle Allah’ın rahmeti yakındır) (el, ʽArâf, 7/ 56) ayetinde (inne’nin) haberi olan karîb kelimesi müzekkerdir. Çünkü rahmet (errahme) yağmur (el-matar) anlamına da gelir. cinsiyet açısından el-matar müzekkerdir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 210 Adrian Gully/Çev. Ali Akay olmadığında edat, varlığının irabta (son harekede) bir değişiklik gerçekleştirip gerçekleştirmediğine bakılmaksızın takdîrle görünebilir. Bunun açıklaması şöyledir: irabı farklı olduğunda mukadder, varlığı murat edilmeyendir (kâne’lmukadder gayre muradin vucuduhu). Bu durumda fiil (sözdizimsel-) semantik bağlacına (müteallak) yani zaman zarfı unsuruna bizzat bağlanır ve meful durumunu ona devreder. Eğer Allahi leefʽalenne ve billahi leeʽalenne (Allah’a yemin ederim ki yapacağım) cümlelerinde olduğu gibi son hareke değişmezse, irabı değişen unsurun varlığı kastedilmiştir. Böylece aynı kural uygulanır. Yani son harekede bir değişiklik olmaz ve söz dizimi etkilenmemiş kalır. İbn Yaʽîş’e göre (es-Suyûtî, Eşbâh, 1: 102) fî harfi ifadeden sadece hafifletmek (tahfîf) için hazfedilir. Bundan dolayı tazmîn ile takdîr arasındaki bu temel farklılıktan çıkarılabilecek sonuç şudur: İsmin edat anlamını taşıması durumunda, edatın varlığı gereksiz olacaktır. Çünkü (hel’in) anlamı, mebni (harekesi değişmeyen) olan eyne’den anlaşılacaktır. Üstelik hel eyne demek yanlış olacaktır. Diğer taraftan, takdire gelince, fî harfi kendisinde konuşmanın bir unsurunun kuvveti diğerinin de kuvveti olan (kuvvetu’l-kelâm kuvvetu kelâm âher) bir bağlamın açıkça göstergesidir (zâhir) (es-Suyûtî, Eşbâh, 1: 102). Başka bir ifadeyle, bu bölümde zikredilen örneğin zarf unsuru21, fî’nin takdiriyle veya takdiri olmaksızın anlaşılır. 3.3. Tazmîn ve İzmâr/Hazf es-Suyûtî, Eşbâh’ında, tazmîn ile izmârı (hazf) karşılaştırdığı kısa bir bölüme yer verir. İbn Hişâm’dan (Muğnî, 1: 226) biliyoruz ki, tazmîn, aslı bozan bir yapıyı (hilâfu’l-asl) teşkil eder. es-Suyûtî de izmâr’a ayırdığı ayrı bir bölümde izmârı aslı bozan bir yapı olarak açıklar. Ancak ikisi arasındaki temel fark şudur: Her ne kadar ikisi de (orijinal yapıya) (ziyâde) kelimesini eklemişlerse de, tazmîn aslında vazʽı değiştirir, izmâr ise değiştirmez. Buna örnek olarak İbn Mâlik’i verebiliriz. İbn Mâlik, el-İsrâ, 17/53’de geçen Kul li ʽibâdî yakûlu’l-letî hiye ahsenu O kullarıma söyle, en güzel sözleri söylesinler. ʽİbâdî ile yekûlû arasında en edatının gizlenmesiyle söz dizimsel bir eksiklik olduğu kabul edilebilir. Bu bazı gramercilerin ileri sürdüğü gibi şart manasını taşıyan bir talep edatı değildir. Bu görüşe uygun olarak İbn Hişâm, (Muğnî, 1. 226) talebin şart manasını taşımadığını söyler. Bir başka bir tabirle, tazmînden dolayı bir şeyin yerine geçenin meydana gelmesi için, onun manasını 21 Yani darabtuhu yevme’l-cumu‘a ile darabtuhu fî yevmi’l-cumu‘a cümlelerinde geçen yevme ifadesi (çev.). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 211 taşıması gerekir (nâ’ibu’ş-şey’ yueddi maʽnâhu). Fakat bu, burada meydana gelmemiştir. Özetlemek gerekirse, eğer burada bu ayete şart yönü uygulanmış olsaydı, bu, onların bu edatı talep anlamında kullandıkları anlamına gelecekti Yani eğer onlara söylersen, onlar diyecekler ki… İzmâr ile tazmîn arasındaki farklılıklar konusunda son bir noktayı burada belirtmek gerekir. es-Suyûti, özellikle izmârın, tazmînden daha kolay (eshel) olduğunu iddia eder. Çünkü izmâr, vazʽı değiştirmez. Bu görüş ile Carter’in (1991: 123) izmâr ile hazf arasındaki önemli ve makul farklılıklar hakkındaki görüşleri arasında bağlantı kurulabilir. Carter, izmârın daha derin bir düzeyde meydana geldiğini ileri sürer…Ve herhangi bir sözdizim kategorilerinin hiç seçilmediği bir safhaya ait olduğu gibi görünecektir…Çünkü tazmîne karar vermek, galiba uygun bir fiil formunu seçmekten (izmârda olduğu gibi) daha önceliklidir. İbn Hişâm’ın görüşüne göre izmâr da original yapının bozulması sayılır fakat onu değiştirmez. es-Suyûtî ve Carter’in görüşleri ışığında izmârın, kuraldışı sözdiziminin yeniden düzenlenmesinin ilk adımı olduğu iddia edilebilir. Oysa tazmîn daha karmaşık bir yorumu gerektirir. Hazfin yeri, ikisinin arasında bir yerde kalabilir. Çünkü hazfedilen unsurlar, ima edilen unsurlardan daha kolay bir şekilde yenilenebilir. Çünkü onlar, orijinal yapıyı değiştirmezler. 3.4. Tazmîn ve Kinâye Tazmîn ile çoğu kez karşılaştırılan bir diğer belagat aracı kinâyeydi22. Bu iki araç arasındaki temel farklılık şudur: tazmînde lafızla tabiî olarak kastedilen anlamın makamda asaleten kastedilmiş olması gerekir (lâ budde en yekûne’lma‘na’l-maksûd mine’l-lafzi tab‘an maksûden fi’l-makâmi asâleten). Yani orijinal anlam söz konusu anlamda kastedilmemiş olsa da semantik bir bağ (alaka) ve çağrışımsal bir belirtinin (karîne) varlığıyla (Ebu’l-Bekâ, Kulliyât, 4: 109). Ancak kinâyede durum böyle değildir. Çünkü dikkat çeken anlam (elma‘na’l-melhûz), kastedilen anlamın ikinci derecede olanı değildir. Esedun ‘aleyye ve fi’l-hurûbi na‘ame (bana karşı bir aslan, savaşlarda ise bir devekuşu) örneğinde olduğu gibi. Burada yazar, bir karakterin güçlülüğünü ve cesaretini tanımlamak için başka tabirlerde ihtiyacı karşılamayan bir abartı (mubâlağa) için, aslanla bir mukayese yapmıştır (el-‘Uleymî, Hâşiye, 2: 6). Başka bir 22 Kinâye kavramı genellikle “metonymy” (ad değişimi) olarak tercüme edilmesine rağmen (Abubakre 1989: 145; Vehbe-Muhendis 1979: 171), burada “concealment” (gizleme) anlamı tercih edilmiştir. Çünkü o, Arapça lafzî anlamla yakından ilişkilidir. Fakat burada tartışılan diğer kelimelerle güzel bir şekilde yan yana dizilmiştir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 212 Adrian Gully/Çev. Ali Akay ifadeyle, bu kinâyenin tipik bir örneğidir. Çünkü lafzî anlam yani aslan, özünde (zât) değil, iletilen anlamda kastedilir. Ancak, gizlenmiş unsuru yani gücü takdîr etmek için (li takdîri’l-meknî ‘anhu) kastedilir (Ebu’l-Bekâ, Kulliyât, 4: 109)23. 4. Tazmînin Temel Kategorileri Kaynaklar, el-‘Uleymî tarafından tanımlanan tazmînin sekiz kategorisinden (Hâşiye, 2: 4-8) (Krş. Massignon 1954: 15) en önemli olan üç tanesi arasındaki farklılıklar üzerinde yoğunlaşmak eğilimindedir. Yazının bu bölümünde biz, kavram etrafındaki bazı karmaşıklıkları açıklamaya çalışacağız. Bunun için de tartışmayı en önemli yorumlarla sınırlandıracağız. 4.1. Mecâz-ı Mürsel Daha önce kısaca gördüğümüz gibi mecâz-ı mürsel, belirli bir ifadenin lafzî anlamıyla kastedilen anlamı arasından bir benzerlik olmadığı sürece bir sınırsız mecâzi araçtır. Ancak, şunu da akılda tutmak gerekir ki, onun oluşu, her zaman lafzî anlamı gösteren bir alaka ve karînenin varlığına bağlıdır. Şimdi, aralarında muhtemelen tazmîne en çok ilgi duyan dilbilimci İbn Hişâm ve tazmîn örneklerinin çoğunun özellikle Kur’ân’dakilerin, bu tip örnekler olduğunu savunan İbn Cinnî’nin de bulunduğu sonraki ortaçağ alimleri aynı görüşteydi. Alimleri bu sonuca götüren şey, İbn Hişâm’ın tazmîni tanımladığı tarz idi. O, tazmîni, bir diğer ifadenin anlamına sahip olan bir ifadenin telkini olarak tanımlar ve böylece ona, onun statüsünü verir (bkz. yukarıda verilen bilgilere). el-‘Uleymî’ye göre (Hâşiye, 2: 4) bu şu anlama gelir: belirli bir ifade, (her ne kadar potansiyel olarak onun lafzî ve mecâzî anlamlarında kullanılabiliyorsa da) sadece bir diğerinin anlamında kullanılmıştır. Bundan dolayı İbn Hişâm, “ve mâ yuf‘alu min hayrin fe len yukferûhu” (Onlar ne hayır işlerlerse, reddedilmeyecek, karşılığı tam verilecektir) (Âl-i İmrân, 3/115) ayetinde geçen fe len yukferûhu ifadesini fe len tahrimûhu (sevâbehu) (Onun sevabından mahrum kalmayacaksınız) yorumlarken, onun bu yorumu fiilin orijinal fiilde olduğu gibi bir değil iki mefule direk uzadığı (aldığı) anlayışına dayanıyordu. Benzer bir şekilde “ve lâ ta‘zimû ‘ukdete’n-nikâh” (Evlilik 23 İsbir ve Cüneydî kinâyenin yararlı bir tanımını sundular (1981: 717). Onlar, aktarılan ilk anlamı önleyecek bir şey olmasa da, ilk anlamı zorunlu olarak genişlemeyen fakat birincisine semantik olarak bağlanan diğer bir mananın bir anlatımını oluşturduğunu belirtmişlerdir. Örneğin “nahnu kesîru’r-remed” (bizim külümüz çoktur) cümlesi cömertlikten kinâyedir. Burada niyet külün çokluğunu haber vermek değildir. Aksine külle ilgili olarak pişirilen yemeğin miktarını bildirmektir. Bu da misafirlerin çokluğunu göstermektedir. Bununla beraber ilk anlam yani külün miktarı da burada aktarılmış olabilir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 213 bağına/akdine karar vermeyin) (el-Bakara, 2/235) ayetinde geçen ve lâ ta‘zimû ifadesini, ve lâ tanvû (niyetlenmeyin) anlamında yorumlamıştır. Böylece bu fiil, ‘alâ harfiyle değil bizzat geçişli olur (Muğnî, 2: 685). Bu yorumdaki önemli nokta şudur: Mesela ikinci örnekte nevâ (niyet etmek) fiili, ‘azame fiilinin lafzî ve vaz‘î anlamına değil de bir alaka ve karîneyle ilk anlamına bağlanmıştır24. 4.2. El-cem‘ beyne’l-hakikat ve’l-mecâz Ancak bu noktada hatırlamamız gerekir ki, İbn Hişâm’ın yukarıda verilen tanımı, bazıları tarafından müphem olarak görülmekle kalmamış daha ziyade belirli ifadenin lafzî ve mecâzî anlamı arasındaki direk bir ilişkiye, yani senteze (cem‘) işaret ettiği de düşünülmüştür. Bu görüş pek çok usulcü tarafından da kabul edilmiştir. Özellikle İbn Hişâm’ın tanımının “fiil vaz‘î anlamının dışında bir anlama geldiğinde, aynı anda her birini kastederek iki anlamı gösterir” şeklindeki düşünceyi akla getirdiğini iddia eden (Mecma‘, Mecelle, 182) tarafından kabul edilmiştir (Mecma‘, Mecelle, 194). Gerçekten İbn Hişâm’ın, tazmînin aktarılan anlamının “tueddi kelimetun muedda kelimeteyn” (Bir kelime iki kelimenin manasını taşır) olarak tarifiydi. Bu tanım, bazılarının bununla onun tanımı arasında bir çelişki görmelerine yol açmıştır. Yani “kad yuşribûne lafzen ma‘nâ lafz”…(el-‘Uleymî, Hâşiye, 2: 4). Başka bir ifadeyle, aktarılan anlamı, lafzî anlam ile mecâzî anlam arasında bir sentez düşüncesine özgü olarak yorumlamada bazı haklı nedenler vardı25. Bu belirsizliğin bir örneği el-Bakara, 2/225’de görülebilir: lillezine yu’lûne li nisâihim Eşlerine yaklaşmayacaklarına yemin edenler (Muğnî, 2: 685). Bu şu anlama gelmektedir: yemteni‘ûne min vat’i nisâihim bi’l-half “yeminle eşleriyle cinsi münasebetten sakınanlar”26. Genellikle bu, lafzî ve mecâzî anlamın direk sentezinin bir örneği olarak kabul edilmiştir. Çünkü ilâ’nın (yemin etmek) lafzî anlamı, gerçekte yemindir. Oysa eşleriyle cinsi münasebette bulunmaktan sakınmaları mecâzî anlama bir örnektir. Bu örnekte neden (sebeb) 24 25 26 İbn Cinnî’nin örneği (el-Bakara, 2/187) bu tipin bir örneği olarak görülmüştür. Bkz. Tazmîn ve İlişkili Kavramlar başlığı. Ancak belirtilmesi gerekir ki bazıları onu, mecâzın bir parçası olarak görmüştür. (Vâlî, trz.: 568). Bu ayette âlâ fiili min harfiyle geçişli yapılmıştır. Çünkü o, imtene‘a anlamına gelmektedir. O da sürekli olarak bu harf ile geçişli yapılmaktadır. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 214 Adrian Gully/Çev. Ali Akay yani yeminle yemin etmek, müsebbep yani sakınmak için kullanılmıştır. Diğer bir ifadeyle, âlâ fiili burada aynı zamanda hem lafzî hem de mecâzî manayı taşımak için kullanılmıştır27. Bu yorum ilk bakışta ez-Zemahşerî’nin (ö. 538/1154) de paylaştığı bir yorum olarak da görünmektedir (Krş. Massignon 1954: 15). Mesela, ve lâ te’kulu emvâlehum ilâ emvâlikum Onların mallarını kendi mallarınıza katmayın en-Nisâ, 4/4 ayetinde, ez-Zemahşerî’ye göre (Keşşâf, 2: 481) hakiki anlam ve lâ tadummûhâ ileyhâ âkilîne lehâ, “Onları yiyerek mallarınıza katmayın”dır. O, şunu da ekler: tazmînin amacı, bir anlam vermekten daha kuvvetli olan iki anlamın toplamını vermektir (i‘tâ macmu‘u ma‘nâyeyn ve zâlike akvâ min i‘tâ ma‘nâ). İbn Hişâm, tazmînin aktarılan anlamı hakkındaki yorumlarını kanıtlamak için ez-Zemahşerî tarafından anılan bu ve başka manaları aktarır. Bu bağlamda onun yorumlarıyla ez-Zemahşerî’nin yorumları birbiriyle uyuşur (Krş. Ebu’l-Bekâ, Kulliyât, 2: 26)28. Lafzî ile mecâzî anlam arasındaki sentezin bir diğer örneği de (Meryem, 19/16) ayetidir. izentebezet min ehlihâ mekânen şarkiyyan Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafına çekilmişti Bu ayette intebezet, iʽtezelet (çekilmek) anlamında yorumlanmış ve an harfiyle geçişli yapılmıştır (ez-Zemahşerî, Keşşâf, 2: 506). Şimdi ek bir değerlendirme, mekân isminin irabının nasıl açıklanacağıdır. Fakat tazmînin kullanılması da bunu halleder. Çünkü intebezet fiili etet (O (bayan) geldi) anlamına gelir. Sonuç olarak bu da nasb halini açıklar. Başka bir ifadeyle, min ehlihâ ifadesi, semantik olarak lafzî anlamına göre intebezet kelimesine bağlıdır. Oysa intebezet fiili, mekânen ismini kendisine doğrudan meful (meful bihi) yapmıştır. Çünkü o, etet anlamına gelmektedir. Bu da mecâzî unsuru açıklamaktadır29. Ancak ez-Zemahşerî’nin kendisini aşağıda tartışılan yoruma yaklaştıran tazmini değerlendirmesinin de bir yorumu vardır. 27 Bunun için Bkz. Vâlî, trz: 567. Bana öyle geliyor ki, ortaçağ edebiyatında tazmînin en meşhur bazı örnekleri, cinsi münasebet gibi hassas bir yapının konularıyla ilgili olduğu için, kavramın “edebî kelam”a uygun olan bir anlamı taşıdığı bir düşünceyi takip etmek değer olabilir. Versteegh (1993: 112, 156). Kenâ fiilinin (kinâye) bu anlamda ilk dönem Kur’ân tefsirlerinde kullanılması ilgi çekici bir noktadır. Biraz önce gördüğümüz gibi, tazmîn ve kinâyenin bazı benzer özellikler taşıdıkları göz önünde bulundurulursa, bu görüş mantıksız değildir. 28 ez-Zemahşerî, en-Nisâ, 4/2 ve benzeri ayetleri hakkındaki yorumunun sonunda önemli bir söz söyler: en belagatlı konuşma, anlamları bir çok yolla nakledilendir: 29 Bütün bunlar için Bkz. Mecma‘, Mecelle, 182. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 215 4.3. El-fiʽlu’l-mezkûr mustaʽmel fî hakikatihi lem yuşrib maʽna gayrihi. Bu, bazılarına göre ez-Zemahşerî’nin öncülük ettiği ve beyan alimlerinin katıldığı bir yorumdur (Macmaʽ, Mecelle, 186). Beyan alimlerine göre tazmînin en önemli yönü, esas fiilin lafzî anlamında kalmasının gerekliliğidir (el-Uleymî, Hâşiye, 2: 5). ez-Zemahşerî’ye göre belirli bir yapıda zikredilen fiil, sadece lafzî anlamında gelecektir. Fakat, bir karine yardımıyla, diğer bir fiilin durumuyla ilgili zikredilene uyan (hazf fi’l-‘âher yunâsibuhu) bir niteliğin (hal) hazfi olacaktır (el-Uleymî, Hâşiye, 2: 5). Bu iki yoldan birisiyle olabilir: Birincisi, zikredilen unusurun lafzî anlamında kaldığı ve seçilen ifadenin bir delilden mesela bir edattan veya bir karineden dolayı hazf edildiği yer. Örnek olarak (el-Bakara, 2/185) ayetinde olduğu gibi: ve li tukebbirullahe ʽalâ mâ hedâkum Sizi hidayete erdirdiği için Allah’ı övmeniz için Bu ayette kebere fiili, istiʽlâ harfi olan ʽalâ ile geçişli olmuştur. Çünkü kebere hamd anlamına gelir. Sanki ve li tukebbirullahe hâmidîne ʽalâ mâ hedâkum, “Sizi hidayete erdirdiği için Allah’a hamd ederek onu övmeniz için” denilmiştir ((ez-Zemahşerî, Keşşâf, 1: 337). İkincisi: mahzuf unsur asıl (asl) olabilir ve genellikle zikredilen fiil niteleyici bir emareyle onu destekler. el-Bakara, 2/4) ayetinde olduğu gibi: Yu’minûne bi’l-ğayb Onlar ki gaybe iman ederler Bu ayette kastedilen mana, takdiri bir niteleyici emareyle (yani orijinal olarak ifade edilen fiilden alınan) ya‘terifûne (onlar kabul/itiraf ederler)dir. Yani ya‘terifûne bihi mu’minîne, “Onlar, ona inanarak kabu/itiraf ederler” (el-Uleymî, Hâşiye, 2: 5)30. Kaynaklar, tazmînin diğer geleneksel dört kategorisinin olduğu konusunda uyuşurlar. Bu kategoriler ortaçağ alimlerinin daha az dikkatini çekmiştir. Fakat bununla beraber onları burada kaydetmeye değerdir. 4.4. Zikredilen ifade lafzî manasında (hakikat) kullanılır. Fakat aslında ifadesi metinde kullanılmayan diğer manayı daha önemli sayar. Diğer ifadeden hiç biri onun için takdir edilmez (önceki kategoride olduğu gibi). Buna 30 en-Nisâ, 4/4. ayetinden verilen ve önceki bölümde aktarılan örneğin çoğu tarafından bu tipe örnek olarak kabul edilmesi önemlidir. Beyân alimleri, hazf edilen unsurun tali bir niteleyicinin aksine direk bir meful (mef‘ul bihi) olabileceğini kabul etmişlerdir. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 216 Adrian Gully/Çev. Ali Akay örnek olarak âzeytenî fe seta‘rifu, “bana eziyet ettin ve bu sebeple onu bileceksin” ifadesi verilebilir. Burada anlam bizzat sunumdan (arz), bu durumda cezalandırma tehdidinden (tehdîd) çıkarılmıştır (Hafâcî, Tirâz, 25). Bu görüşün taraftarlarına göre cümle böylece lafzî anlamında kullanılmış ve ne kinâyenin (mecâz) ne de hazfin bir parçası olmuştur (Mecma‘, Mecelle, 188). Öyleyse bu ve benzeri örneklerde en önemli olan şey, bizzat ifadenin arz yöntemiyle manayı taşımasıdır (el-‘Uleymî, Hâşiye, 2: 6). 4.5. Bu iki anlam (yani lafzî ve mecâzî) kinâye ile genişletilmiştir. Onun için lafzî anlam, genişletilmiş anlama ulaşmak için nakledilir. Bu durumda herhangi bir takdire gerek yoktur. Ancak, bu kategori bazıları tarafından önemsenmemiştir. Çünkü lafzî anlam kinayeyle her zaman genişletilmez. Oysa tazmîn için her iki anlamın genişletilmesi gerekir (el-‘Uleymî, Hâşiye, 2: 7). 4.6. Her iki anlam mecâzî olarak genişletilir (el-‘Uleymî, Hâşiye, 2: 7). 4.7. Fiille onun semantik bağlaçları (yani edatlar/harf-i cerler) arasında mecâzî bir araç kusurludur. Hamlu’n-nakîd ‘ala’n-nakîd, “zıddı zıdda hamletmek”de olduğu gibi. Fadale fiilinin (fazla olmak), zıddı olan nakasa fiiline uygun olarak ‘an harfiyle geçişli yapılması gibi. Bu kategorinin İbn Cinnî tarafından Hasâis’inde desteklendiği aktarılmıştr. Fakat el-‘Uleymî’ye göre bu aktarım yanlıştı. Bundan dolayı bu kategori cidden tazmînin bir parçası olarak kabul edilmemiştir31. 4.8. İbn Kemâl Pâşâ tarafından önerildiği gibi lafzî, mecâzî ve gizli anlamların bir bileşimi (el-‘Uleymî, Hâşiye, 2: 7) Tazmîn tartışmasına ALA tarafından yapılan önemli katkılardan biri, ortaçağ alimleri tarafından ileri sürülen delile dayanarak bu kategorilerin kıyâsî (doğruluğu onaylanan dili yöneten kurallar) olabileceğini kararlaştırmaktı. Bazı bakımlardan geçmişe yönelik standartların böyle bir kullanımı, aynı zamanda bu kategorilerin kabul edilebilirliğinin hayali bir manzarasını sunduğu iddia edilebilmesine rağmen, yine de yukarıda tartışılan ilk üç kategorinin tazmînin meşru özellikleri olarak kabul edildiğini öğrenmek yararlıdır. Dördüncü kategori aynı inançla olmasa da makbul addedilmiştir. Oysa son dört kategori, el‘Uleymî’nin açıklamasında görebileceğimiz gibi ortaçağ boyunca bile aynı düzeyde meşru kabul edilmemiştir (Hâşiye, 2: 5-7). 31 Bunun için Bkz. el-‘Uleymî, Hâşiye, 2: 7. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 217 5. Tazmîn’in Başka Örnekleri Önceki tartışma, ortaçağ döneminde dilsel bir kategori olarak tazmînin önemini göstermeye girişmişti. Onun, benzer belagat konularının en asıl olanları arasında zikredilmesi önemlidir. İbn Hişâm’ın Muğnî’sinin bütününde tazmîne verilen dikkate ilaveten, es-Suyûtî’nin eserlerinin pek çok bölümünde de örneğin, belagatlı yeniliklerin oluşu (bedâiʽu’l-bâliğa fîhâ) hakkındaki bölümde (Muʽterek, 1: 373) onunla ilgili bazı tartışmalar vardır. Gerçekten tazmîn, o kadar önemli bir konu ki, İbn Cinnî, onun mevcudiyetinin bir koleksiyonu büyük bir cildi dolduracağını iddia etmiştir. O aynı zamanda, tazmîn örneklerinin ayrıntılı bir koleksiyonunu toplamanın imkansız olacağını da eklemiştir (Hâşiye, 2: 310; Krş. İbn Hişâm, Muğnî, 2: 686)32. Bu düşünceyle birlikte, aşağıda seçilen örnekler, tazmînin tabiatının başka örnekleri olarak addedilmiştir. Kur’ân’da tanımlandığı gibi: Lev câehum emrun mine’l-emni ve’l-havfi ezâʽû bihi Onlara güvenlik ve korkuyla ilgili bir haber geldiğinde, onu yayarlar (enNisâ, 4/83). el-Beydâvî’ye (ö. 685/1286) göre (Envâr, 1: 197) bi harfi ya fazladır (mezîdetun) ya da ezâʽû fiili bi harfiyle geçişli olan tahaddasû anlamındadır. Lâ yesemmeʽûne ilâ melei’l-aʽlâ Onlar mele-i aʽlâyı aşıp dinleyemezler (es-Sâffât, 37/8). Semiʽa fiili, mefulünü doğrudan alsa bile, bu ayette asğâ anlamında kullanıldığı için ilâ harfiyle geçişli yapılmıştır. (İbn Hişâm, Muğnî, 2: 685). Ve lâ tettebiʽ ehvâehum ʽamma câeke mine’l-hakk Sana gelen bu hakikati terk edip onların hevalarına uyma (el-Mâide, 5/48). Bu ayette ittebeʽa fiili, ʽan harfiyle geçişli yapılan inharafe fiili manasında yorumlanabilir. Bu yukarıda tartışılan sınırsız mecâzî kullanım kategorisine uygun olacaktır. Diğer taraftan, beyân alimleri bunu, tali niteliğin hazfine bir örnek olarak kabul etmişlerdir (yukarıdaki üç kategoriden ikincisiyle Krş.) ve ayeti şöyle yorumlamışlardır: Ve lâ tettebiʽ ehvâehum munharifen ʽani’l-hakk yani haktan saparak33. 32 33 Maalesef Halîl el-Me‘ânî’nin “Tadmîn beyne Hurûfi’l-Cerr fi’l-Kur’ân” (Bağdad, 1969) isimli eserini elde edemedim. Bu çalışma, bu aletin daha fazla etki oranını vurgulamada yardımcı olabilir. Bunun için Bkz. ez-Zemahşerî, Keşşâf, I: 618; el-Beydâvî, Envâr, I: 234. Kur’ân’da tazmînin daha çok örneği için Bkz. Mecma‘, Mecelle, 189-91. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 218 Adrian Gully/Çev. Ali Akay Özellikle bu son örnek aydınlatıcıdır. Çünkü bu örnek, tazmînin pek çok durumunun iki yorumu kabul ettiğini göstermektedir. Bu yorumlar da kişinin bireysel düşünce biçimine göre yani usulcülerin mi yoksa belagatçıların mı çizgisini takip eden bir alim oluşuna göre değişir. Bu aynı zamanda, iki farklı yorumun net sonucunun, metnin anlamını zorunlu olarak etkilemediğinin altını çizmektedir. 6. Tazmîn Ve Bugünkü Dile Etkileri ALA komisyonu tarafından yapılan tazmîn tartışmalarının çoğu, terimin ortaçağdaki yorumu üzerinde yoğunlaşmasına rağmen, küçük ölçekte değil de sonuca etkisini değerlendirerek belirlenen tazmîn kuralını uygulamak için bir kriter oluşunun kararı/sonucu dilin geleceğinin de kararıdır. Her ne kadar ortaçağ dilcileri onun dilin meşruiyetinin bir özelliği olarak görmüyorsa da ALA, onun, kıyas kurallarına göre aslında dilin meşruiyetinin bir özelliği olduğunu ileri sürmüştür (Mecmaʽ, Mehâdir, II, 238-39). Aşağıdaki üç şartın da onun kullanımına bağlı şartlar olduğu sonucu çıkarılmıştır. 1) İki fiil arasında bir benzerliğin (münasebet) olması 2) Diğer fiile işaret eden bir bağın (karine) olması 3) Arap (edebî) selikasına (zevk) uygun olmalı34 Burada şunun da belirtilmesi gerekir ki, ilk iki şart, zaten ortaçağ Arapçasında mecâzın (mecâzî kullanım) bir yönü olarak belirlenmişti. ALA, tazmîni ayrı bir kavram olarak ayırt etmek için üçüncü şartın gerekli olduğu sonucuna varmıştır. Bunun, bugünkü dil için özel bir ima olduğu görülmektedir. İlk bakışta bir diğer fiilin anlamını taşıyan gibi görünen fiil örneklerine baktığımızda, muhtemelen onun gerekçesi açıktır. ALA, örneğin istetaʽa fulanun ʽala’l-ʽamel (falan kişi çalışabilir) cümlesinde istitaʽat harfi olan ʽalâ’nın (bir şeye güç yetirebilmek), kadera ʽalâ anlamında olup olmadığı hususunda aynı görüşte değildir. ALA’nın bazı üyeleri, hasale ʽalâ anlamına gelen hâza ʽala’lkadâ örneğinde olduğu gibi bu örneğe de tazmînin uygulanması gerektiğini ileri sürmüştür. Ancak diğerleri ise, bu ve diğer örnekler arasında hem bir münasebet hem de bir karine olduğu halde, tazmînin, özel bir geçişliliğe (taʽdiye hâsse) sahip oldukları bilinmeyen kelime ve fiillerle sınırlandırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir (Mecmaʽ, Mehâdir, 1: 204). Büyük ihtimalle bu ayırım, sadece Arapların aşina olduğu zevk kuralları uygulanarak yapılabilir35. Şüphesiz ki 34 35 Zevk terimi, Arapça’da özellikle belagat ile ilgilidir. Burada kastedilen şudur: tazmîn örnekleri, ortaçağda belagatçılar tarafından belirlenerek kabul edilen belagat kurallarına uymalıdır. Ayrıca tazmîn örneklerini sınıflandırma girişiminde ALA’nın karşı karşıya kaldığı zorlukları örneklemek için, en azından kurulun bir üyesinin isteta‘a/kadera ‘alâ ifadesinin aslında SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 219 problem, zevk kavramının yorumunun nasıl standartlaştırılacağıdır (Vâlî, trz.: 595). ALA için diğer esas bir düşünce, dilde aktif olarak kullanılan tazmînin ne boyutta olacağıdır. İbn Cinnî ve diğerlerinin savunduğu görüşe rağmen –ki tazmîn örnekleri dilde çoktur- en azından ALA’nın üyelerinden biri, onun kullanımının iki yüz dolayında kelimeyle sınırlandığını ileri sürmüştür. Genellikle tazmînin makul bir şekilde doğru kullanımının ancak toplumun edebî tabakasıyla garanti edilebileceği görüşünde birleşilmesine rağmen, ALA’nın bu belirli üyesi, marjinal görüş olarak kabul ettiği şey için, değişmez özellikleri yerleştirmek amacıyla (dilin) konuşanlarını eğitimli ve eğitimsiz diye iki gruba ayırmaya karşı çıkmıştır. O, ALA’nın şimdiyle ilgilenmesi gerektiğini ve tazmîn gibi tarihsel-dilsel bir fenomeni, kullanımın böyle sınırlamalarına zorlamak, dilin tabiî gelişimini aksattığını ileri sürer (Vâlî, trz.: 597-98). Ancak tartışmanın diğer bir yönü şudur: tazmîn, Arap dilinde pek çok fiili etkilemiştir ve bu fiiller, modern dilde de vardır. ALA’nın bazı üyelerinin esas ilgisi, tazmînin kurallarının eğitimsiz insanlar tarafından yanlış kullanılmasıydı. (Krş. Wehr 1943: 24). Onlar şu görüşü ilerletmişlerdir: eğer bir konuşmacı, iki fiil arasındaki semantik ilişkiyi bilmiyorsa, o, sürekli aynı tarzda yapılır düşüncesiyle, belirlenmiş bir harfle bir fiili pekala geçişli yapabilir. Örneğin ezâʽa fiili ve bi harfinde olduğu gibi. Onun, normalde bizzat geçişli olduğunu ve sadece tahaddasu anlamında olduğu zaman bi harfi aldığını daha önce görmüştük36. Tazmîn konusunun bugünkü Arapça için önemli bir konu alarak kalması, bizzat geçişli olan veya bi harfiyle geçişli yapılan pek çok fiilde görülebilir. Son dönemlerdeki bir makalede Şûsâ (1993), dil alimleri tarafından eş-zamanlı hareket ve devinim ( hareke ve defʽ maʽan) olarak tanımlanan fiilleri de içeren bu tip fiillerin seçmelerini tartışır37. Şûsâ’nın bahsettiği fiillerden biri de kabile fiilidir. Bu fiil, sadaka, “tasdik etmek, inanmak” anlamına geldiği zaman, ya bizzat ya da bi harfiyle geçişli olabilir. Kabiltu’l-kavle, “söyleneni kabul ettim” (Krş. Saddaktuhu) örneğinde olduğu gibi. Şûsâ, (1993: 184), saddakat bi tazmînin bir örneği olarak aldığına işaret etmek değerlidir. Oysa gafarallahu fulânen (Allah falanı bağışlasın) ifadesi, bazılarının iddia ettiği gibi semeha anlamında kullanılan gafara ile tazmîne bir örnek değildir. Ancak daha doğrusu li harfinin hazfini gerektirir. Çünkü gafara fiili genellikle bu harf ile geçişli yapılır (Mecma‘, Mehâdir, I: 207). 36 Bazı şair ve yazarların da tazmîn kavramının yanlış anlaşılmasının ve kullanılmasının suçlusu olduğu ALA’nın dikkatine sunulmuştur (Vâlî, trz.: 590). 37 Bunlar eddâ (vermek, karşılamak), defa‘a (defetmek) ve remâ (atmak) fiillerini içerir. Bkz. Şûsâ (1993: 184). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 220 Adrian Gully/Çev. Ali Akay kelimâti Rabbihâ, “O, Rabbinin kelimelerini tasdik etti” (et-Tahrîm, 66/12) ayetinde olduğu gibi saddake fiilinin bazen bi harfi aldığına işaret eder. Benzer bir şekilde kabile fiili de aynı harfle geçişli yapılabilir. Çünkü o, kabiltu bi’r-rey örneğinde olduğu gibi radiye bihi, “görüşü kabul ettim” (veya diğer bir fiil ahaze bihi) anlamına gelmektedir (Şûsâ, 1993: 185). Şûsâ’nın makalesinin özel bir önemi de, onun esas olarak modern dildeki bazı fiillerin kullanımıyla ilgilenmesidir. Bundan dolayı örneklerden de anlaşılacağı üzere o, tazmînin kullanılabildiği bağlamın sınırsız olduğunu ileri sürer. Örneğin, o, ikisi de birbirinin yerine kullanılabilmesine rağmen, ezâ‘a fiilini harf-i cerli ve cersiz aktarır. Ancak bu makale, ortaçağ alimleri tarafından ileri sürülen kurallara uygun olarak, bunun, fiillerin ya bizzat ya da bi harfiyle geçişli yapılabilecek bir durum olmadığını göstermeye teşebbüs eder. Bu sebeple, ALA’nın bazı üyeleri tarafından söylenen bazı uyarıların aslında doğrulanabileceği önerilebilir. Diğer bir ifadeyle, muhtemelen onlar, bu fillerin yanlış kullanma ihtimalinden sakındırmak için, bu fenomene maruz kalabilen fiillerin bağlamsal ve semantik sınırlarını belirlemek için dilbilimci ve sözlükbilimcilerin sorumlu oldukları görüşünü sürdüreceklerdir. Ancak, önemli bir karşıt tez vardır. Eğer tazmîn örneklerinin çoğunun Kur’ân’da bulunduğunu aklımızda tutarsak, böyle dilsel bir fenomenin ne derece ortaçağ kullanımlarına bağlı olması gerektiği sorunu ortaya çıkar. Bununla birlikte, Kur’ân’ın Arapça formun en arı örneği olması, asla şüphe konusu olmamıştır. Aynı şekilde modern yazı dilinin diğer modern diller gibi değişime maruz olduğu da inkar edilemeyecektir. Bundan dolayı sözlükler, örneğin ezâ‘e fiilinin ya bizzat ya da bi harfiyle geçişli olduğunu kaydederken -ki o zaman açığa çıkarmak, ifşa etmek anlamına gelir- (Anis ve diğerleri, 1973 1:318), biz, harf-i cerle veya harf-i cersiz de aynı anlama geldiğini varsayabilir miyiz? Veya iki kullanım arasında, aslında manada bir değişikliğin olup olmadığını belirlemek için tazmînin prensiplerini araştırmak zorunda mıyız? Normal bir dil kullanıcısı için iki anlam arasındaki farklılık zor algılanabilir. Ancak uzman dilci için mesele, kapsamlı bir anlam üstlenir. Modern sözlük derleyicilerine karşı adil olmak için, bu problemin, belki de otorite kaynaklarına nispet edilebilen değişik biçimlerini kabul etmekten başka, kolay bir çözümü yoktur. Ortaçağ edebiyatında doğrulanan bazı fiillerin farklı yorumları, problemin tabiatına yeterli bir kanıttır. Örneğin Dâghir (1923: 58), sözlükbilimcilerin vehebe (vermek) fiilini, vehebe lehu mâlen, “ona biraz mal verdi” örneğinde olduğu gibi ilk mefulünü li harfiyle aldığını kaydettiklerine dikkat çeker. Ancak usulcüler, onun tazmînle, büyük ihtimalle bir fiilin dolaylı SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 221 manasıyla bizzat geçişli olduğunu iddia etmişlerdir. İki mefulü direk alan ‘atâ fiilinde olduğu gibi. 7. Sonuç Farklı anlamlara sahip olan tazmîn kavramının gerekçeleri, erken dönem dilbilimsel edebiyatta bulunabilmesine rağmen, tazmînin prensiplerinin, o dönemde tazmîn anlayışıyla ilgisi olmayan farklı tasnifler altında daha erken dönem edebiyatında tartışıldığını ileri sürmek için bazı deliller varsa da, en azından dördüncü muhtemelen beşinci yüzyıla kadar, kullanımı bir dereceye kadar standart bir hale getirilmemişti. Öyle görünüyor ki, bu son dönemde dilcilerin ve belagatçıların tazmîni kullanımları arasında herhangi bir ayırımın olduğu kuşkuludur. Oysa bu çalışma, usulcülerle beyân alimleri arasında kavramın farklı bir yorumunun var olduğunu göstermek için girişimde bulunmuştur. Her halükarda amaçlar aynıydı: Metnin bazı semantik ve sözdizimsel düzensizliklerini açıklamak ve bir harf-i cerle veya harf-i cersiz iki veya daha fazla ayrı durumda görünebilen iki aynı fiili gerektiren açık bazı tutarsızlıkları izah etmek. Böyle durumlarda, anlamın dolaylı anlatımına uymasından dolayı, bir fiilin diğer bir fiille kullanımıyla ilgili, bir açıklama yapılabilecektir. Bu açıklayıcı giriş olmaksızın, bu açık düzensizliklerin, okuyucuya muhtemelen bazı yorum zorlukları çıkardığını eklemek gerekmez. Ancak, pek çok yönden tazmîn, hazf, takdîr veya izmâr gibi aynı türe giren diğer dilsel fenomenlerden farklı değildi. Çünkü onlar Allah’ın eşsiz kelamını temsil eden dilin unsurlarıdır. Tazmînin kullanımını kıyâsın özelliklerine uyan meşru dilsel bir fenomen olarak onaylayan ortaçağ alimlerine göre, ortaçağ edebiyatında bütün dilcilerin onun meşruiyetini kabul etmediği açıkça doğrulanmasına rağmen, onun bu grubun içinde daha özel bir yer işgal ettiğini söylemek hakkaniyete uygundur. Öyleyse, kavramın istihdamı pek çok değişime dayanmıştır. Bizzat geçişli olan bir fiilin bir harf-i cerle geçişli olması veya tersi gibi. Asıl alması gereken harf-i cerden başka bir harfle gelen bir fiilin pek çok örneği vardır. el-İnsân, 76/6. ayette şeribe fiili gibi. Bu fiil normalde bu bağlamda min harfini alır, fakat bi ile gelmiştir. Çünkü bu harfle kullanılan başka bir fiilin anlamına gelmektedir. Dolayısıyla iki anlam yani, onun anlamına gelen fiilin ve asıl fiilin anlamı taşınmıştır. Bundan dolayı, Basralıların standart yorumuna göre tazmînin sonucu, verilen fiilin veya edatın manası için bir genişleme (tevessu‘) ortamı meydana getirmek olmuştur. Onun amacı, genişleme düşüncesinin zıddı olmayan fakat onun tamamlayıcısı olarak görülebilen icâzı (özlük) başarmaktır SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 222 Adrian Gully/Çev. Ali Akay (Wâlî, trz.: 584)38. Çünkü iki anlamı taşımak için bir fiilin, diğer bir fiille kullanılan bir harf-i cerle birleşmesi, ikinci fiilin oluşuna olan ihtiyacı önlemiştir39. Tazmînin ortaçağda aldığı dikkatin ayrı bir gerekçesini gösteren önemli bir diğer özelliği şudur: O, geçişsiz bir filin geçişli olabilmesi için gerekli yedi tarzdan biri olmasına rağmen, diğer altı tarzdan ayrılmıştır. Çünkü o, bir fiili birden fazla mertebede geçişli yapma kabiliyetine sahipti. Diğer bir ifadeyle, kasara (tutmak) anlamında gelen alâ gibi bir fiil, geçişli bir fiilden iki meful alan bir fiile -mana‘a (bir şeyi birisinden engellemek) anlamında olması şartıyladönüştürülebilir. Lâ âlûke cuhden, “senin için gayret sarfetmeyecektim”, (yani senin için yapabileceklerimi yapacaktım) örneğinde olduğu gibi. Bazı durumlarda bu tarza üç meful alabilir (İbn Hişâm, Muğnî, 2: 525; Krş. esSabbân, Hâşiye, 2: 96-97). Özetlemek gerekirse tazmîn, ortaçağ Arapçasında belagat kategorilerini oluşturan pek çok önemli fenomenden biriydi. Muhtemelen, tazmînin çoğu örneklerinin Kur’ân’da bulunması şaşırtıcı değildir. Onun dil alimleri için önemli bir konu olarak durduğu açıktır. Oysa ALA’nın girişimleri, aynı indirgeyici kuralları bugünkü dile uygulamak için, belki de bin yıl önce yapılanlar gibi, daha az inandırıcıdır. Çünkü en azından modern dildeki değişimler hem oldukça eğitimli olanlar hem de ister istemez verilen bir fiilin harf-i cerli veya cersiz kullanımı arasındaki farkı anlama kabiliyetine sahip olamayan az eğitimli olanlar tarafından sürdürülmemiştir. KAYNAKÇA Abubakre, R. Deremi, Bayân in Arabic Rhetoric: An Analysis of the Components of the Core of Balâgha. Ibadan: Intc, 1989. Arberry, Arthur J. The Koran Interpreted, 3rd. ed. London: Allen and Unwin, 1980. Bonebaker, S. A. Some Early Definitions of Tawriya and Safadi’s Fadd al-Xitâm ‘an at-Tawriya wa’l-Istıxdâm, Paris and The Hague: Mouton, 1966. Carter, Michael, G. “Elision.” In Prodeceedings of the Colloquium on Arabic Grammar”: Budapest Studeis in Arabic 3-4, ed. Kinga Dévéni and Tamas Ivanyi, Pp. 121-33, Budapest, 1991. Krş. İbnu’l-Kayyim, Bedâi‘, 1: 21. İbnu’l-Kayyim, îcâzın anlamı için ihtisâr kavramını kullanır. Bu aynı zamanda hazfin arkasındaki temel amaçtır. 39 Bu görüş de Gardet’in tazmînle tahrîc arasındaki ilişki hakkında gösterdiği noktaya düzgünce bağlanır. Bkz. Giriş bölümü. 38 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 223 Gardet Louis, “Didd, “Tadmîn et-Takhrîj, Mukâbal”, Mélanges de l’Institut dominician d’ tudes, orientales du Caire 17 (1986): 67-80. Van Gelder, J. Geert, Two Arabic Treatises On Stylistic, Istanbul: Nederlands Historisch-Archaelogisch Instituut, 1987. Gully, Adrian, “Synonymy or not Synonymy: That is Question, The Case of the Particle in Medieaeval Arabic”, Zeitschrift für Arabische Dichtung und griechische Poetik, Beirut: Imprimerie Catholique, 1969. ----------, “On the Genesis of the haqiqa-majâz Dichotomy”, Studia Islamica 59 (1984): 111-40. Massignon, Louis, “Réflexions sur la sturcture primitive de l’analyse grammaticale en Arabe”, Arabica 1 (1954): 3-16. Mehren , A. M. F. Die Rhetorik der Araber, Hildesheim: Georg Olms, 1970. Monteil, Vincent, L’Arabe moderne, Paris: Klincksieck, 1960. Stetkevych, Jaroslav, The Modern Arabic Literary Language: Lexical and Stylistic Developments, Chicago: Univ. Of Chicago Press, 1970. Suleiman, Yasir, “Methodological Rules of Arabic Grammar”: Budapest Studies in Arabic 3-4, ed. Kinga Dévényi and Tamas Iványi, Pp. 351-364, Budapest, 1991. Versteegh, C. H. M. Arabic Grammar and Qur’ânic Exegesis in Early Islam, Leiden: E. J. Brill, 1993. Vehr, Hans, “Entwicklung und traditionelle Pflege der arabische Schriftprache in der Gegenwart”, Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft 97 (1943): 16-47. -----------, A Dictionary of Modern Written Arabic, 3rd ed. Weisbaden: Otto Harrassowitz, 1976. ATIF YAPILAN ARAPÇA ÇALIŞMALAR Ebu’l-Bekâ, Eyyûb b. Mûsâ el-Huseynî, el-Kefevî Ebu’l-Bekâ, elKulliyât, Mu‘cem fî Mustalahât ve’l-Furûku’l-Luğaviyye, Tah. Adnân Derviş ve Muhammed el-Mısrî, 5 cilt, Damascus: Vezerâtu’l-Sekâfe ve’l-İrşâdu’l-Kavmî, 1974-76. Ebû ‘Ubeyde, Ma‘mer b. el-Musennâ et-Teymî, Mecâzu’l-Kur’ân, II. Baskı, 2 cilt, Kahire, Dâru’l-Fikr, 1970. Enis İbrahim ve Diğerleri, el-Mu‘cemu’l-Vasît, II. Baskı, 2 cilt, Kahire, Dâru’l-Ma‘ârif, 1973. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 224 Adrian Gully/Çev. Ali Akay el-Ezherî, Halid b. Abdillah el-Ezherî, Şerhu’t-Tasrîh ‘ala’t-Tavdîh ve bi hâmişihi Hâşiyetu Yâsîn b. Zeyniddîn el-‘Uleymî, 2 cilt, Kahire, ‘İsâ Bâbî elHalebî, trz. el-Batalyevsî, Muhammed Abdullah b. Muhammed b. el-Sîd elBatalyevsî, el-İktidâb fî Şerhi Âdâbi’l-Kuttâb, tah. Mustafa el-Sîkâ ve Hâmid Abdulmecîd, 4 cilt, Kahire, el-Hey’etu’l-Mısriyyetu’l-Âmme li’l-Kitâb, 1982. el-Beydâvî, Nâsıruddîn Ebu’l-Hayr Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, 2 cilt, Kahire, Mustafa Bâbî el-Halebî, 1939. Dâğir Es‘ad, Tezkiretu’l-Kâtib, Kahire, Matba‘atu’l-Muktataf, 1923. el-Ferrâ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, Tah. Muhammed ‘Ali en-Neccâr, 3 cilt, Kahire, Dâru’l-Mısriyye li’t-Te’lîf ve’tTerceme, trz. İbnu’l-Hâcib, Cemâluddîn Ebû Amr Osman, Ömer b. Ebî Bekr, Amâlî İbnu’l-Hâcib, Tah. F. S. Kadâra, 2 cilt, Beyrut, Dâru’l-Ciyl, 1989. İbnu’l-Mu‘tezz, Abdullah, Kitâbu’l-Bedî‘, Ed. Ignatius Kratchkowsky, London, Luzac, 1935. İbn Fâris, Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Fâris, es-Sâhibî fî Fıkhi’l-Luğa, Tah. Es-Seyyid Ahmed Sakr, Kahire, ‘İsâ el-Bâbî, el-Halebi, trz. İbn Hişâm, Cemâluddîn Abdullah b. Yûsuf b. Hişâm, Muğni’l-Lebîb ‘an Kutubi’l-E‘ârîb, tah. Muhammed Muhyuddîn Abdulhamîd, 2 cilt. Kahire, Dâr İhyâi’t-Turâsi’l-‘Arabî, trz. İbn Cinnî, Ebu’l-Feth Osman b. Cinnî, el-Hasâis, Tah. Muhammed Ali en-Neccâr, Beyrut, Dâru’l-Hudâ, 1974. İbn Kayyim Muhammed b. Ebî Bekr b. Kayyim el-Cevziyye, Bedâ‘iu’lFevâid, 4 cilt, Beyrut, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, trz. İbn Raşîk, Ebû Ali Hasan b. Raşîk el-Kayravânî, el-‘Umde fî Mehâsini’şŞi‘r ve Âdâbihi ve Nakdihi, Tah. Muhammed Muhyuddîn Abdulhamîd, II. Baskı, Kahire, Mektebetu’s-Sa‘adet, 1963. İbn ‘Usfûr el-İşbîlî, Şerh Cumelu’z-Zeccâcî, Tah. Sâhib Ebû Cenâh, 2 cilt, Bağdad, Vezâretu’l-Evkâf ve’ş-Şu’uni’d-Dîniyye, 1980. İsbîr, Muhammed Sa‘îd-Bilâl el-Cuneydî, eş-Şâmil: Mu‘cem fî ‘Ulûmi’lLuğati’l-‘Arabiyye ve Mustalahâtihâ, Beyrut, Dâru’l-Avdet, 1981. el-Curcânî, Ali b. Muhammed el-Huseynî eş-Şerîf el-Curcânî, Kitâbu’tTa‘rifât, Beyrut, Mektebetu Lubnan, 1969. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Orta Çağ Arapçasında Tazmîn “ Mananın Dolaylı Anlatımı” 225 Hafâcî, Şihâbuddîn, Tırâzu’l-Mecâlis, Kahire, Matba‘atu Bulâk, 1909. Mecma‘u’l-Luğati’l-‘Arabiyye, Mehâdiru’l-Celsât, Kahire, 1934: I: 20225; II: 226-47; III: 248-63; IV: 264-68. -------------, el-Mecelle, cilt 1, Kahire, 1935-: 33, 180-99. es-Sabbân, Muhammed b. Ali es-Sabbân, Hâşiyetu’s-Sabbân ‘alâ Şerhi’lAsmûnî ‘alâ Elfiyeti İbn Mâlik, 4 cilt, Kahire, Dâr İhyâi’l-Kutubi’l-‘Arabîyye, trz. es-Serrâc, Ebû Bekr Muhammed b. Sehl b. es-Serrâc, el-Usûl fi’n-Nahv, Tah. Abdulhuseyn el-Fatlî, 3 cilt, Beyrut, Muessesetu’r-Risâle, 1988. Shusha, Faruq, “Fî ta‘diyat al-fi‘l bi’l-bâ’”, Mecelletu’l-‘Arabî, 1414 (1993): 184-85. Es-Suyûtî, Celâluddîn Ebu’l-Fadl Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, II. Baskı, 4 cilt, Haydarâbâd, Dâiretu’l-Ma‘arifi’l-Osmâniyye, 1940-42. ---------, Mu‘teraku’l-Akrân fî İ‘câzi’l-Kur’ân, Tah. A. M. El-Bacavî, 3 cilt, Beyrut, Dâru’l-Fikr el-‘Arabî, 1969-73. Et-Tahânevî, Muhammed ‘Alâ b. Ali, Mevsu‘âtu Istalahâti’l-‘Ulûmi’lİslamiyye, 6 cilt, Beyrut, Hayyât li’l-Kutub ve’n-Neşr, 1966. el-‘Uleymî, eş-Şeyh Yâsîn b. Zeynuddîn, Şerhu’t-Tasrîh ‘ala’t-Tavdîh ve bi hamişihi Hâşiye Yâsîn b. Zeynuddîn el-‘Uleymî, 2 cilt, Kahire, ‘İsâ el-Bâbî, elHalebi, trz. Vehbe, M- K. el-Muhendis, Mu‘cemu’l-Mustalahâti’l-‘Arabiyye ve’l-Luğa ve’l-Âdâb, Beyrut, Mektebetu Lübnân, 1979. Vâlî, Huseyn, Bahsu’t-Tadmîn: Akvâlu’l-‘Ulemâ fi’t-Tadmîn, Nahvu’lVâfî içinde, Tah. ‘Abbas Hasan, 4 cilt, Kahire, Dâru’l-Ma‘ârif, trz. 2: 564-95. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 226 Adrian Gully/Çev. Ali Akay ez-Zemahşerî, Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf ‘an Hakâiki’t-Tenzîl ve ‘Uyûni’l-Akâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl, 4 cilt, Kahire, Mustafa el-Bâbî, el-Halebi, 1966. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 HZ. HASAN VE “MİTLÂK” EFSANESİ -Hz. Hasan’ın Çok Sayıda Evlenip Boşandığını Bildiren Rivâyetlerin TenkîdiSaeed Akhtar Rizvi Çev: Ferhat Gökçe Hz. Hasan1, son 1250 yıldır oldukça kötü niyetli bir propagandanın kurbanı olmuştur. Hayranları tarafından “rahatlık ve sükûnet düşkünü” (Emir Ali, ‘Spirit of İslâm’)2, aleyhtarları tarafından ise “çok sayıda boşayan [mitlâk]” (Willi Frischauer, ‘The Aga Khans’)3 bir kimse olarak vasıflandırılmıştır. Konuyla ilgili tek tek rivâyetlere bakmadan önce, [Hz. Hasan’ın çok sayıda hanım boşayan bir kimse olduğu hakkındaki] bu iddianın ne zaman, kim tarafından ve niçin ileri sürüldüğünü ortaya çıkarmak daha önemlidir. Bu rivâyetleri bütünüyle inceledikten sonra, Hz. Hasan’ı “evlilik ve boşama” ile itham etmekle bilinen ilk kişinin, Emîru’l-Mu’minîn Ali ve torunlarını küçük düşürme eğiliminde olan hânedân politikasından dolayı ikinci Abbâsî halifesi Mansûr4 olduğunu tespit ettim. Bu, okuyucuların Abbâsîlerin nasıl iktidara geçtiklerinden haberdar olmalarına yardımcı olacaktır. Emir Ali’nin “Spirit of İslâm” adlı eserinde ifade ettiği gibi “Hz. Hüseyin’le çocuklarının trajik ölümleri İslâm âleminde bir nefret hissi bırakmıştı; bunun yol açtığı bu nefret hissi, en nihayetinde inancın kurtuluşa götürdüğünü ispatlamıştır… Bu, Müslüman çoğunluğu üstadın yapıp ettikleri hakkında ve onun düşmanlarının çocuklarının İslam'a verdikleri zararlar hakkında düşünmeye sevk etmiştir.” 5 Hicretin ikinci yüzyılının başlarında, Benî Ümeyye’nin zulmünden en fazla sıkıntı çekmiş olan İran, Irak ve Hicaz, bu nefret edilen ailenin (hâkimiyetini) yıkmak için (kurulmuş) gizli organizasyonlarla örülmüştü. Emevîlerin hâkimiyetini yıkma hareketinde en faal olanlar Abbasilerdi; belki de bu, başlangıçta Fâtıma'nın evlatlarına bütün haklarını iâde etmeye yönelik Tercümesini sunduğumuz makale, S. Saeed Akhtar Rizvi tarafından, “Imam Hasan: ‘The Myth of his Divorces” ismiyle Al-Serat, (4, 1978, no: 3) dergisinde yayımlanmıştır. Yrd.Doç.Dr.Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi. 1 Şiî âlimlerden olan makâlenin yazarı Hz. Hasan için “İmam” nitelemesini kullanmıştır. (çev.). 2 Syed Ameer Ali, The Spirit of Islam, İdâre-i Edebiyât-ı Delhi, 1923. (çev.). 3 Frischauer, Willi, The Aga Khans, The Bodley Head Ltd; 1st edition (October 22, 1970. (çev.). 4 Ebû Ca‘fer el-Mansûr Abdullāh b. Muhammed b. Alî el-Hâşimî el-Abbâsî (ö. 158/775) H.754775 yılları arasında Abbâsî halifeliğinde bulunmuştur. (çev.). 5 Emir Ali, Spirt of Islam, s.302. 228 Saeed Akhtar Rizvi/Çev. Ferhat Gökçe samimi arzularından kaynaklanmaktaydı. Ancak daha sonra kendi çıkarlarına dönmüşlerdir.6 Benî Hâşim, Emevî hânedânını devirmeyi planladığı zaman, ilk olarak tüm kabile üyelerini gizlice bir toplantıya çağırdılar. Şayet başarılı olurlarsa, Muhammed Nefsu’z-Zekiyye’yi7 halife yapmaya karar verdiler. Muhammed, Hz. Hasan’ın oğullarından Hasan Musennâ’nin oğlu olan Abdullah’ın oğluydu. Ebu’l-Abbâs (Saffâh)8 ve Mansûr biat edenler arasındaydı. İmam Ca’fer es-Sâdık9 tüm bu faaliyetlerden uzakta kaldı ve Abdullah’a (Nefsu’z-Zekiyye’nin babası) oğlunun başarılı olamayacağını, onun yerine tahta Mansûr’un oturacağını söyledi. Abdullah, bu açık sözlülükten hoşlanmamış ve İmam Ca’fer’i kıskançlıkla suçlamıştı. Her nasılsa “er-Rıza min âl-i Muhammed” (Muhammed ailesinden razı olunacak bir şahıs) sloganı bir başarıyı ispatladı ve halk, Benî Ümeyye’yi ortadan kaldırmak ve Peygamberin bir torununu halife olarak tayin etmek istediklerini düşünerek Benî Hâşim’in temsilcilerinin arkasında toplandı. Benî Ümeyye h.132 yılında yıkıldı. Ancak Hz. Muhammed’in soyundan bir halife atama zamanı geldiğinde, Abbâsîler tüm sözlerini ve Muhammed Nefsu’z-Zekiyye’ye yaptıkları biatı unuttular. Ebu’l-Abbas Saffah’ı tahta çıkardılar. Ebu’l-Abbâs dört yıl sonra öldü ve kardeşi Mansûr iktidara geçti. Muhammed Nefsu’z-Zekiyye, Mansûr’un kendisini halife olarak kabul etme zorunluluğu altında olduğunu unutmamıştı. Mansûr da bunu unutmuş olamazdı. Muhammed Nefsu’z-Zekiyye’ye göre çözüm Mansûr’a isyan etmekti. Mansûr’a göre ise çözüm, Hz. Hasan’ın tüm torunlarını ortadan kaldırmaktı. Benî Ümeyye’nin Fâtımâ’nın evlatlarının peşine düşmelerine ya da onlara eziyet etmelerine (neden olan) aynı şiddetli kıskançlık, Abbâsîlerin Muhammed'in torunlarına karşı gösterdikleri davranışı karakterize etmiştir. Onların kendilerini halife yapma gibi hiçbir talepleri yoktu; onlar kendi 6 Emir Ali, A.g.e., s.307. Nefsu’z-Zekiyye lakabıyla anılan Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh b. el-Hasen el-Müsennâ b. el-Hasen b. Alî b. Ebî Tâlib (ö. 145/762) Abbâsî Halifesi Mansûr’a karşı Medine’de isyan eden Ali evlâdının lideridir. (çev.). 8 Ebu’l-Abbâs Abdullâh b. Muhammed b. Alî b. Abdillâh b. el-Abbâs b. Abdilmuttalib (ö. 136/754), İlk Abbâsî halifesi (750-754)’dir. (çev.). 9 Ebû Abdillâh Ca‘fer b. Muhammed el-Bâkır b. Alî Zeyni’l-Âbidîn (ö. 148/765), İsnâaşeriyye’nin altıncı, İsmâiliyye’nin beşinci imamı, Ca‘ferî fıkhının kurucusudur. (çev.). 7 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Hz. Hasan Ve “Mitlâk” Efsanesi 229 yükselişlerinin vasıtası olarak, Fâtımâ’nın evlatları üzerinden insanların sevgisini kazanmışlardır. Arzulanan amaca ulaştıklarındaysa, Fâtımâ’nın evlatlarını daha acı zulümlerle ödüllendirmişlerdir.10 Mansûr h.144 yılında Medine’ye gelmiş ve çok geniş çaplı bir operasyon neticesinde Hz. Hasan’ın tüm ailesini tutuklayıp onları Bağdat’a götürmüştür. Burası (bu makale) Hz. Hasan’ın torunlarının maruz kaldığı -fiziksel ve zihinselişkencelerin birer birer sayılacağı bir yer değildir. Bundan sonra Mansûr sadakat yemininin hukukî ve ahlâkî yükümlülüklerinden kendisini muaf tutmak istedi. Sorun sadece kendi vicdanı değildi aynı zamanda o, kendisinin meşrû ve hak sahibi halife olduğu konusunda halkı ikna etmek zorundaydı. Bu amaçla, Hz. Hasan’ın ailesini tutukladıktan sonra, halka yaptığı bir konuşmada şunları söyledi: “Allah’a yemin olsun ki, biz Ebû Tâlib’in torunlarını ve hilâfeti bırakmıştık. Ali b. Ebû Tâlib’in hilâfete gelmesine hiç müdahale etmedik. Ondan sonra Hasan b. Ali hilâfete geldi. Allah’a yemin olsun ki, o hilâfete lâyık değildi. [Hilâfeti bırakması için] teklif edilen parayı kabul etti. Muâviye, onu halefi yapacağına dair ona bir haber gönderdi. Bu yüzden Hasan hilâfetten çekildi, yönetimi ve iktidarı bıraktı. Her şeyi Muâviye’ye bıraktı ve kendi meşguliyetine, kadına döndü, bir gün bir kadınla evlendi, ertesi gün boşandı. O, yatağında ölünceye kadar bu şekilde hayatını devam ettirdi.”11 Bu konuşmanın ana teması, büyük babası Hz. Hasan, yönetim hakkından feragat ettiği için Muhammed Nefsu’z-Zekiyye’nin hiçbir hilâfet hakkına sahip olmadığıydı. Bu yüzden o, firâri olarak dolaşan ve Mansûr’a karşı savaşmak için bir ordu toplayan Muhammed’e bir mektup yazdı: “Dedenin (Ali) hilâfeti Hasan’a ulaştı; o (hilafeti) para ve kumaş karşılığında Muâviye’ye sattı. Öyleyse Hilâfette herhangi bir hakka sahip olsaydın sen de o hakkını satardın ve karşılığını alırdın.” Ancak Mansûr, bu yöndeki bir tartışmanın sadece Muhammed Nefsu’zZekiyye’nin biat problemini çözeceğini bilmekteydi. Bu, Hz. Hüseyin’in 10 11 Emir Ali, A.g.e., s.304. el-Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, III/226. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Saeed Akhtar Rizvi/Çev. Ferhat Gökçe 230 torunlarından birisinin hilâfetin kendi hakkı olduğunu ispatlamasına engel teşkil etmeyebilirdi. Bu yüzden o, Fâtımîlerin Hz. Peygamber’in vârisleri olmayı hiç hak etmediklerini ve Hz. Peygamber’in gerçek vârislerinin Benî Abbâs olduğunu ispatlamak için her çareye başvurmuştu. İslâm öncesi Arabistan’da miras, erkek akrabalık hukukuna göre düzenlenmişti. Bu, sadece ‘erkekler aracılığıyla’ ölen kişi ile bağı olanların onun mirasından pay almayı hak etmiş kimseler olarak tanındığı anlamına gelmektedir (onlar ‘erkek tarafından akrabalar’ olarak adlandırılır) ve ölen kişiye erkek aracılığıyla bağı olmayan ne kadınlar ne de erkekler her hangi bir verâset hakkına sahip değillerdi. (onlar da ‘kadın tarafından akrabalar’ olarak adlandırılır). Böylece, evlat edinilmiş çocuklar ve hatta köleler bile haklara sahipken, kız çocuklarının ve kızların bu gelenek hukukunda düzenlenen verâset sisteminde bir yeri yoktu.12 İslâm, bu şekildeki insan varlığını küçümsemeye son vermişti. Kur’ân-ı Kerîm’de kız çocuklarının, annelerin ve kız kardeşlerin geçimlerini sağlamaları için belirli teminatlar yer almaktadır. Ancak Mansûr, Kur’ân’ın mevkiini hiçe sayarak eski akrabalık hukukunu yeniden canlandırmıştı. Emir Ali bu konuda şunları kaydeder: “Abbâsîler, Emevîleri yıkmayı başardıkları zaman, hilâfet için unvanlarını yasallaştırmayı gerekli gördüler. Çünkü Müslüman dünyanın gözü hâlâ peygamberin maddi ve mânevi mirasının gerçek vârisleri olan peygamberin torunlarına çevrilmişti. Ve bunun etkisiyle onlar temel dayanaklarını erkek akrabalık doktrininde buldular. Onlar, Hz. Peygamberle, onun amcası Abbâs’ın torunları olarak, erkek akrabalıkları olduklarını ve bunun onun kızı Fâtımâ’nın torunları (unvanından) daha iyi bir unvan olduğunu iddia ettiler. Bu, Sünnî cemaatin gerçek kurucusu ve Abbâs hânedânının en muktedir yöneticisi Mansûr tarafından oluşturulan temel yapı olmuştu.”13 Bunun bir sonucu olarak Sünnî hukuku çoğunlukla İslâm öncesi Arapların bu geleneksel usûlünü hâlâ devam ettirmektedir. Emir Ali şunları söyler: “Erkek akrabalığa dayalı uygulama, temel olarak hânedândan kaynaklanan sebeplerle Sünnî sistemin bir parçası olmaya devam etti. İlk 12 13 Emir Ali, Mohammedan Law, II/75. Emir Ali, A.g.e., II/76. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Hz. Hasan Ve “Mitlâk” Efsanesi 231 dönemlerde eski Roma yönetimi altında olduğu gibi zorla uygulandı. Şayet bir kimse geride herhangi bir erkek akrabalık bağı olan birisini bırakmadan ölmüş, fakat kızının veya kız kardeşinin de bir çocuğu da varsa, ölen kişinin mülkü bunlara geçmez, Halifeye intikal ederdi. (Halife tarafından devralınırdı.) M. 896 yılında Halife Mu’tezid Billah bu acımasız kuralı kaldırdı ve ortakların, erkek tarafından akrabaların olmaması durumunda “kadın tarafından akrabalarının” halef olabileceği prensibini getirdi. Bu o zamandan beri devam eden (hukiki) bir kuraldır. 14 Ancak bu isteksiz değişiklikten sonra bile, rahim akrabalığı son kategoride ve yalnızca pay sahiplerinin, erkek akrabaların ve mirastan herhangi bir pay almayan azat edilmiş kölelerin bile olmaması durumunda geçerli sayılmıştır.15 Bu yüzden Abbasi hânedânının bu en muktedir yöneticisi, Hz. Hasan’ın Hilâfet hakkını satmış olduğu iddiasıyla ve daha sonra hünerli bir şekilde İslâm öncesi adetlere dönerek Fâtımâ’nın tüm torunlarını ebediyen mirastan mahrum etmekle, Muhammed Nefsu’z-Zekiyye’yi susturmanın bir yolunu aramıştı. Ancak, Emir Ali’nin işaret ettiği gibi Fâtımâ’nın torunları aynı zamanda Ali’nin torunlarıydı. Ali de Ebu Tâlib’in oğlu olarak Hz. Peygamber’in “erkek akrabasıydı” (erkek akraba yoluyla Hz. Peygamber’e bağlıydı.) Hz. Hasan'ın Mu'aviye ile neden anlaşmaya vardığını açıklamak bu makalenin konusu değildir; ve ayrıca ben, “Fâtımâ’nın bir torunu olduğu için” hilâfeti hak ettiği hakkında Muhammed Nefsu’z-Zekiyye tarafından ileri sürülen iddia üzerine yorum yapmak istemiyorum. İmâmet, miras temeline değil, Peygamber aracılığıyla veya bir önceki imam aracılığıyla “Allah tarafından görevlendirmeye” dayanır. Muhammed Nefsu’z-Zekiyye iddiasını yanlış üzerine temellendirmiş ve Mansûr daha büyük bir yanlışla ona cevap vermeye çalışmıştır. Ancak bu mücadelede, gerçek anlamda muzdarip olan, mübarek ismi, bir gün bir kadınla evlendiği ertesi gün boşandığı şeklindeki asılsız propagandalara konu olan Hz. Hasan olmuştur. 14 15 Emir Ali, Mohammedan Law, A.y. Emir Ali, A.g.e., II/68. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 232 Saeed Akhtar Rizvi/Çev. Ferhat Gökçe Benî Ümeyye, Ehl-i Beyt’in isimlerini karalamak için tam bir hadis uydurma şubesi kurmuştu. Ancak onlar çabalarında Mansûr kadar başarılı değillerdi. Onların erkek akrabalığa dayalı miras hukukuna Sünnî ekollerin hukuku tarafından hâlâ uyulmaktadır ve onların Hz. Hasan aleyhindeki propagandaları bazı Şia kitaplarına dahi girme imkanı bulmuştur. Şimdi bu rivâyetleri gözden geçirelim: Bazı rivâyetler Hz. Hasan’ın 70 hanımla evlendiğini nakleder. Bazıları rakamı 90’a diğer bazıları ise 250’ye çıkarmışlardır! Verilen en yüksek rakam ise 300’dür! Hz. Hasan’ın 70 hanımla evlendiğini belirten ilk rivâyet, Ebu’l-Hasan Ali İbn Abullah el-Basrî el-Medâinî (ö. 225)16 tarafından nakledilmiştir. Medâinî, Benî Ümeyye taraftarı bir kimseydi. Benî Ümeyye’den Sumre İbn Habîb’in azatlı bir kölesiydi. İbn Adî, onun hakkında şöyle der: “Hadiste kuvvetli değildir.”17 Medâinî, 70 rakamını nereden getirdiğini söylememiştir. 90 hanımla evlendiğini belirten ikinci rivâyet ise Şeblancî’nin (ö. 1298) Nûru’l-Ebsâr adlı eserinde bulunmaktadır. Hz. Hasan’ın 250 ve 300 hanımla evlendiğine dair rivâyetler Ebû Tâlib el-Mekkî’nin (ö. 380) Kûtu’l-Kulûb adlı eserinde bulunmaktadır. O şunları kaydeder: “Hasan İbn Ali 250 hanımla evlenmişti. 300 hanımla evlendiği de söylenmektedir. Ali bu duruma oldukça sinirlenmişti ve bundan büyük bir üzüntü duymaktaydı. Çünkü Hasan bir kadını boşadığında Ali onun ailesine karşı mahcubiyet duymaktaydı. Ali sık sık ‘Hasan boşamayı âdet edinmiştir. (alışkın bir boşayıcıdır) Siz ey insanlar! Kızlarınızı ona vermemelisiniz.’ derdi. Bunun üzerine Hamdan kabilesinden bir adam şöyle demişti: “Ey Emîru’l-Mu’minîn, vallahi biz kızlarımızı ona vereceğiz ve o istediğini tutabilir istemediğini de boşayabilir.”Ali bunu işittikten sonra oldukça memnun oldu ve şu şiiri okudu: Cennetin herhangi bir kapısının sorumlusu olsaydım Hamdan kabilesine ‘selâmetle girin cennete!’derdim. 16 Tarihçi ve ensâb âlimi olan Medâinî’nin tam adı Ebu’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Abdillâh elMedâinî el-Basrî el-Kureşî olup vefatı (ö. 228/843)’dir. 17 Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, II/232; İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, IV/253. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Hz. Hasan Ve “Mitlâk” Efsanesi 233 “Hz. Hasan, yüz bakımından olduğu gibi terbiye ve ahlâk bakımından da Hz. Peygamber’e benzemekteydi. Hz. Peygamber ona şöyle demişti: ‘Ey Hasan, sen yüz, ahlâk ve terbiye bakımından bana benziyorsun.” Yine o şöyle demişti: ‘Hasan bendendir, Hüseyin Ali’den.’” “Hasan sık sık tek bir defada dört hanımla evlenip yine tek bir defada dört hanımla boşanırdı.”18 Şu halde Ebû Tâlib, kitabı Kûtu’l-Kulûb’u yazdığı zaman kendisinden geçmiş olmalıydı. O, Bağdat’a gitmiş ve insanlar onu görmeye gelmişti. Anlamsız konuşmalarını işittiklerinde hepsi geri dönmüş ve ondan uzaklaşmışlardı. O sırada söylediği sözlerden birisi şuydu: “Mahlûkâta hâlıktan daha zararlısı yoktur.” âlimler açıkça onun kitabında yazdığı pek çok şeyin hiçbir aslının olmadığını söylemişlerdir. Rivâyetlerine yer verdiğimiz bu râviler kaynak olan râvilerdi. Onlardan sonra gelenlerin tümü körü körüne onların kitaplarından aynen kopyalamışlardır. Gerçek şu ki Hz. Hasan istemiş olsa bile çok sayıda hanımla evlenmesi imkansızdır. Tüm rivâyetler onun iddia edilen zevk peşindeki uğraşa, babasının Kûfe’deki hilâfeti sırasında başladığını göstermektedir. Ali, Kûfe’ye hicri 37 yılında geldi. Hz. Hasan Kûfe’de en az üç hanımla evliydi. 1. Havle bint Fezariye: Hasan Musennâ’nın (Muhammed Nefsu’zZekiyye’nin dedesi) annesiydi. Hz. Hasan’ın ölümünden sonra hayattaydı. Bu evlilik Medine’de gerçekleşmişti. 2. Ummu İshak binti Talha: Hüseyin Esrem, Talha ve Fâtıma’nın annesiydi. Bu evlilikte Medine’de gerçekleşmişti. Hz. Hasan’ın ölümünden sonra hayattaydı. Daha sonra Hz. Hüseyin ile evlendi. 3. Cu’da binti Eş’as: Bu evlilik Kûfe’de oldu ve o da Hz. Hasan’ın ölümünden sonra hayattaydı. (Muâviye’nin kışkırtması üzerine Hasan’ı zehirlemiştir.) İslâm, bir kimseye, herhangi bir muayyen zamanda dört hanıma kadar evliliğine izin verir. Hz. Hasan’ın yaşamının son gününe kadar kendisi ile birlikte olan zaten üç hanımı vardı, her hangi bir zamanda sadece bir kadınla evlenebilirdi. 18 Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II/246. SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 234 Saeed Akhtar Rizvi/Çev. Ferhat Gökçe Bu sınırlama dikkate alınacak olursa, Kûtu’l-Kulûb’ûn “(Hz. Hasan) sık sık bir defada dört hanımla evlenir yine onlarla bir defada boşanırdı” ifadesi sadece komik olarak kabul edilecektir. O, nasıl olur da üç hanımla evliyken bir defada dört hanımla evlenmiş olabilir? Şimdi, onun dördüncü bir hanımla evlendiğini ve daha sonra ondan boşandığını varsayalım. Bir hanım boşanır boşanmaz iddet müddetine girmiş (boşanma süresi, normal olarak üç aydır.) hukuki olarak onun eşi olmaya devam etmiştir ve Hz. Hasan onun iddet müddeti dolmadan başka bir kadınla evlenemezdi. Şimdi onun bir kadınla evlendiğini varsayalım. Birlikte ikâmet ettikleri bir ay içerisinde boşama gerçekleşemeyeceğine göre, en erken üç aylık devam eden iddetinden sonraki ayda bu hanım boşanmış sayılabilirdi. Bu yüzden, dördüncü ay geçmeden Hz. Hasan, başka bir kadınla evlenemezdi. Dört ayda bir eşle evlenebileceğini düşünecek olursak bu bize yılda en fazla üç eşle evlenebileceğini gösterir. Mansûr’un dediği gibi Hz. Hasan’ın evlenme ve boşama dışında hiçbir işinin olmadığını varsayıp, hicrî 37’den 51 yılında şehit olmasına kadar hesaplayacak olursak, bu bize en fazla 42 muhtemel evlilikte bulunduğu sonucunu verecektir. Bu âlimler tarafından iddia edilen en düşük rakam ise 70 hanımdır! Bu açıklamadan sonra, bu rivâyetleri daha fazla yorumlamaya ihtiyaç yoktur. Ancak onların tamamen güvenilmez olduğunu göstermek için bu rivâyetleri biraz daha tetkik etmek faydalı olacaktır. Ebû Tâlib el-Mekkî, şunları söyler: “Ali, sık sık ‘Hasan alışkın bir boşayıcıdır, kızlarınızı ona vermeyiniz’ derdi.” Bu durumda şunun sorulması gerekir, niçin Ali insanlara açıkça Hasan’a kızlarını vermemelerini söylesin? Onun öncelikle Hasan’a “bu kadar çok boşama” demesi gerekmez miydi? Eğer öyleyse, Hasan ona karşı çıkmış mıdır? Allah korusun! Hiç kimse Hasan’ın âsi bir evlat olduğunu söyleyemez. Üstelik Ebû Talib el-Mekkî, Hasan’ın yüz özellikleri, terbiye ve ahlâk bakımından Hz. Peygamber’e benzediğini kabul etmektedir. Âsi bir evlat, herkes tarafından Hz. Peygamber’in terbiyesine ve ahlâkına sahip bir kimse olarak kabul edilebilir mi? Öyleyse Ali Hasanı bu iddia edilen davranıştan alıkoymaya çalışmadan önce insanlara Hasan’a kızlarını vermelerini mi yasakladı? Öncelikle bu tutumundan dolayı ona (Hasan’a) tavsiyede bulunmadan, Ali’den herkesin önünde meşrû mirasçısını küçük duruma düşürecek şekilde SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 Hz. Hasan Ve “Mitlâk” Efsanesi 235 çocukça bir davranışta bulunması beklenir mi? Her iki seçenek de anlamsızlığa yol açacağı için, kalan tek sonuç, bu rivâyetin, bir uydurmayla hem Ali’nin hem de Hasan’ın itibarını düşürmek isteyen birileri tarafından ortaya atıldığıdır. Bu rivâyetin en gülünç olanı daha önce bahsedilen Ebu’l-Hasan elMedâinî’nin rivâyetidir. O, şunları nakleder: “Hasan öldüğünde onun tüm eski eşleri bir grup içerisinde onun cenaze merâsiminde, başları açık ve ayakları çıplak bir şekilde görünmüştü. Ve onlar ‘Biz Hasan’ın eşleriyiz’ diye haykırıyorlardı.” Şimdiye kadar kim İslâm toplumunda böyle bir cenaze merasimini işitmiştir. ‘Biz Hasan’ın eşleriyiz’ diye haykırmalarındaki mantık nedir? ve onların o zamanki kocaları nasıl bu şekildeki komik merasime katılmalarına izin vermiştir? Bu propagandanın kademeli gelişimine bakmak oldukça ilginç olacaktır. İlk olarak Mansûr, hicri 144 yılında Hz. Hasan’ın ‘Bir gün bir kadınla evlendiğini ertesi gün boşandığını’ bildirir. Medâinî (öl.225) 70 rakamını verir ve cenaze töreninde bu boşanan hanımlar alayını ortaya çıkarır. el-Kâfi (h.326 yılında yazılmıştır) adlı eserde Hz. Hasan’ın çok boşadığını ifade eden iki rivâyete yer verilmiştir. Daha sonra 70 rakamının ‘bir gün bir kadınla evlenen ertesi gün boşanan’ ifadesiyle tutarlı olmadığını düşünen Ebû Tâlib el-Mekkî, sayıyı 250’ye çıkarmıştır. Bu hesap da onu tatmin etmemiş olacak ki, son olarak bilinmeyen bir kaynaktan ‘300’ rakamını aktarmıştır. Son olarak, Fransız tarihçi H. Lammens “Shorter Encycloaedia of Islam” da şunları kaydetmiştir: “O (Hz. Hasan) gençliğinin yarısından fazlasını evlenmek ve evliliklerini bozmakla geçirmiştir. [Hatırlanacak olursa Mansûr, bu evliliklerin Muâviye ile anlaşmasından sonra, yani Hz. Hasan’ın hayatının son on yılı içerisinde gerçekleştiğini iddia etmişti. Ancak bu ‘tarihçi’ bu evlenip boşanmaları onun gençliğine götürerek yukarıdaki bilgiye zıt düşen bir tarih belirtmiştir. Sayılan evlilikler dikkate alınacak olursa onun iddia ettiği gibi 100 değil, sadece 14 SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014 236 Saeed Akhtar Rizvi/Çev. Ferhat Gökçe tanesi sayılmıştır.] 19 Bu hafif ahlâkı ona “mitlâk” “çok boşayan” unvanını kazandırmış ve Ali’yi şiddetli düşmanlıklara bulaştırmıştır. [Şimdi bu tarihçi, hangi delil üzerine bu akıl almaz iddiada bulunmuştur? Bu iddiayı destekleyen hiçbir delil ileri sürülemez.] Başka bir yerde o şunları ifade eder: “Hz. Hasan’ın oldukça müsrif olduğu ispatlanmıştır. O tüm hanımlar için ayrı evler inşâ etmişti. Onlardan her biri maiyetinde kölelere ve hizmetçilere sahiptiler. Hatta Ali’nin sıkıntılı ve zor mâli denetimde olan hilâfeti müddetinde aynı amaçla para harcamaya devam etmişti.” Acaba, Sayın H. Lammens, (yukarıda) iddia ettiği gibi, Hz. Hasan'ın tüm bu (100!) hanımları için bütün teçhizatlarıyla müstakil evler inşâ ettiğini gösteren uydurma dahi olsa bir hadis veya rivâyet ortaya koymuş mudur? Cevap elbette ‘hayır’ dır. Bu, sadece onun üstün hayal gücünün ürünüdür. Batılıların kendi bakış açısıyla İslâm tarihinin güvenilirliğini kurma görevini kendi üzerine alanlar işte bu kişilerdir. 19 Konu hakkında müstakil bir araştırma yapan Bâkır Şerîf el-Kureşî, Hayâtu’l-İmâm el-Hasan b. Alî isimli eserinde konuyla ilgili rivâyetlere karşı çıkarak Hz. Hasan’ın sadece 13 evlilik yaptığını söylemiştir. Fığlalı, Ethem Ruhi, T.D.V.İ.A., “Hasan” mad., XVI/283, krş. Bakır Şerif el-Kuraşî, Hayatu’l-İmâm el-Hasen bin Ali, Beyrut, 1983, s.433-460. (çev.). SBArD, YIL, XII, SAYI: 24, EYLÜL 2014