İndirmek İçin Tıklayınız!

Transkript

İndirmek İçin Tıklayınız!
merhaba
Eylül ayına yoğun bir gündemle giriyoruz.
İktidarın, Irak’a, Amerikan askerine kalkan olarak asker göndermek istemesi
tartışılıyor. Dışişleri Bakanı, çıkarlarımızın Anadolu’ya hapsedilemeyeceğini vurguluyor. Kimin çıkarı? Tekellerin çıkarları için, Kore’ye nasıl sürüldüyse gençlerimiz, şimdi de Irak’a, işgalciye direnen kardeş halkın karşısına dikilmek için gönderilmek isteniyor. Amerika’yla bozulan ilişkilerini gençlerimizin kanıyla düzeltmek
istiyor iktidar. İşbirlikçiliğin ve uşaklığın sınırı yok. Halkımız bu kararı kabul etmiyor.
16 Ağustos akşamı, Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda tarihi bir gecede buluştuk
İnti İllimani ile. Latin dağlarından kopup gelen şarkılar, Anadolu’yu dolaşıyordu.
Grup Yorum ve Moğollar da aynı gece sahneye çıktılar. Birlikte söylendi türküler.
Acının dili aynı... ve isyanın... İnti İllimani ile tarihsel buluşmaya, dergimizin sayfalarında geniş yer ayırdık. Grubun tarihi, 16 Ağustos gecesi yaşananlar ve İnti illimani ile yaptığımız söyleşiyi beğenerek okuyacağınızı umuyoruz.
Coca Cola, kaybettiği imajı yeniden kazanma gayretiyle ülkemizde Rock’n Coke
isimli bir festival düzenliyor. Coca Cola, Amerikan emperyalizminin sembollerindendir. Bunun için, dünyanın her yanında, Amerika’ya duyulan tepki Coca Cola’ya da yöneliyor. Coca Cola, kaybolan imajını, festivallerle göz boyayarak kazanmaya çalışadursun; ülkemizden ve yurtdışından muhalif rock sanatçılarının katılacağı alternatif bir festival düzenleniyor, Sarıyer Bahar Suyu Piknik alanında. Bu
festivale katılan sanatçılarla yaptığımız röportajlara sayfalarımızda yer verdik.
Eylül ayındayız.. Eylül deyince ne gelir akla? Yaşları yetenler, 12 Eylül’ün baskı
dolu yıllarını hatırlar. Genç kuşak ise onun sancılarıyla büyüyor. 12 Eylül 1980’de
de zulüm, ülkemizin her yanını sarmış; baskının ve işkencenin en yoğun yaşandığı
yerler yine ülkemizin hapishaneleri olmuştu. Bir halkın umudu, tutsak edilmiş,
sindirilmek isteniyordu. 12 Eylül 1980’de de devrimciler direniyordu. 12 Eylül
2003’te de...
Metris Hapishanesi’nde hakları ve onurları için direnenler kaleme almıştı “Bir
Direniş Odağı Metris” isimli kitabı. 12 Eylül’ün yıldönümünde, bu kitaptan derlediğimiz bir bölümü aktarıyoruz.
Futbol ligi başladı. Yenilenen adıyla, Süper Lig. Daha sezon öncesi yaşanan tribün olaylarında bir taraftar hayatını kaybetti. Ligin ikinci haftasında Trabzon’da
yaşananlar, “tribündeki teröristler” tartışmasıyla halen sürüyor. Görünen o ki, ligin
bu yıl gündemi hakemler değil, taraftarlar olacak. Hakan Dilek, dergimize hazırladığı yazıda, Türkiye’nin en büyük taraftar çatışmasını, Kayserispor-Sivasspor
maçında yaşanan olayları arka planında yaşanan gerçekleriyle anlatıyor. Önümüzdeki sayılarda da bu konu ile ilgili güncel dosyalar hazırlayarak sizlere sunacağız.
Vedat Özdemir’in yasaklanan filmi “Pardon”, mahkeme kararıyla gösterim hakkını kazandı. Bu konuyla ilgili yapımcı, yönetmen ve filmin yargı aşamasındaki
avukatlığını üstlenen Avukat Ercan Bahadır ile görüştük.
Dergimiz, önümüzdeki aylarda da güncel olanı, sanatsal ve kültürel düzlemde
tartışmaya ve tartıştırmaya devam edecek. Ekim sayımızda buluşmak üzere...
tavır
Dostlukla...
tavır
Aylık Sanat Dergisi
ISSN 1303-9113
3 yang›n yerine
dönen dünyada türkiye ayd›n›
6 harbiye’ de tarihi gece
8 röportaj-‹nti ‹llimani
10 bir direnifl oda¤› metris
13 röportaj-flanar yurdatapan
14 öykü
16 röportaj- rock müzisyenleri
18 dersim’de da¤lar›n türküsünü
söyledik
21 hayat bir film de¤il
23 herkesin bir öyküsü vard›r
24 sivas bir duçar flehir
26 pardon’a bir pardon
daha!
28 röportaj - ümit cin güven
29 haber yorum
Sahibi: İdil Kültür Yayın Org. Rek. Film. Tic. Adına: Muharrem Cengiz Genel Yayın Yönetmeni: Gamze Mimaroğlu
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ahu Zeynep Görgün Yazışma Adresi: İdil Kültür Merkezi İstiklal Cad. Aznavur Psj. No: 212 Kat: 6
Beyoğlu/İstanbul Tel/Fax:(212) 245 00 70- 244 31 60 e-mail adresi: [email protected]
Ankara: İdil Can Kültür Merkezi Fahri Korutürk Mah. 8. cad. No: 85-1 Mamak/Ankara Tel: (312) 370 11 98
Hesap No: (TL):1042- 30000 596147 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST.
(EURO): 1042- 3010000 129062 Gamze Mimaroğlu İş Bankası Parmakkapı/İST.
Ofset Hazırlık: TAVIR YAYINLARI Baskı: ASPAŞ Dağıtım: D-B-R
güncel
tavır
yangın yerine dönen dünyada
türkiye aydını
ergimizin Eylül sayısını yayına
hazırlarken, özellikle Türkiye’nin burjuva milliyetçi ,işbirlikçi, ulusal cephesinde kurulan birlik
çokça tartışılıyordu. “Kızıl Elma” namıyla maruf bu oluşum, gerek medyada, gerek siyasetle de meşgul aydın
çevre içinde bir tartışma konusu oluşturmuştu. Biz de bu tartışmalar üzerinden, meselenin farklı bir boyutuna
değinmek istedik. Özellikle, Avrupa
Birliği sürecinin gelişmesiyle birlikte,
Türkiye aydın çevrelerinin tartışma
gündemi, “sol” olarak bilinen aydın
çevrelerin sürece yaklaşımları ve Türkiye’deki aydın tipinin kendine model
seçtiği perspektife ilişkin bir kaç söz
söylemekti niyetimiz. Fakat, tüm bu
yazdıklarımızı kuramsal olmaktan çıkaracak, yazımıza ve tartışmamıza yeniden şekil vermemize sebep olacak
birkaç küçük etken, yazımızı yeniden
ele almamıza sebep oldu. Öncelikle,
Dünya Felsefe Kongresi maalesef yazı
gündemimiz içinde gözden kaçmıştı.
Neyse ki bu toplantıların gidişatını takip ederek bu ayıbımızı kapattık. Ancak, ne mutlu ki Adam Sanat Dergisi
bu ayrıntıyı kaçırmamıştı. Dergi, çeşitli felsefecilerle bu konu üzerine söyleşiler yapmış, bazı felsefecilerden de
toplantı vesilesiyle yazılar almıştı.
Tüm bunlarla birlikte yazımıza yeniden şekil verme ihtiyacı hissetmiştik
ki, dergimize bir darbe de TAYAD’lı ailelerden geldi. Şöyle ki, Kongre’nin kapanış gününde, iki TAYAD’lının yaptığı eylem, yazımızı birkez daha ele almamıza vesile oldu. Felsefe Kongresi
boyunca tartışılan konulara, TAYAD’lılar noktayı koymuştu. Özellikle bu eylemle birlikte, salonda bulunan Türkiyeli felsefecilerin gösterdiği tepki, Türkiye’deki felsefecilerin eğildiğikonula-
D
rı, ilgi alanlarını, tahammül sınırlarını
gayet iyi betimliyordu. İki ak sakallı
TAYAD’lı, aydınımızın gerçeğini, felsefenin değilse bile felsefecinin sefaletini, Lütfi Kırdar’ın orta yerine seriyordu. İlginçtir ki onları salondan çıkaran da kendileri gibi bir sakallıydı.
Ancak, aydın sakalı, karışmış ak sakaldan büyük bir kültürel ve ideolojik
farkla ayrılıyordu. Tepki gösteren felsefecimiz, salondan ite kaka çıkarılan
iki TAYAD’lıya toplantı nezaketi üzerine ayaküstü söylev veriyordu. Yaşlarına başlarına bakılmaksızın salondan
çıkarılanlar nezaket gösterilmeyi sanırız haketmiyordu. Burjuva ahlakının
biçimlendirdiği nezaket kuralları, geleneksel ikiyüzlülüğünü sergiliyordu.
Şaşılacak bir şey yok; olsa olsa ibret
alınabilir. Çünkü, batı nezaketinin gelişimi yozlaşmanın üzerindeki örtüyü
andırır.
3
Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu Başkanı İonna Kuçuradi,
“Yine yaptınız yapacağınızı, burası bunun yeri değildi!” diye sitem ederken,
Amerikalı felsefeci Smith, bir kağıda
yazdığı yazıyla bu durumu protesto
ediyor ve “Türk komünistlerini niye
dışlıyorsunuz?” diye soruyordu. Belki
kendisi de bir komünistti, belki de değildi. Belki, davetli kimliğiyle bu eylemi yapma hakkının varlığına inanıyordu. Bunun demokratik bir hakkı olduğu gerçeğini sindirmişti belki ama
onun sonu da TAYAD’lılardan farklı
olmadı. Yine sahte nezaket kuralları
çerçevesinde salondan çıkarıldı. Bu ülkede, düzenin bozulamayacağının bir
mesajı. Toplantı düzeni olsa dahi... Ancak, bu eylemle birlikte, gösterilen tepki üzerine salonu terkeden başka yabancı felsefecilerin varlığını da biliyoruz.
Felsefe Kongresi Üzerine
Birkaç Söz
22. Dünya Felsefe Kongresi bu yıl
ülkemizde yapıldı. Beş yılda bir yapılan kongrenin Türkiye’de düzenlenmesinde, Federasyonun Başkanı Kuçuradi’nin yoğun çabalarının payı var.
Bu elit toplantının giriş ücretinin 120
dolar olarak belirlenmesi, ardından,
talebin azlığı sebebiyle 50 milyon liraya düşürülmesi, tartışmanın hedef kitlesinin kimler olduğunu somut bir biçimde gösteriyor. Haydi bunu es geçelim, -gerçi geçilecek gibi değil ya!- ama
toplantı boyunca tartışılanlar Marks’a
rahmet okutturacak düzeydeydi. İstisnaları görmezden gelmiyoruz. Ancak,
dünyanın sorunlarını tartışan felsefeciler, buradan emperyalizmin gidişatı,
tek kutuplu dünyanın sakıncaları üzerine kaygılarını iletmelerinin ardından, yine emperyalizme yol yordam
gösterecek önerilerini iletmekten geri
kalmadılar.
Bakınız, İonna Kuçuradi, Kongre
öncesi Adam Sanat’a verdiği mülakatta ne diyor. “Birinci türden problemlerin en önemlisi, yoksulluk ve terörizmdir. İkinci türden problemlerin en
önemlisi ise insan haklarının korunmasıdır.“
Felsefe camiasının popüler bir ismidir diyebiliriz Kuçuradi için. Popülaritesi saygınlığından ileri gelir yanlış anlaşılmasın. Bir dönem, İnsancıl’daki
yazılarından da Kuçuradi‘yi takip edebiliyorduk. Bu sözleri bizi şaşırtmadı
dersek yalan olur. Kendisine çok büyük misyon yüklemişte değildik muhakkak; ancak, meseleyi böyle anti-bilimsel olarak ele alacağı da hiç aklımıza gelmezdi. Öncelikle, kendisinin terörizm olarak adlandırdığı olgunun
tanımı konusunda açıklama yapma
gereğini bile hissetmiyoruz. Ancak
yoksulluk ve terörizmi tehlike olarak
koymasının, bilimin temel nedensellik
ilkesi içinde nasıl yer bulduğunu da
merak ediyoruz. Yoksulluğun yarattığı bir olgudan sözediyorsak, bunun
adına nasıl terör deniyor bunu anlayamıyoruz. Ülkemizin saygın bir düşünürünün bu bakışı bizi üzmekten öteye götüremiyor. Tabi ki durumu açıklayacak bazı tespitler de oluşuyor fakat, biz buna yazımızın ilerleyen bölümlerinde değinmeyi tercih ediyoruz.
Kuçuradi‘nin ikinci türden problemlerin en büyüğü olarak sunduğu
insan hakları ihlallerine baktığımızda,
hedefin, iktidarı elinde bulunduran
güçler olduğunu görüyoruz.
Terörizme karşı yapılan mücadelede temel kazanımlardan biri olan insan haklarının ihlalinden endişeleniyor Kuçuradi. Buna karşı verilen mücadeleyi haklı buluyor ve yalnızca toplumun bu mücadele sırasında mağdur
edilmemesi gerektiğini savunuyor.
Görünen o ki, varolan dengelerin değişmezliğinden hareketle, statükonun
değişmezliğine inanarak, bunun içinde doğacak ihlallerin temel problemini
yaşıyor. Bir felsefecinin, bu çağda;
evet, bu çağda diyoruz. Çünkü çağdan
kastımız, proleter devrimlerin gerçekleşmesiyle ilgilidir. Düşünsel ve bilimsel anlamda; iktidar, devlet, toplumların dönüşümü üzerine bunca söz söylemiş ve pratik yaşanmışken aydın
beyninin çağının bunca yıl gerilere
düşmesi. Değişmezliğe yada değiştirilemezliğe bunca inanması, hapsolması
anlaşılabilir bir durum değildir.
Liberallerin temel kıstası. Orjinal
bir durum yok. Gazetelerin köşe yazarlarının sıkça dile getirdiği bir temenni.
Aynı Aydınlar, Eskimeyen Hastalıklarıyla Yeniden Sahne Alıyor
Marks’ın Feuerbach üzerine Tezleri’nin onbirincisinde, “ Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar; sorun onu değiştirmektir.“
şeklinde ifade ettiği; düşünürün ya da
genelleştirerek bakarsak, felsefenin yani teorinin değiştirme gücüne yaptığı
4
vurgu, kuşkusuz bugünlerde popülaritesini kaybetmiş bir yaklaşım. Çünkü
dünyanın gidişatı, reddiyelerin hakim
olduğu anlayış, bilimi bile inkar noktasında ilerliyor. İdealizm, düşünce ve fikir hayatını, günlük yaşamı alabildiğine kuşatıyor. Ancak, Marks‘ın bu sözünün dönemsel olarak düşünce hayatında popülaritesini kaybetmesi,
onun tarihsel doğruluğunu kaybedeceği anlamına da gelmez tabi. Denir
ya, “ Altın yere düşmeyle pul olmaz.“
Durum biraz bunun gibidir. Bugünkü
sosyalizm algısı, ideolojilerin bittiği
yargısı ve bunun bilimsel bir gerçeklik
olarak sunulması, muhaliflerin yeni
arayışlara yönelirken geçmişin birikimlerini tümden reddi, yanlışların
doğrulanması anlamına gelmeyecektir
kuşkusuz. Yanlış, gerçeğe ne kadar yakın görünürse görünsün, ne kadar cilalanırsa cilalansın özündeki yanlış olma niteliğini kaybetmez.
Ancak, ülkemizde fikir hayatına, siyasete yaklaşımları sunması gereken asla onu şekillendireceği fikrini kastetmiyoruz- aydının kendi dinamiğini
oluşturamaması, Osmanlı‘dan bu yana
Avrupalı davranması, ideolojik gıdasını Avrupa‘dan alma eğilimi değişmediği için, toplumsal konulardaki yaklaşımı, ayaklarını kendi gerçekliğine
basmadan hareket etmesini sağlar. Burada, bu konunun tarihselliğine girme
gerekliliğini görmüyoruz. Durumu
bugünkü haliyle –trajik haliyle de denebilir- incelemek daha çarpıcıdır bizce. Marks’ın devrimci tavrı ne kadar
özgüvene dayalıysa, bizim aydınımızın edilgenliği ve kendi halkına, toprağına, dinamiğine güvensizliği o orandadır. Ve maalesef daimi yorgundur.
Sömürünün had safhaya vardığı noktalarda bile başını çektiği barışçı oluşumlarla, aklın sınırlarını zorlayan
davranışlar sergilemektedir. Barış kavramının, anlamını bizim ülkemizdeki
kadar kaybettiği başka bir ülke daha
var mıdır, gerçekten bilmiyoruz. O barış vurgusunun altında yatan, kendisinin bile yürütmediği bir savaştan duyulan yorgunluk, rahatsızlıktır. Kuçuradi, aynı söyleşi içinde, öyle bir noktaya vurgu yapıyor ki, tüm akademik
kariyerinden kuşku duymadan edemiyoruz. Dünyanın biz müdahale etmesek bile değiştiğini söylüyor. Bu, içinde
imgeselliği barındıran ama son derece
somut bir söylemdir. Kuçuradi‘nin
yaptığı gibi sadece soyutlamaya indirgenemez. Kuşkusuz doğa boşluk tanı-
mıyor ve kimsenin müdahale etmediği
yerde iktidar aygıtını elinde tutanlar
değişimi öyle ya da böyle sağlıyor.
Yoksa dünya kendi başına değişmiyor
ve maalesef gezegenimizin böyle bir
yetkinliği bunca yaşına rağmen gelişmemiştir. Değişim, hayatın akışıdır ve
bu hayata müdahale eden güçlerce değiştirilebilir. Düşünürümüz bu sözüyle, kendini ve kendi gibileri meseleden
soyutlayarak, sorumluluk almaktan
kaçıyor. Daha doğrusu alanının bu gibi meselelere bulaştırılmamasını istiyor. Bunun için TAYAD‘lılara kızıyor
ve “ Burası bunun yeri değildi.“ diyor.
Siyaseti tartıştıkları kongrede siyaseti
dışlıyor.
Temel mesele, tüm bu gidişat içinde
kendi statükosunu ve yine anlamı dejenere edilmiş bağımsızlığını korumak. Böyle bir düzen içinde bağımsız
kalmak ne oranda mümkündür bunu
sormak bile istemiyoruz. Belirttiği, gibi kişinin kendisinden bağımsız olarak
bile, hakim güç kendisine bağlıyor. O
zaman hangi bağımsızlık?
Değişimi yorumlamakla yetinen
zamana müdahale edemeyen bir düşünürün, bilimsel algılarından nasıl
şüphe etmeyiz. Eğer bu kabullenmecilik hep varolagelseydi, bilimler nasıl
ilerleyecekti? Toplumsal değişim ve
dönüşümler nasıl sağlanacaktı? Devrimler nasıl olacaktı? Her ne kadar artık devrimler çağının bittiği iddia edilse de bilime vakıf birinin meseleye bakışı böyle mi olmalı? Meseleye bu noktalarından bakmazsak, aydınımızın
neden duyarsızlaştığına homurdanıp
durmaktan başka bir şey yapamayız.
Aydınımız, maalesef akli melekelerini
yitiriyor. Zamana uymayı temel kıstas
haline getirdikçe, rüzgara göre yelken
açtıkça aydın, düşünür ve eylemci
kimliğini kaybediyor. 1970‘lerin devrimci dalgasını arkasına alıp, mümkün
olduğunca bağımsız ve örgütsüz devrimcilik yapmaya çalışanlar, bugün liberalizmi, Avrupa Birliği’ni keşfediyorsa; buradaki temel sorun yenilen
darbeler, yaşanan yenilgiler olamaz.
Sorun beyindedir. Meseleleri içselleştirememektir. İradenin yokoluşudur.
Memlekette düşünen beyinlerin azlığından, genç kuşakların kültürel birikiminin zayıflığından, entelektüel gelişmelerin yok denecek kadar az olduğundan yakınıyor birçok aydın. Fakat,
şu var ki başta aydın kesimin kültürel
birikimi düşüyor. Beyinlerini emperyalizmin ideologlarına teslim ediyor-
lar. Orijinal olmayı, marjinal olmakla
karıştırıyorlar. Böyle olunca da, adı
konmuş ve bitmiş meseleleri, hiç olmamış gibi yeniden yorumluyorlar.
Hayat ve bilim, küçülen elektronik aygıtlar meselesine indirgeniyor.
Üreten, düşünen beyinlere, yargılarının ardında sonuna kadar duran aydınlara bizim değil bu ülkenin ihtiyacı
var. Azalan her şey değerlerimizden
kaybettiklerimizdir. Ezilenlere, gerçeğin devrini savunan, zamanı tersine
çeviren aydın tipi gerekiyor. Çarkın
dişlileri arasına kapılmış olanlar değil.
Dünya yoksulluğun ve sömürünün
pençesinde boğuşurken, dünyanın temel problemini ekolojik dengenin bozulması olarak tespit edip, mücadele
veren bir kesimin analitik zekasından
kuşkulanmamak mümkün müdür.
Yoksulluğu sadece para meselesi ve
paraya sahip olmak gibi dar bir çerçeveye hapsedersek, ekolojik mesele de
başlı başına bağımsız bir sorun olarak
algılanır. Nedenler, sonuçlar üzerinden düşünemiyor. Böylece anlayamadığı bir fikrin de militanı olamıyor.
Çünkü, ortaya koyduğu bilgilerle bazı
şeyleri açığa çıkarmanın, vazifesini yerine getirmek olacağını savunuyor.
Bunu ortaya koyup yerine geri dönüyor aydınımız. Doğru veya yanlış fikrinin, davasının adamı olmuyor, olamıyor. Yoksulluk, açlık, zulüm, emekçileri yoramıyor. Onlar hala didiniyor.
Ancak, bizim aydınımız, zamanın
ağırlığını taşıyor beyninde. Bin yılların
yorgunluğunu. Bunun için hayattan
soyutluyor kendini.
Marks, sadece fikirlerle belirli bir
maddi durumun ötesine geçilemeyeceğini savunuyordu. Aydınımız, sadece fikir üretiyor. Üstelik, bilimsellikten
uzak fikirler. Marks, fikirlerle yani teoriyle pratiğin bağlantısından yanaydı. Bunu, bütünü oluşturan parçalar
olarak yorumluyordu. Yaşananalara
baktığımızda, haklı çıktığını da görüyoruz. Marks, o güne dek ayakları havadaki felsefeyi, yere indirip, bunu
adaletli bir dünyanın hizmetine sunmanın kavgasını veriyordu. Emperyalizm, zamanı tersine çevirmenin derdinde. Aydınlarımız her şeyi baştan
alıyorlar. Düşünceyi hayattan koparıyorlar. Böylece, kendi düşünme yetilerini de kaybettiklerini farkedemiyorlar.
Bakın, yılların Selahattin Hilav’ı,
felsefenin görevini nasıl açıklıyor.
“Bugün de gerçek felsefenin yapması
5
gereken iş, insanca ve hakça bir dünyayı gerçekleştirmek için mücadele
eden halk kurtuluş hareketlerine, savaş karşıtlarına, gençlik hareketlerine
ışık tutmaya çalışmaktır.” Birçok felsefeci bunun yanından geçmiyor.
Bunlar olmadığında sözü proleter
aydına getirmenin ne faydası var, yer
işgalinden başka. Geçmişte, aydının
proleterleşmesi için verdiğimiz kavgayı, şimdi bilimsellik ve onurlu olma temelinden tartışıyoruz maalesef.
Bunlar değişebilir şeyler. Değişebilmesinin önemli koşulu ise devrimcilerin, kendi militan, aydın hattını geliştirmesinden geçiyor. Doğruyla yanlışın çatışması o zaman daha radikal bir
hatta ilerleyecektir. Devrimciler bu kanalı yaratmıştır. Ortaya çıkan sayısız
örneği vardır. Ancak, bu bize yetmez.
Bu kanalı, bu hattı daha da geliştirmeliyiz. Başka çaresi yok. Bu gidişatı değiştirmenin en önemli yolu, doğru şekli geliştirip yaygınlaştırmaktan geçiyor. Bunu da tarihsel ve bilimsel olarak
gerçekleştirebilecek tek güç devrimcilerdir. Siyaset arenası bugün bu gerçeği çırılçıplak gösteriyor. Devrimciler,
tarihsel misyonları olan ilericilik bayrağını hala ellerinde taşıyor. Gerçek
aydın, bu hat üzerinde gelişecektir. Bir
yandan eskiyle kavga ederken, diğer
yandan da onu değiştirecek dönüştürecektir. Bunun zorluğu bakidir ancak,
devrimin temel gücü değiştirmektir,
bunu inkar ederek aydınlanamayacağı
da aşikardır.✔
konser
tavır
harbiye’de tarihi gece...
Yıl önce geldiklerinde tıklım
tıklımdı açıkhava. İlk o zaman
gelmişlerdi Türkiye'ye. Ve o
gün bugündür Türkiye'de kendilerini
dinleme olanağını bulamamıştık. İntiİllimani'den bahsediyoruz kuşkusuz.
Latin Amerika'nın, Şili'nin on yıllardır
ezilen halklarının sesi olan, halkın yaşadıklarını müziğine taşıyan İnti-İllimani'nin bunca zaman sonra ülkemize
gelmesi herkesi heyecanlandırıyor. İnti-İllimani'nin tarihine baktığımızda,
birçok ağır dönemden geçerek bugüne
kadar geldiklerini görebiliyoruz. Şöyle
kısaca bir göz-atıp, daha yakından tanıyalım bu grubu isterseniz.
Grup ilk olarak 1966 yılında biraraya geliyor. Grup üyelerinin tamamı
üniversite öğrencisi ve bu işi de daha
çok bir hobi olarak ele alıyorlar. Asıl
amaçları birer mühendis olmak, ders
dışı zamanlarda üniversitenin müzik
grubu olarak sahne alıyorlar. Ancak
üniversite rektörü grubun devrimci olduğunu söyleyerek yasaklıyor. Çünkü
grup üyeleri arasında Öğrenci Federasyonu Folklor Sekreteri olanlar da
vardır.
Henüz isimleri konulmamıştır. 6
Ağustos 1967'de, Bolivya'nın Bağımsızlık Günü’nde konser vermek üzere
çağrılırlar; ama grubun bir ismi olmadığı için isim bulmak gerekir. Sol de İllimani La Paz, Bolivya'nın başkentindeki dağın adıdır. İnti ise And Bölgesi’nin halk dilindeki ismidir. Gruba bu
isimlerin birleşimi olan İnti-İllimani ismi konulur. Ve bu isimle birlikte yıllarca sürecek olan serüven de başlar. Grubun artık kalıcı olmasına karar verilir.
Mühendislik planları bir kenara kaldırılır. Bu dönemde gruptan ayrılanlar,
yeni katılanlar olur ve grubun asıl kadrosu da oluşur. İlk kayıt 1968'de yapı-
12
lır. İnti-İllimani 1968'den 2001'e kadar
60 albüm çıkarır. Grup üretimlerinde
devrimci yazarlardan, şairlerden ve
ülkenin devrimci mücadelesinden
beslenir. Viktor Jara grubun ilk yıllarında sanat danışmanlarıdır. Şili'de yaşanan kanlı 1973 darbesinde Victor Jara'nın öldürülmesi üzerine onun müziklerini tüm dünyaya tanıtmaya karar verirler. 1973 darbesi yaşandığında
grup Avrupa turnesindedir ve İtalya’da konser vermektedir. İtalya konseri, Şili’deki askeri darbeye karşı büyük bir gövde gösterisine dönüşür.
Konserde tam 400 bin insan vardır.
Grubun darbe karşısındaki tavrı nettir: El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido. Yani Örgütlü Bir Halk Asla Yenilmez...
Grup yıllarca ülkesine giremez.
1973-1988 yılları arası sürgün yıllarıdır. Grup bu süre içinde İtalya'da yaşar ve konserlerine buradan devam
eder. 1988 yılı ülkelerine giriş özgürlüğünü kazandıkları yıldır. On binlerce
6
Şili’li onları havaalanında karşılar.
Karşılayanlar arasında Sting, Peter
Gabriel, Tracy Chapman ve Bruce
Springsteen oradadır. Şili’ye girişleriyle birlikte “Büyük Şili Turnesi” başlarlar.
Grubun bugüne kadar birçok elemanı değişir. Asıl değişiklik 1997 ve
1998 yıllarında yaşanır.
İşte İnti-İllimani'nin kısa tarihi böyle. Bu tarih aslında bize çokda yabancı
değil. Birebir aynı olmasa da biçim olarak bu tarihin Grup Yorum'un tarihiyle de benzerlikler taşıdığını görüyoruz. Belki Grup Yorum, İnti-İllimani
kadar eski bir grup değil ama kurulduğu günden bugüne kadar yaşadıkları
da yine İnti-İllimani’den aşağı kalır değil diyebiliriz. Grubun kuruluş biçiminden tutalımda; örgütlenmeye başlamasına kadar, darbe karşısındaki
tavrından tutalımda; ezilen halkın sesi
olma hedefine kadar birçok konuda
görebiliyoruz bu benzerliği. İnti-İllimani’ye yıllarca ülkesine girmesi ya-
saklanıyor, Grup Yorum'un ise konserleri yasaklanarak, kasetleri toplatılarak, elemanları tutuklanarak bir nevi
aynı yasak uygulanıyor.
16 Ağustos akşamı İnti İllimani,
Grup Yorum ve Moğollar’la birlikte
Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndaydı. O
akşam Harbiye hınca hınç dolmuştu.
Yaşı kırka varanlar, gençliklerinin ateşli dönemini anmaya gelmiş gibiydi.
Ancak Açıkhava Tiyatrosu o akşam
her yaştan dinleyiciyi toplamıştı.
İlk grup Moğollar’dı. Seslendirdiği
şarkılarla kitleyi coşturuyor. Ardından
Grup Yorum sahneye çıkıyor ve en sevilen şarkılarından oluşan kısa bir
konserle, o da programını noktalıyor.
Yorumcular bu akşamın kendileri için
de mutlu bir akşam olduğunu, İnti İllimani’yle aynı sahnede olmanın mutluluğunu yaşadıklarını belirtiyorlar. Latin Amerika’dan, Anadolu’ya ezilmişlerin benzerliklerini sıralıyorlar. Ezilmişlerin, sömürülmüşlerin sesi olan
müzisyenlerin dillerinin ortaklığını
vurguluyorlar. Herkesin heyecanı doruk noktada. Yorumcular da bir an önce konseri noktalayıp dinleyiciler arasındaki yerlerini almak ve İnti-İllimani'yi seyretmek için sabırsızlar. Bu
yüzden şarkılarını bir solukta okuyup
noktalıyorlar.
İnti-İllimani'nin sahne performansı
herkesi büyülüyor. Her eleman adeta
bütün enstrümanları ustalıkla çalıyor.
Sahnede sürekli bir sirkülasyon var.
Hangi kişinin hangi enstrümanı çaldığını, dahası kimin solist olduğunu takip etmekte zorlanıyoruz. Herkes her
şarkıda başka bir enstrüman çalıyor ve
işin ilginci herkes solistlik yapıyor.
Yıllardır hiç bozmadan büyük bir
disiplinle sürdürdükleri günde 12 saat
çalışma temposunun sonuçlarını, meyvelerini topluyorlar.
Eski ve yeni
şarkılarından
oluşan repertuarlarında, en çok
ilgiyi eski parçalar
topluyor.
Bunda Türkiye’li
dinleyicilerin,
daha çok eski albümleri dinleyebilmiş olmasının
da payı var tabi.
Grup, Violetta
Parra’dan,
Mercedes
Sosa’dan söz ederken salon alkışa
boğuluyor. Şarkılar, Latin dağlarını
turlarken, Simon Bolivar’a ve Latin
Amerika’nın devrimci geleneğine bir
saygı duruşu gibi dinleyicilerin sessizliği. “O Denizden Geldi” şarkısının hikayesini anlatıyor Horacio Duran. Öğretmenler Sendikası Başkanı’nın askerler tarafından evinden alınıp, parçalanışı ve cesedinin denize atılışı.
Ama deniz kaybolmasına razı olmadı
diyor. O’nu tekrar kıyıya, toprağına iade etti. Ve sonra şarkı başlıyor. Bir ağıt
bu. Tüylerimizi diken diken eden, öfkeli bir ağıt. Bizim hikayelerimiz gibi
bir hikaye dinliyoruz, sözlerini anlamasakta.
Bütün salon aynı duyguyu yaşıyor.
Şarkı bittiğinde, sözbirliği etmişçesine
ayakta alkışlıyor. Dakikalarca... Grup
şaşkın. Aynı duygularla karşılık veriyor. Elleri göğsünde saygıyla cevap
veriyor.
Konserin final bölümünde Moğollar ve Grup Yorum elemanları, İnti-İllimani elemanlarına birer bağlama hediye etmek için sahneye çıkıyorlar.
Herkeste coşku doruk noktasında. Seyirciler, İnti-İllimani, Yorum, Moğollar,
herkesi sarıp sarmalıyor heyecan
dalgası. Ve hep
birlikte okunuyor, El Pueblo
Unido Jamas Sera Vencido...
Seyirciler bıkmadan haykırıyor, Venceremos
diye. Fakat grup
bu şarkıyı okumayı düşünmüyor. Yıllardır hiçbir konserlerinde okumuyor-
7
larmış. Bu marşın parti marşı olduğunu, çok özel bir yeri olduğunu ve bir
saygı ifadesi olarak konserlerde okumadıklarını sonradan öğreniyoruz.
Ancak, kitle ısrarını sürdürünce, İntiİllimani yıllardır uyguladığı kararını
birazda şaşkınlıkla birlikte bozuyor ve
okumaya başlıyor Venceremos’u. Bu
şarkıya hazır olmadıkları şarkıyı, çalarlarken de belli oluyor. Venceremostaki ısrarı tam olarak anlayabilmiş değiller. Bu marşın Türkçe’ye çevrilip
okunduğunu, en sevilen marşlardan
biri olduğunu konser sonunda öğreniyorlar... Grubun Venceremos’u söylediği sırada binlerce izleyici Türkçe eşlik ediyor parçaya. Grup sahnede şaşkın. Şarkının arasında susup seyirciyi
dinliyorlar. Birbirlerine gösteriyorlar
izleyicileri.
Konserden sonra Yorum ile İnti-İllimani elemanları arasında büyük bir
dostluk gelişiyor. Kuliste birbirlerine
enstrümanlarını hediye ediyorlar. Yorumcular onlara bir kaval ve CD’lerinden oluşan bir set hediye ediyor. Zaten
kaval ve bağlama grubun büyük merakını uyandırmış konser öncesinde. İnti-İllimani'de bir Peru flütü olan Pito’yu ve yine CD’lerinden oluşan bir
set hediye ediyor. Enstrümanların nasıl çalındığına ilişkin, nota düzenine
ilişkin birbirlerini bilgilendiriyor, bunları kağıtlara not alıyorlar. Bağlamalar
için de sürüyor bu durum. Daha sonra
hep birlikte fotoğraflar çekiliyor, karşılıklı birbirlerinin iletişim adreslerini
alıyorlar. Belli ki iki tarafta bu gelişen
dostluktan son derece memnun ve bu
diyaloğun burayla sınırlı kalmadan
sürmesini istiyorlar. Ne de olsa ikisi de
aynı ezilen halkların müziğini yapıyor,
aynı diktatörlere karşı mücadele ediyorlar...✔
röportaj
tav›r
önemli olan ruhunuzdur...
ili’deki bir teknik okulun bodrumunda yan yana geldiklerinde, birbirlerinin derdinden anlayan bir grup olacaklarına ilişkin
ilk sinyalleri vermişlerdi bile. “Bir
ülkenin şarkısını söylemek, o ülkenin bütün dertlerine, sevinçlerine,
hüzünlerine, acılarına, kattığınız
anlamla daha bir güzel.” demişlerdi.
Okul müdürü kısa zaman sonra, birbirinden güzel şarkılarla etrafına Şilili gençleri toplamayı başaran bu
gruba ültimatomu vermişti; “Dağılacaksınız! Çünkü, devrimcisiniz!”
Kendilerinden önce düğün alayla-
Ş
rında söylenen türküleri, oyunların
folklorik öğelerini değerlendirecekler; bütün İnka ve Maya kültürüne
ait motiflerden yararlanacaklardı.
Öyle de yaptılar. Bunu “ayaklarını
ülke topraklarına basmak” olarak
yorumladılar.
La Paz’da, Bolivya’nın Kurtuluş
Günü’nde söyledikleri şarkılara on
binler katılmış, büyük bir koro çıkıvermişti ortaya. Başkent La Paz’daki
Del Sol İllimani adlı dağın eteklerinde tutuşan şarkılara inat onlara bu
dağın adını verdiler; İllimani. “Dağ
gibi söylüyorlar, rüzgar gibi esiyor-
8
lardı.” Bir İnka yerlisi onları dinlerken çıkardıkları seslerin dağa ait olduklarını söylüyordu.
Grubu oluşturanların çoğunluğu
birer yoksuldu. Grubun kurucularından Berru sırtına vurduğu gitarıyla bir gemiye atlayıp 1962 Şili
Dünya Kupası’nı izlemeye gelmişti.
Şili’de onu, müzik ve ülke aşkı tutuşturmuştu yeniden.
1973 yılında darbe oldu ve bütün
Şili halkı çizmelerin altında özgürlük türkülerine uzun bir süre veda
etmek zorunda kaldı. İnti İllimani de
ülkesine... Ülke kadar sevdikleri şar-
kılarını yanlarına alıp, Avrupa’ya
ayak bastılar. Yıllarca İtalya’da yaşadılar. “Yasak çalgılarla yasak şarkılar söylediler!” Allende öldürüldü.
Gruba bütün varlığıyla katılan Victor Jara katledildi. Bütün bir stadyumu hapishaneye çevirenlere inat gitarını çalarken. Onu dinleyenler,
“Sadece söylediği şarkıları değil, ruhunu dinliyorduk!” dedikleri Jara
yoktu artık. İnti-İllimani, yol arkadaşını yitirmişti. 1973 yılında, Roma’da, 400 bin kişiye seslenirken bütün dünya aynı şarkıyı söyleyecekti;
“El Pueblo Unido Jamas Seras Vencido!”
Zamanla, grupta değişiklikler oldu. Müzikal açıdan, And Dağları’nın ardından seslendikleri her ülkeye ulaştılar. Onları devrimci kılan
ya da eskitemeyen şey için, bugün
grubun en yaşlı üyesi Horacio ile
dertleştik. Klasik bir söyleşi, sohbet
o kadar tat vermeyecekti. Saat “sabahın üçüydü”. Birbirini uzun zaman görmemiş ama karşılıklı mektuplaşan dostların samimiyeti ile konuşuyorduk. İllimani bir dosta gönderilen mektup gibiydi. O sıcaklık
ve yakınlıkla başladı sohbetimiz ve
devam etti. La Paz, komşumuzdu İstanbul kadar; Andlar yakındı ki Toroslar kadar. Yakın ve birbiri ardına
söylenen türküler gibiydik...
Öncelikle hoş geldiniz ...
Merhaba! İlk bu sözcüğü öğrendim. Merhaba! (gülümsüyor)
Hemen ve tez elden bunca yıl
biriktirdiklerimizle başlamak istiyoruz. Bir ülkenin çektiklerine yabancı kalmamak gerekir anlamında şeyler söylemiştiniz yolun başında.
Bir defa, halkla birlikte olmak gibi bir şey var. Biz onlardan ayrı duracağız ya da onlarla içiçe olacağız
diye bir özel durumdan söz etmedik. Biz zaten oradaydık, onların
içinde. Kaldı ki onlar ve biz diye bir
durum yoktu. Biz bunu farkeden
müzisyenlerdik ve şarkılarımızı onların da söyleyeceği bir perdeden
sunduk.
Bir mücadele anlayışı olarak
müzik, Latin halkları için ayrı bir
önem taşıyor. Bizde de muhalif bir
anlamı var türkülerimizin. Peki
ama müzikal bir çalışmayı aslında
mücadeleye ortak yapan şey nedir?
Onu nasıl algıladığınıza, değerlendirdiğinize bağlı... Siz nereden
nasıl beslendiğinizle ilgiliyseniz, gelir söylediğiniz şeylerin ortasına düşer zaten. O orada bir yerde vardır.
Çok üzüntülü bir parçayı çok farklı
bir enstrümanla da çalarsınız ama tını denen o müthiş sihir var mıdır?
Buna bakmak gerekir.
Peki o sihri, o müthiş tınıyı yakalatan şey nedir insana?
Bütün kanallarıyla sanattan beslenmek. Sanatın sihrini gözlemleyebilmek. Siz istediğiniz kadar şöyle
bir müzik yapıyorum deyin, önemli
olan ruh birleşmesini, düşünsel birliği sağlayabilmektir önemli olan
şey.
Farklı ülkelerde olsak bile bu
ruhsal arayışın ortak noktalarını
yakalamak mümkün gibi..
Biraz önce söylediğimiz gibi
önemli olan ruhsal birlikteliği yakalayabilmektir aslolan şey. Siz bir
yerde buluşursunuz böylece.
Latin geleneği devrimci bir özü
saklıyor içinde. Bu düşünüş bir
yansıma buluyor resimde, heykelde ve müzikte...
Resim için daha çok Meksika’dan
söz etmek gerekir. Kullandığınız
simgeler, şarkılarınızdaki o öz denilen şey buralardan çıkar. Siz nasıl bir
dünya hedefliyorsunuz? Bu soruyu
sorar ama müzik ve resimin içindeki sihri de bununla buluşturursunuz. İşte Latinlere özgü dediğiniz
içerikte ve görüntüdeki sihir de buradan gelir. O sihir sizi etkiler ya da
etkileneceğiniz biçimde içinde durur. Resim olarak ortaya koyduğunuz şey o ruhun yansıması olur.
Ama tabi ki öncelikle iyi bir resim
olmak zorundadır. Kendi pentür sorunlarını çözmüş olmalı resim. Yoksa beğenilmez.
Peki Şili bugün de o mücadeleci
9
yapısını devam ettiriyor mu? Ya da
eski geleneklerine bağlı bir mücadele anlayışı hala sürüyor mu?
Bir çok anlamda hayır. Ama bazı
anlamlarıyla da... (Elini kaldırıp devam ediyor, “eh” anlamında bir hareket yapıyor). Aydınlar ve sendikalar bir anlamda bir geriye çekiliş yaşadılar. Biz yıllarca sürgünde kaldık.
Bizim sırtımızdan çıkarılamayacak
bir acıdır bu. Çok acı çekti insanlar.
Çok direndiler, mücadele ettiler. Bu
mücadele sonucunda biz ve başkaları da ülkemize geri dönebildik belki.
Bir zaman sonra geriledi bu. Eski havasını bulamıyor artık Şili’deki mücadele. Aydınlar biraz daha mesafeli
oldular. Uzak duruyorlar diyelim.
Eskiden şairler, yazarlar daha sıkıydı (gülümsüyor). Onlar, şimdi ülke
sorunlarından çok kendi dertleriyle
uğraşıyor...
Gruba değişik isimlerin katılması müziğinizde bir değişikliğe,
farklılaşmaya yol açtı mı?
Bunu şöyle değerlendirmek gerekir. Bir müzik grubu, içindeki insanların ruhuyla yapıyordur işini.
Fakat, bağlı bulunduğu bir ortak
nokta; geçmişten kalan şeyler sürer.
Bunları geleceğe gönderebiliyorsanız, hala etrafınızda sizi dinleyen insanlar varsa ve beğeniliyorsanız, o
ruhu yakalamanızdadır bunun sırrı.
Daha önce de söyledim; kafalar
uyuşmalı. Şimdi grubumuzda Kübalı dostumuz var. Biraz Akdeniz,
biraz Küba, Peru belki... Bunlar artık
içimizde var. Bu gerçek. Biz bu gerçeği yanımızda tutuyoruz. Bu durum bizi rahatsız da etmiyor. Ama
hep söylemek istediğim gibi önemli
olan ortak bir noktada buluşmak. Bizi dinlenir kılan şey ortak noktayı
bulmamızdır.
Enstrümanlarda özel bir seçim
yapıyor musunuz?
Çok eski, neredeyse bin yıllık çalgılar da kullanıyorduk. Şimdilerde
bir teneke kutuyu çalgı haline getirebiliyoruz ya da sahnede farklı enstrümanlara yönelebiliyoruz. Daha dinamik bir sahnemiz var şimdi (gülümsüyor)..✔
12 eylül
tav›r
12 Eylül Cuntası’nın, baskı ve depolitizasyon politikalarının en yoğun uygulandığı alanlardan biri de hapishanelerdi. 12 Eylül cuntasına karşı,
hapishanelerde büyük bir direniş gerçekleşti. 12 Eylül’ün, 23. yıldönümünde, “Bir Direniş Odağı Metris” isimli kitaptan derlediğimiz bir bölümü
yayınlıyoruz.
bir direnifl oda¤›: metris
Mayıs ayının ilk günlerinden biriydi.
Sayım için gelen subay, isim listesini
okumaya başladığı anda, Metris’e sevk
edileceğimizi anladım. Zaten, bir süreden beri, hepimiz aynı beklenti içindeydik. Metris’e yolculuk yakındı. “Ha bugün ha yarın.” diyorduk aramızda. Sevk
listesinde adımın okunduğunu duyunca
hiç şaşırmadım ama hiç heyecanlanmadım diyemem. Az da olsa bir heyecan
kapladı içimi. Ne de olsa, yeni bir hapishaneye gidecektik. Nelerle karşılaşacağımızı bilemediğimiz bir yere. Bizden önce
gidenler, dayaktan, işkenceden geçirilmiş. Son aile görüşümde annem anlattı
bunları bana ve uyarmayı ihmal etmedi.
“Aman oğlum dikkatli ol. İşkence yapıyorlarmış.”
29 kişilik listeyi okuyup bitirdikten
sonra çekip gitti subay. Sessizce hazırlığa
giriştim. Koğuşu tedirginlik ve telaş karı-
şımı bir hareketlilik kaplamıştı. Sevki
okunanlar, torbalarını hazırlamanın acelesiyle hareket ediyor, bir an önce hazırlığını bitirmek istiyordu. Bir öteye, bir
beriye koşturuyordu herkes. Bulunduğumuz bölüm, hapishanenin kısmen iyi
sayılabilecek bölümlerinden biriydi.
Hem kışlanın iç kısmını -burayı kaplayan ağaçları, yeşil çimleri- seyredebiliyor, hem de karşımızda serili gibi duran
şehrin kenar mahallelerini görebiliyorduk. Özellikle geceleri, koğuşumuzun
manzarası bir başka güzel oluyordu. İnsanın içini dolduran bir güzellikti bu.
Böyle bir yerden ayrılacaktım. Her gün
yediğimiz dayağa, gördüğümüz işkenceye rağmen, koğuş yine de kendine çekiyordu beni. Belki de bir alışkanlıktı bu.
Bir an için sevki okunmayan arkadaşlara baktım. Gıpta ile seyrettim onları. O
an koğuşumdan; birlikte mücadele etti-
10
ğim arkadaşlarımdan ayrılmanın hüznü
ile doldu içim. Hazırlıklarımız bitti. Toplandık bir araya. Söyleşiye koyulduk
sağdan soldan... Birlikte geçirdiğimiz
günler, direnişlerimiz, gideceğimiz hapishanelerde hangi arkadaşlarımız ile
buluşabileceğimiz... Sürüp gidiyordu
söyleşimiz. Gideceğimiz yerde karşılaşacağımız durumu konuştuk yeniden. Direnme azmi ve kararlılığımızı bir kez daha vurguladık birer birer. Zulmün temsilcilerinin umutlarını tüketmeye kararlıydık. Siyasi kimliğimizi ve devrimci
onurumuzu korumak için kenetlenecektik birbirimize.
Zaman zaman küçük te olsa, bir korku duymuyor değildik. Her insanın, hatta her devrimcinin yaşamında bir korku
payı vardır. Olmalıdır da... Aşırı ve hesapsız güven, her zaman narsist bir duygu olarak gelmiştir bana... Hepimizi kaplayan tedirginlik te bundan olsa
gerekti. Oligarşinin, yeni bir dönemde, yeni bir zindanda cepheden saldırısında ayakta kalmayı başarabilecek miydik?
Sevk listesinin okunmasından
bir süre sonra, bizleri almak için
askerler doluştu koridorlara.
Askerlerin yüzlerindeki ifadeden, daha o an nelerle karşılacağımızı anladık. Her dayak öncesi aşina olduğumuz yüzlerdi
bunlar. Özel seçilmiş askerlerden oluşan operasyon ekibiydi karşımızdaki. Her zamanki
gibi, bizlere karşı şartlandırılmış olmanın da bir sonucu olarak, yüzlerini nefretle germişler;
gözleri fıldır fıldır dönüyordu.
Saldırıya geçmenin sabırsızlığı
içinde, yerlerinde duramıyorlar. “Birazdan görürsünüz siz!”
gibilerinden laf atmadan da
edemiyorlardı.
Sevki çıkmayan arkadaşlar, bizleri
uğurlamak için, iki sıra halinde dizilerek
koridor oluşturdu. İnsan koridoru içinde
yürüyor, tek tek vedalaşıyorduk arkadaşlarımızla. Ve tabi, her zamanki geleneğimize uygun olarak, devrimci marşlarımızı topluca söyleyerek... Bir arkadaşın hepimiz adına söylediği “Her durumda ve her koşulda devrimci onurumuzu, inanç ve kararlılıkla koruyacağız!” sözlerinin ardından, eşyalarımızla
birlikte çıktık koridordan. Eşyalarımızı
alıp, arandıktan sonra, ayrı bir arabaya;
bizi ise ziyaret yapılan yere koydular ve
hemen arkasından askerlerin saldırısı
başladı. Falaka da olmak üzere cop, tekme... Bir saat dövüldük orada. Slogan
atıyorduk sürekli olarak. Sesimizi işiten
koğuşlardaki arkadaşlar da bizi slogan
atarak destekledi ama gerekli hazırlığı
önceden yapmış olan hapishane idaresi
onlara da saldırdı. Her operasyondan
sonra olduğu gibi, bir çoğumuzun kafası gözü yarılmıştı. Dayak faslının ardından tek tek kelepçelendik. Buna kelepçe
takmak denirse tabi. Kelepçelenmekten
çok mengene ile ellerimiz sıkıştırılmıştı
sanki. Üstelik arkadan. Bileklerimiz hemen uyuştu. Ellerimiz kan toplamaya
başladı. Sonra, metal yığınından yapılmış dört yanı kapalı arabalara doldurulduk. ”Ring” deniyordu bunlara. Üst üste yığıldık içine... Bir saat kadar hapishane önünde bekletildik.
Nereye gideceğimizi az çok tahmin
ediyorduk ama yine de sormadan edemedik subayın birine...
Aldığımız cevap, tehdit ve alay dolu
idi. “Kuş olup kaçamayacağınız, hatta
kuşları bile göremeyeceğiniz bir yere gideceksiniz.”
Metris’e gideceğimiz belli olmuştu.
Nasıl bir yerdi Metris? Günlerdir üzerinde konuşulanlar, anlatılanlar ne ölçüde
doğruydu? Yeniden bunları düşünmeye
başladım.
Sıcaktan sırılsıklam terlemiş haldeyken ve bileklerimi sıkan kelepçenin sıkan acısı beynimi kemirirken, arabanın
motor gürültüsünü duydum. Hareket
etmiştik. Kaldırım taşları üzerinde neredeyse midemiz ağzımıza gelecek gibi
ilerliyorduk. Bizi taşıyan “ring“ belirli
aralıklarla duruyor. Önce asker, sonra
subaylar yeniden bizleri sayıyor, telsizle
mesajlar iletiyorlardı. Bense bir an önce
varacağımız yere varmaktan başka bir
şey düşünmüyordum. Göz ucuyla da olsa arabadaki küçük deliklerden dışarı
bakınıyor, ilgimi topluca söylediğimiz
marş-türkü ve şarkılara veriyordum.
Nasıl olsa bir yere varacak ve karşıma çıkanı göğüsleyecektim.
Nihayet, Metris denilen zindana vardık. Arabadaki küçük deliklerden dışarıyı süzmeye başladım. Demir parmaklıkların önünde durduğumuzu anladım.
Kapının hemen yakınında, bir kontrol
kulesi; içinde, dikkatli gözler ile etrafı sürekli tarayan bir er. Sağlı sollu uzanan tel
örgüler dikkatimi çekti. İki katlı, kirli beyaz sıvalı, hemen hemen penceresiz bir
binaydı karşımda duran. Dışardan bakınca, hiçbir girintisi çıkıntısı, ayrıntısı
olmayan bir dikdörtgen kutu... Sadece
çatıda, bloklara bağlı olarak kiremit sıraları fark edilebiliyordu. Çevresindeki tel
örgüleri, dev bir canavarın bacakları gibi
korkunç gözüken dört nöbetçi kulübesiyle ve kirli beyaz renkli, içiçe geçmiş
bloklarının labirenti andıran görüntüsüyle Metris... Filmlerde gördüğümüz
toplama kamplarından farksızdı. Bu
toplama kampı, siyasi tutsakları öğütmek için, özel olarak yapılmıştı. Bu mimaride 12 Eylül faşizminin niteliğini çözümlemek mümkündür... Ünü gibi yüzü de ürkütücüydü “ Metris, Metris “
dediklerinin... Kim bilebilirdi ki böyle
bir kapalı kutunun içinde, apayrı tahmin
edilemeyecek bir dünya olduğunu? Halkımızın en değerli umutlarını, özlemlerini, heyecanlarını burada barındırdığını?.. 12 Eylül cuntasının en iğrenç yüzünün, direnişlerin, yılgınlıkların burada
yaşanacağını?...
Kapı önündeki bekleyişimiz saatlerce sürdü. Ayakta duracak halimiz kalmamıştı artık. Ringin kapısı açıldı birden; iki iki, dört dört içeri almaya başladılar. İnenler gözden kayboluyordu
birden... Sanki bir dehliz yutuyordu onları...
Sonunda sıra bana geldi. Her yanına
kan oturmuş ellerimi hareket ettiremez
hale gelmiştim. Kendimi adeta ringden
dışarı attım. Kapı eşiğinden içeri adımımı daha yeni atmıştım ki, bir anda neye
uğradığımı şaşırdım. Sağlı sollu tekmeler, coplar yağıyordu üzerime. Yıkılmamak için çaba gösterdim ama boşuna oldu bu çaba. Zaten, Davutpaşa’da yediğim dayaktan, sımsıkı kelepçeden ve
araba içindeki boğucu sıcaktan yeterince
bitkin düşmüştüm; üstelik, kelepçeler
hala bağlı duruyordu bileklerimde. Basamaklara ulaşıncaya kadar, birkaç kez
kapaklandım yere. İki yana, tek sıra halinde dizilmiş askerlerin oluşturduğu
“koridor“ içinden yürütülüyorduk. Tekmeler, tokatlar, elektrikli coplar arasın-
11
da... En adi küfür ve hakaretler yağdırılıyordu bize. Bir yandan da sesleriyle bağırıyorlardı...
- Demek siz devrimcisiniz ha !..
- Erim’i siz vurdunuz ha!
- Dikleri siz vurdunuz ha!
- Sizler mi karakol bastınız ?
- Bunların hesabını vereceksiniz.
Slogan atmaya başladım...
- Kahrolsun Faşizm, Kahrolsun Faşizm..
Tekme, tokat, cop sağanağı daha da
yoğunlaştı. İkinci kapıdan zorlukla geçtim. Atıldığım yer havalandırmaymış!
Gözüme ilk çarpan havalandırmanın tepesini ince cam gibi örten açık mavi, yumuşak gökyüzü oldu. Hava çok güzeldi...
Metris’in iki değil, üç katlı olduğunu
farkettim sonra. Uzunlu kısalı demirlerden parmaklıklar takılmış, pencereler,
güneş ışınlarını yansıtıyor, gözlerimi alıyordu.
Etrafıma göz attım. Yalnız benim değil, herkesin yara bere içinde olduğunu
gördüm.
İlk karşılama buysa gerisinin nasıl
olacağını düşündüm. Yıkılmayacaktım,
yıkılmayacaktım... Özveri ne denli büyük olursa olsun, katlanacaktım. Her şeye karşı koyacaktım; onurumuza yönelik her saldırıya... Kendi kendime söz
verdim bir kez daha; “Yıllar sürse de bu
baskı, yıllar sürse de bu zulüm,“pes“ demeyeceğim. Boyun eğmeyen bir devrimci nin haklı gururunu daima duyacağım içimde”...
Havalandırma kapısı açıldı. Kısa
boylu, topluca bir yüzbaşı girdi içeriye.
Birkaç arkadaş, kelepçelerin bileklerini
kestiğini söyledi; kan içindeki ellerini
gösterdi ve işkenceye son vermelerini istedi ondan... Buz gibi bir sesle.
- O eller, devlete karşı gelirken iyi
miydi?
Ve ardından sürdürdü konuşmasını.
- Beyler! Burası, Metris Özel Askeri
Ceza ve Tutukevi! Burada her şey başka... Burada her şeye milimi milimine
ayak uyduracaksınız. Sizin için her şey
bitti artık. Sizler anarşistsiniz, teröristsiniz. Girişte başınıza gelenler, hepsi birer
halk çocuğu olan erlerin size karşı normal tepkileridir...
“ Sen halk düşmanısın!“ diye kesti
sözünü bizden biri. Hepimizin tepkisini
dile getirmişti o an... Yüzbaşı bu cevap
üzerine sustu. Dikkatle süzdü bizi ve bağıranın kim olduğunu anlamaya çalıştı,
sonra da çıkıp gitti...
Bir süre sonra askerler geldi havalan-
dırmaya. Kelepçelerimizi çözmeye başladılar. Biraz olsun soluk alabildim. Aynı
anda, havalandırmaya taşınan eşyalarımız da aranmaya başladı. Sözde arama
yapılıyordu. Arama değil, adeta talandı
yapılan... Birbirine karışan eşyalar, düzinelerce...
Arama sonrası, havalandırma kapısında yeni bir subay gözüktü. Elinde bir
liste isim okumaya başladı. İsmi okunan,
kendinden önce çağrılanı izleyerek gidiyor. Ben de önüm sıra yürüyeni izledim.
Havalandırmaya açılan kapıdan daha
yeni geçmiştim ki emreden bir sesle uyarıldım:
- Soyun!
- Niçin?
- Soyunacaksın işte!
- Sırıtma ulan dişini s.....ğim!
Bir anda dört-beş asker tepeme bindi.
Üstümde başımda ne varsa -dondan
başka – çekip çıkardılar. Hemen karşıda
üç tahta sıranın arkasında doktorlar ve
kayıt yapan görevliler gördüm. Çay içiyorlardı. Karşılıklı görüşmelerinden anlaşılan o ki, gönülleri şen...
Doktor kontrolü başlıyor. Arkadan,
askerin biri, elektrikli copla dürtüklüyor.
-Vücudunun herhangi bir yerinde
yara, ameliyat izi var mı? İyi iyi turp gibisin maşallah...
Sinirlerimin ayaklandığını duyumsuyorum. Hipokrat yeminli doktor, tekmelenen, elektrikli copla dürtüklenenlere, hastasına karşı olağan muayene yapıyormuşcasına bir umursamazlık içinde...
“İşte işkencecilerin suç ortağı!” diyorum
kendi kendime... Doktoru böyle olursa,
subayı nice olur diye kıyaslama yapmaktan alamıyorum kendimi...
Doktorun kontrolü biter bitmez, kollarıma giren iki asker, bir odanın önüne
sürüklercesine götürüyor beni. Havalandırmada bize, “anarşistsiniz” diyen yüzbaşı kapının önünde yine. Askerlere
“Buna özel muamele!“ diyor. İtilerek
odaya sokuluyorum. İlk anda, on civarında asker çarpıyor gözüme. Tekme, tokat, cop sağanağı yine başlıyor. Yere yığılıyorum. Bayılmamak için kendimi zorluyorum. Slogan atarak daha dirençli olmaya çalışıyorum. Dayak yerken askerlerin ağır hakaret ve küfürlerini de duyuyorum. Bir süre sonra dövmeye ara
verip, ayağa kaldırıyorlar beni. Bu kez
aşağılamak, küçültmek için ellerinden
geleni yapıyorlar.
- Doğru bak ulan piç!
- Doğru bakıyorum!
- Olmaz, bu bakışları değiştireceksin!
- Hazırola geç ulan!
- Asker değil, siyasi tutukluyum!
- Biz seni hazır ola sokmasını biliriz!
Yeniden tekme, tokat, cop darbeleri
yağıyor. Slogan atmaya başlıyorum. Yere
kapaklanıyorum. Bir süre darbeler peş
peşe geliyor vücuduma. Artık hissetmiyorum çoğunu. Acıya karşı çelikten bir
zırh kaplamış sanki vücudumu. Tekrar
ayağa kaldırıyorlar ve yeniden başlıyorlar.
- İstiklal Marşı söyle!
- Söylemem!
- Kelime-i şahadet getir ulan!
- Devrimcilere küfret!
Yeniden darbeler, darbeler, darbeler...
Külçe gibi yere yığılıyorum. Bayılmışım.
Kendime gelir gibi olduğumda, arkadaşlarımın kollarında, koridordayım.
Askerler, sağlı sollu yine sıra oluşturmuş
copluyorlar... “Şırak, şırak, şırak...“
Peşpeşe patlayan sürgü sesi duyuyorum. Bir koğuşa itiliyoruz. Ayakta duramıyorum. Yüzükoyun yığılıyorum. Yatağa kaldırıyor biri beni... Vücudumun
her yeri simsiyah... Ovuyorlar...
Gözlerimi açtığımda hava neredeyse
kararmıştı. Yıllar boyu kanıksayacağım
koğuşa, ilk göz atma olanağını o zaman
buldum. Koğuşta, sekiz ranza, on altı yatak var. Kalın bir toz tabakasıyla kaplı
her yan. Aylarca, hiç canlı eli değmemiş
gibi... Işık konusunda pek güven vermeyen dört pencere, hastane odası rengi
duvarlar...
Benim gibi aynı işkenceden geçen yeni arkadaşların gelmesiyle, sayımız artıyor. Karşı koğuş camlarında kimse gözükmüyor. Oraların boş olduğunu düşünüyoruz bir an.
12
Kısa bir süre sonra kapı açılıyor.
- Yemek al!..
- Almıyoruz!..
Çünkü, Metris’e, çeşitli hapishanelere sevk olan herkes gibi biz de “genel kararı“ biliyoruz: “Baskı, işkence varsa,
beklenmeden açlık grevine başlanacak.”
Aynı şekilde, koğuş mazgalını açarak
“Çay istiyor musunuz ?” diyen askere de
aynı cevabı veriyoruz.
- Almıyoruz!..
Sanki, biraz önce ağzı köpürerek cop
sallayanlar onlar değilmiş gibi, şimdi gayet kibarca çay isteyip, istemediğimizi
sorabiliyorlar. Her şey ayarlanmış... Açlık grevinin engellenmesi için ellerinden
geleni yapıyorlar.
Koğuşu gözetlediklerini anlıyoruz.
Pencereden karşı koğuşlara, “Kimse yok
mu?“ diye bağırmamız üzerine, askerin
emreden sesini işitiyoruz, küfür ve hakaretlerle karışık...
- Konuşmak yasak!..
Dinlemiyoruz, bağırmaya devam,
ediyoruz karşı koğuşlara.
- Kim var orada ses verin!
El-kol hareketlerini de devreye sokarak büyük harflerle cama harfler çiziktirmeye başlıyoruz.
Bir süre sonra, insan değil de kartona
yazılı harfler çıkıyor karşımıza : Önce A,
sonra Ç, ardından L ve I, K, G, R, E, V, İ,
N, D, E, Y, İ, Z... “Biz de açlık grevindeyiz” diye bağırıyoruz...✔
(Bir Direniş Odağı Metris syf: 37- 51)
Metris Tarihi
Yar Yayınları
röportaj
tav›r
bask›, karfl›s›nda
“sanatç›lar›n çevik kuvveti”
SSS’ yi bulmal›
- SSS şeklinde formüle ettiğiniz bir
girişimin hazırlıkları içindesiniz. Bu
girişimin sanatsal, kültürel çalışmalarla
ilgilenen kişilere nasıl bir güç katmasını hedefliyorsunuz?
SSS girişimi, aynen Uluslararası
PEN'in "Hapisteki Yazarlar Komitesi"nin
yazar ve gazetecilerle sınırlı olarak yaptığı destek çalışması gibi ama daha geniş
bir alana, sanata ve kültüre yönelik her
türlü baskı, sansür ve bunun doğurduğu
otosansürle mücadele etmek için oluşturuldu. Bu tür baskılara karşı, tek tek
olaylara yoğun ve toplu tepkiler gösteriliyordu. Fakat uzun çalışmalar sonunda
ve doğal olarak gecikerek verilen bu tür
tepkiler, o olay çözümlenince ya da tavsayınca dağılıyor, yeni bir baskıya tepki
göstermek için bütün çalışma sil baştan
yeniden yapılıyordu. Şimdi, bu birliği
çok gevşek bir yapı içinde de olsa, kalıcı
bir şekle dönüştürmek istiyoruz. Özetle,
bir kişiye yönelen baskı daha o gün tüm
sanatçıları ve onların "Çevik Kuvveti"
SSS' yi karşısında bulmalı.
- Şu ana kadar, bu girişime katılanlar veya destek verenler kimlerdir?
İmza toplanmasına şimdi başlanıyor.
12 Ağustos’ta Erzurum DGM'de görülen Ferhat Tunç, Rojin ve Murat Batgi'nin
duruşmasında, SSS'yi ilan etmek amacıyla, ilk anda ulaşılabilen ilk imzacılar
11 kişiydi. O arada, internet üstünden
ulaşan adlarla birlikte: Ali Nesin, Elif Şafak, Engin Alkan, Ferhat Tunç, Grup Yorum, Halil İbrahim Özcan, Haluk Bilginer, Handan İpekçi, Lale Mansur, Mahir
Günşiray, Melike Demirağ, Meltem Savcı, Metin Cengiz, Murat Batgi, Murat
Uyurkulak, Mustafa Ziyalan, Müge Sökmen, Niyazi Zorlu, Orhan Alkaya, Roni
Marquilez, Rojin, Serra Yılmaz, Suavi,
Şanar Yurdatapan,Tarık Günersel,Vecdi
Sayar, Zafer Diper, Zuhal Olcay.
- Herhangi bir baskı, engelleme biçimiyle karşılaşıldığında nasıl bir ref-
leks geliştirilecek? Bunu biraz açabilir
misiniz?
- Sanat ve kültür yaşamına yönelik
yeni bir sansür ya da baskıyla karşılaşıldığında, önce diğer insan hakları kuruluşları ve meslek örgütleriyle (Yazar ve
Yayıncı Birlikleri, Meslek Odaları, PEN)
sürekli internet bağlantısı içinde olarak
durumu iç ve dış dünyaya ileteceğiz.
Yetkili merciilere ulaşarak yanlışın düzeltilmesi için çaba göstereceğiz.
Medya hemen bilgilendirilecek. Gerekirse, bir basın toplantısı düzenlenecek. Bu toplantıya, daha önceleri olduğu
gibi “elden geldiğince çok sayıda ve elden geldiğince çok popüler” sanatçıların
katılması şart olmayacak. Durumu uygun olan iki-üç sanatçının katılımı yeterli olabilecek. Yani o gün hangi arkadaşlarımız uygunsa, hepimizi temsilen seslenebilecekler kamuoyuna.
Daha ötesi gerekiyorsa, durumu uygun arkadaşlarımızdan küçük bir heyet
oluşturulup Ankara’ya gidilerek, gerekli
görüşmeler yapılacak. Kültür Bakanlığı,
TBMM İnsan Hakları Komisyonu, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları ve önemli
olaylarda Başbakan ve TBMM Başkanı
ile. Bu çabalar, o konu kesin çözüme ulaşana kadar aralıksız sürdürülecek.
- Bu girişim, farklı organizasyonlara
da destek verebilecek mi? Şu anda değil belki ama Coca Cola’nın düzenlediği festivale alternatif olarak düzenlenen Barışa Rock festivali gibi, ya da bu
girişimin üyesi olmadığı halde, girişimle fiili bağı bulunmayan bir başka
sanatsal yasaklamada bu girişim çalışmalar yapabilecek mi?
- Birinci sorunun yanıtı hayır. Sanatçılar, kendi dünya görüşlerine ve politik
inanç ve eğilimlerine uygun tepkilerini
başka platformlarda verebilirler. SSS, sadece sansür, baskı ve otosansür saçayağını hedefliyor. Çünkü bu çizginin ötesindeki konularda farklı farklı düşünen
13
Şanar Yurdatapan
sanatçılar, sanata baskı yapılmasına karşı yanyana gelebiliyorlar. Biz bu ortak
alandaki boşluğu doldurmayı başarabilirsek yararlı bir çalışma yapmış sayabiliriz kendimizi.
İkinci sorunun yanıtı ise, tabi ki evet.
Burası, özel bir kulüp değil ki sadece
üyelerinin sorunlarıyla uğraşsın. Şu noktanın altını tekrar tekrar çizmek istiyoruz. Bizler "Ne sanattır, ne değildir?" gibi
görece konulardaki polemikle hiç ilgilenmeyeceğiz. Kendimizi hakem ya da sanat komiseri olarak göremeyiz. Her kim
ki kendini -ama ustaca, ama acemice- sanat yoluyla ifade ederken bir baskıyla,
sansürle karşılaşırsa, en ünsüzünden en
ünlüsüne kadar tüm sanat ve kültür insanları onun yanında yer almalıdır.
– Sanatçılara, dostlarınıza ne söylemek istersiniz, onları bilgilendirmek,
onlara çağrı yapmak anlamında.
Sanata ve kültüre yapılan baskılar,
demokratlığı kimseye kaptırmak istemeyen tüm yönetimlerce yıllar yılı yürütüldü, hala da yürütülüyor. Sansürün açıkça ilan edilmediği sahalarda bile, “birilerinin” hoşuna gitmeyen kitapların, dergilerin, oyunların, konserlerin, kültürel
toplantıların önce yasaklanması, yasaklanmamış olanların da sonradan kovuşturmalara, tutuklamalara, dava ve mahkumiyetlere neden olması, nerdeyse kanıksadığımız acı bir gerçek. Sanat ve kültür insanları bu yollarla bezdirilip yıldırılmaya çalışılıyor.
Sansür sonradan cezalandırma ve
otosansürün birbirini tamamlayan bir
“şer üçgeni” olduğunu düşünüyor ve
hepsine birden DUR diyoruz.✔
öykü
seda
demir
yürü yaslı kervanım
ocuk, pencerenin pervazına dayanmış; ayaklarını, arkada çaprazlamış, pencereden dışarı bakıyordu. Kadın, kalın küt parmaklarıyla, gergin gergin bir agelin kenarlarını işliyordu. Sinirle fırladı yerinden;
pencereden indirdi çocuğu. Yan odadaki abisinin yanına gönderdi.
Bağırtılar, silah sesleri... “Yeter artık!” diye fısıldadı. Cama dayadı kafasını. Dışarısı çok karanlıktı. Ay, sadece
Gelye Mışkan✱ Vadisinin dar, kayalıklı
yolunu aydınlatıyordu. Kervansız, öksüzdü vadi. Bağrında dolanıp duran
yabancılardan rahatsızdı. Tanklar;
Ç
tanklar çok bacaklı böcekler gibi kemiriyordu vadinin göğsünü homurdana
homurdana... Üşüdü kadın. Daha önce, hiç üşümediği kadar. Bir tank dişlerini gıcırdattı yine. Bir köpek, uzun
uzun havladı.
Tekrar o sesleri duydu. Gürültü,
gittikçe büyüyen bir çığ gibi üstüne
geliyordu. Büyüyordu, büyüyordu...
Kadın, perdeyi çekti panikle. Kapının
önüne dikildi. Hareketsiz, iki eli yanda, gelecek kıyameti bağrıyla durduracakmış gibi bekliyordu. Ayak sesleri, bağrışmalar... Kapı kırılırcasına vuruldu. Hırıltılarla sarsılıyordu kapı.
Menteşeler titriyordu. Canavar,
kana susamış,
sabırsızlanıyordu. Tüm gücünü
toplayıp, açtı kapıyı kadın. Hışımla
girdiler
içeri. Bir tanesi
tuttu kadını kolundan. Anlamadığı bir şeyler söyledi. Kadın kıpırdamadan yere bakıyordu.
Asker,
“Ali” dedi. “Ali
Ömer!” Kadın
kaldırdı başını
ve bağırdı usu
parçalanana kadar; “Bıl ruh, bıl
dem neftik ya
Irak!” Kin ve öfkeyi
tükürdü
sonra
askerin
yüzüne. Asker,
tüm ezilmişliğiyle tokatladı
14
kadını. Ali Ömer, fırladı odadan. Küçük çocuk ise avazı çıktığı kadar bağırıyor, askerlerin üstlerine atlıyordu.
Halk, kapıda birikmiş, içeri girmek
için çabalıyordu çığlık çığlığa. Birden,
bütün sesleri bastırdı bir silahın sesi.
Ali Ömer, kanlı göğsünü tutarak, yavaşça yığıldı yere. Annesine çevirdi
başını hafifiçe. Yeni yetme bıyıkları,
kara perçemleri tere bulandı.
Baktı Ömer. Annesini ilk görür gibi. Baktı ilk kez görür gibi. İlk ve son
kez baktı. Gözlerini emanet etti anasına, titreyerek.
Kadın sustu. Çocuk sustu.
Halk sustu. Ağırlaştı zaman.
Tiz bir çığlık yırttı geceyi, tam ortasından. Gelye Mişkan Kayalıkları’nda
gölgeler kaynaştı. Bir kartal silueti aktı gitti Dicle’ye doğru.Thuluya Kasabası ağır ağır kaldırdı başını yırtılan
göğe, doğan güne karşı..
Gün doğuyordu, keskin acıyı ışıldatarak. Kadın, odanın ortasında; kadın, şehrin ortasında; kadın, evrenin
ortasında, kıpırdamadan oturuyordu.
Yavaş yavaş kalktı ayağa. Küçük oğlunu kucakladı. Çıktı dışarı. Üç kadın
daha çıktı diğer evlerden. Dört kadın,
dört yaralı ana...
Dört genci öldürmüştü askerler.
Öfkeyi en keskin kıvamına kadar bilemişler, intikam yeminini tüm dillere
dolamışlardı.
Kasabanın üstüne sıçramış kan lekeleri gibi, parça parça duran askerlere aldırış etmeden, kasabanın erkekleri meydanda toplandılar. Yüklendiler
tabutları, sloganlar eşliğinde, mezarlığın yolunu tuttular. Öfke ve acı kıvrılarak mezarlığa akıyordu. Kadınlar,
ağıtlarıyla uğurluyordu onları.;
“yürü yaslı kervanım
yürü yürüyebildiğin kadar
götürürsün oğullarımızı
götürürsün canlarımızı
Ama biliriz döneceksin
Bir gün döneceksin
özgürlüğün çocuklarıyla
Kucak kucağa bize
Yürü yaslı kervanım
Yürü yürüyebildiğin kadar”
******
Dicle Nehri, yatağında usulca ihanetin sahibini bekliyordu. Kıyısında
oturmuş Semira, oğlunun acısını ılık
yele fısıldıyordu;
“Kim yapabilir bunu, söyle rüzgar?
Susuz toprak, senin adını verir mi
yağmura?
Oğullarımızın adını kim verebilir,
kendi toprağının düşmanına?
Söyle rüzgar, sen bilirsin bu toprakları. Gece gündüz dolanırsın dağı
taşı, bu halk, Irak halkı kaldırır mı bu
ihaneti?”
Kadının arkasından, sessizce yaklaştı Kerbul. “Başın sağolsun ana.” dedi, gözleri dolu dolu. Kerbul, Ali Ömerin en iyi arkadaşının ağabeyiydi. İri
gövdesiyle, bir ağaç gibi kımıldamadan dikildi kadının karşısında. Sonra,
hızlı adımlarla yürümeye başladı. Semira arkasından ağlamaklı seslendi;
“Sizler de benim oğullarımsınız, sakın
unutmayın!” Kerbul yürümeye devam
etti.
Kadın, biraz daha oturdu Dicle’nin kucağında. Kimsenin yanında ağlamak istemiyordu. Kuruyana kadar
göz pınarları gelecekti, Dicle’yi ve yelini ziyarete. Etrafına bakındı. Çözdü
çarşafını, örgülü kara saçlarını; yüzü-
nü ıslattı nehrin serin suyuyla. Tekrar
sarındı çarşafına ve kapkara bir hüzün
gibi süzüldü kasabaya.
Semira’nın önünden, bir genç koşar adımlarla geçip, aceleyle kahveye
girdi. Yaşlı bir adamın kulağına, bir
şeyler fısıldadı. Adam, elindeki bastonu yere düşürdü. Bir süre, bir noktaya
baka-kaldı. Sonra, üzgün gözlerle köşede oturan Mehdi’ye baktı. Yerinden
yavaşça doğruldu. Bir eve girdi. Evden üç kişi olup çıktılar. Başka bir eve
girdiler, yedi kişi oldular. Başka bir
ev... On kişi, on beş, yirmi...
Öfkeli kalabalık gittikçe arttı...
Kahveye doluştular. Kısık sesli cümleler dolanıyordu duvarların arasında.
“İhbar!” “Doğru mu?” “Kerbul...”
Bütün gözler Mehdi’ye çevrildi.
Mehdi, olanları anlamaya çalışıyordu.
Dinledi, dinledi. Sarhoş gibi, yalpalayarak kalktı yerinden. “Kerbul mu?”
dedi. Sessizlik cevap verdi.
Zorlanarak indi merdivenlerden.
Kafasını kaldırdı gökyüzüne. Akşam
bastırıyordu. “Ben nasıl yaşarım?” diye söylendi kendi kendine. “Ölseydim, duymasaydım.” Dikilip kaldı bir
süre kahvehanenin bahçesinde. Sonra
hışımla kahveye geri döndü. “Ne yapacağız peki?”
Sessizlik tekrar cevap verdi; “Ya
sen, ya biz. İhanet af edilmez.” Gönlü
sıkıştı; nefesi sığmaz oldu göğsüne.
Adam, yüz ölümü yaşadı beş saniyede. Teni bile ağır geldi bedenine.
“Ben...” dedi çıktı kahvehaneden. Yol
büyüdü, ayakları küçüldü adamın.
Hava, önce sıvılaşmaya sonra katılaşmaya, büyük bir kütle gibi ağırlaşmaya başladı... O yürüdü, gök karardı...
Ziftten gecenin altında, nefessiz kaldı
adam. Eve girdi zorlanarak.
Küçük oğlu Seyf’i kaldırdı önce.
Sayıklar gibi anlattı. İkisi, Kerbul’un
odasına girdiler sessizce. Odaya girer
girmez bir öfke kapladı yüreğini.
“Kalk!”diye bağırdı ömrünün en karışık duygularıyla. Kerbul, kocaman açtı gözlerini. Doğruldu yataktan. Hiçbir
şey sormadı... Anladı. Usulca giyindi.
Seyf ise uykuda gibiydi. Abisinin en
iyi arkadaşını ihbar ettiğine, düşmanla işbirliği yaptığına inanamıyordu.
Hayır bu affedilemezdi. Üçü çıktılar
evden.
Dicleye doğru başladılar yürümeye.
Onlar yürüdü.
Kasaba yürüdü.
Onlar .
15
Kasaba.
Kıyısında durdular Dicle’nin
Karşı karşıya. Semira, Kerbul’a
baktı. Kerbul toprağa.
İşlediği ageli uzattı Semira. “Bunu
sana işlemiştim, yüreğine sararsın diye. Hani geceleri kayalıklara gittiğinde
üşüyordun ya, Ali Ömer istemişti bunu senin için.”
Mehdi, alnını hınçla tokatlayıp
doğrulttu silahını..Önce yüreği, sonra
dizleri ve elleri sıtmaya tutulmuş gibi
titremeye başladı. Bağırarak ağlamak
istedi yapamadı. Ve yumup gözlerini,
bastı tetiğe. Bir kez daha, bir kez daha.
Düştü yere. Kerbul titreyerek yere yığıldı... Babasına çevirdi başını, baktı.
Mehdi çevirdi kafasını. Kerbul gözlerini aradı babasının. Baktı baktı. Bulamadı... Semira’daydı babasının gözleri. Mehdi’nin gözleri, Ömer’in emanetinin bekçisiydi. Yapayalnız bir karanlığa kapadı gözlerini Kerbul. Bir halka
ihanetini bir tek canıyla değil, bir de
yanlızlığıyla ödedi.
Dicle Nehri bile döndü sırtını. Aktı gitti vadiye. Vadi yine acıyla homurdandı. Gelye Mışkan Kayalıkları’nda
gölgeler kaynaştı.Bir kartal silueti aktı gitti Dicle’ye doğru. Thuluya kasabası ağır ağır kaldırdı başını, yırtılan
göğe, doğan güne karşı....
Yürü yaslı kervanım
Yürü yürüyebildiğin kadar.
Çek götür ihaneti
İhanete yer yok bu topraklarda.
Yürü yaslı kervanım
Yürü yürüyebildiğin kadar
✱ fare ini
röportaj
tav›r
“bar›fla rock festivali”ne kat›lan
rock müzisyenleriyle görüfltük...
ruz.
Savaş kültürüne karşı, barışı savunuyoruz. Sanki çok masummuş gibi görünmelerine sinir oluyoruz.
Paranın egemenliğine karşı dayanışmayı savunuyoruz.
IŞIĞIN YANSIMASI
Coca Cola’nın düzenlediği festival ve karşısında Barışa Rock. Neden
Barışa Rock Festivali’ni tercih ettiniz?
Coca Cola'nın ''Rock'n Coke'' adı
altında bir rock festivali düzenlemesi
birçok soruyu beraberinde getiriyor.
Birincisi, paranın egemenliği rock
ve rock kültürünü satın alabilir mi?
Parayı bastıranın, dünya çapında gücü olsa bile; ülkeleri, hükümetleri, özgürlükleri yerle bir edebilse bile, rocku ve rock müzisyenlerini satın alabilir mi? ''Hayır'' dedik...
Rock'un doğası gereği, bir karşı
duruşu vardır.
Rock dinleyenlere, sevenlere, yapanlara, o kendi ''trendy'' kalıplarıyla
yaklaşmalarına, rock sözcüğünün bizdeki karşılığını, kendi kola kapaklarının altına hapsetmeye çalışmalarına,
bu sözcüğün anlamının içini boşaltmalarına hoş bakamadık. Sinir olduk...
Bu, bir anlamda Woodstock'un, ‘68
kuşağı rock mirasının, uluslararası
Amerikan sermayesi tarafından üzerine oturulması demek bizce. Yani yok
edilmesi...
Bu mirasın üzerine oturmaya çalışanların, neyi temsil ettiğini biliyo-
Peki hazırlıklarınız nelerdir?
Karşı rock festivaline katılan bireyler ve gruplarla birlikte, kamuoyuna
bu sesi duyurmaya çalışıyoruz. Basın
toplantıları ve çeşitli radyo programlarında Cola Cola'nın ne anlama geldiğini anlatıyoruz.
Festivalin nasıl geçmesini bekliyorsunuz?
Daha festivale gelmeden, rock kültürünü kavramış insanların kucaklaştığı duyarlı bir ortam oluştu bile. Ciddi örgütlenmelerle bile başarılması
zor şeyler, insanların sırf tepki duymaları yüzünden bir karşı güce dönüşüyor. Paranın, uluslararası sermayenin herşeyimize rahatça ve yüzsüzce saldırısına karşı.
Bu festivalin, rock ve barışın yanyana olduğu güçlü bir sese dönüşeceğini düşünüyoruz. Dev kola şişelerinin etrafında tepinmek yerine, kendi
gücümüzle, kendi müziğimizi yapmak bizim için yeterli olacaktır.
Ancak, durum gösteriyorki; bu
karşı hareket, barıştan yana büyük bir
inisiyatife dönüşecektir. Sesimizin ve
müziğimizin, bu oluşum içinde yer almasının onuru bizim için yeterli.
VEDAT SAKMAN
Emperyalizmin kolay gördüğü ülkelerde çekinmeden uyguladığı haksız rekabete karşı bir tavırdır tercihim.
Rock müziğin dünyadaki oluşumun-
16
da ciddi bir duruşu vardır. Coca Cola,
kendi ülkesinde veya batılı ülkelerde
neden rock festivali yapmıyor da burada yapıyor. Köy bakkallarımızda
dahi su bile Coca Cola firması tarafından satılmakta ve bu ülkenin su kaynakları, doğası aşağılanmaktadır. Aslında, bu konuda sadece rock müzik
yapanlar değil, sağduyulu ve aydın,
herkesin bu konuyu ciddi şekilde ele
alması ve halkı aydınlatması gerekir.
Karşıt festivali düzenleyen arkadaşların çalışmalarına, direktiflerine
uyuyoruz. Detaylı bilgileri onlardan
alabilirsiniz.
Festivalden beklentileriniz nelerdir?
Tabi ki kalabalıklar bekliyoruz. Bu
sefer olmazsa, başka seferlerde, ta ki o
kalabalıklar olana kadar bu tür çalışmalarımız sürecek. Çünkü, geleceği
aydınların önderliğinde halklar belirler. Coca Cola gibi markalar değil.
Bu kararın üzerine çok fazla konuşmak istemiyoruz; zira eylem
zaten kendini yeterince ifade ediyor ve üzerine
konuşup konuyu
dallandırıp budaklanmak bize
pekte
anlamlı
gelmiyor.
MOR VE ÖTESİ
Türkiye’de böyle bir festival anlayışına pek alışık değiliz. Olumlu bir
adım. Siz neler bekliyorsunuz bu çalışmadan?
Sanatın, müziğin, rock müziğin, kitleleri ne kadar ve ne yönde harekete geçirdiği tartışılabilir ama bir harekete geçirme potansiyeli olduğu açık. BarışaRock gibi etkinlikler, hak ettikleri ilgiyi
görmeleri durumunda, bu potansiyeli
hayata geçirebilir ve insanların dünyanın çıkarına ortak bir ses çıkarması
uzun vadede kimse için kötü olmaz.
Çünkü, bu şekilde yaşamaya, savaşmaya ve tüketmeye devam edersek, insanlık büyük bir karanlığa gömülmeye
mahkum.
Daha önce Coca Cola'nın düzenlediği festivalin programında adınızı
gördük. Ancak daha sonra çekildiniz.
Böyle bir tercih yapmanızın nedeni
nedir?
Rock'n Coke festivalinden çekilmemizin en önemli sebebi, festivalin sunumu, tasarımı, adı ve zamanlaması ile ilgili içimize sinmeyen hususlar bulunmasıdır. Sponsorluk kurumunun, kültür-sanat etkinliklerinde neredeyse
vazgeçilmez bir önemi olduğu yadsınamaz; ancak, marka, etkinlik ve sanatçı
arasındaki ilişkilerin genel anlamda sanatçının ve etkinliğin lehine geliştirilmesi önemlidir. Çünkü, kalıcı ve daha
önemlisi insanlık için vazgeçilmez olan
şey markalar değil sanattır.
Bugüne kadar, içinde değişik sponsor firmaların bulunduğu birçok konserde sahneye çıktık ve yine birçok etkinlikte yerimizi alacağız. Fanta'nın ana
sponsorluğunda 23 (17+6) konsere çıkmamızın nedeni web sayfamızda 23 Nisan 2003’te yaptığımız bir duyuru ile
açıklanmıştır. Turnede artı hanemize
yazan nedenleri Rock'n Coke’ta göremediğimiz için, çıkmama kararı aldık.
BULUTSUZLUK
ÖZLEMİ
Ben büyük
bir rock festivali yapıldığını, gittiğim
bir konserde, tv muhabiri sandığım kişilerin bana yönelttiği sorulardan öğrendim önce. Bana “Büyük bir rock festivali düzenlenirse buna karşı tavrınız
nasıl olur diye sordular; ben de “Her
rock grubu, böyle büyük bir festivalde
iyi bir sahne ve ekipman ile konser vermek ister” diye cevaplandırmıştım soruyu. Röportaj bitince " Böyle bir festival mi var yoksa" dediğimde bunun bir
meşrubat firması tarafından düzenlenmesi düşünülen bir festival olduğunu
öğrendim. Daha sonra Rock'n Coke olduğu ortaya çıktı. Ve katılan grupların
isimleri de sonradan açıklandı. Bu kadroyla da rock müziğin bağımsız, eleştirici, daha başka ve barış içinde bir dünya düşleyen geleneksel yaklaşımına uymayan, yabancı ve yerli isimler ortaya
çıkması bende bir tepki doğurdu. Ayrıca Mor ve Ötesi gibi yardımlarımı esirgemediğim, birlikte barış etkinliklerine
katıldığım bir grubun da kadroda yer
alması onlar adına beni üzmüştü. Keşke onların ismini orada görmeseydim
demiştim. Ve tüm bu düzenlemeleri yapan kişilerin hep aynı dar çerçevede
benzer işler yapan, alternatif müziklerle ilgili gibi olupta, sosyalizm lafını duyunca tüyleri diken diken olan tiplerden oluşları da
olayın sevimsizliğini arttırıyordu. Tam bu sırada, Rock adı altında yapılan ve
genç insanlara
sulandırılmış,
daha doğrusu
kolalandırılmış
bir rock anlayışını çok iyi bir organizasyonla sunulacak olması-
17
na kafam iyice bozulmuşken, Dilek
Dindar isimli hoş bir bayan beni buldu.
Bu konudaki benzer sıkıntıları dile getirerek, “Aynı tarihlerde başka bir festival
düzenliyeceğiz. Sizi de aramızda görmek isteriz” dediğinde, her şey kendiliğinden oluştu. Hummalı bir şekilde hazırlıkları sürdürüyor arkadaşlar. Ben,
karşımızda her şeyi uzman ekiplere bol
paraları karşılığında yaptıracak olan
Rock'n Coke’tan aşağı bir organizasyon
yapılmaması, sahne ve diğer bütün organizasyonun
gayet
güzel olması gerektiğini her aşamada belirttim. Hatta mümkünse yurtdışından da
alternatif müzik yapan bazı grupların
katılmasının çok iyi olacağını söyledim;
çalışmalar sürüyor.
Festivalden beklediğime gelince;
çok iyi iki sahne ve ses tesisatı, çağdaş
modern bir görüntü ve düzenleme olmalı. Ulaşım, sağlık, güvenlik gayet güzel hallolmalı; en ufak bir falso olmamasına çalışılmalı; siyasi slogan atma
dar anlayışının ve kendine yontma anlayışının yer almamasını isterim. Ve
oranın, bu ülkede var olduğuna inandığım duyarlı güzel insanlar tarafından
tıka basa dolmasını isterim. O Kola festivalinin de umarım çok az kişinin olduğu sönük bir şey olmasını ve bir daha yapma cesareti bulamamalarını isterim. Adı, Rashid (züppelikten mi böyle
yazılıyor bilmiyorum) olan ve öyle olmadığı halde punk, düzen karşıtı havalarda olup, Bulutsuzluk Özlemine de
sataşan grupların Kola bayramına katılarak ne olduklarının ortaya çıkması,
Rock'n Coke’tan beklentim. Bu arada
da Mor ve Ötesi grubunun Kola bayramından çekilmelerini takdirle karşıladığımı belitmek isterim. ✔
Festival 6-7 Eylül tarihlerinde Bahçeköy Yolu- Bahar Suyu Piknik Alanı'nda yapılacak.
Irak’ta Savaşa Hayır Koodinasyonu ve Grup Yorum da Festivali desteklediklerini açıkladı.
an›
grup
yorum
dersim’de “da¤lar›n türküsü”nü
söyledik...
ir dizi problemle geçirdiğimiz
Ege Turnesi’nin son durağı Bodrum’dan Dersim’e doğru yola
çıkıyoruz.
Dersim’in türküsünü söylemeye,
kaldığımız yerden devam edecek olmanın heyecanını duyuyoruz. Dersim’in, dağların türküsünü söylemeye gidiyoruz.
Dersim... Türkülerini söylediğimiz, şahanların türküleştirdiği Dersim... Yıllardır bize yasaklıydı. Sevdaya yasak konur mu? İki ay önce kırdık
yasak zincirini. Çıktık dağlarına.
Munzur’dan, tasla olmasa da avuç
avuç su içtik. Yüksek dağlarına, dağların doruklarına bakıp, şahanların
hikayelerini dinledik yıllarca. Ve şimdi kahramanların diyarına doğru yollardayız. Heyecanımız, sabırsızlığımız bundan.
Birkaç saat sonra yolda geçen 24
saati dolduracağız. Hala varamadık
Dersim’e; sabırsızlığımız artmış. Son
feribotu kaçırdığımız için Mazgirt yolundan gidiyoruz. Giderek yaklaşıyoruz Dersim’e. Azalan, sadece yol
değil sabrımızda azalıyor. Üstelik,
bekleyenlerimiz var. Yol boyunca, birbiri ardına telefonlar geliyor. Bekleyen arkadaşlarımız gecikmemizden
dolayı meraklanmış.
Ve jandarma noktası. Gerçi biliyorduk. Her ne kadar olağanüstü hal
kalktı deseler de. Giriş çıkışta, ilçeden
ilçeye, köyden köye geçişlerde kimlik
kontrolü yapıldığını biliyorduk. Sanki
başka bir ülkeye giriyormuşuz gibi.
İhsan’ın askerlik problemi olduğu gerekçesiyle alıkoyuluyoruz. İhsan içerde, biz dışarda bekliyoruz. Jandarma
erlerinden birisi Yorum dinleyicisi çıkıyor; “İnanmıyorum! Ben şimdi Yorum’la mı konuşuyorum?” diye şa-
B
kınlığını ifade ediyor. Ona kalsa hiç
bırakılmayız herhalde. Neyse ki bir
süre sonra sorun çözülüyor.
Dersim’deyiz... Burada kurulan
standımıza gidiyoruz. Bekleyenlerimizle buluşma yerimiz burası. Çok
geç olmasına rağmen bekliyorlar bizi.
Özlemle kucaklaşıyoruz. Kalacağımız
evler hazır. Gülseren Beyaz ve Fatma
Ersoy’un ailelerinde kalacağız. Geçen
gelişimiz de de onlarda kaldığımız
18
için, adeta evin çocukları gibiyiz. Çocuklarını karşılar gibi karşılıyorlar bizi. Geciktiğimiz için biraz sitemliler.
Yolda başımıza gelenleri anlatıyoruz.
Uzayan, 24 süren bir yolculuktan sonra bu karşılama bize yorgunluğumuzu unutturuyor adeta.
Ertesi gün standımızdayız. Konsere kadar buradayız. İdil Kültür Merkezi standına ilgi yoğun. Fotoğraf
çektirmek isteyenler, imza isteyenler...
Konser saati geliyor. Sahne, stadın ortasında. Sahneye, görevlilerinde yardımıyla ancak ulaşabiliyoruz. Programa göre Ferhat Tunç’tan önce çıkacağız. Fakat komiteden en son çıkacağımızı bildiriyorlar. Yaklaşık 30 bin kişilik bir kalabalık coşkuyla bizi karşılıyor. Munzur Dağları’nın dibinde,
yıldızların altında... Binlerce yürek
hep bir ağızdan söylüyoruz türkülerimizi. Bir özlemi, bir hasreti gidermeye çalışıyoruz.
Sonraki gün yola çıkıyoruz. Bu kez
Dersim’in içine yolculuğumuz. Dersim’in nice yiğitler yetiştiren köylerine gidiyoruz. Yol boyunca Dersim’in
güzelliklerini görüyoruz. Önceki gelişimizde yemyeşil tarlalar, şimdi biçilmiş, sapsarılar. Arkamızda bir toz bulutu...
İlk durağımız Bargin... Burada
Ağuçan Türbesi var... Köye geldiğimizde bir kaç kişi bizi karşılıyor ve
Ağuçan’a gidiyoruz. Biz türbedeyken
dışarıdan sesler geliyor. Anlamıyoruz... Dışarı çıkıyoruz. Şaşkınız, çünkü neredeyse bütün köy, yaşlısı, genci, kadını, erkeğiyle türbenin dışında
birikmiş. Yanımızdaki Dersimli ölüm
orucu gazimiz Cengiz, bizim için geldiklerini söylüyor. Bir köylü: ”Haydi!
Söylemeyecek misiniz?” diye soruyor. Bağlama ve gitarı arabadan indirip orada, türbenin bahçesinde mini
bir dinleti veriyoruz. Önce semah
söylüyoruz. İki yaşlı anamız türbenin
bahçesinde semah dönüyor. Arada
bizim arkadaşlarımızı da çekiyorlar
semaha. Ama bizimkilerin bildiği bir
semah değil bu. Sonra; “Şu Dersim’in
19
Dağları...” Birlikte söylüyoruz. Özellikle gençler daha coşkulu katılıyor.
Bittiğinde biraz buruklar... Yine de
“Sizin buraya kadar gelmeniz bile çok
güzel bir şey” sözleriyle duygularını
belirtiyorlar. Sonra bir eve götürüyorlar bizi. Bir sofra hazırlanıyor. Hemen
her türlü süt ürününün bulunduğu
bir sofra bu... Evdekilerle sohbet ediyoruz. Tarım ve hayvancılıkla geçindiklerini öğreniyoruz.
Gezimize devam ediyoruz. Amacımız gidebildiğimiz kadar çok köye
gitmek ,köylülerle tanışmak, türkülerimizi onlarla birlikte söylemek. Az
biraz gittikten sonra yolda birisi el
ediyor. 30-35 yaşlarında. Traşsız yüzü, başında şapkasıyla, uzun boylu,
zayıf bir köylü. Duruyoruz... “Nereye
abi?” Cevap bizi şaşırtıyor: “Bir yere
gittiğim yok! Asıl siz nereye?” Şaşkın
şaşkın bakıyoruz yüzüne, o devam
ediyor: “Yukarıya gelmişsiniz, bize
uğramayacak mısınız?” Mesele anlaşılıyor.
Bu köydeki bazı kişilerle yurtdışındaki konserlerimizden de tanışıyoruz. Burada da karşılaşmak hoş bir
süpriz. Dersim’in bir ayağı yurtdışında. Hemen her köyde bir gurbetçi var.
Zamanında birçoğu ülkesini, toprağını bırakıp gitmek zorunda kalmış.
Sohbet esnasında, buralarda bir
zamanlar oldukça sıcak çatışmaların
yaşandığını öğreniyoruz. Evin hemen
100 metre aşağısını gösteriyorlar anlatırken. Anlatırken bile sanki o anı yaşıyorlar gibi. İç geçiriyorlar biraz hüzünlü; “Bir sürü şahan düştü buralarda. Bir sürü kahramanlığı gördük, yaşadık” diyerek. Kahramanlar yine kol
geziyor, dağlarda. Şehitler, kalbimizde.
Sohbet sırasında şimdiye kadar içtiğimiz belki de en güzel ayranı içiyoruz bu köyde. Adeta doymak bilmiyoruz ayrana... Zor da olsa Mezela Sıpi’den ayrılıyoruz. Gideceğimiz daha
çok köy var.
Hıdır Damı’ndayız. Bu isim bir
çok kereler haberlerde duyduğumuz
bir isim; Hıdır Damı... Tepede güneşin altında, çıplak bir köy.
Aynı sıcak karşılama burda da var.
Kucaklaşmalar... Hoş sohbetler...
İnan’la akşam buluşma yerimiz burası olduğundan “Nasıl olsa akşam yine
görüşeceğiz.” Diyerek erken ayrılıyoruz buradan.
Zewe’deyiz... Dağın yamacında,
Hıdır Damı’na göre daha yeşil bir
köy. İlgiyle takip eden gözler arasında
yavaşça köye giriyoruz. Köy meydanında oturuyoruz. Etrafımıza yine
birçok köylü toplanıyor. Bir arkadaşımız bizim kim olduğumuzu anlatıyor. Sıcak, içten bir “Hoşgeldiniz”
oluyor ilk sohbet başlangıcı. Çoğu bizi, Grup Yorum’u biliyor. Kim olduğumuz öğrenilince, etrafta bir koşturmaca oluyor. Kimisi fotoğraf makinesini, kimisi kamerasını getiriyor. Kimisi de kasetlerimizi getirip imza istiyor. Tabi misafirler Yorumcu olunca
türkü söylemeden olmaz. Yine çalıp
söylüyoruz. Köy ortasında bir sofra
daha kuruluyor.
Hem fazlasıyla tokuz, hem de köy
ortasında kurulan bu sofradan, açta
olsak utancımızdan bir şey alacak durumda değiliz.
Buradan da ayrılmak zorundayız.
Arabayı İnan alıyor. Festivalde sahneye çıkacak Hilmi’ye eşlik etmek için
Merkez’e dönecek. Biz yakın bir mezraya yürüyerek devam ediyoruz
Gittiğimiz köy iki dağın yamacında kurulmuş. Bu yüzden daha bir yeşil. Köye girerken selamlaşıyoruz
köylülerle. Gideceğimiz yere vardığımızda, evin gelinini ekmek yaparken
görüyoruz. Bazı arkadaşlarımız da
meraklanıyor hevesleniyor. Burada
da bir sofra hazırlanıyor. Kimseyi tok
olduğumuza inandıramıyoruz. İnansalar da; “Misafirsiniz, ağırlamadan
göndermeyiz” diyor; biraz sonra köylüler de toplanmaya başlıyor. Türkülerimizi söylüyoruz. Hava kararıyor.
Hıdır Damı’na, geri dönmemiz gerekiyor. Aracımız yok, yol da uzun.
Traktörle götürüyorlar bizi. Bayanlar
traktörde, erkekler römorkta. Hıdır
Damı’nda, İnan’ı bekliyoruz. Bu arada çaylarımızı içiyor, sohbet ediyoruz. Daha çok gün boyu başımıza gelenleri anlatıyoruz birbirimize. Arada
bir elektriklerimiz kesiliyor. En yakındakine direği tekmeletiyoruz, o zaman elektrikler geliyor. İnan gecikiyor. Bir grup Bargin’e traktörle devam ediyoruz. Bir grup ise İnan’ı orada beklemeye devam edecek.
Sabah Bargin’de buluşuyoruz.
İnan Hilmi’yi de getirmiş. Gezerken
bir binanın önüne geliyoruz. “Burası
nedir?” diye soruyoruz. Köylüler burayı yıllar önce kendi elleriyle yaptıklarını ve bir zamanlar okul olarak kullanıldığını söylüyor. “Peki şimdi boş
mu?” diye soruyoruz. “Hayır. Fakir
aileleri yerleştirdik!” diye cevap veri-
yorlar.
Dersim’in birçok köyü bu halde.
Zaten dağınık olan yerleşim, bir de
nüfus göçüne uğrayınca köyler boşalıyor. Birçok yerde, yıkıntı halindeki
evlerle karşılaşıyorsunuz. Çocuklar,
ilçelerdeki okullara gidiyor. Köylü
yoksul. Geçim kaynağı, tarım ve hayvancılık; bir de yurtdışındaki akrabalar. Birçok köyde tuvalet yok. Su ihtiyacı, çoğu yerde köy çeşmelerinden
taşınarak sağlanıyor.
Gecikmemek için tekrar yola çıkıyoruz. Programımız biraz sarktığı
için gitmeyi düşündüğümüz yayla
köyünü iptal etmek zorunda kalıyoruz. Aşağı Kürmeç’e gidiyoruz. Yolda, yıkılmış bazı evler görüyoruz. Buraların boşaltıldığını artık kimsenin
yaşamadığını söylüyorlar. Bu durum,
Dersim’in bir çok yerinde görülebiliyor.
Burada Nurhan Azak’ın mezarını
ziyaret ediyoruz. Sonra Yukarı Kürmeç’e gidiyoruz. Burada, Adalet
Yer’in ailesi var. Gittiğimizde anne ve
baba keçileri sağdığından evin kızı
karşılıyor bizi. Önce tanımıyor bizi
ama oldukça saygılı buyur ediyor.
Sonra tanışıyoruz. İnanamıyor. Koşarak anne ve babasına bildiriyor. Yanımıza geliyorlar. Babayla bir oturak
kavgası yaşanıyor adeta. “Senin oturduğun yer iyi değil!” diye oturduğu
kürsüyü vermeye çalışıyor ısrarla.
Bizi kısacık konuklukta memnun edebilmek için ne yapacaklarını şaşırıyorlar. “Açsınızdır size bir gıdik keseyim” diyor. Vaktimiz olmadığını söyleyerek zor vazgeçiriyoruz. Yine de
yemeksiz bırakmıyorlar bizi. Bu iki
gün boyunca bütün süt ürünlerine
fazlasıyla doyduk.
Köy
dağın
eteğinde. Dağda
askerleri görüyoruz. Bulunduğumuz evin hemen arkasından
başlayıp karşımızdaki dağa
kadar uzanan
aralıklı
asker
konvoyu.
Temel Haklar
ve Özgürlükler
Derneği’nin açılışına yetişmek
üzere ayrılıyoruz bu köyden.
20
Akşam da, İstanbul’a döneceğiz.
Merkez’de, standımızın bulunduğu yerde bir kargaşa var. Anlamaya
çalışıyoruz. Açılışa izin verilmediğini
söylüyor arkadaşlar. Valilik, önce komiteye onlar için uygun olup olmadığını sormuş. Uygun olmadığı cevabını alınca da yasaklamış. Mesele de bizim orada “illegal” bir şey yapıp yapmayacağımız. Tartışmaların ardından
türkülerimizi söylüyor, basın açıklamamızı yapıyoruz. Sonrasında küçük
bir imza günü düzenliyoruz.
Akşam üzeri Serpil Yılmaz’ın ailesini ziyaret etmek istiyoruz. Evde sadece babası var. O karşılıyor bizi. Fazla kalamıyoruz burada. Acelemiz var.
İstanbul’a döneceğiz. ancak kısa da
olsa Cihan Taçyıldız’ın ailesini ziyaret
edelim istiyoruz. Burada da sadece
anne karşılıyor bizi. Yıllar öncesinden
tanışmış olduğumuzu fark ediyoruz.
Buradaki sohbetimiz fark etmeden biraz uzuyor. Kalkmak zorunda olduğumuzu belirtiyoruz. “Umarız bir dahaki sefer daha uzun görüşme imkanımız olur.” diyerek vedalaşıyoruz.
Serpil Yılmaz ve Cihan Taçyıldız’ın ailelerini de ziyaret ettikten
sonra; iki gündür bizim kahrımızı çeken “ailelerimizin” yanına gidiyoruz.
İnan, Cihan ve Muharrem, Fatma Ersoy’un ailesinde kaldıkları için oraya;
geri kalanlar da Gülseren Beyaz’ın ailesi Hasan Amcaya. Ailelerimizle vedalaşıyoruz. Ayrılmak çok zor geliyor.
Ayrılsakta, Dersim’in, dağların
türküsünü söylemeye devam edeceğiz. Hoşçakal Dersim...✔
11 eylül
levent
hayat bir film de¤il
erkes Amerikan filmlerini seyretmiştir. Bu filmlerde konular,
olaylar, kişiler, hikayeler değişse
de, değişmeyen, her birinde ortak olan
bazı yanlar vardır. Bu ortak yanlar, istisnalar hariç, hemen her filmde kullanılır, sanki bir kural haline gelmiştir;
dünyayı, kötülerden hep Amerika kurtarır. Amerikalıların karşısındakiler,
hep kötü niyetli kişilerdir. Dünyayı ele
geçirip, kötü emellerine alet etmek istiyorlardır. Fakat Amerika'nın gelişmiş
teknolojisiyle, son derece üstün nitelikli silahlarıyla asla başedemezler. Bazen
Amerika'nın iç hukukunu eleştiren
filmler de yapılır ama bunlar her defasında bireyselleştirilir ve filmin sonunda Amerikan devleti, bayrağı kutsanır.
Amerika hep özgürlüklerin, hürriyetlerin, demokrasilerin kaynağı olarak gösterilir. Kendini adeta dünya halklarının
ve kendi halkının mutluluğuna adamış
bir Amerikan devleti vardır karşımızda. Yani, her filmin sonunda, güçlü,
çağdaş, demokratik bir Amerika çıkar
karşımıza.
Bütün bunlar birer film senaryosu
olsa da, Amerika'nın yaklaşık 50 yıldır
uyguladığı dünya üzerindeki politikalarını göstermesi yanıyla oldukça çarpıcıdır.
Ama herşey bir yere kadardı. Tabiri
caizse 'film' o gün, 11 Eylül’de koptu.
Ne de olsa hayat film kareleri gibi değildi. Hayatın içinde kurgulanmış bir
senaryo değil, bizzat gerçekler seni
bekliyordu. Filmlerdeki imaja aykırı ilk
pratik, o gün yaşandı. Ülkesine karşı
savaş açanlara göz açtırmayan, en son
teknoloji ürünü silahlarla meydan okuyan ve tehlikeyi son saniyede de olsa
savuşturan çok eğitimli güvenlikçiler,
askerler, polisler, dedektifler, istihbaratçılar; binalar ardı ardına dağılırken bin-
H
21
karakaya
lerce insan ölürken, ortalarda görünmüyordu. Hem beyni bu filmlerle doldurulmuş Amerikan halkı, hem de bu
filmlerden etkilenerek Amerika’ya hayranlık duyanlar, ilk büyük şoku o gün
yaşadı. Ne de olsa, Amerika 'süper güç’tü. Bu kadar açık bir eylemi bile engellemeye gücü yetmemişti. Fakat, filmlerde bir düğmeye bastıklarında bütün
kötüler yok oluyordu. Demek ki Amerika gerçek yaşamda bunun çok uzağındaydı...
Artık, bundan sonra yapılacak olan
kahramanlık filmlerinin birer komedi
filmi olmaktan öteye geçemeyeceği ortadaydı. Yani, bu filmlerin dönemi bir
yerde kapandı. Artık, başka türlü filmler oynamanın zamanıydı.
Amerikan yönetimi, kaybolan prestijinin de etkisiyle, özgürlük, demokrasi masallarını rafa kaldırdı. Kartlar, artık daha açık oynanacaktı. Filmlerinde
hep konu olan, ‘dünyayı ele geçirmeye
çalışan kötü gücün' aslında kendisinden başkası olmadığını açıktan söylemenin zamanı gelmişti. Fazla vakit
kaybetmeden, dünya halklarına savaş
açtı. Özgürlük, demokrasi nutuklarının
yerini tehditler, şantajlar aldı. Karşısında duran kim olursa olsun, teröristti ve
hedefiydi. Karşısında olmanız için de
onu desteklemiyor olmanız ya da eleştirmeniz yeterliydi. Kayıtsız şartsız, ne
diyorsa yapılacaktı.
Önce, Afganistan'la başladı. Ne de
olsa, 11 Eylül belası oradan gelmişti.
Buradaki işini 'tamamladıktan' sonra
bir “şer ekseni” yayınladı. Bunun ilk
adımı olarak Irak seçildi. Hani, yine şu
filmlerde gördüğümüz, 'kahraman
rambolar' Irak halkının üzerine salındı.
Hedeflenen kısa sürede zaferdi. Ardından parça parça 'dünyayı ele geçirme
planı' işleyecekti. Savaşın ilk zamanlarında yarattığı dalgayla birçok ülke yönetimini yanına almayı başardı. Verdiği mesaj çok açıktı; ya yanımda olacaksın, ya da sanada sıra gelecek. Amerika'nın bu pervasızlığı, tüm maskeleri,
takkeleri, düşürdü. Ne 'islamcıyım' diyenin islamcılığı, ne 'demokratım' diyenin demokratlığı kaldı. Herkes,
Amerika'nın dümen suyuna katıldı. Bu
oyuna son veriliyordu ve herkes bundan böyle 'emirlere itaat etmekle' yükümlüydü.
İşler yeniden karıştı. Filmlerde kazanan hep kendisiydi ama bir fark
vardı. Orada iyi adam kendisi oluyordu. Yani, kötüler hep yeniliyordu.
Şimdi, filmin kötü adamının, 'dünyayı
istila eden kötü gücün' kendisi olduğunu hesaba katmamıştı. Kötüler daima yenilir kuralı işleyecekti...
Zafer kazanmaya giden 'rambolar',
zafer sarhoşluğuyla değil, mermi de-
22
likleriyle, tabutlarla dönmeye başlamıştı ülkelerine. Filmlerde, tek başına
koca orduları deviren 'rambolar', gerçek hayatta ölüm sendromunu yaşamaya başlamıştı bile. Filmle gerçek
arasındaki fark yeniden çıkmıştı karşısına.
Direnme iradesinin, her türlü teknolojik üstünlükten çok daha güçlü olduğunu; akıllı bombaların, füzelerin
her şey olmadığını görebilmekten çok
uzaktaydı. Fakat bunu görmek zorundaydı. Kendisi göremezse, bunu, ona
birileri mutlaka gösterecekti.
Şimdi Ortadoğu halkları, bunu
hem Amerika'ya, hem bütün dünyaya
öğretiyor. Vatan kavramının, namus
kavramının kendi yaşamından çok daha üstün şeyler ifade ettiği insanların
topraklarını istila etmenin bedelini
ödüyor Amerika. Afganistan, Filistin,
Irak halkları, fiili olarak işgal altında
olsa da yılmadan, bıkmadan direniyor.
Topraklarını işgal edenlerin, halkını
katleden, aşağılayanların yaşamını cehenneme çevireceğini ilan ediyor.
Amerika’nın hesapları daha baştan
bozuluyor. 'Dünya'ya hızla çeki düzen
vereyim' diyerek, 'hızlıca' işe kalkışan
Amerika, daha ilk hamlesinde ağır bir
darbe alıyor. Niyeti, şimdiye kadar
çoktan 'diğer arızaları gidermek' olmasına rağmen, ilk adımında batağa
saplanıyor. İmparatorluk koşusu ağır
bir yara alıyor. Film yeniden kopuyor.
Hayat bir film değil. Hele Holywood filmleri gibi hiç değil. Halklar direnmek konusunda kararlı olduktan
sonra, isterse 'Superman' gelsin, Amerika'yı kötü sondan kurtaramayacağı
kesindir...✔
tan›t›m
zerrin
kayal›
herkesin bir öyküsü vard›r...
erkesin bir öyküsü vardır.
Herkesin öyküsü yüzünde
yazar.” diyor. Kim mi? Bir süredir Anadolu’nun Sesi Radyosunda, yayınlanan “Bizim Öykümüz”
isimli programın yayıncısı. Tavır
dergisinin desteğiyle yayınlanan
programı, Gamze Mimaroğlu sunuyor. “Öyküsü olanlar emekçilerdir.
Yaşadıkları sıkıntılar, yüzlerindeki
çizgilerde, ellerindeki nasırda yazar.
Ben onu okumak isterim, ölümü altedenler, yaşama farklı bir anlam
yükleyenlerin öyküsü olmalı. Paylaştıklarımız ve mutlaka umut olmalı diyor programın yapımcısı.
Evet mutlaka umut olmalı. Yaşamın kendisi ki umut; gülerek, ölüme
giderken de umudu büyütenler var.
Örneğin, Zehra’nın bir öyküsü
vardır; yürek acıtır, öfkedir, kabına
sığmaz, taşar. Kardeştir, paylaşılan
kahpe ölümdür. Radyodan size ulaşan, onların öyküsü olmalı. Gecenin
bir vaktinde, işyerinizde, evlerinizde, arabalarınızda onları dinlemelisiniz, tanımalısınız, anlamalısınız ki
öykü yazabilesiniz; umudu büyütebilesiniz.
Sevgi'nin öyküsünü anlatıyor.
Tepeden tırnağa namustur Sevgi
çünkü. Bunca namussuzluğun, yozluğun ortasında sıcacık, içimize yayılan bir öyküyü okuyor.
Özlemi anlatıyor bu programda.
Kalbi kanatan cinsten, sevdayı anlatıyor yaşama. Acıdır kimi zaman öykümüz; gözyaşı sel misali diyor ve
radyo mikrofonlarından hissedilir
bir yoğunlukta yüreğimize işliyor.
Açlığın bir öyküsü vardır, yaşanır. Etinden, et koparırcasına can yakar. Direnişin bir öyküsü vardır. Yıllar süren, insanlık var oldukça süre-
H
cek olan bir öyküdür, insandır
yaşayan. Yaşatan insanların
öyküsü ulaşıyor
sizlere.
İhanetin,
kahpeliğin de
öyküsü vardır.
Tarih, hesap sorulmadığına tanık olmamış, olmayacaktır. Sorulan hesabın,
büyütülen
umudun öyküsü anlatılıyor.
Enkazdan çıkan
annenin,
çadırda yanan bebeğini anlatamadığı bir öyküsü vardır. Çocuğuna bebek alamayan babanın; annesi yerine, kaldırımlara sarılıp uyuyan sokak çocuğunun bir öyküsü vardır.
Kömür madeninde çalışan işçinin;
kara kaderini anlatan, yıllarca yük
taşıyan hamalın öyküsü gibi, sizin
de bir öykünüz vardır; paylaşılmamış...
Öykümüz vardır. Ne kalem yazar, ne dil söyler, kalır bizde. Bu
programda “kalmasın, sizde öyküleriniz, paylaşın” deniyor. Paylaşın ki,
şairin dediği gibi
“Acının bağrından
mavi bir çelik gibi fışkıran öfke
dünyayı değiştirecektir mutlaka
Yani hayat
kendini yeniden yaratacaktır
ona sahip çıkan ellerde
ve bu yüzden öfke
sevda gibidir kimilerinde
23
Yüreğinin pas tutmakta olan
kıvrımları
Sarılsın bir an
öfkenin gök gürültüsüyle
Beyninin her hücresi bir gerilla
gibi
Kuşansın pusatlarını
ve sokağa çıksın
Ve bir hançer gibi saplansın
Puştlukların, ihanetlerin bağrına
Bak o zaman nasıl bitecek yanlışlar
Ve cehennemleşen yalnızlığın
Sevdalar duman olmayacak
o zaman
Hüznün isyan olmuştur çünkü
Hüznün isyan olmalıdır... “
Kalem yazar. Alın elinize, bize
yazın öykülerinizi. Anadolu’nun Sesi Radyosu’nda bir süredir öyküler
okunuyor. Sizin öyküleriniz onlar;
bizim öykülerimiz.
"Bizim Öykümüz” Her Pazartesi saat
23:00'te, Cuma günkü tekrarıyla 92. 9 frekansında. ✔
futbol
hakan
dilek
sivas; bir duçar flehir
igin büyükleri, geçtiğimiz yıl aldıkları karadan çark edip, birbirleriyle yaptıkları maçlara taraftar götürmeye karar verdi. Şimdi temaşa çift
taraflı seyreylenecek. birbirleriyle oynadıkları maçlara taraftar götürmeyecekler. İşin temaşa tarafı kalmadı gerçi.
İslam Çupi ustayla, ölümünden çok
az önce yaptığım söyleşide, seyircinin
artık eskisi gibi olmadığını, birbiriyle
kavga etmeye; kendini, şiddet uygulayarak kanıtlamak amacıyla maça giden
insan topluluklarının, taraftarların yerini aldıkları mealinde şeyler söylemiş ve
sonuna da eklemişti konuştuklarımızın;
“Sevgi nedir? Takım tutma nedir? Renk
aşkı nedir? Biz bunları planlamamışız.
Çünkü, kültür seviyesi düşük adamlar
maça gittikleri için, şunları koyamıyor
ortaya; ‘Ben neden maça gittim? Neden
bir aradayım?’ Bunların cevabı yok.
‘Niye takım tutuyorum? Neden buradayım? Niye böyle bir kavram var? Forma
nedir?’ Adamlar dövüşmeye gidiyorlar.
Cesaretlerini tescil etmeye gidiyor adam
maça...”
Birbirlerine palalarla saldıran ve en
sonunda oturdukları tribünleri kırıp
dökmeye başlayan bu insan toplulukları artık, futbol örgütlerinin tel örgüleri
kaldırma tartışmaları yaptığı bir ortamda, birbirlerinin maçlarına gitmemeyi
çözüm olarak sundular. Her maç bir
araya sıkıştırılan bir slogan klasiği doğdu böylece; “Kadıköy’e gitmemiz engellenemez!” ya da “Sami Yen’e gitmemiz
engellenemez!”
İşin tadı kaçtı yani. İslam ustanın dediği gibi, renk aşkı ve taraftarlık ruhu
tam oturana kadar, tek ayak üstünde cezalı addedildiler! Şakası bir yana, stadyum faciaları diye adlandırılabilse de,
öyle azımsanmayacak bir mevzu. Yani,
“stadyumlarda görmek istemediğimiz
L
türden münferit
olaylar” boyutunu aşan durumların sayısı, seyrekte olsa canı
yanan insan sayısı az değil. Trafik
terörünün dışında, bir de kendi
terörümüzle birbirimizi kırdığımız
durumlar
var. 17 Eylül 1967
tarihinde, Kayserispor-Sivasspor
arasındaki maçta
çıkan olaylar da
bunun bir örneği.
Beyaz Köşedeki Takımlar
Sivas aslında bir duçar şehir. Önce,
Timurlenk yürümüş üzerinden boyunlarını ipe çekerek insanların. 1978’deki
büyük çatışmaları okuyorum o devrin
gazete sayfalarında. 1993 “yangını”...
Hep soğuk bir husumet rüzgarıdır Sivas’ın üstünde esen... Sivas’a maç yapmaya gittiğim yıllardan kalma bir tek
şey var aklımda. Ne zaman Sivas’ı düşünsem, üşürüm. Soğuk... Evet soğuk.
Husumetin, kavganın, ölümün yüzü
soğuktur...
Neyse... 1967 Eylül’ünün 10’una dönelim. Kayseri Havagücü-Sivas Dört
Eylül takımları arasında bir maç yapılacak. Tamam yapılsın ama yapılan biraz
maça benzemeyen bir havada oluyor.
Sivas, Kayserili topçuların aşiline, tendonuna çalışıyor bi gayret. Kayseri Hava Gücü, iki ayağı kırık topçuyla geri
çekiliyor. Geri çekiliyorlar çünkü, sahada bir arbede yaşanıyor. “Futbol bu,
olur böyle şeyler!” denmeyecek cinsten
ağır durumlar var sahada...
24
Olacak, bir hafta sonra da Kayseri’de
Kayserispor-Sivasspor İkinci Lig Beyaz
Grup karşılaşması var. O zamanlar
renkle adlandırılıyor gruplar. Boks ringlerindeki köşeler hesabına, Kırmızı
Grup diyelim, kırmızı köşe olsun, Beyaz
Grupta, beyaz köşe. Beyaz köşede dövüşecek iki takımımız ringe yani, sahaya çıkıyor, ama öncesi var. Sivas-Kayseri hattındakı trenlerin vagonlarına yazıyorlar, birbirlerine meramlarını anlatmak için iki kentin takımını tutan taraftarlar. Ayrı bir güzellikte. Biraz şairane,
biraz yöreye haiz, tumturaklı ve sin kaflı küfürlerle.
Sivaslılar bir konvoyla Kayseri’de
oynanacak maça yollanıyorlar. Yiğidolar’ın biraz kalabalık olması lazım o
maçta. Böyle lakaplar çoktur oralarda.
İnsanlar kadar ekipler, sülaleler ve sonunda futbol takımları. (Hani Gakkoşlar falan hesabı... Ne anlama geldiğini
bir türlü çözemediğim adlandırmalar.
Bilen varsa e-maillesin.) Neyse pastırma-sucuk diyarına yollanıyor bizim Yi-
ğidolar. Ben diyeyim beş, siz deyin on
kilometrelik bir konvoy bu. -Araç konvoyu tabi ki- Yani, olay iki amatör takımın arasındaki maçta “görmek istemediğimiz türden münferit olaylar” olmaktan çıkmış.
Maç ayağına birbirlerine yazılmak
isteyen insan gruplarının havası var ortamda. Oteller, ağzına kadar doluyor
maç öncesindeki gecede. Hatta, ufak
yollu Sivaslı, Kayserili sürtüşmeleri yaşanıyor meskun mahalde. Mahal gerçekten meskun. Meskun çünkü, futbolun doğasında yok böyle yamuk durumlar. Fakat iki kentin makus talihini
çizen eller biraz kaçırmışlar. Yamukluk
oradan geliyor.
27 Mayıs sonrası, Anadolu kentlerinin makus talihini yenecek bir takım atılımlar içindeyiz. Bir atılıyoruz ki sormayın. Yine, hamili kart sahibi durumlarına göre bir atılım mevzusu dolanıyor
ortalıkta. Mecliste ağır basan atılımdan
daha çok yararlanıyor, daha çabuk büyüyor. Bu atılım programının içinde
kentsel yatırım fazlasının Anadolu’ya
aktarımı var; uygun ve ucuz iş gücünün
taşrada yoğunlaşması var... Var işte.
Hep derim, derin mevzular.
Bir de futbol var oralarda. İkinci Lig
diye bir şey kuruluyor. Pat diye kuruluyor. Yani, futbol devreye sokuluyor bir
anlamda. Devreye sokuluyor ki taşradaki ucuz iş gücü yoğunluğu, tribünlerdeki bir baba hindi muhabbetine takılsın.
Yerel yönetimlerde, hep eşraf söz sahibi
olsun, aynı zamanda söz sahibi eşraf takımın yönetiminde de söz sahibi olsun.
Yani, inisiyatif hep yönetimde olsun. Siz çalışın ve böğürün anlamına- Bölgenin ilikleri donmuş, gariban delikanlıları bir topun peşinde koşturup dursunlar
ve kalabalıklar da bu “garibanlar temaşasının” ayrılmaz bir parçası olsunlar.
Birbirleriyle kaynaşsınlar.
Bu kaynaşma durumları, futbolun
bir yaşam biçimi olarak algılandığı yerler için ne kadar iyidir ama o dönemdeki bu girişimin, sporun halet-i ruhiyesiyle alakası yok pek. Sivas’ın duçarlığı
burada. Kayseri, her ne hikmetse daha
fazla ve çabuk atılıyor. Bu ‘işbilir’ tutumları, onları Sivas’ın ekonomik yaşamında da ağır söz sahibi yapmıştı. İki
yöre halkı, birbirlerine buradan takıntılıydılar zaten. -Biraz Honduras-El Salvador durumları. Honduras, El Salvadorluları, her ne kadar çalışmak maksadı taşısa da topraklarını yasa dışı işgal
etmekle suçluyordu. Haziran 1969’da
da iki ülke birbirine girmişti bir maçtan
sonra. Senaryo aynı gibi. Böyle bir arbede de 1969 Haziran’ında 3. Lig Kırmızı
Grup takımları Kırıkkale-Tarsus İdmanyurdu arasında oynanan maçta yaşanmış, üç kişi yaşamını yitirmiştiHer neyse... 17 Eylül 1967 Pazar günü, Kayserispor-Sivasspor maçı başlar.
Maçın 20. dakikasında, Kayserispor,
Oktay’ın golüyle 1-0 öne geçer. İlk yarı
böyle biter. İkinci yarı başlamadan,
Kayseri amigosu, ağır tahrik yaratır ortamda. Bir hafta önceki maç, geçip giden kara trenin üzerine yazılan savaş
sloganları, Sivaslı taraftarların bir gece
önceki kavgaları, gol sonrasındaki olaylarda hakemin bir Kayserili topçuyu dışarı atıp, ardından geri alması, tribünleri boğma teli gibi gerer. Yusuf Ziya Söyler o maçta forma giyen Sivassporlular’dan. Yeniköy’de bir PTT emeklisi
olarak sürdürüyor yaşamını.
O günlere döndük birlikte; “15.30’da
tribünlerde olaylar başlayınca, soyunma odalarına kaçtık. Gece 21.00’e kadar
burada kaldık. Sadece çığlıkları duyuyorduk. Başımıza bir bekçi dikip gittiler.
Tek bir bekçiyle korunduğumuzu bilseler, bizi herhalde öldürürlerdi. Stadyumdan çıktığımızda, hava kararmıştı.
Türkiye Karayolları İşletmeleri arabalarıyla, Şeker Fabrikası’na götürüldük.
Sonra da Sivas’a ulaştırıldık. Halk, sokaklarda bizi bekliyordu. Kimi oğlunu
soruyordu, kimi kardeşini. Bir yandan,
bizi suçlar gibiydiler. İki üç gün sokağa
çıkamadık. Sonra, bütün futbolcular
kentten ayrıldık. Bir hafta sonra geri
döndük. İlk idmanımızda ağaçlara kadar seyirci doluydu. Korkunç bir tezahürat vardı. 1970’de de İstanbul’a döndüm. Olayların nedeni cahillik bence.
Yazık, bir sürü insan öldü!”
Amigo üzerine düşeni yapmış, taraftarlar birbirlerine taş atmaya başlamışlar önce; ardından da çığ gibi büyümüş kavga. Kavgaya karışmayan büyük çoğunluk kaçmaya çalışmış, içeri
doğru açılan büyük demir kapının
önünde biriken insanlar ezilerek ve havasızlıktan boğularak ölmüşler. kırk kişi.
Dönemin -aynı zamanda- AP’li İl
Başkanı Hüseyin Yıldırım ise o günleri
şöyle anlatıyor: “Maçtan önce, Kayseri
Valisi’ne telefon açtım. Tedbir alalım dedim. Yetersizdi tedbirler. Bir çok insan
panikten öldü. Gece yarısı haber duyulduğunda, Sivas ayağa kalkmış. Kayserililer, Sivas ekonomisine hakimdiler.
Çarşıda dükkanlar, oteller, küçük çapta
fabrikalar hep onlarındı. Bunu çekeme-
25
yenler vardı. Maçta olanları fırsat bildiler. Ben aslında o zaman 2.Lig’e karşı
çıkmıştım. Halk, henüz bu tür yarışmaları kaldıracak düzeyde değildi. Ama
dinletemedik...”
Sivas Ayakta
Olayların duyulmasıyla birlikte, Sivaslılar böğürlerini döverek, saçlarını
başlarını yolarak, ağıtlar yakarak döküldüler yollara. Kamyonlara doluşanlar,
Kayseri’ye gitmek için yola çıktılar. Kentte kalanlar, Kayserililer’e ait dükkanları ve evleri yağmaladı. İnsanlar Kayserili olmadıklarını kanıtlamak için, nüfus
cüzdanlarını camlara astı. Güvenlik
güçleri, olayların önünü alamadı!..
Dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan, Hükümet Konağı’ndan, halkı soğukkanlı olmaya davet etse de çağrısını
kimse dinlemedi. Kente yayılan gruplar,
Kayserili kafirlerin(!) mallarının yağmalanmasının Müslümanlık gereği, olduğunu vaaz ettiler. Yağma bir hafta sürdü, bin yıllık husumetin üstüne. Maçlar,
bir hafta ertelendi Beyaz Grup’ta. Sivaslılar ölülerini gömdüler. Kayseri ve Sivasspor kulüpleri beşer ay ceza aldılar
ve maçlarını deplasmanda oynadılar.
İki takım arasında yarım kalan maç,
1968 yılında Ankara’da oynandı. Kayserispor maçı, 1-0 kazandı. Dönemin Beden Terbiyesi Genel Müdürü Ulvi Yenal, 2.Lig’i barış ve kardeşliğin tesisi için
kurduklarını, böyle giderse ligi kaldıracaklarını açıkladı. BTGM Danışma Kurulu üyesi Rasim Adasel, olayların patlak vermesini, hakemin attığı oyuncuyu
tekrar geri almasına bağladı. Yani, işin
aslı futbol kurallarının ihlaliydi.
Dönemin Sivasspor Başkanı Hüseyin Yıldırım, bugün İstanbul Mecidiyeköy’deki Katlı Otopark’ı, işletiyor.
Onun söylediklerini daha anlamlı buluyorum; “Halk 2.Lig için hazır değildi!”
İslam ustaya dönelim; “Sevgi nedir?
Takım tutma nedir? Renk aşkı nedir?
Biz bunları planlamamışız. Çünkü kültür seviyesi düşük adamlar maça gittikleri için, şunları koyamıyor ortaya; ‘Ben
neden maç gittim?’ ‘Neden bir aradayım?’ Bunların cevabı yok. Niye takım
tutuyorum? Neden buradayım? Niye
böyle bir kavram var? Forma nedir?..‘
Adamlar dövüşmeye gidiyor; cesaretlerini tescil etmeye gidiyor adam maça...”
Baba, bunu 2000 Ocak’ında söylediydi. Yani, aradan otuz küsur yıl geçmiş, değişen bir şey yok. Zamanında, iki
kent yasaktı birbirine. Şimdilik tribünler. Neyse, derim hep, mevzuu derin...✔
sansür
tavır
“pardon” a
bir pardon! daha!
kurlarımız hatırlayacaklardır.
Aşağıda anlatacağımız durumu, Aralık sayımızda biraz
mizahi bir şekilde aktarmıştık. Durum şuydu: “Pardon” isimli kısa
metrajlı bir film yasaklanıyor ve
ardından Kültür Bakanlığı’ndan bir
yetkili bizi arayıp yasağı kaldırmak
istediğini söylüyordu. Filmin ismi
”Pardon” du. Yönetmeni Vedat Özdemir. Süresi 30 dakika, festival festival gezmiş, Antalya’dan Jüri Özel
Ödülü’yle dönmüş; İstanbul Kısa
Filmciler Derneği Ulusal Kısa Film
Yarışmasında, “En İyi Film Ödülü”nü almıştı.
Daha sonra, CİNE5 Kısa Film
Yarışması’nda da “En İyi Kurmaca
Film Ödülü”nü kazanmıştı. İdil Yapım, filmi; VCD olarak yayınlanması, dağıtılması ve gösterimine izin
verilmesi amacıyla, Sinema, Video ve
Müzik Eserleri Kuruluna başvuruyor. Cevap: Red!
Bu karar üzerine, idari mahkemeye başvuran İdil Yapım’ın avukatı
Ercan Bahadır ile görüştük. İstanbul
İdare Mahkemesi’ne işlemin iptali
için dava açtıklarını ve bu davayı
geçtiğimiz günlerde kazandıklarını
söyledi. İşte şimdi, bu yazının başlığı
yerli yerine oturuyor: “Pardon’a Bir
Pardon Daha!”
“Peki nasıl oldu bu ikinci Pardon
olayı?” diye sorunca Av. Ercan Bahadır anlatıyor: “Bu davada, işlemin
maksat, sebep ve konu yönünden sakat olduğunu ileri sürdük. Takdir
yetkisinin, keyfi olarak kullanıldığı-
O
nı, subjektif kanaatler içerdiğini, denetleme kurulunun, totaliter rejimlerden gelen bir kalıntı şeklinde hala
devam ettiğini,kendi başlarına öznel
yargılarına göre karar verdiklerini...
Bunların hepsini ileri sürdük davamızda...”
Ve mahkeme kararı geliyor: “Yürütmenin durdurulması... “ Tebliğ
tarihi, 4 Ağustos 2003. Bundan sonra
yapılacak işlemler için, bir üst mahkemenin kararı bekleniyor...
Pardon’un yasaklanması ile ilgili
sorularımızı filmin yönetmeni ve yapımcısına da
soruyoruz.
Filmin yönetmenine ulaşmamız biraz
zor
oluyor.
Yeni projeler
peşinde
ve
Bolu’ da çekimde. En sonunda ulaşmayı başarıp
soruyoruz:
“Bu yasağın
kaldırılmasını
bekliyor
muydunuz?
“Bekliyordum” diyor.
Hemen, “neden” sorusunu yöneltiyoruz kendisine. Yasağın
kaldırılması-
26
nı yeni çıkan telif haklarıyla ilgili yasa maddesine bağlıyor. “Yasaklama
gerekçesinin filme uygun olmadığını“ da ekliyor cevabına.
Aynı soruyu filmin yapımcısına
da soruyoruz. İdil Yapım’dan
Muharrem Cengiz sorumuzu cevaplıyor. Filmin yasaklanmasına en fazla
tepkiyi o veriyor. Ama bu tepkisi
sadece ticari kaygılardan değil.
“Sonuçta biz bir film şirketiyiz...”
diye söze başlıyor. “Bu filmi en sıcak
anında yasakladılar. Bu, doğal olarak
bizi maddi olarak zarara soktu ama
bundan daha önemlisi, bize hiç bir
gerekçe göstermeden filmi yasaklamalarıydı. Halbuki, bir film yasaklanırken, yasaklanan sahnelerin ne olduğunu söylemek zorunda Denetleme Kurulu. Bununla birlikte, mahkeme sürecinde, filmi yasaklamalarının
sebebini mahkeme heyetine bile izah
edemediler. Mahkeme heyeti, olaya
hukuksal olarak baktığında, bu filmin yasaklanmasının çok anlamsız
olduğunu gördü ve hakkı olan kararı verdi.”
Bunun beraberinde olan soruyu
ise yani, “Acaba neden kaldırdılar
yasağı, AB’ye uyum yasalarıyla bir
ilgisi olabilir mi?” türünden sorumuzu ise Av. Ercan Bahadır şöyle cevapladı:
“AB’ ye uyum yasalarının tabi ki
etkisi var. O yasalar olmasa bile, bizim hakkımız olan bir karadı bu.
Türkiye’nin belki son 40- 50 yıldır
süren yasalarıyla verildi bu karar. Bu
yasayı bizim davayı açtığımız hakimler doğru değerlendirdiler ve
müspet bir karar verdiler. Bu dava,
on yıl önce açılmış bile olsa, aynı kararı vermeleri gerekirdi.”
Sohbetimizin devamında AB yasalarının yargı üzerindeki psikolojik
etkisinden bahsediyor.
Aynı tespiti, yapımcı Muharrem
Cengiz de yapıyor. Bu yasaların etkisinin psikolojik olduğu konusunda
Av. Ercan Bahadır’la hemfikir. Sözü
kendisine bıraktığımızda, bize şunları söyledi:
“O yasayla hiç bir ilgisi yok. Çünkü biz bu mahkeme aşamasının ba-
vedat özdemir
şından itibaren şundan emindik.
Bizim sunduğumuz belgeler, bu kararın yürütmesini durdurmak için
yeterliydi. Kaldı ki mahkemenin kararında böyle bir şey yok. Yani, yeni
çıkan yasalarla birlikte mahkemenin
kararının değişmesi gibi bir durum
sözkonusu değil. Aksine, mahkemenin gerekçeli kararında şöyle bir ifade var; kamu düzenine aykırı hiç bir
şey olmadığı yönünde. Yani, kamu
ahlakını bozacak bir şey yok. Yoksa,
yeni çıkan yasa gereği konulan şeylerle bir karar verme süreci yok.
Fakat yeni çıkan yasalar, hakimin kafasında bir takım yargılar yaratmıştır o başka bir şey... “
Neden yasaklanır ki bir film?
Yönetmen, “muhalif olduğu için“
diyor. Yapımcı ise “Her muhalif film
yasaklanmıyor ama bu filmin kendi
içinde anlattığı bir şey vardı. Bu filmin çekildiği ve yayınlandığı süreç,
hücreler politikasının da en yoğun
yaşandığı, bir süreçti ve sanatsal
alanda bunun bütün örneklerine bir
şekilde engel konulduğu bir süreçti.
İşte Hüseyin Karabey’in Sessiz
Ölüm filmi, bir şekilde Adalet Bakanlığı’nın gündemine kadar geldi
ve Bakan filmi eleştirdi.
Grup Yorum’un kaseti “Feda”,
aynı süreçte benzer gerekçelerle yasaklandı. Burada da filmin şöyle bir
yanı var. Biraz gerçeküstü bir düzeyde, belirsiz bir süreç boyunca, gözaltında kalan - tecrit edilen bir anlamda - bir insanın giderek farklılaşması. Yani, oradaki yaşama uyması ama
uyarken de birtakım özelliklerini yani akli dengesini kaybetmesi söz
konusu. Temelinde bizce bu var
ama filmde polisin kötü gösterildiği gibi bir vurgu var. Bu bile tam
olarak söylenmiyor. Halbu ki böyle birşey yok filmde. Yani, filmde
polisi iyi de, kötü de göstermiyor.
Filmde bir işkence sahnesi bile
yok. Sadece birtakım göndermeler
var. Yarası olan gocunur misali, oradan polisin işkenceci olduğu kanaatine varmış olabilir Denetleme
Kurulunda film. Çünkü bahsettiğimiz Denetleme Kurulu alt kuruldan film geçmediğinde üst kurula
kalıyor. Üst kurulda da Milli Güvenlik Kurulu’ndan, Emniyet Müdürlüğü’nden ve bir de hakimin
bulunduğu üç üye var. Sanatçılar
daha azınlıkta kalıyorlar. Ve işin
resmi olmayan, yazılı olmayan
27
Av. Ercan Bahadır
şöyle birşeyi var. Bu üç üye ‘Hayır’
dedi mi, oradaki ‘sanatçılar’ o karara
katılmak zorunda hissediyor kendisini. En olumlu tavır, kuruldan çekilmek olabiliyor. Çünkü, burada resmi
olarak, kimsenin kimseye oy hakkı
üzerinde yaptırımı yok ama üst kurulda, özellikle resmi yetkililerin yetkilerini kullanarak diğer sanatçılar
üzerinde ağırlık kullanmaları gibi
bir şey söz konusu. Bu da bilinen bir
gerçek.
Vedat Özdemir’e soruyoruz. “İlk
filminin yasaklanması seni nasıl etkiledi?” Bizi şöyle cevaplıyor: “Ben bu
filmimle, düzene muhalif bir ses
olduğuma inanıyorum. Vermek istediğim mesajı verdiğimi düşünüyorum. Bu yüzden yasaklanıp yasaklanmaması çok önemli değil!”
Yeni projelerini merak ediyoruz;
Konusu yoksulluk. Yaşadığı mahallenin insanlarıyla, bu mahallede
geçen bir öyküyü çekiyor. Merak
ediyoruz...
Sanat, ezen ve ezilen ilişkisi varolduğu sürece sansüre uğramaya
devam edecek bir biçimiyle.
Bugünlerde, “pardon”lar çoğaldı!
AB’ye uyum yasalarının psikolojik
etkisinden midir nedir; Tavır, hakkında açılan iki davada beraat etti.
Grup Yorum’un Ege turnesi kapsamında düzenleyeği konserleri önce yasaklandı, sonra izin verildi.
“Düşünceye Özgürlük” davasında savcı beraat istedi.
Dedik ya; bunlar bir şey ifade etmiyor. Bütün bunlar, egemenlerin
yüzüne taktıkları “demokrasi” isimli
bir maskeden ibarettir. Gerektiğinde
takılır ve sahte bir tebesümle şöyle
denilir: “Pardon!”✔
röportaj
tav›r
ümit cin güven: “metropol kabusu
hiçli¤in filmi...”
Sır Çocukları isimli ilk filminizin ardından, ikinci filminizi tamamlamak üzeresiniz. “Metropol
Kabusu”nun hikayesi nedir?
“Metropol Kabusu”nun iki paralel
hikayesi var. Ancak, hikayeyi şu anda
anlatmayı düşünmüyoruz. Hikayeyi
insanlar, ilk Antalya’da görsünler istiyoruz. Kapkaç terörünü eleştiren, bir
yandan da uyuşturucu kaçakçılığını
eleştiren iki paralel hikayeden oluşuyor.
Sokakta yaşayan, tiner kullanan
çocuklar... Şimdi de kapkaç, peki
üçüncüsü ne olacak? Bir üçleme mi
olacak bu projeler?
Üçleme gibi bir şey düşünmüyorum, ama ben sanatın toplum için olduğuna inanıyorum. Bu anlamda,
projelerim “neden?” ve “niçin?”i soran projeler. Halkı aydınlatıcı. Film
çeken insan ya da yönetmen diyelim,
hikayesini beynine dolduruyor. Kendi hikayesini kafasında kuruyor. “Benim hikayem budur.” diye insanlara
sunuyor. Sonraki projemiz, futbol fanatikliğini eleştiren bir konu olacak.
Antalya’dan sonra başlayacağız.
Geçenlerde, İstanbul Emniyet
Müdürü yaptığı açıklamada, kapkaç
olayları için “Bu hiçbir zaman bitmez.” dedi. Matematiksel bir tespit
yaptı. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bence, herkesin söylediği kendini
bağlar. Benim gözlemlediğim olay şu.
Bu senaryo öncesi, tövbe etmiş kapkaççılarla sohbet ettim. Psikolojileri,
topluma bakışları... Hepsi de sistem
tarafından iş sahibi edilebilselerdi
böyle olmazdı. Kimse doğduğunda
kapkaççı olarak doğmuyor. Süreç, yaşam, bir şekilde hayat devam ettikçe,
kendi konumu da ortaya çıkıyor. Bana çocukken ne olacaksın diye sorduklarında, “ya polis olacağım, ya da
pilot olacağım” derdim, ama yönet-
men olmayı hiç düşünmemiştim.
Kimse, “büyüyünce kapkaççı olacağım.“ demez herhalde!
Demez! Bir şekilde
açlığın getirdiği bir
şey.
Açlık mı, yoksulluk mu, zorunluluk
mu, yozlaşma mı, kolay para kazanma isteği mi ?
Açlık... Aç olan insandan her şeyi beklersiniz. Aç olan
insan her şeyi yapar. O zorunluluk
boyutuna taşıyor insanı. Mesela, düşünün; kedi bir köşeye sıkıştırılmış;
canı yanıyor, tırmalar... Emniyet Müdürlüğü’nün bu noktada, “önüne geçilemez“ şeklinde açıklaması bu anlamda makul. Önce açlığı kaldırmak
lazım.
Yani koşulları değiştirmek lazım...
Evet iş vermek lazım o insanlara
Biraz filmden bahsedelim. İlk
filminizin yönetiminde Aydın Sayman ile çalışmıştınız. Ve o dönem
Aydın Sayman’ın deneyimlerinden
oldukça faydalandığınızı söylemiştiniz . Bu filmi, sadece kendiniz yönettiniz. Bu bir zorluk mu yoksa rahatlık mı sağladı? Her iki seti karşılaştırdığınızda, artıları, eksileri nelerdir ? Bir filmi ortak yönetmek nasıl bir şey ?
Aydın Sayman’la, “Sır Çocukları”
filminde bir şekilde birlikte çalıştık.
Birlikte çalışmak zorunda kaldık belki de. Sır Çocukları zor zamanlarda
çekildi. Bu işe gerçekten yüreğini koyan insanlarla birlikte çalıştık. 17
Sahne çektik ama bundan dört yıl önce, altı buçuk milyar borca girdik. Ar-
28
kadaşlarım cep telefonlarını sattılar;
ben, kol saatimi sattım babamdan kalan. 17 sahne sonrasında, bu işte bütçe olarak zorlanacağımızı düşündük.
Aydın Sayman’la birlikte, yapımcı
arayışına girdik. Kültür Bakanlığı’na
başvurduk. 30 Milyar kadar teşvik
kredisi verdi. Bir yönetmenin ilk filmi
olduğu için, para vermezler diye düşündük. Tabi ki benim, Aydın Sayman’da beğendiğim ve ondan öğrendiğim şeyler oldu. “Metropol Kabusu” ise çok farklı. “Sır Çocukları” filminin asıl yönetmeni, Aydın Sayman’dır. “Metropol Kabusu”nda dilimi ve tarzımı yarattığımı düşünüyorum. Bu anlamda kafam çok rahat.
Ukalalık ya da iddia anlamında değil
bu lafım. Hakikaten “hiçliğin” filmi.
Hatta “hiç” parayla çekilen, örnek
filmlerin başında geliyor. Bunun altını çizmek gerekiyor. Sinemacılar,
“Metropol Kabusu”nu izledikleri zaman, ne dediğimi anlayacaklardır.
Bitti mi şimdi film?
Montaj bitti. Dublajı ve müziği
var.
Gösterime ne zaman giriyor?
Sanırım 40. Antalya Film Festivali’inde gösterilecek. Büyük olasılıkla,
Aralık ayında gösterime girecek.✔
tavır
haber-yorum
Coca Cola Festivali’ne Karşılık Alternatif Festival
Barış ve Rock kavramları çerçevesinde, 6 – 7 Eylül tarihlerinde, Sarıyer
Baharsuyu Piknik Alanı’nda geniş
katılımlı bir festival düzenlenecek.
Festivalin amacı, Coca Cola’nın
“Dünya Barış Haftası”nda düzenlediği, Rock'n Coke Festivali’ni protesto
etmek. Festivali, Küresel Barış ve
Adalet Komisyonu organize ediyor.
Festivalle ilgili www.barisarock.com
adlı internet sitesi de organizasyon
hakkında ayrıntılı bilgiyi ilgilenenlere sunuyor. Sitede, festivalin amacı şöyle
özetlenmiş: “Hepimiz biliyoruz ki, Coca Cola sadece bir içecek markası değil.
O, bir hayat tarzı, bir duruş, bir küresel sistemin logosu! Bu bilgiden kaçış yok.
Aslında, hepimiz farkındayız... Bizim, o küresel sistemle sorunumuz var. Dünyadaki adaletsizliğin ve savaşların sorumlusu, bizce, o sistem. İşte o sistemin
kafamıza, hayatımıza çaktığı logolardan, en önde olanı Coca Cola!”
BARIŞA ROCK Festivali’nde, aralarında Bulutsuzluk Özlemi, Cem Karaca,
Kazım Koyuncu, Koma Rewşen, Moğollar, Vedat Sakman, Yaşar Kurt ve İlhan
İrem gibi sanatçı ve grupların bulunduğu kalabalık bir program var.✔
İstanbul’da Uluslararası Felsefe Kongresi Yapıldı
21. Dünya Felsefe Kongresi, 12 – 17 Ağustos tarihleri arasında, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda
yapıldı. Kongreye, yerli ve yabancı yaklaşık
1600 felsefeci katıldı. Kongrede insan hakları,
yoksulluk ve hukuk, ana temalar olarak öne
çıktı.
Özellikle, ABD’nin saldırgan politikaları ve
ekonomik adaletsizlik dile getirildi. Avustralyalı felsefeci Peter Singer’ın, “ABD için barış,
egemenlikten başka bir şey değil.” sözleri,
kongreye damgasını vurdu.
Öte yandan, kongrenin son gününde Milli Eğitim Bakanı’nın da katıldığı kapanış
konuşmasında, TAYAD’lı aileler ingilizce olarak “TECRİTE SON-ÖLÜMLERİ DURDURUN” pankartı açtı. Bakan’ın korumalarının ve polisin ailelere yaptığı müdahale,
salonda bulunan katılımcılar tarafından protesto edildi.Aileler, “İşte bakın, demokrasi; 107 insan öldü, yüzlerce insan sakat kaldı. Kendimizi böyle bir yerde bile ifade etmemize izin verilmiyor!” diyerek, polisin ve Bakanlık korumalarının saldırgan tutumunu kınayan sözlü açıklama yaptılar.✔
AB’ye Uyum ve Düşünceye Beraat
“Düşünceye Özgürlük 2000” kitapçığına, ‘yayıncı’ olarak imza attıkları için DGM’de yargılanan 16 kişinin, AB’ye uyum adı altında yapılan düzenlemeler uyarınca beraati istendi.
İstanbul 5 No’lu DGM’de görülen duruşmada, esas hakkındaki görüşünü açıklayan İstanbul DGM Cumhuriyet Savcısı Hadi Salihoğlu, 16 kişinin beraatini istedi.
Duruşma, sanık ve avukatların, esas hakkındaki savunmalarını hazırlamaları amacıyla ertelendi.✔
29
40. Antalya Altın Portakal
Film Festivali Başlıyor
Bu yıl kırkıncısı düzenlenecek
olan Antalya
Altın Portakal Film Festivali,
1–5
Ekim tarihleri arasında
gerçekleştirilecek. Festivalin bu yılki özelliği, ilk onursal
başkanını seçmesi olacak. Belirlenen isim ise Yönetmen Atıf Yılmaz.
Atıf Yılmaz, yönettiği filmlerle bu
ödülü 11 kez kazanmıştır.
Bu yıl, festivaldeki bir başka yenilikte, “40 Yılın En İyi Beş Filmi”nin seçilecek olması.
Festival çerçevesinde verilen ‘Yaşam Boyu Onur Ödülleri’nin bu yıl
ki sahipleri de belli oldu. Bu yıl sekizincisi verilecek ödüllere, Yapımcı
Kadri Yurdatap, Yönetmen Tunç Başaran, Görüntü Yönetmeni Rafet Şiriner; oyuncular Çolpan İlhan, Muhterem Nur, Tanju Gürsu ve Süleyman Turan layık görüldü.
AKSAV tarafından organize edilen ve 12 Eylül askeri darbesinin yapıldığı 1980 yılı dışında, 40 yıldır süren festivalin bir de belgeseli hazırlanıyor. Belgeseli, Nebil Özgentürk
hazırlıyor.✔
4. Munzur Kültür ve
Doğa Festivali Sona
Erdi!
31 Temmuz – 3 Ağustos tarihleri arasında düzenlenen festivale,
yurt içinden ve yurt dışından Dersim’e gelen on binlerce kişi katıldı.
Çok sayıda sanatçı ve grubun katıldığı festivalde ilk kez yer alan
Grup Yorum da burada yaklaşık
30 bin kişiye seslendi.✔
Ferhat Tunç'un, Erzurum DGM'de Yargılanmasına Başlandı
"Örgüt propagandası yapmak" suçundan, Türk Ceza Kanunu'nun 169. maddesi
gereğince, tutuksuz olarak 12 Ağustos'ta hakim karşısına çıkan Ferhat Tunç'u dört
avukat savundu. Duruşma, konser tutanaklarının yeniden incelenmesi için ertelendi. Tunç, duruşmadan sonra, gazetecilere bir açıklama yaparak, "Ben o konserde
barış ve kardeşlik mesajları verdim. Erzurum'a yargılanmak için değil, konser vermek için gelmek isterdim." dedi. Öte yandan, Rojin hakkında çıkarılan tutuklama
kararı da kaldırıldı.✔
Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’ndan Basın Açıklaması
Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu, 17 Ağustos tarihinde TÜYAP önünde bir
basın açıklaması yaptı.
Ellerinde kırmızı flamalar ve çeşitli pankartlarla yürüyen yaklaşık 500 kişi, "Irak
Halkı Yalnız Değildir!", "ABD Askeri Olmayacağız!", "Yaşasın Irak İntifadası!" şeklinde sloganlar attı.
Koordinasyon adına basın açıklamasını, TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi ve Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği kurucu üyelerinden Mehmet Göçebe okudu.
Yapılan açıklamada, Türk askerinin, Kuzey Irak'a gitmemesi gerektiği; hatta Kuzey
Irak'taki tüm işgalci orduların o toprakları derhal terk etmeleri gerektiği belirtildi.
Basın açıklamasına katılan Grup Yorum'un seslendirdiği, “Biz Varız” marşının
hepbir ağızdan söylenmesinin ardından eylem sona erdi.✔
“SANDIK DAVASI”
GÖRÜLDÜ
İstanbul Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği, ABD’nin,
Irak’a saldırısından önce, referandum kampanyası başlatmıştı. İstiklal Caddesi’nde açılan sandığa oy atan ve aralarında İdil Kültür Merkezi çalışanlarının da bulunduğu 13 kişi
gözaltına alınmıştı. Arkadaşlarımız hakkında açılan davanın
ilk duruşması, 13 Ağustos 2003 tarihinde Beyoğlu 13. Asliye
Ceza Mahkemesi’nde görüldü. İfadelerin alınmasının ardından, duruşma, 7 Ekim 2003 tarihine ertelendi.✔
Irak’ta Savaşa Hayır
Koordinasyonu İmza Standı
Açtı
“Irak'ta Savaşa Hayır
Koordinasyonu” tarafından, Taksim
ve Bakırköy meydanlarında, “Irak’a
asker gönderme” başlıklı imza kampanyası başladı. Taksim Postanesi
önünde açılan standa, 20 Ağustos
tarihinde, Grup Yorum da katılarak
destek verdi.
Tomris Uyar Vefat Etti!
Öykü Yazarı Tomris Uyar, yaklaşık bir ay tedavi gördüğü hastanede, yemek borusu kanseri sonucu, 4 Temmuz günü yaşamını yitirdi.
Çağdaş Türk öykücülüğünün öncülerinden olan
Uyar; öykülerinde, toplumun değişik kesimlerinden insanların kaygılarını, sevinçlerini ve özlemlerini dile getirirken; toplumsal yaşamdaki değişimi de yansıtıyordu.
Edebiyat konulu dersler de veren Tomris Uyar, öykülerinin yanısıra, güncel deneyimlerini, okurlarıyla paylaştığı
ve ‘gündökümü’ diye adlandırdığı günceleriyle tanınıyordu.
Tomris Uyar, ardında 19 öykü kitabı, çok sayıda deneme ve çeviri bıraktı.✔
30
Ceza ve Tevkifleri Genel
Müdürü Ali Suat Ertosun'a
"Üstün Hizmet Madalyası"
Verilmesi Kararlaştırıldı!
Adalet Bakanı Cemil Çiçek, geçtiğimiz
aylarda, Ertosun'a üstün hizmet madalyası verilmesini önermişti. Tüm bakanların
imzaladığı teklife, Cumhurbaşkanı Sezer'in de onay vermesiyle Ertosun, devlet
üstün hizmet madalyası almaya hak kazandı.
Ertosun'un ‘hizmetler’i arasında, dünyanın en geniş çaplı hapishaneler operasyonu, 19 Aralık 2000de 28 kişinin yaşamını yitirdiği “Hayata Dönüş” operasyonu;
F Tiplerinde yaşanan anti-demokratik uygulamalar ve halen tecrite karşı yapılan
ölüm orucu eyleminde 107 insanın
yaşamını yitirmesi yer alıyor.
TAYAD’lı Aileler de konuyla ilgili bir
açıklama yaparak; “Bir madalya yetmez,
107 tane verin!” dedi.✔
“BORAN” Locarno’da
Gösterildi.
Hacıbektaş
Yapıldı!
İsviçre'de bu yıl 55. kez düzenlenen
Locarno Film Festivali'nde, müziklerini
Grup Yorum’un yaptığı, Hüseyin
Karabey’in yönettiği, “Boran” filmi de
gösterildi.
1-11 Ağustos arasında düzenlenen
festivalde, büyük ödül olan “Altın
Leopar'ı”, Alman yönetmen Iain
Dilthey'in "Das Verlangen" adlı filmi
aldı.✔
Dergimizin 11. Sayısına Açılan Dava Beraatle Sonuçlandı!
İstanbul 1 No’lu DGM’de
2003/39 sayılı dosya kapsamında
görülen dava beraatla sonuçlandı.
Dergimizin 12. sayısı hakkında
verilen toplatma kararı da kaldırıldı.
İstanbul 6 No’lu DGM’de
2003/63 sayılı dosya çerçevesinde
görülen dava sonucunda, daha önce verilen toplatma kararı kaldırıldı.✔
31
Şenlikleri
Ülkemizden ve dünyanın dört bir yanından on binlerce kişinin katıldığı 14.
Uluslar arası Hacı Bektaş-ı Veli’yi Anma
ve Kültür Sanat Etkinlikleri 16 – 19
Ağustos tarihleri arasında yapıldı.
Alevi halkımızın inancına göre düzenlediği etkinliklerde, Sivas Katliamı’ndaki tetikçilerin Pişmanlık Yasası
ile serbest bırakılmak istenmesi atılan
sloganlarla
protesto edildi. Etkinliklerde çeşitli dinletiler, söyleşiler ve cem törenleri oldu.
Devrimci
–
sosyalist basının standları
için ücra bir
yer ayarlanması da tepki
topladı.✔
nokt
haber
MUHARREM TEMİZ
DOST İLE DEMLER
Daha önceki Muharrem Temiz çalışmalarında olduğu gibi sade bir yorumlama var.Türkülerin çoğu Arguvan yöresinden seçilmiş. Albümde, iki uzun hava bulunuyor. Kalan müzik’in yapımcılığını
üstlendiği bu albümün kaydını ve miksini Hasan Karakılıç yapmış. ✔
Grup Yorum
28 Temmuz 2003;
Milas'ta verdiği konserde yaklaşık
600 kişiye seslendi.
İLKAY AKKAYA
YİNE
Bu albümde, İlkay Akkaya’nın daha çok
yorumcu yanı ön plana çıkmış. İlkay Akkaya’nın tek şarkısının da bulunduğu albümde Yaşar Aydın imzası göze çarpıyor.
Aranjörlüğünü Kemal Sahir Gürel,
Gürsoy Tunç, İlhan Yabantaş’ın yaptığı albüm, Ada Müzik etiketiyle piyasaya çıktı.✔
29 Temmuz 2003;
Bodrum Kalesinde gerçekleşen konserde yaklaşık 1500 kişiye seslendi.
31 Temmuz 2003;
Munzur Festivali’ne katıldı
1 A¤ustos 2003;
Munzur Festivali'nin 2. gününde
yaklaşık 20.000 kişiye seslendi.
2-3 A¤ustos 2003;
Dersim'in çeşitli köylerinde dinleti
verdi.
10 A¤ustos 2003;
İtalya'nın Forno di Massa isimli
kasabasında İtalyanların komünistlerinin düzenlediği kampa katılarak
konser verdi.
NECDET YAŞAR-2 (Arşiv Serisi)
Necdet; Tamburi Cemil Bey’in oğlu Mesut
Cemil, Münir Nurettin Selçuk ve Neyzen Niyazi Sayın’la birlikte de çalışmış bir üstad. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, içinde bulunduğu
ekiple birlikte sayısız konserler ve resitaller
vermiş. Çeşitli ülkelerin üniversitelerinde yapılan musiki kongrelerinde “uzman” olarak çağrılmış ve çalışmalarını paylaşmış. Necdet Yaşar’ın ezgilere hakim olması ve müziğinin dinlendirici bir yanı olması, bu albümün kalitesini
gösteriyor. Kalan müzikten çıkan bu albümde,
eski kayıtların restorasyonunu da Rıza Okçu
yapmış. ✔
15 A¤ustos 2003;
İzmit Fuarı'nda gerçekleşen konserde yaklaşık 3000 kişiye seslendi.
NEŞET ERTAŞ
-GURBAN OLDUĞUM
Neşet Ertaş’tan bir başarılı albüm daha. Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan, “Gurban Olduğum”
albümüyle, Neşet Ertaş uzun bir aradan sonra bir
kez daha dinleyicileriyle buluştu. Albüm Kalan
Müzik imzasını taşıyor. Neşet Ertaş’ın kendine ait
başarılı söz ve bestelerinin yanısıra, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan ve Sadettin Kaynak’a ait besteler de
var. Albümde, Neşet Ertaş’ın dinleyicilerine “hediye” mahiyetinde iki adet şiiri bulunuyor. ✔
16 A¤ustos 2003;
Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda
İnti-İllimani ve Moğollarında
katıldığı gecede yaklaşık 5000 kişiye
seslendi.
32