Topraksızlar - WordPress.com

Transkript

Topraksızlar - WordPress.com
 TOPRAKSIZLAR...!
“Mevsim çıplak, yağmur çıplak.
Zaman gecenin hoyratlığında.
Koşmak o kırık düş mevsimine…
Her şeyin ötesinde bir yerlerde saklanmış sorunlar bekliyor. Biçimden öte (Tüm anlamını yitirmiş estetik; güzel-çirkin.
Ya güzelden daha güzel olma da çirkinden daha çirkin olup bu tanımsızlıktan sonra bir umursamazlığa mahkum kalıyoruz.) onun
yaşam şekillerinden, cinsel zevkinden, farklı bir dilin, topraksız modern kölelerin, sokakta gördüğümüz delilerin, alışa gelmişin
dışında tutulan insanların simaları sesleri, çığlıkları…
Yaprakların ıslak hali
Titrek Yanı başımıza yağan çıkarsız yağmur ve sevdiğimiz yalnızlığımız.
Yaşam önümüzde duruyor parçalı bir bütün halinde.
Zamanlara ayrılmış
Unuttuklarımız beynimizin kamçılarıdır (Öyle düşlüyoruz); kamçılandıkça kendimize geliriz ya da öyle sanıyoruz..
Unutulmuş olan değildir, asıl kelimelerimiz parçalanmış her bedenindir.
İşte hiç zifiri karanlığı seveni gördünüz mü? Seviyoruz… Kendi zifiri karanlığımızı!
Uzak kaldık.
Bin yılların merhametinden Merhamet ediyorduk.
Vaad edilmiş yaşamın bütünselliğinde kendi içinde gerçekliğinde duruyor.
Bilinmez yaşamın bilinmez sokağın suretsiz(simasız) figüranları.
Kendimiz olan.
Görememek, hissedememek, dokunamamak,
Saklı anda kalan düşler gibi.
Ne karanlık ne de gece dilememek, kalsın her şey olduğu yerde!
Yas tutsam geceye gece utanır kendinden, yağmur desem gök mavi güneş olacaktı.
Saklı kalır kısacık anlarda, ölüm ile yaşamak arasındaki karanlık gibi.
Kent çöplerinden aşıranlar, tekersiz bisiklet çocukları,
Surlarda yaşama inat dumana vuranlar, parlak ışıklı orospular…
Ultra entellektüler, zıvanacılar, köprü altları, güneşsiz kürd işçiler...
Peki ışıklı reklamlar!
En güzel kadınlar.!
Sokaklar, dağ başları,
Tek gözlü evden süzülen ışıktan yıldızlara dek süren tanrı intiharları…
Bir deli düşün ve onun nasıl koştuğunu?
Zaman mı onu tüketiyor yoksa o zamanı mı?
Ve yaşadığımız tüm tanrıları yaşayarak öldürürken...!”
Düşünmek mi? Yaşamın en derinlerine akıp öteki olanın şehrin en karanlık sokaklarına girip, sonsuz uzun yolda
kaybolup gitmek ve her şey birbirine dolanıp kendi sonsuzluğunda kaybolana dek. Sonunda ise “Kan kuyusu
sessizliğinde beklemek” kalmaklı geriye.
Gece, yani tekinsizlik duygusu en hissedilebilecek mekân; gece. Nedenleri anlama noktasında bildiğimiz dünya ya da
yaşamda alışagelmişin görüntüsü vardır. Oysaki bunlar, gece de koyu karanlığın içinde kaybolurlar. O an soluksuz kalmış bir
delinin koşusunu gördünüz mü, izlediniz mi? Sevincini gördünüz mü? Eşcinselin korkusunu gördünüz mü koşularında?Ötekiye
kendi ötekimize, kendimize yasaklanmış bir yaşam.
Roboski’ye gidip gökten düşen bombalara çarpabilirsiniz ya da o bombaları alıp bedeninize yerleştirip patlatabilirsiniz. Yaşananlar, ölenlerin dışında kalanlar açısından tamamen alışagelmişin dışındadır. Pencereden bakıldığında ölen insan için
her türlüsü zaten mübbah sayılmaktadır. Terörist olma ihtimali bir kenara, canavar olması ise işten değildir. Sıraya dizdirilip
kurşunlanan, kervanlar şeklinde yollarda tek sıraya konulup topraklarından kovulmak Ermeni oluşundaki bilinçsel kader miydi?
Yoksa Ermeniler kendilerini kurşunların önüne mi attılar? Yoksa ana topraklarından mı gittiler? Zaten onlar için her türlü ölüm
biçimi mübbah değil miydi? Cennetin anahtarlarını alıp ölen Ermeni’nin şerefine cennetin şarap deresinden şarabını içmek değil
miydi tüm mesele? Bir toplum oturup karar alır deliler meclisinden. Çıkan kararda köyler ateşe verilir. Karda yürüyenin çıkardığı
sesten “kart kurt” yaratılmışların evlerini yakmak, hayvanlarını yakmak ancak ve ancak bir delinin yapabileceği bir şeydir zaten.
“ Onların zaten tankları, helikopterleri, uçakları vardı. Gidip kendi kendilerinin köylerini evlerini bombaladılar.” Deyip belki de
kendimizi kurtarabiliriz miyiz?.
Lanetleyen olursak elbet suçlu olmuş olmayacağız. Yaşanan bir inanç teorisi değil miydi? “Dikiş dikebilir, yemek yapabilir,
konuşabilir, konuşabilir, konuşabilir…”(Aday, Sylvia Plath) Devam edersek kadının kısaca bir tanımını koymuş olacağız ki yaşanan
soruna bir ışık tutulsun değil mi? Oysa kendimizi ne kadar da çok avutuyoruz. Tıpkı Edgar Degas’ın dediği gibi "Biz kendimizi
mümkün olduğu kadar bilgece avutacağız!" Anlatılan, bizim hikâyemiz. Cinsiyet özgürlükçü maskemizi çıkarma; içimizdeki feodale, iktidara eğilme; otorite karşıtlığımız yalanını bırakıp otoriter kişiliğimizle yüzleşme zamanı. Bir kadının, çocuğun öldürmek
istediği ama; öldüremediği mahlûkatlarız biz. O derece zavallıyız.
Adorno’nun, “Sokakta koşan kişi bir dehşet havası yayar çevreye” satırlardan sonra burjuva yürüyüşüne yabancılaşmaktan
girer, güven-siz-likten çıkar. Öldürmeye niyetlenmiş bir polisin hırsıza ‘koş!’ demesini alıp annesinin üst katta unuttuğu cüzdanını
getirsin diye çocuğuna söylediği sözle bağlar. Anlayacağınız, küçük çok küçük ayrıntılar, basit alışkanlıklar ve davranışlar üzerinden toplum eleştirisini ilmek ilmek dokur. Koşarken dehşete kapılmayan kadın yoktur. Hele ki ensesinde çığlık çığlığa koşan etrafa
hakaret yağdıran katil adayı varsa… Ama Baudelaire, “Tanrı, fahişelerin temsilcisidir” der. Erkek tanrıysa bu sözle ancak ve ancak
kendi yarattığı fahişelerin tanrısı olur.
Biliyoruz kendimizi daha da çok seviyoruz.
Zihnimizde tanımlayamadığımız onlarca soru vardır. Belki de cevabını bulmayacağımız sorular.
Tüm ötekileştirilmiş sokaklarda kendine yaşam bulan, öteki dünyasında anlatılacak her hikâyede, insanın insana zulmünü, iktidarın insana zulmünü, sitemin ötekisine mübah gördüğüdür. Bir nevi kıyamet sonrası gelecekte isimsiz bir ülkedeyiz.
Zamansızlık, iki zaman arasında sıkışmışlık, durgunluk ve ansızlık.
Bir an düşleriz; “O soruların dayanılmazlığında, yaşam durur, bir çığlık işitiriz arka karanlık sokaktan; anlam
veremeyiz. Bir şimşek gibi geceyi yırtıyor sonrasında o şimşek beynimize çakılır. İşte o an yaşam durur, nefes kesilir
ve taşıdığımız her kol kendiliğinden aşağıya doğru iner.”
Soğuk mu?
Evet, çok soğuk!
Saldırıya uğramış, deformasyona uğramış tüm düşüncelerimizi bir kenara bırakıp yeni olana doğru ilerlermek.
Karanlık ötekileştirilmişlerin sokağına; “sürgünler, yoksullar, kadınlar, çocuklar, eşcinseller, savaş mağdurları,
göçmenler, yaşlılar, ülkesizler, kovulmuşlar farklı bir ırka ve ten rengine sahip olanlar…
Yaşamda biçilmiş “biçtirilmiş” roller ya da onun dışına çıkılmış en saçmalığından ya da mantıklı diye tabir edilen söylemler
ve yaşam biçimleri. Bizlere uzun soluksuz bir koşudur ya da en renklisinden, en matına uzanan dur durak bilmeyen bir renk
kalası gibi gelir.
Hayatımızdan geçen ötekilerin dışında kalarak aslında onların bir parçası olduğumuzu unutarak, anıların iz bırakıp
tabulaşan genellikle içimizde sır diye sakladığımız, taşınması zor “ötekiler” kavramını konu alan farklı karelerin bir geçiş sahnesidir
diyor.
Buradan Şehrin tüm pisliklerine “Kötü çocuklarına, kadınlarına” selam olsun!...
TOPRAKSIZLAR...!
Düşüncelerimiz ölür gecenin yağmuruna,
Dokunulacak bir el, bir ten,
Gabar da çocuk çığlık çığlığa...!
Tepe de mitralyözlerle üniformalılar..
Deşili kibelenin karnı zilanda..
Doğmamış çocuklar süngülerin ucunda...
Şimdi yıldızlar yağıyor geceye.
Kadın susuyor...
Bir avuç toprak tebesümüne,
Dar ağaçları kuruyor lanet yemiş bir kavmin torunları..
O toprakların çocuklarının boynunda üryan.
Bir cellat elinde kutsal kitap,
Ne güzel parlıyordu ay,yüzünde...
Nasıl da geçiyor zaman!
Eylül...
Ve; Sen,
Yıldızlar ve ay en güzel zamanlarında..
Kurşunlar yağmur, bir kadın yüzüğünü gömüyor toprağa ve haykırıyor..
Yıldızlar yağıyor.
Koca bir kavga mevsimi daha geçti yüreğimizden..
Bir çocuk düşüyor
Cezayir sokaklarında fransız yapımı bir kurşunla işgal altındaki topraklarına..
Bir adam bağıryor..
Öldü !!
Ve; Avuçlarımıza iki damla gözyaşı bırakıp gittiler!
Bir kadın yetim,
Bir kadın evladının kemiklerinin peşinde meydanlarda..
Bir kadının yüreğine bombalar yağıyor her gece yakılmış bir coğrafyada..
Biçare evladını arıyor bin yılların Amed sokaklarında...!
Koştular kaçaktan.
Çocuk emekler sıradan patikaya.
Yüklenmiş geceden emeğini
Asidir Zap,
Ya dağlar,
Geceden kara.
Ateş gök kızıl,
Kırmızıdan kadınlar kuşatır.
Islak bir dokunuştur Dicle
Benzer...! Asidir...!
Dizleri çözüldü ey be çocuk!
Gözlerinde ölüm kaç parça eder...
(hep bu mecalsiz soru)
Temsili Düşler
Babil kentlerinde kalma taşların yıkıntılarını seviyoruz,
Gece; Suskun yağardı yağmur... Tanrı bir mezar taşında!
Bir daha sarılmayacak mezar taşına kadın!
Tepe de mitralyözlerle üniformalılar..
Deşili kibelenin karnı zilanda..
doğmamış çocuklar süngülerin ucunda...
Bir kurşun ensesini delip geçmiştir. Mechul!
Bir sonbahar sabahına bırakırız sevdamızı,
Cemreler düşürürdük yüreğine...
Newala Kasaba'dır ülkem!
...
“Topraksızlar”
ve salya sümük...
azgın,
kana susamış,
et yiyiciler...
bir çığlık kopuyor
yürek; kör
vicdan arsız...
ekabirler geliyor
gece karanlık,
ekabirler;sidik, fosiftik
gölgeli ve korkolu...
ROBOSKİ ne yana düşer?
.....mem....
ve salya sümük...
azgın,
kana susamış,
et yiyiciler...
bir çığlık kopuyor
yürek; kör
vicdan arsız...
ekabirler geliyor
gece karanlık,
ekabirler;sidik, fosiftik
gölgeli ve korkolu...
ROBOSKİ ne yana düşer?
ölüm kokusu sarmıştı her tarafı
bazıları yastık yerine
bazıları soğuktan korunmak için,
çekmişti ölüleri üzerine
bazıları da doksan günlük midesine
birşeyler girsin diye
yapışmıştı ölülerin memesine
.....mem....
Geceyi aydınlatan tek bir yıldız yoktu, ay görünmüyor ve rüzgar sınırları
ihlal ediyordu tıpkı elleri gibi, bir sınır taşına yanaştı ürkmüyordu. Artık biliyordu birkaç adım daha atsa
ihlal edecekti anlaşmalar ile kağıtlar üzerine çizilmiş sınırları. Ayaklarında eski bir bot vardı daha önce
kaç kişi giymişti biliyordu bir önemi de yoktu zaten yün çorabı ayaklarını karın içinde donmaktan koruyordu. İlkbaharda koyunlardan kırpılan yün ile görülmüştü emek sıcak tutuyordu ayaklarını. Biraz daha
yürüdü katırı ise hemen arkasında donmasın üşümesin diye konyak içirmişti. Sahip olduğu tek canlı, katır,
üşümüyor ve sahibinin ardından yürüyordu.
Tam sınır boyuna geldi tel örgüler vardı aşılması gereken yırtılmış kopmuş ve hükmü daha önce
yüzlerce kez geçersiz kılınmış bir örgü. Durdu sınır taşının dibinde soğukta elleri üşümesin diye evde
odun sobasının yanında sardığı tütününü çıkardı göğsünden bir tütün yaktı ve sırtını onlarca kilometre
yürüdükten sonra ilk defa dinlenmek için durduğu sınır taşına dayadı, aklından geçenleri tütünü bitene
kadar güzeldi, çocukluğunu düşledi kaçağa geldiği ilk günü, babasının yanında buralarda böyle işliyormuş
babadan oğla bir miras gibi. Dağların yamacında, yılın 9 ayı kar altında olan köyünde başka bir alternatifi
yoktu çünkü. Okul şehir merkezinde ve yatılısızdı.
Yani yatacak yeri yoktu ve kendi ülkesinde oda kolay(!) olanı seçmişti. Babasının yürürken açtığı patika
yollardan yürümeyi.
Tütünü bitti yola koyuldu, bir ülkeden bir dış ülkeye içte dışta bir olan ülkeye bir adım önce yasası,
bayrağı resmi dili farklı bir ülkeden gelmişti. Bu farklılık bile yorgun kılar insanı ama alışıktı. Babası
ve amcası vurulmuştu katır sırtında tam o yerdeydi ve durup onları anmak için zamanı yoktu ve hiç
olmayacaktı saniyeler ile yarışıyordu legal devletlerin illegal yolcusu, akrep ve yelkovanın sesi kalbinin
sesini bastırıyordu. Saati kösteksiz baba yadigarıydı, anıların saygıdan değil öldürüldüğünde babası erksiz
kalmasın ev diye takmıştı koluna saati annesi. Oda zamanı öyle takip ediyordu.
Saatin duraklamaması gerek, sınır nöbetçilerinin nöbet değişim saati tüm devlet işleri gibi hep
aynı dakikalardı. Saatine baktı ve yürüdü emin olduğu patikadan, kaçağa gittiği zaman aynı yerden alırdı
mazotu oraya vardığında güneş ilk ışıklarını süzüyordu dağların ardından. Köyünden uzakta yeni bir gün
başlıyordu zamanı değerliydi.
Gece erken çöküyordu çünkü.
Katırına yükler yükledi bıyıkları henüz terlemiş babalık duygusunu erken yaşamış kaçak.
Daha zaman vardı, şehrin kaçakçılarının bulduğu pazara yürüdü. Biraz dolandı önlerinde ateş yakıp
ısınmaya çalışan ve aynı zamanda yasal hiçbir evrakla varlığı kanıtlanamayan malları satmaya çalışan
dilinde konuşan insanların arasında.
Baba olmuş ve kızının kokusunu taşıyordu koynunda cebinde hiç parası yoktu. Yürüdü tam
pazarın sonuna geldi ki bir oyuncak bebek çarptı gözüne güzelce bir şeydi. Pazarlık yaptı aynı dili
konuştuğu kirli sakallı eski montlu adamla saatine karşılık o bebeği alacaktı nasıl olsa eve varacaktı.
Bebeği koyununa sakladı ve katırların bulunduğu katırlar pazarına yürüdü. Elleri cebinde tütünü
ağzında tütüyordu, gece çökmeye başladı ve yola koyuldu geldiği patikadan.
Bir nüfus cüzdanı ile bağlı olduğu ve ona hiçbir zaman ait olmayacak bir ülkenin yoluna,
yürüyor katırı da arkasından geliyordu. Sınıra varmadan saatine bakmak istedi kolunun boş
olduğunu anlaması çok geç olmadı...
Yıldızlar yine aydınlatmıyordu geceyi, durmadan yürümeye devam etti. İlk kaçağa geldiği
andaki heyecanı hisseti göğüs kafesinde sol elinde katırın bağlı olduğu ip sağ eli ile göğsüne dokudu,
henüz yeni doğmuş kızı için aldığı oyuncağı hissetti ve kızının kokusuna kavuşmak için daha hızlı
yürüdü sınıra doğru . Nöbetçi kulübelerinde ne olduğunu bilmiyordu. Yürümeye devam etti durmadan zaman avuçlarında kar gibi erimeye başladı, artık son birkaç adım kalmıştı, ha diyecek ve
bitecekti gece....
Sessizlik kör bir yılan gibi süzülüyordu dikenli sınır telleri arasında, birkaç adım sonra
bitecekti...
Bir ses yankılandı sonra sesi devam ettiren benzer bir ses ve onlarca ses ardı sıra, önce katırın
düştüğünü gördü sonra elini göğsüne attı sıcaklığı hissetti bebeğin ve ıslanmıştı yerdeki beyaz örtü
gecenin karanlığında da beyazdı...
Onu bulduklarında evlerin sobaları yanıyordu, güneş bulutların arasında parlıyordu, beyaz
tabiat örtüsü kızıla bürünmüştü ve soğuk bedeninden akan kanı dondurmaya yetmişti, ondan geriye
ortasından yasal bir mermi geçen bir bebek kalmıştı kızına hatıra bir de arka cebinde bir kimlik ait
olmadığı ülkenin aitlik belgesi...
İsimsiz hatırlar...!
Baran Baglan
ve;
Icimizde garip bir çıcigliık Sen
güldün hani bir vakit
dolanip
duruyor degil mi?
Ben uykusuz
İs çökmüş gözlerine
Ürkütüyor
sabahsız her gece
Bu çığlık aynı zamanda garip bir sessizliği de karnında Bir
baharın
düşündeyim
taşıyor.
Kurutulmuş
yaprak şiirinden
Bu
garip çığlığa gebe.
Konuşmanın
ardına
kalan
…
Yoksun
İlginçtir..
Sevmekti beklemenin ardılı
Susmaktır
Bu beden bana pek uymuyor. Bana ait olmaması gereken Yarına
güncesiz.
bir bedende yasamak zorunda kalmak da garip bir
...
duygu. Ama dünya işte. Geldik bir kere elimizde
olmayan nedenlerden dolayı..
Mani “ruhun aydınlığı bedenin ise karanlığı temsil ettiğini” söyler. “Ruh bedene sıkıştırılmış bir
tutsaktır” Maniye göre..
…
Belki de öyledir..
Bunu nefes aldığımız her an hissetmek için yüreğimizin gözüyle bakabildiğimizde daha iyi görüyoruz..
…
Belki de özgür olan beden değil..
ruhtur,
yürektir..
Beden içinde doğduğu toprağa, havaya, zamana, mekana...
Mahkumdur..
Ya ruh ve yürek... Tutsağı olduğumuz bedenin bize dayattıklarını yaşamak zorunda oluşumuz sadece
maddi bir gerçektir. Ancak yaşam sadece maddi gerçeklerle mi örülüdür?
…
Bence öyle değil..
Aslolan ve bugünün dünyasında insanların aslında kaybettikleri, arayıp da bulamadıkları gerçek veya
hakikat dediğimiz şey de bu olsa gerek.. Özgür kılmamız gereken bir ruhumuz ve yüreğimiz hala varsa
(ki ben var olduğuna hep inanmışımdır) biraz da kendimize dönüp bakabilmeliyiz.. Bu bakış aynaya
bakar gibi değildir. Orda görünen sadece bir beden parçasıdır..
…
Pek de bize ait olmayan..
Ki baktığımız şey yani ayna da ne kadar doğruyu olduğu gibi yansıtır o da ayrı bir felsefik tartışma
konusudur..
“Bir başlangıç noktası düşlenir ve başa dönülür. Geri döndüm (mü). Kendi ellerimizle çizdiğimizin
kederin oluşturduğu düğüm noktaları oluşuyor. Bu düğüm noktası nerededir? İpin hangi ucu çözer bu
yumağı? Yoksa bir ip mi, bir zincir mi? Kesilip atılabilir mi? Bur sarmaldan kurtulabilir miyiz?”
Ve;
Aynanın da arkasi karanlıktır..yoksa ayna olmaz.. O Yüzden bedenin emrettiği yaşamın soğuk ve donuk
gerçekleri olan şeylerden uzak kaldıkça ruhumun ve yüreğimin sesine daha da bir yakınlaştığımı hissedebiliyorum..
Demek ki zamanla sadeleşebiliyormuş insan... İnsan ki kendinde sadeliği yakaladıkça, fazlalıklarını
(maddi dünyanın bize sunduğu tüm zevkler mi diyelim ona maddi dünyanın soğuk ve donuk gerçekleri
mi yoksa ruhsuz ve yüreksiz eşyalar yığını mı..) ata bildikçe ruhundan ve ruh-yüreğinden kendine daha
çok yaklaşıyor, daha çok kendi olabiliyor..
….
Belki de özgürlük arayışı kendi olma yolunda verilen en buyuk savaştır..
İnsanin en büyük en kadim savaşıdır özgürlük. Özgürlüğü de sorgulamak gerekir. Bir toprak parçası
Üzerinde özgür olmak, veya maddi dünyanın getirip önümüze döktüğü bin bir şeyle kendini özgür
hissetmek acaba gerçek mi, hakikat mi? Özgürlüğe buradan bakınca aslolanın iç özgürlük, kendi bağımsız
düşünce ve duygu dünyasını yaratan, yüreğinin gerçek sesini duyabilen ve ona kulak verebilen ve o
yüreğin ışıklı ve aydınlık yolunda yasama kendi rengini kata bilendir belki de özgür insan.. Kendinde bu
yöntemle bir kimlik yaratan, kendisini sadece maddi dünya gerçeğinin ona sunduğu veya onda yarattığı
geçici kimliklerden sıyırıp kendi öz kimliğini yetenekleri, yüreği ve ruhuna dayanarak yaratan insandır
özgür insan.. Bu insan ki sevgi dolu,huzur veren, anlayan, çözen, duygulanan, hisseden, sevebilen,
dost olabilen insandır.. Biz ise en zorunu yapıyoruz.. Kendimizi bedenimizin ve maddi dünyanın verili
kalıplarına hapsedip onun içinde özgürlüğü veya kendimizi arıyoruz..
...
Nafile..
Boş bir caba hepsi...
Aslolan insan güzeli yüreklerimizin sesi, solugu ve cigligini duyabilen ve buna ruhunu katabilen insandır..
yani benim sensin biziz...
kendimiz oldukça ve kendimizi hep ama durmaksızın aradıkca özgürleşmeye yaklaştığımızı unutmamak
dileğiyle...
…
Solin Lorin
M. Antonioni Sinemasi
“…Hiç kuşkusuz, bir film, kamu seyirliği olduğundan, özel sorunlarımız da
özellikten ayrılarak kamusal bir nitelik kazanır. Kendi adıma bugün iyice belirli bir duygum var;
bugün derken, tüm dünyanın geleceğini ilgilendiren olaylar, kaygılar, korkularla dopdolu bir çağdan
söz ediyorum. Kimi konulardan söz etmeyi sürdürmenin bir hata olduğu düşüncesindeyim. Çünkü biz
sinemacıyız, bu nedenle de herkesin dikkati üzerimize çevrilidir. Bu nedenle kişisel yaşamımızın, her
zamanki gibi süregittiği sanısını uyandırmaya hakkımız yoktur… Gerçekten de dünyayı tedirginliğe
yönelten önemli olaylar karşısında bir aydının yapabileceği en olumsuz şey, insanların dikkatini bu
önemli olaylardan uzaklaştıracak konularla uğraşmaya devam etmektir.Savaş yıllarında da, savaşın
hemen ertesinde de ‘Yeni Gerçekçilik’ten söz edilmiyordu. Bugün gerekli değişikliklerle buna benzer
bir atmosfer içinde olduğumuzu sanmıyorum. Hangi filmleri çevirebileceğimizi bilmiyorum, bunu
öğrenmek de ilgilendirmiyor beni. Hiç kuşkusuz bazı şeyler olduğunu seziyorum, o da şu: Gerçeğin
ortasında bilgiyi savunmak. Ve birçoğunun zihinsel tembelliğine ve sorumsuzluğuna katılmamak”
Antonioni (1912-2007), 1958 yılında sinema hakkındaki görüşlerini böyle ifade eder. Sinemada, İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının şekillenmesinde emeği geçen sinemacılardan biri olan Antonioni, daha sonraları değişen ve beraberinde gelişen özgün kadrajını, hiçbir akıma bağlı kalmadığını
ispatlayan fimler çekerek izleyicilere kendi tarzını, içeriğini ve biçimini sunacaktır.
1948-50 yılları arasında 6 belgesel film (N.U. Nettezza Urbana-Çöpçüler, L’amorosa Menzogna-Aşk
Yalanı, Superstizione-Batıl İnanç, Sette Canne Un Vestito-Yedi Baston Bir Giysi, La Villa Dei MostriCanavarlar Evi, La Funivia del Faloria-Faloria’nın Teleferiği) yaptıktan sonra ilk uzun metrajlı filmi
olan “Cronaca di Un Amore-Bir Aşkın Güncesi”ni 1950 yılında çekerek sinema dünyasına merhaba
der.
Sonra beraberinde 1953 yılında çektiği “La Signora Senza Camelie-Kamelyasız Kadın” 1955’te
Cesare Pavese’nin romanından uyarladığı “Le Amiche-Kadınlar Arasında” 1957’de “Il Grido-Çığlık”
1959 yılındaysa sinema tarihinin en iyi filmleri arasında yer alan ve kendine uluslar arası alanda
ilk başarıyı sağlayan “L’Avventura’’yı (Serüven) çeker. Çektiği filmlerde savaş sonrası kadın-erkek
ilişkilerini, gençliğin sorunlarını, insanın yabancılaşmasını, tedirginliği toplumsal belleğini irdeleyen
yıkımları eleştiren bir dillekamerasını konuşturmaya hep devam etti.
Antonioni için, renkler çok önemliydi. Nihayetinde ilk renkli filmi olan “Il Deserto RossoKızıl Çöl”ü 1964’te çeker. Renk uyumuna oldukça önem veren İtalyan yönetmen, ünlü Alman
filozofu Hegel’in renk kuramından etkilendiğini söyler. Renkleri hep bir simgeye dönüştürmeyi
amaçlayanAntonioni,sonraki renkli filmlerinde de bu amaçla devam edecektir.
1966’da çektiği Blow-up (Cinayeti Gördüm) filmi Cannes Film Festivali’nde ‘’Altın Palmiye’’
ödülünü alır. Blow-up filminde kullanılan renk uyumu, doğa sesinin kullanılışı ve oyuncunun harika
performansı ile 60’ların gençlik ruhunu, ‘’gerçeklik ve yanılsama’’ ile bir vererek dönem gençliğininruhunu
(uyuşturucu partilerini, vurdumduymaz hâllerini) ahlaki açıdan eleştirmeden, dünyanın sinemasal
görüntüsünün etkili bir korku alanı haline gelmesi gerektiğini, algılarda tutmayı hedeflediği bir film
olmuştur. Film, aydınlanma eleştirisi olarakta görülebilir çünkü; teknolojinin ilerlemesi insanları
tembelleştirerek tüketime daha çok sevk eder hâle gelmiş, teknoloji ile yaratılan değerlerin esiri altına
giren insan; benliğini, kimliğini kaybederek ‘’yaşamın anlamı nedir?’’ sorusuna kafa yoramayacak kadar
budala bir nesile daha doğrusu kapitalist sisteme sert eleştirilerinsunulduğu film özelliği taşır. Yaşanılan
dünyanın maskeler dünyası olduğunu söyleyen Antonioni, insanın hayali bir dünyada yaşadığını dile getirir.
Antonioni filmlerinde renkleri titizlikle seçmesinin nedenini soran bir gazeteciye; “Yaptığım her
şeyi açıklamamı istemeyin benden. Açıklayamam. O öyledir. Bunu gereksindiğim belli bir anın nedenini
sizlere açıklayamam. Bir renk gereksinimimin nedenini nasıl açıklayabilirim.” ve ekleyerek “Sadece renkleri değiştirmiyorum, onlardan yararlanmaya çalışıyorum.” der.
Antonioni sineması anlatım dili olarakta farklılıklar gösterir. Bir olay örgüsü ve ‘son’lara yer verilmeden kahramanların yaşadığı olayları soyut bir anlatımla göstermeye çalışır. Bu sebeplede temasının
yorumlanması için kamerasına devingenlik verir. Bir yürüyüş sahnesinde kahramanı uzun planda takip
eden kamerayı yine dış dünyadan kahramanın çevresiyle yürüttüğü ilişkileri görmemiz için de kullanır.
Bazı zamanlarda ise ‘gizem’ yaratmak için uzun planlar gözümüzden kaçmaz.
Antonioni uzun ve kaydırmalı planlar kullanmayı tercih etmesinin sebebini: “Uzun plan kullanma alışkanlığım ilk filmim olan ‘Cronaca di Un Amore-Bir Aşkın Güncesi’ni çektiğim ilk gün ortaya
çıktı. Hareket etmeyen kamera beni rahatsız etti. Sanki felce uğramıştım, sanki benim ilgimi çeken tek
şeyi, oyuncuları izlememi engelliyordu. Ertesi gün kaydırma arabasını(travelling-tracking shot) sete getirdim. Böylece oyuncularımı çevrede dilediğim kadar izledim. Bu yöntem benim için gerçeği sunmamın
en iyi yoluydu.” diye açıklar.
Çekim tekniği üzerine bir söyleşisinde de; “…Çekim süreci içinde bir planı nasıl çekmek
istediğimi düşünmem; sadece çekerim. Filmden filme değişen tekniğim tamamıyla içgüdüseldir ve asla
önceden düşünülmemiştir. Ne var ki, ‘La Signora Senza Camelie-Kamelyasız Kadın’dan önceki ‘Cronaca di Un Amore-Bir Aşkın Güncesi’ne göre daha kuralcıydım. Çünkü ilk filmimi çekerken oyuncuları,
sahneleri bittikten sonra bile çok uzun planlar çektim. Ancak ‘Cronaca di Un Amore’ sonraki filmlerimden daha yenilikçi değildir. Sonraları kuralları daha sık yıkmaya devam ettim. Örneğin; ‘L’AvventuraMacera’da ve özellikle ‘Blow up-Cinayeti Gördüm’de.‘Blow up’, fotoğrafta olduğu kadar kurguda da
kurallara aykırıdır. Roma’daki Deneysel Sinema Merkezi’nde hareket halindeki bir planın hiçbir zaman kesilmemesi gerektiği öğretilir. ‘Blow up’ta devamlı bunun aksini yaptım ve şimdi de yapıyorum.
Örneğin; filmin kahramanı bir telefon kulübesine doğru ilerlerken kesmeyle çarpıcı bir planla oradadır.
Ya da filmin kahramanının mankeni fotoğrafladığı sahnedeki sıçramalı kurgu. Roma’daki sinema okulundaki hocaların skandal olarak niteleyecekleri şeyi yaptım. Sahnedeki aksiyon süresince birkaç kere
kestim. Fotoğrafçımın çekim sırasında hissettiklerini izleyiciye aktarmak istedim. Gerçi günümüz
sinemasında bu yöntem oldukça geçerlidir. Ben kurallara boş vermeye uzun zaman önce başladım.
Artık kurallara boş vermek, çoğu yönetmen için geçerli bir uygulamadır.”der.
Sinemada görselliğe önem veren başarılı yönetmenler arasında yer alan Antonioni; renklerle,
doğa sesiyle, dinginlik ve sâdelikle sunduğu filmlerde izleyiciyi sinemanın büyülü dünyasına katmayı
başarabilmiştir. Kamerayı eline aldığından beri sinemaya olan tutkusunu ölünceye dekdile getirdi diyebiliriz. Antonioni, belki de yaşamak istediği dünyayı sinemaya uyarladı… Renklerin ahenginde daldan
dala konan bir martının sesi yahut yemyeşil bir ağacın hışırdayan yapraklarında ona ulaşmak mümkün
olabilir. Kim bilir…
Guney Birtek
Güzel yazmışsın. Tiradını beğendim. Alkışlıyorum.
Hackerlardan bir ekip kurup, tüm bankaların sistemlerine girip,
herkesin kredi kartı borcunu silmek; tüm banka hesaplarını eşitlemek.
Herkesin banka hesabında aynı miktarda para olması güzel olurdu. Gidelim mi?
Tamam çay içebileceğimiz bir yer bulalım hadi.
"Kaybolmuş suskunluklar gibi gezinirken ortalıkta düşlerim. Ben
yabancılaştım her şeye ve herkese. Nerde olduğunu bilmeden, ne için
orda olduğunu bilmeden rüzgarda savrulan kağıt parçaları gibiyim
sokakta. Kaybolmuş bir çocuk gibi. Tüm kentler yabancı, tenler,
öpüşler... yalnızlığın kendisi bile yabancı... tanımlamalardan,
bilmelerden geliyorum. Kafa karışıklığından mutlu entelektüel
uğraşlar; unutturuyor bir şeyleri. Hep bir şeylerin içinde
kayboluyoruz zaten; ufak tefek kaybolmalarda unutuyoruz bu dünyadaki
asıl kaybolmuşluğumuzu. Unuttukça mutlu oluyoruz. Hatırlatan şeylerden
tiksiniyoruz, sarhoşluğumuzu seviyoruz. Sevişmekten tat almayıp yinede
sevişen elinden başka bir şey gelmeyen sevişenleriz. Her şey
makineleşiyor. Duygular anlık refleks. Ezber edilmiş hayatları,
ilişkileri yaşıyor ezber edilmiş düşlerde geziniyoruz. O yüzden hayata
zindan demeler. Sanatçıları da o zindanı bezeyen; çaresizliğimize
morfinli iğnelerle çare bulmaya çalışan doktorlara benzetiyoruz. Ölüm
kurtuluş oluyor; intihar istemiyle geliyor ve hep orda duruyor bir
yerlerde kendi halinde. İntihar da içimizde bir yerde esir bir
istemden başka bir şey olmuyor. Kilitli olmadığını bildiğimiz bir
kapı, açıp dışarı çıkmaya cesaretimiz yok; zindan alışkanlığı. Kişilik
zırhı; hayata ve diğerlerine karşı geliştirdiğimiz savunmalar
güçlendiriyor duvarları. Biz kendimizi korudukça hayata karşı, daha
derinine iniyoruz zindanın. Dengeler yaratıyoruz. Dengesizliğe
tahammülümüz yok, belirsizliğe... Sahip olduğumuz şeyler var sanıp,
sahip olduklarımızı giyinip titremelerimizi dindirmeye çalışıyoruz.
Korkuyoruz. Kaybetmekten, sahip olduklarımızı yitirmekten korkuyoruz,
dengelerin bozulmasından, belirsizlikten. İnsani dengelerimizi
kaybediyoruz farkında olmadan böylece, esir ediyoruz kendimizi
kendimizde. Dengede olan bir şey yok aslında, kaybedecek hiçbir şey
yok. Neden buradasın bu dünya ne, bu yaşadıkların... cevap yok. Dinsel
sözcükler, anlık sayıklamalarla dozlaşmış ağrı kesiciler. İkinci elden
cevaplarda buluyoruz bazen; 'işteyim çünkü çalışmak zorundayım'...
Tanrısal oyunlarda oyuncularız. Alkışların sarhoşluğunda... Hep bir
şeylerin içinde kaybolma oyunu bu. Kaybolduğumuz yerlerden tanıyoruz
birbirimizi, isimlerimiz var; işlerimiz uğraşlarımız, ailelerimiz,
şehirlerimiz, doğum tarihlerimiz, gidecek bir yerlerimiz; geldiğimiz
bir yerlerimiz var, beklediğimiz duraklarımız... Tiradımı beğendiniz mi,
alkışlar mısınız?..."
İnternetten bir blok da yayımladım. Bu internet güzel bir olay.
Düşünsene herkes yazılarını yayımlayabiliyor. Ego tatminini yaşıyor.
Demek bir bloğun var?
Evet.
Diğer yandan belki de herkes benim gördüğüm gibi bir çöplük olarak
görüyor interneti.
Yazmak çöpe atmakla aynı şey zaten.
Internet in vajinal hali. Bir yazar, yazarak boşalıyorum içinize
demişti. Sende yazarak boşalıyorsundur belki internetten.
Hayattaki her şeyi orgazmın halleri olarak görmen güzel.
Öyle değil mi zaten? Hiç olmazsa kesin ve net...
O yazar kesin erkektir. Bir de olayın dişi tarafını düşünsene. Dişi ne
yapıyordur yazarken içine mi alıyordur? Ya da okuyan herkes dişil bir
hal mi alıyordur?
Evet içine alıyordur. Yazarken o da boşalıyordur belki. Okuyanların
durumu başka bir şey.
Bak hangi ideoloji din felsefe öğretisi vs olursa olsun hepsi bir ön
kabul gerektirir. Hepsine bacaklarını açar dişi olursun. İçine
girmesine izin verirsin.
Ya da varoluşçuluktaki gibi sen herkesin ve her şeyin içinden geçerek
kendini var edersin.
O saçmalık; kendi kendini var etmek, o tanımlamayla ömür boyu süren
bir süreç. Bir sonu yok. Ölmekle tamamlanıyor. Yani dün gece
öldürdüğüm beden kendi varoluşunu tamamlamış mı oluyor?
O felsefeden bakarsan öyle. Sana teşekkür etmeli. Ya da sen onun
içinden geçerken parçaladın geçtin varoluşunu tamamlayamadı o neden ve
ruh.
Yarın bir gün yakalanırsam hakime 'varoluşumu tamamlamam gerekiyordu
hakim bey baktım arkadaşta varoluşunu tamamlayamıyor yardımcı olalım
dedim' derim.
Sen en iyisi 'yaşama hakkını elinden alma hakkımı kullandım' de.
Yer mi?
Yemez tabi. Ama sende Abdullah Öcalan gibi bir felsefe kitabı yazarsın
içerdeyken. Neyi, ne için yaptığının felsefesini yaparsın. Adını da
'bir cinayetin savunması' koyarsın. Avrupa insan hakları mahkemesi
onunkini yemedi ama seninkini yer belki.
İyi yazarlar sadece kurgularlar biliyorsun. Ne kadar kurgu o kadar iyi
yazar. Bu edebiyatın doğru orantısı.
Ya da Amerikan tarzı bir şey olur. En çok satanlarda ilk onda olur;
içerdeyken zengin olurum.
Kısmen evet. Yaşayanı değil katibi olmak yaşamın. Yazmak bu. Asosyal
ve aynı zamanda kahvaltı yapabilen insanlar yazar olur.
İşime gelir sen içerdeyken parayı ben yerim.
Kahvaltı?
Çayları öde de kalkalım. Gidip uyuyalım. Akşamda bir yerlere gideriz
alkol doldururuz bünyeyi.
Aynı şey olacak biliyor musun. Uyanınca rüya olacak her şey.
Tren yolcululuklarımdan birinde eskiden tanıdığım bir müzisyene
rastlamıştım. Çocuk Malatya da müzik öğretmenliğine piyano da Shopen
çalıp girmişti. Müthiş bir çocuktu ona neden öğretmenlik? sen büyük
bir bestecide olabilirdin dediğimde o yolculuk sırasında; bana 'büyük
besteciler kahvaltı yapabilen insanlar' demişti. Edebiyat içinde bu
aynı. Sürekli yazmak, okumak belli bir gelir gerektiriyor.
Uyandığına şükredersin sende o zaman. ...
Şiirden ya da sadece yazmaktan para kazanan kim var ki?
"Gözlerini açtığında siyah ve kahverengi renklere bürünmüş bir
resimdeydi. Bağlarda Hürriyet ilköğretim okulunda ortaokulun son
sınıfında bir öğrenci. Fen bilgisi öğretmeni ismi kara tahta olan haki
renk tahtaya bir şeyler yazıyor ders anlatıyordu. Birden kapı açıldı
ve içeri sınıftaki hemen herkesin yerdeki kalemi almak bahanesiyle
külotunu gördüğü hülya girdi. Hülya bir başka kız arkadaşının koluna
tutunmuş yürümeye çalışıyor, ağlıyordu. Öğretmene bir şeyler söyledi
ve öğretmen elindeki tebeşiri yere fırlatarak 'Allah kahretsin!' diye
bağırdı. Sınıftan çıkan öğretmenin ardından o da dışarı çıktı. Ne
olduğunu anlamaya ,çalışıyordu. Hülya ne demişti, neler oluyordu.
Bilmeden yürüdü kalabalıkla, kalabalık okuldan çıkmış yürümeye devam
ediyordu. Gökyüzü griydi. Yürüdü. Hülyaların evinin önüne vardığında
yerdeki kanı gördü. İnsanların anlattıklarını duydu. Zübeyir hoca
vurulmuş. Kontgerilalar... Tam elini belindeki silaha atacakken...
Yanında bir başka öğretmen daha varmış... Zübeyir hocayı tek bir an da
hatırlıyordu. Okula girmek için istiklal marşı ve and içmeleri gereken
toplanmanın ardından, okulun müdürü daha oradayken; 'Kaloriferler
yanmıyor. Derslere girmeyin. Sınavlara girmeyin. Bunu protesto edin'
diye bağıran öğretmendi o. Başka bir ilkokulun yanında kırtasiye
dukanı olan normal sıradan bir öğretmen. Daha sonraları faali
meçhul(!) cinayetlerin sıralandığı bir kitapta onun ismine
rastlayacaktı. İstanbul da bir dostunun evinde aradan yıllar geçmişken
ve o gözlerini kapamışken yine böyle zamana. "
Bir Mungan, bir Pamuk... Şu mp3 olayı var ya müzikte. Hani artık kimse
albüm almıyor ve internetten indiriyor muhabbeti.
Bu ne?
Kuantum?
Zübeyir hoca.
Kuantum. Bazı sözcükler vardır dilin tarihinden midir yapısından mıdır
nedir bilinmez; sözcükleri ve harfleri kullanış biçimimiz o sözcüklere
farklı anlamlar katar. Doğaüstü ve gizemli duyarlılıklar.
Uyuyalım uyanalım bakarız.
Yazarların her şeyi kendilerine malzeme etmesinden nefret ediyorum.
Malzeme etmek değil bu. Bir roman yazmayı tasarlıyorum aradaki bir
bölüm olacak bu da.
İyi yazarlar asosyal olur diyorsun.
Evet.
Müzisyenler albümü yapıyor klip çekiyor televizyonlarda gazetelerde
görünüyor ne için biliyor musun? Ekstralar için. Yani konserler gece
kulüpleri barlarda sahne almak oradan para kazanmak için. Bu edebiyat
içinde böyle. Kitabın çıkar isim yaparsın sonra gazetede dergilerde
yazılar yazmaya oradan para kazanmaya başlarsın. En azından günümüz
Türkiye gerçeği bu.
Bu cinayeti de onun için mi işledin? Yani para kazanmak için.
Olabilir. Bilmiyorum. Ben sadece önüme geleni yaşıyorum sonrada oturup
yazıyorum. İlerde bunları yazar bunlarla isim yapar, sonra da gazetede
dergilerde yazılar yazmaya başlayıp para kazanırsam bu sadece 'sonuç'
olur. 'Neden' yok biliyorsun. Sadece 'sonuç' var. 'Nedenler' kendimizi
kandırdığımız, anlık rahatlamalar yaşadığımız sözcükler.
Tarih kökten yalan oluyor bu dediklerinle.
Biraz öyle. Artık aynı nedenler aynı sonuçları doğurmuyor. Her şey olasılık.
Sözcüklere mi taktın şimdide?
Devamı var. Bu, bazı harflerin dişi bazılarının ise erkek oluşuna
kadar gelir; sözcüklerin matematiğiyle evlenir sonrada büyü
kitaplarında yaşamaya başlarlar.
Ben uyumak istiyorum.
Evet. Büyülüdür bazı şairlerin mısraları.
Ben bir duş alacam.
Gündelik hayatta kullandığımız kelimeler üzerine düşündüm bu gün;
saygı, selam, sevgi, gurur, nefret... İnsanoğlunun yalnızca sahip olduğu
ya da sahip olabileceği şeyleri sevdiğini fark ettim. Bu, gururun
insanın kendi kendine karşı duyduğu sevgi olduğunu ve nefretin sahip
olmanın engellenişi olduğunu fark etmemle sürdü gitti gün boyu. Hatta
saygınız için savaşın diye bir manifesto yazdım insanlara.
Öldürmezsin beni bir daha değil mi.
Egosantrik ilişki diyorlar buna.
Evet ama sanki kendi ilişkileri farklıymış gibi kullanıyorlar o
sözcüğü. Bir Budist rahibi gibi geçici mutluluklardan, hazlardan uzak
durarak sonsuz bir huzur ve mutluluk yaşamak istemiyorum ben.
Bu midemi bulandırıyor.
Ben insanım duyuşlarımı köreltmek istemiyorum. Evet, gökte uçan kuşun
kanadındaki rüzgârı duyabiliyorum tenimde, kuşları; uçuşlarını
seyredince ya da ılık bir rüzgâra kapamayı gözlerimi seviyorum ama
ağaç olmak istemiyorum; kıpırtısız ve dingin...
Bunun için mi öldürüyorsun?
"Esaretin Bedeli" filminden bir replik değil sadece "ya yaşamakla
uğraşırsın ya da ölmekle" sözü. Hep seçim yapmak durumunda kalıyor
insan, her an, ya yaşamı seçiyor ya da ölümü. Artık geçmişe de
inanmıyorum geleceğe de. Geçmişimize dair tüm yorumlarımız içinde
bulunduğumuz an a göre şekilleniyor. Gelecekse olabilecek olasılıklar
toplamı ve ne kadar zeki olursa olsun bir insanın bütün olasılıkları
hesaplayabilmesi mümkün değil.
Olan oluyor yani. 'olan oluvermez, ölmesini bil' demişti ama Özdemir Asaf?
Evet ama o geçmiş zaman geri gelmez anlamında söylemişti. Değişimin
gereği olarak ölümdü onunki. Tinsel bir ölüm.
Evet. Tinsel bir cinayette işlenebilirdi.
Evet yazarak.
Ama yaşayarak öğrendiğimiz şeyler sadece hayatın akışını değiştiriyor.
Denemeliydik.
Ben uyumak istiyorum.
Sen uyu.
Sen uyu.
Katil olmayı denemek istemiyorum bir daha rahatına bak. ...
Sores Haki Celik
Her ihanete bir anlam yükledim, ben sana değil kendime ihanet ettim... Seni değil ruhumu
görmezlikten geldim. Her ihanete bir anlam yükledim, ben sana değil kendime ihanet ettim... Seni değil
ruhumu görmezlikten geldim. En çok kanayan yara alan, ben oldum...
Kapıyı açtım uğultu ve serinlik örtümü sıyırıp tenime dokundu sevmiştim bu armoniyi huzurla indim merdivenlerden şemsiyeyi açtım ve yürüyordum işte. Çok az sayıda insan olması benim
için her zaman avantaj olmuştur. Fark edilmemek bunu kaçınız isterdi.
İhanetime kayıtsız kalamazdın... İhanetime kayıtsız kalamadım. Kendimi ben yaraladım.
Kimse duymasın işitmesin diye uçurum sonlarında ağladım, pişmanlığı ademden sonra ben bilirim.
Yalnızlık şeytanlaşmak mıdır? Daha yalnız kalmak istersin daha sen daha bir sensindir... Makyaj
yapmalıyım öyle ağır olmalı ki tanınmayacak hale gelmeli, o zaman eksikliğim fark edilmez o zaman
bende güzel görünürüm ve yalnız kalmam gerekmez… Her ihanete bir anlam yükledim, ben sana değil
kendime ihanet ettim... Seni değil ruhumu görmezlikten geldim. Her ihanete bir anlam yükledim, ben
sana değil kendime ihanet ettim... Seni değil ruhumu görmezlikten geldim. En çok kanayan yara alan,
ben oldum...
Güzel kadınları görüyorum kafeler de, sıcak çikolata içiyorlar ve yanı başlarında kibar
erkekler onları izlerken hayranlıkları yüzlerine yansıyan... Biraz ilerleyince çocuklar görüyorum bu
defa anne, yağmur diye deliren mutlu çocuklar, tok bir ses duyuyorum bir erkek, adam diyemiyorum
yanındaki zayıf kadına bağıran ve etrafına erkeklik havası yaratma egosunda olan.
Yürüyorum... Karanlık sokak soğuk değil ama ben üşüyorum yalnsızlık üşütüyor... Islak banka oturuyorum kapattım şemsiyeyi dizlerimin üzerinde, sımsıkı tutuyorum.
İhanetime kayıtsız kalamazdın... İhanetime kayıtsız kalamadım. Kendimi ben yaraladım.
Kimse duymasın işitmesin diye uçurum sonlarında ağladım, pişmanlığı ademden sonra ben bilirim.
Yalnızlık şeytanlaşmak mıdır? Daha yalnız kalmak istersin daha sen daha bir sensindir... Makyaj
yapmalıyım öyle ağır olmalı ki tanınmayacak hale gelmeli, o zaman eksikliğim fark edilmez o zaman
bende güzel görünürüm ve yalnız kalmam gerekmez…
Bize yaşama şansı vermiyorlar demiştin, demiştin ya haklı olsan bile bu hayattan
vazgeçmemiz için yeterli değildi.
Cüzamlıyım ben, iliklerime kadar abraş hastalık kokusu tanıdık gelir evvelden beri, yedi göbekten bu hastalık gen ulaşmıştır bana. Biz, temiz bir cildin ne büyük nimet olduğunu en iyi bilenlerdik...
Nisan ayının ilk haftası yağmur yağıyor, karanlık yeni bastırmışken, siyah örtüleri üzerime aldım; çektim
parmak uçlarımla, dudaklarımın üzerinden ta ki gözlerime gelince duraksadım. Gözbebeklerime baktım
aynadan bir pırıltı var derinlerde öyle hoş güzel gözüküyordu… Bakılmaya değer gözlerim birkaç yıl
öncesine kadar ne muhteşemdi şimdi ise etleri çekilmiş gözkapaklarım görenlere korku veriyor... Yavaşça
gözlerimi indirdim bir utangaçlık bıkkınlık belki de... Eldivenlerimi giymeye çalışıyordum saten siyah
eldivenlerim ellerimdeki yaraları saklamakta ne ustalar. Serçe parmağım yoktu artık dayanamamıştı
bedenim bu vebaya...
Bilirimsiniz cüzamlılar diye bir şeyi, yada duydunuz mu?
Saçmalıyordum yine kendi kendime konuşmaya başlamıştım bunlara sebep Tuna’ydı beni niye
bıraktı ki... Bak işte yine ağlıyorum bu sicim gibi boşalan yaşlar bu acı benim ritüelimdi...
Kapının sol yan tarafında ki portmanto da asılı şemsiyeye uzandı ellerim ve botlarımı giydim, ön tarafı
kısacıktı oysa sol ayak parmaklarımdan üçü hala duruyordu bedenimi bırakmamışlardı.
Bu sebeple bu botları ne zaman giysem sıkışan parmaklarım acıyordu. Bunun bir çaresine bakmalıyım
diye düşündüm...
Dolaptan eski ayakkabılarımı çıkardım 4 çift ayakkabım vardı topluklu ayakkabılarıma dokundum, patika yollarda bu ayakkabılarla eğik bükük yürüyüşümü hatırladım. En çok topuklu ayakkabıyı
sevmişimdir.
Tekrar yerine bıraktım değerli bir mücevheri bırakır gibi gün gelirde giyebilme ihtimalimi
düşledim. Koyu kahve çizmemin sol tekini giydim sağ ayağıma ise hastalığım için tasarlanmış siyah
botu. Ayakkabı boyasına uzandım üzerinde black yazan kutuyu aldım ve tuhaf bir mutluluk angaje
etmişçesine boyadım. Artık birbirine daha uyumluydular.
Kapının koluna dokundum. Bir an, bir korku doldu ya biri fark ederse diye aynada son kez
baktım göz ucuyla, ham sofilere benzemiştim bu halimle, kim ne anlardı ki...
Tuna’yı çok özlediğimi anımsadım, neden diye soruyorum neden bıraktı.
Yada ben mi korkağım ki hala yaşıyorum, ölemiyorum tuna ölemiyorum ben yapamıyorum.
Bu lanet hayat ölüm kadar zor olsa da ben iyi olacağım umudumu hala taşıyorum aynada da yüzüme
dokunacağım dudaklarıma kırmızı ruj süreceğim güne inanıyorum...
İnsan 17 yaşında ölebilir mi Tuna sen bunu nasıl yaptın sen bana ihanet ettin... Bilmedin
mi gidişinle yetim kalacağımı, serpil ölüyorum deyişini unutamıyorum, tam olarak bu bankta
oturmuştuk ellerine dokunmuştum, sarılmıştın bana; bize hayat hakkı tanımayan bu toplum içersinde, toplumu ifsat etmiş insanlardan daha değersizdik. Bir fare ölüsüne tiksinerek bakan gözler bize
bin fazla iğrenerek bakarlar... Ben buna dayanamıyorum demiştin.
Bir sabah banyoya girdiğimde ayaklarını gördüm, bana bu ihaneti sen yaptın nasıl ördün
ilmik, ilmik ölümü o tavan arasına, nasıl bu kadar bencil olabildin. Hastaneden kaçışımız, bana
tutamayacağın sözler verdin seni nasıl affedeyim. Tek bir not buzdolabına iliştirmişsin ''bana ilk sen
ihanet ettin '' bunu yazarken neyi düşledin bilmiyorum.
Tüm bu düşünceler içerisindeyken bir sesle irkildim. Birkaç adım ilerisinde bir kadın beni
izliyormuş, toparlanıp kalktım hızlı hareketlerle şemsiyemi açtım hızla uzaklaştım, bacağım kırılır
gibi oldu bir an bir duvar dibine tutundum. Ayaklarım yürümekte zorlanıyordu artık...
Ağır adımlarla eve varabildim üstümü çıkarıp bir köşeye fırlattım yine ağlıyordum işte ağlamak
istememiştim oysa bu zayıflıktı ben güçlüydüm.
Yatağıma geçtim üşümüştüm epeyce üstümü örttüm sonra, bir kat daha örttüm, çok acıkmış
olmama rağmen bir şey yiyecek halim yoktu... Titriyorum umarım hasta olmam hastanelerden nefret
ediyordum... Hayal kurarak uyudum.
Beyaz bir elbise var üzerimde, gelinlik gibi eteklerinde dantelâ örgülerle süslü, kolları kabarık
boncuk işlemeleri çiçek desenli. Uçuyorum şehirlerin üzerinden okyanuslara geliyorum yanımda
Tuna’yı görüyorum masmavi gözleriyle gökyüzüne anlam katıyor bütünlük sağlıyor. Sen burada ne
yapıyorsun diye soracak oluyorum, susuyor... Gitmesin diye üstelemiyorum gitmesin özledim. Bunun rüya olduğunu bilmeme rağmen mutluluk sarhoşu oluyorum. Keşke uyanmasam.
Gün ışığı perdenin kenarından odayı, yatağı aydınlatıyordu. Gökten gelen bu izdüşümü
yüzümü kamaştırmıştı. Yüzüm asıktı uyandığıma üzülmüştüm geri uyusam devam eder miyim
kaldığım yerden diye düşünerek yattım ama olmuyordu rüyaya devam etmek bir yana, bu kalın perdelere rağmen odayı aydınlatan güneş benim uykuya dalmama dahi izin vermiyordu...
Vakıftan gelen erzaklar bitmek üzereydi kalan birkaç şeyle bir kahvaltı sofrası hazırladım.
Un kavurdum biraz margarinle ve kırık bir yumurta vardı üstüne boca ettim ekmek yoktu, büyük bir
iştahla kaşığı dolduruyor ve yiyordum unla dolan ağzıma çay iyi geliyordu. Masadan kalktım sonra
dua etmek istedim, ne diyeceğimi bilmez halde yumdum avuçlarımı. Sımsıkı bir kırgınlık vardı ötelerimde.
27 Mayıs 2004
Aile yadigârı bu eski ev yıkılacakmış, arazi devlet malıymış çıkın diyor kapıdaki memur...
Benim gidebilecek bir yerim yok diyorum. Bu bizi ilgilendirmez diyor. Ah baba rahmet görmeyesin
tapusuz evi bana niye bıraktın. Kapıda ki memur hakaretler ediyor ana doludan gelip devlet arazisine
ev yapmışsınız ağzından tükürükler çıkarak bağırıyor...
Utandım. Tanımadığım komşular pencere kapı önlerine çıkıp seyretmeye başladılar bu trajediyi, kapı arasında susmuş memuru dinliyordum yüzümü örtmüş başımı eğmiştim... Bir adam
çıkageldi siyah kısık gözleri, seyrek ince kirpikleri vardı. Sakalları yüzünü çevrelemişti masum ve
temiz görünümlüydü... Ufak cüsseli olmasına rağmen adamdı, kapımdaki memuru kenara çekip tek
bir söz söyledi''Allah'tan kork'' şaşırmıştım... Bu söz üzerimde tesir etmişti... Memur yine geleceğini
söyleyip gitmişti.
Kapadım kapıyı kalbimde bir heyecan sol elimi göğsüme bastırdım başımı kaldırıp aynada
gördüğüm slüete bakakaldım dudaklarımda alçaltıcı bir tebessüm
Dışarı çıkmak için karanlığı bekliyordum, hazırlanmıştım aklım karışık ne yapacağımı
düşünüyordum. Hastaneye tekrar dönme fikri hoşuma gitmiyordu. Bütün gün ilaçlar ve oda hapsiyle
ölmek istemiyordum. Ben deniz kokusunu almazsam yaşayamam.
Tüm bu duygular aklımı sarhoş etmişken kapıyı araladım. Daracık sokaklardan geçerken
manolya kokusunu hissediyordum. farkındalık kazandıran bu koku beni çocukluğuma götürmüştü.
Anannemin henüz hastalanmamış günlerinde bana yapmış olduğu nefis tereyağlı gözlemeleri
hatırlıyorum da, ısırdığım zaman ağzımda bıraktığı o enfes hazzı hiçbir şeyde bulamadım. Bir şeyler
yediğiniz de lezzet almak isterseniz sevdiklerinizle yiyin, her zaman yediklerinizden çok daha özel bir
his tadacaksınızdır.
Annemi anımsadığım zaman, en çok aklımda kalan kırmızı kınalı saçları ve gülümseyen yüzüdür.
Başım dizlerinde saçlarımı okşar, kavuşamayan sevgililerin hikâyelerini anlatırdı. Herşey çok güzel
gözüküyordu ben çocuktum, dünya masum bir yerdi.Ta ki kolumda çıkan o lekeyle değişti hayat.
Bütün renkler griye ve siyaha bıraktı kendini, mevsimler sonbahardı. Tenimde çıkan bu plakayı
tanımıştı, annem ne kadar sakınsa korusa da küçük kızına bu hastalık bulaşmıştı. Hiç bir şeyin
farkında değildim henüz sekiz yaşındaydım ve dünya çok güzeldi. Babama dair tek hatırladığım hayal
ve gerçek arasında bir an evimizin arkasındaki avluya perde çekmişler onu yıkıyorlardı. Ben babamı
neden orda yıkadıklarını soracak oluyorum, mahallenin çocukları baban öldü diyorlar. Hiç bir şey
anlamamıştım beş yaşlarındaydım ölüm ne demek bilmiyordum, sizin babanız ölsün diyebilmiştim…
Annemin amcasının oğlu Refik, babamın eksikliğini bize hissettirmemek için her fırsatta yardım ediyordu hastalığım sebebi ile annem ile beni İstanbul’a hastaneye getirmişti. Doktor eldivenlerle koluma
dokundu yüzünde bir maske görüntüsü vardı. Masasına oturdu ve anneme birşeyler söylüyordu tek
anladığım ise hayatım boyunca üzerimde bir etiket gibi dolaştıracağım cüzamlı ifadesiydi. Bir annenin çocuğunun hastalığıyla imtihan edilmesi nasıl bir şeydi… Kendisinde olmasını tercih eder ama
evladında ki o hal onu bitirebilirdi... Hastalığım onu ihtiyarlatmıştı. Anacığım ne zorluklara katlandın
benim için, her aşamada benimleydin. Onlu yaşlarımdaydım kaşlarım dökülmeye başlamış, dirseklerimdeki pelifelik sinirler işlevini kaybetmişti. Artık ellerim hissetme duyusunu kaybediyor, sık sık
kazalara mağruz kalıyordum. Mikrop kapan parmaklarım dökülüyordu. Annem ellerimi öpüyor ve
iyileşeceksin diyordu. Bir sabah yüzümde basiller çıkmaya başladığını farkettim pamuk kadar
yumuşak tenim, bi aslan yüzü görünümüne dönüşüyordu. Aylar sonra aynalara bakmayı bıraktım,
tüm akrabalarımız ve komşularımız bizimle görüşmeyi kesmişlerdi. Annemi sokakta görenler
kaldırım değiştiriyorlardı, elimden bir şey gelmiyordu, bulaşma ihtimali çok zor olan bu hastalık,
insanlar üzerinde büyük bir korku uyandırıyordu. Üzülüyordum, sanki Allah beni lanetlemişti ve
bu bana özel bir durumdu kimseye isabet etmezdi. Dedikodular her yerde devam ediyordu. Öyle ki,
kardeşimi okuldan almak zorunda kalmıştık, Beni kömürlüğe kapatmaları gerektiğini anneme tavsiye
edenler vardı. Ah annem, beni bu kadar sevmeseydin diyorum bu kadar acı çekmez, yanmazdın
belki. Herkese ve her sese inat bunu yeneceğiz diyor umudunu kesmiyordu. ‘‘ Derdi veren dermanı da
yaratmıştır’’sözüne inanmıştı. Şubat ayının ilk haftasıydı, günlerden perşembe annem sobada kestane
pişiriyordu, kokusu odayı doldurmuştu. Sobanın etrafında pervaneydik annem ilk patlayan kestaneyi
avuç içine alarak açtı kestanenin kabuğunu açarken çıkardğı o ses, o ahenk iştah açıyordu, avuç içinde
üfleyerek bana uzattı. Kardeşim dudağını bükmüştü,yarısını ona uzattım ellerime tiksinerek bakıp
almadı, umursamadım alışmıştım. Ağzıma atıp keyfini çıkardım muazzam bir lezzetti, beynim bu
sinyali almıştı ve kestane benim için en büyük lezzet olmuştu. Elimi uzatıp sobanın üzerinden bi kestane daha aldım ve açmaya çalıştım annem telaşla ellerime üflüyordu oysa hiçbirşey hissetememiştim.
Tam o sıra kapı hızla çaldı. Gelen annemin amcasının oglu Refik idi.
Refik, bizden maddi ve manevi yardımlarını esirgemiyordu. Anneme '' lepra'' adında bir
hastaneden bahsetti. Serpil iyileşecek diyordu, cüzamın tedavisi bulunmuş, annem hem ağlıyor
hem dua ediyordu. Bu hastalık sanki duygularımıda söküp almıştı şaşkındım ne hissedeceğimi
bilemedim. Ertesi gün hastaneye gittik, Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinden ayrılmış
ve sadece lepra hastalarını tedavi için açılmıştı.Doktorun yanına gittiğimizde annemle kısa bir
konuşma yaptıktan sonra bizi bilgilendirmeye başladı, daha sonraları adını çok duyacağım ve bu
idealist kadın Türkan Saylan'dan başkası değildi… Hastalığın kuluçka döneminin yavaş ilerlediğini
iki ile yedi yıl içerisinde ortaya çıktığını, bulaşıcı özelliğinin çok zor olduğunu anlatıyordu.Salya ve
mukoz yoluyla bağışıklıklığı zayıf olan kişilerde özellikle çocuklarda bulaşması kolaydı ve bana da
anneannemden yahut dayımdan bulaşmıştı.Tedavisi mümkün diyordu hastaneye yatıcaktım, o gün
annem beni hastaneye yatrdı ve ben anneme girişin sol koridorun yanındaki 2.odanın penceresinden el sallarken onu son kez gördüğümü bilmiyordum. Kısa süre sonra haberi geldi. Annem köye
gimiş oradaki iki ineğimizi satmış tedavim için para toplamıştı. Yolda gasbcılar tarafından saldırıya
uğramış söylendiğine göre annem çantasını sıkı sıkı tutarak direnmiş ve feci şekilde dövülerek
öldürülmüştü. Artık bu hastane odasında yalnızdım kardeşime ne olduğunu hiç öğrenemedim, hiç
ziyaretime de gelmedi. Türkan hemşire tüm hastalara karşı çok ilgiliydi. Cüzamlı bir ailenin evine
gider onlarla yemek yerdi, hepimizle konuşur bize moral verirdi. Bazen boş zamanlarında bana kitap
okuyordu… Yine bir gün bana kitap okurken kapı aralığında bizi izleyen bir çift mavi göz gördüm,
ışıl ışıl parlıyordu. Sanki Allah gökyüzünü bu çocuğun gözlerine yansıtmıştı. Yüzüne bakmak istedim ama fırsat tanımadan gitti. Sonraları zaman içerisinde tanıştık yaralarımız aynıydı dertdaştık,
kalbim ısınmış sevmiştim, o, Tuna'ydı. Dostum, arkadaşım, kardeşim, annem babam olmuştu. Tuna
henüz üç dört yaşlarında iken cüzama yakalanmış ve ailesi o bu hastalığa yakalandığı zaman onu
terketmişti.Türkan hemşire onu zincire bağlanmış bir halde, doğunun en soğuk köylerinden birinde
bulmuş ve getirmişti… Hayatı yürek burkmasına rağmen gülümsediği zaman gözleri ışıldardı. Tüm
bunlar aklıma geldikçe hüznüm artıyordu. Fethi paşa korusununa doğru ilerledim, eski yıkık bir
evin sokağa uzanan merdivenlerinin en üst basamağına oturdum. Başımı geriye, duvara yasladım
ve gelen geçeni izlemeye koyuldum.üzerime karanlığın gölegesi düşüyordu bu sebeple farkedilmiyordum. çocuk sesleri duyuyordum, yukarıdan korunun iç taraflarından bir aile geçiyordu, mutluluk
dışardan görülen bir duyguydu… Dalmıştım sessizliğime önümde bir karartı hissettim kafamı yerden
kaldırdığımda, memurla konuşan o genç adamı karşımda gördüm.Bana birşeyler anlatıyordu, sesi
duyduğum en güzel ritimdi… Etkileyici akıcı bir konuşma uslubu vardı. Duyduğum tek şey sesindeki o muhteşem tınıydı, koluma dokunmasıyla irkildim. Örtüm dikkatini çekmiş olacak ki bunu
inancımla ilişkilendiriyordu. Hiç birşey
inancımla ilişkilendiriyordu. Hiç birşey söyleyemedim, beni inançlarımdan sebeple bu kıyafette
sanmıştı. Hızlı bir hareketle kalktım oturduğum yerden.Arkamdan baktığını hissediyordum hızlı
yürümeye çalışsam da yapamıyordum her an düşecek gibiydim.Kalbim hızla çarpıyor mideme
kramp giriyordu anlamsızca gülümsüyordum.Eve geldim, kapıyı açarken öyle zorlamıştım ki anahtar
kırılacaktı.Üstümdekileri çıkararak fortmantoya astım hemen yanında duran pembe tüylü terliklerimi giydim. Banyoya girdim aynaya uzunca bi süre baktım beni böyle görse konuşmaya devam
edermiydi, etmezdi bunu biliyordum tiksintiyle uzaklaşırdı çok yaşamıştım.Olumsuz düşünceler
şeytandandır diyerek kendimi teskin etmeye karar verdim öyle ya ben iyileşecektim..Acaba o da beni
düşünüyormudur diye gülümsedim neden sonra kendime kızdım ve dedemin kütüpanesine doğru
yürüdüm. Yeni birileriyle tanışmaya ihtiyacım vardı yeni hayatlara şehirlere gitmek için bir kitaba
dokundum 'Açlık' yatağıma geçtim ve merakla sayfaları çevirdim. Kitap okurken uyumayı seviyordum.Bir haftadır sokağa çıkmamıştım.Tekrar onunla karşılaşma korkusu adeta beni eve mahkum
etmişti.Sabah saatleriydi ezan yeni okumuş gün ışığı odamın içerisinde ışık oyunları sergiliyordu
hiç bir insan icadı bu aydınlığı sağlayamazdı.Bu ilahi seranomi karşısında hayranlıktan başka bir
kelam edemezdi. Kelimelerin tesirine inanırım ama aciz kaldıkları zamanlara da şahit olmuştum.
Mutfağa doğru gittiğimde evde yiyecek hiçbirşey kalmadığını gördüm her tararfı karıştırdım hiç
birşey yoktu. Yüzümü asmış otururken vakfa gitmeyi düşündüm, başka seçeneğim de yoktu. İsteksizce
kapı tokmağına dokundum. Başımı kaldırdım 'Lepra Vakfı' yazan tabelanın yanındaki kırmızı renkli yardım eli logosunun anlamını düşündüm. Kapı açılmış içeri girmiştim, danışmaya yardım için
geldiğmi zoraki anlattım. Utanmıştım hastalığımdan dolayı kısık sesim şimdi bir de titriyordu, acziyeti
ruhumda hissettim... Sizi görmem gerek diyen sese doğru başımı çevirdim yeni biriydi bu daha önce
görmemiştim. Koyu kahve saçları boynunun bitimine doğru uçları kıvrılıyordu, beyaz tenli, geniş
alınlı, ince yüzlü bu kadın ne istediği konusunda bi fikri yoktu. Neden şimdi burdan çekip gitmiyorum diye düşündüm, Parmak uçlarımla peçemin iğnesini çıkardım, örtü yüzümden düşmüştü biraz
önce yüzümü görmeye meraklı olan bu soğuk kadın peçe indiği zaman, yüzünü çevirmişti. Büyük bir
öfkeyle yüzümü örttüm bu benim seçimim değildi elbette, uzun bir süre orada bekletilmiştim. Birkaç
güne evime göndereceklerini söylediler. Vakıftan çıkmış yürüyordum. Sokağa girmiştim dizlerimde
takat bulamıyordum, köşedeki mavi jumbalı iki katlı evin sokağa bakan merdiven basamaklarının
ikincisine oturdum.elim merdivenin taşlarına gitti yeni silinmiş olacak ki parıldıyordu.Başımı hafifçe
göğe doğru kaldırdım seyre daldım.Bulut kız bütün eteklerini göğe sermiş bale yapıyordu ve ben bunu
düşündükçe keyifleniyordum yüzümde anlamsız bir gülümseme... Hareket eden bulutlar beni hayallere sürüklüyordu, orada Tuna vardı, çocukluğum vardı.
Varto ovasında kurulan Yörük çadırlarına konaklayan kirli yüzlü Çingenelerdik... İnsanlar bizi
sevmez, değerli eşyalarını sakınırlardı. Mutlu sayılırdık annemin yaptığı peynirli patilerin kokusu tüm
ovayı sarardı. Tandırın başına geçip pişmesini beklerdik kokusu hala burnumda. Ellerime bakıyorum
sanki hala yağlı ve parlıyor. Gözlerimin dolduğunu hissediyorum ağlamamak için dişlerimi sıkıyorum,
sonra yüzüme esen soğuk geri getirdi beni. Ömrünün son demlerinde bir ihtiyar gibi zor kalkabildim
oturduğum yerden, sonrasında beni taşımaktan yorgun düşen ayaklarımı sürüdüm eve doğru.
Evimin önünde beni bekliyordu, şaşkınlıkla yüzüne baktım neden geldiğini sormama fırsat
bırakmadan kendisi anlattı. Dakikalarca konuştu ailesinin depremde nasıl feci şekilde öldüğünü
anlatırken sesi ağlamaklı olmuştu. Niyetinin evlilik olduğunu söylüyordu. Dudaklarımı dişlerimin
arasında kanatırcasına sıktım, bu sözler kalbimi parçalıyordu oysa bende gelinlik giymeyi ne çok isterdim. Eteklerim sürünsün arkamdan, elimde bir buket çiçek süzüleyim. Olmazdı, olamazdı.
Hiçbir şey demeden gitmek istedim yada her şeyi anlatmak, ikilem arasında sıkışmış düşüncelerde
iken ben lepra hastasıyım dedim yani cüzamlıyım. Bir şey söylemesine fırsat vermeden eve girdim.
Kapıyı sıkıca kilitledim masaya oturdum gözlerimi kısıyordum. Ağladıkça düşünüyordum tuna
yı ihmal edişlerimi görüyordum. Ölümünden sonra ilk kez bunları görmüştüm ona ne denli uzak
kaldığımı sadece benden bahsettiğimi hatırladım. İçimde bir şey koptu. Kendimden nasıl nefret ediyordum ona hiç yardım edemedim ellerimin arasındaydı elleri kaymasına göz yumdum.
Kapı çaldı birkaç kez ısrarla açtığımda karşımdaydı. Konuşmak istiyordu merdivenlere oturdum biraz ilerideki merdivenlere oturdu ve bana Allah dedi Allah sana yardım edecektir. Acı bir
tebessüm dudağımda bana kimse yardım edemez, bizim sonumuz hep aynıdır ya hastalık seni acı
çektirerek öldürür yada sen kendi ölümüne karar verirsin. Cümlelerim bitene kadar bir şey demedi,
sonra hayatın amacını anlatmaya başladı seçimlerimiz olamayan zorunluluklarımızı. Sözleri huzur
telkin ediyordu. Anlattıkça düşündüm keşke Tuna'ya yardım edebilseydim o zaman burada olurdu
ve ölmezdi.
Hastaneye gittim ve tedaviye devam etmeye karar verdim. İsmail, sık sık ziyaretime geliyor,
benimle konuşuyordu. Yaşama isteğim artmış ve kendime bir yol çizmiştim. Tüm sorularıma cevap
vermek için uğraşıyor ve bana kitaplar veriyordu. Ruhum bir nebzede olsa huzur bulmuştu. Kendimi başkalarına kabullendirmek gibi bir isteğim kalmamış tüm heyecanımı öğrenmeye araştırmaya
adamıştım. Bir gün herkes ölecek, asıl olan yaptığımız işlerdir diyordu. İnsanın hayatı ne denli zor
olsa da inanmaya ihtiyacı vardı kalbi kandırmak kolaydı yeter ki istesin belki asla iyileşemeyecektim
ama bununla yaşamayı kabullenmiştim
sesin sesime değmiyor
beni unutmuş olmalısın
çirkin ruhlu bir kadın giriyor yatağına
sen alışıyorsun...
tütünü arttırmışsın
geber git diyorum..
içyer acısıyla kalmış solgun bakışların
ve yalın yanlızlığım..
en son ne zaman tuttun ellerimden
en çok ne zaman öptün,bilmiyorsun
ne
hayaller
yonttum
lain bir gecenin çırpınışıdır.
efsunlu kadınlar külümü tüm şehre yağdırsın.
ta ki,yanık kokusu ciğerine değsin.
Eyyu Curhin
This Is Water
“Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” (Hayali)
David Foster Wallace ile üniversitenin ilk yıllarında tanışmıştım. İntiharı düşündüğüm zamanlardı.
Beni intihardan alması için kitaplardan medet umar hale geldiğim zamanlar. O derece kötü olduğum.
Oturmuş ‘Bu Su' kitabını okumuş, felsefe kitaplarının, şiirin, öykünün veremediği cevabı Kenyon College mezuniyet töreninde yaptığı konuşmasında bulmuştum:
"Ateşli silahlarla intihara teşebbüs eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden
vurması bir tesadüf değildir: Kafalarından. Bu insanların çoğu aslında tetiği çekmeden uzun zaman
önce ölmüştür."
Iki
Kadin/ Iki Kitap
'Çocukluğun Soğuk Geceleri' kitabının arka kapağında Tezer Özlü, Türk edebiyatının nostaljik
prensesi olarak olarak tanıtılmış. Niye böyle yazılmış, anlamış değilim doğrusu. Eğer geçmişe duyulan
özlem olarak anlarsak nostaljiyi, Tezer Özlü hiç de nostaljik biri değil. Aksine var olana, çocukluğuna
büyük öfke duyan biri. Geçmişin ve sistemin, onun üzerinde, toplumda yarattığı yıkıma öfkesidir
yazdıkları. Ama umudu da elden hiçbir zaman bırakmayan biridir o.
"Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya
çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikâh imzası
mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? İlk
kadını genelevinde mi tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine ‘mal’ gözüyle mi bakmalı?
İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan
okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpılıyor."
Bu sözleri söyleyen adamın son yirmi yılını depresyonla geçirdiğini, daha 46 yaşında iken
başına kurşun sıkarak değil, kendini asarak intihar ettiğini not ettikten sonra devam edeyim. Törendeki konuşmasına şöyle bir öyküyle başlıyor Wallace:
“İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı bir balık başıyla onlara selam
verip, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri
diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: “Su da neyin nesi?”
Gözümüz önündeki en bariz, yaygın gerçeklerin anlatılmasının, anlaşılmasının çok zor olması
sonucunu çıkarıp öyküden, devam eder konuşmasına. Günlük hayat uğraşımız, sözlerimiz, eylemlerimiz üzerinden hakikate yaklaşmaya çalışır yalın, pürüzsüz, açık bir dille.
Ben okuduğumda bu öyküyü, aklım birbirinden uzak iki insanın, Hayali ve Andrei
Platonov’un sözlerine gitmişti. Hepimiz Hayali’nin yukarıdaki sözünü duymuş, işitmişizdir bir yerlerden. Balıklar deryada yaşar, ama deryayı bilmez. Canlılar evrende yaşar, evreni bilmez. İnsanlar
bir sistemin içinde yaşar, sistemi bilmez. Uzatabiliriz. Andrei Platonov’un çıkışı var bir de. Balık
metaforunu ters yüz ettiği, alışılageldik anlamını yerle bir edip yeniden tanımladığı o çıkışı. ‘Çevengur’ romanında bir balıkçının ağzından şöyle der Platonov: “Bak- akıl deryası. Balık yaşamla ölüm
Aslı Erdoğan var bir de, Türk edebiyatının yüz akı diye. Ve gerçekten öyledir hani. O da Özlü
gibi Pavese’nin yoldaşlarından. Yazdıklarını şiir diye okuyabiliriz, öykü diye de. Ya da bir felsefe
kitabıymış gibi. 'Bir Kez Daha' kitabını okuyorum şimdi.. cümleler, akıp giden bir ırmakta kıyıya
vuran damlalar gibi. Akmaktan yorulmuş, can havliyle kıyıya vuran damlalar. Onu en iyi anlatan, üç
noktadır.
arasında durur, o yüzden hem dilsizdir hem de bakışı ifadesiz. Bir danayı al misal, o bile düşünür, ama
balık düşünmez- o her şeyi zaten bilir.”
"O şaşkın, kendini fazla önemseyen meleğe bir misyon yüklenecekse, belki şudur: İnsan
yüreğini çevreleyen buzları, gerekirse bir çekiçle kırmak, onu sarsmak, sıçratmak, silkelemek.
Dünyanın gaddarlığıyla, ötekinin acısıyla, kendi yaşantılarıyla yüzleştirmek. Kendi ‘ben’i ve benindeki öteki ile… İşte bir çıkmaz sokak daha. Çünkü tanıklık dünyayı yeniden biçimlendirmez, hiçbir
metafor bir ölüyü diriltemez. Sözcükler yalnızca adlandırır, dile getirildikleri anda birer maskeye,
şiddet eylemine, iktidar aracına dönüşürler. Söz, başkaldırdığı tarafından özümsenmeye, mat edilmeye yazgılıdır. Şaşkın Melek, kanadının ucuyla dokunduğu her şeyi seyirlik bir malzemeye, cilalanmış,
parlatılmış bir müze parçasına, en acıklısı, alınıp satılabilen bir mala çevirir. Silik çizgilerinin üzerinden geçilen aslında rötuşlanmıştır, dışa vurulan kurgusallaşmış, kıyasıya betimlenen vahşet süslenip
ölüm evcilleştirilmiştir. Yazın, üstlendiği maske düşürme eylemini kendine de uygularsa, varacağı yer
mutlak sessizliktir."
“Anlattıklarım ahlak, din, inanç veya o fantastik ölümden sonraki hayat meseleleri hakkında
Beyom
Tekrar Wallace’a dönüp toparlarsak… Mezuniyet törenine yaşlı bilge balığı oynamak için
gelmediğini söyleyen Wallace, şöyle son verir konuşmasına:
değil… Derece ve diplomayla ölçülemeyen, tümüyle basit farkındalık üzerine odaklı gerçek eğitimin
gerçek değeri hakkında -etrafımıza baktığımızda görünmemesine rağmen gerçek ve esas olana dair
farkındalık hakkında. Onu sürekli kendimize hatırlatmak zorundayız: Bu su. Bu su.”
Beyom
Bir çağrıyı görmezden bir davet duymazdan gelecek kadar umursamaz, sonrasında bir sesin
garipten geldiğini anlayamayacak kadar pişman olabiliyordu insan.
''Arasına bir kağıt koyup erteliyordu hayatı'' , okunmuş sayfaları okunmamış kılıyordu.
Gırtlakta bir slogan duruyordu, sonsuz bekleyişindeki nefes genzi yakıyordu. Yanığa mülkiyet atfediliyordu, bedeliyle birikiyordu, birikiyordu...
Oysa bir varışın olmayacağını artık biliyordu; çok doluydu, ağzından taşanları topluyordu. Yeninin kökeni nasıl bir dibin olamayışını hissettirebilirdi ki, simsiyahtı herşey, her şeyin derisini soyuyordu.
Umutsuzluğa batıp batıp çıkamayışla beden buluyordu mit, ismi sisifos değildi. Sonra varoluşa
yüklenen tüm sığlığa bir günah çemkirdi: '' Tanrılar Sisifos'u bir kayayı durmamacasına bir dağın
tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç
bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.''
Boşvermişliğin acı çektire çektire kurban edeceği bir mum misali. Zamanında biri ona hadi
deseydi, biraz cesaret verseydi, belki zihnindeki oyuğu dolduran küçük çakıl taşları bile çözünebilirdi.
İşin kötüsü; iradesini geceye armağan ettiği bir kaçış olacaktı bu gidiş de eğer gerçekleşseydi.
uzağa baktıkça arzulanan, arzulandığı derecede yakınlaşan bir odak yoktu. Ufuk çizgilerini gören elleri,
beritan'ın uçurumdaki kollarına elbette kavuşmuyordu.
İnsan nasıl her şeyden nefret edebilme noktasına gelebilirdi?
Cevapsız sorulara olacak lanet iki dudağının arasında kalıyordu. Çığlığının üzerinde sigara
söndürülmüş bir acı kıvranıyordu böylece, sonu yoktu, öldüğünü sanıyordu. Yaşadığına dair kanıt
sunacak bir deli de yoktu.
Bekliyordu,
…
Bekliyordu..
Uzun saçlara tırmanıyordu bir prens, küçük değil, yakışıklı yani meşru. Asılı bilinc görmüyordu
bir işkencehanede tek derdi “gözkapaklarına öpücük kondurmak olandı!”belki de. Onun için kine
gelişi güzel güzelleme yapıyordu. Sokakta ıslık çalan dilsiz hümanist ama çalmıyordu hiçbiri kapısını,
Bir ölüm sessizliğinde teneke kutuyu tekmeleye tekmeleye ilerlediği caddelerdeki apartmanların,
kaldırım taşlarını gören elleri kıvranan hayatlı insanın kollarına kavuşmuyordu.
Dicle Eryilmaz
Gözyaşların çiseliyor yağmura inat
Sırılsıklam sabırsızlığımı,
Berrak tenimi ıslatıyor
Durmadan yağıyor
Durmadan odaklarımı dağıtıyor
Sessiz sakin geçmiş bir ömre adanmış
Terk edilmişliklerim
Sıcaklığını bana ulaştırıyor
Rüzgarda savrulan sevinçlerin yakıyor içimi sensizken
Heybemde kayıp istekler taşırken
Ulaşılası zor zamanlarımın gizli tanığı
Faili nedensiz kayıplarda bir mülteci bedenim
Yanan sigaramda uçuşan dumanların gölgesi
Sana uzanmış seni anlatır şu gökyüzüne seni
Sana uzanmış beni anlatır cehennemin dibine beni
Kıyısına vurmuş kan kırmızı çatlak bir uçuk
Dudaklarının tam ortasına durmadan sızlar, durmadan yakar tatlı tatlı canını,
Durmadan kızıllaşır durmadan okşar
Teninde döllenir ve çoğalır ve büyür
Gözyaşların çiseliyor yağmura inat
Aya dolamış şavkını,
Dudağında parlıyor.
Dudağında parlıyor mahsun bir çocuğu anlatıyor
Seni sana anlatıyor.
DHARMA
Selam Hank,
Maviyi anlarsın, Denizi anlarsın
Ama mavi denizi biraz zor anlarsın
İyi değilim. İki gündür odama girmeye korkuyorum. Yalnızlık hücum ediyor fotoğrafları
görünce. Hank dostum biz ölürsek bir gün yalnızlıktan öleceğiz. Sigaradan alkolden ya da s*kmekten
değil. Bir diğer ihtimal ise bi aynasız bizi kim vurduya götürebilir…
Bir kadın hayatımıza neler getirebilir gördüm Hank. Bir kadın bize bir rengi sevdirebilir. Bana
maviyi sevdirdi mesela bir kadın. Çocuğum olursa adını Deniz koyacağım. Bunu da o soktu aklıma.
Neal Cassady’yi anladım kadınımdan uzak kaldığım süreçte. Neal sadece babasını aramıyordu tüm o
yollarda. Bir a*cık peşinden de gitmiyordu. Ama tüm o yollar hep bi kadına çıkıyordu.
Tüm bunları düşünerek yola çıktım. Bin kilometreden fazla yol geldim. Yolun bu kısmında bi
boşluğa düştüm Hank. Kadınım beni terk etti ve iyi değilim. Salonda uyuyorum, uyumuyorum aslında
sızıyorum. Ama biliyorum Hank bu yolun sonu değil.
Jack şöyle yazmıştı On the Road*da :
“Geçmişimizden uzaklaşıyoruz Sal, yeni ve bilinmezliklerle dolu bir döneme başlıyoruz. Bütün
o yıllar, sıkıntılar, eğlenceler... Şimdi sıra bunda! Kafamızda ne varsa silip şöyle dimdik ilerleyebilir ve
dünyayı anlayabiliriz”
Olaya buradan bakmaya çalışıyorum. Şimdi kafamızda ne varsa bi kenara bırakıp dimdik ilerleyebilir ve hayatı ve kadınları anlamaya çalışabiliriz. İstersen ormanda bile yaşayabiliriz. Ya da ölene
kadar orospuları sikebiliriz. Onyedisinden yetmişyedisine bütün orospuları sikmek istiyorum Hank.
Ne kadar çok yazmak istediğini biliyorum. Benim kadınları sikmek istediğim kadar sen de yazmak
istiyorsun Hank. İstanbul’u alalım ilk sıraya İzmir’den sonra. Ama önce Hank İzmir’deki tüm orospuları
sikmeliyim. Orospuları sikmek istiyorum çünkü bağlanmak istemiyorum. Biliyorsun aynı kadını sikmeye başladıkça bağlanıyorum. Dedim ya Hank bi çocuğum olursa ismini belirlemeye kadar ilerledim.
Korunmadan seks yaptım, içine boşaldım defalarca. Bir çocuğum olsun diye Hank. Aybaşı sürekli
gecikiyordu ve ben hep heyecanlanıyordum. Ama testler hep aleyhimeydi. Neyse Hank bunu daha sonra anlatacağım sana sarhoş olduğumuz bi gecede. İstanbul diyorum Hank, ilk sıraya alalım. Tarlabaşı’na
gidelim. Bu defa travestilerle takılmaya gidelim. Onlarla içelim aynı masayı paylaşalım, onları tanımak
ve anlamak için. Hep sikmek için mi para ödeyeceğiz? Seni mutlu görmek beni de mutlu edecektir
Hank.
Çalar saat sesine uyanmayacaksın artık Hank. Çalar saat sesine uyandığım zamanları
hatırlıyorum çok değil birkaç ay önce Diyarbakır’daydım. O zamanlar bana şöyle bir şey yazmıştın
hatırlıyor musun bilmiyorum.
“Ne kadar çabuk kaçabiliyorsan kaç o şehirden dostum. İnsanlar orada yaşamıyorlar sadece
ölüyorlar”
Evet Hank! Ölüyordum orda ve kaçtım. Çalar saat sesine uyanmamak için.
*
Doğmamış olmayı dilediğini biliyorum Hank!
Doğmamış binlerce kardeşimiz gibi,
Henüz annemizin rahmindeyken yediğimiz kardeşlerimiz.
O küçük şehrinden hiç çıkmamış olmayı dilediğini biliyorum Hank!
İnsanların öldüğü o şehrimiz,
Yaşamadıklarını fark etmeden öldükleri…
Tanrı’yı nasıl bulduğunu biliyorum Hank!
Henüz anlamadığını da.
Ve Hank köşeye sıkıştığını biliyorum.
Sıkıştığımızı…
Ama bağırmayacağız Hank!
“Tanrım, Tanrım beni neden terk ettin” demeyeceğiz
“Onları Affet Baba” diyeceğiz.
“Çünkü” gerçekten
Ama gerçekten “ne yaptıklarını bilmiyorlar.”
Zevk alamadığını biliyorum Hank.
Henüz bakirsin ve köşedesin
Utangaç uzuvların henüz
Dudakların ve dilinden ötesi utangaç
Hank!
Ah Dostum!
Yalnız yaşamak istemiyorum.
***
Yalnızlık hakkında düşündüklerin ve düşündüklerim…
Düşüncelerimiz…
Sikik düşüncelerimiz.
Hep değişen ama sonu hep yalnızlığa varan düşüncelerimiz.
Hayır Hank!
Artık yalnızlığı düşünmeyeceğim.
Ne zaman aklıma yalnızlık gelirse yalnız bir orospu sikeceğim
Bir travestiyi düşüneceğim çaresiz kaldığımda
İntihar etmeyeceğim
Polis kurşunu ile vurulmayacağım
Yalnızlıktan öleceğim biliyorum
Ama yalnızlığı düşünerek değil.
Sikeceğim ve öleceğim…
Ps. Şiirler Henüz basılmamış ve belki de asla basılmayacak bir kitaba aittir. Bu nedenle (Ç)alıntılarda kaynak olarak
Loser’s Howl’un belirtilmesi rica olunur.
Murat Akıinci
Koma Berxwedan - 01 - Daye - (1983)
Koma Berxwedan - 02 - Bingol Sewiti - (1984)
Koma Berxwedan - 03 - Dilan - (1985)
Koma Berxwedan - 04 - Gula Cihane - (1987)
Koma Berxwedan - 16 - Name Mi Mezopotamiya - (1995)
Koma Berxwedan - 15 - Ey Ferat - (1992)
Koma Berxwedan - 01 - Daye - (1983)
Koma Berxwedan - 02 - Bingol Şewiti - (1984)
Koma Berxwedan - 03 - Dilan - (1985)
Koma Berxwedan - 04 - Gula Cihane - (1987)
Koma Berxwedan - 05 - Kaniya Welat - (1987)
Koma Berxwedan - 06 - Peşmerge - (1988)
Koma Berxwedan - 07 - Newroz - (1989)
Koma Berxwedan - 08 - Şad Bibe Welate Min - (1990)
Koma Berxwedan - 09 - Amed - (1991)
Koma Berxwedan - 10 - Meşa Azadi - (1992)
Koma Berxwedan - 11 - 15'e Tebax - (1993)
Koma Berxwedan - 12 - Botan - (1987)
Koma Berxwedan - 13 - Marşen Netewi - (1984)
Koma Berxwedan - 14 - Kilamen Kla*** - (1994)
Koma Berxwedan - 15 - Ey Ferat - (1992)
Koma Berxwedan - 16 - Name Mi Mezopotamiya - (1995)
Koma Berxwedan - 17 - Berxwedan Jiyane
Koma Berxwedan - 18 - Tevlıhev
Koma Berxwedan - 19 - Kulilken Newroze - 1989
BİR DİRİLİŞ ÇIĞLIĞI
KOMA BERXWEDAN
1983 yılında Avrupa’da bir grup Kürt devrimci müzisyen tarafından kurulan Koma Berxwedan
(Grup Direniş) müziği, duruşu ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne kattıklarıyla dünyadaki diğer benzerleri ile birlikte anılmayı ve değerlendirilmeyi gerektiren bir deneyimdir.
Kürtlerde yazılı edebiyatın zayıflığı, söze yönelimi tetikleyen bir faktördür. Ağır sömürgecilik
ve asimilasyon koşulları bu ulusun sırlarını, umutlarını, sevinç ve kederlerini birbirlerine ve kardeş
uluslara kulaktan kulağa, sesle, sözle aktarmayı Kürt dilinin ve kültürünün direniş ve hayatta kalma
yöntemi olarak koşullamıştır. Bu genel, bilinen tablo içerisinden bakıldığında Koma Berxwedan, söylemi biçemi ve müzik konseptiyle ulusal diriliş yıllarının tüm özelliklerini taşır. Böyle olduğu içindir ki,
Kürt halk mücadelesinin yakın tarihinde özel yere sahip bir devrimci sanat pratiği, kurumu olmuştur
Koma Berxwedan.
12 Eylül Faşist Cuntası’nın tüm ağırlığıyla hayatın her alanında kendini dayattığı, sesin ve
sözün tükendiği, dindiği, bastırıldığı koşullarda, gerillanın “Ülkeye Dönüş” atılımıyla paralellik taşıyan
Koma Bexwedan’ın çıkışı, yine gerilla savaşının yaygınlaşması, derinleşmesi ve yoğunlaşmasına
paralel olarak giderek Kürt gençliği ve direnen kesimleri içerisinde aynı yaygınlığı ve yoğunluğu
yakalayabilmiş bir çıkıştır. Cunta’nın zindanlarından yükselen Mazlumların Hayrilerin direniş
çığlıklarının bir izdüşümü, yankısı olarak adını Berxwedan (Direniş) yapan grup tez elden bu çığlığı
halka ve ilerici insanlığa ulaştırma gayreti içerisine girer ve bunda da oldukça başarılı olur.
Geleneksel Kürt halk sözlü edebiyatının zenginlikleri ile Direniş Hareketi’nin yarattığı
çağdaş değerleri buluşturarak Kürt müziğinde yeni bir dönemi başlatmıştır grup. Amatörlükten
profesyonelliğe uzanan çetrefilli yolun tüm imkânsızlıklarını, zorluklarını aşarak estetik kazanabilmiştir
Koma Berxwedan. Bir “yer altı müziği” de diyebileceğimiz formun seçkin örneklerini ortaya çıkaran
grup, ağırlıkta, ajitasyon-propaganda tarzını söz ve müziğinde kullanmış, bunu yer yer geleneksel, otantik Kürt Dengbej söylemiyle de bağdaştırmıştır. Geleneksel Kürt müzik enstrümanlarından (saz, davul
vb. ) çok sesli ve çeşitli enstrüman kullanımını da böyle bir üretim süreci içerisinde ulaşabilmiştir.
Ülke sevgisi, direniş, isyan, gerilla, savaş, devrim, şehit, özgürlük, sosyalizm vb. argümanların Kürt
Müziği’nde yerleşmesi ve giderek kitlelerin zihninde, algısında yer edinmesinde önemli bir rol
oynamıştır Koma Berxwedan müziği. O kadar ki, “Serhıldanlar dönemi” olarak tanımlanan 89–94
yılları arasında Koma Berxwedan şarkıları, marşları, ezgileri Serhıldanların temel öğelerinden biri
olmuş ülkede esen özgürlük rüzgârını da arkasına alarak Kürt Müziği’ndeki yerini perçinlemiştir.
Gerilladan gelip Kürt işçi ve emekçilerine ulaşan ve gerillaya dönen bir sestir Koma Berxwedan.
Bu bir mübalağa değil elbette. Grubun özellikle ilk kurucuları mücadele içerisinde yer almış gerillalardan oluşmaktadır. Ve bazıları savaş meydanlarında seslerini ve sözlerini bırakarak hayatlarını
kaybetmişlerdir ki, bunlardan Sefkan, Mızgin, Çiya ve Serhat gerek gruba kattıkları, yetenekleri ve
sesleriyle gerekse de devrimci sanatçı kişilikleriyle özgün ve özel bir yere sahiptirler. Örgütlü bir
müzisyenlik, sanatçılıktır koma Berxwedan üyelerininki. Kürt müziği’nde kolektif üretimin de en güzel,
başarılı ilk örneklerinden biridir grup. Böyle olduğu içindir ki, Kürt Müziği’nde “Kom’lar dönemi”
diyebileceğimiz, bir dizi Kürtçe müzik yapan grubun ortaya çıktığı, bu anlamda üretimin yaygınlaştığı
bir dönemi de koşullayan önemli bir etmen olmuştur Berxwedan.
Yasaklı bir dille, yasaklı şarkılar söyleyen grubun tüm kasetleri, CD’leri de yasaklı, bandrolsüz, dağıtımsız, şirketsidir elbette. Halktan, gençlikten, milis kuvvetlerinden oluşan yaygın bir
dağıtım, yayılım ağına sahiptir Berxwedan. Kürtçe yayın yapan TV’lerin henüz oluşmadığı yıllarda
bu önemli bir örgütçülüktür. 90’lı yılların başlarında ilk gençlik yıllarını yaşayan yurtseverlerin,
devrimcilerin Koma Berxwedan ezgisi taşımayan anısı yok gibidir. Yoksul, soğuk öğrenci evlerinden, uzak dağ köylerine kadar her yere, herkese ulaşabilmiş bir direniş türküsüdür Berxwedan.
Ve o ulaştığı her yerde zulaların en kıymetlisidir. Çünkü 90’lı yıllarda bir Koma Berxwedan kaseti “yakalatma” işkenceli sorgular demektir, hapishane demektir. O kasetleri bulundurmak, hele
iki gözlü teyplerden oluşan ev stüdyolarında çoğaltıp yaymak büyük bir risktir. “Doküman” dan
sayılır Koma Berxwedan kasetleri. Ama Serhıldan ruhuyla, tüm risklerine rağmen halkın Kürt
işçi ve emekçilerinin sahip çıktığı, çoğaltıp yaydığı, düğününde, ölümünde, sevincinde, kederinde,
işkencesinde, eyleminde, ilk gizli aşk sancısında, hatta dağlara vurduğunda mırıldandığı, haykırdığı,
için için söylediği Koma Berxwedan şarkıları, marşlarıdır.
Şili’nin İnti İllimani’si neyse, Koma Berxwedan’da bu topraklarda O’dur!
Üretim içerisinde olduğu yaklaşık onüç ondört yıllık zaman dilimine bilinen onbeş albüm sığdırmayı başaran Koma Berxwedan her dönem yeni müzisyenleri de bünyesine katarak
büyümüştür. Dayê (1983), Bingol Şewiti (1984), Dilan (1985), Gula Cihanê (1987), Newroz (1986),
Botan (1987), Kaniya Welat (1988), Kılama Klasik (1989), Sa Bıbe Welatêmın (1990), Amed (1991),
Mesa Azadi (1992), Ey Ferat (1992), Tebax (1993), Namemi Mezopotamya (1995) adlı müzik albümleri bulunan grup, 1999 sonrası oluşan koşullarda kendi varlığını sona erdirmiştir.
Grubun üyeler bireysel müzik yaşamlarına devam ediyor olsalar da grubun kendi döneminde yakaladığı yükseliş momentini tam olarak yakaladıkları söylenemez. Son zamanlarda eski
grup üyelerinin de çalışmalarını yürüttüğü Kürt sanatçılar topluluğu, kurumları içerisinde Koma
Berxwedan ‘ı tekrar, yeniden kurma tartışmalarının yürütüldüğü yönünde basına yansıyan bilgiler
mevcut. Umarız bu girişimler belli sonuçları doğurur ama Koma Berxwedan deneyiminin tekrarı,
çıktığı ve kurumsallaştığı dönem ruhu ve koşullarının bugün birebir aynı olmadığı göz önünde bulundurulursa pek mümkün görünmemektedir. En azından yapısal bir yeniden kuruluş gerçekleşecek
olsa bile bunun geçmişin mirasını üretip üretemeyeceği tartışılır.
Her ne olursa olsun, Koma Berxwedan kendi dönem ve koşullarında rolünü oynamış,
öğrenilmesi gereken başarılı bir deneyimdir. Mirastır. Sefkan’ın Mızgin’in Serhat’ın Çiya’nın coşku
dolu, kararlı, devrimci seslerinde yaşayan bir deneyim.
Deniz Faruk Zeren
Erivan Radyosu Dengbejî Seyade Şamênin Ardından
1939 tarihinde, Irak'ta kurulan ve Kürtçe yayın yapan Bağdat radyosu ile takriben aynı
dönemde, İran’da da Kürtçe yayın yapan Urmiye radyosu Kürt toplumunda yayın dili ve çizgisinden
dolayı pek tutulmadı. Ermenistan’ın başkenti Erivan'da yayın yapan Ermeni ulusal radyosu bünyesinde 1955 yılında Kürtçe yayın yapan bir bölüm kurulmuştu. Erivan radyosu, anlaşılır Serhat şivesiyle
yayın yaparak, müzikte de enstrüman olarak genelde Kürtlere has Bılur ve Fiq (Kaval Ve Mey)
kullandı. Böylece, Erivan radyosu süreç içerisinde dinlenen ortak bir Radyo düzeyine geldi. Erivan
radyosu, dağılmış olan Kürt halkının, yarım asrı aşkın ortak sesi, ortak dili ve teselli ile özlemi olmayı
başarıp günümüzde tarihsel bir değer kazanmıştır.
Sürgün yaşamı kadar ağır ve düşündürücü olan bir durumla karşılaşıyorlar. Alaca’ya
gelindikten kısa bir süre sonra, ailenin en büyüğü Seyadê Şamê tutuklanıyor. Direk Erzurum
Cezaevine götürülüyor. Bu tutukluluk kendisini epey zorluyor ama en zorlandığı konu ise suçlandığı
madde idi. Seyadê Şame “Devlet aleyhine casusluk yapmak” suçundan tekrardan yakalanıyor ve
Erzurum cezaevine konuluyor. Erzurum Cezaevinde askerlik yapan Bazid’li bir asker de var. Ara sıra
görüşmeleri de oluyor. Seyadê Şame üç yıl cezaevinde kaldıktan sonra cezaevinden firar eder. Firar
etmesinde Bazid’li askerin rolü var. Bazid’li askerin temin ettiği eye ile, Seyadê Şame hücre penceresinin demir parmaklıklarını keserek cezaevinden firar eder. Bu firar haberi ailesine geldiğinde ailesi
inanmıyor ve şöyle diyorlar;” Na Rom xayîne, wana Seyad kuştine me dixapînin dibên fîrare”.Erivan
radyosuna gitmesine vesile olan Erzurum cezaevinden kaçışı, daha sonra tüm ayrıntıları ile açığa
çıkıyor.
Kürtçe adların dahi telaffuzunun yasak olduğu dönemlerde iki saatlik Kürtçe yayın yapan
Erivan radyosu;"Erivan Xeberdide, guhderên eziz, naha bibhêzın deng u behsên taze." yani, (ErivanRadyosu haberleri sunar, değerli dinleyiciler şimdi yeni haberler dinleyeceksiniz.) cümlesi radyonun
kısa dalgasından dünyaya yayıldığında, bütün kulaklar Erivan'a döner, yasaklı anadilinde dünya
havadisleri ile ilgili bir şeyler duymak isteyenler dikkat kesilirdi. Televizyon ve Radyonun çok yaygın
olmadığı zamanlarda koca bir köyde en fazla iki tane radyo bulunurdu. Erivan radyosunun Kürtçe
haber yayın saatinde radyonun bulunduğu ev her gece tıklım tıklım misafir dolup taşardı. Kürt toplumu, yarım asrı aşkın Kürtçe yayın yapan Erivan radyosu(Radyona Rewané)nun istasyonuna kilitlenip
durdu. Bu Radyodan Kürtçe haberler, klamlar, stranlar, işitsel tiyatro ve hikâyeler dinlemek adeta bir
ayrıcalık sayılırdı. Haberlerin hemen ardından spikerler, Kürtçe müzik programının başladığını şu
unutulmaz cümleyle hep hatırlatırdı “Guhdarên Eziz dengê radyoya Erivanê, klamê cımeta Kurdan”
(değerli dinleyiciler Erivan Sesi radyosundan Kürt toplumunun şarkıları)
1945 yılı kışında Erzurum’dan yürüyerek Türkiye Sınırını aşıp İran’a geçer. İran’a iltica
eder. İran o dönemler, Sovyetlerin İşgali altındaydı. Sovyetler Birliği, İran’ı 1946 ‘da boşaltıyor.
Geri çekilirken orada yaşayan birçok pasaportsuz, kimliksiz insanı beraberinde Sovyetler Birliğine
götürür. Seyadê Şame de bu gidenlerin içindedir. Seyadê Şame oraya gittikten sonra, Sovyetler
Birliğinin vatandaşı olur. Seyadê Şame’nın Sovyetlerde vatandaşlığa geçmesiyle Bazid’deki ailesi
Kürtçülük yanında Komünist bir aile olarak tanınmaya başlar. Orada da Seyadê Şame rahatlığa
kavuşmaz. Bu sefer de Türk casusu ithamıyla Sovyetlerde tutuklanıyor ve Sibirya’ya gönderiliyor. On
bir yıl Sibirya’daki kamplarda yaşamak zorunda kalır. Stalin’nin ölümünden sonra çıkarılan af ile,
Ermenistan’ın başkenti Erivan’a yerleşir. Bir arkadaşının önerisiyle, uzun yıllar Erivan radyosunun
Kürtçe bölümünde ses sanatçısı olarak çalışır. Seyadê Şame’nin karizmatik kişiliği nedeniyle radyodan tüm Kürtler tarafından kısa sürede tanınır hale gelir. Gözü pek, zeki, girişken ve lider bir kişilik
olan Seyadê Şame Erivan Radyosunda Apo türküsüyle büyük beğeni kazanır.
Benim radyo ile tanışmam rahmetli babam Sayesinde oldu. Hatta bizim çevredeki birçok
gencin tanışması da bu temelde gerçekleşti. Öğretmen Olan rahmetli babamın radyoya olan ilgisi bizi
çok küçük yaşlarda radyoya, dolayısıyla Kürt kültür ve sanatına bağladığını rahatlıkla belirtebilirim.
Radyodan söylenen Berivan’e türküsünden esinlenerek ilk kızına Berivan ismini vermişti vermesine
nüfus müdürlüğü kayıtlara Neriman olarak geçirmişti. Yıllar sonra doğan ilk torununa Berivan adını
vermiş, kayıtlara geçirmiş ve içindeki yarayı da ortadan kaldırmıştı. Yine hatırladığım kadarıyla, Erivan radyosunun yayınlarında bazen cızırtılar olurdu. Yine böylesi bir cızırtıda Berivanê türküsünü iyi
dinlemediği için o güzelim radyosunu yere fırlatıp kırmıştı. Tabi dayanmamış hemen aldığı maaşıyla
yeni bir radyo almıştı. Yine Bazidli Dengbej Seyadê Şame’nin ;
Firardan tam 15 yıl sonra bir gün bir çocuk Seyad amca Erivan radyosunda konuşuyor,
stran söylüyor diye bağırarak aileye haber veriyor. Yukarda söylediğimiz Esmer eman eman ve Apo
stranlarını söylemeden önce şunları der;”'Ez Seyadê Şame, fîrarê destê romê, niha penaberim Rewanê”. Aile sevinir sevinmesine bir türlü Sovyet Cumhuriyetine gitme olanağı olmaz. Ta ki 1990
yılına kadar. Daha sonra kardeşi Erivan’a gider, yıllar sonra da olsa abisi Seyad ile karşılaşır. Seyadê
Şame buradan firar edip Rusya’ya Giderken eşi Zülfünaz’ı da burada bırakır. Giderken uzun yıllar
orada kaldığı için haliyle evlenir ve çoluk çocuğa karışır. 1991 yılında Bazid’e baba evine döner.
Tam tamına elli yıla yakın bir zaman ayrılığın üzerinde geçer. Evdekilerle bir bir tanışır,
tanıdıkları tanımadıkları olur. Oturduğu odanın aşağı kısmında oturan Zülfünaz’ın gözü hep
Seyadın üzerinde olur. O ara Seyad sorar ;”Siz bu kız kardeşimi tanıştırmadınız?”. Orada bulunanlardan biri ;”Seyad bu Zulfinaz’dır, hala da seni bekliyor” der. Seyad bir ax çekiyor, sanki belindeki
ipler kopuyor. Utanıyor, artık Zülfinaz’ın yüzüne bakamaz oluyor.
“Esmer eman eman eman
Çi kulîlkên dora çeman
Xelq zewicî ez û tu man
Xelq zewicî ez û tu man” stranına eşlik ederdi. O günlerde yaşanılanlar hep hayatımızda canlılığını korudu. Kısacası, Erivan radyosu bir dönemler tüm Kürtlerin sesi, dili ve ışığıydı. Onun sayesinde bizler
Seyadê Şame’yi dinledik ve tanıdık.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Erivan radyosunun değerli dengbejlerinden biri de Seyadê Şame
‘dir. Seyadê Şame’nin trajik yaşamını çok fazla bilenimiz yok. Sadece yanık sesine özlem duyarız.
Fakat onun Erivan radyosuna gelmesi ve sesini topluma yayması çok büyük acılar pahasına ulaşmıştır.
Kendisi Bazid’li ve 1922 doğumludur. Seyadê Şame, 1942 yılında ekonomik bir iş sonucu pasaportsuz
olarak İran sınırında yakalanıyor. Direk Erzurum Ceza Evine konuluyor. Kısa bir dönem sonra tahliye
oluyor, ailesine döndükten sonra çıkan sürgün kararı üzerine Alaca’ya gitmek zorunda kalıyor. Seyadê
Şame’nin ailesi Çorum ilinin Alaca kasabasına sürgün ediliyor.
Seyadê Şamê Bazid’te iken biz bir grup öğretmen arkadaş gidip Seyadê Şamê ziyaret etmek
istedik. Hepimiz kafamızda soracağımız sorularla eve yürümüştük. Seyad bizler için Kürtlüğün
bir sembolü idi. Eve vardığımızda Seyat başka bir yere gittiği için görüşememiştik. Birde o zaman
lar Seyad’ın başının tekrardan belaya girmemesi için onu göz nuru gibi koruyup, kolluyorlardı.
Öğretmen olduğumuz için köylere dönmek zorunda kalmıştık. Ondan sonra da bir daha bir araya
gelemedik ve Seyad’ı görme durumumuz olmadı. Seyad birçok yeri dolaşır, birçok kişiyle görüşme
olanağına kavuşur. Seyad Bazid’te iken, yaklaşık 50 yıl önce onu hapishaneden kaçıran Bazid’liyi
de ısrarla görmek ister. Hem Seyadın Bazid’de az kalması, hem de bazı korkulardan dolayı buluşma
gerçekleşmiyor. Seyad Bazid’den ayrıldıktan sonra Gürcüstan’a geçer. Belli bir Süre sonra ailesinin
eline bir mektup ulaşır. Mektupta Seyad’ın vefat ettiği yazılıdır.
Tabi Seyadê Şame’nin Erzurum cezaevinden kaçmasına yardımcı olan O isimsiz Bazid’liyi
ancak yıllar sonra öğrenecektim. Hem çok şaşıracak, hem çok sevinecektim. Onu Erzurum
cezaevinden kaçıran benim Mehmet Gültekin amcam’dı. Herkes ona Xalê Guro derdi. Mehmet
amcamız 6 yıl önce vefat etti. O kaçış olayını ondan dinlemeyi çok isterdim, fakat nasip olmadı.
Aileden aldığım bilgiye göre bu meseleyi hep saklı tutmuş, son yıllarında güvendiği birkaç akrabaya
anlatmış. Bu olayın bilinmesini, fakat fazla konuşulmamasını istemiş. Mehmet amca nereden bilecekti ki hemşerilik adına yaptığı yardımın Seyadê Şame’nın Erivan’da, giderek tüm Kürtler arasında
tanıtacağını ve Kürt kültürüne büyük katkı yapacağını. Bazid ve çevresi yetişmiş birçok dengbej,
çirokbêj, hozan ve hünermendin kümelendiği bir kültür merkeziydi. Bu kültür merkezinde Seyadê
Şamenin Erivan’daki sesi büyük yankı oluşturmuştu.
Nihat Guültekin
toplamdır hayat...
gittikce kalabalıklaşır dibi...
eksilenlerde toplanır, dokunulmaz olur
görünmez ,anlaşılmaz bir boşluk yapar bizi...
artık sadece sahipsiz boşluklar vardır yüreğimde...
su bizi bağışlamıyor, şimdi kendime kefen dikiyorum
sessiz bir soğukkanlılıkla...
sessizlikten dili olmasın hayatın...
bir su kıyısında bulmalıyım kendimi...
kendini yitirmiş tuhaf bir yolcu gibi...
vapurlara bakmalıyım...
hatırlamamalıyım..
bir sesim kalmalı..
beni bir renk degil bin renk taşımalı..
artık öykümü sadece kelebekler dinleyecek
ve yıldızlar sonra kutsal dağlarım..
.............mem........
Issız ve nasıl karanlık.
Artık bilmiyorum ölümlerimi.
Gitmelerimdeyim soluksuz ve kör.!
Her ateşte gülüşlerini izliyorum.
Yetim.
Karanlığa sebi bir deli düşer.
Kör duymaz ya, saklı ya görmeye mecal yok!
Ve dokunuyorum kimsesizlerime.
Benliğim ise sorgusuz sualsiz,
Beklemelerimdeyim
Bir başıma...
Jiyanmunzur
Güneş son cılız solmuş ışığını alıpta, köyümüzü kuşatan yüksek dağ ve tepeleri aşıp kaybolduktan sonra, yerini davar, koyun ve sığır sürüsünün dönüşlerinde köyü kuşatan toz bulutuna
bırakırdı...
Akşam telaşı; kimin sürüsünde koyun, keçi,dana eksik, kimin hayvanı hasta ve süt
sağmalarla devam ederdi... Genç kızlar kendi aşklık serüvenlerinin anlatimlarını,pıskıl ve sılla
süsler,arsız gülüşleriyle alay ederlerdi kendilerini izleyen genç oğlanlarla...Sağılan sütler eve taşınır
feresoy' da süzülür, locın da "masal"lara (sanîk) hazırlik sayılan ateşler yakılarak ısıtılır, sonra
mayalanmaya bırakılırdı, beyaz leçekli analarımiz ve ninelerimiz tarafından...
Bu ritünlik kışları daha kısadır... Herkes o ateşi yakmak için, yada bir an evvel yakmanın
soysuz sabırsızlıği içinde olur, zamanı durdurmanında çaresini arardı...ve çılalarda (kandiller)
yakılmıştır artık ...içiçe karışık; puşusu,leçeği, üçetek ve kofni'siyle( kolluk) sürgünlerin ve yılların
acılarını yüzlerinde taşıyan ninelerimiz....lengerli şapkası, mameki usulü dikilmîş şalvarı, yeleğinin
cebinde taşıdığı köstekli saatleri, burkulmuş beyaz bıyıklarıyla ve "hirisoheştlerin" kendisinde
bıraktığı karanlık derin çizgilere rağmen, güleç yüzlü dedelerimiz...
Karda keyifle oynanan oyunların biz çocuklara armağanı olan sürekli burun deliğimizin
ucundan sarkarak silmeye kıyamadığımız, sonra onuda bir oyun haline getirdiğimiz, bolcasında
olan kıymeti harbi sümüğümüz...Herkes Qeseye vere locıne için tekbil hazırdır...artık bir yolculuğa
çıkma vaktidir...zamana, acılara,destanlara,acı çığlıklara ve cografyalara yolculuk vakti..."Dapîre
(dev ana) bir memesi önde, diğeride arkasında sürünür halde oğlunu aramaya çıkar"... "Komşumuz
Mamo ermeniydi, iki parmağı yok diye kız vermediler"..."biz ermenileri erzingan geçitinden Ta
qerse kadar hep gece yürüyerek, bu tırk zulminden zar zor kurtardık"...Ve bir hikasi vardı nenemin;
hikaye değil o Hikaye gibi anlatırdı...
Her köye olduğu gibi, sin köyünede haber salık verilir... devlet; "Herkes köyünde yaşayan
ermenilerin sayısını bildirip teslim edecek.." diye asayişe ferman eylemiş köye...o eylerde sin köyü
vermez ermeniyi. Fakat ermeni nufus çokçadır, nasıl saklar bu kadar Ermeniyi.İçlerinde yaşlıca
biri çıkar ve kendi hayatını Herkes için feda etmeye hazırı nazır olur. Ancak bir istegi vardir...
bilirki; tırk onu kör bir kayaya meskûn eyleyecektir."İki Kefen dikilsin bana. ićinde ben varmışım
gibi, birini sin köyüme, birinide gittiğinïz anavatanımda toprağımla helal eyleyin" der...Bir tarih iz
düşümü;"goca Ermenu bena goca ma"...zamana yolculuk, "ciroklarïn"acısı, biz büyüdükçe büyüdü
içimizde...sevdiğine kavuşamayan,evlenip toruna karışmıś,seksen yaśındaki bir aşıkın anlatımları
yüreğinizde hissettiginiz ürpertiyle sizi bir mezar başına götürür..."xece yi bir nazlı gelin gibi
mezara bıraktılar...
Ben geceyarısı ıslak aklımla xecenin mezarına vardım...salya sümük olmuş mezarı başında
ağlıyorum."...devamı xecenin torunundan gelir.."cenazeye yetisemedim,gece daraldim.nenemin
mezarina vardiğımda bir karartı. Durdum,biri aglıyor hıçkıra hıćkıra...birazdaha yaklaştim...
geceyi kim gözyaşıyla hüzün yapmak ister ki?...mezara iyice yaklaştım,yaşlıca bir dede;kimsin diye
ürperdi birden...ben torunuyum dedim...çocukluk aşkıymış nenem...çok sevmîş,ama varamamışlar,
dokunamamışlar birbirine genç hayallerle"...Qeseye vere locıne renk renk,çeşit çeşit,acılı tatlarıyla
çıkar karşınıza. Kimi kolunuza,kimi gövdenize sarilir. Kimi gözlerinizi yumar bir kapı aralığında...
kimi de tarifsiz kalır...anlatıcıları daha bir anlam katar "qeseye vere locıne"lara. O derin alın çizgilerinde sizi alır, Besa Şaye'ye konuk eder. Kadının toprak gibi verimliliğini ve cesaretini yumuşak
dokunuşlariyla anlatırken,kendinizi "dere laç"ta bir direnişin ortasında bulursunuz...Yada tavus
kuşunun renkli kanatları arasında,hiç bilmediğiniz bir yere yolculuk eder, çakıl taşlarını biriktirirsiniz, çocuklar için laleş diyarında...
Sonra saan ağa evin duvarında asılı duran sazıyla sizi bekler, kılamı söylenmemîş
"hiresoheşt" için...
Ve zaman sonra anladımki; hep umutlarım ve düşlerimmiş ateşin gölgesine düşen; külüydüm sönen ateşin "Qesey vere locıne"da
.....Mem.......
Göz yaşınız kutsaldır...
onu kutsayın...
çünkü yüreğinize değen herşey için değil, yüreğinizi acıtan bir tekşey için; kalbinizdeki insan için
yanağınızı okşar...
size ağlamayana ağlamayın, o sadece sizi sevdiğini söyler...
size yüreğinde göz yaşı damıtamaz...
...........mem...........
Kötülüğü Huzursuzluğu
Ne zaman geceye bir yağmur yağar?
Yeşilinde bir kar düşlüyor olmak..
Beyaz..
Ve nar çoğalıyorsun...
Sevgiler doldur avuçlarına çocuk gözlerinden göğe doğru...
Nar;
Parçalı bir bütün,
zamanlara ayrılmış anılara
Anlamak anlam katmak..
Ve;
Ilık ıslak
Cılız ışığın son damlasında kendimizi yitirdik.
Acım dilimi yakıyor acı ekşi!
Bir anlamda.
Zaman ise ölüyor kuşkusuz
Ve yaktık genzimiz yanıkların islerinden
ben vurgun kalmış
sarıya boyalı bir papatyadan donmuş matlığa
Ve;
Sen rüzgar kimlerden geldin ben ürkek!
Yağmur bekliyorum bahardan yakın
Düş olalı sokaklarım
Geceye düşmüş yetim bir deli
Karanlık bir yudum şarabından
Dilim lal, nefessiz ve titrek
Tanımsız!
Ölmek demiştim buna
Ellerim titrek ve üşüyor,
Bir yudum şarabından alıyorum
Karanlık... (nar'a)
Temsili Dusler
Daha ne kadar katedeceğiz bu mecalsiz yolları.
Zaman neçar.
Karanlık çökmüşse ilk kurşun sesidir başlayan hikaye...
Çekiliyoruz kendi içimize korkudan yana.
Ve sabaha kaç ölü uyandık dersin?
Mecalsiz anlamsız soruların tüm karmaşası.
Aydınlık ile o karanlığın arasında ki o ince çizgi neydi...
Onu anlamlı kılan neydi...
Bir yolculuk düşlüyorum
Sis çökmüş düşüncelerime...
Kar düşüyor dudaklarına.
Nehir taşıyordu zamandan..
İlk eriyen Kardan...
Kaç bahar sabahında uyanıp yaşayacaktık.
Bu sabah kaş kişi eksildik mecalsiz...
Bir patikayı izliyorduk.
Adımlarımızda toprak kokusu...
Bir Kar tanesi düşe dursun.
Nefesin durdurak bilmeyen hikayesindeydik.
Daha ne kadar yaşayacaktık.
Yağmur yağar ya sonrasında toprak kokusu gelir.
Hava öyle yumuşak olur ki. Yürümek...
Yalancı kızıl mevsimin sabahına düşen cemreler.
Dokundun mu nasılda parmak ucundan tüm tenine dağılıyor.
Zaman misali. Toprak kokusu yükselir göğe doğru.
Cemre gibi saklı olanda. O an bilmeni isterim yüreğimdeki tufanı.
Usul usul yağmur yağıyor yüreğime.
Durmuş ıslaklığını bekliyorum. Sevdaya.
Yüreğimize açılmış koca gediğe.
Islak bir yaprak misali son gülüşüne. Sarı ise hazandır Bir damla olmaya...
Gözlerin düş yeşili bahardan.
Ilk rüzgarına durmaya. Ilık ve ıslak
Jiyanmunzur
"Gülüyorduk...”
Şimdisinde zaman sohbahar, beklemeye ne kaldı. Koca kentin en kuytu yerinde bir bardak çay
yudumluyorum. Durmadan insanlar geçiyor yanı başımdan, kimliklerini bilmediğim. Sonrasında
kendimi bir çoçuğun meşe ağacında buluyorum. Meşeliğinden haberdar dalları gökyüzüne sokuluyor. Köklerine inemiyorum. Sert kayaliklarin hışmına uğradıkça sonrasında hep maviye("mavide"
de olabilir) kalıyorum
Zifiri karanlıklarımın
Zamansızlığında
...
“Bir annenin yüreğine doğmuş sanırsın Tanrı yı! Benimkini bilmem.Bekler hep bir kuytuda.Bir
sonbahar sabahının serinliğinde. Sarıya kızıla boyalı ağaçların görkeminde. Yeni kızıla çalar koyu
yeşil pamuk yaprakları. Patlak bir beyazlıktayken pamuk, sabah ise ıslaktır. Cemereden.
Öte dağda güneşin sarısı,kızılı...
Yün yorgan altında tor top çocuk. Tütünden çekilir ilk yudum, çay beklemekli...
Sakalların akına sığınmışlığında keder. Usulca ellerini yıkar, yüzünde kalmış su damlası
huzursuzluğuyla yine! Uyandırılır dedemin titrek elleri! "
Kapının önünde bekleyen bir kaç inek ve sabahın yoksulluğu...
Telaşlı bir anne eli dolanıyor sabahın tanına . Sofrada kurulu kışın ilk peyniri. Yazdan saklanmış
zamanınana. Toprak kokar ve pembe bir domates. Saman arasından kışın soğuk günlerine. Bir
yudumda biter bardak. Taşlı yolun yolcuları. Bıkkınlık bilmez merhametli eller. Sevinçle yaşama…
Alacadır tanrı ve dağdan yükseliyor kızıla sarıya,
Maviye
İşte merhametli eller, beyaz pamuk biriktiriyor koynunda. Güneş en tepeye geldiğinde kararmış
demlikten karaya çalan gri bir duman. Açlığın habercisi. Ağlamaklı olur küçük. Saklısında bir
damla göz yaşı döker koynuna. Mertliğine daynır dik durur. Ne fayda bu açlıkla. Kara taştandır
yüreği.
Bilir yüreğini Merhamet.! Bekler açlığını kurumuş dere yatağı ilk yağmuru bekleye durur.
Beklemelerimde.
Temmuzdan kalma umuda.
Eylül kokar nar. Mevsiminden usta eller narı ikiye böler. Tek bir tanesi yere düşmez. Kızıl
kanlı meyvesini. Küçük, bir kuş misali açmış ağzını haykırıyor gözleri...
Anne kuş kusuyor yavrucağına. Kızıl. Oturur bir dal ağacın gölgesinde dudaklar kızıl.
Uğultu sarmıştır kuru dere yatağı, Rüzgara kalır bir kap yemeğin kokusu...
Kalır yarına Güneş kaçtığında merhametli eller üşümeye başlar. Akşam telaşında bir anne
yorgun...
Her rüzgar yaprakla buluştuğunda kaçınılmaz sonunu yaşatıyor. Son defa onu alıp gözlerimizden havaya sürüklüyordu, yaprak duruyordu göktoprak.
…
“Gecem benim rüzgar sesinin tılsımında, karanlığın ıssızlığında, Duymak...!
Gök kızıl ve yetim...
Şimdi yarınlarını bekliyorum gece saklı düşten Bir an olsun
Son baharın yaprak kızıllığında..
Tarihe saklanmış yüzlerimiz anlatıyoruz. Sanki cezalandırmış tüm kötü tanrıların
simaları. Toprağa sevdamızı ve dönüp duruyoruz o bilinmiş tüm tarihlere saklıyoruz
kendimizi geçmişe saklı sayfalarımıza.
Parçalanmış ölümlere koşuyoruz, Bilinmez ya vebasının "tanrı" ya son iyiliklerini diler
gibi.”
Her gece bir bir tanrıları toplayıp mezarlarıma gömüyorum. Sabah işte mezarların
toprakları ile beraber çalınmış tanrılarını çalmış. Soruyorum kendime ne yaparlar bu ölü
bedenleri. Toprak ise halen ıslak ve taze. Bir kuzgun çığlığı dağıtıyor tüm sessizliği. Bana
bir şeyler anlatırcasına. Burnumda taze toprak kokusu.
Hamur kokan ellerin büyülü kokusu. Bir annenin şevkat tanrısı dolanmış evin
kuytularına. Andırıyor, İyi huylu bir tanrı...!
Sabahın günü-tekrar vakti gelmişçesine. En azından yaşamı denemek vardı daha. Daha
yılın ilk karı düşmemiş. Yazdan kalan hasadın tüm iş birikintisinde. Eylül ayının bitiş
sevinciydi.
Zamana kötülük edildi ya da edilmedi. Merhamet daha da çaresiz. Yoksulluğun, yoksulun
vebası bir kan damlası ölümüne benzer. Öfkeleri de kara taştan keder misali. Gömüyorduk mezarlarımıza. Bilmediğimiz bir ölüm vebasının tan vakti. Karadikeni saplar
yüreğimize beklerdik.! Susardık içten içe, gözlerimizden yabancı iyi insanlar ölüyordu.
Televizyonda kan kuyusunun tüm görültüsü. İnce belli bardakta debelenek kaşık cama
verdiği azabın çığlığında…
“Bir çığlık basrdı gökyüzünü kurşundan kadın sesinden…”
Vaadedilen ölüm yanışımızda boğazı ağlamaktan kurumuş çocuğun gözlerinden ateş
içinde ölümle boğuşan atın çığlıklarından Ölüm!
Ve adımıza sunulmuş tanrı! Yoksun…
Bir köy yakılır bombalanır yok edilir sabahın ilk ölüm çığlığında.
“Sabah yalnız ve beyaz. Biriktirilmiş zamanların duvarında asılıkızılımsı bir yaprak,
kokusundan yoksun. Kokusuzluk! Ardına dizilmiş genzimizi yakıyor dem kokusu.
Mezarlarımız güne beyaz uyanmış sıcak topraktaki anıtlar.
Benzemez bahar telaşına. Birden durmuş olurduk ya titrek ellerin dokunuşunu beklemek.
Olmayacak mecalsiz silinmiş süretten durgunlukla . Mahçup ve beklemekte…
"Kar tanesi düşedursun serçe ekmek kırıntısı telaşında. Göç etmeyi unutmuş bir kuzgun
gökyüzü yağıyor kar. En tepede üşümekte kuzgun. Üşümekte serçe kanadında. Avuçları
sıcak.
Ve
Yanık kokusu is. Basık evlerden gri bulut. Talihsiz bir kadın daha doğuyor gün batımına.
Kanlı bir kar doğurur nasır ellerinden.
“Doğdum üşüyordum. Bir vakit. Bir mangal korunda yandı yüzümün yarısı. Yanık bakar.
Kör mecalsiz yarım. Bir iz deştim bedenime…
Ateşten.
Bir ev ateşe veriyorum. Bedenimden. Kapıdan sızan ışığın yorgun bakışından. Dargın ve
yoksun.”
Ne de can acıtır zamanın bekleyişleri. Duruyorduk kar düşe dursun bir diz boyuna. "Acım
dilimi yakıyor bir anlamda... Sarı ışıklı bir gaz lambasının son damlasında sevmek." İtiraf ediyodu
kendine.
Beklemekte usta sevgili selvi. Bir söğüt ince ve kırılmakta amansı rüzgarın. Evin önüne dikili
cellad! Soğuk ve durmuş, ölüme…
And içilmişti selvinin ölümünden, sorumlu ve dik. Keskin! Tanrısal ritüel edasında ölüm. Çocuk
ağlamaklı, açlıktan değildir. Giden annenin yokluğuydu. Ağlamaklı…
Cellad kuşanmış zülumlü sevda. Sıkıyor çığlıksız.
Bir gözyaşı dökülür. Elmas akıyor, tuzlu ve dondurucu. Titrek dudağa varana dek. Susuz bir dil,
titrek ve tutuk. İnliyor yüreğinden. Bpğazı çatlamış susuz. Bir kanesi düşer kıraç boğaza…
Tuzdan kristal gözyaşına karışmış
Kutsal
Namluya sürülmüş mermi. Ellerine sıkışmış bir tutam saç buz kezilmiş ve işlevsiz. Su damlıyor.
Çamurdan beyz bir tülbent. İnfazın sessizliğinden mert…!
Yoksul ellerinden dokunmaklı oluyor arandığımız o vakitler. Ölüm daha telli duvaklı. Su
taşıyor. Bir gıdım toprak sevdasına.
“-“Anlatatma Hikayemi!” dercesine bedenini dağlamış. Kor ateşten.”
“Susyorum…”
Islak ve ılık..
Beyaz üşütüyor. Gözler yogun, kanlı bir kış gecesiydi. Ne selvi geçti sevdasından, duvardan öte. Beklemek kuşkusuz ve narin. Sahipsiz bir köpek havlıyor ya. Kurt mu sanmıştı.
Berraktır sularından sarı taşların beyazlığında saklı. Eller cebinde ve bir saate geçcek selvi görebilmek adına.
Zaman ölüyor kuşkusuz…
“Yaktık mı?
…”
Urgan boynunda.İlk kurşun sesinde ayak ebeleyecek ölümüne. Kör olmak kafiydi görmekten. Urgan oluyor boynumuz bir ölüm kokusunda.
Atlar ateşle dansta ölüm. Sesi kısılmış bir ölümden haberdar. Viran oldu durdurak bilmeyen gazlamabasının son damlası tükenmişti. Sahipsiz bir mezar köyü. Kuzgun ardılı diri mert kadın
dağ yolunda kızıl bir ölüme. Bir urgan sevdasında. Kurşun bedeninde üşümüşken kanlı çocuk ;
-“Anlatatma Hikayemi!” dercesine bedenini dağlamış. Kor ateşten.
Soğuk boynunda birikmiş sıcak nefes. İşte umuttan yanaydık belki de. “Yogun beklemek,
ağlamak ile delirmek arası “UMUT” Bir çöl rüzgarı havasından beklemeksizin kendi etrafında
dönüyor, karmaşık…
Yüzlerimizi gizliyoruz utangaç! Sızlıyor bir yer. Bilmeksiz. Mısralar dizilmenin kuytusuz bir
karanlık. Yüreği döven durdurak bilmeyen. Ölüm paramparça delik deşik! Ellerimden daha sıcak.
Köy meydanına dikili bir infaz anıtı! İsimsiz ve kusursuz…
Jiyanmunzur
Islak taşlardan bir ayak tıkırtısı,
Sövüyor ana avrat,
Yurtsuz!
Elleri titrek!
Birazdan tükürecek yüzümüze...
Şimdi lanetyeceğiz kendimizi.
Ruhumuza işlenmiş tüm fahişeliklerin tanrısına söveceğiz.
Köşe başında sokağın sahibi.
Kirli!
Ve; 16’sın ilk dumanı çekiyor bedenine doğru.
Ay ışımış Surlara...
Ve; Tetik soluksuz karanlık sokakta...
Bağlamadan ince bir tını dağılıyor dağ başlarına,
Ve;
gülümsüyor zamana, ölüme, tanrıya...
Tanrı infaz edildi karanlık kuytuda,
bir çocuk sekiyor ağır evine doğru!
Bir deli çığlık çığlığa koşulsuz nefessiz...
Vurdum!!!
Urgan sallanıyor rüzgarda,
Kuzgun bir çare,
Yer gök kızıl!
Ve açılır zalimin fetvası...
Gece ağır, yorgun çöküyor gözlerine,
Zifiri, ve soğuk bir hücre...
Mecalsiz sabahı düşlüyor...
Bir kadın bin yıllardır cocugunu arıyor sokaklarda...
Topraksızlar...
Alacadır tanrı ve dağdan yükseliyor kızıla sarıya,
İlk sevmesinde bir kurşun yarasıdır...
Kanıyor bedeni diri ve mert kadın...!
Kaç binyıllık sancıdır, Bir kadın daha deşer karnını.!
Neyin merhametini bekler ki? Çığlık çığlığa bir umut!
Gidenler hep giderler...
Hangi öyküyü taşırlar sırt çantalarında..
Neye sığar ölümleri..
Nepal de bir kadın ağlıyor.
Düş bitti!
Ve başladı kavga çocuklar düştüler en önce sonra bıyıkları yeni terli erkekler!
Duyuyor musun Babil de ağlayan kadını
Soğuk ve karanlık bir kış gecesi gördüm yüzünü..
Ay parlıyordu yüzünde elleri karnında kibeleymiş adı 6000 yıldır sancılı !
Topraksızlar
Daha ne kadar katedeceğiz bu mecalsiz yolları. Zaman neçar. Karanlık çökmüşse ilk kurşun
sesidir başlayan hikaye... Çekiliyoruz kendi içimize korkudan yana.
Ve sabaha kaç ölü uyandık dersin? Mecalsiz anlamsız soruların tüm karmaşası. Aydınlık
ile o karanlığın arasında ki o ince çizgi neydi... Onu anlamlı kılan neydi... Bir yolculuk düşlüyorum
Sis çökmüş düşüncelerime... Kar düşüyor dudaklarına. Nehir taşıyordu zamandan.. İlk eriyen
Kardan... Kaç bahar sabahında uyanıp yaşayacaktık. Bu sabah kaş kişi eksildik mecalsiz... Bir
patikayı izliyorduk. Adımlarımızda toprak kokusu... Bir Kar tanesi düşe dursun. Nefesin durdurak
bilmeyen hikayesindeydik.
Daha ne kadar yaşayacaktık?
Rüzgar ne de sert esiyor. Durdurak bilmeden kentin duvarlarını yalayıp geçiyor...
Gece çökmüş üzerimize, bir ölümdür kuytuya saklanan. Sokakta infaz! Vurulmuştuk biçare,
öldürülmüştük suskun! Sustuk! Dillerimiz kusursuz... Baktık yoksun ve yitik... Güldük,
öfkelendik,uyuduk bir vakit, çiyan koynumuza. Ve; Bu kente karalık çöker ilk kurşun sesine. Doğan
ve doğmuş güneşe dek! Karanlığı dövüyordu nasırlı titrek el. Kan sızıyor gecenin uğultusundan.
Ölmek dedi tanrı!;”Yitirmeye başladığımız gülüşlerden, sonra ki ilk nefesinizde
hissettiğinizdir!” Nasıldı ilk tanrı deyişimiz. “Nasıldı ilk gözlerimizden akanı kanı bir kadının
tenine damlattığımız an.” Tarihi yoksulluklarımız vardı, yitirilmiş çağlar. Kaybedilmiş anılar. Susanlar ve daima susacak olanlar. Susardık içten içe, gözlerimizden yabancı iyi insanlar ölüyordu.
Yitiriyorduz... Gömüyorduk mezarlarımıza. Bilmediğimiz bir ölüm vebasının tan vakti. Kara dikeni
saplar yüreğimize acısını bekliyoruz! Tüm sular şimdi durgun ve kirli... Mevsim ölüyor. Varsın
ölsün.
Biliyoruz umursamayacaksınız ama ben yine de konuşacağız zira bundan önce
konuştuklarımızı da siz umursayın diye konuşuyoruz. Neden yazmayı tercih ettiğimizi bilmiyorum aslında biliyorum kimseye yalnızlığımı anlatamıyoruz, hep biz varız diyip duruyorlar oysa
Sartre şunu söylemişti ; Yalnızlık; düşündüklerinizin kafanızın duvarlarına çarpıp tekrar içeride
kalmasıdır.' Sartre bu söyler söyler durur.
Hane en dip var ya İşte yalızlıkların en dipindeyken... Toplumsal durumların
analizcilerinin bıkkınlık yaratan söylemlerini, toplum anormal bulmasa da ve benim
düşündüklerimizi toplum içerisindeki davranışlarımızı kabullenmemelerini elbette bende
hoş karşılamıyoruz. Tam da bunun aksine toplumun ve tanrıların istediği bir birey olmamak
adına ciddi girişimleri içerisindeyiz. Misal hepiniz uyuyorsunuz ya da herkesin uyuduğu saatte
uyumuyoruz. Erkeklerin kadınlarını becerdiği saatler yine uyumuyoruz. Yeraltında insanların
bedenlerini uyuşturduğu saatlerde uyumuyoruz. Uykuyu sevmediğimiz anlamına gelmez,
Bilmiyoruz belki de böylece zamanımı bu şekilde değerlendirmeyi ve geceleri seviyoruz..."
Bir yazıda onlarca devrik cümle kurmayı seviyoruz... Biliyoruz demiyoruz bilmediğimizide
bilmiyoruz... Nem kokusu duşmuş yatağın yalnızlığı... bundan kötüsü yoktur herhalde
Çevrenize bakın, ne göreceksiniz burada size bir bardak çayın huzurundan bahsetmiyorum
yaşamınızın gereksizliğinden bahsediyorum, doğa da tüketilecek hiçbir şey kalmadığında insan
paranın yenilemeyecek bir şey olduğunu anlayacaktır diyen kızılderili’nin topraklarını alanlardan intikam yeminleri hala kulaklarımızda yankılanıyor ve buda gösteriyor ki hiçbir şeyden
intikam alamazsınız, ve hiçbir şey aslında size ait değildir. Zamansızlığın savaşında, tükenmişin
ardından…
Ve;
Zamanın içinde hep birileri haklıydı…
Bakışımızdan kaçan ama sevdiğimiz hayaletler ise RUHUMUZDA!
Kana alışmış bu topraklar, Topraksızların kanına, yoksulun kanına! Bir gıdım barış, Bir kan
deresi!…
Düşüncelerimizin ölüyor ve bundan hepimiz sorumluyuz. Tıpkı bizim gibi! Tüm
sorumluluğumuz haz safhasına ulaşma gibi. Ulaşamadığımız noktada hayıflanırız tıpkı toplumun yaşlısı gibi suçlu ararız. Şizofren toplumun adaleti gibi! Cesareti sergileyemiyor ve kokup
ölümü tercih ediyoruz. Cesareti ya da deliliği sergileyemiyorsak korkaklardan yana olup kendimizi becereceğiz. Sevgilerimiz uyku tarzında bir tatmin noktasıdır, tatmin olduysak seviyoruz
ve de iyi bir uyku çekmişiz demektir.
Becerilmiş beyinlerimizi sularken aslında benliklerimiz sorgulamalarından bir şey kalmamıştır.
Ölüm sizler ya da benim için kahramanlıktır. (not; Kahramanlıklar devri kapanmıştır.)
Becerilmiş bir edebiyat teorisi değildir ya da felsefesi!
Algılarımız bizlere beyazın temiz ve iyiliğini anlatır gibi, Oysa asıl temizlik kirlenmiş ardında
kalmış lekededir.
Beyazlar kocaman birer yalandır. Sanat değil bu bir anlam ifade etmesi için değil. Aşağıda ki
resim, sadece karalanmış ya da boyanmış bir kağıt…
Kötü hissedebilirsiniz!
Bazı ilhamlar cennetten gelir…
Özgürlükler ve görevler gibi, Hem masum hemde canavarca kibrin örneklerini oluşturan
bazıları, yüzlerinde yükseltilmiş bakışları yaşıyor.
Asellette pozlar vermeyi başarırlar!
Edgar Degas deyişle; “Biz kendimizi mümkün olduğu kadar bilgece avutacağız!”
Topraksızlar...
TOPRAKSIZLAR...!