58.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

58.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK
CMYK
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
YIL: 6 • SAYI: 58 07 NİSAN 2012
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
FİYATI: 50 Kr
Suriye’de Emperyalist
Komplo Dağıtılacak
“Suriye Dostları” Toplantısını Protesto Ettik:
B
1 Mayıs’ta 1 Mayıs Alanı’ndayız
ildiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri
bir süreden beri meşru Suriye hükümetini devirme planları yapıyor. Bu
kapsamda başta Tayyipgiller olmak üzere
işbirlikçileri de yanına alıp çeşitli toplantılar düzenliyorlar. Bu toplantılardan biri
olan ve 01 Nisan gün İstanbul’da düzenlenen “Suriye’nin Dostları” toplantısını, Halkın Kurtuluş Partisi olarak İstanbul Kongre
Merkezi önünde protesto ettik.
Aslında “Suriye’nin düşmanları toplantısı” olan toplantı devam ederken, ülkelerine yapılan emperyalist komployu protesto
eden Suriyeli yurtseverlerden oluşan bir
grup da burada toplanmıştı. Bu yurtsever
Suriyelilerin yanı sıra emperyalist komplonun şakşakçılığını yapan Esad karşıtı bir
grup da aynı yerdeydi. Bir yanda toplantıyı
protesto eden yurtseverler, antiemperyalistler bir yanda da destekleyen işbirlikçi hainler vardı.
Saat 12:00’a doğru basın açıklamamızı
yapmak üzere yürüyüşe geçtiğimiz sırada,
polis daha önce orada olan iki grubun karşı
karşıya gelmesini fırsat bilerek, Suriyeli
yurtseverlere biber gazıyla saldırdı ve Şişli’ye doğru yönlendirdi.
Bu sırada biz de İstanbul Kongre Merkezi’ne doğru yürüyüşe geçmiştik. Pankartlarımızı gören ve sloganlarımızı duyan
yurtsever Suriyeliler bizlere doğru koşarak
sevinçle ve coşkuyla boynumuza sarıldılar,
dostça kucaklaştık. Hep beraber AB-D Emperyalizmine karşı sloganlar attık ve duygu
dolu anlar yaşadık.
Bu kısacık karşılaşma bile bizlere
“Halklar Kardeştir” şiarının ne kadar doğru
olduğunu ve aynı duyguları paylaşmak için
aynı dilleri konuşmanın gerekmediğini gösterdi. Kaldı ki saflarımızdaki Arap Yoldaşlarımız, Arapça konuşarak eylemimizin içeriğini bu kardeşlerimize anlattı. Onlar da
duygularını bizlerle paylaştılar. Bu kardeşleşmenin farkına varan polis, Suriyeli yurtseverleri bizlerden uzaklaştırdı.
Daha sonra biz polisin engelleme çabalarına karşın yeniden İstanbul Kongre Merkezi’nin önüne yürüyerek basın açıklama-
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
04 Şubat 1992:
Bolivarcı Devrimin ilk adımı ve
Venezüella Halkının AB-D
Emperyalistlerine Başkaldırı Günü
Venezüella Halkının Uyanış Günü İskenderun’da
Raul Betancourt Seeland Yoldaş ve HKP Genel Başkanı
urullah Ankut Yoldaş’ın katılımlarıyla kutlandı!
“4
Şubat 1992 Venezüella
Bolivarcı Devriminin
İlk Adımı ve Venezüella
Halkının AB-D Emperyalistlerine Başkaldırı Günü” adlı Konferans, 05 Şubat 2012 saat 13.00’da
İskenderun Belediye Kültür Sarayı’nda Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş ve
HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş’ın katılımlarıyla kutlandı.
250 kişinin katılımıyla gerçek-
leştirilen Konferans, son yıllarda
İskenderun’daki en geniş katılımlı
eylemdi.
Konferans öncesi tüm Çukurova bölgesinde yoğun bir çalışma
yürütüldü. Mersin’den Adana’ya,
Antep’ten
Samandağ’a,
Antakya’dan İskenderun’a afişlemeler, stantlar, binlerce el ilanı dağıtımları, gazete ilanları, röportajlar, haberler, radyo ilanları, kurum
Devamı sayfa 5’te
Devamı sayfa 18’de
4+4+4 Tayyipgiller’in Türkiye’yi
Ortaçağa götürme Projesinin
bir parçasıdır
T
ayyipgiller
iktidarı,
özellikle son seçim
oyunundan galip geldikten sonra halk düşmanı
yüzlerini daha netçe göstermeye başladı. Eğitim sisteminde yaptığı “köklü” değişikliklere bir yenisini daha
eklemek üzereler: “4+4+4”.
Bu sistem ülkemizi Ortaçağ
karanlığına götürecek ve özledikleri “dindar nesil”in büyük ve etkileyici oranda artmasına sebep olacaktır.
Çocuk işçi sayısını arttırarak Parababalarının keselerini
daha da dolduracak; çocuk
gelin sayısını arttırarak kızlarımızın küçücük yaşlarda ev
hanımı olmalarına neden olacak; dershane furyasını genişletecek, sınıf öğretmenlerinin
bir bölümünü norm fazlası ve
dolayısıyla işsiz durumuna
düşürecek ve en önemlisi de
imam hatiplerin ve yaş sınırının da kaldırılmasıyla Kur’an
kurslarının daha da yaygınlaşmasına neden olacak, eğitimin ve gelecek neslin katili
bu sisteme karşı, Halkın
Kurtuluş Partisi olarak sesimizi İzmir’de yükselttik.
Sık sık “Ak Ak Dediler
Karanlığa
Gömdüler”,
“AKP Gençlikten Elini
Çek”, “Gerici-Faşist Eğitime Son”, “Parasız Eğitim
Parasız Sağlık” sloganlarının atıldığı eylemimizde, duvaklı çocuk gelin, kara çarşaflı ve imam kostümlü olan
yoldaşlarımız, renk katan, etDevamı sayfa 19’da
Kurtuluş Partililer Emperyalistlerin
Ermeni Planını Protesto Ettiler
A
BD ve AB Emperyalistlerinin ülkemizi en az üçe bölme planı çerçevesinde gündeme getirdikleri sözde
“Ermeni Soykırımı” tasarısı Partimiz tarafından Fransa Büyükelçiliği önünde Protesto
edildi.
Devamı sayfa 18’de
“12 Eylül Davası”
Tayyipgiller’in bir orta
oyunudur,
katılmayacağız,
Özel Yetkili
Mahkemelerin figüranı
olmayacağız!
12 Eylül Faşist Darbesi, ülkemiz tarihinin en
karanlık günlerinin yaşandığı, on binlerce devrimcinin tutuklandığı, işkence gördüğü, yüzlercesinin kaçırıldığı, gözaltında kaybedildiği-katledildiği ve 50 insanımızın da idam edildiği hain,
Başyazı
Devamı sayfa 23’te
Şimdi bunlara kanunlarla çalışan
devlet, hükümet, yargı, polis,
Meclis mi diyeceğiz?
Yapmayın yahu, ayıptır! İnsan aklıyla
bu kadar da alay etmeyin!
A
B-D Emperyalistlerinin yerli işbirlik- jesi” Türkiye’de en zehirli meyvelerini Tayçilerinin mide bulandıran pis, rezil iç- yipgiller iktidarıyla birlikte vermeye başlayüzleri bir kez daha, ama bu sefer apa- mıştı artık.
çık bir biçimde
Hazır Sosyaortaya seriliverlist Kamp ve
di. Geriz patladı.
Sovyetler de yıOrtalığı ağır bir
kılıp tarihe karışleş kokusu kaplamıştı. Sosyalist
dı…
Kamp’ın varlıHukuk devleğında
tinin filan hiç olTürkiye’nin,
madığı, olanın,
Sovyetler’in alt
sadece devletin
karnında, olası
tüm kurumlarını
bir savaş duruve ekonomiyi;
munda, gelecek
kamu mallarını
ilk saldırıyı emeele geçirmek için
rek
efendileri
birbirleriyle çarolan AB-D Empışan çeteler olperyalistlerine
duğu kabak gibi
zaman kazandımeydana çıkıverrabilmesi için,
di. Hem de en
orta derecede de
Gırgır’dan
kör gözlere bile
olsa, güçlü bir
batacak açıklıkta…
orduya sahip olması gerekiyordu. Kendi yaÇocuk oyunlarında tam da “Çanak çöm- ğıyla kavrulan bir ekonomiye sahip olmasına
lek patladı!” denilen durumdu bu.
gerek vardı. Daha doğrusu, askeri bakımdan
AB-D Emperyalistlerinin 1945’ten itiba- belli bir savaş gücüne sahip bir devlet olması
ren uygulamaya başladığı “Yeşil Kuşak Pro-
Devamı sayfa 12’de
2
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
Kurtuluş Partisi’nden
A
CIA OYUNCAĞI, CIA SOSYALİSTİ ESP
CEBECİ’DE HAK ETTİĞİ CEVABI BİR KEZ DAHA ALDI
nkara Üniversitesinin Cebeci Kampusunda başlatmıştınız kalleşçe saldırılarınızın ilkini. Sonra Sırasıyla, Gazi Mahallesi’nde, Hacettepe Beytepe Kampusunda,
İstanbul Sancaktepe’de devam ettiniz alçakça
saldırılarınıza. Beşinci saldırınızda kendinizi de
aştınız, neredeyse oyuncağı olduğunuz CIA’nın
yöntemleriyle yarışır hale geldiniz. Sancaktepe
İlçe Örgütü’nden çıkan 2 işçi yoldaşımızı takip
edip, pusu kurup, orantısız bir güçle saldırdınız.
Ve son saldırınızı da, 14-15 Mart 2012 tarihlerinde, ilk saldırınızı başlattığınız Ankara-Cebeci Kampusunda gerçekleştirdiniz.
Bize karşı saldırılarınızda da hep Nazi Yöntemlerini kullandınız. Diğer sol siyasetleri yanınıza çekebilmek için şeytanın bile aklına gelmeyen yalanlara başvurdunuz. Hep saldıran siz
olduğunuz halde Devrimci Kamuoyuna bizi saldırgan göstermeye çalıştınız. Bize İP’çi dediniz,
Ulusalcı dediniz, olmadı Faşist dediniz. Hazmedemediniz gelişmemizi, ideolojik üstünlüğümüzü. Unutamadınız Nakliyat-İş’in yönetimine
gerçek devrimcilerin geldiği Kongreyi. Rezilliğiniz, gerçek devrimcilere olan düşmanlığınız o
kongre ile ortaya çıkmaya başlamıştı. 1995 yılının Ocak ayında yapılan Kongreden başlayarak
küçüldünüz, aşağılaştınız, bayağılaştınız, sahtekârlaştınız, rezilleştiniz, namussuzlaştınız, hainleştiniz.
Dostça yaptık uyarılarımızı. Yapmayın, dedik. Kendinize gelin, dedik. Bizim derdimiz
ABD ve AB Emperyalistleriyle, onların yerli
ortakları Finans-Kapitalistlerle ve Tefeci-Bezirgânlarla, dedik. Bizi uğraştırmayın, yolumuza
moloz olarak çıkıp bizi oyalamayın, bizi İşçi Sınıfımızı örgütlemekten, İşçi Sınıfına daha fazla
direniş, grev hediye etme işimizden alıkoymayın, dedik. Dinletemedik.
Bizim tarihimiz tertemiz, şu ana kadar ellerimize devrimci kanı bulaşmadı, hiçbir zaman,
hiçbir devrimci gruba saldırıda bulunmadık, dedik. Ama saldıran olursa da İsa gibi öbür yanağımızı çevirmeyiz, misliyle mukabele eder, nefis savunmamızı da herkesin anlayacağı dilden
gerçekleştiririz, dedik. O yüzden bize bulaşmayın, bizden uzak durun, dedik. Hatta ve hatta
“Lütfen!..” dedik.
Anlamadınız. Bir değil, iki değil tam altı kez
aynı yola başvurdunuz. Bizim en az 2 veya 3
katımızla saldırdınız bizlere. Her saldırınızda,
sayımızın azlığına rağmen, her seferinde hak ettiğiniz cevabı aldınız. Her seferinde topukladınız. “Hain korkak olur”. Yüreğiniz yetmedi birebir kavgaya. Sinsice yollara başvurdunuz. Uslanmadınız, akıllanmadınız… Her hak ettiğiniz
cevabı aldığınızda da, Küçük Emrah misali
boynunuzu büküp, diğer devrimci gruplara kendinizi masum göstermek için mızıldandınız,
“HKP bizi dövdü”, “HKP bize saldırdı” diye.
Durmadan ağladınız, ağladınız… İlk seferde bu
masumiyet numaralarını bayağı yutturdunuz sol
siyasetlere. Ama artık bu noktada deniz bitti.
Artık yemiyor bu yalanları diğer siyasetler. Artık kandıramayacaksınız. Çünkü devrimci namusu olan herkes gördü sizin yalanlarınızı. Artık biz bizeyiz.
Gelelim son saldırınıza:
İçinde Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Yoldaşların da bulunduğu Ankara Üniversitesi Bilimsel Düşünce Topluluğu, Ankara Üniversite-
si Hukuk Fakültesinde “Türkiye’de Aydın Olmak” konulu bir konferans gerçekleştirme kararı alır. Konferans tarihi 15 Mart Perşembe olarak saptanır. Konuşmacılar Cumhuriyet Gazetesi yazarı Bekir ÇOŞKU ile Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Eski Başkanı, Ankara Barosu Avukat Hakları Merkezi
Üyesi Yoldaşımız Av. Doğan ERKA’dır.
Günler öncesinden çalışmalara başlanır, afişler
kampuslarda yapılmaya başlanır. Konferanstan
bir gün önce, 14 Mart Çarşamba günü, etkinliğin gerçekleştirileceği Cebeci Kampusunda
Stand açılır, el ilanları dağıtılmaya başlanır.
Saat 12.30’da geldiniz yalanlarınıza alet ettiğiniz birkaç siyasetin okuldaki temsilcisiyle.
Yine sindiniz bir kenarda, yine kimliğinizi sakladınız. Kendi kimliğinizi dürüstçe açık etme
cesaretini de onurunu da gösteremediniz. Sordunuz standın başında bulunan arkadaşlara.
“İçinizde HKP’liler var mı?”, diye. Bizler, Usta’mız Kıvılcımlı’dan da, Önderlerimizden de
siyasi kimliğimizi saklamamayı öğrendik.
Gençlerimiz de böyle yetişti, böyle yetişiyor.
Yoldaşlarımız da, “biz HKP’liyiz”, diyorlar.
Sizlerin yanıtı da, “içinde HKP’lilerin bulunduğu topluluğa biz Cebeci’de iş yaptırmayız”, oluyor. Arkadaşlarımız sizleri, “kimsenin böyle bir
şeye hakkı yok”, deyip gönderiyor.
O saatte saldırmaya yüreğiniz yetmiyor, yeteri kadar insanı kandıramadınız herhalde. Fiili
aşağılık saldırınızı 25-30 kadar kişiyle saat
14.55’te gerçekleştirdiniz. Arkadaşlarımızın sayısı biri kadın 7 kişi. Arkadaşlarımız her zaman
olduğu gibi yiğitçe karşılık veriyorlar sizin bu
namussuzca saldırınıza. Geri adım atmıyorlar.
Özel Güvenlik araya girip ayırıyor kavgayı. Cebeci Kampusunda insanlar sizi değil, 25-30 kişilik güruha karşı geri adım atmayıp sloganlarına devam eden yoldaşlarımızı konuşuyor. Devrimci ahlâktan, namustan nasibini almayanların
halkımızın gönlünde yeri olamaz. Size,
CIA’nın, Ajan-Provokatörlerin kucağında yer
var sadece.
15 Mart Perşembe günü saat 15:00’da, konferansın gerçekleştirileceği salonda 250 kişi
vardı. Sizlerin tüm çabalarına rağmen, konferansa müdahale edeceğiz, etkinliği gerçekleştirtmeyeceğiz söylentilerini yaymanıza rağmen,
etkinlik gerçekleştirildi. Konuşmalar yapıldı.
Ne planlandı, ne kararlar alındıysa hepsi adım
adım gerçekleştirildi.
DPG dışında hiçbir siyaseti artık kandıramadığınız da ortaya çıktı. CIA’nın oynattığı şeflerinizden aldığınız emri yerine getirmek durumundaydınız. Sinsice geldiniz yine, ceplerinizde soda şişeleriyle. Provoke etmek istediniz etkinliği. Yine saldırdınız namussuzca. Planınız,
şişeleri kırarak saldırmaktı herhalde. “Kusura
bakmayın!” yine olmadı. Bu sefer çok hırpalandınız, çok canınız acıdı ve bu sefer hadi hakkınızı yemeyelim, iyi kaçtınız. Bu sefer çok net
gördük popolarınızdaki topuklarınızın izlerini.
Yine ağladınız, bize saldırdı HKP’li faşist çete,
diye. Her zamanki gibi on parmağınızda on kara...
O kadar yürek yoksunusunuz, o kadar zavallısınız, o kadar gözünüz dönmüş, o kadar hazımsızsınız ki, sadece konferansı izlemeye gelip
etkinliğin yapılacağı yeri soran sıradan bir öğrenciyi 5-10 kişi aranıza alıp hırpalıyorsunuz.
Gencin şanssızlığı, sizin gibi insan müsveddele-
riyle karşılaşmak. İşte sizin “devrimci” adaletinizin, “devrimci ahlakınızın” en somut göstergesi. Bırakalım Devrimciliği hangi insancıl değerlerle bağdaşır sizin bu yaptığınız? Devrimci
Kamuoyuna daha başka kanıt göstermeye gerek
yok sanıyoruz.
Ama şuna inanın bizler çok üzülüyoruz. Sizi hâlâ sol görenler var, sizi “devrimci” bilenler
var, sizin namussuzca saldırılarınızı görmeyip,
sol içi çatışma diyenler var. Onlar için çok üzülüyoruz. Onlar da anlayacaklar. Onlar da ayırdına varacaklar gerçek devrimcilerle, sahte devrimcilerin, Halk Örgütleriyle, ajan-provokatör
örgütlerin.
Bize bulaştıkça eriyip gidiyorsunuz. Fakat
bizim, sizi tümden yok etmek gibi bir niyetimiz
ve amacımız yok. Sizin CIA’nın kucağında oynayan şefleriniz artık iflah olmaz. Onlar için
hiçbir umut yok. Bizim onları düzeltmek, doğru
devrimci hatta çekmek için verdiğimiz bunca
çabaya ve emeğe rağmen daha da namussuzlaşıp, alçaklaşıp, düzenbazlaştıklarına göre onlar
devşirilmişlerdir CIA’ca. Yani haindirler. İhanetin affı olmaz Devrimcilikte.
Ama tabanınızda yaptıkları provokasyonların devrimcilik olduğunu sanan bir sürü kandırılmış zavallı genç var. Bize saldırıların büyük
çoğunluğu da bu kategoridendir. İşte biz onları
hâlâ eleştirip uyararak devrimcileştirmek, Devrimci Saflara kazanmak istiyoruz. O yüzden bize saldıranların yaralananları için de üzülüyoruz. Nihayetinde onlar da bu halkın çocukları.
Fakat daha fazlası elden gelmez ki… Devrimcilikte eleştiri ve uyarının dışında bir yanlış
düzeltme yöntemi yok ki…
Biz inanıyoruz; onlar da sonunda anlayacaklar bu yaptıklarının Devrimcilik olmadığını,
kandırıldıklarını, oyuna getirildiklerini, kullanıldıklarını…
Bizi hiç kimse bugüne dek korkutamadı, yıldıramadı. İşkence tezgâhlarında da korku yaşamadan, yürek atışlarımız normal temposunun
üstüne çıkmadan direndik. Devrimci onuru ve
namusu koruduk. Kontrgerilla’nın özel örgütü
MHP’li faşistlerle yaptığımız mücadelede de yine aynı kararlılık ve yiğitlikte vurduk, vurulduk.
Ama korku asla yaşamadık. Gerçek devrimci
korku yaşamaz. Usta’mızın dediği gibi; “Devrimcilikte vurmak da vardır, vurulmak da.”
Hepsi bugüne dek vız geldi, bundan sonra da
öyle gelecektir.
Faşist cellâtların, işkencecilerin yapamadığını sizin zavallı, hain, devşirilmiş şefleriniz yapacaklarını mı sanıyorlar? Gülünür buna. Onların yaptığı, yemeğe konan sinek misali mide bulandırmaktır sadece, bizim için. Ya da yaz günleri insana musallat olan sivrisinek vızıltısıdır.
Ha, şunu da tekrarlayalım. Eğer bu saldırılarınız sırasında ölümlü bir olay gerçekleşir ve bir
halk çocuğu hayatını yitirirse o zaman yapılanın
hesabını, satılmış, hain şefleriniz (fare deliğine
de kaçıp saklanmış olsalar bulunurlar) verirler.
Bunu da adları gibi bilsinler.
Dünyanın her geri ülkesi gibi, Türkiye’de de
Parababaları iktidarı devrilecek ve Halk Devrimi gerçekleşecektir. Ve bu bizim izlediğimiz
yoldan gidilerek gerçekleşecektir. Bundan yüzde yüz eminiz. 17.03.2012
Halkın Kurtuluş Partisi
Ankara İl Örgütü
DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE
YAŞIYORLAR
M. Ali KÖYLÜ
Onlar,
İçinden çıktıkları halkı ve sorunlarını çok iyi bil-
dikleri için; Usta Hikmet Kıvılcımlı’nın ödün ver-
Bahri AKBULUT
mez, sarsılmaz, bükülmez, yılmaz öğrencileri oldular.
Halk çocuklarıydılar, halkın öğretmeni oldular.
Bu inançlarından, koşullar ne kadar zor olursa
olsun, hiçbir zaman, taviz vermediler.
Bu uğurda her türlü kahre, sürgüne, görevden
Saadet BAYYAR
almaya, işkenceye göğüs gerdiler...
Sıtkı ŞAPLAK
BASIA ve HALK ÖRGÜTLERİE
İzmir Yamanlar’daki İPSD Duvarına ve Yoldaşlarımızın Arabasına, Evlerinin
Karşısına Gece yarısı “MLKP” Yazısı Yazan:
CIA DEVŞİRMELERİ İTÇİL SALDIRILARINA BİR
YENİSİNİ DAHA EKLEDİ
E
sasında çakalların bu saldırısına “İtçil”
demek dahi, bu hayvanlara hakaret olur.
Çünkü, bu zavallı hayvanlar hiçbir
zaman böylesine kalleşçe yöntemlerle düşmanına saldırmaz.
Ama bu CIA devşirmelerinde köpecikler
kadar olsun cesaret, yürek, namus olmadığı
için; afiş asan, mahallesinde stand açıp devrimci çalışma yapan yoldaşlarımıza pusu
kurarak tek bir kişiye onlarcası birden saldırırlar... Yine Üniversitelerde devrimci çalışma yapan yoldaşlarımızın konferansını basıp
dağıtmak isterler... Her defasında da hak
ettikleri cevabı alınca, “HKP’li faşistler devrimcilere saldırdı” diyerek mazlumları oynarlar.
Bugüne kadar tam altı defa yoldaşlarımıza
saldırdılar. Her defasında da anladıkları dilden cevaplarını aldılar. Altıncı saldırılarında,
Ankara Üniversitesi Cebeci Kampusunda
Cumhuriyet Yazarı Bekir ÇOŞKUN’un da
katıldığı “Türkiye’de Aydın Olmak” konulu
Konferansı
yaptırmamaya
çalıştılar.
Anladıkları dilden cevaplarını alınca da daha
salona dahi yaklaşamadan birbirlerini çarpıp
düşürerek ve birbirlerinin üstüne basıp ezerek
kaçtılar.
Yedinci saldırılarını ise; dün gece yarısında yine korkakça, yine haince ve yine kalleşçe burada (Yamanlar’da) gerçekleştirdiler.
Mahallede herkesin derin uykuda olduğu ve
kimsenin görmediği bir ortamda, dernek
binasının duvarına ve yoldaşlarımızın arabasına, evlerinin karşısındaki duvarlara
“MLKP”, derneğin çevresindeki emekçi halkımızın evinin duvarına da “Devrimcilere
Uzanan Eller Kırılacak(!)” diye yazılar yazmışlar.
İşte bunların devrimcilikleri… Bunların
devrimcilikleri, emekçi halkın duvarını kirletmek, tanınmamak için gece yarısı gizlice yazı
yazmaktır. Ondan sonra da hesap soracaklarmış… Devrimcilik kim, siz kim? Bari bu
güzel kelimeleri kirletmeyin. Sizin bu işaretlemelerinizi 12 Eylül öncesinde Maraş,
Çorum gibi Katliamlarda, geçtiğimiz aylarda
da Adıyaman’da evleri işaretleyen MHP’li
faşistler yapıyordu. Kimlerden ilham aldığınız belli..
A
Aferin sizlere, böyle yapmaya devam
edin… Zaten sizin en büyük devrimci eyleminiz böylesi çapulculuklardır. Bunlar, hiçbir
üretimle ilgisi olmayan, parasızlıktan emekçi
halkın çamaşır ipini, balkondaki halısını dahi
çalıp satan sürüngenler; üretimde bulunmak,
alınteri dökerek geçim sağlamak yerine evindeki yaşlı dedesinin, ninesinin emekli maaşını aşırarak geçinen zavallılar tayfasındandır.
Ne denir bunlara? Ancak acınır... Acıyoruz...
Yazık.
Ancak şu bilinsin ki, siz bize CIA devşirmesi şefleriniz emriyle ne kadar saldırırsanız
saldırın; biz size sizin yönteminizle cevap
vermeyeceğiz. Fakat yapacağınız her açıktan
saldırıda, bugüne kadar olduğu gibi bundan
sonra da anladığınız dilden konuşmaya
devam edeceğiz.
Cebeci’deki altıncı saldırınızda diğer sol
gruplar da sizin gerçek yüzünüzü iyice gördüler. Artık Denizler’in, Mahirler’in ideolojisiyle ve izledikleri yolla hiçbir ilginizin olmadığı da kabak gibi meydana çıktı. O kandırmacanız da artık iflas etti. Yüzük taşı gibi
açığa çıktınız. Kimseyi kandıramadınız.
Yalnızlaştınız. Artık biz bizeyiz.
Yamanlar’da da Partimizin ve İPSD’nin
faaliyetlerinden, Yamanlar Halkı ile kucaklaşmasından rahatsızlığınız belli. Partimizin
gelişmesi, kitleselleşmesi, kucağında oturduğunuz CIA şefleri gibi sizleri de rahatsız ediyor. İşte bundan kuduruyorsunuz. Her gün
işten çıktıktan sonra bu derneği açan, burada
bulunan yoldaşlarımızın karşısına mertçe,
yiğitçe çıkmak yerine, gizli gizli duvar yazılarıyla salyalarınızı akıtıyorsunuz. Halkımız
ne de güzel demiş; “İt ürür kervan yürür.”
diye...
Size sizin yöntemlerinizle cevap vermek,
sizin gibi olmak demektir. Alçalmak, çukurlaşmak, çakallaşmaktır. Zira bizim yapacak
çok işimiz var. Özelde Yamanlar Halkını,
genelde Türkiye Halklarını örgütlemek,
Demokratik Halk İktidarını kurmak gibi yüce
bir görevimiz var. Bizi bu görevimizi yerine
getirmekten hiçbir güç alıkoyamaz...
27.03.2012
HKP İzmir İl Örgütü
Tayyipgiller Halka Zulmetmekte Sınır
Tanımıyor
B-D Emperyalistlerinin desteğiyle
vatan topraklarını örümcek ağı gibi
saran Tayyipgiller, halk düşmanı politikalarını uygulamaya aralıksız biçimde
devam ediyor. En ufak bir hak arama mücadelesine, demokratik talebe karşı tazyikli
su, gaz ve copla cevap veren, efendisi Obama’dan aldığı emirler doğrultusunda kardeş
Suriye Halkının meşru iktidarına karşı tehditler savuran Tayyipgiller, bir taraftan da
halkımızın cebine, sofrasına el uzatmaya
devam ediyor.
Benzine art arda yapılan yüksek oranlı
zamlardan sonra halkımızın harcama kalemleri içerisinde önemli bir yer tutan elektrik ve doğalgaza, son zammın üzerinden
yedi ay geçmeden ikinci kez zam yapıldı.
Hatırlayacağımız gibi 2011 Ekim ayından geçerli olmak üzere elektriğe % 9.57,
doğalgaza ise % 14.35 oranında zam yapılmıştı. Daha bu zammın üzerinden altı fatura
geçmişken aynı enerji türlerine bu sefer daha fahiş oranda zamlar yapıldı. İşsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehenneminde inleyen
halkımız artık elektriği % 9.6, doğalgazı ise
% 18.72 oranda zamlı kullanacak. Hatta
ödemede düşeceği darlıktan, güçlükten dolayı kullanamayacak; soğukta oturmaya, ya da
tekrar odun kömür kullanmaya yönelecek.
Utanmak gibi insani bir duyguya sahip
olmayan Tayyipgiller’in enerji bakanı Taner
Yıldız, “Bu zammı yapmamak için kendimizi çok zorladık. Zammın sebebi arz-talep dengesizliği değil”, diyor.
Peki, neymiş bu fahiş zamların sebebi?
“Bu enerji türlerini satın aldığımız
coğrafyalardaki
siyasi
istikrarsızlık”mış…
Bu bölgeyi siyasi istikrarsızlığa mahkûm
edenler kimler?
Tabiî ki AB-D Emperyalistleri.
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
Emperyalistler gelecek, Ortadoğu’yu
kan gölüne çevirip meşru iktidarları yıkacak, bizim yerli satılmışlarımız da bu durumu gerekçe göstererek enerji kaynaklarına
fahiş zamlar yapacak…
Siz değil misiniz o bölgelerdeki istikrarı
bozan politikaları uygulayan emperyalist
devletlerin işbirlikçiliğini, tetikçiliğini yapanlar?
Siz değil misiniz ağababanız Obama’dan
aldığınız emirler doğrultusunda İran’dan
petrol alımını % 20 azaltıp emperyalistlerin
kan gölüne çevirdiği, bütün kaynaklarına el
koyduğu Libya gibi devletlere yönelerek
halkımızın parasını emperyalistlerin kasasına akıtanlar?
Yapılan son zamlar bir kez daha göstermiştir ki para tanrısının kulları olan Tayyipgiller için halkımıza zulmetmenin sınırı
yoktur.
Ama biliyoruz ki hiçbir zalimin, hiçbir
halk düşmanının devranı sonsuza kadar sürmez. Tarihte halkına zulmeden tüm iktidarlar hak ettikleri cezayı görmüşlerdir. Tayyipgiller’in zamları, zulümleri arttıkça halkımız da tepkisini daha net biçimde ortaya
koyacaktır.
Ve eninde sonunda halkımız Partisinin
öncülüğünde, Kurtuluş Partisi’nin öncülüğünde örgütlenecek ve bu zalimleri iktidardan alaşağı edecek, Demokratik Halk İktidarı’nı kuracaktır. 02.04.2012
Elektrik ve Doğalgaz Zammı Geri
Alınsın!
İşsizliğe, Pahalılığa, Zamma, Zulme
Son!
Yaşasın Demokratik Halk İktidarı!
Yaşasın Sosyalizm!
Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
3
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
BOP İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller
07 Ocak 2012 tarihinde Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü tarafından düzenlenen ve Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal
Çıngı Yoldaş’ın sunduğu “BOP İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller” konulu Konferansı olduğu gibi yayımlıyoruz.
Değerli arkadaşlar,
Bildiğimiz gibi burjuva aydınlarının bir
pelesengi vardır: “Tarih tekerrürden ibarettir”
derler.
Bu düz bakışla, Aristo mantığıyla doğru gibi
görünen fakat gerçekte tümden yanlış bir bakış
açısıdır Tarihe. Biz, Diyalektiğe inanan insanlar
olarak, doğanın ve toplumun sürekli bir akış,
oluş, eylem içerisinde olduğuna inanırız.
Doğada ve toplumda hiçbir şey aynı olmaz. Şu
anda bu salonda bulunan insanlar olarak bizler
bile toplantı sonunda aynı insanlar olmaktan
çıkarız. Görünüşümüzde bir değişiklik yoktur
ama içimizde, ruhumuzda, bilincimizde, doğaya
ve topluma bakışımızda belli bir ölçüde de olsa
değişiklikler olur. Toplantı başındaki bizle toplantı sonundaki biz, aynı biz değilizdir artık…
Tarih de aynen böyledir. Evet, Tarihteki kimi
olaylar, süreçler, hedefler, planlar, projeler de
birbirine benzer. Bazen öyle olur ki, sanki aynı
olayları yeniden yaşıyormuşuz gibi oluruz;
olaylar öylesine birbirine benzer. Oysa aradan
geçen sürede, bir hayli değişiklikler olmuştur.
Örneğin eski ulusların yerini yeni uluslar, eski
savaş araç gereçlerinin yerini yeni savaş araç
gereçleri, eski düşmanların yerini yeni düşmanlar, eski dostların yerini yeni dostlar almıştır
vb…
Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda da bu
durumu görüyoruz. Ülkemiz bir anlamda
1900’lü yılların başındaki Osmanlı’ya benziyor.
Bir avuç büyük emperyalist devlet tarafından
ülkemizin yeraltı ve yerüstü servetleri talan edilecek ve yağmadan aslan payını kim alacak…
İşte emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerin tek
meselesi budur…
Arkadaşlar,
Bildiğimiz gibi ABD, “Büyük Ortadoğu
Projesi (BOP)” ya da “Genişletilmiş
Ortadoğu Projesi” adlı bir projeyi hayata
geçirmeye çalışıyor. Ortadoğu’yu ve daha da
genişleterek Kafkaslar, Afganistan’ı, Pakistan’ı
ve Afrika’nın kuzeyini yeniden dizayn etmek
istiyor bu projeyle. Ve yeni yeni devletler ortaya çıkarmaya hazırlanıyor. Birinci Emperyalist
Evren Savaşı’yla bölünmüş, parçalanmış, yağmalanmış tüm bu bölgeyi, bu kez de kendi
çıkarlarını ön plana alarak bir kez daha bölmek,
parçalamak ve yağmasını sürgit devam ettirmek
istiyor.
İşte ABD’nin bu Projesi’nde, Ortadoğu’yu
ve Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendirme,
bölme, parçalama, yeni yeni devletçikler oluşturma Projesi’nde Türkiye ve Tayyip de görevli. Hem de aktif olarak. Bizzat Tayyip bu
Proje’nin eşbaşkanı. Sinevizyonda izlediğimiz
gibi Tayyip, önce şöyle söyleyerek bu görevini
inkâr ediyor:
“Ben çok açık net bir şey söylüyorum.
Ellerine bir kâğıt almış dolaşıyorlar.
‘Amerika’nın bir projesidir’ diye. Bunu ispat
ederlerse biz her şeye varız. Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar. Bu
kadar açık konuşuyorum. Bu kadar ağır
konuşuyorum.”
Ama aynı Tayyip daha sonra ise şöyle söylüyor:
“Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var.
edir o görev?
“Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika
Projesinin eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Ve
bu görevi yapıyoruz biz.”
Gördüğümüz gibi Tayyip, “alçaktırlar,
namussuzdurlar” noktasından “eşbaşkanıyım,
görevliyim”, noktasına sıçrayıveriyor, efeliğe
sıçrıyor yani kendisi açısından. Aktif savunucusu konumuna geliyor.
Bir, Tayyip’in bu yanını, kişiliğini, bu çelişkilerini görmemiz gerekiyor.
İkincisi, sinevizyonda izlediğiniz haritada
da gördüğümüz gibi, iki haritada da gördüğümüz gibi, emperyalistler özellikle Ortadoğu’yu
ve Afrika’yı, sözcük olarak değil, gerçekten
(1910’larda, 20’lerde İngiliz Emperyalizminin
bürokratlarının yaptığı gibi) bugün ABD
Emperyalizminin, bürokratları, masa başında
oturuyorlar ve ülkelerin sınırlarını cetvelle çiziyorlar. Gerçek anlamda, oradaki gördüğümüz
sınırlar, cetvelle çizilmiş sınırlardır. Oysa sınırlar doğaldır. Girintileri çıkıntıları vardır, diğer
tarafta da gördüğümüz gibi. Ama bu sınırlarda,
Afrika ve Ortadoğu’daki kimi sınırlarda hiçbir
girinti ve çıkıntı yok. Tamamen düz çizgiler.
Niye?
David Fromkin adlı yazarın “Barışa Son
Veren Barış, Modern Ortadoğu asıl
Yaratıldı, 1914-1922” adlı gördüğünüz şu kitabında da ayrıntılıca ve çok açıklıkla anlatıldığı
üzere, o zamanki İngiliz Emperyalizmi, Fransız
Emperyalizmi, Çarlık Emperyalizmi ve özellikle de İngiliz-Fransız Emperyalizmi planları
hazırlıyorlar, masa başında kotarıyorlar, sonrasında da bunun uygulamasını yapıyorlar. Ve
başlangıçtaki planlarını aşağı yukarı da hayata
geçiriyorlar.
Birinci Emperyalist Evren Savaşı, bir başka
söyleyişle Osmanlı’nın paylaşım savaşıdır. Yani
Birinci Emperyalist Evren Savaşı Batıda,
Avrupa’da başlamış ve Batıda gelişmiş olmasına rağmen, Avrupa’da sürüyor görünmesine
rağmen, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuAlmanya ve İngiltere-Fransa-Çarlık Rusyası
arasında sürdürülen bir savaş olarak başlamışken ve bir müddet öyle gitmişken, daha sonra
asıl mecrasına akıtılıyor ve Osmanlı’nın paylaşılması noktasına kadar götürülüyor. Çünkü tâ
1800’lü, 1700’lü yıllardan beri Batılı devletler
“hasta adam” dedikleri Osmanlı’yı yıkmaya
karar vermişlerdi. Fakat paylaşımda anlaşamadıkları için daha doğrusu çıkarları birbiriyle
çeliştiği için bu paylaşımı bir plana bağlayıp
sonuçlandıramamışlardı. Birinci Emperyalist
Paylaşım Savaşı’yla birlikte artık kaçınılmaz
şekilde Osmanlı paylaşılacaktı. Kimin payına
neyin düşeceği de bu savaşın galiplerinin ve
mağluplarının kimler olduğunun belirlenmesiyle tayin edilecekti.
Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin 43’üncü
Başkanı Bush hükümeti tarafından “Büyük
Ortadoğu” adıyla duyurulan, en batıda Fas’ın
Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan’ın
kuzeyindeki Karaburun yaylalarına, kuzeyde
Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından güneyde
Aden ve Yemen’e kadar uzanan bir bölgeyi kapsıyor.
Böylesine geniş bir coğrafyada “Büyük
Ortadoğu Projesi” gerçekleştirilmeye, hayata
geçirilmeye çalışılıyor. Ve o proje, değişik aşamalardan geçiriliyor; 2004 yılındaki G8 zirvesinde de gerçekleştirmek üzere pratik ilk adımlar atılıyor. Sonrasında da kademeli olarak yeni
toplantılar yapılarak proje hayata geçirilmeye
çalışılıyor. Kurumsallaştırılarak alt örgütlenmeler kuruluyor, eşbaşkanlıklar kuruluyor. İşte,
Türkiye ve Tayyip bu eşbaşkanlardan bir tanesi
oluyor. Sonra İtalya, Yemen. Ve ABD zaten dışişleri bakanıyla eşbaşkan olarak bu projenin
içinde yer alıyor. Yani başlangıcı, hayata geçirilişi 2000’li yılların başında oluyor, bugüne
kadar devam ediyor, değerli arkadaşlar.
Ve 2003 yılında Condoleezza Rice, o
zamanki Ulusal Güvenlik Danışmanı,
“Ortadoğu’yu Dönüştürmek Şart” başlığı
altında Washington Post Gazetesi’nde bir makale yayımlıyor. Ve o makalede de “Büyük
Ortadoğu Projesi”nin hedeflerini açıklıkla anlatıyor:
“2. Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen
sonra ABD kendisini Avrupa’nın uzun
dönemli dönüşümüne vakfetti. Savaşın yol
açtığı kayıp ve yıkımı gözden geçiren siyaset
mercilerimiz, başka savaşların düşünülemeyeceği bir Avrupa yaratmak için masaya
oturdu. Bizler ve Avrupa halkları, demokrasi ve refah vizyonuna samimiyetle inandık ve
bunu birlikte başardık.
“Bugün Amerika ile dost ve müttefikleri,
kendilerini dünyanın bir başka kısmında,
Ortadoğu’da uzun vadeli bir dönüşüm yaratmaya vakfetmek durumunda. Toplam 300
milyon insanın ve 22 ülkenin bulunduğu
Ortadoğu’nun bütün yıllık geliri, 40 milyonluk İspanya’nın gerisinde. Önde gelen Arap
aydınlarının, siyasi ve ekonomik ‘özgürlük
açığı’ dediği şey yüzünden bütün bölge geri
kalmış durumda. Birçok ülkede hüküm
süren umutsuzluk, nefrete dayalı ideolojileri
besleyen verimli bir toprak; insanları üniversite eğitimlerini, kariyerlerini ve ailelerini
bırakıp kendilerini havaya uçurmaya ve
mümkün olduğunca fazla masum insanın
hayatına kastetmeye ikna eden ideolojiler
bunlar. (Bu ideoloji, bildiğimiz gibi, onlara
göre İslam İdeolojisidir. - G. Çıngı)
“Bu ideolojilerin takipçileri bölgesel
istikrarsızlığın kaynağını ve Amerika’nın
güvenliği açısından daimi bir tehdit teşkil
ediyorlar. Görevimiz, Ortadoğu’da daha
fazla demokrasi, hoşgörü, refah ve özgürlük
isteyenlerle beraber çalışmak.
“(…)
“Zamana ihtiyaç var
“Ortadoğu’nun dönüşümü kolay olmayacak ve zaman alacak. Amerika’nın,
Avrupa’nın ve bütün özgür ülkelerin geniş
seferberliğine ihtiyaç duyulacak; bölgede,
özgürlük konusunda bizim düşüncelerimizi
paylaşanlarla tam işbirliği içinde çalışacağız.
Bu sadece askeri bir kararlılık değil, ulusal
gücümüzün tüm unsurlarını (diplomatik,
ekonomik ve kültürel) seferber ettiğimiz bir
süreç olacak. (…) Bu işten vazgeçmeyeceğiz.
Dünya için daha fazla güvenlik istediğimiz
kadar, bölge insanları için de daha fazla
özgürlük istiyoruz.” diyor. (Radikal,
10.08.2003)
Yani çok netçe görülüyor ki, BOP, GOP,
ABD’nin ve AB-D Emperyalistlerinin bir planıdır, projesidir ve bunun hayata geçirilmesi için
çalışılıyor şu anda.
Öncelikle burada netçe anlaşmamız gerekiyor. Yani bu proje somut bir proje, sınırları çizilmiş 22 ülkeden, 300 milyon insandan söz edili-
yor ve bu bölge şekillendirilecek.
O yüzden Tayyip’in başta söylediği, “Harita
dolandırıyorlar ellerinde. Yoktur böyle bir
proje. Bunu söyleyenler şerefsizdir, alçaktır”
sözlerini kendisine iade ediyoruz. Yani kendisi
şerefsiz ve alçaktır…
Bizzat Condoleezza Rice, Bush ve diğer
AB-D Emperyalistleri yetkilileri bunu açıklıkla
dile
getiriyorlar,
değerli
arkadaşlar.
Ortaklaşmamız gereken birinci nokta burasıdır.
İkincisi, Ortadoğu deyince bir Arap Ulusu
aklımıza geliyor ilk anda. 22 parçaya bölünmüş
Arap Ulusu aklımıza geliyor. Yani Arabistan,
Irak, Ürdün, Suriye, Bahreyn, Kuveyt, Umman
gibi ülkelerden söz ediyoruz ve bu ülkeler
Osmanlı döneminde ayrı ayrı ülkeler değiller.
Tarihsel olarak değişik adlar alsalar da (zaman
zaman Hicaz Eyaleti olarak adlandırılıyor,
bazen Arabistan Eyaleti olarak adlandırılıyor,
Suriye Eyaleti olarak adlandırılıyor), Osmanlı
kendi tarihsel sürecine göre idari bölmeler yapıyor. Vilayetler, eyaletler kuruyor ama bir bütün
olarak Arap coğrafyasında hüküm sürüyor
Osmanlı.
Ama Osmanlı’nın artık özellikle 20’nci
Yüzyıl başında tamamen çöküş sürecine girmesiyle birlikte, demin de söylediğim gibi büyük
emperyalist devlerin biricik politikası,
Osmanlı’nın hâkim olduğu Ortadoğu’daki,
Kafkaslar’daki ve Balkanlar’daki topraklarının
paylaşılması savaşına dönüşüyor, Birinci
Emperyalist Evren Savaşı.
O zamana kadarki tarihsel süreçte, Osmanlı
Çarlıkla savaştığında İngiliz Emperyalizmi
Osmanlı’yı Çarlığa karşı destekliyor. Bazen
Fransa ile çarpıştığında İngiliz Emperyalizmi
destekliyor. Bazen İngiliz Emperyalizmine karşı
Fransız Emperyalizmi destekliyor ama
Batılıların deyimiyle “hasta adam” Osmanlı,
sürekli olarak bir çöküşe doğru gidiyor.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, kapitalizmin
getirdiği geniş olanakların sonucunda, Batı
hızla ekonomik ve askeri planda gelişip güçlenirken, Ortaçağcı-Şeriatçı ideolojide kalmış,
Tefeci-Bezirgân Sermayenin hâkim olduğu
Osmanlılık da kerte kerte bataklığa gidiyor ve
ne siyasi planda ne ekonomik planda herhangi
bir atılım içerisine giremiyor. Aksine ekonomik
ve politik olarak Batıya bağımlı bir ülke konumuna düşüyor. Dolayısıyla da Batılı devletler,
özellikle 1856 Kırım Savaşı’ndan sonra, artık
Osmanlı’nın çöküş dönemine girdiği, paylaşılması gerektiği sonucuna varıyorlar.
Yani Osmanlı’nın 1920’li yıllara kadar paylaşılmayışının en önemli nedeni, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerdir…
Hangi noktada?
Osmanlı Devleti’nin topraklarının paylaşılması noktasında çelişkiye düştükleri için, aslan
payını kim alacak, yağmadan kim en çok pay
koparacak savaşına düştükleri için Osmanlı’nın
kesin yıkılışı gecikmiş oluyor. Ama Birinci
Emperyalist Evren Savaşı’yla birlikte Batılılar
artık bu işin daha fazla devam edemeyeceğini
görüyorlar.
Ama Osmanlılık yıkılırken bile tarihsel
büyük bir olay gerçekleştiriyor:
Çanakkale Savaşları, Birinci Emperyalist
Evren Savaşı’nın gidişinde çok önemli bir
dönüm noktası yaratıyor. Çanakkale coğrafyasını, haritasını da gözönüne getirdiğimizde okyanuslardan Akdeniz’e, Ege Denizi’ne giriş ve
oradan Karadeniz’e geçiş yoludur, bildiğimiz
gibi. Çanakkale’yi tutan, Karadeniz’i zaten
tutuyor. Yani Karadeniz’e kıyısı olan ve
Rusya’yı, o zamanki adıyla Çarlık Rusyası’nı
ve Çarlık Rusyası’na bağlı ülkelerin tamamının
donanmalarını, ihracatını ve ithalatını engelleyebilecek bir konumda, mevkide Çanakkale
Boğazı.
Osmanlı orayı tuttuğu için ne İngiltere, ne
İtalya ve ne de Fransa kendi mallarını oraya
götürebiliyorlar. Ne savaş gemilerini, savaş
mühimmatı ve diğer lojistik malzemeleri taşıyan gemilerini, Karadeniz’e geçirip Rusya’ya
yardımcı olabiliyorlar ne de Rusya, savaş gemilerini açık denizlere, sıcak denizlere çıkarabiliyor; ihraç ürünlerini bu boğazdan geçirip dünya
pazarlarına sürebiliyor.
Ve emperyalistlerin Çanakkale’ye, Tarihin o
zamana kadar gördüğü en büyük donanmayı
yığmalarının nedeni de zaten bu: Çanakkale
Boğazı’nı açmak, Karadeniz’e çıkarak
Rusya’ya yardıma gitmek, o cepheden
Almanlarla savaşmak. İngilizler bakımından
özel olarak da Osmanlı’yı ele geçirerek
Hindistan’a giden yolun tamamına hâkim
olmak. Ortadoğu’ya ve dolayısıyla Hindistan’a
tamamen hâkim olmak…
Hindistan’a hâkim olmak şu aslında; o
dönemde Hindistan, İngiltere’ye bağlı bir
sömürge, bildiğimiz gibi, Genel Valiyle yönetilen bir sömürge. Ama İngiliz Emperyalizmi hiç
rahat etmiyor, Hindistan’a o an için hâkim
olması, tek başına Hindistan’a sürekli olarak
hâkim olacağının garantisi anlamına gelmiyor.
Neden?
Birincisi, Rus Çarlığı ile aralarındaki çelişkilerden ötürü, Çarlık Rusyası’nın Hindistan’a
sarkma tehlikesini hep gözetiyor.
İkincisi,
savaş
sırasında
özellikle
Osmanlı’nın ve Almanların, başta da
Almanların Ortadoğu’dan geçerek Hindistan’ı
ele geçirmek isteyeceği, Hindistan’ın
Müslüman halklarını ayaklandırmak isteyeceği,
Afganistan’ı kışkırtacağı ve dolayısıyla da
sömürgeleri olan, kendilerine bağlı Hindistan’ın
ellerinden çıkacağı kaygısını taşıyorlar. O
bakımdan da tüm çabalarını Ortadoğu’yu ele
geçirmek, Hindistan’ın güvenliğini sağlamak,
Kafkaslara
çıkmak,
dolayısıyla
hem
Karadeniz’i hem de Balkanları hâkimiyetleri
altına almak istiyorlar.
Ama Çanakkale Savaşı’yla birlikte Osmanlı
İmparatorluğu, yıkılırken bile emperyalistlerin
bu planlarını bozduğu için Çarlık Rusya’sı yalnız kalıyor ve Büyük Proleter Ekim Devrimi
gerçekleşiyor. Bolşevik Partisi, bu savaşın getireceği yıkımı önceden görüp halka gösterdiği
için ve bu yıkımı yaratanın emperyalist devletlerin
Finans-Kapitalistleri
olduğunu;
Proletaryanın, tüm ülkelerde silahları kendi burjuvalarına yöneltmeleri gerektiğini önerdiği için
ve halkı bu görüşler doğrultusunda örgütlediği
için Ekim Devrimi’ni gerçekleştiriyor.
Yani dolayısıyla bu kitapta (David
Fromkin’in bu kitabında) da Churchill, Lloyd
George ve bütün İngiliz Emperyalistleri,
Fransız Emperyalistleri yana yakıla anlatıyorlar
ki, Çanakkale olmasaydı Tarih farklı yazılacaktı. Ve savaş 5-6 ayda bitecekti diye hesaplanıyor. Özellikle Çanakkale’yi ele geçirdiğimiz
anda İstanbul’u ele geçiriyoruz, Osmanlı’yı
yeniyoruz, Çarlık’la birleşiyoruz, Ortadoğu’yu
tümden Hindistan’la birleştiriyoruz ve
Almanları Avrupa’da hapsediyoruz….
Ve şöyle söylüyorlar; bir tek mayın hattı, her
iki taraftan 500 milyon insanın canına mal oldu.
Yani 18 Mart’ta bir Fransız savaş gemisinin,
mayına çarpan bir geminin batmasıyla birlikte,
Çanakkale yenilgisi başlamış oluyor. (Fransız
savaş gemisinin batmasını müteakip iki İngiliz
savaş gemisi daha mayına çarpar. Ardından bir
İngiliz gemisi daha batar. Ve bir Fransız gemisi
de karaya oturur.)
Dolayısıyla da 5-6 ay içerisinde bu savaş
bitecek hesapları Çanakkale’deki, zaferimiz,
direniş ve zaferimizle birlikte tuzla buz oluyor
ve savaşın tâ 1918’lere kadar, 1918 sonuna
kadar sürmesine neden oluyor. Ve sadece orada
kalmıyor. Osmanlı’nın yıkılmasıyla Mondros
Ateşkes Antlaşması’ndan sonra da Mustafa
Kemalcilerin, Kuvayimilliyecilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, Anadolu’nun paylaşılması üzerine yaptıkları planlar, özellikle de İngiliz
Emperyalistlerinin hevesleri bir kez daha kursaklarında kalıyor.
Ve bir daha atak yapmak durumunda kalıyorlar. Yunanistan’ı devreye sokuyorlar.
Kurtuluş
Savaşı’nı
boğmak,
Mustafa
Kemalcileri enterne etmek, Yunanistan’a işte
İzmir’imizi vermek, Ege’yi vermek, bildiğimiz
gibi Antalya Bölgesini Konya’ya kadar
İtalyanlara vermek vb. emelleri Mustafa
Kemalcilerin direnmesi, Kuvaymilliye’nin gerçekleşmesi başta İngiliz Emperyalistleri olmak
üzere tüm emperyalistlerin oyunlarını bozuyor.
Karadeniz’deki oyunlar bozuluyor Sovyetler’in
ortaya çıkmasıyla birlikte ve denge bir kez daha
değişiyor.
Ama sonuç olarak, bütün bu değişiklikler
içerisinde bir ana hattı hiç kaçırmıyorlar ve onu
başarıyorlar; Ortadoğu’yu paylaşmak emellerini, Osmanlı topraklarını paylaşmak emellerini
gerçekleştiriyorlar. Ve Ortadoğu’da; Irak,
Suriye, Ürdün, Hicaz, Lübnan ülkelerini ortaya
çıkartıyorlar, değerli arkadaşlar.
Bir harita çiziliyor fakat hayat masa başı
planlarında olduğu gibi akmıyor. Emir Hüseyin
Faysal diye bir Hicaz Emiri var, Şerif Hüseyin
Bin Ali diye uzun bir adı var. Osmanlı’nın
Hicaz’a atadığı beylerbeyi, eyalet beyi diyelim,
onlar İngilizlerin desteğiyle bütün bir
Arabistan’ı kendi Haşimi sülalesinin güdümünde örgütlemek, yönetimlerine almak, bir devlet
kurmak isterlerken, Vahabbiler denilen, bugün
de Suudi Arabistan’da hüküm süren, iktidarda
olan Suud sülalesi, emir Hüseyin kabilesiyle
çelişiyor, aralarında savaş çıkıyor ve sonuçta
Suudların ağır bastığını gören İngilizler
Suudları destekleyerek onların iktidar olmalarını sağlıyorlar. Hicaz yani Arabistan, Suud
Sülalesinin elinde kalıyor. Emir Hüseyinler
yenilmiş oluyor.
Ama yenilmek tek başına yenilgi olmuyor
onlar için. Oğullarından bir tanesi, Emir
Hüseyin’in oğullarından bir tanesi Abdullah,
“Biz Osmanlıya eden İsyan Ettik” adlı şu
gördüğünüz kitabın da yazarı, o dönemi, o süreci anlatıyor.
Emperyalistler, 1922 yılında Mavera-i
Ürdün diye bir devlet kuruyorlar. Mavera-i
Ürdün de Doğu Ürdün demek oluyor. Ve sonrasında “doğu”yu da kaldırıyorlar, Ürdün
Devleti’ni oluşturuyorlar. Ve Emir Hüseyin’in
oğlu Abdullah, önce Ürdün Emiri oluyor, sonra
Ürdün Kralı oluyor. Ve sonrasında da
Abdullah’tan sonra Ürdün’de Tallal geliyor.
Sonra Kral Hüseyin geliyor.
Kral Hüseyin’i artık biz yaştaki arkadaşlar
hatırlayacaklardır. Bizden sonraki kuşaklar da
ölümünü hatırlayacaklardır. 1999’da öldü hatırlayacaksınız. Ki, Kral Hüseyin biliyorsunuz,
Filistin Halkını katliama uğratan birisiydi. Yani
1970’li yıllardaki büyük katliamı gerçekleştiren
kraldı. Sonrasında da şu anda 2. Abdullah
Ürdün Kralı olarak varlığını sürdürüyor.
Emir Hüseyin’in bir diğer oğlu olan Faysal,
Birinci Faysal diye adlandırılıyor, Irak Kralı
oluyor, değerli arkadaşlar. 1933’te ölüyor, sonra
onun kardeşi Gazi, Irak Kralı oluyor.
Sonrasında da 2. Faysal iktidara geliyor. O da
1958 yılında BAAS Partisi tarafından iktidardan alaşağı ediliyor ve Irak’ta Cumhuriyet kuruluyor bildiğimiz gibi, değerli arkadaşlar.
Emir Hüseyin’in bir diğer oğlu da, Ali de,
1924-1925 yıllarında Hicaz Kralı oluyor.
İşte Kral Abdullah şu kitabında da (Klasik
Yayınları bir dizi kitap çıkarttı bu seriyle ilgili
olarak. “Arap Gözüyle Osmanlı” adı altında
aşağı yukarı 7 kitaptan oluşan bir seri çıkarttı.
Şimdi “Balkanlar gözüyle Osmanlı” diye bir
seri kitap çıkartıyor. Ve burada, işte bu kitapta,
Kral Abdullah’ın kitabında da), İngiliz
Emperyalizmine nasıl uşaklık ettiklerini, yani
İngiliz Emperyalizminin planlarını nasıl yerine
getirdiklerini açılıkla anlatıyor. Ve kitabının son
sözlerini, anılarının son sözlerini de şöyle bitiriyor Kral Abdullah;
“Ey Araplar! Bilmelisiniz ki İngiltere ile
işbirliğine eğilimli olmamız gerekiyor. Çünkü
dikkat edin, bütün büyük uluslar onlara
karşı çıkmaktan aciz kalmışlardır. İngiltere
hiç kimseye hak etmediği değeri vermez.
İngiltere yalancı, korkak ve tembellerle işbirliği yapmaz. İngiltere politikalarını, duygularıyla hareket ederek ya da herhangi bir
antlaşma veya savaşta kendisine yapılan yardımlara bakarak oluşturmaz. Tam tersine,
İngilizler sabırlı ve istikrarlı bir millettir ve
ancak güçlülere saygı duyarak onları kendilerine katmak isterler. Başarısızlığı sevmedikleri gibi, ondan uzak dururlar. Şu halde
siz de güçlü, uyanık, sözünün eri ve dikkatli
olun ki İngiltere yanınızda yer alsın ve dostluğunu sizinle paylaşsın.
“Sözlerimin sonunda Britanya’ya, Krala
ve lider Churchill’e saygı, hayranlık ve en iyi
duygularımı sunuyorum.” diyerek, kitabını,
anılarını noktalıyor. (Kral Abdullah, Biz
Osmanlı’ya Neden İsyan ettik?, s. 242-243)
İşte kitabının tümünde de nasıl İngilizlerin
kendilerine yardım ettiğini, kendilerini
Osmanlı’ya karşı nasıl savaştırdıklarını anlatıyor.
Bunların savaşı, Genel Başkanımızın da
söylediği gibi, Para savaşı. Onların biricik tanrısı, Para Tanrısıdır. Ve İngiliz Emperyalizmi o
gün için paraya sahip olduğu için bunları parayla satın alıyor. Her birinin fiyatı var…
Şu kitapta David Fromkin uzun uzun anlatıyor. Suud’un başlangıçta aylık maaşı 30 bin
sterlin iken savaşın sonuna doğru 100 bin sterline çıkıyor. Haşimi sülalesine, Emir Hüseyin’e
ve oğullarına verilen para daha fazla iken krallıklara bölününce payları azalıyor. Her birine
maaş bağlıyorlar ve bunlar açık-net, gizli
kapaklı şeyler değil. Bizzat burada da anlatılı-
4
yor. Hani Lawrence diye bir İngiliz ajanı vardır.
Ortadoğu’yu yarattığı söylenen İngiliz ajanı.
Bütün Araplara soruluyor, David Fromkin’in bu
kitabında anlatılıyor, “Lawrence’ı tanıyor
musunuz?” diye, “Altın getiren adamdı”
diyorlar, değerli arkadaşlar. Öyle hatırlıyorlar.
Çünkü altınla Arap Kabilelerini satın alıyorlar,
sterlinle Arap Kabilelerini satın alıyorlar. Yani
Arapların Osmanlı’ya isyanı gerçekten ulusal
talepler üzerinden şekillenmiş bir şey değil.
Yoksa biz hiçbir ulusun Kendi Kaderini
Tayin etmesine karşı çıkabilir miyiz, değerli
arkadaşlar?
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı talebi, en
temel, en demokratik haklardan bir tanesidir. En
demokratik taleplerden bir tanesidir. Sosyalist
ve komünist bir talep değildir Ulusların Kendi
Kaderlerini Tayin Hakkını savunmak. En başta
gelen, temel demokratik haklardan bir tanesidir.
O bakımdan Partimiz elbette Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkını sonuna kadar
savunmaktadır. Ama Arap hakim gerici sınıflarının orada yaptığı, Ulusların Kaderlerini Tayin
Hakkı çerçevesindeki bir talep değil.
Ayaklanma, isyan değil. Aksine emperyalistlerin altınları ve paralarıyla, emperyalistlere hizmet için, emperyalistlerin davalarına kaderlerini
bağlayarak, bütün çıkarlarını, bütün geleceklerini emperyalistlerin davalarına bağlayarak
Osmanlı’dan kurtulma ve kendilerine yeni bir
efendi bulma savaşıdır, ne yazık ki.
O bakımdan, o gün için Arap dünyasının
gelişimi, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin
Hakkı çerçevesinde olmuş, ulusların kendi
kaderlerine sahip çıktıkları bir süreç izlemiyor.
Aksine, bir tek Arap Ulusu’nun 22 parçaya
bölünmesiyle sonuçlanan, emirliklere, krallıklara, sultanlıklara bölünmesiyle paylaşılan bir
duruma geliyor ve bugün de ne yazık ki o parçalanma devam ediyor…
Az önce okuduğum kralların tamamı da aynı
emperyalistlerin güdümünde, onların politikalarını uşakça uygulamış, ama sonuçta Irak,
Suriye, Mısır gibi kimi krallıklar devrimci halk
hareketleriyle (tıpkı bizim ülkemizde olduğu
gibi bir 27 Mayıs benzeri Devrimci Ordu
Gençliğinin hareketleriyle) yıkılmıştır ve cumhuriyetler kurulmuştur.
Yukarıda dediğimiz gibi, bir tek ulus olan
Arap Ulusu’nu emperyalistler 22 devlete bölüyorlar. Fakat orada kalıyorlar mı? Bu bölünmüşlükle yetiniyorlar mı? Emperyalistler orada
bırakıyorlar mı? Yani bugünkü, 2000’li yıllara
kadarki genel haritayı olduğu gibi bırakıyorlar
mı?
Hayır bırakmıyorlar. İşte BOP da zaten onu
amaçlıyor. O ülkeleri de şimdi atomuna kadar
parçalamak istiyorlar.
Sizler de gazetelerde okudunuz, geçtiğimiz
ay ABD Emperyalistleri Irak’tan askerlerini
çektiler. Artık büyükelçilikleri ve askeri üsleri
korumak için kalan askerler dışında, ABD askeri ve diğer Batılı Emperyalistlerin askerleri
Irak’ta yok.
Bu konuyla ilgili olarak ABD Başkanı
Obama şöyle söylüyor Irak’tan dönen son
askerleri karşılarken yapılan törende:
“(…) “Askerlerimizin Irak’ta yaptığı
mücadeleler, ölümler, kan akması ve inşa,
eğitim bizi başarı anına götürdü. Tabiî ki
Irak mükemmel bir yer değil. Ancak geride
egemen, istikrarlı ve seçilmiş bir hükümeti
bulunan Irak bırakıyoruz.” (Milliyet, 16
Aralık 2011)
ABD Savunma Bakanı Leon Panetta:
‘Amacımıza ulaştık’
“Irak’ın resmen Iraklılara teslim edilmesi görevini üstlenen ABD Savunma Bakanı
Leon
Panetta
ise
Irak’a
gitti. Bağdat Uluslararası Havalimanı’nın
yakınındaki Sather Üssü’ndeki törenle
Amerikan bayrağı asılı olduğu gönderden
indirildi. Amerikan askerlerinin baskınları,
tutuklamaları, öldürmeleri Iraklıların hafızalarında canlılığını korurken Panetta,
törende yaptığı konuşmasında savaşın amacına ulaştığını ilan etti.
“Törene katılan 160 Amerikan askerine
seslenen Panetta, ‘Burada çok kanımız
döküldü. Ancak hiçbiri boşa gitmedi. Bu
kanlar Irak’ı egemen ve bağımsız, kendi kendisini yönetebilen ve koruyabilen bir ülke
yapmak içindi’ dedi. Panetta, konuşmasını
‘Fedakarlığınızın, Irak halkının bir tirandan
kurtulmasına yardım ettiğini, onlara gelecek
ve barış umudu verdiğini bilerek ayrılacaksınız’” diyor. (agy)
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ise diyor
ki:
“Biz görevimizi yerine getirdik, birleşik
bir Irak bırakarak ayrıldık. Yaptıklarımızın,
yaşanılanların bıraktığımız Irak’a değdiğini
düşünüyoruz.”
Şimdi, bunları söyleyen kişilere insan diyemeyiz biz. Yani bu savaş, 1.5 milyon insanın
canına kıyılmasına, 4 milyona yakın insanın
yurdundan edilmesine; 1.5 milyonun ülke içerisinde, 2.5 milyonun diğer çevre ülkelere, o kardeş ülkelere giderek mülteci durumuna düşürülmesine, en az 900 bin kadının dul bırakılmasına
yol açan bir savaştır. Yani savaşın sonucunda
böylesine acı sonuçlar doğmuştur.
Ve Irak Halkı savaştan önce, işgalden önce
kendi kendine yetebilen, petrolünün gelirleri ile
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
halkının geçimini sağlayabilen, sağlık ve eğitim
sorunlarını çözmüş bir ülkeydi. Sünniler ve Şiiler bir arada yaşayabiliyordu. Araplar, Kürtler
ve Türkmenleri bir arada tutabilen bir haldeydi.
Ki Saddam’dan söz ediyoruz; devrimci bir iktidardan, bir halk iktidarından söz etmiyoruz.
Yine Iraklı Parababalarının iktidarda olduğu bir
iktidardan söz ediyoruz ama buna rağmen,
Saddam dönemindeki Irak, bütünlüğünü koruyabilen, halkını sağlık, eğitim sorunlarının
çözümü başta olmak üzere ekonomik olarak
refah içerisinde yaşatabilen bir iktidardı. Ama
bugün Irak açlık ve yoksulluk içerisinde, sefalet
içerisinde olan bir ülke. 900 bin dul kadın…
Dile kolay, arkadaşlar. Ve yerinden yurdundan
edilmiş 4 milyon insan… Nüfusu ne ki zaten?..
Bu alçaklar ise hiç acımasızca diyorlar ki, egemen bir ülke olarak görevlerimizi yaptık ve
layıkıyla çekildik, gözümüz arkada kalmıyor…
Bakın
bu
konuda
AB-D
dostu,
Parababalarının her dönemde hizmetinde olmuş
kalemi M. Ali Birand bile ne diyor?
“Amerika Irak’tan yenilgiyle ayrılıyor
“Amerikan askerleri nihayet yaklaşık 9
yıllık bir işgalin ardından Irak’tan çekildi.
ABD’nin “kasıtlı yanlış” istihbaratla; tüm
dünyaya hem de Birleşmiş Milletler’de yalan
söyleyerek başlatılan bir savaştan geriye
resmi rakamlara göre 120 bin ölü kaldı.
Britanya’nın en saygın gazetelerinden The
Observer’ın ORB kamuoyu araştırma şirketine dayandırarak yayınladığı bir araştırmaya göreyse, ABD “Irak halkını özgürleştirmek” için başlattığı bu savaşta 1 milyon 200
bin kişinin ölümüne neden oldu. Geride
paramparça, kaos içinde, tüm kurumları ve
altyapısıyla çöküntü içinde ve daha da fakirleşmiş bir Irak kaldı. Daha da önemlisi ABD
bölgede Şii-Sünni cepheleşmesine yol açtı.
“Iraklılar, “Amerikalılar geldiğinde tek
Saddam vardı. Şimdi binlerce var. Eskiden
Şii miydik, Sünni mi bilmezdik, şimdi hayatımızı bu ayırım tanımlıyor” diyorlar. Özetle
ABD her şeyi bozdu. Türkçesi, yüzüne gözüne bulaştırdı. (…) Öte yandan ABD bu
yalanla zaten dünya halkları nezdinde sallantıda olan itibarını yerle bir etti.
Güvenilirliği sıfıra indi. eredeyse tüm dünyada ABD karşıtlığı en üst seviyeye çıktı.
İşlenen savaş suçları ise yaşanan her şeyin
tuzu biberi oldu. ABD’nin “işkenceciliği” ve
“savaş suçları” en fazla kendi halkını şoke
eden fotoğraflarla belgelendi. İşte bunun için
bence ABD, Irak Savaşı’ndan yenilgiyle
çıktı. Washington ve Amerikan demokrasisi
Irak’ta hem prestijini hem de inanılırlığını
bıraktı.” (Mehmet Ali Birand, Posta, 17 Aralık
2011)
Ve geldiğimiz nokta ne, arkadaşlar?
“Irak’ta adım adım özerkliğe doğru”.
Şu anda Milliyet’te yazan Aslı Aydıntaşbaş
diye bir yazar var. Amerika’dan geldi aynen
Yasemin Çongar gibi. Yasemin Çongar da
Milliyet’in Washington muhabiriydi, oradan
Türkiye’ye geldi ve bildiğimiz gibi Taraf’ın
başına geçti ABD çiçeği olarak. Taraf gazetesiyle birlikte şimdi ülkeyi şekillendirme yönünde aktif faaliyet yürütüyor. Aslı Aydıntaşbaş da
aynı mekanizmayla, Amerika’dan Milliyet’e,
Türkiye’ye geldi ve şu anda yazdıklarıyla
Milliyet’te Yasemin Çongar’ın görevini yerine
getiriyor. İlişkileri çok geniş. İlişkileri, bağlantıları çok derin ve çok özel bilgiler aktarıyor. Ve
hemen gitti Haşimi ile Kürdistan’da bir röportaj
yaptı. Yukarıdaki başlık da o röportajın başlığı.
Tarık Haşimi kim?
Cumhurbaşkanı Yardımcısı.
Başbakan kim?
Nuri el- Maliki…
Şimdi
Başbakan,
Cumhurbaşkanı
Yardımcısı hakkında terör örgütlerine yardım
suçlamasıyla tutuklama kararı çıkartıyor. Bu
Cumhurbaşkanı Yardımcısı kaçıyor, tutuklamadan kaçıyor, Kürt bölgesine gidiyor,
Talabani’nin konuğu olarak Talabani’nin sarayında (adı gibi saray gerçekten.) şu anda orada
yaşıyor.
Cumhurbaşkanı kim?
Talabani.
Yani Cumhurbaşkanı, hakkında tutuklama
kararı çıkmış bir Cumhurbaşkanı Yardımcısını
kendi bölgesinde güvenlik içerisinde yaşatıyor,
onun güvenliğini o sağlıyor. Bir Başbakan,
Cumhurbaşkanı Yardımcısı hakkında tutuklama
kararı çıkartabiliyor.
Birleşik Irak işte bu, değerli arkadaşlar!
ABD’nin geride bıraktığı Birleşik Irak bu…
Bunlar neye tekabül ediyor? Talabani kimdir?
Şimdi, bildiğimiz gibi Şii bölgesi var, Sünni
bölgesi var ve Kürt bölgesi var Irak’ta.
Kürt bölgesinin zaten Federe devleti var;
bayrağı var, ordusu var, askeri var, parlamentosu var. Aslında tamamen bir devlet ama şu anda
şeklen Irak yönetimine bağlı gözüküyor.
Talabani de Irak Cumhurbaşkanı.
Şiilerin lideri ve ülkenin Başbakanı kim?
Nuri el- Maliki.
Sünni kesiminin liderliğini kim yapıyor?
Tarık Haşimi yapıyor.
Yani Irak şu anda fiilen 3’e bölünmüş
durumda. Dolayısıyla çok kısa bir sürede de, bir
iç savaşın başlayacağı ve bu iç savaşın sonucunda da bu bölünmenin resmiyete geçeceği
noktasında bütün yazarlar ortaklaşıyor.
Bu gerçekliği ABD gülü Yasemin Çongar
bile itiraf etmek durumunda kalıyor:
“Üç ayrı Irak ve ABD
“Saddam Hüseyin’i deviren Amerikan
İşgali dokuz yıl sonra resmen sona erdi ama
geride kalan ülkenin bütünlüğünü koruması
zor görünüyor. Bağdat’ta yayımlanan ElSabah gazetesi, Amerikan askerlerinin ülkeden çıkışını anlatan karikatüründe durumu
iyi özetlemiş: Önde üniformaları içinde iki
Amerikan askeri yürüyor; arka planda
kalan Irak’ın üç önemli siyasetçisi, ülkeyi
çekiştirip dururken, askerlerden biri diğerine, “Onları barış ve huzur içinde bıraktık”
diyor.
“Barış ve huzur bir yana, bugün Irak’ta,
meşruiyeti genel kabul gören ortak bir devlet
yapısından söz etmenin güç olduğu söylenebilir.” (Yasemin Çongar, Taraf, 27 Aralık 2011)
Bakın, Emperyalistler bir Irak’tan 3 devlet
çıkardı…
Suriye’yi hakeza, daha sonra da konuşacağız, Sünni-Şii, Arap-Kürt diye bölmek istiyor,
onu da atomuna kadar parçalamaya çalışıyor.
Yani dolayısıyla emperyalistler, 1920’li yıllarda çizdikleri, 22 parçaya böldükleri Ortadoğu
ile yetinmiyorlar.
Ne yapıyorlar?
Atomuna kadar parçalamaya çalışıyorlar.
İşte BOP’un genel hatları bunlar, değerli arkadaşlar.
Bu konuda mesafe kat edip yol alıyorlar mı?
Evet alıyorlar. İşte Libya’da, işte Tunus’ta,
işte Irak’ta zaten hayata geçmiş durumda. Bu
proje her gün yeni mevziler kazanarak onlar açısından devam ediyor.
Bu proje hayata geçirilirken engeller de çıkıyor. Şimdi, Amerikan stratejistleri var, örneğin
Brezesinski diye çok ünlü, yetkili de zaten.
“Büyük Satranç Tahtası Amerika’nın
Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik
Gerekleri” diyerek bir kitap yazıyor ve bugünü
ve 100 yıl sonrasını planlıyor, bu kitapta. 100 yıl
sonra, 50 yıl sonra dünya nasıl bir şekil alacak,
nasıl bir şekil almalıdır, Amerika hangi hamleleri yaparsa Japonya’yı, Rusya’yı, İngiltere’yi
geriletir, Türkiye’yi, Polanya’yı ne yapar,
Avrasya’da neler yapar, bunları anlatıyor.
George Friedman diye yine bir araştırmacıları, “Gelecek Yüzyıl 21. Yüzyıl İçin Öngörüler” başlığıyla bir kitap yazıyor ve 100 yıl sonrasının dünyasını planlıyor. Yani sadece BOP’u
planlamakla yetinmiyorlar. O çok küçük kalıyor
bir bakıma, bakarsanız. Yani BOP bugünün işi,
halledilecek bir iş. Ama onlar yüzyıl sonrasının
projelerini ve dünyanın nasıl paylaşılacağının
hesaplarını yapıyorlar, o konuda kitaplar yazıyorlar, onun araştırmalarını yapıyorlar.
Dolayısıyla onlar sahip oldukları ekonomik ve
askeri güce güvenerek planlar yapıyorlar, hayata geçirmeye çalışıyorlar.
Ama, tabiî ki her şey emperyalistlerin planladıkları gibi, arzuladıkları, istedikleri gibi gitmiyor. Aynen Çanakkale’de nasıl oyunları
bozulduysa bugün de oyunları bozuluyor, arkadaşlar. Yeni güçler ortaya çıkıyor, yeni gelişmeler oluyor ve emperyalistler planlarını hayata
geçirmekte zorlanıyorlar.
Geçtiğimiz yıl, Arap Baharı denilen,
Partimizin de olayı netçe açıklığa kavuşturduğu,
bir süreç yaşandı Ortadoğu’da. Tunus’tan başlayarak, Mısır, Libya, Yemen, Katar, Kuveyt’te
bir dizi halk hareketleri gelişti.
Kimi hareketler, özellikle bugün için
Kemalist kesimden kimi yazarçizerler, (Banu
Avar gibi, en belirgini odur), Arap Baharı diye
bir şey tanımıyorlar. Yani Arap Baharı diye bir
şey yoktur. Bu Arap ülkelerinde olan olaylar,
ABD’nin, CIA’nın planladığı BOP’un birer taşıdır, diyorlar. Onun planları doğrultusunda tezgâhlanmış hayata geçirilmiş hareketlerdir, dolayısıyla bunlara halk hareketleri denilemez, bunlar gerici hareketlerdir, diyorlar. Ve o bakımdan
da bu hareketlere karşı tavır alıyorlar, buna
yönelik yayın yapıyorlar.
Oysa hayatta hiçbir şey düz bir hat izlemez.
Yani oturup masa başında sınırlar çizersiniz, bir
müddet için bu sınırları hayata da geçirebilirsiniz, ama plan ilânihaye böyle gitmez. Çünkü
hayat düz bir hat izlemez hiçbir zaman; geriler,
ilerler, sağa sapar, sola sapar, zikzaklar çizer
ama hep bir akış içindedir.
O bakımdan da ABD Emperyalistleri, evet
ekonomik ve politik olarak dünyanın en güçlü
ülkesi (yani, bu kitaplarda anlatıyorlar ki -gazetemizde de geçtiğimiz dönemlerde hep yazdık,
yazılarımızda belirttik- işte şu kadar milyar
dolar gayri safi milli hâsılaya sahibiz, şu kadar
askeri araç gerece sahibiz, şu kadar yatırım
yapıyoruz, diyorlar) ama örneğin arka bahçeleri
Venezüella’da ne oldu?
Dünyaya bu kadar hâkim iken bir anda bir
halk hareketi çıkıyor, Chavez çıkıyor, Latin
Amerika’yı ABD’nin arka bahçesi olmaktan
çıkarıveriyor. Hiç beklemediği, kendisini en
güçlü hissettiği anda ABD, zaten orası arka bahçemdir, Ortadoğu’yu şekillendireyim diye davranışa geçtiği anda, bir anda Venezüella patlayıveriyor. Bir anda Bolivya’da Morales çıkıveriyor. Yani dolayısıyla hayatta hiçbir şey onların
planladıkları gibi ilânihaye gitmiyor, sürekli
aynı gitmiyor, arkadaşlar…
İşte o bakımdan Ortadoğu’da da böyle olu-
Ortadoğu Haritası Yeniden Çiziliyor
Önce
Sonra
yor. Yani tamam plan var, tamam proje var.
Ama bir halk hareketi başlıyor, en son devirmek
isteyecekleri uşaklarını en önce deviriveriyor.
Bir anda bu kağıt üzerinde mükemmel görünen
emperyalist planı alt üst edebiliyor, değiştirebiliyor.
Yeni bir şey değil ama Arap Baharı konusunda bir kez daha bir değerlendirme yapacak
olursak -bu konu bağlamında bir kez daha
değerlendirme yapacak olursak- Mübarek 30
yıllık uşağı mıydı ABD’nin, her istediğini yerine getiriyor muydu?
Getiriyordu.
Tunus’taki Ali yerine getiriyor muydu?
Getiriyordu.
Yemen’deki getiriyor muydu?
Getiriyordu.
Bir sorun var mıydı, arkadaşlar? Yönetim
katlarıyla ABD Emperyalistleri arasında bir
çelişki var mıydı?
Yoktu.
Özellikle Mısır’ın, İsrail’le, ABD demek
olan İsrail’le bir çelişkisi var mıydı?
Yoktu. Aksine, Gazze Tünelleri’ni kapatarak, geçenleri tutuklayarak, öldürerek, kimi
zaman tünelleri bombalayarak Filistinlilerin en
insani taleplerini çözmeye yarayan o tünellerden geçişi engellemeye çalışmıyor muydu
Mübarek yönetimi? Filistinlileri açlık, yoksulluk, ilaçsızlık içerisinde bırakmıyor muydu?
Bırakıyordu.
Dolayısıyla ABD neden Mübarek’in devrilmesini istesin? Neden Bin Ali’nin devrilmesini
istesin? Daha bir müddet bunlar gibi uşaklarla
götürebilecekken yönetimi, neden bunu istesin?
İstemiyordu, memnundu, bunlarla etle tırnak
gibi kaynaşmıştı, bunları istediği gibi yönetip
yönlendirebiliyordu.
Mısır’a, Arap Halkına ihanet ettiren antlaşmayı kim imzalattı?
Mısır lideri sıfatıyla Enver Sedat İsrail’le
imzalamadı mı, değerli arkadaşlar. O anlayışın
tamamen birebir savunucusu değil miydi
Mübarek? O ekipten değil miydi?
Öyleydi. Ama bakın Mısır ne hale geldi,
Mübarek ne durumda?..
Ve Mısır’da, işte Tahrir Meydanı diye adlandırılan meydandaki halk hareketleriyle birlikte
Mısır halkı tapayı attı. Gazetemizde yayınladık,
aktarmalar yaparak yayınladık ki, Mısır İşçi
Sınıfının ve halkının yoksulluğu, ezilişi, sömürüsü hat safhada. Halkın kaçınılmazca buna
tepki göstermesi gerekecekti ve halk bu tepkiyi
gösterdi.
Bir kıvılcım, Tunus’ta bir pazarcının kendisini yakmasıyla, üniversite mezunu bir pazarcının kendini ateşe vermesiyle o kıvılcım bütün
Ortadoğu coğrafyasını ateşe verdi ve 30-40 yıllık ABD işbirlikçisi iktidarlar yıkılıp gittiler.
Ve bugün gelinen nokta ne, arkadaşlar?
Televizyonlarda izliyorsunuz. Mübarek sedyeyle, ölüm döşeğinde geliyor, yargılanıyor ve
idamı isteniyor…
İşte ABD Emperyalistleri de, daha doğrusu
emperyalistlerin bütünü de böylesine insanlık
yoksunu insanlardır. Yani, ahde vefa nedir bilmeyen insanlar, iktidarlar, siyasi anlayışlar,
ekonomik anlayışlardır onlar. 30 yıllık diktatörlerini şu düşürdükleri duruma bakın… Yani,
sedyeyle her duruşmaya getiriliyor ve idamı
isteniyor. Oğlu yargılanıyor, kafesin arkasında
yargılamalar yapılıyor. Yani ABD işi bittiği
anda kullanım süresi, miadı dolduğu anda hiç
gözünün yaşına bakmıyor uşaklarının. Elinin
tersiyle atıp, geçip gidiyor…
Yeni mi bu?
Hayır. Vietnam’da da yaptı aynısını.
Vietnam diktatörlerini de Vietnam devrimcilerinin iktidara gelmesiyle bir kalemde silip attı.
Filipin’lerde Marcos’u, İran’da Şah’ı, Latin
Amerika’da faşist darbeci gorilleri, Panama’da
Noriega’yı, Haiti diktatörü Duvalier’i vb. vb.ni
fırlatıp attı hizmetleri bitince.
Çünkü onlarda her şey kendi emperyalist
çıkarları için, arkadaşlar. Halkların, insanların
hiçbir değeri, kıymeti yok. O halklara ait olan
yeraltı ve yerüstü servetlerini ele geçirmek,
ondan aslan payını almak, daha fazla, daha fazla
sömürmek, bütün amaçları bu. Başkaca hiçbir
amaç, başkaca hiçbir ideal tanımıyorlar. O yüzden, kendilerine yıllarca uşaklık etmiş adamları
da bir kalemde silip geçip gidiyorlar…
O bakımdan Arap Baharı, ABD’nin istemediği, planlamadığı bir şeydi.
Arap Baharı’nın içinde CIA yok mudur?
Sonuna kadar vardır. Ama başlatıcısı tamamen, birebir CIA ve ABD değildir. Eğer bu işi
bu noktaya götürürsek o zaman halkların özgür
iradelerine, tarihin akışına ters düşmüş oluruz.
Yani halklar hiçbir zaman sonuna dek kurulmuş
makineler değildir. Kurarsanız çalar, kurarsanız
konuşur robotlar değildir. İnsandır, et ve kandan
mamuldür. Dolayısıyla duyguları vardır ve duyguları bir gün harekete geçer insanların. Nihayet
Ortadoğu’da olan, o duyguların harekete geçişidir. Ve onun halk hareketleriyle cisimlenişi,
Tahrir Meydanı’nda kendisini var etmesidir.
Yani, CIA’nın, ABD’nin de gücünü sonuna dek
abartmayacağız.
Aynen Birinci Milli Kurtuluş Savaşı’nda
olduğu gibi… Osmanlı’nın işi bitti, Türkleri
yendik, diyor Churchill. Tamam, bitirdik, zafer
bizim artık. Türk belasından kurtulduk, diyor.
Türkleri tarihten sildik, diyor. “1453 yılından bu
yana”, aynen cümlesi bu; “1453 yılından bu
yana sürdürülen savaş kazanıldı bizim tarafımızdan”, diyor. Ama Anadolu Halkları, Anka
Kuşu misali, bir anda Kuvayimilliyeciler kişiliğinde küllerinden doğuyor ve Tarihin gidişini
değiştiriyorlar.
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nın başlaması,
emperyalistlerin Sovyetler’e saldırılarının da
önünü kesmiştir. Dolayısıyla Türkiye,
Sovyetler’le (aktarmalarda belirttiğimiz, pankartımızda da taşıdığımız gibi) etle tırnak gibi
kaynaşarak emperyalistlere karşı geçit vermez
bir set oluşturdu bu coğrafyada.
O bakımdan, emperyalistlerin gücünü bileceğiz, göreceğiz, kabul edeceğiz. Ama her şeyi
onların belirlemeyeceğini de hiç aklımızdan
çıkarmayacağız. O bakımdan, biz hem kendimize, hem Partimize hem de halkların gücüne inanacağız. Yeter ki biz o halkaları gerçek anlamda
örgütleyebilelim. Eğer bunu başarabilirsek,
halkları devrimci politikalar doğrultusunda
örgütleyebilirsek, bu halkları harekete geçirmekte hiçbir zaman zorluk çekmeyiz.
Devam edecek
5
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
04 Şubat 1992:
Bolivarcı Devrimin ilk adımı ve Venezuela Halkının AB-D
Emperyalistlerine Başkaldırı Günü
Baştarafı sayfa 1’de
ziyaretleri gerçekleştirildi. İskenderun’da bütün bunlara ek olarak sesli
ajitasyon faaliyeti yürütüldü.
Genç yaşlı, kadın erkek tüm yoldaşlar, gece gündüz demeden çok
yoğun bir faaliyet yürüttüler. İş içinde kardeşleşmenin, paylaşmanın,
Partimizin ve Sosyalizmin sesinin duyurulmasının heyecanıyla koşturdular. Tüm bölgede Konferansı duymayan, afişlerini, ilanlarını görmeyen neredeyse kalmadı.
Konferans günü salon; Bolivar, Chavez, Che, Fidel, Hikmet Kıvılcımlı’nın posterleriyle, Partimizin pankartlarıyla, dövizleriyle süslendi.
Derleniş Yayınları’nın standı açıldı.
Ve bütün bu çalışmalar, Konferansa katılımdaki büyük sayıyla taçlandı…
Ankara İl Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın açılış konuşmasıyla başlayan Konferans, İskenderun İlçe Başkanı Ali Görülmez Yoldaş’ın
konuşmasıyla devam etti.
Ankaralı yoldaşların hazırladığı Bolivarcı Devrim sürecini ve Partimizin eylemlerini gösteren sinevizyon gösterimi yapıldı.
Ardından Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş, Bolivarcı Devrimin 13 yılda Venezüella Halkı için yaptıklarını
özetledi.
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut, Hugo
Chavez ve Bolivarcı Devrim sürecine değindikten sonra, Türkiye’nin ve
dünyanın güncel meselelerini Lenin sonrasının Marksizm-Leninizmi
olan Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın teorik hazinesinin ışığında değerlendirdi.
Konferans, Samandağlı Yoldaşların müzik etkinliğiyle sona erdi.
İskenderunlu yoldaşlar Konferanstan sonra Büyükelçi Raul Yoldaş’a
ve Partimizin Genel Başkanı Nurullah Yoldaş’a bir akşam yemeği verdiler. Bu yemekte de güncel konularda sohbetler yapıldı.
Konferans sonrası yapılan görüşmelerde söylenenler de Konferansın
çok başarılı oldu yönündeydi.
Bu Konferans bizim için mücadelemizde yeni bir hamlenin başlangıcıdır. Zafer er güç Türkiye Halklarının olacak, zalim Parababaları düzeni mutlaka yıkılacaktır.
Şan olsun Bolivarcı Devrime!
Şan olsun Kurtuluş Partisi’ne!
lerle, mücadelelerle yaptığımız dayanışmanın ve etkinliklerimizin günümüz
Türkiyesi
bakımından
öneminden söz edecek.
Bu toplantının ana amacı
o.
Ne mutlu bize ki, emperyalizme karşı başarılı
mücadele etmiş bu topraklarda yine emperyalizme
karşı başarılı bir mücadele
yürüten
Latin
Amerika’daki devrimcilerle birlikte bu topraklarda böyle bir etkinliği hep
birlikte, sizlerin katılımıyla kutluyoruz.
(Viva Chavez Viva
Venezüella…
Alkışlar…)
Şan olsun Venezüella
Halkına ve şan olsun İkinci Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ülkemizdeki Türkiye halklarına, hepiniz hoş
geldiniz.
Sait Kıran Yoldaş:
ABD Emperyalizminin Latin Amerika’daki kâbusu, Yiğit Başkan, halkçı önder, Bolivarcı Devrimin neferi ve günümüzdeki önderi
Hugo Chavez Yoldaş’ın Türkiye’deki temsilcisi, Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş,
hoş geldiniz.
(Alkışlar…)
Henüz 17 yaşında iken İngiliz, Fransız Emperyalizminin, halkımızın o zamanki deyimiyle emperyalist yedi düvelin ülkemize yönelik
işgaline karşı Yörük Ali Efe Çetesi’nde emperyalizme karşı elde silah mücadele etmiş,
gerçek Komünist Partisi’nin en genç kurucusu
olmuş, Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı
Hikmet Kıvılcımlı’nın yanı başında mücadele
etmiş, omuz omuza yerli yabancı Parababalarına karşı savaşım sürdürmüş, Usta’mızın son
nefesine kadar yanında bir sıra neferi olarak
mücadele etmiş Halkın Kurtuluş Partisi’nin,
Parti’mizin Genel Başkanı urullah Ankut
Yoldaş, hoş geldiniz.
(Alkışlar…)
Özellikle Fransız Emperyalizminin işgalini
yaşamış bu topraklarda, Adanalı, Mersinli Antepli, Antakyalı, İskenderunlu, Samandağlı
yoldaşlar, değerli halkımız, hoş geldiniz.
(Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız… Alkışlar…)
Emperyalizme karşı başarılı bir mücadele
yürütmüş ve 05 Temmuz’da Fransız işgalcilerini bu topraklardan kovmuş İskenderun Halkının bulunduğu bu yerde, yine Latin Amerika’da ABD Emperyalizmine karşı mücadele
başlatmış bir önderin, Hugo Chavez Frias’ın,
gerek Venezüella Halkının önünde, gerekse
dünya halklarının önünde Bolivarcı Devrimci
Önder kimliğiyle ortaya çıktığı ilk tarih olan
04 Şubat 1992 eylemini anmak-kutlamak için
toplandık bugün.
Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş’ımız,
Hugo Chavez Yoldaş’ın bu mücadelesini anlatacak.
Yine Genel Başkanımız, Halkın Kurtuluş
Partisi olarak bugüne kadar, Küba, Venezüella
ve Latin Amerika’daki halkçı, devrimci ülke-
(Yaşasın Halkların
Kardeşliği… Alkışlar…)
Arkadaşlar, kısaca programımızdan söz etmek istiyorum.
Önce İskenderun İlçe Başkanı’mız, Ali
Görülmez Yoldaş bir açılış konuşması yapacak.
Daha sonra Venezüella büyükelçisi
Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş size seslenecek.
Devamında Partimiz Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş size seslenecek.
Son olarak bir müzik dinletisi var.
Şimdi sözü İskenderun topraklarında Halkın Kurtuluş Partisi bayrağını dalgalandıran İlçe Başkanı’mız Ali Görülmez Yoldaş’a bırakıyorum.
(Alkışlar… Kahrolsun Emperyalizm…
Yaşasın Halkların Kardeşliği… Alkışlar…)
Ali Görülmez Yoldaş’ın
Konuşması
Sayın misafirler, değerli konuklar, hepiniz hoş geldiniz.
(Alkışlar…)
Hepinizi en devrimci duygularımla selamlıyorum. Sizleri Güney Amerika’dan esen rüzgârın gücüyle selamlıyorum.
Değerli konuklar,
İnsan soyunun evrensel değerlerinin temsil-
Çukurova’dan Kurtuluş Partililer
cileri, toplumsal devrimin bilinçli aktörleri, sizlere bir kere daha hoş geldiniz diyorum.
Güney Amerika’dan esen devrimci rüzgârın
bizi etkilemesi doğal olarak kaçınılmazdır. Bu
kaçınılmazlığın üzerimize bıraktığı etkiyi hangimiz yadsıyabiliriz?..
Bir toplumsal devrimin kendi sınırlarının dışına taşması onun yazgısıdır. Ki, onun evrenselliğinde bu kaçınılmaz bir akıştır. O zaman Anadolu’nun topraklarını sonuna değin onun akışının seline bırakalım
21’inci Yüzyıl Sosyalizmini Venezüella’da
kurma savaşımı veren Hugo Chavez Yoldaş’ı bu
uğraşında dostça selamlıyorum.
(Alkışlar…)
Venezüella Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland
Yoldaş’ın Konuşması
Hugo Chavez Yoldaş, Venezüella Halkı için çalışmaktadır,
savaşmaktadır!
Herkese iyi günler dilerim.
(Alkışlar…)
Konuşmama başlamadan önce, Halkın Kurtuluş Partisi’ni bu güzel belgeselden ötürü tebrik etmek istiyorum.
İzlemiş olduğumuz belgesel maalesef benden rol çalmış bulunuyor. İzlediğiniz sinevizyon
hem Venezüella tarafından, hem dünya bakış
açısı tarafından bir sürü şey söyledi, bir sürü şey
anlattı, dolayısıyla sözlerimi daha kısa tutmam
gerekecek.
Hepinizi Venezüella Bolivar Cumhuriyeti
Başkanı Komutan Hugo Rafael Chávez Frías,
Bolivarcı hükümet ve içinde bulunduğumuz
sosyopolitik süreci başarıyla savunan cesur Venezüella Halkı adına her birinize teker teker Bolivarcı, devrimci, antikolonyalist, antiemperyalist selamlarımı sunarım.
(Alkışlar…)
Ve Venezüella Büyükelçiliği ve Venezüella
Halkıyla her türlü dayanışmayı sergileyen Halkın Kurtuluş Partisi’ne buradan sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
(Alkışlar…)
Burada sevgili Kardeşim Nurullah Ankut
Beyefendiyi görmekten son derece mutluyum.
(Lütfen Türkçe telaffuzumu da bağışlayınız.)
Aynı zamanda Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı sevgili kardeşim Sait Kıran’a ve
Halkın Kurtuluş Partisi İskenderun İlçe Başkanı
mek ve aynı zamanda halk adına savaşmak adına (için) edilmiştir.
Ve 27 Şubat 1989 tarihinde, maalesef Venezüella’da Caracazo (Caracas Patlaması-Ayaklanması) olarak bilinen bir olay yaşanmıştır.
O zamanların teğmen Chavez’i, Miraflores
Sarayı’nda görev yapmaktaydı.
Kendisi diğer askerlerle birlikte şöyle bir
gözlemde bulundu: Venezüella Ordusu askerleri nasıl olur da 2000 kişiden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan bir katliam gerçekleştirir?
1989 yılında, sizin de bildiğiniz gibi zamanın Cumhurbaşkanı Carlos Andrés Pérez,
son derece neoliberal politikalar ve önlemler almıştır. Bu sebeple Venezüella Halkı ayaklanmıştır.
Bu da 3 yıl sonra gerçekleşecek olan AskerSivil Ayaklanması’nı beraberinde getirmiştir.
Dün, zamanın Cumhurbaşkanı Carlos Andrés Pérez’e karşı gerçekleştirilen Sivil-Asker
Ayaklanması’nın 20’nci Yıldönümüydü.
O günden itibaren de ülke yeni bir yola girmiştir. Eşitlik yoluna, sosyalizm yoluna ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nden ayrı bir
yola baş koymuştur.
Şöyle diyebiliriz, 04 Şubat tarihi, kesinkes
Venezüella tarihinde bir değişim noktası, değişim günü olmuştur.
04 Şubat’ta gerçekleştirilen, maalesef başarıyla sonuçlanamamış askeri yenilgi, diğer taraftan politik bir zafere dönüşmüştür. Az önce
de izlediniz, Komutan Hugo Chavez Frias bir
konuşma yaptı. Ben de, bu konuşmayı son derece önem arz ettiği için bir kez daha aktarmak istiyorum.
Günümüz dünyasının geçirdiği kırılmalar ve
yanılsamalar içinde Venezüella’da bir devrim
yaratabilmek, bu ülke halkının olağanüstü becerisidir. Bunu hiçbir zaman unutmadan aklımızın
bir köşesine yazalım. Toplumsal devrimlerin
olağanüstü gücü ve görkemi Venezüella Devrimi’nde kendini göstermiştir. Bu somut gerçeğe
sahip çıkılması gereklidir.
İnsan soyunun tarihsel evrimi içerisinde yaşadığı toplumsal hesaplaşmaları onun gerçek tarihinin önünü açmıştır, toplumsal devrim budur.
İnsanoğlunun soysuzluğa karşı yürüttüğü
olağanüstü savaş ve bu savaşın sonuçları ortadadır.
Yılmadan yürütülecek bu savaşım bizim tarihsel olarak gerçekleştirmeye çalıştığımız sınıfsız topluma ulaşmamızın önünü açacaktır.
Yaşasın Venezüella!
Yaşasın Dünya Devrimi!
Yaşasın Sosyalizm!
(Alkışlar…)
Sait Kıran Yoldaş:
İlçe Başkanı’mıza teşekkür ediyoruz.
(Alkışlar…)
Şimdi genç yoldaşlarımızın hazırladığı bir
sinevizyon gösterimi olacak. Devamında konuşmacılarımızın konuşması başlayacak.
(Sinevizyon gösterimi…)
Arkadaşlarımıza bu güzel sinevizyon sunumları için teşekkür ediyoruz.
Değerli yoldaşlar,
Konuşmacılara söz vermeden önce, kısa bir
anmada bulunmak istiyorum.
İskenderun İlçemizin Kurucu Başkanı, İskenderun halkının yiğit evladı, sosyalizmle tanıştığı günden bedence aramızdan ayrıldığı güne kadar Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğlu,
sıra neferi olarak mücadeleden bir an bile kopmamış, bir an bile ikircimliğe düşmemiş, Sosyalist Kamp’ın yıkılışından sonra koca koca siyasetler sosyalizmden vazgeçerken, devrimci
kararlıklarını kaybederken, bir an bile Partisine,
Önderlerine güvenini yitirmemiş, son nefesine
kadar da bir devrimci olarak yaşamış, İskenderun toprağının oğlu, Yaşayan Taş Mehmet Köroğlu Yoldaş’ı da huzurlarınızda saygıyla anmak istiyoruz.
(Alkışlar… Köroğlu Yoldaş Ölümsüzdür… Alkışlar…)
Şimdi Venezüella Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş’ı ve Parti Genel Başkanımız Nurullah Ankut Yoldaş’ı konuşmalarını
yapmak üzere huzurlarınıza çağırıyoruz.
(Alkışlar… Viva Chavez Viva Venezüella… Alkışlar… Kahrolsun ABD AB Emperyalizmi…)
sayın Ali Görülmez kardeşime de çok çok teşekkür ediyorum.
Aynı zamanda şu an bizlerle burada bulunan
bütün Partililere, İstanbul’dan, Adana’dan buraya gelen ve bizlerle bu önemli günü paylaşan
herkesi selamlıyorum.
Şimdi de Venezüella’daki önemli tarihlerden
bahsetmek istiyorum sizlere.
01 Şubat 1817 tarihinde General Ezequiel
Zamora doğmuştur. 195’inci doğum yıldönümünü kutluyoruz bu yıl. Kendisi, asker, politikacı ve köylülerin lehine geliştirilen tarım reformunu başlatmış radikal bir liderdi.
Kendisinin politik düşüncesinin temeli,
1846 yılındaki halk hareketine de çıkış noktası
sağlamış; özgür topraklar ve özgür insanlar,
halk oylaması, zenginliklerin eşit dağıtılması girişimleri oligarşiye dehşettir.
02 Şubat 1999’da, bu yıl 13’üncü yıldönümünü kutladık, Venezüella’nın Bolivarcı Devrimi’nin ve Hugo Chavez Frias’ın, Komutan
Hugo Chavez Frias’ın, Venezüella Bolivar
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Milli Silahlı Kuvvetler Başkanı olarak seçilişinin 13’üncü
yıldönümü…
Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias, 06 Aralık 1998 seçiminde oyların yüzde 57’sini alarak
başa gelmiştir.
Bolivarcı Devrim, Kurtarıcı Simon Bolivar’ın fikirleri, Bolivar’ın hocası Simón Rodríguez’in Latin Amerika’nın kendine özgü politik sisteminin kurulması yönündeki doktrinleri
ve General Ezequiel Zamora’nın az önce de
söylediğimiz gibi, köylülerin çalışmakta oldukları topraklara sahip olmalarını savunan fikirlerini temel almaktadır.
1998 yılında Cumhurbaşkanı Hugo Chavez
Frias başa gelerek, uzun bir müddettir sürekli
hale gelen iktidar değişimini bir şekilde kırmıştır.
Sözlerimi birazcık tarih açısından geriye giderek sürdürmek istiyorum, bir şeylerden bahsetmek istiyorum. Böylelikle az önceki belgeseli de daha iyi anlayabilirsiniz.
Sizin de bildiğiniz gibi, Hugo Chavez Frias
asker kökenli bir liderdir.
Harp Akademisi’nden mezun 3 asker, 1993
yılında bir yemin etmişlerdir.
Bu yemin, Venezüella Ordusu’nu değiştir-
Aslında bu darbe girişimi 03 Şubat tarihinde
başlamış ve 04 Şubat’ta da devam etmiştir.
O zaman yarbay olarak görev yapan Hugo
Chavez Frias, Aragua Paraşüt Birliği’nin komutanıydı.
Chavez’in misyonu, askeri olarak Caracas
kentini kontrol altına almaktı.
Bir görev dağılımı yapılmıştı. Chavez Caracas’ı kontrol altına alacakken, diğer arkadaşları
çeşitli eyaletleri kontrol altına alma görevini
üstlenmişlerdi.
Chavez, Caracas kentini kontrol altına alamayacağını anladığı noktada, daha fazla kan dökülmesini engellemek amacıyla silah bırakma
kararı aldı.
Ve Chavez kendisini yakalayanlardan, halkın önünde, kameraların önünde konuşmak istiyorum, dediğinde ve bu isteği kabul gördüğünde esasen askeri yenilgisini büyük bir politik zafere dönüştürmüştür.
Tabiî kendisini yakalayanlar asla böyle bir
şey beklemiyorlardı. Diğer taraftan Chavez, asker kıyafetini giyebilmek için çok ısrar etti. Askeri üniformasını giydi ve konuşmasında da diğer askerlerin silah bırakmasını isteyeceğini
söyledi.
Şimdi ben aslında okuyacaktım ama siz zaten belgeselde izlediniz, okumasam daha iyi.
Tekrar tekrar aynı şeyleri de söylemek istemiyorum tabiî ki.
O gün Chavez’in kendisi ve diğer arkadaşları tutuklanmıştı. 1994 yılına kadar hapiste yattılar. Bu da demek oluyor ki, 2 yıl kadar bir süre
hapiste kaldılar.
Ve 1994 yılında, zamanın Cumhurbaşkanı
Rafael Caldera tarafından serbest bırakılması
emredildi.
Komutan Hugo Chavez Frias, hapis bulunduğu bu 2 yıllık süre zarfında, halk arasında her
geçen gün daha popüler hale geldi, daha çok
destek alır hale geldi.
O gün televizyonda yapmış olduğu konuşmayla Venezüella Halkının yüreğine güzel bir
geleceğin olabileceğini, güzel bir geleceğin
kendilerini beklediği umudunu, umut tohumlarını serpti. Demişti ki;
“Maalesef şimdilik amaçlarımıza ulaşa-
6
mıyoruz ama ilerde daha yeni fırsatlar doğacaktır.”
Bu umut tohumlarını ektikten sonra, biliyorsunuz daha sonrasında olaylar kendiliğinden gelişmiştir, daha demokratik bir yola baş koyulmuştur.
O zaman 5’inci Cumhuriyet Haraketi’ni
kurdu kendisi. Ki 5’inci Cumhuriyet Hareketi
çerçevesi içerisinde vaktin sosyalist, sol partileri bir araya gelmişti.
Maalesef o güne kadar Venezüella da sol
partiler hiçbir zaman cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kayda değer bir varlık gösterememişti.
Yani Venezüella, bir takım devletlere, Amerika’ya öylesine bağımlıydı ki, hiç kimsenin aklına gelmezdi ilerici bir devlet adamının ortaya
çıkıp yönetimi ele geçirebileceği…
Bu 13 yıllık süre zarfında Venezüella’da
olup bitenler hakkında sizlere bilgiler vermek
istiyorum.
Cumhurbaşkanı Chavez’den önce, sizi temin ederim ki hiçbir cumhurbaşkanı Venezüella
Halkının yararına endişelere kapılmamıştır.
Chavez’le birlikte Venezüella Halkı eğitim, sağlık hizmetlerine kavuşmuştur.
Size yüzde yüz şunu garanti ederim ki, Venezüella Halkı Cumhurbaşkanını çok seviyor,
çünkü kendisinin ne kadar uğraştığını, halk yararına ne kadar uğraştığını, ne kadar mücadele
verdiğini halk samimi bir şekilde anlamaktadır.
Bu sebeple halk cumhurbaşkanına sahip çıkmaktadır.
Cumhurbaşkanı Chavez, ülkede 30 civarında Sosyal Misyon örgütlemiştir. Bunlar teknoloji alanında, sağlık alanında, eğitim alanında
30’dan fazladır.
2005 yılında Venezüella, Küba’nın ardından
“okuma yazma oranı en yüksek olan 2’nci
Ülke” olarak ilan edilmiştir UNESCO tarafından. Bu da Küba’dan alınan “Evet yapabilirim” modeliyle gerçekleştirilmiştir.
Mucize misyonu çerçevesinde binlerce Venezüellalı, binlerce Kübalı göz doktoru sayesinde göz muayenesi yaptırabilmiştir.
Venezüella’nın 23 eyaletinde Bolivarcı üniversiteler kurulmuştur.
Herhangi bir ekonomik bağımsızlığı olmadığı için, ekonomik geliri olmadığı için liseden
sonra okuyamayan gençler, lise mezunu gençler, bu Bolivarcı üniversiteler sayesinde ücretsiz
eğitim hakkına kavuşmuştur. Ve bu eğitim hakları da teminat, güvence altına alınmıştır.
Vakti zamanında kimi sebeplerden üniversite ya da lise eğitimini tamamlayamamış, artık
yaşı geçkin hayli büyük kimselere lise eğitimlerini, üniversite öğretimlerini tamamlamaları için
fırsat verilmiştir.
Bizler, biz Venezüellalılar, Cumhurbaşkanı
Hugo Chavez’le birlikte, ülke olarak saygınlığımızı tekrar kazandık.
Vatanla ilgili her türlü hissiyatımız daha çok
kuvvetlendi. O zamanlar doğru düzgün Venezüella marşı çalınmazdı, Simon Bolivar’dan bahsedilmez, anılmazdı. Bunların hepsi geride kaldı…
Tabiî bütün bunların yanında hem ulusal,
hem de uluslararası basın kuruluşlarında hem
Chavez’e, hem de Venezüella’nın Bolivarcı Hükümetine karşı inanılmaz baskılar gerçekleşti.
Venezüella oligarşisi Hugo Chavez Frias’ın
sıradan bir insan olmasını, fakir bir aileden gelmesini bir türlü affedemedi.
Venezüella’daki Parababaları her zaman
Chavez’den çok korktular çünkü artık eskisi kadar çalamayacaklardı. Yani daha az kazanacak-
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 06 isan 2012
lardı, istedikleri kadar yolsuzluk yapamayacaklardı, bu yol tamamen kapanmıştı kendileri için.
Biz Bolivarcı Devrimciler şöyle deriz her
zaman; Chavez olduğu müddetçe bu ülkede
halk hükmeder. Öyle ki, Venezüella oligarşisi
tarafından terk edilen bir sürü işyeri, fabrikalar
tekrar kurulmuştur. Tekrar aktif hale getirilmiştir. Hatta öyle ki, bu fabrikalarda çalışan işçiler
o fabrikanın sahibi konumuna gelmişlerdir.
(Alkışlar… Viva Chavez Viva Venezüella… Alkışlar…)
Kısacası Cumhurbaşkanı Hugo Chavez,
kimsenin asla yapmadığı bir sürü şey yapmıştır
Venezüella Halkı için.
Ve aynı şekilde her geçen gün de halk için
çalışmaktadır, savaşmaktadır.
Şimdi bizim Halkın Kurtuluş Partisi’yle birlikte gerçekleştirdiğimiz etkinliklere katılan kimi arkadaşlar eminim ki bilirler; Venezüella’da
hâlihazırda sürdürülmekte olan sosyal misyonları. Ben bunlardan kimi yeni olanlardan bahsetmek istiyorum.
Bunlardan bir tanesi Büyük Sevgi Misyonudur.
Bu en yüksek dereceli sosyal mutluluğu hedefleyen misyon şunu hedef almaktadır: Venezüella’da çalıştığı halde sosyal güvencesi olmayan kişilerin maaş alabilmesi yönünde çalışmalar yapmaktadır.
Bir diğer misyon Venezüella Çocukları
Misyonu.
Bu misyonla amaçlanan şey, hamile hanımların, daha doğrusu fakirlikle boğuşan hamile
hanımların, 430 Bolivarlık bir maaşa bağlanma-
sı. Ki bu da yaklaşık 100 dolar civarında, 100
doların biraz üstünde bir paraya tekabül ediyor.
Ve bir diğer misyon da Öğrenme ve Çalışma Misyonu.
Bu misyonla da Venezüella’daki işsizlik oranının düşürülmesi hedeflenmektedir.
Bir başka misyon da şu an Venezüella’da
son derece aktif olarak yürütülen büyük Konut
Misyonu’dur.
Büyük Konut Misyonu’yla Venezüella’da 2
milyondan fazla konut inşa edilmektedir.
Aynı zamanda şu an Güvenlik Misyonu
üzerinde de çalışılmaktadır. Adı üzerinde halkın
güvenliğini sağlamayı amaçlayan bir misyondur.
Şimdi sizlerin, az önce izlediğimiz belgeseli
daha iyi anlamanız için, Venezüella Halkının
Cumhurbaşkanını ne kadar çok sevdiğini, ona
ne kadar çok sahip çıktığını anlamanız için bir
şeyler anlatmak istiyorum.
Biliyorsunuz ki, 2002 yılı Nisan ayında kendisine karşı bir askeri darbe girişimi gerçekleştirildi.
Şimdi bu öyle bir darbe girişimiydi ki, 50 saatten az sürdü. Bu 50 saat içerisinde Cumhurbaşkanı Chavez görevden alındı, başka bir adaya götürüldü. Ve orada darbeci askerler tarafından tutuldu. Ve yine bu 50 saat içerisinde ülkeye geri döndü.
Yani darbe girişimi 11 Nisan’da gerçekleştirildi ve 13 Nisan’da Cumhurbaşkanı artık ülkesine geri dönmüştü.
Bu askeri darbe girişimi daha çok ekonomik
sebeplere dayanıyordu. Bilhassa köylülere sağlanan kazanımları geri almak için yapılmış yani
Tarım Reformuna karşı çıkmış bir darbe girişimiydi.
Şöyle bir durum da vardı o zaman, ülkenin
deniz kıyısında görevli askerleri, o zaman ora-
da, yine aynı yerde demir atmış olan Amerika
Birleşik Devletleri’nin gemisine belirli aralıklarla giderek, oradaki Amerikan askerleriyle bir
fikir alışverişinde bulunuyorlar, toplanıyorlardı.
Bu 50 saatlik süre çerçevesinde Venezüella
Halkı hiç uyumadı. Bütün Venezüella Halkı sokaktaydı. Ve Venezüella Halkının istediği, çok
sevdikleri, oy verdikleri Cumhurbaşkanının, ülkenin Anayasal Cumhurbaşkanının göreve iadesiydi.
Cumhurbaşkanı Chavez görevden alındıktan
sonra, özellikle gizli bir yerde tutuldu. Kesinlikle herhangi bir şekilde iletişime geçmesi, herhangi bir kimseyle iletişime geçmesi engellendi.
Ardından Orchila adasına götürüldü. Burada
Venezüella’nın askeri bir gemisi bulunmaktaydı. Ve oradan da planlanan şey, bizim bildiğimiz
kadarıyla ve gerçeklik budur zaten, bir Amerika
uçağıyla, Amerika Birleşik Devletleri’ne ait bir
uçakla, belirsiz bir rotaya kendisi sürülecekti.
HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un Konuşması
(Uh! Ah! Chavez no se va!.. Alkışlar…)
Chavez Gitmeyecek, diyoruz.
Venezüella Halkı Chavez’i kaçıranlara karşı
o kadar büyük bir baskı kurdu ki, artık o kişilerin de Chavez’i ülkeye iade etmekten başka bir
şansı kalmadı. Çünkü aksi takdirde Venezüella’da bir sivil savaş yaşanacaktı, binlerce ölüm
yaşanacaktı.
Ben o tarihte, diplomat olmama karşın, ülke
dışında değil Venezüella’da görevliydim, Dışişleri Bakanlığında bulunuyordum bütün bu olaylar yaşandığı zaman, ve gerçekten bir halkın
Cumhurbaşkanını bu şekilde müdafaa etmesi,
ona bu şekilde sahip çıkması inanılmaz derecede hayranlık uyandıran bir olaydı.
Sözlerimi daha fazla uzatmak istemiyorum.
Biliyorum ki sevgili kardeşim Başkan’ın da
söylemek istediği şeyler var.
Son olarak şunu ifade etmek istiyorum;
Cumhurbaşkanı Chavez’in politika sahnesine
çıkışının, politika sahnesine adım atışının beraberinde getirdiği en önemli noktalardan bir tanesi, yenilenmiş Bolivarcı anayasadır. Bu anayasayı, istediğiniz takdirde, adres bırakırsanız
ya da büyükelçiliğimize gelirseniz sizlere hediye etmekten büyük mutluluk duyarız.
Bizim anayasamız şu an dünyada bulunan
en eksiksiz anayasalarından bir tanesidir. Yerli
halklarının hakları güvence altına alınmış, tüm
Venezüellalıların, yalnızca Venezüellalıların değil, ülke içerisinde yaşayan yabancıların hakları, tüm demokratik haklar bu anayasayla birlikte güvence altına alınmıştır.
Şimdi ben birkaç dakika içerisinde sözlerimi
bitireceğim, sonradan çok uzatırsam beni bir daha davet etmezsiniz diye korkuyorum, kısa keseceğim.
Bitirmeden önce de Cumhurbaşkanımızın
sağlığından sizleri haberdar etmek isterim.
Cumhurbaşkanı Chavez’in sağlık durumuna
ilişkin Venezüella’da yine inanılmaz bir basın
kampanyası sürdürülüyor muhalefet tarafından.
Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanımız çok
önemli bir rahatsızlık atlattı. İki tane ameliyat
geçirdi. Hem Venezüella’da hem Küba’da kemoterapi aldı, biliyorsunuz bir kanser durumu
mevcuttu. Fakat şu an tamamen sağlığına kavuşmuş durumda.
Bunun bir kanıtı olarak da şöyle bir olay yaşandı geçenlerde. Cumhurbaşkanı Chavez tam 9
saat 27 dakika süren bir konuşma yaptı ayakta
ve bu 9 saat tamamlandığında bile hâlâ Mecliste bulunan vekillere söz vermeye çalışıyordu.
Artık bitirmek dahi istemiyordu o kadar saat
geçmesine rağmen…
Cumhurbaşkanın Mecliste gerçekleştirdiği
bu konuşmayı ben, bizim ülkemizin televizyon
kanalı Telesur’dan izledim. İzlediğim kadarıyla,
yalnızca iki sefer su içti. Sorduklarında da bu
konuşmasının ardından, bıraksalardı bende bir 5
saat daha konuşacak konu vardı, diye bir yorum
yapmış.
Venezüella’da bir dahaki cumhurbaşkanı seçimi tarihi, 07 Ekim 2012 olarak belirlendi.
Artık bu muhalefet o kadar endişeli ki, Chavez karşısında herhangi bir varlık gösteremeyeceğinden, durup durup bir şeyler uyduruyorlar.
Hepinize çok teşekkür ederim burada bizlerle olduğunuz için, Venezüella’yı sevdiğiniz için.
Venezüella’da sizi seviyor.
Halkın Kurtuluş Partisi’ne çok teşekkür ediyorum.
Bugün burada bulunan bizleri yalnız bırakmayan tüm dinleyicilere tekrar tekrar teşekkürler…
(Alkışlar… Viva Chavez… Viva Venezüella… Alkışlar…)
Sait Kıran Yoldaş
Biz de Raul Yoldaş’a, Bolivarcı Devrim sürecinin ruhunu ve düşüncelerini bizimle paylaştığı için teşekkür ediyoruz.
(El Pueblo Unido Jamás Será Vencido…
Alkışlar… Kahrolsun ABD AB Emperyalizmi… Alkışlar…)
Şimdi Genel Başkanımız Nurullah Ankut
Yoldaş sizlere seslenecek.
urullah Ankut Yoldaş:
Sevgi ve saygıdeğer arkadaşlarım,
Dünyanın en onurlu, en yiğit dört ülkesinden biri olan Venezüella’nın yiğit halkçı başkanı Chavez’in aramızda bulunan temsilcisiyle
birlikte olmaktan dolayı mutluluk duyuyorum,
onur duyuyorum, gurur duyuyorum, yoldaşlar.
(Alkışlar…)
Bazı İskenderunlu arkadaşlarımızın aklına
şöyle bir şey gelmiş olabilir; dünyanın öbür
ucundaki bir ülkede olup biten olaylar bizi ne
derecede yakından ilgilendiriyor? Acaba ülkemizde ve bölgemizdeki olayları tartışsaydık daha yararlı olmaz mıydı? gibi sorular akıllarına
gelmiş olabilir, doğallıkla…
Ama geçen 11 Ekim’de, Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı’yı Anma Konuşmamızda da söylediğim gibi, eğer Hugo Chavez Yoldaş, Büyükelçi
Yoldaş’ımızın konuşmasının sonunda sözünü
ettiği gibi, eğer ağır bir kanser ameliyatı geçirmemiş olsaydı ve yine Fidel Yoldaş ağır bir hastalıkla mücadele ediyor olmasaydı; inanın yoldaşlar, insan soyunun tarihteki en büyük düşmanı, dünyanın en önde gelen haydut devleti ABD
ve onun yardakçısı Avrupa Birliği Emperyalistleri, ne Libya’ya saldırabileceklerdi ne Suriye’ye.
Ve bugün, Chavez Yoldaş’ımızın tanımladığı şekilde, yiğit, halkçı bir şehit olan Muammer
Kaddafi, sağ olarak ülkesinin başında olacaktı.
Ülkesinin halkı tarafından seçilmiş meşru devlet başkanı olarak yaşamını sürdürüyor olacaktı.
Yani yoldaşlar, dünya artık öylesine küçüldü
ki, dünyanın öbür ucunda, insanlığın başdüşmanı ABD’ye meydan okuyan, onunla mücadeleye
giren bir ülkenin varlığı, bölgemizdeki ve ülkemizdeki olayları doğrudan etkileyebiliyor.
Sinevizyon gösteriminde de izledik, tanık
olduk; Chavez Yoldaş, Kaddafi’yle kucaklaşıyor. Beşar Esad’la da kucaklaşıyor. Kaddafi’yi
sonuna kadar savundu, Beşar Esad’ı da savunmaya devam ediyor.
Ama aynı şekilde, bu iki önderle kucaklaşan, Kaddafi’nin elinden “İnsan Hakları Ödülü”
alan ve Beşar Esad’la kucaklaşarak ülkemizde
ağırlayan, Boğaziçi’nde gezdiren; “Kardeşim
Esad’la kardeşten daha yakınız biz” diyen, Türkiye’nin Ortaçağcı, işbirlikçi, hain başbakanı
Tayyip Erdoğan, her ikisini de, ABD’li efendilerinin bir emri üzerine, duraksamadan sattı
geçti. Aradaki farkı, varın siz düşünün artık, arkadaşlar…
Devrimcilik, halkçılık her şeyden önce sağlam bir insan karakterine sahip olmayı gerektirir. Yani bir şövalye ahlâkına sahip olmayı gerektirir. Bir Alperen ahlâkına sahip olmayı gerektirir. Kısaca tanımlarsak bunu; ezilenlerin,
sömürülenlerin sonuna kadar bütün gücünle yanında olacaksın. Tutunamayanların, aşağılanların, insan sayılmayanların, yerlerde sürünenlerin haklarını savunacaksın, onların yanında olacaksın.
Bir kadını asla aldatmayacaksın ve onlara
sonsuz saygı göstereceksin.
Zalimlere karşı da; durum ve şartlar ne olursa olsun boyun eğmeyeceksin, karşı duracaksın.
Bütün bunlar insan sevgisiyle, doğa sevgisiyle dolu olmayı gerektirir. İşte bu ahlâka sahip
olmayanlar, “kardeşim” dediklerini de satarlar,
“Hocam” diye elini öptükleri Molla Necmettin
Erbakan’ı da satarlar. Kaddafi’yi de, Beşar
Esad’ı da, Türkiye Halklarını da satarlar.
Her şeyden önce insan malzemesi arasındaki farktır bu.
Peki, bu kalite nasıl oluşur?
Chavez Yoldaş’ın devrimci önder
oluş süreci
Chavez Yoldaş, bir eğitim emekçisi anne babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor.
Eğitim emekçileri deyince, yoldaşlar, şu anda bir sefalet ücreti alıp onunla yaşamını sür-
dürmeye çabalıyor çalışanlarımız ve ne acıdır ki
300 bini aşkın da o öğrenimi yapmış, o diplomayı almaya hak kazanmış olan gencimiz, işsizlik cehennemine atılmış durumda, acılar içinde... Kaçınılmazca, insan haksızlığa uğrarsa,
hakkı yenirse, hakkını alamazsa ve işsizliğe
mahkum edilirse, 20-30 yaşına gelmiş olmasına
rağmen anne babasının vereceği cep harçlığına
bakar durumda bırakılırsa, psikolojisi bozulur.
İntihar edenler oluyor, yoldaşlar. Genç yaşta
stresten kansere yakalanıp hayatını kaybedenler
oluyor.
İşte o zamanlar Venezüella’da da, tıpkı bizim gibi, ancak bir yoksulluk ücreti sağlıyor
eğitim emekçiliği.
Hugo Chavez Yoldaş o denli onurlu yetiştiriliyor ki anne babası tarafından, ailesine yük
olmamak, en azından kendi harçlığını çıkarabilmek için, öğrencilik yıllarında ayakkabı boyacılığından sokak satıcılığına kadar çeşitli işler yapıyor. İşte o yaşam süreci içerisinde acı çekenlerin, sokaklarda sürünenlerin hayatlarını, durumlarını yakından gözlüyor. Ve onların acıları
yüreğinde öylesine yer ediyor ki, tüm yaşamının
ahlâkî değerler sisteminin belirlenmesini birincil derecede etkiliyor bunlar. İşte o yüzden onlara karşı sevgiyle dopdolu, Chavez Yoldaş.
Ailesi hiç değilse işsizlikten kurtulmasını
sağlayacak bir meslek olarak askeri okula gönderiyor, 1975’te orayı bitiriyor. Ve hep acılarla
dolu olduğu için halkın durumu onu birincil derecede ilgilendiriyor, etkiliyor. Ve ülkesinin, kıtanın tarihini inceliyor, dünya tarihini inceliyor,
belli sonuçlar çıkarıyor. Bakıyor ki, kendi ülkesinin geçmişinde, tüm Latin Amerika’yı tek bir
çatı altında, tek bir ülkenin bayrağı altında birleştirmek için mücadele etmiş bir önder var: Simon Bolivar. Onun hayatını yakından inceliyor
ve onun ideallerini benimsiyor. Marks’ı okuyor.
Lenin’i, Mao’yu okuyor. Yani çağının büyük
devrimcilerini okuyor, onlardan etkileniyor,
yoldaşlar. Ve 1981 yılında, 3 asker arkadaşıyla
birlikte “Bolivarcı Devrimci Hareket 200” adlı örgütünü, illegal olarak kuruyor ve ondan sonra çalışmaya başlıyor.
Sinevizyonda da izledik, 30 sene önce, Venezüela’nın sadece petrolden yılda 40 milyar
dolar geliri var. Kaldı ki o zaman petrol fiyatları 40 doların altında. Şimdiki fiyatlarla karşılaştırırsak; 100 milyar dolar civarında yıllık bir
petrol geliri var. Ama yerli yabancı Parababaları, başta ABD ve İngiliz petrol şirketleri olmak
üzere, ülkedeki işbirlikçi hainlerle birlikte o
denli pervasızca sömürüyorlar ki bu geliri, halkın eline hiçbir şey geçmiyor bu on milyarlarca
dolardan. Ancak masraflarını karşılayabiliyor
petrol gelirimiz, diyorlar. Ve IMF’nin acı reçeteleri sonucunda fiyatlar alabildiğine azgınlaşıyor, halk tıpkı ülkemizde olduğu gibi yoksullaşıyor, işsizleşiyor.
İşte o zaman, 04 Şubat 1992’de, aslında 03
Şubat’ta başladı, dedi Büyükelçi Yoldaş’ımız,
artık harekete geçip halkı kurtarmanın zamanının geldiğine karar veriyorlar: Chavez Yoldaş
başkent Caracas’ta olmak üzere, diğer yoldaşları ülkenin değişik önemli, belirleyici illerinde
olmak üzere, askeri harekata başlıyorlar. Ve ordu içerisinde öyle örgütleniyorlar, çalışmalarını
sürdürüyorlar ki, 10 bin civarında subay bu harekete katılıyor.
Ama devrim deneyimleri yok; isyan nasıl
güdülür, nasıl başlanır, en etkili şekilde nereye
vurulur, en kısa yoldan, en garantili, başarıya
ulaştıracak yol hangisidir? bu konuda deneyimleri olmadığı için, ne yazık ki, yaptıkları basit
hatalardan dolayı yeniliyorlar.
Onun üzerine Chavez Yoldaş yine yiğitçe
kendini öne atıyor, tüm sorumluluk bana aittir,
diyor. Bu harekete tümüyle ben karar verdim,
ben planladım, ben yönettim, ben ortaya koydum eylemi, diyor. Her türlü sorumluluğunu
üstlenmeye hazırım, diyor, halkın karşısına çıkıp. Halk, bir iç savaşa girmesin, kanı dökülmesin masum insanlarımızın kaygısıyla kendini fe-
7
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
da ediyor.
Chavez Yoldaş’ın Halkla buluşması
ve Devrim
Yoldaş’ımızın anlattığı gibi 2 yıl hapis yatıp
çıkıyor. Ondan sonra bakıyor ki iş tek askeri
ayakla başarıya ulaşmayacak, o zaman siyasi legal bir parti kurup hareketin sivil bir kanadının,
ayağının da oluşturulması gerektiğine karar veriyorlar ve onu hayata geçiriyorlar, bildiğimiz
gibi.
İşte 1998’de, bildiğimiz gibi Yoldaş’ımız
anlattı, oyların yüzde 57 küsurunu alarak Başkan seçiliyor Chavez Yoldaş. Ve Yoldaşı’mızın
özetlediği gibi, kısaca özetlediği gibi, halkçı
programı (ki o program özet olarak, bizim sosyalist literatürümüze göre Demokratik Halk
Devriminin Programıdır), onu uyguluyor.
Ama bu, yerli yabancı Parababalarının tüm
vurgun, sömürü musluklarının önemli oranda
kesilmesine yol açıyor. Ve, bu beladan nasıl kurtuluruz, diye hemen planlar yapıyorlar, işte
2002 askeri darbesini yapıyorlar. Ama halk 50
saat sonra karşıdevrimi püskürtüyor. Çünkü
Chavez Yoldaş’ın ve Hareketin verdiklerini öylesine benimsiyor ki Halk... (Halka maddi olarak bir şey verirseniz, halk çok çabuk anlar, arkadaşlar. Hemen kavrar meseleyi.) Öyle olduğu
için ölümü göze alarak 100 binlerce kişi sokağa
dökülerek Başkanlarına sahip çıkıyor; ABD’nin ve yerli hainlerin, satılmış generallerin
elinden Başkanlarını kurtarıyorlar. Geri alıyorlar.
İşte bugüne kadar da Chavez Yoldaş ve Bolivarcı Devrimci Hareket, Venezuela’da halkçı
uygulamalarını sürdürüyor. Bu Demokratik
Halk Devriminin Programının uygulanmasıdır,
arkadaşlar.
Bunu, Chavez Yoldaş’ın da önemli ölçüde
kabul ettiğini Fidel, Küba’nın yiğit önderi Fidel
şöyle tanımlıyor, bizzat Chavez’e: “Sizin Bolivarcılık dediğinize biz Küba’da sosyalizm diyoruz”, diyor.
(Yoldaşlar, 3 günden bu yana ateşli bir grip
geçirmekteyim. O yüzden 3 gecedir de burun tıkanıklığı, boğaz kuruluğuyla birkaç saat ancak
uyuyabildim. O yüzden sesim de kısıldı. Ama
benim için önemli değil. Yani düzgün bir sesle
size hitap edemediğim için beni bağışlayın.)
(Alkışlar…)
İnsan böyle önderleri, böyle yiğit, insanlığın
en yüce konağına ulaşmış insanları dinleyince,
onları tanıyınca, insan olduğundan dolayı büyük
mutluluk duyuyor.
Yani canlıların en şereflisi de insandır, en şerefsizi de ne yazık ki… İnsan görünümündeki
ama insan olmayan yaratıklardır. O yüzden bizdeki yöneticiler gibiler, şu anki yöneticiler gibiler, insan soyuna da ihanet etmiş, insanlığın yüz
karasıdırlar.
Bu önderlerse böyle önderlerse insanlığın
yüz akıdır. Hiç diplomasi soytarılığına filan yüz
vermiyor, prim vermiyor Chavez Yoldaş.
Chavez ABD Emperyalizmine
meydan okuyor
Şimdi size daha iyi anlatabilmek için
2006’da Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmadan bir iki paragrafı okumak istiyorum, arkadaşlar, Cüneyt Akalın’ın “Bolivar’dan Chavez’e Latin Amerika” adlı eserinden.
Bush bir gün önce çıkıyor, yalan ve demagojiden ibaret, dünya halklarını kandırmaya yönelik, kendi alçak emperyalist politikalarını karamelalarla, çikolatalarla süslemeye yönelik,
gizlemeye yönelik bir konuşma yapıyor. Ondan
bir gün sonra da Chavez Yoldaş kürsüye çıkıyor,
Birleşmiş Milletler kürsüsüne, o alçağın ülkesinde, başhaydutun başkentinde:
“asıl böyle silik olabiliyorsun? Bu nasıl
bir utanmadan yalan söyleme kapasitesidir?
Beyrut’taki bombalar milimetrik kesinlikte
miydi? Bu emperyalist faşist, suikastçı, soykırımcı imparatorluk ve İsrail, Filistin ve
Lübnan Halkına ateş açıyor. Olan bu.”
Ne güzel hitap ediyor değil mi, arkadaşlar?
Şeytan, diyor ona, şeytan… Ne yakışan bir sıfat… Oradan da isterseniz birkaç cümlecik okuyayım:
“Dün, bayanlar baylar, bu kürsüden ABD
Başkanı, şeytan diyerek bahsettiğim beyefen-
di, bu kürsüden, dünyanın sahibiymişçesine
konuştu. Gerçekten dünyanın sahibiymişçesine… Şeytan şu anda evde. Şeytan, şeytanın
tâ kendisi ve şu anda bu şeytan dün buraya
geldi. Dün şeytan buraya geldi, Tam olarak
buraya geldi. (Kürsüyü işaret ediyor. Bu sırada
istavroz çıkarıyor. Ve inceden, aşağılayıcı alayını da geçiyor. – Nurullah Ankut.) Ve bugün hâlâ sütün kokusunu alabiliyorum.”
İşte böylesine alayla, hakaretlerle yerin dibine sokuyor o utanmazı. O utanmaz ki, komşumuz Irak’ta yalan ve demagojiler üzerine inşa
ettiği bir saldırı, işgal ve savaşla 5 milyon civarında masum insanın hayatını kaybetmesine yol
açtı. Ve bizim işbirlikçi hainler de bu işgal ve
katliamda ona hizmetkârlık yaptı, arkadaşlar.
Aradaki farkı düşünün…
(Sloganlar… Gün Gelecek Devran dönecek ABD Halklara Hesap Verecek… Alkışlar…)
İşte o haydut devletin başkanına kendi ülkesinde böylesine seslenen bir insan, onurlu, değerli bir insan, tüm dünya halklarının haklarını
da savunmuş, çıkarlarını, onurlarını da savunmuş olmuyor mu, arkadaşlar?
Kuşkusuz oluyor. İşte bunun için biz, şu anda yoldaşlarımızı burada ağırlıyor olmaktan büyük şeref duyuyoruz.
Sadece işi onları mahkûm etme düzeyinde
bırakmıyor, çözüm yolları da getiriyor, arkadaşlar. Bakın diyor ki:
“Birleşmiş Milletler sistemi 2. Dünya Savaşı’nın ardından doğdu. Çöktü artık, işe yaramaz.”
Acilen bunu değiştirmemiz gerekir. Yeni bir
Birleşmiş Milletler oluşturmamız gerekir. Çünkü bu gerçek anlamda milletlerin eşitliği, hakları ve ortak çıkarları üzerine kurulmuş bir örgüt
değil. O zaman bu ayrıcalıklı devletlerin veto
hakkını ortadan kaldırmamız gerekiyor. İşte bu
alçak hayduda verilmiş veto hakkı yüzünden,
İsrail saldırganlığını sürdürüyor, Filistin ve
Lübnan Halkını yok etmesi yanına kâr kalıyor,
diyor. O zaman yeni bir Birleşmiş Milletler,
mazlum halkların çıkarlarını savunan bir birleşmiş milletleri örgütlemeliyiz ve bunun yeri bu
haydudun ülkesi olmamalıdır. Güneyde olabilir.
Biz Venezüella’yı öneriyoruz, bir öneri olarak
sadece. Başka bir mazlum ülkenin şehri de olabilir, diyor.
Yoldaşlarımız bilirler, bu öneriyi biz 30-40
yıldan bu yana yapmaktayız. Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı da, Birleşmiş Milletler, gerçek anlamda mazlum ülkelerin örgütü değil. Emperyalistlerin çıkarına hizmet eden onların bir örgütü,
diye niteler, değerlendirir.
İşte Chavez Yoldaş’la o bakımdan aynı şeyleri söylüyoruz, düşünüyoruz, yoldaşlar.
Şimdi Chavez Yoldaş’ın siyasi yönünden de
yani mücadelesinin, kavgasının, savaşının siyasi içeriğinden de biraz bilgi vermek istiyorum.
Yine 1996’da El Salvador’da verdiği bir mülakattan bir iki paragraf aktarmak istiyorum. Kendi ağzından siyasi programını anlatıyor:
“Bolivar Hareketi, bir grup askerin, düşmanın komünizm değil emperyalizm olduğu
sonucuna ulaşması üzerine kışlada 15 yıl önce doğdu.”
Bakın çok önemli bir şey söylüyor. O güne
kadar, tıpkı bizde olduğu gibi, Latin
Amerika’da ve Venezüela’da da askerler, düşman olarak sadece komünizm öcüsüyle korkutulmuşlar.
Kim tarafından?
ABD Emperyalistleri tarafından…
İşte biz 16 yıl önce yani 1981’de, bunun bir
kandırmaca olduğunu anladık, diyor arkadaşlar.
Düşman, ülkemizin düşmanı komünizm değil,
kuzeyli haydut emperyalizmdir, diyor.
Diyalektiğe göre her şey birbirine bağlıdır.
Olayları tek başına soyutlayarak ele alıp değerlendirdiğimiz zaman, doğru bir yargıya varamayız. Yani hekimlikte de, aramızda hekim yoldaşlarımız var, bir hastalığın gerçek anlamda
doğru teşhisini ortaya koyabilmek için vücudun
tüm sistemini öz geçmişi, soy geçmişiyle birlikte; genetik kodlarıyla birlikte gözden geçirmemiz gerekir.
İşte dünyanın herhangi bir yerindeki bir olayı kavramamız için de tüm dünya olaylarını,
çünkü hep etki-tepki, sebep-sonuç ilişkileriyle
bu olaylar birbirine bağlıdır, gözden geçirmemiz gerekir.
“Ergenekon Davası”nın ne
olduğunu, gerçek amacını ilk ve
doğru şekilde biz ortaya koyduk
Ülkemizde 2007’den bu yana “Ergenekon
Davası” adlı bir dava sürdürülmekte, yoldaşlar.
Biz buna, bu davaya bir CIA operasyonudur, diyoruz. Bu dava kapsamında olanlar da yani bu
davada saldırıların hedefi olanlar da: başta askerler, bilim insanları, medyadaki namuslu,
yurtsever, Mustafa Kemalci laik yazarçizerler,
sanatçılardır.
Geçende ziyarette bulundu Silivri’de bazı
yurtsever askerlere bizim yoldaşlarımız. Hurşit
Tolon’la konuştular, eski Ege Ordu Komutanı
Orgeneral Hurşit Tolon’la.
Diyor ki; bizi NATO’da öylesine kandırmışlardı ki, işte kuzeydeki emperyalist canavar
Türkiye’yi işgal için fırsat kolluyor, eninde sonunda saldıracak. Ona karşı, başta Amerika olmak üzere, tüm NATO ülkelerinin koruyucu
şemsiyesi altında mevzilenmemiz gerekir. Buna
inandırılmıştık, diyor. Hatta kuzeyden bir canavarın başını uzatmış Karadeniz’den Türkiye’ye
iştahla baktığını gösteren kitap hâlâ evimde,
NATO yayını, saklıyorum, diyor. Ama Sosyalist
Kamp yıkıldıktan sonra bizde de, dünyada da,
Türkiye’de de bir değişiklik oldu. Baktık ki
Sovyetler düşman filan değilmiş, böyle bir ni-
yetleri filan yokmuş. Bizim gerçek düşmanımız
Amerika’ymış, bizi parçalayıp yeniden Sevr’e
götürmek istiyormuş. Biz onun üzerine; NATO’dan çıkalım, Batı’dan uzaklaşalım, yönümüzü Doğu’nun mazlum dünyasına dönelim diye düşünmeye başladık. İşte onun üzerine bu
dava patlak verdi, saldırılar arka arkaya geldi,
diyor.
Yani Chavez Yoldaş’ın, El Salvador’daki
mülakatta anlattığıyla Hurşit Tolon Paşa’nın anlattığı nasıl birbiriyle örtüşüyor, yoldaşlar...
Bunu Odatv davasından tutuklanan Barış
Terkoğlu çok açık bir şekilde, yine Silivri ziyaretlerinde arkadaşlarımıza söylüyor: “Bu davanın gerçek siyasi hedefini, niyetini, sebebini en
önce ve en net şekilde siz tespit ettiniz”, diyor.
İşte 2008’deki bildirilerimiz, yayınlarımız kitap
olarak da, büyük boy yayımlandı, standımızda
da şu anda bulunuyor. Barış Terkoğlu bu konuda hakkımızı teslim ediyor. Onun üzerine Yoldaşlarımız da diyor ki: İyi ama Odatv’de bizim
hiçbir açıklamamıza, hiçbir bildirimize, tek satırla da olsa, yer vermediniz. Bizim adımız hiç
geçmedi Odatv’de. Cevap: Öyle mi yahu, filan… Farkında değildik. Gönderiyor muydunuz?.. Evet bütün açıklamalarımızı gönderiyorduk denince. Onun üzerine itiraf: Evet öyle oldu, sizin yazılarınızı koymadık, diyor.
Yani ben hep söylerim ya yoldaşlar, biz rahmetli şairimiz Cemal Süreya’nın deyimiyle,
“Kalın Abdal”ız. Biz tıpkı Chavez Yoldaş gibi
dolaysız, açık, net, kesin konuşuruz. Ve bizim
tezlerimiz en cahil yurttaşımıza varıncaya dek
herkesin duraksamadan kavrayacağı açıklıkta
ve netliktedir. Ama ne yazık ki, işte küçükburjuva ortamımızda herkese kalın geliyoruz. Yani
“Kalın Abdal”ız Cemal Süreya’nın deyimiyle.
O yüzden bize Cumhuriyet Gazetesi de abluka uygular, Odatv de abluka uygular, Gerçek
Gündem Gazetesi de abluka uygular. Bütün sol
geçinen yayın organları da abluka uygular. Finans-Kapital medyası zaten abluka uygular…
İşte bu davaya ilişkin hemen dünkü gazetelerdeydi değil mi, yeni bir Wikileaks Belgesi
yayımlandı. Bu belgede 2008’de Birinci Ergenekon İddianamesi’nin açıklanmasından 4 ay
sonra, Emniyet Genel Müdürlüğü Amerikan
Büyükelçiliğinde bir brifing veriyor dava hakkında. Çoğu arkadaşımız okumuştur zaten. Burada gazetelerde de var, getirdim ama zamanımız yok gazeteden izlemeye. Sizleri yormak istemiyorum.
Diyor ki burada; ordu içerisinde hedef alınanlar, Batı’ya ve ABD’ye karşı olan güçlerdir.
Çok açık. Yani çok netçe ifade ediyor. O yüzden
bizi desteklemeye devam edin, diyor. Ve yine
bir şey söylüyor: Bugüne kadar hiçbir büyükelçilikte bu kadar ayrıntılı bir brifing vermedik,
diyor.
Yani bu ne biçim ülke, ne biçim emniyet?
Ama işte demokrasi, örgüt, devlet kurumlarının hepsi palavra, hepsi kandırmaca…
Bir, dünyanın başhaydut devleti var, ABD
Emperyalistleri ve onun yardakçısı AB;
Bir de onların işbirlikçisi, hain iktidarlar var.
Kendi halklarını satan, onlara ihanet eden işbirlikçi iktidarlar var.
Ve bir de onların karşısında; Fidel gibi, Chavez gibi, Morales gibi ve Kore Demokratik
Halk Cumhuriyeti’nin geçenlerde kaybettiğimiz
önderi ve yeni önderi gibi yiğitçe direnenler,
meydan okuyanlar var. Dünya iki kampa bölünmüş durumda. Tarafsızlık, Lenin’in işaret ettiği
gibi, bugün de fiyaskoyla sonuçlanmaktadır. Ya
başhaydutun yanında olacaksın ya mazlum
halkların yanında olacaksın. İşte Chavez ve Yoldaşları, Küba, Bolivya ve Kore o hayduda karşı
yiğitçe, hem kendi ülkeleri, halkları adına, hem
de dünya halkları adına direniyorlar, mücadele
ediyorlar, meydan okuyorlar.
Bu davayla ilgili birkaç şey daha söylersek,
“Ergenekon Davası” saldırısı hakkında…
Ne yazık ki bizim dışımızdaki sol gruplar
anlamadı. Onlar ABD’nin, CIA’nın, AB’nin ve
Türkiye’deki işbirlikçilerin; Tayyipgiller’in,
Fethullahçıların, TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın ve
onların emrindeki MİT’in, emniyetin safında
yer aldı. Gidip Silivri’ye, dava açıldığında, kutlamalar yaptılar, darbeciler yargılansın, dediler.
Daha 11 Ekim’de, Topkapı’da Usta’mızın anmasında, Topkapı Mezarlığı’nda, SODAP denen Sevrci Soytarı grup, “Darbeciler halka hesap verecek” diye bize karşı slogan attılar, arka-
daşlar. Yani kimin yanında olduğunu, ne yaptığını artık bildiği yok, anladığı yok, kavradığı
yok...
Ve bunlar-emperyalistler, o denli alçaklaşmışlar ki, kendilerinin safına çekemedikleri insanların en mahrem dünyalarına alçakça giriyorlar. Sesler kaydediyorlar, görüntüler alıyorlar ve bunu şantaj malzemesi olarak kullanıyorlar utanmadan. Chavez Yoldaş’ın deyimiyle,
“bu ne silik bir ahlâksızlıktır, namussuzluktur.
Ne utanmazca bir hayâsızlık kapasitesidir bu”!
Bir genelkurmay başkanının kızının cinsel
hayatını dahi kayıt yapıp görüntüleyerek, onun
aleyhinde tehdit aracı olarak kullanıyorlar. Bir
de sıkılmadan yalanlıyorlar. Başbakanlık da,
emniyet de yalanlıyor değil mi; biz böyle bir şey
söylemedik, diyorlar.
E, söylemedin de, adam-ABD’de Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı, bunu 2008’de nereden
duydu da ülkesine rapor verdi? Kim inanır buna?..
Ama ne yazık ki insanlarımızın içi boşaltıldı. İnsanlarımız düşünemez hale geldi. Kendilerini ve durumlarını kavrayamaz hale getirildi.
Bu da CIA’nın bir oyunu, arkadaşlar. On yıllardan bu yana, 60 yıldan bu yana sürdürdüğü bir
oyun. Ve ondan önce İngiltere’nin bir 50 yıl süresince sürdürdüğü bir oyun.
Emperyalistler medyayı kullanarak
halkları nasıl yönlendiriyor?
Vaktimiz yok ne yazık ki, yanımda yine çok
önemli bu konuda, bir kitap getirdim. Salık veririm: “CIA’dan Medyaya Kitlelerin Kontrolü”, Jim Keith yazıyor. Kendisi de sanırım
ABD’li.
O kadar somut, açık, net belgeler ortaya koyuyor ki, Amerika’da artık üniversitelerden
araştırma şirketlerine, televizyonlardan dergilere, haber ajanslarına yani Time’dan Reuters’e,
Washington Post’a, aklınıza ne gelirse gelsin,
hepsinin CIA tarafından kontrol edildiğini belgeliyor. Hollywood’daki film senaryoları bile
CIA’nın denetiminden geçiyormuş. CIA, Oscar
ödülleri veriyor, Oscar ödüllü sanatçıları var
CIA’nın. Ve 1977’de, Amerika’da yayımlanan
1700 gazeteden yüzde 98’i, 15 büyük holdingin
yani Parababasının tekelinde, diyor. Yani medyayı kontrol etmenin en etkili araçlarından biri:
onu holdinglerin tekeline almak, mülkiyetine almak, diyor. Düşünün, 1700 gazeteden yüzde
98’i… Yani bağımsız gazete bırakmıyor. Düşünce özgürlüğü vesaire hepsi masal... Yani insanların zihin kontrolünü yapıyor. Yani sadece
kendinin işine gelen düşünceleri kitlelerin düşünmesini sağlıyor. Onlara izin veriyor. İnsanlar
kendi özgür düşünceleri sandıkları şeyleri savunuyorlar ama onların hepsi ABD’nin, Parababalarının çıkarlarının temsilcilerinin ortaya koyduğu düşünceler. Onun dışında hiçbir şeye izin
vermiyorlar.
Bir de tabiî vakıflar var. Onurlu, araştırmacı
yazar Mustafa Yıldırım’ın dediği gibi “Sivil
Örümcekler”, var. Bunların vakıfları Rockefeller Vakfı, Carnegie Vakfı, Adenauer Vakfı,
daha başka pek çok vakıf var.
Mesela “Ulusal Demokrasi Vakfı”, var arkadaşlar. Ulusal Demokrasi Vakfı’nın başkanının açıklaması aklıma geldi. Diyor ki; bizim şu
anda yaptıklarımızı 25 yıl önce örtülü operasyonlar şeklinde CIA yapmaktaydı. Yani bu vakıflar zaten tamamen CIA’nın kontrolünde.
Hepsi isimleriyle beraber, nasıl örgütlendi, yöneticileri kim, CIA’da kimin emrinde çalışıyorlar, tek tek, somut belgeleriyle ortaya koyuyor.
Zaten o yüzden de daha 50 yaşında bu değerli
araştırmacı yazar, tiyatro sahnesinden düşerek,
burada anlatıldığına göre, dirseğini kırıyor.
Ama İngilizce internet sitelerinde de dendiğine
göre dizini kırıyor ve ameliyat sırasında akciğerde kan pıhtılaşması sonucu öldüğü açıklanıyor. Eğer kendisi ölümünden sonra da yaşıyor
olsaydı; CIA’nın nasıl bir operasyonla kendisini
öldürdüğünü, nasıl bir operasyonla ortadan kaldırdığını herhalde araştırır, aydınlatırdı…
Diyor ki, zihinleri nasıl kontrol eder?
Birincisi, doğru bilgileri gizler. Onları tümüyle görmezlikten gelir, üstünü örter, diyor.
Hani bizde de 25 bin kişilik kamu emekçileri
eylem yapıyor, medyada hiç yer almıyor ya...
Yani böylesine önemli bir hareket, eylem bile
tümüyle görmezlikten geliniyor.
İkincisi, kendisi yalan haber üretir. Yani dezenformasyon deniyor. O yalan haberlerle insanları kandırır, diyor.
Üçüncüsü, çok önemsiz olayları çok önemliymiş gibi öne geçirir, diyor. Manşetlere taşır
onları. Yani böylece de halkın durumuyla ilgili
çok önemli olayları gizlemiş olur. Onların üzerine örtü çekmiş olur, diyor.
Bir diğeri, eğlence sektörüne büyük ölçüde
destek verir, diyor.
Bir diğeri, magazinleştirir hayatı… Yani
cinsellik ve şiddet içerikli yazılı ve görsel malzemeyi bol miktarda kitlelerin kafasına püskürtür, diyor.
Bir diğer yolu, spor, diyor arkadaşlar, spor…
Çünkü Amerika, dünyanın yarısını yok etsin,
mesela bizdeki topçuların hiç umurunda olmaz
değil mi? Onlar, biz şurada şunu yaptık, işte şu
oyun taktiğiyle oynadık vesaire… Yani onların
dünyası bu ne yazık ki… O topçular on milyonlarca dolar, avro alıyor, onun için o topun peşinde koşuyor ama bir de onların mecnunları var;
hafta süresince başka hiçbir şey tartışıp konuşmuyorlar. Otobüslerde rastlıyorsunuz, tramvaylarda, spor gazeteleri okunuyor.
Yani bu da tamamen CIA’nın hem kendi halkına hem dünya halklarına oynadığı bir oyun,
bir uyutma yöntemi, arkadaşlar. Hiç rastlantısal
değil.
Bir diğeri, dini yayınları bol miktarda destekler, diyor. Çünkü din de nihayetinde, insanların özgürce düşünmesini engeller. Dogmalarla
insanların düşüncelerine kilit vurur. Dondurur,
set çeker. Ve bu dünyanın acılarına karşı sömürünün, sefaletin, haksızlığın verdiği acılara karşı uyuşturucu etkisi yapar. O yüzden işte bizde
özellikle 1950 sonrasında, 50’den itibaren diyelim, 60 yıldan beri desteklenen, örgütlenen sistemli bir biçimde geliştirilen “Yeşil Kuşak Projesi” bu amaca yöneliktir.
(Sloganlar… Kahrolsun
Kontrgerilla… Alkışlar…)
MİT-CIA-
Venezüellalı devrimcilerle
ideallerimiz ortak
Sizleri de fazla yormak istemiyorum. Ne kadar zaman oldu Sait Yoldaş?
Sait Kıran Yoldaş: Bir saat.
Nurullah Ankut Yoldaş: Bir saat. Evet…
Chavez Yoldaş’ın programından söz açılmıştı, oradan çağrışımla bunları konuştuk, arkadaşlar.
“Kışlada 15 yıl önce doğdu. Yıllar boyunca bir elimiz kışlada, öteki elimiz sokakta
milliyetçi, yurtsever bir hareketi tedricen geliştirmek için dikkatlice çalıştık. Bolivarcı bir
devrim konsepti geliştirdik. Buna göre bizim
karşımızda Bolivar’ınkinden farklı bir imparatorluk bulunuyordu. Bununla birlikte Bolivar, Kuzey Amerika’nın özgürlük adına bizim başımıza bela olacağını öngörmüştü.”
Demek ki arkadaşlar, 180 yıl önce Bolivar,
ABD haydutlarının Latin Amerika’nın başına
bela olacağını öngörüyor. Böylesine de geniş bir
öngörüye sahip, bilince sahip bir önder Bolivar.
Ve amacı bildiğimiz gibi, tüm Latin
Amerika’nın birleştirilmesi. Chavez Yoldaş da
aynı amacı güdüyor.
“Ana kara ölçeğinde yeni bir bağımsızlık
hareketinin çağrısını yaparak, bağımsızlık ve
egemenlik sorunlarını ortaya koyuyoruz. Yeni model, ana kara ölçeğinde bir bağımsızlık
hareketidir. 45’ten beri Venezüella’da faaliyet gösteren mevcut siyasal model ölümcül
yaralar almıştır. Burjuva neoliberal sistem
parçalanmadan ayakta kalabilecek bir alternatif olamaz. Bizim demokrasi modelimizde
halk, sivil toplum, siyasal hatta askeri kararların alımına katılan başlıca güçtür. Egemenlik sorununda yarım çözümler olmaz. Halkın
temsilcilerini görevden alma, göreve getirme,
8
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
yaptırım uygulama hakkını elinde tuttuğu
dolaysız bir demokrasi olmak zorundadır.”
Yani yoldaşlar, halk temsilcilerini istediği
zaman yani 4 yıl, 5 yıl beklemeden, kendi çıkarlarını savunmadıklarını anladıkları anda görevden alabilmeli, yerine yenisini gönderebilmeli, diyor.
Bizim Vatan Partisi Programı’nda da Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, 1954’te, aynı kuralı
koyuyor
ve
bizim
Kurtuluş
Partisi
Programı’mızda da aynı madde var, arkadaşlar.
Bunun olması için de tabiî her bir milletvekilinin, bir ilin ya da bir ilçenin belli nüfus alanını temsil eder şekilde seçilmesi lazım. Sadece
o bölgenin, birkaç beldenin ya da bir ilçenin
halkının oylarıyla oraya gönderilmiş olması gerekir. Ve o milletvekili o bölgenin halkını savunacak. O bölge halkı beğenmediği anda hemen
geri çağıracak, yerine yenisini gönderecek.
Böyle bir şey olmayınca, bizim düzenbazlar
halkı kandırarak… Halk zaten kimi seçtiğini
bilmeden seçiyor. Hiç birini tanımıyor ki… Seçiyor onlar orada vurgunculuk yapıyor, uşaklık
yapıyor. hainlik yapıyor. Halkın da bunlar karşısında çaresiz, eli kolu bağlı beklemekten başka
yapacağı bir şey kalmıyor ne yazık ki şu örgütsüz ortamımızda.
Bu demokrasiyle falan ilgili bir şey değil.
Ama öyle bir şey olsa, o milletvekili halka her
an hesap vermek zorunda olacak. Ve halk çıkarlarını, sorunlarını madde madde önüne koyacak;
bunları takip edip çözümünü sağlayacaksın, diyecek. Ve hesap sorabilecek her an. Çağırıp hesap soracak. Seçmenlerinin sorunlarını gündeme getiremiyor, yöneticilerden hesap soramıyorsa; niye soramıyorsun? diye eleştirecek, geri
gönderecek, sormasını sağlayacak. Yani seçilen
temsilci her an, her durumda hesap verir durumda olacak. Bu olmadan temsili demokrasi
olmaz. İşte Chavez Yoldaş dünyanın öbür ucunda, biz bu ucunda, aynı halkçı demokrasinin
vazgeçilmez kuralını on yıllardan bu yana savunuyoruz.
Chavez Yoldaş şunu da söylüyor: bu Birleşmiş Milletler bu haydudun ülkesinde olduğu sürece, bunu istediği an alçakça istismar edebilir,
diyor. İşte şu anda bile benim özel doktorum ve
güvenlik şefim uçakta mahsur, diyor. Düşünebiliyor musunuz arkadaşlar?.. Chavez’e düşman
olduğu için böyle zavallıca, adice yöntemlere
başvuruyor. Yoldaşımızın doktorunun ve güvenlik şefinin ülkesine ayak basmasına izin vermiyor. E, buna ne hakkın var?.. Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak üzere geldi. Senin
böyle bir yetkin yok. Ama istismar ediyor soy-
derlenmiştir. Bunlar, halklarına ihanet etmiş ve
ABD’ye satılmış, ondan medet uman yetkililerin elinde kandırılmış tutsak kişiler.
İşte onlardan birinin, Müslüman Kardeşler
örgütü temsilcisi, Memnun El Hımsi, bir açıklama yapıyor. İşte burada, gazetede… Müslüman Kardeşler örgütünün o temsilcisi diyor ki:
“Suriye’yi alevi mezarlığına çevireceğiz.
Bir tek Aleviyi canlı bırakmayacağız Suriye’de”, diyor. Net, açık. 4 gün kadar önce yapıyor bu açıklamayı. Ne hükümetten, ne bölgenin
idari temsilcilerinden bu konuda hiçbir ses çıkmıyor.
Hani bunlar masumdu, mazlumdu?..
Bunlar Ortaçağcı ve hain, arkadaşlar. Cellâdın cellat ruha sahip uşakları, hizmetkârları…
Ve bunun üzerine, ne yazık ki bugüne kadar
genelde bazıları sürekli yalpalayan, Türkiye’deki Alevi örgütleri ortaklaşa bir açıklama yapıyorlar:
“Hain sıfatının muhatabı AKP ve işbirlikçileridir”.
“Alevi derneklerinden Müslüman kardeşlerin Alevilere ölüm çağrısına sert tepki:
Müslüman kardeşler kardeşimiz değil.”
Burada tek tek, Türkiye’deki Alevi derneklerinin hepsinin imzaları var açıklamanın altında. Arkadaşlar okumuşlardır, okuyabilirler bundan sonra da. Daha fazla burada sizi yormak istemiyorum.
Hükümetten, onun bölgesel idari temsilcilerine varıncaya kadar hepsi aynı düşüncede bunların. Biz on yıllardan beri söylüyoruz: Türkiye’deki hiçbir Ortaçağcı Sünni dini ya da tarikat
lideri, Alevi yoldaşlarımıza hak ettikleri özgürlüğü asla tanımaz. Gereken saygıyı göstermez.
Bu onların Ortaçağcı inançlarıyla, düşünceleriyle çelişir. Bu bakımdan bunların içyüzünün bilinmesi lazım. Yani bizdeki Fethullah’la, Tayyipgiller’le, Müslüman Kardeşler’in amacı, ruhu, dünyası aynı, arkadaşlar.
suz… Bu utanmazca, adice bir şey. İğrenççe bir
şey. Ama onların hayatı bu…
Hani Mevlana’nın da dizesinde dediği gibi,
“Bok böceği gül bahçesinin kokusundan ne
anlar?”
O, orada yaşamaya alışmış. Bu emperyalist
haydutlar da böyle. Böyle davranmakla bir iş
yaptıklarını sanıyorlar.
Yani alçağı, evinde böylesine kafasını kaldıramaz hale getiriyor. Böylesine bir insana insan
hayran olmaz mı, arkadaşlar?
Elbette hayran olur.
O yüzden, onun ülkemizdeki temsilcisini
her yerde, ülkemizin her ilçesinde, her beldesinde ağırlamak isteriz. Bugüne kadar yaptık, bundan sonra da yapmaya devam edeceğiz… Çünkü biz aynıyız. Malzememiz, kumaşımız aynı
bizim. İdeallerimiz, vicdanımız, yüreğimiz aynı
tempoda atıyor bizim…
Yine bölgemizde, emperyalistlerin ataları
sömürgeci Haçlılar tarafından, bölgemizde derken, ilçemizde, tarihi ilçemizde, yoğun savaşlar
yaşandı değil mi yoldaşlar?..
Yani Belek Bey gibi Türk, Selahattin Eyyübî gibi Kürt yiğit önderlerin mücadelesi, o işgalci, yağmacı alçakları buralardan kovdu.
Emperyalistlerin ve onların emir eri
Tayyipgiller Suriye’ye neden
düşmandır?
Ülkemizin şu anki en acil, en önemli sorunlarından biri de Suriye, arkadaşlar, işte hemen
ne kadar uzağımızda, mülteci kampları, Suriye
mülteci kampları, yoldaşlar?..
Dinleyiciler: 75 kilometre.
urullah Ankut Yoldaş: 75 km uzağımızda.
Bunun adı, bizim hainler tarafından masumlaştırılıyor. Suriye’de Beşar Esad diktatörlüğünün zulmünden kaçan masum, mazlum mülteciler olarak sunuluyor bu insanlar. Ama bunların
hepsi, ABD’nin bu sivil örümcekleri tarafından
derlenmiştir: Kişi olarak hepsi tek tek değil elbette ama bunların yöneticileri, temsilcileri,
(Sloganlar… Şeriat Ortaçağdır…)
Yine biz on yıllardan beri pankartımızla,
“Şeriat Ortaçağdır” diye, olayı netçe ortaya
koyan pankartımızla, meydanlardayız, arkadaşlar. İşte bu amaçla koyuyoruz. Bunlar iktidara
geldiklerinde, tümüyle ülkemizi teslim aldıklarında, Kurtuluş Savaşı’nın, Mustafa Kemal’in,
laikliğin izini tozunu tümüyle sildiklerinde; atacakları slogan aynıdır. Bunlar Türkiye’yi de Alevi mezarlığına çevireceğiz, diyeceklerdir. Ve
Türkiye’yi de bölgeyi de Ortaçağın din savaşlarına götüreceklerdir.
(Sloganlar… Kahrolsun Emperyalizm
Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız… Alkışlar…)
Emperyalistler Suriye ve İran’ı
neden hedef aldı?
Yoldaşlar, bu konuya değinmişken, birkaç
cümle ile ABD Emperyalistlerinin niye bu ülkeleri hedef aldığını yani Libya’yı, Suriye’yi ve
İran’ı neden hedef aldığını da ortaya koyalım.
Libya önderi Kaddafi, 1996’ya kadar yiğit,
aktif bir antiemperyalist yurtseverdi. 96’dan öncesi saldırıya uğradı, ondan sonra korktu geri
çekildi. Ama onların emperyalist niyetlerini hep
yüreğinde taşıyordu. Ve onlara karşı hep kin duyuyordu. Ve Arap Birliği’ni sağlamak için mücadele ediyordu. Tıpkı Chavez Yoldaş’ın Latin
Amerika Birliği’ni sağlamak için mücadele ettiği gibi… On yıllarca süren mücadelesinde başarısız oldu, Arap Birliği’ni sağlayamadı. Ondan
sonra Afrika Birliği’ni sağlamaya yöneldi. Dikkat edersek, son yıllarda Afrika ülkelerinin yerel önderlerinin giysileriyle meydanlara çıkmaya başladı, kürsülere çıkmaya başladı. Afrika
Ülkeleri Birliği’ni kurdu. Ve Afrika Ortak Parası’nı önerdi, arkadaşlar.
Yani şimdi emperyalistler dünyayı hep, arkadaşlarımızın söylediği, bizim de hep tekrarladığımız gibi, 1000 devletli bir dünya haline ge-
tirmek istiyorlar. Böylece küçük küçük lokmalara parçalayacaklar ki, kolayca, istedikleri gibi
yutsunlar, istedikleri gibi yönetsinler. Bunun
karşısında biz halkları, ülkeleri birleştirmek için
mücadele etmeliyiz. İşte Chavez Yoldaş bunun
için mücadele ediyor, Kaddafi bunun için mücadele etti. Ve ülkesinin işgaline, kendisinin insanlık dışı bir şekilde linç edilerek bazı çakallar
tarafından öldürtülmesine neden olan suçu buydu.
Düşünün yoldaşlar, bir insan linç edilerek
öldürülüyor ve cenazesi, hani bazen balıkçılar
denizden çıkarır, 500 kiloluk bilmem ne balığı
diye balıkhanelerde teşhir ederler, cesedi öylesine teşhir edildi. Bunun Müslüman inancına aykırı olduğunu ve bir insanın cenazesine hakaret
olduğunu dile getiren yine Chavez ve Fidel Yoldaşlar olmuştur. Müslüman geçinen hiçbir İslam
ülkesinin satılmış, hain lideri, bunu dile getirmeye cesaret edememiştir. Tersine onlar emperyalizme uşaklığa devam etmişlerdir.
Suriye’ye gelirsek, BAAS Partisi, antiemperyalist bir niteliğe sahiptir. Beşar Esad’ın babası Hafız Esad tarafından örgütlenen ve iktidara getirilen ve Beşar Esad’ın da çizgisini takip
ettiği hareket, antiemperyalist bir öze sahiptir.
Bu, emperyalistlerin affedemediği önemli birinci suç.
İkincisi, bu haydudun Irak saldırısı sırasında
Beşar Esad açıkça Irak Halkının ve lideri Saddam’ın yanında yer almıştır, hatırlarız arkadaşlar. İşte bu da emperyalistler tarafından affedilmez bir suç olarak görülmüştür. O yüzden bugün Beşar Esad’ı da devirmek ve hareketini yok
etmek istiyorlar. Onlara da, o ülkelere de, tıpkı
Türkiye’de olduğu gibi, kendilerine uşakça hizmetkârlık edecek kukla devlet başkanları getirmek istiyorlar yerlerine.
İran’daki mollalar da, antiemperyalist iddialı, çeyrek de olsa diyelim, tam demeyelim ama
antiemperyalist bir tutum ortaya koyuyorlar. Zaten sözünü ettiğim Birleşmiş Milletler konuşmasında Chavez Yoldaş da, Molla diye adlandırdığı Ahmedi Nejad’ın konuşmasını olumlu
bulur ve ondan övgüyle söz eder. Böylece
İran’da da eski Şah dönemi gibi kukla, onların
her türlü emrine tereddütsüz itaat edecek hainler
getirmek istiyorlar iktidara. Ve ülkenin zengin
petrol kaynaklarını yağmalamak istiyorlar.
İran’ın suçu da bu, arkadaşlar. O yüzden onunla
uğraşıyorlar.
Bizim hain Tayyipgiller iktidarı İran’ı da
sattı, değil mi arkadaşlar? İran radarlarını, füzelerini kontrol edecek radarları, Malatya’ya Kürecik’e yerleştirdi ve çalışmaya başladı şu anda.
Ve oradan elde edilecek istihbarat, açıklandığına göre, ABD ve İsrail kaynaklarında açıklandığına göre, doğrudan ABD ve İsrail’e bildirilecek. Bizimkilerin haberi yok. Türkiye’ye bildirilmeyecek, onlara hizmet edecek. Bizim alçaklar görünüşte, sözde, söylemde İsrail’e karşı
olurlar ama davranışta, gerçeklikte, fiiliyatta
onunla en yakın işbirliğinde bulunmaktan, işbirliği yapmaktan geri durmazlar. Çünkü efendileri Amerika öyle emrediyor. Ve bunlar ABD projesi, Tayyipgiller’i de, böyle kukla hükümetleri
de işbaşına getiren hep ABD’dir.
Geçen bir Parababaları partisinin (Demokrat
Parti’nin) lideri Namık Kemal Zeybek açıkladı
gazetelerde, bazı arkadaşlarımızın gözlerine
çarpmış olabilir:
Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesinin Kurucu
Rektörü olarak çalışmaktaydım, diyor. ABD
Büyükelçiliği Müsteşarı benden randevu istedi.
Ben de sandım ki, üniversitelerin çalışmalarıyla
ilgili, bizim akademik programımızla ilgili kültürel bilgiler almak istiyor, diye düşündüm. Gelin, dedik, geldiler. Bir ekiple geldiler. İşte fakülte hakkında göstermelik birkaç soru sorup
bilgi aldıktan sonra doğrudan konuya girdi ve
açıkça AKP dedi, diyor. Adalet ve Kalkınma
Partisi adında Türkiye’de bir parti kurulacak, o
zaman daha AKP falan yok, diyor, siz de bunda
yer alır mısınız? dedi. Ben açıkça ABD’nin
programladığı ve hayata geçireceği bir partide
yer alamazdım. Söylediği gerekçe bu. O yüzden
reddettim ve bir süre sonra kuruldu, diyor. Bugüne kadar gizledim bunu, ama bugün açıklamak durumundaydım, diyor, arkadaşlar.
Yani başka onlarca kaynakta bu zaten belgeleniyor, Tayyipgiller’in ve onların iktidarının
ABD yapımı olduğu. Ama bir kez de geçenlerde, bir Parababaları partisinin lideri açıktan söylemiş oldu, kanıtıyla ortaya koymuş oldu.
Şimdi bunu iktidara getiren ABD ise istediği zaman götürecek olan da ABD. Bunlar bunu
biliyor, bu yüzden uşakça hizmette hiç tereddüt
göstermiyorlar, arkadaşlar.
(Sloganlar… Kahrolsun ABD İşbirlikçi
AKP… Alkışlar…)
CIA medyayı nasıl kullanır?
Tabiî bunlar, bu gerçekler, bizim medyada
başlıklara çıkmıyor, arkadaşlar. Nitekim benim
okuduğum gazetede, tek sütunda bir haber olarak iç sayfalarda geçti. Şimdi bizim medya da
aynı AB-D medyası gibi.
Zaten burada (Jim Keith kitabında) yine ortaya koyuyor. CIA’nın yurt dışında 50 tane radyosu, yüzlerce televizyonu, yayın organı, dergisi var, diyor arkadaşlar, bu araştırmacı yazar. İşte bizimkiler de bir şekilde angaje.
Yine Yılmaz Dikbaş diye, namuslu bir araş-
tırmacı var. Değerli kitapları var, bu konularda
somut belgeler ortaya koyan. Sanıyorum “Gaflet, Dalalet, Hıyanet” adlı kitabında diyor ki:
Türkiye’den 513 tane gazeteci ve televizyoncu
yani medyacı, AB’ye götürülerek orada eğitimden geçirildi. Ve bunların tüm gidişgeliş ve konaklama masrafları AB tarafından karşılandığı
gibi, günlük 25 avro da cep harçlığı verildi bunlara. Ben bunu öğrenince, AB’nin bir sürü organının sözcüsüne telefon açtım. Dedim ki, bunlar
kimler? Hangi televizyonlardan, dergilerden,
gazetelerden, kimler? Bilgi veremeyiz, dediler.
Dedim ki, diyor, sizin görünürde savunduğunuz
en önemli ilkelerinizden biri şeffaflık değil mi?
Siz yaptığınız bir şeyi neden gizliyorsunuz? Her
şeyin açık olması gerekir diyen sizler değil misiniz? Yönetimde şeffaflık olmalı diyen siz değil misiniz? dedim. O konuda çıt yok. Biz veremeyiz dediler, diyor. Ayrıntılıca anlatıyor kitabında. Bir sürü kurumuna başvuruyor, cevap
yok. Türkiye’ye geliyor, bu medya örgütlerine
telefon açıyor. Onlardan da cevap yok. Kendi
çabasıyla bir 8-10 isme ulaşıyor, o kadar…
Burada onlara neler öğretildi? Hangi programlar yüklendi bunlara? Bir bilgisayar disketine yüklendiği gibi, beyinlerine neler yüklendi?
Böyle böyle çalışacaksınız, dendi. Nasıl anlaşmalara girildi? Belli değil… Tabiî bu sırf
AB’nin götürdüğü. Bir de ABD’nin götürdükleri var. Orada da Mary Hanım’ın hocaları var.
Onların ağına düşenler var orada. Yani Türkiye
de aynı şekilde, ABD’nin kuklaları olan medya
yöneticileri, yazarları çizerleri tarafından işgal
altına alınmış durumda. Medya bu denli önemli
bir güç Türkiye’de de.
Mary Hanım’ın hocaları terimini açalım biraz:
“CIA’nın ajanlık teklifini reddettim
“Yıllar önce okul birincileri arasında düzenlenen “Armand Hammer United World
College” sınavını kazanarak ABD’ye giden,
lise ve üniversiteyi burada bitiren Demet
Tuncer, 10 aydan bu yana “Çocuklar Duymasın” dizisinde Mary Hanım olarak ekranlara geliyor. Hiç beklemediği anda gelen teklifle oyunculuğa başladığını söyleyen Tuncer,
öğrencilik yıllarında yaşadıklarını ve diziyle
ilgili görüşlerini anlattı.
“ABD’deki Universal ew Meksico University’de okurken CIA için ajanlık teklifi almanız nasıl oldu?
“Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Uluslararası Güvenlik dersi vardı. Bu dersi veren
hocamız Dr. Peter A. Lupsha da CIA’da analist olarak çalışıyordu. Uluslararası uyuşturucu trafiğini konu alan bir kitabın hazırlığını yapıyordu. Ben de çalışmalarına katılıyordum. Birkaç sayfa Türkçe metin getirdi çevirmem için. Uyuşturucu kaçakçılığında adı
geçen Türklerle ilgili bilgiler vardı. Bana,
“CIA’nın çalışmak isteyeceği ideal kişisin.
Çalışmak ister misin?” dedi. “eden ben
CIA’nın çalışmak isteyeceği biriyim ki?” diye
sordum. “Hem Amerika kültürünü hem de
Türk kültürünü biliyorsun” dedi. “Peki” dedim, “asıl çalışabilirim?” Bana sadece
“Gizli görev” yanıtını verdi.
“Görevle ilgili ayrıntı verdi mi?
“Sürekli sorular sordum. “Ajanlar ne yaparlar, ne ederler” dedim. Karar vermem
için yarım saat kalmıştı. “Bak Demet, seni
diplomat yapacaklar. Ve sadece bir şey isteyecekler” dedi. O bir şey de herhalde vatanıma zarar verecek bir şeydir diye düşündüm.
“Yok” dedim, “Ben ne vatanımı satarım ne
de ailemi.”
“Israr etti mi?
“Konu bir daha gündeme gelmedi. Ben
mezun oluncuya kadar onun derslerine katıldım.
“Dr. Lupsha CIA’da hangi birimde çalışıyordu?
“Özel timde çalışıyordu. Sol kolunda bir
ejderha dövmesi vardı. Bir gün, “Özel timde
çalışanlar bu dövmeyi mi yaptırıyor?” dedim. Bunu şöyle açıkladı: “Eşim ve çocuklarım için yaptırdım. Ben uyuşturucu operasyonlarına gidiyorum zaman zaman... Eğer
kafamı keserlerse bari karım ve çocuklarım
beni buradan tanısınlar diye yaptırdım.” Şok
olmuştum.” (Seyhan SEVİNÇ, Vatan,
05.05.2003)
Mary Hanım, Demet Tuncer namuslu çıkı-
yor. Satmıyor insanlığını. Ama satmış olan en
az onlarca alçak var şu anda medyada. Bunlardan hemen herkesçe bilinen bir Yasemin Çongar var mesela… Daha bizim tahmin ettiğimiz
yığında genç yaşlı, kadın erkek Yasemin Çongarlar var. Bu alçaklar durup dinlenmeden
CIA’nın ideolojisini ve görüşlerini savunurlar
köşelerinde ve görsel medyanın ekranlarında.
Masum gazetecilik, televizyonculuk yapıyormuş görünümü-maskesi altında. Tabiî bunları
yayın organına alıp aylık on binlerce dolar veren, yine aynı şerefsizlikte medya patronları var.
Onlar da AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’deki yerli ortakları oldukları için CIA’nın görüşlerinin propagandası onların da halk düşmanı sınıf
çıkarlarına uygun düşen, amaçları kapsamına
giren bir şeydir. Yani medya patronlarıyla bu satılmış yazarçizerler tencere-kapak gibi birbirleriyle uyuşurlar. Ve halkımız üzerinde durup dinlenmeksizin psikolojik harekat uygularlar.
İşte o yüzden insanlar artık düşünemez, kendi varlıklarını ve durumlarını, geleceklerini sorgulayamaz, kavrayamaz, göremez hale getirildiler. Zaten amaç da bu... Zihin kontrol ediyor
CIA burada.
Yani CIA’nın İngiltere’den devraldığı bir
görev bu. Biliyorsunuz 1950 öncesinde dünyanın hâkim, başhaydut devleti İngiltere’ydi. İşte
onun da CIA rolünü oynayan Tavistock diye
1921’de kurulan bir örgütü var. Onun da amacı
CIA’yla aynı. Tüm yerel devletleri parçalamak
ve dünyayı tek dünya hükümeti altında birleştirmek. Tabiî İngiliz Emperyalizminin hegemonyasında… Ve insanların zihin kontrolünü sağlamak. Yani neyi düşünüp neyi düşünmeyeceklerini kendileri belirleyecekler. Bunu sağlamak.
İşte bu örgüt deneyimlerini, İkinci Emperyalist
Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD Emperyalizmi öne geçince, CIA’ya aktarıyor. Kendisi de
CIA’yla kol kola çalışan bir ABD örgütü oluyor.
Şimdi o amaçla bizdeki Ergenekon Operasyonunun da, Ermeni Meselesi’nin de böyle gündeme getirilmesi, Fransa’nın soykırım yasakları
alması, hep aynı amaca yönelik; Türkiye’yi yeniden Sevr’e götürüp parçalara ayırmak, yutmak. Sevr’i, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız sayesinde hayata geçiremediler, kâğıt üstünde kaldı.
Ama çekmecelerine koydular, Sosyalist
Kamp’ın yıkılmasından sonra yeniden Türkiye’nin gündemine getirdiler. Şimdi bunu uygulamak istiyorlar yani bütün bu operasyonların
amacı bu.
Mesela bu konularda son günlerin en güncel
olaylarından biri ne?
Hrant Dink’in katili Kontrgerilladır
Hrant Dink cinayeti konusunda yeni açıklamalar oldu. Biz hemen o cinayet sonrası çıkan
yayın organımızda ilk şu açıklamayı yaptık:
“Bu cinayetlerin sebebi AB-D ve AB Emperyalistleridir”. Hatırlar yoldaşlarımız…
Dönemin Trabzon Valisi Hüseyin Yavuz Demir, diyor ki, medyaya yansıdı, şu 10 gün içinde medyaya: “Rahip Santaro cinayeti, McDonalds’ın bombalanması olayı ve Hrant
Dink’in öldürülmesi olayı (altını çiziyorum,
arkadaşlar. – N. Ankut) Kontrgerilla’nın eylemidir”, diyor.
(Sloganlar… Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşı’mız… Alkışlar…)
Bildiğimiz gibi arkadaşlar, Kontrgerilla,
CIA’nın kurup yönettiği bir örgüt. Yani Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesinden 6 ay sonra Türkiye’de kurdurttuğu bir örgüt. 12 Mart ve
12 Eylül Faşist Darbelerine zemin hazırlamak
için 8 bin masum insanı katlettiren bir örgüt. Bir
CIA örgütü, Kontrgerilla. Ama Ergenekon operasyonunda hedef alınanlar tam tersine;
ABD’ye ve Batı’ya karşı olan laik, yurtsever,
Mustafa Kemalci asker, sivil insanların hedef
alındığı bir operasyon, bir saldırı, arkadaşlar.
Trabzon Valisi, Kontrgerilla operasyonu, diyor. Biz buna ilaveten diyoruz ki, Malatya’daki
Zirve Yayınevi Katliamı da Kontrgerilla operasyonu. Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalar da Kontrgerilla operasyonu ve Ergenekon
Davası adlı saldırı da bir CIA operasyonu…
Ve ne yapılıyor biliyor musunuz?
Katliamdan yani 19 Ocak’ta katledildi Hrant
Dink, bir hafta sonra Trabzon Valisi görevden
alınıyor. Ve Ankara’ya, merkeze, kızağa çekiliyor bugüne kadar da hiçbir aktif görev verilmi-
9
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
yor. Bugün o açıklamayı yapıyor, arkadaşlar.
O cinayette en ağır cezayı alan Yasin Hayal,
bildiğimiz gibi. Yasin Hayal azmettirici, planlayıcı olarak en ağır cezayı aldı; Ağırlaştırılmış
Müebbet Hapis. Ogün Samast 20 yıl hapis cezası alıyor. Erhan Tuncel beraat ediyor.
Yasin Hayal ilk tutuklanırken, bazı arkadaşlar hatırlayacaktır, hangi sloganı attı?
“Yaşasın Büyük Birlik Partisi”, diye slogan attı. Büyük Birlik Partili. Bugün o cinayetten dolayı Erhan Tuncel beraat etti, sadece
McDonalds bombalamasından dolayı ceza aldı
10 yıl 6 ay. Onu da, yatmışlığıyla, 5 yıl yattı; infaz kanununa göre cezasını yatmış sayıldı ve
tahliye edildi.
Yasin Hayal bakıyor ki, ulan okkanın altına
biz gittik, bize emir verenler yırttı, diyor. Ve
açıkça, bana emri Erhan Tuncel verdi, diyor.
Gerçeği itiraf etti. Bu adam beraat etti, ben içerdeyim. Bana emri bu adam verdi, diyor.
Erhan Tuncel’in avukatı da diyor ki, bu cinayet, “Ergenekon”un yaptığı bir cinayettir. Yani “Ergenekon”un üzerine yıkmaya çalışıyor.
Şimdi medyanın bazı gafil ve hain yazarçizerleri de “Ergenekon” işi, dediler. Mesela Mehveş
Evin diye bir yazarçizer, Erhan Tuncel’in avukatı böyle dedi; hepimiz de zaten böyle diyoruz,
“Ergenekon” işi diyoruz, diyor.
Düşünün arkadaşlar, sıradan gazeteciler,
hatta bir eğitim meleği olan Türkan Saylan bile
darbeci diye “Ergenekon” operasyonu kapsamında gözaltına alınıp evi aranıp ömründen birkaç ay çalınırken, hiç böyle bir cinayeti, Hrant
Dink Cinayetini “Ergenekon” dedikleri insanların işlemiş olması durumunda bu açığa çıkarılmaz ve failler ortaya konmaz, tutuklanmaz mıydı? Hiç ilgisi yok, arkadaşlar…
edim Şener de aynı şeyi diyor. O kadar
araştırma yaptı, isimler ortaya koydu, o da Ergenekon işi, diyor. Güya araştırmacı gazeteci…
Yani birazcık dürüstlüğü olan bir vali kadar
olsun olayı göremiyorlar, kavrayamıyorlar.
Şimdi Kontrgerilla neden yaptırdı bu cinayeti?
Açık. Biz o zaman, anında gördük. Şimdi
devletin en önemli yetkilisi, Trabzon’un en
önemli idari amiri de aynı şeyi diyor. Kontrgerilla laf olsun diye yahut kininden dolayı, duygusal nedenlerden dolayı cinayet işlemez.
Neden işledi bu cinayeti?
İki nedenden dolayı:
Bir; “Ermeni Soykırımı” emperyalist yalanını yeniden Türkiye’nin önüne, gümm diye koyabilmek için,
İki; cinayeti, Ergenekoncular diye nitelendiği laik, yurtsever, Mustafa Kemalci, antiemperyalist kesimin üzerine yıkabilmek için bu katliamı yaptı…
Kendilerinin sürekli, ABD elçisinin de,
AB’nin tüm temsilcilerinin de görüşüp tanıştığı,
desteklediği Hrant Dink’i, kendi örgütlerine
katlettirdiler, kendi amaçları için, siyasi emperyalist amaçları için. Ama emperyalistler budur!
Satarlar… İnsancıl hiçbir duygu yok onlarda…
Ne yazık ki, “Hrant’ın Arkadaşları” diye
açıklama yapanlar da hâlâ bunun bir Kontrgerilla operasyonu olduğunu söyleme cesaretini gösteremiyorlar. Ailesi de o cesaretten yoksun. Sadece devlet içinde bazı yetkililer açığa çıkarılsın, diyorlar, değil mi? Açıklamaları bu. Üst düzeydeki yetkililer gizlendi...
Peki, Türkiye’deki yerli işbirlikçileri kim?
Başta Tayyipgiller...
Danıştay saldırısı da Kontrgerilla operasyonudur, arkadaşlar.
Başta Tayyipgiller suç ortakları,
İki Fetullahçılar,
Üç satılmış medya...
Ve bu işte tetikçi olarak kimi kullanıyorlar?
Büyük Birlik Partisi’nin Türk-İslam
sentezcisi piyonlarını kullanıyorlar.
Büyük Birlik Partisi’nin Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu bir açıklama yapıyor, helikopteri düşürülmeden ve öldürülmeden birkaç ay önce. Dediği aynen şu: “Bizim bahçeyi bellemişler, hem de haberimiz olmadan”.
12 Eylül öncesinde kendisi Kontrgerilla
tarafından, CIA tarafından kullanıldı ya…
Ondan sonra ne oldu?
Yıllarca hapis yattı.
O biliyor; Kontrgerilla kullanır ve harcar!
Burada da görüyor ki, Hrant Dink Cinayeti belli bir siyasi hedefe yönelik cinayet.
Onun üzerine, sonunda kendisi de okkanın
altına gideceği için olayın içyüzünü açıklamaya niyetleniyor. Bizce, kanaatimizce olay
budur. Çünkü yakındığı cümleler aynen bu anlamı kapsar. İşte onun üzerine hemen helikopteri düşürüldü ve yok edildi.
O zaman da düşündük, yahu helikopterin
yeri nasıl tespit edilemez? diye.
Amerika tâ 60’lı yılların başında bile bu helikopterin yerini anında görebilecek teknolojik
imkana sahipti. 63’te (kıdemli yoldaşlarımız hatırlarlar) U2 casus uçağı düşürülmüştü Sovyetler’de, Amerika’nın. Türkiye’den kalkıyor Sovyetler’i casusluyor. Bu uçak çok yüksekten uçuyor ve Sovyetler’in tüm askeri, ekonomik bölgelerini kameraya kaydediyor. Sovyetler de bunu belirleyip düşürüyorlar. Onun üzerine olay
açığa çıktı.
İhsan Sabri Çağlayangil diye Türkiye’nin
uzun yıllar dışişleri bakanlığını yapmış bir bur-
juva siyasetçisi var. Anıları var, yayımlandı.
Anlatıyor; bizim hiç haberimiz yok, diyor bu
uçak ne yapar. Yani bize denildi ki, bilimsel,
meteorolojik araştırmalar yapar bu uçak. Gözlemler yapar. Onun için bu uçağı uçuruyoruz.
Yani bölgeyi bilimsel, coğrafik araştırmak istiyoruz. Meteorolojik incelemelerde bulunuyoruz
bölge hakkında. O bakımdan uçak da bu bölgede bize veriler toplayacak. Tüm dünyanın meteorolojisini inceleyeceğiz… Bize denilen buydu. Ama Sovyetler casus uçağı dediler, diyor.
Bunun üzerine çağırdık Amerikalıları, diyor.
Dedik ki, biz zor durumda kaldık, nedir bu yani?.. Amerikalı yetkililerin anlattığı aynen şu oldu: Meteorolojik araştırmalarla falan bu uçakla-
(Alkışlar…)
İhsan Sabri Çağlayangil
rımızın bir ilgisi yok. Bu uçaklarımız, 30 bin
metreden gözlemler yapar ve yerdeki bir arabanın plakasını bile okur. Ve kayıt ederek elimize
verir, diyorlar.
Biz onun üzerine; arkadaş bu Sovyetler’le
başımızı belaya sokar bizim. O yüzden son verin, dedik. Son verdiler, diyor.
Yani demek istediğim, daha 1960’lı yılların
başında bile ABD, gökten arabanın plakasını
okuyabilecek teknolojik donanıma sahip. Bugün uydu teknolojisi var, haydi haydi görür.
Bildiğimiz gibi, helikopter ancak iki gün
sonra bulunabildi. O da teknoloji gücüyle değil,
köylülerin yerden kendi kıt imkânlarıyla yaptığı
aramaların sonucunda… Yani şaşırmıştık, yahu
bu nasıl olur? Hani telefon konuşmaları oldu ya
bir basın çalışanının. Bakıyor ki canlı, ölmemiş
12 Askerimiz Tayyipgiller Tarafından ABD ve AB Emperyalistlerinin
İğrenç Çıkarları Uğruna Afganistan’da Kurban Edilmiştir
Ankara’da Halkın Kurtuluş Partisi Tayipgilleri
Protesto Etti
Halkın Kurtuluş Partisi, 12 Askerimizi, ABD ve AB Emperyalistlerinin iğrenç çıkarları uğruna Afganistan’da kurban eden Tayipgiller’i, 20
Mart günü Kızılay YKM önünde yaptığı basın açıklamasıyla protesto etti.
Dünyada ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermiş olan halkımızın çocukları, Mehmetçikler, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın ve Önderi Mustafa Kemal’in izini ve tozunu silmeye yeminli Tayyipgiller tarafından,
ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin iğrenç çıkarı uğruna kurban
ediliyorlar.
D
ünyada ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nı
vermiş olan halkımızın çocukları, Mehmetçikler, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın ve Önderi Mustafa Kemal’in izini ve tozunu silmeye yeminli Tayyipgiller tarafından,
ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin iğrenç
çıkarı uğruna kurban ediliyorlar.
“ABD Askerlerinin sağ salim ülkelerine
dönmeleri için dua eden”, Kanlı Zalimin “bütün ülkelere son 50 yıldır demokrasi götürdüğüne inanan”, Körfez Savaşı’nda Müslüman
Irak Halkının işini daha kısa sürede bitirmek
için Meclisten tezkerenin geçmesi için canhıraş
bir biçimde çalışan, Türk Ordusu’nun başına
çuval geçirilirken kılları kıpırdamayan Tayyipgiller’in ellerine bulaşmıştır 12 askerin kanı.
Tayyipgiller için, 12 askerimizin İşgalci Haçlı
Ordularının çıkarına kurban edilmeleri önemli
değildir. Tayyipgiller için önemli olan; “lağım
deliğinden aşağı süpürülmemek”, vurgunlarına
Tayipgiller’in 12 Askerimizi işgalci Haçlı Ordularının çıkarlarına
kurban edilmeleri Kurtuluş Partililer tarafından sloganlarla protesto
edildi.
Sık sık “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap
Verecek”, “Katil AB-D Ortadoğu’dan Defol.”, “Libya Halkı Yalnız
Değildir.”, “Gün Gelecek Devran Dönecek AB-D Halklara Hesap
Verecek.”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarını atarak AB-D
Emperyalistlerinin ve onun yerli işbirlikçisi satılmış Tayyipgiller’in
kanlı emelleri bir kez daha teşhir edildi.
bir süre daha devam edebilmektir. Bu yerli satılmışlarda insana dair bir kırıntı dahi kalmamıştır. O yüzden bunlarda insan sevgisi aramak, AB-D Emperyalistlerinin iğrenç çıkarlarına kurban edilen 12 askerimiz için üzülmelerini beklemek boşunadır. Halklarımızı daha
fazla kandırabilmek için şehit edebiyatı yaparak, timsah gözyaşı
dökerek ellerine bulaşan kanı şimdilik
gizlemeye çalışıyorlar. Ama boşuna, ellerine bulaşan kanı
hiçbir okyanusun suyu temizleyemeyecektir…
Tayyipgiller’in
ellerine Libya Önderliğinin kanları da
bulaşmıştır. Elinden
insan hakları ödülü
aldığı Kaddafi’yi,
AB-D Emperyalistlerinin emri doğrultusunda bir günde satmıştır Tayyipgiller. Libya
Önderi Kaddafi katledildiğinde sevinç naraları
atan Tayyipgiller’in kardeşlikten, insanlıktan,
vefa duygusundan, Müslümanlıktan ne anladıkları daha doğrusu anlamadıkları en somut
biçimde ortaya çıkmıştır. “Libya Halkına silah
doğrultmayacağız” diyerek esip gürleyen Tayyipgiller, kardeş Libya Halkına karşı emperyalist NATO’nun savaşına lojistik destek vermek
üzere Mehmetçikleri göndermiştir. Oysaki
1910’larda Mustafa Kemal ve geleceğin Kuvayimilliye komutanları şahsında, İtalyan işgali-
bu. Diğerleri de, Yazıcıoğlu da ölmemiş olabilir,
o yüzden bekleyelim ki soğuktan donarak ölsün.
Yani amaç, hasıl olmuş olsun, diyorlar.
Yani CIA böyle karmaşık işleri yapar, alçakça, acımadan yapar. Ve hainleri de böyle piyon
gibi kullanır…
Tabiî tüm bunları görebilmek bilimin işi.
Şimdi biz baştan beri diyoruz, bilimin görevi
önceden görmektir. Devrimci bilimin görevi bu.
Yol göstermek. Yolumuza ışık tutmak. İşte biz
bunları anında, olduğu anda, teorimizin gücüyle
tahlil edip, hiçbir önyargıya kapılmadan, hiçbir
duygusallığa düşmeden çözümledik. Çünkü diyalektik en önce bunu gerektirir. Her türlü önyargıdan uzak olacaksın. Sadece olayın aslı ne?
olduğu gibi onu görmeye, sebep-sonuç ilişkileri içinde kavramaya çalışacaksın. Biz
böyle bakınca, netçe görebiliyoruz. Ve ondan diyoruz, Türkiye’de Marksist-Leninist
bilimin tek temsilcisi, biricik devrimci hareket biziz, yoldaşlar.
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
ne karşı Ömer Muhtar önderliğinde direnen
Libyalıların yanında savaşmak için gönüllü
olarak Libya’ya gitmiş ve emperyalist işgale
karşı Libyalılarla omuz omuza savaşmıştık.
Bugün ise Tayyipgiller tarafından Mehmetçikler Müslüman kanı dökmek için işgalci Haçlı
Ordularının saflarında Ortadoğu’da savaştırılıyor. Ne acınılası ve içler acısı bir durum…
Bugün Suriye Önderliğine ve Halkına karşı
da aynı tutumu sergilemektedir Tayyipgiller.
Tayyipgiller daha dün “Kardeşim” dediği
Esad’ı da, AB-D Emperyalistlerinin emirleri
doğrultusunda satmış ve AB-D Emperyalistlerinin gönüllü tetikçiliğine soyunmuşlardır. ABD Emperyalistlerinin Suriye’de tetikçisi olmaya boylu boyunca dalan Tayyipgiller, ellerine
bulaşan kanlara şimdi de Suriye Halkının kanını eklemenin uğraşı içerisinde. Kanla besleniyorlar, kanla semiriyorlar. Suriye Halkına karşı
katliamlar yapan sözde “Özgür Suriye Ordusu”nu eğitebilmeleri ve daha da canavarlaşmaları için CIA ajanlarına ülkemizin topraklarını
açıyorlar Tayyipgiller.
Afganistan bugün AB-D kuklası Hamid
Karzai önderliğinde tam bir sömürgeye dönüştürülmüş bir ülkedir. Afganistan’da her gün onlarca Afgan insanı sapık AB-D askerleri tarafından katledilmekte, işkencelere uğramakta,
kadınlarına tecavüz edilmektedir. Sırf sadist
duygularını tatmin için çocukları, kadınları
katletmektedir ABD askerleri. Ne yazık ki, bu
işgalci ve sapık Haçlı Ordularına yardım ve yataklık eden Tayyipgiller yüzünden; halklarımızın ve ülkemizin, Birinci Kurtuluş Savaşı’yla
mazlum halklar nazarında kazandığı haklı saygınlık-hayranlık, giderek düşmanlığa dönüş-
Biz bu açıklamayı yapınca Hrant Dink
Cinayeti sonrasında, Sevrci Soytarı Sahte
Sol dediğimiz grup bize karşı birleşti ve bize sözde eleştiriler yönelttiler. Ama hiçbirinin ciddiyeti yok. Gerçekliği yok. Tutarlılığı
yok. Bugün de işte bir kez daha, bir belgeyle daha, ortaya koymuş olduk.
Bütün bunlar Türkiye’yi, hep söylediğimiz gibi, Yeni Sevr’e götürmek için.
Burada kitaplar, belgeler getirdim. Mesela Yunanistan’ın daha önceki Dışişleri Bakanı diyor ki; Türkiye’yi parça parça AB’ye
alabiliriz. Mesela İstanbul’u tek başına
AB’ye hemen alabiliriz, diyor arkadaşlar.
Avrupa Birliği Parlamentosu Başkanı da aynı şeyi söylüyor. Türkiye’yi parçalara bölerek Akdeniz’i, Ege’yi, İstanbul’u pekâlâ
AB’ye alabiliriz, diyor.
Bu ne demek?
Türkiye’yi parçalayarak yutmak demek. Yani parça parça Sevr’e götürmek demek Türkiye’yi… Bunu açıkça söylüyorlar artık.
Bu Sevrci Soytarılar, bize, “Sevr paranoyası
görüyorlar”, diye suçlamalar yönelttiler, arkadaşlar.
Ama Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan
ne dedi gençlere hitap ederken?
“Karabağ’ı biz aldık, Ağrı’yı size bırakıyoruz”, dedi, değil mi arkadaşlar.
Nedir bu?..
Tabiî onun dillendirdiği sadece Ağrı. Ama
onun gerisi var. Ama şimdilik o kadarını dillendiriyor. O kadarına izin var. Ve tek başına dillendirmiyor bunu. ABD’nin direktifiyle, artık
zamanı geldi, bunları söyleyebilirsin, dendiği
için söylüyor. Ve Fransa, bu soykırım yalanını
kabul etmeyenlere hapis cezası ve ağır para cezası veren yasayı o yüzden Meclisinden geçiriyor. ABD’yle anlaşmalı olarak geçiriyor. ABD
burada iyi polisi oynuyor. Fransa’ya, bunu sen
yap; kötü polis rolünü sen ortaya koy, diyor.
Bizimkiler ne yaptı?
Bekliyorlar değil mi, arkadaşlar…
Neymiş?
Anayasa mahkemesi reddedecekmiş vesaire…
Murat Bardakçı bile, yani böyle şeylerden
medet ummak mide bulandırıcı bir şey, diyor.
İğrenç bir şey, diyor. Artık tarihçiler araştırsın
meseleyi, şudur budur, bunlar geçti artık.
Adamlar bunların derdinde değil. Bunları düşündüğü, dinlediği filan yok. 2015’te Türkiye’den Tazminat ve Toprak talebine hazırlanıyorlar, diyor. Yani Soykırım diye ilan ettikleri
1915’in 100’üncü yıldönümünde buna hazırlanıyorlar. Artık tüm Batılılar ve diaspora ve Ermenistan bunun hazırlığı içerisinde, diyor.
Yani bizim ortaya koyduğumuz gerçeği, bugün burjuva tarihçisi, hiç solcu filan değil, antikomünist bir yazar biliyorsunuz Murat Bardakçı, arkadaşlar, o bile ortaya koyuyor.
Demek ki Türkiye adım adım Sevr’e sürükleniyor artık.
Buna karşı biz de Chavez ve Venezüella
Halkı gibi direneceğiz, arkadaşlar.
Ancak o zaman bu alçakları 1915’te Çanakkale’de ve Birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu
gibi yenebiliriz.
Bunu muhakkak yapmalıyız.
İnsanî sorumluluğumuz ve devrimci ahlâkımız ve devrimci ilkelerimiz bize bunu emrediyor. Bunu gerçekleştireceğiz!
Ordu Gençliği’mizle, Devrimci Geleneğe
sahip Ordu Gençliği’mizle, İşçi Sınıfımızla,
yoksul köylülüğümüzle, namuslu esnafımızla
ve Kürt Kardeşlerimizle el ele vererek bunu gerçekleştireceğiz. Demokratik Halk Devrimini zafere ulaştıracağız!
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
Venceremos!
(Alkışlar… Halkız Halklıyız Kazanacağız… Alkışlar… Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşı’mız… Alkışlar.)
Sait Kıran Yoldaş: Biz de Genel Başkanımız Nurullah Ankut Yoldaş’a bu ufuk açıcı,
coşkulu konuşmasından dolayı teşekkür ediyoruz.
Kurtuluş Partisi Yöneticileri Tekirdağ’da Açılan
“Emek Hırsızı ÖSYM” Davası’ndan Beraat Etti
Kamuoyunda “Şifre Skandalı” olarak
bilinen, geçen yıl yüz binlerce öğrencinin
sokaklara dökülmesine neden olan ve
Tayyipgiller iktidarının yüz karalarından
olan kopya olayı nedeniyle Tekirdağ’da
da öğrenciler sokağa dökülmüştü. Yapılan
bu eylem nedeniyle Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina ve yine
Kurtuluş Partisi yöneticileri Çağatay Döldöş ve Ethem Erten Kırk’a, “Kanuna Aykırı Toplantı
ve Gösteri
Yürüyüşleri
Düzenleme
ve Yönetme,
Bunların
Hareketlerine
Katılma”dan dava açılmıştı.
5 Mart
2012 tarihinde Tekirdağ
1.
Asliye
Ceza Mahkemesinde görülen davada, öncelikle sanıkların savunmaları alındı.
Sanıklardan Pınar Akbina, yapılan bu
eylemlerin çok haklı olduğunu, yaşanan
Şifre Skandalı nedeniyle günlerce Türkiye’nin dört bir yanında eylemler yapıldığını, bu süreçte 3 gencin intihar ettiğini ve
hiçbir yerde böyle bir dava açılmadığını;
sadece Tekirdağ’da böyle bir dava açıldığını belirtti. Ve bu davanın bir demokrasi
ayıbı olduğunu, gençliği susturmaya, sin-
mektedir. Tayyipgiller, 12 askerimizi de sırf
kendi çıkarları için bu işgalci Haçlı Ordularının
iğrenç çıkarlarına kurban vermişlerdir. AB-D
Emperyalistleri ve yerli satılmış Tayyipgiller
bunun hesabını bir gün mutlaka vereceklerdir.
Çünkü Halklar, eninde sonunda “Ey zalim!”, diyerek ayağa kalkacak ve çektikleri
acıların hesabını, acılar çektiren emperyalistlerden ve onların yerli uşaklarından mutlaka
soracaklardır.
O zaman hesap sorulacak askerlerimizi
AB-D Emperyalistlerine kurban olarak sunan-
dirmeye yönelik olduğunu belirtti.
Çağatay Döldöş ve Ethem Erten Kırk
da bu eylemin gayet haklı bir eylem olduğunu ve demokratik bir hakkın kullanımı
olduğunu belirttiler.
Sanık avukatları adına söz alan Av. Tacettin Çolak, Türkiye’nin hiçbir yerinde
böyle bir dava açılmazken Tekirdağ’da
açılmasının bilinçli olarak buradaki gençliğe gözdağı vermek olduğunu ve Öğrencilerin değil
Şifre Skandalı’nı gerçekleştirenlerin yargılanması gerektiğini belirterek, derhal Beraat
Kararı verilmesi gerektiğini belirtti.
Av. Ayhan Erkan
da, Tekirdağ’da Kurtuluş Partisi’ne yönelik özel
olarak baskı uygulanmaya çalışıldığını
belirterek, kalabalık bir eylem olmasına
rağmen üç Kurtuluş Partilinin özel olarak
seçilerek haklarında dava açıldığını söyledi.
Dava sonucunda Mahkeme üç Kurtuluş Partili hakkında Beraat Kararı verdi.
Tekirdağ’dan Kurtuluş Partililer
lardan.
O zaman hesap sorulacak Türk Ordusu’nun
başına çuval geçirenlerden, kardeş halkları birbirine düşman edenlerden.
O zaman sorulacak hesabı katliamların, sapıklıkların…
Ve bu büyük hesaplaşmadan sonra insanlık
bir daha bu acıları yaşamayacak. Çünkü insanlık tek bir sosyalist aile olacak! 20.03.20121
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
10
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi
“AB-D Emperyalistlerinin Suriye Saldırısı ve İşçi Sınıfımızın Görevleri” adlı Paneliyle
Bursa Kitap Fuarı’nda halkla buluştu
10
-18 Mart 2012 tarihleri arasında
gerçekleşen 10’uncu Bursa Kitap
Fuarı’na Derleniş Yayınları ve
Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak katıldık.
11 Mart 2012 tarihinde gerçekleştirdiğimiz “AB-D Emperyalistlerinin Suriye
Saldırısı ve İşçi Sınıfımızın Görevleri”
konulu panel etkinliğimiz ise büyük ilgiyle
karşılandı.
Panele konuşmacı olarak akliyat-İş
Sendikası Genel Başkanı ve DİSK Genel
Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve Halkın Kurtuluş Partisi
Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı
katıldı.
24-27 Aralık 2011 tarihinde DİSK heyeti olarak yaptıkları Suriye gezisi izlenimlerini aktaran Ali Rıza Küçükosmanoğlu
konuşmasında: Suriye konusunda, daha
önce Irak’ta, Libya’da olduğu gibi AB-D
Emperyalistlerinin güdümündeki medya
organlarının gerçeğe aykırı haberler yaptığını, Suriye Halkının çoğunluğunun emperyalist saldırganlığın ve komplonun farkında olduğunu belirtti.
Gürdal Çıngı ise; Suriye ve Ortadoğu’daki Emperyalist saldırganlığın tarihsel
sürecini aktardığı paneldeki konuşmasında; AB-D Emperyalistlerinin Yugoslavya,
rasyonu. Sınıf temelinde yerli-yabancı sermayelere karşı İşçi Sınıfı mücadelesi vermek için,
sermaye düzeninin egemenliğine son vermek
amacıyla bir araya gelen, dünyanın değişik ülkelerinin oluşturmuş olduğu bir işçi konfederasyonu. Yani emperyalist ülkelerin güdümündeki
Avrupa Sendikalar Konfederasyonu gibi sendikalardan farklı bir şekilde, dünya çapında, sınıf
mücadelesi temelinde örgütlenen bir konfederasyon.
Bu Konfederasyon’un davetlisi olarak gittik.
İşin ilginci, bize orada söylenen, bu daveti başta Arap ülkeleri olmak üzere, birçok ülkedeki
sendikalara yapmışlar, ancak bu davete icabet
eden sadece Türkiye’den DİSK olmuş. Yani bunu da ayrıca belirtmek istiyorum.
Biz giderken aslında kendi aramızda da tartıştık; Suriye çok karışık, yani aslında böyle bir
karışık ortamda Suriye’ye gitmek ne kadar doğru ne kadar yanlış diye. İşte dost bazı çevrelerden böyle karışık bir ortamda Suriye’ye gitmenin bir gereği yok diyenler de
oldu. Çünkü basında, televizyonlarda gösterilen bir Suriye
resmi var, Suriye fotoğrafı
var. Biz buna rağmen gerçekten içinde bulunduğumuz koşullarda Emperyalizmin, gerek Ortadoğu’da gerek tüm
dünyada, başını ABD Emperyalizminin çektiği bir emperyalist cephenin dünya halklarına yönelik saldırganlığı karşısında dünya ezilen halklarıyla birlikte olmanın, işçilerle birlikte olmanın bir işçi
konfederasyonu
olan
DİSK’in de sorumlulukları
arasında olduğunu düşünerek
bu davete icabet ettik ve gitmeye karar verdik.
Biz iki kişilik bir heyet olarak gittik.
Son derece konukseverdiler. İki günlük süre
içerisinde gerek Şam gerekse Şam’ın yakınındaki Golan Tepeleri’ne gittik. İsrail Siyonizmi’nin işgali altındaki bölgelere gittik, Birleşmiş Milletler gözetiminde kalan bölgelerden
geçtik. O tarihlerde gittiğimiz yerlerde herhangi
bir şekilde bir denetim noktasından, polis gözetiminden geçmedik. Sadece bir defa, Birleşmiş
Milletler denetiminin olduğu bir bölgede durdular bizi.
Konvoy şeklinde gidiyorduk. Orada durdurdular, orada ancak bir kontrolden geçtik. Onun
dışında herhangi bir özellik olmaksızın, normal
bir şekilde seyahat ettik. Şam, Suriye’nin en büyük şehridir, aynı zamanda başkentidir. Herhangi bir şekilde olağanüstü bir duruma tanık olmadık. Görüşmelerimiz oldu. Suriye İşçi Konfederasyonu’na bağlı birkaç sendikayla toplantılara
katıldık. Söylemişlerdi, daha önceden düzenlenmiş olan programlanmış olan toplantılara katıldık.
Şam’da 50-60 kişinin katıldığı bir toplantıya
katıldık, daha sonra yine Suriye İşçi Konfederasyonu ve buna bağlı sendikalarla ortak görüşmelerimiz oldu, toplantılarımız oldu. Gerçekten
orada yaşananlar yani Suriye’de bizim gördüklerimiz, yaşadıklarımız medyada bize gösterilen
gibi değil. Suriye ve Şam’ın değişik mahallelerine gittik. Şam’ın en dış mahallerinden iç taraflarına kadar büyük çevreyi kapsayan; banliyölere, sıradan halkın oturduğu yerlere gittik. Oralarda da herhangi bir olağanüstülükle karşılaşmadık. Biz gitmeden birkaç gün önce yalnız bir
intihar saldırısı olmuştu, 40 kişi yaşamını yitirmişti Şam’da. Bu, tamamen Esad’a karşı olan
güçler tarafından hazırlanmış bir intihar saldırısıydı.
Bir de gösteri olarak sadece bir gösteriye tanık olduk. O da bir akşamüstü bir izci grubunun
Suriye’de emperyalist saldırganlığı ve komployu teşhir eden gösterisiydi. Bu süre içerisinde
tabiî bize de sordukları; Türkiye’de daha önce
AKP’nin ve hükümetin Suriye’ye karşı bir desteği vardı. Neredeyse ortak kabine toplantıları,
bakanlar kurulu toplantıları yapacak şekilde
ilişkiler gelişmişti. Biz AKP Hükümeti’nin Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu süreçte bize karşı
olan tutumunu anlayamadık, yani bu neden böyle merak ettik diye, soruldu.
Suriye aslında kendine özgü bir yönetim
şekli olan bir ülke, bağımsız bir ülke. IMF ve
Dünya Bankası ile herhangi bir şekilde ilişkisi
yok, Emperyalist Batılı ülkere tek kuruş borcu
yok. IMF ve Dünya Bankası’nın reçetelerini
reddetmiş. Kendi ekonomi politikasını, kendi
dış politikasını kendisi belirleyen bir ülke.
O bakımdan, özellikle bu “One Minute” meselesi ve Mavi Marmara olayından kaynaklı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye konusundaki tavırlarını anlayamadıklarını söylediler
bizlere. Biz de onlara hükümetin sınıfsal yapısını yani Recep Tayyip Erdoğan’ın bu tür ikili yapısının bizim açımızdan şaşırtıcı olmadığını,
çünkü Libya’da da benzer tavır aldığını anlattık.
Tayyip Libya’da da önce; “Yahu,
NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedi, sonra,
hemen çok kısa bir süre sonra, dönüş yaptı aniden. Burada da aynı şekilde davranıyor. Bizim
açımızdan şaşırtıcı bir durum yok. Çünkü Tayyip’in, iktidarını ABD Emperyalizmine ve Av-
Emperyalist komploya karşı Suriye Halkıyla dayanışmalıyız
Yönetici Gülistan Çelik:
Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi
olarak düzenlemiş olduğumuz “ABD-AB Emperyalistlerinin Suriye Saldırısı ve İşçi Sınıfımızın Görevleri” panelimize hepiniz hoş geldiniz.
Ben panelistlere sözü vermeden önce bir iki
konuda duyuru yapmak istiyorum.
Birincisi, biliyorsunuz 8 Mart Dünya
Emekçi Kadınlar Günü. Bundan 155 yıl önce
Amerikalı dokuma işçisi kadınların, yoğun çalışma koşullarına karşı mücadele bayrağını yükselterek mücadele başlattıkları bir yıldı ve bunu
Parababaları kanla bastırdılar. 129 Kadın işçiyi
yakarak katlettiler. Bundan 155 yıl önce yakılan
bu ateş, bu mücadele ateşi bugün ülkemizde, ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürmek isteyen
Şeriatçılara karşı bir bayrak olmaya, bize yol
göstermeye devam ediyor. Ben bu vesileyle tüm
emekçi kadınlarımızın 8 Mart Dünya Emekçi
Kadınlar Gününü kutluyorum.
(Alkışlar…)
Özellikle 8 Mart’ın mücadele ruhuna ihtiyaç
duyduğumuz şu günlerde, biliyorsunuz, AKP
iktidarı, dindar-kindar gençlik yetiştireceğiz, diyorlar. 4+4+4 ile eğitim sistemi dayatmasıyla
özellikle kız çocukları daha çok mağdur olacaklardır. Çocuk gelinlerin, çocuk işçilerin sayısı
daha da artacaktır. Biz Kurtuluş Partisi olarak
bunun karşısındayız ve her türlü yolla mücadelemizi de yürüteceğiz.
Bir duyuru daha yapmak istiyorum. Biz
Kurtuluş Partisi olarak, 18 Mart Çanakkale Zaferinin 97’nci Yıldönümü dolayısıyla, bundan
önce olduğu gibi, bu sene de Çanakkale Zaferinin Yıldönümü olan 18 Mart’ta Bursa İl Örgütü
olarak Çanakkale’ye gidiyoruz. Biliyorsunuz
Çanakkale Zaferi tüm mazlum ulusların emperyalizme karşı kazanmış olduğu ilk başarıdır. Bu
anlamıyla sizleri de Kurtuluş Partisi olarak aramızda görmek isteriz.
Biliyorsunuz emperyalistler özellikle petrol
için gitmiş oldukları Ortadoğu’yu kan gölüne
çevirdiler. Bundan önceki yapmış oldukları saldırılardan, işgallerden sonra şimdi de sırada Suriye var. Suriye’de yaşananların, Suriye’de
olanların boyalı basının anlattığı gibi olmadığını bizler biliyoruz. Bu anlamda DİSK heyeti
olarak Suriye’ye giden, oradaki olayların canlı
tanığı olan DİSK Genel Başkan Yardımcısı, aynı zamanda Nakliyat-İş Sendikası’nın Genel
Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu izlenimlerini bizlere anlatacaklar, bizlerle paylaşacaklar;
ben sözü Ali Rıza Başkan’a veriyorum.
DİSK Genel Başkan
Yardımcısı ve Nakliyat-İş
Sendikası Genel Başkanı Ali
Rıza Küçükosmanoğlu’nun
konuşması
Değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum,
Burada sizlerle birlikte olmak ve emperyalizmin Ortadoğu’ya ve Suriye’ye yönelik komploları, saldırganlığıyla ilgili düzenlenmiş bulunan, Derleniş Yayınları tarafından düzenlenmiş
bulunan, böylesi bir toplantıda birlikte olmaktan
mutluluk duyduğumu belirterek sözlerime başlamak istiyorum. Zamanımızın sınırlı olduğunu
da düşünerek, Suriye’ye gittiğimizde yaşadıklarımızdan başlayıp daha sonra değerlendirmelerde bulunmak istiyorum.
24-27 Aralık tarihleri arasında Suriye İşçi
Konfederasyonu’nun davetlisi olarak Suriye’ye 2 kişilik bir DİSK Heyeti olarak gittik.
Suriye İşçi Sendikaları Konfederasyonu,
Dünya Sendikalar Konfederasyonu üyesi aynı
zamanda. Suriye Sendikaları Konfederasyonu
Genel Başkanı Şaban Aziz, Dünya Sendikalar
Konfederasyonu’nun da Genel Başkanlığını yürütüyor.
Dünya Sendikalar Konfederasyonu, tüm
dünya çapında 80 milyon üyesi bulunan bir işçi
konfederasyonu, uluslararası bir işçi konfede-
rupa Birliği Emperyalizmine borçlu olduğunu,
AKP politikasının tamamen CIA ve ABD projesi olduğunu, onlarla uyum içerisinde bir politika
olduğunu ve şu anda da Suriye’de olup biten
karşısında ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin çıkarlarına uygun emperyalist saldırganlığın ve
emperyalist komplonun bir parçası olarak görev
yaptığını anlattık. O dönemdeki, “One Minute”
ve Mavi Marmara’daki, almış olduğu tutumun
da ikiyüzlü bir tutum olduğunu anlattık, anlatmaya çalıştık.
Yani orada sıradan halkın bizlere karşı herhangi bir karşı tavrı yoktu. CNN tarafından
özellikle gösterilen Suriye’de bir Emeviler
Meydanı var. Abbasiler Meydanı var, Emeviler
Camii var. Büyük gösterilerin olduğu söylenen
bu meydanlarda gezdik. Zaten, mesela normal
günlerde de belli kalabalıkta; binlerce insanın
her an var olduğu meydanlar. Mesela Bursa’dan
benzetme yaparsak, heykelde Cumartesi-Pazar
günü insanların kalabalık şekilde gezdiğini düşünün. Böyle kalabalık bir durum var. Orayı tabiî CNN öyle bir gösteriyor ki sanki orada bir
protesto gösterisi yapılıyormuş gibi izlenimi yaratıyor. Halbuki hiç alakası yok. Dediğimiz gibi,
yaptığımız görüşmelerden çıkardığımız sonuç;
emperyalist saldırıya karşı emperyalist komplonun farkında, Suriye Halkının büyük çoğunluğu.
Ama emperyalist kışkırtmalar sonucunda
özellikle Suriye ve Ürdün sınırındaki illerde birtakım olayların geliştiği de ortada. Ama bunlar
tamamen CIA ve diğer emperyalist güçler tarafından, gizli servisler tarafından geliştirilen
olaylar, yaratılmaya çalışılan olaylar.
Aslında elbette Esad’a karşı birtakım muhalif unsurlar var, doğal olarak var, yıllardan beri
iktidarda olduğu için. Ama o muhaliflerin çoğunluğu da (sol muhalefetler de var) emperyalist komplonun farkındalar. Çünkü Suriye meselesi, bir yandan Ortadoğu ve Filistin meselesinden ayrı düşünülemez. Filistin meselesi bildiğimiz gibi bir petrol meselesi.
Suriye, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin Ortadoğu’daki politikalarına İran’la beraber karşı
duran iki ülkeden biri. Yani emperyalizm tarafından, ABD ve AB Emperyalizmi tarafından,
teslim alınamayan, Emperyalistler politikaların
uygulanmasına direnç noktası oluşturan, karşı
koyan ülkelerden biri Suriye. İsrail Siyonizmi’ne karşı Filistin davasında Filistin Direnişi-
Irak, Libya örneklerinde olduğu gibi Suriye’yi de küçük devletçiklere ayırmak hedefinde olduklarını, Suriye’de gerçekleşen
saldırıların emperyalist istihbarat örgütlerince planlanarak sağlanan silah yardımlarıyla gerçekleştirildiğini belirtti.
Panel sonunda standımızda Kurtuluş
Partili Yoldaşlarımız ve soruları olan halkımızdan insanlarla yapılan sohbetle etkinliğimiz sona erdi.
nin merkezi aynı zamanda. Suriye halkı, aynı
zamanda orada Filistin Direnişinin güçlerinden
olan Hizbullah’a ve lideri Nasrallah’a karşı da
bir sempati besliyor. Birçok yerde Hafız Esad’la
Nasrallah’ın afişlerde, resimlerde birlikte olduğunu gördük, tanık olduk.
Şimdi yalnız, olan bitenlerle ilgili hepimizin
bildiği gibi, bizlere gösterilen, Suriye ve dünya
halklarına gösterilen, Türkiye’de ve dünyada
gösterilen Suriye, tamamen CNN ve El Cezire
gibi CIA ve ABD’nin, Batılı ülkelerin haber
kaynaklarının gösterdiği Suriye’dir. Birkaç yıldan beri Emperyalistlerce yaratılmaya çalışılan
bir “halk hareketi” düşü var. Arap Baharı denilen, aslında bir halk hareketi olmasına rağmen
örgütlü bir halk hareketi olmadığı için emperyalizme ve Batının çıkarlarına hizmet eder duruma
gelen, bir halk hareketi var, Arap dünyasında.
Suriye’de de bunu yapmaya çalıştılar ama şu
ana kadar Suriye’de bunu başarabilmiş değiller.
Özellikle 1991’lerden sonra hepimizin bildiği gibi iletişim düzeni, Amerikan Emperyalizminin ve çok uluslu sermayenin operasyonlarına zemin hazırlamak üzere inşa edilmeye başlandı. İletişim araçları haber
vermek yerine kamuoyunu
yönlendirme, kamuoyunu oluşturma araçlarına dönüştürüldü.
Şimdi en son olan bitenlerle ilgili olarak Yurt gazetesinden
bir haber okumak istiyorum.
“Batının Suriye yalanı ortaya çıktı. C, BBC, SKY
EWS gibi kanalların Suriye’deki muhabiri Dayem’in
yüzlerce kişinin öldüğünü
söylediği haberlerinin mizansen olduğu, konuşmaya başlamadan önce etrafındakilere
ateş edin dediği ortaya çıktı.
“2003 yılında Irak’a müdahale edebilmek için sahte
nükleer tesis fotoğraflarını Birleşmiş Milletlere gösteren ABD Savunma Bakanı Colin
Powell’in bu görüntüleri batı basınına saçacağı manşet olmuştu. İşgal başarıya ulaştıktan sonra bu fotoğrafların uydurma olduğunu kendileri de kabul etmişlerdi. Şimdi de
batı medyasının Suriye ile ilgili uydurma haberlerini olay yerinde bağlanarak haber veren Dayem’in yüzlerce kişi öldüğü haberlerinin nasıl bir palavra olduğu görüntüsüyle ortaya çıktı.
“Yayına giriyoruz ateş edin.
“Suriye’de yayın yapan El Dünya kanalı
ise Dayem’in batının Suriye’ye müdahalede
bahane olarak kullandığı haberlerin palavra
olduğunu ortaya çıkardı. Kısa sürede sosyal
paylaşım ağlarına düşen video büyük bir tartışma yarattı. Suriye televizyon kanalının yayınladığı videoda, Dayem’in C ile canlı
bağlantı yapmadan önce etrafındakilere silahlarını ateşlemeleri gerektiğini söylediği
görünüyor. Gayet sakin ve rahat bir ortamda
gözlenen videodaki kişi canlı yayın bağlantısı
sırasında son iki saatte yüzlerce kişinin öldüğünü iddia ediyor.
“Bunlar nasıl ele geçti?
“Görüntülerin ardından zan altında kalan C Dayem’i canlı yayına çıkararak videodaki iddiaları sordu. Anderson Cooper’ın
programına konuk olan Dayem, kendisine
çatışma efekti sağlamak için birlerine ateş etmelerini söylediklerini belirtiyor.”
Yani çok açık bir şekilde bir palavra haber
ortaya çıkmış oluyor. Aynı yalanı hepimizin bildiği gibi emperyalistler Romanya’da Çavuşesku
döneminde yaptılar. Çavuşesku sonuna kadar
direnen sosyalist bir liderdi. Orada da, Romanya’da toplu mezarlar gösterdiler. Kemik yığınları, insan kemikleri gösterdiler, daha sonra bu kemiklerin tümden düzmece olduğu ortaya çıktı.
Yani bunların mezarlardan toplanan kemikler
olduğu ortaya çıktı.
Yine Birinci Körfez Savaşı sırasında, yaşları belirli düzeyde olanlarımız hatırlarlar, Birinci
Körfez Savaşı’ndan önce de ABD benzer propagandayı yapmıştı. Orada ne yaptı? Martıları
gösterdi, petrolün içerisinden geçen, ölen martıları gösterdiler. Yani bunun sorumlusu Saddam’mış gibi gösterdiler. Daha sonra bunun tümünün aslında Mobil Extur şirketinin çevre felaketine yol açtığı manzaranın resimleri olduğu
Fuar süresince standımızı ziyaret eden
okurlarımız hem kitaplarımızdan aldılar
hem de güncel olaylara ilişkin görüş alışverişinde bulundular.
Standımız, her yıl olduğu gibi en politik
stanttı.
Bu Fuar da bize doğru yolda olduğumuzu bir kez daha gösterdi.
Bursa’dan Kurtuluş Partililer
ortaya çıktı. Kendi yarattıkları felaketin resimlerini Saddam’ın yarattığı felaketmiş gibi gösterdiler o dönemlerde, 1991’in İlk Körfez Savaşı döneminde. Her televizyonu açtığımızda o
görüntüleri gösterdiler.
Yani burada çok açık olan bir şey var gerçekten. CNN ve El Cezire merkezli emperyalistlerin denetimindeki medya şirketleri Suriye’de olan biteni kendi çıkarları açısından gösteriyorlar ve onun üzerinden Suriye’de bir müdahalenin zeminini oluşturmaya çalışıyorlar. Bu
emperyalist saldırganlığa, bu emperyalist komploya karşı elbette bizlerin Suriye işçi ve emekçileriyle dayanışma içerisinde olması gerekiyor.
Çünkü, düşünebiliyor musunuz yani bir yıla
yakın zamandan beri Suriye Halkının Esad’a
başkaldırdığını söylüyorlar. Suriye nüfusu 22
milyon. Suriye’nin aslında bir etnik yapısal
kimlik olarak farklı kültürlerden de oluşan bir
yapısı var. 2009 sayımına göre 22 milyon nüfusu var.
Bunun % 70-80 oranındaki kısmı Arap nüfusu, % 8-10 civarında Kürt nüfusu var, Ermeni
nüfusu var % 3 civarında, %4 civarında da Türk
nüfusu olduğu söyleniyor, belirtiliyor. En son
yapılan incelemeler neticesinde ortaya çıkan
tablo bu. % 70-80’i Sünni, % 14’ü Nusayri ve
Hıristiyanlar var, Dürzîler var.
Yani mezhepsel olarak da böyle bir mozaik
kimliği olmasına rağmen değişik mezhep mensupları emperyalist saldırganlara karşı bir bütün
olarak şu anda mücadele ediyor. Emperyalistler,
özellikle uluslararası planda Rusya ve Çin’in
emperyalist komploya karşı tavrı sonucunda, şu
an istedikleri gibi yol alabilmiş değiller. Burada
gerçekten bizlerin bu CIA merkezli bilgiler yerine gerçek bilgi kaynaklarına ulaşarak bunlar
üzerinden Suriye işçileri, Suriye emekçileri, Ortadoğu halklarıyla dayanışma içerisinde bulunmamız gerekiyor.
Bir diğer gözlemimiz de şu oldu. Suriye’den
döndükten sonra DİSK’te bir basın toplantısı
yaptık. DİSK’teki basın toplantısında Cihan Haber Ajansı, Zaman Gazetesi’nden üç tane muhabir geldi ve kendileri de bir takım sorular sordular, Suriye’de olan bitenlerle ilgili olarak. İçten
söylüyorum bir tek kelimesine bile inanmadım,
Çünkü Cihan Haber Ajansı bildiğimiz gibi oradaki emperyalist saldırganlığı ve komployu destekleyen bir tutum içerisinde. Yani Esad’a karşı
olan, emperyalistlerin güdümündeki hareketi
destekleyen bir pozisyonda.
Kaldı ki belirtmemiz gereken bir diğer konu
da “Suriye Ulusal Konseyi”nin Başkanı Burhan
Galyun denilen bir Emperyalist uşağı var. Türkiye’de de geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Utku Çakıröz ile
söyleşisinde Suriye’deki Arap Baharı’nın tatile
girdiğini söylüyor, yani bir umutsuzluğu da var
aslında.
Çünkü istedikleri gibi yol alabilmiş durumda değiller. Dediğim gibi gerçekten Suriye halkıyla dayanışma içerisinde bulunmak; aynı zamanda AKP’ye karşı kendi ülkemizdeki muhalefeti de güçlendirmek zorundayız. Çünkü Suriye ile bizim tarihsel bağımız da var. Suriye’de
şu an olan bitenlere karşı sessiz kalmak yarın bir
gün herhangi bir ülkedeki bağımsız bir toplumsal gelişmeye karşı da oluşacak bir emperyalist
saldırı karşısında emperyalist saldırganla ortak
olmak demektir bir anlamıyla.
Çünkü Suriye emperyalizme karşı bağımsızlığını koruyabilen Ortadoğu’daki iki ülkeden bir
tanesi. Bir tanesi İran, bir tanesi de demin söylediğim gibi Suriye’dir. Buradan hareketle emperyalistlerin amacı Suriye’yi de parçalamaktır.
Irak’ta yaratılan tablo ortada, Libya’da yaratılan
tablo ortada ve Suriye’yi de kendi denetimlerinde birkaç parçaya bölerek Ortadoğu’daki petrol
ve Kafkaslardaki doğal gaz kaynaklarına, doğal
kaynaklara el koymak istiyorlar. Kendi güdümlerinde yeni kukla ülkeler ortaya çıkarmaktır.
Nasıl Yugoslavya’yı yediye parçaladılar, buradaki hesap da budur. Bundan dolayı da bizlere
düşen görev bu tür emperyalist dayatmalara karşı, emperyalist komplolara karşı ezilen ve sömürülen halkların yanında olmaktır.
Yani tarihsel süreç içerisinde zaman zaman
egemenler, zalimler ve zulüm edenler geçici başarılar elde etmiş olsalar bile tarih çok açık bir
şekilde ezilen ve sömürülen halklarla beraber
11
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
olacaktır. Yani tarihte son sözü direnen halklar
söyleyecektir.
Ezilen İşçi Sınıfı ve ezilen halkların yaratacağı bir dünyada halklar bir bütün olarak kardeş
olacaklardır. Bu tür emperyalist yağma ve saldırılara karşı da bize düşen görev, bu mücadeleyi
hep beraber örgütleyerek bu mücadele içerisinde yer almaktır.
Önümüzdeki günlerde, diğer konfederasyonlar da önerdi, KESK, TMMOB ve TTB de
önerdi, bir kez daha bir heyet olarak Suriye’ye
gitmeyi planlıyoruz. Tekrardan Suriye Halkı ve
Suriye İşçileriyle birlikte emperyalist komploya
karşı sesimizi yükselteceğiz.
Biliyoruz, Avrupa Birliği de Suriye’ye karşı
ABD Emperyalizmiyle beraber şu anda. Saflar
çok açık biçimde netleşmiş durumda. Bir tarafta İsrail Siyonizmi, bir tarafta ABD Emperyalizmi, Avrupa Birliği Emperyalistleri ve diğer
emperyalist güçler.
Ve diğer tarafta da Suriye’nin yanında kim
var?
Kayıtsız bir şekilde Suriye’nin yanında Chavez var, Venezüella Halkı var, Küba var, İran
var ve diğer ezilen ve sömürülen halklar var…
Ben;
Yaşasın Halkların Kardeşliği,
Yaşasın İşçi Sınıfının Birliği diyerek,
Tarihte kazananın, ezilen ve sömürülen
halklar olduğunu söyleyerek sözlerimi tamamlıyorum. Teşekkür ediyorum.
(Alkışlar…)
Yönetici Gülistan Çelik:
Ali Başkan’a çok teşekkür ediyoruz. Ben sunum yaparken Ali Başkan’ı tanıtmakta eksik
kaldım. Gerçekten ülkemizde İşçi Sınıfının gerçek anlamda İşgallerine, Grevlerine, Direnişlerine başkanlık yapan, önderliğini yapan; ülkemizde 1 Mayıs’ın resmi tatil olması ve Taksim
Meydanı’nın kazanılmasında büyük emekleri
olan, 2009 yılında boyalı basın tarafından, Parababaları medyası tarafından bile, hakkı teslim
edilmek zorunda kalınarak yani bileği hakkına
“Yılın Emekçisi” seçilen Ali Başkan’a çok teşekkür ediyoruz. Sadece ülkemizde değil dünya
halklarıyla da dayanışmada örnek oldukları için
ve bunu bizimle paylaştıkları için teşekkür ediyoruz. Şimdi ben sözü Halkın Kurtuluş Partisi
Merkez Komite Üyesi Sayın Gürdal Çıngı’ya
bırakıyorum.
Halkın Kurtuluş Partisi
Başkanlık Kurulu Üyesi
Gürdal Çıngı’nın konuşması
Değerli kardeşler,
Öncelikle sayın Başkan’a bu güzel sunumu
ve bizleri somutça bilgilendirdiği için teşekkür
etmek istiyorum. Emperyalist basın, Parababaları basını, tersi düze çevirmekte, yanlışı doğru
gibi göstermekte on yılların verdiği deneyimiyle çok başarılıdır. Ve çağımız, bir deyişle iletişim çağı. Dolayısıyla bu iletişim çağında bu aracı, iletişim aracını kullanarak bizlerin, kitlelerin
kandırılmasında çok önemli bir rol oynuyor, Parababaları.
Ali Başkan bu gözlemlerini bizlere somutça
anlattı. Kısaca ona bir ek yapmak isterim. Dün
Bursa’ya gelmeden önce televizyonda, NTV’de
bir program izledim, yani bir 5 dakika kadar izledim. NTV’nin bir muhabiri, bir programcısı
Suriye’den canlı yayın yapıyordu ve insanlarla
konuşuyordu. Konuştuğu insanların, benim dinlediğim bölümde, aşağı yukarı 10 kişiden 8 tanesi, Suriye’ de herhangi bir sorun olmadığını,
insanların işinde gücünde olduğunu, normal çalışma ile günlük yaşantılarına devam ettiklerini
ve emperyalist basının olayları abarttığını, kitleleri kandırdığını söylüyordu. Sadece bir kişi
baskı altındayız, zulüm görüyoruz, dedi. Bir kadın. Ama onun dışındaki 7-8 kişi aynı şeyleri
söyledi. Yani ben bunu, tarafsız bir basın muhabiri kameraları halka tuttuğunda ve tespitleri
sansür edilmediğinde ya da montajlamayla tersyüz edilmediğinde Suriye’deki gerçeklerin bize
anlatılanların tam tersi olduğunu gösteren bir
örnek olarak değerlendirdim, Ali Rıza Başkan’ın anlattıklarına ek olarak.
Ben kendi açımdan konuyu değerlendirirsem, arkadaşlar. Suriye sorunu Ortadoğu Sorunudur. Ortadoğu Sorunu’nun can damarı ise Büyük Ortadoğu Projesi ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi diye adlandırılan Projeyle Kuzey
Afrika’dan, Ortadoğu ve Kafkaslar’a kadar bölgeyi kapsayan bir coğrafyanın, ABD Emperyalistleri tarafından yeniden dizayn edilmesi, yeniden şekillendirilmesi ve yeni devletçikler yaratılması sürecidir.
ABD Emperyalistleri on yıllardır dünya
halklarını bölüyorlar. Bundan 100 yıl kadar önce, 1914’lerde, 1915’lerde yaşanan Birinci Emperyalist Evren Savaşı, görünürde Almanya,
Avusturya-Macaristan İmparatorluğuyla, Fransız, İngiliz Emperyalistleri ve sonrasında İtalya,
Japonya ve ABD Emperyalistleri arasında bir
savaştı. Ve Osmanlı o savaşa sonradan dahil oldu. Ve Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu saflarında yer aldı bildiğimiz gibi. Savaş
Batıda başladı Avrupa’da başladı. Alman Emperyalizmi Avrupa’nın birçok ülkesini ele geçir-
di ve sonrasında savaşın yönü Ortadoğu’ya döndü. Osmanlıya döndü.
Ve bütün tarihçilerin, değişik görüşteki bütün tarihçilerin, ister burjuva tarihçisi olsun ister
sosyalist tarihçiler olsun hangi tarihçi olursa olsun aşağı yukarı ortaklaştıkları bir nokta vardır
ki, 1. Emperyalist Evren Savaşı, esasta Osmanlı’nın parçalanması, yağmalanması, talan edilmesi savaşıdır. Bu paylaşımdan aslan payını
kapma savaşıdır. Bu gerçeği görmezsek bugünkü Ortadoğu’yu ve Suriye olaylarını kavramamız mümkün değildir.
Bildiğimiz gibi o tarihlerde üzerinde güneş
batmayan
imparatorluk
İngiliz
İmparatorluğu’ydu. Ve o imparatorluk dünyayı
şekillendiriyordu. Kendisine yeni sömürü alanları yaratmak, dünyanın yerüstü ve yeraltı servetlerini yağmalamak için projeler ve planlar
gerçekleştiriyordu. Adı üstünde 1. Emperyalist
Evren Savaş’ı da emperyalist güçlerin dünyayı
yağmalama ve dünyanın yer altı ve yerüstü servetlerini yeniden paylaşma, güçlerini ve coğrafyalarını; işgalleri altındaki bölgeleri çoğaltma
savaşıydı.
Ve bu savaşta kurban, o an için Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Ve o savaş Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ve sonuçta
Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle, İtilaf
Devletleri diye adlandırılan Fransız, İngiliz Emperyalistleri başta olmak üzere İtalya, ABD ve
Japonya Emperyalistlerinin zaferleriyle sonuçlandı. Ve daha Osmanlı yenilmeden, savaş daha
sonuçlanmadan 1916 yılında Sykes-Picot Antlaşması diye adlandırılan bir antlaşmayla (ki şu
kitapta da, David Fromkin’nin “Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu asıl Yaratıldı?
1914- 1922” adlı kitabında da ayrıntılıca, didaktik bir şekilde aktarıldığı gibi ve diğer tarih
kitaplarının tamamında da anlatıldığı gibi), daha
1916 Mayıs’ında Sykes-Picot Antlaşmasıyla
Ortadoğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer
toprakları kağıt üzerinde, masa üzerinde paylaşılmış durumdaydı.
Ve Sykes-Picot (Sykes İngiliz diplomatı, Picot Fransız diplomatı) oturmuşlar masa başında
cetvelle sınırlar çizerek Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını Ortadoğu’dan Kafkaslara
paylaşmışlar, çizmişler ve yeni devletler yaratmışlardı, arkadaşlar. Ve o savaş, kurban olan
Osmanlı’nın bütün topraklarının, hâkimiyeti altındaki bütün topraklarının emperyalistler tarafından paylaşılması sonucunu doğurdu.
Biz devrimciyiz, işgaller, ilhaklar devrimcilerin işi değildir. Biz Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını sonuna kadar savunuruz. Ama
ne yazık ki bu savaşta Osmanlı’dan kopan halklar, Osmanlı’dan kopan uluslar gerçek anlamda
ulusların kendi kaderlerini tayın hakkını gerçekleştirmek için, kendi öz güçleriyle mücadeleye
atılmış değillerdi. Sadece emperyalistlerin, o
zamanki İngiliz Sterlini ve İngiliz altınıyla satın
alınmış yerel önderleri, kendilerine küçük devletçikler küçük ülkeler yaratma peşindeydiler.
Ve bu küçük hesaplarla emperyalistlerin tuzaklarına düşmüş durumdaydılar. Sykes-Picot Antlaşması hayata geçti. Sadece savaşın değişen
şartlarında İngilizler, Fransızlara daha az bir
bölgeyi vermek ve özellikle Musul’u ve Filistin’i kendi hâkimiyetleri altına almak istediler.
Ve paylaşım tekrar yapıldı; oturuldu Fransız
Başbakanı Clemenceau’yla İngiliz Başbakanı
oturdular ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirdiler.
Ve o şekillendirmenin içerisinde de Suriye,
Fransa’nın payına düştü, Anadolu’daki Kilikya
diye adlandırılan bölgenin tamamıyla birlikte,
arkadaşlar. Ve bildiğiniz gibi Mondros Ateşkes
Antlaşması’ndan sonra özellikle 7. maddesinin
çok esnek ve istedikleri anda bütün Anadolu’yu
işgal şeklinde düzenlenmiş maddesiyle Anadolu
toprakları başta Mersin, Adana, Maraş, Urfa olmak üzere bütün bu bölgeler Fransa’nın payına
düştü. İngilizler kısa bir süre, birkaç ay içinde,
hepimiz de biliyoruz, hatırlıyoruz, geldiler bu
bölgelere. Antep, Urfa, Maraş’a İngilizler geldiler ama akabinde İngilizler bölgeyi boşalttılar,
kendi güçlerini Musul’a çektiler. Fransa’ya bıraktılar toprakları, İskenderun, Hatay ve Suriye
başta olmak üzere.
Yani 1. Emperyalist Evren Savaşı sonucunda Osmanlı toprakları kapanın elinde kaldı. Daha doğrusu yağmadan aslan payını Fransız ve
İngiliz Emperyalistleri aldı. Ve bildiğimiz gibi,
İtalyanlar savaşa sonradan katılmış olmalarına
rağmen, Antalya’dan başlayarak Muğla’ya,
Konya’ya kadar uzanan bölge İtalya’nın payına
düştü. İzmir Yunanistan’ın payına düştü. Trakya
Yunanistan’ın ve İngilizlerin payına düştü, bildiğimiz gibi. Ve Anadolu bölünüp parçalandı.
Ayrıca Arap coğrafyası da esas olarak bir tek
ulusu bağrında barındıran bir coğrafyadır. Ama
İngiliz Emperyalistleri başta olmak üzere, Fransız Emperyalistleri bir tek Arap Ulusu’nu ve bir
tek coğrafyayı bugün şu anda 22 parçaya bölmüş durumdalar.
İşte bu paylaşım yetmiyor emperyalistlere.
Bu kez de, o dönem için henüz İngiliz Emperyalizminden dünyanın jandarmalığı rolünü almamış olan ABD Emperyalizmi tarafından bölünmek isteniyor Ortadoğu. Bildiğimiz gibi, 2.
Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Emperyalist dünyanın jandarmalığı rolünü ABD Emperyalizmi üstlenmiştir. İngiliz Emperyalizmi ekonomik olarak gerilemiş ve bunun sonucunda da
hâkimiyet bölgelerini ABD Emperyalizmine
terk etmek zorunda kalmıştır. Ve şimdi de işte
ABD Emperyalizmi bu bölgeyi yeniden şekillendirmek, haritaları yeniden çizmek, kendisine
bağlı, tabi küçük devletler oluşturmak istiyor.
Ve sadece Ortadoğu’da değil, arkadaşlar; Ali
Rıza Başkan’ının da belirttiği gibi, bir tek Yugoslavya’dan 7 devlet çıkardılar. Kafkaslar’ı
kan deryasına çevirdiler ve yeni devletçikler çıkartıyorlar. Ve ana amaçları da, bütün dünyayı,
kendilerinin ifadesiyle “bin devletli bir dünya
haline getirmek”... Küçük devletçiklere bölmek,
orduları tasfiye etmek ve sadece kendilerinin
hâkimiyetinde olan bir dünya yaratmak istiyorlar ve tüm dünyanın yeraltı ve yer üstü servetlerini kendilerine toplamak istiyorlar.
Ortadoğu demek petrol ve doğalgaz demektir. Ortadoğu demek, kan ve gözyaşı demektir
bunun kaçınılmazca bir sonucu olarak... Bakın,
Fransızlar 1920’den 1946 yılına kadar Suriye’yi
işgalleri altında tuttular ve o işgalleri sırasında
sadece Suriye’de, bugün Suriye diye bildiğimiz
bölgede, coğrafyada 6 tane devlet oluşturmuşlardı. Lübnan’da Büyük Lübnan Devleti, Lazkiye ve çevresinde Aleviler Devleti, Cebel-i Dürz
bölgesinde Dürzî Devleti, İskenderun Sancağı,
Şam ve Halep devletleri diye 6 devlete böldüler
Suriye’yi.
Ve 1942’de Alevi, Cebel-i Dürz ve Suriye
(Halep ve Şam Devletlerinden oluşan) bölgelerini birleştirerek bugünkü Suriye haline gelmiş
oldu. Lübnan ayrı bir devlet olarak varlığını sürdürmeye bugün de devam ediyor oysa. Dediğim gibi bu
Sykes-Picot Antlaşmasıyla çizilmiş yapay sınırlardı. 22
parçaya bölmüşlerdi. Ve o gün
Suriye parçasını bile 6 parçaya bölmüşlerdi.
Yani emperyalizm dünyada nereye girdiyse ölüm de
onlarla beraber gidiyor, ölüm
cellâdı da onlarla beraber gidiyor, halklara katliam gözyaşı, kan ve acıdan başka bir şey
vermiyor. Bölme, yağmalama
ve parçalamadan başka bir şey
getirmiyor
emperyalistler
halklara.
Fiilen Irak Devleti şu an
3’e bölünmüş durumda. Zaten Kürt Federe Devleti, bizzat bayrağıyla parlamentosuyla varlığını
sürdürüyor. Ve ayrıca Sünni ve Şii bölgesi olarak Irak fiilen 3’e bölünmüş durumda.
Ve bugünkü gazetelerde bir haber var. Libya’da da Bingazi çevresinde bazı aşiretler
özerklik ilan etmişler… Ve bütün tarihçiler, bütün yazarçizerler söylüyor ki, Libya en azından
5’e bölünecek. Birçok aşiret devletçiklerine bölünecek.
İşte Suriye’de de aynı tezgâhı hayata geçirmeye çalışıyorlar. Aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar. İlk hedefleri Alevi ve Sünni diye bölünmüş
bir Suriye yaratmak. Bunun tezgâhını yapıyorlar. Yani emperyalistler Suriye’de bu büyük
amacın peşindeler.
Suriye meselesi bizi yakından ilgilendiriyor.
Çünkü Başkan’ın da belirttiği gibi onların “Şer
Ekseni” diye adlandırdıkları ülkelerden birkaç
tanesini devre dışı bıraktılar. Önce Irak, sonra
Libya şu anda devre dışı kalmış durumda. Sırada şu an için Suriye var. Sonrasındaki hedef çok
açık, çok net: İran, arkadaşlar. Ve gizli saklı da
bir şey yok işin gerçeği. İşte iletişim çağındayız
diyoruz ya, o iletişim çağının gereği olarak da
ya da bir sonucu olarak da neredeyse tarih vererek İsrail İran’ı vuracak, deniyor. Şu gün, şu ay,
şu saat diye neredeyse saat vererek İsrail’in
İran’ın nükleer tesislerini vuracağı söyleniyor.
Hangi uluslararası hukukta var bu? Hangi
kanunda yazıyor? Egemen bir ülkeye karşı bu
cellatlığı, bu aşağılık uygulamaları yapma hakkını kim veriyor?
İran da nükleer tesisler kuruyormuş, nükleer
silahlar elde etmek istiyormuş.
Nükleer silahların sahibi kim dünyada?
Başta ABD Emperyalistleri olmak üzere
AB-D Emperyalistleri değil mi?
Onların dışında nükleer silaha sahip başka
bir devlet var mı?
O nükleer silahlara sahip olan bir Ortadoğu
ülkesi var mı?
Var, bildiğimiz gibi, İsrail değil mi?
Hangi hakla, hangi uluslararası maddeye dayanarak siz kendinizde nükleer silah elde etme
hakkını buluyorsunuz da İran bunu elde etmeye
kalktığında böyle davranabiliyorsunuz?
Ama ne yazık ki dünyadaki uygulama, gücü
olanın uygulaması. Kim güçlüyse o haklı oluyor. O bakımdan, ne yazık ki dünyamız içler
acısı bir durumda… Bir zamanlar var olan Sosyalist Kamp yıkılmış ve o sosyalist ülkeler, bugün emperyalizmin güdümüne girmiş durumda.
Ama halklar hiçbir zaman yenilmez, demin
Başkan’ın da söylediği gibi. Tarihte en son sözü
Direnen Halklar söyler.
İşte ABD, “arka bahçem” dediği ve kendisinin koşulsuzca hâkimiyeti altında olduğunu düşündüğü Latin Amerika’da bir anda yenilgiye
uğradı. Ve Venezüella Halkı, Chavez gibi bir lideri çıkararak dünya halklarına umut oldu. Latin Amerika’dan devrimci rüzgârlar estirdi.
Küba zaten aşağı yukarı 60 yıldan bu yana
sosyalizmin onurlu bayrağını dalgalandırmaya,
insanlarının özgür, eşit, kardeşçe yaşadığı bir
ülke olarak yaşamasını sürdürüyor. Ve oralarda
eğitim sağlık, konut sorunları çözülmüş durumda.
İşte insanlık bu yüce amaca mutlaka ulaşacak. İnsanlık bir gün mutlaka eşit, özgür, kardeş
uluslar olarak, halklar olarak yaşamlarını mutlaka sürdürecek. Bugünler geçici günler… Evet,
tarih her zaman ileriye doğru gitmiyor. Genel
olarak insanlığın gidişi ileriye doğru olmakla
birlikte, zaman zaman geriye düşüşler, yana, sağa, sola sapışlar oluyor. Bu kaçınılmaz bir şey…
Hiçbir şey dümdüz bir hat izlemiyor ama onlar
geçicidir. O bakımdan moralimizi bozmamamız
gerekiyor. Emperyalistlerin yağma savaşlarını,
talanlarını gözümüzde büyütmemiz de gerekmiyor. Halklar bir gün mutlaka uyanacaklar, haklarına sahip çıkacaklar ve emperyalistleri kendi
inlerine sokacaklar. Ve sonrasında da halklar, o
gerici iktidarları devirip demokratik halk iktidarlarını kuracaklar. Tarih şu ana kadar bize bunu gösteriyor. Bundan sonra da bunun örneklerini görmeye devam edeceğiz.
Ve yine Suriye konusuna dönersek, uluslararası hukukun hiçbir maddesinde, hiçbir yerinde
yazmayan uygulamalar, ne yazık ki emperyalizmin tetikçi uşağı konumuna düşürülmüş Tayyipgiller iktidarı tarafından hayata geçiriliyor.
İşte ülkemizin güney sınırlarında, Hatay’da,
Yayladağı’nda, Kilis’te kamplar oluşturuluyor
bildiğimiz gibi. On bin, yirmi bin kişilik kamplar oluşturuluyor. Yayladağı’nda kuruldu, arka-
sından geçtiğimiz ay içerisinde Kilis’te on bin
kişilik kamp kuruluyor. Niye Kilis’te kamp kuruluyor? diye soruluyor, göç olacak da ondan
diyorlar.
Nereden biliyorsun?
Ama biliyor. Plan o. Hayata geçirmek istediği o.
Yayladağı’nda kamp kuruyor. Kimin kampı,
arkadaşlar?
“Müslüman Kardeşler”in kampı. Ve orada
yine uluslararası hukuk çiğnenerek “Özgür” ya
da “Hür Suriye Ordusu” diye bir ordu kuruluyor. O ordu, Yayladağı’ndaki kampta örgütleniyor, sınırdan özgürce geçiyor gidiyor, eylemler
yapıyor, sonrasında da dönüyor. Kendi topraklarımızda lojistik desteğini sağlama alıyor. Ve basında çıkıyor ki, “Suriye’de ayaklanma var, silahlı mücadele var.”
Hayır! Yok böyle bir şey. Dünkü haberlerde
de vardı yine, izlemişsinizdir. Suriye ordusunun
ele geçirdiği sığınaklarda, çok miktarda silahlar,
cephaneler, savaş malzemeleri ele geçirildi. Ve
“Özgür Suriye Ordusu”nun yöneticileri de gizlemeden söylüyorlar ki, artık dünyanın değişik
ülkeleri tarafından askeri olarak destekleniyoruz.
Ve o askeri araç gereçler, hangi ülkenin topraklarında konuşlandırılıyor, yerleştiriliyor?
Türkiye’de Yayladağı’nda, Kilis’te, arkadaşlar.
“Suriye Ulusal Konseyi” diye bir konsey kuruluyor. Konseyin genel merkezi İstanbul. Ve bu
muhalefet, “Suriye Ulusal Konseyi” ve “Özgür
Suriye Ordusu” yöneticileri ortak toplantılar yapıyor; Suriye’yi bölüp parçalama planları yapıyor ve bizim yöneticilerimiz de o toplantılara
katılarak buna alkış tutarak, buna öncülük ediyorlar.
A. Rıza Başkan’ın da belirttiği gibi, daha
birkaç ay öncesine kadar, 6 ay öncesine, 8 ay
öncesine kadar Suriye’yle birdik, kardeştik. Vize kalkmıştı biliyorsunuz. Ortak Bakanlar Kurulu Toplantıları yapıyorduk.
Ne oldu?
Suriye Halkının, Ali Rıza Başkanlara da sorduğu gibi, ne oldu, ne değişti, arkadaşlar?
ABD Emperyalizminin verdiği emir sonucunda bunlar oldu.
Suriye’de BAAS İktidarı var. BAAS Partisi
iktidarı var. BAAS’ın açılımı: Hizb el-Ba’s elArabi el-İştiraki= Arap Sosyalist Baas Partisi veya Arap Sosyalist Diriliş Partisi’dir.
1953’te Suriye’de kurulmuş, amacı Birleşik
Sosyalist Arap Cumhuriye’ni kurmak olan BAAS Partisi var. Mısır’daki Irak’ta, Suriye’deki
örgütler, kendilerini onun bir parçası olarak adlandırıyorlar. Ve o BAAS Partisinin birincil
amacı Arap Ulusu’nun birliğini sağlamak, ikincil olarak sosyalist bir Arap Cumhuriyeti yaratmak, arkadaşlar.
Suriye’nin birincil günahı bu, arkadaşlar;
Arap Ulusu’nun birliğini savunmak ve de Sosyalist bir Arap Cumhuriyeti yaratmak için mücadele etmek…
İkinci günahı da AB-D Emperyalistlerine
teslim olmamak. Onların aşağılık çıkarlarını
gerçekleştirmelerinin önünde bir direnç noktası
oluşturmak.
Ayrıca Suriye, ekonomik olarak da AB-D
Emperyalistlerine, IMF’ye, Dünya Bankası’na
bağımlı değildir. Ekonomik olarak güçsüz bir
ülke değildir.
Dolayısıyla Suriye’nin “ana günahları” bunlardır. Dolayısıyla Suriye’yi savunmak Türkiye
Halklarının eşitlik, kardeşlik temelinde birliğini
savunmaktır. Arap Halkının birliğini savunmaktır. Dünya halklarının birliğini savunmaktır.
İşte konumuzun başlığında da belirtildiği gibi, görevlerimiz, emperyalizme karşı kararlıca,
esnemeden ve sonuna kadar mücadele etmek.
Emperyalizmin oyunlarına boyun eğmemek ve
emperyalizmin tezgâhına düşmemektir.
Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nda emperyalistlerce işgal edilmiş yurdumuzu kurtarmak için o zamanki deyimle “Yedi Düvel”e karşı savaşmak üzere Kürt, Türk, Çerkez, Alevi,
Sünni bu topraklarda yaşayan uluslarla ve halklarla Kuvayimilliye savaşını nasıl başlattıksa
bugün de görev İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başlatmaktır. Ve tarihimiz bize bu savaşı başaracağımızı gösteriyor. Zafer mutlak dünya halklarının olacaktır.
Partimiz, Birinci Kurtuluş Savaşı’nın önderi
Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri
sonuna kadar savunuyor. Biz hiç kimsenin karakaşına, kara gözüne hayran değiliz. Onun için
savunmuyoruz kimseyi.
Niçin savunuyoruz, arkadaşlar?
Size şuradan (Atlas Tarih
Dergisi’nden) çok kısa bir bölüm okumak istiyorum. Çanakkale Savaşları sırasında Mustafa Kemal’in verdiği bir emri
okumak istiyorum. Mustafa
Kemal’in Arıburnu Kuvvetleri
Komutanı sıfatıyla görev yaptığı dönemde, 03 Mayıs 1915
günü saat 19:00’da kuvvetlerine verdiği emrin 5’inci Paragrafını okumak istiyorum. Söz
konusu paragraftaki ifadeler
şunlardır:
“Benimle beraber burada
muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım
geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım.”
İşte Kurtuluş Partisi, uyku, dur durak bilmeden ve bir adım geri atmadan bu vatanı savunmaya devam edecek. Ve emperyalistleri ve
ABD ve Avrupa Birliği Emperyalistlerini bir
kez daha yenecek ve onları sonsuza kadar inlerine geri gönderecek ve İkinci Kurtuluş Savaşı’nı mutlaka kazanacaktır!
(Alkışlar…)
Zafer direnen mücadele eden halkların olacak. O yüzden bugün Suriye’yi savunmak namus borcudur. Emperyalizme karşı yerine getirmek zorunda olduğumuz Enternasyonalist görevimizdir.
Ve biz Kurtuluş Partisi olarak bu namus borcunu sonuna kadar savunmaya, sonuna kadar
sürdürmeye devam edeceğiz.
Ama bütün burada bulunan insanlarımızı da,
kardeşlerimizi de bu mücadelede bizimle olmaya ve emperyalistlere ve Ortaçağcı gericilere
karşı güçlerimizi birleştirmeye ve içtenlikle dayanışmaya davet ediyoruz. Eğer hep birlikte bu
mücadeleyi sürdürürsek zafer mutlak bizim olacaktır.
Çok teşekkür ediyorum.
(Alkışlar…)
Ali Rıza Küçükosmanoğlu:
Bir şey eklemek istiyorum. Aslında konuşmamda atladım. Suriye Ulusal Konseyi’nin
Başkanı Burhan Galyun, yani bizim Dışişleri
Bakanı ve AKP Hükümetinin birlikte iş yaptığı,
ortaklaşa programlar yaptığı, eylemler içerisinde olduğu Burhan Galyun, Kur’an-ı Kerim’e
hakaretten Suriye’de mahkûm olmuş bir kişi.
Yani böylesi bir kimlikle yani İslamiyet’e ve
Kur’an-ı Kerim’e böyle bir davranışta bulunmuş, mahkûm olmuş bir kişi Suriye Ulusal
Konseyi’nin Başkanı. AKP de bununla beraber
Suriye’de emperyalist komplonun bir parçası
olmuş durumda. Bunu da ek bir bilgi olarak
sunmak istedim.
(Alkışlar…)
Yönetici Gülistan Çelik:
İşçi Sınıfının bilimi doğrultusunda Ortadoğu’yu, ülkemizi değerlendiren Sayın Gürdal
Çıngı’ya çok teşekkür ediyoruz.
Parti olarak davamız, insanlığın, halkın kurtuluş davasıdır.
Bizleri dinlediğiniz için teşekkür ediyoruz.
Bir sonraki etkinliğimizde görüşmek üzere…
(Alkışlar…)
12
Başyazı
Baştarafı sayfa 1’de
gerekiyordu, Türkiye’nin. Tabiî bunun için de
bütünlüğünü koruyor olması icap ederdi. Şimdi
artık bunların hiçbirine ihtiyaç kalmadı. Çünkü
artık Sosyalist Kamp ve Sovyetler yok… Tarihi
büyük düşman, korkulu düş ortadan kalktı artık.
Hem de ne acıdır ki, tek kurşun atmadan… İşin
bu yönü ayrı bir trajedi, o şu anki konumuz değil…
Özetçe, eski Türkiye’ye artık ihtiyaç yok. O
zaman artık çekmecedeki, 90 yıldır yatan ve gününün gelmesini bekleyen, Sevr Planını, oradan
çıkarmak ve uygulamaya koymak gerekir. Malum ya ezeli plan, dünyayı 1000 devletli hale
getirmek. İşte Sevr de bu planla çok güzel uyuşur...
Yerli hainler de hazır, planın uygulanması
sürecinde görev yapacak. Bunlar Finans-Kapital
ve Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının ekonomik, siyasi, toplumsal her türden örgütleridir.
TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TOBB’cular,
satılmış Parababaları medyası, MHP’si, CHP’si
ve en önde gelenleri de Tayyipgillerle Pensilvanyalı imamın (İblis’in) cemaat adı verilen
meczuplar örgütüdür.
BDP ise Kürt Meselesi’nin Burjuva çözümünü savunduğu için AB-D ile her türlü işbirliğine giriyor. Bundan sonra da girmeye hevesli…
Türk Ordusu’nun teslim alınışı
Bildiğimiz gibi, 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda CIA bağlantılı örgütün
koyduğu 27 el bombasını yine kendisinin bulmasıyla genel taarruz başlatıldı. “İşte bunlar Ergenekon Terör Örgütünün darbe yapmak için
hazırladığı silahlardır” denilerek Türk Ordusu’na karşı saldırıya geçildi. Yine hep bildiğimiz gibi, bu türden bombalar, Lav silahları, Zir
Vadisi’nden, Poyrazköy’e, bilmem nereye kadar, gömülüp gömülüp çıkarıldı. Bir de bunlara
ilave olarak, Balyoz’du, Kafes’ti, İnternet Andıç’ıydı; yok kuru, ıslak imzaydı denilerek, namuslu insanların aklıyla alay eden, şerefsizce
planlar, projeler yapıldı. Ve sonra da tıpkı, sözde silahlarda olduğu gibi, bunlar da yapanlar tarafından bulundu. Ve de denildi ki, bakın işte
Türk Ordusu bu silahlarla, bu eylem planlarını
uygulayarak, darbe yapacaktı; hükümeti devirecekti. O nedenle Türk Ordusu, bir terör örgütüdür; işi gücü darbe planlamak ve onu uygulamaya çalışmaktır. Bunun üniversitelerde, medyada da taraftarları, uzantıları vardır. Bunlar bir
de Mustafa Kemal’in Tam Bağımsızlık ve Laiklik ilkesine, Yurtseverliğine delicesine bağlıdır.
O yüzden bunları, Mustafa Kemal ve ilkeleriyle
birlikte tasfiye etmek gerekir. CIA’nın Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller, yıllar önce söyledi; Mustafa Kemal artık çağını doldurmuştur.
Türkiye bugün Ilımlı bir İslam devleti olarak,
çok güzel hizmetler yapabilir bize, diye. Ama
bunlar, söz anlamaz tipten. İşte bu sebepten
bunların hepsini Hasdal ya da Silivri Zindanına
tıkmak gerekir. Teğmeninden, Ordu ve Kuvvet
Komutanlarına, hatta Genelkurmay Başkanına
kadar içeriye tıkılmalı bunlar. ABD’ye ve
AB’ye, onların Yeni Sevr Planına, BOP’una
vb.ne karşı olan, hatta ve hatta aktif destek vermeyen kim varsa Türkiye’de ya bu zindanlara
tıkılmalı ya da korkutulup sindirilerek hiç sesini
çıkaramaz hale getirilmelidir.
Öyle de yapıldı. Ordu artık özel ve güzel paşa gibi, Amerikan-İngiliz yetiştirmesi Gül’ün
karşısında gerdan kırarak topuk selamı veren,
acınası üniformalılara teslim edildi. Üniversitelerde, namuslu, yurtsever bilim insanları susturuldu. Susmayanlar da Silivri’ye gönderildi.
Medyada da aynı şey yapıldı. Bugün sermaye
medyası tümden “yandaş”tır artık.
Tüm bu işlerin hukuk kılıfı giydirilerek yapılabilmesi için de Beşiktaş (Silivri) Özel Yetkili Mahkemeleri öncelikle hazır edilmişti. Tabiî
bunun bir alt ayağı olan İstanbul Emniyetinin
İstihbarat ve Terörle Mücadele Şube birimleri
de amaçlanan görevin gerçekleştirilmesi için
uygun hale getirilmişti. Bu iki birim, yani sözde
emniyet ve sözde yargı, doğrudan Pensilvanyalı
İmamın (insanları Allah’la aldatan İblis’in) emri altındaydı ve tabiî onun meczuplarından oluşuyordu. Bu CIA Operasyonunun siyasi ayağını
da Tayyipgiller iktidarı teşkil ediyordu. Medyanınsa bir bölümü Pensilvanyalının, bir bölümü
Tayyipgiller’in, bir bölümü de TÜSİAD’cı Finans-Kapitalistlerin eli altındaydı. İşte bu hain,
satılmış halk düşmanı kurumlarla saldırıya geçildi, antiemperyalistlere, yurtseverlere, Mustafa Kemalcilere. Ve ne yazık ki, bildiğimiz gibi,
amaçlarına ulaştı hainler.
“MİT Krizi”nin nedeni, GanimetinTürkiye’nin paylaşılamamasıdır
Gelgelelim, iş bundan sonra çatallaştı. Hani
hep çakal örgütlerinin de başına gelir ya… Soygunu ya da gaspı yaparlar; iş başarılır. Sıra gelir
ganimetin-vurgunun paylaşılmasına; işte o aşamada genelde birbirlerine girerler. Çünkü hepsi
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
de çakal ruhiyatına sahiptir. Bu nedenle de en
büyük payı, hatta başarabilirsem tümünü ben
kapayım malın, diye düşünür. Öyle olunca da
birbirlerine girerler, kanlı bıçaklı olurlar. Bildiğimiz gibi, polisiye edebiyatın ve filmlerin
önemli bir bölümü bu konuyu işler. Hani esas
oğlan olur ya… o genelde iyi niyetlidir. Öbürleri ona oyun oynar. Kalleşlik eder. O da intikam
almak için mücadeleye girer. Bu işlenir, o edebiyatta ve filmlerde.
İşte burada da nitelik bakımından aynı olay
yaşandı. Tabiî burada yapılan vurgunun-paylaşıma konu ganimetin miktarı, çapı çok büyüktü.
Tüm Türkiye’ydi paylaşılacak olan. Hem ekonomisiyle hem siyasi, kültürel, felsefi üstyapısıyla…
Taraflardan birinin lideri olan Pensilvanyalı
İblis, “Yeşil Kuşak Projesi”nin hemen hemen
başlangıcından bu yana işin içindeydi. 1963’te
kurulan Komünizmle Mücadele Derneği’nin ve
1951 yılında kurulan İlim Yayma Cemiyeti’nin
en etkin yöneticileri arasında idi. Bu iki dernek
de temel amaç olarak Komünizmle mücadele etmeyi, hatta daha genel anlamda Mustafa Kemal,
Laiklik, Bağımsızlık, Yurtseverlik ve Antiemperyalistlik gibi temel kavramlarla savaşımı ve
Türkiye’yi Amerikan ya da CIA İslamıyla doktrine etmeyi ve tüm devlet kurumlarını bu ideolojiyi benimseyen insanlarla doldurmayı benimsemişti. Yani Türkiye’nin CIA İslamcısı AB-D
uşaklarıyla yönetilir hale getirmekti temel
amaçları. Başka türlü adlandırırsak; Türkiye’yi
bugünkü duruma getirmekti. Ve ne yazık ki getirdiler de işte. Bu iki dernek de doğrudan CIA
yönetimindeydi. Bugün Cemaat denen İblis’in
ordusunun ve Tayyipgiller iktidarının hemen
tüm önde gelen yöneticileri, bu derneklerin ya
da bunların yönlendirdiği, etki alanı içine aldığı
resmi (Diyanet İşleri, İHL’ler, vakıflar, camiler
gibi) ya da resmi olmayan (tarikat, Kur’an Kursu vb.) örgütlerin çalışmalarıyla üretilmiştir, yaratılmıştır, devşirilmiştir.
Şimdi sıra, yukarıda da söylediğimiz gibi,
ganimetin-Türkiye’nin bu Amerikan uşakları
arasında paylaşılmasına geldi. Yaklaşık bir buçuk ay önce patlayan Parababaları medyasının
“MİT Krizi” ya da “Tayyip Erdoğan-Fethullah Gülen Çatışması” adını verdiği olay, işte
esasında bu ganimetin paylaşımı kavgasından
başka bir şey değildir.
Fethullah Gülen’e göre Amerikan İslamının
gerçek mürşidi kendisidir. Tayyip Erdoğan sonradan çıkma, yeni yetme, cahil bir mirasyedidir.
Türkiye’nin bu hale getirilmesinde en büyük
emeğe sahip olan kendisidir. O nedenle de tüm
devlet kurumlarının olduğu gibi, başbakanlığın
bile kendisine tabi olması gerekir. Yani Tayyip’in bile biat etmiş olması gerekir kendisine.
Oysa Tayyip, başka havalardadır. Kendisinde
olmayan güçler, kerametler vehmetmektedir. Bu
haddini bilmeze haddini bildirmek gerekir.
Fethullah, devletin tüm etkin kurumlarını
kendisine doğrudan bağlı adamları aracılığıyla
ele geçirerek, Tayyip’in dahi kendisine tam anlamıyla biat etmesini istiyordu. Yani Tayyip’i
biata zorlamayı düşünmüştü. Tabiî bu da gücün
kimde olduğunu göstererek yapılabilirdi. İşte bu
stratejisini adım adım uyguluyordu. Fakat Tayyip de bunu fark etmekte gecikmedi. Devlet kurumlarındaki kadrolaşmada art arda Pensilvanyalının adamlarının önünü kesmeye başladı.
Onların talip olduğu yerlere kendisine biat etmiş
insanları getirmeye başladı. Mesela Hakan Fidan da Tayyip’in bu tür adamlarından biridir.
Recep Tayyip Erdoğan
Yani bu ABD işbirlikçisi hainlerin, CIA İslamcılarının her ikisi de; bir Türkiye’ye iki padişah
olmaz, o sadece ben olmalıyım, diyordu.
Tayyipgiller-Cemaat çatışması ne
zaman ortaya çıktı ve gelişti?
Bu ilk kapışma diyelim, bir yıl kadar öncesine rastlar. Fakat seçimlerde ister istemez, kerhen de olsa ittifakları gerekiyordu. Amerikan İslamcı işbirlikçilerin mevcut mevzisinden gerilememeleri hatta daha da ilerlemeleri gerekiyordu. İşte böyle bir ittifak içinde 12 Haziran 2011
Seçimlerine gidildi. Ve Tayyipgiller, bilindiği
gibi, yüzde elliye yakın oy aldı. Tabiî bu seçimde sadece Pensilvanyalı değil, Türkiye’de
örümcek ağlarını kurmuş sürüyle tarikat, Tayyipgiller’in etrafında birleşti. Yani alınan oy
hepsinin ortak çabasının ürünüdür.
Bu seçim ittifakına rağmen Tayyip, Pensil-
vanyalının önüne setler çekmeye devam etti.
Bunun üzerine Fethullah, Tayyip’i hedef alan
konuşmalar yapmaya başladı. Pensilvanyalının
kibir ve gurur üzerine eski tarihlerde yaptığı konuşmalarla birlikte yeni konuşmaları da yazılı
ve görsel medyasında yer almaya başladı. Bu
aralarındaki gerginliği daha da artırdı. Tayyip,
Pensilvanyalının adamlarının önüne artık sekitmeden takozlar koymaya başladı.
Bu soğukluğun bir göstergesi olmak bakımından Fethullah, Tayyip’in geçen Kasım’da
geçirdiği ağır ameliyatla (Sabahattin Önkibar,
Tayyipgiller’e yakın çevreden aldığı bilgilere
göre bunun bir kanser ameliyatı olduğunu defaten yazmıştır) ilgili olarak bir geçmiş olsun mesajı göndermemiştir. Tık dememiştir. Bütün Parababaları medyası da Fethullah’ın bu suskunluğunu, hatta her ikisinin de kader birliği etmiş olduğu eski dostlar olduğu varsayıldığında, bu büyük kabalığın aralarındaki gerginliğin şiddetine
bağlamıştır.
Demek ki, bu kavga aynı düzlemde şiddetlenerek devam etmektedir. Geçen yılın 07 Kasım’ında Fethullah, kendisine doğrudan ya da
dolaylı bağlı Beşiktaş Özel Yetkili Mahkemelerine emir vererek, Tayyipgiller’e bir taarruzda
bulunulmasını istemiştir. Kavganın boyutu, o
aşamaya gelmiştir artık. Malum ya Bekir Coşkun da yazmıştı:
“Yani sen Türkiye’yi yönetmek için bir
tarikatın cemaatinden destek aldın, adliyeyi
ve polisi onlara bıraktın, MİT sende kaldı...
“Öyle mi?..” (Cumhuriyet, 15 Mart 2012)
CIA, 2007 Haziranında “Ergenekon” saldırısını başlatın, emrini vermeden önce, genelde
yargının, polisin, Milli Eğitimin ezici bölümünü, özelde de yargının Beşiktaş benzeri Özel
Yetkili Mahkemeler bölümünün neredeyse tamamını yönetim ve denetiminize alın, demişti
Pensilvanyalıya. O iş tamamlanmadan start vermeyin, yoksa istediğimiz sonucu elde edemeyiz, demişti. Aynen de uyulmuştu bu direktife.
O çerçevede saldırı başlatılıp sürdürülerek
Ordunun, üniversitelerin, bilim insanlarının,
medyanın zaten işi bitirildi. Hepsi sorun çıkarabilecek düşman unsurlardan arındırıldı. Özellikle de en tehlikeli güç olarak görülen Ordu, Özel
Paşa gibi, gebeşlerin eline verildi.
Böylece de amaç önemli oranda hâsıl oldu.
İşin bundan sonrası Tayyipgiller’in giderek geriletilmesi ve Türkiye’nin yönetiminin her şeyiyle Pensilvanyalının eline geçirilmesiydi. İşte
bu nedenle Pensilvanyalının İstanbul Emniyetindeki polis kadrosuyla Beşiktaş’taki hukukçu
kadrosu el ele vererek bu saldırının dosyasını
hazırladı ve 07 Kasım’da da Tayyipgiller’e karşı açıktan saldırısını başlattı.
Yani olay, hak hukuk, yasa, savcı, hâkim
olayı değil, bu kavramlarla hiç ilgisi yok meselenin. Olay, ABD işbirlikçisi, hatta taşeronu, vatan, millet, halk, laiklik ve Mustafa Kemal düşmanı iki Ortaçağcı gücün (biri tarikat yapısında,
biri de ağırlıklı olarak siyasi yapıda örgütlenmiş
iki gücün) Türkiye’yi paylaşma, bütünüyle tek
başına ele geçirme mücadelesidir. Başka da asla
hiçbir şey değildir. Bakın, finansmanı ve kadrosuyla yani her şeyiyle CIA’nın doğrudan yönettiği yayın organı bile (Taraf Gazetesi bile) olayı
başka türlü koyamıyor, bu şekilde koyuyor:
“İki devlet çıktı meydane
“MİT Müsteşarı Fidan ile iki eski MİT
yöneticisinin “şüpheli” olarak ifadeye çağrılması Ankara’yı sarstı
“Önceki gece basına sızdırılan ve İstanbul
Cumhuriyet Başsavcısı’nın bilgisi dışında
uygulandığı kararla MİT’in tepe ismi Hakan
Fidan, selefi Emre Taner ve yardımcısı Afet
Güneş ifadeye çağrıldı.
“KCK’yi soruşturan birimlerin talebi
üzerine yapılan çağrı, “MİT-Emniyet kapışması” görüntüsü verdi. Hükümet tepkide gecikmedi: İstanbul Emniyeti’nin KCK’ye bakan iki şube müdürü ani bir kararla görevden alındı.” (Taraf, 09 Şubat 2012)
Aynı tarihli gazetede Türkçeye “aile boyu
döneklik” terimini kazandıran aşağılık, hain ailenin ihanette birbiriyle yarışan üyelerinden Taraf’ın da Genel Yayın Yönetmeni ve kurucularından Ahmet Altan köşesinde konuya ilişkin şu
satırları yazıyordu:
“Devlette Savaş
“Tabiî burada asıl hedef Başbakan Erdoğan olarak görülüyor, çünkü MİT Başkanı’nı
bu görüşmeler için görevlendiren o.
“(…)
“Hükümet de savcının girişimine karşılık
derhal İstanbul Emniyeti’nin KCK operasyonlarını yöneten iki amirini görevden uzaklaştırdı.
“Birdenbire karşımıza polis-yargı işbirliğiyle, hükümet-MİT işbirliğinin çatışması
olarak tercüme edilebilecek bir görüntü çıktı.
“Devlet ikiye ayrıldı.” (Ahmet Altan, Taraf, 09 Şubat 2012)
Görüldüğü gibi, CIA’nın sesi Taraf Gazetesi,
devletin ikiye ayrıldığını ve bu iki devletin birbiriyle savaşmakta olduğunu ve de bu devletler-
den birinin sahibinin ya da yöneticisinin Tayyipgiller olduğunu netçe, ikirciksiz söylüyor.
İtiraf ediyor. Fakat alçak meşrebine uygun olarak ikincisinin sahibini es geçerek gizliyor. Bir
sokak kavgasında bile, bir mafya örgütlenmesinde bile bir hiyerarşi olur. Burada da iki devlet varsa, ki ısrarla var diyorsun, ve de birbirleriyle savaşıyorlar, diyorsun; o zaman bu savaşın
bir tarafının yöneticisi, kurmayı, sahibi var da
öbür tarafının yok mu? Onu niye söylemiyorsun? Puştluğundan… Sanki orada birkaç polis,
birkaç savcı, başlarına buyruk, eğlence olsun diye böyle işler yapıyorlar, öyle mi? Ama puşt
puştluğunu yapar…
Diğer grubun yani polis ve adliyenin Pensilvanyalı İblis’in elinde olduğunu gizler…
İşin bir diğer enteresan yönü, bu alçakların,
dönek hainlerin gizlediğini Ortaçağcı yazarçizerler, İblis’in kalemşorları gizlemez. Onlar,
bunlara göre daha açık konuşur. Örnekleyelim:
Daha mücadele aleni kavgaya dönüşmeden
aylar öncesinde Tayyipgiller’in Yeni Şafak’ının
yazarlarından Özlem Albayrak adlı hanım, bakın her iki tarafı da nasıl uyarıyor ve itidale (soğukkanlı olmaya) çağırıyordu?
“Cemaat ve AK Parti
“Bir süredir konuşuluyordu zaten. Varlığının emareleri, dost meclislerindeki, telefon
sohbetlerindeki, meslektaş ortamlarındaki
fısıltılarla kulaktan kulağa aktarılıyordu ve
sonu hayr olmayan her haber gibi, ortalığa
dökülmesi için uzun zaman beklemek gerekmedi. AK Parti ve cemaat arasında baş gösterdiği ya da baş göstermesine ramak kaldığı
düşünülen çatlak/ayrışma ihtimalinden sözediyorum.
“Öyle bir çatlak ihtimali ki bu; varlığı
tescillendiği takdirde ortak enerjiyi boşa akıtabilecek, birlikten doğan gücün ve ivmenin
köküne kibrit suyu dökebilecek, Türkiye’nin
yüzyılda bir yakaladığı demokratikleşme
macerasını akamete belki, ama inkitaya kesinkes uğratabilecek etkilerinin ortaya çıkması, an meselesi olabilir.
Özlem Albayrak
“Bir süredir gazete sütunlarında, tv ekranlarında tartışılmaya başlanan bu savın
tamamen mesnetsiz iddialardan kaynakladığını düşünmüyorum bendeniz. Her ne kadar,
hem AK Parti’ye yakın olan ve hem de cemaat mensubu olan pek çok kalem böylesi
bir ayrışma ya da çatlağı inkâr eden cümleler
kursa da, bunların en fazla temenni mahiyetinden öte gitmediğini; “yok öyle bir ayrışma” yazılarının, meseleyi köpürtmemek için
bilinçli bir tavır ve kaygı sonucu yazıldığını
düşünenlerdenim.
“Oysa, bırakın bizzat şahitlik ettiğiniz belirleyici ve fikir verici vakaları, dışarıdan bakan ortalama bir izleyici için bile manzara o
kadar net ki...
“Fethullah Gülen Hocaefendi’nin geçtiğimiz Mayıs ayında Kastamonu mitingi sonrasında Başbakan Erdoğan’ın konvoyuna yapılan saldırıyı kınayarak “Cenab-ı Allah’tan
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı bu
millete bağışlamasını...” diye başlayan bir
geçmiş olsun mesajı yayınlarken; Başbakan’ı
günlerce evine bağlayan, geçirdiği ciddi operasyon sonrası Pensilvanya’dan tek bir cümle çıkmaması, durumu anlamak için elimize
yeter miktarda done veriyor. Şike yasası konusundaki tartışmaları sözkonusu etmiyorum bile..
“Ayrışma var gibi gözüküyor evet, ancak
bendeniz bu ayrışmanın nedenleriyle ilgili
değilim. Meselenin bu noktaya varışı, iki güç
arasındaki iktidar savaşı deyip geçemeyeceğimiz ölçüde, sofistike ve ulvi amaçlardan neşet ediyor da olabilir. itekim, bu ayrışmada,
siyaseti belirleme hakkını ve erkini elinde
tutmak isteyen hükümetin memleketin geleceğiyle ilgili halis niyetinden şüphe duymadığım gibi; dış politika stratejisi başta olmak
üzere bazı noktalarda hükümetin icraatlarını eleştiriyor gibi gözüken cemaatin de kendini değil, memleketi amaçlayan niyetinden
şüphe duyuyor değilim. Ama birin içindeki
unsurların hedeflerinin ayrışması, kendini
amaçlamaya varabilir.
“Bu yüzden meselenin; köpürtüldüğü kadar olmasa da nüve itibariyle var olduğunu
düşündüğüm bu ayrışmanın büyümesi, keskinleşmesi ve derinleşmesi durumunda, bütün Türkiye olarak karşı karşıya kalabileceklerimiz bahsindeyim.
“Çünkü dünkü Zaman’da (12.12.2011)
Ekrem Dumanlı’nın “Maazallah” başlığı al-
Fethullan Gülen
tında Birand’ın itiraflarından çıkarak hepimize hatırlattığı gibi; “...Kadim medyanın
bir bölümü silahların gölgesinde gazetecilik
yapmayı, muhafazakâr bir iktidarın demokratik reformlar yapmasına tercih eder, ediyor.” Sadece medya olsa iyi, bu ülkenin hala
“nerede o eski güzel günler” diye yana döne
dolaşan daha çok vesayeti daha çok kazanmaya tercih eden sermaye grupları, henüz
tasfiyesi tamamlanmamış bürokrasisi ve rahatsız genç subaylarla dolu bir ordusu var.
Hala.
“Yani, demokratikleştik, demokratikleşiyoruz diye sevinirken üstünden geçtiğiniz
köprünün, tam ortasına gelmişken çökmesi
ihtimali var. Biraz zayıflık, azıcık zafiyet, bir
parça takatsizlik bekleyen, nehrin kenarına
sotelenmiş az biraz şaşırmışlık gözleyenler
var.
“Tam da; şu kesimden bu gruptan; şu cemaatten bu partiden, şu örgütten bu yapılanmadan; Türkiye’nin darbe günlerine ve vesayet rejimine dönmesini istemeyen ne kadar
insan-grup varsa topyekün bir amaç etrafında halelenmesi ve oldukça zorlu bu yolda birbirine destek olması beklenirken çıkan bu
ayrışma tartışmaları insanı umutsuzluğa sürüklüyor. Bu hesapların büyük resim yanında nasıl da ufacık kaldığını bir kez daha göz
önüne seriyor.
“Cemaate Başbakan –boşa çaba, Başbakan Erdoğan, Başbakan Erdoğan’dır- dışında üstüne oynanacak isim öğütleyenler; hükümete de kadrolaşma saikiyle endişe öğütleyenler ya da liberalleri farklı gerekçelerle
desteğini çekmeye ikna çabalarına girişenler
şunu bilsinler ki; bunun adı kendi ayağına
sıkmaktır. Emin olsunlar ki, henüz kökü kurumamış, cansuyu çekilmemiş vesayetin
–maazallah- geri dönmesi ihtimalinde hepsi
beraber, yanyana fotoğraf çektirecekler.
“Ayrıca şu bir realitedir: Ortak toplumsal
amaçlarla yola revan olanların amaçlarının
kendilerine yönelmesi bencilliğe düştüklerinin resmidir ve bencillik çürümenin birinci
evresidir. Gurur, kibir, kıskançlık ardı sıra
gelir. Ondan sonrası artık ayrıştığınla birlikte kendini imha etme sürecidir. Ama dünya
çapında bir cemaat ol, ama yüzde 50 oy almış
kudretli bir siyasi parti, bu böyledir. Çok
pardon, böyle gördüm ve böyle söyledim.”
(Özlem Albayrak, Yeni Şafak, 13 Aralık 2011)
Cemaat ve Tayyipgiller’in hâkimiyet
için karşılıklı hamleleri
Ö. Albayrak’ın bu yazısından bir yoldaş, yayımlandığı gün söz edince hemen okumuş ve
çarpılmıştık. Demek ki, demiştik, bu Ortaçağcı
ABD uşakları arasındaki çatışma-kavga, bizim
o güne dek yazılı ve görsel basına yansıyanından çok daha ileri boyutlarda. İş, bu noktaya
geldikten sonra, bu Antika hainler işi burada bırakmazlar. Sonunda mutlaka birbirlerinin gırtlağına sarılırlar. Tabiî ne olacak, Laik, Yurtsever,
Antiemperyalist güçlerin işini büyük ölçüde bitirdiler. Şimdi sıra ganimetin paylaşılmasına
geldi. Bu noktada da, bu hainlerin birbirine girmesi doğal… Böyle demiş, internetten okuduğumuz yazıdan bir çıkış alıp önemli saydığımız
belgeler arasına koymuştuk. Nitekim öngörümüz gerçekleşti. Bakın, sıradan olmadığı besbelli olan, özenle yetiştirilmiş, donatılmış zeki
kadın ne diyor: Tamam, Mustafa Kemalci, laik,
antiemperyalist, yurtsever güçleri önemli ölçüde yere serdik. Silivri’ye Hasdal’a tıktık. İnsan
aklıyla düpedüz alay eden suçlamalarla dolu iddianamelerle de olsa oraları kurbanlarımıza
mahkeme diye yutturduk. Kabul ettirdik. Savunma yapıp kurtulacağız diye debelenip duruyorlar. Bırakalım debelensinler. Ama erken bayram etmeyelim. Düşman sadece oralara doldurduklarımızdan ibaret değil… Düşmanımızın
“henüz kökü kurumamış, cansuyu çekilmemiş”tir. Düşmanın “henüz tasfiyesi tamamlanmamış bürokrasisi ve rahatsız genç subaylarla
dolu bir ordusu var. Hâlâ.” O nedenle hainane
ittifakımızı daha sürdürmeye mecburuz. Şu anda zafer kazandık sanısına kapılıp ganimet paylaşma savaşına girersek, bunun adı “kendi ayağına sıkmaktır.” O zaman düşman kendine gelir,
ayağa kalkar, toparlanır ve eskiden olduğu gibi
üzerimize “geri dön”er. İşte o zaman da canımıza okur. Çünkü hanyayı Konya’yı öğrenmiş
olur. Bir kere geldiği oyuna ikinci kez gelmez.
İkinci kez onu, önce olduğu gibi, savaşmadan
yeneceğimizi asla sanmayalım. Onunla açıktan
bir savaşta da, yani dümensiz, hilesiz bir savaşta da galip gelme olasılığımız, herkesin bildiği
13
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
gibi, sıfırdır. Bizim yetenekli olduğumuz alan,
madrabazlıktır, hainliktir, kalleşliktir. Onları ancak bu özelliklerimizle savaşmadan yenebiliriz.
Aksi olmaz!..
O nedenle de eğer kendimize gelmez, zafer
sarhoşluğuyla birbirimize girersek, hepimiz bugün onları tıktığımız zindanlarda buluruz kendimizi. Ve “yanyana fotoğraf çektir”iriz…
Bizim öngördüğümüz gibi, antika hain güçler birbirine girdi. Bu yetenekli özel kadının
uyarıları beş para etmedi.
Fethullah efendisinden ve onun casus örgütünden o yönde bir sinyal almış olmalı ki saldırısını yaptı. Tayyipgiller de anında karşılık verdiler. Mecburdular buna. Çünkü bir kez geri çekilmek, savaşın tümden kaybedilmesine yol
açabilirdi. Bunu doğru gördüler. Tayyip, aslında
Fethullah’ın Şah demese de Vezire saldırdığını
görmüştü. Veziri verseydi, besbelli ki ardından
gelen hamlenin hedefi kendisi olacaktı. Tayyipgiller, Hakan Fidan ve 4 MİT’çiyi vermedi. Ve
hemen de karşı darbesini savurdu; Fethullah’ın
polisteki kendisine karşı olan saldırının planlayıcılarından olan iki kafa adamına: İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan ve Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün’e. Bununla kalmadı, bu şube müdürlerinin ekiplerini
soruşturan kadroyu da ardından görevden aldı.
Bu müdürlerin ekiplerinin beşerden on polis olduğu ve bunların görevden alındığı medyada
yazıldı, söylendi.
Tayyipgiller böylece, şimdilik saldırının polis ayağını püskürtmüş oluyordu. Fakat bununla
yetinmek işi bilmemek olurdu. Hemen adliye
ayağına da nasıl bir önlem alabileceği konusunda akıl aşındırdı. Ve bir çözüm buldu. Öncelikli
olan mevcut saldırının püskürtülmesiydi. Saldırının adliye ayağındaki elebaşısı Sadrettin Sarıkaya, Tayyipgiller tarafından o görevden alındı
(dosyadan el çektirildi).
Tayyipgillere göre mevcut saldırı püskürtülmüştü artık. Ama ardından yenileri gelebilirdi. O yüzden o cenaha bir set çekilerek olası tehlikelere karşı da önlem alınması gerekiyordu. O
da yapıldı.
Hemen hızla bir yasa hazırladılar ve Meclisten geçirdiler. Bu yasaya göre Tayyip’ten izinsiz, MİT kadrolarının hiçbirine ve ayrıca da
Tayyip’in özel görevle görevlendirdiği kişilerden her kim olurlarsa olsunlar, yine hiçbirine
Tayyip’ten (Başbakandan) izin almadan soruşturma açılamıyordu. Böyle diyordu Tayyipgiller
yasası. Yukarıda dediğimiz gibi buna “MİT Yasası” dediler.
Düşünebiliyor musunuz, bu yasayla Tayyip’e Osmanlı Padişahlarında bile olmayan bir
yetki verilmiş oluyordu. Nitekim Osmanlı’nın
en şiddetli sultanlarından olan Yavuz Sultan Se-
lim’in bir fermanını bile Şeyhülislam Zembilli
Ali Efendi, Şeriata mugayirdir diyerek geri aldırmıştır:
“Ancak Selim’in Şiileri katliamından sonra Hıristiyanları da kâmilen [tümüyle] öldürmek ve hiç olmazsa kiliselerini ellerinden almak şeklindeki taassubkârâne [bağnazca] bir
düşüncede bulunduğu zamandadır ki, Cemâlî, husisyle [özellikle] Hıristiyanlar ve İstanbul’daki Rumlar için hakikaten sıyanet [koruyucu] meleği olmuştur. Bu tasavvur [düşünce] üzerine Selim, Cemâlî’ye şu suali sormuştu:
“- Bütün dünyayı ele
geçirmekten ve milletleri
İslam’a getirmekten hangisi daha makbûldür?”
“Müftî, Selim’in niyetini anlamayarak, mü’min
olmayanların Müslüman
edilmeleri elbette makbul
ve rıza-yı İlahiye daha
muvafık [Tanrı katında daha uygun] olduğunu beyan
eyledi.
“Selim, derhal bu kiliselerin camie çevrilmesini
ve Hıristiyan ayininin yasaklanmasını ve İslam’ı
kabul etmeyenlerin kâmilen katledilmesini sadrazama emretti. Vezir-i
azam bu kan dökücü iradeden dehşete kapılarak
–mes’eleyi anlayamaksızın Hıristiyanların katline
fetva vermiş bulunan- Cemâlî ile görüştü. Görüşmenin neticesinde, huzur-ı
şahaneye çıkmak talebinde bulunması için Patrik’e
haber gönderildi. Selim,
evvela bu ricayı yerine getirmeyecek olduysa da, vezir-i azam ve Müftî’nin ihtarları üzerine muvafakat gösterdi. Patrik, ruhban hey’eti ile
beraber Edirne’de Divan-ı Humayuna gelerek İstanbul’un fethi esnasında, kiliselerin
camie tahvil [dönüştürülmesi] ve Hıristiyanları ayinlerini icra etmekten men etmemek
üzere İkinci Mehmet tarafından bu akdi mutazammın olarak imza olunan varaka [antlaşmayı içerir biçimde imzalanan belge] bir yangında yanmıştı. Lakin 60 sene önce İstanbul
muhasarasında [kuşatmasında] bulunmuş
olan üç ihtiyar yeniçeri altın bir tabak içinde
şehrin anahtarlarını getiren temsilcilere, Fatih’in bu üç nokta hakkında hakikaten söz
vermiş olduğuna şahitlik ettiler. Selim,
Kur’an’ın hükümlerine ve ceddinin akdine
riayet eyledi [atalarının antlaşmasına uydu].”
(Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi 2, Sabah Yayınları, İstanbul, s. 538)
Çatışmada iki taraf da yıprandı,
şimdilik ateşkes var tek taraflı
Görüldüğü gibi, Tayyip yetkide sınır tanımamakta bu konuda Yavuz Sultan Selim’i bile geride bırakmaktadır. Tayyip’in görevlendirdiği
Gırgır’dan
insanlar, bu yasayla akla gelebilecek her türlü
suçu işlemekte özgür bırakılmış oluyorlar. Hiçbir kanun adamı onlara dokunamıyor, Tayyip
izin vermedikçe. Bunlar ister katliam yapsın, ister gasp, ister sabotaj, ister tecavüz, ister ihanet… Tümüyle kanunlar üstüne yüceltilmiş oluyor bu insanlar. Böyle bir yasa, insan aklına da
burjuva anayasalarında bulunan “insanların kanunlar karşısında eşitlik” ilkesine de apaçık biçimde karşı çıkmış olmaktadır.
Yazımızın başından beri anlattıklarımızdan
şu sonuç belirgin olarak ortaya çıkmaktadır ki,
Türkiye egemenleri, Parababaları, Tayyipgiller,
Ortaçağcılar hukuka da, yasalara da, anayasalara da, mahkemelere de, hakka, adalete, eşitliğe
de çoktan el sallamışlar, haydi eyvallah çekmişlerdir. En domuzuna diktatörlük vardır Türkiye’de. Her türden hainlerin, vurguncuların, asalakların diktatörlüğü… Bunlar yağmadan sen
mi çok pay alacaksın, ben mi çok pay alacağım
diye tepişip durmaktadırlar. “Cemaat-AKP Kapışması” denilen şey, bu yağma paylaşım kavgasının son aylarda yaşanan bir bölümüdür.
Bugün gelinen noktada Tayyipgiller, saldırıyı püskürtmüş, duruma hâkim olmuş ve mevzilerini korumuş görünmektedirler. Böylece de,
görünüşe bakarsak, bu raundun
ya da devrenin galibi Tayyipgiller olmaktadır. Fakat olay, muhakkak ki bitmiş değildir. Daha
boyutlanarak sürecek. Pensilvanyalı İmam hainlik, düzenbazlık ve deneyim konusunda
Tayyipgillerin en akıldanelerini
bile üçe-beşe katlar. Onunki
şimdilik bir kısmî geri çekilme
ya da tek taraflı ateşkes uygulamasıdır.
Tabiî aslında her ne kadar
kazanmış görünse de Tayyip de
bu kapışmadan yara alarak çıktı.
Şöyle ki Türkiye’de işlerin kanunla, hukukla filan olmadığının, gafillerin önemli bir bölümü tarafından da görülmesine
ve onların uyanmasına yol açtı.
Yani bu kapışma şunu gösterdi
bir kez daha, Beşiktaş’ta, Silivri’de mahkeme filan yoktur.
Tayyipgiller de yasa masa hiç
iplememektedir. Dilediklerini
yasa kılıfına uydurup Meclisten
geçirmektedirler.
Bu durumda tarafların her
ikisinin de aslında yıpranmasına, böylece de efendilerine yani
ABD Emperyalistlerine daha da
muhtaç ve bağımlı hale gelmesine yol açtı. (Mesela Suriye konusunda Tayyipgiller, artık ABD’nin emirlerini itirazsız uygulamakta daha da mecbur hissedeceklerdir kendilerini.) Şu durumda ABD her iki hain gücü de kullanmaktadır. Emperyalist çıkarı
onu gerektirmektedir. Fakat sonunda bunlardan
hangisinin kesince galip geleceğine karar verecek olanda tabiî bu efendidir. Çıkarı o gün için
neyi gerektiriyorsa ona göre davranacaktır o alçak da. Malum ya Türkiye’de iktidarları getiren
de götüren de odur…
Şimdi Pensilvanyalının Türkiye’deki sesi
kabul edilen Hüseyin Gülerce’nin konuya ilişkin yorum ve önerilerine bakalım:
“Son tuzak: İktidar-cemaat...
“Başta MİT Müsteşarı Hakan Fidan olmak üzere bazı MİT yöneticilerinin “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrılması, daha önce yaşamadığımız ciddi bir probleme dönüştü.
Hazır kıta bekleyenler, “Yargı-MİT çatışması” yaftası ile başlatılan tartışmayı, “Cemaatiktidar kavgası”, “asıl hedef Başbakan” noktasına taşıdılar.
“Bence tam da bugün itidale, sağduyuya,
ortak akla ihtiyaç var. Klasik bir talep ama
başka yol bilen varsa söylesin. Yargısı, istihbarat teşkilatı ve emniyet güçleri tartışmanın
odağına oturmuş, hükümet ile yargısı karşı
karşıya gelmiş görüntülü bir Türkiye’nin kime ne faydası var?
“Öfke ile kalkan zararla oturur. Hele bu
öfke, yeni kanun düzenlemelerine alelacele
yansırsa, Ergenekon davası üzerinden demokratikleşme sürecinin dinamitlenmesi bile
söz konusu. Asırlık vesayetin gücü tükenmedi. Ciddi bir zaafa da uğramadı. Bunlarda
oyun, tuzak bitmez. En büyük tuzak da, iktidar-cemaat çatışması üzerinden, devletle
milletin karşı karşıya getirilmesidir.” (Hüseyin Gülerce, Zaman,15 Şubat 2012)
Bu halk ya da ülke ganimet değildir
Gördüğümüz gibi Pensilvanyalı İblis’in Türkiye’deki 1 Nolu temsilcisi İblisçik, şimdi sağduyu zamanı, “öfke ile kalkan zararla oturur”,
sonra Ergenekoncular yeniden ayağa kalkar ve
bizi halleder. Ortaklaşa kazandıklarımızı, bir
anda tümüyle yitirebiliriz. İyisi mi hemen aklımızı başımıza alalım ve barış yapalım. Unutmayalım ki, henüz canlı olan düşmanımızın canını
tümden alamadık. Öncelikle o işi bir bitirelim.
Sonra oturur soğukkanlıca paylaşımımızı yaparız. Bunu ileride ortaklaşa hazırlayacağımız bir
“Anayasa”yla hallederiz. Yani paylaşımımızı
madde madde belirleriz. Tam anlaşmaya varınca da imzalarız altını. Olur biter. Elbirliğimiz
sürdüğü sürece meczuplaştırdığımız seçmenlerin oyları da, Meclis çoğunluğu da elimizin altındadır. Emrimize amadedir. Her dilediğimizi
kanun diye Meclisten de geçirir millete de yuttururuz, diyor.
Tabiî bunları söyleyen aslında büyük İblis’in
kendisidir.
Şimdiki durum işte bu tek taraflı ateşkes durumudur.
Tabiî biz Halk Güçlerinin de söylenecek çok
sözü var. Bunlar, geçmişte olduğu gibi, yine
hüsrana uğrayacaklar. Bunların da, efendileri
olan AB-D çakallarının da hevesleri kursaklarında kalacak. Bu vatan da, bu halk da ganimet
değil… Öyle sanıyor bu hainler ve efendileri
ama yanıldıklarını bir kez daha anlayacaklar…
Kurtuluş Partisi’nden: Yüreği İnsan Sevgisiyle Dolu, Yiğit Devrimci, Hoca’mız, Ö. Faruk Sur Yoldaş Mücadelemizde Yaşıyor!
K
onya Halkının yiğit evlatları, yılmaz
halk savaşçıları, yoldaşları tarafından
mezar başlarında ve yapılan salon
etkinlikleriyle bir kez daha anıldılar.
Konya devrimci ortamının çınarı Faruk
SUR yoldaşın mezar başı anmasını 14
Mart’ta gerçekleştirdik. Anma sonrası Faruk
Hoca’mızın yaşamının son döneminde yaşadığı evi ziyaret ettik. Eğitimci ve avukat kimliği
ile her zaman halkın davasının yanında yer
alan Sıtkı Şaplak Yoldaş’ı ise 16 Mart’ta
mezarı başında andık.
Sadece hareketimizin değil, Konya devrimci ortamının da Hocası olan Devrim Çınarı
Faruk Sur Yoldaş’ı bedence aramızdan ayrılışının 13’üncü yıldönümünde, Kurtuluş
Partisi Konya İl Örgütü olarak düzenlediğimiz
salon etkinliğinde andık. Faruk Sur
Yoldaş’ımızla beraber, Sıtkı Şaplak
Yoldaş’tan İşçi Sınıfının yiğit önderi Recep
Vurmuş Yoldaş’a bedence aramızdan ayrılan
tüm yoldaşlarımız, 25 Mart Pazar günü
Ankara ve Seydişehir’den gelen yoldaşlarımızın yoğun katılımıyla anıldı.
Etkinlik, İl Başkanımız Av. Orhan ÖZER
Yoldaş’ın açılış konuşmasıyla başladı.
Orhan Özer Yoldaş konuşmasında; emekçi
bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Faruk
Hoca’nın, Usta’mızın teorisiyle tanıştıktan
sonra hayatının her aşamasında örgütlü mücadele içerisinde yer alan, insan sevgisiyle dolu
yüreği ile herkesin sevip saydığı bir devrimci
olduğunu, omuz omuza mücadele ettikleri yılları özlemle hatırladığını belirtti. Ve hepimizin
Faruk Hoca’mızı örnek almamız gerektiğini
vurguladı.
Daha sonra İşçi Sınıfımız adına söz alan
Nakliyat-İş Konya İl Temsilcisi Ali Özçelik;
“Doğru teori ve doğru önderlikle İşçi sınıfımızın neleri başarabildiğini Konya’da gerçekleştirdiğimiz şanlı örgütlenmelerle bilfiil tanıklık
ettik. Bugün bunun kazanımlarını hem
Nakliyat-İş içerisinde hem de DİSK içerisinde
yaşadığımız son genel kurulda da bizzat gördük. Faruk Hoca’mızın miras bıraktığı mücadele bayrağını bugün yeni örgütlenmelerle
daha da yukarı taşımaktayız” dedi.
Gençlik adına söz alan Ümit Erdoğan ise
“Faruk Hoca’mızın Konya’ya ekmiş olduğu
devrimci tohumlar bugün bizim mücadelemiz-
de yeşermektedir.” diyerek, gençlik olarak
Konya özelinde vermiş oldukları devrimci
mücadele ve Faruk Hoca’nın izinde oluşlarına
vurgu yaptı.
Verilen kısa bir aranın ardından ana konuşmacı olarak Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu
Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş söz aldı.
Gürdal Yoldaş konuşmasında; Faruk
Hoca’nın insan sevgisiyle dolu olduğun anlatarak, ömrünü adadığı insanlık mücadelesindeki kararlı tutumunu vurguladı.
Gürdal Çıngı Yoldaş, Partimizin alın yazısında,
tarihsel
misyonunda
Türkiye
Devrimi’ni gerçekleştirecek Parti yazıldığını,
bunu tâ Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın daha
17 yaşındayken katıldığı Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı Bayrağını dalgalandırmasıyla
başladığını ve bugün Partimizin O’nun yükselttiği İkinci kurtuluş Savaşı’nı, sosyal kurtuluşu başarma bayrağını taşıdığını ve bu görevi
mutlaka başaracağını anlattı.
Gürdal Çıngı Yoldaş, Partimizin,
Usta’mızın bedence aramızdan ayrılmasından
şu ana kadarki mücadele tarihi boyunca hep
bu tarihsel misyonuna uygun teorik ve patik
davranışlar sergilediğini somut örneklerle
anlattı.
Türkiye ve Dünya gündemindeki güncel
olaylarla ilgili de Partimizin görüşleri ve
bizim dışımızdaki siyasetlerin bilinçsizce nasıl
Emperyalizmin dümen suyuna girmiş olduğuyla ilgili doyurucu bilgiler verdi.
Gürdal Yoldaş’tan sonra, genç bir arkadaşımız Faruk Hoca’mızın bir şiirini seslendirdi.
Konya’daki üniversiteli arkadaşlarımızın
Faruk Hoca için hazırlamış olduğu sinevizyon
gösteriminin ardından, etkinliğimiz karşılıklı
sohbetlerle son buldu.
Selam Olsun Bizden Önce Geçene,
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!
Konya’dan Kurtuluş Partililer
Gürdal Çıngı Yoldaş’ın konuşmasını yan sütunlarımızda sunuyoruz.
Partimiz Devrim yapmakla görevli ve yükümlüdür
Yoldaşlar,
Partimizin alnında, Partimizin kaderinde ya
da bir başka deyişle Partimizin misyonunda;
Devrim Yapacak Parti, yazıyor!
Türkiye Halkını kurtuluşa ulaştıracak İşçi
Sınıfı ve ezilen halkları ve bu topraklarda yaşayan bütün ulusları, bütün halkları, insanları
kurtuluşa ulaştıracak Parti yazıyor.
Bu daha doğarken Partimizin alnına yazılmış bir yazı. Kaderci bir söyleyişle söylersek
alınyazısından kaçılamaz. Alna ne yazıldıysa
o gerçekleşir. Ve bizim alnımıza, bizim
Partimizin alnına devrimi gerçekleştirecek
parti yazıldı.
Bildiğimiz gibi insanlar toplum yaratığıdır. Ama aynı zamanda toplum yaratıcıdır da.
İşte bizim Partimizi oluşturan insanlar, toplum
yaratıcısı bir Partinin savunucuları, savaşçıları
olarak tarihe geçecektir. Bundan adımız gibi
eminiz. Çünkü bizim önderimiz, Türkiye topraklarının yetiştirdiği en büyük devrimci,
dünya halklarının ustası Hikmet Kıvılcımlı,
siyasi mücadeleye atıldığı ilk andan itibaren
bu halk için gözünü kırpmadan Birinci
Kuvayimilliye Savaşı’na atılmıştır. Ve biz
onun devamcıları, öğrencileri, geliştiricileri,
savunucuları ve savaşçıları olarak ondan
İkinci Kurtuluş Savaşı bayrağını devralmış
insanlarız, Partiyiz, arkadaşlar.
Ve bizim Usta’mız, daha 17 yaşındayken
zümrüt bir denize dalar gibi kavgaya atıldığında yani emperyalistlere karşı savaşa atıldığında,
bizim alnımıza o yazıyı yazmıştı. Ve biz o alınyazısını can baş üstüne kabul ettik.
Hikmet Kıvılcımlı’nın mirası, devrim yapmaktır ve biz o devrimi mutlak gerçekleştireceğiz. Gerici sınıflar ne yaparlarsa yapsınlar
Tarihin ileriye gidişini değiştiremezler. Tarihin
bu gidişinde bir de zinciri sürükleyecek halkanın
ortaya çıktığı anlar, böyle durumlar ve bu durumları en doğru biçimde kavramış önderler, partiler
vardır. İşte bizim Partimiz de bunu en doğru kavramış ve devrimi başaracak tarihsel misyona
sahip bir partidir.
İşçi kardeşlerimiz, Nakliyat-İş, DİSK Bölge
Temsilcisi arkadaşımız, Bayram Yoldaş’ımız ve
diğer kardeşlerimiz konuşmalarında, Usta’mızın
bir sözünü dile getirdiler: “Başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere” dediler, değerli yoldaşlar.
İşte bizim Partimizin birincil misyonu, birincil çalışma alanı ve bizi zafere ulaştıracak birinci
hareket noktası burasıdır. Başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere savaşa atılmış ve onu örgütlemeyi
birincil görev kabul etmiş bir partinin savunucuları ve savaşçılarıyız biz.
Hikmet Kıvılcımlı, bildiğimiz gibi bir işçi
çocuğuydu. Memur olan babasını çok küçük
yaşta kaybetmişti. Ve annesi tütün işçiliği yaparak Usta’mızı büyütmüştü. Birlikte yaşadıkları
teyzesi de tütün işçisiydi. Ve şu karşı panoda,
Orhan Abi’mizin de gösterdiği gibi, o panoda yer
alan devrim önderleri ve devrim şehitleri ağabeylerimiz, ablalarımız, kardeşlerimiz hep halk
çocuklarıdır. İşçi çocuklarıdır, köylü çocuklarıdır. Yok onların arasında bir tane burjuva çocuğu.
Burjuva çocuğu olmak suç mudur, kabahat
midir? Ya da bizim saflarda, halkın saflarında yer
alırsa yanlış mı olur?
Elbette yanlış olmaz. Bu davaya gönül vermişse, insanlığın kurtuluş davasına gönül vermişse, hangi sınıftan geldiğinin ne önemi olur, ne
önemi kalır... Ama esas olarak baktığımızda,
Partimiz halkın partisi; yani işçilerin yani köylü-
lerin partisi derken biz bunu anlatmaya çalışıyoruz. Biz emekçi insanlardan, emekçi saflardan
gelen insanların çoğunluğu oluşturduğu bir partiyiz. Ve o bakımdan da mücadelemizde her zaman
İşçi Sınıfını hep en önde tuttuk. Ve köylülüğün ve
gençliğimizin ve kadınlarımızın mücadelesini de
hep ön safta tuttuk.
Yine Usta’mızın deyişiyle, “yarımız olan
kadını”, en ön safta görmek istiyoruz. Ve
kadınlarımıza, iktidara geldiğinde sonsuz
haklar tanıyacak, onların gerçek kurtuluşlarına ulaşacakları zemini hazırlayacak, ortamı
hazırlayacak ve onun lafını yapmadan işini
yapacak biricik parti Kurtuluş Partisi’dir.
Şu ana kadar ortaya koyduğumuz teorik
açılım ve onun pratik uygulamalarında,
Partimizin yönetici kadrolarında yer alan
kadın yoldaşlarımızın sayısı, oranı ve verdikleri mücadeleler, bizim mücadelemizde
kadınların en ön safta olduğunun açık kanıtıdır. Ve biz kadınlarımıza sonuna kadar güveniyoruz, inanıyoruz. Kadınların katılmadığı
bir devrimin olanaksız olduğunu biliyoruz.
Ve biz gençliğimize sonsuz inanıyoruz.
Ve onların mücadele azminin, mücadele
kararlılığının tarihimizde ne kadar büyük yer
tuttuğunu
biliyoruz.
İşte
Birinci
Kuvayimilliye’yi gerçekleştiren Mustafa
Kemal’ler, İsmet Beyler, Ordu Gençliği
adını verdiğimiz insanlar, daha gepegenç
yaşlarda Ulusal Kurtuluş Savaşı’na, emperyalizmle mücadeleye atılmışlardır.
Mücadeleye başladığı anda emperyalistlere
karşı büyük bir kin ve nefretle dolu olan ve
Boğaz’da, İstanbul Boğazında, emperyalistlerin
donanmalarını gördüğünde “geldikleri gibi
gidecekler” diyen genç Mustafa Kemal’in
devamcısı, onun ideallerinin savunucusu bir
Partiyiz.
Ve yukarıda da dediğim gibi, Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı daha 17 yaşındayken bu savaşa atılmış ve bütün ömrünü, bir soluğunu bile
boşa harcamaksızın İşçi Sınıfına ve halkın kurtuluş davasına adamış bir devrimciydi.
Ve ondan sonra 27 Mayıs Politik Devrimi’ni
gerçekleştiren, bu ülkeye en demokratik, en ilerici anayasayı armağan eden 27 Mayıs devrimcile-
14
rinin büyük çoğunluğu da bildiğimiz gibi gepegenç teğmenler, yüzbaşılar, binbaşılardan oluşuyordu.
Ve sonra aynı Jön Türk geleneğini sosyalizm
mücadelesiyle bağdaştırmış olan Denizler,
Mahirler, yine o gepegenç yaşlarında gözlerini
kırpmadan kurtuluş savaşına atılmış, İkinci
Kuvayimilliye Savaşı’nın gönüllüsüyüz ve bu
savaşı başaracağız, diye inançları uğruna ölümü
kucaklamış değerli yoldaşlarımızdı.
Ve şu panoda yer alan yoldaşlarımız (ki ben
onların birçoğuyla tanışma, birlikte mücadele
etme, omuz omuza savaşma onuruna kavuşmuş
bir yoldaşınızım), gepegenç yaşlarda bizim için,
halklarımız için canlarını hiç düşünmeksizin verdiler. Onlar, mücadelelerinde ölümün er geç ve
kaçınılmaz olarak ve uzun sürmeyecek bir süreçte kendilerini bulacağını biliyorlardı. Özellikle
Konya’da verdiğimiz mücadele bakımından, o
anki mücadele bakımından, her an, her saniye
vurmak ve vurulmak kaçınılmaz bir işti, arkadaşlar. Öyle bir ortamda bulunuyorduk. Ve onlar bizlerden önce omuzlayıp şehitlik onurunu, tarihe
geçtiler... Ve bizlere hiç unutmayacağımız, yolumuzu aydınlatan mücadele azmini miras bıraktılar.
Eğer bugün biz devrimciliği yüreğimizin
içinde duyuyorsak, etimizde, canımızda, derimizde, kemiğimizde hissediyorsak ve mücadeleyi kazanmak için dur durak bilmeksizin savaşıyorsak, Onların bize bıraktığı mirası en kısa sürede taçlandırmak içindir bu çabamız, bu uğraşımız.
Eğer Onlarla, Onların mücadelesiyle tanışmamış olsaydık, Onların mücadelelerini, bizden
önce geçenlerin mücadelelerini öğrenmemiş ve
onların nasıl haklı bir dava için savaştıklarını bilmiyor olsaydık, bugün burada bir arada bulunmayabilirdik. Onlar, bütün Kurtuluş Savaşçıları
gibi, Ulusal ve Sosyal Kurtuluş Savaşçıları gibi,
mücadelede bayrağı bize devredip gittiler. Ve
bugün Konya topraklarında bu mücadele özellikle İşçi Sınıfının omuzlarında yükseliyorsa ve işçi
kardeşlerimiz bu mücadeleyi kararlıca, her gün
biraz daha, biraz daha geliştiriyorsa işte o mücadelelerin sonucunda bunlar oluyor, değerli yoldaşlar.
Ve Usta’mız; hiç bitmeyecek ışığıyla, hiç
sönmeyecek ışığıyla her gün bizlere yol göstermeye devam ediyor.
Son soluğuna dek sürdürdüğü devrimci
kavga ve biz öğrencilerine bıraktığı aynı onur,
bizler tarafından da aynı kararlılıkla yerine getirildi ve işte bugün burada andığımız Faruk
Hoca’mız ve onun nezdinde andığımız tüm
Devrim Şehitlerimiz, bu mücadeleyi gözlerini
kırpmadan omuzlamış yoldaşlarımızdır.
Anılar denizine dalacak olursak çok anılarımız var Faruk Hoca’mızla. 1972 yılında ben üniversiteyi bitirip Konya’ya döndüm, dedi Orhan
Abi. 40 yıl geçmiş Orhan Abi’nin Konya’ya
dönüşünden bu yana. Ben, 1974 yılında Faruk
Hoca’yla ve O’nun sayesinde devrimcilikle
tanıştım. 38 yıl geçmiş. Ve Nurullah Hoca’mız
geçtiğimiz günlerde bizlere, siz benim gözümde
henüz 25-30’lu yaşlardasınız. Sizleri bir türlü
40’lı, 50’li, 55’li yaşlarda düşünemiyorum,
demişti. Biz de bugün baktığımızda, Faruk
Hoca’yla tanışmamız, konuşmalarımız, bize
öğütleri, bizlere de aktardığı (kendisinin bizzat
yaşayarak gösterdiği) insanlık davası için mücadele azmini, insanı sevme, bilinçli olma, kararlı
olma, yiğit olma öğütleri sanki dünmüş gibi
gözümüzün önüne geliyor...
Şu anda Mehmet Yoldaş da aynı duygular
içinde ve aynı şekilde gözlerimin önünden geçip
gidiyor... Mehmet Yoldaş, kelimenin gerçek
anlamıyla çok yiğitti yani çok delikanlıydı yani
delikanlılık sözüne ne sığıyorsa Mehmet Yoldaş
oydu.
O zamanlar akademiydi henüz üniversite
değildi, Konya Mimarlık ve Mühendislik
Akademisinde okurken, okuldaki faşistler kantini bastığında ve kantinde sadece birkaç devrimci
varken, gazoz şişesini kırıp “Hadi ulan, buyurun!” diyerek, bütün o faşistleri önüne katıp o
kırık şişeyle, Zafer Meydanı’na kadar, inlerine
kadar kovalayan Mehmet Yoldaş’tı.
Ve beni, TÖBDER’den çıktığımızda, İnce
Minare vardır Konyalı yoldaşlar bilir, haydi
senin eve gidelim deyip, bana hissettirmeden
faşistlerden beni koruyan, evime götüren ve
haydi iyi günler, iyi akşamlar deyip bırakan hep
Mehmet Yoldaş’tı.
Fethi Yoldaş, Arif Karazeybek Yoldaş, Sıtkı
Ağabey, Bahri Ağabey yani Konyalı yoldaşlarımızın hepsiyle sonsuz anılarımız var.
Hani Faruk Hoca’mız bir şiirinde,
adamın daniskası bizlersek,
öyledir elbet
diyordu. Evet “adamın daniskası”, insanın hası
bizleriz Yoldaşlar. İnsanın hası bizleriz…
(Alkışlar…)
Biz insanlık davasından başka bir davanın
savunucusu değiliz. Kişisel çıkarlar peşinde asla
koşmadık ve asla koşmayacağız. Biz ömrümüzü
halkın kurtuluş davasına adadık ve bu davayı
mutlaka zaferle sonuçlandıracağız. Çünkü biz
onların davasını içtenlikle benimsedik. Hiçbir
çıkar gözetmeksizin, hiçbir çıkar peşine düşmeksizin, hiçbir makam, koltuk davası gütmeksizin,
bütün ömrümüzü İşçi Sınıfı Davasına, emekçi
halkın davasına adadık.
Eğer Konya’da gece gündüz mücadele ediyorsa Ali Başkan ve diğer yoldaşlarımız; Cihan,
Mehmet, Necati, Hasan ve bütün işçi arkadaşlarımız inançlıca ve kararlıca mücadele ediyorlarsa
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
Parababaları düzenine karşı ve her gün işverenlere karşı yeni zaferler, yeni mevziler kazanıyorlarsa onlarla, şehit yoldaşlarımızla, bedence aramızdan ayrılan yoldaşlarımızla aynı duygu ve düşünce içerisinde oldukları içindir. Ve bütün bölgelerdeki yoldaşlarımız da, aynı inanç ve kararlılık
içerisinde, aynı gönül hoşluğu içerisinde
Parababaları düzenine karşı mücadele ediyorlar…
Devrim yapmak bizim alnımızda yazıyor,
dedim. Bizim tarihsel misyonumuz, dedim yoldaşlar. Bu soyut bir iddia, güzel sözlerden ibaret
bir şey değil. Bir güzelleme değil Partimize.
Usta’mız, 17 yaşında emperyalizme karşı
elde silah mücadeleye atıldığında bunun ilk işaret
fişeğini ateşlemişti. Ve sonraki yıllarda İşçi
Sınıfının hak ve kurtuluş savaşı uğruna verdiği
mücadelede, pratik savaşlarıyla ve teorik savaşlarıyla ve bize bıraktığı teorik mirasıyla ve teorik
mirasın taçlandırıcısı pratiğiyle bunu bize gösterdi.
Ve sonrasında da Partimiz, Hikmet Kıvılcımlı
Usta’mızın yokluğunda, Genel Başkanımız
Nurullah Ankut Yoldaş Önderliğinde savaşa atıldığında, Türkiye sol ortamında her zaman bir
bayrak olmasını bildi. Hangi mücadele alanına
girdiysek, hangi örgütlenmede savaştıysak, her
zaman Kurtuluş Partililer bir yanda (Proletarya
Sosyalizmi’nde), burjuva ve küçükburjuva solları, partileri bir yanda oldu, değerli arkadaşlar.
İster Birlik Tartışmaları Düzenleme Kurulu
(BTDK)’daki mücadelesinde olsun, ister İnsan
Hakları Derneği’ndeki mücadelesinde olsun,
ister DİSK içerisindeki mücadelesinde olsun,
ister KESK’e bağlı sendikalarda ve diğer sendikalarda olsun, gençlik alanındaki mücadelelerde
olsun, Kurtuluş Partililer her zaman bir bayrak
oldular. Onların etrafında şekillendi mücadele:
ya bizlerle oldular ya karşımızda oldular!
Biz İnsan Hakları Derneği’ndeki mücadeleye
katıldığımızda, burjuva ve küçükburjuva solları
“hep bir hallı Tırhallı” durumundaydılar.
AB’cilerle iç içe, omuz omuza, yan yanaydılar.
Aralarında ideolojik hiçbir ayrım yoktu. Anlayış
farkı yoktu İnsan Hakları Mücadelesine bakışlarında. Biz, katıldığımız andan itibaren bir bayrak
yükselttik. Önce teorik açıklamasını yaparak,
İnsan Hakları Mücadelesinde iki farklı anlayışın
olduğunu ortaya koyduk. Sonra o teorinin pratik
mücadelesini verdik. Soyut insan hakları mücadelesi yoktur. Herkes için insan
hakkı yoktur. Sınıflarüstü insan
hakları anlayışı yoktur. İnsan
Hakları mücadelesi sınıflar
savaşının bir parçasıdır, diye
yükselttiğimiz bayrak ve o bayrağı kararlıca dalgalandırışımız
ve diğer burjuva ve küçükburjuva sollarının bu bayrak karşısında, karşımızda nasıl tuzla
buz olduklarını gördük ve
bugün onların ne acınacak hallere düştüklerini görüyoruz…
Bugün İnsan Hakları
Derneği’nin yöneticileri, Genel
Merkez Yöneticileri ve Şube
Yöneticileri açıklama yapıyorlar: Eğer biz bir eylem yapacaksak
Suriye’deki
Esat
Diktatörlüğünün yıkılması için eylem yaparız,
diyorlar. Onların (İHD’lilerin) bugün verdikleri
mücadele, Suriye’deki antiemperyalistlere karşı
verilen bir mücadeleye dönüştü ne yazık ki. Yani
onlar saflarını, yollarını bu denli kaybetmiş
durumdalar…
Ve sadece İnsan Hakları Derneği mi?
Ki İnsan Hakları Derneği dediğimiz de soyut
bir dernek değil. İnsanlardan ve insanların temsil
ettiği akımlardan, ideolojilerden müteşekkil bir
dernek. Onların temsilcilerinden oluşan bir dernek. Ve bu derneğin Merkez ve Şube yönetimlerinde yer alan siyasetler, siyasi eğilimler, siyasi
partiler bu anlayışın savunucusu durumundalar.
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da eylem
yapılıyor. Daha önce Konya Şubesi Partimizin alt
katında mıydı, üst katında mıydı netçe hatırlayamadığım Ortaçağcı-Şeriatçı Mustazaf-Der’le birlikte (şimdi de az karşımızda, hemen şurada
bulunan) Özgür-Der gibi diğer gerici derneklerle
birlikte İHD’liler ve yazık ki kendisine Kürt
Halkının kurtuluşunu savunuyorum diyen
BDP’nin milletvekillerinin de katılımıyla,
Suriye’ye karşı eylem yapıyorlar, değerli arkadaşlar Diyarbakır’da…
Buna karşılık Partimiz bildiğimiz gibi Suriye
Halkıyla, kardeş Suriye Halkıyla dayanışmak
için elinden geleni yapıyor. Eylemler yapıyor,
toplantılar düzenliyor…
Daha dün Samandağı’nda Suriye Halkıyla
dayanışma eylemi gerçekleştirdik. Nisan ayında
İzmir Kitap Fuar’ında Suriye Halkıyla dayanışma etkinliği gerçekleştireceğiz. Geçtiğimiz
aylarda ve günlerde de eylemler gerçekleştirdik
hatırlayacağımız gibi. Ve bu eylemlerimizin
sonucu olarak Suriye Büyükelçiliği yetkilileri
önce
bizi
(bir
eylemimizden
sonra)
Büyükelçiliğe davet ederek görüştüler, düşünce
alışverişinde bulunduk, sonra da Partimizi ziyaret ederek, dayanışma eylemlerimizden ötürü
teşekkür ettiler.
Yani biz, AB-D Emperyalistlerinin “Şer
Ekseni”nin bir bileşeni (bugün için diğer ülkeler
İran, Küba ve Kore Demokratik Halk
Cumhuriyetidir) olarak ilan ettiği ve yıkmak için
Tayyipgiller’i tetikçi olarak kullandığı (şu anda
antiemperyalist bir mücadele yürüten) Suriye
Halkını ve antiemperyalist bir tutum sergileyen,
AB-D Emperyalistlerine teslim olmayan Beşar
Esat Yönetimini desteklemek için elimizden
gelen çabayı sarf ediyoruz.
Ve sadece Suriye Halkına karşı mı bu desteği
veriyor, bu antiemperyalist mücadeleyi sürdürüyoruz, arkadaşlar?
Libya Halkına ve liderleri Kaddafi’ye de, bildiğimiz gibi, gücümüzün yettiği oranda en aktif
bir
şekilde
destek
verdik.
AB-D
Emperyalistlerinin işgaline karşı direndik. Ve
Kaddafi’nin emperyalistlerce alçakça katledilişini dünyada kınayan birkaç partiden de bir tanesi
olduk.
Ve hep dile getirdiğimiz gibi, Kaddafi’nin
katledilmesini, alçakça katledilmesini Müslüman
geçinenler, dindar geçinenler alkışlarken ve
güzel İzmir’imizin NATO merkezi olarak o
emperyalist saldırının merkezinde yer almasını
sağlarlarken Tayyipgiller ve onların uşakları, biz
Küba, Venezüella Halkı ve liderleriyle birlikte o
emperyalist saldırganlığa ve Kaddafi’nin katledilmesine kararlıca karşı çıktık.
Aynen Irak’ta Saddam’ın katledilmesine ve
Irak’ın emperyalistler tarafından işgal edilmesine
karşı çıktığımız gibi…
Yani Partimiz dünyada nerede ezilen, sömürülen, zulme uğrayan, emperyalistlere karşı
mücadele eden, bu mücadelenin içerisinde yer
alan hangi ülke, hangi devlet, hangi halk varsa o
devletin ve o ülkenin ve daha da önemlisi o halkın yanında kararlıca savaşıyor. Ve bundan sonra
da kararlıca savaşmaya devam edeceğiz. Çünkü
bizim insanlık anlayışımız bu. Çünkü bizim
mücadele anlayışımız bu ve bizi bundan kimse
asla vazgeçiremeyecek!
Ve Suriye Halkı asla yalnız değildir, arkadaşlar.
Biz bu gücümüzü, bu inancımızı nereden alıyoruz?
Çünkü biz; yürüttüğümüz davanın, sürdürdüğümüz davanın, yolunda gittiğimiz davanın,
insanlığın biricik haklı davası olduğuna inanıyoruz.
Çünkü biz; insanlığın biricik kurtuluşunun
İşçi Sınıfı davasından geçtiğini biliyoruz.
Tarihi incelediğimizde, tarihsel olaylara baktığımızda, insanlığın kurtuluşunun sadece ve
sadece İşçi Sınıfı Davasına bağlanmaktan geçtiğini görüyoruz. O davayı kararlıca, yiğitçe, militanca savunmaktan geçtiğini görüyoruz.
Ve dünyada emperyalistlerin hâkim oldukları
ülkelerde, işgalleri altında olan ülkelerde yüzyıllardır nasıl soykırımlar gerçekleştirdiklerini, yağmalar, işgaller, zorbalıklar yaptıklarını biliyoruz.
Dünyanın hangi ülkesine giderlerse gitsinler,
emperyalist talancılar, yağmacılar, akbabalar oralara ölüm meleğini beraberinde götürüyorlar ve
halkları bire dek kırmadan rahat etmiyorlar, yoldaşlar.
İşte biz bu gerçekliği bildiğimiz için ve
Tarihimizde her zaman haksızlığa karşı çıkmak
geleneği olduğu için ve Birinci Kurtuluş
Savaşı’nda Mustafa Kemalcilerin, Birinci Evren
Savaşı’nda yenilmiş ve her kalesi neredeyse işgal
edilmiş bir vatanı nasıl kurtardıklarını bildiğimiz
için, o savaşın sürdürücüsü olmayı gönüllüce
kabul ettik. Ve o zaferin, o savaşın mantıki sonucunu gerçekleştirerek, ulusal kurtuluşu en kısa
sürede sosyal kurtuluşla taçlandıracağız. Çünkü
mücadelemiz halkımızın, halklarımızın kurtuluş
mücadelesidir.
Tarihimize sahip çıktığımız için, antiemperyalist mücadeleye sahip çıktığımız için biz
Çanakkale Zaferi’ni de haklı olarak kutluyoruz.
Ve kutladığımız için burjuva ve küçükburjuva
solları bizi eleştiriyorsa, Parababaları medyası bu
zafere sahip çıkmamızı sansürlüyor ve haber olarak yayınlanmasına abluka koyuyorlarsa biz
doğru yoldayız demektir.
Eğer burjuva basını sayfalarını açıyorsa bize
ve sık sık bizden söz ediyorsa o zaman korkmamız gerekiyor işin gerçeği. Çünkü onlar babalarının hayrına sayfalarını açmıyorlar. Çıkar görmedikleri, kandıracaklarını görmedikleri anda devrimci hareketlere sayfalarını, sütunlarını açmıyorlar.
Bu sadece bizim Parababalarına mı özgü ve
sadece haberlerle sınırlı bir şey mi?
Bildiğimiz gibi bu ülkede Parababaları ve
CIA’nın güdümündeki Kontrgerillacılar eliyle
onlarca katliam gerçekleştirdiler. Onlarca aydınımızı katlettiler. Onlarca, yüzlerce kişinin katledildiği Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta
ya da Doğan Öz, Bedrettin Cömert gibi onlarca
aydınımızın bireysel suikastlarla harcandığı katliamlarda hiçbir emperyalist devletin temsilcisini
onların cenaze törenlerinde görmedik. Yani
Tarihin hiçbir noktasında devrimci aydınlar,
halklar zulme uğradığında, emperyalistlerin
onların yanında yer aldığını görmedik.
Peki Hrant Dink’in cenazesine niçin katıldı
AB-D Büyükelçileri?
Bildiğimiz gibi Hrant Dink bir devrimci
değildi. Ermeni burjuva düşüncesini savunan bir
insandı. Ve bizzat CIA, Kontrgerilla tarafından
kendi aşağılık emelleri için katledildi. Bizzat
kendileri tarafından katledildi… Ama onlarda
insanlığın zerresi olmadığı için, katlettikleri insanın cenazesinde ev sahipliği yapma onursuzluğunu gösterdiler, yüzsüzlüğünü gösterdiler. Biz,
aydın diye adlandırılan insanlardan bir tek onun
cenazesinde emperyalistleri gördük. Ve o zaman
anladık ki, teorik olarak bildiğimiz bir şeyi bir
kez daha gördük ki ve Hrant Dink üzerinden yaptıkları propagandaları görünce diyoruz ki, onlar o
cenaze töreninde boşu boşuna ev sahipliği yapmamışlar… Hrant Dink, bir Kontrgerilla operasyonuyla siyasi bir suikasta kurban gitmiştir.
Hrant Dink’in de burjuva hakları savunucusu
olduğunu ve emperyalistlere (niyetinden bağımsız olarak da desek olur) hizmet ettiğini görüyoruz. Buna rağmen Emperyalistler, Hrant Dink’i,
kendi aşağılık emellerini gerçekleştirmek
(“Ermeni Soykırımı” yalanını işleyebilmek, Yeni
Sevr’i dayatmak) için öldürülmesinin sağ kalmasından daha yararlı olacağını hesap ederek CIAKontrgerilla suikastıyla katlettiler. Yani emperyalistler, her şeyi, her olayı, her kişiyi kendi aşağılık çıkarlarına hizmet etmesi açısından değerlendiriyorlar.
Onlar içlerinde hiçbir insancıl değer taşımıyorlar… İşte işçi arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu asgari ücret alıyor. Burada bulunan Ambar
işçisi kardeşlerimiz Nakliyat-iş’le etle tırnak gibi
kaynaşarak verdikleri kararlı mücadele sonucunda, toplu sözleşmeler yaparak daha yüksek ücretler alıyorlar, daha iyi sosyal haklar alıyorlar ama
sendikasız işyerlerinde çalışan arkadaşlarımız
asgari ücret bile alamıyor bildiğimiz gibi.
Üniversite bitirmiş arkadaşlarımız iş bulamıyor. Okul okuyor, üniversite okuyor ama bitirdiğinde ne yapacağını, ne işte çalışacağını bilememenin baskısından kendisini kurtaramıyor ve
neredeyse mezun olmak istemiyor. Oysa yıllarca
gece gündüz çalışarak (okul yetmiyor dershanelere giderek) üniversiteyi kazanmak için çaba
sarf ediyor. Ama üniversiteyi kazandığında ve
bitirmeye yaklaştığında, neredeyse, keşke bitmese de daha uzun süre öğrenci olarak kalsam, hiç
olmazsa ailem öğrenci gözüyle görür beni, diye
düşünmek zorunda kalıyor.
Çünkü mezun olduğunda iş
bulamıyor. Aylarca, yıllarca iş
bulamıyor. Ve gençlerimiz
birer birer, ikişer ikişer intihar
ediyorlar bu acınası duruma
katlanamadıkları için…
Köylülüğümüz zaten içler
acısı durumda. Tarım tümden
bitirilmiş durumda. Gübreye,
mazota ve girdilerin hepsine
yapılan zamlarla tarım yapmak,
tarımdan karın doyurmak
imkânsız hale getiriliyor.
Köylülerimiz harcadıkları emeğin onda birinin bile karşılığını
alamıyor. Ve köylülerimiz gerçekten çok perişan vaziyetteler.
Ve bu yüzden de kaçınılmazca,
büyük şehirlerin varoşlarında bir parça iş için her
türlü zorluklara katlanıyorlar ne yazık ki…
Peki bunun karşısında Parababalarının yaşantıları ne durumda, arkadaşlar?
Her yıl açıklanan, dünya çapında açıklanan,
dolar milyarderleri sayısında Türkiye’deki milyarderler her zaman en yüksek oranlara sahip
oluyor. Bu yıl da, dünyada ülkeler bazında, dolar
milyarderleri sayısında en yüksek artış oranı
Türkiye’de. Yani Amerika’dan da, Japonya’dan
da, Kanada’dan da, İngiltere’den de oran olarak
daha fazla milyarder sayısı Türkiye’de bulunuyor. Ve sadece 10 tane dolar milyarderinin toplam varlıkları, bizim ülkemizdeki insanların hepsinin varlıklarından çok daha fazla tutuyor. Ve
dünya çapındaki dolar milyarderlerinin 50 tanesi,
onlarca ülkenin gelirlerinin toplamına, gayri safi
milli hâsılası (GSMH) denilen bütün gelirine eşit
mal varlığına, kişisel mal varlığına sahip.
Yani bir avuç Parababası dünya halklarını
sağmal sürü gibi sömürürken, İşçi Sınıfımızı ve
emekçi halklarımızı baskı, zulüm altında inletirken bize başkaca seçenek bırakmıyorlar:
Usta’mızın dediği gibi “Ya Kurtuluş Savaşı ya
da en soysuzca Köleleşmenin Mezar Taşı”.
İkisinden başka yol yok bize! İkisinin arasında
yaşama şansı yok; ya köle gibi çalışacağız, köle
olacağız ve onursuzca öleceğiz, ya yiğitçe ayağa
kalkacağız, onurumuzla mücadele edeceğiz ve
kazanacağız!
Kurtuluş Partisi ve Kurtuluş Partililer olarak
bu savaşı mutlaka kazanacağız. Çünkü başka
seçeneğimiz yok!
İşte o yüzden biz Antiemperyalist,
Antifeodal ve Antişovenist mücadeleyi kararlıca omuzlamak zorundayız. Biz, halklar arasına
kan davası sokulmasına asla izin vermeyeceğiz.
Bin yıldır beraber yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle, İşçi Sınıfımızla, yoksul köylülüğümüzle,
gençliğimizle ve aydınlarımızla Türkiye topraklarında mutlaka Demokratik Halk İktidarını kuracağız ve bu vatanı, vatan sevmenin ustası olan
bizler, özgür hale getireceğiz.
Tarihimiz, geçmişimiz bizim mazlumlardan
yana olduğumuzu gösteriyor. Biz Birinci
Kurtuluş Savaşı’nda, Birinci Kuvayimilliye’de,
Afgan Halkından büyük yardım ve destekler gördüysek, o gün o halklara umut olduğumuz içindi.
Afgan Halkı bizi bu yüzden desteklemişti
Kurtuluş Savaşı’nda. Ve Afgan halkıyla bizim
gönül birlikteliğimiz, gönül bağımız varsa ve
Afgan Halkı, Afgan insanları Türk insanlarını
seviyorlarsa Tarihten gelen mazlum ulusların
yanında olduğumuz, onların da savaşını verdiğimiz, onların da bayraktarlığını yaptığımız için
oluşmuş bir bağdır, sevgidir bu.
Ama biz tarihimizden kazandığımız bu bağı,
bugün emperyalistlerin uşağı olarak gittiğimiz
için yitiriyoruz. Afgan Halkı Türk Ordusu’nun
orada yaptığı bütün insanî yardımlara rağmen
bize iyi gözlerle bakmıyor, arkadaşlar.
Tayyipgiller diyor ki, Afganistan’a muharip
güç yani savaşçı güç göndermedik.
Ama emperyalist işgalin bir parçası olarak
gönderildi o topraklara Türk Ordusu!
Emperyalistlerin uşaklığını yaparken ve onların emirlerini yerine getirirken 12 tane subayımız
orada yok yere, emperyalistlerin aşağılık çıkarları için hayatını kaybetti geçtiğimiz günlerde.
Ve Libya Halkı, bir zamanlar Mustafa
Kemallerin emperyalist işgale (İtalyan
Emperyalizminin işgaline karşı Ömer Muhtar’ın
da içinde yer aldığı) mücadelesini desteklemek
için o topraklara gizlice girip omuz omuza birlikte savaştıkları Libya Halkı, Irak ve Suriye Halkı
da bugün bizlere iyi gözlerle bakmıyor. Çünkü
bugün başımızda olan iktidarlar, 1950’den bu
yana iktidara gelen bütün partiler, ABD’nin iktidara
getirdiği
bütün
partiler,
ABD
Emperyalistlerinin, işgalcilerinin tetikçiliğine,
çanak yalayıcılıklarına soyundukları için, bu
halklar bizimle aralarındaki (ne yazık ki) kardeşlik bağını bozuyorlar. Ve kardeşlikten uzaklaşıyoruz.
Kardeşlik dediğimiz şey kolay elde edilmez.
Bir günde, iki günde, on yılda, on beş yılda elde
edilmez kardeşlik. Onlarca yıl, yüzlerce yıl, belki
binlerce yıl süren karşılıklı sınamalardan ve birlikte yapılan işlerden, ödenen ortak bedellerden
doğar. Ama kardeşliği bitirmek isterseniz bir
sözünüz yetebilir... İnsanı kırmak, insanı üzmek
çok kolaydır. 40 yıllık dostunuzu bir tek cümlenizle kırabilirsiniz ve bir ömür boyu görüşmeyebilirsiniz o insanla. İşte halklar arasındaki kardeşlik de böylesine bir tek söz ve bir tek davranışla kırılabilir. O yüzden biz, o halklarla kardeşlik bağımızın zedelenmesine hiçbir şekilde izin
vermemeliyiz. Ve bizlerin mücadelesi var olan
bu kardeşlik bağlarını daha da pekiştirecektir.
Bizler tarihimize kararlıca sahip çıkıyoruz.
Hiçbir siyasi çıkar gözetmeksizin ve birtakım
zorlukları da göze alarak tarihimizin halklardan
yana mücadelelerine sahip çıkıyoruz. Eğer biz
Çanakkale eylemini yapıyorsak, Çanakkale
mitingini yapıyorsak, geçen hafta Zafer
Meydanı’nda Konya’da, yine geçtiğimiz hafta
Seydişehir’de, İskenderun’da, Antep’te kutladıysak biz Çanakkale Zaferi’ni; mazlum ulusların
emperyalizme karşı ilk zaferi olduğu için kutluyoruz.
Ve bunu, konuşmamın başında söylediğim
gibi, burjuva ve küçükburjuva sollarının topunun
düşmanlıklarını üzerimize çekme pahasına yapıyoruz. Emperyalistlerin ve Tayyipgiller’in de
düşmanlıklarını üzerimize çekiyoruz biz. Çünkü
onların bu Zafer’in önemini küçülteme ya da hiç
olmamışa çevirme çabalarını, yaptığımız mücadele sonucunda, bu aldatmacalarını, bu uyutmacalarını, bu yok sayma çabalarını açık ediyoruz,
teşhir ediyoruz...
Ama biz doğru olduğuna inandığımız için
yapıyoruz bunu.
Biz Mustafa Kemallere samimice sahip çıkıyoruz. Bunu sürekli tekrarlıyoruz. Geçtiğimiz
haftaki Seydişehir Konferansı’nda da söyledim.
Biz sınıflar savaşının her noktasında, her aşamasında içtenlikle mücadele ediyoruz. Bizim mücadelemizin hiçbir yönünde siyasi çıkar kaygısı
yoktur. Asla böyle kaygılar taşımadık.
DİSK içerisinde Nakliyat-İş olarak mücadele
bayrağını dalgalandırdığımızda, Ali Başkan
DİSK Başkanlığına aday olduğunda da koltuk
peşinde değildik. DİSK Başkanlığının peşinde
değildik biz. İşçi Sınıfının hak ve çıkarlarını daha
ileriye götürebilmek için Başkanımız oraya aday
oldu. Ve bugün de o mücadeleyi aynı kararlılıklar sürdürüyoruz.
Ve İşçi Sınıfı İçerisinde ve gençlikte ve köylülükte ve kamu alanında yani hayatın hangi alanında mücadele ediyorsak, halklarımızın çıkarları için mücadele ediyoruz. Ve bütün ömrümüzü
halkların kurtuluşu mücadelesine adıyoruz.
Aynı Faruk Hoca’mız gibi, Sıtkı Şaplak
Yoldaş’ımız gibi ve diğer tüm yoldaşlarımız
gibi…
Ve ömrünü insanlığın kurtuluşuna vakfetmiş
tüm devrim şehidi yoldaşlar gibi…
Kuvayimilliyeciler gibi aynı inançla varlığımızı bu mücadeleye armağan ediyoruz…
Ve biz bu savaşı mutlaka kazanacağımıza inanıyoruz.
Bir kez daha söylüyorum; alınyazımız, misyonumuz, kaderimiz, tarihin omuzlarımıza yüklediği yük, Türkiye topraklarında devrimi gerçekleştirmektir!
Bu kaderden kaçamayız! Bu kaderi mutlaka
geçekleştireceğiz.
Tarihin şanlı sayfalarında yer alacak ki:
Halkın Kurtuluş Partisi alınyazısını gerçekleştirdi, Türkiye topraklarında devrimi gerçekleştirdi.
Yazacak bunu, mutlaka göreceğiz, arkadaşlar!
Zafer Kurtuluş Partisi’nin ve Kurtuluş
Partililerin olacak!..
(Alkışlar…)
15
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
İskenderunlu Kurtuluş Partililer
Kızıldere Şehitlerini Andı
12 Mart Faşizmi tarafından 30 Mart 1972’de
On yiğit Devrim Savaşçısı katledildi. On’lar;
Denizler’in alçaklar, hainler, bir avuç satılmış
tarafından idam sehpasına götürülmelerini
engellemek için gitmişlerdi Kızıldere’ye.
Giderken de biliyorlardı, ölüme gittiklerini.
İşte biz Kurtuluş Partililer, bu yiğit devrimcilerin neden bilerek ölüme gittiklerini ve o
günkü koşulları anlamak ve On’ları anmak
üzere Partimizde bir program gerçekleştirdik.
Anma programımız, üniversiteden yoldaşımızın açış konuşmasıyla başladı.
Daha sonra Kızıldere Şehitleri ve tüm
Devrim Şehitleri adına saygı duruşunda bulunduk.
Partimiz avukatlarından ve yöneticilerinden
Ayhan Erkan Yoldaş’ın sunumuyla seminerimizi gerçekleştirdik.
Ayhan Yoldaş sözlerine, “Onlar, eylemlerinin ölümle sonuçlanma ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu biliyorlardı. Ölüme gittiklerini bile
bile gittiler ve kahramanca göğüslediler ölümü.
Diğer yandan farklı bir siyasi yapıda olan
Denizler’i, 3 Devrimci Arkadaşlarını kurtarabilmek için öldüler. Denizler’in Yoldaşları da
vardı bu eylemde. Yani ON’ların eyleminde,
eylemin amacında, kahramanca Devrim Şehidi
olmada öne çıkan bir yön de DEVRİMCİ
KARDEŞLİK ilkesine bağlılıktı” diyerek başladı.
Mahirler’in, Denizler’in, Kurtuluş Savaşı,
Kuvayımilliye, Jöntürkler, Mustafa Kemal,
Türk Ordusu, 27 Mayıs ve Ermeni Meselesinde
bizimle bire bir aynı düşüncede olduklarını bizzat savunmalarından alıntılar yaparak anlattı.
Bugün Sevrci Sol diye adlandırdığımız
gruplarla aramızdaki ayrılıklarda Mahirler’in,
Denizler’in görüşlerinin bizim görüşlerimizle
tamamen örtüştüğünü; Mahirler’le aramızdaki
ayrılık konusu olan “öncü savaşı” anlayışını ise
On’ların ardılları olduğunu iddia eden grupların
da çoktan terk ettiğini belirtti. Bu nedenle
bugün Mahirler’i, Denizler’i anmaya herkesten
çok bizim hakkımız olduğunu vurguladı
Yoldaş’ımız.
Akıcı anlatımıyla sunumuna devam eden
Ayhan Erkan Yoldaş, daha sonra Kıvılcımlı’nın
Teorisinin ve Pratiğinin Türkiye Devrimi’nin
Yolunu aydınlatan biricik projektör olduğunu;
Türkiye Devrimi’nin Kurtuluş Partililerin
omuzlarında olduğunu önemle belirterek, biz
Kurtuluş Partisi Gençliği’nin üzerine düşen
devrimci görevleri hatırlattı.
Seminer sorular-cevaplar, katkılarla sürdürüldü.
İskenderun’dan
Kurtuluş Partililer
Devrimci coşkumuz ve Faşizme karşı
öfkemizle haykırdık:
Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür!
30 Mart 1972... Mahir ÇAYAN ve 9
arkadaşını (ON’ları) ölümsüzlüğe uğurladığımız günün adı...
İkinci Kurtuluş Savaşçılarını İzmirKarşıyaka’da bir yürüyüş ve basın açıklamasıyla andık.
Özellikle Halk Kurtuluşçu Liseliler’in
yoğun katılım gösterdiği eylemimiz, sloganlarla başladı. İZBAN-Metro önünden
başlayıp iskeleye kadar süren yürüyüşümüz boyunca sık sık, “Faşizme Karşı Ya
aynı anlayışı savunduğumuzu dile getirdi
ve bugün O’nların ideallerinin Kurtuluş
Partisi’nin mücadelesinde vücut bulduğunu vurguladı.
Basın açıklamamızdan sonra eylemimizi hep birlikte söylediğimiz Gündoğdu
Marşı’yla bitirdik.
Aşırı soğuğa ve rüzgâra rağmen eylemimizi büyük bir kalabalık izledi. Coşkulu geçen eylemimiz, AB-D Emperyalizmini ve Ortaçağcı İrticayı bu ülkeden
Mustafa Kemal Üniversitesi Yönetiminin Akıllı Kart Dayatmasına Karşı
Kurtuluş Partisi Gençliği Aktif Bir Kampanya Yürütüyor!
Tayyipgiller, ülkenin her karış toprağını
özelleştirmeye devam ediyor. Kamu kuruluşlarının büyük bir kısmını satan Tayyipgiller,
gözlerini üniversitelere çevirdiler. Üniversitelerdeki özelleştirmelerde, 1980 faşist darbesi
sonrası üniversitelerdeki devrimci, yurtsever
geleneğin önünü kesmek, üniversiteleri ticarethanelere, biz öğrencileri de müşterilere çevirmek için kurulan Yüksek Öğrenim Kurumunu
ve ne yazık ki güdümlerine soktukları üniversite yönetimleri kullanılmaktadırlar. Hatırlanacağı üzere bu konuda YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, Gaziantep’te bir öğrencinin, “Herkes Üniversite mezunu olmalı mı?” sorusuna
verdiği şu cevapla üniversite öğrencilerini sermayenin kölesi haline getirmek istediğini ifade
etmekteydi:
“Hayır olmamalı. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. Aynı
Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan alınan kredi gibi. ABD’de olduğu gibi mezuniyetten
sonra ödesin.”
Şimdiki MKÜ yönetimi göreve geldiği ilk
günden beri üniversitemizde gerici rüzgârlar
estirmeye başlamıştı. Yönetimin son “organize
iş”i, bu sefer de Halkbankası ile 2011 yılı ağustos ayında anlaşarak 30 bine yakın üniversite
öğrencisini, akademik ve idari personeli ve çalışanı Halkbankası’nın zorunlu müşterisi haline getirmek olmuştur.
MKÜ Yönetimi tarafından çıkarttırılan öğrenci kimlik kartlarının maliyet bedeli olarak
10 TL ücret de öğrenciler ve personelden toplanmıştır. Bu yeni kart uygulaması, tepkilerimiz üzerine, sözde “zorunlu değil” açıklama-
sıyla yürürlüğe konmuştur. Ancak bu karta sahip olmayanlar, yemekhaneden yemek yiyememekte, kantinden çay bile alamamaktadır.
Çünkü üniversitenin tüm alanlarında ancak bu
kart ile harcama yapılabilmektedir. Dolayısıyla
okul yönetimin mantığına göre “eğitimini aç
karnına sürdürebilirsen, bu kartı almak zorunlu değildir!”
Yeni uygulamayı ne öğrenciye, ne akademik personele, ne de üniversite çalışanına sormayan yönetim kapalı kapılar ardında pazarlıklarını yapmış, banka ile yapılan anlaşma ise
kamuoyuna duyurulmamıştır.
Kurtuluş Partisi Gençliği olarak bizler bulunduğumuz her okulda olduğu gibi MKÜ’de
de mücadeleye başladık. İlk işimiz insanlıktan
bir zerre de olsa nasibini almamış Tayyipgiller’in yasal olmayan bu uygulamalarını gözler
önüne sermek oldu. Bu amaçla “Öğrenci
Kimliği Haktır Satılamaz” adıyla facebook
grubu kurduk. Bu uygulamanın mevcut yasalara ve üniversite kurallarına dahi aykırı olduğunu konu eden partili avukatlarımızla beraber
hazırladığımız dilekçeler çerçevesinde (dilekçeyi olduğu gibi aşağıda yayımlıyoruz) aynı
isimle İmza Kampanyası başlattık. Üniversiteye bağlı her kampusta, her fakültede ve hatta
her öğrenciden olumlu tepkiler almıştık. Herkes bizlere imzalarıyla, sözleriyle ve yardımlarıyla desteklerini belirtiler. Nihayetinde yedi
günlük yoğun bir çalışma sonucu bine yakın
dilekçe toplamıştık.
Yaptığımız bu çalışmanın nihai sonucu
olan dilekçeleri teslim etme aşamasında ise İskenderun Merkez Postanesi önünde basın açıklaması yaptık. Basın açıklamamızın ardından
(değişik fakültelerden öğrenci arkadaşlarımız
tarafından toplanarak tarafımıza ulaştırılanlar
da dahil) topladığımız dilekçeleri posta kana-
Soruşturma terörüne son!
Mustafa Kemal Üniversitesi Rektörlüğü’nce, aralarında Kurtuluş Partisi Gençliğinin de bulunduğu 65 kişiye soruşturma açıldı.
8 Mart 2012 günü Mustafa Kemal Üniversitesi Mühendislik Fakültesinde, okulumuzun
bir öğrencisine poşu takması bahanesiyle faşistler silahla tehdit ederek saldırmıştır. Bu Faşist saldırı tüm devrimci-ilerici-yurtsever gençliğin tepkisini çekmiştir.
Kurtuluş Partisi Gençliği olarak bizler de
bu olaya sessiz kalmadık. Önce, olayın olduğu
akşam polis karakolu önünde toplanarak olayda ihmali bulunan okul yönetiminden ve tespit
edilebilen bir faşistten şikâyetçi olduk.
Ertesi gün (9 Mart günü) ise devrimci-demokrat öğrencilerin ortak kararıyla Mühendislik Fakültesinde, faşistlerce gerçekleştirilen bu
eyleme tepki duyan herkesin katıldığı bir basın
açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında sloganlar ve dövizlerle gerek faşizm ve uzantıları
teşhir edildi, gerekse ihmali bulunan üniversite
yönetimi protesto edildi.
Olaysız biten basın açıklaması sonucunda
bizzat Dekan Yardımcısının “Demokratik ve
haklı tepkinizi gösterdiniz” şeklindeki beyanlarına rağmen birkaç gün sonra aralarında Kurtuluş Partisi Gençliği’nden 3 arkadaşımızın da
bulunduğu 65 kişiye okul yönetimi tarafından
soruşturma açıldı.
Soruşturmalara cevaben 30 Mart günü yaptığımız savunmalarda, alınan ortak kararla yapılan eyleme sahip çıktık. Anayasal demokratik protesto hakkına sahip çıktık ve bu hakkın
sınırlanmasının mümkün olmadığını soruşturmacıların yüzüne haykırdık.
Kurtuluş Partisi Gençliği Beyazıt ve Halepçe Katliamlarını lanetledi
Baştarafı sayfa 1’de
“4+4+4 kesintili eğitim modeli”yle ve öğrencilere yapılan saldırılarla, gençliğe duyulan kinin
ortaya çıktığını belirten Evrim Yoldaş, Beyazıt’ta öldürülen 7 öğrencinin katilinin CIAKontrgerilla destekli faşistler olduğunu ve halkımızın zamanaşımına uğrayan davanın faillerinden hesap soracağını ifade etti.
Tıpkı 16 Mart Katliamı gibi zamanaşımına
uğrayan “Sivas Katliamı” davasının da aynı
güçlerce desteklenen Ortaçağcı Şeriatçılar tarafından yapıldığını da sözlerine ekledi.
Evrim Yoldaş; bu Katliam’dan tam 10 yıl
sonra yapılan Halepçe Katliamı’nın ise, gelişen
Kürt Ulusal Hareketini durdurmak amacıyla,
Irak hükümeti tarafından yapıldığını ve ezilen
halklar ile dayanışma içinde olunması gerektiğini vurgulayarak sözlerini tamamladı.
Açıklama sonrasında, 16 Mart 1978’de kat-
lıyla iadeli-taahhütlü olarak Rektörlüğe gönderdik.
Bizler, onlar gibi kapı arkalarında iş yapmamıştık. Çünkü bizim kimseden korkumuz
yoktu. Dilekçe toplarken kendileri gelemedi.
Karşımıza özel güvenliklerini gönderdiler.
İsimlerimizi aldılar. Çekinmeden verdik. Fakat
ne yaparlarsa yapsınlar bizleri yıldıramayacaklar. Çünkü bizler insanlık davası, haksızlıklara
karşı insanlık onuruna sahip çıkma davası gütmekteyiz.
Kurtuluş Partisi Gençliği olarak; bulunduğumuz okullarda Laik, Demokratik, Bilimsel,
Parasız, Anadilde Eğitim için her türlü mücadeleyi vermeye devam edeceğiz.
Kampanyanın geldiği aşama itibariyle,
avukatlarımızca tespit edildiği üzere İhale Kanununa, Üniversitelerin gelir-gider usulüne
ilişkin Yükseköğretim Kanunu Hükümlerine
de aykırılıklar bulunduğundan, söz konusu uygulamanın Sayıştay, YÖK ve Maliye Bakanlığına şikâyet edilmesi, sorun belirli bir süre
içinde çözülmezse dilekçe veren arkadaşlarımız üzerinden dava açılması gibi seçenekler
hayata geçirilecektir.
Vatanımızı AB-D Emperyalistlerinden,
yerli satılmışlardan temizleyecek ve Demokratik Halk İktidarını kuracağız. İşte o zaman gerçek “Demokratik Halk Üniversiteleri” ile
gençliğimiz, halkımız, bilime sınırsızca ve parasız ve “karnı tok” olarak kavuşacaktır.
Öğrenci Kimliği Haktır Satılamaz!
Yaşasın Eşit; Parasız Bilimsel Eğitim
Mücadelemiz!
Yaşasın Demokratik Halk Üniversiteleri
Mücadelemiz!
MKÜ’den
Kurtuluş Partisi Gençliği
Tayyipgiller tarafından üniversitelerin yönetimine atanan gerici-Ortaçağcı yönetimler
baskılarını her gün biraz daha ilerici, yurtsever
öğrenciler üzerinde hissettiriyor. Ama biz Kurtuluş Partisi Gençliği olarak, yapılan haksızlıklara dayatmalara boyun eğmedik, eğmeyeceğiz. Çünkü Usta’mız Kıvılcımlı’dan öğrendiğimiz “Yıldırılamaz Gençlik!” şiarıyla mücadeleye atıldık.
Laik-Demokratik-Anadilde Eğitim için,
Bilimsel Üniversiteler için, gerçek demokrat
öğretim üyelerimizle ve üniversite çalışanlarımızla dayanışma içinde mücadelemiz devam
edecek.
Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Sosyalizm!
Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde
Eğitim Mücadelemiz!
İskenderun’dan
Kurtuluş Partili Gençler
ledilen devrimcilerin anısına Eczacılık Fakültesi önüne kızıl karanfiller bıraktık. Hayatını kaybeden devrimci gençlerin adlarını hep birlikte
“Burada” diyerek haykırdık.
Eylemimiz boyunca sık sık “16 Mart’ı
Unutmayacağız”, “Kahrolsun MİT-CIAKontrgerilla”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Sosyalizm” sloganlarını attık.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partisi Gençliği
Kurtuluş Partisi Gençliği bulunduğu her ortamda mücadeleye devam ediyor
G
ençlik üzerinde her türden baskının olduğu şu günlerde üniversiteler bilimsel
eğitimden uzak olmakla birlikte düşünceye kapalı bir kurum haline getirilmeye çalışılıyor. Bunun için Tayyipgiller’in onayıyla
birçok üniversitenin rektörlüğüne gerici kişiler
getiriliyor. Gençlik sindirilerek etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor.
Buna karşı Kurtuluş Partisi Gençliği çalışmalarına devam ediyor. Bulunduğu her ortamda teorisini dövüştürüyor. Bununla birlikte pratik faaliyetlerine de her türden baskıya rağmen
devam ediyor. Akdeniz Üniversitesinde yoğun
bir şekilde çıkartma ve yazılama yapan Kurtuluş Partisi Gençliği bulunduğu her ortamda
devrimci faaliyetleriyle taleplerini dillendir-
mektedir.
Yaşasın Demokratik, Laik, Parasız, Eşit,
Anadilde Eğitim Mücadelemiz!
Öğrenciyiz Haklıyız Kazanacağız!
Akdeniz Üniversitesinden
Kurtuluş Partisi Gençliği
Ankara’dan Halk Kurtuluşçu Liseliler Haykırdı!
Birleşmek Ya Ölüm”, “Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür”, “Yeni Sevr’e Karşı
Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı.
Çevredeki insanların alkışlarıyla ve
sloganlarımıza eşlik ederek verdiği destekle gerçekleştirdiğimiz yürüyüşümüzün
ardından basın açıklamamızı okuduk.
Kurtuluş Partisi Gençliği adına basın
açıklamasını okuyan Yoldaşımız açıklamasında, 27 Mayıs Politik Devrimi, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız
ve önderi Mustafa Kemal, Ordu Gençliği’nin Devrimci Geleneği, iki basamaklı
devrim anlayışı, vazgeçilmez ilkelerimiz
Antiemperyalizm, Antifeodalizm ve
Antişovenizm konusunda, Mahirler’le
kovmak ve yerine Kürt kardeşlerimizle
beraber Kürt-Türk Halk Cumhuriyeti’ni
kurma sözüyle son buldu.
Hedefimiz Mahir Yoldaş’ın dediği gibi
“İSTİKLALİ TAM TÜRKİYE (TAM
BAĞIMSIZ TÜRKİYE)”dir!
Kızıldere Şehirleri Ölümsüzdür!
Faşizme Karşı Ya Birleşmek Ya
Ölüm!
Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!
İzmir’den
Kurtuluş Partisi Gençliği
MEB’e, ÖSYM’ye YGS’ye Güvenmiyoruz!
Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim İstiyoruz!
Ankaralı Halk Kurtuluşçu Liseliler 1 Nisan’da, YGS gününde, YGS Sistemine ve
4+4+4 Yasasına karşı sokaklardaydı.
Eylem, saat 15.30’da Yüksel Caddesi’nde
yapıldı. Eylem, “Çocuk Gelinler İstemiyoruz”, “Çocuk İşçiler İstemiyoruz”, “Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim”, “Tarikata
Mürit Olmayacağız” sloganları ile başladı.
Sonrasında, Halk Kurtuluşçu Liselilerden
bir arkadaşımız, yıllarca üniversiteye girmek
için uğraşan, emek ve para harcayan gençlerin
hayatını, 160 dakikalık bir sınava bağlayan sınav sistemine, emekçi çocukları ve zengin çocukları arasındaki eğitim fırsatı eşitsizliğine ve
eğitimde gericileşmenin son hamlesi olan
4+4+4 Yasasına karşı olduğumuzu, eğitim sorununun asıl çözümünün Halk İktidarında olduğunu vurgulayan basın açıklamasını okudu.
Eylem sloganlarla sonlandırıldı.
Ankara’dan
Halk Kurtuluşçu Liseliler
16
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
Dünyanın dört bir yanından işçi manzaraları
H
er gün milyarlarca insan alın teri dökerek nü; tablet bilgisayarı iPad ve cep telefonu iPhoyaşamını sürdürebilmek için çok kötü ne’a borçlu. Firma sadece geçen sene 70 milyon
şartlarda, karın tokluğuna dünyanın dört iPhone, 30 milyon iPad sattı. Diğer ürün satışlabir yanında kimi zaman da hayatları pahasına rı 70 milyona yaklaşıyor.
çalışıyor. Malezya’da, Kamboçya’da, BanglaiPhone ve iPad’in fenomen yükselişi Appdeş’te, Hindistan’da, Türkiye’de, Amerika’da… le’ın çalışan başına 400 bin dolar kâr etmesiyle
Belki de hiç karşılaşmayacak, bir araya ge- sonuçlandı. Kurucu Başkan Steve Jobs’un vefalemeyecek olan, bambaşka coğrafyalarda yaşa- tından bir süre önce yerini alan Tim Cook’un
yan, farklı renklerden, uluslardan olan ve farklı elindeki Apple hisselerinin değeri 427 milyon
diller konuşan milyarlarca insan aynı şeyi yaşı- dolara, maaşıysa 1.4 milyon dolara çıktı.
yor.
Bunun nedeni de Cook’un Apple’ın üretimiKimi zaman patronları da aynı, bambaşka ni ABD’den Çin’e kaydırma planı.
yerlerde de olsalar.
Yüzde 40 kâr marjı
Medyada sık sık karşılarız, şu fabrikada yanİki hafta önce Apple, Çin’de iPhone4S’i sagın çıktı, şu kadar kişi öldü ya da açlıktan öldü
tışa
sunma kararı aldı. Ancak halkın mağazaladiye. Bu haberlerde farklı olan tek şey ülke ya
ra akını yüzünden (güvenlik nedeniyle) satış erda yer-işyeri ismidir.
Tekeller, özellikle sözde bağımsız olan eski telendi. Konuya yabancı biri bu satırları okudusömürge ülkeleri ve bizim gibi ülkelerde çok ğunda sudan ucuz bir üründen bahsettiğimizi sadüşük ücretlerle, çok kötü koşullarda, güvence- nabilir. Olmadığını hatırlatmak tarihe karşı borsiz olarak çalıştırıyor emekçileri. İşçilerin üze- cumuz.
Apple iPhone ABD’de kontratlı olarak morinden korkunç kârlar elde ederken onlara insadeline
göre 200 ile 400 dolar arasında satılıyor.
ni bir şekilde yaşayacağı ücreti bile vermiyor.
Kontratsız
almak isterseniz en az 600 doları
Global Employment Trends (2011) Raporu’na
göre, dünyadaki toplam işgücünün yüzde gözden çıkaracaksınız. Çin için hiç de azımsa20.7’si günlük 1.25 dolar ve altında ücretle ça- nacak bir bedel sayılmaz, değil mi? Üstelik kâr
marjı da birçok teknoloji markasının dudaklarılıştırılıyor.
Birkaç ülkeden derlediğimiz verileri paylaş- nı uçuklatacak cinsten. Sektör analizlerine göre
madan önce bir karşılaştırma yapalım. Nasıl adaletsiz ve insanlık
dışı bir düzende yaşandığını görmek açısından önemli...
Bilindiği gibi her yıl Forbes
Dergisi, dünyanın en zenginlerini
açıklar. En son açıklanan listenin
başında bu yıl da geçen yıl olduğu gibi Meksikalı telekomünikasyon devi Carlos Slim Helu 74
milyar dolarlık servetiyle yer aldı.
Geçen yılki listede serveti
53.5 milyar olan Helu, bu yıl servetini 20.5 milyar dolar artırarak
2 yıldır “dünyanın en zengini”
unvanını elinde tutmayı başardı.
Foxconn işçilerinin intiharları protesto gösterisi
Peki AB-D tekellerini bile
600 dolarlık iPhone’un maliyeti modeline göre
geçen Helu’nun ülkesindeki durum nedir?
“Meksika Devlet Başkanı Felipe Calde- 188 ile 245 dolar arası değişiyor. Yüzde 40’lık
ron beş yıl önce göreve geldiğinde, vatandaş- (sadece şirketin kârı-HKY) bu kâr marjına satın
larına yoksulluk oranını düşürme sözü ver- alındıktan sonra içine yüklenen her şarkı, uygumişti. Ancak dünyanın en zengin insanına ev lama, oyun ve içerikten alınan yüzdelik paylar
sahipliği yapan Meksika’da yoksulluk bugün da eklenince Apple’ın geçen yılki 25.9 milyar
ülkenin dört bir yanına yayılmış durumda. dolarlık net kârı daha iyi anlaşılıyor.
Bilgisayar fiyatları 10 binden birkaç yüz doMeksika’da Temmuz ayında yapılacak devlet
başkanlığı seçimleri öncesinde uyuşturucu lara düşünce işler elbette değişti. Bugün
kartellerinin neden olduğu şiddet ve giderek ABD’de vergiler hariç 650 dolara satılan 16 GB
kapasiteli en ucuz iPhone4S’in 188 dolarlık topartan yoksulluk, halkı öfkelendiriyor.
“Meksika, 74 milyar dolarlık servetiyle lam maliyeti içindeki işçi maliyeti 8 dolar! Yani
Forbes dergisinin en zengin insanlar listesin- yüzde 1,2. Nereden nereye, değil mi?
Apple, iPhone’u Çin’deki o garibanlar yeride birinci sırada bulunan Carlos Slim’in vatanı. Serveti Meksika’nın GSİYH’nın yüzde ne Amerikalı kardeşlerine ürettirseydi telefon
6.6’sına denk gelen Slim, zengin ile yoksul başına maliyeti 65 dolar yükselecekti.
Belleği Kore ve Japonya’dan, ekranı Kore
arasındaki boşluğun en büyük sembolü.
“35 MİLYO YIL ÇALIŞMASI LAZIM ve Tayvan’dan, çipleri Avrupa’dan, metal aksa“Bozuk vergi sistemi, gelir dağılımındaki mı Afrika ve Asya’dan, yarı-iletkenleri Almanadaletsizlik ve eğitim sistemindeki yetersiz- ya ve Tayvan’dan toplanan iPhone, son olarak
lik, zaten iş bulmakta zorlanan Meksika hal- Çin’de birleştiriliyor, iPhone almak için mağazalara saldıran Çinlilerin meşhur Foxconn fabrikını giderek yoksullaştırıyor.
“Başkent Mexico City’de hayatını sakız kasında. 30 yıl önce Çin’in küçücük köylerinve sigara satarak kazanan Marcial Maya, den biri olan ve bugünse dünyanın en büyük
günde ortalama 5.80 dolar kazanıyor. Bu he- üretim tesis olan Shenzhen’de sadece Foxsapla, Maya’nın dolar milyarderi Slim’in conn’da, sadece Apple için 230 bin kişi çalışıservetine ulaşması için bir gün bile izin yap- yor (toplam çalışan sayısı 500 bine yakın). Haftada altı gün, her gün en az 12 saat ve saati samadan 35 milyon yıl çalışması gerekiyor.
“37 yaşındaki Maya, “altı çocuğunu da dece 1.2 liraya çalışan, başka bir deyişle ayda en
okutmak istediğini ancak maddi zorluklar fazla 345 lira kazanan bu ‘teknoloji çağı köleleyüzünden çocukları okuldan almak zorunda ri’ iş bitince evine de gidemiyor. Çünkü çoğunun evi yok. Olanlarıysa getir-götürle uğraşmak
kaldığını” belirtti.
istemiyorlar. 15 yataklı ranzalarda, demir par“ABD YAIDA CEET KALIR
“Yıllık büyüme oranı 2003’ten bu yana maklıklı camlarda yatıp vardiya saatini beklisadece yüzde 2.2 olan Meksika’da, halkın ya- yorlar. Parmaklığın sebebi intihar eden işçiler.
Dert işçi kaybı da değil elbette. Dert, rezalet durısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
“113 milyon nüfuslu ülkede, 2006 ile 2010 rum ortaya çıkınca zor durumda kalan Apple’ın
yılları arasında, ayda sadece 150 dolarla ge- halkla ilişkiler departmanını kurtarmaktır. İntiçinmek zorunda kalan insan sayısı 45,5 mil- harı önlemek için camlara parmaklık gerdiler.
Nasıl ama?..
yondan 58 milyona fırladı.
“Meksika’nın en zengin yüzde 10’luk keH&M’de kölelik koşuları
simi, halkın geride kalan kısmından ortalaBirkaç ay öncesinde bir-iki haber sitesine
ma 27 kat daha fazla para kazanıyor.
ABD’de ise bu oran 14 kat civarında” (Hürri- düşen bir haber. Çok fazla haber değeri taşımamış olacak ki çok geniş yer alamadı ve haber
yet Planet, 29.12.2012)
“Apple’ın kârına kâr katan modern köle- pek yankı uyandıramadı. Aslında söz konusu
olan dünyanın en büyük şirketlerinden biri, bir
ler
Geçen günlerde gazetelerde şöyle bir haber tekstil deviydi: İsveçli Hennes&Mauritz firmayer alıyordu: Uluslararası şirketlerin ucuz işgü- sı. Yani kısa adıyla H&M.
H&M patronu en son açıklanan dünyanın en
cünden faydalanmak için üretimlerini kaydırdığı Çin artık cazibesini diğer Asya ülkelerine bı- zenginleri listesinde yer alıyor. 13. sırada yer
raktı. Çalışanlarının ücretlerinin artması şirket- alan İsveçli patron Stefan Persson 24,5 milyar
lerin Asya’ya yönelmesine neden oluyormuş. dolar geliriyle dünyanın en zenginleri arasında
Hatta Çinli şirketler bile iş gücünün ucuz oldu- çok önemli bir yere sahip.
Firmanın Kamboçya’daki tedarikçisinin
ğu Malezya, Vietnam ve Hindistan gibi ülkelefabrikasında yüzlerce işçi hastanelik olmuştu.
rin yolunu tutuyormuş.
Kocaman bir salonda binlerce kişi dikiş maİşçi ücretleri yüksek denilen Çin’de durum
kinelerinin
başında harıl harıl çalışıyor. İçerisi
nasılmış ona bakalım. 25 Ocak’ta Radikal gazetesinden Serdar Kuzuloğlu bir yazı hazırlamış. havasız, dar ve sıcak. Çalışanların mola yapıp
Çin’de üretim yapan Apple’ın düşük ücretler ve temiz havaya çıkma imkânı neredeyse hiç yok.
insanlık dışı koşullarda çalıştırarak kazandığı Zira haftanın 6 günü, günde 10-12 saat çalışmak
zorundalar. Böyle bir ortamda çalışan Kamboçastronomik kârlardan bahsetmiş.
yalı işçiler, Batılı moda zincirleri için seri bir biYazıda özetle şu bilgiler veriliyordu:
2011 yılında Apple’ın geliri 108 milyar do- çimde tişört, elbise ve pantolon üretiyor. Bu işlar. Bunun büyük bir bölümünü iki popüler ürü- çilerin çalışma koşulları bazen daha da vahimle-
şebiliyor. Tıpkı 19 yaşındaki bir işçi kadının kısa bir süre önce yaşadıkları gibi. İşçi “Bir anda
el ve ayak parmaklarım buz gibi oldu, böyle
kimyasal kötü bir koku geldi burnuma. Ama
tam olarak ne olduğunu çıkaramadım. Daha
sonra etrafta bazı arkadaşların nasıl birbiri ardına bayıldığını gördüm. Ben de el ve ayak parmaklarımı hareket ettiremiyordum” diye konuşuyor.
Ağustos
ayının
son
haftasında
Kamboçya’daki bu tekstil fabrikasında çalışan
yaklaşık 300 kişi, aynı semptomlarla hastaneye
kaldırıldı. İsveçli moda zinciri H&M’in tedarikçisi Çinli bir tekstil firması için çalışan 4 bin
600 işçiden bir başkası da yaşadıklarını şöyle
anlatıyor: “Ben bayılmadım ama arkadaşlarım
bir anda güçten düşüp yere yığıldı. Sonra Çinliler kimse görmesin diye kapıları kapattı. Ama
havasızlıktan daha da fazla kişi yere yığılmaya
başladı.”
Bu kadınların saat ücreti yaklaşık 30 cent.
Yani ayda toplam sadece 61 dolar kazanıyorlar.
Akşamları bambu dallarından yapılmış kulübelerde 3’er ya da 4’er kişi konaklıyor ve yerde
yatıyorlar. Yemeklere genelde bir porsiyon pilavdan başka bir şey dahil olmuyor.
H&M, olaydan sonra yaptığı açıklamada,
Kamboçya’daki tekstil fabrikasında yaşananların nedenlerini esaslı bir şekilde araştıracağını
duyurdu. Ancak şimdiye kadar çalışanların neden bayıldıklarına dair hiçbir bilgi açıklanmadı.
Asya’nın bir başka köşesi Singapur’da ise
H&M firması Güneydoğu Asya’daki ilk mağazasını açıyor. Meraklı binlerce müşteri, mağazanın önünde sıraya girmiş bekliyor. Mağazada
asılı olan tişört ve elbiselerin hepsi Kamboçya’daki fabrikadan geliyor. Alışveriş yapmayı
başarmış olanlar ise markanın, hem moda tarzından hem de uygun fiyatlarından etkilenmiş
biçimde dışarı çıkıyor. Bir kadın “H&M’i seviyoruz. Her şey çok güzel ve çok ucuz” diye sevincini dile getirirken, genç bir erkek de “Neden
bu kadar ucuz olduğunu bilmiyorum ama bu fiyatlara arz ediyorlarsa benim için hiç sorun
yok” diye konuşuyor.
Emperyalizmin bir diğer başarısı, sınıf bilincinin yok edilmesi ve insanların duyarsızlaştırması, bencilleştirmesi.
Puma da aynı durumda(
Geçtiğimiz Haziran ayında da Kamboçya’da
Alman spor giyim markası Puma’ya mal yapan
bir fabrikanın yüzlerce çalışanı, mide bulantısı
ve baş dönmesi şikayetleriyle hastaneye başvurmuştu.
Tekstil endüstrisi, Kamboçya’nın en önemli
sektörlerden biri. Yaklaşık 15 milyon nüfuslu
ülkede çoğu kadın olmak üzere 300 binden fazla insan bu sektörde çalışıyor.
Bangladeş’te durum(
Yasmina Hamlawi’nin Le Monde Nisan
2011’de
yayınlanan
(www.ekonomipolitika.org) makalesi Bangladeş’te insanların ne koşullar altında çalıştığını
ve hayatta kalmak için verdikleri mücadeleyi
anlatıyor.
“Her sabah üç milyon kişi başkentteki sanayi bölgesindeki dört millik sömürge yolunu kullanmaktadır. Bu kişilerin dörtte üçünden fazlasını kadınlar oluşturmakta: kesilmiş kumaşları
makinede dikip bastıran işçiler, terziler, dikiş diken kadınlar, yapım yeri yöneticileri… Bangladeş’in düşük maliyetli işgücü ile işçiler perakende markaların ve Batılı tekstil markalarının
iştahını kabartmaktadır. Wal-mart, H&M,
Tommy Hilfiger, GAP, Levi Strauss, Zara, Carrefour, Marks & Spencer… Bütün bu markalar
ya üretimlerini ya da tedarikçilerini buradan
sağlamaktadır.
“Minimal bir yatırım ve yoğun bir işgücü ile
belirlenen tekstil sektörü Asya’nın ekonomik
temellerinden biridir.”
“(…)
“(…) İnsani Gelişme Endeksi’ne göre ülkenin %40’ı günde 1,25 dolar kazanarak yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır, bu da Bangladeş’i 182 ülke arasında 146. sıraya geriletmiştir.
“(…)
“Ekonomik kriz; tekstil giyim ihraç eden
birçok ülkeyi vurmuştur fakat Bangladeş tehlikeyi atlatmayı başarmıştır. Bangladeş’teki Avrupa Komisyonu delegasyonu ticaret müşaviri
Zillul Hye Razi “Bir çok şirketin tepkisi buraya
yerleşmek olmuştur çünkü dünyanın en ucuz işgücü buradadır” şeklinde açıklama yapmıştır.
“Reena çok endişeli. Elleri şalvar ile giyilen
uzun tunik Khamiz’inin renkli kumaşını dokumaktadır. Bize gece yarısında randevu verirken
ismini vermek istemediğini istediğini belirtti.
Reena konuşmasına şöyle devam ediyor: “12
yaşımdan beri sabah sekizden gece yarısına kadar çalışıyorum. Üç kızıma, kayınvalideme, kayınpederime ve sürekli bir işi olmayan eşime
bakabilmek için ayda 2600 taka (sadece 27 Euro) kazanıyorum. Üstüne üstlük, işlerin çok revaçta olmasından dolayı süpervizörüme beni rahat bırakması için 50 taka rüşvet veriyorum”
şeklinde konuştu.
“Burada yasa haftada bir gün izin ve haftalık
48 saat çalışmayı öngörmektedir. Fakat haftalık
çalışma saatleri 80 saate ulaşmaktadır. Büyük
yabancı perakendecilerin taleplerine cevap vermek için makineleri üstüne eğilmiş çalışanlar
aralıksız 17 veya 19 saati doldurmak zorundadır.
“İşçi güvenliği öncelikli olarak ihmal edilmektedir. Her yıl, birçok fabrika alevler içinde
kalmış; dolup taşan binalar içinde dramlar yaşanmış ve harap olmuştur. Son yangın 14 Aralık
2010 yılında Carrefour ve H&M ile taşeronluk
sözleşmesi olan Hameen grubuna ait Dakka’daki banliyöde gerçekleşmiş ve 28 can almıştır.”
Bunlara karşı elbette ki işçiler susmuyor ve
yer yer protestolar oluyor. Özellikle 2010 Mayıs
ayında 50 binden fazla işçi isyan etti. Haftalık
izin günü, doğum izni, çalışma ve mesai saatlerinin adil ücretlendirilmesi, sendika haklarına
saygı gibi taleplerde bulundu. Fakat “aylarca
devam eden çatışmalar silahlı kuvvetler tarafından sistematik olarak bastırılır, yüzlerce yaralı
ve düzinelerce ölü ile sonuçlanır.”
Ve Türkiye’de yeni bir işçi katliamı...
Ve Türkiye’de, yanı başımızda yaşanan bir
katliam. Yeni bir işçi katliamı. İstanbul Esenyurt’ta lüks, büyük bir alışveriş merkezinin inşaatında çalışan işçiler kaldıkları plastik çadırda
çıkan yangın sonucu hayatını kaybetti. Türkiye’nin dört bir yanından Van’dan, Bartın’dan,
Muğla’dan, Ordu’dan, Tokat’tan gelen işçilerin
tek amacı geçimlerini sağlayarak ailelerine ekmek parası göndermekti.
Çamurlar içinde, sağlıksız ve güvenli olmayan bir ortamda kalan işçiler defalarca talep etmelerine rağmen pahalı diye prefabrik verilmemiş. Evet, 220 milyon Euro’luk yatırımın yapıldığı alışveriş merkezinde işçiler, çamurların
içindeki bir plastik çadırda yaşamlarını sürdürüyordu.
Parababalarının gerçek yüzünü tüm açıklığıyla bilmemize ve sayısız katliamlarına tanık
olmamıza rağmen her yeni cinayette şaşırıyoruz, bu kadarı da olmaz diyoruz. İnsan bu kadar
vicdansız olabilir mi?
Aslında katliam olduğu gibi ortada; yorum
yapmaya bile gerek yok. Ne denir ki bunlara, insancıl hiçbir duygu taşımıyorlar. Zaten çok bü-
yük bir lüks içinde yaşayan parababaları, bir
türlü doymak bilmiyorlar. Daha fazla sömürü
daha fazla kar için insan hayatını hiçe sayıyorlar. İşçilerin ölmesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi
yok. İnsan hayatının ne kadar ucuz, değersiz olduğunu bu düzende acı bir şekilde yine görüyoruz.
Göz göre göre işlenen bu cinayetten sonra
doğal olarak insan hesap sorulmasını bekliyor.
Fakat ne oluyor, ertesi gün gazetelerde yer alan
şu habere göre, Kayı İnşaat adlı şirketin aldığı
ihalede “alt firma” olarak hizmet veren Kaldem
A.Ş, 11 canın hayatını kaybetmesine mal olan
pazar gecesi, tazminat ve ceza yükünden kurtulmak için ilginç (şeytanca) bir adım attı. Kaldem
AŞ, kendi bünyesinde çalışan işçilerin bir kısmının “sigorta girişi”ni yaptırdı. Facia haberini
saat 21.30 sularında alan şirket, saat 22.40 sularında işçilerin kayıtlarını SGK’ya yaptırdı.
11 işçinin ölümünden dolayı işverenin ne
kadar büyük bir vicdan azabı (!) içinde olduğunu bu davranışında görüyoruz.
Daha önce OSTİM’de, Davutpaşa’da ve daha bir çok yerde gerçekleşen katliamlar gibi bu
da aynı akıbete uğrayacak.
Bu yazımızda sadece birkaç örnek verdik,
bu sayı çok daha fazla tabii. Emperyalizmin, Parababalarının egemenliğinin olduğu her ülkede
bugün işçiler, emekçiler emeğinin karşılığını
alamıyor, insanlık dışı şartlarda çalışmak zorunda kalıyor. Emekçilerin emeğinin karşılığını
alabilmesi için ve onurlu insanca bir yaşam için
halkların kanını emen bu vahşi düzenin son bulması gerekiyor.
İnsanın gerçekten insan gibi yaşayarak emeğinin karşılığını alabileceği tek düzen sosyalizmdir. Üretim araçlarının kamu mülkiyetinde
olduğu sosyalizmde emekçiler Parababalarının
kârı için değil kendileri için çalışacaklar. Zaman
zaman toplumda, dünyada, geriye gidişler olsa
da rota hep ileriye doğrudur. Fidel’in dediği gibi de eninde sonunda “İnsanlık tek bir sosyalist aile olacak”.
Buna ulaşmanın yolu da örgütlülükten, mücadeleden geçiyor. Dünyanın dört bir yanında
denenmiş ve doğrulanmış olan tek yol budur.
Parababalarının işçi katliamları katlanarak devam ediyor
Baştarafı sayfa 24’te
Parababaları düzenidir.
Alman sermayeli firma Deutsche Bank’ın
yatırım şirketi olan DWS Ortaklığı AVM’yi
yapıyor. Bu firmanın Türkiye iştiraki ECE’ye
Tayyipgiller tarafından 2007 yılında “yılın yabancı yatırımcısı” ödülü verilmiştir. Bu firma
da işlerinin tamamını Kayı İnşaat’a bağlı Kaldem adlı taşeron firmaya yaptırıyordu.
Neden taşeron firmalara yaptırıyorlar?
Çünkü Tayipgiller onlara Türkiye’yi ucuz
emek cenneti olarak sunmuştur. Başbakan, söz
konusu şirkete ödülü verirken “Özel sektörümüzün ayağına takılan
her türlü prangayı çözeriz” demişti. Bunun anlamı da İşçi Sınıfımız
için daha fazla sömürü,
daha fazla çalışmak, daha fazla sefalet, daha
fazla ölüm demektir.
Parababaları için ise daha fazla kâr garantisi
anlamına gelmektedir.
220
milyon
Euro’luk lüks alışveriş
merkezinin inşaatında çalışan işçiler, soğukta
geceleri çadırda kalıyordu. Talep etmelerine
rağmen pahalı diye prefabrik verilmemiş.
Sadece bu değil Parababalarının vicdansızlığı!
Kayı İnşaat adlı şirketin aldığı ihalede “alt
firma” olarak hizmet veren Kaldem A.Ş, tazminat ve ceza yükünden kurtulmak için kendi
bünyesinde çalışan işçilerin bir kısmının “sigorta girişi”ni yaptırdı. Facia haberini saat
21.30 sularında alan şirket, saat 22.40 sularında işçilerin kayıtlarını SGK’ya yaptırdı.
Böylece kolayca işin içinden sıyrılabiliyorlar. Hiçbir kanun işlemiyor onlara…
Bir İşçi Katliamı daha(
Ve 4 Nisan’da yine bir işçi katliamı haberi
geldi. Erzurum’un Aşkale İlçesi’nde Karasu 2
Hidroelektrik Santrali Göleti’nden geçen enerji nakil hattındaki arızayı onarmaya giderken
bindikleri deniz bisikletinin alabora olmasıyla
suda kaybolan 5 TEDAŞ görevlisinin hepsinin
cansız bedenine ulaşıldı. Çevrede olanların
“Adamlar dün 3 saat boyunca bağıra bağıra öldü” dediği katliamda, ölen işçilerden
Mustafa Arifoğulları’nın oğlu Arif Arifoğulları, yaptığı açıklamada insan hayatına verilen
önemi(!) gözler önüne seriyor:
“Babasının ve görev arkadaşlarının ölümünde yaşananların skandal olduğunu ileri süren Arif Arifoğulları, şunları söyledi:
“Orada bir gölet yapıyorsan, öncelikle
elektrik direklerini kaldıracaksın. Enerji
üreten şirket ile TEDAŞ arasındaki iletişim
kopukluğu, birbirlerine göz yummaları 5
kişinin ölümüne neden oldu. İki gündür babamı arıyorlardı. ‘Babam yapamam’ diyor-
du. ‘Erzurum’dan ekip gönderin, orası bizim işimiz değil’ diyordu. Başlarında bir şef
veya mühendis yetkili yok. Oraya gidiyorlar. Şambrel atsalardı kurtarılırdı onlar.
Arızayı nasıl giderecekler onu da bilmiyorlar. Bir hastaya helikopter kaldıranlar 5 kişinin feryadını duymadı. O helikopter, birkaç can simidi ya da şambrel atsaydı hepsi
kurtarılırdı. Sorumluluklarını yerine getirmeyen ve baskı yapan TEDAŞ, kurtarma
olayındaki ihmalden dolayı valilik ve HES’i
işleten firma hakkında dava açacağız” diye
konuştu.( http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20271593.asp)
Bir İşçi Katliamı daha(
Tuzla Tersaneleri’nde bugüne kadar 150
işçi yaşamını yitirdi. Ancak bütün bu cinayetlere rağmen Tersaneler ölüm saçmaya devam
ediyor.
Daha dün, 04 Nisan günü, Ada Tersanesi’nde meydana gelen patlamada 2 işçi öldü,
üç işçi yaralandı…
Ya diğerleri(
31 Ocak 2008’de Davutpaşa’daki 5 katlı
bir iş merkezindeki patlamada 21 işçi canından oldu. 9 Eylül 2009’da sel felaketinde 8 kadın işçi pencereleri olmayan servis aracında
boğularak can verdi. 11 Aralık 2009’da Bursa
Mustafa Kemalpaşa’da 19 işçi, 17 Mayıs
2010’da Zonguldak’ta 30 işçi göçük altında
kalarak can verdi. Madenler işçilere mezar olmaya devam ediyor. 3 Şubat 2011’de Ankara
Ostim’deki patlamada 20 işçi öldü. Adana’da
24 Şubat 2012’de baraj çöktü, 10 işçi sularda
boğularak can verdi…
Tayipgiller dönemi ile birlikte Türkiye’de
son 10 yılda 10 bin 723 işçi, iş kazaları adı altında katledildi.
Bu cinayetlerin nedeni firmaların ihmalkârlığıyla ilgili değil. Tayyipgiller iktidarıyla
birlikte iş cinayetleri artmıştır. Çünkü tüm bu
iş cinayetlerinin nedeni esnek, kuralsız, güvencesiz ve sigortasız çalıştırmadır. Nedeni ve
sorumlularının belli olduğu bu cinayetlerin
suçlusu Tayipgiller İktidarı’dır. Tayipgiller er
ya da geç bu cinayetlerin hesabını halka verecektir.
İstanbul’dan
Bir İşçi Yoldaş
17
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 !isan 2012
Asıl suçlu AB-D Emperyalistleridir
Sıkıysa onları yargılayın!
T
ayyipgiller’in 12 Eylül Referandumu’nda
halkımızı aldatmak için kullandığı en demagojik argümanlardan biri “12 Eylül
darbecilerinin yargılanması” idi, bildiğimiz gibi. Referandum öncesi zaten CIA patentli “Ergenekon Operasyonu” ile güya Ordu içerisindeki darbeciler yargılanmak üzere tutuklanmış,
Tayyipgiller de yerli ve yabancı Parababaları
medyası tarafından “darbe karşıtı”, “demokrasi
havarisi” biçiminde sunulmuş ve halkımızın gözü boyanmıştı.
AB-D Emperyalistlerinin, çıkarlarını teminat altına almak için üç dönemdir iktidarda tuttukları Tayyipgiller, artık “Türkiye’nin makûs
darbeler tarihini” ortadan kaldırmakla övünüyordu. “Ergenekon Operasyonu”yla bir taşla
birden fazla kuş vurmuşlardı. Bir taraftan Ordu
içerisindeki bütün Antiemperyalist, laik, Mustafa Kemalci unsurlar birer birer tasfiye ediliyor,
diğer taraftan da Tayyipgiller, AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar tarafından Türkiye ve
dünya halklarına “demokrasi kahramanları”
olarak lanse ediliyordu.
Daha önceki sayılarımızda da netçe, kanıtlarıyla ortaya koyduğumuz gibi günümüzde de
genişleyerek devam eden “Ergenekon Operasyonu” baştan sona bir CIA operasyonudur. Operasyonun gizli-açık arka planında İblis Fethullah Gülen, onun da arkasında AB-D Emperyalistleri vardır. Elbette tetikçiliği de Tayyipgiller
iktidarı yapmış ve yapmaya devam etmektedir.
Ancak operasyonun başlangıç günlerinde Parababaları medyasının marifetiyle bu CIA operasyonu, derin devleti, Kontrgerillayı, “darbecileri” ortadan kaldıracak bir operasyon olarak sunulmuş, ne yazık ki halkımız envai çeşit yalanlarla kandırılmıştı.
Sadece gariban halkımız mı kandırılmıştı?
Hatırlayacağımız gibi o dönem, kendini ilerici, demokrat, devrimci olarak tanımlayan kimi
aydınlarımız da bir anda CIA-Fethullah-Tayyipgiller üçlüsünün darbe karşıtlığı tılsımına kendilerini kaptırmış, bu davranışlarıyla da bilerekbilmeyerek AB-D Emperyalistlerinin ve yerli
satılmışların değirmenine su taşımışlardı. İçine
sürüklendikleri bataklıkta boğulan, sayıları bugün itibariyle bir avucu geçmeyen Sevrci-Soytarı-Sahte Solcuları, Soros devrimcilerini hiç
anmayalım isterseniz. Onlar için deniz çoktan
tükenmiştir, onlar çoktan karaya oturmuşlardır.
Ancak halkçı yönüyle bildiğimiz sanatçı İlkay
Akkaya’nın bile bu demagojiye aldanması, oynanan oyunun boyutunu gözler önüne sermiş,
Fethullahçı Zaman Gazetesi’nde yaptığı Ergenekon değerlendirmesi biz gerçek devrimcileri,
yurtseverleri üzmüştü:
“Dostlarımı öldüren Ergenekon’u yıllarca JİTEM bildim
“Ben 20 yıldır bu ülkede müzik yapıyorum. 20 yılda gördüklerim, işkencede ölümler, göz altında kaybolma, faili meçhuller, yakılmış köyler, göçe zorlanan insanlar; bütün
bunlar bir sistem dahilinde yapılıyordu. Arkasında JİTEM olduğunu söylüyorduk, meğer Ergenekon’un parçasıymış.
“(…)
“İlkay Akkaya, Başbakan Erdoğan’ın
geçtiğimiz aylarda aralarında Ahmet Kaya’nın da bulunduğu, ‘bu ülkenin değerleri’
dediği isimler arasında en çok Bediüzzaman
Said-i !ursi’nin zikredilmesinden etkilenmiş: ‘Hayatı boyunca zorluklar içinde kendi
ilkelerinden ödün vermeden yaşamış bir insan. Böyle bir hayat elbette çok fazla saygı
hak ediyor. Herhangi bir canlıya karşı bir
suç işlemediği, şiddeti özendirmediği sürece
kendi doğrularına göre yaşayabilmesi o insanı çok değerli kılar. Said !ursi de böyledir.’”
(Zaman Gazetesi, 20 Aralık 2009)
Gerçekleştirilen bu CIA operasyonunun arkasında AB-D Emperyalistlerinin olduğunu
saklama işi de yine Fethullahçı-AB-D’ci medyaya kalmıştı. Öyle ya, kış kışlığını, puşt puştluğunu yapacaktı. Şöyle yazıyordu 12 Ocak
2009 tarihinde Zaman Gazetesi:
“ABD Ergenekon’un neresinde?
“(…)
“Uzun lafın kısası, ABD hükümeti Ergenekon davasını ve yansımalarını şimdilik sadece izlemekle yetiniyor. Ergenekon konusu,
ABD’nin Türkiye gündeminin üst sıralarında değil. Resmî görüşmelerin konusu hiç değil. Gelişmeler iç istikrarı ya da demokrasiyi
ciddi boyutta tehdit edecek noktaya gelmediği sürece de, ABD müdahil olmaz.” (Ali H.
Aslan, agy)
Bildiğimiz gibi Fethullahçı Zaman Gazetesi’nin biricik işlevi yerli-yabancı halk düşmanlarının kirli işlerini kamufle etmektir. Burada da
CIA operasyonunun arkasında ABD Emperyalistlerinin olmadığı ispatlanmaya çalışılıyor.
Ne deniyor?
“Ergenekon konusu, ABD’nin Türkiye
gündeminin üst sıralarında değil.”
Bu yetmemiş olacak ki: “Gelişmeler iç istikrarı ya da demokrasiyi ciddi boyutta tehdit edecek noktaya gelmediği sürece de, ABD
müdahil olmaz.” deniyor.
Yani dünyanın başhaydudu ABD ancak “demokrasiye zarar gelirse” müdahale edermiş…
Başka söze hacet var mı? Halk düşmanı bir yayın organı doğal görevini yerine getiriyor ve
ABD’yi aklamak için canla başla çaba gösteriyor.
Oysa yakın dönemde ortaya çıkan Wikileaks
belgeleri bunun böyle olmadığını ispatlıyor.
Belgelerde CIA patentli “Ergenekon Operasyonu”nun başından sonuna kadar ABD’nin bilgisi,
hatta yönlendirmesi dâhilinde olduğu anlatılıyor:
“Wikileaks yine ortalığı karıştırdı
“Wikileaks’ten sızan kriptoya göre polis,
Kasım 2008’de ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nde Ergenekon brifingi verdi; Büyükanıt’ın kızına ait özel görüntülerden bahsetti.
“Wikileaks belgeleri Türk polisinin Ergenekon soruşturması konusunda düzenli olarak brifing verdiğini ortaya koydu. 21 Kasım
2008’deki ilk brifingde polis, elçilikte yaptığı
sunumda Büyükanıt’ın kızına ait özel görüntülerden Deniz Baykal’a ödendiği iddia edilen rüşvete kadar çok detaylı bir brifing vermiş. Odatv soruşturmasında sanık olan iki
gazeteci tarafından yazılan Sızıntı adlı kitap,
daha önce gözden kaçmış bu Wikileaks belgesini gündeme taşıdı. Kitaptaki iddialar
üzerine Wikileaks’in sitesinden bahsi geçen
belgeye ulaştık. ABD’nin gizli diplomatik yazışmalarının yayınlandığı siteye 5 ay önce konulan belge, 24 Kasım 2008 tarihini taşıyor.
Altında elçiliğin siyasetten sorumlu müsteşarı Daniel O’Grady’nin imzası bulunuyor.”
(Vatan, 3 Şubat 2012)
Ergenekon isimli CIA operasyonunun gerçekleştirildiği günlere tekrar dönersek, yukarıda
aktardığımız gibi AB-D Emperyalistlerinin,
yerli işbirlikçilerin ve Parababaları medyasının
yoğun çabalarıyla ortaya “ileri demokratik” bir
manzara çıkmıştı. Artık Tayyipgiller, darbe karşıtlığı maskesinin arkasına gizlenerek istediği
şeyi yapabilirdi. Nitekim işe ilk önce yargı sistemini iğdiş etmekle başladılar. Bir dizi Anayasa değişikliklerini öngören düzenlemeler burjuva demokrasisinin “özgür” oylama biçimlerinden biri olan “referandum”a götürüldü ve yaklaşık % 58’lik bir oranla AKP referandumu kazandı. Hepimizin hatırlayacağı gibi Allah’la aldatılan gariban halkımızın, işçimizin, köylümüzün bir bölümü referandumun ne getireceğini
bile bilmeden, yukarıda küçük bir kısmından
bahsettiğimiz propagandalar, yalanlar, göz boyamalar sonucunda elindeki mührü yine cellâtlarına bastı. “Yetmez ama evet”çi halk düşmanlarıyla birlikte referandumu boykot eden Kürt
hareketi ve bu hareketin peştamalcıları da
AKP’nin “zafer”inde önemli bir rol oynadılar.
Tayyipgiller açısından görev başarıyla tamamlanmıştı; yargı artık Tayyipgiller’in hukuk büroları şeklinde işleyecekti.
Başta da ifade ettiğimiz gibi referanduma
giderken Tayyipgiller en fazla “12 Eylül’ü yargılama” demagojisini ön plana çıkarmıştı. Öngörülen düzenlemelerin içinde Kenan Evren ve
darbeye katılan kadroların yargılanmasını yasaklayan “geçici 15. madde”nin kaldırılması da
yer alıyordu. Nasıl olsa gün sözde darbe karşıtlığı günüdür diyen Tayyipgiller, oltanın ucuna
ölüsü kokmuş, insan sefaleti Kenan Evren ve
dönemin Amerikancı goril generallerinden Tahsin Şahinkaya’yı takıp sallamakta tereddüde
düşmediler. Niye düşsünler ki… Bu halk düşmanları zaten tarihsel görevlerini layıkıyla yerine getirmişlerdi. Milyonlarca halk çocuğunun
kanına girmişler, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin
halkımıza armağan ettiği 1961 Anayasası’nı ortadan kaldırıp yerine dünyanın en gerici anayasalarından biri olan 1981 Anayasası’nı getirmişlerdi.
Zaten bir ayakları değil, iki ayakları birden
topraktaydı bu namussuzların. Biri 94, diğeri 87
yaşındaydı. İnsan söylemeden geçemiyor; hep
söylediğimiz gibi namussuzların safında yer
alanlar eninde sonunda namussuzların iğfaline
uğrarlar. O dönemin tanıkları hâlâ hayattadırlar,
hatırlayacaklardır. Şimdi darbe karşıtı pozlar
kesen, iki eski bunağı demokrasi oltasının çengeline geçirip sallayan Tayyipgiller’in ağababası İblis F. Gülen 12 Eylül’ü hararetle desteklemişti. Amerikancı Faşist Darbeden sonra dipçik
zoruyla kabul ettirilen 1981 Anayasası’nın,
2010 referandumuna taş çıkaracak kadar “özgür” biçimde gerçekleştirilen referandumunda
“evet” oyunun propagandasını yapmıştı bu İblis. Hatta bununla da yetinmeyip Kenan Evren’i
cennetle müjdelemişti. Şunları söylemişti Milliyet Gazetesi’ne verdiği bir röportajda:
“Evren Paşa, seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasibini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki–doğrusunu Allah bilir- hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona
yetebilir, ahrette kurtuluşuna vesile olabilir,
cennete de gidebilir.” (Milliyet, 17 Ocak 2005)
Bu sözlerin sahibi olan İblis F. Gülen’in yetiştirdiği ve şu anda da iplerini sıkıca tuttuğu,
AB-D Emperyalizminin çıkarlarına göre hareket ettirdiği Tayyipgiller, şimdi darbecileri yargılayacakmış! Buna kim inanır? Halkın hissiyatında çoktan tarihin cehennemine gönderilmiş
94 yaşındaki bir bunağı ölmeden önce bir iki
kez mahkemeye götürmek, 12 Eylül Faşist Darbesini yargılamak mıdır?
Biz bunun bir aldatmaca olduğunu gayet iyi
biliyoruz. Kullanım süresi çoktan dolmuş, ABD Emperyalizminin belirlediği son kullanma tarihi geçmiş, çürümüş, kokuşmuş faşist K. Evren
ve T. Şahinkaya kullanılarak, halkımızın bir kez
daha gözüne kül serpme çabalarıdır bunlar.
12 Eylül Faşist Darbesi’nin, ABD ve casus
örgütü CIA tarafından yapıldığı bugün herkes
tarafından bilinmektedir. Türkiye Devrimci Ha-
reketinin en tutarlı temsilcileri olan bizler 12
Eylül’ün tahlilini “12 Eylül !edir?” isimli kitabımızda hiçbir tereddüde yer bırakmayacak
açıklıkta yapmış ve faşist darbeyi ABD Emperyalistlerinin nasıl adım adım ördüğünü, darbe
sonrası da kendi aşağılık ekonomik- siyasi planlarını nasıl hayata geçirdiklerini kanıtlarıyla ortaya koymuştuk. Bu alçaklığı Henze’nin oğlanlarının adım adım örgütlediği M. Ali Birand gibi satılmış bir burjuva gazetecisi tarafından dahi ikrar edilmişti.
Toparlarsak, şu an “Ergenekon Operasyonu”nu yürütenlerle 31 yıl önce 12 Eylül Faşist
Darbesini gerçekleştirenler aynı kökenden gelmektedirler. Bu halk düşmanı operasyonların
planlayıcısı AB-D Emperyalistleri, uygulayıcıları ise ruhlarını emperyalistlerin tecavüzünün
müptelası haline getirmiş olan yerli satılmışlardır, işbirlikçilerdir. Bugünün yerli satılmışları,
31 yıl öncesinin yerli satılmışlarını yargılama
görüntüsü vermeye çalışmaktadırlar. Tabiî bunu
da efendilerinin buyruğu üzerine yapmaktadırlar. Amaç halkımızı kandırmaktır. Bunu böylece
görmek gerekir. Bunu görmemek eğer cehalet
değilse halk düşmanlığıdır, ihanettir. Ve ne ya-
İ
zık ki günümüzde halkımıza bu ihaneti yapan
satılmışlardan bol miktarda bulunmaktadır. Sadece bir örnek verelim.
Sevrci çevrelerde büyük saygınlığı olan sözde sosyalist, Troçkist, Taraf Gazetesi yazarı Roni Marguiles… Onun dönekliğini, ihanetini,
halk düşmanı yönünü anlatabilmek için hacimli
bir kitap yazmak gerekir. Tıpkı Zaman Gazetesi
gibi emperyalistlerin ve yerli satılmışların aklanması görevini yerine getiren bu hazret, paçavra Taraf Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda 12
Eylül’ün Tayyipgillerce yargılanması aldatmacasına kanmayanları eleştiriyor. 2010’da gerçekleştirilen anayasa referandumunda hayır diyenleri tutarsızlıkla suçluyor. Tabiî var olan durumu Aristo mantığına sığdıramıyor. Şöyle diyor:
“En çok kim talep etmiştir Kenan Evren
ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını?
Yıllardır doğal ve haklı olarak ‘sol’ talep etmiştir.
“Darbecilerin yargılanmayacağını yıllarca iddia eden ve bu iddiasında haklı görünen
de yine ‘sol’ olmuştur.
“Geçen sene Anayasa referandumunda,
generallerin yargılanmasını engelleyen Geçici 15. Madde’nin kalkmasını sadece bir
‘yem’ olarak gören, Anayasa değişikliği paketini AK Parti’nin bir ‘oyunu’ olarak gören,
generallerin zaten yargılanmayacağını söyleyen de yine ‘sol’du.
“Bu nedenle referandumda ‘hayır’ oyu
veren ve değişikliklerin kabul edilmemesi
(yani bu arada 15. Madde’nin kaldırılmaması) için çabalayan, yani kendi işkencecilerinin
yargılanmasına karşı çıkan da yine ‘sol’du.
“12 Eylül cuntasının hayatta kalan iki generali hakkında soruşturma süreci başlatıldığında, ‘!e önemi var ki?’ tutumunu dile
getiren de yine ‘sol’ oldu. Bu defa da ‘Seçimlerden önce göz boyanıyor, nasıl olsa yargılamayacaklar’ diyerek savcılığın girişimi küçümsendi. Küçümsenmese, referandumda
‘hayır’ demenin yanlışlığı kabul edilmiş olacaktı çünkü!
“İlginç, ilginç olduğu kadar gülünç, gülünç olduğu kadar da saçma bir öykü. Türk
solunun geniş kesimlerinin hâl-i pür melalini
iyi yansıtan bir öykü.
“(…)
“Referandumda “hayır” diyen, bugün de
Kenan Evren’in yargılanmasına sevinemeyen bir ‘sol’!
“Solculuğa, sosyalizme aşina olmayan
okuyucularımı temin ederim, dünyanın hiçbir makul ülkesinde bu tür insanlara sosyalist denmez.
“Bu, sadece bize özgü bir garabet.” (agy,
25 Ocak 2012)
Muhteremin söyledikleri ve söylediklerinin
neye hizmet ettiği son derece açık, gördüğümüz
gibi. Ortaya koyduğu tabloyla AKP’nin 12 Eylül’ü gerçekten yargılayacağı savına inandırmaya çalışıyor. Muhterem için görev bir değil tabiî... Bunu yaparken de “sol”u eleştiriyor,
“sol”un tutarsızlığını kendince dile getiriyor.
Hangi “sol”u eleştiriyor?
AB-D emperyalistlerinin umut kaynağı,
demokrasi güçleri olmayan “sol”u eleştiriyor.
Yoksa kendi gibi ihanete karmış “Sevrci Sahte
Sol”u eleştirmiyor. 12 Eylül’ün gerçek sorumluları olan AB-D Emperyalistlerinden hiç dem
vurmuyor, o dallara hiç basmıyor. Kısacası Tayyipgiller’in ülkeyi demokrasiye doğru adım
adım götürdüklerini anlatıyor. Bu zat’tan da
başka bir şey beklenmezdi doğrusu… Görevini
layıkıyla yerine getiriyor.
Sonuç olarak biz gerçek devrimciler, emperyalizmin iktidara getirdiği ve üç dönemdir iktidarda tuttuğu Tayyipgiller’in, emperyalistlerin
örgütlediği 12 Eylül Faşist Darbesi’ni yargılama
niyetinde olmadıklarını çok iyi biliyoruz. Bu
durumun eşyanın tabiatına aykırı olduğunu da
biliyoruz. K. Evren ve T. Şahinkaya’yı yargılamak ezilen, sömürülen, katledilen, işkencelere
uğratılan, hapislerde çürütülen halklarımızın
görevidir. Bunu sadece halkımızın emrindeki
halk mahkemeleri yapabilir. O halk mahkemele-
ri de Demokratik Halk İktidarı’nda kurulacaktır.
12 Eylül’ü gerçekten yargılamanın yolu Antiemperyalist, Antişovenist, Antifeodal Halk
Kurtuluş Savaşı’ndan geçer. Bu savaşın güncel
ismi ise İkinci Kurtuluş Savaşı’mızdır. Bu mücadelemizi başarıya ulaştırdığımızda halk düşmanları da hak ettikleri cezayı çekecektir. Mücadelemizi dünya halklarıyla birleştirecek, eninde sonunda emperyalizmi yok edeceğiz.
Çünkü biz Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!
İstanbul’dan Bir Yoldaş
Ankara Üniversitesi Bilimsel Düşünce Topluluğu’ndan
“Türkiye’de Aydın Olmak” konulu Konferans
çerisinde Kurtuluş Partisi Gençliği’nin de
yer aldığı Ankara Üniversitesi Bilimsel Düşünce Topluluğu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 15 Mart 2012 tarihinde
“Türkiye’de Aydın Olmak” konulu bir konferans gerçekleştirdi. Cumhuriyet gazetesi
yazarı Bekir COŞKU! ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği eski
Başkanı, Ankara Barosu Avukat Hakları
Merkezi Üyesi Av. Doğan ERKA! etkinliğe
konuşmacı olarak katıldılar. Etkinliğe 250’nin
üstünde kişi katıldı.
Etkinliğin açılış konuşmasını BDT Yönetim Kurulu Üyesi ve Hukuk Fakültesi Temsilcisi arkadaşımız yaptı. BDT Temsilcisi konuşmasında, insanın, Aristo’nun tanımıyla “politik bir hayvan” olduğunu, ancak politik olma
özelliğinin unutturulmaya, hayvan olma özelliğinin ezberletilmeye çalışıldığını söyledi. Ayrıca 12 Eylül Faşizmi ile insanlara korku salındığını ve günümüzde bu korkunun had safhaya
ulaştığını belirterek, buna karşı aydınların birlik olması gerekliliğinden bahsetti.
Açılış konuşmasından sonra söz alan Av.
Doğan ERKAN, etkinliğin yapıldığı Cemil
Bilsel Salonu’nda öğrencilik yıllarında yapılan
etkinliklerden yola çıkarak, salonun ve hukuk
fakültesinin politik önemine vurgu yaptı. Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet KIVILCIMLI’nın da aynı salonda Türkiye Solunun
birleştirilmesi hedefiyle gerçekleştirdiği “Durum Yargılaması” adlı tarihsel bir seminer
verdiğini belirtti. Av. Doğan Erkan, aydın olmanın ve aydın olma mücadelesi vermenin en
iyi üniversite yıllarında anlaşıldığını dile getirdi.
Sivas Davası’nda zamanaşımı
kararı verilmesini eleştirerek sözlerine devam eden ERKAN, “insan yakmanın zamanaşımı olamayacağı”nı ifade ederek konuşmasını sürdürdü ve ülkenin aydın hukukçularının bunun hesabını soracaklarını vurguladı.
Günümüzde Aydın olmanın bir
koşulunun örgütlü olmaktan geçtiğini anlatan ERKAN, gerçek Aydın’ın Soros’un sivil örümceklerinden günümüzdeki ayırt noktasının ise Yurtseverlik kriteri olduğunu vurguladı. Emperyalizmin, aydınları kuşatma altına aldığını anlatan ERKAN, bunun örneklerini
anlattığı konuşmasına; aydının,
ülkesine sahip çıkan, bunun için
halkı bilinçlendirme ve aydınlatma görevini her koşulda yerine
getirme iradesine sahip olan bir
pozisyonda durması gerektiğini
anlatarak devam etti.
“Tam Bağımsız, Laik, gerçekten Demokratik Türkiye” hedefinin ülkedeki aydınların ortak noktası olması gerektiğini ifade ederek Lenin Usta’nın sözlerinden alıntı yapan
Doğan ERKAN, koşullar ne kadar kötü olursa
olsun, hayaller ile gerçekler arasında bir bağ
var ise, ileriye doğru hayal kurmanın çok yararlı olduğunu vurgulayarak konuşmasını tamamladı.
İkinci konuşmacı Bekir COŞKUN ise Ergenekon davası bağlamında, ülkedeki tüm ay-
dınların ceplerinde taşıdığı telefonlarından dahi korkar hale geldiklerinden, ancak korkunun
ecele faydasının olmadığından bahsetti.
Aydın olmanın, her koşulda doğruları söylemekten geçtiğini anlatan COŞKUN, bu sebeple medyada yaşadığı baskıları anlattı. Aydın olmanın “ampul taşımak”tan geçmediğini
kinaye yollu belirten COŞKUN, gericileri hiçbir ampulün aydınlatamayacağı veciz tümcesiyle sözlerini tamamladı.
Her türlü saldırıya karşı Gençliğin Aydınlanması kararlılığı içerisinde olan BDT üyesi
öğrenciler, etkinliklerini kesin bir şekilde sürdürecekler. Yüzlerle, binlerle, AB-D Emperyalistleri ve her türden yerli uşaklarına karşı Halk
Kurtuluş Cephesi’nin kurulmasına hizmet edecekler. Bunu durdurabilecek bir güç yoktur.
Yıldırılamaz Gençlik!
AÜ Bilimsel Düşünce
Topluluğu’ndan
Kurtuluş Partili Gençler
18
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
“Suriye Dostları” Toplantısını Protesto Ettik:
Suriye’de Emperyalist Komplo Dağıtılacak
Baştarafı sayfa 1’de
mızı gerçekleştirdik.
Açıklama Arap Yoldaşlarımızın heyecanlı konuşmalarıyla başladı.
Daha sonra İstanbul İl Başkanımız Av.
Pınar Akbina tarafından basın açıklamamız
yapıldı.
Açıklama esnasında sık sık “Katil ABD
Suriye’den Defol”, “Hillary Go Home”,
“Suriye Halkı Yalnız Değildir”, “Yaşasın
Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun ABD,
Kahrolsun BOP” sloganlarımızı haykırdık.
Açıklamamız sırasında yanımıza gelen
Esad yanlısı Suriyeli yurtsever bir göstericiye de söz verdik. Arapça olarak konuşan
gösterici, Türkiye ve Suriye Halklarının
kardeş olduğunu belirtti ve toprağı öperek
tepkisini gösterdi.
Yaklaşık 1 saat süren eylemimiz konuşmaların ardından sloganlarla bitirildi.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
***
Hataylı Kurtuluş Partililerden
Suriye’ye Destek Eylemi
Halkın Kurtuluş Partisi Samandağ ve İskenderun İlçe Örgütleri olarak Partimizin
enternasyonal anlayışı gereği, hemen yanı
başımızda bulunan Suriye Halkına desteklerimizi sunmak ve AB-D Emperyalistlerini ve yerli işbirlikçileri Tayyipgilleri protesto etmek için 24 Mart Cumartesi günü
saat 13:00’da Oytun Alanı’nda basın açıklaması eylemimizi gerçekleştirdik.
Basın açıklaması öncesi eylemimizi duyuran afişlerimizi ilçemizin tüm merkezi
yerlerine ve esnaf camekanlarına astık.
Basın açıklamasına davet için ayrıca yoğun
bir şekilde el ilanlarımızı dağıttık.
Eylem günü Parti binamızdan çıkarak
basın açıklamamızı yapacağımız alana doğru düzenli kortej şeklinde yürüyüşe geçtik.
Kortejimizin başında, “AB-D Emperyalistleri ve Onların İşbirlikçisi Tayyipgiller Suriye’nin Üzerinden Kanlı Ellerinizi Çekin!” yazılı pankartımız taşıdık. Birçok dövizlerin, parti bayraklarımızın ve
Suriye bayrağının taşındığı kortejimizde
zılgıt ve ıslıklar eşliğinde sık sık, “Suriye
Halkı
Yalnız
Değildir”
“AB-D
Suriye’den Defol”, “AB-ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Gün Gelecek Devran Dönecek
Tayyipgiller Halka Hesap Verecek.”,
“Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “İşçilerin Partisi, Köylülerin Partisi, Gençliğin Partisi,
Halkın Partisi Kurtuluş Partisi” sloganları atıldı.
Kinimizi emperyalistlere ve işbirlikçi
Tayyipgiller’e karşı haykırırken, Suriye
Halklarına kardeşliğimizi ve halkların kardeşliği şiarını haykırdık.
Basın açıklamasını İlçe Başkanımız Nilgün Yuva okudu.
Eylemimiz halkımız tarafından alkışlandı ve ilgiyle izlendi.
Basın açıklaması sonrasında Samandağ
Halkına bildirimizi dağıtarak eylemimizi
sonlandırdık.
Samandağ ve İskenderun’dan
Kurtuluş Partililer
Suriye Halkı ve tüm mazlum halklar
emperyalistlerin iğrenç oyunlarını er geç bozacaktır
Değerli Basın Emekçileri
Eli kanlı zalim, dünya halklarının başdüşmanı ABD-AB (AB-D)
Emperyalistleri, Afganistan, Yugoslavya, Irak ve Libya’da yaptığını
Suriye’de de yapmak istiyor.
“Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olarak Suriye’ye bugünlerde saldırmaya hazırlanıyor. Çünkü Emperyalistler kendilerine ne Ortadoğu’da ne de dünyanın herhangi bir yerinde bir direnç noktası kalsın
istemiyorlar. Bugün için Ortadoğu’da Antiemperyalist ülke olarak Suriye ve kısmî de olsa İran var. İşte bu yüzden AB-D Emperyalistleri “ya
bendensin ya düşmanımsın” diyerek bugün Suriye’ye, sonrasında da
İran’a saldırmak istiyor.
Karşıdevrimcilerden derleşik “Suriye Ulusal Konseyi” ve diğer “Suriyeli Muhalifler”le onların askeri kanadı görevini yürüten “Özgür Suriye Ordusu” ve diğer çapulcu çeteler, toplantı üstüne toplantı yaparak,
Suriye Halkına ve yönetimine karşı güçlerini birleştirmeye çalışıyorlar.
Birkaç gündür İstanbul’da bu iş için toplantılar yaptılar.
Bugün de “Suriye’nin Dostları” adlı Grubun İkinci Konferansı gerçekleştiriliyor, Kongre Merkezi’nde. Ve bu toplantıya ABD Dışişleri
Bakanı Hillary Clinton da katılıyor.
Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği’nin Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın girişimleri ve Suriye yönetiminin de kabulü ile bir antlaşma imzalanmış durumda.
Fakat AB-D Emperyalistleri bunlarla yetinmiyorlar ve yetinmeyecekler. Onların ana amacı, Suriye’yi bölmek, parçalamak, yönetimini
devirmek ve kendi aşağılık işbirlikçileri kanalıyla Suriye üzerinde tahakkümlerini kurmak, BOP yolunda yeni kazanımlar elde etmektir.
Değerli Basın Emekçileri,
Suriye, farklı dinlerin ve ırkların kardeşçe yaşadığı, eğitimin ve sağlığın parasız, yaşam standartlarının insanca olduğu bir ülke. Kaldı ki Suriye’nin kendi iç sorunları da olabilir. Her ülke gibi bu sorunlar o ülkenin kendi iç sorunlarıdır ve o sorunları o ülkenin halkları çözer.
Suriye’den gelen mülteciler ülkemiz topraklarında, Hatay’ın Yayladağı’ndaki ÇADIR KENTLERE yerleştirildiler. Şimdi de Reyhanlı, Antep, Kilis ve Şanlıurfa’dakiler eklendi. Tayyipgiller, çadır kentleri kurdukları il sayısını arttırarak, Suriye’de olayların vahametinin arttığı yalanını kamuoyuna yutturmaya çalışmaktadırlar.
Emperyalistlerin ve onların Türkiye’deki işbirlikçisi Tayipgiller’in
bu halk düşmanı saldırılarına ülkemizdeki satılmış medya ve kalemşorları çanak tutarak ortak olmakta ve Suriye’de halkın Esad yönetimini istemediğini pompalamaktadır her gün. Ama gerçekte olan bunun tam tersidir. Milyonlarca Suriyeli (Şam’da 5 milyon, Halep’te 3 milyon, Lâskîye’de 1,5 milyon) her hafta yollara dökülerek Esad’a ve ülkelerine sahip çıkmaktadır. Ayrıca bütün dünya halkları Suriye için destek eylemleri yapmaktadır.
21 Mart günü tüm Suriyeliler, bütün ülke, gece boyunca yollardaydı. Hıristiyanı, Müslümanı, Kürdü, Arabı, Suriye Marşını bir ağızdan
söyleyerek “Allah Suriye Beşşar Vu Bes (Yalnız ve Sadece Allah
Suriye Beşşar)”, “Le Türkiye vle Hürriyye Allah Suriye Beşşar Vu
Bes” (e Türkiye e Hürriyet Yalnız ve Sadece Allah Suriye Beşşar) sloganlarıyla meydanları inletti. Suriye Halkı Esad’ın yanında olduğunu haykırıyor.
Şimdi soruyoruz: bu ülkede emperyalistlerin ve Tayyipgillerin iddia
ettikleri olaylar olsaydı ülkenin milyonlarca insanı; Hıristiyanı, Alevisi,
Sünnisi, Kürdü, Arabı sevgi ve güven duygularını ifade eden bu gösterileri yapar mıydı?
Emperyalistler de Tayyipgiller de biliyorlar ki, Esad ve yönetimi,
halkın tam güvenini kazanmıştır. Ve Suriye Halkıyla Esad yönetimini
iktidardan deviremeyeceğini anlamış durumda. Bu yüzden saldırılarını
hızlandırarak 18 Mart’ta Halep ve Şam’da eşzamanlı bombalama provokasyonu yaptılar. Şam’da 3 ayrı noktada mahallelere ve toplu taşıma
araçlarına, Halep’te iki ayrı noktada gene mahallelere ve toplu taşıma
araçlarına bombalı saldırıda bulundular. Dara ilinde evleri basarak, evin
ABD ve AB Emperyalistlerinin Yeni Sevr Projesi’nin bir parçası: “Sözde Ermeni Soykırımı”
Baştarafı sayfa 1’de
Ankara İl Başkanı Sait Kıran tarafından
okunan basın açıklamasında, Fransız Emperyalizminin “Ermeni Soykırımı” yoktur demeyi suç sayan tasarısının halkların arasına düşmanlık tohumu ekmeye yönelik bir planın
parçası olduğu, 90 yıl önce Emperyalizmin
Sevr Planı nasıl yırtılıp yüzlerine fırlatıldıysa,
Yeni Sevr’e karşı İkinci Kurtuluş Savaşı ile
K
atliamcılık ve zalimlik, Fransız Emperyalistlerinin şeceresi demek. Nasıl unutulabilir Cezayir Halkına yönelik katliam ve zalimlikleri? Fransız Emperyalistlerinin
Cezayir’de yaptıkları dünya halklarının belleğinde capcanlı durmaktadır hâlâ. Binlerce Cezayirliyi işkencelerde katletti, on binlercesini
yıllarca cezaevlerinde çürüttü ve 1954-1962
yılları arasında süren Kurtuluş Savaşı esnasında tam 1 buçuk milyon Cezayirliyi öldürdü
Fransız Emperyalistleri.
Sadece Cezayir’de mi yaptı bu katliamları
Fransa?
Benin, Burkina-Faso, Cibuti, Çad, Gabon,
Gine, Kamerun, Komor Adaları, Moritanya,
Nijer, Senegal ve Tunus’ta da aynı zalim sömürgeci yöntemlerini uyguladı.
1956 yılında Arap Halkına karşı İngiltere
ve Siyonist İsrail ile birlikte savaşa girişen
Fransa’ydı.
AB-D Emperyalistlerinin kışkırtmasıyla
yüreklendirilen ve yaptıkları canilikleri kitaplaştıracak kadar insanlıktan çıkan Ermenilerin
Hocalı Katliamı’nı görmezden gelen de Fransa’ydı.
Yine AB-D Emperyalistlerinin Libya’daki
petrol yataklarına sahip olma, Arap Halklarının
düşüncesinden Yurtseverlik duygularını yok etme planı çerçevesinde, Yurtsever ve Arap Milliyetçisi Albay Kaddafi’yi yok etmek için Libya Halkının başına bombaları ilk olarak yağdıran da Fransa’ydı.
zaferin kazanılacağı vurgulandı.
“Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” ve Mustafa Kemal-Lenin pankartlarının açıldığı basın açıklamasında, sık
sık “Emperyalizm Yenilecek Direnen Halklar Kazanacak”, Emperyalist Fransa Ortadoğu’dan Defol”, Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi” sloganları atıldı. 23.01.2012
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
Şimdi o Fransa; AB-D Emperyalistlerinin
“Yeni Sevr Projesi”nin bir parçası olan sözde
Ermeni Soykırımı yalanına sarılarak kendi katliamcı ve zalimliklerle dolu yüzünü görmezden
geliyor.
AB-D Emperyalistleri Türkiye’yi üçe bölme senaryosu kapsamında, “Ermeni Sorunu”nu
yeniden ısıtıp dünya kamuoyunun önüne sürmekte ve Fransız Emperyalizmi de bu kararı ile
Halklar arasına bir kez daha düşmanlık tohumları ekmektedir. Fransa Meclisinde “Soykırım
yoktur” demeyi cezalandıran tasarının kabul
edilmesi Fransız Emperyalistlerinin düşünce ve
ifade özgürlüğünü, kendi emperyalist çıkarları
söz konusu olduğunda nasıl ayaklar altına alınacağını da tüm dünyaya göstermiştir. Ve Fransa Meclisinden geçen tasarı bugün Fransa Senatosunda görüşülmekte.
Peki nedir “Ermeni Sorunu”? Bir “Ermeni
Sorunu” var mıdır?
Türklerle Ermeniler, On Birinci Yüzyılın
başlarında, Çağrı Bey’in İran Yaylalarından bu
yana geçerek Anadolu’ya yaptığı ilk keşif seferleri sırasında karşılaştı. Sonrasında, bildiğimiz gibi, Anadolu fethedildi. Bu sırada hemen
tüm Ermeni Krallıkları, Bizans tarafından yıkılmış, Ermeniler Anadolu ortalarına kadar dağıtılmıştı. Bir iki küçük prenslik kalmıştı, yarı
bağımsız durumda. Bizans, Ermeni Halkına etnik ve mezhepsel farklılığından dolayı yoğun
bir baskı ve zulüm uygulamaktaydı. Türkler
Anadolu’yu fethetmekle, Ermeni Halkını Bi-
zans zulmünden kurtardılar. Onları yaşayışlarında ve inanışlarında serbest bıraktılar. Kiliselerine, dinlerine saygılı davrandılar. Ayrıca da
Ermeni Halkını, Anadolu’nun diğer halklarını
olduğu gibi, Bizans Derebeylerinin ekonomik
zulmünden kurtardılar. Toprağı derebeylerin elinden aldılar, üretmen
halkın kullanımına verdiler. Bu nedenlerden dolayı Ermeni Halkı,
Türkleri ve onların yönetimini sevdi. İki Halk hemen anlaştı. Ve aralarındaki bu dostluk, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’ne gelinceye kadar sürdü. Bu harpte Osmanlı yenildi. Ve Balkanlar’da, Kafkaslar’da büyük toprak kayıplarına
uğradı. Bundan sonra Rus Çarlığı,
İngiltere, Fransa başta gelmek üzere tüm Batılı Emperyalistler, Ermeni Halkını ve Ermeni Burjuvalarını
Osmanlı’ya ve onun Müslüman halklarına karşı kışkırttı. Ermeni Burjuvaları bu oyuna geldi.
Ve bilindiği gibi ilk Ermeni İsyanı 1894’te Sason’da patlak verdi. Ermeni Burjuvalarının kışkırtıcıları, bölgenin Ermeni köylülerini, o güne
dek kardeşçe yaşadıkları Kürt köylülerinin üzerine saldırttı. Gafil avlanan yüzlerce Kürt köylüsü katledildi. Malları yağmalandı, köyleri yakılıp yıkıldı. Bunu onlarca Ermeni İsyanı takip
etti. Bu isyanlar İstanbul’da bile görüldü. Osmanlı Bankası işgal edildi. Osmanlı Sultanı
İkinci Abdülhamid’e Cuma Selamlığında suikast düzenlendi. İkinci Abdülhamid, şans eseri
kurtuldu.
Rus Çarlığı’nın ve Batılı Emperyalistlerin
oyununa gelen-kandırılan, kullanılan Ermeni
Burjuvaları, nüfusça ancak % 14 küsurunu
oluşturdukları topraklarda yani Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan tüm
Anadolu ve Kürt illeri üzerinde (ki şu anki Türkiye’nin hemen hemen yarısına tekabül etmektedir.) bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmak
istiyorlardı. Biz nüfusça bu kadar azınlık olma-
içindeki çoluk çocuk tüm aile üyelerini tarıyorlar. Bunu da emperyalist
medya, Esad yönetiminin katliamı diyerek veriyor.
Emperyalistlerin kan emici örgütü Birleşmiş Milletler, artık Suriye’de güvenli bir ortam yoktur, diyerek kanlı planlarını uygulamak istiyor.
Suriye’de Emperyalistlerle işbirliği içinde olan vatan haini muhaliflerin öldürdükleri insanların aileleri, anne babaları, yakınları; “canımız,
kanımız Esad’a, güzel vatanımıza binlerce kez feda olsun” diyerek
cenazelerini zılgıtlarla uğurluyorlar.
Ve Suriye Halkı, vatanları üzerinde oynanan tüm emperyalist oyunlardan haberdardır. Emperyalistlere ve onun işbirlikçilerine karşı yekvücut olmuş durumdalar.
Düne kadar “kardeşim” dediği Esad’a bugün hainlik eden Tayyip’e
beddualar okuyorlar. Ve diyorlar ki: komşusuna hain olan kendi ülkesine ve halkına da düşmandır.
Ne kadar doğru değil mi kardeşler?
Tayyip ve şürekâsı kendi vatanına ve halkına hain ve zalim.
Emperyalistler ve onların işbirlikçileri coğrafyamızda dinler savaşı
çıkartmaya çalışıyorlar. Böylelikle bin yıllardan bu yana kardeşleşmiş,
birbiriyle kaynaşmış halkları birbirine boğazlatmak istiyorlar.
Emperyalistlerin ve Türkiye’deki işbirlikçisi Tayipgiller’in bu halk
düşmanı saldırılarına ülkemizin satılmış kalemşorları ve medyası çanak
tutarak ortak olmakta ve Türkiye Halklarına emperyalistlerin yalanlarını pazarlamaktadırlar.
Ne acıdır ki, CIA’nın conileri “Özgür Suriye Ordusu” adı altında
topladıkları emperyalist uşaklarına, Hatay’da askeri eğitim vermektedir.
Ve bu orduya silah sağlanmasını istiyor
Şimdilerde de Stratfor analistleri, Türkiye’nin gizli bir anlaşmaya
dayanarak Suriye’ye müdahale edebileceğini savundu. 1998’de Türkiye’yle Suriye arasında imzalanan Adana Paktı’na göre Türkiye’nin izinsiz 15 km’ye kadar Suriye topraklarına girebileceği savunuluyor. AB-D
Emperyalistleri bu Paktı bahane ederek ordumuzu saldırtmayı planlıyor,
Suriye’ye.
Tayyipgiller daha dün “Kardeşim” dediği Esad’ı da, AB-D Emperyalistlerinin emirleri doğrultusunda satmış ve AB-D Emperyalistlerinin
gönüllü tetikçiliğine soyunmuşlardır. Libya’da, Afganistan’da AB-D
Emperyalistlerinin tetikçisi olmaya boylu boyunca dalan Tayyipgiller,
ellerine bulaşan kanlara şimdi de Suriye Halkının kanını eklemenin uğraşı içerisindedir. Kanla besleniyorlar, kanla semiriyorlar. Suriye Halkına karşı katliamlar yapan sözde “Özgür Suriye Ordusu”nu eğitebilmeleri ve daha da canavarlaştırmaları için CIA ajanlarına ülkemizin topraklarını açıyorlar Tayyipgiller.
Tayyipgiller, ne acı ki, sahibinin sesidir. Sahipleri de başhaydut
ABD’dir. Dün Bush’tu, bugün Obamadır. Sahipleri ne derse bunlar onu
tekrarlar. Çünkü Tayyipgiller’i iktidara getiren de, orada tutan da
ABD’dir. Bunlar boşuna mı yalvarıyorlar ABD’ye, “Bizi kanalizasyon
deliğinden süpürme, kullan” diye?
Süpürmedi, kullanıyor işte...
Emperyalistler ve işbirlikçileri Tayipgiller doğaları gereği davranıyorlar. Halklar bir gün “Ey zalim!”, diyerek ayağa kalkacak ve çektikleri acıların hesabını, o acıları çektiren emperyalistlerden ve onların yerli uşaklarından mutlaka soracaklardır.
Ve açıklamamızı bir Arap atasözüyle bitirmek istiyoruz: “Men Dakka duka” (Eden bulur.)
Zalimler de ettiklerini bulacaklardır. Suriye halkı ve tüm mazlum
halklar yerli yabancı emperyalistlerin aşağılık-iğrenç oyunlarını er geç
bozacaktır. 01.04.2012
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Suriye Halkı Yalnız Değildir!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
mıza rağmen burada bir devlet kurarsak, buranın ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman
Türk, Kürt Halkıyla, diğer azınlıkları oluşturan
Laz, Çerkez Halklarıyla, Hıristiyan Rum ve Yahudi Halkı ne olacak? Onlar nereye gidecek?
diye sormuyorlardı. Hayaller âleminde yaşıyorlardı. Gözlerini akıl almaz bir hırs bürümüştü.
Rus Çarlığı ve Batılılar, Osmanlı’yı çökertecek; buraları da bize verecek, diyorlardı. Daha
doğrusu öyle sanıyorlardı.
Oysa Batılı Emperyalistlerin amacı bambaşkaydı. Onlar, kendilerinin dışında kimseyi
düşünmezler ve sevmezler. Hiçbir halk onların
umurunda değildir. Tersine onlar, dünya halklarının başdüşmanıdır. Bugün de Afganistan’da,
Irak’ta, Libya’da, olduğu gibi, mazlum dünya
halklarını katleden, ülkeleri işgal ve talan eden
onlardır. Doğayı mahvedenler de onlardır.
Batılı Emperyalistlerin katliamcı, sömürgeci niyetlerini göremeyip oyuna gelen Ermeni
Burjuvaları,
Ermeni
Halkından
da,
Osmanlı’nın Müslüman Halklarından da yüz
binlerce masum insanın boş yere hayatını kaybetmesine, kanının akmasına sebep oldular. Yaşanan bir trajediydi. Bu trajedide mahva uğrayan Ermeni ve Osmanlı’nın Müslüman Halklarıydı. Baş aktörse bugün de olduğu gibi ABD
ve AB (AB-D) Emperyalistleriydi.
AB-D Emperyalistlerinin amaçları aradan
yıllar geçse de hiç değişmemiştir. Onların derdi
Sevr’dir. Onlar 1920’de çökkün Osmanlı’ya
imzalattıkları Sevr’le “Şark Meselesi” adını
verdikleri emperyalist talan sorununu nihaî çö-
züme ulaştırdıklarını sanıyorlardı. Kısa bir süreliğine rahatlamışlardı. Fakat iki milliyetten
(Kürt ve Türk) oluşan halkımız, diğer azınlıklarımızla birlikte bu talan ve esarete karşı çıktı.
Onların Sevr Haritasını parçalayıp suratlarına
fırlattı. Emperyalistler, işte bu yüzden Birinci
Kuvayimilliye’ye ve onun önderine düşmandırlar. Onların derdi Yeni Sevr’dir. Yeni Sevr’i
hayata geçirebilmek için de dört elle sarıldıkları araçlardan biri, “Ermeni Soykırımı” yalanıdır.
Emperyalizme karşı dünyada başarıyla sonuçlandırılmış ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı ile
AB-D Emperyalistlerinin 90 yıl önceki Sevr
planı kâğıt üzerinde kaldı ve o kâğıt parçası
Türk ve Kürt Halkı tarafından yırtılarak AB-D
Emperyalistlerinin yüzlerine fırlatıldı.
Bugün yeni Sevr Projesi ile AB-D Emperyalistleri ülkemizi üç parçaya bölmeye, kardeşleşmiş iki halkı parçalamaya çalışıyorlar. Ne
yazık ki AB-D Emperyalistleri halk düşmanı
projelerini bir bir yaşama geçiriyor BOP, GOP,
Yeni Sevr diyerek… “Büyük Ermenistan Projesi” diyerek… “Büyük Kürdistan Projesi” denerek halkların başına bombalar yağdırılıyor,
yurtsever önderler katlediliyor, ülkeler işgal
ediliyor, halklar arasına kan davaları sokuluyor.
Bu “Proje”lerin hiçbirisi halkların çıkarlarına hizmet etmiyor, etmeyecek! Sadece AB-D
Emperyalistlerinin aşağılık çıkarlarının hayata
geçirilmesine hizmet edecek. Ama bu
“Proje”ler, bu “Plan”lar sökmeyecek! Tarih,
mazlum ulusların, mazlum halkların bir gün,
ama mutlaka bir gün efendilerinin kölelik zincirlerini kırıp, kendi kaderlerini ellerine aldıklarının onlarca örneğiyle doludur.
AB-D Emperyalistleri ve Yerli satılmış İktidarlar er geç yenilecek, kazanan Mazlum Halklar olacak ve halklar bu kez bir daha kaybetmemek üzere kendi kaderlerini ellerine alacaklardır. Buna inancımız tamdır. 23.01.2012
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
19
Yıl: 6 • Sayı: 58 /07 isan 2012
4+4+4 Tayyipgiller’in Türkiye’yi Ortaçağa
götürme Projesinin bir parçasıdır
Baştarafı sayfa 1’de
kileyici ve ilgi çeken unsurlar oldu.
And olsun ki; AB-D Emperyalizminin
yönlendirmesiyle Tayyipgiller eliyle “Yeni
Ortadoğu”ya hazır hale getirilmeye çalışılan ülkemize sahip çıkacak, emperyalizmin
ve yerli uşaklarının bütün hayallerini boşa
çıkaracağız. Demokratik-Laik-Anadilde
Eğitimi ülkemizde ve tüm dünyada, ege-
men kılacağız! 06.03.2012
Gerici-Faşist Eğitime Son!
AKP, Gençlikten Elini Çek!
Parasız Eğitim, Parasız Sağlık!
İzmir’den
Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri
Ortaçağcı Tayyipgiller’in saldırıları
Kamu Emekçilerini Yıldıramayacak!
B
ildiğimiz gibi Tayyipgiller’in “dindar
nesil” yetiştirmek için dizayn ettikleri
“4+4+4 Kesintili Eğitim Modeli” geçen
hafta Eğitim Komisyonundan geçmişti. Bu
Ortaçağcı kanun teklifi 27 Mart tarihinde
Meclis Genel Kuruluna gelmeden önce yurtdışı
seyahatine çıkan Tayyip, emrindeki milletvekillerine “ne yaparsanız yapın, ben dönene
kadar bu tasarıyı Meclisten geçirin!” emrini
vermişti. Verilen bu emre bir topuk selamı
çakan AKP’li vekiller bir an önce bu teklifi
yasalaştırmak için harekete geçmişler ve tasarıyı zaman kaybetmeden Genel Kurula getirmişlerdi.
27 Mart’tan itibaren Ortaçağcı İrtica’ya
karşı duranlar, teklifin yasalaşmaması için çeşitli protesto gösterilerinde bulundular. KESK iki
günlük grev kararı alarak yasaya olan tepkisini
ortaya koydu. KESK, üyelerini Ankara’ya çağırarak Meclise yürüme kararı aldı.
Anlaşılan, Tayyip yurtdışına çıkmadan önce
sadece kendi milletvekillerine emir vermekle
kalmamış, kendine bağlı tüm yerel yöneticilere
de KESK’in eylemlerini terörize etme talimatı
vermişti. Daha Ankara’ya gitmek için harekete
geçilmeden önce İçişleri Bakanlığı tehditler
savurmaya başlamış, valilikler sıkıyönetim
uygulamalarını aratmayacak tedbirler almıştı.
Tayyipgiller’in polis teşkilatı, çeşitli bölge-
lerde KESK otobüslerini hareket etmeden zapt
etmenin uğraşı içine girdi ve başta İzmir olmak
üzere birçok ilden gelmeye çalışan kamu emekçilerini şehir sınırlarının dışına çıkartmadı.
İçişleri Bakanlığı marifetiyle yapılan bu provokasyon sonucu birçok ilde kamu emekçileri son
model teçhizatlara sahip çevik kuvvet polislerinin saldırısına uğradı. İzmir’de akşam saatlerinde başlayan direniş, gecenin ilerleyen saatlerine
kadar sürdü. Adana’da da saldıran polis onlarca
kamu emekçisini gözaltına aldı. Yine
Kocaeli’nde polis saldırısına uğrayan kamu
emekçileri direndiler, gaz yediler, tazyikli suyla
dağıtılmaya çalışıldılar. Bursa’daki kamu emekçileri, otobüslerini bırakıp özel araçlarıyla
Ankara’ya
gelmek
zorunda
kaldılar.
Tayyipgiller’in kolluk kuvvetleri diğer birçok
ilde de kamu emekçilerine yönelik türlü engellemeler, provokasyonlar, saldırılar gerçekleştirdiler.
Tüm engelleri aşıp Ankara sınırına gelenler
ise gişelerde saatlerce bekletildi. İstanbul’dan
giden yaklaşık 15 araçtaki tüm kamu emekçilerinin teker teker kimlikleri toplanarak GBT’lerine bakıldı. Amaç eyleme gidenlerin fiziksel ve
psikolojik direncini zayıflatmaktı.
Nihayetinde Ankara sınırları içerisine geçebilenleri burada binlerce polis bekliyordu.
Çeşitli illerden gelen kamu emekçilerinin buluşmasını engellemek için polis bütün şehri ablukaya aldı. İstanbul’dan gelen kamu emekçilerinin yolunu kesen polis, otobüsleri Tandoğan’a
yönlendirdi. Burada, Büyükşehir Belediyesi
civarındaki tüm yolları kapattı ve bir süre sonra
saldırdı. Yoğun bir şekilde tazyikli su ve biber
gazı kullanan polis kitleyi dağıtamadı. Tekrar
toplanan kamu emekçileri sloganlarla kararlılıklarını bir kez daha gösterdiler. Buradaki yaklaşık sekiz saatlik bir bekleyişten sonra dağılan
kamu emekçileri Kızılay’da toplanan kitle ile
buluştu.
Kızılay’da GMK Bulvarı üzerinde toplanan
kitle Meclise yürümek istedi fakat polis yine
yolları kesmişti. Geceyi burada geçiren kamu
emekçilerinin sayısı sabahın erken saatlerinden
itibaren gittikçe artmaya başladı. Uzun bir bekleyişten sonra Tayyipgiller’in kolluk kuvvetleri
saat 15.30 civarında binlerce insanın üzerine
kontrolsüz biçimde tazyikli su ve biber gazı
sıkarak saldırıya başladı. Meşhur “TOMA”
araçlarının ilerlemesiyle birçok insan ezilme
tehlikesi geçirdi. Onlarca kamu emekçisi yaralandı, yüzlercesi gazdan fenalaştı. Tandoğan’a
doğru çekilen kitle burada bir basın açıklaması
gerçekleştirerek eylemlerine
son
verdi.
Tayyipgiller’in gözü dönmüş polisleri, kitle dağılırken dahi biber gazlarıyla
saldırmaya devam etti.
Ankara’da yaşanan saldırıları protesto eden binlerce kamu emekçisi de
bulundukları yerlerde çeşitli eylemler yaparak desteklerini sundular.
Biz Kurtuluş Partililer de, hem Ankara’da
hem de polisin engellemesinden dolayı ayrılamadığımız illerimizde iki günlük eylemlilik
sürecinde en ön saflarda mücadele verdik, bayrağımızı dalgalandırdık.
Yapılan iki günlük grev ve eylemler,
Ortaçağcı İrtica’nın, Tayyipgiller’in geldiği son
noktayı göstermesi açısından önemlidir. Hep
söylediğimiz gibi bunlar insancıl olan her şeye
karşıdır. Yapılan saldırılarda da netçe görüldüğü
gibi kendilerinden olmayanlara tahammülleri
yoktur, onları ezmek, yok etmek isterler. Bunun
için gereken tüm faşizan yöntemleri kullanmaktan çekinmezler.
Ne var ki bu ülkenin işçilerini, emekçilerini
ezmeyi, yok etmeyi başaramayacaklar.
Toplumun her kesimine böyle aşağılıkça saldırmalarının sebebi yüreklerinde taşıdıkları korkudur. Halklarımız bu Ortaçağcı güruhu korktukları sona uğratacak ve tarihin çöplüğüne gönderecektir. Bundan en ufak bir kuşkumuz yok!
Kurtuluş Partili
Eğitim Emekçileri
Ortaçağcı “4+4+4 Eğitim
Modeli”ni İstanbul’da protesto
ettik
“D
indar bir nesil yetiştireceğiz” diyerek kafalarındaki Ortaçağcı toplum
özlemlerini pervasızca dile getiren
Tayyipgiller, her alana olduğu gibi eğitim alanına yönelik saldırılarına da hız kazandırmış
durumda.
Halkımızı Allah’la aldatan bu din bezirgânlarının geçtiğimiz günlerde yasalaştırdığı bu
Ortaçağcı eğitim modeli okullarımızı medreselere, öğretmenlerimizi mollalara, öğrencilerimizi ise müritlere dönüştürmeyi amaçlamaktadır.
Ortaçağcı Gericiliğe karşı her zaman amansız bir savaşım yürüten biz Kurtuluş Partililer
“4+4+4 Kesintili Eğitim Modeli”ne dair kanun
teklifini, henüz Meclis Genel Kuruluna gelmeden 04 Mart’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda
yaptığımız bir basın açıklamasıyla protesto
ettik.
4+4+4 Ortaçağcı eğitim modelinin gerici ve
halk düşmanı yönlerini içeren basın açıklama-
A
mızı Kurtuluş Partisi
İstanbul
İl
Başkanı’mız
Av.
Pınar Akbina okudu.
Ta y y i p g i l l e r ’ i n
ideolojisinin
CIA
İslamı olduğunu belirterek açıklamasına
başlayan Av. Pınar
Akbina bu kanun teklifiyle amaçlanan şeyin
halkımızı Ortaçağ karanlığına hapsetmek olduğunu belirtti. Kanun teklifinin halk düşmanı
yönlerini birer birer sıralayan Yoldaş’ımız;
Tayyipgiller’in okuyan, eğitimli bir nesil istemediğini, çocuk işçiliğini ve dershaneleri yaygınlaştırma amacında olduğunu belirtti.
Ülkemizin kanayan bir yarası olan “çocuk
gelin” olgusunun daha da artacağını ifade ederek konuşmasına devam eden Yoldaş’ımız
kanun teklifinin, mevcut haliyle bile gerici olan
eğitim sistemimizi daha da geriye götüreceğini
vurguladı.
İlgiyle izlenen basın açıklamamız sırasında
sık sık “Şeriat Ortaçağdır”, Gün Gelecek
Devran Dönecek AKP Halka Hesap
Verecek”, Demokratik, Laik, Anadilde
Eğitim”, “Ucuz İşgücü Olmayacağız” sloganlarımızı coşkulu biçimde haykırdık.
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer
“4+4+4 Kesintili Eğitim Modeli”, Tayyipgillerin Halkımızı
Ortaçağ Karanlığına Götürme Projesinin Bir Parçasıdır
B-D Emperyalistleri tarafından iktidara
getirildiği günden beri halk düşmanı politikalara aralıksız bir şekilde devam eden
Tayyipgiller, eğitim alanına da öldürücü bir darbe
vurmak için harekete geçmiş durumda. İdeolojisi
CIA İslamı olan, Ortaçağ karanlığının özlemi ile
yanıp tutuşan Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi
plandaki temsilcisi Tayyipgiller, zaten yazboz
tahtasına çevirdikleri, eski gerici halinden bile
fersah fersah geriye götürdükleri eğitim sistemimizi bu kez topyekûn imha etmenin derdindeler.
Bugünkü MEB’e kısaca bir göz atmak, eğitim
sistemimizin neden ve nasıl böylesine acınası bir
noktaya getirildiğini anlamamıza yeter.
Bildiğimiz gibi bugün Milli Eğitim
Bakanlığı’nın tepesinde intihal, yani akademik
hırsızlık yaptığı YÖK tarafından saptanmış,
kesinleştirilmiş bir bakan bulunmaktadır. Böyle
bir bakanın emrindeki bakanlıktan bilimsel,
demokratik, laik bir eğitim beklemek zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Emperyalistlerin iktidarda
tuttukları 10 yıl boyunca Tayyipgiller, okullarımızı medreselere, öğretmenlerimizi mollalara,
öğrencilerimizi ise müritlere çevirmenin mücadelesini vermiştir hep. Örneğin, Amerikancı Siyasal
İslam’ın bayrağı türban, bir zamanlar üniversitelerimizde tartışma konusuyken, artık ilköğretime
giden zavallı, hiçbir şeyden haberdar olmayan
kimi kız çocuklarımızın bile derslerde başına örttüğü bir giysi oldu.
Devlet tarafından Tayyip posterleri eşliğinde
gönderilen ders kitaplarında yer alan anti bilimsel
hurafelerden okullarda toplu olarak namaz kılmaya, AB-D Emperyalistlerinin ve CIA’nın kucağında dincilik oynayan İblis Fethullah’ın öğrencilerimizi kıskaca almasından, “Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar.
Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın.
Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin” diyen ruh hastası okul müdürlerine kadar birçok şey, her alanda olduğu gibi, eğitim alanında da Ortaçağcı-halk düşmanı gidişin
büyük bir ivme kazandığının göstergesidir.
Gemi iyice azıya alan Tayyipgiller de zaten
saklamamaktadır amaçlarını. “Dindar bir nesil
yetiştireceğiz” sözünün gereklerini yerine getirmektedirler. Tabiî onların “dindar” kelimesinden
kastettiği şeyle temiz din duygularına sahip olan
halkımızın anladığı şey aynı değildir. Onlara göre
dindarlık,
kayıtsız
şartsız
AB-D
Emperyalistlerinin emrinde, onların güdümünde
yaşamaktır. Hep söylediğimiz gibi, onların
Tanrısı para, Kıblesi emperyalizm, ibadetleri ise
halka zulümdür.
Amaç “dindar nesil yetiştirmek” ise elbette ki
işe, eğitim sistemini iğdiş ederek başlamaları
gayet doğaldır. Bu kapsamda Tayyipgiller
kamuoyunda “4+4+4” olarak bilinen kanun teklifini gündeme getirmişlerdir.
“İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun Teklifi” 20 Şubat 2012 tarihinde AKP
Meclis Grubu tarafından TBMM Başkanlığı’na
verilmiş, 23 Şubat tarihinde ise meclise getirilmiştir. Tayyipgiller zaten bozuk olan eğitim sistemimizi bütünüyle kendi aşağılık çıkarlarını gözeten bir mekanizma haline getirmeyi o kadar
önemsemiştir ki, 27 Şubat tarihinde gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısına MEB’in
tescilli hırsız bakanı Ömer Dinçer de katılmış ve
MGK’ya bu operasyonla ilgili bilgiler vermiştir.
Meclise getirilen kanun teklifi, birkaç gün
içinde TBMM Alt Komisyonu’na gönderilmiş,
bu komisyona sendikalar ve İmam Hatip Lisesi
Mezunları Derneği Başkanı da dahil olmak üzere
birçok kurumun temsilcileri davet edilmiştir. Bu
komisyonda da dostlar alışverişte görsün kabilinden yapılan tartışmalar sonrasında, özle ilgili
olmayan, ufak rötuşlar şeklindeki birkaç değişiklikle kanun teklifi tekrar meclise gönderilmiştir.
Ancak Tayyipgillerin de netçe belirttikleri
gibi kanun teklifinin ruhunda hiçbir değişiklik
olmamıştır. Zaten AKP Grup Başkanvekili
Nurettin Canikli de Alt Komisyondaki gösterme-
lik değişiklikleri kastederek “… ama bu geri
adım değil, asli bir değişiklik değil.
Düzenlemenin temel unsuru asla değişmiyor”
diyerek amaçlarından milim sapmadıklarını söylemektedir. Verildiği ilk haliyle Kanun teklifinin
içeriğini incelemek, Tayyipgiller’in hayalindeki
eğitim sisteminin ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Kafalarındaki Ortaçağcı eğitim modelini biraz daha yakından inceleyelim:
Meclise getirildiğinde kanun teklifindeki
göze çarpan en önemli özellik, 1997 yılında
değiştirilen 4306 Sayılı Kanun ile 222 sayılı
İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nun 9. maddesi ve
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 23.
maddelerinin öngördüğü “İlköğretim kurumları sekiz yıllık okullardan oluşur. Bu okullarda
kesintisiz eğitim yapılır ve bitirenlere ilköğretim diploması verilir.” uygulamasını ortadan
kaldırmasıdır. Yani Tayyipgiller 8 yıllık zorunlu
eğitimi ortadan kaldırmayı amaçlamışlardır.
Teklifin ilk biçiminde 4 yıl okuyan öğrencilerimize “mesleki eğitim” aldatmacasıyla akademik
eğitimlerini bırakma serbestîsi getirilmek istenmiştir.
Tayyipgiller şu an için çok ileri gittiklerini
düşünmüş olacaklar ki birinci dört yıl sonrası
okuldan ayrılma hakkını tanımaktan vazgeçmişlerdir. Alt komisyondan geçtiği biçimiyle, ikinci
dört yıl, yani İlköğretim sonrası öğrencilere lise
eğitimini “açık öğretim” biçiminde tamamlama
hakkı tanımışlardır. İşte buna da “12 yıllık zorunlu eğitim” adını vererek her zamanki aşağılık
demagoji alışkanlıklarını tekrarlamaktadırlar.
Tayyipgiller için halkımızın okuması, bilimle
tanışması, dünyayı nesnel bir gözle değerlendirebilmesi, kendi varlıklarının sonu anlamına gelmektedir. Bu yüzden “bize okuyan insan gerekmez” mantığından hareket etmektedirler. Onlar
için önemli olan bilimsel düşünme yeteneğinden
arınmış kitlelerin kendilerine sorgusuz sualsiz,
yaşamları boyunca biat etmesidir.
8 yıllık kesintisiz eğitimi ortadan kaldırma
planlarında gözettikleri en önemli amaç, imam
hatip liselerinin 6, 7 ve 8’inci sınıflara denk gelen
bölümlerinin tekrar açılmasıdır. Devrimci
Gelenekli Ordu Gençliğimizin baskısıyla gerçekleştirilen 28 Şubat ilerici hareketinin 8 yıllık
kesintisiz eğitimi zorunlu hale getirmesiyle birlikte imam hatiplerin bu kademeleri kapatılmıştı,
bildiğimiz gibi. Tayyipgiller bu kanun teklifiyle
28 Şubat’ın da intikamını almaktadır. Bunu da
gizlememektedirler. Kalkınma Bakanı Cevdet
Yılmaz şunları söylemektedir:
“Şu anda eğitimde bir reform yapmaya
çalışıyoruz, 28 Şubat’ın en son kalıntılarından
biri de böylece temizlenmiş olacak. e yaptılar
o tarihte, sırf imam hatip liselerini kapatmak
için bütün mesleki eğitim sistemini kurban
ettiler.” (Radikal, 26 Şubat 2012)
Tayyipgiller’in birinci dört yıldan sonra açık
öğretim hakkı tanımaktan vazgeçmeleri imam
hatiplerin orta bölümünden vazgeçmeleri anlamına gelmemektedir. Bizzat bakanın da ifade ettiği
gibi bu bölümler kesinlikle tekrar açılacaktır.
Ayrıca ikinci kademeye konulacak olan “seçmeli” dini içerikli dersler de bir nevi imam hatiplerle aynı işlevi görecektir. Kesintili eğitim modeline göre, 4 yıllık eğitimi tamamlayan 9 yaşındaki
bir öğrenci, ikinci dört yıllık eğitimi için imam
hatipleri tercih edebileceği gibi, normal okullarda
da seçmeli Kuran ve dini içerikli dersler alabilecektir. Yani bu durumda 6, 7, ve 8’inci Sınıfların
da imam hatipleştirilmesinin yolu açılacaktır.
Dolayısıyla, kanun teklifi son haliyle de “dindar
nesil” yetiştirmenin sistemini öngörmektedir.
8’inci yıldan sonra eğitimini açık öğretim
biçiminde devam ettirme kararı alan öğrencimizin karşısına çıkacak en olası seçenek,
Parababalarının yarattığı işsizlik ve pahalılık
düzeninde geçimini sağlayamayan aileye ufak da
olsa katkıda bulunabilmek için bir işe girip çalışmaktır. Tayyipgiller bunu “mesleki eğitim” olarak dillendirmektedir. Bu görüş çağdışı, bilimle
de pedagojiyle de hiçbir ilgisi olmayan bir görüş-
tür.
Henüz akademik eğitimin ilk aşamalarını bile
tam anlamıyla tamamlamamış bir öğrencinin
daha o yaşta çalışacağı mesleği belirleyebilmesi
mümkün değildir. Mesleki tercih, ancak uzun bir
eğitim sürecinin sonunda bilimsel veriler kullanılarak yapılabilir. Üstelik Tayyipgiller bu düzenleme ile şu anda 13 olan çıraklık yaşını 11’e düşürmek istemiş fakat bundan şimdilik vazgeçmiştir.
Kısacası Tayyipgiller, Parababaları düzeninin
devamı için çocuk işçiliğini yaygınlaştırmanın,
ucuz işgücü sağlamanın peşindedirler. Bugün
meslek liselerinde staj yapan öğrencilerimizin
çektiği sıkıntılar çok iyi bilinmektedir. Çıraklık
eğitimi alacak olan ve açık öğretimde okuyup
aynı zamanda çalışan öğrencilerimizin de kat be
kat daha fazla ezileceği, sömürüleceği gün gibi
ortadadır. Yani bu yasayla birlikte “haydi minik
eller parababaları için artı değer üretmeye”
dönemi başlayacaktır.
Tayyipgillerin kafasındaki “kesintili eğitim”
modelinde okulundan ayrılacak öğrencimiz eğer
bir kız öğrenci ise durum daha da vahimleşiyor.
Yapılan bir araştırmaya göre 28 Şubat’ın bir
kazanımı olan 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim
modeli sayesinde kızlarımızın 16 yaşında evlenme olasılığı % 44, 17 yaşında çocuk sahibi olma
olasılığı ise %36 azalmıştır. Kadını daima ikinci,
hatta üçüncü sınıf yaratık olarak gören
Tayyipgiller, Ortaçağcı zihniyetleriyle kızlarımızı evlere hapsetmenin peşindedirler.
Bugün ne yazık ki sekiz yıllık kesintisiz eğitime rağmen okula devam etmeyen kızlarımızın
sayısı diğer ülkelere oranla zaten haddinden fazladır. Buna bir de okuldan ayrılmayı, açık öğretim şeklinde devam etmeyi keyfiyete bağlayan
düzenleme eklendiğinde; özellikle bazı bölgelerimizde kızlarımızın 12, hatta 8 yıl okula devam
etmelerini beklemek hayaldir. Kısacası bu düzenleme ile “haydi kızlar kocaya” dönemi hayal
edilmektedir.
Yapılan düzenleme ile ilköğretim ikinci kademede farklı bir okula geçileceği için kaçınılmaz
olarak merkezi bir sınav yapılması gerekecektir.
Bugün ülkemizde merkezi sınav demek, dershane
demektir, dershane ise para demektir, bildiğimiz
gibi. Örneğin üniversite sınavına hazırlanan
öğrencilerimiz YGS ve LYS gibi merkezi sınavlardan iyi bir derece elde edebilmek için dershanelere yılda yaklaşık 3.2 milyar dolar (yaklaşık
5.6 milyar TL) harcamaktadırlar. Sadece lise
öğrencileri değil, ilköğretimin ikinci kademesinin
başladığı 6’ncı Sınıftan itibaren ilköğretim
öğrencilerimiz de her yıl yapılan SBS sınavı için
akın akın dershanelere koşmaktadırlar. Yapılan
düzenleme ile iyi bir okula gidebilmek için artık
Birinci Sınıftan itibaren öğrencilerimiz dershanelere yazılmaya başlayacaktır. Öğrencilerimiz
çocukluklarını yaşayamadan bugünkünden de
beter bir sınav cenderesinin içinde kaybolup
gideceklerdir. Yani bu kanun teklifi yasalaşınca
“haydi parası olan çocuklar dershaneye”
dönemi başlayacaktır. Dershanelerin ezici çoğunluğu da başta İblis Feto olmak üzere din bezirgânlığı yapan “cemaatler”in elinde olduğu için
Ortaçağcılar bir taşla iki kuş vurmuş olacaklardır.
Kısacası, halk düşmanı yönlerini daha uzun
uzadıya anlatabileceğimiz bu kanun teklifi tepeden tırnağa Ortaçağcı-gerici bir eğitim ve bunun
sonucunda da Ortaçağ karanlığına götürülmüş,
afyonlanmış, cellâtlarına secde eden bir toplum
yaratmayı amaçlamaktadır.
Ama başaramayacaklar. Bu ülkenin gerçek
devrimcileri, demokratları, laikleri, çalışan, alın
teri ile geçinen çilekeş insanları bu gidişe izin
vermeyecek. Başta İşçi Sınıfımız olmak üzere,
yerli ve yabancı Parababalarının zulmüne maruz
kalan tüm kitleler, partisi etrafında, Kurtuluş
Partisi etrafında örgütlenecek, bu hayasızca gidişe bir son verecek ve Demokratik Halk İktidarını
kuracaktır. 04.03.2012
Kurtuluş Partili
Eğitim Emekçileri
20
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
97’nci yılında Çanakkale Zaferi’ni Kutlamak üzere Çanakkale Halkıyla buluştuk
Baştarafı sayfa 24’te
latmaya çalıştık.
18 Mart sabahı diğer bölgelerden
gelen yoldaşlarla birlikte İskele Meydanı’nda buluşarak, tören alanı olan
Cumhuriyet Meydanı’na, basın açıklamamızı yapmak üzere yürüyüşe geçtik.
Yaklaşık 400 kişilik kortejimizle, pankartlarımızla, dövizlerimizle, bayraklarımızla ve coşkulu sloganlarımızla alana girerek, önce çelenk törenimizi gerçekleştirdik, ardından ülkemizin bağımsızlığı mücadelesinde şehit düşenler adına 1 dakikalık saygı duruşu ile
eylemimize başladık.
Basın açıklamasını okuyan Partimiz
Genel Sekreter Yardımcısı Av. Tacettin ÇOLAK; Çanakkale Zaferi’ni coşkuyla kutlarken, ülkemizin Ortaçağın
karanlığına götürülmesine seyirci kalmayacağımıza, Çanakkale Zaferi’nin
Emperyalist Çarlık Rusyası’nı yerle bir
eden Lenin Önderliğindeki Büyük
Ekim Devrimi’nin de önünü açtığına,
Lenin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ilk ve en büyük müttefiki olduğuna değindi.
Basın açıklaması sırasında “Çanakkale Geçilmedi, Geçilmeyecek”,
“Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”,
“Şeriat Ortaçağdır” sloganları atıldı.
Açılan Mustafa Kemal-Lenin pankartı
Çanakkale halkı tarafından ilgi gördü.
Ardından tekrar İskele Meydanı’na
yürüyerek, Gelibolu yarımadası şehitliklerini ziyarete gittik. İlk durağımız
olan Büyük Anafartalar Köyü, savaşın
en çetin geçtiği yerlerden birisi idi. Burada düşen şehitleri saygıyla anarak yolumuza devam ettik.
Sonrasında, Mustafa Kemal’in:
“Bu memleketin toprakları üstünde
kanlarını döken kahramanlar!
“Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde
uyuyunuz. Sizler, Mehmetçikle yan
yana koyun koyunasınız.
“Uzak diyarlardan evlatlarını
harbe gönderen Analar!
Çanakkale
Çanakkale
Çanakkale
Konya
“Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur
içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
nutkunu söylediği ANZAC (Avustralya
ve Yeni Zelanda Kolordusu’nun baş
harfleridir) Mezarlıkları ve Anzac Koyu’na geldik.
Ardından, Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal’in “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi
emrediyorum. Biz ölünceye kadar
geçecek zaman zarfında yerimize
başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir” emrini verdiği
57. Alay ve bir şarapnel misketi ile cep
saatinin parçalandığı ve gözetleme yeri
olan Conk Bayırı’na vardık.
Devamında 41.7 metrelik boyu ile
herkesin görmek için can attığı ve Çanakkale’nin en meşhur anıtı Çanakkale
Şehitler Abidesi’ne vardık. Burada yapılan konuşma ile emperyalizme karşı
mücadelemizi her alanda sürdüreceğimizi belirterek eylemimize son verdik.
Tıpkı Çanakkale Zaferi’nde olduğu
gibi, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş
Savaşı’mızda olduğu gibi; Emperyalistleri ve onların yerli uşaklarını bir daha geri dönmemecesine inlerine göndereceğiz. Ülkemizde Sosyalizm bayrağını dalgalandıracağız. Ve bunu, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, bin yıldır
birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle, Devrimci gelenekli Ordu Gençliği’mizle, bilim insanlarımızla, köylümüzle, tüm ezilen-soyulan halkımızla
birlikte başaracağız.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi:
“Çanakkale Zaferi sadece bizim
değil, tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferidir. Onun
için bu zaferi ne kadar kutlasak yeridir.”
Çanakkale’den
Kurtuluş Partililer
HKP Seydişehir İlçe
Örgütü’nden Eylem ve
Konferans:
Çanakkale Zaferi’nin 97’nci
Yılı, Seydişehir Halkının da katılımıyla coşkuyla kutlandı
Kurtuluş Partisi İlçe Örgütü olarak,
Seydişehir’deki ilk eylemimizi, Çanakkale Zaferi’nin 97’nci yılında gerçekleştirdik ve Hükümet Meydanı’nda gerçekleştirdiğimiz bir basın açıklamasıyla Partimizin düşüncelerini halkımızla
paylaştık.
Parti Genel Merkezimizin hazırladığı ve İlçe Başkanımız Hasan
Çatlı’nın okuduğu basın açıklaması esnasında attığımız sloganlarla, AB-D
Emperyalistlerine ve Tayyipgiller’e
olan öfkemizi haykırdık.
Halkımızın da ilgiyle izlediği eylemimiz bize büyük coşku verdi.
Basın açıklamasından sonra Parti
binamızda Konferans etkinliğimiz yapıldı.
Parti üyelerimizin ve Seydişehir
Halkımızın da kitlesel katılımıyla
“Tüm Mazlum Ulusların Emperyalizme Karşı Kazandığı Çanakkale
Zaferi ve Günümüz Türkiye’si” adıyla yapılan Konferansımıza konuşmacı
olarak, Başkanlık Kurulu Üyemiz
Gürdal Çıngı Yoldaş’ımız katıldı.
İlçe Başkanımız Hasan Çatlı’nın
yaptığı kısa bir açış konuşmasından
sonra, Gürdal Çıngı Yoldaş söz aldı.
Gürdal Çıngı Yoldaş, akıcı bir dille
Çanakkale Zaferi’nden yola çıkarak
Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve günümüz hakkında genişçe
bilgi aktardı.
Gürdal Çıngı Yoldaş, Çanakkale
Savaşlarının, Deniz ve Kara savaşları
olmak üzere iki aşamada gerçekleştiğini anlatarak, önce deniz savaşlarını anlattı. Ardından kısaca kara savaşlarını
anlattı.
Çanakkale Savaşları’nın sonuçlarının dünya çapındaki önemini başlıklar
halinde aktararak, İtilaf Devletleri Emperyalistlerine karşı kazandığımız bu
zaferin bir sonucu olarak da Rusya’da
Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleştiğini, Çanakkale Zaferi’nin bu devrimin
çabuklaşmasını sağladığını söyledi.
Gürdal Çıngı Yoldaş’ımız, Mustafa
Kemal’in bu savaşlarda kanıtladığı askercil dehasına, Antiemperyalist tutumuna ve Tam Bağımsız Türkiye idealine dikkat çekerek, Mustafa Kemal’i ve
Birinci Kuvayimilliyecileri bu yüzden
savunduğumuzu söyledi.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın da
henüz 17 yaşında olmasına rağmen Birinci Kuvayimilliye’ye, bağımsızlık savaşına katıldığını, gösterdiği üstün başarılar sayesinde Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanlığı’na yükseldiğini dile
getirdi.
Büyük Ekim Devrimi Önderi Lenin
Usta’nın ve Ekim Devrimcileri’nin Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda en büyük destekçimiz olduğunu söyledi. Devrim sonrası, Bolşevik
iktidarın, Çarlık döneminde işgal ettikleri yerlerden ordularını geri çektiğini
ve çekilirken de ellerindeki bütün silah
ve cephaneleri Kurtuluş Savaşçılarımıza bırakıp gittiklerinin altını çizdi. Ve
Kurtuluş
Savaşı’mız
esnasında
Lenin’le Mustafa Kemal arasındaki
kardeşçe yakınlığın altını çizdi.
Yoldaşımız konuşmasında, Ulusal
Kurtuluşu sağlayan Birinci Kurtuluş
Savaşı’mızın, bu devrimi gerçekleştiren Burjuva önderlik yüzünden yarım
kaldığını, Sosyal Kurtuluşla taçlanmadığını, günümüz meselelerinden örnekler vererek açıklayarak, Partimiz önderliğinde verilmekte olan İkinci Kurtuluş
Savaşı’yla Sosyal Kurtuluşun da mutlaka ama mutlaka başarılacağını vurguladı. İşçi Sınıfı önderliğinde kurulacak
Demokratik Halk İktidarı’mızın Türkiye Halklarının gerçek kurtuluşunu sağlayacağını vurguladı.
AB-D Emperyalistlerinin acımasız
bir vahşet içinde dünyanın her noktasında halkları kanla boğduğunu, bunun
kabul edilemez olduğunu anlattı.
Yoldaş’ımız ayrıca AB-D Emperyalistlerinin “1000 devletli” bir dünya yaratmak istediklerini, dünya halklarına
yönelik daha vahşi sömürü planlarının
olduğunu, halkları birbirine boğazlatmak istediklerini, bu vahşi gidişe dur
demek gerektiğini vurguladı.
Gürdal Çıngı Yolaş konuşmasını,
Usta’mızın “Çanakkale Zaferi sadece
bizim değil, tüm mazlum milletlerin
Emperyalizme karşı ilk zaferidir.
Onun için bu zaferi ne kadar kutlasak yeridir.” sözleri ile bitirdi.
Seydişehirli Kurtuluş Partililer olarak, mücadelemizi yükselterek sürdüreceğiz. Tâ 12 Eylül öncesinden militan
bir mücadele yürüttüğümüz ilçemizde
her gün yeni mevziler kazancağız. Ve
Seydişehir Halkımızı Partimiz saflarında mutlaka örgütleyeceğiz.
Seydişehir’den
Kurtuluş Partililer
***
İskenderun
Çanakkale Zaferi’mizi İskenderun’da gün boyu süren etkinliklerle
kutladık.
İlk olarak basın açıklamamızı gerçekleştirmek üzere 18 Mart Pazar günü
saat 13.00’da Partimiz önünden “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri
Gibi Gidecekler”, “Çanakkale Geçilmedi Geçilmeyecek”, “Çanakkale
Şehitleri Onurumuzdur” sloganları
eşliğinde Boyacılar Parkı’na doğru yürüyüşe geçtik.
Ardından “Çanakkale Zaferi sadece bizim değil, tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferidir. Onun için bu zaferi ne kadar
kutlasak yeridir” diyerek Çanakkale
Zaferi’nin
önemini
vurgulayan
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dava
oğullarından İskenderun İlçe Başkanımız Ali Görülmez, Parti Genel Merkezimizce hazırlanan basın açıklamasını okudu.
Basın açıklamamızı tamamladıktan
sonra, “Tüm Mazlum Ulusların Emperyalizme Karşı Kazandığı Çanakkale Zaferi ve Günümüz Türkiye’si”
adlı semineri gerçekleştirmek üzere
parti binamıza döndük.
Semineri partimiz Ankara İl Örgütü Sekreteri Av. Doğan ERKA Yoldaş gerçekleştirdi.
Doğan Erkan Yoldaş seminerinde,
Usta’mız Hikmet KIVILCIMLI’nın
Çanakkale Zaferi’ni neden tüm mazlum milletlerin zaferi olarak tarif ettiğini analiz etti.
Bizzat İngiliz Emperyalizminin o
dönemki temsilcileri olan W. Churchill,
Llyod George gibi savaş tacirlerinden
yaptığı alıntılarla Doğan Yoldaş, Çanakkale Deniz Harekâtının temel amaçlarının İstanbul’u işgal etmek, henüz
savaşta olmayan Balkan Uluslarını aktif biçimde savaşa çekmek, karadan
bağlantılarının koptuğu Rusya’yı savaşta tutmak için bağlantı kurmak ve
Bolşeviklere karşı gerici Çarlık iktidarına yardım etmek olduğunu anlattı.
Emperyalistler açısından eğer bu
amaçlar gerçekleşmiş olsaydı, dönemin
İngiliz Savaş Bakanlığının en yakın hedeflerinin Arap topraklarını ele geçirerek bölmek (ne yazık ki bu hedef daha
sonra gerçekleşmiştir) ve İskenderun’a
da savaş üssü olarak yerleşmek olduğunu anlatan Yoldaş’ımız, böylece İskenderun Halkının dahi Çanakkale Zaferi’ne ve Mustafa Kemal’in önderliğine
çok şey borçlu olduğunu anlattı.
İşte bu nitelikleri sebebiyle, Anadolu Halklarının yanı sıra özellikle Balkan Halkları ve Rus devrimcileri ile bir
süreliğine de olsa Arap Halkları açısından Çanakkale Zaferi’nin mazlum milletlerin ortak zaferi olduğu özetçe anlatıldı Yoldaş’ımız tarafından.
Yine bu zaferin Mustafa Kemal’in
askeri dehası ve kararlılığı ile büyük bir
savaşçı ve komutan olarak tarih sahnesine çıkışı anlamına geldiğini söyleyen
Doğan Yoldaş, “bu büyük Emperyalist
Donanma Çanakkale Boğazı’ndan geçebilseydi, gemiler desteğinde yapılacak kara saldırısını defetmek de çok daha zor olurdu” diyerek bu stratejik noktaya da işaret etmiş oldu.
Seminer, katılan özellikle genç yoldaşların Türkiye ve Dünya meselelerine ilişkin güncel sorularıyla ve verilen
cevaplarla pekişerek devam etti. Seminerin ardından Çanakkale Zaferi’nin
kutlanmasına ilişkin etkinliklerimiz tamamlanmış oldu.
Tarih, Çanakkale Zaferi’mizdeki gibi, Türküyle, Kürdüyle ve diğer azınlıklarla tüm Anadolu Halklarının bir
kez daha Emperyalizme diz çöktürmesine tanıklık edecektir. Buna inancımız
hiç eksilmeyecek!
İskenderun’dan
Kurtuluş Partililer
Seydişehir
Seydişehir
İskenderun
Gaziantep
***
Konya
500.000 kişilik dev orduyu yenen,
emperyalizmin yenilebileceğini destansı bir şekilde kanıtlayan, tam bağımsızlık parolası ile verdiğimiz I. Kurtuluş
Savaşı’mıza giden yolun en önemli kilometre taşlarından olan Çanakkale Zaferi’mizi Konya’da yaptığımız basın
açıklaması ile Konya’nın ilçesi Seydişehir’de basın açıklaması ve seminer
ile bir kez daha vurguladık, kutladık.
Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl
Örgütü olarak, 18 Mart 2012’de Konya
Zafer Meydanı’nda yaptığımız basın
açıklamasını İl Sekreterimiz Mehmet
ÜVER Yoldaş okudu.
İşçiler, öğrenciler, aydınlarla birlikte yaptığımız basın açıklaması “Çanakkale Geçilmedi Geçilmeyecek”,
“Çanakkale Şehitleri Ölümsüzdür”,
“e ABD e AB Tam Bağımsız Türkiye”, “Emperyalistler İşbirlikçiler
Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Gün
Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganları
ile sık sık kesildi.
Basın açıklamasını sonlandırmamızın ardından Seydişehir’de etkinlik
yapmak üzere Şeydişehir’e gittik.
Basın açıklamamız Konya yerel basınında yer aldı.
Basın açıklamasını bitirirken bulunduğumuz Zafer Meydanı’nda bulunan
Alperen Ocakları’ndan çoğu liseli çağında, kandırılmış, zavallı bir grup bize
karşı sloganlar atmaya başladı. Amaçları halkımızı galeyana getirip bize saldırtmaktı. Fakat bu oyunları tutmadı.
Biz Çanakkale Şehitleri’ni anarken onlar bize provokasyon yaptı. Çanakkale
Şehitleri’ni anmaları gerekirken, o da
olmadı “Komünistler anıyor biz niye
anmıyoruz” diyerek utanacakları yerde
provokasyon yaptılar.
Bu kandırılmış gençlik ne yazık ki
şimdilik
Alperen
Ocakları’nda,
MHP’de, AKP’de duruyor. Fakat yarın
halk hareketi güçlendiğinde bu ocak ve
partilerdeki satılmış şefler kandıracak
genç bulamayacak. Çünkü bu gençleri
halk hareketine katacağız.
Konya’dan
Kurtuluş Partililer
***
Gaziantep
18 Mart Çanakkale Zaferi’ni Partimizde yoğun katılımla kutladık. Açılış
ve sunumu yapan Funda Yoldaş: Çanakkale ile ilgili kısa bir açış konuşması yaptı.
Etkinlik ur Sena Yoldaş’ın şiiriyle devam etti.
Ardından Mersin İl Başkanımız
Arif Çakır sözü alarak, devlet düzenlediği Çanakkale kutlamalarının sahteliğini, Tayyipgiller hükümetinin bu zafere nasıl gölge düşürmek istediklerini ve
bu zaferi karalamaya çalıştıklarını örneklerle anlattı.
AB-D Emperyalistlerinin o zamandan bu yana hiç değişmeyen, ülkemizi
Sevr’e götürme planlarını anlatarak,
kurtuluşumuzun ancak verdiğimiz İkinci Kurtuluş Savaşı’nın zaferi sonunda
kuracağımız Demokratik Halk İktidarıyla olacağını vurguladı.
Soru-cevap şeklinde giden konferans alkışlarla son buldu.
Gaziantep’ten
Kurtuluş Partililer
21
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
8 Mart Emekçi Kadınlar Günü ruhuyla mücadeleye!
Baştarafı sayfa 24’te
Etkinliğimiz çerçevesinde bir kadın
yoldaşımız, kadının alt edilişinin tarihsel süreçlerini, farklı toplum biçimlerinde kadınların rolünü ve kadının bugünkü durumunu anlatan bir sunum
yaptı.
Sinevizyon gösterimi ve müzik dinletisi ile devam eden etkinliğimiz konuklarımız tarafından da ilgiyle dinlendi ve izlendi. Salon etkinliğimiz, omuz
omuza çektiğimiz halaylarla coşkulu
biçimde sona erdi.
Ankara
Bu yıl Ankaralı Kurtuluş Partililer olarak, 8 Mart etkinliğimizi, Partimizin Kadın-Çocuk Komitesi’nin hazırladığı ve en önemli vurgusunun, 8
Mart’ın “Kadınlar Günü” değil,
“Emekçi Kadınlar Günü” olduğunu
herkese bir kez daha anlatan bildirisinin
dağıtımını, Ankara’nın çeşitli noktalarında halkımızla birebir görüşerek, sohbet ederek, onların da desteğini alarak
başlattık.
Kadın-Çocuk Komitesi olarak hazırladığımız kutlama ve etkinliklerimize çağrı afişleriyle Karanfil ve Yüksel
Caddesi’ni baştanbaşa donattık.
8 Mart günü, Kadın Çocuk Komitemiz ve Partili yoldaşlarla birlikte, Partimizin Karanfil Sokak’taki İl Merkezi
önünde toplanarak meşalelerimiz, flamalarımız ve 8 Mart’ın anlam ve önemini içeren dövizlerimizle oluşturduğumuz düzenli kortejle sloganlar ve alkışlar eşliğinde Karanfil’den başlaya-
Ankara
Konya
İzmir
İstanbul/İstiklal Caddesi
Bursa
rak Yüksel Caddesi İnsan Hakları
Anıtı’na kadar bir yürüyüş gerçekleştirdik.
Burada Kurtuluş Partili Kadınlar
adına, Partimiz Komite üyesi Emine
Koç Yoldaş’ımızın okuduğu bildiriyle
ve sık sık atılan sloganlar ve alkışlar eşliğinde coşkulu bir basın açıklaması yapıldı.
11 Mart 2012’de Partimizin Genel
Merkezinde gerçekleştirdiğimiz salon
etkinliği de oldukça heyecanlı geçti.
Etkinliğimiz program yöneticisi
Sultan Çelik Kıran Yoldaş’ımızın açılış konuşması ve saygı duruşuyla başladı. Sinevizyon gösterimi ve genç kadın
yoldaşımızın okuduğu şiir ile devam etti.
Ardından Rukan Koç Yoldaş’ımızın “8 Mart’ın Tarihçesi ve Önemi”,
Dicle Kıran Yoldaş’ımızın “Tarihte
Kadının İlk Altedilişi” ve Semra Güner Yoldaş’ımızın güncel örneklerle
birleştirerek hazırladığı “Günümüzde
Kadın Sorunu, Kadın Sorununun
‘Alternatif Çözümleri (Şeriat-Feminizm)’ ve Gerçek Çözüm Sosyalizm”
sunumları ile kadın sorunu ve çözümü
dile getirildi.
Çay ve Kadın-Çocuk Komitemizin
hazırladığı ikramlarımızın sunulduğu
aradan sonra, konuk kadınlarımızın ve
yoldaşlarımızın kendi hayatlarında işçi
kadın, Kürt kadını, ev kadını olarak yaşadıkları sorunlardan verdiği örneklerle
etkinliğimiz daha da renklendi.
Konya
şındayım” sözleri ve marşlarla etkinliğimiz son buldu.
Antalya
8 Mart günü, DİSK Bölge Temsilciliği ve Nakliyat-İş Sendikası’nın gerçekleştirdiği eyleme katıldık ve Parababalarına olan kinimizi ve taleplerimizi
haykırdık.
Gericiliğin had safhaya ulaştığı bugünlerde, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlamanın ayrı bir
önemi olduğunun bilinciyle, Halkın
Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü olarak, 11 Mart günü de, bu şanlı günü bir
kez daha bilinçlerimize çıkarmak amacıyla bir seminer gerçekleştirdik, 8
Mart 1857 şehitlerini bir kez daha andık.
Seminerin açılış konuşmasını Av.
Ümit Erdoğan Yoldaş yaptı.
Kadın sorununun tarihsel sürecini
anlatmak üzere söz alan Ozan Yoldaş,
sözlerine, “kadın tarihte hep ezilen bir
cinsiyet miydi?” sorusuyla başlayarak,
Çoban Toplumuna kadar kadın ve erkeğin eşit olduğunu hatta doğurganlık
özelliği nedeniyle kadına çok saygı duyulduğunu, kadının toplumun lideri olduğunu dile getirdi. Sürü ekonomisiyle
birlikte maddi gücü eline geçiren erkeğin kadını alt edişi ile ilk sömürü düşüncesinin de insanların aklına girmesine yol açtığını dile getirdi.
Şerife Kurupunar Yoldaş, ülkemizde Kadın Sorunu’nun Tayyipgiller
hükümetiyle birlikte daha da içinden çıkılmaz bir hal aldığını dile getirdi. Kadın cinayetlerindeki artışı ve bu cinayetler karşında Tayyipgiller’in nasıl bir
çözüm bulduğunu daha doğrusu bulamadığını belgeleriyle birlikte dile getirdi.
Etkinliğimizi daha sonra yapılan
karşılıklı sohbetlerle sonlandırdık.
Kurtuluş Partisi Antalya İl Örgütü,
8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nde Kapalı Yol’da yaptığı bildiri
dağıtımıyla Antalyalı Kadın Emekçilere seslendi.
Halk bildiri dağıtımını ilgiyle takip
ederken, Kurtuluş Partililer halka çözümün Kurtuluş Partisi etrafında örgütlenip Demokratik Halk İktidarından geçtiğini yani çözümün Sosyalizmde olduğunu anlattılar.
İki saat süren bildiri dağıtımı, daha
sonra yapılan sohbetlerle son buldu.
İzmir
İskenderun
Kurtuluş
Partili
Kadınlar
olarak, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nünde 8 Mart’ın bu mücadele geleneğini yaşatmak için erkek yoldaşlarımızla birlikte alanlara çıkarak,
sömürüye, baskıya, eşitsizliğe, kadın
cinayetlerine vb. karşı öfkemizi haykırdık.
Karşıyaka Çarşısı’ndaki meşaleli
yürüyüşümüzde kadınlarımızı ve tüm
halkımızı örgütlü hareket etmeye çağırdık.
Karşıyaka İlçe Başkanı’mız Fatma Olkun basın açıklaması yaptı.
“Her Gün 8 Mart, Her Gün Mücadele!” anlayışına sahip olan biz Kurtuluş Partili Kadınlar, 8 Mart günü yaptığımız etkinliklerle yetinmedik ve 10
Mart Cumartesi günü, Yamanlar Spor
ve Kültür Merkezi’nde, 8 Mart Dünya
Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili bir etkinlik düzenledik.
Etkinliğimiz, 1 dakikalık saygı duruşuyla başladı. Liseli genç bir yoldaşımızın şiirini dinledikten sonra Kurtuluş
Partili iki kadın yoldaşımız, “Kadına
Yönelik Şiddet edir? Kadın Cinayetlerinin Sebepleri ve Çözüm Yolları, Kadın Sorununun Kökeni Ve Çözüm Yolları” konulu sunumlarını yaptı.
Yoldaşlarımızın sunumundan sonra
İPSD Müzik Grubu, türküleriyle katılımcılara güzel anlar yaşattı.
Etkinliğimiz, İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak’ın konuşması ile devam
etti.
İl Başkanımızın yaptığı coşkulu konuşmanın ardından sanatçı dostlarımız,
Cem Cansız ve Aliyar ihan güzel
yürekleri, sesleri, günün anlam ve önemine yakışan türküleriyle bizlerle beraber oldu.
Cem Cansız, bu tür etkinliklerin
çok güzel olduğunu ve her zaman böyle etkinliklere katılacağını ve destek vereceğini söyledi.
Yine değerli sanatçı dostumuz Aliyar Nihan, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın “Ben insanın hayvan yerine konulmasına isyan ettiğim için sosyalistim” sözüyle ve ardılı olan Partimizi
kutlayarak başladığı konserinde, katılımcılara çok coşkulu anlar yaşattı.
Mahalleden iki yoldaşımızın şiirleri
ve konuşmaları ve mahalleden bir yoldaşımızın “70 yaşındayım, Halkın Kurtuluş Partisi ile tanıştım ve şimdi 18 ya-
İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği
İzmir 3. Kadın Emeği Fuarı’nda
İ
zmir Büyükşehir Belediyesi tarafından, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü nedeniyle, 5 Mart 2012 tarihinde açılan Kadın Emeği Fuarı’na İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği İzmir Şubesi Kadın Komitesi olarak
katıldık.
İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından 2009 yılında başlatılan ve bu yıl
3’üncüsü düzenlenen bu Fuarda belediyelerin, derneklerin ve vakıfların kadın
çalışmaları yer aldı. Altı gün süren fuarda konserler, paneller, sergiler, tiyatro
ve film gösterileri ile defileler yer aldı. Kadın Emeği Fuarı, Ege Bölgesi ve diğer bölgelerden de büyük ilgi gördü.
Bursa
Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü 8
Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
için iki etkinlik gerçekleştirdi. İlk olarak 4 Mart Pazar günü Parti binasında
bir ekinlik yapıldı.
Eğitim Emekçisi Aymelek Özkan
Yoldaş’ımız bir sunum yaparak 8 Mart
Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün ortaya çıkışını, Parababalarının kadın
emekçilere çifte sömürü uyguladıklarını özgün örnekleri ile ortaya koydu.
Sunumun arkasından şiir ve müzik
dinletisi gerçekleştirildi.
Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü 8
Mart günü saat 18.30’da Kent Meydanı’nda da bir basın açıklaması yaptı.
Basın açıklamasını İl Sekreterimiz
Gülistan Çelik okudu.
Basın açıklamasında sık sık “Kadının Kurtuluşu Sosyalizm’de”, “Kadın Erkek El Ele Kurtuluş Partisine”, “Şeriat Ortaçağdır”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller
Halka Hesap Verecek”, “Kahrolsun
Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”
sloganları atıldı.
Halkın Kurtuluş Partisi İskenderun
İlçe Örgütü olarak, 08 Mart Dünya
Emekçi Kadınlar Günü’nü özüne yakışır bir şekilde kutladık.
Etkinliğimizi 04 Mart Pazar günü
parti binamızda gerçekleştirdik. Kadının mücadele tarihinin anlatıldığı sinevizyon gösterimi ile başlayan etkinliğimiz üniversiteli arkadaşlarımızdan
Türker Yoldaş’ın konuşmasıyla devam
etti.
Yoldaş’ımız konuşmasında, Kadın
Sorunu’nun İlkel Komünal Toplumdan
günümüze kadar geçirdiği evreleri ve
çözüm yollarını anlattı.
Etkinliğimiz üniversiteli yoldaşlarımızın müzik dinletisiyle devam etti.
Ayrıca 11 Mart günü İskenderun
1000’i aşkın bildiri dağıtarak halkımızla bütünleştik.
Samandağ
Samandağlı Kurtuluş Partili Kamu
Çalışanları olarak bu yılki 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, üyesi
olduğumuz Eğitim-Sen Samandağ
Temsilciliği tarafından gerçekleştirilen
eylem ve etkinliklere kadın sorununa
sınıfsal yaklaşım konusunda ortaklaştığımız için bizler de katkı sunduk.
4 Mart günü kadın üyelere yönelik
8 Mart etkinliklerinin duyurulması
amacıyla sabah kahvaltısı etkinliğine
katıldık.
8 Mart günü gerçekleşen yürüyüşe
tüm arkadaşlarımızla katıldık.
10 Mart günü sendika binasında düzenlenen sinevizyon gösterimi, şiir ve
arkadaşımızın da içinde olduğu müzik
dinletisi etkinliğine katkı sunduk.
11 Mart günü ise panelist olarak davet edilen Mersin Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Doçenti Özler Çakır, 8
Mart’ın tarihçesini, kadının insanlık tarihindeki konumunu, İlkel Komünal
Toplumdan Sınıflı Topluma geçişin, kısacası toplum biçimlerinde kadının konumunun ortaya konduğu ayrıntılı bir
konuşma yaptı.
Özler Çakır konuşmasında, Kadın
Sorunu’nu Engels Usta’nın “Ailenin,
Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, Kıvılcımlı Usta’nın “Kadın Sosyal Sınıfımız” ve “Tarih Devrim Sosyalizm” eserlerinden alıntılarla irdeledi.
Ayrıca, Tefeci-Bezirgân Sermaye
Sınıfının siyasi plandaki temsilcileri
İPSD Kadın Komitesi olarak biz de bu Fuar’da, derneğimizi tanıttık ve el
emeği ürünlerimizi satarak da derneğimize gelir sağladık. Ayrıca “Kadının
Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir” kitabımızın ve
Kurtuluş Yolu Gazetemizin satışını yaptık. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili Özel sayımızın da yaygın bir şekilde dağıtımını sağladık.
Fuarın tek kızıl standı olmamız oldukça dikkat çekti. Ziyaretçiler ve diğer
stantlarda görev alan kadınların oldukça sıcak ve yakın ilgileriyle karşılaştık.
Hatta kimi kadınlar, bizi böyle bir derneğe üye olduğumuz ve böyle bir dernekte mücadele verdiğimiz için tebrik ettiler. Kimileri de kendilerine çok yakın buldular. Standımızı ziyaret eden kadınlarla bol bol sohbet ettik, Derneğimizi ve mücadelemizi anlattık.
Altı gün boyunca diğer stantlarda görevli olan arkadaşlarımızla oldukça güzel zaman geçirdik ve güzel dostluklar geliştirdik. Altı gün boyunca çok yorulduk. Ama Derneğimizi tanıtmanın ve kendimizi anlatmanın katılımcılar
üzerinde bıraktığı olumlu etkinin haklı gururu ile tüm yorgunluğumuz gitti ve
kendimizi, gelecek yılki standımızı daha da nasıl geliştirerek açacağımızı planlarken bulduk. 10 Mart 2012
İPSD İzmir Şubesi
Kadın Komitesi
olan Tayyipgiller’in Ortaçağcı anlayışının ürünü olan “4+4+4 Kesintili Eğitim” modelinin genelde ülkemizdeki
emekçileri, özelde ise kadınları nasıl etkileyeceğini örneklerle ortaya koydu.
Seminer, kitle tarafından ilgiyle
dinlendi.
Özler Çakır’ın ardından psikolog
Nil Bireyşoğlu, kadına yönelik şiddetin
nedenlerini ve çözüm önerilerini anlattı.
Kurtuluş Partili Kadınlar olarak, 8
Mart günü Parti önlüklerimizi giyerek
halkımızın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlayarak, bildirilerimizi dağıttık.
Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi
Kadınlar Günü!
Gaziantep
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, 04 Mart günü, Başkanlık Kurulu Üyemiz Gürdal Çıngı ve Mersin
İl Başkanımız Arif Çakır’ın Yoldaşlar’ın da katılımıyla kutladık.
Kadınlarımızın yoğun katılımının
olduğu çok kalabalık bir kitleyle kutladık 8 Mart’ı.
Açılış ve sunumu yapan Özlem
Samandağ
Gaziantep
Yoldaş, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün tarihi önemine değindi.
Devrim Şehitleri adına bir dakikalık
saygı duruşundan sonra Bülent
Yoldaş’ın hazırlamış olduğu slayt gösterimi sunuldu.
Etkinlik, ur Sena Yoldaş’ın okuduğu Nazım Hikmet’in Tanya şiiriyle
devam etti.
Ardından sözü İl Yöneticimiz Gül
Eylen Yoldaş aldı. Gül Eylen Yoldaş, 8
Mart Dünya Kadınlar Günü’nün tarihçesini anlatarak, Türkiye’de ve dünyadaki emekçi kadınların içler acısı durumlarını somut örneklerle anlattı.
Daha sonra Kurtuluş Partisi Gençliği adına Ezgi Yoldaş, Antika+Modern
Parababaları düzeninin genç kızlarımız
üzerindeki baskısından ve sömürüsünden nasıl kurtulabileceğimizin yollarını
anlattı.
Son olarak söz alan İl Başkanımız
Sultan Kıran, emekçi kadınlarımızın
dertlerini anlattı ve buna karşı nasıl mücadele etmemiz gerektiğini vurguladı.
Etkinliğimiz alkışlar ve sloganlarla
son buldu.
Kurtuluş Partili Kadınlar
22
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 #isan 2012
Hrant Dink neden öldürüldü?
Baştarafı sayfa 24’te
Buradan Erhan Tuncel’in de Fetocu örgüt
üyesi olduğu apaçık anlaşılıyor. Aslında sadece
bu bilgilerin tespit tutanağına geçirilmemesi bile işin içinde örgüt parmağı olduğunun göstergesidir. Erhan Tuncel, sabıkalı olmasına rağmen
Fetocu Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek tarafından istihbaratçı kadrosuna alınır. Oysa sabıkalı birinin bu şekilde kadroya alınması yönetmeliklere aykırıdır.
Yasin Hayal’in son zamanda yaptığı açıklama da örgüt varlığı açısından önemlidir. Erhan
Tuncel’in kendisini nasıl yönlendirdiğini belirtmektedir Yasin Hayal:
“Hrant ismini ilk kez Erhan’dan duydum. ‘Ermenilerin Atatürk’ü’ diyordu. Çok
tehlikeli biri olduğunu ve ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyordu. Dink’in ‘Türklerin kanı zehirlidir, dökülmesi gerekir’ diye
bir laf ettiğini söyledi, ürperdim. Onun dışında Dink’i 1-2 defa televizyonda gördüm.”
(Milliyet, 26 Şubat 2012)
Ve devlet görevlileri tarafından teşvik de
edilir Yasin Hayal. McDonalds’ı bombaladıktan
sonra kendisinin nasıl teşvik edildiğini açık açık
anlatmaktadır:
“- Yakalandığında Ogün’e yapılan kahraman muamelesi, 2004’teki McDonald’s’ın
bombalanması olayında bana da yapılmıştı.
Dönemin Trabzon Terörle Mücadele Şube
Müdürü Yahya Öztürk, sırtımı sıvazladı. ‘Bu
memleketin sen ve Erhan gibi kahramanlara
ihtiyacı var. Seni en kısa zamanda çıkaracağız, için rahat olsun’ dedi. Hakikaten öyle oldu. 11 ayda çıktım. Demek ki çıkmamın nedeni buna benzer olayları devam ettirmekmiş.
“- Erhan bomba için (McDonald’s bombası) bana malzeme listesi verdi. İstediklerini
aldım, bombayı o yaptı. Ramazan Bey (Ramazan Akyürek) benim için ‘İyi çocuğa benziyor’ demiş. İnsanın hoşuna gidiyor tabii.
Bombalama eylemi yapan birine ‘iyi çocuk’
dediğine göre demek ki onların istediği bir
şey yaptım diye düşündüm.” (Milliyet, 26 Şubat 2012)
Örgüt bağı göbek bağı değildir ki, bütün
bunlara rağmen “örgüt yok” denilsin.
Bilgi akışında eksiklik ve yanıltma
Yardımcı İstihbarat Elemanı Erhan Tuncel,
Trabzon Emniyetine bilgi vermiştir. Ancak bu
bilgiler eksiktir, yanıltıcıdır. Kaldı ki, kendisiyle bağlantı halinde olan istihbaratçı polis Muhittin Zenit de büyük olasılıkla Fetocudur, örgüttendir. Hrant Dink cinayetinin iddianamesinde
şöyle denilmektedir:
“Erhan Tuncel, Yasin Hayal’in Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’e
yönelik eylem planladığı yönünde Trabzon
İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne 17.02.2006 ve
07.04.2006 tarihlerinde bilgi vermiş, ancak
Yasin Hayal’in bu eylemi bizzat yapmayacağını, önce Zeynel Abidin Yavuz ve daha sonra Ogün Samast’a yaptırmayı planladığını
bildiği halde ilgili kuruma bu hususta yanlış
yönlendirici bilgi verdiği tespit edilmiştir.
“Muhittin Zenit alınan beyanında, Erhan
Tuncel’in kendisine eylemin Zeynel Abidin
Yavuz tarafından gerçekleştirileceğini bildirdiğini, ancak kendisinin bu bilginin doğruluğunu teyit edemediği için rapor haline getirmediğini, Ogün Samast’ın eylem için seçildiği konusunun ise kendisine hiç bildirilmediğini ifade etmektedir.
“Bunun temel sebebi ise Erhan Tuncel’in,
Hrant Dink suikastını Yasin Hayal ile birlikte planlamasından kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle Erhan Tuncel, istihbarat kurumuna eylemi önce Yasin Hayal’in yapacağını
aksettirerek daha sonra Zeynel Abidin Yavuz
fikrinden vazgeçilmesi sonrasında onun adını vererek ve Ogün Samast’ta karar kılınması üzerine hiç bilgi vermeyerek kurumu bilinçli olarak yanlış yönlendirmiştir. (İddianameden aktaran N. Şener, agy, s. 175)
Erhan Tuncel eksik ve yanıltıcı bilgi vermiştir. Ancak, Muhittin Zenit de bilgi saklamaktadır. Suikast sonrası Erhan Tuncel ile yaptığı ve
kayıt altına alınan telefon konuşmasında, Erhan
Tuncel’i sıkıştırırken ağzından çıkan sözler, suikast şeklinin ne olacağından ve suikast sonrasında ne yapılacağından haberdar olduğunu
gösteriyor:
“Tuncel: …Benim bildiğim şöyle yani,
paylaşmak istediğim şey şöyle olur. Yani vurulma şekli belliydi, vurulacak şekil belliydi,
eğer öyleyse bunlarla alakalıdır da zannetmiyorum.
“M. Z.: #e oğlum, direkt kafaya sıkmışlar.
“Tuncel: Öldü mü?
“M. Z.: Tabii canım. Tek farklılık, kaçmayacaktı ama bu kaçtı…” (N. Şener, a.y., s.
71)
Konuşma böyle sürüyor, en önemli yeri bu
aktardığımız kesim. Demek Hrant Dink planlandığı şekilde, kafasına ateş edilerek vurulmuştu, tek farklılık planlananın tersine, vuranın
(Ogün Samast) teslim olmayıp kaçmasıydı. Bu
konuşma Muhittin Zenit’in de suikast planının
içinde olduğunu göstermektedir.
Bilgi, merkezlere de (İstanbul İstihbarat Şubesi ve Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü
İstihbarat Dairesi) eksik ve yanıltıcı bir şekilde
gönderilir. Ramazan Akyürek’in emrindeki
Trabzon Emniyeti İstihbarat Şubesinden İstanbul İstihbarat Şubesine gönderilen raporda (17
Şubat 2006) olay yumuşatılmakta, Yasin Hayal
hakkında özetle “Hrant Dink’e karşı ses getirici bir eylem yapacak” denilmektedir. Oysa
gerçek Yasin Hayal’in “#e pahasına olursa olsun Hrant Dink’i öldüreceği” yönündedir. Bilgi, Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesine gönderilen F4 Haber Raporu’nda bu şekilde yer alır. Ne var ki İstihbarat
Şubesi Müdürü bir başka Fetocu, Ali Fuat Yılmazer’dir. Ve bu bilgi “sümenaltı edilir.”
gilere de yer verilmemişti. BU BİLGİYE DE
TESADÜFE# ULAŞTIM.
“4. Haber Raporu’nun ek Değerlendirme
Raporu’nun son paragrafında, “… Radikal
söylemlerini devam ettirmesi göz önüne alındığında, şahsın düşündüğü eylemi yapabilecek bir kapasiteye sahip olduğu değerlendirilmekte olup…” şeklindeki değerlendirmeden de YE#İ BİLGİ SAHİBİ OLDUM.
“Bu raporun Daire Başkanlığı’na intikalinden sonra, derhal bir konsültasyon yapılıp, değerlendirme yapan, Trabzon’da görevli buluşma yapan amir ve memurun kanaat
ve değerlendirmeleri defalarca alınıp, buna
göre Hedef Şahıslar Programı uygulanmaya
konulmalı/veya konulmamalıydı.
“Bu toplantı ile Daire yöneticilerinin mesleki birikimleri ve son ortak kararların alınması gerekirdi. Daire Başkan Yardımcısı’nın,
Daire Başkanı’nın gelişmelerden ve durumdan haberdar edilmeden, adeta rapor içeriği
C-2 Bürosu’nda hıfzedilerek, yapılması gereken eylem ve işlemler dondurulmuştur.
“Ön tedbir olarak İstanbul’da, Koruma
Kararı olmadan dahi aşağıdaki tedbirler alınabilirdi:
“a- Hrant Dink, bir yazılı tebligatla bilgilendirilebilirdi,
“b- Dink ailesinin ev ve işyeri çevresine
mıntıka karakolu tarafından yaya devriyeler
verilebilirdi,
“c- Aynı çevrede görev yapacak motorlu
ekipler duyarlı kılınabilirdi,
“d- Çevre, MOBESE kameralarıyla donatılabilirdi.
“5. C. Şube Müdürü’nün, 17.02.2006 tarihli
Haber
Raporu’nun
üstüne,
“İstanbul’un bilgisi var mı, Trabzon’la görüşülsün” şeklinde kenar notu düştüğünü, Agos
gazetesinde yayınlanan bir yazıdan TESADÜFE# ÖĞRE#DİM.
“Müfettişliğinizden aldığım bilgide, Haber Raporu’nun üstünde “C-2 Bürosu’na”
arşiv sevk kaydının olduğunu öğrenmiştim.
Agos gazetesinde yazılan “İstanbul’un bilgisi
var mı, Trabzon’la görüşülsün” şeklindeki
KE#AR #OTU#U# DOĞRU OLUP OLMADIĞI#I DA HALE# ÖĞRE#EBİLMİŞ
agy, s. 376-378).
Bu açıklamadan anlaşıldığı gibi, gerçek bilgi İstanbul İstihbarat Şubesinin başındaki yetkiliden saklanmıştır.
Pekiyi saklayan, “hıfzeden”, “bünyesinde
tutan” kimdir?
Emniyet Genel Müdürlüğü C Şubesi Müdürü Fetocu Ali Fuat Yılmazer’dir.
Fetocu örgütün izleri yok etme
çabası
Suikast planı yoluna konulduktan sonra izlerin yok edilmesi işine girişilir. Ramazan Akyürek suyun başına, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığına tayin olur. Böylece izler daha kolay yok edilebilecektir. Muhittin
Zenit ise Bayburt’ta görevlendirilir. Erhan Tuncel sudan gerekçelerle (yalan söylemek, buluşmalara gelmemek, para düşkünü olmak gibi)
Yardımcı İstihbarat Elemanı görevinden, kendi
bilgisi dışında, 23 Kasım 2006 tarihinde İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek tarafından alelacele alınır. Ramazan Akyürek’ten
Bilgi saklama
sonra Trabzon Emniyet Müdürlüğüne atanan
Reşat Altay da bu bilgilerden bihaberdir. BöyNitekim, ne MİT’e, ne de İstanbul Emniyeti
lece Erhan Tuncel ile Emniyetin ilişkisi yapay
İstihbarat Şubesine yeterli bilgi verilir. Suikast
olarak kesilir. Görünürde Emniyet, Erhan Tunsonrasında MİT’ten bilgi istendiğinde şu açıklacel’i aramamakta, Erhan Tuncel Emniyete ulama yapılır:
şamamaktadır. Ve bu durum da çok dar tutulur,
“3- Haklarında dava açılan sanıklar veya
kimse bilmez ne olup bittiğini. Artık düğmeye
şahıslar tarafından Hrant Dink’e yönelik olabasılmıştır.
rak suikast ya da benzeri saldırı olayları düAslında, Sabri Uzun’un açıklamalarından
zenleneceği konusunda önceden Teşkilat’a
anlaşıldığına göre, bir Yardımcı İstihbarat Eleintikal etmiş bilgi bulunmamaktadır.
manının (YİE) ilişkisinin kesilmesi, emniyet is“4- Müsteşarlığımıza anılan konularda
tihbarat çalışma disiplininde alarm durumu
Trabzon, İstanbul ve diğer illerin Emniyet
anlamına gelmektedir. Şöyle yazıyor Sabri
Müdürlükleri ya da Jandarma İl komutanUzun’un 4 Kasım 2009 tarihli ifadesinde:
lıkları, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandar“… Kasım/2006 ayında, YİE Erhan Tunma Genel Komutanlığı güvenlik ve istihbarat
cel’in ilişiği kesildiği andan itibaren
birimlerinden önceden herhangi bir bilgi in“ALARM DURUMU” oluşmuş demektir.
tikal ettirilmemiştir.
“Alarm Durumu, tehdit unsuru kişi/lerin,
“5- Gerek dava sanıklarının bağlı olduğu
kontrol
dışına çıkıp, kamu/şahıs güvenliğini
ve gerekse sair illegal ya da Trabzon ilindeki
en
riske
üst seviyede etmesi demektir.
illegal siyasal kuruluşların bu cinayete ilişkin
“Bu
aşamadan sonra Hedef Şahıslar
faaliyetleri konusunda Müsteşarlığımıza intiProgramı’nın uygulanma zamanı geldi dekal etmiş bir bilgi bulunmamaktadır.” (Aktamektir.
ran N. Şener, agy, s. 35-36)
“Gerek YİE Erhan Tuncel’in verdiği bilMİT’in bilgisi olmadığına dair bu raporun
gileri
değerlendirme görevinde, gerekse Hegerçekliği tartışılabilir. Ancak, şurası gerçektir:
def Şahıslar Programı’nı işletmek açıEmniyet birimlerinden MİT’e bilgi
sından, istihbarat dilinde “Keys Offiakışı olmamıştır. En azından belge dücer” (kilit yönetici) dediğimiz görevli,
zeyinde bu doğrudur. Kaldı ki, EmniC Şube müdürüdür.
yet kendi birimi içinde bile bilgi sakla“Yasin Hayal Grubunun YİE’nin
maktadır. Suikast sonrası soruşturmagörevine
son verilmesiyle denetim dışı
larda Mülkiye Müfettişlerine bilgi vekalması
sonucu,
hemen İstanbul Emren İstanbul İstihbarat Dairesi Başniyet Müdürlüğü’ne ACELE-Ö#EMkanı Sabri Uzun’un açıklamaları bu
Lİ kayıtlı bir yazı yazarak, İl Valilibakımdan çok önemlidir. Sabri Uzun,
ği’nin 5442 S. Yasa’dan doğan yetkisi
ilk ifadesinden sonra, F4 Haber Rapodahilinde, Hrant Dink’in korunmasını
ru’nda gördüğü bilgilere dayanarak
başlatıp, daha sonra Hedef Şahıslar
müfettişlere çok önemli ek açıklamaProgramı çerçevesinde yapılması gelarda bulunur; “(…) Tarafıma verilen
rekenleri işleme koymak gerekirdi. Bu
bilgiler, Haber Raporu’ndaki bilgiişlemi başlatma görevi de, C Şube Mülere göre eksik bilgilerdir. Bu sebepdürü’nün görevlerindendir.
le de eksik bilgilerden kaynaklanan
“E. Tuncel’in, Yardımcı İstihbarat
eksik cevap vermeme sebep olmuşElemanlığı’na
(YİE) son verildiği, Katur” diyerek ifadesini geliştirir. Bu
sım
2006’da,
Yasin
Hayal Grubunun
açıklamaları biraz uzun da olsa aşağıen son durumunu öğrenebilmek, varda aktarıyoruz.
sa bizim bilmediğimiz suç eşyasına
“1. Müfettişliğinizin yazısının 2.
ulaşabilmek, caydırabilmek amacıyla
sayfası, 3. paragrafında; Haber Rayakalama operasyonu düzenlenmesi
poru’nun 1. paragrafındaki: “Erde koruma tedbiridir.” (Aktaran N. Şemenilere karşı büyük bir kin beslener, agy, s. 374 – 375)
diğini ve bundan sonra yapacağı eyDemek ki, Emniyet’in çalışma rehleminde İstanbul İlinde ses getireberlerine göre alınması gereken önlemcek bir eylem yapacağını söylüyorEmperyalizmin Hrant Dink Cinayetini “Soykırım” yalanının
ler alınmamış; tersine olay gizlenerek ve
du” şeklindeki kısım tarafıma sorulkabullenilmesinde nasıl kullandığının resmidir.
bağlantılar sözde kesilerek suikastın
muştur.
önündeki engeller veya olası aksilikler
“Ses getirecek eylem” nitelemesi, eylemi DEĞİLİM.
“Eğer yukarıda yazılan bilgiler İstihbarat ortadan kaldırılmıştır. Sabri Uzun, önleyici
yapacakların propagandayı amaçladıklarını
akla getirmektedir. Oysa, raporun diğer bö- Daire Başkanlığı arşivinde mevcut ise, bu bil- makamın C Şubesi olduğunu belirtmektedir.
lümlerinde eylemciler tarafından, “öldürme” gilere sahip olan en üst rütbeli konumundaki C Şubesi’nin başındaki kişi ise, “kilit yönetieyleminin kesinleştirildiği, para temin etmek, C Şube Müdürü, Daire Başkan Yardımcısı ve ci” durumundaki Fetocu Ramazan Akyütelefon takibinden kurtulmak için yöntemler Daire Başkanı’na da bilgi vermeden, gelen rek’tir.
Görüldüğü üzere, suikast 2004’ten 2007’ye,
bilgileri C Şubesi, bünyesinde tutarak kendi
geliştirildiği anlaşılmaktadır.
“Öldürme” eyleminin propaganda eylemi deneyim ve becerisiyle de inisiyatif geliştirip, oya işler gibi kararlı ve kontrollü bir şekilde yügibi dar kalıpta değerlendirerek sadece “ses uyguladığından/uygulayamadığından Hrant rütülmüştür. Bu çalışmayı ise ancak bir örgüt
getirecek eylem” başlığı altında ele almak ye- Dink cinayetinin tek sorumlusu gibi görül- yapabilir. İşte asıl “Derin Devlet” burada
kendini göstermektedir.
mektedir.
rinde olmayacaktır.
“Bu inisiyatif koyamamak, üst makamla“2. Diğer bir eksik olan ise, söz konusu raİşte gerçek “Derin Devlet”:
porun 2. paragrafındaki: “… Agos Gazetesi rında bilgi sahibi olmamasına sebep olmuşFetocu örgüt
Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink isimli tur.
Aslında “Fetocu Örgüt” diyerek olayın
“Ayrıca, Hedef Şahıslar Programı’nın da
şahsın Türkiye Cumhuriyeti ve Türkleri kagerçek
boyutunu hafifletmiş oluyoruz. Hrant
bu
inisiyatif
koyamamak
sebebiyle
mümkün
ralayıcı faaliyetlerde bulunduğu, bu yüzden,
Dink
Suikastındaki
rolünü vurgulayabilmek
olmadığı
anlaşılmaktadır.
Oysa
ki,
Hedef
Şabu şahsa yönelik eylem gerçekleştireceklerini
için
böyle
bir
adlandırma
yaptık. Bu anlamda
söylediler” şeklindeki bilgiden yoksun kala- hıslar Programı, Şube Müdürlerinin inisiyarak cevap vermiş oldum. Kişisel gayretlerim- tif koyma yöntemini düzenlemekte, kararsız- doğru bir adlandırma. Ancak, sadece
Türkiye’de Hrant Dink olayı ile sınırlı değil bu
lığı gidermeyi amaçlamaktadır.
le, TESADÜFE# BU BİLGİYE ULAŞTIM.
örgütün yaptıkları. Ergenekon Tertibi ile Siliv“Önceki
ifademde
belirttiğim,
“Tarafıma
“Raporun 1. paragrafında “… Ermenileyöneltilen
açıklamalar
ve
kayıtlar
çerçevesinri’ye atılan pek çok yurtsever de bu örgütün
re karşı …” diye başlayan cümle, ikinci pade
H.
Dink
hakkında,
17.02.2006
tarihinde
mağduru aslında. Daha da önemlisi Fetocu Örragrafta “… Hrant Dink isimli şahıs…” şeklinde devam ederken, eylemin şahsileştiğini intikal eden Haber Raporu’nun gereği yapıl- güt demek CIA demektir bugün. Dün Kontrmış mıdır? Evet, yapılmıştır.” şeklindeki gerilla ya da “Derin Devlet” olarak halkımıza
görüyoruz.
“Ve “… eylemi gerçekleştireceklerini söy- açıklamamda yukarıdaki düzeltmeyi yap- oyunlar tertipleyen bu örgüt, CIA, bugün Fetolediler…” şeklinde açıklama yapıldığı, ka- mak ihtiyacını duydum keza, kayıtlarda ve cu Örgüt şeklinde aynı görevini yapmaktadır.
rarlaştırma aşamasının bitirildiğinin işareti- gazetedeki açıklamalarda, benim bildikle- Değişen, zamana uygun yüzeysel bir değişiklikrimden farklı bilgiler olduğunu gördüm.
dir.
tir. Amaçta değişiklik yoktur.
“Bu yazımın, Müfettişliğinize verdiğim
“3. Haber Raporu’nun son paragrafında
Amaç mı?
ise “… Kendisi ne pahasına olursa olsun bu 04.11.2009 tarihli yazıya eklenmesini arz ediAmaç, emperyalizmin halkımıza, Ortadoğu
şahsı öldüreceğini bana söyledi” cümlesinden yorum. 04.12.2009
Halklarına ve Coğrafyasına yönelik planlarının
“Sabri UZU#
sonra telefon takibinden kurtulma, eylem
hayata geçirilmesidir.
“1. Sınıf Emniyet Müdürü
için para temin aşamasına geldikleri anlatılFetocular mı?
“Merkez Emniyet Müdürü” (N. Şener,
maktadır. Tarafıma yazılan yazınızda bu bilOnlar din bezirgânlığı ile Müslüman Halkla-
rı kandırıp Emperyalist Uşaklığı yapan hainlerdir.
Pekiyi denecek, Hrant Dink cinayetinden
gerek Fetocuların, gerekse emperyalizmin ne çıkarı var?
Fetocularınki, görevini yapmış, kuyruk sallayan itin önüne atılan kemik parçası gibidir.
İdeolojik olaraksa Ortaçağ özlemlerine cevap
arayışıdır yaptıkları. Emperyalizm bu özelliklerini kullanmaktadır.
Önemli olan Emperyalizmin çıkarlarıdır.
Emperyalizmin uzun vadeli hedefi Türkiye’ye
Yeni Sevr’i dayatmaktır. Yeni Sevr’in bir ayağını Kürt Sorunu oluşturuyorsa, diğer ayağını sözde “Ermeni Sorunu” oluşturmaktadır. Aslında
Türkiye’nin bir “Ermeni Sorunu” yoktur. Emperyalizm, “Ermeni Soykırımı” yalanıyla bir
yapay Ermeni Sorunu yaratma peşindedir. Bunda başarılı da olmaktadır. Hrant Dink cinayeti,
Emperyalizm tarafından bu yolda atılmış bir
adımdır. Bu sayede Sevrci Sahte Sol’un gözü tamamen bağlanmış, kendini sol gören pek çok
sol grup, Sorospu Çocukları ile birlikte davranır hale gelmiş, ABD Elçisinin arkasından yürümek, “Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrantız” dangalakça sloganını atmak yetmemiş, işi
sözde “Soykırım” nedeniyle özür dileme kampanyalarına kadar vardırmışlardır. Artık her yıl
Hrant Dink cinayeti bu şekilde ısıtılıp halkımızın önüne sürülmektedir. Böylece halkımızın,
“İşte biz de böyleyiz, adamcağızı öldürdük, soykırım da yapılmıştır” gibi bir eziklik içine girmesi amaçlanmaktadır. Her yıl Hrant Dink adına ödüller verilmekte, konunun gündemde kalması, sıcaklığını koruması sağlanmakta ve emperyalistler de cinayeti sömürmektedir. ABD
Elçisi Ricciardone bile diplomasi kurallarını bir
yana bırakıp, “Türkiye geçmişin hayaletleriyle yüzleşmelidir” diyebilmiştir (Gazeteler, 26
Ocak 2012).
Hrant Dink cinayetinin Türkiye sınırları dışında da etkisi büyük olmuştur. Dünyada Türklerin Ermenileri biçtiği düşüncesi güçlendirilmiştir. Ermenistan’daki Ermenilerin Türk Düşmanlığı, kini bilenmiştir. Ermenistan’da
“1.500.000 + 1” yazılı pankartlarla Soykırım
Propagandası yapılmıştır (Bak. Resim). Daha
önce İsviçre’de, bugün Fransa’da olduğu gibi,
düşünce özgürlüğüne aykırı olarak, ”Soykırım
Yoktur” diyenlere cezai uygulama densizliğine
varış kolaylaşmıştır. Hrant Dink Davası kararının Fetocu Yargı tarafından hemen Fransa’daki
oylama öncesinde açıklanması da ilginçtir. Kararın adil olmaması, bazı belgelerin saklanarak
örgüt yoktur denilmesi, azmettiricilerin beraat
ettirilmesi, dünya kamuoyunu Türkiye’ye karşı
getirmiştir.
Öte yandan, gerçek örgütün gizlenmesi, cinayetin Ergenekon Tertibi’ne yamanmasına da
kapı açmıştır. Cinayetin Esas Oğlanı Erhan Tuncel, bu yılın başında, içerden çıkar çıkmaz,
“Hrant Dink cinayetinin Ergenekon ile bağlantılı olduğunu” açıkladı. Hrant Dink cinayeti üzerine iki kitap yazan, gerçeği görmesini beklediğimiz ve bu kitaplar nedeniyle 1 yılı aşkın süre
içeri tıkılan Nedim Şener bile cinayeti Ergenekon Tertibi’ne bağlamaktadır. (Belki de, böyle
yaparsam Fetocu Örgüt bana dokunmaz diye
düşünmüş olabilir. Ama düşündüğü gibi olmadı.) Buna rağmen her yıl Hrant Dink’in doğum
günü olan 15 Eylülde verilen “Uluslararası
Hrant Dink Ödülü” Nedim Şener’e değil, Alper Görmüş (2009), Ahmet Altan (2011) gibi
Fetocu–Amerikancı kırması sözde gazetecilere
verildi. Yurt dışında ise 2010’da İspanyol Yargıç Baltasar Garzon’a verildi Hrant Dink Ödülü. Böylece dünyaca ünlü bir yargıç ile dünya
kamuoyunun dikkati çekilmek istendi.
Görünen o ki, Hrant Dink Cinayeti, emperyalistlerce ve emperyalist uşaklarınca daha çok
kullanılacaktır. Bu durum cinayetin asıl azmettiricisinin CIA, uygulayıcılarının ise Fetocu Derin Devlet olduğunu başka bir şekilde kanıtlamaktadır. Cinayetten çıkarı olanlar bunlardır
çünkü. Olayın “Ergenekon Tertibi” ile hiçbir ilgisi yoktur. Nitekim Yasin Hayal de daha önce
aktardığımız konuşmasında, Erhan Tuncel’in
olayı Ergenekon’a bağlama girişimini görerek,
“Ergenekon bağlantısı kesinlikle yok, masal
anlatıyor. Ziyaretçiler kayıtlarda belli.
Dink’in resimlerini internetten çıkartan Erhan Tuncel’dir. Resimleri kapalı bir zarf içinde evinin karşısındaki bakkal Osman’a bıraktı.” (Milliyet, 26 Şubat 2012) demiştir. Yasin Hayal, Fetocu Örgüt tarafından kullanıldığını kısmen anlamış görünüyor…
Sonuç olarak; Hrant Dink Cinayeti CIA tarafından emperyalizmin çıkarları için Fetocu
Derin Devlet eliyle piyon durumundaki çocuklara işletilmiş, Fetocu Örgüt elemanları gerek
mahkeme öncesinde, gerekse mahkeme sırasında ve hatta sonrasında mahkeme kararıyla korunmuştur. Hrant Dink Cinayeti emperyalizm
ve yerli işbirlikçileri tarafından kullanılmıştır,
kullanılacaktır da… Bize düşen, emperyalizmin
bu oyununu da bozmaktır. Hem halkımızın, hem
de Ermeni Halkının bu gerçeği görmesi gerekir.
23
Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012
Newroz İsyanın Bayramıdır
Baştarafı sayfa 24’te
Gençer konuşmasında, ÇAĞDAŞ DEHAKLARIN AB-D Emperyalistleri ve
Tayyipgiller olduğunu, Newroz’un coşkusu
ve ateşiyle cesaret yüklenerek zalimlere baş
kaldırmak gerektiğini ve bu insanlık düşmanlarından asıl hesabın, öncülüğümüzde
kurulacak Demokratik Halk İktidarı’nda
sorulacağını söyledi.
Bin yıldır kardeşçe yaşadığımız Kürt
kardeşlerimizle, ortak vatan haline getirdiğimiz bu topraklarda, halkların arasına kan
davası sokmaya çalışan AB-D Emperyalistlerine ve yerli işbirlikçilerine inat, mücadeleyi yükselteceğimizi vurguladı. Ve kardeşlik türkülerimizin susmayacağının, halayların durmayacağının altını çizdi.
İzmir İl Başkanımız Av. Tacettin ÇOLAK, ewroz ateşini yaktı.
Yaklaşık üç saat süren, halkımızın da
yoğun ilgi gösterdiği etkinliğimiz, çekilen
halaylar ve atılan sloganlarla sona erdi.
21.03.2012
Biji ewroz!
Biji Bratiya Gelan!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi!
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
***
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
Newroz Kutlaması
Kurtuluş Yolu/Ankara
HKP’liler ellerinde parti bayrakları, döviz ve meşalelerle, sloganlar eşliğinde Yüksel Caddesi’ne kortejler halinde geldiler.
Burada gerçekleştirilen basın açıklamasında bugün Demirci KAWA olmanın Antiemperyalist, Antifeodal, Antişoven olmak olduğu vurgusu yapıldı.
HKP yaptığı açıklamada, bugün Demirci KAWA olmanın, Ortadoğu’da İkinci bir
İsrail yani DEHAK demek olan, AB-D Emperyalistlerinin “Özgür Kürdistan” projesi-
Baştarafı sayfa 1’de
ne karşı çıkmak, Antiemperyalist Kürdistan’ı savunmak, gerçekleştirmek için mücadele vermek demek olacağını belirtti.
HKP, Emperyalistlerin ve yerli satılmışların bütün heveslerinin yine kursaklarında
kalacağını ve Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi yine Kürt ve Türk Halklarının omuz omuza vererek İkinci Kurtuluş
Savaşı vereceğini söyledi.
Basın açıklaması sırasında HKP’liler,
“Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”,
“ewroz Piroz Be”, “Biji Bratiya Gelan”, “ewroz Kawa’nın Dehak’ın Değil”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın
Sosyalizm”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek”,
“Bijî ewroz”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarını attılar. 21.03.2012
Basına ve Kamuoyuna
Kürt Halkının bin yıllardan buyana gelen bayramı olan Newroz kutlamalarına yönelik olarak Tayyipgiller Hükümetinin ve devletin kullandığı zorbalığı ve yasakçı tutumu
şiddetle protesto ediyoruz.
Bir halkın bin yıllardır kutladığı bayramını karakuşi bir kararla yasaklayan anlayış
zorbalıktır. O halka karşı zulümdür. Nitekim bu anlayışın pratikteki uygulaması halka
copla saldırmak, panzerlerden su sıkmak, gaz bombalarıyla saldırmak biçiminde ortaya çıkmıştır. İstanbul’da BDP Arnavutköy ilçe yöneticisi Hacı Zengin öldürülmüş,
yüzlerce kişi yaralanmış ve gözaltına alınmıştır. Batman’da DTK Eşbaşkanı,
Milletvekili Ahmet Türk’ün, önce bulunduğu otobüse gaz bombası atılarak sağlığına
kastedilmiş, hastaneye götürülmek istendiğinde ise polisin fiili saldırısına uğramıştır.
İstisnasız Türkiye’nin ve özellikle de bölgenin tüm şehirlerinde bayramlarını kutlamak isteyen Kürt Halkına aynı biçimde acımasızca saldırılmıştır.
Tüm bu saldırıları Halkın Kurtuluş Partisi olarak kınıyor, Hacı Zengin’in ailesine ve
Kürt Halkına başsağlığı dileklerimizi sunuyoruz.
Sayın Ahmet Türk’e de acil şifalar diliyoruz. 21.03.2012
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi
Günümüzün DEHAKLARI olan ABD-AB Emperyalistlerine ve
Ortaçağcı İrticacılara Karşı Mücadeleyi Yükseltme Günü Olmalıdır
NEWROZ
İ
“12 Eylül Davası” Tayyipgiller’in bir orta oyunudur,
katılmayacağız,
Özel Yetkili Mahkemelerin figüranı olmayacağız!
şte o zaman Demirci KAWA’nın Devrimci Geleneği devam
ettirilebilir. Nasıl ki Demirci KAWA, Kürt Halkını ezip sömüren zalim Dehak’a karşı halkı örgütleyip zafere ulaştırmış ve
isyan ateşini tutuşturmuşsa, bugünün Kawaları olan
Devrimcilerin görevi de; AB-D Emperyalistlerine ve onların yerli
ortaklarına karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyip
Halklarımızı nihai zafere bir daha geri dönmemecesine ulaştırmaktır. Bu görev başarıldığı gün Devrimcilerimiz, Demirci
Kawa’ya layık olabilecekler, O’nun yakmış olduğu isyan ateşini
daha da yükseltmiş olacaklardır. Kürt ve Türk Halkının, günümüzün Zalim Dehaklarını, özgürlük ve bağımsızlık uğruna kanla
suladıkları topraklarımızdan kovaladıkları gün NEWROZ ateşi
tüm Dünya Halklarına ışık olacak, yol gösterecektir. İşte o zaman
Demirci KAWA’nın devrimci geleneğini sürdüren onurlu bir
yaşama Türk ve Kürt Halkları kavuşacaklardır.
Bugün Demirci KAWA olabilmenin, O’nun Devrimci
Geleneğini sürdürebilmenin, Kürt ve Türk Halkını o gelecek Yeni
Güne yani Devrime kavuşturabilmenin yolu çizilmiş, önümüze
konmuştur.
Bugün Demirci KAWA olmak, Antiemperyalist olmak
demektir. Sadece ABD Emperyalizmi değil, Irak, Afganistan,
Libya gibi ülkelerde bu Başhaydutla birlikte tüm canavarlıklara
ortak olan AB Emperyalizmine de, Japon Emperyalizmine de
karşı olmaktır bugün Demirci KAWA olabilmek. Demirci
KAWA’nın Devrimci geleneğini sürdürmek, Kürt Sorunu’nda
Amerikancı ve AB’ci çözüme karşı çıkmayı gerektirmektedir.
Bugün Demirci KAWA olmak, Antifeodal olmak demektir.
Tefeci-Bezirgân Sermayeye, onun ideolojisi Ilımlı İslama (yani
ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürecek olan Tefeci-Bezirgân
Şeriatına) ve onun simgesi Türbana, onların siyasi plandaki temsilcileri Tayyipgiller’e karşı mücadele etmektir bugün Demirci
KAWA olabilmek. Bunların topunun lağım deliğinden aşağıya
süpürüldüğü günler için mücadeleyi yükseltmekten geçer
Demirci KAWA olabilmenin yolu.
Bugün Demirci KAWA olmak, Antişovenist olmak demektir.
Tam bir eşitlik ve kardeşlik temelinde Edirne’den Çin Sınırına
uzanacak Kürt-Türk Federasyonunu (Halk Cumhuriyeti’ni)
savunmaktan, Kürt Halkının Kendi Kaderini Tayin Hakkına da
sonuna kadar saygı duymaktan geçer Demirci KAWA olabilmenin yolu. Kürt ve Türk Halkının binlerce yıllık kardeşliğini dinamitleyecek emperyalist çözümü değil, bu toprakları “hiçbir
emperyalist saldırganın ele geçiremeyeceği, sarsamayacağı
çelikten sağlam ve yüksek dağlardan sarp bir kale” yapacak
olan Devrimci çözümü inatla savunmaktan geçer, Demirci
KAWA’nın insanlığa mirası olan Devrimci geleneği devam ettirebilmenin yolu.
Bugün Demirci KAWA olmak, Ortadoğu’da İkinci bir İsrail
yani DEHAK demek olan, AB-D Emperyalistlerinin “Özgür
Kürdistan” projesine karşı çıkmak, antiemperyalist Kürdistan’ı
savunmak, gerçekleştirmek için mücadele vermek demektir.
Bugün Demirci KAWA olmak, AB-D Emperyalistleri tarafından zulme ve yıkıma uğratılan Ortadoğu Halklarının yanında
olmak demektir. Libya Halkıyla, Suriye Halkıyla dayanışmayı
gerektirmektedir, KAWA’nın mirasına sahip çıkabilmenin yolu.
Bugün Demirci KAWA olmak, AB-D Emperyalistlerinin Yeni
Sevr Projesine karşı çıkmak demektir. Ülkemizin en az üç parçaya bölünmesine, Türk ve Kürt Halkının kanlı boğazlaşması
demek olan bu projenin boşa çıkarılması için mücadeledir
Demirci KAWA olabilmek.
Bugün Demirci KAWA olmak, AB-D Emperyalistleri ve
Tayyipgiller’in bin yıllık kardeşliği bozma çabalarına inat, tıpkı
Malazgirt’te Alparslan’ın Ordusu’nda olduğu gibi, İstanbul’un
Fethinde Fatih’in Ordusu’nda olduğu gibi, Çanakkale’de, Birinci
Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, birlikte mücadeleyi, kardeşliği
haykırmak demektir.
Bugün Demirci KAWA olmak, Kürt Halkının bağımsızlığını
ve özgürlüğünü sembolize eden NEWROZ geleneğini yaşatmak,
Halkların kardeşliği sözünü yaşama geçirme mücadelesinde birlikte sömürü ve zulme karşı açtığımız bayrağı zafere ulaşana
kadar yere düşürmemek demektir.
Demirci KAWA olmak, O’nun Devrimci geleneğini devam
ettirmek, vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense
ölümü yeğlemektir.
Demirci KAWA olmanın bütün gereklerini yerine getiren
Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın düşünce oğulları ve kızları Kurtuluş
Partililer olarak KAWA’ya sözümüzdür:
Emperyalistlerin ve yerli satılmışların bütün heveslerini yine
kursaklarında bırakacağız. Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu
gibi yine Kürt kardeşlerimizle omuz omuza vererek İkinci
Kurtuluş Savaşı’mızı vereceğiz.
Halkımızla, onun bir parçası olan Bilim İnsanlarımızla, Ordu
Gençliği’mizle ve bin yıldan beri birlikte yaşadığımız Kürt
Kardeşlerimizle el ele Devrimci Demokratik Halk İktidarını
kuracak ve oradan kesintisizce SOSYALİZM’e geçeceğiz.
21.03.2012
Bijî ewroz!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
ewroz Piroz Be!
ewroz Kawa’nın Dehak’ın Değil!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
insanlık dışı, acımasız bir katliam dönemidir. İnsanlık suçudur bu darbe. Tabiî darbeyi yapanlar
ve yaptıranlar iştirak halinde işlemişlerdir bu suçu. Meselenin buraya kadarki izahını yapmak
için devrimci olmaya gerek yoktur. İnsani duyarlılığa sahip herkes yapabilir bu değerlendirmeyi.
Ve buna öfke duyar şüphesiz.
Biz de Türkiye’nin en diri devrimci yapısı
olarak, çok büyük bedeller ödedik, öncesi ve
sonrasıyla 12 Eylül’de. Resmi-sivil faşistlerce işlenen cinayetlere onlarca yoldaşımızı şehit verdik. Hayatta kalanlarımız, Ankara’da DAL’da,
MİT’in “Tabutluk”larında; İstanbul’da Gayrettepe’de; Bursa, Konya, Adana, Antalya, İzmir vb.
illerin Emniyetlerinde 90 gün, 45 gün boyunca
işkenceler gördü. Mamak Cezaevi’nin “Tabutluk” denen hücrelerinin, Sultan Ahmet Cezaevi’nin, Selimiye Kışlası’nın gün görmez hücrelerinde, Metris’in “Sibirya Koğuşu”nun tadına
baktık. Bir kısmımız tutuklandı, mahpus oldu
yıllarca, idamlarla yargılandı. Ama bu süreçten
Kıvılcımlı Usta’ya layık öğrencileri olarak alnı
ak, başı dik çıktık. En büyük erdemdi bizler için
işkence tezgâhlarında çözülmemek. O dönemki
“kaçaklık modası”na hiçbir zaman uymadan;
hatta idamla yargılanmak üzere aranan yoldaşlarımız da dahil olmak üzere yurt dışına çıkmadan,
ülke topraklarında direnerek, İşçi Sınıfı denizine
dalarak atlattık o en karanlık günleri.
Ancak biz devrimciyiz. Salt insani duyarlılıkla, salt hümanizmle tahlil edemeyiz olayları. Aldığımız tavır elbette insanidir, ama politiktir de.
İşte bunun için, Türkiye’deki siyasal ilişki ve
çelişkileri, iktidarın sınıfsal yapısını ve ideolojisini, kısacası olanı biteni iyi bilmemiz, iyi anlamamız gerekir.
Kısaca özetleyelim.
12 Eylül Faşist Darbesi, Başta 61 Anayasası
olmak üzere, 27 Mayıs’ın kazanımlarını ortadan
kaldırmak ve bu ortamda
gelişen-yetişen devrimci
kuşakları ve idealleri;
yükselen İşçi Sınıfı Mücadelesini yok etmek
için AB-D Emperyalistleri tarafından yaptırılmıştır Paul Henze’nin
“oğlanları”na. Tabiî 12
Eylül ortamının hazırlanması için önce Kontrgerilla ve onun özel “sivil”
partisi MHP sokulmuştur
devreye.
Resmi-sivil
Gladio, diğer adıyla Süper NATO yani Kontrgerilla elemanları her gün
onlarca devrimcinin kanını içmiş, devrimci-demokrat-yurtsever öğrenciler-bilim emekçileri-gazeteciler-sendikacılar
katledilmiştir. Maraş ve Çorum Katliamlarını
yaptırmışlar, kadın-erkek, çoluk-çocuk demeden
cinayetler işlemişlerdir. Bunlara karşıdevrimcilerin zorunlu nefis müdafaası-mücadelesi lekelenmeye çalışılmış, halkın gözünde “önlenemeyen
bir sağ-sol çatışması” olduğu algısı yaratılarak,
gelen faşizm meşrulaştırmaya çalışılmıştır.
Hep söylediğimiz gibi, 12 Eylül ile 27 Mayıs
akla kara kadar birbirinin zıddıdır, inkârıdır. 27
Mayıs, halka sınırlı da olsa demokratik kurumlar
ve haklar kazandıran Genç Subaylar öncülüğündeki bir Politik Devrim, 12 Eylül ise bunu yok etmek için AB-D Emperyalistlerinin Goril-Faşist
Generallere yaptırdıkları Faşist bir Darbedir. Nitelik bakımından birbirilerin tam tersidirler özetçe.
Kimi sol, sosyalist küçükburjuvaların, 27
Mayıs da bir darbedir. Hatta sonraki darbelerin
yolunu açtığı için “darbelerin anasıdır”, şeklindeki değerlendirmesi gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bilim dışı bir yaklaşımdır. Çünkü 12 Eylül
türü, emperyalistler (özellikle de ABD) tarafından örgütlenen darbelerin “ana”sı, İran’da antiemperyalist Musaddık’a karşı 1953 yılında yapılan darbedir. Bu darbeyi Guatemala’da halkçı
Arbenz’e karşı 1954’te yapılan darbe izlemiştir.
Bundan sonra da hem Latin Amerika’da hem
Asya’da hem de Afrika’da sayısız faşist darbeler
emperyalistler tarafından yaptırılmıştır. Hatta
Avrupa’da bile “Albaylar Cuntası” diye bilinen,
Yunanistan’da gerçekleştirilen, 1967 faşist darbesi de ABD’nin eseridir. Yani ABD Emperyalistlerinin faşist darbeler yapmak için 27 Mayıs’ın “ana”lığına ihtiyaçları yoktur. Onlar çıkarlarına dokunulunca kendilerine uşakça bağladıkları goriller eliyle halk düşmanı faşist darbeler
tezgâhlamanın ustasıdırlar.
Türkiye’de 27 Mayıs, Mısır’da Nasır Hareketi, Libya’da Kaddafi Hareketi, Latin Amerika’da-Bolivya’daki Juan Torres Hareketi, Avrupa’da Portekiz Karanfil Devrimi, Genç Subayların halkçı amaçlarla yaptıkları politik devrimlerdir. Hatta Afrika’da, Somali’de Siad Barre
1969’da, Etiyopya’da Mengistu Haile Mariam
1974 yılında askeri harekâtla emperyalist gerici
iktidarları alaşağı edip doğrudan doğruya sosyalist bir toplum kurmaya davranmışlardı.
Bu saydığımız iki tür askeri harekâtın faşistlikle, gericilikle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi tam tersine antiemperyalist, ilerici hatta
sosyalist harekâtlardır.
Bugün Latin Amerika’dan devrimci rüzgârlar
estiren Hugo Chavez’in 1992’de giriştiği askeri
darbe de halkçı amaçlar güden bir darbe girişimidir. Başarısız olmuştur ama bugünkü sosyalist
Venezula’nın temelleri o gün atılmıştır.
Sonuçça: biz sosyal-politik olayları yalnızca
oluş biçimleriyle değerlendirmeyiz. Liderlerinin
kişiliği, amaçları ve o olayların ortaya çıkardıkları sonuçlarıyla değerlendiririz. Hangi sınıfın
aleyhine olduğuna, hangi sınıfın çıkarına hizmet
ettiğine bakarız. Onların ilerici ya da gerici olduklarını bu somut kıstaslar ortaya çıkartır.
12 Eylül Faşizminin ekonomik planda getirdikleri 24 Ocak Kararları, işçi-emekçilere daha
fazla sömürü ve Emperyalizme daha fazla teslim;
siyasal planda ise Türk-İslamcı ideoloji ile Şeriat ideolojisidir. Onun için MHP’liler göstermelik
birkaç tutuklamalarından bahisle “biz hapisteyiz
düşüncelerimiz iktidarda” diyebilmişlerdir o
günlerde. Nitekim 12 Eylül’le birlikte imam-hatipler mantar gibi çoğaltılmış, meydan tarikatlara
kalmıştır. Bu nedenle de halkımızı Allah’la aldatmanın şeyhi, İblisin halefi Fethullah, “ülkedeki en son karakol”a kadar dönemin tüm faşist piyonlarına dualar etmiştir o günlerde.
Bugüne gelince… Ilımlı İslam ve BOP projelerinin Eşbaşkanı tam anlamıyla iktidardadır,
tüm gücüyle ne kadar muhalif varsa hepsine saldırmaktadır. MHP’yi de yedeklemiş, Cumhurbaşkanlığı seçimi, türban değişikliği, 4+4+4 gibi
ne kadar gerici yasal değişiklik varsa tam desteğini almıştır.
Bunların 12 Eylül’le hiçbir derdi yoktur esasında. Bilakis, 12 Eylül’e duacıdırlar. 12 Eylülcüler bunları yetiştirmiş, büyütmüş, kollamış ve
geliştirmiştir. Bunların asıl derdi 27 Mayıs’la, 27
Mayısçılıkladır. Devrimci Ordu Gençliği geleneğiyledir bunların derdi. Onu yok etmek için, görünürde 12 Eylül üzerinden, “darbe karşıtlığı”
üzerinden göz boyayarak, Mustafa Kemal’ci or-
du kesimlerini yok etmek-sindirmek-yıldırmaktır
amaçları. Doğrusu bu konuda bir hayli de yol almışlardır. Üstelik bu süreçte özel yetkili Fethullahçı hâkim ve savcılardan derleşik “Özel Yetkili Mahkeme”leri koç başı yapmışladır. Şimdi de
12 Eylül’ü bunlardan biri sözde yargılamaktadır.
Başbakanlık da, faşist MHP ve yeni yetme faşist
BBP de, hatta Ökkeş Şendiller denen Maraş Katliamının bir numaralı faili faşist katil de davanın
müdahili; yani mağdur, şikayetçi 12
Eylül’den(!..)
Bizler de bunlarla yan yana, aynı müşteki tarafında saf tutacağız, “12 Eylül’ü yargılamak”
demagojisi üzerinden bunları, Özel Yetkili Mahkemeleri, Şeriatıçılığı, Faşizmi meşrulaştıracağız, aklayacağız!
12 Eylül Faşizmini iki tane faşist gorile indirgeyen orta oyunu üzerinden AKP’nin, tüm gericilerin 1923’ten beri rüyalarında gördükleri,
Kurtuluş Savaşı’ndan intikam almayı, onu yok
etmeyi amaçlayan “rövanşizmine” eklemleneceğiz öyle mi?..
Böyle bir şey gerçek devrimciler için utanç
olur, olmalıdır. Şimdi bu söylediklerimize karşı
“biz 12 Eylül’ün arkasındaki güçler de ortaya
çıksın diye davaya dahil olduk” diyen “sol”cu,
“sosyal demokrat” arkadaşları duyar gibi oluyor
ve soruyoruz: “bunu, kaldırılması için mücadele
verdiğimiz AKP’nin Hukuk Bürosu olan Özel
Yetkili Mahkemelere mi (Bugünün DGM’lerine
mi) yaptıracaksınız? AKP-ÖYM, AB-D Emperyalistlerini mi yargılayacak, TÜSİAD’ı mı? Sahi,
siz nerede yaşıyorsunuz?”
“12 Eylül Davası” orta oyununun figüranlığını, AKP Ortaçağcılarına, MHP-BBP faşistlerine
ve ölü gözünden yaş umma gafletindeki “Sevrci
Soytarı Sahte Sol”culara, “sosyal demokrat”lara
bırakıyoruz.
Biz bu oyunun figüranı olmayacağız!
12 Eylül Faşizmi de dahil olmak üzere Emperyalizmin ve onun her türden uşaklarının hesabını, Demokratik Halk İktidarı’nda kurulacak
Halk Mahkemeleri soracak!
Ancak halkın bu mahkemeleri, tüm sorumluları, devamcılarıyla birlikte cezalandırıp tarihin
çöplüğüne atacak güce, yetkiye ve meşruluğa sahip olacaklar. Ve bu görevi şüphesiz başaracaklar! 06.04.2012
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
CMYK
CMYK
Hrant Dink neden öldürüldü?
H
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
8 Mart Emekçi Kadınlar Günü ruhuyla
mücadeleye!
K
urtuluş Partili Kadınlar olarak, 8 Mart
Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü bize
armağan eden kadınlarımızın yolunda
yürümeye ve bize devrettikleri birlik, mücadele
ve dayanışma ruhunu bu 8 Mart’ta olduğu gibi
bundan sonra da “Her Gün 8 Mart! Her Gün
Mücadele!” anlayışı ile yaşatmaya devam edeceğiz.
Bu amaçla ülkemizin dört bir yanında 8
Mart Emekçiler Günü’nü özüne uygun kutlaya-
97’nci yılında Çanakkale Zaferi’ni
Kutlamak üzere Çanakkale
Halkıyla buluştuk
1
8 Mart Deniz Zaferi Kutlamaları ve Çanakkale Şehitlerini
Anma Günü’nü 97’nci yılında, yine büyük coşku ve hüzünle
andık.
Öncesinde Çanakkale bölgesin-
rak mücadele çağrısı yaptı.
İstanbul
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, Türkiye’nin dört bir tarafında olduğu gibi İstanbul’da da özüne ihanet etmeden biz Kurtuluş
Partililer tarafından hakkıyla kutlandı.
Günler öncesinden başladığımız çalışmalarımızın ilk ayağı olarak Bakırköy, Kadıköy gibi
merkezi yerlerde bildiri dağıtımı gerçekleştirdik.
8 Mart günü ise Taksim Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Basın açıklamamız, halkımız tarafından ilgiyle dinlendi. Basın
açıklaması sonrasında Partimizin kadın meselesine yönelik bakışını içeren bildirilerimizi İstiklal Caddesi’nde dağıttık. Ardından Kadıköy İskele Meydanı’nda bildiri dağıtarak halkımızla
buluştuk.
8 Mart etkinliklerimiz, 11 Mart günü il merkezimizde gerçekleştirdiğimiz salon etkinliği ile
devam etti.
Devamı sayfa 21’de
Newroz İsyanın Bayramıdır
de yerel basına ve radyolara verilen
ilanlarla, açılan stantlarla, yapılan
afişleme çalışmalarıyla ve büyük
ilgi gören sesli duyurularla, Çanakkale Halkına Partimizi, Mustafa
Kemal’i ve Çanakkale Zaferi’ni an-
Devamı sayfa 20’de
rant Dink öldürüleliden beri tam 5 yıl
geçti. Bu 5 yıl içinde bir değişiklik olmadı. Daha baştan o zamanki İstanbul
Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, “Olayda örgüt yok!” demişti. Oysa, katil Ogün
Samast yakalanmış, sorgusu devam ediyordu
henüz, Cerrah böyle derken. Tayyip ise daha
sonra pek çok kez “Hamdolsun, failleri 32
saatte yakaladık” diye şişinecekti. Ne var ki
ağzından kaçırdığı bir kelime dikkat çekiciydi şişinirken. Şöyle diyordu Tayyip 26 Ocak
2010 tarihli grup toplantısında:
“ (…) Bugün bizim yaptığımız, Hrant
Dink’in,
Abdi
İpekçi’nin,
Uğur
Mumcu’nun, diğer tüm kirli saldırıların
üzerindeki sis perdesini kaldırmak, tüm
bu olayları aydınlığa kavuşturmak ve gelecekte benzer melanetlerin yaşanmasını
önlemeye yöneliktir; biz bunu yapıyoruz.
“Biz yasamadaki gücümüzle, yürütmedeki gücümüzle bunu yapıyoruz. Bunun
dışı yargıdır. Biz ancak bunu yapabiliriz
ve şu ana kadar bunu yaptık, yapıyoruz.
İşte Hrant Dink olayında, hamdolsun 32
saatte, biliyorsunuz, failler, uzantılarını
söylemiyorum, failler yakalandı. Ama daha sonra bunun artık bağlantıları ortaya
çıkmaya başladı.” (Aktaran Nedim Şener,
Kırmızı Cuma: Dink’in Kalemini Kim Kırdı?, Doğan Kitap, Ankara 2011, s. 404)
Hadi failleri anladık diyelim. Ya “uzantıları” ne? Hani “ortaya çıkmaya başlayan
bağlantılar?”
Cinayetten tam 5 yıl sonra sonuçlanan
mahkeme kararı ortada… On dokuz sanığın
tümü de örgüt suçundan beraat etti. Azmettirici konumundaki, bağlantıların düğümlendiği kişi, Erhan Tuncel de beraat etti. İşin
içindeki emniyet görevlilerininse adı bile
geçmedi davada. Asıl önemlisi, sonuçta
“Örgüt yok” kararına varılmasıydı. İstanbul
19. Ağır Ceza Mahkemesinin gerekçeli kararında “Sanıkların örgüt kurma, yönetme,
üye olma, yardım etme suçları dosyadaki
deliller ile kesin, net, şüpheden uzak ve
duraksamaya yer bırakmayacak somut olgu ve delillerle kanıtlanmadığından sanıkların delil yetersizliği nedeniyle beraatlarına karar verilmesi gerekmiştir” denildi.
Karara Mahkeme Heyeti Başkanı Rüstem
Eryılmaz “Delil durumuna göre örgüt
mevcut değil. Ama örgüt yoktur da diyemeyiz.” diyerek açıklama getirdi veya hafif
yollu kıvırdı da diyebiliriz. Mahkeme Savcısı Hikmet Usta ise “Örgüt de var, delil de
var. Hem de fazlasıyla var olduğunu belirtmek istiyoruz!” diyerek noktayı koydu.
Evet, örgüt de var, delil de1
Newroz Ateşi İzmir Yamanlar’da yükseldi
K Yamanlar Mahallesi’nde coşkuyla kutlandı.
ü r t Halkının zulme başkaldırı günü olan ewroz, İzmir’in
Halkın Kurtuluş Partisi ve İPSD öncülüğünde gerçekleşen
ewroz, halaylarla başladı. Ardından HKP Bayraklı İlçe Başkanı Yusuf GEÇER, gündemle ilgili bir konuşma yaptı.
Kurtuluş Partisi Gençliği Beyazıt
ve Halepçe Katliamlarını lanetledi
Devamı sayfa 23’te
Parababalarının işçi
katliamları katlanarak devam
ediyor
Esenyurt’ta 11 işçinin
yanarak ölmesi iş kazası
değil katliamdır
G
K
urtuluş Partisi Gençliği olarak, 1978 yılında Eczacılık
Fakültesi önünde faşist güçler tarafından bombalanarak can
veren 7 devrimci öğrenci arkadaşımızı ve 1988 yılında Halepçe’de
kimyasal bombalarla katledilen
Kürt kardeşlerimizi anmak amacıyla, İstanbul Üniversitesi Beyazıt
Kampusu Eczacılık Fakültesi
önünde bir basın açıklaması düzenledik.
Devrim Şehitleri anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından
açıklamamızı Kurtuluş Partisi İstanbul Gençliği adına Evrim Bin
Yoldaş okudu.
Evrim Yoldaş; halk düşmanı
Tayyipgiller tarafından susturulmaya, yıldırılmaya ve bilinçsizleştirilmeye çalışılan, İşçi Sınıfımızın
devrimci müttefiki gençliğe yapılan saldırıların, sadece dün değil,
bugün de aynı şiddetle devam ettiğini belirtti. Özellikle mücadele
eden gençliğin, Finans-Kapital ve
onun yeryüzündeki gölgesi olan
politikacılar tarafından tüm çabalara rağmen sindirilemediğini ve
gençliğin karşısına her fırsatta düzenin yarattığı ve kullaştırdığı güçler çıkarılarak nefes alacak alan bırakılmadığını vurguladı.
Evrim Yoldaş; dört gün önce
41’inci yıldönümü gerçekleşen 12
Mart Faşist Darbesinin ve 17’inci
yıldönümü gerçekleşen Gazi Katliamı’nın, gençliğin ve ezilenlerin
mücadelesine engel olmak amacıyla yapılan adice saldırılar olduğunu
hatırlattı. Bu olaylara benzer bir
şekilde 16 Mart Katliamı’nın da
hem gençliğin tepkilerini, hem de
ezilen halkların mücadelesini durdurmak için yapılmış olduğunu belirterek sözlerine devam etti.
Günümüzde ise aynı baskıların
Tayyipgiller eliyle sürdüğünü,
Devamı sayfa 15’te
üzelyurt Mahallesi’nde 6.
Cadde’de yapılmakta olan
AVM inşaatında çalışan işçiler 12 Mart’ta, yatakhane olarak
kullandıkları çadırlarda gece 21.00
sularında çıkan yangında can verdiler.
“Bir inşaat şantiyesinde işçilerin yatakhane olarak kullandığı çadırlarda, henüz belli olmayan bir nedenle çıkan yangında,
11 inşaat işçisi hayatını kaybetti”, “Yangında ihmali olanlar
araştırılıyor” gibi haberler, yetkililerin açıklamaları doğrultusunda
gazete sayfalarında yerini aldı.
İstanbul’un orta yerinde, ülkenin farklı bölgelerinden getirilen
insanlar kölece yaşam koşullarında
çalışacak ve naylon çadırlarda ya-
tacak. Elektrik sobalarıyla ısınmaya mahkûm olacak. Yangın çıkacak, çadırları yanacak, 45 saniye
gibi kısa bir zamanda 11 işçi can
verecek. Sonra sen “yetkili” çıkıp,
neden arayacaksın, ihmal arayacaksın...
Sigortaları var mıdır bu işçilerin, bilir de bilmezden gelirsin. Bir
kez olsun bu çadırlar neyin nesi
sormazsın. Güvencesiz çalışmanın
önüne geçmezsin. İşçi sağlığı ve
güvenliği yasasını değiştirmezsin.
Parababalarına daha fazla para kazandırmak için taşeron sistemini
özendirirsin.
Sendikalaşmanın
önüne engeller koyarsın. Sonra da
adına iş kazası dersin... Yok öyle
yağma! Sorumluluktan kaçamazsın. Burada yaşananın adı iş kazası
değil bir katliamdır. Sorumlusu da
Devamı sayfa 16’da
Olay yıllar öncesinden örüldü. Trabzon
bu tür saldırıları yapabilecek nitelikte kişileri bulmak için uygun bir zemindi. Küçükten
başlayarak olaylar tırmandırıldı. Önce Trabzon’daki McDonalds restoranlarından birisi
Ramazan ayında bombalandı (Ekim 2004).
Daha sonra TAYAD provokasyonu (TA-
YAD’lılara saldırı) örgütlendi (Nisan 2005),
iki kez TAYAD’lılara saldırıldı. Ocak
2006’da Kürt kökenli işçilerin gittiği çay
ocağına Molotof kokteyli atıldı, aynı ayın
sonlarında MHP il binasına bomba konuldu.
Şubat 2006’da Santa Maria Kilisesi’nin Katolik rahibi Andrea Santoro öldürüldü, öldüren 16 yaşında bir çocuktu ve 10 bin liralık Glock marka bir silah kullanmıştı. Bu olayın üzerine gidilmedi, eldeki bilgi bu kadarla bırakıldı. Bütün bu olaylar olurken Trabzon Emniyetinin başında ise Ramazan Akyürek vardı. Ramazan Akyürek, 28 Şubat
döneminin İstanbul Valisi Erol Çakır tarafından siciline düşülen şu damgayı taşıyordu:
“Emniyet’teki hizipleşme içinde irticai
akımlara (Fethullah) yakın. Dikkat edilmelidir.” (Aktaran N. Şener, agy, s. 118)
Evet, Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek Fetocu idi. Bu kişi, Hrant Dink
öldürülmeden önce, 9 Mayıs 2006’da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesinin
başına getirildi. Ayrılıncaya kadar Hrant
Dink cinayeti ile ilgili bağlantılar kurulmuştu bile.
Bağlantıların
kurulmasında
McDonalds’ın bombalanması dönüm noktasıydı. McDonalds’ı bombalayanlar Erhan
Tuncel ile Yasin Hayal idi. Bunlardan Erhan
Tuncel azmettirici ve bombayı hazırlayan kişiydi aynı zamanda. Ve Erhan Tuncel bu görevini ifa ettikten sonra Trabzon Emniyeti istihbaratçılarından Polis Muhittin Zenit tarafından, dolayısıyla Fetocu Ramazan Akyürek tarafından Trabzon Emniyetine Yardımcı İstihbarat Elemanı yapıldı. Böylece
Hrant Dink cinayeti kontrollü bir şekilde
örüldü. Cinayeti işleyecek yapıda insanlar
yetmişli
yılların
katili
Muhsin
Yazıcıoğlu’nun partisi (BBP) etrafında boldu. Zaten Yasin Hayal de Erhan Tuncel sayesinde bu çevreden devşirilmişti. Hrant Dink’i
vuran Ogün Samast da, daha önce bu cinayeti işlemeyi üstlenen Zeynel Abidin Yavuz da
bu çevredendi.
Örgütün varlığını kanıtlayan bir önemli
bilgi de Erhan Tuncel’in geçmişi ile ilgiliydi.
O da Fetocu olduğunu ima ediyordu aslında.
Cinayetten sonraki ifadesine göre hakkındaki bilgiler şöyle Erhan Tuncel’in:
“Ortaokul ve lise yıllarında Elazığ’da
Fethullah Gülen cemaatine bağlı Işık Evleri’nde kaldığını söyledi.
“Elazığ’da kaldığı yıllarda Mehmet
Ağar’ın seçim çalışmalarına katıldığını da
söyleyen Erhan Tuncel’in Trabzon’da bir
yandan Alperen Ocakları’na giderken diğer yandan da cemaat evlerini ziyaret ettiği not edildi.
“Ancak bu notlar sorguyu yapan Terörle mücadele Şubesi ekibi tarafından
hazırlanan ve imzalanan resmi ‘Tespit Tutanağı’na geçirilmedi.” (N. Şener, agy, s.
116)
Devamı sayfa 22’de

Benzer belgeler

55.sayıya ulaşmak için tıklayınız

55.sayıya ulaşmak için tıklayınız Bolivar, Miranda, Che, bedence aramızda yoklar ama onlar hâlâ insanlığın kurtuluş mücadelesinde yol göstermeye, ışık olmaya devam ediyorlar. O yüzden AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçiler boş...

Detaylı

65.sayıya ulaşmak için tıklayınız

65.sayıya ulaşmak için tıklayınız bir konuşma yaptı. Doğan Haber Ajansı ve İHA orada bulunmalarına, bu konuşmayı kayda almış olmalarına rağmen birkaç gazetede yalnızca Kurtuluş Partisi’nin adının geçmesinin dışında yazılı ve görsel...

Detaylı