Tarih Değişim - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı

Transkript

Tarih Değişim - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
1942 yılında Kayseri’de doğdu. Kayseri lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. Stajını
İstanbul Erkek Lisesinde Nurettin Topçu’nun yanında yaptı.
Çocukluk döneminde Babasının Dedesine okuduğu Büyük Doğu
dergileri ile tanıştı. Henüz çocuk yaşta Büyük Doğu ikliminde yetişmeye başladı. Üniversite öğrenimi sırasında Necip Fazıl Kısakürek’in
yanında oldu. Büyük Doğu dergilerinin çeşitli devrelerinde yazmaya
başladı.
Büyük Doğu fikriyatını ve ideolocyasını anlama biçimi Necip
Fazıl’ın dikkatinden kaçmadı. 1978 Büyük Doğularında yazdığı Heyula
başlıklı yazı için Üstad “Profesörünün, meşhur muharririnin, politikacısının, içi geçmiş kabaklar gibi her türlü fikir cevherini yitirdiği bu kafa
kıtlığı devrinde, olgun gençlik kadromuzun en mümtaz örneklerinden
Ali Biraderoglu’na ait bu yazıyı bütün Batı dillerine çevrilmeye layık bir
değer ölçüsüyle takdim ederiz…” biçiminde bir sunuşla yayınladı. Nitekim Rapor dergilerinde de iki yazısı için benzer değerlendirmelerde
bulundu.
Necip Fazıl’ın ‘en yakını’ olma liyakatinden başka herhangi bir
kaygı taşımayan Ali Biraderoğlu üniversiteyi bitirdikten sonra Felsefe
öğretmenliğine başlar. Kayseri Lisesinde öğretmen, Kayseri Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak çalışır.
Necip Fazıl’ın hemen bütün konferanslarında, dergi çıkarmalarında, kültürel faaliyetlerinde yanındaki insandır.
Arkadaşları ile Kayseri’de önce MTTB sonra Söğüt Fikir Kulübünde eşya ve hadiseleri anlamaya ve yorumlama çabalarını sürdürdü.
Necip Fazıl’ın vefatından sonra üstadını vuslata hazırlayan içerideki dört kişiden biridir. Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile hesaplaşmayan,
konjönktürel kaygılardan uzak olmayan, oportünist ve pragmatik zaaflarla, aşağılık kompleksinden kurtulamamış, İslamı bir izm ve ideolojinin, yükselen değerin arkasına takan ve bilhassa 1980 sonrası ortaya
çıkan “fikir hareketlerini” ciddiye almadı ve bunları modern hareketler
olarak niteleyerek ucuzculuk ve sistem içinde yer bulma çabaları olarak
değerlendirdi. İslamı bir kültür ve medeniyet planında ele almayan, onu
zamanı ve mekanı belirleyici bir ‘üst’ kıymet hükmü olarak benimsemeyen hiçbir düşünceyi ciddiye almadı.
Bir süre Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı ve oradan emekli oldu.
Büyük Doğu, Rapor, Türk Edebiyatı Hece dergisinde pek çok yazısını yayınlamıştır. MTTB ve Söğüt Fikir Kulübü bünyesinde pek çok
konferans ve seminer vermiştir.
Evli ve iki çocuk babasıdır.
KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI
YAYINLARI
Yayın No: 16
Tarih ve Değişim
Ali Biraderoğlu
Yayıma Hazırlayan:
Söğüt Fikir Kulübü
Kapak Fotoğrafı
Hayrettin Oğuz
Tasarım/Mizanpaj
Mustafa İbakorkmaz
Baskı ve Cilt
Orka Matbaa/0352.3221700
1. Basım
Kayseri 2013
İletişim
İstasyon Mah. Depo Cad. No-3
Tel:0352-2225417 Kocasinan/KAYSERİ
e-posta: kekvakfi@gmail. com
Web: www. kekvakfi. gen. tr
Tarih ve Değişim
ALİ BİRADEROĞLU
KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI
İÇİNDEKİLER
ZELZELE - FIRTINA - KASIRGA .............................................. 9
DEĞİŞİM.........................................................................................16
DEĞİŞİM SANCILARI VE SORUNLARI..............................32
DEĞİŞİMİN SINIRLARI......................................................... 125
DEĞİŞİM ve OPORTÜNİZM................................................. 164
Cihan şu veya bu kıymetin değil de bizzat kıymet
ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden,
ruhundan hastadır.”
Necip Fazıl
İklimimizde çok çok nadir yetişen bir dâhî mütefekkirin, tek
cümlede, kütüphanelik çapta; modernite ve postmodernite teşhis ve tesbiti…Gerisi “Akademi’lik ihtiyarlarla çocuklar arasında
tehlikesiz bir gevezelik[1]” veya lâf ü güzâf….
Anlayamayacağını anlayabilmek, fakat buna rağmen anlama cehdinden vaz geçmemek şuur durumu olarak, sürüyle son
ittisal noktasıdır…Sonrası kopuş…Ve…Çile!... Tek kutsalı “
Üstün olmak ve hükmetmek” olan ve bunun uğruna bütün mukaddeslerini feda eden sürü; Fahr-ül- Enam’ın veladetini dahi “
kut[2]”layarak farkında olmadan şirk atmosferinin içine girer…
Engel olamazsınız! Çünkü sürünün mümeyyiz vasfı anlayamayacağını, anlayamamak!... Anlayamayacağı incelikler olduğunu
idrakteki acziyetidir. Onu ancak bir çoban, onun nefsaniyetinin
istediği havayı çalarak, kavalı ile yönetebilir. Onun sözde şeyhi,
sözde kanaat önderi, sözde üstadı, sözde siyasi lideri vardır. Bu7
günkü şuur, daha doğrusu şuursuzlukla bu tür aidiyetlerin tevhid
inancını gölgeleme tehlikesi vardır! Hem de ciddi nispette. Ama
merak ediyorum, makinist mi trene hâkimdir? Tren mi makiniste? Rayları kim döşedi? Bir insanın; acziyetini idraki, en yüksek
şuur durumudur!
Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Evet, ben, bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!
(Mart 1982, N.F. Kısakürek )
Beyinlerin kabız, dil ve kalemlerin ishal, gönüllerin iptal,
vicdanların dumura uğradığı, ferâsetin köreldiği, bütün entelektüel fakültelerin kördüğüm olduğu bir evrende; postmodernitenin ( her şey gider-goes on ) kolaycılığının büyüsüne kapılmadan gayret, biraz daha gayret…. Tefahhus,
tezekkür, tefehhüm, teemmül, tefakkuh, tefekkür… Sürüden
kurtuluş… Ümmet olma liyakatine ilk adım!... Vazgeçmiyoruz… Bir bebek gibi…Fikrî anlamda sürünerek, emekleyerek, titrek adımlarla hedefe doğru!... Karınca misali!...
[1]Friedrich Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, çev. Nusret Hızır, İstanbul, Elif yay. 1963, sh. 14
[2]Burada “ kut” un ikincil anlamlarının arkasına sığınarak, saklanarak, “baht”, “saadet”, “devlet”, “uğur” gibi anlamlandırmalarla mazur göstermeye yeltenmeyin…
Asırlardır Peygamber sevgisi ve hasreti ile gönlü yanan ihlaslı müminlerin, sinesinden
fışkıran samimi ifadeler sizi tatmin etmedi de, şirk kokan bu kavram mı size sevimli
geldi? Sadece bir örnek: {“Manas’ı koruyan ruhların ağzından girip, düşmana karşı nara
salmaları” da İslamiyet’le uzlaşmayan bir inanıştır. Bu, eski Türklerin Kut dedikleri ve
Tanrının bazı insanlara bahşettiği kutsal kudrettir. İslamiyet’te ise Allah, melekleri
ile siyanet eder ve korurdu. Bu koruma, dışarıdan ve Tanrı vasıtasıyla olurdu. Türklerde ise Tanrının kudreti, insan ruhunun yerini alıp ve o talihli insanı başarıya kavuştururdu.} Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, TTK, 2010, c.I, sh. 303. Ayrıca bak!
Bu kitabın, Kutlu dağlar. C.II/ sh. 357, 459; Kutlu ağaçlar. II/ sh. 472 v.b. Sayfaları…
“ Kut– Türk, Moğol ve Altay şamanizminde ve halk inancında kutsal enerji, yaşam
gücü.”(Vikipedi ) Bunların yanında, İbrahim Kafesoğlu, Halil İnalcık, Osman Turan
v.d. bak!
8
ZELZELE - FIRTINA - KASIRGA
Korkunç bir zelzele içindeyiz... Tahrip olmayan, yere yıkılmayan, ayakta kalan tek değer, tek yapı yok... Kör ve nefsani
obur bir güç, hiçbir sınır, hesap kitap tanımadan yıkıyor, yıkıyor ve yıkıyor... Leş arayan bir sırtlan gibi toprak altındaki eski
yıkıntıların enkazlarını da çıkartarak tahribine hırslı bir iştahla
yeni bir hız veriyor. Kırılası eli, girmedik köşe bucak, kutsal bir
mekan bırakmıyor.
Bu zelzele manevi alanda, kültür planında, değerler dünyasında oluyor. Ayağımızı güvenle basabileceğimiz bir toprak parçası da mı bulamayacağız? Örselenmemiş hiçbir kutsal değerde
mi kalmadı? Sanki kutsal değerler katili “yamyamlar” arasında
kaldık... Kutsal değerler yamyamların ayakları altında kaldı. Şayet imar faaliyetinden söz ediliyorsa ortada sağlam malzeme bıraktılar mı ki; hangi malzeme ile imara başlayabilecek insanoğlu
yenidünyasını? Çünkü bütün yıkılan değerler de; olduğu gibi
bırakılmıyor, yeniden parçalanıyor. Parçalar yeniden ufalanıyor.
Yeniden kurma için hiç bir sağlam, doğruluğundan şüphe duyulmayan malzeme kalmıyor veya bırakılmak istenmiyor elimizde.
Fakat acaba bu tür toslayışların, tırmalayışların, sataşmaların
pırıl pırıl parlayan ana inançlar üzerinde, mukaddes ölçülerde
korkulduğu kadar büyük tahribata sebep olamayacağını, dolayısıyla bu kadar endişeye mahal olmadığını söyleyebilir miyiz? Bi9
zim kanaatimize göre böyle bir düşünce geçerli değildir. Zira her
alandan, bütün cephelerden hücum ediliyor; şiddetli ve sistemli,
metotlu, planlı bir biçimde hücum ediliyor. Bunun için ne kadar
cılız, ne kadar gereksiz, ne kadar batıl olursa olsun bu tür bir barbar akınının savuşturulması kolay değildir. Hele hele Allah’ın başarıyı çalışana nasip edeceğine inanıyorsak ne kadar endişe etsek
azdır. Japonya’da çeliğin şiddetle püskürtülen su ile kesildiğini
duymuştum. Yani istediğiniz kadar yumuşak bir madde olsun,
bir noktaya, ısrarla ve yüksek bir hızla teksif edildiği zaman en
sert madeni bile kesebiliyor. Bir su damlası bile zamanla bir mermeri oymuyor mu? En nadide el yazması bir kitabın mahvolması
için bir güve kafi değil mi?
Gerçi insanlığın fikir tarihinde bu tür değişimlerin olduğunu
hatta mutlak değişmeyen hakikate olan inançla şüphe dönemlerinin periyodik bir biçimde birbirini takip ettiğine şahit oluyoruz. Ama ne var ki şüphe, kararsızlık, güvensizlik duygularının
içinde bulunduğumuz çağda olağanın dışında güçlenmesi, gayet
ciddi boyutlara ulaşması, yapıp etmelerimizin içine kadar nüfuz ederek insanda saçma ve anlamsızlık duygusunu köklü bir
biçimde uyandırması, düşünen kişiyi haklı olarak insanlığın
geleceği hakkında endişeye düşürüyor.
Yoksa insanlık teoride çağımızdakinden de radikal,
insanın neredeyse yaşama imkânını ortadan kaldıracak;
kısa zaman boyutu içerisinde ve dar bir çevrede devrini tamamlayıp giden Antik Yunan sofistik düşünüşüne de şahit
olmuştur. Gerçeğe olan aşırı bir güven çağının arkasından
ortaya çıkarak bütün değerleri “panton metrom antrophos:
insan her şeyin ölçüsüdür” diyerek ferde indirgeyen, insanlığın üzerinde birleşebileceği tek gerçek bırakmamaya çalışan bir dönemdir. Hatta bal tatlıdır gibi sudan bir yargıyı
verebilmeyi bile insanın elinden almaya yeltenen, ayak basabilecek, dayanabilecek hiçbir unsur bırakmamaya azmetmiş
korkunç bir kuşku dönemidir o.
10
Fakat bütün bu en ekstrem şüpheye rağmen Sofistlerin kendi
şüphelerine kanları ile canları ile, bütün varlıkları ile inandıklarına, düşüncelerini gerçek filozoflar gibi hayatlarına temel yaptıklarına inanamıyorum. Dolayısıyla Sofistler içinde bulundukları
şüphenin kefaretini ödememişler; belki biraz duygusal olacak
ama şüpheleri fantastik planda, eskiye karşı bir polemik bir zihin
jimnastiği olarak bilgi teorisinin sınırları içinde kalmıştır. Belki
bu bakımdan da zamanında etkisi az olmasına rağmen taşıdığı
imkân ve gelişmeye olan istidadı bakımından asırlar sonra yankı
yaparak “Antik Aydınlanma” olarak ün yapmıştır.
Bütün gerçeklerin, değerlerin, mantık oyunlarına, demagoji
ve güzel konuşmaya feda ve kurban edildiği bir dönem olan Sofistik çağ, Sokrates’in irrasyonel yapıya sahip (daimon)u sayesinde aşılarak; insanlık artık ayağını basabileceği sağlam zeminlere
kavuşma imkanını bulmuştur. Nitekim bu ses Platon’un “İdealar” evreninde yankısını bularak daha bir sağlamlaşıp, sistemleşerek devam edip gitmiştir. Artık en azından “yanlış eylem”lerimizi
bize bildiren bir ses vardır içimizde Sokrates’le birlikte. Gerçekte
duyulur dünyada olmasa da en azından değişmeyen, oluş içinde
bulunmayan, mutlak bir evren vardır düşüncemizde Platon’la
birlikte.
Fakat gerçeği bulabileceğimiz konusundaki bu inanç, bu
güven bir kaç asır sonra oldurulmuş, oluşturulmuş Hıristiyanlığın elinde dondurularak asırlarca devam edecek korkunç bir
buzullar döneminin, Skolastik Çağın1 ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Artık on bir asır boyunca daha doğrusu Hıristiyanlığın devlet gücü ile birleştiği dönemden başlayarak en büyük suç
1) Bu yazı onlarca yıl önce yazıldığı için, bu konudaki düşüncelerimizin yeniden, tetkik ve tetebbularımız ışığında gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu tespitleri tamamen çıkarmayışımızın sebebi: Allahü Zü’l-celâl Hazretleri karşında aczimizi
derinden derine tefehhüm edip , kul olmamızın şuuruna varmamıza vesile olması….
Evet, yanılıyoruz, yanılıyoruz, yanılıyoruz! Çünkü insanız! Çünkü kuluz! Çünkü her
insan yanılır!Hâlik-i Zül Celal Hazretlerinin İlmi ile ilgili oniki isim ve sıfatı zikredilir! Aman bu isimleri ve sıfatları insanlara atfetmeyelim! Allah (cc.) cümlemizi şirk-i
hafîden korusun! Ali Biraderoğlu
11
düşünmek olmuştur. Zihnin bütün faaliyetleri iptal edilirken, sadece kimler tarafından uydurulduğu belli olmayan, fakat kilisece
doğru kabul edilen düşünceleri anlayabilecek merkez, korkunç
bir faaliyetle çalışarak akıl almaz bir biçimde gelişmiştir.
İşte bütün nihai faaliyet ve fakültelerini zincire vurulup bulunduğu böyle bir dönemin içinde Rönesans’ın fikir kökleri
oluşmaya başlıyor…
İnsan bugün kendini Rönesans döneminde sanıyor. Ama biraz düşünülürse o dönemle çağımız arasında ne kadar önemli ve
büyük farklar var. Çünkü Rönesans 13-14 asır süren, fikir adına
en küçük bir nefes alışı bile yasaklayan Skolastisizme karşı bir
başkaldırıştır. Çünkü Rönesans oldurulan-muharref bir dinin
batıl esaslarını, dünyevi saltanatlarına dayanak yaparak eşi görülmemiş bir istismarı gerçekleştirmiş olan kiliseye karşı bir başkaldırıştır. Çünkü Rönesans, pozitif bilimler alanını bile kıskanç bir
inhisar altında tutmaya çalışan kilise babalarına karşı bir “hayır”
deyiştir. Düşünen insanların seslerini zorla kısmaya çalışanlara
karşı insanların “haysiyetli” bir isyanıdır. Bunların ötesinde
Rönesans kendisinden önceki döneme bütün cepheleriyle
kesin bir karşı çıkış ve karşı oluştur.
İşte bu ve benzeri sebeplerden ötürü Rönesans yıkmadık değer bırakmamıştır. Asırların intikamını almak için gerilip gerilip
toslamıştır eskiyi meydana getiren değerlerin tümüne. Bunun
için de eskinin tek renkli fikir hayatını çok renkliliğe dönüştürmüştür.
Yalnız burada Rönesans’ın sadece çıkış sebeplerini alıyoruz.
Şüphesiz getirdikleri ayrıca değerlendirilip tartışılabilir, tartışılmalıdır. Bir fikir hareketinin çıkış sebeplerine metodolojik olarak olumlu bir yaklaşımda bulunmak o hareketin getirdiği
bütün değerleri kabul etmek anlamına gelmez.
12
Rönesans’ın kendi inançları ve değer yargıları bağlamında
açık yürekli, samimi değer yıkıcılarına karşılık, bugünün mukaddes ve ana değer ölçü yıkıcıları, değerlerin mezar kazıcıları yıktıkları değerlere, mukaddes ölçülere bağlılık iddiasında bulunan
garip bir taifedir. Bunlar içinde sünnet ehli dışında neler neler
yok ki...
Bunlardan bazıları kayıkları batarken, canlarını kurtarmak
için yanlarındaki transatlantiğe sığınan ve canlarını garantiye
aldıktan sonra da o harikulade gemiyi kemirerek tahrip etmeye
yeltenen farelere benziyor. Bunlar ister istemez iman edenler
veya bazı metafizik açmazlar sonucu iman etmek zorunda kalanlardır. Aralarında sıradan insandan farklı kafaya sahip olanlar var.
Bunlar kendi teknelerinin devrilmek üzere olduğunu, artık bu
köhne tekne ile bu sonsuz okyanusta seyahatin mümkün olmadığının farkına varabiliyorlar, anlayabiliyorlar. Fakat tam teslim
olamıyorlar. Çünkü teslimiyet ya sıradan insanlara ya da cins
kafalara nasip olan bir özelliktir. Bu tiplerin açmazları ikisi
arasında bulunmalarıdır. Bunlar ne aklı aşabilecek, hor görebilecek kadar üstün akıllı; ne de olduğu gibi kabul edebilecek kadar sıradan akıl sahibidirler.
Şunu da aklımızdan hiçbir zaman çıkarmamamız gerekir ki;
dünya gözüken, yer üstü parlamentolardan, hükümetlerden, resmi bürokrasiden çok; gözükmeyen yer altı kurumları tarafından
idare edilmektedir. Bu yer altı devleti milli ve enternasyonal güçleri ile her an kendilerinde fobi haline gelen İslamiyet düşmanlığının etkisi altında, istikbal hakkında hesaplar yapmaktadırlar.
Çünkü Batı, kendi cins kafaları tarafından itiraf edildiği gibi
bütün yaratıcı güçlerini yavaş yavaş kaybediyor. Bugün Batı’nın
temel değerleri sallanmaya başladı. Bu ortamın bu biçimde gelişmesi halinde İslam tüm dünya için kurtuluş yolu olabilir. Bunun
korkusu içinde olan gizli dünya devleti kurmayları İslam ülkelerinde elde ettikleri satılık vicdanlar vasıtasıyla mevcut uyanmayı kontrol altında tutarken, aynı zamanda ortada sağlam, şüphe
13
edilmez hiçbir değer bırakmamaya çalışmaktadırlar. Öyle ki yeri
geliyor kütleleri pasifize etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Hindistan’daki Kadiyanilik bunun en tipik misalidir. Yeri geliyor
çıkacak kavgaya, çatışmaya bakmadan parklarda açık yerlerde
namaz kılmaya, milletlerin istiklal marşlarına bayraklarına saygı
göstermemeye teşvik ederek toplulukları provoke etmektedirler.
Ayrıca bu değer yıkıcıları arasında iyi niyetli olmalarına rağmen aksiyon histerisi yüzünden bu sapkın gruplar arasında yer
alanlar da var. Bunlar gerçekte sünnet ehli yolunda çok hassas
olmalarına karşılık, particilik ve sözüm ona ülkemiz dışındaki İslami aksiyon hareketleri yüzünden bu hassasiyetleri körelmiş, paslanmıştır.
Bu kadar korkunç bir kargaşa, bu hercümerç, bu ana baba
günü nasıl sona erer? Ellerinde baltalarla önlerine gelen mukaddes değere saldıran bu değer yıkıcısı yamyamlar ne zaman kendilerine gelirler? Uzun zamandan beri firarda bulunan akl-ı selim
ne zaman avdet eder? Fakat hemen şunu söyleyelim ki; biz böyle
bir zelzele ile ilk defa karşılaşmıyoruz. Ehl-i Sünnet yolunun bağlıları ne zaman ilim bakımından yeterince güçlü değillerse derhal
tarlayı yabancı ve zararlı otların istila ettiğine şahit oluruz. Çünkü fikir hayatının boşluğa tahammülü yoktur. Müspet ve ana
ölçülere uygun bir biçimde doldurulamayan boşluk, sanki
yeni imiş gibi, asırlarca önceki ihtilaflar anlaşmazlıklar yeniden güya çağdaş biçimde gündeme getirilerek doldurulmaya çalışılır. Kanaatimizce İmam-ı Gazali dönemindeki
gibi bir değer karmaşasının muhatabı bulunuyoruz. Bütün
değerler o zamanki gibi örselenmiş, ayağa düşmüş, herkesin
kabul edeceği genel geçer zaman ve mekân üstü ölçüler neredeyse kalmamış gibi... Dolayısıyla bu kadar şiddetli, tahribatı büyük, sonucu bu kadar yıkıcı zelzeleyi durdurup, şimdiye kadarki
tahribatını giderebilmek için bir “Huccetül İslam”a ve bir “İkinci
Binin Yenileyicisi”ne ihtiyaç var.
14
Fakat burada asıl büyük tehlike, geliş imkânını zorlaştıran,
hatta imkânsız kılan faktör şudur ki; insanların entellektüel bakımdan eşit olduğu düşüncesidir. Hemen anlaşılacağı gibi bu
düşüncenin temelinde koyu, zifiri bir nefsaniyet var. Kendi kendini eleştirme gücünden yoksun her insanın kolayca kapılabileceği bir ökse. Bu anlayış zaman zaman İngiliz güdümündeki
düşünce akımları tarafından empoze edilmeye çalışılmaktadır.
İmam-ı Gazali gibi bir dehayla eşit zihinsel kabiliyete sahip olmayı kim kabul etmez ki? Tabii zerre kadar iz’an ve insan sahipleri dışında...
Sonuç olarak zelzeleyi anlamak zelzele sonrasını da inşa edebilmekle doğru orantılıdır. Yarım oluşların gerçek oluşlar önündeki engeller olduğunu bilmeden de zelzelenin doğru anlaşılamayacağını hatta fark dahi edilemeyeceğini iddia ediyoruz!..
(1978 )
15
DEĞİŞİM
(Bu yazının ana çatısı 1981 yılında yazılmıştır…)
“Karanlık” diye anılan Antik Çağın meşhur Ephesos’lu filozofu Herakleitos (540-480)’ a göre; evren, başı ve sonu olmayan
bir değişme, boyuna akan bir süreçtir. Sonsuzca hareket eden
nesnelerin özü, temel niteliğidir. Zıt kutupların meydana getirdiği sonu olmayan hareket içinde gelişme ve serpilme genel bir
dünya kanunudur. “Aynı ırmağa iki kere girilemez. Daima her
şey akmaktadır1. Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden hep
başka başka sular akar, gelir. Güneş her gün yenidir ve her
gün yeni şeyler üzerine doğmaktadır.2”
Çağımız felsefesinde devrim yapan dört filozoftan biri sayılan (Diğer üçü. R.Descartes, I. Kant, E. Husserl) Entüisyonizmin kurucusu büyük Fransız filozofu Bergson (1859-1941) ‹a
göre, şuurumuzun bir parçası olan «temel ben» sürekli bir kaynaşma, erime, karşılıklı bir etkileşim içindedir. İnsan şuurunun
aynı olan, eşdeğer olan iki anını yakalamak imkânsızdır. Zamanın her anında eşsiz bir değişme ve nitelikten ibaret bir yenilik
vardır. Oluş hem iç hayatımızda hem de tüm cihanda etkisini
1) Walther Kranz, Antik Felsefe, Metinler ve Açıklamalar, çev. Suad Y. Baydur,
İstanbul, İ.Ü.Ed.Fak. sh. 91
2) A.g.e. sh. 83
16
gösteren evrensel bir kanundur. Ruhi hayatımızda olduğu gibi
inorganik hayatımızda sürekli, kesiksiz, devamlı, fakat duyulmaz
bir ilerleme içindedir. Çünkü «zaman eşyayı kemiren, üzerinde
dişlerini bırakan bir hamledir.»
Anlaşılması oldukça zor, sanatkâr filozofumuz bu değişimi
zarif bir biçimde şöyle dile getirir: “Hâlbuki küçük bir dikkat
cehdi bana her an değişmeyen hiçbir teessür, hiçbir tasavvur ve
hiçbir dileğin olmadığını gösteriyor… … Zaman yolunda ilerleyen ruhumun hali de topladığı sürelerden bir kartopu gibi mütemadiyen büyümüştür… … Hakikatte ise hiç durmadan değişiyoruz, psikolojik halin kendisi de zaten değişmeden başka bir
şey değildir.3”
Zamanla sevgi ve isteğin de değiştiğini söyleyen Shakespeare “hiç bir şey değişmeksizin aynı olduğu durumu muhafaza edemez; iyilik de fazla kanlanıp canlanınca kendine kurban
gider.”4der Hamlet’te. Dünya üzerindeki değerlerin çoğu özellikle insanlar tarafından üretilen değerler bir süre sonra eski olgunluğunu, mükemmelliğini, çekiciliğini, geçerliğini kaybederler.
Çünkü her zaman “daha iyi”, “iyi”nin düşmanıdır.
Diyalektik anlayışı benimseyen filozofların hepsi için de değişme temel bir olgudur. Bu filozoflara göre; tarihin, karşıtları
çöze çöze giden, ilerleyen bir akışı var. Dolayısıyla «değişme»
diyalektiğin ana kanunudur. Kısa bir süre değişmez gibi gözüken
her değer kendi içinde antitezini de oluşturacak böylece de yeni
bir senteze dönüşerek değişecek. Bu değişim tekrar kendi içinde
kendini değiştirecek dinamizmi oluşturacak. Böylece değişim
sürekli olarak her alanda akıp gidecek.
Evrenin, objelerin bir anlık intibalarını yakalayarak resmetmeye çalışan felsefî olarak E. Mach (1838-1916) pozitivizmini
benimseyen empresyonist ressamlar için de tüm objeler her an
3) H.Bergson, Yaratıcı Tekamül, çev. M.Şekip Tunç, İstanbul, MEB, sh.13
4)Shakspeare, Hamlet, çev: O Burian, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1966, sh.152.
17
değişik bir görünüm içindedirler. Sanki her şey iğreti bir biçimde
iliştirilmiş gibi her şeyin varlığı bir an sürüyor. “Titrek bir an kadar”. Hatta söz konusu ekol bu görüşünü çok ekstrem noktalara
kadar götürerek fenomenler dünyasında değişmeyen aynı kalan
hiçbir şeyin olmadığını ileri sürerek oluşu mutlaklaştırıyorlar. O.
Spengler: “ Empresyonizm, bir dünya duygusunun kuşatıcı ifadesidir. Ve empresyonizm deyince, son kültürümüzün bütün
fizyonomisini kavrayan bir deyim anlaşılır.5” tespiti çok önemli… Bu tespit bir devir kültürünün objeyi algılama tarzı ve yaklaşımıdır. Örnek olarak Claude Monet’nin “ Güneş Batarken”
tablosu… Resim güneşin doğuşu sırasında bir limanı gösteriyor. “Bir tan vakti güneş ışınlarının su yüzündeki hârelenmelerini
ve bu belli bir ‘an’ içinde gök ve deniz yüzeylerinde meydana
gelen ışık dalgalarını tespit etmek… …. Resimde sabit hiçbir
formun, hiçbir konturun olmadığını görüyoruz.” 6
Bu felsefî yaklaşımların postmoderniteyi hazırladığını söyleyebilir miyiz? Şunu sezdirmeye çalışıyoruz… Önce fikir, sonra
maddeye, topluma nakşı…
Hz. Mevlana «yüz binlerce zıt kendini zıddını mahveder”7
diyerek varlık alanındaki bu değişimi vurguluyor. Tahir’ül Mevlevi bu beytin şerhinde şöyle bir açıklama yapıyor: “ Güneşin
etkisi ile yerdeki sular buharlaşıyor. Su buhar halinde özelliklerini ve şeklini değiştirir. Bu değişimi meydana getiren suyun
zıttı (antitezi) olan güneştir. Fazlı ilahi ile yağmur haline gelerek
yağar.8” Yani bir şeyin zıttı onu yok ediyor; tekrar o şeyin zıddı o
yeni şeyi yok ediyor. Böylece oluşum sürüp gidiyor. Her zaman
kafile kafile yok oluşlardan varoluşa doğru yaratılanlar gelmektedir. Mesnevi’de bu konuda şöyle bir örnek daha veriliyor: Sonba5) O. Spengler, Batının Çöküşü, çev. G. Cogvanni-N. Sengelli, İstanbul, Dergâh yay.
1997, sh.211
6) 30 İsmail Tunalı, Felsefenin Işığında Modern Resim, Erzurum, A.Ü. Fen-Ed.
Fak.1960, sh.30
7)Mesnevi şerhi, Abidin Paşa, Cilt:3 sh.212, İstanbul l324.
8)Mesnevi Dersleri. Muharriri: Tahir Olgun, Cilt: I, Kısım 2, sh.823, İstanbul,l949.
18
har gelince ölüm denizinin hücumu karşısında yüz binlerce ağaç,
dallar ve yapraklar toprağa dönüşür. Zamanı gelince de topraktan tekrar hayat fışkırır. Mesnevi tümüyle ele alınırsa kanaatimizce Hz. Mevlana›da diyalektik bir anlayışın olduğu söylenebilir.
Aynadaki Yalan’da da; müspet bilgilerin vecde ve sonsuzluk iştiyakına bağlanmasındaki sırrın ve “bunun yanında, hiçbir
merhalede duraklamaksızın hakikati arama cehdinin kaynağı”
olarak nitelenen tasavvuf; “tekâmül, hiç bir oluşta mıhlanıp
kalmamak ve her an yenilenmek hamlesi...»9 şeklinde tarif
ediliyor. Artık burada söz konusu olan sıradan bir değişim değildir; ruhî bakımdan daha iyiye, daha güzele ve daha olguna
doğru bir tırmanıştır, bir yükseliştir. Sözle eylem arasındaki farkın kalkması, sürekli olarak fikirler doğrultusunda bir değişimin
gerçekleşmesidir. Akidenin insan eylemlerini hamur gibi yoğurması… Zihni yoğurması… “Masiva”nın hatırlanmaması… İnsanın her an Allah’la birlikte olması… Ebû Saîd el-Harrâz’dan
naklen: “ Ebrar zümresinin hasenatı, mukarrebun zümresinin
seyyiatıdır”10 Zaten olması gereken de sadece değişme; istenen
yönde, olumlu yönde bir gelişmedir. Yoksa bir kibritle bir anda
kül olan bir orman da değişim geçirmiştir. Ama hiç bir zaman
istenen olumlu yönde bir değişim değildir. Zaten kanaatimizce
«tekâmül» kavramı içinde hem değişim ve evrim, hem de olgunlaşma vardır.
Olumlu yönden, istenen yönde değişimin harikulade bir ifadesine yine bir Hadis-i Şerif ’te rastlıyoruz:” İki günü birbirine
eş olan ziyandadır.”11 Sürekli bir tekâmül; iyiye, doğruya, güzele,
9)Necip Fazıl Kısakürek, Aynadaki Yalan, İstanbul, l980, sh.l03.
10) İmam-ı
�����������������������������������������������������������������������������
Rabbâni,
����������������������������������������������������������������������
Mektûbât-ı Rabbânî, çev. Abdülkadir Akçiçek, İstanbul, Çile
yay. I / 298…Diğer iki tercüme, hasenatı, iyilik; seyyiatı, kötülük. Yasin Yay. 1 / 439
; hasenatı, iyilik Hüseyn Hilmi Işık: 1 / 196…diye çevirmiş…Çok laik, seküler bir
zihin yapısını dışlaştırıyor…; Zihinlerimiz işgal altında!...Aynı zaman kültür ve dil
tasavvurundaki cehalet!...
11) El-‘Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II,323 ( Nevzat Âşık.www.diyanet.gov.tr/turkish/diyanet/haz99/ayinici4.htm ). Hadis her ne kadar zayıf bulunmuş ise de, şer-i şerif ’e
aykırı bir nokta olmadığı için, “ zayıf ” rivayeti ile birlikte aldık…
19
solmayana, pörsümeyene, geçmeyene, ölmeyene doğru sürekli
bir atılım, bitmek tükenmek bilmeyen bir yarış, bir hamle...
Bisiklet üzerindeki bir insanın dengesini koruyabilmesi için
belirli bir süratle seyretmesi gerekir. Eğer durur, hatta dengesi
için gerekli olan hızın altına düşerse, dengesini kaybeder, hatta devrilir. Belirli bir deveran hızını kaybederek değişimi duran
sermaye erir; gelişim gücünü kaybeden, yeni değişime, oluşuma
kapalı bir şahsiyet yok olur. Aynı şekilde bir uygarlığın varlığını,
hayatiyetini sürdürebilmesi için de ana prensiplerine (sabitelerine) uygun olarak, değişim içinde ortaya çıkan tâli meselelere,
yeni problemlere olumlu cevaplar verebilmesi, yeni değerler üretebilmesi, ana prensiplerindeki esneklik ve gelişme imkânından
yararlanması gerekir.
Aksi halde üretkenliğini, doğurganlığını, ibda gücünü kaybetmiş bir uygarlık devam edemez, çöker gider. Üretkenliği belirli bir süratin altına düşmüş bir uygarlığın yok olması veya diğer
yeni imkânlara sahip uygarlıkları taklit ederek ömrünü biraz daha uzattıktan sonra bütün varlığıyla yeni ortaya çıkan
uygarlığın değerlerine teslim olması bir yazgıdır. Hiçbir uygarlık içinde bulunduğu değişimden habersiz, insan ve toplumun yeni problemlerini görmemezlikten gelerek mevcut
statükoyu korumaya çalışmakla varlığını sürdüremez. Burada söz konusu olan bir uygarlığın geçmişi ile boş gururla öğünerek kendi kendini kof bir tekrar felaketinden kurtarabilmesi ve
belirli noktalarda kendini yenileyebilmesidir.
Buraya kadar gerek ferdi ve sosyal, gerekse organik ve inorganik alanda açık bir değişimin olduğunu vurgulamaya çalıştık.
Sosyal alandaki değişiklik konusunda biraz daha derinleşmek
için Allah Celle Celalühü tarafından gönderilen ve hepsi de
Hak olan kitaplar şeriatlar üzerine eğilmek gerekir. Bu şeriatların hepsinin ilahi kaynaklı olmasına karşılık değer sistemlerinin
farklı olduğunu, hatta bazen arada esaslı farkların bulunduğunu
20
görüyoruz. Daha doğrusu ilk peygamber Hz. Âdem’den itibaren
bütün ilahi şeriatlarda bir değişim, daha doğru bir ifade ile bir
tekâmül olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Zamanla eskisinin
bazı kuralları iptal edilerek kaldırılırken, bazen de yeni kurallar,
yeni değerler ortaya konmaktadır.
Şüphesiz bu değişimin sebebi, birçok hikmet yönü mahfuz
kalmakla birlikte ortaya çıkan yeni şartlara, değişime göre; yeni
zaman ve mekâna hâkim olabilmek için gerekli olan emirlerin
peyderpey gönderilme keyfiyetidir. Bir tarafta sürekli akan bir
hayat ve ortaya çıkardığı yeni durum, yeni şartlar..
Zaten bu saydığımız alanlardaki değişimleri inkâr etmek
kimsenin aklından geçmemektedir. Hatta sıradan insan bile
sosyal alandaki teknik alandaki gelişmelerin, evren üzerindeki,
insan üzerindeki etkisinin farkında. Daha doğrusu onun bile farkına varabileceği kadar açık bir değişim oluşum var orta yerde.
Belki de görünen bu hızlı, korkunç değişim en fazla «çoklar”ı
«pek çoklar”ı etkiliyor, apıştırıyor, şaşırtıyor.
İnsanın ruhi hamlesinin bir ifadesi olan birinci ve ikinci sanayi devrimi ile gerçekleştirilen korkunç teknik başarılar insanı
değiştirdi, evreni değiştirdi. Bunun farkında olmayan, bu etkilerden kendisini soyutlayabilen insan kalmadı gibi dünyada. İnsan
değişiyor, değer yargıları değişiyor, evren değişiyor.
İnsan eşya ve hadiselere yeni değer yargılarıyla örgüleştirilmiş yepyeni bir gözlükle bakıyor. Objelerle, değerler
arasına tül perdeler, şeffaf duvarlar konuyor. Bu bağlamda
oluşan peşin fikirler ve moda düşüncelerin merceğinden
veya az da olsa bazıları ortaya çıkan yeniçağın gerçek yapısını kavrayarak orijinal bir bakış açısı, yeni değerler sistemi
getiriyor. Hatta bu değişim bazen o noktalara kadar varıyor ki
insanların çoğunluğu şaşırıp kalıyor. Estetik beğeni yargıları değişiyor. Örnek olarak; artık bir gübre yığınının resmi bile “sanat21
ta güzelin” temsilcisi olarak kabul edilebiliyor. Bir şairin “Leş”i
betimleyen şiiri “sanatta güzel”in ifadesi olabiliyor. C. Baudelaire
( 1821-1867)’nin “Leş-La Charoge” isimli şiiri….
Eğer ayağını basabileceği küçük bir nokta yoksa eğer kesin
bir “kötü”, “iyi” yoksa insanoğlu eyleme, yapıp etme imkânını
nereden alacak. Hareket etmek için gerekli olan temel gücü eylem zembereğinin boşalabilmesi için gerekli olan motivasyonu
nereden bulabilecek?
Fakat hemen hemen her insanın farkına vardığı bu açık
değişime rağmen bütün değişimlerin dışında kalan, değişme içinde değişmeyen bir öz, bir cevher mutlak bir değer
yok mudur? Sürekli olarak değişen, aksayan, pörsüyen, geçerliğini kaybederek sapır sapır dökülen değer yargılarının üstünde, onların temeli olan, belirleyen, tayin eden, hiç değişmeyen,
zaman ve mekân üstü, genel geçer yargılar yok mudur? Bütün
yüzeysel değişmelere rağmen hep aynı kalan bir binanın iskeleti
gibi sağlam bir istinatgahımız yok mudur? Zaman zaman sarsılmasına yüzeysel bir bakışla yok oluyor gibi görünmesine rağmen
temelde, kökte geçerliğini koruyan ölümsüz nitelikte bir “aşağı”
ve “yukarı” yok mudur? “İyi” ve “kötü “nün, “güzel” ve “çirkin
“in, “doğru” ve “yanlış ”ın zaman üstü bir kriterini bulamayacak
mıyız?
Problemlere derinliğine nüfuz edebilen, kavrayabilen, özellikle sezebilen görüşlerin arkasındaki gerçek sebepleri görebilen
bir insan için değerler dünyasında değişmelerin dışında kalan,
değişme içinde değişmeyen bir öz, sürekli, kalıcı bir cevher olduğu bir gerçektir. Ancak bir korkunç baş döndürücü değişim
içinde görünüşlerle oyalanan yığın için kalıcı, sürekli yanı görmek oldukça güç, hatta abartmış olmayalım ama hemen hemen
imkânsız gibi bir şey. Bütün ufku sadece günü-birlik hayatı ve
meseleleri olan bir insanın bu karnaval, bu panayır içinde değişmeyen değerlerin farkına varması mümkün mü? Veya daha yu22
muşak bir ifade ile kolay mı? Nitekim bu noktada bütün zaman
ve mekânlar için tartışmasız geçerli olan şöyle bir yargı verebiliriz: Hayatın gerçek yüzünü, öz dokusunu ancak teemmül,
tefekkür sahibi çilekeş, mustarip kişiler kavrayabilir...
Nitekim yazımızın başında belirttiğimiz gibi evreni başı
ve sonu olmayan bir değişme olarak kabul eden Herakleitos
bile; bütün değişen şeylerin arkasında “aynı”, “duran” tanrısal
bir varlık ve ebedi bir varoluş kabul eder. Tıpkı asırlarca sonra
Schiller’in diyeceği gibi:
Her şey ebedi olarak dönüp değişse de
Durgun bir ruh yerindedir bu değişmede
Bu durumu teknik bir analoji ile elektriğe veya filme benzetebiliriz. Elektriğin çok kısa süre içindeki çok fazla yanıp sönüşleri bu konuda uzman olmayan kişilerde elektrik ışığının sürekli
olarak yandığı imajını meydana getirir. Bunun tersine hareketsiz
resimlerin belirli bir hız ve pozisyonda birbirinin arkasından gelişleri ise algı yanılgısı (illüzyon) ile filmlerdeki objelerin hareketli olduğu imajını verir. Hâlbuki uzman bir kişi için veya elektriklere biraz daha uzak ve yüksekçe bir yerden, içinde bulunduğu
şartlanmalardan sıyrılarak bakmayı düşünebilen, başarabilen bir
kişi için elektriklerin sürekli olarak sönüp yandığı ne kadar basit
bir gerçek. Aynı şekilde sinema tekniğinin arkasındaki gerçeği
görebilme şansına sahip bir kişi için ise sahnedeki görüntülerin
hareketsiz resimlerin toplamından ibaret olduğu da basit bir hakikattir.
Aynı şekilde asıl konumuz olan değerler dünyasındaki çok
hızlı değişim sıradan insanda sabit hiç bir değerin kalmadığı gibi
bir değer yanılgısının doğmasına yol açar. Değerler dünyasında
insanın ayağını basabileceği sağlam bir temel bulunmadığı intibaını uyandırır. Hâlbuki imkânlarla nasıl fiziksel illüzyonların
23
önüne geçebiliyorsak aynı şekilde derinliğine bir inceleme ve
düşünme ile patolojik değer yanılmalarının önüne geçebiliriz.
Fakat insan ve insanla ilgili değerler dünyasında ortaya çıkan
problemler teknik ve maddi konulardakiler gibi kolayca ortaya
çıkarılıp, gösterilemezler, ispat edilemezler. Her şeyden önce bu
konuları kavrayabilecek insanın “insan”la hesaplaşması lazım.
İnsanın açık ve seçik bir biçimde “insan” anlayışına ulaşabilmesi
lazım.
«İnsan niteliği bakımından henüz bilinmeyen bir varlıktır.»
der Nietzsche; bir sırdır insan, henüz keşfedilmemiş bir derinliğe sahiptir. Allah’ın en güzel suret üzere yarattığı mahlûkatın
en şereflisi olan insan müthiş bir sır küpüdür.
İnsan; büyük gelişmeler kaydetti, kendisini dahi hayretler
içinde bırakan teknik başarılar kazandı, nerede ise kendisiyle
boy ölçüşmeye kalkacak makineler yaptı. Fakat kendisinden çok
uzak hakkında bu kadar çok bilgiye sahip oluş, uzağın bu kadar
fazlaca ilgi çekmesi, bilinmesi; yakının bilinmeyişine, en basit
gerçeklerin yakalanamayışına sebep oluyor. Uzağın bu kadar
yakınlaşması yakının uzaklaşması sonucunu doğuruyor.
Çağdaş insan evinin içinde hatta kendisinden habersizdir.
Fakat kısa bir süre içinde dünyanın uzak köşesindeki bir
olaydan derhal haberdar oluyor. Her an herkesle ve her yerde fakat kendi kendisiyle değil, kendi kendisine yabancılaşmış durumda. Ay artık günümüzde bizim için eski bilinemezliğini, esrarengiz güzelliğini kaybetti. O kadar yakınlaştı ki nerede
ise Ay’a gidecek vasıtalardan bilet ayırtmaya kalksak kimsenin
tuhafına gitmeyecek. Buna karşılık aynı oranda insan kendi kendisinden uzaklaştı. Acaba insan kendi kendine bu kadar yabancılaşmış mıdır evren yaratıldığından beri?
Her şeyden önce insanı insan yapan, insan olmanın ayrılmaz
parçası olan bir takım özellikler var ki biz bunlara insanın var24
lık-şartı veya öz-çizgisi diyoruz. İnsan düşünen, devlet kuran,
toplu halde yaşayan, bilen, gülen, inanan, ahlaki bir varlıktır.
Sözgelimi kol insanın varlık-şartlarına ait bir fenomen değildir.
Çünkü diğer özelliklere sahip bir varlık, kolu olmasa da insandır.
Ama düşünmeyen bir varlık için “insandır” diyemeyiz. Devlet
kurma özelliği olmayan bir varlık için de “insandır” diyemeyiz.
Patolojik istisnaları hesaba katmıyoruz şüphesiz. İşte insana ve
meydana getirdiği değerlere böyle bir soyutlama ile eğilirsek onun değişmeyen sürekli olarak devam eden zaman ve
mekân üstü “öz”ü olduğunu görürüz.
Bu açıdan bakınca bugünkü insanla binlerce yıl önceki insanın; bugünkü toplumla binlerce yıl önceki toplumun birbirinin
ana hatlarıyla aynı olduğu, aralarında esaslı bir farkın olmadığını,
köklü bir değişimden söz edilemeyeceğini görürüz. Derinliğine
bir bakış, görebilen bir göz için insanda ve toplumda değişen çok az özellikler var. İnsanı insan yapan varlık-şartları, öz
çizgisi hiç değişmeden varlığını muhafaza ediyor. Bu bakımdan
insanoğlu binlerce yıldan beri sürüp gelen özelliklerini, güdülerini olduğu gibi muhafaza ediyor. Yalnız zamanla bunların tatmin ve gerçekleştirme şekilleri değişiyor. Belki de çoğunluğun
değerler dünyasında gördüğü değişme bu ikincil özelliklerdeki,
başka bir deyişle teferruattaki değişmedir.
İkincil özelliklerdeki değişmeler çok gürültücü oldukları,
gündelik hayatın içinde bulundukları, düşünmeye gerek kalmadan her an görüldükleri için etkili olurlar. Dolayısıyla hayatı
pratiklerle, yaşamanın sadece eylemsel yanıyla sınırlı olan sıradan insanda sabit, değişmez değerlerin kalmadığı gibi bir intiba
uyandırıyorlar. Çünkü yığının zekâsı soyuta, teoriye tırmanamaz; derinliklere inemez; gördüğünün etkisinde kalır ve
onlara inanır. Ancak ikincil özellikleri kavrayabilir. Sıradan
insan hayatı; düşünmekten çok yaşar; muhayyilesi de çok
sınırlıdır.
25
Nitekim insandaki fizyolojik ve sosyal güdülere baktığımızda yıllardan beri değişmediğini daha doğrusu değişmenin bilimsel yöntemlerle tespitinin imkânsız olduğunu görürüz. Kaldı ki
burada biz insanda var olduğu tartışma konusu olan içgüdüyü
hesaba katmıyoruz. Fizyolojik güdüler göz önüne alınırsa bin
yıllarca önce insan belki de hayatını meyve ile sürdürüyordu,
bugün nefis yemeklerle besleniyor. İhtimaldir ki yarın küçük
bir tabletle yaşantısını haftalarca devam ettirebilecektir. Hatta
hayat seviyesi bugün alt düzeyde bulunan bir insanın yaşantısı
ilkel dönemdeki en zengin insanın yaşantısı ile kıyaslanamaz. Bu
örnek üzerine dikkatle eğilirsek temelde açlık güdüsü olduğu
gibi duruyor. Değişen sadece onun tatmini anında ortaya çıkan
gelenek, görenek veya beslenmenin kalitesi. Burada değişen yanla değişmeyen yanları dikkatle birbirinden ayırmak gerekir. Aynı
şey yaşama ve benzeri güdüler için de söylenebilir. Bu örnekleri
çoğaltarak sosyal alana da uygulayabiliriz.
Yaratılan ilk insan-Peygamberi ve ilk insanları tahayyül ediyorum. Onların çağımız modern insanından çok farklı olduğunu sanmıyorum, tuhaf değil mi? Bütün fizyolojik güdüler aynı,
tartışmaya gerek yok. Bunun yanında o insanlar da bugünkü kadar karmaşık olmasa da metafizik bir arayış içindedir. Bu Allah’ı
bulana kadar devam eden çetin bir yolculuktur. Zamanı zemini
çağı yoktur. Bunun yanında tabiat güzellikleri karşısında, denizin güzelliği karşısında hayranlık duyuyor,”güzellik”i algılayabiliyor. Arkadaşının elindeki parçasını kapmanın “kötü” bir şey
olduğuna inanıyor. Neslini devam ettirebilmek için çocuklarının
üzerine titriyor. O ilkel(!) insanla bizim modern insan arasında
çok az bir fark var.
Nitekim insanlık tarihi derinliğine, doktriner sapmalardan
arınarak, gerçekten bilimsel bir gözle incelenirse değişmez bir
değerler dünyasının olduğu hemen ortaya çıkar. Bu inceleme
bize bu güne kadarki toplumlarda geçerli olan, değişmeyen, kalıcı, temel özün; ahlak, iktisat, hukuk estetik değerlerle aile kural26
ları olduğunu gösterir. Örnek olarak; yalan söylemenin, hırsızlık
ve zinanın, öldürmenin, mülkiyete tecavüzün normal sayıldığı
hiçbir toplum görülmemiştir. Halbuki somut verilerden hareketle, bilimsel yöntemleri kullanarak yasalar bulmakla yetinmeyen
«spekülatif» sosyoloji, aşırı genellemelerle bilimsel zihniyete
tamamen aykırı olarak «masa başında” uydurduğu sosyal yasalardan, tarih içinde bazı olayları çarpıtarak kanıtlar devşirmeye
çalışmaktadır. Bu sosyologlara göre; “zihnimizin prensipleri bile
toplumdan topluma değişmektedir. Hatta Antik Yunan dünyasında hırsızlık şeref sayılırdı o halde zaman ve mekân üstü geçerli
olan hiçbir değer sistemi yoktur» gibi tuhaf bir sonuca varıyorlar. Nitekim J. P. Sartre da «Ne yapmamız gerektiğini bize bildirecek genel bir ahlak kuralı yoktur» diyerek; nerdeyse yaşama
imkânını ortadan kaldırabilecek bir şekilde ahlaki değerlerin bile
relative (göreli-izafi) olduğunu savunuyor. Aslında o değişmez
değerlerin varoluşuna başkaldırmaktadır.
Nitekim bu bakış açısı tutarlı olarak sonuna kadar götürülürse «mutlak, zaman ve mekân üstü hakikat”lerin tebliğcisi olma
iddiasındaki Peygamberler, Kutsal Kitaplar ve şeriatlar ne kadar
anlamsız olacaktır. Mademki zaman ve mekân üstü genel-geçer
değişmez, kalıcı, mutlak değerler yok, o halde onları tebliğ iddiası da gereksiz ve anlamsızdır. Böylece ortaya bir değerler relativizmi çıkıyor. Buradan da zorunlu olarak bütün metafiziğin
inkârına, daha sonra da bir pozitivizme ve pragmatizme yol açıyor.
Ülkemizde kültürleri lise sosyoloji kitaplarını aşmayan yarı
aydınlarda değerlerin relativ olduğu fikrini uyandıran tek örnek;
Antik Yunan dünyasında hırsızlığın şeref olduğu iddiasıdır. Başka bir deyişle yeteri kadar belgelenme imkânı olmayan bu kadar
kolay, basit bir iddia bile yarı aydınlarda değerler relativizmi fikrini uyandırmak için yeterli olmaktadır. Kaldı ki böyle bir iddianın bilimsel bir yaklaşımla eğildiğimizde elle tutar bir tarafı olmadığını derhal görürüz. Çünkü Antik Yunan dünyasında şehir
27
devletleri var. Bir şehrin, yani bir devletin delikanlıları bir merkezde toplanıp -özellikle vurguluyoruz- başka bir şehir devletini
yağmalamaya gidiyorlar. Demek ki burada şeref olan hırsızlık
değil bir nevi harp, cihangirliktir.
Nitekim bir kısmı Anadolu şehirlerinde telteli (kızık, kaymak; bazı yörelerde pişmaniye tabir edilir) yapıldıktan sonra soğuması için bahçeye konur. Bu telteliyi kabını iade etmek
şartıyla çalmak bir nevi beceriklilik alameti ve şereftir. Eğer bir
sosyolog iki üç yüz yıl sonra sözüm ona ilim adına bu durumu
tespit edip, ona dayanır «Anadolu›nun bazı yörelerinde hırsızlık şereftir» gibi bir yargıya varırsa bu bilimsel (! ) tespitin ciddiyetini ve doğruluk derecesini takdirlerinize bırakırım. Aynı şekilde doğruluğunu kesin olarak tespit edememiş olmama rağmen
Kafkasya›da at çalmanın şeref olduğu söylenmektedir. Fakat bu
örnekte hiçbir zaman Kafkasya›da hırsızlığın şeref olduğu gibi
bir yargıya varmamızı gerektirmez. Bir Kafkas için atın anlamını,
onu korumak için nelerini feda edeceğini düşün! Böyle bir anlam
atfedilen bir nesneyi çalabilmenin riskini ve eğer başarılabilirse
nasıl bir kahramanlık, zekâ ve beceri nişanesi olduğunu düşün!
Yani arz ettiğimiz iki olayda, bir ritüelle gerçekleştiriliyor…
Yine bazı filozofların ve sosyologların ideolojik sapmalardan
kaynaklanan yakıştırmalarına rağmen; bugüne kadar mülkiyetin
olmadığı bir toplum türünün varlığı bilimsel olarak tespit edilememiştir. Biz burada soyut anlamdaki mülkiyet anlayışından söz
ediyoruz. Yoksa mülkiyet ilişkilerinin şekli, mülkiyetin geçerli
olduğu nesnelerin alanı her zaman değişmiştir ve zamanla değişmesi gerektiğine inanıyoruz.
Aynı şekilde 1900 yılına kadar doğruluğu kabul edilen, ilkel toplumlarda (promiscuit, cinsi hayatın mutlak serbestliği)
görüşü de bugün kabul edilmemektedir. Ord. Prof. Dr. Hans
Frayer, Sosyolojiye Giriş kitabında: «Şurası muhakkaktır ki, aile
teşkilatına sahip olmayan bir insan sürüsü veya kabilesi buluna28
mamıştır. Mutlak cinsi serbestlik halinin, bir fiksiyon (faraziye)
olduğu artık anlaşılmıştır. Bu faraziyeye başvurmanın sebebi bu
izah tarzının en basit durumu anlatmasından ileri gelmektedir»
demektedir..
Kanaatimizce değerler relativizminin, değerlerin izafi olduğu inancının doğmasının en önemli sebeplerinden birisi bazı
kavramların karıştırılmasıdır. Daha doğrusu yeterince çilesi
çekilmeden, muhtevasını öğrenmeden bazı kavramlarla hesap
yapmaya kalkışılmasıdır. Buna örnek olarak «ahlak» kavramı ile
«gelenek» ve «görenek» kavramlarını sürekli olarak karıştırdığımızı söyleyebilirim. Bizde bir delikanlının büyüğü önünde ceketini düğmelerken, Amerika›daki delikanlının büyüğü önünde
babasının yanında ayağını masaya atması ahlakla değil, gelenek
ve görenekle ilgilidir. Dolayısıyla bu tür örnekler «ahlak»ın değil gelenek ve göreneklerin toplumdan topluma, zamandan zamana göre değiştiğini gösterir.
Estetik alana da kısaca atılan bir nazar, bu alandaki değişmez
değerlerin de derhal gözümüze çarpmasına sebep olur. Her ne
kadar “hoş” ve “faydalı” kavramları relative bir anlama sahip iseler de «güzel» kavramının büyük çapta genel-geçer bir nitelik
taşıdığını görüyoruz. Her ne kadar Antik Yunan›dan gelen dogmatik, renklerle zevklerin tartışılamayacağı görüşü (De gustıbus
non est disputandum) ileri sürülerek bir değerler relativizmi savunuluyor ise de, bugün «beğeni yargısı» ile «güzel»i pekâlâ
tartışabilecek Ortak Beğeni Yargısına (Sensus communus aestetıcus) yani genel ölçülere sahip bulunmaktayız. Bu konuda fazla
teknik ayrıntılara girmeden şu kadarını söyleyebiliriz ki; bin yıllarca önce «güzel» olarak nitelenen klasik bir sanat eseri, bugün
de belirli bir sanatçı süjesi için aynı anlamı ifade ediyorsa, bu estetik alanda sabit değerlerin olduğu konusunda önemli bir kanıt
olsa gerektir diye düşünüyoruz..
29
Eğer değişim bir noktada durmazsa, bazı filozofların ileri sürdüğü gibi hiç bir sabit değer yoksa o zaman bu sınır tanımayan
değişim mitolojik bir canavar gibi kendi kendisini yer. Nitekim
bu açmazın farkında olan Karl Marx da diyalektiği bir noktada
durdurmak zorunda kalmıştır. Her toplum kendi anti-tezini içinde taşıyarak değişime gebe bir biçimde doğar. Fakat son toplum
aşamasında Marksist diyalektik gereği içinde taşıması gereken
anti-tezden mahrum olarak, ortaya sert bir biçimde kendisinin
de eleştirdiği, kemikleşmiş-donmuş bir toplum çıkarmaktadır.
Her ne kadar Existansiyalistlerde var oluşun Existence, öz
(essence)den önce olduğunu öne sürerek oluşu mutlaklaştırmış
iseler de; bu görüş tarzı çözümlenmesi hemen hemen imkânsız
birçok problemi de beraberinde getirmektedir. Örnek olarak her
şeyden önce insan atalarından kalıtımla bir takım biyolojik miraslar getirmektedir. Aynı zamanda insan kişiliği S. Freud›a göre
hayatın ilk üç yılında; A. Adler›e göre ise ilk altı yılında şekillenmektedir. Hatta burada Jung›u da hesaba katarsak insan geçmiş
atalarından kendisine intikal ederek sosyal kalıtımla nesilden
nesile geçen arkaik şuuraltına sahiptir. Dolayısıyla henüz insan varoluşu gerçekleşmeden hazır bir öz, bir değerler dünyası içinde hayata gözünü açmaktadır. Öyle ise bu biyolojik
kalıtımla sosyal miras olan kültür, insanın varoluşundan önceki
özünü meydana getirmektedir. Zannediyoruz ki kişiliğimiz belirli bir plana göre biçimlenmektedir. Bu mütalaalardan sonra
mutlak olarak varoluşun özden önce olduğunu savunmak ne derece doğru, hatta mümkündür?
Buraya kadar olan açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere kalıcı, sürekli, solmayan, pörsümeyen, zaman ve mekân üstü değer
sisteminin yanında; toplumdan topluma, çağdan çağa değişen
bir değerler sistemi de vardır. Değişmeyen yan, yani öz mahfuz
kalmak şartıyla olayların iç dinamiği değişmeye devam edecektir.
Hele çağımızda geçmiş zamanlarla kıyaslanması mümkün olmayan korkunç bir değişim vardır. İnsanları kendi kendisine, toplu30
ma karşı yabancılaştıran köklü bir değişim... Asırlardır yerleşmiş
değer yargılarını sarsan, alt-üst eden tarumar eden bir değişim.
Bu değişimi inkâra kimsede mecal yok. Yani bugün parmağını
gözünüzün içine sokan sosyal ve bireysel değişimi görmek
zorundayız. Fakat bunun yanında moda düşünceleri aşarak
insanın varlık şartından ortaya çıkan ve topluma yansıyan
değerleri de görmek zorundayız.
Yok, eğer bütün değerler toplumdan topluma, çağdan çağa
değişiyorsa, hiçbir sabit değer yoksa o zaman bu değerlerin yaratıcısı kimlerdir? Eğer bu değerlerin toplum tarafından meydana getirildiği iddia ediliyorsa toplumu bireyden ayrı düşünebilir
miyiz? Aynı zamanda böyle bir düşünce biçiminde topluma metafizik bir özellik verilmiş olmuyor mu? Hatta toplum Tanrılaştırılmıyor mu?
31
DEĞİŞİM SANCILARI VE SORUNLARI
Değişimin kaçınılmaz bir olgu olduğunu açıklamaya çalıştık… Fakat değişimin de, değişime taraftar olmanın da, değişimi
yok saymanın da, değişimin farkında olamamanın da, değişime
direnmenin de sancıları, sorunları, kısaca bir bedeli var… Ne değişimle olabiliyoruz, ne de değişimsiz. Felsefî anlamda tam bir
trajik durum!... Hatta şu anda bir tercih hakkımız olsa idi; tüm
bu teknolojik kazanımlardan vaz geçerek iki bin, üç bin, on bin
yıl önceki insanoğlunun yaşantısına dönmeyi kabul eder mi idik
bilinmez!… Burada sürekli olarak hafızanın iyimserliği tuzağına
düşerek, geçmişe karşı santimantal bir özlem duyuyoruz… Yani
dipten apansız gelen bir dalga, bir zelzele… Ama ne var ki müsebbip insan!
İnsan önce kendisini, dünyayı, zihninde doğan sorunları düşünüyor ve bir evren tasavvuru oluşturmaya çalışıyor. (Düşünme Aşaması)
Sonra kendisi ve doğa hakkında bilgi sahibi olma gayreti içine giriyor, onları sistematize ediyor. Çeşitli bilgi dalları ve bunlar
arasında fizik, kimya, biyoloji gibi positive tabiat bilimleri merkezi hale geliyor. (Bilgi Aşaması).
32
Son aşamada elde ettiği bu bilgilerle, özellikle positive tabiat
bilimlerini kullanarak doğayı insanlara yarayışlı (belki de doğrusu kullanışlı) bir hale getiriyor (Teknoloji Aşaması)
Ve bir döngü başlıyor!… Fakat eski bir ifade ile bu bir daire-i
faside değil… Yani kısır döngü değil! Diyalektik, yaratıcı, interactive… Yani karşılıklı etkileşim özelliği taşıyan bir döngü!..
Ondan sonra süreç birbirini dönüştürmeye başlıyor… Bundan
sonrası önlenemeyen, insanın varlık yapısından kaynaklanan bir
serüven… Ve değişim!...
Önce düşünce!... Önce fikir!... Fazla geri gitmeyelim… Eğer
Renaissance felsefesi ile yeni bir tabiat tasavvuru ve ona bağlı evrenin birliği ilkesi ve heliosentirik (güneş merkezli) evren
anlayışı egemen olmasa idi, bilimlerde, özellikle positive tabiat
bilimlerinde şahit olduğumuz gelişmelerin olması mümkün değildi. Ve tabi ki arkasından teknolojinin gelişmesi de… F. Bacon
(1561-1626)’ın 1620’de yazdığı Novum Organum, R. Descartes (1596-1650)’in 1637’de yazdığı Metod Üzerine Konuşma
isimli, fikrî planda yöntemsel esasları temellendiren eserleri olmasa idi, positive tabiat bilimlerinin, dolayısıyla da teknolojinin
ilerlemesi mümkün olamazdı…
Böylece düşünceden kaynaklanan tasavvurlardan inşâ edilen
bir evren kavrayışı, bilimlerin gelişmesini; onların uygulanması
olan teknolojik oluşumu da kendiliğinden tetikliyor… Teknolojik gelişmeler hayatımızda kolaylık, rahatlık, zamandan tasarruf
ve ekonomik yarar sağlıyor… Veya hayatımızı yaşanmaz hale
getiriyor… Atom bombası, çeşitli silahlar, çevre kirliliği, genleri
ile oynanan bitki, hayvan… Ve önlenmesi mümkün olmayan bir
gün, hem de bence yakında insan genleri ile oynama!!!??? Ortaya çıkacak insan???
Bu teknik icatlar, tasavvurlarımızı, doğayı, sosyal ve bireysel
hayatımızı etkiliyor… Onlar da düşünce dünyamızın yeniden
33
eleştirel bir yaklaşımla ele alınmasına, dolayısıyla yeni tasavvurlar oluşmasına sebep oluyor… Bu yeni tasavvurlar da yeni bilimsel konseptleri doğuruyor ve böylece teknolojide yeni icatlar ve
sürüp giden ve sonu bilinmeyen bir kısır döngüler… (….)
Bize göre; bütün varlığımızı şuurumuz belirliyor, tayin
ediyor. Yani sosyal varlığımız (ekonomi de dahil) bilincimizi
değil, bilincimiz sosyal varlığımızı belirliyor… (Marx’ın savunduğunun tersine) Ama bilincimizi sosyal varlığımızın, doğa
v.b. diğer faktörlerin etkilediği de inkâr edilemez bir gerçek…
Bizzat Marx’ın hayatı ve şu anda az olsa da, hatta kalmasa bile,
dünya üzerindeki kırk-elli yıl öncesinin milyonlarca Marksisti
bizim yorumumuzu teyit eder. Peki, ama bir Marksist, “özellikle
Türkiye’de ve Türkiye’nin de inkâr edilemez fikrî yardımlarıyla diğer İslam ülkelerinde dönüşmeye başlayan, kendini Müslüman olarak niteleyen kitlelerin tutumu da bizi teyit ediyor!”
derse cevabınız ne olur? Düşünün! Başka bir yerde cevabını
vermiştim! Yani bugünün sözde Müslümanları gerçekte belki de
adını duymadıkları, duysalar bile hakkında hiç bilgi sahibi olmadıkları komünist, materyalist Marx’ın felsefesine göre eylemde
bulunuyorlar…Yani materyalist bir konsept….Peki iman? İman
- eylem… Birbirinden bu kadar bağımsız mı?
İnsan düşünecek… Bilim üretecek… Teknoloji oluşturacak… (Teknolojinin olumlu veya olumsuz etkileri ayrı bir
konu! Teknik-kültür meselesi!) Teknoloji düşünmeyi, düşünme
tabiat bilimlerini, onlar da teknolojiyi etkileyecek… Bu kedinin
kuyruğunu kovalaması gibi bir olgu değil mi? Bu insanın ikindi
vakti, Batı’ya doğru güneşle aynı hızda gölgesine yetişme savaşı değil mi? Bu kovalamacayı, bu yarışı; ya insanın “ düşünme”
yetisini elinden alarak, (Cenab-ı Hakk’tan hâyâ ederek söylüyorum), ya da düşünmemizi İslâmileştirerek, sona erdirebilirsiniz! Bir gece uyuyabilmek için bir gündüz uyanık kalmak lâzım!
İslâm tefekkürü adına bin yıldır (İmam-ı Gazali’yi baz alarak
söylüyorum) ne yaptık ki, tefekkürümüzü İslâmileştirmekten
34
bahsediyoruz? Hangi yöntemle? Hangi yüzle? Son dönemlerde
bu eksiğimizi ecdatperestlikle telâfiye çalışıyoruz, hayâsızca ve
utanmadan! Fakat yine de hatırlatmadan geçemeyeceğim; tefekkürün İslâmileşmesi bütün değerlerin, hayatın ve evrenin İslâmileşmesi, demektir!..
Düşünme insanın varlık yapısına ait bir fenomendir… İnsanın varlık şartıdır... Düşünmeden vazgeçemeyeceğimize göre,
hayatın temel kanunudur değişme… Nihayet sürahideki su değişmezse yosun tutar. Şizofrenin en önemli özelliği, zihnin durgunluğu, değişim dışılığıdır. “Bleuler içe kapanımı (autısm)
şizofreninin en önemli belirtisi olarak görmüştür.1” G. De
Mauppasant “Kaçık” isimli hikâyesinde, “Üst üste felâketlerle
aklını oynatmış kaçık bir komşum vardı. Ta yirmi yaşında iken
bir ay içinde babasını, kocasını ve yeni doğan çocuğunu kaybetmişti…… ….. Ölenleri düşünüyor mu idi? Belli başlı hatırası
olmadan hazin hayaller mi kuruyordu? Yoksa boşalan kafası
akıntısız bir su gibi hareketsiz mi duruyordu.2” saptamasında bulunur. İnsan varlık yapısı gereği formel eğitimi ne olursa
olsun; araştıracak, düşünecek, yeni ortaya çıkan problemlere
çözüm arayacak, bulacak, yanılacak, değişecek, değiştirecek….
Tekrar tekrar bitimsiz bir döngü hayat… (F. Nietzsche’nin Bengi
Dönüş’ü değil ama) Düşünecek, karar verecek, hayata geçirecek,
sonunda nedamet veya isabet… Tekrar değişecek!..
Kuşkusuz bu değişim ve eylem gerekliliğine rağmen her an
bulutların üstünde imiş gibi marazî neş’e (euphoria), hiperaktivite de normal değildir. Hayat değişim demektir, fakat hayatın
ayrılmaz bir parçası da teennî, denge ve muvazenedir. Hayat bütün müdahil unsurların kıvamını tutturma sanatıdır….
1) M. Orhan Öztürk, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, Ankara, Hekimler Birliği Yay.
1994, sh.193
2) Guy De Maupassant, Seçme Hikayeler, çev. Enver B. Koryak, İstanbul, MEB.
1945, sh.79
35
Değişimi vazgeçilemez, engellenemez, kaçınılamaz, sonu
gelmez bir olgu olarak alıyoruz. Yani bir insanın veya bir toplumun bütün değerlerini, bütün kurumlarını değiştirmeden devam ettirmesi mümkün değildir. Gündüz gözünü dünyaya kapatan, sadece kendine gece yapar. Kendi sübjektif dünyası dışında
güneş parıldamaktadır. Tüm evrene ışık saçmaktadır. Fakat buna
rağmen değişimin de bir takım sorunları vardır… Hatta ne yaparsak yapalım değişimin psikolojik varlığımızda da engel olamayacağımız bir takım doğrudan veya dolaylı etkileri, komplikasyonları vardır…
Toplumu bir organizmaya benzetirsek, birey için yaptığımız
tespitleri topluma da teşmil edebiliriz… Değişmeyen, durağan,
sadece mevcudu muhafaza ve kadîme sarılan toplumlar da, toplumsal dengelerini, sağlıklarını koruyamazlar… Fakat hiperaktif
çocuklar gibi sürekli değişen toplumlar da sağlıklı değildir. Değişim bir araçtır, değişim, onu amaç haline getiren bireyleri
de toplumları da çarpar!... Felç eder!... Sırf değişmek için değişmek! O da patolojik bir durumu ima, hatta işaret ediyor!...”
Yokuşlarda susamak” mı? Son surat yere çakılmak mı? Hayır,
tercih: düz yol!...
İnsan alışkanlıkları ile yaşayan bir varlıktır. Şuurlu ve iradeli
davranışlarımızın bir envanterini çıkarsak, alışkanlıklarımız ve
refleksif hareketlerimizden çok daha az bir yer işgal eder. Bizden
biri olan Makar Devuşkin gayet mütevazı bir biçimde temellendirir bu durumu: “Odam mutfağa bitişik olduğu için, çamaşır
kokusundan biraz rahatsız oluyorum. Zararı yok zamanla
alışılıyor……… Artık alıştım; her şeye alışırım ben, çünkü
sessiz, küçük bir insanım 3“
Yaş ilerledikçe alışkanlıklar hayatımızın büyük bir kısmını
ele geçirir, insanı esir alırlar. Çünkü kendimizi alışkanlıkların emperyalizmine teslim etmek insana rahatlık, hatta huzur(!) sağlar.
3) F. Dostoyevski, İnsancıklar, çev. N. Yalaza Taluy, İstanbul, Varlık Yay.1969, sh. 21,
74
36
Bu alışkanlıklarımızı oluşturan büyük bir güç vardır, toplum denen… Halktan, Hakk’tan fazla korkarız! O davranışlarımızı,
tutumumuzu logaritma cetveli gibi tayin etmiştir. Suyun kaldırma gücünden yararlanan insan, suyun içinde nasıl kendini hafif
hissederse, kendini pasif bir biçimde alışkanlıklar emperyalizmine emanet etmiş insan da öyle rahata erer. Çoklardan, pek
çoklardan olmak, onların takdirini kazanmak, halkın gönlünde
yaşamak en büyük tesellimizdir… Yaşımız ilerledikçe zihnimizi
en çok işgal eden birinci derece meşguliyetimiz, cenazemize kaç
kişinin ve kimlerin katılacağı! Kalabalık olup olmayacağı… Tek
gayesi terk-i masiva olan sözde tarikatlar, sürülerinin çokluğu ile
öğünüyorlar, kibirleniyorlar… Siz nefsin düştüğü tuzağa bakın!
Bizzat öğünmek, kibir zatıyla mezmum!
Hâlbuki Allahü Zü-l-celâl Hazretleri, Kur’an-ı Azimü’şşan’ında: “ Eğer yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna itaat
(uyarsan. Elmalı, Davudoğlu) edersen seni Allah’ın yolundan
saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve yalnız yalan söyleyip dururlar4” buyuruyor…” Kim demiş? “-Hak Teâlâ hazretleri”, “ -bırak şimdi, sırası mı? Kamuoyu yoklamaları ne diyor?”
Yine Allah Teâlâ: “ Celâlim hakkı için senden önce bir takım
ümmetlere Resuller gönderdik dinlemediler de onları şiddetler ve zaruretlerle sıktık gerek ki yalvarsınlar diye.5” Elmalı merhum çok şayan-ı dikkat bir zat… Bu âyet-i kerime’nin
tefsirinde diyor ki; “…………gittikçe kalbleri katılaştı – kabiliyeti intibahiyyelerini zayi’ ettiler fakr u zarurete alıştılar. Şeytan
da yapa geldiklerini alladı pulladı kendilerine hoş gösterdi- yaptıklarını fena diye değil, iyi yapıyoruz diye yapmağa, şerri hayır,
günahı sevap telâkki etmeğe başladılar. Artık tevbe ve rücu ihtimali kalmadı, vicdanlar dondu, akıllar tutuldu, azıttılar da
azıttılar………6”
4) En’âm Suresi: 6 / 116 ( Zühayli ), Tefsiri için Elmalı Tefsiri: 3 / 2038
5) En’âm Suresi: 6 / 42
6) Elmalı Tefsiri: 3 / 1928
37
Frankfurt ekolünün meşhur temsilcilerinden ünlü bir filozof, sosyolog ve sosyal psikolog olan Max Horkheimer ( 18951973) 1944 yılında Columbia üniversitesinde verdiği dersleri
kitap halinde bastırır. Kitabın adı “ The Eclipse of Reason”,
yani Türkçesi “ Akıl Tutulması7”… Rahmetli Elmalı’lı tefsirine
1926 yılında başlamış8 Matbaai Ebuzziya- İstanbul, basım tarihi 1935… Ve “akıl tutulması” tabirini kullanıyor… Bu ifadeyle
merhumun mütefekkir cephesine dikkat çekmek istiyorum…
Üretilen ifadeler ve mefhumlar, entelektüel seviyemizin aynalarıdır. Elmalı ve benzeri âlimleri rahmet ve minnetle anarken;
bugün, en ufak bir tefekkür kırıntısından mahrum, karşılıksız
çeklerle9, sırf spekülasyona dayalı onlarca kitap yazıp,(kendi ifadelerine göre yazdırılmış, üç ayda, on beş yıllık ilmi tedris etmiş)
bugün milyonları peşinden sürükleyip, oyalayanları da teessüf ve
hayal kırıklığı ile hatırlıyorum!...
Bu konuda Elmalı’nın şuur seviyesini aksettirmek bakımından Tevbe suresinin, 31. ayetinin tefsirinde şöyle bir tespitte bulunur ki, siyasilerin halet-i ruhiyesi bakımından hayatî bir önem
arz ediyor. Nesârâdaki sınıf-ı rühbanın imtiyaz ve hâkimiyetine,
“klerikalizm” tabir edilmiş, dedikten sonra; “ Bil’ahare bu imtiyazı rübubiyyet, sınıfı rühbandan parlâmanlara10 geçmiştir.11 “ Bugün herkesin, fakat özellikle evrensel konjonktürün
getirdiği fırsatlardan yararlanarak, İslâmiyeti kullanıp dinî, siyasî,
iktisadî ve hatta akademik iktidarı elde edenlerin sürekli nefs
muhasebesi içinde olmaları gerekir… Saydığımız guruplardan
7) Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev . Orhan Koçak, İstanbul, Metis yay. 1994,
8) Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, İstanbul, M.Ü. İlahiyat fakültesi Vakfı Yay. 2008,
sh.190
9) Yeterli İslâmî muktesâbâtı olmayan, kullandıkları mefhumların muhasebesinden
habersiz, kulaktan dolma bilgilerle beslenmiş, çilesiz insanların kullandıkları kelimeleri kastediyorum…
10)“ Daha sonra Rablık imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere
geçmiştir.” Hak Dini Kur’an Dili’nin sadeleştirilmiş anlamı. İ. Karaçam, E. Işık v.d.
İstanbul, Azim Dağıtım, sh. 4 /320
11) Elmalı Tefsiri: 3 / 2515
38
hangisine baksan Siyonizm’in ve emperyalizmin emrinde oldukları şuuru (!) ve nefs emniyeti içinde kendilerini rab sanıyorlar…
Erbabınca takdir edilen, dirayet tefsiri yazacak kadar İslâmî
ilimlere vakıf bir âlimin, çağını aşan, tefekkür mahsulü fikrî tespitler yapabilmesi ve vicdanlar dondu, akıllar tutuldu gibi kavramsallaştırmalar üretebilmesi her türlü takdirlerin üzerindedir.
Muhterem bir fikrî seviyeyi işaret ediyor. Fakat mübalağalardan
kaçınalım nihayet bunlar da insandır, hata yapabilirler. İnsanları
kutsamayalım. Onları rab edinmeyelim12! Bunun için burada şu
noktayı dikkatlerinize arz etmek isterim ki; temeli oportünizm
olmayan, bazı insanların, siyasî tercihler konusunda yaptıkları hataları şahsiyetlerini ilzâm ve ifnâ’ için kullanılmasının
yanlış olduğuna inanıyorum, hele bu insanlar bir âlim veya
dâhî ise… Takınılacak tutum; durumu onların yaşadığı konjonktür içinde değerlendirerek, hataları ayan beyan ortaya çıkmışsa, ders alıp aynı hataları işlememektir…
Bir de aynaya bakmak!... Eleştiri bir haktır… Fakat o hakka sahip olmak için de bazı mükellefiyetlerin yerine getirilmesi
lâzımdır. Herkesin herkesi eleştirmesi de bir postmodern durum… Tam at izinin it izine karışması durumu! Herkes haddini bilecek! Entelektüel seviyesini bilecek! Bir alandaki başarısını(!), bütün alanlara teşmil etmeyecek, transfer etmeyecek! Şu
veya bu biçimde “para”lanmak Aynı zamanda vahşi kapitalizm
tarafından parçalanmak, parça parça olmak13, (Çok anlamlılıktan yararlanmak istedim…) , siyasî, bürokratik, akademik statüler elde etmek; hiç kimseye, istediği insanı ulu orta eleştirme
hakkı vermez… Ayrıca bu şartlarda bu insanları paralanmanın
veya mevkiin hesabını verme borcu, mükellefiyeti, mecburiyeti içinde oldukları şuuru içinde hareket etmeleri, kafalarını biraz yere eğmeleri gerekir… Hangi safralarından (İman!!!???)
kurtuldular ki, kuş gibi hafiflediler, yükseklere uçtular…Veya
yükseğe(!) doğru düştüler… Ayrıca bu gavur sistemine yatıp,
12) Tevbe suresi: 9 / 31
13) Bak! Türk Dil Kurumu Sözlüğü, Ankara, 1988, sh. II / 1159
39
kalkıp dua (!) etsinler… ”İktidar Bizde Olsa Ne Olur? Şahsî servet, kara mazisi bakımından evvelâ topyekûn devlete geçecek ve
sonra oradan dağılacağı şekilde fertlerin olacak...14”
Affınıza mağrûren bir hatıramı dikkatlerinize arz etmek istiyorum: Üstadım Necip Fazıl Kısakürek, (yılını hatırlamıyorum)
kanaat-ı âciz-âneme göre yanlış olduğunu düşündüğüm bir
siyasî tercihte bulunmuştu… Haricen duyuyordum ki, bir siyasî
hareket en başındaki dâhil olmak üzere Üstad’ı ziyaret ediyor ve
kendilerinin Büyük Doğu’cu olduklarını ispata çalışıyorlar. Yine
duyuyorduk ki aynı kişiler oy potansiyeli olduğuna inandıkları
isim sahibi her meşrepten kişileri aynı şekilde ziyaret ediyorlar.
Merhum Üstad’ım hiçbir siyasi hareketin içinde bulunmadı ama
zaman zaman sadece destek anlamında bir yaklaşım gösterdi. Bir
gün“ Üstadım! İzin verirseniz bu konudaki kanaat-ı âciz-ânemi
arz etmek istiyorum!” dedim.” Söyle! “dedi. Ben, “Üstadım! Bu
adamlar riyâkâr! Sizi kandırıyorlar! Bunlara inanmayın!” dedim.
Verdiği cevap dehâsına yakışır ihtişamda idi: “ Beni kandırmaya ne var? Beni bir çocuk bile kandırır! Benim hatam, deham çapındadır!”
Belki bu hatıraların müstakilen yazılması gerekir. Fakat bu
aciz o zaman bizzat şahidi olduğu hatıraları not tutmak gibi bir
durumu aklına bile getiremiyordu… Bu muhteşem dehânın etrafa saçtığı fikrî ve davranışsal ihtişamı sadece ve yalnız temâşâ
ediyordu! İndifâ halinde bir yanardağ… Her an farklı renkler,
ışıklar, her an bir fikir şehrâyini, “ nur”dan bahsetmiyorum…
O uydurmaları “ şeyh uçmaz, müridi uçurur!” fehvâsınca sözde şeyhlerin, sözde müridleri uyduruyor. Biz maalesef ancak
tedâilerle hatırlıyoruz. O da çok derin izler bırakmış hatıraları…
Dikkat! Burada bu hatırayı anlatmamın birinci sebebi; Üstad,
her bakımdan yanlış anlaşılmış, zulme uğramış bir insan. Sırf
hakkını teslim etmek için konunun arasına girdim. İnşallah bu
14) Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu, 12.Mart.1948, sayı: 84, yıl: 3, cilt: 4
40
sözlerimde riyâ yoktur. Allah cümlemize ihlâs nasip etsin. “ Nefs
gölgeye benzer, üzerine toprak atıldıkça toprağın üzerine çıkar!”
Mücerretler, fikirler insanı yorar, hele bizim gibi sıradan insanları… Müşahhas durumla, “Üstad kendinden başkasını dinlemez!” ithamına cevap verdiğimi sanıyorum… Genel olarak
bütün hatıraları kendi şartları içinde değerlendirmek lâzım…
Altmışlı yılların ortasından öncesi… Bir Pazar günü Çamlıca’daki evine ziyarete gittik… Herhalde sormaya gerek yok ama ben
siz sormadan cevap vereyim, ev kiralıktı… Zaten merhumun
gözlerini kapadığı Erenköyü’ndeki evi de kiralıktı… Kalabalık
bir üniversiteli gurubu… Tok sesli biri miting meydanında nutuk atan siyasî edâsı ile : “Üsdaaaadıııım! kanaat-ı âciz-âneme
göre……!” Tevâzû perdesi ile örtülmeye çalışılmış, her tarafından nefsâniyet ve enâniyet fışkıran mütekebbirâne bir uslûb….
Üstad derhal vakur bir şekilde: “ Aciz fikrin kendine kalsın!” dedi
ve muhatap sustu… Nasıl bir davranış beklerdiniz, Üstad gibi
bir adamdan? Üstad, riyakârca, içinden kendi kendini yiyerek
susacak, muhatabın havucu yerine yerleşecek… O da dışarıda
Üstad’ı övecek! Maymunlar nasıl bitlerini münavebe ile temizler,
sırtlarını nöbetleşe kaşırlarsa, insanlarda aynı şekilde birbirlerini
sırayla yağlıyorlar!...
Düşünüyorum, vazgeçiyorum! Yazıyorum, siliyorum! Yazmıyorum, pişman oluyorum. Yazıyorum yine bir nedamet bütün benliğimi kaplıyor… Ama şu hatıramı da anlatmadan geçemiyorum… İşe yarayanları alın, yaramayanları atın! Amma da
riyakârca, sahtekârca bir cümle oldu! Nefsâniyyet, enâniyyet
kokmuyor! Fışkırıyor! İnsan beyninde müşâreket… Yani yağlaşma(!), övüşme(!) … Yani savaşma gibi.. Öv beni, öveyim seni!
Karşılıklı… Çünkü hemen anlayan anladı…”İşe yaramıyor!” diyenler sıradan insanlar… Tersi, “yarıyor” diyenler sıra dışı…
Yine 1960’lı yılların ortası gibi… O zamanlar namazlı, abdestli zenginler azdı… Bugün parmağını sallasan din istismarcı41
sı, hırsız zengine, siyasetçiye, bürokrata, akademisyene değiyor.
Zaten bütün ülkede kaç zengin, kaç fabrika vardı ki? O zaman
üç fabrikası olduğu rivayet edilen mütedeyyin bir zengin günlük
bir gazeteyi devraldı, hizmet için çalışıyor… O günkü rakamlara
göre, kar etmesi mümkün olmayan bir alana büyük bir para yatırmıştı.. Kalpleri bilen sadece Allahü Zü-l-celâl hazretleri’dir…
Fakat şahsım adına samimiyetine inanıyorum, zâhiri işaretlere
göre… Bir gün Üstad’ımla bu gazeteye gittik… Ben de yanında
çantasını taşıyorum… (Üstad, çanta kullanmazdı. Ben olmayan
çantasını taşıyorum! O, yazı yazarken de sandalye gibi yanında oturuyorum!) Söz konusu zengin asil bir hürmetle Üstad’ı
karşıladı… Üstad, kendine onun yaptığı yanlışları anlattı… O
da, dinledi, dinledi… Benim hissettiğim kadarıyla Üstad’a hak
veriyordu… Herkesin malumudur ki, Üstad bir İstanbul beyefendisi idi15. Üstad bir ara çok sinirlendi (aynen yazacağım):
“Ulan…………sen, bir eşşeksin!” dedi. ……….. Bey yine asil
bir hürmet tavrı içinde, haysiyetli bir cevap verdi, bir yüzünü
Üstad’a çevirerek: “ Bu yüzüme de vurun Üstadım!” İkisi de
Allah’a kavuştu…
Şimdi burada biraz tevakkuf gerekiyor… Niyetim maziye
taabbüd değil! Geçmişi kutsamaksa hiç değil! Bu bana en uzak
bir tavır! Sıradan insanın düştüğü, hafızanın iyimserliği tuzağına
düşmek de benim için en büyük zül… Fakat değişimi, o günle bu
gün arasında bir fark olduğunu da inkâr edemeyiz… Sadedden
uzaklaşmıyoruz.. Değişim, Sorunları ve Sancıları…. O yıllar ithal
ikâmesine dayanan bir iktisâdî yapı… Menderes rüyasının kısmen gerçekleştiğini görerek dünyadan göçmüş: Her mahallede
bir milyoner yaratmak, küçük Amerika olmak!... Teşvik, tahsis,
muafiyet, kredi ve sermaye transferi ve sermaye birikimi…. Tam
o sırada dünyanın her yerinde dolaşan “komünizm heyûlası” bir
15) Dikkatinizi çekerim, tavsîflerde, İslamî tabirler, mefhumlar, kullanmaktan özellikle kaçınıyorum… İnsanlar tapınacakları put arıyorlar… Rab edinecekleri kanaat
önderleri, hocalar, şeyhler arıyorlar! Herkes inanmaya, daha doğrusu inanıyor gibi
yapmaya o kadar hazırlar ki, kendilerini inandırmaya; yanlış bir intibaya sebep olurum diye endişe ediyorum.
42
kolunu da Türkiye’ye uzatmış… Hatta Celâl Bayar “Komünizm
bu kış gelecek!» diye beyanat veriyor. Yılını hatırlamıyorum ama
Yassıada macerasından sonra… O zaman Suriye’ye komünist
Baas rejimi hâkim oluyor… Suriye’den malını mülkünü bırakıp
gelmiş bir kişi: “Biz de sizin gibi tehlikenin farkında değildik! Bir
sabah kalktık ki komünistler hâkim olmuş!” Bu rivayetler dalga
dalga yayılıyor… Hepimiz inanıyoruz! “Komünizmle Mücadele
Dernekleri” kuruluyor… Cahil, çaresiz, zavallı, kurtuluş reçetesi
arayan sıradan halk buralara hücum ediyor…
Hepimiz inandık o günlerde... Kim, ne zaman o günlerin objektif analizini yapacak? Bugün hala karar veremiyorum: 196070’li yıllardaki komünizm tehlikesi gerçekten pseude, sahte bir
tehlike mi idi? Gerçeklik derecesi ne idi?
Yalnız şu kanaatlerimin objektif olduğunu sanıyorum, kısaca eskizini çizdiğim o günlerde; fikir adamı, inanan genç, dava
adamı, sıradan Müslüman, zengin, işadamı, siyasî, akademisyen, bürokrat, hele asker, ayrı ayrı kategorileri temsil ediyordu.
İdeolojik çağrışımlara sebep olduğu için, “sınıf ” kavramını kullanmaktan özenle kaçıyorum. Yine maksadımı aşan bir iltibasa
meydan vermek istemem… O günün zenginleri; istisnaî örnekleri mahfuz tutmak kaydıyla, fikir adamlarına, dava adamlarına
hürmet ve takdir hisleri ile meşbû idiler, demiyorum. Hürmet ve
takdir hislerinin hasretiyle yanıyorlardı, da demiyorum… Fakat
şunu iddia ediyorum ki, fikir adamlarını, dava adamlarını farklı
görüyorlardı… Ne demek? Beni de tatmin etmedi… En azından
fikir adamlığına, dava adamlığına soyunmuyorlardı! Bir zenginin
okuma iddiasında olmadığını düşünüyorum, o günlerde… Okuma başkalarının işi gibi düşünülüyordu… Parti işi farklı, dernek
faaliyeti farklı gibi düşünülüyordu. Dernek işi, daha entelektüel
bir aktivite olarak kabul ediliyordu.. Düşünsel, imaj, empresyonları, hisleri, sezgileri kelimelere dökememek, yükleyememek ne
büyük facia, insan boğulacak gibi oluyor!... Yani toplumsal katmanların konturları biraz da olsa belli idi. Fikir adamlarının, dava
43
adamlarının da paralanma, mevki sahibi olma gibi bir ihtirasları
yoktu!... İyice karıştırdım! Ben söylüyorum, ben inanmıyorum!
Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nden bu tespitlerimin “kişi herkesi
kendi gibi zanneder” fehvâsının bir yansıması olmasını dilerim!
Gerçi kurulu düzen buna imkân da vermiyordu!
Bugünün ikbâl sahiplerinde, bugün ödüllendirilmiş (gifted)
olanlarda; “para”lanmak ve statü kazanma güdüsü o günlerde
mayalanmaya başlamadı mı? Yani ben milattan önceden bahsetmiyorum ki! Acaba 1967 senesi mi idi? Erbakan yavaş yavaş
ısınma turlarında… Yazlık bir mekân olan “Çakıl Gazinosu”nda,
Erbakan konuşacak dediler… Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olan
bir arkadaşla biz de gittik… Ve o anı unutmak mümkün değil…
Mekâna göre mahşerî bir kalabalık, Erbakan kollarına giren
birkaç kişi ile sahneye çıkarılıyor… Sahne değil, tezahürattan
gökyüzü yıkılıyor… Tam bir implosion… Kutuplar kontak yapıyor… İslâm ve demokrasi!... Daha doğrusu İslâm demokrasi içinde eriyor, yok oluyor! Kavram bulamıyorum, şişenin
üzerinde ismi kalın harflerle yazılı, “İslâm” fakat muhtevası buharlaşıyor… Çok zeki ve espritüel16 arkadaşım: “Aman! Bak!
Bak! Adam bayılacak!” Erbakan, sanıyorum cennetine kavuşmuştu o anda… Yalnız kavramsallaştırma sıkıntısı bastı beni…
O durumu cennetleri olarak kavramsallaştırırsak, daha sonraki
iktidar, egemenlik durumlarına nasıl bir kavram bulacağız? Hele
bugün, Türkiye’yi değil, yedi düveli idare edenlerin durumlarına
kavram bulma sıkıntısı içindeyiz… (“yöneten” demiyorum) Bu
demokrasi denilen şeyin ne menem bir durum olduğunu o an
keşfettim… Ve “Allah’ım beni bu yolla imtihan etme!” diye dua
ettim… O durumda insan kendi kendisinin “tanrı” olmadığına
nasıl inanır ki?
Yalnız Erbakan olmasaydı, bugünküler olmazdı… O sahte
gömleği giymeselerdi, dinlerinden bu kadar kolay… (…) İmanî
konularda hemen duraksıyorum… Erbakan bunlara nelerin,
16) Rahmetli Üstad, “espri zeka eseridir” derdi.
44
nasıl olursa olamayacağını gösterdi… Bunlar da nelerin, nasıl
olacağını keşfettiler… Hem de aile boyu… Erbakan’ın hem de
ikbal yıllarında, onun izni olmadan kendi ayakkabısını bile bağlamaya korkanların, Amerika’dan gelen bir davete, ona haber
vermeden icabet ettiklerini duymuştum… Teferruatını bilmiyorum… Kim? Niçin? Hangi amaçla davet etti? Yalnız kesin olan
böyle bir davet insana, Erbakan karşısında bile tarifi imkânsız bir
güç veriyor…
Yani sebebini tam tespit edemiyorum ama, 1960’lı yıllarda,
mücahitlerle (olmayan, sözde mücahitler), müteahhitler farklı
idi. Şimdi mücahitler müteahhit oldu, fakat mücahitliği de kimseye bırakmıyorlar! Postmodern bir durum… Tam at izinin, it
izine karışması durumu!.. Bu statülerden birini başkasına ver!
Bu izlerden birine sahip çıkma! Hayır, kimse, hiçbir sıfatı kimseye vermeye razı değil! Dinci general, işadamı şeyh, namaz kılan yüksek siyasiler… Filozof zengin veya zengin filozof…
Televizyon okur-yazmazlığı kültürü berhava etti. (Bugünlerde, Birleşik Devletlerde “Beşerî Bilimler”in gerilediğine, belki de
ortadan yok olduğuna ilişkin pek çok yakınma duyuyoruz…)
Öğrenim görmüş bir barbarlar toplumu oluşturma tehlikesi belirmiştir.17”
Aynı anda birbiri ile çelişen roller (Sosyoloji terminolojisine
göre kullanıyorum), aynı adamın kişiliğinde tecelli ve temerküz
ediyor. O zaman rol çatışması meydana geliyor… Genel alalım,
faizin yasak olduğuna inanan bir iş adamı… Müslümanlığı faizin
yasaklığına inanırken, işadamı hüviyeti faizsiz yaşamanın mümkün olmadığına inanıyor. Buyurun size rol çatışması! Buyurun
değişen dünyanın getirdiği sıkıntı ve sancı!.. Hangi taraf tercih
edilecek belli! Gerçekliği belli olmayan, mevhûm bir ahret için
hiç dünya feda edilir mi? Şüphesiz edilmez! Sonra tanrı affediyor, kulu affetmiyor ki… Sen kullar arasındaki savaşı kazanmaya
bak! Para her kapıyı açar ama züğürt iman seni sokağa mahkûm
17) Peter F. Drucer, Yeni Gerçekler, çev. Birtane Karanakçı, Ankara, İş Bankası
Yay.1991, sh. 250
45
eder… Sözde tarikatların, sözde cemaatlerin, sözde dinî kurumların ağzına üç beş kuruş atarsın, bir cami yaptırırsın! Sülalene
hatim indirirler, dua ederler!..
Özellikle dinci bir grubun moderniteyi temsil eden bir yaklaşımla; Rasyonel ve pozitivist bir mantıkla: “İman etmiyorsan,
ahirete inanmıyorsan bile.. Namaz kıl, oruç tut! İbadetlerini eda
et! Eğer ahret yoksa ne kaybedersin, sana ne zararı olur? Ya bir
de ahret varsa, o zaman ne yapacaksın?” oportünizmi, bugün
Postmodern yaklaşımda “Ya yoksa? ”ya dönüşmüştür!. Hele ben
kendi hayatımı yaşarım, ne olduğunu bilmediğim bir ahiret uğruna, bu dünyayı feda edemem! Olup olmaması da benim için
önemli değil! Varsa da o zaman çaresine bakarız!
Bu sözde (marka) Müslümanlar bir türlü oportünizmden
yakalarını sıyırıp kurtulamadılar… İmanlarında hep bir “eğer”
oldu… Allah’ın varlığına inanmak için hep, bitkilerin, böceklerin şahadetine ihtiyaç duydular… Hiçbir zaman “Sıddıkî“
imana sahip olamadılar… Daima kışırda, mistik, metafizik sınırda kamp kurdular… İçeri giremediler… ”İçeri” den kastım
“Sıddıkî alan”… İmanî bir tesbit değil! Ama benim bu izahım da
tatminkâr değil! Gerçekte yukarıda bahsettiğimiz mantık, sözde
Müslümanlarda kendi kendilerine bile itiraf edemedikleri, şuurlarının alt tabakalarında yaşanıyor. Bunun içindir ki, 5411 sayılı
Bankalar kanununa göre kurulmuş, kurumlar faizsiz telakki ediliyor. Şu veya bu şekilde faizle muhatap olan, fakat haramlığını
eğip bükmeden kabul eden ve “Allah affetsin!” diyen Müslümanların hepsini de Allah kurtarsın! Allah (cc.) borçlarının edasını
nasip etsin! Bütün meselemiz iman! Bütün meselemiz iman!
Yukarda alışkanlıklarımızın ve halkla imtizacın, uyum sağlamanın öneminden bahsettik.. Bu bakımdan değişim insanlara,
toplumlara sıkıntı verir, huzurunu bozar, gerilim yaratır, travmalara sebep olur… Hele zamanın hızlandığı dönemlerdeki
değişim insanda ve toplumda daha çok sorunlara sebep olur. İşte
46
birinci ve ikinci sanayi devrimleri, özellikle de üçüncü dalga,
tüm dengeleri alt üst etmiştir. Toplum çatır çatır yırtılmaktadır,
bu da çok ciddi ruhî travmalara sebep olmaktadır! Yırtılmanın
çatırtısı kulakları sağır ediyor…. Fay hatları, kulakları sağır eden
gürültü ile çarpışıyor…. Ya kulağı sağır olanlar? Ama çarpışma o
kadar şiddetli ki sağırlar bile duyuyor… Hatta kulakları patlatılanlar dahi gözleri ile görüyorlar…
Değişimin yavaş olduğu dönemlerde her şeye rağmen, insanlar bir intibak avantajına sahipti… Çünkü insanın çocukluğunda
dinlediği masalla, çocuğuna ve hatta torununa anlattığı masal
aynı idi… Kendinin çocukluğunda oynadığı oyunla, çocuklarınınkinin farkı yoktu. Kullandıkları dil, dinlediği türkü, atasözleri,
evrene bakış, dünyayı algılayış, kılık kıyafet, âdet, an’ane, insan,
kadın, çocuk algıları hemen hemen aynı idi… Anlatılır… Bir
Anadolu şehrinden adam alınıp, askere götürülüyor… 8-10 k.m.
yürüyünce başındaki zabite sorar: “Bütün buralar, padişah efendimizin mi?” Zabit cevap verir… “Evet!”, “ Peki o zaman padişah
efendimiz niçin harb ediyor? Madem bu kadar fazla toprağı var?”
Kaç gün oldu daha, karşımızdaki dağın dünyanın sınırı olduğunu sandığımız günlere… Televizyon neslini bugün kandıramazsınız… Evren algısı, dünya tasavvuru değişmiştir… Abdülhak
Şinasi Hisar özlemini çektiği dünyayı anlatırken ne güzel ifade
eder: “Bir zamanlar insanlar, çocukken oynadıkları çeşmenin suyunda yıkanırlardı öldükleri zaman18” Üstad bu değişimi ne kadar muhteşem resmeder, “evim” isimli şiirinde:
Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!
Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan!
Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada…
Garanti yok sen gibi faniye sigortada!
18) Abdülhak Şinasi Hisar, Çamlıca’daki Eniştemiz, İstanbul, YKY, sh.152
47
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!
Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!
Bir köşende annânem, dalgın Kuran okurdu;
Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.
Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;
Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı…
Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;
Sular cömert, “temizlik imandandır” bilinmiş…
Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.
Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler…
Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;
Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu;
Bir yeni nesil geldi, üstüste binenlerden;
Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden…
Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;
Vuran kimse kalmadı bu davayı mihenge…
Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm;
Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!..
Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!
Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim! 19
Necip Fazıl Kısakürek…. (1982)
Merhum Üstad’ın vefatından az önce yazdığı bu şiirde, fiziki
değişim, aile hayatı, iç mekân, sosyal ilişkiler, dostluk, beraberlik, anne kucağı hasreti ne güzel dile getiriliyor… Yürek paralayı19) Necip Fazıl Kısakürek, Çile, İstanbul, Bd Yay.1983, sh. 424
48
cı bir özlem: ”gönül bucağı evim!, anne kucağı evim!” Bundan
önceki bölümde Batı’lının “arayış” ından bahsetmiştik! Onların
aradığı dünya bu olmasın?
Fakat bu şiiri “muhasebe” deki şu kontrasla birlikte değerlendirmek lâzım, değişimi ciğerlerimize kadar hissedebilmek için:
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları;
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...
Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!
Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!
Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.
Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde! 20
Necip Fazıl Kısakürek (1947)
Gerçekte bu şiir daha önce yazılmış olmasına rağmen, daha
sonrayı ifade ederken, vefatına çok yakın yazdığı şiir kronolojik olarak daha önceleri dile getiriyor…. Bu değişime dağlar ve
taşlar dayanmaz ama insanoğlu dayanıyor, çünkü: “Biz emaneti
20) A.g.e. sh. 333
49
göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu
yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan (a gelince: o tuttu) bunu sırtına yüklendi. Çünkü o çok
zülümkâr, çok cahildir.21” Buradaki “emanet” mefhumu “Bu husustaki sahih görüşe göre dinin bütün görevlerini kapsamaktadır.
Cumhur’un görüşü budur.22” diğer bir tefsirde de: “Ekseriyetle
müfessirîn bunu teklif veya faraiz diye tefsir etmişlerdir…
Emanet böyle Arz ve cibalin dayanamayacakları derecede ağır,
edası zor, mes’uliyetli, büyük ve korkunç bir yüktür.23” Diğer bir
ayet-i kerime’de de insanın zincire vurulması gereken bir müthiş
özelliği zikredilir: “Hakıykat insan, hırsına düşkün (ve sabrı kıt)
yaratılmıştır.24”
Bu ara açıklamalardan sonra; değişimin ne kadar netameli bir
konu olduğunu, nasıl her şeye alıştığımızı, daha doğrusu en büyük facianın insan için alışmaya alışmak olduğunu ve emperyalizmin, kapitalizmin, Amerikanizmin, din kompradorlarının,
hâsılı küfrün şubelerinin hepsinin, bütün oyununun bu olduğunu, İslam’ın nasıl bir bez parçasına indirgenip bir balon gibi
havaya bırakıldığını, bizim de isteyerek veya farkında olmadan
bu oyunu içselleştirdiğimizi ve onun peşine takıldığımızı tefehhüm ve sezdirmek için sinir uçlarınızla toplu iğne veya matkapla
oynamak amacıyla, birkaç örnek daha vermek istiyorum.. Fakat
bu örnekleri iyi değerlendirmek için, bir toplumun hayatında elli
yüz senelik zaman dilimlerinin uzun bir süre olduğu gibi bir illüzyona kapınılmaması gerektiğini önemle hatırlatıyorum…
Bugün Türkiye’nin ilmiye, seyfiye, kalemiye, siyasiye, iktisadiye kadrolarının ve genel durumunun olumlu olduğunu ve de
ayrıca pırıl pırıl bir kuşak geldiğini söyleyenleri, rahat uykuları
ile veya illüzyonları hatta halüsinasyonları ile baş başa bırakır, iyi
uykular dilerim… Biz çileye açık insanlar arıyoruz… Biz Hâlık-ı
21) Ahzâp Suresi: 33 / 72 ( H.B. Çantay )
22) Kurtubî: 14 / 202
23) Elmalı: 5 / 3934
24) Mearic Suresi: 70 / 19 ( H.B. Çantay )
50
Zül Celal ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ve Şeriat-ı Garrâyı Muhammediye aşkı ile yanan insanlar arıyoruz!...
Ayrıca güncelin etkisinden kendimi kurtaramadığım için;
Merhum Üstad’dan yazılı ve görsel basında çok bahsedildiği,
hakkında günler tertiplendiği, geleceğe matuf anma günleri hazırlıkları yapıldığı bu günlerde, şu noktayı da şiddetle vurgulamak isterim ki; ortada ne kemiyet ne de keyfiyet olarak “Büyük
Doğu Gençliği!” nden veya “Necip Fazıl Gençliği!” nden ne bir
haber, ne bir iz var! Merhum kendisi bir dolmuşluk insandan
bahsederdi, ama yanılıyordu. Çünkü o bir sıkletlik adamdı, onun
için bisikletle geldi ve bisikletle gitti. Allah Celle Celalühü gani
gani rahmet eylesin!
Ayrıca Necip Fazıl’dan birazcık hisseyap olmuş bir kişi de
bilir ki; milyonlarca taraftara sahip olduğu sanılan sözde cemaat, sözde tarikat, sözde dernek, sözde vakıf yetkililerinden
hiçbiri sözüm ona bağlılarının vicdanına sahip değildir, onlara
hükmedemez…. (Üstad biraz farklı ifade ediyordu. Ben aynen
almadım. O zamanın en büyük gazetesinin sahibine verdiği cevapta…. Yine sabredemedim.. Sansürlü: “Bilmem ne kadar bilmem neye sahip, bilmem ne hanenin patronu, bilmem ne kadar
vicdana sahip olduğunu iddia edebilir mi?”) Sözde bağlılarının
nefsâniyetlerine aykırı, İslam’a uygun bir hüküm versin de o zaman görelim kaç kişi itibar eder… Herkesin hevâ ve hevesine uygun hükümler (özellikle fetva demiyorum.) verirsen baş üstünde yerin var: “Başörtüsü teferruattır!”… Bu da benim vecizem:
Verilen hüküm nefsâniyet ve enaniyetimizi tatmin ediyorsa
gerisi teferruattır.
Buyurun, değişim ne demek? Nasıl alışa alışa değişiyoruz?
Nasıl suhuletle dönüşüyoruz? Şu satırlarla zamanımızı korkmadan, cesaretle mukayese edelim: “Millet-i İslâmiyyede her şeyden ziyâde ırz u nâmus mes’elesine dikkat ve îtinâ oluna-gelmiş
iken bir vakitten beri gerek saraylılar ve gerek İstanbul’un moda
51
meraklısı olan hanımları, atlas ferâce giymek gayet ince yaşmaklar25 kullanmak gibi hâl ü hareketlerde bulunup, bu ise millet-i
İslâmiyyeye pek ağır görünürdü. Binâen-aleyh Âli Paşa’nın en
son ittihâzına mecbûr olduğu meslek iktizâsınca bu yılda ırz u
nâmûsca görülen neka’isin izâlesi ve ırz u nâmûsca ma’rûf olan
usûl ve âdâtın hâlet-i asliyyesine iâdesi hususlarına teşebbüs
etmiş idi. Şöyle ki meclis-i mahsûsta bi’l-müzâkere kadınların
atlas ferâce giymemeleri ve ince yaşmak kullanmamaları gibi
mestûriyyet-i sahîhayı mûcip olacak tenbîhâtı ve hilâfı harekette bulunanlar olursa ferâcesinin yakası kesilmek ve kocaları cezâ
görmek gibi tehdîdâtı hâvî ve gayet şiddetli bir ilânnâme kaleme
alınıp bâ-mazbata arz olunmuş idi.26”
Yukarıdaki metin H. 1276- M. 1860 tarihli Sultan Abdülmecid (1839-1861 saltanatı) zamanına aittir. “Millet” mefhumu
hangi bağlamda kullanılıyor? Müslüman milleti için doğru kullanım budur. (Millet=Din=Ümmet) arada sadece ince, küçük
farklar var…. Durkhiem’in “nation” una karşılık uydurmak için
“millet”i katlettik! O mutahhar “millet”in içini boşaltıp, ne
ile doldurduk? (Dikkat, çok önemli bir ironi!) Foundation’u
“vakıf ” mefhumu ile karşıladık? Bir siyasî “Bütün milliyetçilikleri ayaklarımın altına aldım!” diye bir konuşma yaptı… Bu
hükmü bilerek, amden, kasden veren insanın imanî durumunu,
keşke olsa da bir İslâm âlimine sorsak! Olmayan İslâm alimlerine soramayacağımıza göre; biz şunu söyleyebiliriz ki; çok muhataralı!... Biliyoruz, sizin bir kabahatiniz yok! Ortadoğu, dünya
yeniden dizayn ediliyor, sınırlar değişiyor! Size şunları, şunları
25) YAŞMAK: kadınların ferace giydikleri zamanlarda başlarını ve yüzlerini sardıkları beyaz örtüye verilen addır… Ferace ve yaşmak kullanan kadının gözü, burnu,
kısmen de kaş ve ağzı görünmekte idi. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri sözlüğü: III / 606
Yaşmak: Eskiden Müslüman kadınların ferâce (çarşaftan evvel kadınların tesettür için
giydikleri üstlüğün adı. Akalın I / 601 ) ile birlikte giydikleri, sâdece kaş ve gözleri
açık bırakarak baş ve yüzleri örten ve genellikle beyaz tülbentten yapılan örtü.
Yeni Türk Ansiklopedisi: 12 / 4730
26) Cevdet Paşa, Tezâkir 13-20, Ankara, TTK, 1960, sh. 87
52
söyleyin deniyor, siz de söylüyorsunuz. Ama bu zaruret (!) hali
sizin imanınızı kurtarır mı?
Mestûriyyet-i sahîha ne demektir? O günkü mestûriyyet-i
sahîha ise bugünkü ne? Sadece kaş ve gözleri açık bırakarak baş
ve yüzleri örten yaşmağın ince olması dahi çok önemli bir mesele olurken, bu günkü duruma ne diyeceğiz? Bize göre; Bu soru
meşrû bir soru değil! Çünkü önce sorulması gereken kendimiz
de dâhil, aile efradımızın yediğini, içtiğini, geçimini, İslâmî ölçüler muvacehesinde nasıl değerlendireceğiz? Çünkü biz ısrarla
Şeriat-ı garrâ-yı İslâmiyye’nin kâmil manasıyla uygulanmadığı
bir sistemde “helâl” diye bir kategorinin olmadığını iddia ediyoruz! Bir toplumun toplam geliri, Gelir nedir? Nasıl oluşur? …
Bütçe nedir? Gelir ve giderleri hangi kalemlerden oluşur? Ve ayrıca “nasıl bölüşülür”? gibi bir soruya dahi gerek görmüyoruz!
Şimdilik… O sonraki aşama!... Sadece yukarıdaki sorulara cevap istiyoruz… Bugün şuurlu bir mü’minin yapması gereken:
Kadınların başörtüsüne bürünüp hâyâsızca dinî şov yapmak
yerine, İslam izzetine yaraşır bir şekilde kazancımızı sorgulamak
olmalıdır!
Değişim böyle netameli bir olgu! Ne onunla olur, ne onsuz!...
Kontrast örneklerle nasıl alıştığımızı, anlatmaya çalıştım sizi üzmek için… Uykudan uyandırmak için… Eğer tespitlerimize hak
veriyorsanız geriye doğru da üzülebilirsiniz! Üzülemediğiniz,
uyku içinde geçirdiğiniz, psikolojik müsekkin kullandığınız günleri de kaza edebilirsiniz! Veya tövbe, istiğfar!...
Ama insan olduğumuz düşünülecek olursa alışkınlıklarımızı değiştirmenin çok zor olduğunu, insanı paramparça ettiğini
kabul ve tabii karşılamamız gerekir… Ev değiştirmenin veya
kedinizden mahrum kalmanın nasıl ciddî üzüntülere, hatta depresyonlara sebep olabileceğini, her halde kabul ederiz… Hele bireysel ve toplumsal bilinçaltımızla beslenen alışkanlıklarınızdan
kendimizi koparıp almak ne zor… İşte bu durumun psikolojik
53
analizini merhum Üstad vukûfiyetle nasıl yakalıyor: “Takvimdeki Deniz” isimli şiirin tamamını okumak lâzım, ben fazla yer
tutmaması için bir kısmını aldım:
Ne var bana ne oldu
Odama nasıl doldu
Birden bire bu meltem
Ve dalgalandı perdem
Havalandı kâğıtlar.
Odamda kıyamet var.
Ah yolculuk yolculuk
Ne kadar baygın soluk
O gün bizde betbeniz
Ve ne titrek kalbimiz.
Ve eşyamız ne küskün.
Yola çıktığımız gün
Bir sıraya dizilmiş
Gözyaşlarını silmiş,
Bakarlar sinsi sinsi
Niçin o anda hepsi
Bir kuş gibi hafifler
Arkandan geleyim der
Niçin o güne kadar
Dilsiz duran ne kadar
Eşya varsa dirilir
Yolumuza serpilir
Ufak böcekler gibi
Gezer onların kalbi
Üstünde döşemenin
Gizli bir didişmenin
Saati çalar o an
Birden bakar ki insan
Herşey karmakarışık.
Ayırmak olmaz artık
Bir kalbi bir taraktan
54
Ve kalb ağlayaraktan
Çekilir geri geri
Terk eder bu mahşeri.
Bu mahşerin içinden
O gün ben de geçtim ben,
Nem varsa evim, anam,
Çocukluğum, hatıram
Ve ne sevdalar serde
Bıraktım gerilerde
Kaçar gibi yangından.
Rüzgârların ardından
Baktım da süzgün süzgün
Kurşun yükünü gönlün
Tüy gibi hafiflettim.
Denize hicret ettim.
Necip Fazıl Kısakürek ( 1931 )
Şu insan muhayyilesini yakan imajlara dikkat! Nasıl eşyalar zaman içinde derin bir anlam kazanıyor. Tüketim ekonomisinin egemen olduğu ve bir giyilenin bir daha giyilmediği konseptte bu tür anlamlandırmalar mümkün değildir.
Bugün eşyanın fetişleşmesi ile o gün anlam kazanması farklı… O gün insan ağaç diker. Niçin?… Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm tavsiye ettiği için…. Etrafı sevap hâlesi ile kuşatılmış
bir evrende yaşamak! Günah çitiyle çevrilmiş yasak bölge….
Ufak böcekler gibi / Gezer onların kalbi / Üstünde döşemenin
Bir ıstırap dünyada bundan daha derin anlatılabilir mi?
Ayırmak olmaz artık / Bir kalbi bir taraktan
Ve değişim, bu kadar sancılı bir süreç… Evrensel süreçte değişmek veya değişmemek için ne mücadeleler verilmiştir? Niçin
bazıları değişmek için savaş verirken, bazıları değişmemek için
büyük riskler alıyor? Bütün olumsuz argümanlara rağmen deği55
şim devam ediyor! Hemen hemen düşünen her insan değişimin
kaçınılmaz olduğunu kabul eder. Ama bedelini ödemek! İşte bütün mesele!...
Bu konuyu; evrensel süreçte eşi görülmemiş bir değişimin
muhatabı veya müellifi olmuş ve yine aynı şiddette, travmalara maruz kalmış ve bu savaşta ürettiği değerleri ve pratiklerini
evrenselleştirmiş veya evrenselleşmiş Batı Uygarlığı bağlamında tartışmak istiyorum. Ve bu süreç içinde laikliğin hiç zorlama olmadan, ne kadar tabii bir geliş olduğuna, sürecin doğal
bir uzantısı olduğuna dikkatinizi rica ediyorum… Hatta sürece baktığınızda “başka türlüsü olamazdı” demek geliyor içinizden… İnsana hiç de garip gelmiyor! “Bu da nereden çıktı gibi?”
bir hayrete sevketmiyor insanı! Hani atasözünde dendiği gibi:
“Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir”. Çünkü sürdürülemez bir istismar süreci hükümfermâ! Hükümdar olmuş ruhbanlar hükümfermâ!
Fakat bütün hatalarına rağmen, Batı’nın yaşadığı tecrübeleri İslâm’ın özü gereği yaşamamış olan, İslâm ülkeleri ve Osmanlı Ortaçağı, laikliği o zaman da bir türlü anlayamadı, bugün
de anlayamıyor… Halk da, okur-yazar gürûhu da… ”Devlet laik
olur, fert olmaz!” gibi fikir namusuna sahip insanlara yakışmayan, haysiyetsiz bir oportünizm içinde kıvranıp duruyorlar….
Kasten veya cehl-i mürekkeble, din ve vicdan özgürlüğü ile karıştırılıyor laiklik… Mesele bunlar değil!... Sizden imanınız isteniyor!... Otoritenin kaynağı kimdir? Batı ortaçağında kilise!...
Kilise muhalifleri, görülmemiş bir istismarın mümessili olan
kilisenin otoritesine başkaldırarak, beşeriyet adına bu otoriteyi
çekip, dinî istismar eden ruhbanların elinden alıyorlar… Batıda
dinî otoriteyi, kural koyma yetkisini gasp etmiş, kendi uhdesine
almış bir kurum olarak kilise var! Haksızca dinî istismar ederek
dünyevî saltanata sahip olmuş bir ruhban sınıfı var! Ve egemenlik insanlık adına bu gasıplardan çekip alınıyor.
56
Hatta bazıları farklı sebeplerle de olsa, temelinde beşerî
nefsâniyet ve enâniyet de olsa Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın şu: “Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in
oğlu Mesih’i Allah’tan başka Rab edindiler. Hâlbuki onlara
bir tek İlâha ibadet etmeleri emr olunmuştu. Ondan başka
İlah yoktur. O, onların ortak koştukları şirkten münezzehtir.27” emrinin hiç değilse bir kısmını yerine getiriyorlar… ”Sizin
Hıristiyanlığı tahrif ve istismar ederek elde ettiğiniz yüzyıllardır
süren dünyevî egemenliğinizi, insan imkân ve kabiliyetleri adına geri alıyoruz. Sizin rabliğiniz sona erdi, artık bizim simülatif olarak yarattığımız insanı kutsuyoruz! Artık tanrı- insanın
hâkimiyeti bitti, insan-tanrının egemenliği başladı…” diyorlar… Böylece yeniden laik bir Batı uygarlığı trendi başladı…
Yani bir çarpık konsept, başka bir çarpık konseptle ikame edildi…
Eğer ki, yukarda dikkatinize arz ettiğimiz âyet-i celile’nin
tefsirini okursanız, bizim tefekkür planındaki yorumlarımızın, Batı zihniyetini tespit ve teşhis bakımından ne kadar isabetli
olduğunu teslim edeceğinizi umarım… Ayrıca Batı’lılaşmanın
âzad kabul etmez Doğulu kullarının da aynı yorumlardan nasiplerini almalarını dileriz. Özellikle Hatim-i Tâiî’nin oğlu Adiy’in
Fahr-i Kâinât sallallahü aleyhi ve sellem’le mükâlemesine son
derece dikkat edilmesini rica ederim!..
Fakat mukaddes ve müberrâ, kilise gibi bir kurumu, ruhbanlık gibi imtiyazlı bir zümresi olmayan, İslâmiyet gibi bir
dinde, egemenliği hangi istismarcıdan, Allah’ın dinini kullanan hangi zümreden, kim adına alacaksınız? Ancak Allahü
Zü-l-celâl Hazretleri’nin hâkimiyetini alırsınız! Şu sadece meallerini arz ettiğim âyet-i kerime’leri teemmül ve tefekkür ediniz,
tabii tefsirlerini mütâlaa ederek… Eğer bunlar da yetmiyorsa;
siz de kınayıcıların kınamasından korktuğunuz için, yılanın
27) Tevbe Suresi: 9 / 31, ( Suat Yıldırım)
57
gömleğinden soyunup çıkması gibi, imandan soyunma tehlikesi
içindeniz…
“Göklerde, yerde ve ikisi arasında olan her şeyin hâkimiyeti
Allah’ındır. Dönüş de O’na olacaktır.28”
“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Dönüş Allah’adır29”
“Hüküm ise başka değil, ancak Allah’a mahsustur.30”
“De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’na aittir. O, ne mükemmel görendir! O ne
mükemmel işitendir! İnsanların O’ndan başka dostu yoktur. O,
hiç kimseyi hükümranlığa ortak kılmaz.31».
Aşağıda vereceğimiz izahatların, yukarda dikkat çektiğimiz
noktaları daha bir açık, seçik kılacağını umuyoruz…
M.Ö. X. Yüzyılda Antik Grek mitolojisi ile oluşmaya başlayan, Grek felsefesi, Roma felsefesi, Ortaçağ felsefesi (Patristik
ve Skolastik), Renaissance, Reform, Modern Felsefe ve devam
eden bir süreç…. Kökenlere girmeden, Ortaçağ ve takiben gelen
felsefi akımlar, bu süreç içinde mayalanmaya başlayarak XVIII.
Yüzyılın ortalarında patlayan sanayi devrimi…. Ve sebep olduğu
ve halen de devam eden zelzele, tufan….
Ortaçağ Felsefesi deyince IV ilâ XIV. Yüzyıllar arasındaki
felsefi cereyanları anlıyoruz. Teoloji ağırlıklı bir felsefe… {Hıristiyan dogmasına Antik Felsefenin araçları ile bir biçim kazandırmak, inancın kavramsal formunu belirtmek uğraşılarını içine
alan Hıristiyan Felsefesinin ilk dönemine Patristik Felsefe adı ve28) Maide Suresi: 5 / 18, ( Suat Yıldırım)
29) Nur Suresi: 24/ 42 ( D.İ.B. )
30) Yusuf Suresi: 12 / 40 ( Ö. Nasuhi Bilmen )
31) Kehf Suresi: 18 / 26 ( D.İ.B. )
58
rilir. Patristik Felsefe, Kilise Babalarının (Patres ecclesia) felsefesidir. Kilise Babaları, 2.-6. Yüzyıllar arasında yaşayıp Hıristiyan
öğretisinin temellerini kurmada çalışmış olan bilginlerdir, bu öğretinin ilk büyük öğretmenleridir. Hepsi, Kilisenin “aziz” -kutsal,
ermiş- diye tanıdığı din adamlarıdır.32} Tamamen Hıristiyanlığın
emrinde olan bir konsept….
{İnanç ile bilgiyi, Kilisenin ana öğretileriyle felsefeyi, özellikle de Aristoteles’in bilimsel yönelimli dizgesi ile mantığını
uyumlu bir biçimde bütünleştirmeye çalışan ortaçağ felsefesinin
bu egemen felsefe anlayışına “Skolastisizme” de denir33 }
Bütün bu açıklamaların da ifade ve işaret ettiği gibi burada başat değer kilise…. ”Kilise”yi ve fonksiyonunu anlamadan Ortaçağı da, sonrasını da, ihtilafları da anlayamayız. Bir Müslümanın
“kilise” kavramını anlayabilmesi biraz zor. Çünkü İslâm dininde
işlevsel bir karşılığı yok… İznik Konsilinde (325) belirlenen ilkelere göre Teolojik olarak kilise; tek, kutsal, katolik (evrensel)
ve apostolik (havârilere dayanan) bir kurum. Onlara göre bizzat
İsâ Mesih: “ … Ve bu kaya üstüne kilisemi kuracağım34” demiştir.“ Kilisenin diğer bir özelliği de dinî inanç konusunda yanılmaz oluşudur. Katolik yoruma göre Mesîh’in görevini yeryüzünde sürdüren kilise, ondan bu ilâhî görevi hakkıyla yerine
getirecek vasıtaları da almıştır. İsâ Mesîh dünyanın sonuna kadar onlarla beraber olduğunu söylemiştir.35 Dolayısıyla onları ve
onların temsilcisi olan kiliseyi hatadan korumaktadır. Böylece
kilise ilahî otoriteyi temsil etmektedir ve daha ilk dönemlerden
itibaren kendini gösteren hiyerarşik bir yapısı vardır.36
32) Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul, Bilgi Yay. 1967, sh. 172
33) S. Erk Ulaş, Felsefe Sözlüğü, Ankara, Bilim-Sanat, 2002, sh. 1313
34) Matta: 16/18; İncil,
��������������������������������������������������������
Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1999, sh. 36.
35) “ Size buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin. İşte ben, dünyanın sonuna
dek her an sizinle birlikteyim. Matta: 28/20…. A.g.e. sh. 75
36) TDV İslam Ansiklopedisi, 26 / 11
59
Kısaca yapmaya çalıştığımız felsefî ve teolojik temellendirmelerden sonra, sorunun sosyal, siyasî, hukukî ve ekonomik boyutlarına da kısaca göz atalım…
Çok kıymetli bir araştırma olduğunu düşündüğümüz kitabında Batuhan dikkate değer şu tespitlerde bulunmaktadır:
“{Böylece “vicdan hürlüğü” Kilisenin “doğruluğunu” onayladığı
dogmalara inanma hürlüğüne dönecekti… V. yüzyıl başından
itibaren Batı’da artık toleranstan söz etmek yersizdir… Yâni Kilise, maddîsinden, yâni Devletten üstün ve ona hâkimdir; devlet
kilisenin temsil ettiği Hıristiyanlığın manevî değerlerine saygı
gösterdiği, bu değerlerin yerleşip kökleşmesinde kiliseye yardım
ettiği ölçüde tanrısal fonksiyonunu yerine getiriyor demektir…
İlk defa imparator Friedrich II. Aykırı-inanlıların ölümle (yakılarak) cezalandırılmasını kanunlaştırmış, kilise de bu baş düşmanının kanununu aynen kabul ve cezalandırılmasını kanunlaştırmıştır. … Aykırı-inanlının çocukları mirastan mahrum kaldıktan
başka, öteki aykırı inanlıları ele vermek suretiyle ana-babalarının
günahlarını ödemedikçe, herhangi yüksek bir makama seçilemezlerdi.37”
”Kilise” organize olmuş bir kurumdur… Dünyevî ve uhrevî
egemenliğin merkezidir. Bütün toplumsal kurumlar kontrolü altındadır. “Orta Çağ kentinde, Kilise, iktidarı her yerde hazır ve
nazır, her alanı kapsamına alıcı nitelikteydi. Bu iktidar; kutsal
ayinler, Kilise mahkemelerinin yargılama işlemi, tarikat vakıfları,
kilise pencere ve duvarlarının tezyinatı, açık hava ayinleri, cezalıların halka teşhiri, azizlerin festivallerinin kutlanması ve diğer
birçok yoldan etkisini göstermiştir. Kilisenin toplumsal öğretisinin diğer doktrinleri ile birlikte, onları anlayabildiği ölçüde kentli insan üzerinde şu veya bu anlamda etkili olduğundan kuşku
duymamız için geçerli bir neden bulunmamaktadır.38”
37) Hüseyin Batuhan, Batı’da Tolerans Fikrinin Gelişmesi, İstanbul, Anıl Yay. 1959,
sh. 140, 147, 164, 180
38) Herbert Heaton, Avrupa İktisat Tarihi, çev. M. Ali Kılıçbay-O Aydoğuş, Ankara,
Paragraf Yay. 2005, sh.173
60
Toplum üzerindeki hâkimiyeti konusunda Weber de: “Öte
yandan, Kilise Hukuk sistemine dayalı bir yapı, yalnızca Batı’da
bilinir.39” tespitinde bulunmaktadır.
Sombart Kilise mensuplarının para tutkusunu L. B. Alberti
(1404-1472)’den aldığı şu satırlarla tespit eder: “{‘Maddi kazanç
tutkusu’ (bundan böyle la “lucri rabies” olarak adlandıracağız)
ilk kez kiliseye mensup mevki sahibi din adamları arasında görülmüştür. (Şimdilik Yahudileri bunların dışında tutuyoruz).
Elimizde oldukça eski, rahiplerin “yüz kızartıcı maddi kazanç
tutkusunu” kanıtlayan belgeler var. Daha IX. Yüzyıldan başlayarak rahiplerin uyguladıkları faize karşı konsillerde şikâyetlerin
yükseldiği görülmektedir. Öte yandan Geç Orta çağ’da kilise
görevlilerin atanmasında paranın nasıl bir rol oynadığını biliyoruz.”} Ve Sombart şu mütalaa ile alıntıya devam ediyor: {“ L. B.
Alberti gibi soğukkanlı ve tarafsız bir gözlemci bile yaşadığı çağda paraya aşırı tutkun olmayan bir rahip bulmakta zorlanılacağını iddia etmektedir. Örneğin Papa XXII. Jean hakkında şunları
söylemektedir: “Pek çok kötü huyu arasında bugün bütün rahiplerde karşılaşılan para tutkusu vardı. Bu öylesine bir tutku idi ki
eline ne geçerse satardı.”40} O günkü sosyo-psikolojik durumun
anlaşıldığını var sayarak çok ilginç bulduğum bazı bilgileri aktarmıyorum, bu kadarla yetiniyorum….
Genel ‘Maddi kazanç tutkusu’nun dışında, ayrıca Kilise büyük bir iktisadî gücü de elinde bulundurmaktadır. Örnek olarak:
“Roma çevresindeki topraklar, büyük fief sahipleri ile altmış
kadar dinsel kuruluşun elindedir.41” Yine H. Heaton da Kilise
topraklarından bahseder ve: “Kilise topraklarının artışına karşı yöneltilen eleştiriler ve papazların aşırı sayısından şikâyetler,
Kilise’nin ulusal kaynakların çoğunu yuttuğunu ve onun eline
39) Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Zeynep Gürata, Ankara, Ayraç yay. 2005, sh.14
40) Werner Sombart, Burjuva, çev. Oğuz Adanır, Ankara, Doğu Batı Yay. 2008, sh. 40
41) F. Braudel, Mübadele oyunları, sh. 252
61
geçen paraların verimli yatırımlara gitmediğini göstermektedir… Kilise köylüden onda bir vergi tahsil etmektedir.42”
Kilisenin, sosyo-ekonomik gücü konusunda Henry See daha
derli toplu şu bilgileri vermektedir: “Nihayet, Orta Çağ’dan itibaren, kilise de milletlerarası bir mali güç şeklinde ortaya çıkar.
Piskoposlar, ruhani meclisler, manastırlar, büyük gayrimenkullere sahiptirler; mahsullerinin, hububatlarının ve yünlerinin
satışıyla meşgul olmak zorundadırlar; önceleri kendileri adına,
sonraları da , -bunu yasak eden konsey kararlarına rağmen- başkaları adına ticaret yapmak zorunda kalırlar; bu o kadar sık
olur ki, akideler devamlı surette zedelenir. Meta ticareti, kilise güçlerini para ticaretine sürükler; manastırlar, gerçek kredi
müesseseleri haline gelir. Bunlar, bilhassa, karlı change işlemleri
için her türlü imkâna sahip olan memleketin her yerinde kumandanlıkları bulunan askeri tarikatlardır. Böylece Töton Tarikatı
(Ordre Teutonique ) hala puta tapan Slavların Hıristiyanlaşması
kadar, ticari ve mali işlerle de uğraşır. Kendilerine, dünyanın ileri gelenleri tarafından kıymetli madenler ve para emanet edilen,
prenslere, krallara, asillere borç veren Templiers’ler, gerçek hazinedarlar haline gelir, bütün banka muamelelerini yaparlar; o kadar ki, topladıkları servet, devamlı para sıkıntısı çeken Philippe
Le Bell’in tamahını uyandırır. Bu onların rezilâne muhakemesini
ve tarikatlarının tahrip edilmesinin sebebini açıklar.43”
Kilise hakkında yaptığımız bu tahlillerden sonra haliyle şöyle
bir soru gelebilir akla: Reform ve devam eden süreçte, Protestan
kilisesi kurulduktan sonra durum değişmemiş midir? Kuşkusuz
Batı tarihî gelişim sürecindeki oluşum düşünülünce aynı kalması
imkânsızdır… Renaissance ve yarattığı düşünce iklimi hızla yayılıyor, reform da onun eseri, 1517 yılına gelinmiş, evren tasavvuru değişmiş… Modern felsefeyi doğuracak şartlar yavaş yavaş
oluşuyor… Fakat biz yine de bu konuda sağlıklı bilgi almak için
42) H. Heaton, sh. 234,228
43) Henry See, Modern Kapitalizmin Doğuşu, çev. Turgut Erim, İstanbul, Yöneliş,
2000, sh.35
62
klasik olmuş bir kitabın yazarı olan Weber’e başvuracağız: “Bugün, genellikle unutulan şu noktaya dikkat etmek gerekir: Reform, kilise otoritesinin yaşam üzerinden tümüyle kaldırılması
olmayıp var olan biçimin farklı bir anlamda değiştirilmesidir.
Değiştirme, aslında çok rahat, o zamanlar pratik alanda az hissedilen, birçok durumda yalnızca biçimsel olan bir otoritenin;
özel ve toplumsal yaşamın bütün alanlarında gözlenebilir ölçüde
etkili olan, sosuz derecede güçlü ve bütün yaşam biçimine etkili
olan bir otoriteye yerini vermesidir.44”
Ama bütün bunlara rağmen: “Kapitalist ruh” taşıyanlar bugün, kiliseye tümüyle karşı olmasalar da, kayıtsızdırlar. Cennetle
ilgili can sıkıcı temalar, onların neşeli kişilikleri ile uyuşmaz; din
onlara, insanları bu dünyanın işlerinden uzaklaştıran bir araç olarak görünür.45” Kapitalist psikolojisine dikkat! Bu ara duraktır,
süreç devam ediyor, bir adım sonrası: “En serbest olduğu bölge
olan Amerika Birleşik Devletleri’nde, dinî ve ahlakî kılıfından
sıyrılmış olan kazanç uğraşısı, bugün ona bir spor karakterini
veren yalın dünyevî tutkularla birleşmiştir… Ruh yoksunu uzmanlık insanları, yürek yoksunu zevk insanları: Bu hiçler, kendi
kendilerine, daha önce hiç ulaşılmamış bir insanlık düzeyine tırmandıklarını hayal ederler.46”
Biz Amerika’daki durumu daha içten buluyoruz, İslâm ülkelerindeki, özellikle Türkiye’deki ihlâssız!! örneklere bakarak…
Fakat bu süreç sonunda, yüzlerindeki maskeyi yırtıp atmaları
çok yakın… Çünkü sosyal varlıkları bilinçlerini yoğuruyor! Yeni
bir bilinç… O oluşan bilinç İslâmla kabil-i telif mi? Şüphesiz hayır! Adı kapitalist olsun, komünist olsun, son tahlilde materyalist bir ethos!
Ayrıca bu dönem Batı’da feodalitenin egemen olduğu bir
süreçtir. “Dolayısıyla Batı Avrupa feodalizminden bahsederken,
44) Weber, sh. 30
45) A.g.e. sh. 57
46) A.g.e. sh. 141
63
tasavvur etmemiz gereken, nüfusu ve üretim oranları yavaş yavaş
artan bir küçük ekonomik merkezler serisi olmalıdır. Bu yapıda
artı-değerin çoğunun soyluluk statüsüne sahip ve hukukî mekanizmanın kontrolünü ellerinde bulunduran toprak sahiplerine
(derebeyleri) aktarılması hukuk sistemi tarafından sağlanır ve
korunurdu.47”
Meşhur Fransız tarihçisi Michelet’in yaptığı şu alıntı, uygulama sıklığını bilmememize rağmen, sistemin tüyler ürpertici
konseptini gözler önüne sermektedir: “Derebeyi, av dönüşü,
kölelerinden ikisinin karınlarını yardırıp ayaklarını onların kanlı
vücutlarına daldırmak hakkına sahipti48”
Feodalite Ortaçağ’da, ana üretim aracı olan toprak üzerinde senyörün mülkiyet hakkının olduğu bir sistemdir: “Batı
feodalitesinde baron sadece toprağın sahibi olmakla kalmamakta, serfin sahibi de olmaktadır. Bu hakkının en büyük iki
göstergesi mainmorte (serfin mirasına sahip olma hakkı) ile ius
primae noctis (İlk gece hakkı)’dır.49” Bunların yanında, senyörün
doğrudan doğruya yargılama (cezalandırma, ölüm dahil) hakkı,
haftada altı gün angarya50, her türlü sosyal hayatına müdahale,
evlenme v.b. gibi hakları vardır.
Bu çağdaki zulmün boyutlarını tespit bakımından bir örnek:
“Londra’da kent yönetimi kötü bira satanları bir kazığa bağlayarak veya boyunlarına bir boyunduruk takıp kentte dolaştırarak
cezalandırmaktadır, hileli ekmek satanlar ise enselerinden asılmaktadır51” Bu durumu hakça değerlendirmek için asalet sınıflarına sağlanan imtiyazlarla birlikte mütalaa etmek gerekir… Bu
47) Immanuel Wallersteın, Modern Dünya Sistemi, çev. Latif Boyacı, İstanbul, Bakış
yay. 2004, sh.35
48) Michelet, Fransız İhtilâli Tarihi, C.I, çev. Hamdi Varoğlu, İstanbul, MEB,
1967,310
49) M. Ali Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Ankara, Gazi
Üniv. 1982, sh. 385
50) F. Braudel, Maddî Uygarlık, sh.234
51) H.Heaton, 177
64
cezalar; yüce, soylu ve soyut “adalet”e duyulan bir aşk değil! Sadece hırsızlık imtiyazını kazanamamış olanlara karşı oligarşik bir
isyan… Bizim sınıfımıza dâhil olmadan sen hangi hakla hırsızlığa, düzenbazlığa cüret edebilirsin tepkisi…
Fransız İhtilali’nden önce serflerden alınan vergiler inanılmaz seviyede: “Keza çift hayvanları için, nehirlerden geçme
için, yol koruyuculuğu için, Pazar eşyası, balık avı, çeşme akıtma
için, baca yapma, ateş yakma, yolları kaplayan hayvan sürülerinin meydan verdikleri toz, kuruşu ölçme, hububat tartma, av
vs. isimleri altında derebeyinin kullara yüklediği vergiler, yavaş
yavaş biriken bir kin ve intikam psikolojisinin kaynağını teşkil
ediyordu52”
Bu arada çok sayıda iç isyanlar: “Kıta Avrupa’sında bir dizi
köylü isyanları vardı: Kuzey İtalya ve Flanders kıyı kesimlerinde 14. Yüzyıl başlarında; Danimarka’da 1340’da, Majorka’da
1351’de, Fransa’da 1358’de ( Jacquerie), Almanya’da 1525’deki
büyük köylü savaşından çok önce ortaya çıkan dağınık isyanlar,
12. ve 13. Yüzyılda Frisia (Hollanda’nın kuzeyindeki adalar) da
ve 13. Yüzyılda İsviçre’de köylü cumhuriyetleri belirdi. (Bu da
merkezi otoriteye bir nevi başkaldırı. A.B.) 53 B. H. Slicher ve van
Bath’a göre, köylü isyanları ekonomik gerileme ile eş zamanlıydı.
Rusya’da 1649’da çıkan bir kanun; “köylülerin senyörün izni
olmadan dolaşmalarını artık ebediyen yasa dışı sayıyor… Bu
kez her tür zaman aşımı kaldırılmıştır: ne kadar bir süre geçmiş
olursa olsun, kaçak eski senyörüne, hem de çocukları, karısı ve
edindiği mallarla birlikte iade edilecektir.54”
52) Z. F. Fındıkoğlu, İktisat
����������������������������������������������������������������
Sosyolojisi Bakımından Sosyalizm, İ.Ü. İktisat Fak yay.
İstanbul 1965, sh. 200
53) Immanuel Wallerstein, sh.40
54) Fernand Braudel, Dünyanın Zamanı, çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara, İmge, 2004,
sh.387
65
Gogol senyör-serf algısını, ilişkisini, sosyolojik ve psikolojik
boyutlarını çok veciz bir biçimde şöyle dile getirir:
“- Ben sana iyi bir sopa çekersem anlarsın iyi bir adamla iki
çift lâf atmanın (etmenin A.B) ne demek olduğunu. Kimse alamaz elimden seni.
Selifan boynu bükük:
-İsterseniz dövün beyim! dedi. Dövün isterseniz, döversiniz
tabiî. Ağzım var, dilim yok. Hak ettiysem neden dövmeyesiniz?
İstediğinizi yaparsınız efendi hakkı. Köylü kısmını kendine getirmek için ara sıra sopa çekmek gerekir. Çünkü köylü kısmı bazen
sapıtır. Suçum varsa dövün beni! Neden dövmeyesiniz?55
Ayrıca herkes tarafından malum olan engizisyon mahkemeleri üzerinde durmuyorum…. Çok uzun bir hikâye… Fakat Yahudi cemaati tarafından aforoz edilen Spinoza (1632-1677)’nın,
aforoz metninden bir bölümü de aktarmadan da geçemeyeceğim: “Meleklerin kararına ve azizlerin yargısına göre, aziz Tanrının muvafakatiyle ve bütün kutsal cemaatin tasvibi ile Baruch
de Spinoza’yı ibadetten men ediyoruz, lânetliyoruz, aforoz
ediyoruz. Josua Jericho’nun kilise cemaatinden ettiği tard ile
Elia’nın erkek çocuğu ettiği aforozla ve yasada yazılı olan tüm
lânetlemelerle bunu yapıyoruz. O gündüzün lânetlensin, geceleri lânetlensin, bir yere oturunca lânetlensin, yataktan kalkınca lânetlensin, evden dışarı çıkarken lânetlensin ve eve girerken lânetlensin. Tanrı inşallah bu insana karşı alevlenecektir…
Onun adını göğün altında her yerde silecektir ve Tanrı İsrael’in
tüm kavimlerinden felâketi için ayıracaktır… Biz hiç kimsenin
onunla sözlü, ya da yazılı olarak görüşmemesini, hiç kimsenin
kendine herhangi bir lûtufta bulunmamasını, kimsenin onunla
aynı çatı altında bulunmamasını, hiç kimsenin dört arşın yakı55) N.Gogol, Ölü Canlar, çev. M. Cevdet Anday, İstanbul, Varlık yay. 1962, sh.41
66
nına gelmemesini, hiç kimsenin onun tarafından yazılan ya da
kaleme alınan bir yazıyı okumamasını açıkça emrediyoruz56”
Wallerstein çarpıcı bir tespitte bulunur: {Ortaçağ’ın sonlarında Avrupa’da ne bir dünya-imparatorluğu ne de dünya-ekonomisi olan bir Hıristiyan “medeniyeti” vardı.
Avrupa’nın çoğu feodaldi……57}
İşte böyle bir Ortaçağ!... Sürdürülebilir olması düşünülemeyen bir düzen... Fakat görünür planda bu sistem yürürken; iki
bin yıl ötelerinden gelen sızıntılar yeraltında küçük birikintiler,
daha sonra dereler, ırmaklar meydana getirmiş ve fışkıracağı müsait bir zemini kollamaya, yoklamaya ve zorlamaya başlamıştır.
Nihayet XIV. Yüzyılla; P. Petrarca (1304-1374), G. Boccacio
(1313-1345), N. Cusanus (1401-1464) ve T. Paracelsus (14931541) v.b. filozof ve yazarlarla Renaissance fışkırarak Avrupa’ya
hakim olmaya başlamıştır... Reform, Modern felsefe, Aydınlama… Ve….
İtibarî olarak Sanayi Devrimi’ni XVIII. yüzyılın ortalarından
başlatabiliriz. Bu kas gücü yerine makinenin ikame edilmesi demektir. Teknoloji baş döndürücü bir değişim meydana getiriyor.
Ve asıl mesele de o anda başlıyor. Çünkü teknolojinin meydana
getirdiği teknik değişimle uyumlu hayat tarzı üretilemiyor. Bu
sorun halen ve de daha sert biçimde devam ediyor. Çıkış noktası aynı olan iki doğru düşünün, aralarındaki açı farkı az da olsa,
mesafe gittikçe büyür. Veya Üstad Necip Fazıl’ın ifadesi ile bacaklardan biri kontrolsüz bir şekilde alabildiğine uzarken, diğer
bacak çok yavaş uzuyor… Düşünün böyle bir insanı… Bazen
gençlerde kemik ile kas orantılı olarak gelişmiyor. Kemikler patolojik bir biçimde gelişirken, kaslar normalin altında gelişiyor…
Bu durumun dayanılmaz sancılar verdiği söyleniyor.
56) Wilhelm Weischedel, Felsefenin Arka Merdivenleri, çev. Sedat Umran, İstanbul,
İz yay. 1993, sh. 184
57) Immanuel Wallersteın, sh. 53
67
Bütün bu örneklerden ifadeye çalıştığımız; Batı Uygarlığı
teknik-kültür muvazenesini kuramadı. O kıvamı oluşturamadı.
Burada kültürden şu basit anlamı kastediyoruz: yaşama biçimi,
davranış örüntüleri… Teknik bakımdan hayalleri felç edici bir
değişim (ilerleme mi?) fakat onunla uyumlu yaratılamayan bir
hayat tarzı… Yukarda verdiğimiz örnekler mütâlaa edilsin…
Renaissance’la birlikte gediri ( Anadolu’da kullanılan bir tabir.
Üzüm çubuğunun bir kolunu alır, müsait bir alana doğru
götürürsünüz ve üzerini toprakla örtersiniz, dışarıdan bakınca görülmez. Birkaç mevsim sonra oradan, dıştan bakınca yeni
sanılan, fakat gerçekte başka bir çubuğun imkân ve kabiliyetlerini, kendi bulunduğu yerin özellikleriyle sentezleyen genç bir
çubuğun neşv ü nemâ bulduğunu görürsünüz. Eski çubuğun
DNA’larını taşıyor. Fakat bulunduğu yeni çevrenin özellikleri ile
yepyeni bir çubuk olmuştur) yatırılan Antik Grek uygarlığı gömülü halde durduğu yerden birden fışkırmıştır.
Renaissance’la birlikte YENİ: insan, bilim, din, hukuk,
devlet, tabiat, zaman, mekân, sanat, tarih, evren anlayışı ortaya
çıkmıştır. Veya diğer bir ifade ile bu tasavvurların hepsi kökten
değişmiştir. Kuşkusuz Renaissance filozofu henüz çelişkilerden
tam manasıyla kurtulamamıştır, çelişkilerle ma’lûldür, rafine bir
düşünce tarzı yoktur henüz. Ama geleceğe ait, değişime ait bütün imkânları potens halinde içinde taşımaktadır. Çünkü öyle
bir geçmiş yaşanmıştır ki Avrupa Ortaçağı’nda, onunla savaşta,
ondan kurtulmak için bütün enstrümanlar meşru görülmektedir. Renaissance tıpkı erkek bir aslanın dişi aslanın yavrularına
saldırması gibi geçmişe saldırmıştır. Erkek aslan karşılaştığı dişi
aslanı kendine râm etmek, mahkûm etmek, kendi neslinin devamını sağlamak için, onun bütün yavrularını gözü önünde boğup
boğup atıyor. Renaissance’la birlikte ortaya çıkan süreç de sanki
bu yaklaşımı benimsemiştir. Doğmak isteyen bir yeni ile ölmek
istemeyen bir eskinin saç saça baş başa, acımasız ve belki de kuralsız savaşı…
68
Fakat ortaya çıkan yenidünya, inşâ edenleri de tatmin etmemiştir… Renaissance, Reform, R. Descartes’la (1596-1650)
başlayan modern felsefe ve bilimdeki gelişmeler ve doğan sanayi devrimi… Teknolojik harika…. Ve sonunda kırsaldan şehre
akın, manifaktür58 ve arkasından fabrikalar… Bu arada Ekonomik düşünce tarihinde ve uygulamada değişik ekollerin birbirini
takip etmesi… Merkantilizm, fizyokratlar, kapitalizm…. ”Avrupa Mucizesi”
“Avrupa Mucizesi” E. L. Jones’in kitabının başlığı59” ve sorar Jones: “Modern devletler ve ekonomiler, neden uzun çağlar
boyunca Asya uygarlıkları yanında sönük kalan ve kıyıya itilmiş
görünen Avrupa kültürü içinde geliştiler?” Gerçekten bir mucize
var mıdır? Varsa sebepleri nelerdir? Niçin başka bir coğrafyada
değil de bu bölgede gerçekleşmiştir? Aynı sorular Antik Grek
için de sorulabilir… Bu sorulara tatmin edici, doyurucu cevaplar verilemez… Çünkü orijin problemlerinin alın yazısıdır bu.
Keşke bu sorulara cevap verebilse idik! Hiç değilse geri kalmış
toplumların başarısızlık sebeplerini de keşfetmiş olurduk…
Ama ne yazık ki, her izah başka sorulara kapı açar! Her cevap
yeni sorulara zemin hazırlar… “Nasıl oldu da, Avrasya kara kütlesinin batı bölgelerinde yaşayan dağınık ve nisbî olarak incelikten yoksun halklar arasında, burayı, ilerde kesintisiz bir biçimde
dünya meselelerinde ticarî ve askerî lider konumuna getirecek
önüne geçilemez bir ekonomik gelişme ve teknolojik yenilik süreci başladı? Bu, bilim adamlarını ve başka gözlemcileri yüzyıllar
boyu meşgul etmiş bir konudur….60”
Paul Kennedy bu soruyu sorduktan sonra, bazı açıklamalar
yapar ve bir cevap denemesi olarak: “Kanıtlaması zor ama bu
58) Her ne kadar bazen fabrika ile eş anlamlı kullanılıyor ise de; doğru kullanım; bir
sermayedarın örgütlediği, henüz makinenin enerji kaynağı ve üretim unsuru olarak
yer almadığı, el emeği ile çalışan işçilerin işbölümü içinde üretim yaptıkları iş yerleri… Belki büyük atölye…
59) Eric L. Jones, The Europen Miracle,1987
60) Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, çev. Birtane Karanakçı,
Ankara, İş Bankası,1990, sh.19
69
farklı genel özellikler, insana, sanki bir çeşit iç mantıkla birbirlerine bağlanmışlardı ve hepsi de gerekliydi gibi geliyor. ‘Avrupa
mucizesi’ni yaratan –sonraki çağlarla karşılaştırıldıklarında ne
kadar ilkel görünürlerse görünsünler-sürekli bir ‘etkileşim’ içinde olan; ekonomik (laissez-faire), politik ve askerî çoğulculuk ve
düşünce özgürlüğünün oluşturduğu bileşimdi. Bu mucize tarihte tek örnek olduğu içindir ki, ancak onu oluşturan tüm
unsurların kopya edilmesiyle başka bir yerde de benzer bir
sonucun otaya çıkacağını varsaymak yerinde olur.61” böyle
bir açıklama yapar…
Tetiklediği sorular, cevapladığından daha fazla! Örttüğü açtığını aşıyor! Bir de usûl olarak bu tür analitik yaklaşımların şu
aşağıda saydıklarımızdan hangisinin içine girdiğini tespit etmek
gerekir önce: Bilimsel -nesnel bir tespit, gerçeklik yargısı, dilek
ve temenni, algı inşası, şartlandırma, öğrenilmiş acizlik oluşturma! Bu bakımdan aldanmamak için hüküm belirten; her “dır“ ve
“dur” un arkasına “mi acaba!” veya “mu acaba!” yı ekleyerek soru
haline getirmemiz lâzım… Özellikle yukarda altını çizdiğim
yargıya dikkatle eğilmek lâzım. Bunun için de ”…. Varsaymak
yerinde olur mu acaba?” Yani yargıları soru haline getirmek ve
üzerinde teemmül, tefekkür, tezekkür!…
Ama bütün bunlara rağmen; Paul Kennedy ile birlikte
Türkiye’nin herhangi bir köşesini; hiç fark etmez, bir kahvehane,
bir sokak, bir üniversite, bir ibadethaneyi birlikte gezsek herhalde Nasrettin Hoca’nın dediği gibi: “Yine benim dediğim oldu!
Yine benim dediğim oldu!” derdi. Maalesef biz de: “Hayır, haksızsın!” diyemezdik…. Yalnız benim bu noktada sadece bir itirazım olurdu: “Hayır biz Batı’yı kopya etmedik, taklit etmedik! Yanılıyorsunuz! Biz Batı’yı kutsadık! Batı’ya tapındık! Halen de bu
süreç dincilerimiz eliyle, son rötuşlarla sona erdiriliyor! İslâm’a
son darbeler vuruluyor!”
61) A.g.e. 35
70
Ama ne var ki: “On sekizinci yüzyılın teknik endüstriyel değişimleri ansızın gökten inmedi62” Çünkü Batı uygarlığının en
önemli özelliği diyalektik düşünce ve kontinüte (Kesintisizlik,
süreklilik) dir. Maalesef Doğu zihniyetinde olmayan özellik…
Doğu zihniyeti genel olarak ferdî fışkırışları, patlamaları kurumsallaştıramaz.
Batı ethosu bu mucizenin en önemli unsurlardan birini
genelde hep göz ardı eder… O da Batı uygarlığının en önemli
özelliği olan emperyalizmdir. Koloni kuruluşlarını, yerlilerin istismarını, köle ticaretini atlıyorum. Sadece net, kesin bir tespitle
yetiniyorum: Amerika’da, özellikle Antiller’de Kızılderili nüfusu
o kadar azalmıştır ki, yerlerine zencilerin ikamesi gerekmiş, kahredici bir esir ticareti (traité) Afrikalı zencilere yönelmiş ve bu
da büyük kârlar sağlamıştır. W. Sombart, haklı olarak, “Zengin
olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler;
bizim için kıtalar ıssızlaştı” diyebilmiştir. İtiraf etmek lâzımdır
ki kapitalizmin çok kirli kaynaklarından biri de budur. Teferruatına inebileceğimiz sayısız olay, kolonyal ticaretin ve mahalli toprakların işletmeye açılmasının Avrupa’ya yayılmış olan sermaye
miktarını muazzam ölçüde artırdığını göstermektedir… Bunlardan, sermaye birikiminin deniz ve koloni ticaretinin eseri olduğu
neticesi çıkar.63}
Önemine binaen bu sermaye birikimi konusunda biraz daha
duracağız: {W. Sombart, İtalyan şehirlerinde Ortaçağ süresince
“bourgeois” (burjuva) servetinin terâkümünde rol oynayan
belli başlı faktörlerin; gasp, yağma ve korsanlık olduğunu söylemişti64} dedikten sonra, “tefeci kapitalizmi”nden bahseder ve
“Zaten kapitalizmin Garp memleketlerinde dahi ilk defa
62) H.Heaton, 411
63) Henri See, Modern Kapitalizmin Doğuşu, çev. Turgut Erim, İstanbul, Yöneliş,
2000, sh.56,103
64) Sabri F. Ülgener, İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, İstanbul,
Derin yay. 2006, sh. 205
71
tefecilik yoluyla geniş mâli kaynaklara kavuştuğu ve oradan
aldığı hızla iş hayatına yeni ufuklar açtığı muhakkaktır.65”
Castells kapitalizmin çok temel bir özelliğinden bahsederken, tarihsel süreç içinde periyodik olarak ortaya çıkan krizlerin
sebebinin ipucunu da verir bize: “Ya da bütün bir kapitalizmin
spekülatif olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kapitalizmin mantığı
içinde değerin yaratılmasının, maddi üretimde vücut bulması gerekmez… Sınaîleşme çağındaki anlamıyla maddi üretimle
değer oluşumu giderek birbirinden ayrılıyor. Enformasyonel kapitalizmde değer oluşumu, temelde finans piyasalarının bir ürünüdür.66 “Burada madumun satışı ve sonuçları konusunda
dikkatinizi çekerim… Halen dünya genelinde devam eden
krizin ana sebebi türev piyasalardır.”
Teorik, soyut analizlerden sonra emperyalizm ve sermaye
birikimi konusunda somut son bir örnek vermek istiyorum:
{Kauçuk da başka bir örnektir. Yeni yüzyılın girmesiyle birlikte
Amerika’daki otomobil yapımı, iç ve dış lastik imalinde kullanılmak üzere kauçuğa büyük ihtiyaç yaratınca, yerel yetkililerle
işbirliği yapan iş adamları Amazon’lardaki Kızılderilileri bu üretimi yapmak için köleleştirdiler. Rio de Janerio’daki İngiliz konsolosu Roger Casement, 1900’le 1911 yılları arasında dört bin
ton Putumayo kauçuğu yetiştirmek uğruna 30.000 (otuz bin)
Kızılderilinin öldüğünü bildirmiştir… Ekonomi tarihçisi William Woodruff şöyle diyor: “Bu ülkelerin sömürülmesi ve bunlarla yapılan alış veriş sayesindedir ki, Avrupa görülmemiş ölçüde
servete, zenginliğe kavuştu.” İkinci dalga ekonomisinin yapısı
içinde yer alan ve onun doymak bilmeyen kaynak ihtiyacını karşılayan emperyalizm yeryüzünü kapladı67}
65) A.g.e.248
66) Manuel Castell, Ağ Toplumunun Yükselişi, çev. Ebru Kılıç, İstanbul, İ. Bilgi Üniv.
2005, sh.201
67) Alvın Tofler, Üçüncü Dalga, çev. Ali Seden, İstanbul, Altın Kitaplar,1981, sh.132
72
Fakat bu mucize, daha önce dikkat çektiğimiz gibi topallık
ve “toplumsal ayakkabı vurması”na müncer oldu… Nitekim insan açısından kabul edilmesi mümkün olmayan sonuçlar ortaya
çıktı… Biz soyut eleştiriler yerine somut, kaskatı bir kaç tasvirle yetineceğiz: K. Marx Kapital’de fabrika ve çocukları anlatır:
“{En utanç verici, en pis ve en kötü ödemenin yapıldığı ve genellikle kadın ya da genç kızların çalıştırıldığı işlerden biri de maden
filizlerinin ayırım işidir… Maden filizi ayıranlar, hem frenginin
hem de diğer bulaşıcı hastalıkların yayılmasına neden olmakta
ve bu hastalıklardan ölmektedirler.” K. Marx, kil yataklarında
çalışan iki kız çocuğunu anlatır: “Bir çocuğun moral açıdan yıpranmadan kiremit yapımında çalışmayı sürdürmesi olanaksızdır.
Onların buluğ çağında duymaya alıştıkları küfür, ahlâki bozukluk, edepsizlik ve terbiyesiz hareketlerin ortasında, onların bilgisiz ve yarı vahşi olarak yetişmeleri ileriki hayatlarında onların
kural tanımaz, ahlaksız ve edepsiz olmalarına neden olur. Doğa
onlara kadın olduklarını öğretmeden önce, ağzı bozuk çocuklar
olup çıkarlar. Birkaç kirli paçavraya sarınmış, bacakları dizlerinin
üstlerine kadar çıplak, saçı ve yüzü kir pas içerisindeyken namus
duygularını hor görmeyi öğrenirler. Yemek paydoslarında çimlere boylu boyunca uzanırlar ya da yanındaki kanalda yüzen erkek
çocuklarını izlerler. Yoğun mesaileri bittiğinde üstlerine güzel
elbiselerini giyerler ve erkeklerle bara giderler68}
Yine ilgi çekici bir sanatkâr olan G. Orwell; bizzat bir işçi olarak 1936 yılında bir süre Lancashire ve Yorkshire gibi şehirlerde
yaşar ve introspection (içgözlemle)’le69 yaşadıklarını, mükemmel tespitlerini “Wigan İskelesi Yolu” isimli eseri ile gerçekten
ölümsüzleştirir: “İçine girince bir türlü çıkılamayan, dolambaçlı
sefil mahalleler, hasta ve yaşlı insanların hamam böcekleri gibi
68) Daniel J. Boorstin, Keşifler ve Buluşlar, çev. Fatoş Dilber, Ankara, TİŞ, 1994, sh.
591
69) Böyle bir deney Dostoyevski’nin hayatında da vardır. Ama o gerçek bir tecrübedir, refleksiyonsuz, doğrudan doğruya… Darağacında idamını beklerken, çarın
af haberi gelmiş ve sürgüne gönderilmiştir. İdam hükümlüsü olarak bizzat yaşadığı,
idam öncesi izlenimlerini “Budala” da ölümsüzleştirmiştir.
73
süründüğü kara, izbe mutfaklar. Böyle yerleri, varlıklarını unutmamak için, ara sıra görmek, oraları pek fazla kalmadan koklamak, bir çeşit görev. Tren beni iğrenç pislik yığınlarının, fabrika
bacalarının, hurda demir istiflerinin, patlamış boruların, üzerinde tahta pabuçlarının her yönde bıraktıkları izler belli olan çamurlu yollardan geçirip uzaklara götürdü. Mart ayındaydık ama
kış çok soğuk geçmişti, her yerde rengi siyaha dönmüş kar yığınları vardı. Yavaşça kentin dış mahallelerinden geçerken tren
yoluna dik açıyla sıralanmış küçük ve gri derme çatma evler
görüyorduk. Evlerden birinin arkasında, bir genç kadın taşa diz
çökmüş, elindeki sopayı iterek içerinin pis suyunu akıtması gereken, ama herhalde o sırada tıkalı bulunan kurşun boruyu açmaya çalışıyordu. O kısa sürede kadını iyice görebildim. Çuvaldan
önlüğünü, kaba tahta pabuçlarını, soğuktan kızarmış kollarını.
Tren geçerken başını kaldırdı, nerdeyse göz göze gelecek kadar
yakınındaydım. Yuvarlak yüzü solgundu. Yirmi beşinde olup da
düşüklerden, yıpratıcı işten ötürü kırk gösteren yoksul kadının
yoksul yüzüydü bu, yorgun, bitkin. Onu gördüğüm saniye, yüzündeki ifade, o zamana kadar rastladığım en umutsuz, en perişan ifadeydi. Birden ‘Onlar bizim utandığımız kadar utanmazlar’
derken, yoksulluk içinde büyümüş insanın yoksulluktan başka
bir şey düşlemeyeceğini ileri sürerken yanıldığımızı anladım.
Çünkü genç kadının yüzünde gördüğüm şey, bir hayvanın bilgisiz acısı değildi. Başına gelenin ne olduğunu bu kadın iyi biliyordu. O acı soğukta bir geriz borusuna değnek sokmanın nasıl
bir kötü yazgı olduğunu ben nasıl anlıyorsam, o da anlıyordu…
…… Kentlerden çok uzak, en ücra kırda bile insan tırmığı bir
batırdı mı toprağa, ya kırık bir şişe ya paslı bir kutu çıkıyor.… 70”
Modernite, Sanayi Devrimi; insanı kirletti, tabiatı kirletti,
toprağın altını kirletti, suyu kirletti, gökyüzünü kirletti…. Modernite, “Kirlenme” yi kirletti…. (Kiri kirletti) Kir, leke modernitenin strüktürel, ayrılması mümkün olmayan, “içi” nin bir
özelliğidir… Bir türlü kirden, lekeden kurtulamaz… Kapitaliz70) George Orwell, Wigan İskelesi Yolu, çev. Z. Zühre İlkgelen, İstanbul, İthaki,
2005, sh.35, 36
74
mi kirden, lekeden, çirkeften kurtarabilmeniz için, onu, kendi
kendisinden kurtarmanız gerekir… O kendini, kendinden kurtaramaz… Çünkü kapitalizmin öz çizgisidir… Kir, leke, çirkef,
kan, gözyaşı, sömürü… Şairin dediği gibi:
leke lekelenmekten korkmaz.
kurtulmuş geleceğin ürküntüsünden,
alabildiğine özgür;
sevincimin kumaşında parlayan
üzüntü lekeleridir,
silip de bir türlü çıkaramadığım
içimin dökülen mürekkebidir.71
Modernite, İnsanı tam manasıyla metalaştırdı… Muharref
kutsalın yerine insan-tanrıyı ikame etmeye çalıştı… Meselelerin
felsefî boyutuna girmekten özellikle kaçınıyorum ama Walter
Heistermann’ın 1968’de yayınlanmış “İlim ve Profanlık” başlıklı
yazısına aldığı, dışta kalan ilerlemenin boşluğunu anlatan lirik
şair Rainer Maria Rilke’nin şu şiirini iktibas etmekten de kendimi men edemiyorum:
Şehirler ama sadece kendilerinin olanı istiyorlar
Ve çekiyorlar her şeyi kendi yollarına
Kof bir tahta gibi hayvanları parçalayıp
Tüketiyorlar birçok milletleri yakarak.
Ve insanların hizmeti kültürleridir
Ve düşüyorlar denge ve ölçüden,
Ve ilerleme diyorlar salyangoz izlerine
Ve daha hızlı gidiyorlar, yavaş gittikleri yerde
Ve hissediyorlar ve ışıldıyorlar sokak kadınları gibi
Ve gürültücüdürler madenden ve camdan
71) Sedat Umran, Leke, İstanbul, Soyut yay. 1970, sh. 7
75
Sanki aldatan bir hayal onlarla her gün alay ediyor.
Artık asla kendi kendileri olamıyorlar;
Para büyüyor, onların bütün kuvvetine sahip
Ve doğu rüzgarı gibi kocaman ve onlar küçücük
Ve koflaşmış ve bekliyorlar ki şarap
Ve hayvan ve insan özünün bütün zehiri
Onları gelip geçici uğraşmaları için canlandırsın.72
Yalnız burada Rainer Maria Rilke, “kültür” kavramını,
Spengler’den çok farklı anlamda kullanıyor… Belki de daha doğrusu, Spengler, genel uzlaşımın çok dışında kullanmıştı… Fakat
şehir, modernite, teknik, hayat konusunda çok benzer düşünceler sergiliyorlar. Yaptığı izahta Walter Heistermann “profanlık”
kavramını hem din, hem kişilik dışı anlamında kullandığını
söylüyor. Bu yaklaşım dinden soyutlanmanın, kişilikten de soyutlanmayı intac edeceğini ifade ediyor. Ve özellikle vurguluyor:
“artık asla kendi kendileri olamıyorlar; / para büyüyor, onların bütün kuvvetine sahip” Maddî gücün insanları nasıl esir aldığı bundan daha güzel ifade edilebilir mi? Bilmiyorum, ama bir
kere daha Orwell’i dinleyelim: {... Uygulamada, kimse çalışma
yararlı mıdır, verimli midir, asalak mıdır, diye aldırmaz; istenen
tek şey, çalışmanın para getirmesidir. Bu günün konuşmalarında, enerji konularında olsun ya da etkililik, toplumsal hizmetler
veya hangi konuda olursa olsun, “para edinin, bol bol edinin,
kitabına uygun yoldan edinin” den başka bir şey duyulmuyor.
Erdem, her şeyden önce para ile sınanır oldu. Dilenciler bu
sınavı veremiyorlar, onun için de hor görülüyorlar. Birisi çıksa
da dilencilikten haftada on sterlin elde etse, dilencilik hemen saygı değer bir meslek durumuna gelirdi. Gerçekçi gözle
bakarsanız, dilenci iş adamından başka bir şey değildir, öteki iş
adamları gibi, yaşamını, önüne hangi yol çıkmışsa o yoldan kazanan bir işadamı. Onurunu, günümüzdeki pek çok insandan
72) Walter Heistermann, İlim ve Profanlık, çev. Tomris Mengüşoğlu, İstanbul, Felsefe Arkivi, 1986, sh.79
76
fazla satmış değildir; sadece zenginleşmenin olanaksız olduğu bir iş alanı seçme yanlışına düşmüştür.73” }
Tren yeni icad edilmiş İngiltere’de bir köyün yanından geçiyor… Onu ilk defa gören bir köylü, bu mitolojik canavar karşısında donmuş kalmış… O sıra yanına tutumunu ölçmek isteyen bir
yetkili geliyor ve soruyor köylüye: “Nasıl? Bu makine hakkında
ne diyorsun?”, Köylü sorar: “Bu ne işe yarar?” Yetkili sorar: “Sen
köyünden şehre kaç saatte gidiyorsun?”, “beş saatte..”, “Bununla
bir saate gideceksin!” İşte gerçek veya kurgusal, İngiliz köylüsünün verdiği cevap, Batı Uygarlığının bütün sorunlarını, sancılarını, sıkıntılarını, açmazlarını deşifre eder: “Peki! Bay, geri kalan
dört saatte ben ne yapacağım?” İşte Batılı bu sorunun cevabını
arıyor… Köylüsü de, şehirlisi de, filozofu da, sanatkarı da!...
Hıristiyanlık; istismarın kaynağı da olsa, ortaya çıkış itibari
ile inşa edilmiş bir din de olsa, muhatap olduğu hücumlar haklı da olsa, ona öyle bir orantısız güç uygulanıldı ki, inancın özü
zedelendi… Kutsalın cevheri taaffün etti…. Cevher! Tuz koktu, tuz! Ağaçtaki hama atarken, hası düşürdünüz… İnsanı “can
evinden, ruhundan yaraladınız!74 Bir de meselenin şu yanı var.
Belki de Hıristiyanlık, Kilise’nin kurum olarak çok derinlere kök
salmasından dolayı, ancak böyle bir saldırı ile yerinden oynatılabilirdi! O kadar büyük bir egemenliğin sahibi idi ki, o oranda
tepki ile karşılaştı…
Modernitenin, aldıklarından sonra verdikleri insanı tatmin
etmiyor… Anlamın kaybı! Amacın kaybı! Saçma duygusunun insanın bütün varlığına vıcık vıcık bulaşması… Bir sümük
gibi… Bulantı… Saçma duygusunun verdiği bulantı… Batı
insanoğlunun incir ağacını kesti75!... Gidecek bir yeri olamamanın ne demek olduğunu anlıyor musunuz? İnsanın gideceği bir
mekân bırakmadınız... Kutsal bir köşe bırakmadınız!.. Gideceği
73) George Orwell, Paris ve Londra’da Beş Parasız, çev. Z.Zühre İlkgelen, İstanbul,
İthaki, 2004, sh. 210
74) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 1986, sh.78
75) Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak….
77
tek yer kaldı: Tımarhane… Dünyayı tımarhaneye çevirdiniz…
Onun bile adını değiştirdiniz. Bu gün bir deli ağız tadıyla bir tımarhanede bile yatamayacak!.. Hayatınız simülasyon… Riya…
Bir adam, akıllı(!) bir zamanların var olan tımarhanesinin duvarından bakıyor ve ağaçları seyreden bir “deli”nin yüzüne patavatsızca soruyu patlatıyor: “Yav sen akıllı bir adama benziyorsun,
tımarhanede işin ne?” “Deli” nin cevabı: “Biz deli isek, ahmak
da değiliz ya!” Bir an için namuslu davranıp, iç dünyamızın baraj
kapaklarını açsak, “akıllı” kaç kişi kalır acaba?
Burada gayemiz Batı uygarlığının, temel parametrelerini,
kurumlarını, kapitalizmin özelliklerini sezdirmeye çalışmaktır.
Kaba, didaktik, öğretici bir yaklaşım yerine, sır idrakine sahip
muhataplarımızın tefehhüm ve tezekkürüne vesile olmayı gaye
ediniyoruz… Bu ülkede genel olarak bilime tapılırken, “Hayatta
en hakiki mürşit ilimdir!” gibi çilesiz ve tefekkür kırıntısından nasipsiz sloganlar kutsallaştırılırken, zihinler esir alınırken; bu aciz
on yıllardan beri (yarım asrı geçen bir süreden bahsediyorum)
“bilim”e kuşku ile yaklaşmış, bir sanatkârın; insan davranışlarını
ve zihinsel oluşumlarını, bir psikologdan daha mükemmel yakalayabileceğine, psikologun giremediği ruh labirentlerine76 yaratıcı hayal gücü ve sezgisi ile girebileceğine; yine bir sanatkârın,
bir sosyolog ve tarihçiden daha mükemmel sosyal ve tarihî konuların analiz ve sentezini yapacağına inandı. İşte bunun için
zaman zaman sanatkârlara başvuruyoruz. Özellikle kuantum
fiziğindeki gelişmeler epistemolojinin temel parametrelerini değiştirirken, kozalite prensibinin eleştirildiği bir konsept egemen
olurken, bizim bu yaklaşımımızın ne kadar doğru olduğu daha
bir haklılık kazanmaktadır. Bugün sözüm ona rasyonel, eksperimantel bir yaklaşımla psikolojik, sosyal, iktisadî, tarihî olaylar
bilimsel(!) yöntemlerle incelenirken, rakamlara yalan söyletilmekte ve istenilen sonuç elde edilmektedir. Şu basit gerçek bilinsin ki, kamuoyu yoklamalarında sorunun özelliğine göre istenen
cevaplar alınabilir, buna göre de istenen yorumlar yapılabilir. Bu
76) S. Freud, girdi demeyin! Psikanaliz nihayet metafizik bir temel üzerine inşâ
edilmiş bir yaklaşım biçimi… “Bilinçaltı?”
78
noktada insan ve algılarını etkileyen unsurlar ciddi bir biçimde
tespit edilmeye çalışılmalıdır.
Batı uygarlığını, daha doğrusu evreni, yanlış anlayıp, yanlış
yorumlamamızın en önemli sebeplerinden biri, meselelere bütüncül yaklaşamayışımız. Bir nevi her türlü parametreleri birlikte, bütün halinde, birbirleriyle etkileri içinde mütâlaa etmek
yerine, kesip, biçip parçalara ayırarak incelemeye çalışmak…
Kuantum yöntemi, konuyu parçacıklarına ayırma.. Bir çeşit indirgemecilik… Yani bir ağaçla ufkumuzu kapatıp, ormanı görememek… Veya o ağacı orman zannetmek… Aşırı genellemeler
yapmak… Analitik düşünme; bütünü gözden kaçırmadan derinleşme demektir, fikirler üzerinde… Yani bir uygarlığı oluşturan;
Din, felsefe, tarih, bilim, ekonomi, etik, estetik, eğitim, sanat, gelenek, görenek v.b. gibi birçok faktör vardır. Bu faktörlerin birbirlerine etkileri vardır… Hele İslâm gibi vahyî olduğuna inanılan,
mütevatir bir mukaddes kitabı bulunan bir dinin müntesipleri,
mü’minleri için temel bağlayıcı faktör dindir… Yani bir uygarlığın; siyasî, iktisâdî, etik, estetik değerlerini birbirinden ayırarak tahlile kalkışırsanız yanlış noktalara varısınız. Nitekim Batı
uygarlığının aile yapısını, ekonomik yapısını, değer yargılarını;
cinsel namus, ticarî ahlak v.b. gibi unsurlarını, onun temel felsefî
parametrelerinden ayıramazsınız. Kısacası, bundan sonraki bölümde bu konu üzerinde daha geniş durmayı düşünüyorum,
fakat şimdi şu kadarını işaret etmek isterim ki; bir uygarlığın
teknolojisini, ekonomik yapısını aldığınızda onun her türlü
sosyal yapısını da farkında olarak veya olmayarak alırsınız…
Aile yapısını da, namus telakkisini de… Batı uygarlığının sadece
“ilmini, sanatını” alamazsınız, Mehmet Akif örneği… Batı Uygarlığının sadece “mehasini” ni alamazsınız; Said Nursi’ deki, en
ufak bir fikrî muhteva taşımayan naiv bir optimizm… (çocukça
iyimserlik)… Yani kes-yapıştır anlamsız saçma bir yaklaşım….
Nitekim emek mahsulü olan kitabında Kazgan: “En önemli
mesele de, kanımızca, her teorinin, iktisatta, belirli bir inanç
79
sistemi veya felsefî görüşe ya da ideolojiye bağlı olarak kurulmasıdır, teoriden çıkarılan sonuçların, bunlarla bağdaşık
nitelik taşımasıdır. Çeşitli inanç sistemleri veya felsefî görüşler
veya ideoloji bulunduğu için de, aynı olayın, iktisatta, birbirinden çok farklı görüşte, teorileri bulunabilmektedir”77 der ve
devam eder: ”Batı kaynaklı iktisat teorisinin gerisindeki liberal
felsefe, gerçekte XVIII. Yüzyıl sonunda sanayileşen Batı ülkelerinde, yeni yükselen kapitalist-müteşebbis sınıfın dünya görüşü
olmuştur.78” Liberal İktisadî Doktrin’in temel amacı: “ Liberalizmin felsefî79 kaynaklarından elde edilen ilkelerin savunulması,
belirli bir toplum düzeninin, en iyi ve en adil düzen olduğunun
ispatlanmasıdır.80” Yani manavda elma seçer gibi, kendinize göre
seçemezsiniz…
Bir felsefî “izm” in; başta bütün değerleri, evreni şekillendiren bir epistemolojisi vardır. Batı uygarlığının epistemolojik
yaklaşımında zaman ve mekân üstü “vahyî” doğrulara yer
yoktur… Asırlardır yerleşmiş ve halen de devam eden “malum kafa” veya “malum kafasızlık”ın itirazını duyar gibiyiz…
Özellikle Said Nursî gibilerde… ”Batı İslâm’a yaklaşıyormuş!”
… Acaba doğrusu, sizin gibi Müslümanlığını iddia edenler, Hıristiyanlığa yaklaşıyor olmasınlar? Evet, yeni bir dinsellik çığırı
canlanıyor…. Ama Yeni Din!? Açın herhangi bir İncil’i… ”İncil,
milattan sonraki ilk yüzyılda yazıldı. Kilise’nin kabul ettiği dört
İncil, İsa Mesih’in takipçilerinden Hıristiyanlığın asıl kurucusu
diyeceğimiz, başta müminlere ve Hz. İsa’ya düşman ama sonra77) Gülten Kazgan, İktisâdî Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, İstanbul, Bilgi
yay. 1974, sh. 22
78) a.g.e. sh.25
79) Kitabın tamamında Kazgan, “ felsefe” ile “ dünya görüşü” ve “ ideoloji” yi eş
anlamlı olarak kullanıyor ki; kanaatimizce bu yanlış bir yaklaşım. Çünkü dünya görüşü veya ideoloji sorunları bilmece çözer gibi çözer; oysa felsefe “çözümleri” çözer…
Felsefe bir oyun bozucudur… İdeolojiler, dünya görüşleri temel kabulleri üzerinde,
onunla çelişkiye düşmeden şatolar ve fildişi kuleler inşâ eder, felsefe ise bu muhayyel
sanat yapıtlarını nükleer silahlarla berhava eder… Felsefenin en güçlü silahı “mi
acaba?” dır. Felsefe “şüphe” ile başlar, şüphe ile biter… Vardığı son nokta şüphedir!
80) A.g.e. sh. 45
80
sında (her ne olduysa) kendini havari kabul eden Pavlos’un arkadaşları (Markos ve Lukas) tarafından yazılmıştır..
Söz konusu yazarlar ilk dört kitapçıkta İsa Mesih’in yaşamını ve öğretisini dikkatli ve ayrıntılı bir biçimde anlatırlar.81 “ ve
“Tanrı, İsa’nın dört izleyicisini bizim için İsa’nın yaşamını kaleme almaya yöneltir.82” Şu tarihi bilgiyi de dikkatinize sunarım:
“İncil metinleri İsa sonrası dönemde onun söz ve fiillerine dayalı geleneğin farklı yazarlarca bir araya toplanması sonucunda
oluşmuştur. Burada hemen şunun altını çizelim ki ne İncil yazarları ne de Yeni Ahit’in diğer kitaplarını telif edenlerin hiçbiri,
tasvir ettikleri olayların bizzat görgü şahidi değildi. İncil yazarları, İsa’dan çok sonraki yıllarda kulaktan kulağa aktarılan sözlü ve yazılı geleneğe bağlı ikincil hatta üçüncül betimlemeciler
konumundadır.”83 Ve: “İnciller, belirli bir senetle Hz. İsa’ya dayanmamaktadır84.” Nihayet: {Hıristiyanlık, İncil adı verilen çok
sayıdaki kitap arasından sadece dördünü muteber addederek “ilham edilmiş kitaplar” listesine (canon) dahil etmiştir, diğerlerini
ise apokrif sayarak reddetmiştir85.”
Yani Batı’daki “din” telakkisi ile İslâm’daki “din” telakkisi,
özünden, temelinden farklıdır. Onun bazı kurumlarını alarak yavaş yavaş ona yaklaşırsınız… Bir Müslüman’ın mukaddes Kur’an
telakkisi ile Hıristiyan’ın İncil telakkisi çok farklıdır. Peki! Çare
ne? Ben ilaç propagandisti değilim! Ben İslâmî olarak durumun
tespitine çalışıyorum! Ümmet için de önemli olan bu! İmanı
birincil mesele olarak kabul edenler için çok çok önemli…
(“dini hassasiyet” veya “dini kaygı“ gibi kavramsallaştırmaları
beğenmiyorum, kullanmak istemiyorum… Çünkü bana “gevşek”, “sallantılı”, “iliştirilmiş”, ”yapıştırılmış”, “sürülmüş”; olsa da
olur, olmasa da olur gibi aidiyetleri işaret ediyor gibi geliyor…)
81) İncil����������������������������
���������������������������������
, Yeni Yaşam Yayınları, 1995
82) A.g.e. sh. 1
83) Yaşayan Dünya Dinleri, DİB, 2007, sh. 79
84) G. Tümer-A.������������������������������������������������������
Küçük. Dinler T��������������������������������������
arihi, Ocak yay. Ankara, 2002, sh. 289
85) TDV, İslâm Ansiklopedisi, sh. 22/271
81
Yani İslâm çevresinde yapılan tartışmaların, artık bir yorum değil, doğrudan doğruya itikâdî olduğunu düşünüyorum… Fakat
bugün insanlar, çözüm merkezli spekülasyonlara (düşünme?) itibar ettikleri, sürünün baskısı ile çözüm bulmaya kendini mecbur
ettiği için, Allah celle celalühü korusun imansızlık uçurumuna
yuvarlanmıştır…
Evet, her uygarlığın, bu cümleden olarak Batı Uygarlığının
başta bir epistemolojisi var… Bir ontolojisi var!... Bir toplum telakkisi var, bir birey telakkisi var! Bir evren.. v.b. telakkileri var..
Ancak “ beyin terleri” dökerek, “fikir çile”leri çekerek bunlarla
hesaplaşmak, muhasebesini yapmak şarttır… Travial, sudan,
yuvarlak, içi boş, çilesi çekilmemiş, hiçbir şey söylemeyen, kavramsallaştırılmamış, muhasebesi yapılmamış, karşılıksız çeklerle
“mehasin”, “ilim, sanat”, “teknoloji” v.b. boş laflarla önce, ancak
kendimizi, sonra da sürüyü kandırırız… (Bu kavramların kendisi boş değil, kullanan sujenin çekinin karşılığı olmadığı için
boş!.) Daha doğrusu son tahlilde sürü bizi kandırır! Sahi kandırılanlar da sürü değil midir? Yani maymunlardaki gibi, ödünç
birbirinin sırtını kaşıma! Bitlerinden kurtulmak için… Nefsin
izaç edici tasallutundan kurtulmak…. Veya Psikanalizin terminolojisi ile egonun refulmanlarını tolere edebilmek için… ”Nefis”, “ego” asla eşanlamlı kavramlar değildir… İleriki bölümlerde
temas etmeyi düşünüyorum… Daha doğrusu; bir Müslüman
için, hiçbir İslâm-dışı kavram kendi mefhumları ile eş anlamlı değildir… Kelime olarak aynı seslerle telâffuz edilse
bile… Bir Müslüman için “su” bile, İslâm-dışı bir telakkinin “su”
kavramı ile aynı değildir…
Laik, seküler bir insanın “su” telakisi ile, bir Müslüman’ın “su”
telakkisi bile farklı farklıdır… Laik, seküler bir insanın “temiz”
değerlendirmesi ile bir Müslüman amel edemez… O suyu kullanamaz! “Bir kuyunun suyuna, bir damla86 dahi olsa, kan, şarap,
sidik gibi akıcı bir pislik karışırsa, o su pis olur… O kuyunun
86) İlmihalin
�������������������������
aslında merhum “katre” kavramını kullanıyor. Ömer Nasuhi Bilmen,
Büyük İslâm İlmihali, Bilmen yay. İstanbul, 1986, sh.49
82
dibinde bir kova su kalmayacak şekilde suyunun tümünü çıkarmak icap eder… Ancak kuyunun suyu çok olup devamlı olarak
kaynamakta ise, iki yüz kova su çekmek yeterlidir; bu vaciptir.
Üç yüz kova çıkarılması müstahabdır. Daha sağlamı, kuyunun
içindeki su miktarının kaç kova olduğu hesaplanarak o miktarda
suyun çıkarılmasıdır.87” Yine Mebsut’ta: “Çocuk elini su kabına
soktuğunda, elinin üzerinde pislik olup olmadığı bilinmiyorsa,
güzel olan o suyla abdest almamaktır88”.
Bir gayrimüslimin, laikliği bilerek benimsemiş bir insanın;
“abdest”i, “mesh”i kabul edip etmemesi ayrı bir konu; fakat bir
gâvurun zihniyet dünyasını, entelektüel haritasını tespit bakımından şöyle bir test yapabiliriz… İslâma göre abdesti, meshi
(mestin neresinin mesh edileceğini söylemeden) izah ettik ve
dedik ki: “Farz edelim sen bunları kabul ediyorsun. Sence mestin altını mı, üstünü mü mesh etmek gerekir?” Herhalde istinasız
“altını” cevabını alacaksınız. Bakın merhum İskilipli Âtıf Hoca
şöyle diyor: {Mestin altına yahut ökçesine ya da yanlarına mesh
etmek sahih olmaz. Çünkü Hz. Ali radıyallahu anh: “İslâm dini
eğer sadece fikir yürütmekle olsaydı, mesh etmeye mestin altı
üstünden daha evlâ olurdu. Hâlbuki ben, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i mestlerin altını değil üstüne mesh ederken gördüm. 89}
Gayemiz ne İlmihal, ne Fıkıh, ne de İslâmî temel bilgiler
vermek değildir. Bu durumdan teeddüp eder, Allah(c.c.)’a sığınırız… Bütün meselemiz tefekkür, tefekkür ve yine tefekkür…
Sadece şunu sezdirmeye çalışıyoruz… Bir Müslüman ile bir gavurun kâinatı, dünya görüşü, nesnelere bakışı, anlamlar dünyası,
estetik yaklaşımı ne kadar farklı… Acaba meseleyi İslâmî bir şekilde vaz’ edince, bir gavur “diyaloga” razı olur mu?
87) Ömer
������������������������������������������������������������������������������
Nasuh������������������������������������������������������������������
Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, sadeleştiren, A.Fikri Yavuz, İstanbul, Bilmen, sh. 59
88) Mebsut, I / 159
89) İslâm
����������������������������������������
Fıkhı, Muhammed Âtıf Hoca, I / 46�)
83
Bir kuyuya bir katre şarap damlayacak, üç yüz kova su çekip
boşaltacaksın… Her bir kova 10 kg olsa üç ton…. Batı zihniyetine nasıl “anlatırsın”? Adamlar şarapla banyo yapıyor… Bir
Müslüman olarak sen “anlıyorsan”, demek ki, Batılı değilsin! Anlamıyorsan, demek ki Müslüman değilsin! Hem Batılıyım, hem
de Müslüman’ım diyorsan, benim kafam karıştı bu nasıl bir iş!?..
Bir uygarlığın bütünlüğünü, kendini meydana getiren unsurları ve bu unsurların etkileşimini, temel düşünme parametrelerini anlamadan bu konularda sağlıklı tespitler yapmak mümkün
değildir: “İktisadî liberalizmin felsefesini anlamaksızın, bu
felsefeye bağlı okulların teorilerini anlamak mümkün değildir. Veya bu felsefi görüşleri kabul etmeksizin, teorilerden
çıkarılan politikayı da kabul etmek mümkün değildir. Diğer
bir deyişle, teoriler ve bunlara dayanarak çıkarılan politikanın geçerliliği, ancak, teorinin gerisindeki belirli bir dünya
görüşünün paylaşılmasına bağlıdır.90”
Şu birkaç satır bile, inkârı mümkün olamayacak bir şekilde,
birkaç yüzyıldır İslâm dünyasının, bütün fikrî cereyanlarının bir
sloganlar savaşı olduğunu ve ne kadar ucuza gittiğimizi açıklamaya yeter, diye düşünüyorum… Uygarlık? Meydana getiren
unsurlar? Birbirleri ile etkileşimleri!!! Her uygarlığın kendini
meydana getiren unsurlarının, çilesi çekilmeden, toplama usulüyle derdest edilip yeni bir uygarlığın oluşturulamayacağı…
Bugün toplama usulüyle, her bir parçası bir başka ülkeden olmak
üzere bir bilgisayar imal edile biliyor… Fakat unutmayalım ki,
temel parametre yine de Batı Uygarlığı…
{Hataların en kötüsü, kapitalizmin yalnızca bir “ekonomik sitem” olduğunu savunmaktır, oysa kapitalizm toplumsal
düzen sayesinde yaşamakta, devletin hasmı veya işbirlikçisi olarak, onunla birlikte işleri karıştıran kişidir ve bu hep böyledir;
kültürün toplumsal yapının sağlamlığına getirdiği tüm destekler90) Gülten Kazgan, A.g.e. sh.49
84
den de yararlanmaktadır, çünkü eşitsiz paylaşılan, çelişkili akımlara yuva olan kültür, sonuçta her şeye rağmen en iyi unsurlarını
kurulu düzenin desteklenmesi yönünde kullanmakta; onu savunurken kendilerini savunan egemen sınıfları tutmaktadır.91” }
Ahmed Güner Sayar; Ülgener’in kitabına yazdığı tanıtma
yazısında, “Dolayısıyla dünyevileşmeyi – kapitalizmi - bir mesele olarak düşünmemiş bir toplumun eşya ve kâinat telakkisinin
spontan bir durağanlığı ürettiği, bunun da kapitalistleşmenin
önüne bir dizi set ve engeller bıraktığı muhakkaktır.92” ifadesinde, dünyevileşme ve kapitalizm kavramlarını eş anlamlı
kavramlar olarak kullanıyor ki; bizce de, ince farklara, nüanslara
rağmen doğru bir yaklaşım…. Aynı şekilde Ercan’da hacimli kitabında: “Sonuç olarak ısrarla vurgulamamız gereken öze ilişkin
vurgu, kapitalizmin sosyal ilişkiler toplamı olduğudur. Sosyal
yaşamı oluşturan her birimin bir diğer birim ile birden çok ilişki
içinde olduğunu ısrarla belirmiştik.93”
Batı uygarlığı çerçevesi içinde din ve ekonomik tasavvur ilişkisi konusunda, ilginç bir yaklaşım da Walter Benedix Schönflies
Benjamin’e aittir. Walter Benjamin’in 1921 yılında kaleme aldığı ve ölümünden sonra, 1985 yılında ortaya çıkan “Din Olarak Kapitalizm” başlıklı yazısı hayli yankı bırakmış ve halen de
üzerinde konuşulmaktadır… Biz önce kendisinin fikirleri, daha
sonra da yankıları üzerinde duracağız94. Walter Benedix Schönf91) F. Braudel, Dünyanın Zamanı, 542
92) Sabri F. Ülgener, Tarihte Darlık Buhranları, İstanbul, Derin yay. 2006, sh.VIII
93) Fuat Ercan, Para ve Kapitalizm, İstanbul, Devin yay. 2005, sh.520
94) Walter Benedix Schönflies Benjamin, (15 Temmuz 1892, Berlin - 26 Eylül 1940 Asimile olmuş bir Yahudi ailesinden gelmektedir. Ernst Bloch, Theodor
W. Adorno ve Bertolt Brecht’in etkisiyle 1930’larda giderek Marksizm’e yakınlaşan
Benjamin, 1933’te nasyonal sosyalistlerin baskısıyla Almanya’yı terk ederek sürgün hayatı yaşadığı diyebileceğimiz Paris’e yerleşti. 1939 yılında, Alman mülteciler
tarafından yayımlanan bir dergide çıkan yazısı nedeniyle Alman vatandaşlığından
çıkarıldı. Almanların Fransa’yı işgal etmesi ve Paris’teki evini Gestapo’nun basması
üzerine 1940’ta Fransa’nın güneyindeki Portbou kentine kaçtı; burada polis tarafından Gestapo’ya teslim edileceğini öğrenince aşırı derecede morfin alarak intihar
etti. İntiharı üzerinde spekülatif söylentiler vardır. Kendisinin şizoid olduğu ve bu
85
lies Benjamin söz konusu yazıya: “ Kapitalizm bir din olarak
görülebilir. Başka bir deyişle kapitalizm esas itibariyle daha
önce dinin yanıtladığı benzer endişeleri, ıstırabı ve kaygıyı tatmin etmeye hizmet eder.95” Diye başlar ve devam eder:
“Kapitalizm belki de şimdiye kadarki en aşırı katışıksız dinsel tapınmadır. Kapitalizm içerisinde her şey ancak doğrudan tapınma ilişkisi içerisinde anlam kazanır: Hiçbir özel
dogma, teoloji ayırt etmez. Bu bakış açısından faydacılık
onun dinsel rengidir.96”
Hadd-i zâtında metin yayınlanmak için yazılmadığından anlaşılması zor97 olduğu için hakkında yazılan yorumları mütâlaa
etmek daha yararlı olabilir, diye düşündük. Yukarda zikrettiğimiz Michael Löwy’e ait yazı uzun ve ayrıntılı… Ve İslâm dünyası
ve İslâm’ın ılımlılaştırılması konusunun gerçekçi tespitinde
yardımcı olur kanaati ile, Giorgio Agamben’in “Dünyevileştirmeler” isimli kitabının “Dünyevileştirmeye Övgü” başlıklı
bölümünden uzunca bir alıntının yararlı olacağını düşündük:
{Kapitalist kült selamete/esenliğe ermeye ya da bir günahın kefaretini ödemeye yönelik bir ibadet sunmaz, doğrudan günahın,
suçun kendisine yönelmiştir “kapitalizm belki de bir kültün,
bir ibadetin günahın kefaretine yönelik olmadığı ama suçluluğa
yönelik olduğu tek vakadır; selameti bilinmeyen suçlu, canavara dönüşmüş bir bilinç külte dönüşür, bunu suçunun kefaretini
ödemek için değil, suçunu evrensel hale getirmek için yapar;
dahası Tanrı’yı da suçta yakalamak için; tanrı ölmemiştir, ama
insanın yazgısında vücut bulmuştur.98 Kapitalizm tüm gücünü
yüzden intihar ettiğine dair tek kaynak Theodor W. Adorno’ya verilmek üzere Henny
Gurland’a dikte ettirdiği veda mektubudur. Öte yandan Stalin’in ajanları tarafından
morfin verilerek öldürülmüş olduğu da diğer bir başka söylentidir.
95) Din Olarak Kapitalizm, W. Benjamin, çev. Akın Sarı, Praksis, Ankara, Dipnot yay.
2011/2, sayı: 26, sh.183
96) A.g.e. sh.183
97) Din Olarak Kapitalizm: Walter Benjamin ve Marx Weber, Michael Löwy, çev.
Akın Sarı, A.g.d. 187
98) W. Benjamin ‘in asıl metninin çevirisinde: “ Tanrının aşkınlığı düşmüştür, ancak
tanrı ölmemiştir. Tanrı insanın kaderine sürüklenir. sh. 184
86
selamete ermek için değil de, suç için harcadığından, umuda
değil de, umutsuzluğa yönelik olduğundan bir din olarak dünyayı değiştirmekle ilgilenmez, amacı dünyayı yıkıma uğratmaktır. Günümüzde egemenliği öylesine kapsayıcı hale gelmiştir ki,
Benjamin’e göre modernliğin üç büyük peygamberi de (Nietzsche, Marks ve Freud) bir biçimde umutsuzluğun diniyle
dayanışma içindedirler ve onunla işbirliği yapmışlardır: İnsan gezegeninin umutsuzluk evinden kendi yolculuğunun mutlak yalnızlığa geçişini Nietzsche ethos olarak tanımlar. Bu insan
üstinsandır, yani kapitalist dini bilinçli olarak gerçekleştirmeye
başlayan ilk insandır. Ama Freudcu kuram da kapitalist kültün
dini kurumuna, bu kültü yöneten en üst düzeydeki dinsel göreve aittir: “bilinçdışına itilen, günahkâr temsil; bilinçdışı cehenneminin faizini ödediği kapitaldir”. Marx’da kapitalizm “Suçun
işlevi olan basit ve bileşik faizlerle; dolayımsız bir biçimde, doğrudan sosyalizme dönüşür”.
Burada bizi ilgilendiren bakış açısına göre Benjamin’in düşüncelerini izlemeyi deneyelim. O halde, kapitalizmin, Hıristiyanlıkta zaten mevcut olan bir eğilimi en uç noktaya iterek,
her ortamda dini tanımlayan ayrım yapısını genelleştirdiğini ve
mutlaklaştırdığını söyleyebiliriz. (asıl metin çevirisi: “Reform
zamanında Hıristiyanlık, kapitalizmin ortaya çıkışını teşvik
etmedi; bunun yerine kendisini kapitalizm içinde dönüştürdü. 99) Kurban (feda) etmenin, dünyevi olandan kutsala, kutsal
olandan dünyevi olana geçişi gösterdiği yer, şimdi, tek, çok biçimli ve durmak bilmez bir ayrım sürecidir, bu süreç her şeyi,
her yeri her insanî etkinliği kendi kendisinden ayırmak için
ezip geçer, üstelik kutsal/dünyevi, ilahî/insanî ayrımına
tamamıyla kayıtsız kalır. Kapitalist din en uç biçiminde, artık ayrıma uğratacak hiçbir şey olmaksızın, ayrımın saf biçimini
gerçekleştirir. Mutlak ve geriye artakalan hiçbir şey bırakmayan
bir dünyevileştirme, kutsal alanından çıkarma, şimdi bir o kadar
da boş ve bütünleştirici bir kutsamaya denk gelir. Tıpkı, malda
99) W. Benjamin, sh. 185
87
olduğu gibi, nesnenin kendi biçiminde, doğasına özgü bir ayrım
bulunur, bu ayrım kullanım ve değişim değerlerini birbirinden
ayırır ve nesneyi ele gelmez bir fetişe dönüştürür, aynı şey şimdi, gerçekleştirilen, üretilen ve yaşanan her şey; insan bedeni de,
cinsellik de, dil de kendi kendileri tarafından bölünürler ve artık öz itibarıyla herhangi bir ayrımı tanımlamayan ayrılmış bir
ortama taşınırlar, bu ortamda her türlü kullanım kalıcı olarak
imkânsızlaşır. Bu ortam tüketim ortamıdır. Eğer, ileri sürüldüğü gibi, şu an yaşamakta olduğumuz, her şeyin kendi kendisi
tarafından ayrımında sergilendiği, kapitalizmin en uç aşamasını gösteri olarak adlandırırsak, o halde gösteri ve tüketim tek
bir kullanım imkânsızlığının iki yüzüdür. Kullanılamayan şey,
kullanılamadığından gösteri olarak sergilenmeye ya da tüketime bırakılır. Bu durum, dünyevileştirmenin imkânsız hale
geldiği anlamına gelir (ya da en azından, kendine özgü yordamları gerektirmektedir.). Eğer dünyevileştirmek kutsal alanından
çıkan bir şeyi ortak kullanıma iade etmek anlamına gelirse, kapitalist din en uç aşamasında kesinlikle ve mutlak olarak bir dünyevileştirilemeyeni hedefler.100”
İmanî derdi olan bir Müslüman’ın, imanını hayatî bir mesele
olarak telakkî eden bir Müslüman’ın şu aşağıda tekrar vereceğimiz satırlar üzerinde tefekkür ve teemmül etmesi gerekir… Vakıf(!), tarikat, dernek, hizmet, hayır faaliyetleri, cemaat, kermes,
alış-veriş tuzakları içinde gözü bağlı dolap beygiri gibi dönen
Müslüman! Öğrenimin ne olursa olsun, otur, bir an şu mekaniksel rutinden kedini kurtar… Yapacağın: tefahhus, tezekkür,
teemmül, tefehhüm… Tüylerimiz diken diken oluyor… Hıristiyanlığın düştüğü tuzağa, Müslümanlar da mı düşüyor? Ama
bunu Hıristiyanlık yaşadı, Müslümanların, tarihi gelişim süreci
ortada olan bir dinin akıbetinden kendilerini korumaları için bir
yol yok mu önlerinde? Olması lâzım!..
100) Giorgio Agamben, Dünyevileştirmeler, çev. Betül Parlak, İstanbul, Monokl yay.
2011, sh.137)
88
“Reform zamanında Hıristiyanlık, kapitalizmin ortaya çıkışını teşvik etmedi; bunun yerine kendisini kapitalizm içinde dönüştürdü.101” Bugün İslâm dünyasında olan da bu değil
mi? Özellikle kendilerine “Müslümanlık” atfeden Türkiyeliler
eliyle… Ailece dünya Müslümanlarına oportünist dindarlıkta model olmuyorlar mı? Dindarların tek meselesi; Yükselen
Değerler’e, onun yeni enstrümanlarına sözde İslâmî çözümler
bularak, İslâm’ı; mistik, metafizik, okültik bir inançlar bütünü haline getirerek, gavurizme uyum sağlamak, koltuklarının
altına sıkıştırdıkları reçetelerle, kapitalizm evreninin bir köşesine sığınmak ve sıkışmak!! Hiç bir İslâmî sınır tanımadan;
akılları sıra İslâmî mukaddesleri kapitalist konsept içinde
eritmek… İman bukağısından, İman kelepçesinden kurtulmak… Sonradan dâhil olanların inanç gücü ile yabancılıktan
kurtulmak için Batı Uygarlığının müelliflerinden daha büyük
bir hızla dönüşmek, dönüşmek ve dönüşmek savaşı içindeler…
Bu arada farkında olarak veya olmayarak; İman; inanç haline
dönüşerek, gönlümüzden süzülerek topuklarımıza kadar indi!
Bir daha düşün! Bütün gayemiz seni rahatsız etmek! Biliyoruz, rahat değilsin! Ama çileye de talip değilsin… Sen de kabahatlisin! Hepimiz ruhen canlı cenaze, “giyinik çıplaklar” haline
geldik! Sadece kadınlara ciro etmeyelim, hepimiz aynı durumdayız. Bir erkek; bu günkü kılık kıyafeti, saçı başı ile kırk yıl önce
sokağa çıkabilir mi idi? Çıkarsa toplumun değerlendirmesi ne
olurdu? Kırk sene önceki insan da kendinden otuz sene öncesinde aynı sorunla karşılaşırdı… Gelenek, görenek de mi değişmesin? Gelenek, görenek umurumda değil! Fakat bu değişim İslâmî
sınırları aşarak, imanımızı tehdit ediyor! Aynı duyarsızlığı İslâmî
akidelerimize karşı da takınıyoruz!.. Bir insanın hayata karşı tutumu tüm değerlerini etkiliyor…
“Tekrar etmeyen her şeyi seviniz!” telakkisine hayran bir insan olmama rağmen, önemine binaen bir daha tekrar belasına
101) Din Olarak Kapitalizm, sh. 185
89
düşmeyi göze alarak, yine diyoruz ki; senin dışında üretilen bir
felsefe, onun zemini üzerinde gelişen bilimler ve onların hayata nakşedilmesi ile ortaya çıkan bir teknoloji harikası!. Ve F.
Bacon’un (1561-1626), sanki mazoşizmin muhatabı ve mağduru olmuş bir insanın; o durumunu tolere etme hıncı ve intikam
duygusu ile, sadistçe bir feryadı: “vincimus naturam parendo =
boyun eğen tabiatı yeniyoruz.! 102” Sanki Tabiat bir düşman…
Şimdiye kadar insanoğluna sırf zevk için eziyet etti, işkence etti… Şimdi sıra insanoğlunda, artık intikamını alacak!
Bugünkü çevre sorununun temel ethosunu anlatabildim
mi? Batı uygarlığını ören yolların taşlarını iyi tanı!. “İnsan”a ne
kadar yabancı! Sana ne kadar yabancı!... Hele bir Müslümana ne
kadar yabancı!... Bütün hırs (belki de “azim” daha doğru olabilir? ), bütün ihtiras, tabiata hâkim olmak… “Çünkü tabiat yalnızca insana boyun eğdirilerek idare edilmektedir. 103” Bilgi
güçtür, egemenliktir… Doğayı ve toplumları tahakküm altına
alıp sömürmenin birincil şartıdır. “Nedenin bilinmemesi, sonucu olumsuz yönde etkileyeceğinden bilgi ile insan gücü
eşanlamlıdır. Çünkü tabiat sadece yine tabiatın kurallarına
uyulursa kontrol altına alınabilir.104” Doğa üzerinde egemenlik kurmanın bir altın kuralı daha: “Fakat hiç kimse cismi değiştirmek ve bir halden diğer hale geçirmek için cisim hakkında tam bir bilgiye sahip olmaksızın, bilinen cisme yeni
bir tabiat giydiremez ya da onu başarılı ve uygun bir şekilde yeni bir cisme dönüştüremez.105” Buralardan emperyalizmin, özellikle İngiliz emperyalizminin temel konseptini süzüp
çıkarabilirsiniz… Daha doğrusu Sosyal Baconizm… (Sosyal
Darwinizm’den mülhem)
Bazı önemli otoriteler, Francis Bacon’a bizimkinden farklı
yaklaşıyorlar… Ben sadece iki örnek verip, bu görüşlerle hesap102) Bazı çevirilerde, Boyun eğdirdiğimiz tabiata hâkim oluyoruz!
103) Francis Bacon, Novum Organum, çev. Sema Ö. Akkaş, Ankara, Doruk yay,
1999, sh.94
104) A.g.e. sh.8
105) A.g.e sh. 107
90
laşmayı deneyeceğim: Bu kişilerden biri Walter Heistermann…
Bacon’ın ‘vincimus naturam parendo’ sözünü; “Eğer tabiat olayları kendi kanunlarına göre olup bitiyorsa, onlara sihir âyinleri ile
tesir edilemez. Eğer onlara hâkim olmak isteniyorsa, onların kanunları izlenmelidir. 106” Ve aynı konuda Macit Gökberk’de şöyle
bir mütâlaa serdediyor: “Tabiata hâkim olmak isteğiyle Renaissance, başlangıçlarda –en güzel örneğini Paracelsus’ta 107(14931541) bulduğumuz –fantazi ve büyüye bile başvurmuştu. Şimdi
Bacon bu özleyiş ve eğilimi tam bir aydınlığa ulaştırır; Kopernikus (1473-1543) ile başlayan bu gelişmeye o da katılarak, fantezi
ve büyü yerine objektif tabiat bilgisini koyar.108”
Her ne hikmetse büyük otoriteler elbirliği ile bir tarih oluşturuyorlar… Bizdeki “Resmî Tarih” gibi… Ve felsefede bile dünyadaki bütün insanların entelektüel tasavvurlarını aynı kalıba
dökmeye çalışıyorlar… Eğer kendi ayaklarınızı, kendi beyninizi
kullanmazsanız “o görüşe“ teslim olursunuz! Bu görüş “resmî”
desem değil, kavramsallaştıramadım… Genel olarak felsefe kitapları büyücülük, kehanet, okültizm gibi konuları hissettirmeden geçmeye çalışıyorlar… Okültizm hasretini çektiğim bir alan
değil! Aksine de hiç ilgilenmem… Ama niçin Batı Uygarlığı bize
olduğu gibi tanıtılmıyor? Niçin nesnel takdim edilmiyor? Niçin
hep bir makyajla arz-ı endam eder? F. Thılly’de kısa bir bölüm
var “okültizm” başlığıyla…
Büyü, sihir benim ilgi ve merak alanım hiç değil ama meselenin İslâmî veçhesine de kısa bir atf-ı nazar zarureti var…
{Hz. Ebu Hureyre (radıyallahü anh) anlatıyor: “Resûlullah
106) Walter Heistermann, Felsefe Arkivi, Felsefe Bölümü, İstanbul, 1968, Sayı: 16,
sh. 84
107) (Sonunda mezarı bir Katolik türbesine dönüşen, tanınmış İsviçreli doktor ve
filozof Paracelsus, 1520’lerde, Afrikalılar, Hintliler ve diğer Hıristiyan olmayan farklı
renkte halkların Adem ve Havva’nın değil, ayrı ve düşük atalardan geldiğini iddia ediyordu… Paracelsus’un ayrı ve eşit olmayan beşerî yaratıklar fikri…….Derhal destek
buldu. David E. Stannard, Amerika’nın Soykırım Tarihi çev. Şaban Bıyıklı, İstanbul,
Gelenek yay. 2004, sh. 323.,
108) Felsefe Tarihi, Macit Gökberk, 292
91
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Kim (sihir maksadıyla)
bir düğüm vurur sonra da ona üflerse sihir yapmış olur. Kim
sihir yaparsa şirke düşer. Kim bir şey asarsa, o astığı şeye havale edilir109.} Başka bir hadis-i Şerif ’te Fahr-i Kâinât sallallahü
aleyhi ve selem buyuruyor ki: {Cündüb radıyallahü anh anlatıyor: “Sihirbaza tatbik edilecek hadd cezası kılıçla vurmaktır.”110}
Ayrıca merak edenlerin özellikle Bakara: 2 / 102. Ayetin tefsirlerini muteber tefsir kitaplarımızdan okumalarını tavsiye ederim… Çok geniş açıklamalar var… Yine, Araf: 7 / 115, 116,
117. Ayetler… Taha: 56 / 56-76… bütün bunlara paralel olarak:
“Ebu Hanife’nin görüşüne göre büyücü öldürülür ve tevbesi kabul edilmez. Müslüman veya zimmî olması arasında fark yoktur.
Çünkü büyücü küfrü ile birlikte yeryüzünde fesat çıkarmayı da
bir arada götürmüştür. O bakımdan böyle bir kimse yol kesen
kimseye benzetilir111.”
Ben yukarda F. Bacon’ın kitabından üç alıntı yaptım… Bir
kere kitaplarını okuduğunuzda tarafsız bir filozof yaklaşımı yok!
Yukarda ifade ettiğimiz gibi Doğaya, sanki intikam alacağı bir
düşman gibi bakıyor… “Bizim asıl amacımız tabiatı insanlık devletine ve insanlığın isteklerine karşı itaatkar kılmaktır112” F. Bacon, yine ütopik bir eser olan diğer bir kitabında,
hayallerini bile süsleyen ideallerini şöyle dile getirir: “Kurulumuzun gayesi olayların sebepleri ve gizli saikleri hakkında bilgi
edinmek, mümkün olan her şeyi yapabilmek için, insanın tabiat üzerine hâkimiyetinin sınırlarını genişletmektir.113”
İkincisi; usûl olarak felsefeye ve bilimsel konsepte yaptığı
büyük katkı bir yana, yazarların ifade ettiği gibi F. Bacon saf
bilim aşığı bir insan da değil! Şunları söyler: “Felsefe geniş bir
alana sahip olduğu için, batıl inanç ve teoloji ile karışarak bozul109) İ.
����������������������������������
Canan, Kutub-i Sitte, s��������
h.8 / 95
110) İ.
��������������������
Canan. Sh.14/
����������
143
111) Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l- Münir, sh.1 / 221
112) F. Bacon, sh.169
113) F.Bacon, Yeni Atlantis, çev. Hâmit Dereli, İstanbul, MEB, 1966, sh.47
92
muştur, bu durum hem bütün, hem de bölümleri bakımından
felsefe için çok zararlıdır.114” Ve yine aynı minval üzere devam
eder: “Efsanelere gelince, onlar, bütünüyle yok edilmelidir.115”
Aynı F. Bacon şöyle diyor: “Yine insanın anlayışı olarak adlandırdığımız bu örneklerde, büyüler ve ruh veya cin çağırma da
küçümsenmemelidir. Çünkü bunlar bile sırf eğlence olmalarına ve az kullanılmalarına rağmen, önemli derecede bilgi verirler. Son olarak, batıl inançlara ve gize de tamamen boş vermemek
gerekir. Çünkü onlar, yalanlar ve kurgularla dolu olmasına
rağmen yine de, hayal gücünü büyüleyip kuvvetlendirirken,
uzak nesnelerin çekiminde (sympathy), ruhtan ruha, cisimden
cisme olan izlenimlerin gizil bir doğal işlevinin olup olmadığını görmek için bir araştırma yapılmalıdır. 116 “ Yine devam eder:
“Cisimlerin dikkatlice ve hava geçirmeyecek şekilde kapatılmasının diğer bir faydası ise şudur: Hava yalnızca dışarıdan girişi
önlemekle kalmaz (incelediğimiz üzere) içsel bir faaliyet olan
cisimlerin ruhunun kaçmasını önler.117” Ve devam eder: “Gizil
bir güçle yoğunlaşan maddelerin uyumu ve uygulaması ile.118”
Ve : “Bunlar ilaçların esrarlı ve özel kalitelerinden dolayı.119”
Kitabı şu cümlelerle bitirir: “Şimdi tümevarımın dayanaklarına, düzeltilmesine, somutlara, gizil sürece, gizil düzenlemeye
ve oradan da yirmi birinci özdeyişte saydığımız diğer konulara
geçmeliyiz120 “ Biz de yirmi birinci özdeyişe dönerek alıntımızı
bitiriyoruz: “İlk yeniden inceleme tablolarımızdan ve reddetme
ve dışlayıcı tablodan ve onlardan elde edilen ilk üründen sonra,
tabiatın yorumu hakkında birkaç örneğin değil, tabloların gerekli olduğu ısı ve soğuk örneklerine yer vereceğimiz sunuda, doğru ve tam tümevarım konusunda anlığın diğer yardımlarından
114) Novum Organum. sh. 30
115) A.g.e. sh.269
116) A.g.e. sh.172
117) A.g.e. sh.255
118) A.g.e. sh. 261
119) A.g.e. sh. 269
120) A.g.e. sh. 274
93
yararlanmalıyız. Ayrıca, araştırmayı karıştırmayacak şekilde,
diğerlerinin bazı çeşitlerini gözden geçireceğiz.121”
Her ne kadar: “bunlar bile sırf eğlence olmalarına ve az kullanılmalarına rağmen…” diye bir not düşüyor ise de; “büyüler
ve ruh veya cin çağırma da küçümsenmemelidir” diyerek bunlara inandığını net olarak ortaya koyuyor. Yine: “onlar, yalanlar
ve kurgularla dolu olmasına rağmen..” diyerek tepkiyi yumuşattıktan sonra, “batıl inançlara ve gize de tamamen boş vermemek
gerekir..” hükmü ile onlardan da vazgeçemiyor. Eğer ki; {Şu halde hıncı yalnız Aristoteles’e değil, fakat “tabiat hakkındaki her
mücerret fikre” yani, ilimlerden ayrı her metafiziğedir.122} gibi
bir yargı verilmese idi, izahı kolaydı… Özellikle Modern felsefe
sınırında, R. Descartes’in çağdaşı olarak yaşayan, üreten bir filozofun zihniyet dünyasının karışık olması normaldir, denebilir
ve mâkul bir açıklamadır bu… Fakat Büyü, ruh ve cin çağırma,
batıl inançlar ve gize bu kadar sıcak bakan, muhalefeti ise çok
yumuşak, esnek olan bir kişiye bu kadar övgü bizi kuşkuya sevk
ediyor…
Bu konuda Hâmit Dereli’nin yaklaşımı örnek teşkil edebilir:
“1584’te parlamentoya girdi. Rüşvet alma suçundan mahkum
oluncaya kadar oradaki vazifesine devam etti123” 1607 de başsavcı, 1617’de Adalet Bakanı oldu…. Ve devam ediyor Dereli:
“Fakat bunlar bütün ömrünü memuriyet dilenmek, tabasbus ve
dalkavuklukla lütuflar elde etmeye uğraşmakla geçiren Bacon’a
geç gelmişti.124” Dereli bütün bunları anlattıktan sonra örnek bir
tarafsızlıkla: “Çekilmesinden ölümüne kadar kendini tamamıyla
edebiyat ve ilme verdi… Bütün kusurlarına rağmen, Bacon, yeni
bir devri müjdeliyordu. Başkaları maziye hasretle bakıp batan
bilgi güneşinin son ışıklarında ısınmaya çalışırken o yeni ve daha
121) A.g.e. sh.150
122) Alfred Weber, Felsefe Tarihi, 209
123) Hâmit Dereli, I
124) A.g.e. sh. V
94
da parlak bir çağın yaklaşmakta olduğunu sezmişti. Ona göre insanlığın, özlediği cenneti, geçmişte değil, gelecekte aramalı idi.125
Bütün bunların yanında; “bilim namusu” bakımından: “Ayrıca, araştırmayı karıştırmayacak şekilde, diğerlerinin bazı
çeşitlerini gözden geçireceğiz.” cümlesi de açıklanmaya muhtaç… Yani siz yaptığınız araştırmalardan elde edeceğiniz verilerle kurduğunuz hipotezi “karıştırmayacak şekilde” diğer bazı
çeşitlerle araştırma donelerinizi zenginleştirmiş olacaksınız…
Fakat hipotezinize aykırı başka doneler, bulgular varsa onları
göz ardı edeceksiniz….
Batı uygarlığı ve büyü, sihir ilişkisi konusunda daha söyleyeceklerimiz var… Önce Grek Mitolojisini biraz daha tanıyalım:
“Mythos, çok tanrılı bir dinin tanrıları üstüne anlatılan efsane;
mythologia da bu efsanelerin bir araya geldiği kitap olduğuna
göre, mythologia ilk çağın din kitabı olmak gerek, oysa değildir
ve hiçbir zaman olmamıştır, çünkü bu efsaneler inanç –tek tanrılı dinlerde sözü edilen inanç- düzeyine yükselmemiştir… İlkçağ
mythos’u laiktir, din adamının değil, sanatçının uğraşıdır, onun
anlamı, yön ve biçimi din alanında verilmez, sanat alanında verilir. Asıl yaratıcısı da sözdür ve söz ustasıdır.126” Tüm ilkel insanların mit anlayışları ile Greklerinki farklı idi…“ Tüm ilkel insanlar
ritüel ve mit ortamları aracılığıyla çevrelerinin daha esrârengiz
cepheleriyle ilişkiye girmeye çalışırlar ve mitin Hellenik versiyonu daha yüksek gerçeklik düzeylerini az çok tutarlı tarzda
organize etme ve tahayyül gücü yüksek bir girişimdi.127” Ve
nihayet: “Demek ki bu en eski Yunan dininde mücerretlere doğru bir gidiş var128”
125) Hâmit Dereli, sh. V
126) Azra Erhat, sh.6
127) Francis E. Peters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri sözlüğü, çev. Hakkı Hünler,
İstanbul, Paradigma, 2004, sh.6
128) Eckart Petrıch, Küçük Yunan Mitolocyası, çev Suat Y. Baydur, İstanbul, MEB,
1946, sh.V
95
Yunan Mitolojisi efsane, fakat inanç düzeyine ulaşmamış…
Laik, her şeye rağmen rasyonel bir tarafı olan, sanat tarafı ağır
basan bir tasavvurlar bütünüdür… İşte tam bu özellikleri ile
topluma mitolojinin hâkim olduğu bir noktada: “Homeros’un
bahsettiği tanrıların, insanların ruhî ihtiyaçlarını karşılayamadığını Yunanlılardan bir kısmı anlamıştı… Orpheus,
kendi inancını, Hint’ten gelen Budizm’in tenâsüh inancıyla
karıştırmış yeni bir inanç ortaya koymuştu…129” Şimdi geliyoruz Orpheus’a …. Trakyalı, suyun ötesinden(!), anası Kalliope adlı ilham perisi, fakat babası meşkûk! Bilici tanrı Apollon,
diğer bir rivayete göre ırmak tanrısı Oigrus…. Kendisi kâhin ve
büyücüdür… Karadeniz boğazındaki yalçın, oynak kayaları lirinin esrarlı sesleri ile yere bağlar, ejderleri uyutur, karısını yılan
sokarak ölmüştü, karısını almak için cehennemin kapısını bekleyen üç başlı Kerberos’u lirinin sihirli sesi üç ağzı da açık kalacak
şekilde büyüler, cehennemler kralı Hades’in huzuruna çıkar….
Karısını tam kurtaracakken, cehennemler kralı Hades’le yaptığı
anlaşmayı ihlal ettiği için karısı buharlaşır uçar gider… Ölümü
hakkında da farklı rivayetler var…
Thales’le ( 625-545 ) başlayan Antik Grek felsefesinde, bu
anlayış Pythagoras (580- 500) ve Empedokles (492-432) v.b.
filozoflarla yer bulur… ”Empedokles hemen ardından rüzgârı ve
yağmuru denetleyebildiğini iddia eder. Doğrusu bu hiç şaşırtıcı
değildir: sihir âleminde, hava koşullarına etkide bulunabilme, insan bedenini etkilemenin doğal bir uzantısıydı130.” Empedokles,
girişinde “kâhince “ yazığını söylediği “arınmalar” isimli şiirinde:
“Öğretiye karşı bağlılık gösterirsen ilerde daha yüksek şeyler öğreneceksin.” diye başlayan (B 111) şiirinde:
Ne kadar deva varsa dertlere ve kocamağa karşı
Öğreneceksin, yalnız senin için yapacağım zira bunları.
Dindireceksin de yorulmaz yellerin gücünü
129) Şefik
���������������������������������������
Can, Klasik Yunan Mitolojisi, 457
130) Antik Felsefe Gizem ve Büyü, Peter Kingsley, Çev. Kenan Kalyon, İstanbul,
Kabalcı yay. 2002, sh.221
96
Saldırınca toprağa altüst eden soluğuyla tarlaları.
Kara sağanağı uygun kuraklık yapacaksın insanlara
Çevireceksin yaz kuraklığını da
Ağaçlar-besleyen akımlara, aitherden gelen;
Getireceksin Hades’den gücünü ölmüş insanın .131
Eğer Orfeizm öğretisine bağlılık gösterirsen; sihir ve büyü
gibi enstrümanlarla kocamağa karşı devaları, çareleri öğrenirsin… Ve rüzgârları kontrol altına alabilirsin… Fakat bu istisnai
bir olgu değil!.. {Yunanlılar “Aramiler”den öğrendikleri yıldız falına ancak Antikçağın sonlarında başvurmaya başladılar. Bu kehanetlerin Yunanlıların gündelik yaşamında ne kadar önemli bir
yere sahip olduğunu bugün artık bilemeyiz. Bütün yaşamları
baştan sona simge işaretlerle çevriliydi ve her adımın ikinci
bir anlamı vardı. Böylesine zeki, bir o kadar da gerçekçi bir halkın ömrü boyunca “batıl inancın bulanık bataklığında bata çıka
ilerlemesi”, en aydın kafaların bile buna ses çıkarmaması insanı
düşündürüyor.132} Dikkat ederseniz, doğayı kontrol altına almak, Antik Grek’ten beri, Batı’nın toplumsal bilinçaltında ihtiras
haline gelmiş… Fakat o zaman sihir ve büyü ile; Rönesans’tan
beri bilim ile…
Fakat bu anlayış belirli zamanla sınırlı değildir… {Leonardo
da Vinci 133(1452-1519) ve Sir Isaac Newton134 gibi görünüşte
“rasyonalist” olan düşünürlerin arkasındaki ve Templar veya özgür masonluğun bazı kısımları ve Sion manastırı gibi organizasyonların yakın çevresinin arkasındaki gerçek itici güç okültizmdi. Ve bu uzun gizli büyücüler dizisi –magi- pek tabii ki vaftizci
ve İsa’yı da içermiş olabilir. 135}
131) Walter Kranz, Antik Felsefe Metinler ve A���������������������������������������
çıklamalar, çev. Suad Y. Bay�����������
dur, İstanbul, İ.Ü. Ed. Fak. sh. 160
132) Antik Yunan’ın Kültür Tarihi, Egon Frıedell, çev. Necati Aça, Ankara, Dost yay.
1999, sh.79
133) Yalnız büyük bir ressam, büyük bir mimar değil, aynı zamanda derin bir bilgin,
çok becerikli bir teknik adamıdır. M. Gökberk, 284
134) Bilimsel dünya görüşünün öncülerinden. Felsefe sözlüğü, Bilim-Sanat, 1035
135) Lynn Pıknett&Clıve Prınce, Tapınak Şövalyelerinin Gizli Tarihi, çev. S. Kaliç-U.
97
Burada bir noktayı anlatmaya çalışıyorum: Akademik Felsefe; Felsefeyi ve Batı Uygarlığını yanlış anlamamıza sebeb oluyor… “Akademik Felsefe” kavramı ile de şunu kastediyorum:
Felsefeyi Aktörleri olan filozoflardan; kısmen de toplumdan,
tarihten soyutlama yaklaşımı… Sanki felsefede ifade edilen görüşler, gökten leylekler tarafından getirilip insanoğluna ulaştırılmış!... Bu “filozof ” olarak nitelediğimiz insanlar, hangi toplumun
içinde doğmuşlar? Nasıl bir kolektif bilinçaltının etkisinde yetişmişler? Aile yapıları nasıl? İnsan olarak sağlık durumları? Başlarından geçen bireysel travmalar? Geçimlerini nasıl sağlarlardı?
Bireysel zaafları? Karşılık bulmuş veya bulamamış aşkları? Dinleri? Toplumsal ilişkiler? Mensup oldukları formel veya informel
topluluklar? Özellikle üye oldukları gizli örgütler? Özellikle de
masonlukla ilgileri? Eğer siz bir filozofu bu ve benzeri parametrelerden yalıtılmış, mitolojik bir kahraman gibi alırsanız, sadece
mitolojik bir masal yaratırsınız!
Sadece bir örnekle yetineceğim: “Kadınlara mı gidiyorsun?
Kırbacını unutma!136” diye söyleyen F. Nietzsche’yi; “akademik”
olmayan “Nietzsche’nin Kadınları137” ve “ Friedrich Nietzsche
ve Cosima Wagner138” v.b. gibi kitapları ve hayatı hakkındaki
kitapları okumadan nasıl anlayacaksınız? Belki de bu hiç büyümemiş, hep çocuk olarak kalmış çocukları, dehanın çocuklarını
ancak “Akademik felsefe” nin hor gördüğü “dedikodularla” anlayabileceğiz? Lütfen insanları kutsamayın! Sevgisi ile nefreti
ile zaafları ile fikrî asaletleri ile düşkünlükleri ile korkuları ile
kahramanlıkları ile… Onlar da insandı…. Onların bir yanardağ
gibi fokur fokur kaynayan iç dünyalarını uzaktan da olsa seyretmemize yardımcı olun! Olun ki yaşadıkları hayatlarının karanlık
dehlizlerini, lavların ışığında birazcık da olsa görelim… Hatta bu
Uygarlığın nasıl bir geleceğe yazgılı olduğunu görelim! Belki de
filozofların gerçek felsefeleri hayatlarındaki trajedilerinde gizliHaskan, İstanbul, Neden Kitap, 2006, sh.509
136) Frıedrıch Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. Turan Oflazoğlu, İstanbul,
MEB, 1964, sh.70
137) Marıo Leıs, Nietzsche’nin Kadınları, çev. Pınar Ceylan, İstanbul, Gendaş, 2005,
138) Joachım Köhler, Nietzsche ve Cosima Wagner, çev. Atilla Dirim, İletişim, 1999
98
dir… (Özellikle “trajedi” kavramını kullandım… ”Dram” kavramını kullanmadım… Sanki başka türlü olabilemez bir hayat…
Ve sorumlusu olmayan bir hayat tecrübesi!)
“Sadece bir örnekle yetineceğim.” dedim, ama Kleist benim
yakamı bırakmıyor, bütün benliğimi esir almış gibi, haykırıyor…
Batı, Batı Uygarlığı, Batı Sanatı ve “Sancı”, diyorsun! Ve beni unutuyorsun! Beni nasıl yok sayabilirsin? Bütün aradığın soruların
şifresi bende! Yoksa beni hatırlamaktan korkuyor musun? Evet,
belki de korkuyorum! Ama kalkıp: “Dünyanın Fikir Mimarları,
Kendileri ile Şavaşanlar”ı alıyorum elime, Zweig’ın ölümsüz tasvirlerini… Bakıyorum kitabın sonundaki el ile yazdığım not: “11
Mayıs 1990, saat: 14.10, Erciyes Üniversitesi, 2. kere” Çizdiğim
yerlerden alıntı yapmak istiyorum, fakat bu Kleist’a bir hakaretmiş gibi geliyor bana… Bu saygısızlıktır, diyorum… Hayır, hayır, tekrar oku! Tekrar mütâlaa et! Sanki Batı Uygarlığının, bütün
sancıları, sıkıntıları Kleist’ın şahsında tecelli ve temerküz etmiş! “
Sırtına Kleist’ın sebepleri ve sonuçları ile Batı Uygarlığının tarihi
vurulmuş!” Sanki bütün çözüm onda! Sanki en dürüstü o! Sanki tek tutarlı o! Belki de bu Uygarlığın bütün insanları Kleist’ın
geleceğine yazgılı! O’nun sonuna mahkûm! Belki de sonlarının
bu olması lâzım! Aksi ikiyüzlülük, tutarsızlık, riyâkarlık gibi geliyor! Sınırlama getiriyorum: Batı Uygarlığına “evet!” diyen bir
insanın sonu bu olmalıdır! Ama bu Uygarlığı hesaba çekenlerin,
bu Uygarlığa kınayıcıların kınamasına aldırmadan yüksek sesle “Hayır!” diye haykıranların sonu asla böyle olmamalı!
Yalnız ben Heinrich von Kleist’ı (1777-1811) bir temsilci olarak alıyorum! Hasta Batı Uygarlığı’nın, çağdışı değerlere
muhtaç bir evrenin, bir proto tipi olarak… Dehanın bir remzi olarak…. Rimbau, Nietzsche, Baudelaire, Beethoven, Lenau……..Ve……
Stefan Zweig; O’nun, Batı Uygarlığının tam özetleyen dizeleri ile başlıyor kitaba:
99
Sence ben herhalde bir bilmeceyim.
İçin rahat etsin; Tanrı da bence öyle.
Bu tasavvurlarla başlayan bir hayat…. ”Kleist, nereye kovalandığını bilir. Bunu daha başından beri bilir -uçuruma! Yalnız
şunu bilmez; her zaman uçurumdan kaçmakta mıdır yoksa ona
koşmakta mıdır? 139” Şu satırlara dikkat, Zweig’ın: “Ve Kleist’ın
(bu onun son şansızlığıydı) bir subabu yoktu, boşalacağı bir
akıntısı yoktu: Kelimelere dökmüyordu içini, gerilimlerinden
hiçbir şey sohbetlere, oyunlara, küçük aşk maceralarına aktarılmıyordu, ya da alkol ve afyonla erimiyordu… Aç canavarlar
durmadan üstüne atlıyorlardı. Ve sonunda onu parçaladılar.140”
Hayatında yaşadığı bir sürü acı tecrübeden sonra: “Hayata ancak, onu her an üstünden atmaya hazır olduğundan bu kadar süre
katlanabildi.141” Ve en ihtiraslı, köklü arzusu “harika bir ölüm.”
Ve “ölüm olgunluğuna ermiştir.” Tırnak içindeki ifadeler Kleist’a
aittir. { Arkadaşı Rühle’yi tatlı dille tutkulu sözlerle heveslendirmek ister: “Birlikte bir şey daha yapmamız gerektiği düşüncesi
aklımdan hiç çıkmıyor -gel, bırak iyi bir şey yapalım ve burada
ölelim! Öldüğümüz ve daha da öleceğimiz milyonlarca ölümden
birini sanki bir odadan ötekine geçiyoruz gibi.142”} Aradığı arkadaşı kendi çevresinde bir türlü bulamaz, herkes donarak, ürkerek
onun teklifini reddeder. Ölümden önceki mısraları:
Şimdi, hepten benimsin ey ölümsüzlük
Gözlerimin bağından ışıldıyorsun bana
Bin kat güneşlerin parlaklılığını!
Kanatlarım büyüyor iki omzumda,
Sessiz göklerde ruhum uçuyor;
Ve aynı bir gemi gibi, rüzgârın nefesiyle kaçırılmış,
139) Stefan Zweig, Dünya Fikir Mimarları, Kendileri ile savaşanlar, Gürsel Aytaç,
Ankara, T.İş Bankası Yay. 1989, sh. 5 Kitabın ikinci cildinde, “ Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar” şeklinde çevrilmiş: II/ XIV
140) A.g.e sh. 14
141) A.g.e. sh. 63
142) A.g.e. sh. 64
100
Canlı liman şehrinin batışını görüyor,
Böyle batıp gidiyor bütün hayatım alacakaranlıkta:
Şimdi renkleri, şekilleri henüz ayırt ediyorum,
İşte şimdi bütün o sis aşağılarda.
Birlikte ölme teklifini kabul eden yabancı bir kadına rastlar… {Artık yapılacak ufak tefek işler kalmıştır, ama bunları da
tutarlı ve titizce yerine getirir, her işte pırıl pırıl, hiçbir korku ya
da tutkuyla altüst olmamış bir kafa fark edilir. Birkaç mektupla Peguilhen ilgilenecekti, kuruşu kuruşuna kaydettiği borçları
ödetecekti, çünkü ödev duygusu Kleist’ı “ölümün zafer şiirine
kadar izlemişti.143} Kız kardeşine yazdığı coşku ruhuyla örülü
mektup, yaşlı, ölüm hastası, kanserli, çirkin bir kadınla ölümsüzlüğe atar kendini…
Ve: “İmzası, hayatın ona en büyük hesabının altındaki son
çizgidir: kuvvetlice atar onu, şimdi o karışık hesap nihayet kapanmıştır, şimdi borç mektubunu yırtmaya sıra gelmiştir. Neşe
içinde gelin damat gibi Wannsee’ye yola çıkarlar; Patron onların
gülüşlerini, çayırlar üzerinde eğlendiklerini duyar, güle oynaya
kahvelerini içerler. Sonra-tam kararlaştırılan saatte kurşunun ilki
ve hemen peşinden ikincisi çekilir: arkadaşının kalbinin ortasına ve kendi ağzının ortasına. Eli titrememiştir gerçekten: ölmeyi
yaşamaktan daha iyi bilmektedir.144”
“Canına kıyan adamın henüz soğumamış cesedini muayene etmek için Berlin’den koşup gelen doktorlar, vücudu sağlam
ve yaşama gücünde bulurlar. Hiçbir organda bir özür yoktur ve
hiçbir yerde bir ölüm nedeni bulanamaz: çaresiz adamın, nişan
almasını bilen elle kafasına sıktığı kurşunlardan, o kaba gücün
ölüm nedeni oluşundan başka.145
143) A.g.e. sh.69
144) A.g.e. sh. 70
145) A.g.e. sh. 13
101
Akademik yaklaşım; Batı Uygarlığını tamamen rasyonel,
ampirist, pozitivist bir düşünsel aktivite olarak değerlendiriyor
ve temellendiriyor… Ve biraz da filozoflar gündelik yaşamlarından soyutlanarak işlendiği için, ister istemez muhataplarının
zihin dünyasında kutsanmalarına sebep oluyor… Yani altın, zebercet, zümrüt, elmaslarla müzeyyen billûr köşklerin, fildişi kulelerinde yaşayan, bütün zaaflardan soyutlanmış tanrılar… Batı
felsefesinin ve Batı uygarlığının bu biçimde süblime edilmesi; bu
felsefenin yaratılmasında beyin teri, inşasında entelektüel emeği olmayan topluların ruhlarında açtığı aşağılık duygusu uçurumunda, kendi değerlerinin paramparça olmalarına ve Batı değerlerini kutsayarak muhasebesiz kabul etmelerine sebep oluyor…
İfrat, tefrit. ”Nihayet Batı, batı dediğin büyü ve sihirden ibaret…
Her şeyi bizden aldılar.” Kökten yanlış!.. ”Ancak şunu belirtmeliyiz ki, o dönemde Floransa’da gizemcilerin yürüttüğü faaliyetler,
günümüz gazetelerinde yer alan yıldız fallarının Rönesans’taki
karşılığı olarak düşünülemez. Bu faaliyetlerin bir kısmı kaçınılmaz olarak batıl inançların hükmü altında kalmışsa da, önemli
bir kısmı da evreni ve insanın evrendeki yerini anlamaya yönelik
çabalardı.146”
Ucuzculuktan kaçınacağız! Fikir asaleti bu tutumda! Milattan önce VI. - V. Yüzyılda On bin küsur kişilik anfitiyatr yapan
ve düşüncesi uğruna canını hor gören filozoflar yetiştiren Antik Grek uygarlığını bir hamlede silip atamazsınız! İmha ve ifna
edemezsiniz! Adama sorarlar: Sen o zamanlar, o asırlarda ne
yapıyordun? Ama bizim de şu tesbitte bulunmaya hakkımız var:
O bahsettiğiniz filozofu ölüme mahkûm eden de o uygarlığın insanları, o uygarlığın insanlarının oluşturduğu toplum idi… Hatta o filozof, yığına karşı o entelektüel soyluluk ve fikrî asalet tavrı
içinde olmasaydı; o günün Antik Grek yargılamalarında olduğu
gibi, karısını ve çocuklarını, onların sözde merhamet pençelerine atarak, manen parçalanmalarına sebeb olsa idi, yine ölüme
mahkûm ederler miydi? “Yunan mucizesi”nde, “insanlığın altın
146) Tapınak Şövalyelerinin Gizli Tarihi, sh. 39
102
çağı”nda eşsiz bir filozofun kanı var!.. Köleliği meşru gören de
en büyük filozoflarından biri idi… Bugün bir Müslüman olarak,
onların ahlaki değerlerini paylaşmamızda mümkün değil!
Asıl düşünülmesini talep ettiğim konu da şu: Antik Grek;
Laik, dinsel anlamda bir inancın oluşmadığı, daha çok estetik
bir evren!.. Fakat bu tasavvur insanları tatmin etmeyince, arkasından gelen büyü ve sihir inancının egemen olduğu bir yeni
tasavvurlar dünyası… Asırlardır devam eden serencamda geldiği nokta! Acaba Batı’nın bütün sancılarının temeli inancın
mevzuunu bularak imana dönüştürülememesi mi acaba?
Bir türlü Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ne inanamaması! Bir türlü Hâtem-ül-Enbiyâ sallallahü aleyhi ve sellem’e inanmaması!… Bir türlü Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a inanamaması!... ”Onlar
da Allah’a inanıyorlar!” demeyin… Bu hayâsızlıktır… Hayâ da
imandandır… Lütfen ayetleri hatırlayın!... Tevbe: 9 / 31. Ayet-i
Kerime’yi hatırlasanız yetişir!... Edeb yahû!... Onlar transandantal bir varlığa inanıyorlar!... Fakat o; Rabbimiz Celle Celâlühu
Hazretleri değil!... Sizin imanınız inanca dönüşerek onlara yaklaştığı için, birbirinize çok büyük yakınlık hissediyorsunuz…
Ben, o ateist Nietzsche’nin bile transandantal bir varlığa inandığına inanıyorum!... Ama inanılan, inancın mevzûu, Allahü Zü-lcelâl Hazretleri değildir!
“Acaba Batı’nın bütün sancılarının temeli inancın mevzuunu bularak imana dönüştürülememesi mi?” diye sorduk!..
Yine o soru sadedinde, Johann Gottfred von Herder’in şu satırları da; Antik Grek’ten beri gelen, insanın sınırlıya sığamamasının,
sınırsızı dolduramamasının ortaya çıkardığı; aczini, yetersizliğini telâfi edebilmek için takındığı gurur ve kibrin bir ifadesi değil midir? Prometheus’u hatırlayalım! İsterseniz Sisyphos’u da
hatırlayalım!.. Sanki Herder’in “İnsanlık Tarihi Felsefesi Üzerine
Düşünceler” başlıklı uzun yazısının son satırları, yüzyılları yara
yara Antik Grek’ten günümüze gelen bir feryatmış hissine kapıldım! Şeytanca bir gurur: “Tanrı, yeryüzünü ve akıldan yok103
sun varlıkları belirli tarzda yaratırken, insana (özel) bir biçim vermiş ve onunla sanki şöyle konuşmuştur: Beni örnek
al ve yeryüzünün tanrısı ol! Egemen ol ve yönet! Ortaya koyacağın şey, kendi doğandan kalkarak soylu ve yetkin olarak
yaratabildiğin şey olsun; ben bu konuda mucize göstererek
senin yanında olmam; çünkü ben senin kaderini yine senin
insan ellerine verdim; ama benim tüm kutsal, sonsuz doğa
yasalarım sana hizmet etmeye hazırdır.147”
Biraz Batı zihniyetini, Batı insanın iç dünyasını birazcık olsun sezdirebiliyor muyum? Batılı insanın “göğsündeki dinmeden
çırpınan denizi”…. Batı Uygarlığı bu ethosunu değiştirmedikçe
sancıdan, bunalımdan, sıkıntıdan, eşya ve hadisler karşısında
zaman zaman duyduğu metafizik dehşetlerden kendini kurtaramaz!
Daha fazla uzatmadan, acele cevap vermemeniz kaydıyla
şu soruyu soruyorum: Acaba bugün İslâm dünyasında, özellikle de Türkiye’de148 dinci kesimdeki; siyâsî, kanaat önderi, akademisyen, Anadolu kaplanları, tarikatlar, vakıflar, dernekler,
İmam-Hatip’lilerde; Batı’daki insan tasavvurunun yavaş yavaş
filizlendiğine şahit oluyor musunuz? Ve bu dincilerin merkeze
yerleştikleri, periferinin onları kabul etmesi bir tarafa, kendilerini kabul ettirmeye çalıştıkları düşünceme katılıyor musunuz?
Hatta bu saydığımız aktörlerin, Antik Grek dünyasında 400 yılda yaşananları; 20-30 yıla sıkıştırdıklarını mübalağalı mı buluyorsunuz? Birinci laik dönemle, orphic dönemin sentezini? Kuşkusuz İslâmî mefhumların muhtevalarını heva ve heveslerine
göre değiştirerek!... Bakın çevrenize tanrılara başkaldıran, Antik
çağ kahramanları görüyor musunuz? Avrupa’ya biz nizâmat veriyoruz! Amerika’ya biz nizâmat veriyoruz! Birleşmiş Milletler’e
biz nizâmat veriyoruz! Artık: “Tarih Yapıyoruz!” Kazma kürek
elde İslâm’ın kuyusunu kazarak!
147) Tarih Felsefesi, Seçme Metinler, çev. Doğan Özlem-Güçlü Ateşoğlu, Ankara
Doğu-Batı yay. 2006, sh.29
148) İsimlerin
������������������������������������������������������������������������������
tartışıldığı��������������������������������������������������������
bugünlerde acaba isabetli olan, Anadolu Cumhuriyeti mi?
104
Şöyle bir itiraz duyar gibiyim: Bu saydığınız “dinci” evrensel
kümesindeki bu aktörler ne Antik Grek’i, ne de felsefeyi anlarlar149! İşte facia da tam o noktada! Müteakip satırlarda meseleyi
biraz daha açmaya gayret ettim:
Asıl düşünülmesini talep ettiğim ikinci konu da şu: Laik,
dinsel anlamda bir inancın oluşmadığı, daha çok estetik bir evren!... Fakat bu tasavvur insanları tatmin etmeyince, arkasından
gelen büyü ve sihir inancının egemen olduğu bir yeni tasavvurlar
dünyası… 1908’de başlayan ve ağırlaşmış olarak 1923‘ten sonra
kurulmaya çalışılan yeni bir tasavvurlar dünyası!... Kurucularının aklı ermese de…. Tam Grek Mitolocya Dünyası… Fakat
halkı tatmin etmeyince… Çok calib-i dikkattir, ölü yıkayıcı din
görevlisi dahi bulunamaması… Yoksa nasıl kazandığı, had cezaları, kısas, mirasını nasıl bölüştüğü, İslâmî harflerin değişmesi,
mütevatir olarak günümüze kadar gelmiş ezanın değişmesi…
Mesele olmaktan çıkmış… İmam-Hatipler, canlanan tarikatlar,
cemaatler, Kur’an kursları, hafız okulları; Hanefî bir Müslüman
olarak orfeizm diyemem ama! Ama düşünmekten de kendimi
alamam! Bir süre bu devam ediyor, ya mevzûunu bulur, kontrolden çıkar endişesi ile 28 Şubat darbesi ve halen de devam
ediyor… O gün söylendiği gibi bin yıl devam edecek! Mistik,
metafizik, okültik soslu yeni bir gavurluk inşâ ediliyor, hem de
Müslüman’ım diyenlerin eliyle…
Sonraki bölümlerde “Oportünist değişimin Aktörleri“ başlığı altında bu son konuya daha geniş olarak dönmeyi düşünüyorum!... Fakat siz de araştırın cifri…. Ve İslâmiyetle ilgisini…?
Biz mucizeye de keramete de inanıyoruz!... Allahü Zü-l-celâl
Hazretleri’nin hiçbir sebebe bağlı olmaksızın, irade buyurduğu anda, tabiat kanunlarının peygamberler veya Allah Celle
Celalühü dostları tarafından kesintiye uğratılabileceğine iman
ediyoruz!.. Ama keramet hakkındaki bu kadar şehveti de anlayamıyoruz!.. En büyük keramet Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiye’yi yaşa149) Dikkat, özellikle “ anlama “ kavramını kullanıyorum. “ bilme “ kavramını kullanmıyorum.
105
maktır… Niçin olağanüstülükler arıyoruz? Niçin birilerinin ille
de şapkadan tavşan çıkarmasını istiyoruz? Yoksa fizikî olarak göreceğimiz, duyacağımız, dokunacağımız, bizim nefsâniyetimizi
okşayarak, semirten bir “rab” mi arıyoruz? Zıvanasından çıkıp,
savrulan Müslüman kendine gel! Şarlatanlığı bırak! Alıkoyucu
duraklarda vakit kaybetme! Tarikat terk-i mâsiva demektir!
Kaldı ki Batı’da, halen günümüzde, “New Age” genel adı altında ortaya çıkan bir sürü hareket: “alternatif Hareketler”, “Yeni
Dincilik”, “Yeni Gizemcilik”, “Modern Boş İnan” v.b. İlerde dönmeyi vaat ettiğim bu konuyu şimdiden hatırlatmamın sebebi,
Türkiye’de ve İslâm dünyasında görülen “uyanma”, İslâmî
şuurun uyanması mı? Yoksa evrensel olarak ortaya çıkan;
mistik, metafizik ve okültist nitelikli dinsel sürecin bir parçası mı?
Tam bu noktada bir parantez açma ihtiyacı hissettim… F. Bacon söz konusu kitabını 1620 yılında yazmıştır… Tarihe dikkat
ederseniz Modern felsefenin babası R. Descartes (1596-1650)’le
çağdaş…. Bu iki filozof, R. Descartes’in 1637’de yazdığı “Metot
Üzerine Konuşma”150 ile Batı Uygarlığının metot anlayışını sistematize etmişlerdir… Eğer Batı’lılaşmayı itibarî bir tarih olarak
1718’de başlatırsanız; benim yıllardır savunduğum ve halen ısrar ettiğim bir fikir var: Bu topraklarda hiçbir zaman Batı’lılaşma
arzusu olmadı… Sadece tek mesele İslâm’dan kurtulmak… Tek
gaye İslâm’dan soyutlanmak… Bırakın Batı felsefesini, sadece şu
iki kitabı dahi mütâlaa etseniz bana hak verirsiniz. Çünkü F. Bacon için bilimsel düşünmenin birinci basamağı, zihni; insanın
soyutlamalar yaparak oluşturduğu yalın kurgulardan, idollerden,
putlardan temizlemektir. Soy idolleri, mağara idolleri, çarşı-pazar idolleri ve tiyatro idolü.151 Biz her köşe başına bir put diktik… Hadd-i zâtında meydanlara, köşe başlarına değil ruhlara,
vicdanlara, zihinlere diktik, o putları… Zaten olmayan düşünce
150) R. Descartes, Metot Üzerine Konuşma, çev. Mehmet Karasan, Ankara, MEB,
1962
151) Novum Organum, sh.15
106
dünyamız o idollerin altında ezildi, kaldı. Batı’da çoklukta yokluk… Londra’nın ufak denebilecek, Parlamento meydanında yanılmıyorsam tam yirmi yedi put saymıştım… Batı’da politikacısı,
askeri, filozofu, sanatkârı, sporcusu, duyan gelmiş dikiliyor, oraya… Bizde teklikte simülatif bir tanrılık! Sanki tevhid inancına
şuurlu bir başkaldırı… Ata uçağına bineceksiniz, Atatürk Hava
Meydanı’nda uçaktan ineceksiniz, Mustafa Kemal Bulvarı’ndan
geçerek, Gazi Mustafa Kemal caddesine gireceksiniz, Atatürk
sokağından……. Yeter be! Çıldıracağım… Öyle bir evren inşâ
ettiler ki, “Bir bardak su ver! Atatürk’süz olsun!”
Felsefe, bilim ve teknoloji… Bu tasavvurların sürekli yeniden üretmesi ile oluşan ve değişen bir hayat... Ve… Bir döngü!..
Tekrar; teknolojinin felsefeye, felsefenin bilime, bilimin teknolojiye etkisi… Fakat bir kere daha işaret edelim bizim vurguladığımız kısır bir döngü değil! Bir kere teknolojik bakımdan sürekli
bir ilerleme! Ama hangi yönde? Nükleer tıp teknolojisindeki
ilerleme sayesinde en amansız, en çaresiz hastalıklar tedavi edilebilirken; aynı ileri nükleer teknoloji bir anda yüz binlerce insanın
ölümüne sebep oluyor!... Nükleer reaktördeki bir sızıntı, kuşaklar boyu sürecek kalıtımsal hastalıklara sebep oluyor… Yani buradaki bizim sözünü ettiğimiz döngü –ikinci bölümde zikrettiğimiz “döngüsel tarih anlayışı değil!”- Ve bu atmosferde savrulan152
biz insanlar… İşte bizim bütün yırtınmamız İnşâ edilen böyle bir
iklimde “İman”ın yeri meselesi!.... Laik ve seküler bir tutarlılıkla
İman elbisesini soyunup, küfür zırhına büründüğünü sananlara
diyecek bir şeyimiz yok! Belki de farklı sözlerimiz olabilir!
Biz yırtınıyoruz! Çünkü çatır çatır İman elbisemiz yırtılıyor,
parçalanıyor! Bir çocuğun çıkıp: “Kral Çıplak!” demesi gerekiyor… Biz o çocuk olmaya talibiz… S.O.S veriyoruz… Batı oluşum sürecinin yazgısına mahkûmuz! Onların sürecine iyi bak!
Adım adım, bizim güzergâhımızı da çizebilirsin!
152) Heidegger’in kullandığı “fırlatılma” veya “atılma” kavramının daha çok ontolojik ve farklı anlama karşılık geldiğini düşünüyorum.
107
Yazdığı kitap, kalitesi ile yüzyıla yakın zamandır geçerliliğini
koruyan, özellikle “kapitalizm” hakkındaki tespitleri halen referans olan, Max Weber: {“Kapitalist ruh” taşıyanlar bugün,
kiliseye tümüyle karşı olmasalar da, kayıtsızdırlar. Cennetle
ilgili can sıkıcı temalar, onların neşeli kişilikleri ile uyuşmaz; din onlara, insanları bu dünyanın işlerinden uzaklaştıran bir araç olarak görünür…153” diyor ve devam ediyor:
“Ancak septikler ve Kilise ile ilgisi olmayan kişiler de armağanlar
vererek uzlaşma yoluna gidiyorlardı, çünkü bu, ölümden sonraki
bilinmeyen durumlara karşı bir sigortaydı ve (hiç olmazsa genellikle yaygın kanıya göre) Kilise yasaklarına görünüşte bir
boyun eğiş, mutluluk için yeterliydi.154” Evet dikkatli bak!
Aynada kendini göreceksin! Şu cümleler size de tanıdık geliyor
mu? “Çünkü bir püritenin yaşamın her oluşumunda etkisini gördüğü o tanrı eğer kendinden olan birine kazanma şansını verirse
bunu amaçlı yapar. Ve buna uyarak inançlı Hıristiyan, kendine
çıkar sağlayacak bu çağrıya uyar… Zengin olmak için, bedensel
zevkler ve günah için değil, tanrı için çalışmalısınız.155” Bunlar
her yerde ortak müsekkinler, sedatifler… Dön yukarda daha
önce verdiğimiz cümleyi bir daha oku! İşte senin gerçek hüviyetini gösteren ayna o!
Bir de Max Weber’in John Wesley’den156 (1703-1791)
ödünç aldığı aynaya bak! Sanki ruhunun en mahrem noktalarına, hatta senin dahi gümrük duvarları koyarak girilmesine izin
vermediğin, nesiçlerine-dokularına DNA’larına girilmiş olduğunu göreceksin, kendini çırıl çıplak hissedeceksin…. Ezan okundu, camiye…. Niçin? Çünkü sıkıştın! Ancak dini istismar ederek
kurtulabilirsin bu refulmanlardan… ”Korkarım ki, zenginliğin arttığı yerde dinin içeriği aynı ölçüde azalmıştır. Bu yüz153) Max Weber, Protestan Ahlakı Kapitalizmin Ruhu, sh.57. 45 no’lu dipnotta
geçti…
154) A.g.e. sh.60
155) A.g.e. sh.126
156) Metodist Kilisesinin kurucusu Protestan rahip, sade bir yaşantıyı, tutumluluğu
ve ekonomik zorluklara karşı maneviyatı vurgulayan bir hareket…
108
den de, eşyanın doğasına uygun olarak, gerçek bir dinin yeniden doğuşunun uzun süre bir kalıcılığı olabileceğini olanaklı
görmüyorum. Çünkü din, hem çalışkanlık hem de industry/frugality157 üretmek zorundadır ve bunlar da ancak zenginliğe yol
açar. Fakat zenginlik artınca, gurur, kızgınlık ve dünya sevgisi de
artacaktır. Kalbin sesini dile getiren bir din olan metodizm şimdi
yeşil bir ağaç gibi serpilmişken, bu durumda kalması nasıl olanaklıdır? Metodistler her yerde çalışkan ve tutumlu olmuşlardır,
bunun sonucu olarak de mülkleri çoğalmıştır. Böylece bununla
orantılı olarak gururları, kızgınlıkları, bedensel ve dünyevî arzuları ve yaşam kibirleri de artmıştır. Bu yüzden de dinin biçimi
olduğu gibi kalırken, ruhu yavaş yavaş yok olmuştur.158” Devam ediyoruz Max Weber’le: “Burada da, bizim defalarca gözlediğimiz gibi, gelişim şemasına uygun olarak, düşüncenin dini
köklerinin yok olmasıyla, yararcı yönü, fark edilmeden kendine
yol açtı.159” demektedir.
Ve şu aşağıdaki satırlara dikkatinizi rica ediyorum… Biraz
arkaya bakın! Devamlı arkaya bakılmaz ama önünüzü görebilmek için arkayı da kontrol altında tutmak gerekir… Sizin henüz
başında olduğunuz yolda; kan revan içinde, madden ve manen
perişan, hem dünya hem ahiret selâmetini kaybetmiş dönen
insanlar var… Biz burada bilgisayarla yapılan projeksiyonlarda
olduğu gibi, on, yirmi, otuz yıl sonraki, özellikle manevî halinizi göstermeye çalışıyoruz… {Baxter’in görüşüne göre, dünyevi
mallar ile ilgili kaygılar, “insanın her zaman üzerinden atabileceği ince bir palto gibi” yalnızca azizlerin omuzlarında durmalıdır. Fakat kader, bu paltodan demir bir kafesin oluşmasına
hükmetmiştir. Asketizm160dünyayı yeniden kurmayı ve kendi
157) Çalışkanlık/
�����������������������
tutumluluk
158) Max Weber, sh. 136
159) A.g.e. sh. 138
160) Bu kavrama Ülgener; doğru olmadığını düşündüğüm şöyle bir karşılık veriyor ki; bu tür farklı uygarlıkların kullandığı kavramlara ille de diğerinde bir karşılık
bulma gayretinin yanlış olduğunu göstermek için aldım: Asketik : riyâzetci, Sabri F.
Ülgener, Zihniyet ve Din; İslâm, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat ahlakı, İstanbul,
Derin yay. 2006, sh.34…Çeviren ise şöyle bir açıklama yapıyor: { Dinde, “ ruhun
109
ideallerini dünyada gerçekleştirmeyi üstüne aldıktan sonra,
tarihte daha önce hiç görülmediği bir biçimde bu dünyanın
malları, insanlar üzerinde artan ve nihayet kaçınılmaz bir
güç kazanmıştır. Bugün onun ruhu (asketizmin ruhu) -kim bilir, belki de en sonunda- bu kafesten kaçmıştır. (Şimdi) mekanik
temele dayanan muzaffer kapitalizmin artık bu desteğe ihtiyacı
yoktur. 161}
Yalnız bu hitabım, sadece, bu gâvur düzeninin maddî soygunundan pay alanlara değildir… ”Müslüman’ım!” diyen herkesedir… Dahası “insanım!” diyen herkesedir… Çünkü bu sistem
zengin fakir demeden herkesi dönüştürüyor…. İnsanları birbirine ve kendi kendine yabancılaştırıyor… Mitolojik bir canavar
gibi bütün damarlarımızdaki “anlam”ı son zerresine kadar sömürüyor ve “saçma” duygusunu zerk ediyor!
Batı Uygarlığı oluşum süreci bütün insanlığı kendi değişim
şemasına mahkûm etmiştir. Farklı tarihî oluşum sürecinden
geçerek XX. Yüzyıla giren bütün toplumlar Batı Uygarlığı oluşum sürecine bir şekilde dahil olmuşlardır…. Geç kalanlar daha
sorunlu… Çünkü apar-topar önünden geçen banda atlıyor…
Bizim hemen hemen üç yüz yılda aldığımız yolu, kırk elli yılda
almak zorundalar… Afrika’daki iktisaden geri kalmış toplumlara
bakın, ellerinde aynı Batılı firmaların meşrubat şişeleri, Batı’nın
aynı tişörtleri sırtlarında… Çanak antenlerden çirkef akıyor…
Türkiye gibi ülkeler kendi çirkeflerini oluşturma aşamasına geldikleri için, artık Amerikan filmlerine mahkûm değiller… Ve
kendi çirkeflerini iftiharla ihraç ediyorlar…. Kanalizasyonların
üzeri açıldı…. Her türlü rezalet serbest!... ”Rezalet” de ne demek ola ki? Nihayet farklı tercih!!! Veya tercih farklılığı…
Bu arada Batı’da meydana gelen değişimin bir sancı unsuru
da Güney’den Kuzey’e doğru göç dalgası… Gerçekten çok ciddi
kurtuluşu”nu “ dünya nimetleri”nden uzaklaşarak, kendini “ ilahî amaçlara vakfederek “ arayan görüş; “ Münzevilik. M Weber. sh. 76)
161) M. Weber. sh.140
110
bir sancı unsuru… Kuşkusuz bu göçlerin, Batı üzerinde de bazı
tesirleri olmaktadır... Fakat belirleyici Batı, çevre ise etkileyici…
Belki de pilavın kara biberi, farklı bir tad, çeşni…. Yalnız hayatın Batı oluşum süreci içinde; bir şov, simülasyon, gösteri haline
getirildiği dünyamızda; çevrenin daha ciddi bir etkinliğe sahip
olduğu düşünülebilir… Her türlü sportif faaliyet; futbol, basketbol, atletizm, boks v.b. müzik, sahne, şov çevrenin egemenliği altına giriyor… Amerika’nın bir siyahîyi başkan yapma ihtiyacı…
Ama halen onun da saçının kıvırcık zenci saçı olmasını kamufle
etmek için, kısa saçı tercihi… Hani bir şarkıcı da rengini değiştirmişti…
Demek ki kapitalizm; bir toplum tasavvuru, toplumsal düzenle etkileşim halinde, kurulu düzenin devamı, sosyal yapının
dağılmaması için kültürün, toplumun unsurlarını bir arada tutan
desteğinden yararlanarak egemen sınıfların iktidarını sağlamaktadır. Bu noktada İslâm âleminde sözde tarikatların, sözde cemaatlerin, resmî kuruluşların, hâsılı İslâm’ın bütün unsurlarının
nasıl kullanıldığı konusunu dikkatlerinize ve takdirlerinize sunarım…
Batı Uygarlığını ve sancılarını anlayabilmek için, kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan homo economicus ve müteşebbis
kavramlarının da netleşmesi gerekir. {“Homo economicus”,
iktisadî adam demektir. ”İktisadî adam”, nazarî bir insan
tipidir. Bu adamın hususiyeti, ruhî âmillerin tesirine kapılmaksızın daima maddî menfaat peşinde koşmasıdır. İktisadî
adamın menfaat meseleleri dışındaki haleti ruhiyesi, tamamı ile pasiftir. Onun sevki tabiisi, kazanç arzusunun cazibesine tâbidir.162” Menfaat meseleleri dışındaki konuları karşı
kayıtsızdır.
Müteşebbise gelince: {Kapitalizm rejiminde, hususî yatırım ve işletme faaliyeti müteşebbis sınıfın elindedir. Teşebbüs
162) Feridun Ergin, İktisat Nazariyesi, İstanbul, İ.Ü. İktisat Fakültesi, 1950, sh.30
111
faaliyetinin zahirî gayesi, kullanılan sermayelere mukabil azamî
derecede menfaat temin etmektir. Müteşebbis, hedef tuttuğu gayelere erişmek üzere her vasıtaya başvurabilir. Teşebbüs erbabı,
menfaatlerine uygun gördüğü takdirde, hile veya şiddet yollarına sapabilir.163 İş adamlarının umumî menfaat fikrine mutlak bir kıymet vermeleri beklenmemelidir. Kapitalizm, efkârı
umumiyenin kayıtsızlığını veya hükümet kuvvetinin kanunları
tatbik hususundaki zaafını hissettiği takdirde, müstehlik sınıfına
karşı tamamı ile insafsızdır. Maddî menfaat duygusu ve piyasaya hâkimiyet arzusu, müteşebbis faaliyetinin hâkim unsurudur. İş adamları zihniyeti, fiiliyatta, “ne Ahlâkî ve ne de gayri
ahlâkîdir.” Müteşebbis psikolojisi, umumî menfaat karşısında
“lâ ahlâkî”164 tâbiri ile ifade edebileceğimiz bir kayıtsızlık içindedir. Teşebbüs erbabı, muhakkak surette ahlâk kaidelerine tâbi
olmaksızın, fakat hukukî ve ictimaî müeyyidelerden menfaatlerine bir zarar gelmemesine dikkat ederek, kullandığı sermayeden
âzami istifadeyi çıkartmağa çalışır165”}
Ben bu bilgileri özellikle 1950 baskılı bir kitaptan aldım.
Çünkü kitabın tümünü mütâlaa edince, henüz zihinlerde ideolojik işgallerin gerçekleşmediği bir dönemde, önsel fikirlerden
arınmış nesnel bir yaklaşım olarak gördüm…
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız; Batı sınıflı bir toplum;
Antik Grek ve Roma hâkezâ… Feodalitede iki sınıf vardı: Senyör ve serf… Bu sistem yıkılınca yerine geçen kapitalist sistemde burjuva-proleter… Daha doğrusu kanaatimize göre;
Senyörün yerini Burjuva, Serfin yerini de Proleter almıştır…. Haliyle sömürüye dayanan bir sistem, bu bakımdan ortaya çıkan zulümler ve haksızlıklar.. Her ne kadar; Rönesans’la
163) A.g.e. Müellif burada, François Perroux’un , Cours d’Economie politique, isimli
eserini kaynak göstermektedir.
164) Lâahlâkî, ( = amoral) A.F. Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul, Yağmur yay. 1962,
sh.54 ---Nötr ( lâ-ahlâkî veya a-moral) Ahmet Tabakoğlu, WWW. Din ve hayat dergisi.com.
165) Feridun Ergin, sh.127
112
ilgili; “Eşya gibi muamele gören insan, artık insan gibi muamele
görmeye başlıyor.166” gibi hoş hikâyeler, hatta masallar söylenmiş ise de, bunlar retorikten öteye geçememiştir. Doğu’lu okuryazar takımı, Batı’nın dilek ve temennilerini hep gerçek yargısı sanma saflığına ve ahmaklığına musâb olmuştur. Hatta
bu fikir şaşılığı, fikir renk körlüğü bu gün de hala devam ediyor.
Batı moderniteyi insanileştirememiştir. “Toplumsal ilişkileri metalaştırmış.167 Ve İnsanı “faydasız ve umutsuz bir
çaba” nın içine atarak Sisyphe’nin alınyazısına mahkûm etmiş
ve bu durumu takiben, “Bu dünyanın kendisini aşan bir anlamı var mıdır, bilmiyorum! 168” dedikten sonra, yüzsüzce:
“Bugünün dünyasında, şiddetsizliği ancak bir ölümsüzlük
felsefesi doğrulayabilir… Avrupa’nın sırrı artık hayatı sevmemesidir… Hayatın haklı büyüklüğünü yadsıyarak, kendi
kusursuzluklarından yana attılar zarlarını. Daha iyisini bulamayınca, kendi kendilerini tanrılaştırdılar, böylece mutsuzlukları başladı: gözleri oyulmuş bu tanrıların.169” diye
sızlanır! Belki de bir serzeniş! Ama kime?
Batı’nın bu serencamı, yüzyıllardır yaşadığı bu süreç, en nihayet nereye gider, nerede karar kılar? Sonunda; gökyüzünde
hiçbir uçak kalmadığına göre, o da inecek! Ama bütün mesele
nasıl inecek? Sanki aklı sıra tehlikeyi azaltmak için yakıtını bitirmeye çalışan gökyüzünde turlayan, nafile turlar atan uçağa
benziyor… Biz de aynı sürece dâhil olduğumuza göre bizim
geleceğimiz de Batı’nın aynı mı olacak? Korkarım bu soruya cevabımız “evet!” olacak! Tevhidi imanını, vahdaniyet akidesini
kaybeden insanın sonunda varacağı yer neresidir? Maalesef
bu sorunun acı fakat gerçek bir cevabı var: {Fakat Zerdüşt’ün
kulağı ansızın irkildi:… ”Ne oluyor? Ne yapıyorlar?” diye sordu
166) J. Michelet, Rönesans, çev. Kâzım Berker, İstanbul, BEB, 1989, sh.11
167) Fuat Ercan, Para ve Kapitalizm, İstanbul, Devin yay. 2005, sh.17
168) Albert Camus, Sısyphe Efsanesi, çev. Tahsin Yücel, 1962, Ataç kit., sh.58, 126
169) Albert Camus, Başkaldıran İnsan, çev. Tahsin Yücel, İstanbul, Varlık, 1967, sh.
297,317
113
kendi kendine ve konuklarına görünmeden gözleyebilmek için,
sessizce kapıya yaklaştı. Bir de ne görsün! Gözleri neler görse
beğenir siniz? “Alayı sofulaşmış yine yakarıyorlar, çıldırmışlar!”
dedi ve ölçüsüz şaştı. Gerçek! Bütün bu yüksek insanlar, o iki
kral, emekli papa, uğursuz büyücü, gönüllü dilenci, gezgin ve
gölge, yaşlı falcı, ruhça vicdanlı kişi ve en çirkin insan,- hepsi
çocuklar gibi, sofu koca karılar gibi diz çökmüşler, eşeğe tapıyorlardı.170”}
İşte bu süreç sonunda, bu noktada karar kılar! Nefsâniyetinize,
enaniyetinize ağır mı geldi? Sizin taptığınız şu nefsiniz, bizim
gerçek eşeğimizden daha mı hâyâ sahibi? Sizin tapındığınız
eşekler, bizim gerçek eşeklerimizden daha mı izzet sahibi? Hiç
değilse bizim eşeklerimiz fıtratına göre hareket ediyor! Ya, Sizin
eşekleriniz?
Hâlık-ı Zül Celal, Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ında “Andolsun,
cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık.) Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır
bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha
aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.171 “buyuruyor…
“Ki biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına (Esfel-i Sâfilin) attık. Fakat iman edip
sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.172”
Kuşkusuz bu yeni sürecin en önemli özelliklerinden biri makineleşmedir. Düzeyi, işlevi farklı olmakla birlikte İlkçağdan beri
makine kullanılmaktadır. Hatta herkese aykırı gelecek bir yaklaşıma göre: “Günümüzün, teknolojiye bağımlı toplum yapısının
temelleri Rönesans döneminde, ya da İngiliz Endüstri Devrimi
170) F. Nietzsche, Böyle buyurdu Zerdüşt, çev. Turan Oflazoğlu, İstanbul, MEB,
1964, sh. 365
171) Araf Suresi: 7 / 179
172) Tin Suresi: 95 / 4,5,6
114
sırasında değil de, Ortaçağ’da atılmıştır. Ortaçağ insanoğlunun
yaşadığı, yaratıcılığa en elverişli çağlardan biri olmuştur. İlk
endüstriyel devrim bu çağda gerçekleşmiştir. Bilim adamları
ve teknisyenlerin su ve rüzgâr gücünün “yerini tutabilecek yeni
enerji kaynakları aramaya koyulmaları o günlere rastlar.173” dedikten sonra, Ortaçağ’daki teknolojik başarıları anlatır …… Ve,
“Ortaçağı, buluşlara yol açan dinamik ve ilerici bir çağ olarak betimleyen bu tablo……174” diye devam eder.
Burada asıl sorun emek gücünün pahalı olduğu durumlarda
onu makine ile ikame etmek gerekir. Bu da ücretleri düşürerek
işçi aleyhine bir durum yaratır. Makineye karşı ilk isyanın ne zaman olduğunu bilmiyoruz ama, en azından fikrî planda ilk başkaldırı; Guy Patin (1601-1672) ve Montesquieu (1685-1755)
ile ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Fikrî planda uygulamalı bilime ve makineye karşı muhalefet edenlerden biri de henüz
Sanayi Devrimi arefesinde, Jonathan Swift (1667-1745)’in 1726
yılında yazdığı Guliver’in Gezileri isimli fantastik romanında ortaya çıkmıştır. Onun da mezar taşında “Burada vahşi haksızlıklar
karşısında kalbi param parça olan biri yatıyor.” Yazıyormuş…
Bundan sonra bir sürü ciddi başkaldırı…
Şu bilgiyi de dikkatle değerlendirmek gerekir: {1675 yılının Ağustos ayında Londra’daki Cenova konsolosunun yazdığı iki haber: başkentteki 10.000 ipek işçisi, şerit imal eden
Fransız tezgâhlarının getirilmesi üzerine ayaklanmışlardır; bu
tezgâhlarda bir kişi 10-12 şeridi aynı anda dokumaktadır; yeni
tezgâhlar yakılmıştır ve eğer askerler ile burjuva muhafızların
devriyeleri müdahale etmeseydi, daha kötüsü olabilirdi.175”
Hadd-i zâtında bütün kaynaklarda makineye karşı halkın,
aydınların red tavrı ve fabrika tahripleri hakkında çok örnekler
173) Jean Gimpel, Ortaçağda Endüstri Devrimi, çev. Nazım Özüaydın, Ankara,
TUBİTAK, 1996, sh. I
174) A.g.e. sh. .229
175) F. Braudel, Mübadele Oyunları, sh.267
115
var. Fakat biz uzatmadan şunu ifade edelim ki; bu fabrika tahripleri “Luddizm” diye kavramsallaştırılan bir izm’in, farklı bir
deyişle ekolün doğmasına sebeb olmuştur… Hattâ süreç içinde
kendisini yenileyerek çağımızda Kirkpatrick Sale gibi temsilcileri olan ve çevreyi önceleyen Neo-Ludit176 ideoloji haline gelmiştir. Luddizm (Makine Kırıcılık veya Makine Tahripkârlığı)
“XIX Yüzyılda İngiltere’de işlerini kaybetmemek için özellikle
dokuma makinelerine karşı örgütlenerek onları tahrip etmeyi
hedefleyen toplumsal hareket177” Harekete ismini veren Kral
veya General Ludd gerçek mi, efsane mi olduğu bilinmeyen Ned
Ludd’du. Yalnız bu hareket sadece İngiltere’ye özgü değildir. Nitekim 1863’te bir İngiliz tarafından İzmir’de kurulan çırçır fabrikası da yerli işçiler tarafından yakılmıştır. “1930’da İngiltere’nin
birçok yöresinde Ludistler birçok değişik olayda makineleri kırmaya yönelmiş, tarım işçileri de aynı anda samanları yakmaya
girişmişlerdir.178”
Batı’nın makine telakkisini, onunla olan ilişkisini şu inanılması zor olaylar daha net biçimde anlatır, diye düşünüyoruz.
Meşhur Robespierre’in (1758-1794) avukat olarak taraf olduğu
bir dava: “Saint-Omer’den M. Vissery adında birisi, evinin damına üzerinde dikenler bulunan, küre biçiminde bir yıldırımsavar
(paratoner) koydurmuştu. Konu-komşu korktular, bunu belediye meclisi kararıyla söktürdüler… … Mahkeme, Vissery’yi haklı
çıkardı, o da hemencecik küresiyle dikenlerini yine yerine dikti.
Fakat konu-komşu işin bilirkişiye havalesini istediklerinden…
Fayda yerine tehlike yaratacağı tespit edildi ve tekrar yerinden
indirildi.179”
176) M. Castells, Kimliğin Gücü, sh. 235
177) Ekonomi Sözlüğü, sh.530
178) David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul, Metis,
1997, sh.265
179) Pıerre Gaxotte, Fransız İhtilâli Tarihi, çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul, Varlık,
1969, sh.265
116
İşte makine, insan ilişkisine Sanayi Devrimi’ni gerçekleştiren İngiltere’den yüz kızartıcı bir örnek: “İngilizler bir daha
dokumacılık yapmasınlar diye, Hindistan’daki küçük kızların
bir parmaklarını kesecek kadar haşindiler. O zamanlar Britanya
İmparatorluğu’nun Manchester kentindeki fabrikalardan başka
yerde dokumacılık yapmasını resmen yasaklamışlardı. Elli yıl
önce bu parmak kesme olayı (Kitabın orijinalinin basım tarihi:
1980)180”
Bu noktada amaçlarımızdan biri makineye karşı olan tutumun geçici bir zaman, mekân ve sınıfla sınırlı olmadığı… Ve makine-ekonomiden önce makine-insan, makine-toplum ilişkisi
üzerine dikkat çekmek: {Son yedi, sekiz seneden beri elde edilen
deneyimler göstermiştir ki; zorunlu sosyal değişimlere işçi kesimi yönetici kesimine göre daha az direnç göstermektedir.
Bilgi iletişimini halk kitlesi değil, onu yöneten kadro istemiyordu… Bu gözlemin oluşmasına neden olan iki önemli örnek var:
İsveç’in Goeteborg’unda ve Amerika’nın Chicago’sunda… CBS
Çağdaş sistemler Genel Müdürü M. Joseph Ramellini, otomasyon alanında önemli bir uzmanlık niteliği kazanmıştı, o bu gerçeği şöyle yorumluyordu: “Yöneticilerin bu aletleri kullanmayı
reddetmelerinin nedeni onlardan korktukları değil, onlara güvenememelerinden ileri geliyor. Kaygıları bu aletin kendilerinin
yerini alabileceğini düşünerek, zihinlerinde bir sükûnet sağlayamamalarından doğuyor. Otoritelerini kaybettikleri bir ortamda
çalışmak korkusu onların nefeslerini kesiyor.181 }
Batı Uygarlığı putunu kendi yapar, kendi yıkar, kendi tahrip
eder! Hatta tahribi ekolleştirir. Yaz-boz, kes-yapıştır! Makineyi
kutsar, onu rab edinir… Ruhunu onun dişlilerine kaptırır, işte
o anda ızdırap içinde ona saldırır ve kırmaya başlar! Sürekli periyodik krizlere yazgılı, fakat her krizden sonra temel parametrelerde değişiklik yapmayı düşünemez… Ufak tefek rötuşlarla
180) J.J. Servan-Schreiber, Dünya Meydan Okuyor, çev. İsfendiyar açıkgöz, İstanbul,
Yılmaz yay. 1991, sh. 135
181) A.g.e. 315,316
117
yoluna devam edeceğini sanır, fakat sonu yine hüsran, yine hayal
kırıklığı… İnsanlık tarihi için çok kısa sayılacak bir zaman dilimine sıkıştırılan; 1929 buhranı ve Keynesyen model, arkasından
monotarist politikalar, neo-liberal trend, arkasından kriz… Kavramlar kuru, kavramlar boş, kavramlar anlamsız… KRİZ? Hiç
düşündünüz mü? Bu dört harfin arkasında; kaç on milyon beslenemeyen bebek, kaç on milyon gecesi gündüzü gözyaşı olan,
çocuk, genç kız, kadın var? Kaç on milyon erkek var? Kaç on milyon yıkılan yuva var! İşsiz güçsüz milyonlar, alıştığı hayat tarzından vazgeçmek zorunda kalan çocuk, genç, kadın, erkek,
yaşlı! Kriz dolayısıyla deprem yaşayan aileler, ırz u namusu pâymâl olanlar! Durumu veciz bir şekilde kitaplaştırır: “Cinnet, Panik ve Çöküş, Mali Krizler Tarihi182 Fakat bu uygarlık o kadar
yüzsüz ki, o kadar aymaz ki, sistemine öyle bir inançla bağlı ki,
hiçbir şey olmamış gibi; “E, nerde kalmıştık?” diye kalkıp yoluna
devam ediyor. Utanmadan kavramlarla sanki dalga geçiyorlar:
“Yaratıcı Yıkıcılık!” … Schumpeter’in “Yaratıcı Yıkıcılık”ı başına
çalınsın… Yıkmadan inşâ etmenin bir yolu yok mu?
Bu “yaratıcılık” ın ayrılmaz bir parçası olan “yıkıcılık” ın insanlığın toplumsal bilinçaltında ne gibi tahribatlara sebep olduğu hiç düşünülmüyor, konuşulmuyor… Sanki Hıristiyanlığın;
insanların doğuştan günahkar olarak doğdukları anlayışı, bizzat
yaşatarak insanların kafalarına sokuluyor….
Bu arada şu gerçeği teslim edelim, zaman zaman feryat eden
soylu sesler de çıkar: ”Acı gerçek şu ki, tekelci-mali sermaye rejimi
hem üretime hem finansa egemen olan küçük bir oligopolcünün
çıkarlarına (Siz söylenenleri ete kemiğe bürüyerek; Siyonizm’i,
beynelmilel Yahudi’yi, İllumünati’yi yeniden mütâlaa edebilirsiniz! A.B.) hizmet etmek üzere tasarlanmıştır. Göreceli olarak az
sayıdaki birey ve şirket muazzam sermaye havuzlarını denetlemekte ve istenen ölçekte para kazanmaya devam etmek için finans ve spekülasyona ağır bir bağımlılık içinde olmaktan başka
182) Manıas, Panics and Crashes, Charles P. Kındleberger, çev. Halil Tunalı, İstanbul, 2007
118
bir yol bulamamaktadır. Bu da kapitalizmin gelişimine içsel olan,
derin kökleri bulunan bir çelişkidir. Eğer amaç bir bütün olarak insanlığın amaçlarını geliştirmekse, dünya er ya da geç
alternatif bir sistem bulmak durumunda kalacaktır. Başka
bir yol yoktur.183”
Bizim amacımız her fırsatta tekrar, tekrar muhatabımızı rahatsız etmektir. En az kendimiz kadar rahatsız etmek! Hal
sâridir! Tek şartı samimiyet! Onun için bir daha tekraren soruyorum: İnancı olanlar kapitalizmin alternatifinin özlemi içinde
yanıp tutuşurken; iman sahibi olduğunu iddia eden sen, hayvansal bir rahatlığın içinde Yükselen Değerlere sığınıp, onun
koynunda rahatça yatarken Allah’tan hâyâ etmiyor musun? Resul’ünden utanmıyor musun? Komünizm nasıl insanları sefalette
eşit kıldı ise, sen de insanları ahlaksızlıkta eşit kıldın! Hepiniz
eşit oldunuz. Din, iman tanımadan içtenlikle, Müslümanlardan
sakladığın, kıskandığın elini herkese uzatıyorsun. Herkesle sarmaş dolaşsın. Kırılıp, dökülüyorsun, tek derdin kınayıcıların
kınamasından kurtulmak! İki çocuğu ile şehid edilen Abdullah
Azzam’ın ağzından soruyorum: “Demirleri dahi eriten cahiliye iğrençlikleri, insanı eritmez mi?184”
İşte Batı uygarlığı arz etmeye çalıştığımız bir süreçten sonra,
şu anda içine bulunduğu anafora veya hortuma mahkûm etmiştir kendisini… Sürdürülemez bir sistem, bir düzen… Yaygınlaşan bireysel silahlı eylemler… Uyuşturucunun tam bir felaket
halini alması… ailenin durumu, evlilik dışı birliktelikler, ensest,
teknolojideki kontrol edilemez ilerlemeler ve psikolojik, toplumsal sorunları….. Önlenemez krizler…
Kapitalist sistemdeki krizlerin dökümünü veren bir kitap yayınlandı:
183) J. Bellamy Foster, Kapitalizmin Malileşmesi ve Kriz, çev. Çiğdem Çidamlı,
İstanbul, Kalkedon, 2008, sh.88
184) Abdullah Azzam, Tevbe Sûresi Tefsiri, İstanbul, Buruc yay. 2007, sh.51
119
1630’dan 2010’a Finansal Krizler Tarihi, Balonlar, Panikler,
Buhranlar ve Küresel Finansal Kriz….
Girişte Şöyle bir sınıflama yapılmış:
Yüzyıl: Çılgınlık Çağı
Yüzyıl: Borsa Balonları Çağı ve İlk Panikler
Yüzyıl: Panikler Çağı ve Uzun (Büyük) Buhran
Yüzyıl: Tarih Değiş (mey) erek ve Şiddetlenerek Tekerrür
Ediyor
Yüzyıl: Yeni Yüzyıl’da da Değişen bir Şey yok
Bu yüzyıllardaki krizlerin hepsinin analizi yapışmış ve son
Kriz hakkında şu yorumlara yer verilmiştir: “Günümüzde Avrupa Borç Krizi’ne evrilmeye başlamış olmakla birlikte Mayıs 2011
itibarı ile devam etmekte olan 2007 küresel krizi, ABD bankacılık sistemindeki bir nakit sıkıntısı ile başlamıştır. Kriz sürecinde, dünyanın her yerinde, büyük finansal kurumlar batmış,
hükümetler bankaları kurtarmışlar ve borsalar da önemli
kayıplar yaşanmıştır. Birçok yerde, konut piyasası sıkıntıya girmiş, birçok haciz ve tahliye olayları da yaşanmıştır. Bu
birçok ekonomiste göre, 1930’larda yaşanan Büyük Buhran’dan
beri görülmüş en kötü finansal krizdir. Bu kriz yüzünden, çok
önemli işkolları batmış, tüketicilerin serveti trilyonlarca
dolar azalmış, hükümetler büyük taahhütlere girmişler ve
ekonomik faaliyet önemli ölçüde azalmıştır…… Bu arada,
2011-2012 dönemi için de dünya ekonomisi ile ilgili riskler sürmektedir. Kâhin olarak adlandırılan Rubini hâlâ ikinci bir dip
olma olasılığından bahsetmektedir….. 2006 yılında ABD’de ortaya çıkan küresel konut balonunun patlaması sonucu, emlağa
120
bağlı tahvillerin değerleri düşmüş ve bu durum dünyanın her
yerindeki finansal kurumlara zarar vermiştir.185”
Günümüzde ise; Fransa’dan başlayan dalga Avrupa’yı etkilemeye devam ediyor… Sol, sosyal demokrat trend güçleniyor….
Ama geleceğe ait umut yok! Ocak 2013 Davos toplantısı:
“Dünya Ekonomik Forumu’nun dünyanın çeşitli bölgelerine yayılan 1500 uzmanın katılımıyla oluşturduğu Küresel Gündemi
Belirleme konseylerinin önceki gün açıklanan 2013 raporunun
sonuçları da küresel CEO’ ların kaygılarını destekliyor. Rapora göre çözümlenmesi gereken sorunlar sıralamasında birinci
sırayı Küresel Ekonomideki İstikrarsızlık alıyor. İkinci sırada
Euro Bölgesi’ndeki Kırılganlık, üçüncü sırada Küresel Finans
Sistemindeki İstikrarsızlık, dördüncü sırada ise Büyüyen Gelir
Eşitsizliği sorunu yer alıyor. Bu sorunların yanı sıra, sıralamada
yer alan Küresel Liderlik Eksikliği, İklim Değişikliğine Uyum
Sağlama, Küresel Kaynakların Yetersizliği gibi sorunlar da Davos
2013’ün tartışma gündeminde yer alıyor.186”
Bu noktada bizim endişemiz; takriben XVII. Yüzyılın ortalarından itibaren Batı uygarlığı yükselen değer olmaya başlamış ve
kendisinin bünyesel sorunlarını, doğal bir sürecin olabilir arızaları olarak görmüş ve göstermiştir. Grip hakkında, “ilaçla bir haftada, ilaçsız yedi günde geçer.” denir… Batılı için kriz, grip gibi
bir yaramazlık unsuru… Çünkü nasıl olsa “görünmeyen bir el”,
başta iktisadî olmak üzere bütün sorunları çözecektir. Batılı, o
kadar Avrupa’da iç savaşlara, I. Ve II. Dünya Savaşlarına rağmen,
sistemden şüphe etmemiştir. Bazı filozof ve yazarların soylu sesleri de yeterli yankıyı bulamamıştır. Bizim şu anda yaşadığımız
endişe, alternatifsizlik dolayısıyla bu krizlerden yeterince ders
alınmayıp, ufak pansumanlarla yola devam edileceği endişesi…
185) S. Balı-A. Büyükşalvarcı, 1630’dan 2010’a Finansal Krizler Tarihi, İstanbul, Çatı
kitapları, 2011, sh. 198
186) Osman Ulagay, Davos’ta Pembe Tablo “ in” değil, Milliyet, 23 Ocak 2013
121
Daha önce temas ettik… “Kriz!”… Bu kriz durumu sanki
tam anlaşılamıyor gibi… Empati veya einfuhlung sağlanamıyor… Her ne kadar biz insanı her duruma ve şarta alışan bir varlık olarak kabul ediyor isek de, bu biraz da ironik bir yaklaşım…
Hatta eleştirel bir yaklaşım…. Makar Devuşkin’i hatırlar mısınız? “Artık alıştım; her şeye alışırım ben, çünkü sessiz, küçük bir insanım…” Bizde güzel atasözleri vardır: “Allah kimseyi
alıştığından geri koymasın.” Veya başına felaket gelmiş birisini
teselli etmeye kalksanız beklide şu cevabı alacaksınız: “Geçer
ama, deler de geçer!”
Dolayısıyla bir insanlık durumu olarak; rahatlık, mutluluk,
mutsuzluk, dert, çile, güven, güvensizlik, kaygı, endişe, korku
gibi kavramların göreceliği olduğuna inanıyoruz… Bu nedenle
bu saydığımız veya saymadığımız insanlık durumlarının eşiklerinin ve katsayılarının farklı olduğunu düşünüyoruz… Hatta aynı
bireyde zaman ve mekâna göre dahi izafiyet unsuru taşıyor…
Bu sebeplerle krizin olumsuz anlamda etkilediği insan sayısı
tahminlerden çok fazla olduğunu iddia ediyoruz… Bir insan
20-20.000 frekans187 arasındaki sesleri duyar.. Duyum eşiğimiz
20 frekans. Bunu aşınca sesi duyuyoruz ama frekans kaç olunca
rahatsız oluyoruz? İnsana, hatta aynı insanda zaman ve mekâna
göre değişir.
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta, yarattığı bir tip var: Piyer. Kont
Bazuhov’un evlilikdışı dünyaya gelmiş oğlu… Malikânelerde
büyümüş… Yabancı ülkelerde öğrenim görmüş… Benim favorim Dostoyevski olduğu için, (rahmetli Üstad Tolstoy’u daha
derin bulur ve daha çok beğenirdi) romancıları onunla mukayese ederim. Nitekim on yıllarca önce okuduğum kitabın arkasına
şöyle bir not koymuşum: “Dostoyevski tipine yakın veya en yakını!.” Piyer Avrupa’dan dönmüştür… Ve 1812 Napolyon savaşına
katılır… Esir düşer, elbiseleri yırtılır, ayakkabısı yırtılır, nerdeyse
yere basarak yürümektedir: ”Anlamıştı ki; acının da, özgürlüğün
187) Frekans, titreşen bir kaynağın bir saniyedeki titreşim sayısıdır.
122
de sınırı vardı ve mutlulukla mutsuzluğun sınırı birbirine çok
yakındı; pembe yatağında, çarşafın bir ucu kıvrıldı diye rahatsız
olan bir insan, tıpkı çıplak, rutubetli bir toprağın üzerine uzanıp
da, vücudunun bir yanı ısınırken, öbür yanı üşüyen bir insan gibi
rahatsız oluyordu; eskiden dar balo ayakkabılarını giyerken nasıl bir acı duymuşsa, şimdi artık yalın ayak, (ayağındaki pabuçlar çoktan parçalanmıştı), daha doğrusu her yanı yaralarla dolu,
çıplak ayaklarıyla yürürken aynı acıyı duyuyor, canı acıyordu.188”
Eğer insanı bizim gibi algılarsanız, daha sonraki yargılarımıza da katılırsınız… Yurt içinde veya yurt dışında, ebeveyninin
krizzede olması dolayısıyla; özel okuldan ayrılmak zorunda kalan bir kız veya erkek çocuğun buruş buruş minnacık yüzüyle
katıla katıla ağladığını düşünebiliyor musunuz? Tam heyecanla
düğün hazırlığı yaparken, kriz sebebi ile düğününü bilinmeyen
bir tarihe ertelemek zorunda kalan, bir genç kızın odasında yaşadığı frustrasyonu hayal edebiliyor musunuz? Çocuğuna ilaç
alamayan baba, yavrusuna kış günü palto alamayan ana… Kriz
bu gâvurlarda daha ağır seyrediyor… Çünkü özellikle bir neocon; fakirlere muhtaçlara yardımı, onları tembelliğe alıştıracağı
için ahlaksızlık olarak kabul ediyor…. Örnekler çoğaltılabilir,
böylece değişim, sorunları ve sancıları daha iyi anlaşılır….
Biz kolayını bulduk.. Okumak farz-ı kifaye… Mütâlaa ettiğimiz kitapların bazılarının, muhtevaları ile sizi işgal etmeden
sadece isimlerini basım tarihlerini ve tercüme tarihlerini veriyoruz… Ayrıca kitap isimlerinden bir dünya tasavvuru çıkarmak,
gibi hoş bir oyun… İsimler önemli, atasözü ne diyor; ”Bir çuval
buğdayın, bir avuç mosturası olur!” Kitapların yazılma tarihleri
ile tercüme tarihleri arasındaki sürenin kısalması da ayrı değerlendirmeye muhtaç bir durum… Taşköprülüzâde Ahmed Efendi (1495-1561)’nin, 1532 yılında yazmış olduğu Mevzuat’ül
Ulûm189 isimli kitabdaki tavsiyeleri şimdi uyguluyoruz.
188) L. Tolstoy, Savaş ve Barış, çv. Leyla Soykut, İstanbul, Cem yay. 1971, sh. 4 / 244
189) Taşköprülüzâde Ahmet Efendi, Mevzuat’ül Ulûm, sadeleştiren: Mümin Çevik,
İstanbul, Üçdal Yay. 1975
123
I. Wallersteın, Liberalizmden sonra, 1995-1998
P. Krugman, Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü, 20012003
L. Kleveman, Yeni Büyük Oyun -O.Asya’da kan ve Petrol
2003-2004
C. Johnson, Amerikan Emperyalizminin Sonbaharı, 20042005
T.L. Frıedman, Dünya Düzdür, 2005-2006
T.P.M.Barnett, Harekât Planı-Pentagon’un Yeni Haritası
2005-2006
F. Fukuyama, Neo-Conların Sonu - Yol Ayrımındaki Amerika,
2006-2006
A. Greenspan, Türbülans Çağı-Yeni Bir Dünya Serüveni
2007-2008
Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya, 2004
İ.Özer Ertuna, Kapitalizmin Son Direnişi, 2005
Zeynep Atikkan, Amerikan Cinneti, 2006
Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, 2007
124
DEĞİŞİMİN SINIRLARI
(Bu yazının ana çatısı 1981 yılında yazılmıştır…)
Bundan önceki yazımızda hayatın her alanının; özellikle de
değerler dünyasının bir “değişim” ve “oluşum” içinde bulunduğunu, bu gerçeği inkâra kimsede mecal olmadığını açıklamaya,
temellendirmeye çalışmıştık. Fakat bütün bu açık değişim ve
oluşuma rağmen; değişim içinde değişmeyen, yeni oluşlara açık
olmayan olmuş bitmiş özgün bir “cevher’in, “ölümsüz gerçekler”
in bulunduğunu da özellikle vurgulamıştık. Bütün değerler alanını kapsayan, sonsuz ve sürekli bir değişimin mümkün olamayacağı bu tür bir düşüncenin bazı önemli, gözden uzak tutulması, çözümlenmesi imkânsız bazı çıkmazları olacağı da şüphesiz!
Çünkü her sistem; samimiyetle düşünülüp, itiraf cesareti gösterebilirse bazı ön-ana değişmez, temel, kesin prensiplere değerlere dayanır. Aksi durumda ortada uzak veya yakın bir gelecekte,
bir zaman ve mekân kesitinde gelişimi tahmin ve yönlendirme
iddiasında olan hiçbir ideoloji kalmazdı.
Sadece ideolojiler değil, bütün felsefe sistemleri de değişmez, sabit, doğruluğu varsayım olarak kabul edilen bazı fikirlerden yola çıkarak, bu ilk düşünce ile tutarlı bir sistem ortaya koyarlar. Genellikle de bu ilk aşamada doğru kabul edilen düşünce
125
ile tutarlı olmak endişesi yüzünden de büyük hatalara, yanlışlara
düşerler. Fiziksel evrende olsun, düşünceler dünyasında olsun
her yapının bir temeli olması gerektiği ve olduğu, değişmeyen en
basit bir mantık kuralıdır. Kesin, genel-geçer, exact, bilgiler elde
ettiğini kabul ettiğimiz Matematik dahi, belli ön kabullerden hareket ediyor.
Demek ki düşünce hayatının mümkün olması, geleceğe ait
bazı planların ve tahminlerin yapılabilmesi için en azından düşünme prensiplerinin ve bazı ilk temel fikirlerin değişmeden
kalması kesin olarak doğru “öz”ler, “cevher”ler olarak kabul edilmesi gerekir. Önüne çıkan her değeri yıkan değişim manisine,
değişim fırtınasına karşı bazı koruganlar, duvarlar olmalıdır. Ancak bu değerlere dayanarak, bu değerler üzerine yeni fikirler bina
edebiliriz. Ancak şu sorularla da karşılaşmak durumundayız:
Değişime sınır nasıl konulacak?
Hangi değerleri, oluşun ve değişimin dışında sayacağız?
Böyle bir kabulün ölçüsü nedir?
Bu değerleri değiştirmede kim hak sahibidir? Herkes kendinde bu hakkı görürse nasıl bir değerler dünyası ve bu değerler dünyasının oluşturduğu nasıl bir pratik hayat ortaya çıkardı?
Daha doğrusu; sürekli bütün sosyal değerlerin değiştiği böyle
bir pratik hayatta yaşama imkânı elde edebilir miydi?
Hepsi de insanı bunaltan netameli sorular...
Her sistemde, her ideolojide, değişen ve değişmeyen iki yan
gördüğümüze göre şüphesiz değişimin sınırında her ideolojinin,
her sistemin; metoduna, bilgiyi elde etme vasıtasına, kaynağına
göre değişik bir yapı arz edecektir. Bir ideolojinin, bir felsefi sistemin veya ekonomik “izm”in “değişmez değerler” inin sınırları
126
ile vahiyle kurulmuş ilahi bir nizamın “değişmez değerleri” nin
ölçüsü aynı olmayacaktır. “Değişen davranış”lar da “değişmez
değerler” in teknesinde yoğrularak oluşacak!...
Bir felsefi sistemin metodu, ölçüsü sağlam olduğu oranda;
her zaman olanı, zaman ve mekân üstü gerçekleri, genel-geçer
bilgileri yakalayabilecek, böylece de bu korkunç değişimin bir
nebze de olsa dışında kalacaktır. Bir sanat eserini veya bir sistemi ölümsüzleştiren, ebedileştiren, klasik özellik kazandıran da
insandaki, toplumdaki değişmeyen yanları yakalayabilmesi değil midir? En azından bu tür filozoflar ve sanatkârlar bugüne
kadar halen geçerliğini koruyan metodları ile unutulmayı
yenebilmişlerdir.
Gerçi burada şu noktada ayrıca tartışılabilir: Her satırı bir
önceki ile çelişen, her an değişim içinde bulunan Nietzsche gibi
problem filozoflarını nereye koyacağız? Nicolai Hartmann ile
başlayıp Nietzsche ile doruk noktasına ulaşan anti-sistem temayülü içinde yer alan filozofların, değişmeden, zerre kadar korkuları ve tutarlı olma endişeleri yoktur. Nitekim Nietzsche “her şey
gider, her şey geri gelir; sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey
ölür, her şey yine çiçeklenir, sonrasızca sürer varlık yılı”1 diyerek
değerler dünyasındaki değişimi dile getirmektedir.
Ama bütün bu düşüncelerin her an değişme istidadı göstermesine rağmen, problem filozoflarının da birçok değişmeyen
gerçekleri yakalayabildiklerini görüyoruz. Yalnız ne var ki bu
gerçekler belki de dile getirildiklerinden yıllarca sonra yine aynı
cins kafalar tarafından anlaşılabilmektedir.
Geliyoruz en netameli probleme;
Filozoflar kesin, değişmeyen sistemler kurabilmişler midir?
1) Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. Turan Oflazoğlu, İstanbul,
MEB, 1964, sh.252
127
Kurulan sistemlerin değişmeden ayakta kalan kısımlarının,
ölen, çürüyen, yok olan kısma oranı nedir?
Bu oranı tespit edecek ölçüye sahip miyiz?
Bugüne kadar tutarlı olarak eleştirisi yapılmamış hiçbir sistem olmadığı düşünülürse, sistemlerde kendi iddiaları dışında
ölümsüz gerçekler bulmanın çok zor olduğunu anlayabilmek
bir kehanet olmasa gerek diye düşünüyoruz. Çünkü her sistemi
meydana getiren nihayetinde (et nihil humanum) “ve aciz bir
yaratık olan insan”dır. Biraz derinliğine probleme eğilirsek, öyle
küçük tesadüflerin sistemler üzerinde o kadar büyük etkisini görürüz ki; şaşırır kalırız.
Hep merak etmişimdir, dünyanın en “mükemmel” Etik (ahlak felsefesi )’ini kurmuş olan Kant’ın annesi (Pietist) olmasaydı,
ahlak sistemi nasıl olurdu? Schopenhauer’in annesi ile ilişkileri
normal olsaydı, kadınlar hakkındaki düşünceleri aynı olacak mı
idi? Dostoyevski saralı olmasaydı dünyaya bakış açısı, yorumlama tarzı nasıl olacaktı? Bir doktor olan babası Mujikler tarafından feci şekilde öldürülmese idi eşya ve hadiseleri nasıl yorumlayacaktı? Marx asırlarca horlanmış bir azınlık ırkına, Yahudiliğe
mensup olmasaydı, kan ve ateş kusan sistemi nasıl bir veche arz
edecekti? Hatta kendisi Yahudi olduğu için karısı ile evlenmesine engeller çıkarılmasaydı bu kadar “kıyıcı ve yıkıcı” düşüncelerle donanacak mıydı yine? Kısacası insanoğlu düşünce dünyasını
kurarken bireysel ve toplumsal bilinçaltının etkisinden kurtulup,
objektif bir dünya kurabilme gücüne sahip midir? Bu soruları
her filozof ve sanatkar için, çoğaltarak sorabilirsiniz!...
Belki de bu basit kişilik özelliklerini aşamayışımızdan ötürüdür ki, her türlü insan tarafından kurulan sistemlerde mutlak
gerçekler bulamıyoruz. Belki de insanoğlunun bütün sancısı
kendi imkân ve kabiliyetini aşma hırsından gelmektedir. Bu128
gün biz, henüz sağlıklı bir biçimde insanın gerçek gücünü tespit
edebilmiş değiliz.
Fakat bütün bu sebepleri kendi dışındaki sistemler için geçerli sayarak, onların gerçeği yakalayamadıklarını iddia eden sistem kurucuları; aynı gerçeklerin kendi sistemleri için de geçerli
olabileceğini kabul etmeme çelişkisine düşüyorlar.
Özellikle burada bütün monist teorilerin; şüphesiz bu cümleden olarak Marksizm’in yönetici, determinant düşüncelerinin
değişmezliği konusundaki taassubuna dikkatle eğilmek gerekir.
Mutlak, değişmez, zaman ve mekân dışı kabul ettikleri; hatta
tanrısallaştırdıkları bir değerden, bütün diğer değerleri türetmektedirler. Değişmeyen bir nevi tanrısal özellik ve güce
sahip tek bir değer bütün psikolojik, sosyolojik, sanatsal
hayatı tayin etmektedir. Fakat aynı düşünürler samimi davranmayarak ölümsüz gerçeklerin, özlerin olmadığını savunmaktadırlar. Hâlbuki Marksist ideolojinin temelinde bulunan,
değişmediğine “inanılan” bu değerler; yine kendi iddia ettikleri
gibi ölümsüz gerçekler ve özler yoksa ve değişiyorsa kendi içlerinde çelişecekler ve bu düşünceyi tutarlı olarak sonuna kadar
götürdüklerinde; iskambil kâğıdından kurdukları tüm evrenleri
bir anda yıkılıp gidecektir.
Şayet Engels’in iddia ettiği gibi “ölümsüz gerçekler” yok ise;
o zaman Marksizm’in bütün üst yapıyı, alt yapının belirlediği görüşünün, her zaman değişeceğini, dolayısıyla gelecek zamandaki bir toplumun nasıl biçimleneceğini tahmin edemeyeceğimizi
sudan bir gerçek olarak kabul etmemiz gerekir. O zaman da bu
ana teze göre geçmiş ve gelecek bütün insanlık tarihinin bir yorumunu yapmak iddiasında olan, hatta yaptığına yürekten iman
eden Marksizm’in ileri sürdüğü düşüncelerin gerçekliğine nasıl
itimat edebiliriz? En azından sistemi kurabilmek için alt yapının
üst-yapıyı oluşturduğu düşüncesinin -ki doğruluğunu ayrıca tartışmak gerekir- ölümsüz gerçekler olarak kabul edilmesi gerek129
mez mi? Eğer ölümsüz gerçekler yoksa dünya tarihinin bir sınıf
çatışmaları tarihi olduğunu, bundan sonra da tarihin hareket ettirici, itici gücünün yine sınıf çatışması olduğu ham hayali hangi
mantıkla ileri sürülebilir?
Kaldı ki Marksizm’in bütün cazibesi; bu ölümsüz gerçekleri bulduğu, bütün zaman ve zemini, geçmiş ve geleceği doğru
olarak, en ufak bir yanılma payına yer vermeksizin yorumlayabildiği, çağlar boyunca ortaya çıkarak biriken bugüne tadar
çözümlenmemiş problemleri doğru olarak çözümleyebileceği
iddiasından gelmektedir. Kısacası Marksizm’in bütün sihri vaat
ettiği her kapıyı açma iddiasında olan maymuncuktan gelmektedir. Nitekim Engels “Kapital”in önsözünde “Kapital işçi sınıfının
İncili’dir” demektedir. Bu tür sistemler kendi dışındaki düşünceleri yıkarken, ölümsüz gerçekler, değişmez düşünceler olmadığını hararetle savunarak; yandaşları gözünde her türlü düşünceyi zamanın insafsız pençesine terk ederken; kendi sistemleri
içindeki en hurda bilgileri dahi inanç haline getirerek ölümsüz
gerçekler olarak kabul etmekte ve ettirmektedirler.
Yalnız ne var ki, burada eğer söylenmek istenen her felsefi,
sosyolojik, ekonomik v.b. “izm”lerin insanlar tarafından kurulduğu, dolayısıyla da hiç bir zaman ölümsüz gerçekleri bulamayacağı iddiası ise, o zaman bizce de tartışmasız olarak kabul edilebilecek kesin bir doğru bulmuş oluruz.
Nitekim ölümsüz, değişmez sistemler kurdukları sanılan
onlarca, yüzlerce filozofun düşünce manzumelerinin zamanla
nasıl iflas ettiğine şahit oluyoruz. Bir zamanlar akıl almaz etki
ile herkesi önüne katıp götüren Hegel felsefesinden bu güne
kadar değişmeyen hangi değerlerin kaldığı ilgi çekici bir merak
konusudur. Bu büyük kişilerin zamanın tahribatına dayanan
düşünceleri çok sınırlıdır. Fakat burada ihmal edemeyeceğimiz,
görmezlikten gelemeyeceğimiz, çözümlenmesi oldukça güç bir
problemle karşılaşıyoruz. Felsefi sistemlerin değişme içinde de130
ğişmeden kalan, zamanın tahribatına dayanabilen, oluşun dışında bulunan ölümsüz gerçeklerin kriterinin ne olduğu sorusudur.
Her türlü sistemin içindeki bu değişmeyen değerleri bulabilecek
bir ölçüye sahip olmaktan uzağız bugün. İnsanoğlu akıl, zekâ,
sezgi, deney, gözlem gibi bazı imkân ve kabiliyetleri ile bazı değişmeyen doğrular yakalayabiliyor şüphesiz.
Zaten ölümsüz düşüncelerin olmadığı fikri, sonuna kadar tutarlı olarak götürülürse en sonunda kopkoyu bir nihilizme varır.
Fakat bütün bu çıkmazları, tıkanıklıkları ortadan kaldıracak,
bize yaşama imkânını verecek sadece din var elimizde. Belki de
sistemlerin zamana dayanarak uzun bir süre devam eden düşünceleri de, dinlerden devralınan düşünceler olabilir. Vahye dayanan dinler aşkın varlığın insanlara ulaştırdığı mesajlar olduğu
için, tahrif edilmediği oranda içerisinde ölümsüz gerçeği taşımaktadırlar. Ama dinlerde de bazı değerlerin zamanla değiştiği
düşünülürse, genel anlamda bütün dinler için değişenle değişmeyenin sınırlarını tespit edebilecek objektif ölçülerin araştırmasına girişmek oldukça güç olsa gerek. Bu bakımdan probleme
genel bir açıdan değil, özel bir açıdan bakarak problemi çözümlemeyi deneyeceğiz!..
Her meselede olduğu gibi değişim, oluşum ve bunların sınırları problemi bir Müslüman için mukaddes ölçülere başvurulduğu zaman gayet mükemmel, tatmin edici ve tüketici bir biçimde
çözümlenebilir. Şöyle ki; İslam fıkhının bazı kuralları vardır ki
bunlar öz, çekirdek, temel niteliklerdir. Bu ana kurallar bir veya
bir kaç sağlam, kesin şer’i delille dayanırlar. Bu bakımdan en
ufak bir şüpheye yer vermeyen, çok kuvvetli bir geçerliğe sahip;
zaman ve mekân üstü, genel-geçer kurallar niteliğini kazanırlar.
Dolayısıyla bir problemi mukaddes kurallara göre çözmeye çalışan bir insanın bu ölçüleri göz önünde bulundurması, bu ölçülerden devşirdiği esaslara göre meseleyi temellendirmesi ve
çözmesi gerekir. Bir düşünce biçimi özde, temelde bu ölçülerden
131
kaynaklandığı oranda, onlara sadakat gösterdiği ölçüde doğruluk değerine sahip olur.
Nitekim Mecelle’nin giriş kısmında da bu esaslardan yüz
madde yer almaktadır. Bütün ciddiyetsiz, çocukça, yobazca sözde lekeleme, karalama yeltenişlerine; bütün basite indirgeme
çabalarına rağmen, Mecelle’nin nasıl bir hukuk abidesi olduğu
tüm dünyadaki ilim haysiyetine sahip, konunun uzmanları tarafından itiraf edilen bir gerçektir. Bunun yanında mukaddes ölçüleri nasıl ehliyetle ve dirayetle billurlaştırdığı ve kristalize ettiği
de konunun ilgililerince bilinen bir mütearifedir. Birçok maddeleri halkımızın eşsiz sezgisi ile atasözü niteliğini kazanarak, her
kesimden insanın ağzından müşahhaslaşarak günümüze kadar
gelmiştir. Halen de birçok meselelerimizi çözmede miyar olarak
kullanılmaktadır. Bu kadar ciddi, ilmi ve teknik kuralların halkla
böylesine bütünleşip, benimsenmesi sosyolojik açıdan izahı güç
bir durum olsa gerek. Fakat belki de bu durum bazı iyi niyetli
eleştirilere rağmen, Mecelle’nin ana ölçülerle ne derece bütünleştiğinin bir ölçüsü olarak kabul edilebilir. Çünkü ancak ana
esaslara iliğine, ciğerine kadar bağlı bir değerler sistemi bu kadar
uzun bir süre, bu tür bir yaygınlık süreklilik ve genellik kazanabilir. Bütün bu mütâlaalarımıza rağmen Mecelle’de “Batı etkisi
var mıdır? Varsa hangi oranda dır? Esasa, özüne etki edecek bir
konumda mıdır?” gibi ve benzeri soruları mahfuz tutuyoruz!...
Özellikle Cevdet Paşa’nın en hafifinden muvâzaacı zihniyeti yukarıdaki soruları sormamıza sebeb oluyor…
Geçenlerde televizyonda birisi güzel bir deyim kullandı: “Kadr-şinâs itaatsizlik!” Çok mükemmel buldum… Hz.
Mevlana’nın hitabı herkese değil! Biz de Hz. Mevlânâ gibi muhataplarına haykırıyoruz: “Dün dünle geçti cancağızım, bugün
yeni şeyler söylemek lâzım!” Ama muhatap bulamıyoruz! Nerede “yeni şeyler söyleyecek” adam? Önce kendimize, sonra muhataplara yine Hazret’in diliyle sesleniyoruz: “Tevekkülden daha
güzel kazanç yoktur. Teslîmiyetten daha sevgili bir şey var mı132
dır? 2“ Benim Ahmet Cevdet Paşa hakkındaki yorumumun “
Kadr-şinâs itaatsizlik!” şeklinde kabul edilmesi dileğiyle…
Mukaddes ölçüler muvacehesinde “değişim”i, “oluşum”u
ve sınırlarını objektif bir biçimde anlayabilmek, değişebilen ve
değişmeyen değerleri kavrayabilmek, dini dondurmadan ve
bozmadan yeni değerler üretebilmek, değerleri “hevâî” ve
“nefsânî“ bir şekilde yorumlamaktan kurtulabilmek için
ayet ve hadislerden istinbad edilmiş olan Mecelle’nin iki
maddesinin birlikte mütalaa edilmesi gerekir. Bunlardan
birincisi l3. Maddedir ki; “mevrid-i nass’da içtihada mesağ
yoktur”3 denilmektedir. Böylece hakkında nass bulunan, çözümlenmiş olan meseleler hakkında içtihat kapısı kapatılmış, yeniden
gündeme getirilerek tartışma konusu yapılmasına, örselenmesine izin verilmemiştir. Bu tür hükümler “neden” “niçin” demeden,
olduğu gibi kabul edilecek, bu gibi hükümlerin ancak hikmetleri
araştırılabilir, daha doğrusu araştırılması gerekir. Bunu da ancak
içinde bulunduğumuz zaman ve zemine göre anlayabildiğimiz
kadarı ile yapabiliriz.
Nitekim Ali Haydar Efendi Mecelle şerhinde: “öyle nassın
hilafı olan içtihada itibar ve onunla amel olunmaz. Çünkü kıyas
ve içtihadın sıhhati furuğda adem-el nas: yani nass-ı şer’i bulunmaması ile meşrudur 4 “ demektedir. Çünkü hakkında açık nass
olan konular daha önce de açıklamaya çalıştığımız gibi insanın
ve toplumun değişmeyen, oluş içinde bulunmayan, değişme ve
oluş içinde değişmeden ve oluşmadan kalan sürekli, öz, cevher
niteliğindeki özelliklerine ilişkin yanlarını kapsamaktadır. Dolayısıyla bu hükümler zaman, mekân, değişim ve oluşum dışı; pör2) Mesnevî Dersleri, Tahir Olgun, İstanbul, İslam Yolu Gazetesi, 1949, sh.474, beyit:
908
3) Osman Öztürk’ün yayınladığı “ Mecelle”de, “ Sûret-i Hatt-ı Hümâyûn” başlığı ile,
1. Madde olarak fıkhın tanımı alındığı için, söz konusu madde, 14. Madde olarak
geçmektedir. Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, Osman Öztürk, İstanbul, İ.İlimler
Araştırma vakfı, 1973, sh.159
4) Ali Haydar Efendi, Dürer’ul-Hukkâm Şerh Mecellet’il-Ahkâm, İstanbul, l313, Cilt
I.
133
sümeyen, solmayan, geçmeyen, öncesiz ve sonrasız, taze, ölümsüz doğrular kurallardır.
İmam- Gazali Hazretleri; Nass’ın müşterek5 bir lafız olduğunu işaret ettikten sonra üç kullanımını verir, şu aşağıda vereceğimiz kullanımın daha yerinde (evceh), daha yaygın ve zahir
ile karışmaktan daha uzak olduğunu söyler: {Kendisine uzaktan
yakından kesinlikle ihtimal giremeyen lafızdır. Meselâ, “beş”
lafzı böyledir.. Beş lafzı kendi anlamında nass olup, ne altıya, ne
dörde, ne de başka sayılara ihtimali vardır. Aynı şekilde “at “ lafzının, eşek, katır ve diğer hayvanlara ihtimali yoktur. İşte manasına
delaleti bu derece olan her lafız manasına izafetle hem isbat, hem
de nefy tarafından nass olarak adlandırılır. Burada isbat ile müsemmanın isbatı, nefy ile ismin kulanım alanına girmeyen şeylerin nefyedilmesi kasdetilmektedir. Bu kullanıma göre nassın
tanımı şöyle olur: Nass, kendisinden kesin olarak bir anlam anlaşılan lafızdır. Bu lafız kesin olan anlamına nisbetle “ nass”tır.6}
“Fıkıh usulünde nass, sevkedildiği manaya açıkça delalet
eden lafızdır.7” Merhum Ömer Nasuhî Bilmen de, maddeyi açıklarken: “Yani: hakkında şarii mübînin nassı mevcud olan bir meselede artık ictihad, zâid ve o nassın hilâfına hüküm bâtıldır.8”
Elmalılı “insanlar tek ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah rahmetinin müjdecileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile kitabı indirdi ki nass arasında ihtilaf ettikleri
noktada hakem olsun, bunda da sırf kitap verilenler kendilerine
bunca beyyineler geldikten sonra tuttular, aralarında ihtiras yüzünden ihtilafa düştüler9.” ayet-i kerimesinin tefsirinde insanlar
arasındaki anlaşmazlık hakkında “eğer bu ihtilafat nass-u beyyine bulunmayan, nassta meskûtun anh kalan hususatta edillei
5) Bugün biz Semantik terminolojisinde çokanlamlılık, abliguty diyoruz.
6) İmam Gazali, El- Mustasfa, Yunus Apaydın, Kayseri, Rey Yay. 1994, sh. II / 34
7) Fıkıh Usûlü, Fahrettin Atar, İstanbul, M.Ü. İlahiyat Fakültesi, 2008, sh.210
8) Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fikhiyye Kamusu, Ö.Nasuhî Bilmen, İstanbul,
Bilmen yay. 1967, sh.I / 259
9) Bakara Suresi: 2 /213
134
gayri beyyine ile taharrii hak için olsa idi ihtilafı nassa mümkün
olduğu kadar azaltacak bir içtihad olabilirdi, lakin bunlar öyle
yapmadılar, beyyineler geldikten sonra mevridi nasta ihtilaf ettiler, hâlbuki mevridi nassta içtihada mesağ yoktur10” demektedir.
Allah insanların anlaşamadığı, tartıştıkları bazı noktalarda
gerçeği göstermek üzere vahiyler-kitaplar gönderdi. Fakat insanlar sırf ihtirasları, hevâ ve hevesleri, kendilerini gereğinden fazla
aşma arzusu, sınırları zorlama tutkusu yüzünden yine anlaşmazlığa düştüler. Eğer bu anlaşmazlıklar ve tartışmalar hakkında
nass olmayan konularda sırf gerçeği bulmaya çalışmak için olsaydı; varılacak ortak nokta içtihad olabilirdi. Hâlbuki insanlar
kendi imkân ve kabiliyetleri ile hakkında karar verebilmesi
mümkün olmayan, tercih izni verilmemiş noktalarda gereksiz ve sonuçsuz tartışmalara giriştiler. Bir nevi sırf şeytanca
gururları yüzünden yasak meyveyi yemekte ayak dirediler
ve yediler.
Çünkü açık olarak hükme bağlanmış, hakkında nass bulunan
bir konuyu yeniden gündeme getirerek, üzerinde tartışma açıp,
içtihada kalkışmak Allah’ın kanunlarına açık bir başkaldırmadır.
Allah’ın kanunlarına açık bir “hayır” deyiş, onları yalanlayış ve
inkârdır. Bu durum ise toplumdaki bütün değer yargılarının gevşemesine, kargaşaya uğramasına, hakkında şüphe beslenmesine,
toplumun uyumunun bozulmasına, yeni yeni anlaşmazlıkların
çıkmasına, toplumu birbirine bağlayan bütün değer yargılarının
kopmasına sebep olur. Bu durum halkı fikren değerler alanında
karışıklığa sürükleyerek ahlakın ve toplum düzeninin bozulmasına sebep olur.
Zaten kaldı ki inandığını iddia eden bir insanın, o inançlar
manzumesinin ana kuralları üzerinde şüphe sahibi olması da
açık bir tutarsızlık değil mi? Çünkü burada söz konusu olan insanlar tarafından ortaya atılmış bir sistem değil, vahye dayanan
��������������������
) Elmalılı, I / 742
135
bir dine mensubiyet iddiasıdır. Hiçbir dine mensup olmadığını
söyleyen bir kişinin istediği dini kuralları üzerinde şüphe ve tartışma hakkına sahip olmasına karşılık; herhangi bir dini kabul
ettiğini iddia eden bir kişi bu dinin ana kurallarından şüphe etme
hakkına sahip değildir. Bu insan pazarlıksız inanmak zorundadır.
İhya’da “nakle dayanmayan, hududu aşıp kendi görüşü ile
hareket eden kimsenin bozduğu düzelttiğinden fazla olur” denilmektedir. Çünkü bazı konularda, insan imkân ve yeteneklerini
aşan problemlerle karşı karşıyayız. Bu problemlerin insanların
kullanacağı yöntemlerle ve insanların bilgi elde etme vasıtası ile
çözümlenmesi imkânsızdır. Bunun için de bu noktalarda nassa
dayanmak, yargıları olduğu gibi kabul etmek mecburiyeti ile
karşı karşıyayız. Artık bu noktada sık sık Kant’ın “İnsan aklı, bilgisinin belli bir çeşidinde özel bir kaderle karşı karşıyadır; İnsan
aklı bu bilgisinde öyle sualler tarafından rahatsız edilmektedir
ki, akıl onları ne cevaplandırabiliyor, ne de onları reddedebiliyor.11” dediği noktadayız. Kant’ın felsefede devrim yapan
bir kitabından alınan bu ifadenin farklı tercümesi de şöyle:
“İnsan aklının bilgilerinin bir çeşidinde garip bir alın yazısı
vardır; kaçınamadığı sorular yüzünden tedirgin olmak… Gerçi
bu sorular aklın kendi tabiatından çıkarlar, ama o bunlara cevap
veremez; çünkü bunlar insan aklının her türlü gücünün üstüne
çıkarlar. İnsan aklı bu şaşkınlığa, hiç de kendi suçu olmadan düşmüştür.12” İnsanoğlu bu soruları ne red edebiliyor, ne de cevap
verebiliyor.. O halde şüphesiz bu soruların cevabını, kendi imkan ve kabiliyetini aşan bir güçten, transandantal (müteal) bir
varlıktan bekleyecek…
Mecelle’nin 39. maddesinde ise “ezmanın tagayyürü ile
ahkâmın tagayyürü inkâr edilemez13” denilmektedir. Ali
���������������������������������������������������������������������������������
) Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul, İ. Ü. Ed. Fak. 1968, sh. 297
��������������������������������������������������������������������������������
) Macit Gökberk’in 1960’lı yıllarda Kant seminerinde sürekli değiştirdiği için
bastırmadığı metnin teksiri… Kitabın adı Kritik der Reinen Vernunft, Saf Aklın
Eleştirisi. sh:1
��������������������������
) Ali Haydar Efendi şerhi
136
Haydar Efendi şerhinde bu maddenin açıklanmasında; zamanın değişmesi ile halkın ihtiyaçlarında, onların tatmin
şekillerinde, örf ve adetlerinde değişmeler meydana geleceğini,
nassa değil de örfe dayanan değer yargılarının değişeceğini söylüyor. Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’nda da “nas ile sabit olmayan
ve ahkâm-ı külliyyeden bulunmayan bir kısım cüz’i hükümler zamanın değişmesi ile değişebilir, yoksa kat’i nasslar ile sabit olan
veya zulm ile i’tisaf gibi memnuniyeti ahkâm-ı umumiyeden bulunan şeylerde zamanın tagayyürü müessir olamaz14” denilmektedir.
Bütün mesele; 13 ve 39. maddeleri birlikte mütâlaa etmektedir… Aksi takdirde, eğer 39. Maddeyi tek başına alırsanız zamanı kutsamış, tanrılaştırmış olursunuz, o zaman da ortada sabit bir
değer kalmaz…. Simsiyah bir nihilizm kaplar ortalığı…. Çünkü
iki noktadan bir doğru geçer, bir noktadansa sonsuz sayıda….
Haddizatında Fıkıh Usûlü kitaplarında Şer’î Deliller; Aslî
Deliller, Fer’î Deliller; bunların birbirleri ile ilişkileri; İctihad
konuları gayet güzel anlatılmış… Bir yerde bilgi bazında eksik
yok gibi geliyor… Bütün mesele bu söylenilenlerin, yazıların
içselleştirilememesi… Oluşmaya, tomurcuklanmaya başlayan
Tefekkür zihniyetinin, sebebi anlaşılamayacak bir şekilde kuruması… Maalesef yüzyıllardır, mevrid-i nass’da içtihada mesağ
yoktur, şuuru içinde; ezmanın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar edilemez, umdesine göre ibdâ edici bir tefekkür iklimi
gerçekleştirilememiştir, müesseseleştirilememiştir.…. Nadir
ferdî fışkırışlar sistematize edilememiştir. Veya XI. Yüzyılda kilitlenen bu iklim yeniden açılamamıştır, oluşturulamamıştır.
Nitekim durmadan değişen bir dünya karşısında; önce apışma,
kendinden şüphe, hayret, hayranlık safhalarından sonra tapınma
aşamasına vasıl olunmuş…. Ve böylece murakabesiz ve muhasebesiz bir değişim manisi ki, hale devam ediyor. Bugün öyle bir
sath-ı mailde, o kadar tatlı bir süratle hareket ediyor ki, yediden
�������������������������������������������������������������������������������
) Ö. Nasuhî Bilmen, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul,
Bilmen Yay. I / 267
137
yetmişe herkes luna parktaki çocuklar gibi şen, şakrak… Kimsenin laf dinleyecek hali yok! Şöylece nazarımızı geçmişe çevirerek
bu değişimin tahlilini yaparsak, bizi gerçekten üzecek bir tablo
ile karşılaşırız. Her seferinde tekrardan utanıyoruz ama tekrardan da kendimizi alamıyoruz: “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!”
Hâlbuki Asr-ı Saadet’de çok canlı bir fikir hayatına şahit oluyoruz… Sonraki dönemde ise tedrici olarak tahrip edici olmayan, hayatiyet unsuru olan dalgalar içindeki göl birden donuyor.
Bu tefekkür iklimi birden nasıl kuraklaşır? Kaynaklar nasıl kurur? Bütün meselemiz bunu anlamaya çalışmak!.. Birkaç örnek
maksadımızı anlatmaya kâfi gelecektir. Bizim gayemiz usûl üzerinde durmak, onun için örnekleri o şekilde seçtik…
Bizzat Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm’ın Ashab-ı Kiramla
zaman zaman istişareleri, reylerini alması ayrı15 bir konu, fakat
bazen sahabelerin Hz. Peygamber’in bazı tasarruflarına itiraz ettikleri vakidir.16 Fakat bu konularda da ifrat ve tefritten kaçınmamız lâzım… Otuz üç yaşındaki Hubab b. Münzir isimli sahabe
fikrini söyledi! (Bedir savaşında ordunun yerleşmesi-konması
gereken yer meselesi..) Ama önce sordu: “Yâ Resûlallâh! Burası,
sana, Allah’ın inmeni emr ettiği, bizim için, ileri gidilmesi veya
geri çekilmesi câiz olmayan bir yer mi dir? Yoksa şahsî bir görüş
neticesi, bir harb veya harb tedbiri olarak mı seçildi” diye sordu. Kâinatın Efendisi: “Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harb
tedbiri îcâbı olarak seçildi” dedikten sonra, mülahazasını arz etti.
Artık kendimiz hevâmıza göre bir peygamber inşâ etmekten
vazgeçmeliyiz, bu durum imanlara zarar! Fahr-i Kâinât sallallahü
�����������������������������������������������������������������������������
) Bedir’de Hubab b. Münzir örneği. İslam Tarihi, M. Asım Köksal, Şamil yay.
İstanbul, 1987, sh. 8-9/ 111
��������������������������������������������������������������������������������
) A.g.e. sh. 12 / 273… Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde’nin, Hendek Savaşı’ndaki
yaklaşımları. A.g.e. 16 / 417…Başmünafık Abdullah B. Übeyy’in cenazesinde Hz.
Ömer’in tutumu
138
aleyhi ve sellem’i olduğu gibi anlamaya çalışmalıyız.17 Nitekim
Peygamberi Zîşân, Uhud Harbi’nde bizzat bir müşriki öldürmüştür. Fakat zihinlerimiz gâvurun yükselen değerleri ile öyle
bir hal ve hamur olmuş ki, devamlı öyle formatlanıyor ki, bugünün “Müslüman’ım” diyen insanı, inşâ ettiği peygamber imajına
bu durumu yakıştıramıyor. Biz hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan, Peygamberi Zîşân’ı olduğu gibi anlamaya çalışıyoruz.
Merhum Asım Köksal belirttiğimiz hadiseyi “Peygamberimizin,
Übeyy b. Halef ’i öldürmesi” başlığıyla veriyor.18” Benzeri bir hadise daha var19…
Asırlardır İslam âlemindeki Peygamber aşkı yüzlerce, belki
binlerce kitapla terennüm edildi… Kimsenin hüsn ü niyetinden
şüphelenmeye hakkımız yok, fakat bu kadar kelime, çilesi çekilmemiş, kavramsallaşmamış kelime, sanki Fahr-i Kâinât sallallahü aleyhi ve sellem’in gerçek varlığını perdeledi gibi geliyor bize.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı asıl bu gün hayatımıza temel
yapmamız gerekirken, kutlu(!) doğum haftalarıyla, kutlandırıyoruz, unutturuyoruz. Bir şey haddini aşınca zıddına döner…
Fahr-i Alem sallallahu aleyhi ve sellem’in nizamını bütün kâinata
nakşetmemiz gerekirken, sadece lafla oyalanıyoruz asırlardır.
Kur’an-ı Azimüşşan’ı evimizin en mutena yerine yerleştirdik,
Peygamber’imizi entelektüel faaliyetlerimizin erişemeyeceği,
zihnimizin en kutsal yerine hapsettik! Yani zümrüdü anka kuşu
gibi… Adı var kendi yok… Hâşâ! Mustafa Necati Paşa, Netayicül Vukuat’da bir validen bahsederken, şöyle tanımlıyor: “Mevcudül isim, madumul cisim!” Adı var, kendi yok!... İslam’ın da
hayatımızda adı var kendi yok! Veya istediğimiz kadar var! Bizi
teselli ettiği, hayatı çekilir hale getirdiği kadarıyla var! Veya içinde yaşadığımız hayatın, rasyonalist-pozitivist tek katlı, yalın, çekilmez sığlığına anlam kattığı kadar! Hayatımıza yeni bir boyut
�����������������������������������������������������������������������������
) Sahabe’nin Sünnet Anlayışı, Bünyamin Erul, TDV. Ankara, 2008, Özellikle
sh.120….
����������������������������������
) M. Asım Köksal. sh. 10-11 / 180
�������������������������
) A.g.e. sh. 10-11 / 164
139
kazandırdığı zaman… İşçimizi müteal bir varlıkla korkutma ihtiyacı hissettiğimizde!
İmam-ı Âzam Hazretleri’nin insanı heyecanlandıran, şu
muhteşem ve mükemmel ölçüsüne bakın! Nasıl o günlerden bu
günlere gelinmiş? İmam-ı Gazali hazretlerinin eserlerindeki diyalektik mantık örgüsüne dikkat edin! Medreseyi çürüten eristik
konseptten eser yok! İnsan nasıl dayanır asırlardır içinde bulunduğumuz bu duruma?… Bu günler derken biz, en az bin yılın
davacısıyız! Ebû Zehra, Hatib Bağdadî’den naklediyor, İmam-ı
Âzam’ın yaklaşımını “Ben evvelâ Allâh’ın kitabında olanı alırım.
Onda bulamazsam Peygamber’in sünnetinden alırım. Allâh’ın
kitabında ve Peygamber’in sünnetinde bulamazsam o zaman
ashabın sözlerini alırım. Onlarda dilediğimin sözlerini alır, dilediğimi bırakırım, onların sözünden başkasının sözüne çıkmam.
Fakat iş İbrahim Nahaî, Şa’bî, İbn-i Sîrin, Hasan Basri, Atâ, Said
b . Müseyyip -daha bazı adamları saydı- bunlara geldi mi, bunlar
içtihat yapmış kimselerdir, onlar nasıl içtihat ettilerse ben
de onlar gibi içtihat ederim20”
Ebû Hanife’nin mükemmel tedris usûlünü Muvaffak elMekkî şöyle anlatıyor: “Ebû Hanîfe, mezhebini talebeleriyle
istişâre esasına dayandırmıştır. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına dinde bir içtihatta bulunmamış, Allah, Peygamber ve
mü’minler için nasihatte bulunurken aşırı gitmemiştir. O, meseleleri tek tek ortaya atar, talebelerini dinler, kendi görüşünü söyler, onlarla bir ay, hatta daha fazla münakaşa ederdi. Bu meseleler
hakkında görüşlerinden biri ağırlık kazanınca Ebu Yusuf bir
esas olarak onu tespit ederdi. Nihayet o bütün esasları böylece tespit etmiş ve mezhep bu şekilde oluşmuştur. En doğrusu
ve gerçeğe en yakın olanı da budur. İnsanlar için bu, daha tatmin
edici bir yoldur. Tek başına ictihat yapanların ve sadece kendi
20) Muhammed Ebû Zehra, Ebu Hanîfe, çev. Osman Keskioğlu, İstanbul,
Üçdal, tarihsiz, sh.371
140
görüşüne bağlananların mezheplerinden daha iyidir.21” Bu iki
alıntının birlikte mütâlaa edilmesi gerekir….
Bir mesele var, Ebû Hanîfe (rh.a.) ayrı, Ebû Yusuf ile Muhammed (rh.a.) farklı fetva veriyorlar… ”Şu kadar var ki, Ebû
Hanîfe (rh.a.), görüşünü kendi döneminde gördüğü şeylerle sınırlı tutmuş, İmameyn ise bunlara yenilerini eklemiştir. Fetva
zamanın ve yerin durumuna göre verilir. Nitekim bu meselede
İmameynin görüşü zamanımıza daha uygundur……
O’nun bu görüşü de (başka bir meselede A.B.) yine kendi
döneminde tanık olduğu…… Fakat onun yaşadığı dönemde… O yörede bilinen… Örf dikkate alınır. (Hep 13. Madde,
mütâlaalarımızda baş ölçü, değişmez sabitemiz! A.B.) … Her
yerde oranın örfü dikkate alınır.22”
Dikkatinizi Hoca ile öğrencileri arasındaki çok az zaman
farkına ve o çağdaki değişimin ne kadar yavaş olduğu gerçeğin
çekmek isterim!
Ebû Hanife (699-767), Ebû Yusuf (731-798), İmam Muhammed (749-805)
Yine bir mesele var; bu mesele hakkında görüşler ve “Bu görüş, Ebû Hanife ve Muhammed (rh.a.)’in görüşü olduğu gibi,
Ebû Yusuf (rh.a.)’un da ilk görüşüdür. Ebû Yusuf (rh.a.), daha
sonra bu görüşünden dönecek…23”
İmam Gazali, İmam Şafii’nin bir konudaki görüşünü uzunca
24
anlattıktan sonra: “Şâfî tüm bu görüşlerinden vazgeçmiştir.
21) İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis
Metodu , İ.Hakkı Ünal, DİB, Ankara, 2001, sh,21
������������������������������������������������������������������������������
) Serahsî ( 1009-1090) Mebsût, Çev. Heyet, Gümüş ev. , İstanbul, 2008, sh.107
����������������������
) A.g.e. sh. 20 / 106
����������������������������������
) İmamı Gazali, Mustasfa, I/ 325
141
“ der… Bu işaret ettiğimiz örneklere benzer o kadar çok olay
var ki, hepsinin tek tek tahlili imkânsız.
Burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta, 13. Maddeye girmeyen konularda canlı bir tartışma ortamının, zihniyetinin
bulunması, zamanın ve zeminin meseleler tartışılırken, hesaba katılması, birbiriyle yaratıcı tartışma, farklı içtihadlar… Bu
şartlarda verilen fetvaların asırlar sonra; zaman ve zemin hesaba
katılmadan meselelerimize, işimize geldiği zaman aynen uygulamaya çalışmamız ne derece İslamî???
Bu süreçte ne İslâm’ın vaz ettiği değişim ve ne de değişimin
sınırları ile ilgili esaslar dikkate alınmamış, asgari sağduyu sahibi
insanların yapmayacağı hatalar yapılmış ve bunlardan ibret alınmadan aynı hatalara devam edilmiştir.
Bir de Değişim ve Değişimin Sınırları konusunda
Mekasıdu’ş-Şâri’ (İslamın Gaye ve Maksatları) veya Mekasıdu’şŞeri’a (Şari’nin Şeriatı Koymadaki Gayesi.) veya Şâri’in teşrî
gayeleri (Hükümlerin Gayeleri) konusunun tahlili gerekir…
Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin bütün emir ve yasakları bir hikmete mebnidir. Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın birçok ayet-i kerime’sinde ve hadis-i şerif ’lerde; insan ve kâinatın boş yere yaratılmadığı,
yaratılışın bir gayesi olduğu vurgulanmıştır. İslam teşrî’inin ana
gayeleri (el-makâsıd el-âmme) üçe ayrılır: Zarûriyyât, Hâciyyât
ve Tahsîniyyât.
“Zarûriyyât, toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler demektir. Bunlar yitirildiği takdirde, hayatın
düzeni yok olur, anarşi kol gezer, bozgunculuk ve kötülükler her
25
tarafa yayılır, ahiretteki ebedî saadet de yitirilmiş olur. ” Korunması gereken bu zarurî değerler şunlardır: Din, nefis,
akıl, nesil, mal. (Bazıları ırz’ı da ekliyor). Bunların korun��������������������������������������������������������������������������������
) Zekiyyüddîn Şa’bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l Fıkh) çev. İ. Kâfi
Dönmez, Ankara, TDV, 2005, sh.474
142
ması için de Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiyye bazı tedbirler ve cezalar
emretmiştir.
DİNİN KORUNMASI: “Dinin korunması için Allah cihadı emretmiştir, dinden dönenlerin (mürted), zekât vermemekte direnenlerin ve benzerlerinin öldürülmelerini
gerekli kılmıştır26”, bunun yanında “Dinin korunması babında,
halkı inanç yönünden sapıklığa sevkeden, bid’at çıkaran, İslam esaslarına aykırı hareket eden kimseler için gerekli ceza
hükümleri konmuştur.”27Bunlara ek olarak: “Müslümanlarla
anlaşma halinde olan gayri Müslimlerin İslam ülkesinde yaşama
hakları olduğu halde, irtidat eden kimseye hayat hakkı tanınmamıştır. Müslümanların inançlarına şüphe düşürenler, yanlış fetva verenler, söz ve hareketleriyle İslam’ın esaslarını
hafife alanlar cezalandırılırlar.28” Mebsut’ta Muhammed
(rh.a.)’den şöyle bir rivayet nakledilir: “Dinin alametlerinden olan bir şeyi ısrarla terk etmek, dini hafife almak demektir. Bu nedenle onlarla savaşılır.29”
NEFS(CAN)İN KORUNMASI: Canın korunması için
adam öldürene kısas30, diyet, kefaret v.b cezalar.
AKLIN KORUNMASI: İçki haram kılınmış. İçenlere
sopa vurulması cezaları konmuştur.
NESLİN KORUNMASI: Irz, namus ve neslin korunması
için zina ve kazf hadleri, recm. Bunlara ek olarak: “Kimin Lût
kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, fâili de mef ’ûlü de öldürün31”
����������������
) A.g.e. sh.414
�������������������������
) Fahrettin Atar. sh.295
�����������������������������������������������������������������������������
) Mustafa Baktır, İslâm Hukukunda Zaruret Hali, Ankara, Akçağ, 1981, sh.179
�������������������
) Serahsi; I / 236
���������������������������������������������������������������������������������
) “ Hem kısasta size bir hayat vardır ey temiz aklı temiz özü olanlar! Gerek ki
korunursunuz.” ( Bakara: 2 / 179 Elmalı )
����������������������������������
) Kütüb-i Sitte, İ.Canan: 6 / 253
143
MALIN KORUNMASI: Malın korunması hırsıza ceza,
el kesme; faiz yasak.
Fıkıh usûlü kitaplarında bu konular çok daha teferruatlı ve
uzun anlatılır. Anladığımız kadarı ile sadece anlatılır… Sebeb-i
hikmeti araştırılmaz, zikredilmez… Tahlilî bir zihniyetle ele
alınmaz…
Fakat biz muhtasar aldık. Hatta hâciyyât ve tahsîniyyâtın
tafsilatına da daha sonra gireceğiz. Bizim temel gayemiz, Değişim ve Değişimin sınırları… Usûl ve tefekkür….“ Zarûriyyâtın
korunması için konulmuş hükümler, en önemli ve öncelikle göz
32
önüne alınması gerekli hükümlerdir. ”.
Birinci meselemiz bildiğimizi sandığımız mefhumları,
mevzûları; yeniden, hiç bilmiyormuş gibi; tezekkür, teemmül,
ve tefekkür…. Şu noktaya tekraren işaret etmek isterim ki, en az
bildiklerimiz, en çok bildiğimizi sandıklarımızdır… Ve belki de
en yakın sanılan düşünceler, birbirine en zıt olanlardır… Bir deist belki de İslâma bir ateistten daha uzaktır. Veya bir ateist
İslâma bir deistten daha yakındır. Bir çember düşünün, bir yerinden küçük bir kısmı kesilip çıkarılmış… Kutup uçları A ve B
noktaları… Hareket istikametinize göre A ve B noktaları bir bakıma en uzak, bir bakıma en yakın noktalardır. A’dan saat istikametinin ters yönünde hareket ettiğinizi düşünürseniz B noktası
en uzak… Ama A’dan yelkovanın istikameti yönünde yola çıkarsanız, B en yakın nokta… Onun için dehâ ile delilik bir sınıflama
hatasıdır… Birbirine o kadar yakın ki… Bir hamle, bir sıçrayış…
Belki de bir ateistin ruhundaki maverâ hasreti, bir deistinkinden
çok daha fazla, hatta çok daha derindir… Çünkü deist nitelikli,
donanımlı bir insan olarak, kendi imkan ve kabiliyeti ile, aklı sıra
evrenin sırrını keşfettiği sanısı (doxa) ve gururu içinde arama ihtiyacı duymayabilir. Ama ateistin ruhu her an çırpınan “azgın bir
deniz“ gibi…
�������������������
) Z. Şaban, sh.418
144
Hangi hissin parmağı dokundu ki, derine,
Düştü bir gizli alev salkımı içerine?
Hangi kâbus bastı ki, seni uykularında,
Birdenbire cehennem kaynadı sularında?
……………………………….
Karşına, sahil, kaya, insan kim çıkarsa vur!
Vur başına, âlemde, kör sağır, ne varsa vur!
Necip Fazıl (1927)
İşte sanat böyle bir güce, iktidara sahip… Bu öyle bir iktidar
ki, görünmez lazer ışınları ile sizi sarar sarmalar, yıllarca bütün
kişiliğinizi ipotek altına alır. Kişiliğinize sahip olur. Yirmili yaşlarında şair hangi intibalarını, intim sferdeki hangi iç yaşantılarını,
iç oluşumlarını yaratıcı hayal gücünün görünmez kalıplarının
yardımı ile kelimelere dökmeğe çalıştı? Nasıl kavramsallaştırma
çileleri çekti?.. Ama on yıllar sonra bende, böyle bir imaj yarattı… Büyük sanatkar o insandır ki, muhatabının entelektüel donanımı arttıkça yarattığı imajlar da zenginleşir…. Okuyanı velûd
bir tedâiler derinliğine, çeşitliliğine ve bolluğuna gark eder…
İmajları, kavramları çoklu doğumlara gebedir, bire bin verir…
Onun için uzun asker mektubu gibi şiirlere alışamıyoruz! “Eeee,
sarı öküzden ne haber? Doğurdu mu? Peki ama öküz doğurur
mu? “ Önemli değil siz saçmalayın, birileri çıkar yorumlar, yani
bir kılıf uydurur; bilinçaltının özgür oluşumları ve benzeri gibi…
Lütfen düşüncemizi, kavramlarımızı ilkah edin, ondan sonrasını
okuyucuya bırakın… ”Azgın Deniz” in şairinin belki de hiç düşünmediği bir yorumu… Bir deistin sığ, durgun, yosun tutmuş iç
âlemine karşılık; bir ateistin ruhunda kopan tayfun, hortum, fırtına, zelzele… Necip Fazıl böyle yazmış, ben de böyle yorumluyorum!.. Bu cesareti nereden alıyorum? “Arı bal yapar, fakat balı
33
izah edemez. ” Umulur ki; “Azgın Deniz”de böyle bir çilenin
sujesi olan bir ateist, kendisini yemyeşil bir tevhid kıyısında
bulur! … Öyle sanıyorum ki; bir rahibin veya bir hahamın
Türkçe konuşurken kullandığı “Allah’ kelimesinden kasteddiği transandantal varlık; bir ateistin inanmadığı transan����������������������
) Çile, Poetika, 469
145
dantal varlıktan; Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ne daha uzaktır. Yokluk doldurulabilir! Ama var sanma? Pseude (sahte,
sözde) dolduruşlar, zavallı tatminler, arama ihtiyacını, aşkını yok eder! “Yarım oluşlar, gerçek oluşları imkânsız kılar!”
Baş mesele tahlilî (analitik) tefekkür…
Acaba naiv insanlara basit gibi gelen konular, o insanlarda sadece kuru bir mâlûmattan mı ibarettir? Yoksa bütün entelektüel
hayatımızın temelini teşkil eden, içselleştirilmiş, ihlasla benimsenmiş hakikatler midir? Tek meselemiz iman!... Allah tasavvuru, Peygamber tasavvuru, Kur’an tasavvuru, ashab tasavvuru…
Maddî ve manevî bir herc ü mercin yaşandığı bir dünyada biz de
bütün derûnî hayatımızı, bize ait özü farkına bile varamadan kaybetmiş olmayalım? Bütün mukaddeslerimizi kelimelerin sırtına
yükleyip, gönlümüz, kalbimiz bomboş kalmasın! Sözde tarikatçının, sözde zikri gibi!
Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde
Ziya Paşa
Çünkü bütün varlıkların DNA’sını değiştirdiler… Dıştan
bakıyorsunuz sûretâ elma… Ama ne elmanın rayihası, ne tadı,
ne de lezzeti var… Elmaya en uzak bir elmamsı… Size ilaç diye
verilen şişenin yüzündeki kelime ile iktifa etmeyin, muhtevasını
araştırın, çünkü verilen; tadı, kokusu, rengi kabul edilebilir kıvamda imal edilmiş bir zehirdir… Çünkü düşüncemizin, imanımızın DNA’sını değiştirdiler.
Özellikle “diyalog”, “Medeniyetler Arası İttifak” gibi müelliflerinin uzun yıllar düşünerek, hesaplayarak dizayn ettikleri
programlarda ve bunların mütemmim enstrümanları olan, iftar(!), kandil(!), aşure günleri gibi dinsel aktivitelerde; hazırlıksız ve muhasebesiz sadece egemenlere hizmet, emirlerine
muhatap olabilme mutluluğuna ve verilecek ödüle razı, bayram
146
çocukları gibi heyecan içinde gavurlarla öyle içten bir temas halindeyiz ki; “Allahü Zü-l-celâl Hazretleri” tasavvurumuzda iğtişaş ve ibham meydana gelmiş olmasın! Dikkat, hal sârîdir…
İnsan farkında olmadan egemenlerin, ödül dağıtıcıların,
zalimlerin, korktuklarının rengine boyanır… Bilerek onlar
da “Allah’a inanıyorlar” diyen bir insan kâfirdir34. Cehalet de
bir insanı kurtarabilir mi? Her konuya akılları eriyor… Biraz da
İslâm’ı anlasınlar!... İslâm’ı anlamanın ilk şartı, birinci şartı, kınayıcıların kınamasından korkmamaktır! İnandığımız; hayat ve
egemenler karşısında duyduğumuz korkularımızın ve çaresizliğimizin toplamı olan bir trancendantal varlık mıdır? “Rabbimiz
Celle Celâlühu Hazretleri” midir? Hak Teâlâ Hazretleri’ne Allâh
Celle Celalühü ve Resûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in istediği
gibi inanıyor muyuz? Bu soruyu ben usanmadan soruyorum, siz
de kendinize sorun! Nefsinizin hoşuna gitmiyorsa, doğru yoldasınız. Devam edin sormaya!…
Birinci meselemiz, tekrar ediyoruz: bildiğimizi sandığımız
mefhumları, mevzûları; yeniden, hiç bilmiyormuş gibi; tezekkür, teemmül ve tefekkür etmek… İman nedir?... Allah tasavvuru, Peygamber tasavvuru, Kur’an tasavvuru, ashab tasavvuru ne
demektir?..
O zaman; önce şu konu üzerinde net bir anlayışa sahip olmamız gerekir: “Kur’ân-ı Kerim’in tamamını, bir kısmını, sûrelerden
birini yahut ta bir âyetini inkâr etmek küfürdür. Bu arada
Kur’ân’dan olduğuna icmâ edilmiş olan bir kelimeyi veya
mütevatir bir okuyuş tarzını inkâr etmek, Kur’ân’da zikredilen şeylerin varlığına inanmamak, Kur’ân’a bir şey ilave etmek, ondan olduğu kesinlikle bilinen bir harfi inkâr etmek
veya değiştirmek de küfür sayılmıştır.35” Yine aynı mevzû
�����������������������������������������������������������������������������
) Tevbe Suresi: 9 / 30; Maide Suresi: 5 / 72,73 Din kompradorlarının hasta
dimağlarından çıkan herzelerin tuzağına kanmamak için meal değil, muteber
tefsirleri okumak lâzım…
�������������������������������������������������������������������������������������
) Ahmet S. Kılavuz, İman Küfür sınırı Tekfir Meselesi, İstanbul, Marifet Yay. 1996,
sh.144
147
hakkında Gümüşhânevî Hazretleri: “Kur’ân’ı Kerim’den bir
ayet-i celileyi inkâr eden, Kur’ân-ı Kerim’i, mescidi ve dinen
hürmet gösterilmesi gereken yerleri hafife alan, Kur’ân-ı
Kerim’den bir yeri beğenmeyen, alaya alan ve hatâlıdır diyen
kimse kâfirdir.36” diyor. Önce iman nedir? Kur’ân nedir? Önce
ikrar, ama kalb ile tasdik!...
Yukarda arz ettiğimiz, Zarûriyyâttan addedilen; Din, nefis, akıl, nesil ve mal kavramlarının her din, dinsiz ve uygarlık için farklı anlamları vardır. Dolayısıyla biz konuya akademik olarak yaklaşırsak, zarûriyyâttan telakki edilen bu
unsurların korunması da her dine göre farklıdır. Her çeşit
algılamaya ve anlamlandırmaya göre değişik yaklaşımlar
vardır. Bunu kabul etmemiz gerekir. İslâm’ın söz konusu değerleri koruması için vaz ettiği cezaları bir nebze arz ettik, fakat
bir Müslüman için, bunların yanında bir de Sedd-i Zerâyi var ki;
Şer’an yasaklanmış haram veya mekruha götüren vasıtaların yasaklanmasına denir. “Meselâ, zina haramdır. Zinaya vasıta olduğu için helâli olmayan kadınla halvet (yalnız) olmak haramdır.37”
Ve şu örnekler: “Meselâ, şarap imalâtçısına üzüm satmak,
kargaşa dönemlerinde silah satışı yapmak, kumar ve fuhuş
gibi haram fiillerin işlenmesinde kullanılacak kişiye gayrimenkul kiralamak… Başkasının bir malı belirli bir vâde ile
yüze satıp daha satım parasını teslim almadan aynı malı o
kimseden peşin seksene satın almak (bey’ul Îyne)38”
Yukarıda verilen bilgilerin tahlil ve terkibini yapan Müslüman olmayan bir kişi bunları çok vahşî, insanlık(!) dışı, özellikle çağdışı bulabilir. Tam bu noktada biz, çağdışı tesbitine bütün
gönlümüzle katılıyoruz. Çünkü bize göre bu çağ hastadır ve
bu hasta çağın tek tedavi çaresi de ancak, çağdışı bir din
olan İslâmiyettir!... Ayrıca Müslümanlık iddiasında bulunan
�������������������������������������������������������������������������������
) A.Z. Gümüşhânevî, Ehl-i Sünnet İtikadı, çev. A. Kabakçı-F. Günel, İstanbul,
Bedir yay. 1980, sh.105
����������������
) F.Atar. sh.99
������������������
) Z.Şaban, sh.203
148
bazı kişiler; çağdaşlaşma, batılılaşma, modernleşme, uygarlaşma, medenileşme v.b. gibi bazı kavramlarda pseude (sahte, sözde) bir ayrım yaparak kınayıcıların kınamasından39 kurtulmaya
çalışmaktadırlar… Hâlbuki bize göre; nüanslara, ince farklara
rağmen bu kavramların hepsi de eşanlamlı kavramlardır. Hepsinin tek bir karşılığı vardır, bir Müslüman için: gavurlaşmak!..
Sürekli şekilde sınanıyoruz!... İmanımız sınanıyor!... Hak Teâlâ
Hazretleri’ni, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı ciddiye alıp
almadığımız sınanıyor… Sözde değil, özde! ”Allah’a inanmakla böbürlenen fakat o yokmuşçasına yaşayanlar, bir süre sonra
imanlarından şüpheye düşerler!” Ebû Saîd Harrâz: “Allah’ın kitabını idrâkin ilk derecesi, onunla ameldir.40” buyuruyor… Ne
zamana kadar nefsimizin elinde oyuncak olacağız? Ne zamana kadar bütün değer ve eylemlerimizde sadece nefsimizi
merkez yapacağız? Bu bir geosantirizm… Egoizm değil… O
yüzden tedavisi çok daha zor!
Lütfen, bir daha saymayacağım, altlarını çizdiğim satırlar bir
daha okunsun! İslâm’ın emri olan bu tedbirler ve cezalar uygulanmadan, bir Müslüman, ırzını, namusunu, izzetini, haysiyetini, dinini, malını, canını nasıl korur? Bir kere daha tekrar pahasına şunu söylüyorum ki; Müslüman olmayan bir kişinin bu
saydığımız değerleri yorumlaması ve atfettiği önem değişebilir.
Dolayısıyla “korumak!” kavramına da farklı bir anlam atfedebilir!
Fakat bizim hedef kitlemiz “Müslüman’ım!” diyenlerdir! Muhkem ayetlerle sabit had cezalarını, kısası, bizzat Fahr-i Kâinât sallallahü aleyhi ve sellem’in tatbik ettiği recmi uygulamadan ırzını,
namusunu, izzetini, haysiyetini, dinini, malını, canını nasıl koruyacaksın? Kendimizi, çocuklarımızı, ve torunlarımızı nasıl
bir gelecek bekliyor? Hiç ürpermiyor musun? Önce at izinin it izine karıştığı, düşünsel abur cuburluğun kişilikleri,
entelektüel varlığımızı obezleştirdiği şu postmodern çağda
hepimiz oturalım kendi kendimize, bu saydığımız değerlere
atfettiğimiz anlamı korkusuzca bir daha sorgulayalım! Asıl
������������������������
) Mâide Suresi: 5 / 54
���������������
) El-Lüma’, 77
149
mesele orada!... ”Bizzat değer hükümlerinin çivili olduğu can
evi” mizden hastayız… Bizi kurban ettiler(!)… Küçük yaştan
beri bazı İslamî değerleri kafamıza nakşettiler, en basiti kıskançlık(!)… Sa’d İbnu Ubâde radıyallahü anh, bir mesele konuşulurken, karısının kıskandığından bahseder, Resûlullah aleyhissâlatü
vesselâm: “Şu efendinin söylediğine bakın! Evet (biliyoruz ki)
o kıskanç bir adamdır. Ama ben ondan da kıskancım, Allah da
benden kıskanç.41”
Artık eski kavramlara inanmıyoruz. Kelimeler aynı kalıyor, fakat içeriğini yeniden dolduruyoruz! Çünkü önce
yaşıyoruz, sonra davranışlarımızdan süzerek yeni ilkeler
çıkarıyoruz. Yaşadığımız bir hayat var, o hayata göre oluşturduğumuz bir “kıskançlık” algısı oluşturuyoruz! Yükselen Değerlere göre oluşmuş bir iktisadî hayatımız var. Önce
tatbik ediyoruz, sonra sözde İslam’dan kılıf arıyoruz… Pratik
önce, teori pratiklerden devşiriliyor… Tam materyalist bir zihniyet…. ”İnandığımız gibi yaşamadığımız için, yaşadığımız gibi
inanıyoruz.” Küçük yaştan beri yarım yamalak da olsa zihnimizi
mengene içine alan çelik çemberleri parçalıyoruz… Bu bir savaştır!... Kimse bize engel olamaz… Dönüşürüz, dönüştürürüz!
Çoluk çocuğumuzla; gücün, üstün olma ve hükmetmenin tadını
öyle bir aldık ki, bedeli umurumuzda değil!
Hassasiyetinizi bilemeye, sizi kışkırtmaya yaptığımız hazırlıktan sonra, bir daha muhasebe ve tefehhüme vesile olur
ümidiyle “hadlerle“ ilgili mütemmim bilgi ve ayetleri şimdi
veriyorum:
Hudud haddin çoğulu; Kur’ân-ı Kerim’de on dört yerde
geçiyor… Örnek olarak ”İşte bütün bu ahkâm Allah’ın kestiği
hududdur. Her kim de Allah’a ve Resulüne âsî olub hududunu
aşarsa onu da bir ateşe sokar içinde ebedî kalmak üzere o, Hem
ona tezlil edici bir azab var…42” Had, Kur’an ve Sünnet’te be��������������������������
) İbrahim Canan, 12 / 289
����������������������������������
) Nisa Suresi: 4 / 13,14 (Elmalı)
150
lirlenmiş, kısas ve diyet dışındaki cezaî müeyyideleri ifade eden
fıkıh terimidir. {İşte âmmenin mesalihi için, yani: içtimaî heyete
ait fesadları def, menfaatları celb için ifası icab eden ve mikdarları şer’an muayyen bulunan bu cezalara “hududullah, hududu
şer’iyye” denildiği gibi “hukukı ilâhiye” namı da verilir. Bu cezaların böyle Hak Tealâ Hazretlerine nisbet edilmesi, bunların
ehemmiyetlerine ve başkaları tarafından afüv ve iskat edilemeyeceğine işareti mutazammındır.43} Had cezaları, bu bakımdan Kısas, diyet, ta’zir ve tedipten farklıdır. Hadle ilgili Âyet-i
Kerime’ler şunlardır:
“İmdi, zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, Allah’ın hükmünü
uygulama işinde sakın acıma hissi sizi etkisi altına alıp da uygulamayı engellemesin. Hem onların bu cezalandırılmalarında müminlerden bir cemaat da bulunup şahid olsun.44”
“İffetli kadınlara zina isnad edip de buna dair dört şahid getiremeyen herkese seksen değnek vurun ve bundan böyle, onların
şahitliklerini artık ebediyyen kabul etmeyin. Çünkü bunlar gerçekten fâsıkların ta kendileridir45.”
“Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak
üzere ellerini kesiniz. Allah azîz ve hâkimdir (mutlak galiptir,
tam hüküm ve hikmet sahibidir46”.
“Allah ve Resûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak)
düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların
���������������������������
) Ö.Nasuhî Bilmen, 3 / 187
�������������������������������������
) Nur Suresi: 24 / 2 (Suat Yıldırım)
������������������������������������
) Nur Suresi: 24/ 4 (Suat Yıldırım)
���������������������������������������
) Maide Suresi: 5 / 38 (Suat Yıldırım)
151
dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır. 47“
“Ancak onların üzerine kâdir olmanızdan evvel tevbe edenleri müstesna. İmdi biliniz ki, şüphesiz Allah Teâlâ çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.48 “
“İbn Abbas’ın da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben,
Ömer b. Hattab’ı şöyle derken dinledim: Ey insanlar, şüphesiz
recm haktır. Sakın ondan yana aldanışa düşürülmeyesiniz. Bunun âyeti (alameti) de şudur: Resulullah (sav) recm etti, Ebu
Bekr recm etti. Biz de ikisinden sonra recm ettik..49”
Nerede İslâm? Nerede hudud? Allâh Celle Celalühü hududu? Nerede, Mekasıdu’ş-Şeri’a? Değişim? Değişimin sınırları!.....
Yine burada kınayıcıların kınamasından korkarak, suçun sübutunu isbat etmenin zorluğundan, uygulamadaki insancıllıktan
bahsetmeyin!... Sayacağınız hiç bir mazeret had cezalarının çağ
dışılığını engelleyemez… Her an imanımız sınanıyor: “İnsan
başıboş bırakılacağını mı sanır?50”…. Bir kere daha soruyorum
KRONOSTEOS’a mı inanıyorsunuz? Yani zaman-tanrı’ya!
Kronos’un ipine sarılırsanız, çok sağlam bir kuvvete dayanmış
olursunuz. Çünkü tanrıların tanrısı, tanrıların babası, büyüğüdür Zeus, … Fakat Zeus da Kronos’un oğludur. Yani Kronos
Zeus’un babasıdır… Ve herkes Kronos’un mahkemesinde yargılanacaktır…
Ama bir Müslüman Allah (c.c.)’ın ipine sarılır: “Hepiniz
toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın.51” Âl-i İmrân: 3 / 103 (Suat Yıldırım)
����������������������������������������
) Maide Suresi: 5 / 33 (Diyanet Vakfı)
��������������������������������������
) Maide Suresi: 5 / 34 (Ö.N. Bilmen)
��������������������
) Kurtubî: 7 / 249
�������������������������������������
) Kıyamet: 75 / 36 ( Suat Yıldırım )
����������������������������������������
) Âl-i İmrân: 3 / 103 ( Suat Yıldırım)
152
Yukarda kısmen arz ettik ama merhum Ömer Nasuhî Bilmen “hadd”in önemine binaen tekrar “Ta’zir ile hudud arasında farklar” diye bir başlıkla konuya yeniden döner ve: ”Hudud
mukadderdir, muayyendir. Bunlarda ziyade ve noksan cari
olmaz…. Hududda şefaat caiz değildir. Veliyyül’emir, şefaate mebni had ikamesini terk edemez”. Bu cezaların özelliklerinden bazılarını tekraren arz ettik! Amacımız İslâm’ı itici,
sevimsiz hale getirmek değildir. Zaten hiç kimsenin de böyle bir
hakkı yok!... Mesele olduğu gibi anlayabilmek, aktarabilmek…
Merhum Ömer Nasuhî Bilmen yukarda verdiğimiz konulara
şunları da ekler: “Had; mümeyyiz çocuk hakkında tedib edilemez, şüphe ile sâkıt olur, müruri zamanla sakıt olur, ikrardan
52
rücü sahihtir, tedahül caridir. .”
İslam ceza hukukunun temel umdesi Hz. Peygamber tarafından şöyle vaz’ edilir: {Âişe radıyallahü anhâ’dan: Allah Resûlü
(sallallahü aleyhi ve selem) buyurdu: Gücünüz yettiğinizce
Müslümanlardan şer’î cezaları önleyin. Eğer muteber çıkış yolu
(özrü) varsa serbest bırakın. Çünkü idarecinin affetmekte yanılması, ceza vermekte yanılmasından daha iyidir.53” Yine yukarda
arz ettiğimiz temel umdeye ek olarak: {Özetle, hâkimin, cezayı düşürmenin bir yolunu araması teşvik edilmiştir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve selem) “Şüphelerle had
cezalarını düşürünüz” buyurmuştur.54} Bütün bunlara rağmen had cezası sübut bulmuş ve uygulanacaksa, insan muhayyilesini berhava edici şu tarif ve tavsiften müstağni emir:
{Şeddad bin Evs radıyallahü anh’dan: Allah Resûlü sallallahü aleyhi ve selem’den iki şey ezberledim: şöyle buyurdu:
“Allah her şeyin iyi ve mükemmel yapılmasını farz edip emretmiştir. Onun için öldürdüğünüz zaman usûlüne riayet
ederek iyi ve güzel öldürün.55” Cezadan sonrası: “Görmez�����������������������
) Ö.N. Bilmen: 3 / 326
�����������������
) Rûdânî: 3 / 29
�����������������
) Mebsut: 9 / 64
����������������������������
) Rûdânî: 2 / 201 ve 3 / 48
153
misin ki; Peygamber (s.a.v.) ölümü önlemek için, hırsızın
elinin kesildikten sonra tedavi edilmesini emretmiştir.56}
Şimdi daha önceki sorularımıza ek olarak şu sorular çıkıyor
ortaya: T. C. Kanunlarında cezâî bir karşılığı bulunan zina yasağı
hükmünü, suç olmaktan çıkaran parlamenterlerin imanî bakımdan hükmü nedir? Bunlara seçmen sıfatıyla rey verenlerin imanî
bakımdan hükmü nedir? Önce “hâyâ imandandır”, Allah Celle
Celalühü cümlemize iman nasip etsin ve hâyâ ihsan buyursun!
Çünkü kimse oportünizmle baş edemez… Bu sorularımızın cevabı birilerine göre gayet basit! Sanki zina yasağını Veliyyül’emir
mi koymuştu ki? Kaldırılması mesele olsun… Zaruretler memnuyu mübah kılar! Evet, birilerinin iktidar olması, birilerinin de
sırf seçmen sıfatı ile de olsa o iktidar hâlesi içinde bulunması
zaruret! Yeter artık başka gerekçe saymayın, yeter artık… Bir
insanda hâyâ olmadıktan sonra… Allah Celle Celalühü’den korkup, ümmetten utanmadıktan sonra… Ümmet???
Kur’an-ı Azimü’ş-şan bir masal mıdır? Bu âyetler bir zamanların bilge kişilerinin kült haline gelmiş vecizeleri midir? Şeriat-ı
Garrâ-yı Muhammediye hasta bir dimağdan çıkmış hezeyanlar
mıdır? Eğer ”hâşâ!” diyorsan, ‘nasıl sildin Allâh’ı ve Resûlünü toz
gibi gözden?’ Yüzyıllardır (en az dörtyüz kusûr yıldır) Şeriat-ı
Garrâ-yı Muhammediye’yi uygulayamadığın için ne hale geldik?
Daha da ne hale geleceğiz? Yüzyıllardır, kendini değiştirmek yerine Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye’yi değiştirdin… Nefsine gücün yetmedi, şeriata yetti. Şeriatta “hile” mefhumu hangi manaya mutezammındır, sen Allah Celle Celalühü’den utanmadan ne
hale getirdin? “Hile-i Şeriyye”yi Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ni
-hâşâ- bir aldatma bir oyunu haline getirdin! Kısa da olsa ilerde
üzerinde duracağız… Hakk’a değil, halka tapındın! Hakk’ı değil
halkı rab edindin! Allâh’ı ve Resûlünü kelimelerde kaybettik!
������������������
) Mebsut: 9 / 121
154
Peki! Okuduk, sorduk, araştırdık had cezalarındaki âyetlerin
hepsine inandık! Hatta doğrudan iman akidelerinden olduğuna kanaat hasıl ettik. Ama kim uygulayacak bu Şeriat-ı Garrâyı İslâmiye’nin cezalarını? Herkes kendi uygulamaya kalkarsa
ne olur? Anarşi… O zaman bu cezaları tatbik edecek devlet
nerede? İslâmî devletin gerekliliğine inanmayan Müslümanlar
Zarûriyyâttan telakki edilen değerlerin önemi, değeri konusunda kendilerini bir daha sorguya çeksinler!... Acaba İslamiyet, din ile neslin korunmasına gereğinden fazla mı önem
atfetmiştir? Acaba bu görüşte olanlar için; şu dört günlük
dünyada din, iman, namus, izzet, vakar v.b. kıymetlerden
daha önemli değerler mi var?
Hemen şu noktayı işaret edelim ki: “İslâm dini, şahsî hakların ağır bastığı cezalar da dâhil olmak üzere, cezalandırmayı devlete ait bir hak ve görev kılmakla, hem devlet ceza hukuku fikrini
tesis etmiş, hem de kısasın infazında, diyette ve hadleri uygulamada düzensizlikleri, haksızlık ve aşırılığı, eşitsizliği ve şahsî düşmanlıkları ortadan kaldırarak cezalandırmayı kanunî, genel ve
âdil esaslara bağlamıştır. Cezalandırma devletin hâkimiyetiyle
yakından ilgili olduğu içindir ki İslam’ın ilk devirlerinde temel cezaların infazı devlet başkanının, bölge valisinin veya
fevkalâde yetkili mahkemelerin, tâli derecedeki cezaların infazı
ise normal mahkemelerin yetkisinde bulunuyordu.57 ”Kur’ân-ı
Azimüşşan’da tebliğ buyurulan bu hükümleri birey uygulayamaz, İslâmi devlete de ihtiyaç yok! O zaman haysiyetlice kalbinizden geçeni söyleyin, Kur’ân-ı Azimüşşan bir müze katalogu
mudur? Yüzyıllar önce kullanılıp, tedavülden kalkmış ilkel bir
alet edevatın kullanma talimatı mıdır?
Mukaddes ölçülerin izin ve sınırlarına riayet etmeyen, -hatta provokatif bir ifade kullanacağım- onları ciddiye almayan bir
değişim zihniyetine sahip olduğumuzu açıklamaya çalıştım.
Şimdi fikir planında temellendirmeye çalıştığım unsurları somut
�������������������������������������������������������������������
) Ali Bardakoğlu, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1993, sh.472
155
örneklerle pekiştirmeyi deneyeceğim… Burada, İslamiyet’i ve
umdelerini nazar-ı dikkate almasak dahi, sosyolojik ilkelere göre
de, yüzyıllardan beri süregelen değişimin tatbikatının da objektif
olarak yanlış olduğunu ortaya koymaya gayret edeceğim!
Fiziksel zaman, psikolojik zaman ve tarihi zaman farklı gerçekliklere sahip fenomenlerdir. Özellikle sosyal olayların içinde
yaşandığı zamanı kesin hatları ile sınırlandırmak mümkün değildir. Örnek olarak felsefe tarihinde bir dönem ne zaman başlar,
ne zaman biter? Hele Batı uygarlığı gibi diyalektik, daima antitezini de içinde taşıyan, eleştirel bir özelliğe sahip bir kültürde,
her zaman, bir dönem, kendi alternatifini de içinde taşır ve vakti
geldiğinde ortaya çıkarır. Her egemen sürecin içinde gelecek,
mayalanmaya başlamıştır. Her düşünsel iktidar, müstakbel hükümdarlık elde edecek, rakibini de besler… Onun için bu süreçleri biri birinden bağımsız düşünemezsiniz… Yani Renaissance, Ortaçağ’ın rahminde filizlenmeye başlamıştır. Bazen ondan
besleniyor, bazen onunla acımasızca savaşıyor… Kendini arıyor,
kendi kendi olmaya çalışıyor. Kırıyor döküyor, ama nihayetinde
içinde yaşadığı toplumun dilini konuşuyor, onun hayat pratiklerini paylaşıyor… Nihayetinde somut bir durumla savaşarak
kendini tarif ediyor, temellendiriyor ve inşâ ediyor. Dolayısıyla
hiç değilse kendisine karşı oluşan tepkiye sebeb olduğu, geleceği geçmiş tayin ediyor… Yeni değerler yeni kurumlar, verili
kurumlar, hazır kurumları eleştirerek kendini konumlandırıyor,
kendini inşâ ediyor. Çünkü biraz da birey olarak, kurum olarak,
toplum olarak kendimizi oluşturan, muhalifimiz, antitezimizdir.
Yani doğumdan itibaren hazır bulduğumuz değerler… Onlarla
hesaplaşarak “ben “ oluyorum!
Bize göre de asıl mesele burada ortaya çıkıyor. Bizim inşâ
etmediğimiz, hatta inşâsında müdahil olmadığımız, beyin terimizle, fikirsel ibdâ gücümüzle katkıda bulunmadığımız, daha
doğrusu sürekli bizimle hesaplaşarak, özellikle öz değerlerimize karşı kurulmuş bir uygarlık… Ve o uygarlığın oluşum süre156
cinde ördüğü bir davranışlar örüntüsü… Ve devam eden bu
oluşum sürecinde ortaya çıkan problemler… Bunlar bizim
meselemiz değil! Biz o pratikleri yaşamadık… Onların doğurduğu sorunlara sahip değiliz… Fakat Batı Uygarlığına tapınarak
sorunlarımızı çözmeye çalışıyoruz… Yani yüzyıllardır içinde
bulunduğumuz değişim, mahalle koca karılarının komşularının farklı bir hastalık için kullandığı ilaçlarını kullanmalarına
benziyor. Çünkü İslâm-Osmanlı Ortaçağ’ı ile Batı Hıristiyan
Ortaçağ’ı oluşum süreçleri tamamen biri birinden farklı…
Dolayısıyla sorunları da farklı… Nasıl “değişiyoruz!” diye,
Batı kurumları ile kendi kurumlarınızı değiştirirsiniz? Daha
önceki bölümde örnekleri ile arz etmeye çalıştık; laiklik, Batı
Ortaçağ tarihî oluşum sürecinin doğal bir uzantısı… Çok çarpıcı sadece bir alıntı yapacağım: “Papa Avrupa’nın diktatörü idi.
Haçlı seferleri yapılmasını emrediyor, kralları tahtlarından
indiriyordu. Hayratlarla vakıflar, servetlerle şan ve şeref adına ne varsa hepsi Kilise erkânının ayakları dibine konuluyor
ve bu minnetin aşırılığı dahi, onların yaptıkları iyilikleri ölçmeye
yarıyordu. Fakat beri yandan başka bir kimse de işe koyulmuştu
ki o da derebeyi idi… Devletin başta gelen sınıfı olan ruhbanın
özel bir teşkilâtı vardı ki onu politik bir topluluk haline sokuyordu. Ruhban temsilcileri iki yılda bir toplanarak Devlet vergileri,
resimleri hakkında oy veriyorlardı. 58 ”Böyle, dünyevî ve uhrevî
egemenliği tekeline almış, maddî ve manevî istismarın mümessili olan, Hıristiyanlığı metalaştırmış, sürdürülmesi akıllara ziyan
bir durumun arkasından laikliğin gelmesi doğal bir süreç… Hatta geçmişin doğal uzantısı… Hatta biraz tarihî ve felsefî tetebbuatınız varsa; bu hal bin yıl nasıl devam ettirilebilmiş?”, diye
hayret edersiniz.
Ama Osmanlı Ortaçağı’na geldiğinizde yine hayretler içinde kalırsınız, bir türlü “laikliğin” ne olduğunu anlayamazsınız…
Bugün dahi şuurlu bir Müslümana yine anlatamazsınız!.. Ama
��������������������
) P. Gaxotte, sh.4
157
oportünist bir dinci “kitabına uydurur”, fakat birazcık fikir namusuna sahipse vicdanına uyduramaz.
Aradaki farkları kurumsal ve riyazî bir biçimde kısaca ortaya
koymaya çalışacağım: Bir kere İslam’da Batı ortaçağının alameti fârikası olan “Kilise” diye bir kurum yok… Kilise sadece bir
mekân değil; müthiş bir maddî ve manevî gücü uhdesinde bulunduran, zülüm ve tahakküm üreten teşkilatlı bir kurum. Hatta
devletin üzerinde, onu da istediği gibi dizayn eden, yapılandıran
bir kurum… Lütfen şöyle bir lise bilgilerinizi hatırlamaya çalışın!… Bizim Batıcıların her öğrettiği de yalan değildi… Bazen
doğruları da öğrettiler… Cennette arsa satmalardan, kralları
aforoza kadar iktidarın merkezi… Yalnız düşünsel şaşılığa ve
mantıksal renk körlüğüne sahip olduğumuz için yanlış analizler
yapmayalım… Bizim Batıcıların amacı din ve Hıristiyanlık üzerinden yine İslâm’a nişan almaktı… Bütün mesele; düşmanlığın
ötesinde İslâm nefreti ve ruhlarından dökülen ufûnetin pis kokusunun, İslâm’dan geldiğini sandıkları yanlış sanı yüzünden,
projeksiyon mekanizmasını kullanarak müberrâ ve münezzeh
İslam’dan duydukları tiksinti!..
Nebiyy-i Zîşân: “Yeryüzü bana temiz ve mescid kılındı.59” buyurmuştur. Bir kere bir Müslümanın ibâdet etmesi
için özel bir mekâna ihtiyacı yoktur. Yaygın olan bir deyişle,
her ağacın altı mü’min için mesciddir. Ayrıca mescid aynı
zamanda; birçok beşerî faaliyetlerin de merkezidir: “yabancı
elçilerin kabul edildiği yer, mekteb, hapishane, irşad yeri, buluşma görüşme yeri, istirahat yeri, mahkeme, mal taksim yeri (taşradan gelen zekât ve sadaka malları, ganimetler), abdest alma
yeridir.60”, şu rivayete özellikle dikkatinizi rica ediyorum: “Enes
radiyallahu anh’dan: Allah Resûlü sallallahü aleyhi vesellem
Medine’ye geldi… Nerede namaz vakti gelirse orada namaz
�������������������������������������
) T.D:V. İslam Ansiklopedisi, 7 / 46
�����������������������������������������
) İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte: 15 / 314
158
kılardı, hatta koyun ağıllarında bile namaz kıldığı olurdu.
Sonra bir mescid yapılmasını teklif etti.61”
Mücerretle, müşahhası biri birine karıştırmayalım… Eğer
örneğimiz asr-ı saâdet ise buyurun size bir manzara: {Abdullah İbnu Ömer Radiyallahu anh anlatıyor: “Mescid, Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm zamanında kerpiçten yapılmıştı. Tavanı
hurma dalları ile örtülmüştü. Direklerini hurma kütükleri teşkil
ediyordu. Hz. Ebubekir radiyallahu anh (gerek tezyin ve gerekse tevsî yönüyle) hiçbir ilâve getirmedi. Hz. Ömer radiyallahu
anh, (enine boyuna) artırarak mescidi, Resûlullah devrindeki
tarz üzre (kerpiç ve hurma dallarıyla) yeniden inşa etti…62}
Fakat bütün bunlara rağmen mescid yapmanın, tamir etmenin
faziletleri ayrı bir konu.. Kilise gibi teşkilatlı bir kurum değil, iktidar merkezi değil! Dünyevî ve uhrevî iktidar üretmiyor… {Ebu
Hureyre radiyallahu anh’dan: (Allah Resûlü sallallahü aleyhi ve
selem buyurdu: ) “Kim Allah’a ibadet edilecek bir evi helâl maldan yaparsa, Allah da onun için cennette bir ev yapar.63} Evet
helâl maldan!... İslâm’da adım atmak için Müslümanın yediği ekmek, giydiği elbise helâl kazançtan olacak… İslâm’da esas
olan helâl kazanç, ondan sonra harcama… İslâm’da sarf mahalli
kazancı meşru kılmaz… Zekât da ancak bir Müslümanın bütün
imkân ve kabiliyetini kullanmasına rağmen, elde olmadan karışan kiri temizler… Ölçme, tartma, malı övmekle tanıtma arasındaki çok ince çizgi… İşçinin hakkı? İsrafla cimrilik arasındaki
ince çizgi…
Batı Ortaçağı’nda Kilise ile birlikte bir ruhban sınıfı teşekkül
etmiştir. Bunların özellikleri:
Yalnız erkeklerden seçilir.
Ruhban sınıfı, özel bir dini eğitimden geçer,
�������������������
) Rûdânî: I / 184
����������������������������������������
) İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte: 15/ 322
������������������
) Rûdânî: I / 183
159
Özel giysileri vardır,
Dini törenleri yönetme ve dini metinleri yorumlama yetkisiyle donatılmıştır, bazı mezheplerde törenleri Latince, Yunanca
gibi dini metinlerin en eski çevirilerindeki dilleri ile icra eder.
‘Din adamlığını’ bir ‘meslek’ olarak seçmiştir, kendisini, hayatı boyunca bu işe adamıştır, geçimini bu işten sağlar,
Hiyerarşik bir yapı içinde yer alır, bu yapıya aykırı davranırsa yaptırımlarla karşılaşabilir,
Dini yorumlarda, toplumsal ve siyasal konularda, meslek arkadaşlarıyla ve hiyerarşik örgüt yapısıyla tam bir dayanışma içinde olacağı beklentisi vardır.
Tanrı ile kul arasında yanılmaz ruhban sınıfı vardır. İbadetler
ve sakrementler kilisede papaz huzurunda gerçekleştirilir.
İslamiyette böyle bir sınıfın olmadığı bir bedahet olduğundan üzerinde durmuyoruz. Nitekim (Tevbe: 9/ 31) dahi bu konuyu yeterince açıklayıcıdır.
İki ortaçağ arasındaki en temel yapısal farklardan biri de
Osmanlı Ortaçağı’nda feodalite yok. Çünkü geçen bölümde de
kısaca değindiğimiz gibi feodalite Ortaçağ’da ana üretim aracı
olan toprak üzerindeki özel mülkiyete dayanıyordu. Hâlbuki
Osmanlı Ortaçağında ana üretim aracı olan toprak üzerinde özel
mülkiyet yok. Mülk Allahın, tasarruf hakkı padişahın, padişah bu
tasarruf hakkını rakabesi devlette kalmak şartıyla sahb-ül arz’a
tefviz eder. O da reayaya belirli kurallarla işlenmek üzere verir.
Yalnız bağ, bahçe, ev mülkiyeti var.
160
Bu konuda Ömer Lütfi Barkan’ın çok ciddi ve çok kapsamlı
çalışmaları64 var. Onun için biz sadece isimlerini anmakla yetineceğiz:
Yalnız iki yazardan daha kısa mütalâalar nakledeceğiz: Türkİslam-Osmanlı toplumunun özelliklerini tespite çalışırken “Düşün hayatının en yüksek düzeyinde bulunan aydınlar bile onu
tanımlarken kimi kez feodal, kimi kez teokratik bir düzen olarak,
kimi kez de ikisi birlikte olarak tanımlarlar. Gerçekte bu tanımların ikisi de Osmanlı geleneğine, onun geleneksel niteliğine
hem yabancı hem aykırıdır. Osmanlı rejimi ne feodaldir, ne de
teokratik; hele hem feodal hem teokratik hiç değildir.65” Niyazi
Berkes’in bu kadar net mütâlaalarından sonra bir kere daha teyiden: “… Çünkü Osmanlı devlet örgütünde feodalite yoktur66” der, M. Ali Kılıçbay da bu konudaki hacimli kitabını şu
tesbitle bitirir: “Bu çalışmamız boyunca, Osmanlı üretim tarzının feodalite olmadığını göstermeğe çalıştık67”
Osmanlı sistemi asalet sınıflarının teşekkülüne mani olmuştur. Çünkü ortaçağda asalet toprak mülkiyetine dayanıyor. Osmanlı Devleti Hz. Peygamber’in Hayber’deki, Hz. Ömer’in Irak,
Şam ve Sevad arazisindeki tatbikatları, Abbasilerin uygulamaları
ve Selçukluların ikta sisteminden mülhem Tımar sistemini meydana getirmişlerdir. Onaltıncı asrın ortalarına kadar mükemmel
işleyen sistem, daha sonra bozulmaya başlamıştır. Ayrıca zaruretler karşısında, mecbur kalarak Yavuz Sultan Selim’in Kanun-u
Kadime aykırı olarak yaptığı tasarruflar da sistemin bozulmasına
sebeb olmuştur. Dolayısıyla Osmanlıda Serf de yok! Reaya hiçbir zaman hür köylü olma vasfını kaybetmemiştir. Hatta Ortakçı
�������������������������������������������������������������������������������������
) İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası; 1939, sayı:1; 1940, sayı:2; 1940, sayı:4…Ayrıca
yazarın, Türkiye’de Toprak Meselesi, isimli, 1980’de, Gözlem yayınları tarafından
basılmış hacimli bir kitabı var.
�����������������������
) Niyazi Berkes, sh.22
�������������
) A.g.e. 570
�������������������������
) M.A. Kılıçbay: Sh. 399
161
Kul olarak nitelenen az sayıdaki gruplar dahi serf olarak nitelenemez.
Hatta bazı kişiler Osmanlı sistemini, Marks’ın da net olarak
açıklamadığı Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) na benzetmek istemişlerse de, haliyle yeterli argümanları olmayan bu görüş bir
iddia olarak kalmıştır.
Demek ki muhtasar olarak arzetmeye çalıştığımız üzere,
bundan önceki bölümde verdiğimiz bilgilerle bir sentez yapılırsa şu basit ama maalesef görülemeyen gerçek ortaya çıkar ki:
Batı Hıristiyan Ortaçağı ile Doğu İslam Osmanlı Ortaçağı’nın;
kurumsal olarak oluşum ve gelişim süreçleri biri birinden tamamen farklıdır. Bu fark Batı toplumunun omurgasını oluşturan
temel kurumlar olan; Kilise ve feodalite… Yüzyıllar süren bu sistem haliyle süreç içinde aksamaya ve tıkanmaya başlamış… Diyalektik olarak kendi teknesinde muhalefetini de mayalamıştır.
Doğmaya çalışan yeni, haliyle eskinin ana omurgasını, özçizgisini, temelini teşkil eden iki kuruma saldırmıştır… Bu kurumlarla
savaşarak kendini inşâ savaşına girişmiştir. Böylece kendine özgü
sorunları olan bir uygarlık, kendine has çözümler üretme gayretine girmiştir… Bu arada felsefede konsept değişikliği, pozitif
tabiat bilimlerindeki gelişmeler, coğrafi keşifler… En temel
değişiklik de kurumsal olarak, hatasız kabul edilen klerk sınıfı
yerine, tanrılaşan insanın iktidarı elde etmesi… Yani tanrılaşan
ruhban sınıfının elinden güç; laik, seküler tanrılara geçiyor. Bu
arada silahlardaki gelişme ve senyörlerin kalelerinin yıkılması…
XVIII. Yüzyılın ortasında Sanayi Devrimi… 1765’te J. Watt
tarafından buhar gücünün sanayide kullanılması… Tarihte eşi
görülmemiş bir değişim…
Osmanlı şiir gibi bir Devlet kurmuş!.. Bu Devlet iki yüz
küsur yıl devam etmiş. Fakat XVI. Yüzyılın ortasından itibaren bünyede aksaklıklar hissedilmeye başlamıştır… Sebebleri tam tesbit mümkün değil! Ama açıklama denemesi
162
olarak; Batı’daki oluşumları (gelişim, demiyorum) fark edip
onlarla hesaplaşamamıştır. Özellikle medresenin ilmen tereddî
ve ahlaken tefessüh etmesini başlıca amil, diye düşünüyoruz.
Âcizâne tesbit edebildiğimiz kadarı ile gâvurun silah ve harp
taktiği olarak değiştiğini ilk fark eden Bosna Kadısı Akhisarlı
Hasan el-Kâfî (1544-1616) ”Usûlü’l-Hikem Fî Nizâmi’l-Âlem”
isimli bir eser yazar, yıl: 1596… İşin ilginç yanı galip gelmemize rağmen, Eğri kalesinin fethinden sonra yazmış. Savaşa bizzat
katılmış68… Büyük bir âlim... Filoloji, Kelâm, felsefe, sırf fıkıh
konusunda yedi olmak üzere 14 eseri var… Ondan sonra yazılan
kitaplar, eleştiriler siyasetnameler, risaleler, fakat durum doğru
biçimde teşhis edilemez.
Şimdi Batıda bir süreç devam ediyor, Doğu’da bir farklı süreç… Strüktürel olarak, konjonktürel değil… Yıllar yılları kovalıyor… Doğu’nun meseleleri, çözüm yolları hakkında kafası
karışık… Değişim konusunda imanı ile tutarlı bir fikri ve usûlü
yok… Farklı bünyeye ait ilaçları kullanmaya başlıyor, yüzyıllarca, sonuç menfi…
Şu anda özellikle 1950 ile başlayan süreçte; Menderes, Erbakan, Özal ve bütünüyle AKP, tabii tahsisen Erdoğan’la sanki aradaki fark kalktı gibimize geliyor… Bu bakımdan şimdi Batı’nın
ilaçları yararlı olabilir… Mistik, metafizik, okültik, laik, seküler
bir din inşâ edilmiştir. Bu arada bu sürece emeği geçmiş unutulmaması gereken çok insan ve grup var: Bütün sözde tarikatlar,
cemaatler, resmî, gayri resmi eğitim kurumları, İmam-Hatipler,
İlahiyat Fakülteleri… Yalnız bu tespitimiz son hamleyi tayin bakımından. Yoksa “Değişim ve Oportünizm” konusunu işlerken
tekrar döneceğim, çünkü bu yüzyıllardır devam eden bir süreç…
�������������������������������������������������������������������������
) Bosna Kadısı Akhisarlı Hasan el-Kâfî, Usûlü’l-Hikem Fî Nizâmi’l-Âlem,
yayınlayan, Mehmet İpşirli, Tarih Ens. Dergisi, İstanbul, sayı: 10-11, 1981, sh. 239,
280
163
DEĞİŞİM ve OPORTÜNİZM
Değişimin sancıları ve sınırları üzerinde durduk… Fakat bir
de değişimin oportünizmle ilişkisi var… Hem de iki yönlü… En
önde değişimci rolü benimseme veya değişime engel olma… İki
zıt davranış olmakla birlikte, ikisi de aynı motiften kaynaklanabilir!... Fakat oportünizmin analizine geçmeden önce bir noktaya
dikkat çekmek isterim ki; hem evrensel, hem de ulusal konjonktür bakımından iletişim ve birinci derecede iletişim vasıtası olan
dil büyük tehditler altında bulunuyor… Evrensel olarak felsefe
ve analitik düşüncenin etkisini kaybetmesi; ”ne olsa gider“ anlayışının kökleşmesi, değerler dünyasının alt üst olması, hayatın
hızlanması, herkesin kavramları özensiz olarak kullanmasına
sebep olmaktadır. Çünkü kavram analizleri çileli bir düşünme
süreci ister… Hâlbuki çağımız karşılıksız çek kullanmayı meşrulaştırmıştır. Analitik düşünme çekin karşılığını üretme faaliyetidir. Bu bakımdan bütün kavramlar birbirinin içine girmiş
durumda… Yanlış kullanılan kavramlar, farklı kavramları aynı
durumu ifade için kullanma v.b.
Yalnız bu durumu “Galat-ı meşhur, lügat-ı fasihten evladır!” sözünün ifade ettiği durumla karıştırmamak lâzım… Dış
benzerliklerle oyalanırken, özdeki ciddi değişiklikleri gözden
kaçırmayalım… Çünkü hastalık semptomları birbirini taklit
eder… Eğer isabetli teşhisler yapmazsak, tedavi şifa vermez…
Çünkü hiç değilse bir zamanların bu anlayışında bir “lügat-ı fa164
sih” kabul ediliyor… Ve hemen muhalefet de karşısına dikilmiş:
“Galat-ı meşhur, galat-ı meşrû olamaz!” diye…. Yani söz konusu ifadenin yaygın olduğu zaman diliminde bir “aşağı”, “yukarı” var. ”Fukaralar” biçiminde, kelimeyi yanlış kullanan birisine,
zaten “fukara”, fakirin çoğuludur diyebilirsiniz, ispat edebilirsiniz!, “Selvi” değil, doğrusu “servi” diyebilirsiniz. Ama bugün
idrak ettiğimiz Postmodern Durum çok farklı… ”Öyle de olur!
Böyle de!“, “Ne olsa gider!” Genç kalbini sembolize eden bir
paçavra parçasını pantolonunun dizine yapıştırıyor. Hatta kaba
etinin üzerine… Tişörtlerdeki yazılara dikkat edin!! Bir başkaldırı… Fakat bu “değer”lere başkaldırı! “Kavramlar” ın temsil
ettiği, üzerinde uzlaşılan durumların bizzat kendisine bir başkaldırı! Bu bütün “değer”lere ontolojik bir başkaldırı! Bu iyi-kötü,
güzel-çirkin ve doğru-yanlış değerlerinin ilkece olabilirliğine
başkaldırı… İngiliz Parlamentosu eş cinsellerin evlenmelerine
izin veren yasayı kabul etti. {İngiltere’de 2005 yılından bu yana
uygulanan medeni ortaklık (civil partnership) hakkıyla eşcinseller, hayatlarını birleştirerek tüm yasal haklardan yararlanabiliyor,
ancak ‹evli› olarak adlandırılamıyorlardı. Söz konusu yasayla eşcinsel çiftler de evli çiftlerle aynı haklara sahip olacak.1}
Bu bir nihilizm.. (mi dir?) Bilmiyorum. Ama bildiğim kesin bir durum var ki; o da bu Hippilerin, Skinhead’lerin veya
Havy metalcilerin Batı Uygarlığına başkaldırısı değil! Kime ne
anlatacaksınız?! İslâm bir paçavra (İslami anlamdaki örtünmeyi ve örtüyü kastetmiyorum) parçasına indirgenmiş! Bir “aşağı”
ve “yukarı” kalmamış. Kime ne anlatacaksınız? Hiç kimse, ama
hiç kimse bu zehirlenmiş iklimin etkisinden masun olduğunu
da sanmasın! Hepimiz, herkes nesnelleşmenin, sıradanlaşmanın, önemsizleşmenin, değersizleşmenin, anlamsızlaşmanın,
saçmalığın girdabı içinde, merkez kaç kuvveti ile irade dışı hareket ediyoruz veya hortumu içinde savruluyoruz… Binmişiz bir
alâmete, ama nereye gittiğimizi bilen kimse yok! Torunlarımız
nasıl bir dünyaya gözlerini açacaklar.?
1) Cumhuriyet Gazetesi, 6.Şubat.2013. 1. Sayfa..
165
Bu ifadelerimizin tipik bir örneği: Pragmatizm, oportünizm
kavramları… ”Bu kadar büyük bir kültür cinayeti işlenmemiştir.” diyecektim, ama vazgeçtim…. Ne kültür cinayetleri işleniyor? Yıllardır bizim vicdanımızı kanatıyor… Anladığım kadarı
ile oportünizmin içeriği, pragmatizme yükleniyor… Biraz daha
somut… Üzerinde “Oportünizm” yazan ve gerçekten de o anlamı havi, şişenin muhtevası, içini boşalttığımız “pragmatizm”
şişesine boca ediliyor... Fakat burada “pragmatizmin” analizine
imkân verilmeyen bir iklim oluşturuluyor, o değerleri muhasebesiz ve murakabesiz kabul ediyoruz. Ve o oportünist davranış
kalıpları da sevimli hale getiriliyor…. Ama evrensel olarak bu
cinayetlerin hepsi de elbirliği ile işleniyor… En azından suçun
pasif iştirakçisiyiz hepimiz… Suç aletinin üzerinde hepimizin
parmak izleri var!
Siz üniversite eğitim kitaplarınızda “Eğitimde Fırsat Eşitliği”
diye başlıklar atarsanız, dersler bu konseptle işlenirse, “oportünizm” de “pragmatizm” olur… Üniversitelerinizde -Yüksek Liseanalitik düşünme yok ise…. Yine ben ısrarla ufak tefek farklara
rağmen içinde bulunduğumuz zamanda, bu durumun evrensel
olduğu konusunda ısrarcıyım. Fırsat nedir? İmkan nedir?….
Analitik düşünme, bu kadar basit!... Kapitalist sistem kuralları
içinde, rasyonel bir tercihle, şehre çok uzak bir yerde, büyük bir
arazi alıp, oraya binlerce ev yaptırarak, yerleşim merkezi haline
getiren ve çok büyük karlar elde eden bir müteşebbis fırsatçı değildir. Aldığı riski akıllıca yöneterek büyük paralar kazanmıştır.
Rasyonel, yaratıcı bir yatırımcıdır.. Ama ihaleden aldığı yeşil
alanı, çeşitli kombinezonlarla, siyasî dirsek temasları ile yerleşim
merkezi haline getirip, yüksek katlar alıp, büyük paralar kazanan kişi fırsatçıdır. Eğitimde Fırsat Eşitliği olmaz, İmkân Eşitliği
olur… Fırsatçılıkla yetişen kuşaklar; pragmatist olamaz, oportünist olur… Fakat demokrasi özü gereği fırsatçılığa dayanan bir
sistem… Hele Amerika ve Küçük Amerika olma rüyasındaki,
hülyasındaki her ülke fırsat özlemi ile yaşıyor. Felsefelerinin temeli “kıskanma! bir gün senin de olur!” Herkesin arasında ruhî
166
akrabalık olduğu için, bu toplumlarda bu tür iş bilirlikler ahlaksızlık sayılmıyor… Çünkü herkes sıraya dizilmiş fırsatlardan
yararlanmak için. Kim, daha şimdiden, gelecekte elinden gelirse
işleyeceği suçlarla ilgili, peşinen kendisini mahkûm eder?
Burada hemen bir açıklama yapmam gerekir ki; içinde bulunduğumuz hassasiyet ve gayrette; bizim amacımız veya derdimiz “pragmatizm” i müdafaa değil! Pragmatizmi savunmak,
ibra etmek hiç değil! Daha doğrusu; genel olarak, felsefeyi bitimsiz bir arayış, bir döngü, sonsuz bir kuşku, kuşkudan da
kuşku, sürekli bir yolda oluş olarak anlayan bizim gibi insanların böyle bir kaygıları da olamaz… Hatta bir filozofun, kedinin
kuyruğunu kovalaması? Sisyphe’nin yazgısına mahkûm olması?
Penelope’un yazgısına mahkûm olması? Zaten fikri önceleyen,
fikri temel alan bir anlayış sahibi olarak, idealizme tepki olarak
ortaya çıkmış, epistemolojik olarak, ampirizme dayalı pragmatizm gibi bir ekolü bizim kabul etmemiz de mümkün değil!
Teori-eylem bağlamında öncelik daima teoridedir bize göre…
Bir eylemin değerlendirilmesi, eylemden sonra değil, eylemden
önce tarafımızdan kabul edilmiştir. (iman) Yani iyi—kötü, doğru-yanlış eylemden önce, bizim düşüncemizde içkindir.
Fakat burada bizim temel amacımız nelerin, nelere vesile
olduğunu, irdelemek, sorgulamak.… Çilesiz, muhasebesiz, murakabesiz, tefekkürsüz, eleştirisiz kabul edilen veya modalaşmış
(pseude) sözde anlamlarla yetinen bir düşünme biçiminin, nasıl
manipülasyonlara, istismara açık olduğudur… Zihinsel kategorilerimize bir virüs gibi yerleşen bu çarpıklık, bizde genel bir
usûl haline geliyor ve olmayan düşünce hayatımızı zehirliyor.
Bu alandaki düşünme kütlüğü, hassasiyetsizlik, virüslü düşünme biçimi; aynen, haysiyetsiz bir şekilde İslamî konularda da
hüküm-fermâ oluyor… Biz ısrarla şunu anlatmaya çalışıyoruz
ki; oportünizm bir yaklaşım biçimidir, bir konsepttir; dolayısıyla
düşünme kategorilerimize bir virüs gibi, bir sümük gibi yapıştı
mı bütün kişiliğimiz onun emperyalizmi altına girer. Bembeyaz,
167
ana sütü kadar saf bir kumaşın üstüne bir damla çirkef damlatın,
asla temizleyemezsiniz. Sildikçe bulaşır etrafa…. Tek çare kesip
atmak, ama kıyamazsınız. Dur bakalım, biraz daha gayret temizleniyor, derken, o bir damla çirkef, tüm kumaşı kendine benzetir.
Yani onu “siz” yapmaya çalışırken siz “o” olursunuz. Onu ıslaha
çalışırken siz onun boyasına boyanırsınız. Burada asıl mesele, biraz önce dikkat çektiğimiz gibi, nasıl hastalıklar birbirlerini taklit ederlerse, bazı kavramlar da bazen birbirlerini taklit eder…
Oportünizmin en kolay taklit ettiği, şemsiyesi altına sığındığı
kavram da pragmatizmdir… Bir insan, yaklaşımının oportünistçe olduğunu kabul ederse, kurtulma imkânı vardır… Yok eğer
ona kılıflar uydurmaya, kavramsal olarak sevimli kılmaya çalışırsa oportünizm bataklığı içinde, imanına kadar sirayet edebilecek
bir çamur, çirkef deryası içinde boğulur kalır.
Bütün dünya Müslümanları düşünsel olarak, farkında olmadan oportünizmin zindanına düştük… Çirkefine düştük!
Tuzağına düştük! Seçin, beğenin alın veya hepsi doğru? Şöyle
de denebilirdi, “küfür bizi oportünizmin tuzağına düşürdü!” Fakat artık yeter, önce kendimize ait kusurları araştırma vakar ve
yetkinliğine ulaşmamız lâzım! Şu maziperestliği bırakalım… Şu
ecdad-tapıcılığını bırakalım… ”Zaruretler memnu olan şeyleri
mübah kılar” âyet ve hadislerden istinbat edilmiş, fakat tarafımızdan oportünizmin alfabesi, temeli haline getirilmiş bu mecelle kaidesini de mi gavurlar empoze etti bize? Aşağıda üzerinde duracağız…
Artık Müslümanların, belirli konularda net, kesin bilgi sahibi olmaları ve sözkonusu bilgileri işselleştirmeleri, tefekkürlerinin ana miyarı yapmaları gerekir! Artık “felsefe” ile
“düşünme”nin eşanlamlı (synonym) kavramlar olmadığını;
“felsefî düşünme”nin, “düşünme”nin sadece çeşitlerinden
biri olduğunu anlamalıyız… Yani modern mantık terminolojisi
ile temellendirmeye çalışırsak; “felsefî düşünme”, “düşünme
evrensel kümesi”nin bir alt elemanıdır. Artık bu basit ger168
çekleri anlayalım! Anlayalım ki; bir Müslüman olarak, İslam’ın;
vakar, izzet ve şerefi ile mücehhez, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan, mütekebbirlere kibir tavrı ve istiğnası yaklaşımı
içinde, imanımızın müşahhas bir göstergesi olarak haykıralım: “
İslam’da felsefe diye bir şey yoktur!2”
Kurtuluşumuzun birinci çaresi Allahü Zü-l-celâl Hazretlerinin lûtfettiği iman nimetine şükrederek, elhamdülillâh, diyebilmek... Allah Teâlâ ve Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e
pazarlıksız imanı ifade ve itham için kullanılan, kavramsallaştırmalardan korkmadan, “Ben yobazım!” diyebilmeliyiz. Bugün
ortalıkta yobaz kalmadı! Yobazlara muhtacız! Bugün ortalığı,
İslam’ın mukaddes ölçülerini; nefsaniyetlerinin aynasından seyreden ham yobaz ve kaba softalar işgal etti... Aynaları da lunapark
aynaları gibi çarpık çurpuk...
Bizim hassasiyetimiz, fikir namusu açısından!... Bilgili olduğunu sanması bir insan için cehl-i mürekkebinin kafi bir argümanıdır…. Başka delile ihtiyaç yok… ”Böyle bir cehalet de ancak
tahsil ile mümkündür!” Mesele bilgili olmak değil! Araştırmak,
okumak, düşünmek, eleştirmek, teemmül, tefekkür, analizler,
sentezler yapabilmek…
Bugün büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız: televizyon, okuma-yazma yerine ikame edildi… Televizyon okumaz-yazmazlığı… Gazete düşmanı olan bizler; gazetenin düşünmeye ket
vurduğunu, engellediğini ısrarla savunan bizler, şimdi gazeteye
razı olduk… Gideceksiniz, parasını verecek, bir gazete alacak,
oturacak okuyacaksınız… Bugün düşünülemeyecek bir aktivite… Gazetenin arkasından bilgisayar okur-yazarlığı… Bir renkli
camın karşısında oturacaksınız, ekonomik karşılığını ödemediğiniz gazetelere göz gezdireceksiniz… İnternet bir bilgi çöplüğü… Bir süre sonra insanın beyni, karşısında saatlerce oturduğu
cam gibi bütün kıvrımları ütülenmiş, pırıl pırıl parlak bir satıh
2) Necip Fazıl Kısakürek, Mümin/Kâfir, İstanbul, Bd. yay. 1986, sh.22
169
haline geliyor… Daha sonraki aşama; evreni, eşya ve hadiseleri o
dümdüz, üzerine gelen hiçbir ışığı absorbe etmeden olduğu gibi
yansıtan, cam parçasından aksettiği şekilde görüyor…
Bu aşamalardan sonra geldiğimiz nokta, elinizde kumanda,
kanaldan kanala sıçrarken, göz atacaksınız… Tımarhanede deli
eline büyük bir şehrin telefon rehberini geçirmiş, günlerdir göz
atıyor… Artık hastabakıcı dayanamamış sormuş: “Ne yapıyorsun?” Cevap: “Roman okuyorum!” soru: “Nasıl buldun?” Cevap
estetik analiz harikası: “Çok güzel! Ama kahramanları fazla!”…
Tımarhaneye yeni binalar yapılmış… Eski kapı hatıra olsun,
diye ortada bırakılmış. Anahtar deliği duruyor. Bizim “deli” dediğimiz, bir deli her gün geliyor, gözünü anahtar deliğine yapıştırıyor, saatlerce bakıyor, bakıyor sonra bırakıp gidiyor… Bir gün,
beş gün… Devamlı böyle... Hastabakıcı dayanamıyor, soruyor:
“Ne yapıyorsun?” cevap; ”anahtar deliğinden bakıyorum!” Hastabakıcı: “Çekil! Bir de ben bakacağım!” Gözünü anahtar deliğine yapıştırıyor, bakıyor, bakıyor: “Ben bir şey göremiyorum!”
Delinin akıllıya cevabı: “Bre ahmak! Ben yirmi yıldır bakıyorum,
bir şey göremiyorum! Sen bir bakışta ne göreceğini sanıyordun?” Sahi, “akıllı” insanların bir günde televizyon seyretmeleri
ortalama kaç saat?
Demek ki mesele geometrik diziyle hızlanan hayatın bu
tuzağına düşmemek!... Demek ki mesele Yükselen Değerlerin sıkleti altında ezilmemek… Bütün mesele: “Gevşemeyin,
üzülmeyin. Gerçekten inanmışsanız mutlaka siz en üstünsünüz3” hikmetine iman etmek ve lâyık olmaya çalışmak…
Ama bu ne derece mümkün? En azından imkanını araştırmak,
sorgulamak!... Bu hız içinde kendimizi kaybetmemek! Ama nasıl? Küçük bir kovaya su doldurun, kulpuna bir ip bağlayın, hızla döndürün su dökülmeyecektir!... Evet merkezkaç kuvveti!...
Kova içindeki her bir su molekülünün bu harekette ne derece
iradî bir işlevi varsa, bu hızlanan hayat içinde, her birimizin iradî
3) Âl-i İmrân Suresi: 3 / 139 ( Kurtubî )
170
eylemleri de o kadardır? Dikkat, hüküm cümlesinden sonra “?”
işareti! Bir kere daha tekrar edeceğiz ki; evrensel iktidarda bir eprime, güç kaybı var! Hatta kovayı çevirenler de bu sefer, kovanın
içinde… (mi dir?) Bu şuur içinde yine de araştırmak, okumak,
düşünmek, eleştirmek, teemmül, tefekkür, analizler, sentezler
yapabilmek!... Elimizden geldiğince, olabildiğince karşılıksız
çek kullanmamak… Yanılgılarımızda dahi, düşünmenin ham
maddesi olan bilgi eksiği olmamasına gayret etmek! En azından
hata yapma hakkına sahip olabilmek… ”Hata yapmak insana
mahsustur!”… Hayır efendim! Her insan da her konuda konuşmasın… Her konuda yargı vermesin! Evet! Hata insana mahsus
ama hâyâ sahibi olmak, haddini bilmek de insan olmanın ayrılmaz bir vasfıdır… İmanlarından tâviz vererek sahip oldukları,
yeni inançları sayesinde elde ettikleri iktisâdî, siyasî, akademik
gücü; diğer alanlara transfer ederek, bütün bilgi hazinelerinin
anahtarlarının ceplerinde olduğu sanısından, ahmaklığından da
vazgeçsinler: “Avamdan olan bir kimsenin ilim hakkında konuşması, onun zinâ ve hırsızlık etmesinden daha kötüdür.4”
Her şeyden önce şunu bilelim ki; pragmatizm felsefî bir
ekoldür. Her filozofun kişilik yapısı birebir olmasa da, felsefi düşüncelerini yansıtır. En azından yöntemsel olarak tutumu ve duruşu, düşüncelerinin aynasıdır. Bu bakımdan ben, pragmatizmin
en önemli filozoflarından biri olan William James hakkında, ona
muhalif bir ekolün temsilcisi olan H. Bergson’un mütâlaalarını
arz edeceğim… Daha başında aklınıza getireceğiniz “pragmatist” olarak nitelenen insanlarla, politikacılarla mukayese edin!
Herhalde siz de, benim gibi isyan duygusu ile feryat edeceksiniz!
“Hiç kimse hakikati James kadar ateşli bir aşkla sevmemiş ve yine hiç kimse onu daha büyük bir ihtirasla aramamıştır. İlim ve hakikate karşı sınırsız bir tecessüs sahibi olan bu
büyük adam; evvelâ teşrih, sonra fizyoloji, daha sonra ruhbilim
ve en sonunda felsefeye geçerek ilimden ilime koştu. Öyle ki en
4) İmam Gazali, İhya, 3 / 81
171
büyük felsefe meseleleri uğrunda her şeyi hattâ tatlı canını unuttu. Bütün hayatını gözlem, deney ve düşünmeye verdi, bunca
dayanılmaz çalışmalar yetmiyormuş gibi ölüm döşeğinde bile
ilim ve hakikatin büyük şeref ve zaferleri için öldükten sonra da,
bizimle çalışabilmek çareleri hakkında fevkalâde denemeler ve
gayretler tahayyül etmekten geri kalmadı.5” diyor büyük filozof
Henry Bergson William James hakkında…
Bu ekol çok ciddi bir kaynaktan besleniyor: “Pragmatizm,
Locke’den Mill’e Klasik İngiliz görgücülüğü ve Mach, Poincaré,
Oswald ve Duhem gibi düşünürlerin Kıtasal Olgucuğundan izler taşımaktadır…….. Bu düşüncenin kuramsal yönü Charles
Sanders Peirce (1839-1914), tarafından oluşturulacak ve William James (1842-1910), Dewey, C.I. Lewis tarafından geliştirilecektir. Amerikan pragmatizminin başlangıcının izleri Charles
Sanders Peirce’de görülmektedir. O 1878’in Ocak ayında yazdığı
(İdealarımızı nasıl açık yaparız) başlıklı makalesi ile yeni bir devir açacaktır.6”
Kısaca kendi ifadeleri ile anlatmaya çalışalım: “Felsefenin
bütün görevi, bu dünya formülü yahut şu dünya formülünün
doğru olmasının, hayatımızın belli anlarında sizin ve benim
üzerimizde ne gibi bir ayrım doğuracağını anlamak olmalıdır.7”
dedikten sonra “Şu halde ona bir çözümlemeden çok, daha çok
çalışmak için bir program ve daha açıkçası, içerisinde gerçekliklerin değişebileceği yolların bir görünüşü olarak bakmalıdır.8”
Ve şöyle devam ediyor: “Şu halde pragmatik metot, erişilmiş bir
takım özel sonuçlar değil, fakat yalnızca bir araştırma tavrı demektir. İlk şeylerden, ilkelerden, kategorilerden, var sayılan zo5) William James, Pragmacılık, çev. Muzaffer Aşkın, İstanbul, MEB, 1948,
Bergson’un kitaba yazdığı önsöz’ün, M. Şekip Tunç tarafından çevirisi, sh. XII
6) Frank Tılly, Felsefe Tarihi, çev. İbrahim Şener, İstanbul, Sistem Yay. 1995, sh. II /
225
7)Pragmacılık, sh. 37
8) A.g.e. sh.39
172
runluluklardan başını çevirme ve ileriye, son şeylere, meyvelere,
sonuçlara, olgulara bakma tavrı…9”
Şu satırlar konuyu biraz daha anlaşılabilir kılar diye umuyoruz: {Doğruluğun, anlamın ve bilginin ölçütünün eylemlerin
kendilerinde değil de onların yol açtığı pratik etkilerde ve uygulamadaki sonuçlarında yattığını; önemli olarak insanların sorunlarını çözmelerine katkıda bulunmak olduğunu; eylemin bilgiye de düşünceye de ilkece öncelikli ve üstünlüklü bir konumda
bulunduğunu savunan felsefe anlayışı. Pragmacılık, ele aldığı
her konuda a priori ilkeleri soruşturmaktan çok eylemler ile
onların pratikteki “nakit” değerleri üzerine odaklanmaktadır. …… Pragmatik doğrunun saltık anlamda bir doğruluğunun olduğundan söz etmek olanaksızdır.10}
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, anlaşılması oldukça zor
bir felsefî ekol! Fakat gazetecilerin politikacıların dilinde nasıl
acınası bir hale geliyor? Hangi ahlaksızlıkların kılıfı haline getiriliyor?
Biraz daha anlaşılabilmesi kime, hangi ekole karşı olduğunun ortaya konulabilmesi için, pragmatizmin İtalyan temsilcisi
Giovanni Papini (1881-1956)’den de, biraz da ironik olan, bir
alıntı yapacağım. Kitabın basım tarihi 1931: {Akıl yolunu takip
etmekle, zekânızı kullanmakla ne kazandınız? Hiçbir zaman
gerçeğe varılamadı, insanlar daima mutsuz oldular ve o ihtiyar dolandırıcı Greklere göre bilginin başına taç koyacak
olan felsefe, çelişmeler içinde çırpınıyor ve çaresizliğini itiraf ediyor. Felsefenin ilk ortaya çıktığı zamanlar karşımıza çıkan
iki zararlı şahıs, cezalarını gördüler. Sokrates zehirle öldürüldü
ve Eflatun köle oldu. Ama bu ceza yeterli derecede sert değildi.
Bunlar eğitimleri ile kendilerini takip eden seksen nesli zehirleyip zincirlerle bağladılar. Canavar Sokrates Atinalıların kendisine içirttikleri baldıran otunun intikamını, yirmi dört asır boyun9) A.g.e. sh.40
10) Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat: 1180
173
ca pasif Avrupalıları mantık bilimiyle zehirlemek suretiyle aldı.
Kısır olduğu kadar inatçı olan akıl bizi şüpheciliğe, nihilizme,
bıkkınlığa ve ümitsizliğe götürdü. Bu usulle elde edilir gibi olan
birkaç gerçek ise, “terör”ü doğurdu. Zamanımızın en uyanık filozofları en son çareyi deliliğe sığınmada buldular. Rousseau,
Auguste Comte ve Nietzsche çıldırarak öldüler. Bu bir şanstı. O
sayede Batı düşüncesi daha verimli, daha cesur fikirlerle yenilenebildi. Zira kurtuluşun sırrı budur.11}
Yine şu noktaya dikkat çekme ihtiyacı hissediyorum ki; bütün felsefî ekoller bir gurup filozofun, ortak konu ve yöntem
yaklaşımlarındaki benzerlikler ve yakınlıklardan dolayı oluşmuş
sistemlerdir. Kaldı ki F. Nietzsche (1844-1900) Nikolai Hartmann (1882-1950) ve benzeri filozoflarla başlayan anti-sistem
temayülü çok etkili olmuştur.. Son sistem filozofu Hegel (17701831)’dir. Bu bakımdan kendimize veya başkalarına bilerek veya
bilmeyerek izm’ler atfetmeyelim… Çünkü bu atıflar aynı zamanda dinî ve imanî bir aidiyeti de gösteriyor… ”Ben pragmatizmi
benimsiyorum! Ben pragmatistim! X pragmatisttir!” derken
ki –buna bütün izm’leri de dâhil edebilirsiniz!- aynı zamanda
bir dinî duruşu da deklere etmiş oluyorsunuz! Ve bu yargıları –
bilerek- ikrar eden bir insan Müslüman değildir! Özelikle imanî
konularda şüpheliden şiddetle kaçınmalıdır. Kavramlarla oynanmaz; imanımıza zarar… “Ben Rasyonalistim!” dediniz ve izahını
yapıyorsunuz… Akla önem veririm… Hayır efendim! Söz konusu olan felsefî bir ekoldür… Kuşkusuz her felsefî ekolün bir
sürü çeşitleri vardır. Fakat en az onları ekol haline getiren birkaç
öz çizgileri, ortak yanları vardır. Ve zaten o kadarı da insanı gavur
yapmaya yeter!… Bir “izm”e aidiyet iddia etmek, ekollerin kendi
içindeki bütün farklılıklarına rağmen, belirli bir; epistemolojik,
ontolojik, etik, estetik v.b. öz çizgileri kabul etmek demektir….
Olabildiğince öz çizgilerini, önemli noktalarını aksettirme
yaklaşımımızdan tâviz vermeden, pragmatizmi özetlemeye ça11) Giovanni Papini, Gog I-II, çev. Fikret Adil, İstanbul, T. İş Bankası Yay. 2000,
sh.142
174
lıştık. Şimdi yine muhtasar olarak pragmatizmin dinî yaklaşımını da netleştirmeye deneyelim… Ve görelim kendimize veya
birilerine nasıl bir dinî aidiyet atfediyoruz! Nasıl bir inanç
biçiyoruz! Çaresi, bilmediğimiz kavramları kullanmayacağız!
Karşılıksız çek gibi! Karşılıksız fikir çeki kullananları da zindana atarlar! Bu vicdan zindanıdır…. Ya da gazete kültürü ile veya
formel eğitimle yetinmeyip; çileye katlanarak; tezekkür, muhasebe, murakabe, tefekkür, teemmül… Çalışmak! Çalışmak! Çalışmak! Bilgili olmaktan bahsetmiyoruz! “Sen bir devsin, yükü
ağırdır devin!” Sadece hüküm vermek yetkisine lâyık olmak…
Nihayet insanız! Yanılabiliriz de! Ya bu çileye katlan, ya paranı
kazan, ya da otur yoğurdunu ye!
Dine, metafiziğe yaklaşımı da şu ifadelerde özetlenebilir:
”Pragmacılığa gelince, onun, kendini olgulara vermiş olmasına
rağmen, alelâde görgücülüğün (ampirizmin A.B.) uğraştığı materyalist davâlarla ilgisi yoktur.12” Niçin bize sevimli geliyor? Anlaşılıyor mu? Pragmatizm kategorik olarak materyalist değil, biz
de pazarlıksız Müslüman değiliz. Biraz o bize yaklaşıyor, biz de
biraz ona yaklaşıyoruz!..... Böylece aradaki mesafe ihmal edilebilecek bir ölçüye iniyor… Çok tekrar ettim ama implosion, (içe
doğru patlama) u bir kere daha hatırlatıyorum…
Yukarıda daha önce işaret ettiğim bir noktayı, teyiden, yine
kendi (Papini”nin) ifadeleri ile dönme ihtiyacı hissediyorum:
{Görüyorsunuz ki benim pragmacılık adını verdiğim şey, bir ara
bulucu, bir uzlaştırıcıdır ve Papini’nin kullandığı bir kelimeyle,
teorilerimizi (imanımızı! A.B.) “yumuşatıcı”, “bağları çözücü”
bir esası vardır. Hiçbir önyargısı, inatçı doğması, kanıt sayılabilecek hiçbir soğuk ve katı kaide ve kanunu yoktur. Tamamıyla
samimidir. Her varsayıma güler yüz gösterir, her kanıtı dikkatle
gözden geçirir. Bunun sonucu olarak da dinsel alanda, anti-teolojik olan pozitivist görgücülük ve gerçeklikten uzak, asîl, basit
ve anlayış hususunda soyut olan dinsel akılcılıktan çok daha bü12) Pragmacılık; sh. 53
175
yük fayda sağlar. Kısaca Allah’a ait araştırmaların alanını genişletir. Akılcılık; mantığa ve semaviye, görgücülük ise dış duyulara dalar. Pragmacılık bunlardan hiçbirini almam demiyor, hem
mantığı, hem duyuları takip etmek, hem de en mütevazı ve en
kişisel deneylere dayanmak istiyor. Hatta pratik sonuçları olursa mistik deneylere bile değer veriyor.13”
Pragmatizmin “Doğruluk” anlayışı çok net: {Bir fikir, hayatımız için elverişli olduğu müddetçe “doğrudur.14” Ve devam
eder: “Bizim için inanılması daha iyi olan şey, diğer dirimsel
(hayatî A.B ) faydalarla çarpışmadıkça doğrudur.15” Peki! Cihad, şehadet, zekat, oruç, kısas, had cezaları….?
Hemen hemen aynı kökten türeyen ekoller, sadece isimlerini anmakla yetineceğim; 8fakat isimleri bile o kadar çok anlam ifade ediyor ki) Araçsalcılık= İnstrumentalizm (bazıları
“araççılık“ kavramını kullanıyor…), {Uzlaşımsal bir felsefî kavramlar dünyamız yok! Düşünme var mı ki, düşünen insan var mı
ki, kavramları olsun! Hakkını yemeyelim, tahminen otuz, kırk
yıl önce “Düşünen Adam” ismiyle bir dergi çıkardı…. ”Fazilet”
kadın adı; “Vefa” semt adı, “Düşünen Adam” dergi adı… Bütün
mukaddesleri balonlaşan kelimelerin sırtına yükledik, havaya
saldık!}, Araçsal Akılcılık= İnstrumental Rationalism, Araçsal Positivizm= İnstrumental Positivizm ve Uzlaşımcılık=
Conventionalizm… Sonuncu hakkında bir parantez açmak
zorundayım: {Felsefede , özellikle de bilim felsefesinde, tüm
varsayımların, ilkelerin, ilk savların, kanıt savların, kuramların,
kavramların (Kısacası imanı ifade eden bütün unsurların ve
inançların, kutsalların A.B. ) uzlaşımsal olduğu……. Dilbilgisi
kurallarından ortak yaşam ilkelerine, hukuk, etik, estetik ve bilimin dile getirdiği önermelere kadar uzanan geniş bir yelpazede boy gösteren Uzlaşımcılık, ardına düşülen “hakikatin” ya da
“doğruluk”un, yanıtı aranan “iyi”nin ya da “güzel” in ne olduğu
13) A.g.e. sh. 58
14) A.g.e. sh. 55
15) A.g.e. sh. 57
176
sorusunun son çözümlemede bir uzlaşım meselesi olduğunu
savunur16”
Ben, felsefeyle yüz göz olan bir insan olarak; felsefî spekülasyonlar, konstürüksiyonlar arasında; çalışan bir çamaşır makinesinin içindeki bir nesne gibi çitilenirken; bir indirgeme
(reduction) ihtiyacı hissederim… O anda “Akrep nokta nokta
ruhunuzu sokar; ateşte, cımbızda olmayan işkencenin” pençeleri
arasındasınız, fakat birden DNA’larınıza işlemiş bir ses, bir nefes, bir meltem, bir saba rüzgârı, bütün varlığınızı sarar, sarmalar
ve ruhen birden doğrulursunuz:
“Genç adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç!”
Böyle bir durumda yine kendi kendime sordum, indirgemecilik (reductionnism) onayladığım bir yaklaşım biçimi değil,
ama mecbur kalıyorsunuz bazen; bütün yukarıda saydığım ekollerin özü nedir, bunlarla ne denmek isteniyor? (Dahası bir aşırı
genelleme ile sorabiliriz: felsefe bize ne diyor? Bu genel soruyu,
soru olarak bırakacağım…) Bir kere her seferinde şunu anlıyorum ki; biz gavurluğun her şekline girmişiz… Çünkü gavurların
yüz yıllardır, kütüphaneler dolusu kitaplarla anlatmak istedikleri
durumu, yaşıyoruz… Hem de içselleştirerek… Tek eksiğimiz
kavramsallaştırma… Tek eksiğimiz gavurdaki fikir namusu!
Açıkça söyleyecek olursak, fikir namusuna sahip olamadığımız
için, mukaddeslerimizi değiştiriyoruz!
Pragmatizmin din anlayışını anlattıktan sonra soracaktım, ama şimdi sorayım: “Bu adamlar da, dine bu kadar saygıdan sonra herhalde cennete gitmeyi hak etmiyorlar mı?” Bu
“Müslüman’ım” diyenlerin, sırf kınayıcıların kınamasından
korktukları için, sırf aşağılık duygusundan dolayı, İman’ın izzet,
şeref ve hamdını idrak edemedikleri için, nasıl kıvrandıklarını
anladığımı sanıyorum… Fakat bu durum fikir çilesi değildir…
16) Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, sh.1495
177
Bunların, yani son yirmi-otuz yıl içinde ödüllendirilenlerin, yakalarına yıldız takılanların, hem kendilerinin hem sülalelerinin,
yanlarında çalışan modern gözüken personelleri karşısında, içten içe nasıl ezildiklerini tahmin edebiliyor musunuz? Avrupalarda, Amerikalarda tahsil yapsalar dahi……. Hem gavurlarla
olacaksın! Onlarla ilişkilerinde çok çok yumuşak olacaksın, kırılıp döküleceksin, hem İslâm izzet, şeref ve vekarını muhafaza
edeceksin? Mütekebbire karşı, İslâm izzet ve şerefinden ihlâsla
gelen bir kibrin olmayacak, hem de imanını muhafaza edeceksin?
Öyle mi? Bu “Müslüman’ım” diyenlerin nasıl ucuza gittiklerini
maalesef tahmin ettiğimi sanıyorum: Peşinen temenni ediyorum, diliyorum, İnşallah yanılıyorum, ama sanırım ki; bu, siyasetçisi, akademisyeni, işadamı, din adamı, sözde şeyhi v.b. yalnız
kaldıklarında F. Nietzsche’nin “Dıonysos Dithyrambosları”nda
tam olarak kendilerini bulacaklardır… Her şeye rağmen ben; F.
Nietzsche’nin, Tanrıya inandığına inanıyorum! Fakat bunlar,
yukarda saydıklarım v.b. Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ne inanıyorlar mı? Bilmiyorum! Kalpleri, gaibi, saklıyı, gizliyi bilen;
Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’dir…
Yani özet olarak bütün bu ekoller diyorlar ki: İddiayı bırakın!… Anahtar, “Allah nezdinde hak din İslâm’dır 17“ Bundan
vazgeçin! İnat etmeyin, vazgeçin! Her şey uzlaşımsal!... O zaman
tanrınıza da karışan yok! Tarikatınıza da, cemaatinize de!... Diyalogun da özeti bu, medeniyetler arası ittifakının da özeti bu!..
Bizim put hanemize herkesin ki gibi, sizin putunuzu da dikelim!
Şimdi önümüzü biraz daha iyi görebiliyor muyuz? Niçin,
tarikatlar, cemaatler, imam-hatipler, Kur’an kursları v.b. aktiviteler, emperyalizm ve Amerikanizm tarafından destekleniyor,
korunuyor? Ne mutlu bize! (Bugün İslam’ı bir bez parçasına indirgeyerek (İslami anlamdaki örtü ve tesettürle ilgisi olmadığına
inanıyorum) örtündüklerini zannederek Başı paçavra parçaları
ile örtülmüş bir bayan avukat mahkemede davaya girdi, icra-ı
17) Âl-i İmrân Suresi, 3 / 19
178
sanat edecek! Peki, bugün mahkeme nedir? Hâkim kimdir?
Uygulanan yasa nedir? Avukatlık ne demektir? Bırakın canım,
bu saçmalıkları… Oyunumuzu bozmaya yelteniyorsunuz aklınız sıra…. Türk Hava Yolları’nda hosteslere kapalı kıyafet giydirilecekmiş! Kadın? Çalışma şartları? Mesleklerin özellikleri?
Çamlıca’ya yapılacak camide tadilat yapılmış… Yedi yerine, altı
minare yapılacakmış! Halbuki, şu postmodern çağda altı buçuk
minare daha isabetli olurdu!... Peki cami hakkında, nasıl yapılacağı hakkında Asr-ı Saadet’ten numuneler, hadisler? Bırakın ayeti, hadisi karıştırmayın, bizim örneğimiz ecdad! Bu kadar akıllı
zannetmeyin kendinizi, Allah’a hoş varmaz! Ayasofya’yı ibadete
açın! Yeter! Eskiden narkoz için ameliyatlara hastabakıcılar girerdi… Şimdi Ana Bilim Dalı haline geldi!... Ve modern teknoloji ile donandı… Bütün vücut fonksiyonları kontrol altında… Ve
bundan mülhem, iddia ediyorum ki; birileri sürüyü istediği gibi
manipüle ediyor. “Sonuç olarak, avam sürüler gibidir.18” dediğimiz halde; Buna rağmen, Allah’tan ümit kesilmez bir gün,
Ümmet’in önünde oluşturulan sis perdesi dağılacak! Çünkü O,
“Allah’ın nuruyla nazar eder” ve bu uydurma sis perdesini yırtar
atar.
Pragmatizmi kısaca anlatmaya çalıştık. Şimdi gelelim, oportünizm ne demektir? Türkçe karşılığı olarak, fırsatçılık ne
demek? “Davranış ya da eylemin, bir takım değişmez ilkeler
tarafından değil de, içinde bulunulan koşullar tarafından biçimlenmesine ya da belirlenmesine izin verme tavrı; olanla olması
gereken, olguyla değer arasındaki ayırımı hiç dikkate almadan,
ya da olması gerekeni bilinçli bir biçimde göz ardı ederek, uygun fırsatlardan, kişisel çıkar sağlama amacıyla, yararlanmaya
çalışma eğilimi ya da kesin ve değişmez ilkeleri olmayan, hâl
ve koşullara göre, kendisine en elverişli görünen fikirleri ve
kararları benimseyen kişinin tutumu.19”
18) İmam-ı Rabbâni, Mektûbât-ı Rabbânî, Yasin Yay. sh. 2/ 431
19) Felsefe Sözlüğü, Paradigma, sh. 414
179
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, kural ve kutsalın olmadığı bir zihinsel evren!... Ve böyle donmuş bir buz çölünde pişirilerek, dışlaşacak eylemler! Hatta yeni kavramlar üretiliyor…
Politikacılar için olanı: “Political Surfing-Politik Sörf ”. Güzel
bulunmuş bir ifade, izâha ihtiyacı yok, anlamı kendi veriyor…
Fakat biraz gündelik dilden süzüp anlamı çıkarmaya çalışırsak
doğrudan doğruya, düpedüz “reel politik” değil mi? Veya “reel
politik “ süzme, rafine, katışıksız bir oportünizm değil mi?
Biz oportünizmi genel anlamıyla anlamaya ve anlatmaya
çalışıyoruz; mütâlaalarımızı bu temel üzerinde şekillendireceğiz. Fakat Marksist ve sol terminolojide farklı anlamda kullanılıyor… Hatta sosyal-şovenle eş anlamlı olarak kullanıyorlar.
Aynı zamanda İşbirlikçi… Ama yine de genel anlamdaki gibi:
“Yanlış anlayıştan çok, çıkarcılık ya da güçsüzlük yönünden
gerçekleri bilerek yanlış yorumlama ……… Ayrıca devrimci
işçi partilerine karşı kurulan burjuva işçi partileri ile de eş anlamlı kılınmıştır.20” Her şeye rağmen Marksist hareketin yaşadığı
uzun tecrübelerden de, bizim öğreneceğimiz, ibret alacağımız
çok dersler olduğunu düşünüyorum… Marksist tecrübede; bir
felsefî, sosyal, iktisadî programa inananlar ve karşı kutupta
istismarcılar… Bu tarafta ise; vahyî son dine iman edenler
ve karşı kutupta, bilerek veya bilmeyerek onu maddî veya
manevî yönden istismar edenler… İki tarafında hedef kitlesi
aynı… İstismarcılar…
“Çıkar”, “çıkarcılık”, “kişisel çıkar” genelde çok dar anlamda
yorumlanıyor. Bu da bir kişinin “insan” tasavvuru ile ilgili. İnsan
sadece maddî ve iktisadî bir varlık değildir. Onun için “çıkar”
veya “menfaat” dediğimizde sadece maddî unsurlar anlaşılmamalıdır. İnsan biyolojik bir varlıktır. Bununla ilgili olarak biyolojik, fizyolojik gereksinimleri vardır. Fakat aynı zamanda asıl olarak insan ruhî ve kültürel bir varlıktır. İnsanı hayvandan ayıran
da bu yanıdır. Hayvan kendisine verili bir fonksiyon çemberi
20) Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kit. 1970, sh.205
180
içinde yaşar… Beslenme, korunma ve üreme… İnsansa bir çevre içinde yaşar… Çevresini kendi biçimlendirir. İnsanın güvenlik ihtiyacı ile hayvanınki farklıdır. İnsan; güvenlik, rahatlık, bir
guruba aidiyet, kabul edilme, takdir görme, bağlanma, yakınlık,
sevgi, sosyal ihtiyaçlar, başkalarının kendisine muhtaç olması,
iyilik yapma, saygı görme, tanınma, üstün olma ve hükmetme,
farklılığının başkasının nezdinde tasdiki v.b. gibi duyguları ve ihtiyaçları vardır. İnsan bu ihtiyaçlarını gidererek kendini gerçekleştirmek ister.
Hiç dikkat ettiniz mi? Biz, bize iyilik yapanlardan çok,
iyilik yaptığımız insanları severiz… Çünkü onlar bizim nefsimizin oyun alanlarıdır. Kum torbalarıdır. Habire yumrukladığımız. Onlarda kendimizin ne kadar yüce bir insan olduğumuzun
ispatını ve tasdikini görüyoruz. ”İyilik” lerde ihlas olmadığı için,
şu yaklaşım atasözü haline gelmiş… Adama diyorlar ki: “X sana
kötülük yaptı!” adamın cevabı: “Hayır o bana kötülük yapmaz.
Çünkü ben ona “iyilik” yapmadım ki!” Bunu bir vefasızlık durumu olarak görüyoruz… Hiç birimiz sormuyoruz, yaptığımız
“iyilik”, “iyi” mi? Bizi yaşama imkânını ortadan kaldırmakla suçlamayın! “İyilik” yapmayalım mı? “İyilik” yapın… Ama şunu
iyi bilin ki “iyilik”, siz de manevî tatmin sağladığı oranda iyidir.
“Zekât” demeyin, çünkü haram malın zekâtı yoktur.
Biz laik, seküler bir toplum olduğumuz için, laik kavramlar
kullanarak, bu konseptte bir yorum yapıyoruz. Hatta bu değerleri içselleştirdiğimize inandığımız için… Ve bize göre iktisâdî
fenomenler dahi, bu saydığımız psikolojik gereksinimlerin
tatmini içindir. Madde her zaman mânânın, ruhun ve fikrin
emrindedir… Bu yaklaşımla biz, “Şu adam paraya tapıyor gibi!”
gibi gündelik dilde kullandığımız bu ifadelerin yanlış olduğu kanaatindeyiz. Bir Velinin “taptığınız ayağımın altındadır!” gibi
ifadesinin de farklı yorumlanması ve iyi anlaşılması gerektiğine
inanıyoruz! Çünkü kimse paraya tapmaz!... Herkes paranın verdiği iktidara, kudrete, güce, üstün olma ve hükmetme ihtirasına
181
tapıyor. Yani son tahlilde insanı yöneten motivler maddî değil,
ruhidir.
Kişilik trendleri bakımından olumlu hiçbir özelliği olamayan
silik bir çocuk, eğer maddî imkânı var ve bir top alırsa ve onu
yaşıtlarının faydalanmasına sunduğunda ilgi odağı haline gelir.
Böylece başkasının saygısını, takdirini satın almış olur. Bir zengin artık servetin kaynağının sorgulanmadığı toplumlarda bir
cami yaptırırsa ve bir sürü insanın(?) saygısını ve rızasını satın
alır. İşte insan ilişkilerinin hasbî, ihlâslı olmadığı bir toplumda
bütün faaliyetler çıkar sağlamak içindir. Paranın kaynağının
sorgulanmadığı bir toplumda ihlâs ve samimiyet yoktur! Paranın kazanma usûl ve yöntemlerinin birincil değere sahip
olmadığı toplumda, bütün nitelemeler, dualar sahtedir…
Bütün ibadetlerde “helal” kaydı var… Cami yaptıracaksınız, hac’ca gideceksiniz, namaz kılmak için örtünme, oruç
tutmak için beslenme gerekir… Bunların hepsinin “helal”
kazançtan olması lâzım… Kapitalist iktisâdî kurallara göre
kazandığı, daha doğrusu bir şekilde el koyduğu para ile cami
yaptırmaktan utanılmayan bir toplumda ihlâs yoktur… Hatta insan yığını, sürüsü; ümmet olsa ona bu imkanı vermez….
Bu bakımdan “çıkar”, “menfaat”, “fırsatçılık” kavramlarını geniş bir perspektiften görmek lâzım… Oportünizm ancak bu şekilde anlaşılabilir. Tarikat denince İslâmî zihniyete göre ilk akla
gelen terk-i masivadır, bırakın haramları, mubahlardan dahi kaçınmadır. Ama laik, seküler bir anlayışın bütün kural ve kurumları ile hatta daha fecisi bütün kuralsızlık ve kurumsuzlukları ile
egemen olduğu toplumumuzda bütün, istisnasız tüm tarikatlar
“Kanarya Sevenler Cemiyeti” haline gelmiştir. Orada toplanan,
sözde şeyh, sözde mürid mukaddes ve müberrâ İslâm’ı kullanarak yukarda saydığımız insanî (insana ait) ihtiyaçlarını gerçekleştiriyorlar. Parayı veren düdüğü çalıyor… Maddî, ekonomik güce
göre bir hiyerarşi… ”Ruhanî Aristokrasi”… Ve çağın gereklerine
182
göre, müşteri bulabilmek için usûl, erkân ve adabta değişim…
İşte oportünist değişim!...
Fakat burada yine de şunu itiraf mecburiyetindeyim ki; bu
tarikat, cemaat, tümüyle dinsel toplantılarda, en samimi olanlar
“sempatizanlar” dır… Diğerleri, fanatiklikleri oranında ihlassızdırlar… Çünkü her fanatik hamle bir eksiği tolere etmek içindir… Bazıları da çok kurnaz davranıp bazı nimetlerden vaz geçerek sözde mütevazı bir hayat sürerken, yaptığı yatırımla geleceği
satın alıyorlar…
Unutmayalım nefs gölge gibidir. Onu Şeriat-ı Garrâ-yı
Muhammediye ile terbiye etmedikçe attığınız toprağın üzerine
çıkar…. Önce helal lokma! Önce helal lokma! Önce helal lokma!… Aksi takdirde bütün İslâmî müesseseler, dinsel bir kuruluş haline gelir… Vakıflar21 foundation olur. Tarikatlar Sivil
Toplum Kuruluşları olur. Din kül halinde PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) olur. Nasıl ki içki, şişede durduğu gibi
durmuyorsa, haram parada kasada durduğu gibi durmuyor…
Hepimizi, hepimizi, hepimizi azdırıyor… Çoluğumuzu, çocuğumuzu bile…
Bugün maddî imkânı olanlar için tarikatlar, cemaatler, daha
doğrusu dinsel her türlü sosyal aktivite tatminkâr bir tahakküm
alanıdır. Yatırımınız karşılığını fazlasıyla alırsınız… Ticarete aklım ermediği için böyle bir aidiyetin, parasal avantajının neler
olduğunu bilmiyorum… Aklım birazcık da olsa, sadece psikolojik veçhesine eriyor aklım... “Çünkü tatmayan bilmez!”. Tadan
da vazgeçemez. Allah tattırmasın! Allahü Zü-l-celâl Hazretleri
21) Vakıflar için yararlanılabilecek bazı kaynaklar:
- Istılaht-ı Fıkhıye Kamusu: 4 : 284-380, 5 : 5-116
- İslam Fıkhı, İskilipli Muhammed Âtıf Hoca; 4: 11-23
- Zuhayli, İslam Fıkhı ansiklopedisi, 10: 243-314
- Mebsut, çeşitli ciltlerde.
183
nefsimize fırsat vermesin!... Dayanmak zor, onun için kimseyi
suçlamıyoruz! Sadece hor görüyoruz ve acıyoruz…. Ama bugün
maalesef bâkir bir yatırım alanı diyemeyeceğim... Söz gelişi yirmi-otuz yıl önce az denecek bir meblağ ile bütün din istismarcılarını kullaştırma, kendine kul, köle yapma imkânı varken,
bugün miktarın çok yükseldiğinden bahsediliyor… Yalnız ben
bu yargıya katılmıyorum… O gün din istismarcılarının kazandığı paranın, miktarı ile bugünkünü mukayese edin! Türkiye’de
30-40 yıldır sermaye transferi yapılıyor. Dincilerin kazandıkları
paralar, hem de gavur paraları kulaklarından fışkırıyor, pardon
banka hesaplarından…. Vicdanlarını, rızalarını satın alacakları
adam, kullaşacak hizmet ehli arıyorlar!...
Yalnız dürüst olmak için şunu da söyleyelim ki; bu işlerin dışı
seni yakar, içi beni… Bir de “Onlar” ı konuştursak!! Onlar yerine
biz konuşuyoruz. Onları onlardan iyi tanıyoruz diyeceğim ama
“Çünkü tatmayan bilmez!” hükmüne ters düştüğü için tutarlılık
endişe ile vazgeçiyorum… Onlar da diyecek ki, o kadar çok özel
isim var ki, binaların üzerinde, camilerin üzerinde, onun da tadı
tuzu kalmadı… Daha önceki dinci kuşak, şehirlerin en görkemli
yerlerini ucuza kapatmışlar… Bir cami, bir okul, bir hafız okulu
yaptırarak… Evet, Oportünizmin sonu pişmanlık, hüsran, hayal
kırıklığı…. Sirke susuzluğu gidermez, daha çok susatır… Uyuşturucu gibi hep, biraz daha fazla, hep biraz daha…. Helal paradan, sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek şuur ve şekli içinde…
Çocukken ailemden sık sık duyardım (kaynağımı bilmiyorum,
halk irfanı): Bir insan sabah namazına kalktığında abdest alırken,
ibriğinin sesini komşusu duyarsa namazı kabul olmaz! denirdi.
Fıkıh bakımından bu anlayışın hükmünü bilmiyorum… Ama
tek gaye Rıza-i İlahî’yi kazanmak!
Buraya kadar bazı teorik izahlar ve ilkesel tespitler yaptık.
Fakat konunun daha iyi anlaşılabilmesi ve içselleştirilebilmesi
için somutlaştırılmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Beşerî
disiplinlerin {Özellikle bilim, ilim gibi kavramları kullanmıyo184
rum. Bu kavramlara hiç de hakları olmayan, öyle olumlu duygusal anlam yüklendi ki, kabul etmediğim, inanmadığım bu
olumlu duygusal anlam yükünden yararlanmak istemiyorum.
Çünkü bu da bir oportünizm… Akademisyen beslenme konusunda tahminlerde bulunuyor;
“Bir bilim adamı olarak”
diye başlıyor… Daha hoşu uluslararası ilişkiler öğretmeni: “Bir
bilim adamı olarak diye başlıyor…”. Bu ülkede davul tozu, minare gölgesi satanlar da oldu… Siz de devam edin bakalım, ne
zamana kadar?} laboratuarı tarihtir. Onun için tarihî hadiselerin, özellikle üzerinden uzun zaman geçtikten sonra analizi ile
bazı ihtimalî bilgiler (probability) elde edebiliriz ve geleceğe ait
bazı projeksiyonlarda bulunabiliriz!... Daha sonra tarihi örnekler
üzerinde duracağız.
Fakat burada konuya analitik yaklaşarak sınırlamalar ve tanımlamalar getirmezsek, biz de bilim adamlarının(!) düştüğü
hataya düşeriz… Bir kere biz de “Değişme” nin kaçınılması ve
önlenmesi mümkün olmayan evrensel bir olgu olduğunu kabul
ediyoruz. Yalnız biz konuya başlarken, birinci adım; her insanın
felsefî kanaatlerine, dünya görüşüne, inancına veya imanına göre
“Değişme” ve “Değişmenin Sınırları” ile hesaplaşması gerektiğine inanıyoruz. Yani bir mahsuplaşma yapması şart… Birinci
soru: Kendinize ait değişmez, sabit doğrular var mıdır? Cevap “yok!” ise mesele bitmiştir. Tartışma ayrı bir mecraya taşınır. Ama “evet değişmez doğrular vardır. Zaman ve mekân üstü
hakikatler olduğuna inanıyorum” diyorsanız, ikinci soru: “Bu
zaman ve mekân üstü değişmez, sabit doğruların sınırları
nelerdir?” Ondan sonraki soru: sizin anladığınız manadaki
değişimin sınırları nelerdir? Biz bundan önceki bölümde “Değişmenin Sınırları” nda bir muhasebe denemesi yapmaya çalıştık… Kuşkusuz daha derinleştirilebilir… Ama temel amacımız
bu konuda bir problem şuuru yaratmak… Böyle bir mesele var
farkındalığı oluşturmak… Asırlardır fıkıh kitapları bu konuları
anlatır da anlatır… Halen de anlatılır… Kuru bilgi… Donmuş
185
bir zihniyet… Hayattan tamamen koparılmış fikirler… Herkes
yine bildiğini okur!
İkinci adım da; değişimi kabul ettiğimize göre, o zaman
oportünizm nereden çıkıyor? Bu noktada biz, temel olarak şu
noktadan hareket ediyoruz: Değişmeyen ölüler ve delilerdir…. Dolayısıyla her insan değişir… Daha önce etraflıca
temellendirmeye çalıştık! Eğer bir insan daha önce tanımladığı,
muhasebesini yaptığı, Değişim ve Değişimin Sınırları konusundaki ilkelerini temel alarak, onları ihlal etmeden, onlar muvacehesinde hesabını verebilecek bir yaklaşımla; imkan ve kabiliyetine, statüsüne göre değişiyor ve değiştiriyorsa hiçbir bakımdan
eleştirilemez…. Kendi tespit edip tanımladığı kural ve kutsallara, inancına, imanına göre dönüşüyor ve dönüştürüyorsa mesele
yok! Fakat değişimin hesabını daha önceki kendi tesbit ettiği
ilkelerine göre veremiyorsa, işte biz bu insana oportünist diyoruz. Böyle bir insanın kutsalı ve kuralı yoktur… Peki imanı?
Hanefi mezhebine mensup bir Müslüman olarak ameli, imandan bir cüz olarak kabul etmediğim için, ayrıca değerlendirmek
lâzım… Yalnız şunu da dikkat nazarlarınıza arz etmek isterim
ki; oportünist insanın küfürle arasında çok çok ince bir zar vardır. Hatta pragmatist bir insanın… Ve hatta herhangi bir “izme”
inanmış insanın…
Hanefi mezhebine mensup bir Müslüman olarak “amel
imandan bir cüz değildir.” hükmüne bütün kalbimle inanıyorum… Fakat çoğu zaman bu umdeye aykırı olarak, imanın, tamamen amelden bağımsızmış gibi bir intiba oluşturulmasını da
kabul edemiyorum… Aynı zamanda “amel” denilince sadece
namaz, abdest gibi görünür, (görsel? seyirsel?) ibadetlerin mutlaklaştırılmasına da şiddetle karşı çıkıyorum…
Bir kere “amel” İslâmî ıstılahta muhtevası çok geniş olan bir
kavramdır: “Dünya ve âhirette ceza veya mükâfat konusu
186
olan her türlü iş ve davranışa amel denir.22” İman-amel ilişkisi
çağlar boyu tartışılmıştır, böyle bir tartışmada taraf olmak haddim değil! Biz Ehl-i Sünnet sınırları içinde tefekkür yanı ile ilgileniyoruz: Bununla beraber birkaç nakil de yapacağım: {Ebu Hureyre (radıyallahü anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki: “Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır,
af talep eder ve tevbede bulunursa kalbi cilalanarak (leke silinir).
Bilâkis, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen kaplar”23. İşte bu durum Cenab-ı Hakk’ın: “ Bilakis, onların irtikab ede geldikleri,
kalplerini paslandırmıştır.24”}25
Elmalılı merhum: “Bu izah ile amelin imandan cüz’ü olmadığı halde dinden cüzü’ olmasının vechi de tezahür eder.26”
demektedir. Sadece naklediyorum: “Nîşâburî Garaibü’l
Kur’an’da der ki: zira nehy olunan şeyde ısrar küfürdür,
menhîyi me’mur gibi saymaktır.27”(Yani yasaklanan şeyi emr
edilmiş gibi saymaktır.28) Kurtubî merhum: “Mücahid de der ki:
Kalp avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak kapanır. Sonra da üzerine mühür basılır.29”
Demek ki bir Müslüman, Kelime-i Şehâdet getirerek mükellefiyet altına girmiştir. Elinden geldiğince amelini, imanının
nurdan kalıplarına dökmesi gerekir… Ama bazen çeşitli sebeplerle hata işleyebilir… Fakat bunlar üst üste birikerek imansızlığa
sebep olabilir. Önümüzde, nefsimizin büyük oyunları var! Etra22) TDV İslâm Ansiklopedisi, 3 / 13
23) “Zamanla onun kalbi konulan lekelerle pas tutmuş gibi simsiyah olur.” M.
Zeki Duman, Beyânu’l Hak, Ankara, Fecr yay. 2006, sah. II / 482
24) Bu ayet-i kerimenin meali Davudoğlu’nda şöyle: “Hayır hayır doğrusu onların
kazandıkları günahlar, kalblerinin üzerine pas bağlamıştır.” El-Mutaffifin: 83 / 14
25) İbrahim Canan, 4 / 375
26) Elmalı: I / 925
27) Elmalı: 6 / 4471
28) A.g.e. Azim yay. sh. 7 / 206
29) Kurtubî: I / 441
187
fımızı işadamları ile din adamları sarmış… Eğer biraz zenginseniz!... Batılı Siyonist-emperyalist kâfirler o kadar mükemmel
çalışıyorlar ki; kasko sigorta gibi… Gelip arabanıza çarpıyorlar,
hem de tamir ediyorlar… Fakat sigorta parasını bir şekilde sizden alıyorlar… Gelip çarpıp zihniyet dünyanızın altını üstüne
getiriyorlar, hem de tamirini yapıyorlar… Yani oportünizmi,
pragmatizm diye yutturuyorlar! Bu tarafta da şu soruyu soracak ne seviye, ne çap ne de niyet var! Bir Müslüman için ikisi
arasındaki fark nedir? Nihayet, bir sigara kağıdı kalınlığında….
Biz yapılan bütün tartışmaların İslâmî umdeler, kaideler ve
sınırlar içinde olmadığını düşünüyoruz! Yani bir yorum farkı değil! Eğer kulak verirseniz meselelerin altından bir ses
eliyor, ama biz boğuyoruz, duymak istemiyoruz. Aslı mesele: İtikâdî!... Demokrasi? Laiklik? Sekülerite? İnsan Hakları?
Miras? Kısas? Had cezaları? Ekonomi? Eğitim? Tesettür? Mahkemeler? AİHM?
Nasıl oluyor da asırlardır Müslümanlar bu entelektüel kapanın tuzağına düşüyorlar? Batı tarihsel oluşum süreci ile hesaplaşılamadı… Ümit Burnu’nun keşfi, İpek Yolu’nun önemini
kaybetmesi, Renaissance, Reform, Amerika’nın keşfi, , iktisadî
imkanlar ve Sanayi Devrimi!... Eğer Batılılaşmayı 1718 olarak
alırsak, bu güne kadar ki oluşum sürecinde, oyunu hep Batılılar
kurmuş, onların istediği kurallara göre, istedikleri anda kuralları değiştirerek oyun devam etmiştir. Örnek olarak, dikkatli bir
gözle incelerseniz; 1838’de Mustafa Reşit Paşa’nın Balta Limanı’ndaki yalısında30 İngilizlerle yapılan Serbest Ticaret Anlaşması IMF, 1839’da Abdülmecid tarafından ilan edilen Tanzimat
Fermanı da Kopenhag kriterleri… Paris şartı… 1856 Islahat
Fermanı’nı hazırlayan komisyonun, kimler olduğuna bakarsanız,
hemen görülür….
Ve geliyoruz İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Dünyanın mutlak hâkimi olan Amerika ve O’nun dizayn ettiği Yeni Dünya, BM,
30) 19.haziran.1944’ten beri Baltalimanı Kemik Hastanesi olarak hizmet vermektedir.
188
IMF, Dünya Bankası, GATT v.b. kurumlara… Amerikanizm’in
egemenliği…. Müslümanların her zaman mahkûm olmaları…
Müslümanların her zaman kullanılmaları… Lûtfen dikkat edin,
Tanzimat Fermanı nasıl başlıyor? Bütün ıslahat hareketleri nasıl
başlıyor… Hatta hilafet nasıl kaldırılıyor? Bu nasıl bir mekanizmadır ki, herkesi, hepimizi kullanıyor? Meşhur Mason Mithat
Paşa on yaşında hafız-ı Kur’an…. Cevdet Paşa Nizamiye Mahkemelerini nasıl kurdurduğunu iftiharla anlatıyor… Evet nasıl
insanlar ki, nasıl insanız ki kendimizi kullandırtıyoruz?… Halen de sistem mükemmel şekilde devam ediyor. Merhum Akif ’in
dediği gibi bazı mahlûkları yetiştirmek için toprağı çok münbit!
Hani bir siyasinin dediği gibi: “ Allah verdikçe veriyor!” Allah’ım
yeter artık verme! Yeryüzünde kâfi derecede var!
Bu elli yıllık süreçte de, nasıl oluyor da bir Müslüman önce
pragmatizm zokasını yutuyor? Sonrada hızla daha ihzarî (hazırlık) sınıfını okumadan doğrudan sınıf atlıyor, oportünizme
geçiyor… On yıllardır muhasebe, murakabe, eleştiri ile oluşturduğumuz şöyle bir açıklama denememiz var: Bir kere İslâm ve
Müslümanlar; XVI. Yüzyılın ortalarından itibaren aksayan,
bozulan, duraklayan, tereddî ve tefessüh eden, en sonunda
da yıkılmaya müncer olan bir sürecin sorumlusu olarak görülüyor ve gösteriliyor. Yüzyıllardır, Müslümanlar bu kamburun altında ezilerek yaşadılar. Ruhlara zerk edilen aşağılık duygusu Müslümanları sürekli baskı altında tuttu ve bu halde kişilik
çarpılmasına sebep oldu… Sûretâ normal, fakat rûhen kör, topal, sağır insanlar topluluğu. Kaldı ki bu yukarda arz ettiğimiz
iddia tümüyle de bir çırpıda reddedilemez… Çünkü iktidar
dıştan bakınca Müslümanların elinde… Haliyle başarısızlıkta
onların aidiyet iddia ettikleri İslâm’a izâfe edildi. Ne o zamanın
aktörleri, ne de sonraları kimse sormadı, evet bunlar Müslüman
ama İslâm’ı yaşadılar mı? Bütün şubeleri ile devletin temeli olan
ve yozlaşan ilmiye (ilim adamları) sınıfı, ilmen tereddî, ahlaken
tefessüh etmiş medrese sistemi, bozulan kalemiye (bürokrasi),
tamamen zıvanasından çıkan seyfiye (ordu) sınıfı… Mükemmel
189
kurulmuş fakat zamanla bozulmuş bir iktisadi yapı, tımar sistemi…
Doktorların ifadesine göre, insanda zaten belirli sayıda grip
mikrobu sürekli olurmuş, ama soğukla sayısı çoğalınca, muafiyet sistemi zayıflayınca, insan hasta olurmuş… Potens halinde
bünyede varlığını idame ettiren mikroplar uygun şartları görünce hayatiyet kazandılar… Zaten hareket halindeki bir arabanın
motoruna stop etseniz dahi o aldığı ivme ile epey bir süre devam
eder… Devletin strüktürel bir çöküş içinde olduğu görülemedi… Hemen hemen bütün siyasetnameler sadece bazı eleştirilerle yetindiler… ”Kadim”e dönmekten başka da çözüm üretemediler… Sıradan, çilesiz, sığ sözde teşhis ve tespitler sorunu
çözemedi… {Mesela Osmanlı asırları (belli bir zaman) içerisinde Anadolu ve Rumeli topraklarında (belli bir zaman) Nuh
Nebi’den kalma yöntemle tarımda kullanılan teçhizatın (kara
saban) hiçbir değişikliğe uğramayışının tutarlı bir izahı olmalıydı. Devletin koyduğu “nev icad yasaktır” hükmü tek başına bu
gerçeği açıklama da yeterli kabul edilebilir miydi?31}
Koskoca bir İmparatorluğun nasıl yıkıldığının tespitini ve
kurtuluş reçetesini verebilecek çapta değiliz… Bu muhasebeyi
yapacak bir insan da yok! Biz fikirden hareket eden bir ethosa
sahip olduğumuz için, tek sebebi tefekkür hayatının kilitlenmesinde görüyoruz… İktisadî sebepler belirleyici değil, etkileyici… ”Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur” imanıyla,
“ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkar olunamaz”
şuuru içinde bir nizam ve o nizamı yenileme cehdi gösteremezseniz, hayatın katı bir gerçeği olan değişim sizi oportünizme mahkum eder!… Çünkü dışınızda akan bir hayat var…
Kendi sınırlarınız içinde ve dışında… O çağlarda değişim yavaş
da olsa, hayat değişiyor ve dönüşüyor… Fakat siz inatla farkına
varmak istemiyorsunuz. İsabetli tespitler yapılamayınca tek mesele incinen, yaralanan nefsi tatmin ve tamir oluyor. Her zaman,
31) S.F. Ülgener, Tarihte Darlık Buhranları, Ahmet Güner Sayar, önsöz, sh.IX
190
özellikle 1718’denberi sadece nefsimizi tenzihen yazıyoruz, konuşuyoruz…. Hatta Osmanlıya karşı yapılan hücumlar, İslâm’a
karşı yapılanlardan fazla rahatsız ediyor bizi. Hatta farkında olmadan bu ecdad-perestlik, İslam’la aramızda bir duvar gibi yükseliyor. Yaptığınız her izah gerçekleri örtmekten başka bir işe
yaramıyor. İşte tercüme faaliyetleri… Tam muhasebesini yapabilmiş değiliz!... Batı’nın teknolojik “harikasının” mahsup sırrına
erebilmiş değiliz.
İşte böyle bir durumda artık sistemin fikrî yapısı ve tefekkür
iklimi hayata müdahil olup onu şekillendiremeyince, hayat akideleri şekillendiriyor. Artık iman ettiğiniz gibi, imanınızın gereği
olan bir nizam inşâ edemeyince, yaşadığınız gibi bir inanç yumağı tedarikine başlıyorsunuz! Artık uygulama, düşünce hayatını biçimlendiriyor… Önce bir tasarrufta bulunuyoruz, sonra
İslam’da kılıfını arıyoruz… Siyasî, iktisadî, hukukî, ahlakî, sanat, eğitim v.b. Ve işte tam da bu noktada oportünizm başlıyor.
Tam manasıyla İslâmî değerlerden soyunup kurtulamayınca,
İslâm toptan red edil(e)meyince, İslâmî değerler üzerinde estetik operasyonlar yapılıyor. Artık ölçü Yükselen Değerler! Artık
Yükselen Değerlerin sabitelerine göre İslâm’ın sabitelerinin değiştirilmesi… Bu noktaya geldikten sonra yeni bir İslâm(?) tasavvuru… Ortaya yeni bir uygulama çıkıyor, ama bu İslâmî mi?
Uzlaşımsal olarak bu soru hiç sorulmuyor! Şema şöyle:
Akan hayat içinde karşılaştığımız bir sorun,
Onun Yükselen Değerlere göre çözümü,
Tarafımızdan uygulanması ve İslâm’dan kılıf arama faaliyeti!...
Önce eylemi yapıyoruz, sonra hakkında sözüm ona İslâmî
vechesini araştırıyoruz…
Asırlardır İslâm âlimi yok! Kendisine sorulan soruya veya
sorulara karşılık, “Peki! Ben sana Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiye mu191
vacehesinde cevap vereceğim, sen onunla amel edecek misin?“
diye soran, İslâm; izzet, vakar ve haysiyetine sahip tek bir din
görevlisi bulamazsınız!. Zaten laik bir devlette din görevlisinin
böyle bir mükellefiyeti de yok… Adamların mesleği bu… Ayakkabıcı, ayakkabı satar, kabakçı kabak satar, dinci de din satar,
İslâmcı da “İslâm” satar!... Gerçekten iyi meslek. Kullanmasını
bilirseniz siyasî, iktisadî, akademik v.b. en üst noktalara kadar taşıyor…
Oportünistler önce estetik operasyon yapmak istedikleri
bünyenin, gerçekleştirildiğinde en çok katma değeri olan, işlevsel organından başlarlar… Buradaki başarılı bir operasyon muhatabının önünde yeni ufuklar açar… Hayatındaki sıçrama onu
başka bir düzleme geçirir… ”Açıl susam, açıl!” Bütün imkânlar
ayaklarınızın altına serilmiştir.
Bu değişimde Algı Oluşturma manipülasyonları, Zihin
Kontrol yöntemleri, Şok Tedaviler, Beyin Yıkama bir yana; bizatihi insanın yaşadığı günlük, basit hayat da; inançlarımızı, kurallarımızı, kutsallarımızı etkiliyor, törpülüyor… Bu uygarlık ve
Yükselen Değerler, insan nefsâniyetine çok uygun… Onun için
bizim gibi nefsinin elinde oyuncak olan, basit insanlar çok çabuk
etkileniyoruz… İyi-kötü, doğru-yanlış ve güzel-çirkin yargılarımızı, hoşlanma-hoşlanmama gibi alışkanlıklarımızı etkiliyor…
Farkına varmadan imanımız etkileniyor…..
Oportünist Değişime zemin hazırlamanın ilk safhası; zahiren, sûretâ İslâm, ambalajın yüzünde kalırken; İman, Allah,
Peygamber, Kur’an, ashab, cihad, miras hukuku, kısas, had
cezaları, topyekûn muamelat, dünya, ahiret, bilgi, akıl v.b.
temel mefhumların muhasebesi yapılmadan, hatta farkına varılmadan değiştirilmesi, değişmesi… Sürü nefsinin esiridir, ama
nefs muhasebesi yapmaz… Tezekkür, Tefekkür, teemmül yoktur
hayatında… Zaten olsa halk olmaz… Bu mevhibelerin formel
veya formel olmayan eğitimle hiç ilgileri yok! Hatta ters orantı
192
olduğu bile düşünülebilir (?) Ama bu İslamî mefhumların içeriğinin Yükselen Değerlere göre şekillenmesi ve istif edilmesi ilk
safha…. Bu gerçekleştirildikten sonra iş kolay… İslâmî olarak
ifade edilen mefhumun, içeriği Yükselen Değerlerin içeriği ile
doldurulur…
Mantık terminolojisi ile ifade edersek; kavram, bir nesne
hakkında zihinde oluşan tasavvurlar toplamıdır. Fikrin, (idée de
diyebiliriz) dille ifadesine de kelime veya terim denir.. Bebekte tasavvurlar vardır… Ama onları kelimelerle ifade edemez…
Önce zihninde bir nesneye ait nitelikler süzülmeye ve zenginleşmeye başlar, sonra o tasavvurlar öğrenme ile kelime veya terim
şeklinde ifade edilir. Gözü var, eli var, ayağı var…….. insan……
Zihindeki tasavvurlar, fikirler böylece bir kelime ile ifade edilir.
Bunlar anlam bombaları haline gelir… Bütün mukaddeslerimizin taşıyıcısıdırlar…
Kavramlar üzerindeki operasyon iki şekilde yapılır… Oportünist bir konsept için asıl matlub ve makbul olan; hem kavramı oluşturan tasavvurları değiştirmek, hem de ses olarak ifadesi
olan terimi değiştirmek… Bu olmazsa kelime aynen kalır, muhtevası değiştirilir. İçi zemzem dolu, üzerinde “zemzem” yazan bir
şişe…. Bir Müslüman için “zemzem” kavramı İslâmî tasavvurlarla örülmüştür.. Eğer siz hem “zemzem”i, hem de tasavvurlar bütününü değiştirirseniz, mükemmel bir operasyon yapmış olursunuz… Bu operasyonları genişletirseniz, İslâmî teressübattan
arınmış, tertemiz bir dil ve dilin inşâ ettiği laik seküler bir evren
oluşturursunuz!…
Renaissance’ta ulusal diller, İncilin ulusal dillere çevrilmesi… Türkiye’de birileri tarafından yaptırılanlar şuurlu bir şekilde
yaptırılmıştır. En az üç yüz senedir atılan her adımın tek amacı
İslâm’dan kurtulmak! Bu şekilde bir operasyonu başaramazsanız
o zaman, “zemzem”i olduğu gibi bırakıp, içeriğini, tasavvurları
değiştirirsiniz… Artık “zemzem” zemzem tasavvuru değildir.
193
Analitik bir yaklaşımla, uygulamalı olarak ne anlatmak istediğimizi daha net arz etmeye çalışalım: Kur’an-ı Azimü’ş-şan’da
birçok yerde geçen bir ifade var. EMRİ bi’l-MA’RÛF NEHYİ
ani’l MÜNKER… Meselâ: “Hem sizden müteşekkil, önde
gider, hayra davet eder, maruf ile emir ve münkerden nehyeyler bir ümmet olsun, işte onlardır o felâhı bulacaklar.32”
Bu meali Elmalı merhumdan aldım… Ayetin tefsirinde der ki:
“Maruf muktezayı İslâm olan tâatullah, münker de muktezayi İslâma muhalif olan ma’sıyetullah demektir. Maruf ve
münkeri hablullahdan başka mi’yar ile ölçmeğe kalkmak hevaya ve nefsanî arzulara tâbi olmaktır ki bu da tefrika ihdas
eylemektir.33” Eğer Elmalılı merhuma bakarsanız kâmil manada
İslâmî bir kâinat…. Tamamen İslâmî müktesebatla oluşmuş bir
tasavvurlar bütünü… İşte bu tasavvurlar örümcek bağlamış bir
kafayı temsil ediyor… Kestik, kestik bitiremedik! Ya da bir kısmını kesince ötekiler hemen kellelerini değiştirdiler… Yirmiye
yakın meal ve tefsire baktım Davudoğlu ve H. Basri Çantay dâhil
olmak üzere tertemiz(!) bir Türkçe ile yazılmış… Mefhumların
İslâmî teressübatı tamamen temizlenmiş. Bir yurttaşlık Bilgisi
kitabına koyabilirsiniz. Ömer Nasuhi Bilmen ve Kurtubî tefsirlerinde “maruf ”, “münker” mefhumları aynen kullanılmış…
Diyanete kabahat bulmayalım, hepimizin kafasının içi pırıl pırıl
“aydınlanmış”. Batı’da “Aydınlanma”dan ne haber? Onların aklı
ermez… Siyasilerimiz onlara da akıl veriyor ya…
Bir de Diyanet Tefsiri’nin mealine bakalım: “İçinizden hayra
çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.34” Diyanet’in Tefsir’inden
bir cümle: “İslâm ahlakına göre toplu yaşamak zorunda olan insanlık, bu yaşayışın uyumlu olarak sürdürülebilmesi ve iyiliğin
hâkim kılınabilmesi için bir takım kurallara uymakla yükümlüdür.35” Size bir teklifim var bu açıklamada “İslâm” kavramı ye32) Âl-i İmran Suresi: 3 / 104
33) Elmalı, 1935, sh. 2 / 1155
34) Kur’an Yolu, Türkçe Meâl ve tefsir. sh: I /645
35) A.g.e. I / 647
194
rine dünyadaki herhangi bir dini koyun… Hangi din mensubu
bu cümleye itiraz eder? Demek ki bu cümle bize hiçbir şey söylemiyor! Felsefe terminolojisinde buna “ travial doğrululuklar”
denir… Hep merak etmişimdir, halk önemsiz, hiçbir şey söylemeyen konulara “dırıvırı” der acaba buradan galat mıdır? Aynı
usûlü genelleştirebilirsiniz…
Birkaç meali hariç tutalım; ben şimdi bu kitapları okuyunca şöyle bir anlam çıkarabilirim, yorumda bulunabilirim: Eğer
toplumsal bir mekânda fazla içki içtiği için etrafı rahatsız edenler
varsa onların kötülüğüne engel olmak için onları uyarırım: {Size
“içme“ diyen yok, ama adam gibi için! } Çünkü adam gibi içmek
“iyi”dir. Gerçekten insanın içini bir kasvet basıyor!... Örnekleri
siz çoğaltın!...
İşte bu örneğimizde hem terim, hem muhtevası değişmiş…
Bazen kelime olarak halk arasında köklü bir biçimde yerleşmiş
olanlar var ise, onlar zamana bırakılırken, içeriği değiştirilir.
”Hayr”, “hayrat” kavramları böyle… Terim olarak derinlere kök
saldığı için, kelime aynen muhafaza edilmiş fakat muhtevası değiştirilmiş. “Hayr” kavramının içinde, diyelim ki yüzeli yıl önce
“helâl” tasavvuru vardı… Haramdan hayr olmayacağı!… Günümüzde kazancın kaynağına bakılmadan, elde edilen haram parayla yapılan camiye hayr deniyor… Çok acı veriyor insana ama
hesaplaşmak zorundayız… Hangi kavramımız İslâmî? Umre,
umre seyahati oldu… Demek ki önce kavramlar… En azından
kavramlar üzerinde bir rölativite, görecelik yaratabilirseniz oportünist bir değişime zemin hazırlamış olursunuz…
Sizin son derece önem verdiğiniz, ihtimamla sakladığınız,
değer biçilemeyecek, kıymetli, deri ciltli, el yazması, ecdaddan
kalma bir kitabınız var… İsmi de üzerinde yazılı…. İçini açıp
okumuyorsunuz! O kadar kıymetli ki; elinize bile almaya kıyamıyorsunuz… Dıştan baktıkça hep aynı kitap… Vakit bulup
baktıkça… Ama hiç düşünmez misiniz? Kıymetli kitapların da
195
düşmanları vardır!... Güvelenme riski vardır… Zaman içinde
nem kitabın en büyük düşmanı… Güney cephede, nem alması
mümkün olmayan kitaplarınız, bir bakmışınız aklınızın ermeyeceği bir şekilde nemlenmiş… Cildi aynı, ama içi değiştirilmiş
olmasın… Bu durumu bizzat tattığım için çok iyi biliyorum.
“Tatmayan bilmez!”
Ellili yılların sonu, lise talebesiyiz… O zamanlar bu kadar
bol kitap bulunmaz. Geçen gün bir sipariş verdim 48 saat geçmeden elimdeydi. Umumî Kütüphanede bir felsefe kitabı buldum,
şu anda ismini hatırlamıyorum… {Burada şunu da arz edeyim.
O yıllarda, ben kütüphanede eski Kadro mecmualarını okurken,
ödünç alma defterine kendi ismimi yazmazdım. ”Komünist” derler diye! Mahalle baskısı... Tabii irtica da daha ağır bir suç! Atatürk karşıtlığı hepsinden ağır!} Çok sevdim.. Bir-iki okumakla
olmayacak, edinmek istiyorum, bulmak mümkün değil! Hınzır
bir arkadaşım vardı, o zamanlar matbaa ile ilgisi olan. Ona, yana
yakıla anlatırken, “sen getir o kitabı” dedi, “ne olacak?” dedim.
“Sen karışma” dedi. Kitabı getirdim, tanıdığı bir ciltçi varmış,
ona vardık. Özenli bir operasyonla, cildine hiçbir zarar vermeden felsefe kitabını çıkardı… Yine özenle aynı ebat ve kalınlıkta
bir kitap bulduk, maharetle içine yerleştirdi ve ciltledi. Cildin
üzeri orijinal kütüphane kayıt ve mühürleri ile müzeyyen veya
kirlenmiş, yani otantik. Götürdüm kitabı verdim, zimmetimden
düştüler… Sanırım yıllarca, yıllarca yapılan sayımlarda o kitap,
“o kitap” gibi işlem gördü… Hâlbuki o kitap, “o kitap” değildi…
Galiba mükemmel bir örnek verdim… Sözün bittiği yere
geldik…. Adam ata binmeyi bilmiyor… Kudret sahibi! Siyasî,
zengin?... Müdârâcısı çok… Taraf, etrafın teşviki ve iğvasıyla (sanırım şeytanın iğvasına eş kuvvette olsa gerek) binmiş… Derken
sallanırken, sallanırken arkaya doğru kaykıla kaykıla düşer…
”Ne oldu?” diye, telaşla soruyorlar, cevap çok pişkince: “At bitti!”
diyor… Acemi kaptanlar için de deniz bitermiş… Kıyıya bindirince… Becerikli insanlar daha çok yazabilir, ama bizim gibi
196
acemiler için söz bitti… Yüklü meblağlar taşıyan çekler, yatırım
için hep birlikte, hücum edince beynim hararet yapıyor, dilim
ısınıyor, kalemim kilitleniyor.. Ama yazmamı istiyorlar! Terörle yazdırıyorlar! Kim? Neredeyse okumayı bekleyen on kişi var!
İyimser ve her iyimser gibi hayalperest bir arkadaş geçen gün
yirmi kişi, olabileceğini söyledi… Bu kadar çok insan okuyorsa
ciddi ciddi düşünmemiz lâzım. Kalitede bir düşüş var… Sayının
çoğalmasına çok üzüldüm!... Yalan! Yalan!... İnanmayın!
Bu noktada ayrıntısına girmemekle birlikte, Hz. Süleyman’ın
âsâsının36 hatırlanmasının da çok yararlı olacağını düşünüyorum… Dışardan sağlam gibi gözüken fakat güveler tarafından
yendiğinden içi boşalan âsâ, birilerini meşgul ettiği gibi bizi de
etmesin! Yukarda zikrettiğimiz ve benzeri kavramları İslâmî
şuur ve usûlle tekrar tekrar tahlil edelim! İçerilerini boşaltmış
olmasınlar! Yıllar sonra fark ettiğimizde, o da fark edebilirsek
çok nâdim oluruz… Bir gün gelecek bu sofistike, rafine İslâm
düşmanlığını, onlara alet olduklarını Müslümanlar da anlayacak
ama vakit geç olacak! Hatta oldu bile….
Tekraren ve ısrarla soruyorum; çaresizliğimizin, sınırlılığımızın, imkânsızlığımızın, zayıflığımızın, yetersizliğimizin,
acizliğimizin bir toplamı olan, süblime ederek inşâ ettiğimiz,
billurlaştırdığımız, transandantal, aşkın bir varlığa mı inanıyoruz? Anlamsızlığın, varlığımıza bir sümük (başka kavram
bulamadım, o insanlık durumunu tam karşılıyor, daha önce de
kullanmak zorunda kaldım. Özür de dilemiyorum) gibi bulaşan
saçma duygusunun bulantı gayyâsında (bu insanlık durumunun hayatta, canlı iken, cehennemi yaşamak olduğunu çağrıştırması için özel olarak kullandım.) boğulmamak için, bir kurtuluş umudu tesellisi olarak mı müteal bir varlığa inanıyoruz?
“Sınırlıya sığamadığımız, sınırsızı da dolduramadığımız için mi
bir tanrıya inanıyoruz?” Yoksa Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’ne
Sıddîkî bir şiârla mı iman ediyoruz? Allah ve Resulüne, onlardan
36) Sebe: 34 / 14
197
telâkki etmemiz gereken akidelere göre gibi mi iman ediyoruz?
Tenzih-i iman, tavzih-i iman, hatta tecdid-i iman…. Bu ve bütün İslâmî mefhumlar hakkında nefs muhasebesi yapacağız! Her
kavramı bir kitap kabul et! Lûtfen her kitabın kapağını kaldır, bir
bak! İçini değiştirmiş olmasınlar. Senin laik bir duygulanımla
seyredip, kutsadığın kitabın içine farklı bir kitab koymuş olmasınlar! Hatta içine monte edilen İslamla taban tabana zıt değerler
olmasın. Örnek olarak; bir gün sordun mu? “Kut” ne demektir?
Buyur fahr-i Kâinat’a layık gördüğün sıfatı: ”Ayrıca, Asya Hun
İmparatorluğunun ünvanı “Göktanrının, güneşin, ayın tahta çıkardığı Tanrı Kut’u Tanhu” idi (KAFESOĞLU, 1988:
237). Burada “kut” kavramı ön plana çıkmaktadır. Kut’un kelime manası, uğur, devlet, baht, saadet vs. olmakla birlikte, Türk
ve Moğollarda genellikle gökten inen bir nur, sütunu şeklinde tasavvur olunur ve han soyunun bundan meydana geldiğine inanılırdı. Kut taşıyan hakan mukaddes olup, Hazar hakan ailesinde olduğu gibi yüzünü halka göstermezdi. Hanlar
umumiyetle, gökten inen bir ışıktan gebe kalmış bir prensesin evlatlarıdır (İNALCIK, 1959: 74-76)….37”
Hiç çırpınma, debelenme! Kavramların çok anlamlılığından
yararlanmaya tenezzül etme! O kadar alçalma! 1400 senedir,
bağrı yanık mü’minlerin, Peygamber âşıklarının şerha şerha ihlaslı göğüslerinden fışkıran samimi sıfatları beğenmeyip, içi şirk
dolu olan bu kavramı mı lâyık görüyorsunuz Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem’e? Çok anlamlılığın arkasına sığınmak,
şirk çirkefini temizleyemez… Biraz da fikir namusunuz olsa!
Niyetinizi insanca, erkekçe söyleyebilseniz… Diyanet İşleri’ne,
din görevlilerine söyleyecek sözümüz yok! Onların görevi laik
devletin, bekâsını temin etmek için, dinî, çoğunluğun dinini
dizayn etmek… Çoğunluğun dinini zaman ve zemine göre hep
yeniden üretmek! Hep yeniden üretmek! Bunların elleriyle birileri, gerektiğinde dini döverler, gerektiğinde de severler… Din
onların metresi gibi… Şimdi sevme periyodundular… Onlara
37) H.Basri Karadeniz, http://forum.memurlar.net/konu/522754
198
verilen görev, devletin güvenliğini temine yarayacak, araç olan
bir inançlar manzumesi oluşturmak! Hatta memurluk şartları
arasında Müslüman olma zorunluluğu da yok! Onun için biz
diyanet İşleri Başkan’larının ve din görevlilerinin Müslüman
olup olmadıklarını da bilmiyoruz! Merak da etmiyoruz… Ama
sen! Henüz ana sütü kadar temiz imanı; iğtişaş ve ibham içinde olmayan, tertemiz, koca karı imanına sahip, Allahü Zü-l-celâl
Hazretleri’nden başkasına kulluk etmeyen, hiçbir cemaate, hiçbir tarikata bağlanmayan, hiçbir dinsel kuruluşla ilgisi olmayan,
Allah ve Resulünden başka hiçbir varlığa borçlu olmayan, kul olmayan sen, ihlaslı Müslüman, senden ne haber? Tek ümidimiz
sensin! Ama senden ne bir ses, ne bir nefes! Eğer sen de yoksan,
senin de itikadî neslin kurudu ise, bu dünyada her şey, kurudu…
Eğer senin Hak teâlâ hazretleri ve Fahr-i kâinât sallallahü aleyhi
ve sellem’e pazarlıksız bağlılık yolun, sırat-ı müstakim bitti ise,
her şey bitti!.. Tıkandı ise, bütün yollar tıkandı!...
Zamanında radyoda şarkı bile yasak edilir, Kur’an Türkçe,
ezan Türkçe okunur. Mezar taşlarından kaldırımlar yapılır, camiler yıktırılır… Allah demek bile yasak edilir… Matbuat Umum
Müdürü Vedat Nedim Tör’ün Büyük Doğu’ya gönderdiği yasakname… Bu sopa aşaması… Bu aşamanın arkasından, oportünist
değişimde yeni aşama, yılan gibi Müslümanların nefsine sızarak,
bütün İslami mefhumları, hem kelime, hem anlam; olmazsa kelimeleri aynı bırakarak, içeriğini değiştirmek… Bu sürüye hafif
bir narkoz… Ama bu havuç aşaması…. Birilerinin havucu yerine oturdu, rahatladılar… Türkiye bu aşamayı yaşıyor.… Dikkatinizi çekerim; amaç hep dini yeniden, yeniden üretmek…
Gerektiğinde dövmek, gerektiğinde sevmek…
Oportünist Değişime zemin hazırlamanın ikinci safhası’nda
kanaatimize göre; Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem’i sıradanlaştırma aşaması geliyor(?)... diye düşünüyoruz… Bu konuya geçmeden önce şu durumun kesin olarak anlaşılması, içselleştirilmesi gerekir ki; Kültür ile teknoloji ayrılmaz bir bütündür…
199
Sosyolojik olarak; kültürde bir ilerilik ve gerilik yoktur… Fakat
teknolojide vardır… Mehmet Akif merhumun dilek ve temenniden öteye gitmeyen özlem ve hatta ihtirasına (Batı’nın, bilim, sanat ve teknolojisine sahip olma ihtirası); Said Nursî’nin en ufak
bilgi ve tefekkür kırıntısı olmayan, çilesiz, tahminimize göre İttihat ve terakkî’nin localarından sızan, kulaktan dolma malumatla inşâ ettiği, spekülasyon, hatta konstürüksiyonlarına rağmen;
kültürle, teknolojiyi biribirinden ayıramazsınız… Dolayısıyla;
teknolojik bakımdan ileri bir uygarlığın kültürü, teknolojik bakımdan geri uygarlığın ruhunda yarattığı minnacık gözenekten,
bir menfezden farkında olmadan sızıyor, sızıyor, sızıyor… Bir
süre sonra akıyor, akıyor, akıyor… Daha sonra şelaleler gibi…
Sesi musiki gibi geliyor… Su sesi… Çünkü çoklar pek çoklar su
sesinden sonra para sesinin geleceğini bittecrübe biliyorlar…
Gavurlaştıkça dünya nimetlerine gark olacaklarını seziyorlar…
Eşşek biyolog değildir ama kendini zehirleyecek otu bilir! Yemez… İnsan nefsaniyetine en uygun bir uygarlıkla karşı karşıyayız. Ancak yeni bir uygarlık tasavvuru ile onun tacizlerinden,
hatta tecavüzlerinden masûn kalabilirsiniz. Bu konuya daha
sonra döneceğim, fakat dürüst olalım, bugün; Aile efratlarının iç
çamaşırları bile Batı konseptine göre dizayn edilmiştir. Ki zaten
bin yıldır düşünemiyoruz, bugün o tefekkür kabızlığı ağırlaşarak
devam ediyor… Yalnız eskiden farklı… Bugün, diller ve kalemler ishal olmuş… Herkes kesret-i kelama mübtelâ!...
Şunu anlayalım ki; bütün, etik, estetik, epistemolojik v.b.
yargılarımız; konseptimiz, Batı tarafından eğelenmiş, planyalanmış, formatlanmış bir zihniyet dünyasında şekilleniyor…
Düşünmenin ilk aleti olan dilimizin grameri, dikkat edin kelimeleri demiyorum, yabancı dillerin sultası altında… Benim;
okuma-yazma bilmeyen rahmetli anam bile “kahve alır mısın?“
diyordu.. Hâlbuki Türkçe söyleyişte “kahve alınmaz, içilir…
Kahve, kahveciden ancak ham madde olarak alınır. Pişirilip içmek üzere.” Duş alınmaz.. Çünkü “duş” yoktur bizde dolayısıyla
duş da alınmaz… ”E, canım teknolojiyi de mi almayalım?” diye
200
sormayın…. İşte biz de tam bunu söylüyoruz: Teknoloji gelir,
başta zihniyet dünyanız olmak üzere, en mukaddes mahremiyet
alanlarınıza kadar, her yerinize el atar, her yerinizi karıştırır…
Teknoloji, çilesi çekilerek üretildiği Uygarlığın kültürel değerlerini gözünüzün içine sokar…
Biz düşünmüyoruz, düşündürülüyoruz; biz sevmiyoruz bize
sevdiriliyor, biz nefret etmiyoruz, nefret ettiriliyor… Bu tasallut
ve tecavüzden kurtulmak mümkün değil! Felsefeyi binleri de geçen yıllardan beri anlamadık… Halen de anlayamıyoruz… Ezberlemekten bahsetmiyorum, anlama daha farklı bir kategori…
Bunun için de halen Batı’ya tapınıyoruz… Ve dolayısıyla bizim
“Peygamber” tasavvurumuz, Kur’an’dan, Hadislerden istinbat edilmiyor… Doğrudan doğruya kutsalın buharlaşması, kutsalın yitirilişi, avangardın, meta söylemin sona ermesi, her şey gider, gibi parametrelerin etkisi demeyeceğim çünkü hafif kalıyor,
şekillendirilmesi ile oluşuyor… Tefekkür dediğimiz bütün zihnî
patinajlarımıza, gevezeliklerimize bakın, kilise yıkıntısı ile cami
yapmak… Bir tarafından put sırıtıyor…
Hele yolu birazcık felsefeye uğramış dilletantlar, yüksek lisans veya doktorada birazcık epistemolojiye bulaşmış olanların
zihni tamamıyla bulanıyor… Sisli yaylalar gibi... Çok dikkatli
olmak gerekir. O siste burnunuzun ucunu göremezsiniz… Biz,
kendimiz, bizzat hangi makamdayız? Anlamadığını anlama…
Cehaletinin şuurunda olma! Fakat inat ve azimle, izâle-i cehl
gayretinde…
Bu zihinsel durumumuzun, tasavvur dünyamızın teşekkülünde, zihinsel kodlarımızın ayarlanmasında Aşağılık Duygusu’nun
çok önemli olduğu kanaatindeyim… Bu kavramı Alfred Adler
terminolojisine göre kullanıyorum. Ve bu durum asırlardır devam ediyor… Bir kere imanımızdan şüphe duymaya başladıktan
sonra her türlü hücuma karşı müdafaasız durumdayız… Artık
201
bütün gayret, bütün enerjimiz kınayıcıların kınamasından38
kurtulmak için kullanılmaktadır. Bu ayet-i kerime’de zikredilen
ve övülen tutum o kadar önemli ki, biatda da şart koşuluyor…
Nitekim Rûdânî’de zikrediyor: {Buhârî, Müslim ve Muvattâ’nın
diğer rivayetleri: “Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’e; güçlükte, kolaylıkta, kıvançta ve zor durumlarda dinleyip itaat edeceğime dair biat edip söz verdim. Yine bize karşı yaptığı tercihlerde, ehline karşı herhangi bir işte tartışmayacağımıza nerede
olursak olalım hakkı söyleyeceğimize, Allah uğrunda kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza dair biat edip söz
verdik. 39”
Ayet ve hadislerin tefsirinde, felsefe ve psikolojiyi ölçü almaktan Allah’a sığınırız… Ama İslâmî incelikleri zedelemeyen durumlarda yararlanılabilir… Önce imanımıza ait, “acaba?”, sonra
“tereddüd” sonra “şüphe” tavrı, bir adım sonrası “inkâr”… Bir
Müslüman vakarı ile nasıl doğrulacağız?… Bütün mesele; terkib
ve tahlillerin yoğrulduğu, hükümlerin oluşturulduğu, zihin teknemizi nurlayabilmek! (Kalay’dan kalaylamak; Su’dan sulamak;
nur’dan, nurlamak) Nasıl ki kalaylanmayan bakır kabı cengar
çalar (oksitlenir) ve insanları zehirlerse; nurlanmayan zihni de
küfür çalar, dünya ve ahretimizi mahveder! O zaman her meselede olduğu gibi, “Allah Resûlü sallalahu aleyhi ve selem’i
sıradanlaştırma“ konusunda da bütün bu gavurca şartlandırılmalardan, tuzaklardan kurtularak hüküm verme gayreti
içinde olacağız…
Peygamber: “Bir kısım zevatı âliyenin; Halâiki irşad, anlara
dinî ahkâmı tebliğ etmek hikmetine binaen tarafı ilâhiden mebus olmaları40“demektir. Yani yüksek vasıflara haiz, insanları irşad, onlara dinî hükümleri tebliğ etmek hikmetine dayalı olarak
Allah tarafından görevlendirilen zatlara peygamber denir.
38) Maide: 5 / 54
39) Rûdânî: I / 35
40) Ö Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlmi Kelâm, İstanbul, Ergin kit. 1959, sh.125
202
Her ne kadar tarihte peygamberliğin gereksiz olduğunu
savunanlar olmuş ise de, biz bu düşünceleri tartışılmaya değer
bulmuyoruz. Onlar nübüvvete ihtiyaç olmadan insan aklının
gerçeği bulacağı gibi, bir argümandan hareket ediyorlar. Bugün
Ratio’nun ve rationalizmin; imkânları, sınırları v.b. konularda
muhasebesi yapılmış ve felsefe tarihindeki yerine kaldırılmıştır.
On yıllarca önce pek de şık olmayan bir ifade ile “Batı insanı, aklı
kusuyor!” demiştik, nitekim geçen on yıllar bizim haklılığımızı
daha da teyid etti, diye düşünüyoruz.
Şüphesiz, hiç tereddüd yok! Peygamberi Zîşân bir beşerdir!
En ufak bir müphemiyet yok! Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve
selem bir insandır!... Fakat bütün mesele O ( s.a.v.) sıradan
bir insan değildir. En basit elemanter psikoloji bilgilerine göre,
insanlarda “bireysel farklar” vardır. Toplumlarda zekâ dağılımı
bir çan eğrisi şeklindedir. İnsanların yarısı normal sınırları içinde yer alırken; normalin altı ile üstünün oranları hemen hemen
aynıdır… Farklı donanımlarla dünyaya gelen insanlar, ayrıca
bunların arasında doğumdan önce özel olarak ödüllendirilmiş
(gifted) olanlar, çevrenin özelliklerine göre, uygunluğuna göre
kendilerini gerçekleştirirler… İkinci Dünya savaşını işleyen bir
romanda, yazar Balkanlarda bizzat yaşadıklarını, şahit olduklarını, izlenimlerini romanlaştırmış… Bir çoban hayvanlarına
bağırıyor… Büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı ile ”Ya bu ses
çevresini bulup eğitilse idi, dünya çapında basbariton olurdu.”
Tespitinde bulunuyor. Çevre-birey ilişkisi… Gayet net basit
bir tespitim şudur ki, sıradan insanlar herkesi kendi gibi görürler… Sıradan insanlar herkesi sıradan görürler… Bunlar
sıra dışı insanların kokusunu dahi almak yeteneğine sahip olmayan insanlardır… Bunlarda fikrî anosomi vardır. Anosomi koku
alma duyumlarının yokluğu… Beyin yarım kürelerinin ön lopundaki tümörlerin ortak belirtisi…
Veya bu sınıfın farklı bir kategorisi de; egosantrizmlerinin
zindanında kıvranarak peygamber olamamayı bir türlü içlerine
203
sindiremeyenler, peygamber olamamaya dayanamayan patolojik, zavallı tiplerdir. Felsefe; eğer onunla fantastik olarak meşgul
olursanız, sadece bir dilletant (heveskâr) olarak yaklaşırsanız,
çarpar! Bir tarafınızı felç eder… Felsefe ile oyun oynanmaz!
Bu kategorideki insanlar, anlayamadıkları için; tepinirken, tepinirken, bulmaca çözer gibi, felsefî problemlerin künhüne vakıf
olamadan bir hobi şeklinde uğraşırken, sözde entellektüel sörf
yaparken, bataklık haline getirdikleri felsefenin dehlizleri, labirentleri içinde boğulanlardır. Orası öyle bir dünya ki, donanımsız girenlerin önünü her köşe başında bekleyen fikir fahişeleri
keser!.. Her gördüğünüze “İşte tam aradığım bu, benim tanrıçam
bu!” derken…. Sisler arasında başka birinin şuh tavırlar içinde
sizi çağırdığını görürsünüz… Birden bakarsınız, illüzyon…
Normal insanda da olabilir, zaman zaman.. Biraz daha ileri safhası halüsinasyon… Görme, işitme, dokunma, koku, tad algılama;
hiçbir uyarıcı olmamasına rağmen… Ciddi akıl hastalıklarında
ortaya çıkar… Bir adım sonrası, galiba en fecisi de, halüsinos,
gerçek olmadığını anlamanıza rağmen, patolojik olduğunu bildiğiniz halde, kurtulamadığınız algılar… Görme, işitme, dokunma, koku, tad algılama; hiçbir uyarıcı olmamasına rağmen…
Halüsinos safhası... Sonsuz bir hüsran… Patolojik olsa da birinci ve ikinci şekillerde hiç değilse bir avunma söz konusudur…
Üçüncü de o da yok!
Felsefe istismar edilmek istenen yerde, hakkı verilmeyen
yerde intikamını alır! Hem de feci şekilde… Felsefe kendisiyle
oynatmaz… Onunla oynamaya kalkanlar, amiyane tabirle kafa
yapmaya çalışanları bekleyen akıbet: Bütün mal varlığını kaybetmiş, bilmem ne kadar borç senedi imzalatılarak fedailer tarafından sokağa atılmış bir kumarbaz gibi, cadde ortasında yapayalnız kalmak!.. İmanına kadar soyulmak! Bakarsınız, olmayan fikir
dünyanız bütün unsurları ile yapış yapış… Çünkü siz bu felsefe
dünyasına içtenlikle girmediniz… Çünkü siz bu dünyayı kullanmak, metalaştırmak istediniz! Çünkü siz İslâmî imanınızdan
utandığınız için, kınayıcıların kınamasından kurtulmak için, es204
tetik bir operasyonla “Yobaz! Gerici!” kamburundan kurtulmak
için girdiniz… Çünkü siz felsefeyi dininizden aziz tuttunuz..
Çünkü siz imanınızı felsefeye tasdik ettirmek istediniz. Çünkü siz, herkes görsün diye alnınıza yapıştırmak için felsefeden
“İslâm çağdaştır. Gerici değildir, uygundur” sertifikası almaya
kalkıştınız… {Şeriata, (şeriat) yolunun dışında yardım etmek
isteyen kimsenin zararı; şeriata (şeriat yoluyla) darbe vurmak
isteyen kişinin zararından daha çoktur. Nitekim “akıllı düşman
câhil dosttan daha hayırlıdır” denilmiştir.41}
Düşünce, fikir veya eylem… Bir şey haddini aşarsa zıddına
döner….. Kedi de yavrusunu çok sevdiği için oynarken, boğar, öldürür… Yani sevgide bile mantık, sevgide bile itidal….
Ma’şûkasını hesaba katmayan bir aşk, oportünizmdir… Hem
kendine, hem muhatabına zarar verir… Hep talep, hep talep
eden, Mecnun konseptine muhayyilesinde bile yer olmayan bir
aşık egosantrizmin batağında boğulur…. Birincil önem yavrunun hayatı mı, yoksa kedinin kendini tatmini mi? Hiç düşünmeden kedinin hayatiyetine zarar vererek onu sevmek! Ama
aslanın yavrusunu nasıl bir ihtimamla taşıdığını görmedin mi?
O vahşi(!), katil (!) timsahların nasıl bir dikkat ve şefkatle(!)
yumurtadan çıkan yavrularını ağzına doldurup, getirip nehre boşalttığını görmedin mi? (!) işaretlerini niçin koyduğumu merak
etmişinizdir! Kendimizin yarattığı antropomorfist bir evrende
hayvanlara atfettiğimiz, yansıttığımız özellikler! Acaba fıtratının gereğine göre eyleyen bir varlığa bu tür atıflar doğru mudur? Kurnazlık, zekâ, akıl, merhamet, gaddarlık, vefa, yırtıcılık,
hilebazlık v.b. Çok ölçülü olmak lâzım, aksi takdirde Darvinizme
doğru evrilmenin bir basamağı olabilir!
Fakat nefs aslandan da, timsahtan da acımasızdır… İnsafsızdır…. Alır sizi mitolojik bir canavar olan felsefenin uçurumuna
atar!.. İmanınızdan eder!… Amiyane tabirle öldürmez ama süründürür! Önce çile! Felsefeyi anlamaya çalışacaksınız… Gön41) İmâm Gazâlî, Filozofların Tutarsızlığı, çev. Bekir Karlığa, İstanbul, Çağrı yay.
1981, sh.8
205
lümüzde imandan boşalan yeri inançla dolduran alternatif tıpta
olduğu gibi, kendinizi ota çöpe iştiyakla fırlatıp atmayacaksınız!
Mantıksal bir kamaşma; teabbüdî (aklî değerlendirmeye açık
olmayan) ibadetleri akılla, pozitivist, oportünist bir yaklaşımla temellendirmeye çalışırken; Fizik, kimya, biyoloji, psikoloji
gibi deneysel positive-tabiat bilimlerinin uygulama alanı olan
tıbbî meselelerde inanç!... Akıl nedir? Akıl nerede kullanılır?
İman nedir? Alanı ve sınırları var mıdır? Bilgi, geçerliliği, deney?
İmkân ve sınırları… Bu elemanter bilgilerden sonra felsefeden
ne beklediğini tayin edeceksin! Aksi takdirde ottan çöpten fayda
bekleyenlerin durumuna düşersin…. Tıbbı eleştirme! Önce tıpla hesaplaş… Nihayet bir uygulama alanı tıp!
Bundan 40-50 yıl önce Anadolu’nun bir şehrinde bir nine
doktora gider… Doktor sorar: “Neren ağrıyor?” cevap: “Doktor
değil misin bil!” Kim haklı kim haksız? Siz sadece bizde değil;
evrensel olarak Renaissance, Reform, Modernite, Aydınlanma
sürecini kutsarsanız, insanlara akıl ve mantığa sığmayan bir iyimserlik, pompalarsanız, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!” gibi
çilesiz, işportacı çığlıklarını dövizleştirip, Fakültenizin alnına yapıştırırsanız, o nine haklı… Neremin ağrıdığını da bil! Ama doktor diyorsa ki, “tıbbın dayandığı positive tabiat bilimleri dahi,
exact, genel-geçer bilgiler elde edemezken, bana bu tür bilgelik
atfetmeniz bana zülümdür…. Tıbbın dayandığı fizik, kimya, biyoloji gibi deneysel bilimler dahi ancak ihtimali (probability)
bilgiler veriyorsa, benim de onlara dayanarak yaptığım, tahminî
bir teşhis! ” diyorsa doktor da haklı. En büyük ve en mükemmel
feraset nelerden, ne bekleyebileceğini bilmek… Önce hesaplaş,
felsefe nedir? Felsefeden ne bekliyorum?
İşte sana örnek olarak bir bakış açısı… Bunu da olduğu gibi
kabul etme! Şüphe et! Şüphenden de şüphe et! İmanını terk
edip, felsefeyi inanç haline getirme! Felsefe senden inanç istemiyor! İmanını felsefe ile ikâme etmeye çalışırsan felakete duçar
olursun: {Dante’nin cehennemin kapısına yazdırttığı söz başka
206
bir anlamda felsefenin kapısına da yazılmalıdır: “İçeriye girerken tüm umutlarınızı bırakınız.!” Kim gerçekten felsefe yapmak
isterse, bütün umutlarından, bütün özlemlerinden kurtulmuş
olmalıdır; hiçbir şey istememeli, hiçbir şey bilmemeli, kendini
çıplak ve yoksul hissetmelidir; her şeyi kazanmak için, bütün
bunları feda etmelidir. Bu adımı atmak güçtür, aynı zamanda
son kıyıdan ayrılmak gibi güçtür.42 “ F. W. J. Schelling’in (17741854) felsefesini anlatırken ondan esinlenerek, böyle bir yorum
yapar felsefe hakkında W. Weischedel…
Söz Dante (1265-1321)’den açılmışken, biraz daha derinleşmek, konunun daha iyi anlaşılması için yararlı olabilir…. Dante
İlâhî Komedya isimli eserini; Cehennem, Âraf ve Cennet olmak
üzere üç cilt halinde yazmıştır. Cehennem adı üzerinde… Dante,
Latin şairi P. Vergilius Maro (M.Ö. 70-19)’nun mihmandarlığında cehennemin kapısına varır…. {Siyah harflerle bir kapının (cehennem) üstünde yazılı olan şu kelimeleri: “Gözyaşı beldesine
benden gidilir, ebedî acıya benden gidilir. Adalet rehber olmuştur ulu yaradanıma; ben, ilâhî kudretin, rabbanî hikmetin ve ilk
aşkın eseriyim. Benden evvel yaratılan hiçbir şey yoktur ki ebedî
olmasın, ben de ebediyen varım. Ey buradan içeri girenler, bırakınız her türlü ümidi (Yukarda verdiğimiz Sedat Umran’ın
çevirisi biraz farklı idi. A.B.) “kelimelerini görünce Dante korkar.. Vergilius, Dante’nin içinden geçenleri anlamışçasına : “Burada her türlü korku kaygıyı bırakmak lâzımdır, dedi, her türlü
ödleklik ölmelidir burada. 43“ Yani ne demek istiyorsunuz? Felsefe cehennem midir? Hayır, asla, yanlış anlamışsınız! Peki, cennet
midir? Bu soru da tamamen yanlış! Hele cennet, hiç değil! Ben
sadece sorgulamanıza yardımcı olmaya çalışıyorum… ”Tehlikeli
belki”nin, “Çekiçle felsefe yapan” filozofu Nietzsche şöyle diyor:
“Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun yüksek yer havası olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan, yoksa oldukça
42) W. Weischedel, Felsefenin Arka Merdiveni, çev. Sedat Umran, İstanbul, İz. Yay.
1993, sh. 288
43) Dante Alighieri, İlâhî Komedya- Cehennem, Feridun Timur, İstanbul,
MEB, 1989, 89)
207
büyüktür üşütme tehlikesi. Buz yakındır, yalnızlık yaman, -ama
her şey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne çok
şeyi aşağılarda bırakmıştır! Felsefe bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşmaktırvarlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek törenin yargıladığı
her şeyi arayıştır44.” Bana inanmıyorsanız size felsefenin doruklarından ve derinliklerinden bir şahit!
T.W. Adorno ile birlikte Aydınlanma’nın45 mükemmel bir
muhasebesini yapan Max Horkheimer şöyle der: “Felsefesine (
Ortega y Gasset’ten söz ediyor. A.B.) popüler, kullanıma elverişli bir biçim, bir pedagojik nitelik yüklemiş olması bile onun
felsefe olma niteliğini ortadan kaldırır. Tarihsel süreçlerle ilgili
eleştirel kavrayışlar taşıyan felsefelerin, derde deva olarak kullandırıldıklarında, baskıcı doktrinlere dönüştüğü sık sık görülmüştür. Yakın tarihin gösterdiği gibi, tutucu doktrinler kadar radikal
doktrinler için de geçerlidir bu. Felsefe ne bir araçtır, ne de bir
reçete. Tek yapabileceği mantıksal ve olgusal zorunlulukların
işaret ettiği kadarıyla, ilerleme yolunu önceden sezdirmektir.
Bunu yaparken, modern insanın mağrur ve muzaffer ilerleyişinin doğuracağı dehşeti ve direnmeyi de önceden görebilir.46”
Görüldüğü üzere, bir düşünce sistemine kullanıma elverişli, bir
araç veya reçete gibi yaklaşmak dahi felsefeyi ortadan kaldırır.
Haklı yere soracaksınız: “Öyle ise felsefe ne işe yarar?” Önce “bir
şeyin bir şeye ‘yaramasından’“ ne kasdettiğinizi net bir biçimde
ortaya koymanız lâzım! Önce siz kullandığınız kavramın hesabını verin! Sonra hesaba çekin!
Son bir yaklaşım denemesi ve felsefe galiba tam da bu:
{Brecht’in Bay Keuner’in Öyküleri’nden olan aşağıdaki öykü kitabın amacını belirtsin: “Bay K.’ya ‘Ne üzerine çalışıyorsunuz?’,
diye sordular. Bay K. ‘Büyük bir çaba içindeyim. Bir sonra44) Ecce Homo, F. Nietzsche, çev: Can Akkor, Ankara, Dost Yay. 1969, sh.8
45) M. Horkheimer, T. W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği I –II çev. Oğuz
Özügül, İstanbul, Kabalcı, 1995
46) M. Horkheimer, Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak, İstanbul, 1994, sh. 171)
208
ki yanılgımı hazırlıyorum’ diye yanıt verdi. ….. der ve devam
eder: “Çünkü o zamanlar olduğu gibi bugün de felsefe öğrenimi,
kesinlikle başarılı bir kariyerin başlangıcı değil, kişisel bir trajedinin başlangıcı anlamına gelmektedir. 47“
Felsefede oportünizm yoktur! Felsefe umutlaştığında dinleşir… Umut haline gelmiş bir felsefe artık kurumsallaşmış bir
dindir. Umut satan, pratik gelecekler vaad eden bir filozof artık,
sürekli kampanyalar, çekilişler yapan bir seyyar satıcıdır…. Örneği K. Marx… Artık Marx dünyayı değiştirmeye talip: “Filozoflar yalnızca dünyayı değişik biçimde yorumlamakla yetindiler,
ama söz konusu olan onu değiştirmektir.48” Artık sosyal bir eskatoloji peşindedir…” Bir defa ulaştıktan sonra, incelemelerimin
kılavuzu olan, varmış olduğum genel sonuç, kısaca şöyle formüle
edilebilir: Varlıklarının sosyal üretiminde, insanlar, aralarında
belirli, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan ilişkiler
kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddî üretici güçlerinin
belirli bir gelişme derecesine tekabül eder…….. İnsanların varlığını tayin eden şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini tayin eden sosyal varlıklarıdır.49” Zaten F. Engels daha önce
kutsal bir yargı gibi buyurmuştur: “Gelişmesi, bir tabiî süreç
kadar kendiliğinden, durmadan, karşı konulmaz şekilde ve
aynı zamanda, onun kadar rahat meydana gelmektedir.50”
Açıklama gerektirmeyecek kadar net ve açık… Dünya insanlık tarihi oluşum süreci insanlığın iradesine bağlı olmadan,
maddî üretim güçlerinin tayin ettiği aşamaları geçerek cehennem safhasına ve ardından cennet aşaması gelecektir. Feodalitenin rahminde oluşan, Kapitalist üretim tarzı, cehennem… Fakat
47) Odo Maraquard, İlkeselliğe Veda, Şebnem Sunar, İstanbul, Sarmal yay. 1995, sh.
7,11
48) K.Marx, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Ankara, Sol yay. 1976, sh.27
49) K.Marx, ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Ankara,
sol yay. 1970, sh.23
50) Karl Marks, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, çev. M.E. Ankara, Sol yay.
1967, sh.28, önsöz
209
endişe etmeyin bu cehennem sonsuza kadar devam etmez: “Her
şeyden önce, burjuvazi kendi mezar kazıcılarını üretmektedir.
Burjuvazinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi de kaçınılmaz
sonuçlardır.51” Cehennemden, cennet aşamasına ise: “Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizleyecek düzeyde alçalmazlar.
Komünistler, amaçlarının ancak tüm geçmiş toplumsal düzenin
şiddete dayanılarak devrilmesiyle gerçekleşebileceğini açıkça
belirtirler. Varsın egemen sınıflar komünist bir devrim düşüncesiyle titresinler! Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yoktur. Ama böylece elde edecekleri koskoca bir
dünya vardır. Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz.!52”
Felsefe yapayım derken sahte bir dinin ocağına düşebilirsiniz… Marksizm’in nasıl sahte bir din haline geldiği çok açık bir
biçimde birçok kaynakta belirtilmiştir. Tarihin Yahudi örneğinin
Saint Augustinus tarafından nasıl Hıristiyanlığa adapte edildiği
ve Marx tarafından sosyalizme uygulandığı gösterilmiştir.53
Nitekim N. Şazi Kösemihal: “Kısacası bugün Marx ve
Engels’in düşünceleri bir sosyologu değil de daha çok metafizikçiyi ilgilendirir. 54“ demektedir. Dinlerin felsefeleştiği, felsefenin dinleştiği tuhaf bir entelektüel oluşum yaşıyoruz.
İman inanca, inanç “her şey gider”e dönüşüyor… Bir sarmal halinde, ikisi birbirini dibe doğru çekiyor… Bu sarmalda inancın kaybedeceği az olabilir ama imanın kaybedeceği
çok şey var!... Bu dünyayı kaybediyor! Bu dünyadan vazgeçtik, ahreti kaybediyor… İman aslî yörüngesinden kopup, fırlayıp çıktıktan sonra nur merkezine oturması çok zor…
Tam J. Baudrillard’ın implosion kavramı… Türkçe’ye farklı
biçimlerde çevriliyor: İçe doğru patlama, içedönük patlama, iç
51) K. Marks-F. Engels, Komünist Manifestosu, 51
52) A.g.e. sh.80
53) Bertrand Russel, History of Western Philosoph, London, G.Allen & U.
LTD, 1965, p. 420,487
54) N. Şazi Kösemihal, Sosyoloji Tarihi, İstanbul, Remzi, 1968, sh.238
210
patlama, içe göçüş…. Sanki yazarın asıl maksadını İçe doğru
patlama, veriyor gibi… ”Kutupların sigortasının atması, bütün
anlam dizgelerindeki, (programlarındaki) kutupların kısa devre yapması, başta yanılsama ile gerçek arasındaki ayrım olmak
üzere, bütün karşıtlıkların silinip giderek anlamlarını yitirmekte
olmaları…… Dolayısıyla postmodern dünyada var olan kendiliklerin, hem kendilerini hem de yerleşik çağrışımları ile tasarımlarını yitiriyor olmaları, her şeyin her şey olabildiği ama aynı
anda hiçbir şeyin hiçbir şey olmadığı içe göçüş dünyasının
doğmasına yol açmakta, bu durumda bir bütün olarak anlamlandırma sürecinin çökmesiyle şeffaflaşmaktadır.55”
Dışı nikelajlı, muhkem bir biri içinde yan yana hassasiyet ve
ihtimamla korunan, iki sıvı şişesinin kırılarak birbirine karışması… Dıştan durumu fark etmek çok zor… O içerdeki reaksiyonla yapacağını yapıyor…. Düşünün ki şişelerden biri “iman”, diğeri “küfür”… ”Küfr” ün kaybedeceği bir şey yok… Ya “İman”?
Reddedeceği bir muhkem ayet veya mütevatir bir hadisle derhal
ötekine dönüşür… Başı paçavra parçaları ile örtülmüş biri “Biz
homoseksüellerin de, lezbiyenlerin de hakkını koruruz!” diyor,
desin, ayrı bir mesele, ama Allah ve Resulü ne diyor? Bu konuda…. İşte tam içe doğru patlama… İmanı muhafaza eden çeşm-i
bülbül kırılmış…. Artık nereleri patlatıyor? Bilmiyoruz…. Fakat
biz fikrin üstünlüğüne inanıyoruz! İnsanların fikirlerinin farkında olmadan eylemlerini değiştirdiğine inanıyoruz… Nitekim bu
şekli ile Medeniyetler arası İttifak veya Diyalog gibi faaliyetlerin
imanda iğtişaş, ibhâm ve gerek ferdî, gerekse ailevî yapıda, ahlakta değişiklikler meydana getirdiğine ve teknolojik bakımdan
üstün, egemenlerin farkında olunmadan taklit edildiğine inanıyoruz… Ve her türlü mukaddeslerin, Batı’nın kutsalları ile değiştirildiğine inanıyoruz! Temelde itikâdî bir mesele olduğuna
inanıyoruz!
55) Felsefe Sözlüğü, Bilim-sanat: sh.711..
211
Hasılı iman sahibi insanlar çok kaygan zemin üzerindeler!...
İlmen tereddî, ahlaken tefessüh etmiş medreseler kapatıldı,
kurtulduk… Çünkü o kadar bozulmuştu ki, kanaatimize göre
ıslahı mümkün değildi… Gerçi araştırma, tezekkür, tefekkür
ve teemmül tembelliği ile ma’lûl, gayeleri İslam’ı tenzih değil,
ecdadı ibrâ olan ve kavramsal totemizmin hunhar pençesinden
kurtulamayan, bazı akademisyenler, gazeteciler halen “medrese”
türküsü çağırıyor iseler de, maalesef bizim yapabileceğimiz bir
yardım yok, ilkokullar her zaman açıktır… Her zaman öğrencileri de olacaktır. Bu bize mahsus bir garabet olsa gerek… Üniversite öğretmeni, ilkokul öğrencisi!..... Fakat şu da iyi bilinsin
ki, fikir çilesine kapalı, sıradan insanlar, her zaman kendilerini
oyalayacak oyuncaklar ararlar… Her zaman da bulurlar… Yalnız
tek tavsiyemiz, araştırmak, okumak, tezekkür, tefekkür ve teemmül….. Fakat biz de şu anda hayal etmek istiyoruz… Birazcık
izin verilsin… Hayali cihan değer… İmam-Hatip, İslam Enstitüsü sürecinde; keşke İmam-ı Gazâlî’nin “Üç meselede onlar küfre
düşmüşlerdir… on yedi meselede bid’adçıdırlar.56” hükmünü
verdiği ve bunun yanında Bertrand Russel’ın düşüncede orijinal olmadıklarını, sadece “yorumcular57” oldukları tesbitinde
bulunduğu, İslâm(!) filozoflarının felsefeleri hiç okutulmasa….
Doğrudan ve derinliğine İmam-ı Gazâlî okutulsa…. Arkasından
akademik bir yaklaşımla felsefe okutulsa idi… Daha sonrada
İslâm felsefesi(!) okutulsa idi.
Merhum, Gazâlî’ye her zamankinden çok muhtacız… O’nun
tefekkür ikliminin hasretini çekiyoruz… O’nu O’nunla aşmaya
mecburuz… O’nun usûlünü kullanarak O’nu aşmak…. O’nun
tefekkür umdeleri ile, hasta Batı’nın, hasta asrın idrakini yeniden
inşâ etmek borcundayız…. İslam’ı asrın idrakine söyletmeyeceğiz… Asrın idrakini İslamileştireceğiz… Yalnız şunun da şu56) İmâm Gazâlî, Filozofların Tutarsızlığı, çev. M. Kaya- H. Sarıoğlu, İstanbul, Klasik, 2005, sh.225
57) Bertrand Russel, History of Western Philosoph, London, G. Allen & U. LTD,
1965, p. 420,487
212
urunda olmamız gerekir ki; Osmanlı medreseleri yolu, İmam-ı
Gazâlî’ye göre tamamen tersinden yürüdü. İmam-ı Gazâlî’nin
özellikle Temmuz 1091’de Bağdat’ta hocalığa başladıktan sonraki, tetkik, tetebbu ve mütâlaalarını dikkatle incelemek gerekir…
Kütüphanelik çapta bir mesele… Sadece bir cümle: “Kelâmet
ilmini öğrendikten sonra felsefeye başladım. Yakînen anladım ki bir ilimde, o sahadaki en âlim kimsenin seviyesine
gelip de onu aşacak derecede vâkıf olmayan kimse, herhangi
bir bozukluğa muttali olamaz. İnsan ancak bu şartlar altında
iddia ettiği eksikliklerde haklı olabilir. Ben İslâm âlimleri
içinde inâyet ve himmetini buna teksif etmiş olan birini
göremedim.58” (Alıntıya sadece bir cümle diye başladım, ama
kesemedim) Yeniden Büyük Doğu… İhyâ… ”Diriliş” kavramını sevmiyorum…. Çünkü taklit… Ve Hıristiyanlık kokuyor…
Bizim gibi fikir çilesine muhatap, İslam’ı ve Batı’yı anlamaya çalışan, devamlı araştıran, okuyan, tefekkür ve teemmül içinde olan
insanlarda, İslâmî “ba’s-u ba’d-el- mevt” den önce, Tolstoy’u
çağrıştırıyor. Bu saydığımız vasıflara sahip herkeste de aynı çağrışıma sebep olur. Ve biz iddia ediyoruz ki, müellifinde de aynı
çağrışımı uyandırıyor veya uyandırması gerekir.
Benimkisi, ham hayal!... İmam-Hatipleri açanları konuştursanız… Onlar da diyecek ki; alel acele kurs olarak 1949’da
İmam-Hatipleri niçin açtık? İslam’ı içinden bozmak için… Önce
zihinsel kodları ayarladık, düşünce DNA’larını değiştirdik… Buyurun bugün milyonlarca İmam-Hatip mezunu… Zihinleri ayrık otlarından temizlenmiş, tertemiz… Hepsi de laik, demokrat,
uygar, bir paçavra parçası ile oyalıyoruz… Fakat bazı, uyanıyor
gibi olanlar var… Onlara da ihtiyacımız var… Onları da İslam’a
ihanet için bir şekilde kullanmak üzere medrese de açıyoruz…
Hatta cumhurbaşkanı Pakistan’a imam-Hatip açmak istemişti.
Akıbetini bilmiyorum ama medrese açtı oraya Türkler… Şeriat-ı
Garrâ-yı Muhammediye ile cihad ruhu ile sadece İmam-Hatipler, İlahiyat fakülteleri ve medreseler, cemaatler etkili ve sonuç
58) El Gazâlî, Dalâletten Hidayete, çev. A. Suphi Fırat, İstanbul, Şamil yay. 1972,
sh.34
213
alıcı savaş verebilirler… Şeriat; ancak şeriat, şeriat diyerek bu kadar mükemmel çiğnenir…
Aynı zamanda felsefe çok namuslu, mütevazı bir bakiredir…
Riya, tabasbus, inhina onun hiç sevmediği yaklaşım biçimleridir.
Kendi nikâhlı karısını bırakıp da, felsefe fahişelerine iltica edenleri de sevmez… Mübalağadan da hoşlanmaz… Kendine din
gibi iman edenleri de çarpar… Müzmahil eder…
Oportünizmin sonu her alanda hüsrandır… Çünkü oportünizm istismardır, sömürüdür… Hele din istismarı, hele fikrî
istismar… Hele felsefeyi istismar…
Bu iki gurupta topladıklarımız, kuşkusuz daha başkaları da
var, Hz. Peygamber’i sıradan bir insan gibi göstermek istiyorlar…. Evet biz de diyoruz ki; Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
bir insan, fakat sıradan bir insan değil!... Şu hadiseyi birlikte tefekkür ve teemmül edelim: {Hz. Enes radıyallahü anh anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la birlikte demirci Ebu Seyf
radıyallahü anh’ın yanına girdik. O, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın oğlu İbrahim’in sütbabası idi. Aleyhissalâtu vesselam oğlunu aldı, öptü ve kokladı. Daha sonra yanına tekrar girdik.
İbrahim can çekişiyordu. Bu manzara karşısında Aleyhissalâtu
vesselâm›ın gözlerinden yaş boşandı. Abdurrahman İbnu Avf
radıyallahü anh: “Sen de mi (ağlıyorsun) ey Allah’ın Resûlü?”
dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Ey İbnu Avf! Bu merhamettir!”
buyurdu ve ağlamasına devam etti. Sonra şöyle söyledi: “Gözümüz yaş döker, kalbimiz hüzün çeker, fakat Rabbimizi razı
etmeyecek söz sarf etmeyiz. Ey İbrahim! Senin ayrılmandan
bizler üzgünüz!59” Bu hadiseyi yorumlamaktan aciz kalıyoruz.
Zikrettiğimiz kaynaktan, açıklamanın iki noktasını arz etmekle
yetineceğim: Hadis, mubah olan ağlamanın, caiz olan hüznün
edebini göstermektedir. Allah’ın emrine karşı bir öfke, bağırıp
çağırma olmadan gözden yaş akması, kalben duyulan üzüntü59) İbrahim Canan, 15: 245 ve devamı da 259
214
dür. Bu, insandaki merhamet hissinin gereği olarak meşrudur.
Hadis çocuğun öpülüp koklanmasının meşruiyetini de gösterir.
Kurtubî’nin naklettiği bir rivayet: {Buharî’de, Peygamber
(s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “ Hırıstiyanların İsa hakkında haddi aştıkları gibi, siz de benim hakkımda
haddi aşarak olmadık niteliklerle beni nitelemeyin. Bunun
yerine “ Allahın kulu ve Râsûlü”deyin60}
Yukarıda arz ettiğimiz hadis-i Şerif, Kurtubî ve Zuhaylî’de
şu ayetin tefsirinde zikredilmiştir:” Ey Ehl-i kitap! Dininizde
haddi aşmayın, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin! Meryem’in oğlu Mesih Îsâ
sadece Allah’ın resulü, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir. Allah tarafından gelen bir ruhtur. Gelin Allah’a ve elçilerine iman getirin,
«Tanrı üçtür» demeyin. Kendi iyiliğiniz için bundan vazgeçin.
Allah ancak tek bir ilahtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir.
Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. Koruyan ve yöneten
olarak Allah yeter.61” Ayet-i Celile’nin tefsirinde Beydavî diyor
ki: “ Hitab her iki gurubadır: Yahudiler İsa aleyhisselam’ı düşürmede ileri gittiler, hatta onu veled-i zinalıkla suçladılar. Hıristiyanlar da onu yüceltmede ileri gittiler, hatta onu ilah edindiler.62”
Burada şayan-ı dikkat olan taraf Fahr-i kâinât sallallahü aleyhi ve sellem’in, Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın Yahudiler ve Hıristiyanların sapık inançları konusundaki ikaz ve tedibini, gelecekte gerçekleşmesi muhtemel olumsuz tutumlar konusundaki endişeleri
dolayısıyla, Müslümanlara da belirli bir bağlamda teşmil etmesidir. Nitekim aşağıda arz edileceği üzere Kur’an-ı Azimü’ş-şan’da
Nebiyy-i Zîşân’ın beşerî vechesi sürekli ve bize göre, ısrarla vurgulanmıştır… O zaman Allah ve Resülü’nün bu konudaki hassasiyetinden dolayı bazı sorular ortaya çıkmaktadır: Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm hakkında da bazı mübalağalar, haddi aş60) Kurtubî: 5 / 568
61) Nisâ:4 / 171 ( suat Yıldırım)
62) Beydavî, Beydavî tefsiri, 1/ 615
215
malar olmuş mudur? Olmuşsa kimler eliyle gerçekleşmiştir? Eğer
bu şiddetli yasaklamalara rağmen bu tür haddi aşmalar olmuşsa
ehl-i sünnet Müslümanları tarafından bunlara karşı gerekli emek
ve çile mahsulü, ciddi ikazlar, özellikle yazılı, yapılmış mıdır?
Hatta bu haddi aşma tutumu, daha da genelleştirilerek şeyh,
kanaat önderi gibi insanlara da teşmil edilmiş midir? Hiçbir
zaman bir yanlış bir yanlışla tashih edilemez… Bir yanlışı diğer
bir yanlışla düzeltmeğe kalktığınızda iki yanlış yapmış olursunuz! Fakat bu yanlışa sebep olan yanlışların da bilinmesi ve hüsn
ü niyetli insanlarca düzeltilmesi gerekir…
Hatta bildiğimiz kadarı ile böyle tahsisen, özellikle bir gayret sarf edildiğini bilmiyoruz, daha doğusu yoktur.… Aksine sözde hassasiyete rağmen; muhatapların seviyesi hesap edilmeden,
anlatılanların onların zihin aynalarında nasıl akis yapacağı, hatta
illüzyonlara sebep olacağı düşünülmeden, hep bir şeyler ihsas
edilmiş, hep bunlar da “ Herkes anlamaz, nasibi olan alır!” tavrı
içinde, muhatapların nefsâniyeti dehhameleştirilerek, birilerine
hep bazı, bazı değil bir çok tasarruflar atfedilmiştir. Bu açıklamalardan sonra, sû-i niyetlileri mahfuz tutarak, sorumuz şu: Bu
ayet ve hadisi şeriflerdeki ikaz ve hatta itâba, azara rağmen; haddi
aşan tutumlar; özellikle zihinlerde meydana getirdiği kamaşma
ile, orantısız ve sağlıksız bir mantık sıçrayışına sebep olup, Hz.
Peygambere karşı böyle bir tutumun doğmasına zemin hazırlamış olabilir mi? Ayrıca üzerinde durulması gerekir, biz soru
olarak ortaya koyuyoruz!.. Sadece bir hadis-i şerif: “Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar
istesin.63”Ne söylesek iğtişaşa sebep olacak! Gönlümüz razı olmuyor… Uzun uzun mütâlaa etmek gerekir… Bizzat muhatap
olduğumuz için söylüyoruz… Eğer siz “şefaat”ı; Şeriat-ı Garrâ-yı
Muhammediye’nin ölçülerine göre temellendirmezseniz, tertemiz Müslümanların bile itirazı ile karşılaşıyorsunuz! Şunu bile63) İ. Canan: 6 / 546
216
lim ki; bu tarikatlar, istinasız hepsi, cemaatlar, vakıflar, dernekler,
hâsılı İslâm adına çalıştığını iddia eden bütün kurumlar amiyane
tabirle, zıvanadan çıkmıştır… Bozduğu yaptığından fazladır…
Şu kadarını söyleyeyim; bir türbeye yaratanın değil de, yatanın rızası için kurban kesmek küfürdür!...
Ayrıca Allahü Zü-l-celâl Hazretleri, Kur’an-ı Azimü’şşan’da birçok ayet-i Kerime’de Peygamber Efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem’in beşer olduğunu tekrarlamıştır.64Her zaman
ısrarla tekrarladığımız gibi meal okumak cinayettir. Arz ettiğimiz
meallerle yetinilmemesi ümit ve ikazı ile…. Biz zikrettiğimiz
ayetler arasından, sadece bir sure üzerinde duracağız… Kimsenin kimseyi ikna edebileceğine inanmıyoruz… Bütün mesele söyleyen de değil, dinleyende bitiyor. { Ve «Biz» dediler;
«Sana asla inanmayacağız. Ta ki yerden bir pınar akıtasın. Yahut
senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralarından gürül gürül
ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp
üzerimize kısım kısım düşüresin, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getiresin de onlar senin söylediklerine şahitlik etsinler.
«Veyahut senin için altın- dan bir hane olmalı veya göğe derece
derece yükselesin ve senin yükselmene de asla inanmayız, tâ ki,
üzerimize kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin.» De ki:
«Rabbimi tenzih ederim, ben bir beşer olan Resûlden başka
değilim.»65} Yalnız burada dikkat edililirse müşriklerin istedikleri Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i zor durumda bırakmak için, beşer imkan, kabiliyet ve kudretinin dışında, ulûhiyete
has tasarrufları istemektedirler… Buna karşılık Cenab-ı Allah
{De ki: «Rabbimi tenzih ederim, ben bir beşer olan Resûlden
başka değilim.»} buyuruyor… Hak Teâlâ hazretleri sadece
kendi kudret ve taht-ı tasarrufunda bulunduğunu işaret etmektedir. Dikkat! Dikkat! Buradan Resûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem’in sıradanlığını çıkarmak mümkün değildir. Müşriklerin
64) İsra Suresi: 17 / 90-95; Fussilet Suresi: 41 / 6; Kehf Suresi: 18 / 110; Kaf Suresi:
50 /2; Sad Suresi: 38 / 4-8; Yunus Suresi 10 / 2; Enbiya Suresi: 21 / 3; Furkan Suresi: 25/7
65) İsra Suresi: 17 / 90-93
217
Rasulüllah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’den ulûhiyete
has kudret ve iktidar taleplerine karşı, beşer olduğu vurgusu….
lım:
Evet, Peygamberler de beşer, fakat bir özelliklerine baka-
---Mûcize göstermek
---Vahiy almak ve tebliğ etmek
---Beşerî niteliklere sahip olmak
---Allah tarafından seçilmiş olmak ( Vehbîlik )
---Günah işlemekten korunmuş olmak ( İsmet )
---Doğru sözlü ve güvenilir olmak ( Sıdk-emanet )
Görüleceği üzere bu sıfatlardan en az dördü sıradan insanlarda bulunması mümkün olmayan, sadece peygamberlere özgü vasıflardır… Ayrıca Hâtem-ül-Enbiyâ sallallahü aleyhi ve sellem’de
bu genel özelliklerin yanında, Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri tarafından başka peygamberler de olmayan vasıflar da lütfedilmiştir…
Kur’an-ı Azimü’ş-şan’da, Hak Teâlâ hazretleri buyuruyor ki:
“Muhakkak ki Allah ve Melâikesi Peygambere hep salât ile tekrim ederler, ey o bütün iyman edenler! Haydin ona teslimiyyetle
salât-ü selâm getirin66” Tahsisen, özel olarak inzal buyrulan emr-i
İlâhî, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem beşer, fakat sıradan
bir beşer olmadığını gösterir. “ Allah’tan salât, O’nun rahmeti ve
rızası,; meleklerden salât, dua ve istiğfar, ümmeten salât ise, ona
dua ve onu ta’zim etmek demektir…67”
66) Ahzap Suresi: 33 / 56 ( Elmalı, 1935 )
67) Kurtubî: 14 / 171
218
Salât ve Selâm getirmenin yükümlülüğü, fazileti, şekli, sıklığı, zamanı gibi meseleleri halletmek âlimlerin vazifesidir… Sadece tefekkür planında biz ısrar ve inatla günümüzde bu konunun daha özel bir anlam taşıdığını iddia ediyoruz… Biz burada
sadece bir ayet-i Kerime verdik, ayrıca bu konudaki hadisleri de
nazar-ı itibara alırsanız meselenin önemi daha da anlaşılır. Fakat
ben şunu söylüyorum ki; bütün kutsalların buharlaştığı, bütün
değerlerin metalaştığı, bütün fikirlerin ticarî bir değişim aracı
haline geldiği bir çağda; bir Müslümanın bu ayetin emrini yerine getirmek için, özel bir özen ve hassasiyet göstermesi gerekir.
Ayrıca, konuşma meclisinde bulunan herkesin, ”Müslümanım”
diyen herkesin, Cenâb-ı Seyyidi’l – Beşer Efendimiz’in her ismi
anıldığında Salât ve Selâm getirmesi gerekir… İşbu bu bir fetva
değil, âlimlerin reyleri arasından tercih edilmiş, tefekkür planında bir mütâlaadır… Umulur ki: Simsiyah, kopkoyu, içinde yaşadığımız çirkef gayyasında, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’e
getirilen Salât ve Selâm, ruhumuzun hayat bulmasına vesile olur!
Umulur ki kurumuş gönlümüzü sulayarak bize hayat verir…
Şu ayet-i Kerime’ye de özellikle dikkatlerinizi rica ediyorum:
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.68” Böyle bir
ayet-i celile’ye muhatab olan Rasulüllah sallallahu aleyhi ve sellem nasıl sıradan bir beşer olur? Beşerdir! Bu konuda söyleyecek çok şeylerimiz var! Muhtasar geçiyoruz… Ama nasıl sıradan
bir beşer olur? Bunu da anlamamız mümkün değil…” Ve seni
ancak âlemîne rahmeten gönderdik.-ya’ni ya Muhammed başka
bir sebeb için değil ancak bütün âlemlere ve bâhusus zevil’ukul
âlemlerine merhamet ettiğimiz için veya başka bir halde değil
ancak âlemine bir rahmet olarak Resul gönderdik; risaletin umuma bir rahmeti ilâhiye veya sen bir rahmeti ammesin ki bütün zevilukul âlemlerine o sâlah ve halas yolunu gösteceksin dareynde
sebebi saadet olan dini sen te’lim edeceksin ve bütün âlem bundan müstefid olacaktır. Artık vay o bedbahtlara ki bu rahmetten
kaçınırlar ve bu nura karşı göz yumarlar.69”
68) Enbiya Suresi: 21/ 107 ( Diyanet İşleri )
69) Elmalı, 1935, sah. 4 / 3375
219
Buraya kadar arz ettiğimiz fikirler bir şekilde tartışılabilir, fakat Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’nin, Kur’an-ı Azimü’ş-şan’nında
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve selem için inzal buyurduğu ayetlere ne denir? Ben çok merak ediyorum!... Seçtiğim bazıları…
O(sav)’na itaat, ittiba, örnek olması, isyanın cezalandırılması…
v.b.
{Ey Resulüm, de ki: «Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir (çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir).}70
{De ki: «Allah’a ve Resûlullah’a itaat ediniz. Şayet yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.»}71
“Allah’a ve Resulüne itaat edin ki merhamete nail
olasınız.”72
“Allah’a itaat edin, Resûlullah’a itaat edin ve onlara karşı
gelmekten sakının! Eğer ona sırtınızı dönerseniz bilin ki peygamberimizin görevi sadece tebliğden ibarettir.”73
{Sana ganimetlerin taksimini soruyorlar. De ki: «Onun taksimi Allah’a ve Resulüne aittir. Onun için siz gerçek müminler
iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, birbirinizle aranızı düzeltin, Allah’a ve Resulüne itaat edin.}74
{Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf
etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (kuv-
70) Âl-i İmran Suresi: 3 / 31 ( hepsi de Suat Yıldırım meali )
71) Âl-i İmran Suresi: 3 / 32
72) Âl-i İmran Suresi : 3 / 132
73) Maide Suresi: 5 / 92
74) Enfal Suresi: 8 / 1
220
vetiniz) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. 75}
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin, Kur’ân’ı
ve Resulullah’ın öğütlerini işitip dururken ondan yüz çevirmeyin 76 “
{De ki: «Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. Eğer
sırtınızı dönerseniz bilin ki Peygamber kendi görevinden, siz de
kendi yükümlülüğünüzden sorumlu olursunuz. Ama ona itaat
ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Yoksa peygamberin
görevi, açıkça tebliğ etmekten başka bir şey değildir.» 77}
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin de emeklerinizi boşa çıkarmayın. 78”
“Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki Elçimizin görevi sadece açık bir tebliğden ibarettir. 79”
“Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve
âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir numune vardır. .80”
“Ve sen pek yüksek bir ahlâk üzerindesin! 81”
“Hâla şunu anlayıp öğrenmediler mi ki, kim Allah’a ve
Elçisine ne karşı çıkıp düşmanlık ederse, ona muhakkak ce-
75) Enfal Suresi: 8 / 46
76) Enfal Suresi: 8 / 20
77) Nur Suresi: 24/54
78) Muhammed Suresi: 47/ 33
79) Teğabun Suresi: 64 / 33
80) Ahzap Suresi: 33 / 21
81) Kalem Suresi: 68/4
221
hennem ateşi var, hem de devamlı olarak orada kalacaktır.
İşte en büyük zillet, en feci rezalet! 82 “
Ve ve son ayet-i Kerime: “Allah böylece, senin geçmiş ve
gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar,
seni doğru yola eriştirir. 83”
Bu ayetler tefsirleri ile mütâlaa edilince bize göre gayet berrak, pırıl pırıl bir durum çıkıyor ortalığa…. İyi niyetli olanlara
söyleyecek sözümüz yok, ama oportünüstlerin inkar etmelerine
rağmen Hz. Peygamberi sıradanlaştırmalarının, itibarsızlaştırmalarının asıl sebebinin, nefsâni oluğunu düşünüyorum… Şöyle
ki; iki noktadan bir doğru geçer, bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçer. Yani ehl-i sünnet usûlüne göre düşünmeyi kabul ettiğimizde, nefsin yularını Şeriat-ı Garrâ-yı İslâmiye’nin eline vermek
ve ancak onun sınırları içinde düşünmek, eylemek gerekiyor…
Halbuki bir şekilde Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellem nizamın dışına çıkarıldığında hevâ ve hevesin önünde
büyük, sonsuz bir alan açılıyor… Ve nefs yularını Şeriat-ı Garrâyı Muhammediye’ye’nin elinden kurtarmış oluyor… Bunların
hepsini anlıyorum da Müslüman olmak şart mı? Bir sürü felsefi
ekol var! Hatta bir ekol de siz kurun!
Oportünist değişime zemin hazırlamanın iki safhasından
bahsettim…
Birinci safha, kavramlar üzerinde operasyon,
İkinci safha Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellem’in sıradanlaştırılması,
Üçüncü safha ise: Birincini safhanın açtığı geniş caddeden
yürüyerek, ikinci safhadan aldığı cesaret ve hızla koşarak, Zaruret mefhumunun uygarlaştırılması!…
82) Tevbe Suresi: 9 /63
83) Feth Suresi: 48 / 2 ( Diyanet İşleri meali )
222
Bu noktada şu gerçeği anlamamız gerekir ki; Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’ın bütün mefhumlarla, kâinatla ilişkisi bir
toplam değil, çarpma işlemidir. Çünkü Peygamber tasavvurumuz yürümekten, yemekten, ticaretimize, bütün muamelatımıza, kısacası kâinatımızı değiştirecektir. Bir uyuz köpeğe bakışımızı, bir güle bakışımızı değiştirecektir veya değiştirmesi gerekir…
“Zaruret”ten önce, azîmet ve ruhsat mefhumlarının tahlili
lâzım. Azîmet ise “Yüce Allah’ın mükelleflerin hepsi için bütün
durumlarda bağlayıcı genel bir kanun olmak üzere ilkten koyduğu hükümler demektir.84” Namaz, oruc v.b. hükümlerin farziyeti;
Şarap içme, murdar et, domuz eti yeme, zina, haksız yere öldürmenin haramlığı gibi hükümler…
Allahü Zü-l-celâl Hazretleri kullarına güçlük çıkarmak istemez… Kur’an-ı Azimü’ş-şan’da buyruluyor ki; “………….. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz
kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur
ki şükredersiniz.85” Dolayısıyla bir takım ruhsatlar vardır. “Ruhsat, Allah’ın, kulların özürlerine binaen ve onların ihtiyaçlarını
gözeterek koyduğu (geçici) hükümlerdir. Şu halde azîmet, genel
ve temel hüküm; ruhsat ise istisnaî hükümdür. Azîmette genel ve
normal bir durum, ruhsatta normalin dışında özel durum (özür,
ihtiyaç ve zaruret durumu) söz konusudur.86”
Nitekim Mecelle’nin kullî kaideleri arasında şöyle bir hüküm
vardır:”
MADDE 21. Zarûretler memnu’ olan şeyleri mübah kılar (ed-darûrât tübîhu’l-mahdûrât).
Bu noktada Zaruret kavramının tahlili gerekiyor. Nitekim bu konularda İslâm âlimleri tarafından yapılmış tanım84) Z. Şaban: sh. 255
85) Maide Suresi: 5 / 6 ( Diyanet Vakfı )
86) Z. Şaban: sh. 256
223
lar vardır. Bazı örnekler: {Hanefî fakihlerden el-Cessâs ( v.
370 / 951)”Zaruret, yemeyi terk etmekten dolayı, nefsine
veya bazı azalarına bir zarar gelme korkusudur.” Diye tanımlıyor, Curcânî ( v. 816/ 1423) “ Zaruret insanın def etme
imkânı olmayan (bir tehlike) içerisine düşmesi.” , eş-Şâtıbî
( v. 790 / 1388 ) “Zaruret hali insanın ölmesinden veya bir
uzvunun yok olmasından korkulduğu haldir. Bu da ancak
ibadet ve insânî hareketlerini yerine getirmekten aciz kaldığı zaman meydana gelir.”, Mecelle şarihi Ali Haydar Efendi
(1355/1936) “zaruret, bir kimse memnu’u tenavül etmediği (almadığı) takdirde, helaki müstelzim olan ( gerektiren )
haldir.” 87} diye tarif etmektedir.
Zaruret kavramının Kur’an’da sarahaten zikredildiği beş
ayet-i kerime aşağıdadır. Doğrudan “zaruret” kelimesi geçmediği halde, zaruret hali ile ilgili başka ayetler de vardır.
“O size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı. Kim mecbur kalırsa başkasının
hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını geçmemek
şartıyla bunlardan yemesinde günah yoktur. Allah gafurdur, rahimdir. (günahları çok affeder, merhamet ve ihsanı boldur). 88“
“De ki: Bana vahyolunanlar içinde, bu haram dediklerinizin,
yemek isteyen kimseye haram kılındığını görmüyorum. Ancak
leş, yahut akıtılmış kan, yahut pis olduğunda hiç şüphe olmayan
domuz eti, veya Allah yolundan çıkarak Allah’tan başkası adına
kesilen hayvan olursa başka (bunlar haramdır). Fakat kim çaresiz kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret
sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir. Çünkü Rabbin
gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).89 “
87) Mustafa Baktır, sh. 14
88) Bakara Suresi: 2/ 173 ( Hepsi Suat Yıldırım )
89) En’am Suresi: 6 / 145
224
“Kesilirken üzerlerine Allah’ın adı anılmış olan hayvanların
etlerinden niçin yemeyecek missiniz? O, zaten size haram kıldığı
etleri açıkça bildirmiştir; ancak çaresiz kalıp da zaruret miktarı yemeniz müstesnadır. Evet, birçokları, bildiklerinden değil,
sırf hevâ ve hevesleriyle halkı saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin
haddi aşanları pekiyi bilmektedir90”
“Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası
adına kesilen hayvanın etini haram kıldı. Ama kim çaresiz kalırsa zaruret miktarını aşmayarak ve başkasının hakkına da
tecavüz etmeyerek, haram kılınan şeyden yerse bunda günah yoktur. Şüphesiz Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı
boldur.91”
Veda Haccı’nda Arafat’da Cuma günü Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ‘e nazil olan, ayet:
“Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen hayvan,
kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen, henüz canı
çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz müstesna;
boğulmuş, bir şey vurularak öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanmış, boynuzlanmış yahut canavar tarafından parçalanmış olup
da ölen hayvanların etleri, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler.
Bütün bunlar itaat dışına çıkıştır. Artık bugün kâfirler dininizi
söndürmekten ümitlerini kestiler. Öyleyse onlardan korkmayın,
Benden çekinin. İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve
üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslam’ı
beğendim. Kim günaha meyletmeksizin açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, haram olan etlerden yiyebilir. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur)92”
90) En’am Suresi: 6 /119
91) Nahl Suresi: 16/115
92) Maide Suresi: 5/3
225
Aydınlatıcı olması bakımından, Bakara suresinin 173. Ayetini tefsirine bakınca: Beydavî, “ Yaşayacak kadarını veya açlık
sınırını aşmazsa, demektir.93”
Kurtubî bu ayet-i kerimenin tefsirini daha geniş yapmakta
ve çok kıymetli fıkhi bilgiler vermektedir94. Fakat biz ( Nahl:
16/106) ayetinin tefsiri için ona dönmek ihtiyacı hissettik. Bu
bakımdan ( Bakara: 2 / 173)’le ilgili tefsirine yer vermedik…
Elmalı merhum: “Maamafih her kim muztar olur ve yemediği takdirde helâk olacağı muhakkak bulunursa bu muztar bağı olmadığı yani kendi gibi diğer bir muzdarın ölümünü def ’ edecek
kadar elinde bulunana saldırarak kendini kurtarmak için onun
helâkine sebebiyet vermediği, mütecaviz de olmadığı, yani ölmemek için ıktıza eden zaruret miktarından fazlasını geçmediği
halde ona günah yoktur. Böyle bir muztar için bunlardan hangisini bulur ise zaruret mikdarı yani ölmeyecek kadar yemeğe
ruhsat vardır.95” diye tefsir ediyor.
Merhum Ömer Nasuhi Bilmen: “(Her kim muztar bir halde kalır da) hayatını kurtarmak için bunlardan başka bir şey bulamazsa (bağı) başkasının üzerine saldırıcı veya helâl olan miktarı tecavüz edici olmaksızın (ve müteaddi) yol kesicilik gibi bir
surette tecavüzde bulunmaksızın veya hayatını kurtaracak miktardan fazlasını almaksızın o memnû olan hınzır eti ve saireden
bir miktar alırsa (üzerine günah teveccüh etmiş olmaz.) Mâzur
görülür.96” şeklinde açıklıyor.
Zuhayli ise: {Zarureti “ kişinin haram kılınan şeyi kullanmaması halinde ölme ihtimali 97” olarak niteliyor ve devam
ediyor: “ Cumhurun görüşüne göre ise, zaruret içinde bulunan
93) Beydavî: I /235
94) Kurtubî: 2/ 454-479
95) Elmalı, 1935. Sah. I / 591
96) Ömer Nasuhi Bilmen: I / 163
97) Zuhayli: I / 367
226
kişi ölümden kurtulacak kadar yer98} dedikten sonra; aşağıda
dipnotlarda zikredilen kaynaklara99 dayanarak tefekkür bakımından çok şayan-ı dikkat, oportünizme sed çekici bir mütâlaa
zikreder: “İbnü’l-Arabî der ki: Bu gibi hükümler için belirleyici
ölçü ve kaide şudur: Zaruret içerisinde bulunan bir kimse bir
meyte ve domuz eti bulduğu takdirde meyteye öncelik tanır.
Çünkü meyte hayatta iken (kesilmek suretiyle) helâl olur. Domuz ise helâl olmaz. Hafif bir haramın işlenmesi ise daha ağır bir
haramın işlenmesinden evlâdır. Meyte ve şarap bulduğu takdirde, helâl olduğunu kabul ederek meyteyi yer. Şarap ise üzerinde
düşünülmesi gereken ihtimali bir durumdur. Şayet meyte ve başkasına ait bir mal bulduğu takdirde, eğer onu yemekten dolayı
bedenen bir zarar gelmeyeceğinden emin olur ise, başkasına ait
olan malı yer ve meyteyi yemesi ona helâl olmaz. Öyle bir tehlikeden emin olmazsa meyteyi yer. Sahih olan ise, Şafiî’ye hilâfen,
bunun kendisini kurtaracağı veya hayatta bırakacağından kesin
olarak emin olmadıkça insan eti yememesidir. İhramlı bir kimse
bir av hayvanı ve bir de meyte bulacak olursa, av hayvanını yer.
Çünkü av hayvanının haram kılınışı geçicidir, o bakımdan o daha
hafiftir. İhtiyarî olarak onu öldürmesi halinde ise, fidyesi kabul
edilir. Meyteyi yiyen kimse için ise fidye söz konusu değildir.100
“
demektedir.
İmam Gazâlî’nin de: “……. Zira kişi, susuz kalmak sebebiyle, kendini ölüme sürüklemekle mükellef tutulmamış ve susuzluğunu şarap içmek yoluyla teskin etmesine cevaz verilmiş ve
kendisinden ceza düşürülmüştür.101” şeklinde bir mütâlaası var.
Buraya kadar bedenî zaruretler dolayısıyla ortaya çıkan
istisnaî durumlar üzerinde durduk… Şimdi bir nebze de beşerî
98) A.g.e.I / 373
99) Kurtubî, 11/224-235; İbnü’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, 1/54-58; İbni Kesîr,
1/205; Cassâs, Ah-kâmu’l-Kur’an, 1/126-130; Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, Nazarriyatu’dDarurati’ş-Şer’iyye.
100) Zuhayli: I / 374
101) İ. Gazali, Mustasfa: I / 144
227
tazyik ve zulümle ortaya çıkması muhtemel durumlar üzerinde
durmak istiyorum… Burada da oportünizmin önünü kesici umdeler var mıdır? Hemen söyleyeyim ki, ihlaslı insanlar için burada da kesin miyarlar vardır…
Allahü Zü-l-celâl Hazretleri, Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ında şöyle
buyuruyor: “ Kalbi imanla dolu olarak mutmain iken, dini
inkâr etmeye mecbur bırakılıp da yalnız dilleriyle inkâr
sözünü söyleyenler hariç, kim imanından sonra Allah’ı inkâr
ederek gönlünü inkâra açar, göğsüne küfrü yerleştirirse, onlara
Allah tarafından bir gazap, hem de müthiş bir azap vardır.102 “
Kurtubî bu ayet-i celile’yi, 21 başlık altında derinliğine işliyor.
Fakat biz İslâm âlimi olmadığımız için sadece tefekkürümüze
medar olacak şekilde bir seçme yapmakla yetiniyoruz… Nitekim 18. Maddede “ Küfre ve Başka Hususlara Zorlanan Kimsenin Ölümü Tercih Etmesi” ismiyle bir başlık açar… Ve şöyle
başlar: “ İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Bir
kimse küfür üzere zorlanıp da öldürülmeyi tercih edecek
olursa, Allah nezdinde ruhsatı tercih eden kişiden daha büyük ecir alır.103” Nitekim Mebsut’da da bu durum şöyle ifade
edilmektedir: “Azîmete sarılmak ruhsata sarılmaktan daha
hayırlıdır.104”
Kurtubî bir müşahhas hadise ile konuyu çok güzel ve net
aydınlatır:” Ebu Bekir Muhammed b. Muhammed b. el-Ferac
b. el-Bağdadî şöyle demektedir: Bize, Şureyh b. Yunus, İsmail b.
İbrahim›den anlattı. O, Yunus b. Ubeyd›den, o, el-Hasen›den
naklettiğine göre, Museylime›nin bazı gözcüleri, Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem›in ashabından iki kişiyi yakalayıp
Museylime›nin yanına götürdüler. Onlardan birisine: Sen
Muhammed›in Allah›ın Rasulü olduğuna şahidlik eder misin
diye sordu, o, evet dedi. Bu sefer: Peki, benim de Allah›ın Resulü olduğuma şahidlik eder misin diye sorunca, adamın yine: Evet
102) Nahl Suresi: 16 /106
103) Kurtubî: 10/ 289
104) Mebsut:4 / 52
228
demesi üzerine onu serbest bıraktı. Diğerine de: Muhammed›in
Allah›ın Rasulü olduğuna şahidlik eder misin diye sordu o; Evet
dedi. Bu sefer: Peki, benim de Allah›ın resulü olduğuma şahidlik
eder misin, diye sorunca adam: Ben sağırım, kulaklarım işitmiyor, dedi. Müseylime bunu önüne alarak boynunu vurdu.
Kurtulan kişi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem›in yanına varıp: Helak oldum, dedi. Hz. Peygamber: «Seni helak eden
nedir?» diye sorunca, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Senin arkadaşın sağlam olan
yolu seçti. Sen de ruhsat yolunu seçtin. Şu anda halin ne ise
osun.” Adam: Şehadet ederim ki sen Allah’ın Rasulüsün, dedi.
Hz, Peygamber de: “Şu anda sen, ne üzere isen öylesin” diye buyurdu105”
Fakat hadiseyi Zekikiyuddîn Şa’bân daha kısa zikrettikten
sonra; şöyle bir farklılığa yer veriyor. ”Birincisi Allah’ın verdiği
ruhsatı kullanmış. İkincisi ise hakikati haykırmış, ne mutlu
ona106”
Oportünizme zemin hazırlayan “zaruret” mefhumu üzerinde
durduk! Önce tefehhüme, taakkula, anlamaya çalışıyoruz, sonra
da anlatmaya!... Arz ettiğimiz nakillerden de anlaşılacağı üzere
meselede bir iğtişaş, ibham, bulanıklık, sis yok! Felsefe terminolojisindeki ifadesi ile açık ve seçik! Fakat ihlâs sahipleri için! Demek ki can veya bir organın telefi söz konusu değilse “ zaruret”
durumu tahakkuk etmez. İslâm tarihinde, Ashab-ı Kiram’ın hayatında ne örnekler var! Fakat biz İslâm tarihini bir katarsiz vasıtası olarak kullanmaktan Allah’a sığınırız…Onun için bir vak’a
ile sınırlı tuttuk…Halk daima heyecan verici cambaz ister…Biz
ümmet olmak iştiyakı ile yanarken, halkı hor görüyoruz…Şuradaki ayakkabıcı, sanayici, doktor, simitçi, akademisyen, din görevlisi, mühendis, işçi, amele, çöpçü, öğretmen, zengin, fakir…..
Yine kimsenin hakkında imanî bir ithamda bulunmadan şunu
105) Kurtubî: 10/ 290
106) Z. Şa’bân: 257
229
söyleyebilirim ki; bu konuda ancak kötü niyet sahipleri, ancak
kınayıcıların kınamasından korkanlar için bu kadar berrak su bulandırılabilir…
Oportünizmin en büyük silahı daha önce arz ettiğimiz gibi
kendisine tek nokta sağlayabilmek, çünkü tek noktadan sonsuz
doğru geçer, hâlbuki iki noktadan bir doğru geçer… Nokta çoğaldıkça da sınırlama daha kolaylaşır, istismarcıları zor durumda bırakır.… Kendini hapsedilmiş gibi hisseder. Ama kendinizi
tek noktaya sabitleyince, 360’ derecelik bir hareket imkânı elde
ediyorsunuz. Sağa dön taleplere göre bir çözüm, sola dön diğer
taleplere göre bir çözüm… Önünden, arkandan, gökten, yerden
gelen bütün meselelere çözüm… Çözüm ganî! Allah kitabını
göndermiş, sana da aklı vermiş, Pazar bilmecesi çözer gibi her
meseleyi, çöz…. Hem de hoşça vakit geçirmiş oluyorsun! İsteyin
istediğiniz fetva verilir! Bektaşi’nin ibâdetle pek arası yok! Namaz, niyaz hak getire… Sorarlar “Baba erenler, hiç cami, cemaatta göremiyoruz?”. Bektaşi hemen ayeti okur: “ Namaza yaklaşmayınız!” Ne kadar net açık, seçik bir ayet…Hiçbir kavramında
çok anlamlılık yok…Anlam kayması yok, belirsizlik yok…Ama
mazarrat muhataplar heyecanla atılır: “ Devamını oku, devamını
oku!” Bektaşi pişkince cevap verir: “ Ben hafız değilim!” İşte size
oportünizmin ruh röntgenini parıl parıl gün ışığına çıkaran bir
metafor… Çünkü ayetin devamı: “ Sarhoşken107” İki nokta çıkınca ortaya Bektaşi’nin demogojisi derhal buharlaşıyor…
Bir; anadilinde dahi olsa metin çözümlemeleri çok netameli
bir iş… Semantiğin en temel konularından biri… ”Bir ben vardır
bir de benden içeri” yabancı bir kelime yok! Ne anladınız? Acaba
yazarının muradına ne kadar yaklaşabildiniz? “İki türlü anlama
ayırt ediyoruz: (i) Yorumlayan açısından anlama. (ii) Kullanan
açısından anlama. 108 “Uzatmıyorum! Sadece meselenin ciddiyetini sezdirmeye çalışıyorum…
107) Nisa Suresi: 4 / 43
108) Teo Grunberg, Anlama belirsizlik ve çok-anlamlılık, Ankara, Gündoğan yay.
1999, sah.34
230
İki; tercüme, meal cinayettir… Sadece İtalyanca bir deyim:
“Traduttore é tradıtore, çevirmen haindir…” Ve İngiliz zihniyet
dünyasını da, toplumsal bilinçaltını da, kadın telakkisini de yansıtan, bir İngiliz atasözü. “Tercüme kadın gibidir. Güzel ise sadık
değildir, sadık ise güzel değildir. ”Yani “mealcilik” de çok naiv
(çocukça) bir yaklaşım tarzı…
Bugün bir kısım Müslümanların, özellikle ilahiyat fakültelerinin bütün düşünsel hayatını hermeneneutik rehin almıştır
veya esir almıştır… Batı Uygarlığı’nın oluşum süreci ile, İslâm
uygarlığının oluşum sürecini, ser-encâmlarını fehm edemedikten sonra, incelikleri idrak edemedikten sonra, labirentlerin dolambaçlı yollarında habire dolanacağız, sonu hüsran… Hiçbir
zaman peyniri bulamayacağız…. Çünkü labirentte peynir yok!
En azından üç bin yüz yıldan beri kendileri de bulamadı… Antik Grek mitolojisini baz alıyorum… Reçeteyi sakladıklarını sanmayın… Evet! Bizler, Müslümanlar, hepimiz birlikte yaşıyoruz!
Batı uygarlığının haklı veya haksız, şu veya bu şekilde gadrine
uğramışız… Kimimizin nefsâniyeti rencide olmuş, kimimizin
izzet-i nefsi tahkir edilmiş, kiminin İslami vakarı ve izzeti zedelenmiş…. Ayakkabılarımız, elbiselerimiz yırtılmış, parçalanmış,
bütün varlığımız kan revan içinde… Bekliyoruz… O sırada nereden gelip nereye gittiğini bilmediğimiz, albenisi olan, yolcuları
sûretâ mutlu bir otobüs geçerken biz de atlıyoruz çamurluğuna,
birbirimizi ezerek, arsız çocuklar gibi…
Temelin kapıcılık yaptığı binanın asansörü bozulmuş… Temel asansörün üzerine bir not yazmış: “Asansör arızalı! Yandaki
binanın asansörünü kulanın!” Ve herkes akın akın yandaki binanın asansörüne gidiyor… Analitik düşünme, bizde olmayan…
Hâlbuki şöyle düşünmemiz lâzımdı… Birinci basamak, kavram analizi… Önce “asansör”, sonra “ bizim asansör”, sonra arıza”, sonra “ bizim asansörün arızası”… Bizi on yıllardır taşıyan,
mükemmel bir teknolojiye sahip bu asansör gerçekten ”arızalı”
mı? “Arızalı” ise, gerçek mi? Yoksa bir kötü niyet var mı? Kapıcı
231
biraz rahat etmek için bozmuş olmasın? Asönsör firması kasden
arızalandırmasın, kendisine iş çıkması için? Kötü niyet yoksa,
arıza yapısal mı, yoksa geçici mi? Bu bir basit ihmal olabilir mi?
Bakım hatası olabilir mi? Sorular devam edebilir…. İkinci basamak, kapıcının yakasına yapışmak…. Yandaki bina hangisi?
Benimle ne ilgisi var? Hatta o asansörün muntazam çalıştığını
nereden çıkarıyorsun? Sen dış görünüşü ile hüküm veriyorsun!
Bir tetkik ve tetebbuun yok! Sonra gidenlerden dönenler var mı?
“Gidenin her biri memnun ki yerinden/ seneler geçti dönen yok
seferinden” Fakat çocukları sefil perişan! Bir bak onlara!
Çünkü Batı’da; {Ayan beyan ortaya çıkan aklın “kriz”inin
ardından, modernliğin en âlâ başarısızlığından sonra…….
kendi kendini “anlamanın” imkan ve koşullarını aramanın…..
anlamı yeniden ele geçirmenin” yöntemi olarak çıkmıştır hermeneneutik109} Batı uygarlığında akla, positivizme karşı bir
başkaldırı, bizde net olmasa da, dolaylı da olsa, son tahlilde aynı
noktaya varıyor, bilerek veya bilmeyerek: İslâmî imana karşı bir
başkaldırı… Hey! Bir dakika nereye gidiyorsunuz? Bari üzerinde “İslam” yazan elbiselerinizi çıkarın… Zaten orada ihtiyaç da
olmayacak… Çünkü İslami ölçülere göre “giyinik” olmayan bir
dünyaya gidiyorsunuz… Titanlar soyundan Atlas’la Pleione’nin
kızı Maia’nın, Zeus’la meşru olmayan birleşmesinden doğan
Hermes’le çıktığınız seyahatte iyi yolculuklar dileriz, fakat hayırlı dönüşü olamayacağını da şimdiden bildiririz. Tanrısal
sözleri, hermeneia’ya yı insanların anlayabileceği bir biçimde
insanlara anlatmakla yükümlü olan Yunan tanrısı Hermes; aynı
zamanda hırsızların da koruyucusudur… Dikkat! İmanınızı
çaldırmayasınız!... Hem de tüccarların… Dikkat İmanınızı yağmalatmayasınız! ” Kur’an’ı re’yi ile tefsir eden kâfir olur110”
hadis-i şerifi’ni de tefakkuh (ince kavrayış)la, tefahhus (inceden
inceye araştırma), teemmül (iyice etraflıca düşüme) ve tedebbür
(sonunu hakîkatı düşünme ) dileklerimizle… İtikâdî bir mesele109) C. Delacampagne, 20.yy. Felsefe Tarihi, çev. Devrim Çetinkasap, İstanbul, T. İş
Bankası Yay. 2010, sh.266
110) Elmalı, 1935, sah.88
232
ye müncer olacağı için manevî mesuliyetten kurtulmak gayesi ile
Hadis-i şerif ’in sadeleştirilmişini de veriyorum: “ Kim Kur’an’ı
şahsi görüşüne göre tefsir ederse kâfir olur.111”
Hep Batı Uygarlığının; Antik Grek mitolojisi ve devamı olan
Antik Grek felsefesi ile göbek bağı olduğunu sezdirmeye çalışıyorum… Aksi takdirde Batı Uygarlığı anlaşılamaz… Nereye
gittiğimizi bilemeyiz!… Kuşkusuz, Antik Grek mitolojisi ve devamı olan Antik Grek felsefesi, hâşâ, vahiyle gelmedi… Mısır,
Mezopotamya, Uzak doğu, Çin, Hint uygarlıklarından da etkilendi… Fakat onlarda felsefe yoktu… Bilgece sözler ve tutumlar
vardı! Fakat Doğu zihniyeti, bir türlü şu inceliği, nüansı, “ her
şeyi tutan bir şey”i anlayamadı: Keçi de, koyun da, inek de bir
çok hayvan da aynı otu yer! Ama koyunun kuyruğuna bakın, o,
otu yağa dönüştürüyor… Çok teselli verici, rahatlatıcı, bize göre
uyuşturucu, ciddi bir narkoz olan, fikir çilesini buharlaştırıcı
”Batı her şeyi bizden aldı!” yargısını bir de bu yaklaşımla değerlendirin…
Bize göre; bir zaruret olan değişimi; oportünizm tuzağına düşmeden, İslâmî kurallar ve sınırlar içinde gerçekleştirmenin birinci şartı: ele aldığımız Ayet-i Kerime, sebeb-i
nüzulu, makasıdu’ş-şeria, hikmet-i teşrî, bu ayeti açıklayan
diğer ayetler, hadis-i şerifler; dinden, imandan addetmemek
şartıyla geçmiş âlimlerin mülâhazaları ve mütâlaaları… Onları yok sayamayız.. Fakat kutsamak da yanlış…. {Onlara:
«Gelin Allah’ın indirdiği buyruklara tâbi olun!» denildiğinde:
«Hayır, biz babalarımızı ne durumda bulduysak ona uyarız»
derler. Babaları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış
olsalar da mı onlara uyacaklar?112” Yalnız burada dikkat edelim,
“onlara” hitabı konusunda farklı rivayetler var: Arap kâfirlerine,
Yahudilere, insanlara aittir113… Her durumda “Sebebin husu111) Elmalı, sadeleştirilmiş, azim, 1992, sah. I/ 96
112) Bakara: 2 / 170
113) Kurtubî: 2 / 448
233
si oluşu hükmün umumuna mani değildir.114 ”Yani“ sebebin
hususu (özel oluşu), hükmün umumu (genel oluşuna) engel
olamayacağı açıktır115”
İslam fıkhının temel kaidelerinden biri olan bu hükmü dikkatle mütâlaa etmeniz ricasiyle. İslâm hâyâ ve haysiyetinden
mahrum bazı siyonistperver ve Amerikan muhibbi sözde cemaatların, bazı ayetlerin sırf o günkü Yahudileri kasdettiği gibi, fikir
namusunu yaralayıcı, kanatıcı, berhava edici yorumlar yapmaya
yeltendiklerini hatırlatmak isterim. Zaten onların da, İslâm hâyâ
ve haysiyeti, sevdalısı oldukları bir mevhibe değil! Onlar Siyonistleri, emperyalistleri, Amerikalıları memnun etsinler yeter!...
Bu anlayış İslâm akidesine de aykırı… Çünkü, Kur’an-ı Azimü’şşan’daki ayetler, ne o günkü Yahudilerin hepsine teşmil edilebilir, ne de bu günküler istisna edilebilir… O gün, Müslüman
olan Yahudiler hatırlansın… Bu gün de söz konusu ayetlerin
şümûlüne giren Yahudiler… Belki onlar dostlarınız olabilir ama
İslam’a göre onlar İslâm’ın düşmanıdırlar…
Genelde oportünist değişimi benimseyenler; 21. Maddeye
ayaklarının başparmaklarını koyup, dansör gibi dünyayı deveran
ederler. Birde 39.madde…
MADDE 21-Zarûretler memnu’ olan şeyleri mübah kılar
(ed-darûrât tübîhu’l-mahdûrât)
MADDE 39-Ezmânın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkâr olunamaz (lâ yünkerü’t-teğayyürü’l-ahkâmi bi’tteğayyüri’l-ezmân)
Peki! Güzel! Fakat mecelle’nin sadece iki maddesi mi var?
14, 22, 23, 24,25.maddeler….
114) Elmalı: I / 337
115) Elmalı: sadeleştirilmiş, sah. I / 286
234
MADDE 14-Mevrid-i nassda içtihada mesağ yokdur (lâ
mesâğa li’l-ictihadi fi mevridi’n-nass)..
MADDE: 22---Zarûretler kendi mikdarlarınca takdir
olunur (mâ ubîha li’d-darûreti yütekadderu bi-kaderihâ)
MADDE: 23---Bir özr için câiz olan şey ol özrün zevâliyle
bâtıl olur (mâ câze bi-uzrin betale bi-zevâlih)
MADDE: 24- Mâni zâil oldukda memnu’ avdet eder (izâ
zâle’l-mâni’ü âde’l-memnu’)
MADDE: 25-Bir zarar kendi misliyle izâle olunamaz
(ed-dararu lâ yüzâlü bi’d-darar)
Bu maddelerin hepsi hüsn ü niyetle, birlikte mütâlaa edilse
oportünist değişime yol da yok, imkan da yok… Fakat benim
burada tefekkür planında asıl dikkat çekmek istediğim konu, eğer
ehl-i sünnetin umdelerini nefsâniyetimize göre değerlendirirsek şu ayet-i kerime’lerin şümûlüne girmekten Allah’a sığınırız:
“Baksana şu kendi hevâ ve heveslerini tanrı edinen kimseye!116“
, Diğer bir ayet-i kerime: “Baksana kendi hevâ ve hevesini ilah
edinen, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin
haline! Hakkı görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmesi sebebiyle
Allah’ın şaşırttığı bu kimseyi kim yola getirebilir? Düşünmüyor
musunuz?117” … Allah bu ayet-i kerimelerin muhatabı olmaktan
muhafaza buyursun…
Oportünist değişimin hemen hemen en son noktası hile-i
şer’iyyedir. Sözde en çözümleyici şekli… Bilmece çözer gibi
sorunları çözme yaklaşımı… Aslında “ hile” Kur’an’da “ çare”, “
116) Furkan Suresi:25/43
117) Casiye Suresi:45/23
235
çıkış yolu” 118 manasında bir yerde, yine aynı manada olmak üzere mahrec119 de bir yerde geçmektedir… Fakat maalesef anlamı
çok değişerek bugün, “şekil bakımından hukuka uygun bir işlem
vasıta kılınarak yasaklanmış bir neticeyi elde etme kastıyla yapılan muamele120” anlamında kullanılmaktadır. Hatta sahtekârlık,
yalan dolan… Çok ciddi, derin, önemli bir konu… Müstakil işlenmesi gerekir…. Fakat biz kısa geçmek mecburiyetindeyiz…
Biz işin tefekkür tarafındayız… {Öyleyse en büyük günah, günahı sevaplaştırmaya yeltenmenin ve bu işe “ Hile-i Şer’iyye” adını
koymanın vebali… 121 } Yalnız kesin olarak şunu söyleyebiliriz
ki, bir Müslüman bu konuyu iyice incelemeden konuşmamalıdır… Bunun şartları, imkânları ayrı bir tartışma konusu… İyice
inceleme…Tefakkuh, tefahhus, tefehhüm ve teakkul!....
Ortada “el-Mehâric fi’l Hiyel” isminde bir kitap var. “Prof.Dr.
Joseph Schact mezkûr eserin, İmam Muhammed’e ( v.189/805)
ait olduğunu savunmaktadır. Lammens, M. Manazir Ahsan, Muhammed ed-Desûkî gibi bazı araştırmacılar da bu görüşü kabul
etmektedirler. E. Pröbster ile A.Fischer ise bu kitabın İmam
Muhammed’e ait olduğu görüşünü reddetmektedirler. Carl Brokelmann ve Fuat Sezgin ise mezkûr kitabı Hem Ebû Yûsuf ’un
(v. 182/798) hem de İmam Muhammed’in eserleri içinde zikretmektedir. Ayrıca Fuad Sezgin bu eserin Ebû Hanîfe’nin (v.
150/767) telifi ve Ebû Yûsuf ’un rivayeti olabileceğini belirtmek
suretiyle eseri Ebû Hanîfe’ye nisbet ederek konuya farklı bir boyut kazandırmaktadır. Ziriklî ve Kehhâle’de bu görüşe iştirak etmektedir. Ancak, Zirikli aynı eseri İmam Muhammed’e de nisbet
etmektedir. 122” Görüldüğü gibi karışık veya kasden karıştırılmış
bir konu… Yazar yaptığı uzun araştırmalar sonucunda müdellel,
118) Nisa Suresi: 4 / 98
119) Talâk Suresi: 65/ 2
120) TDV Ansiklopedisi: 18 / 171
121) N. Fazıl Kısakürek, İman ve İslam Atlası, İstanbul, BD. yay. 1985, sh.193
122) Daha geniş bilgi için: Saffet Köse, İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile, Hile-i
Şer’iyye, İstanbul, Birleşik yay. 1996, sh.28
236
analitik, bizce de tatminkâr bir şekilde bu kitabın her üç imama
da ait olmadığını bir nevi isbat ediyor123…
Kanaat-ı âcizânemize göre meselenin en doğru çözümü
şu rivayet olsa gerek: “ Fakat Ebû Süleyman eserin içindeki
malûmatın Bağdad sahafları tarafından toplanmış olduğunu tasrih ediyor. Demek böyle bir te’life imkân kalmıyor. Bu takdirde
biz de Ebû Süleyman gibi bu eserin Bağdad sahaflarının toplaması olduğunu söylüyoruz. Kitaptaki malumatı topladılar.124”
Kişiye tapınmanın, kişileri kutsamanın ne kadar yanlış olduğunu ve özellikle o kişilere de zulüm olduğunu belirtmek, hem
de konunun ne kadar karıştığını göstermek bakımında iki eserden bahsedeceğiz… Her an nefs muhasebesi yapmak zorundayız… Allahü Zü-l-celâl Hazretleri’den başkasını hatasız kabul etmek şirktir. Çok az insan açıkça şirkini ifade eder… Şirkin 1001
türlüsü vardır... Şirk; simsiyah gecede, simsiyah kaya üzerindeki, simsiyah karıncadır… Fark etmek çok zordur… Tıpkı nefs
gibi!...
Şimdi birinci kaynak, İmam Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn der
ki: {Hikaye edildi ki: Kadı İmam E b û Y û s u f, zekât borcunu
düşürmek için sene tamamlanacağı sırada malını ailesine hibe
eder, sonra da ailesi kendisine hibe eder ve bu suretle mal, bir
sene bir elde kalmazmış. Bu hâl İ m a m – ı A’ z a m’a duyuruldu; İmam-ı A’zam da: “ Evet, bu onun fıkıh bilgisindendir.”
dedi. Evet bu, dünya fıkhından olduğu tasdik edildi. Fakat
bu âlimin ahirette zararı, her cinayetten üstündür; çünkü bu
gibi ilimler zararlı ilimlerdendir.125}
123) A.g.e. sh. 29-59, ayrıca: 229-270
124) Ebû Hanîfe, M. Ebû Zehra, çev. O. Keskioğlu, İstanbul, Üçdal, sh. 622. Ayrıca
623-645 arasında tatminkâr bilgiler var…
125) İmam Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-dîn, çev. A. Serdaroğlu, İstanbul, Bedir, 1974, sh.
I / 54
237
Geliyoruz ikinci kaynağa; Kitabü’l-Haraç, Kadı Ebu Yusuf
(v.182/ 798)… On altıncı bölüm… Konunun başlığı “Zekâta
mani olmanın haram olduğu ve sarf yerlerinin beyanı hakkındadır.”… 24 madde.. ”1. Ebu Yusuf der ki: Allah’a ve ahiret
gününe inanan bir insan için, zekâta mani olmak; vermemek gayesiyle hile düşünmek; eldeki malı zekât için gerekli olan nisab
miktarından aşağı düşürmek maksadıyla başkalarının malı olarak göstermek ve böylece zekâtı ibtal etmek; meselâ deve, sığır
ve koyun gibi malları zekâtı gerekmeyen miktarlara bölüp, başka
adamlara dağıtmak veya temlik etmek; hangi sebeb ve gerekçe
ile olursa olsun zekâtı ibtal etmek gayesiyle tuzaklar kurmak;
bunların her biri mü’min için helâl olmayan şeylerdir.
2. Ebu Yusuf dedi: Abdullah b. Mes’ud’tan bize şöyle gelmiştir: “ Zekâtı vermekten kaçan, Müslüman değildir. Zekâtını vermeyen kimsenin namazı yoktur yani namazı kabul olunmaz.126”
der ve devam eder……..
Fakat Gazâlî ( 1058-1111) hazretleri, İhya’nın 74. Sayfasında” İmam A’zam Ebû Hanîfe “ başlığı altında şunları yazar: {Ebû
Hanife de aynı şekilde âbid, zâhid, Allahu Teâlâ’yı bilen ve ondan korkan ve Allah rızasını dileyen bir zât idi. ……. Zühdüne
gelince……. bakınız nasıl, kamçıları yemek pahasına da olsa
riyâseti kabul etmedi……. Yine rivayet olundu ki; İ b n M ü b â
r e k’in yanında Ebû Hanîfe’den (bir bakıma aleyhinde) söz açıldı; İbn Mübârek: “ Bütün varlığiyle dünya kendisine arz edildiği
halde ondan kaçan bir zatın aleyhinde nasıl konuşuyorsunuz?127
dedi……}
Peki böyle bir durum nasıl olur, izahı ne? Bize göre normal,
gayet basit, çünkü İmam-ı Gazâlî Hazretleri de insan, o da hata
işleyebilir. Evet insan, ama herhalde sıradan bir insan değil!...
Fakat burada beni asıl düşündüren, asırlardır, zaten okumasını
126) Kitabü’l-Haraç, Kadı Ebu Yusuf, çev. Ali Özek, İstanbul, İ.Ü. İktisat fak.1970,
sh.139
127) İhya: I / 74
238
sevmeyen din görevlilerinin İmam Ebû Yûsuf ’un böyle bir fetvasının olduğuna inanmaları ve halkı ifsad etmeleri… Kaldı ki
Gazâlî hazretleri böyle bir durumu şiddetle eleştirerek naklediyor… Fakat oportünizm budur işte! Seçer, beğenir kendine çıkar sağlayacak fikri alır… Daha doğrusu, asıl mesele, bu zatlara;
İmam Ebû Hanife ve İmam Ebû Yusuf ’a bu tür fikirler nasıl yakıştırılır?
Konu fazla nazarî planda kaldı, diye düşünüyoruz. Bir müşahhas örnek, anlam dünyamızı daha iyi tanzim eder. Yalnız
hafıza renkleri ile düşünmeyin… Kavram dünyanızdan “ hile”
kavramı üzerindeki tozu, pası silin… Kavram haritanızı değiştirin… Alışkanlıklarınızı aşın… Çünkü aşağıdaki başlık sizi rencide edebilir… Kur’an’da geçen bir kavram hile, çare olarak…
Yukarda zikrettiğimiz kaynakta Şöyle bir başlık altında: “ Hz.
Peygamber’in hurmaların değiştirilebilmesi için hile öğretmesi.” Şu şekilde devam eder: {Ebû Hüreyre’nin ( v. 59/679) rivayet ettiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir şahsı
Hayber’e zekâtları toplamak üzere memur (âmil) tayin etti. O da
dönüşte iyi cins bir hurma getirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Hayber’in bütün hurmaları böyle midir? “diye sordu. O
şahıs : “Hayır vallahi ey Allah’ın Rasûlü! Biz bunun bir ölçeğini
(sâ’) iki ölçek, iki ölçeğini de üç ölçek karşılığında alıyoruz” cevabını verdi. Bu söze karşılık Hz. Peygamber (s.a.s.): “Öyle yapma! Düşük kalitedeki hurmaya sat. Sonra ondan elde ettiğin
para ile iyi cins hurma al” buyurdu.
Bu hadiste Hz. Peygamber ribaya düşmemek için nasıl hareket edilmesi gerektiğini (hile) göstermiştir. Böyle bir tutum başkasına zarar da vermemektedir. Bu şekilde davranan kişi haramdan, günahtan kurtulup, haram olmayan, şeriatın kabul ettiği bir
muameleye çıkış yolu bulmuştur.128} Hanefi âlimlerinin Şeriat-ı
Garrâ-yı Muhammediye’nin sınırları içinde gösterdikleri çok hoş
128) Saffet Köse: sh. 283
239
hileler (çare, şer’î çözümler) vardır…. Delikanlı bir kıza aşık, yemiyor içmiyor…Bir deri bir kemik…Karasevda!... (Bugün üstün olma ve hükmetme karasevdası!) Bunun hilesi nedir? Nasıl
bir hile ile çözeceğiz meseleyi? Hile çok basit!... Çocuğu Şeriat-ı
Garrâ-yı İslâmiye’ye göre evlendirirsiniz, bu hile ile mesele çözülmüş olur… Söylemeye gerek yok, işaret ettiğimiz ölçüler de
muhatabın rızası da şart… Bir kişi nefsine esir oldu; Ramazan-ı
şerifte özrü bulunmaksızın orucunu bozdu, İslâmî hassasiyet
içinde “Ben mahvoldum!” feryadı ile geldi - fazileti mahfuz kalmak şartıyla- hile (şer’î çözüm basit ) çok çok basit…” Müslim
veya gayri Müslim bir köle veya cariye azat eder, buna kadir değilse iki ay muttasıl oruç tutar, buna da kadir değilse altmış fakire
yemek yedirir.129” İşte bir Müslümanın başına gelen bir felâket,
böyle bir hile (çare, şer’î çözümler) ile kolayca çözülüyor. Haddi
zâtında bu konu da Nesâî’nin dışında Altı hadis İmamın’dan gelen bir hadis var….130. Fakat Biz manevî mes’uliyetten kaçındığımız için İlmihali tercih ettik….
Yazar bazı ayetleri131 zikrederek” Bu ayetler hakkı iptal eden,
bâtılı haklı çıkaran hilelerin Allah’ı aldatma olduğuna, bunun ise
haram kılındığına delâlet etmektedir.132” dedikten sonra ekler:
“Allah’ın haramlarını helâl kılmayan, farzları düşürmeyen, kulların haklarını iptal etmeyen hileleri din mubah kılmıştır.133 “
Konuyu şöyle toparlayabiliriz: {Hanefî mezhebine ait muteber kitaplarda, Ebû Hanîfe’ nin insanlara hile öğreten müftünün hacr altına alınacağı şeklindeki görüşü açıklanırken zekâtı
düşürmek için malı hibe etmeyi, nikâh bağını koparmak için
dinden çıkmayı tavsiye eden müftü Örnek verilmekte, hilenin
(bu tür hilenin A.B. ) dinin ifsadı olduğu ve bütün topluma zarar
129) Ö.Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, Bilmen yay. 1986, sh.285
130) Rûdânî, 2 / 64
131) Bakara Suresi: 2 / 8-10; Nisâ Suresi: 4/ 142; Bakara Suresi: 65-66; A’râf Suresi:
7/ 163-166
132) Saffet Köse, 299
133) A.g.e. sh. 287
240
verdiği ifade edilmektedir. Ayrıca Ebû Yusuf, zekâtı iptal etmek
amacıyla hileye başvurmanın bir mümin için helâl olmadığını
vurgularken, İmam Muhammed›in de genel anlamda, «Hakkı
iptale götüren hilelerle Allah›ın hükümlerinden kaçmak müminlerin ahlâkından değildir» dediği ve özel olarak da zekâtı düşürmek üzere başvurulan hileye ve yine faiz için hile sayılabilecek
bey›u›l-îneye, (‘ ,’ ü Ben koydum. A.B.) mal sahibinin veresiye
sattığı bir malı aynı kişiden peşin parayla daha ucuza alması, ( ‘
, ‘ A.B. ) açıkça karşı olduğu bilinmektedir. Irak fıkhının tabiîn
dönemindeki üstadı İbrahim en-Nehaî de zekâtı düşürmek için
hileye başvurmanın caiz olmadığını söylemiştir.
Buna göre Hanefî mezhebi imamlarının meşru vasıtaları kullanarak gayri meşru neticelere ulaşma kastıyla yapılan
muamelelere cevaz vermedikleri ortaya çıkmaktadır. Gerek
hiyelle ilgili olarak müstakil eser yazan gerekse eserlerinde
hiyele yer veren Hanefî âlimleri alışveriş, nikâh, talâk, ruhsatlar gibi meşru yollarla meşru neticelere ve helâle ulaştıran, günaha düşmekten kurtaran hilelerin caiz olduğunu,
bir hakkı veya şer”î bir hükmü iptal eden hilelerin ise caiz
olmadığını belirtmişlerdir.134}
Bu noktada şöyle bir soru çok meşrû’dur: Oportünizmle,
postmodernizm arasında fark var mı? Varsa nelerdir? Sezgisel
olarak hemen cevap vereyim. Kuşkusuz aralarında büyük farklar
vardır!.. Farklar nelerdir? Meşrû’ fakat çok netameli bir soru…
Önce şunu söyleyeyim ki; semptomlar (patolojik bir durumu
çağrıştırmak için kullandım bu kavramı) , belirtiler aynı demeyeceğim ama biri birini taklit ediyor, benziyor… Oportünizm
zamansal olarak postmodernizmden önce, öyle ise taklit eden
potmodernizm değil mi? Bu soruya da peşinen “evet” diyemeyeceğim…. Çünkü zamansal olarak hangisinin önce olduğunu saptamak o kadar kolay değil! Yalnız tartışmaya çok açık şu toptancı
yargıyı sizinle paylaşmak isterim ki; Antik Grek dünyasında izi
134) T.D.V. 18/171
241
bulunmayan, temsil edilmemiş hiçbir düşünce yoktur. Hem modern felsefenin R. Descartes’le ( 1596-1650) başladığını savunacaksınız, hem de postmoderniteyi Antik Grek’ten türetmeye
çalışacaksınız! Bu bir çelişki değil mi? Birincisi, felsefe çelişkiden
korkmaz, çelişki felsefe için öcü değildir, çelişkinin bittiği yerde
felsefe de biter… Şimdi elimi daldırdım, fezâ büyüklüğündeki
çuvaldan bir ceviz çıkardım… Yarım saat sonra hangi cevizi çıkaracağımı ben de bilmiyorum!
Felsefe bitimsiz bir yolculuktur, yolda oluştur…. Unutmayalım! Felsefede “son durak “ yok! Felsefî düşünüşün yolu, herkesin yolunun bittiği yerde başlar… Sıradan insanın, hatta bilimin
sorunları çözdüğü, bir yargı ile “ dir, dır “ diye bitirdiği yerde,
felsefî düşünüş “mi” acaba diye yola revan olur!... Ama burada biz
bir çelişki içinde değiliz… Çünkü modernizmin izleri de Antik
Grek’te… Antropolojik Dönem hatırlansın! Protagoras ( ( 482411) ve….Hatta Antik Grek mitolojisinde…tanrıların birbirleri
ile savaştığı, karılarını uyutarak gidip başka kadınlardan çocuk
sahibi oldukları, dünya da postmodern değil mi? Kafka’nın dünyasını çağrıştırmıyor mu?
Burada facia felsefeye ait bu tutumun İslam’a taşınması…
Hatta duyulan saygı, kutsama dolayısıyla felsefeden esirgenen
kuşku tutumunun İslam’a yansıtılması… 1960’lı yıllarda İslam
Enstitüleri vardı… Ben İstanbul, Fındıklı’dakini biliyorum…
Düşünün Ömer Nasuhi Bilmen hocalık yapıyordu… İmam-Hatip’lerden talebe alıyorlardı… O günün şartlarında temiz çocuklardı… Sonra askerde okul döneminde yakın ilişki içinde idik!
Felsefeye karşı hep bir kamaşma içinde olduklarını görürdüm…
Güneşe bakarken gözünüz kamaşır, kapatırsınız… Kafanızı çevirirsiniz, başka yöne gidersiniz… Veya göz kapaklarınızı kullanarak, kirpiklerinizin yakaladığı makul bir aralıkla uyum sağlamaya
çalışırsınız. Fakat bende o günün talebeleri, kapaksız bir gözle
güneşe bakan insan imajı bıraktılar… Hem çok rahatsız, ama çaresiz, çünkü gözkapakları yok!... Güneşe bakmak zorunda! Fakat
242
bu kuşak gerek din de, gerekse Diyanet’ te çok işlevsel oldular…
Sanıyorum bir, iki kuşak da yetiştirdiler… İslam’ın zihniyet dünyasının değişmesinde çok etkili oldular… Bize göre de hemen
hemen hepsi oportünizmin pençesinden kurtulamadılar…
İmanları? Bir şey söyleyemem çoğunluğu hakkında… Kendiler
hep inkâr etseler de, ben, felsefeye karşı hep gizli bir hayranlık
duydukları izlenimini edindim, bu kanaata sahip oldum… Hatta
onların nezdinde, felsefe talebesi olmanın verdiği prestijin rantından, istifade ettiğimi de hissederdim… Hep hep kınayıcıların
kınamasından korkma! İmanımıza mal oluyor…
Asıl soruya cevap veremediğim için mi buralara geldim? Bilemiyorum! Ama soruya cevap veremediğim, kesin! Tamam, cevap veremiyorsun, bitti! Hayır, felsefede hiçbir şey bitmez! Ne
anlarsanız anlayın! Ben de tam ne anladığımı anlayamadım! Fakat şu şiiri koyma ihtiyacıma da engel olamadım:
YOLLAR VE GÖKLER
Üst üste, alt altalar,
Bende gökler ve yollar.
Gökler, kat kat mavilik.
Yollar, kol kol servilik.
Yollar nereye gider,
Ve ne düşünür gökler?
Göklerin bir sırrı var,
Onu arıyor yollar.
Gökler suda titriyor,
Yollar suda bitiyor.
Göklerin yüzü yerde,
Yollarınki göklerde.
Bu yollarda izimiz,
Bu göklerde gizlimiz.
Yollar, beni vardırın!
Gökler, tutup kaldırın!
243
Necip Fazıl Kısakürek (1937)
Evet! Sonsuz sayıda yollar arasında, doğru yolu arama serüveni! Fakat yollar çok sarp! Çok kaygan! Her an düşme, hatta
parçalanma tehlikesi var! Yollar çok dolaşık! İşaretler karma karışık… Her an anlamları değişiyor! Ve biliyorsunuz ki sonu olan
bir yol yok! Sıradağlarda tepeye kadar tırmanırsınız, diliniz damağınız kurumuştur… Anlaşmışınızdır, yanınızdakilerle tepeye
varınca mola vereceksiniz! Tam “tepeye çıktık” diye mutlulukla
haykıracakken, hemen arkasındaki tepeyi fark edersiniz!
Bir açıklama denemesi olarak, belki de oportünizm; her şeye
rağmen, uzlaşımsal olarak bazı değerlerin geçerli olduğu bir toplumda, bireysel çıkar uğruna bu değerleri zaman zaman ihlaldir.
Hâlbuki postmodernizm o uzlaşmanın, yavaş yavaş kalkması
üzerine bir uzlaşmadır. Postmodernizm geçici olarak değil de,
sürekli kural ve kutsalın buharlaşmasıdır. Çünkü oportünizmde,
kendi çıkarına dokunduğu yerde, toplumsal uzlaşımın savaşını
verecektir. Çünkü çıkarı statüyü savunmayı gerektiriyor… Temelde oportünizm eylemsel değerlerle ilgili iken, postmodernizm düşünsel değerlerle ilgilidir. Birincisinde eylem önce…
İkincisinde düşünme önde… Postmodernizm kendine özgü bir
değerler dünyası yaratabilir mi? Bilmiyorum… Ama böyle bir
ihtimal var… Hâlbuki oportünizmde böyle bir ihtimal de yok!
Değer yaratma gibi bir kaygı da yok…. Yarın postmodern değerlerin egemen olduğu bir dünyada yaşamaya başlarsak, orada
da oportünistler olacaktır… Belki de Postmodernizm, dünya
oluşum sürecinin bir kesiti olarak, yaşanır, biter, yerini başka bir
izm’e bırakır… Fakat oportünizm zaman ve mekan üstü bir gerçekliktir…
Fakat burada önemli olan oportünizmin değer olarak benimsenmese dahi, vicdanlarda mahkum edilememesi veya toplumun kayıtsız kalması… İnsanların oportünistleri kınayacak
gücü kendilerinde bulamayışları… Burada unutmayalım ki;
244
felsefî olarak da olsa, pozitif tabiat bilimlerinde dahi elde edilen
bilginin kesinliğinden yüksek oranda şüphe duyulduğu bir ortam oportünizm için çok uygun bir zemin teşkil eder… Oportünizm uzun bir tarihe sahip olmanın verdiği nefs emniyeti ile, değerleri güve gibi kemirirken, değerlerin yıpranması oportünizmi
tetikliyor… Oportünizm değerlerin buharlaşmasını tetikliyor…
Bu kısır döngü nasıl kırılabilir? İhtiyar dünyamız geçmişinden
ders alarak yeni değerler üretebilecek mi?
Daha dün denecek bir geçmişte Batı dünyasının yaşadıkları… Hristiyanlık… Gördüğü zulümler… Topluma egemen
olması… Aykırı inanlıların gördüğü zulümler… Engizisyon…
Mezhep savaşları… Yüzyıl savaşları, otuz yıl savaşları, katliamlar…. Nihayet I. Ve II. Dünya savaşları… Ölen yüz milyonların
katları… Halen İslâm dünyasında kan, gözyaşı… Müslümanlar
İhya edecekleri, ihya etmek borcunda oldukları İslâm uygarlığını ihya ederek hem kendilerinin dünya ve ahiretini, hem de
gâvurların dünya ve ahiretlerini kurtarabilecekler mi? Yoksa çok
hayran oldukları bir adamın dediği gibi: bu gavursal duruma
“Alışacaklar, alışacaklar, alışacaklar mı?” Galiba bu sorunun Samimi cevabı “ evet!” dir….
245
246
247
248

Benzer belgeler