2008 Ekim - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2008 Ekim - Mülkiyeliler Birliği
SAYI 2008 -6
EKİM 2008
KAPİTALİZM BUNALDI, KRİZ GEÇİRİYOR
Korkut Boratav : Türkiye bu tempoda
bir sermaye birikimiyle ne köy olur, ne
kasaba..
Füsun Çiçekoğlu
Ölü bir arkadaşa
Sezai Sarıoğlu
Sahi Biz Birbirimizin Nesi Oluruz?
İÇİNDEKİLER
mülkiye’den
Erdal Erden’i Kaybettik................................................................. 3
Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırma Yarışması Sonuçlandı....4
mülkiye’de öğrenci olmak
Füsun Çiçekoğlu / Ölü Bir Arkadaşa............................................ 5
albümlerden
Sami Urfalı..................................................................................... 11
Necdet Bilgin.................................................................................. 12
Gülden Öğütveren.......................................................................... 13
mülkiyeli şairler
Cahit Sıtkı Tarancı......................................................................... 15
röportaj
Korkut Boratav .............................................................................. 16
çeviriler
Krizin Filistin Toplumuna Etkileri: . ............................................ 24
Leyla Farsak’la görüşme............................................................... 24
Mısır: Toplumsal ayaklanma ve kötüleşen siyasi durum.............. 25
Ürdün’de artan fiyatların etkileri.................................................. 26
konuk yazar
Sezai Sarıoğlu................................................................................. 30
Sibel ÖZBUDUN............................................................................ 34
Temel DEMİRER........................................................................... 37
Mehmet ÖZER............................................................................... 42
tesislerimizden
Tesislerimiz Kışa Hazırlandı.......................................................... 44
mülkiyespor
1. Devre Karşılaşmaları Başlıyor................................................... 45
E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır.
mülkiye’den
Yeni bir sayıyla merhaba.
ACI KAYBIMIZ
MÜLKİYELİ RESSAM ERDAL ERDEN’İ
KAYBETTİK
İyi bir fikir ve elimizde bazı malzemelerle
başladığımız ilk sayının ardından, sizlerin de
Mülkiyeliler Birliği 1962 mezunu, ressam Erdal
katkısıyla ve epeyce yol alarak, kesintisiz bir şekilde
Erden’i 13.10.2008 günü kaybettik. Cenazesi
Ekim sayımıza ulaştık.
14.10.2008 günü Foça’da toprağa verilmiştir.
İlk sayıya başlarkenki, “üyelerimize bizden bilgi, Mülkiyeliler Birliği camiasına başsağlığı dileriz.
haber ve duyuruların ulaştırılması” amacından
vazgeçmeden, bazı yenilikleri de sayfalarımıza
taşıyoruz. Özellikle ilgi okunduğunu, yapılan
katkılardan da anladığımız “MÜLKİYE’DE
ÖĞRENCİ OLMAK”ın yanısıra “MÜLKİYELİ
ŞAİRLER” bölümünü de artık sürekli hale getirdik.
Artık güncel bazı ülke ya da dünya gündemi ile ilgili
ve Birliğimizin duruşuna uygun yazıları da “KONUK
YAZAR” bölümümüzde göreceksiniz.
Bunların yanında her sayıda elimizden geldiğince
bazı ufak ve hoş katkılarla bültenimizin içeriğini
zenginleştirmek gibi bir çabamız var ve bu çabamızda
sizlerin de katkı ve eleştirilerinizi esirgemeyeceğini
biliyoruz. Bültenimizin ana başlıkları, artık
okuyucularınca biliyor. Bize herhangi bir bölüm
başlığı içerisinde yer alabilecek yazı, fotoğraf, resim
gibi malzemeler gönderebilir, sürekli olabileceği gibi
sadece o sayıda yer alacakyeni bölümler (elbette
malzemeleriyle birlikte) önerebilirsiniz.
Erdal Erden 1962 yılında A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nden mezun oldu. 1971’de TODAİE’de
işletme dalında master yaptı.(M.B.A.) 1972’de
Dışişleri Bakanlığı tarafından gönderildiği İran’da
Tahran Üniversitesi’nin Uluslararası Yönetim
Uzmanlığı programını bitirdi. Resim çalışmalarına,
lise döneminde başladı. 1965-1966 yıllarında İsmet
İnönü, Şevket Süreyya Aydemir, Yusuf Kemal
Tengirşek, Asım Gündüz, Fahrettin Altay, Afet
İnan’la Atatürk ve Kurtuluş Savaşı konusunda
çalışmalar yaptı. Atatürk portreleri çizimlerinde bu
çalışmaları temel aldı. 1966’da Birleşmiş Milletler
tarafından üye sanatçı seçildi. Eserleri Fransız
yönetmeni Roger Vadim tarafından filme çekildi.
Biz, sizlerden gelecek her türlü katkıyı, elimizden
geldiğince ve bülten olanakları içerisinde,
değerlendirmeye hazırız.
Geçen ay gerçekleştirmiş olduğumuz Olağanüstü
Genel Kurul kararları içerisinde de yer aldığı gibi,
Birliğimiz “yeni tesisler kazanma, sahip olduğu
tesisleri yenileştirme ve tesislerini daha işlevsel
hale getirme” çabalarını yoğunlaştırdığı bir döneme
girdi. Bu konuda çabaları ya da çalışmaları olan
şubelerimizden de tüm camiayı sevindirecek haber ve
bilgiler bekliyoruz.
Seçilmiş sergileri: 1965 Fransız Kültür Merkezi
(Ankara), 1966 Fransız Kültür Merkezi (İstanbul),
1966 A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi (Ankara), 1967
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi (Ankara), 1967
Türk-Amerikan Kültür Derneği (İzmir), 1978 Girne
(Kıbrıs), 1991 Mülkiyeliler Birliği (İstanbul), 1995
Anayasa Mahkemesi (Ankara); 1998 Türk-Japon
Kültür Merkezi (Ankara), 2000 Dortmund, Münster,
Köln, Frankfurt (Almanya), 2005 Mülkiyeliler Birliği
(İzmir), 9 Kasım 2006 Mülkiyeliler Birliği Genel
Merkezi (Ankara), 9 Şubat 2006 Semih Balcıoğlu
Kültür Merkezi (Ürgüp), 20 Şubat 2006 Ayvalık
Belediyesi Kültür Merkezi, Mart 2006 Mülkiyeliler
Birliği Bursa Şubesi (Bursa).
Amacımız sizlerle biraz daha interaktif (etkileşimli)
iletişim içerisinde olabilmek ve yaptığımız şeyin
karşıdan nasıl göründüğünü de algılayabilmek.
Elbette bunların yanında bu çabamızı takdir eden
yazılarınızı e-posta kutusunda görmeye de hiçbir
zaman hayır demeyiz.
Tüm okuyucularımızın geçmiş bayramını kutluyor,
yeni sayıda buluşana kadar esenlikler diliyoruz.
A.Raif FALCIOĞLU
CAHİT EMRE KAMU YÖNETİMİ
ARAŞTIRMA YARIŞMASI SONUÇLANDI
üyeliği yaptığı 2008 Cahit Emre Kamu Yönetimi
Araştırması Yarışması sonuçlandı.
Lisans araştırmaları dalında birincilik ödülüne,
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset
Araştırma ve Uygulama Merkezi (KAYAUM)’un, Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğrencisi Tuğba
lisans ve lisansüstü öğrencilerini kamu yönetiminin ELÇİN’in “Bürokrasinin Mimari Görünümü” başlıklı
başlıca sorun alanlarına ilişkin konularda düşünme çalışması değer görüldü.
ve araştırmaya yönlendirebilmek amacıyla, 2 Eylül
Lisansüstü araştırma dalında “Geleceğin Güvensiz
2002 günü yitirdiğimiz değerli hocamız Doç.Dr. Cahit İnşası ve Sosyal Güven(siz)lik Reformu” başlıklı ortak
EMRE adına 2005 yılından itibaren her yıl, Kamu çalışmayla Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyoloji
Yönetimi Araştırma Yarışması gerçekleştirilmektedir.
Bölümü araştırma görevlisi Cem
ERGUN ve Süleyman Demirel
Üniversitesi Kamu Yönetimi
yüksek lisans öğrencisi Ayşe
DERİCİOĞULLARI birinciliğe
değer bulundu.
Bu yıl yapılan yarışmada,
iki farklı katagoride yapılmış
araştırmalar, dokuz farklı
üniversitenin öğretim üyelerinden
oluşan yarışma jürisi (Prof. Dr.
Şinasi AKSOY ODTÜ, Prof. Dr.
Oya ÇİFÇİ TODAİ, Prof. Dr. Atilla
GÖKTÜRK Muğla Üniversitesi,
Prof. Dr. Birgül A. GÜLER
Ankara Üniversitesi, Prof. Dr.
Eyub G. İSBİR Gazi Üniversitesi,
Prof. Dr. Kemal Kartal İnönü
Üniversitesi, Prof. Dr. Ali
ÖZTEKİN Akdeniz Üniversitesi,
Doç. Dr. Adalet ALADA İstanbul
Üniversitesi, Doç. Dr. Yeşim Ediz
ŞAHİN Dokuz Eylül Üniversitesi)
tarafından değerlendirilmiş ve
birincilik ödülüne değer iki
çalışma belirlenmiştir.
“Sicil Sistemi” başlıklı
çalışmasıyla
Ankara
Üniversitesi Siyaset Bilimi
ve Kamu Yönetimi doktora
öğrencisi
Fatma
Müge
ALGAN ikinci, “Devlet
Planlama Teşkilatı ve Planlama
Anlayışında Yaşanan Değişim
(1960-1980/1980-Günümüze)”
başlıklı çalışmasıyla İstanbul
Üniversitesi Kamu Yönetimi
yüksek lisans öğrencisi
Yunus Emre ÖZKAN üçüncü
en iyi araştırma olarak
değerlendirildi.
Her yıl farklı bir üniversitenin organizasyonunu
üstlendiği Kamu Yönetimi Forumu (KAYFOR), bu
yıl Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi tarafından gerçekleştirilmiştir.
2008 Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırma Ödülü
Töreni 9 Ekim 2008 tarihinde gerçekleştirilecek olan
açılış töreninde yapılacaktır
2008 Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırmaları
Yarışması’nın birincilik ödülleri, Bolu Abant İzzet
Baysal Üniversitesi’nde 9-11 Ekim 2008 günleri
arasında yapılacak Kamu Yönetimi Forumu’nun
(KAYFOR-6) açılış töreninde verilecektir. Ödül
töreni 9 Ekim 2008 Perşembe günü saat 9.30’da
gerçekleştirilecek, ardından KAYFOR-6 toplantılarına
geçilecektir.
Ödül töreninde Mülkiyeliler Birliği de temsil
edilecektir. Mülkiyeliler Birliği Vakfı’nın katkılarıyla
Kamu Yönetimi Araştırmaları Yarışması’na ilgi
bu yıl birinciliğe değer görülen çalışmalara destek gösteren tüm katılımcıları, emek verdikleri başarılı
olmak üzere birer dizüstü bilgisayar armağan verildi. çalışmaları nedeniyle kutluyor, araştırmacılık çabasını
ve başarılarını sürdürmelerini diliyoruz.
2008 Cahit Emre Kamu Yönetimi Araştırma Ödülü
Değerlendirme Sonuçları
Prof. Dr. Birgül A. Güler
KAYAUM Müdürü
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi
Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin (KAYAUM),
lisans ve lisansüstü öğrencilerini kamu yönetiminin
başlıca sorun alanlarına ilişkin konularda düşünme
ve araştırmaya yönlendirebilmek amacıyla açılan ve
dokuz farklı üniversiteden öğretim üyelerinin jüri
Ali Çolak
Mülkiyeliler Birliği Başkanı
Prof. Dr. Celal Göle
AÜ SBF Dekanı
mülkiye’de öğrenci olmak
Ölü Bir Arkadaşa
ölen arkadaşlarının ardından yaktıkları ağıttır “Hey!
Füsun Çiçekoğlu Selim”.
1970’lerde katledilen Siyasallı devrimciler için
14 Haziran’da, Ankara’da yapılan anma toplantısı,
sürgünde olmanın tanıdık sızısını, bir zamanlar
dilimizin konuşulduğu yerden ve zamandan sürülmüş
olmanın ağrısını dindirmese de farklılaştıran bir
buluşmaydı. Her yıl olduğu gibi bu Haziran’da da,
yitirdiğimiz arkadaşları anmak için 1979’da öldürülen
Hakan Şenyuva’nın mezarı başında toplanıldı. Sözlerle,
seslerle, dokunuşlarla yitirdiğimiz arkadaşlara
değebilmek; ‘şu koca dünyadan bahset bize’ der
gibi ölen arkadaşlara seslenerek unutulmadıklarının
kanıtını şu koca dünyaya bırakmak istiyordu herkes.
Hey! Selim!
Bu gece bizimle olamaman ne acı
Hey! Selim!
Çok korkuyorum, Selim.
Deniz o kadar büyük ki!
Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim?
Hepimizin gideceği o yer neye benziyor?
Dağlar mı var, vadiler mi,
Polisler mi var orada askerler mi,
hiç geriye bakmadık ki biz.
Şimdi tek görebildiğim, deniz,
uçsuz bucaksız deniz.
Rüyamda annemi gördüm gece
kapının eşiğinde durmuş, ağlıyordu.
Noel’di, çanlar çalıyordu.
Dağlara kar düşmüştü.
Keşke burada olaydın
bize eskisi gibi
o limanlardan,
Marsilya’dan, Napoli’den,
Şu koca dünyadan bahsedeydin
Hey! Selim, anlat, anlat bize
Şu koca dünyadan bahset.
Hey! Selim, konuş, konuş bizimle...1
Sonsuzluk ve Bir Gün’ün unutulmaz sahnesinde
Selim’in ardından arkadaşlarının her biri kendince yas
tutar. Kimi için için ağlar, kimi intikam yemini eder,
kimi polisin ve askerlerin ‘orada’ da olup olmadığını
merak eder. Belki de iyi bir şeydir Selim’in yerinde
olmak, eğer ‘orada’ geride bıraktıkları dağlar, vadiler,
anneler varsa; polisler ve askerler yoksa. Polislere ve
askerlere bakmadan kaçmak gerekir, geriye bakılmaz
çünkü ölümden kaçarken. Aslında içinden geçip
gelmişlerdir bütün çocuklar, bilirler nasıl bir şeydir
ama geriye bakamadıklarından tanımazlar yüzünü
ölümün.
Çocuk tüccarlarından, mafyadan, polisten kaçışarak
arabaların camlarını temizlemeye çalışmaktır ‘burası’,
iyi bir yer değildir. ‘Burası’ sürgünde olmaktır
çünkü artık. Bilinmezlik olan ‘orası’ hakkında sual
edebilecekleri tek kişi, daha bir dakika önce yan
yanayken ‘oraya’ giden arkadaşları Selim’dir. Yerde
yatan inanılmaz sahicilikteki ölü bedeniyle her
sorunun sorulabileceği, her cevabın beklenebileceği,
sorulardan ve cevaplardan sıyrılıp giden, artık hiç ses
etmeyen Selim’dir.
Ona dair her şeyi düşünme, söyleme, onu
Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, kaçak Arnavut kendi sözleri, kendi rüyalarıyla giydirme hakkı
göçmeni çocukların hayret, korku, hasretle Selim’in, olacaktır bundan böyle geride kalanların. Selim’in
anlattıklarını hepsi kendince hatırlayacak, her biri
kendi hatırladıklarından birbirinden farklı Selim’ler
yaratacaklardır. Bu Selim’lerden hiçbiri giden
arkadaşları olmayacaktır ama. Zaman içinde Selim
başka biri olacak; rüyalarında, hatıralarında kalan
sözlerle konuşmaya başlayacaktır onlarla. Her giden
gibi o da kalanların hafızasında yeniden şekillenecek,
Selim’in adından birden fazla hikâye çıkacaktır.
onların unutulmuş sözlerini dirilterek geçmişe dair
hikâyeyi yeni biçimlerde kuranlar her toplantıda
artıyor. Her seferinde geçmişe duydukları merak artan
gençler katılıyor toplantılara. Ölen arkadaşlarımızın
ilkokul, lise arkadaşları katılıyor. Tozlu arşivlerin
labirentlerinden yepyeni bir hikâye çıkıyor onlara
dair.
Mezarı başında toplanarak bütün arkadaşları
Yıllardır, Hakan’ın mezarı başında başlayan her andığımız Hakan öldürüldüğünde, 10 Haziran
anma toplantısında Sonsuzluk ve Bir Gün filminin 1979’du. Ölüm yıldönümlerinde ailesinin verdiği
gözümün önünden gitmeyen bir sahnesidir bu. Bu ilanda, Hakan’ın gençliğinde donup kalmış fotoğrafı
yılki anma toplantısında filmin çağrışımları daha da ve “Sevgili Yavrumuz Hakan Şenyuva AÜ Siyasal
genişledi; kendini başka izleklerle de, kelimeleri ve Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanı iken 10
sürgündeki yazarların bitmemiş eserleriyle de çağrıştırdı Haziran 1979 günü pusuda haince vuruluşunun (...)
Sonsuzluk ve Bir Gün. Arkadaşlarımızın öldürüldüğü yılında seni, savunduğun haklı idealleri, ülkemizin
ve insanlarımızın güzel geleceğine inancını sevgiyle
anıyoruz” cümleleri vardır.
Parantez içindeki rakamlar büyür ilanlarda
geçen yıllarla birlikte. Hakan’ın katil zanlısı Fehmi
Söylemez’in adı, adresi, yakalanamayışına duyulan
isyan aynı kalır. Adaletin yerini bulacağına inançsa
her geçen yıl azalır. 2004’te zaman aşımına uğrayan
davadan sonra Söylemez’in yakalanamayışı olarak
sürüp giden kandırmaca daha da acı verici oldu geride
kalanlar için.
yaşlarda olanlarla zamana dair söyleşmek geçmişin
silinmezliğini olduğu kadar, geri döndürülemezliğini
de çağrıştırdı. Unutturulan dillerin ortak kaderini ve o
kaderi değiştirmeye mecbur yazarları, yüzyıllar geçse
de sürgünlüğün değişmeyen kelimelerini; sürgünde
olanın, sızısını dindirecek tek ilaç olan anadilinin
şefkatini arayışla geçen uzun yıllarını ve sonrasındaki
tek gününü düşündüm hep Haziran toplantısında.
Bu yıl yapılan anmada dördüncü yılındaki,
hesaplaşılamayan geçmişin bugüne miras bıraktığı,
aşıma uğramayan bu acının kekre, buruk izi de vardı.
Her anmada olduğu gibi geçmiş zamana dair bir
kaydı arama, anıların kaybını önleme kararlılığı, ortak
hafıza kaydı tutma gayreti vardı. Geçmiş yeniden inşa
edildi 2008 Haziran’ında, bir kez daha.3
Cebeci Mezarlığı’nda kırmızı karanfiller, yitirdiğimiz
arkadaşlarımızın aileleri, ölen arkadaşların şimdilerde
Seni, savunduğun haklı idealleri, ülkemizin ve ellili yaşlardaki arkadaşlarının yanında üniversiteli
insanlarımızın güzel geleceğine İnancını sevgiyle öğrenciler vardı. Onların öldürüldüğü yaşta olan ve
anıyoruz…
haklı idealleri savunan, ülkemizin ve insanlarımızın
Mehmed Uzun’un “Küçük Ölçekli Zaferler Büyük güzel geleceğine onlar kadar içten inanan gençler
Ölçekli Mağlubiyetler”de yazdığı gibi anımsamak vardı. İsmi Hakan olan, Ali Fuat olan, Adil olan, Şevki
ve anımsananları anlatmak için anlatılanları da hep olan, Bahri olan çocuklarımız vardı.
anımsamak için belki de”… Sürekli hatırlamak, sürekli
Düşünceli yüzler, Hakan’ın mezar taşına dokunanlar,
hafızanın derinliklerine inmek, sürekli artık kimselerin mezarın çevresindeki otları yolanlar, mezarda bitmiş
açıp bakmadığı tozlu arşivlerin labirentlerinde bitkilerden toplayıp köklendirmek için yanına alanlar
dolaşmak, sürekli tüm bir geçmişi yakalamak, onu vardı.
bildiğimizden farklı biçimlerde yeniden kurmak,
Mezar ziyaretinin ardından her yıl olduğu gibi
mezara gömülmüş hakikatlere uygun yeni bir hafıza
okula gelindi. Okuldaki toplantı SBF’de 1976-1980
yaratmak, sürekli unutulmuş olanları unutulmuş
arasındaki dört yılda katledilen altı arkadaşımızın
sözcüklerle anlatmak gerekiyordu.”2
Hakan Yurdakuler, Ali Fuat Okan, Hakan Şenyuva,
Ölen arkadaşlarımızın hatıralarından yeni bir hafıza Bahri Gülpınar, Mehmet Adil Olcay ve Şevki
yaratmak da denebilir yıllardır her Haziran yapılan Kobal’ın anısına yaptırılıp 22 Ekim 2007’de açılan
toplantılara aslında. Onları anmak için buluşanlar, 218 numaralı derslikte yapıldı bu yıl ilk kez. Okulun
emektar çaycısı Recep Dayı’nın çayları içildi yine.
yeni bir tarih oluşturma niyetlerini beyanlarıydı.
Sonsuz Bellek ve Bugün Sancısı
Gençlerin Hakan’ın mezarı başında yaptıkları
konuşmada, “Kendi mücadelelerinin geleneğin
devamı olmakla sınırlı olmadığı”nı vurgulamaları,
“geçmişin bilgisini geçmişin üstünü çizmeden
bugüne dâhil etme”6 doğrultusunda bir adım atılıyor
olduğunun belirtisiydi. Arkadaşlarımızı hatırlamanın
zaman zaman hafıza kaydı tutmanın sınırlarına
sıkışarak hatıra kaybına doğru gitme tehlikesine karşı
bir duruştu SBF öğrencilerinin sözleri.
Jorge Luis Borges, “Funes ve Sonsuz Bellek” adlı
öyküsündeki, İreneo Funes adlı karakteri anlatırken,
“30 Nisan 1882 gününün tan sökümünde güneyden
gelen bulutların biçimlerini biliyordu... Funes yalnızca
her ormanın her ağacının her yaprağını hatırlamakla
kalmıyor, aynı zamanda gördüğü veya düşlediği her
kareyi de hatırlıyordu... İki-üç kez bütün bir günü
yeniden kurmuştu; asla duraksamamıştı, ama her
keresinde bu kurmalar bütün gününü almıştı. Tek
Bu sözler kadar, bu sözleri söyleyişlerindeki tavırları
başına benim anılarım, dünya dünya olduğundan beri ve mezar ziyareti sonrasında SBF’deki toplantıdaki
bütün insanların sahip olabileceklerinden daha çoktur, konuşmalarıyla da geçmişten devraldıklarının,
demişti bana...” der.4
“bütüncül anlatılar değil, tekil anlar, deneyimler,”7
Funes’in İngilizce’yi, Fransızca’yı, Portekizce’yi olduğu belirginleşti. Geçmişin, belki de aradan geçen
ve Latince’yi çaba harcamadan öğrenivermesini bunca zaman sonra bugünü işgal etmeden doğru
sağlayan, her ormanın her ağacının her yaprağını bir yere oturuşmakta olduğunun belirtisiydi SBF
kaydeden hafızasından duyduğu tedirginlik, kendi öğrencilerinin varlıklarını ifade ediş biçimleri.
yüzüyle aynada her karşılaştığında, ellerine her
SBF-DER’in 1970’li yılların ikinci yarısındaki antibakışında şaşkınlığa düşmesiyle bağlantılıdır aslında. faşist mücadelesinin ve geçmişin sahiplenildiğinin
Bugüne yer kalmamıştır Funes’in dünyasında. Kendini ancak baskı biçimlerinin değiştiği günümüzde
bugününde yadırgayışı bundandır.
farklı direniş ve mücadele yöntemleri geliştirerek
Öykü üzerinde düşündükçe hatırlamanın bugünün ilerlendiğinin de, arayışların da, sorgulayışların
yerine geçtiği, kendi yüzünden hayret duyan Funes da izleri vardı öğrencilerin kendi derneklerinde
karakterine benzemeye, anıların işgaline uğramaya, sürdürdükleri mücadelede. Hayata dönük olmanın ve
anılardan ibaret kalmaya başlanır mı kaygısını direnç gücünün anma törenlerindeki alışılagelmiş söz
duymamak zor. Kaygı sorularla birlikte geliyor ve tavırlardan ileri bir yerde şekillenmekte olduğunun
üstelik de: Bugünün aynasında kendimize baktıkça beyanıydı SBF öğrencilerinin duruşu.
gördüklerimiz nelerdir? Bugünümüzdeki yüzümüzü
Bir başka farklılığı bu yılki anmanın, sürgünde
yadırgamadan geçmişimizi nasıl görebiliriz aynada, olanların birbiriyle buluşmasıydı.
geçmişi unutmadan?
Anayurdundan ve anadilinden sürgün edilenlerle,
Bir arkadaşımızın yazdığı gibi, yas tutmadan hayatından arkadaşlarından ve ölümler pahasına
anılarımızla güçlü olabildiğimizi, yas tutmayan kurulan bir dilden sürülenlerin buluşmasıydı bu yılki
hatırlama şekillerinin artık bulunmakta olduğunun anma töreni. Ana dili barış ve insan olduğundan
umudu vardı bu yılki anmada. 5 Hafıza kaybını önleme sürgüne yollananların buluşmasıydı. Sürgün tarihi
zorunluluğu ile Funes’leşme kaygısının farkına varma
bu yıl yapılan anmanın önceki yıllardan farklılıklarını
belirliyor belki de. Arkadaşlar ardından yapılan her
anma gibiyse da bu Haziran anmamız birçok bakımdan,
yine de farklıydı bu yılki anma geçen yıllardan.
Ölü Bir Arkadaşı Anılardan Fazlasıyla
Anmak
Bu yılki anmanın farklılığı, geçmişin yarınla
buluşmasıydı.
Gelmekte olanların ve geçmiştekilerin, kendi
zamanlarının içinden birbirine el uzatmasıydı bu
Haziran buluşmasının öncekilerden farkı. Ölen
arkadaşları hatırlarken, artık ortak hafıza kaydı
tutmaktan farklı bir tavrın yeşermekte olduğunun en
belirgin göstergesi, SBF öğrencilerinin kendilerine ait
uzun8 bir halkın temsilcisi olan ve halkının sürgün
hafızasının kaydını tutan bir yazarın, ömrünü
yurdundan uzakta geçirmeye mecbur edilen Mehmed
Uzun’un mezarından getirilen toprak Hakan’ın
mezarına arkadaşları tarafından serpildi.
sokaklarda olma gereğinin, sokaklarda olanların
yanında olma zorunluluğu daha da belirginleşti.
Bir zamanlar sokaklarda olmak için evlerini
bırakanların, geçmişi anarken bir araya gelişleri artık
büyük bir aile olmaya benzetmeye başlamanın bende
hep çağrıştırdığı bir aile büyüğünün uzun, ağır ve
kasvetli gölgesine dönüşmekten farklı olmadığını
hissetmelerini sağlayabilecek ferahlıkta bir rüzgârdı
bu. Başka türlü bir hayatı mümkün kılabilmenin
yolunun şimdi büyük harflerle alternatif hayat reçeteleri
yazmaktan daha mütevazı, daha usul bir kararlılıkla
evlerden sokaklara çıkmaktan geçtiğinin fısıltısıydı.
SBF ve Cebeci yerleşkesinde yaşananlar paylaşıldı.
Yeni öğrenim döneminde turnikeli giriş adı altında
öğrencilerin baskı altına alınma hazırlıklarına ve
güvenlik adı altında sürekli yeni baskı mekanizmaları
konulmasına karşı direnme kararlılığı paylaşıldı.
Özel Güvenlik Birimi adı altındaki polisiye güçlerin
hukuka aykırı uygulamalarına karşı çıkarak, yaygın
polisiye önlemlerin yüzünü açığa çıkarma bilinciyle
Ömrünün hesaplaşma günündeki ozan Alexandros
Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, ‘Yarın nedir?’
sorusunun cevabını ararken zamanın anlamını sorgular.
Ölümcül bir hastalık nedeniyle o günün akşamında
hastaneye yatmaya hazırlanan Alexandros, Selanik’te
deniz kıyısında bir bankta oturur, çocuk ticareti yapan
çeteden ve polisten kurtardığı kaçak Arnavut göçmeni
çocuğa İtalya’da doğan Yunanlı şairin, Solomos’un
hikâyesini anlatır.
Uzun bir hikâyenin cevabındaki sürgünlerle zamana
dair soruları cevaplarından çok olan yarınındakilerin
buluşmasıydı. Asla anlayıp kabullenemeyecekleri
Sürgünde geçen ömrü, çocukken uğruna tokat yediği arkadaş ölümlerinden hem kendine ait hem de ortak bir
Kürtçe’yi, kendine yurt edindiği anadilini dünyaya hikâye çıkaranların gidenlere “keşke burada olaydın!”
kazandırmış olarak 11 Ekim 2007’de Diyarbakır’da demesinden daha çoktu bu Haziran.
sona eren Kürt yazarı Mehmed Uzun’un mezarından ‘Korfulamu, Xenitis, Argathini’
toprak getirilmişti Haziran buluşmasına. Köyünden
Mehmed Uzun’un toprağı Hakan’ın mezarına
taşınan nar ağacının köklendiği toprak, Hakan’dan
filizlenecek ağaçlara güç vereceği inancıyla serpildi serpelendiğinde, sürgünlüğün ne demek olduğunun
cevabını oradaki herkes kendince aradı belki de.
mezara.
Sorunun ve cevabın çok olduğu yerlerden geçildi
Edebiyatı yapılamaz, romanı yazılamaz denen bir sonra. Sonsuzluk ve Bir Gün’deki farklı zamanların
dilin, Kürtçe’nin, dünya edebiyatıyla buluşmasını sürgün yazarları ve çocukla Türkiyeli Kürt bir yazarın
sağlayan Mehmed Uzun’un, “Barış, insanlığın yarattığı uzun sürgün hikâyesinin ve kendi ömründen sürgüne
en önemli, en erdemli eserdir. Barış, ben dediğimiz gitmişlerin buluştuğu yerden üç kelime düştü bu
şeyin öteki haline gelmesidir; öteyi anlamak onunla Haziran’a cevaben.
eşit ilişki kurmaktır. Barış, insanoğluna en çok yakışan
Sonsuzluk ve Bir Gün’ün bu üç kelimesi Korfulamu,
erdemleri kendi içinde barındıran yepyeni bir kültür,
Xenitis,
Argathini’ydi…
bir terbiyedir,”9 sözleriyle savunduğu barış güvercini
Hakan’ın mezarına kondu bu yıl.
Hikâyeleri anlatan kelimelerden geçerek gelen ve
Bir farkı da bu yılın, ütopyanın yerli yerinde hikâyesi olan kelimeleri anlatan filmden karelerle
durduğunu söyleyenlerin, ‘başka türlü bir hayat sürdü Haziran buluşması benim için. Kelimelerin kısa
mümkün’ diyenlerin estirdiği rüzgârın ferahlığıydı. hikâyesi ise şöyleydi:
Hikâyede Solomos’un, Osmanlı-Yunan savaşının
sürdüğü yıllarda bir gece rüyasında gördüğü annesi
onu adasına geri çağırır. Rüyasında aldığı bu çağrı
üzerine adasına geri dönen Solomos yoksulluk,
açlık ve felaketle karşılaşır anavatanında. Özgürlük
savaşının sürmekte olduğu anavatanında herkes
elinden geldiğince katkıda bulunmaktadır direnişe.
Şair Yunanlı olmasına rağmen Yunanca bilmez; kendi
adasında, kendi insanlarının arasında olmasına rağmen
onların dilini bilmediğinden onlarla konuşamaz ve
konuşmalarını anlayamaz.
bulunur, hayatı yansıtan üç kelime sonsuzluktan
önceki hesaplaşma gününün oyununda... Üç sürgünü
Solomos’u, Alexandros’u ve Arnavut çocuğu bir
Alexandros, “Bir şairin elinden gelen, özgürlük şiiri araya getiren kelimeler ‘korfulamu’, ‘xenitis’ ve
yazmaktır diye düşünen Solomos, bu şiiri yazmalıyım; ‘argathini’dir.
benim de katkım bu olmalı demiş,” diye sürdürür Haziran Sürgünü
çocuğa anlattığı hikâyeyi. Solomos’un, bilmediği bir
Yaratılmış bir karakter olan Alexandros’u,
dilde şiir yazmak için kelimeler almaya başladığını, gerçeklikteki Solomos’la buluşturan da, Mehmed
adada, garip bir şairin kelimeler aldığı haberinin kısa Uzun’u romanını yazmayı tutkuyla istediği ama
sürede yayıldığını anlatır.
yetiştiremediği Auerbach’la zamanların ardından
Çocuğa anlattığı bu hikâyeden sonra kelime
almaca oyunu oynamaya başlarlar kendi aralarında
Alexandros ile çocuk. 19.yüzyıl şairi Solomos’un
“Hür Esir” adlı bitmemiş şiirini tamamlamaya
çalışan Alexandros, oynadıkları oyunda çocuktan
kelime alacaktır, tıpkı Solomos gibi. Çocuk koşarak
kalabalığın içine dalar ve her geri dönüşünde yeni bir
kelime getirir Alexandros’a. Yunanistan’ın en büyük
ulusal şairlerinden biri olan Dionysios Solomos’un
yarım kalmış şiirini tamamlamaya ömrünü adayan
Alexandros, sonsuzluktan önceki hesaplaşma gününde
rastlaştığı Arnavut çocuktan bu oyunda üç kelime
alır.
Getirdiği kelimeler hayatın yansısıdır. Kelimelerin
ilki ‘korfulamu’dur. ‘Korfulamu’nun sözlük anlamı,
‘çiçek göbeği’dir. ‘Korfulamu’ kelimesinin Yunanca’da
ifade ettiği duyguysa, annesinin kucağında uyuyan
çocuğun huzurudur; kelime şefkat, sevgi, huzuru
anlatır. İkinci kelime ‘xenitis’tir. Angelopoulos’un bir
korsandan öğrendiği,10 Yunanca’nın unutulmuş bir
kelimesidir ‘xenitis’. Yunanca’da ‘yaban’ anlamına
gelen ‘xenos’dan türetilmiş bir kelime olan ‘xenitis’,
sürgün olma halini, ama daha çok da daimi sürgünde
olma duygusunu anlatır. Her yerin yabancısı ve her
yerde sürgünde olanlar için kullanılır.
Oyunun son kelimesi ‘argathini’dir. Gecenin en
geç saati anlamına gelir ‘argathini’. ‘Argathini’,
en karanlık derinliğidir gecenin. Her şey için çok
geç kalınmış olmasını anlatmak için kullanılan bir
sözcüktür. Heraklitos’un, “Zaman, sahilde çakıl
taşlarıyla oynayan bir çocuktur”, sözleriyle başlayan
filmin son sahnesinden geriye, zamana dair ‘argathini’
sözü kalır. Bir çocuğun sorusuyla başlayan film,
başka bir çocuğun o sorunun sahibine sunduğu
kelimeyle cevaplanır. Sorunun sahibi kıyıda kalırken,
cevabın sahibi olduğunun farkında olmayan çocuk
kendi sürgününde yeni bir adım atar, kaçak olarak
Amerika’ya giden gemiye biner.
buluşturan da sürgünlüktür. Zamanın ötesine kalan
kelimelerle ve sürgünlüğünün bittiği yerde ölüm
meleğiyle buluşan büyük bir yazarla buluşanlar da
başka bir zamanın ve farklı, yeniden kurulmakta olan
bir dilin sürgünleridir aslında.
Benim Haziranımı gerçek kılan buluşmalar bunlardı
bu yıl. Korfulamu derken ütopyanın anadilini,
anadilinin şefkatinde ülkesini yaratanları; xenitis’te
sürgünde olanları, argathini’de “yarın nedir?”
sorularımızla başlayan zamana şimdilerde verilen
cevapları buluşturdum bu yıl.
Siverek’te ilkokulun birinci günü okul bahçesinde
sıraya girmeye çalışırken, aralarında Kürtçe konuşan
çocuklardan birine “Türkçe konuş,” diye bir tokat
atmıştı yıllar önce İstanbullu yedek subay öğretmen.
Tokadı yiyen çocuk Türkçe bilmiyordu oysa. Yediği
o tokat, ölene dek aklından çıkmamıştı Mehmed
Uzun’un. Sürgünde yaşarken, ana dilini sürgünden
dünyaya geri getiren o tokadı yiyen çocuk oldu.
“Kürtçe roman yazmaya başladığım zaman elimde
Musa Anter’in 1960’larda hapiste hazırladığı incecik
bir sözlük vardı. Bir de Mehmet Emin Bozarslan’ın
sözlüğü, 19. yüzyıldan kalma bir sözlüğün çevirisi...
Türkiye’ye gelemiyordum. Daha çok Suriye’ye
gidip Kürtlerle, halktan insanlarla, amatör şair,
şarkıcılarla, Deng Bejlerle birlikte oluyor, Kürt dilini
keşfediyordum. Çiçeklerin, ağaçların, kuşların Kürtçe
isimlerini öğrenip kaydediyordum. Diaspora’da
benden önce yapılmış Kürtçe edebi çalışmaları,
dergileri, kitapları tarıyordum.”11
Hakan’la toprakları karışan Mehmed Uzun’un bu
söyleşisini okuyana kadar, özgürlük şairi Solomos’un
bilmediği dilde yazacağı şiiri için kelime topladığı
günlerden bu yana çok zaman geçmiş gibi geliyordu
bana. Solomos’un yarını denebilecek bir zamanda,
Mehmed Uzun anadilinin kelimelerini unutulmaktan
kurtarmak için aynı Solomos gibi dolaşmışsa
yurdunda… Zaman nedir peki?
Sonsuzluktan önceki hesaplaşma günüdür herhalde.
Alexandros’un Yunanistan’daki 1967 darbesinden
Hayatına
anlam katan tek eylemi, yarım kalmış bir
kaçtığında tamamlamaya ömrünü adadığı Yunan
dilinin büyük şairi Solomos’un şiirine üç kelime şiiri tamamlamak için olabildiğince çok kelime bulup
almaya çalışan bir şairin, anadilinden aldığı unutulmuş
kelimelerle kendini kurtarmaya çalıştığı prangadır
zaman. Zamanın, yarında sonlanmayacak olduğunu
anladığı andır insanın zaman.
Zaman, yurduna ölmeye dönen sürgündeki bir
yazarın son günüdür. Zaman, uzun yıllar önce
öldürülmüş bir arkadaşa mektup yazmaktır gecenin en
karanlık saatinde. Gecenin yarına doğru aydınlanmaya
başladığı andır. Bugüne dair düşünebilmeye
bizlerin, bu seçime bir şeyler ekleyerek ‘HİÇ’ olmayacağımızı
göstermemiz gerekiyor.”
6) Birgün gazetesindeki söyleşiden alıntı. “Meltem Ahıska’yla
Söyleşi: Entelektüel, Ezilenin Deneyimine Yer Açmalı”, Osman
Akınhay, Bekir Tarık, Mesele Kitap Dergisi, Nisan 2008, Sayı 16,
s. 12-21.
7) A.g.y., s. 21.
8) Mehmed Uzun, Şeyhmus Diken’in Amidalılar kitabına dair,
“Türkiyeli Kürtlerin sürgün tarihi uzun, sürgün hafızaları kısadır.
Yüzyıllar boyu süren bu sürgün tarihinden ne kaldı? Diken’in son
çalışması Amidalılar, sözünü ettiğim hafızanın oluşmasına çok
yardımcı olacaktır,” demiştir (Birgün, 1 Haziran 2007).
9) Mehmed Uzun’un Ocak 2007’de, rahatsızlığı nedeniyle
katılamadığı “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”na gönderdiği
konuşma metninden.
10) Amerikalı film eleştirmeni Gideon Bachmann’ın Theo
Angelopoulos’la yaptığı söyleşi için bkz.
http://www.miscellanea.de/film/Theo_Angelopoulos/
Interview1.htm. Theo Angelopoulos’un filmleri ve sinema
anlayışıyla ilgili görüşlerini içeren söyleşilerinin toplandığı bir
kaynak için bkz. der. Dan Fainaru, Theo Angelopoulos, çev.
Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006.
11) Hasan Cemal, “Modern Kürt Edebiyatının En Büyük İsmi
Mehmed Uzun ile Sohbet”, Milliyet.
başladığımız andır ya da zaman.
Zaman, gelecek Haziran’da Hakan’ın mezarından
sürgün vermeye başlayacak olan bir nar ağacıdır belki
de.
1) Yazının başlığında atıfta bulunulan, “To a Dead Friend”
parçası çalarken kaçak Arnavut göçmeni çocukların ölen
arkadaşları için yaktıkları ağıt. (“To a Dead Friend”, Eleni
Karaindrou’nun bestesi, Eternity and a Day (Sonsuzluk ve Bir
Gün) filminden (Theo Angelopoulos, 1998)
Aşkla sana
alnını
dağ ateşiyle ısıtan
2) Mehmed Uzun, Ölüm Meleğiyle Randevu, Ithaki Yayınları,
2008, s.24.
yüzünü kanla yıkayan dostum
senin
3) “Hatırlama, bir yeniden tanımlama sürecidir, geçmiş
yeniden yapılır, bellek geçmişi icat etmenin bir yoludur.” Adam
Philips’den aktaran: Münir Göle, “Doğru Olmadığını Biliyorum
Ama Öyle Hatırlıyorum”, Bellek, Öncesiz Sonrasız, Cogito, YKY,
Sayı 50, Bahar 2007, s. 27. Anma töreni sonrasında aramızda
konuşurken, herkesin kendi yarattığı bir geçmiş olduğunu ve
geçmişe dair kayıt ortak hale getirildiğinde anlamlı bir hikaye
çıkarılabileceğini bir kez daha fark etmek anımsama süreçlerine
dair daha derin düşünmenin gereğini gösterdi.
uyurken dudağında gülümseyen bordo gül
benim kalbimi harmanlayan isyan olsun
şimdi dingin gövdende
uğultuyla büyüyen sessizlik
birgün benim elimde
4) Hikâyeye internet üzerindeki erişim adresi: http://evansexperientialism.freewebspace.com/borges.htm
patlamaya sabırsız mavzer olsun
başını omzuma yasla
5) http://www.sbfder.com. “Anılarımıza sahip çıkarak belleksiz
topluma bir cevap verebilmeliyiz. Bir dönemi yaşayan bizlerin
anılarının yaşaması, belleklerden silinmesinin engellenmesi
çocuklarımıza bırakabileceğimiz tek miras olmalıdır. Zamana
rehin bırakılmış anıları toparlamak için bir araya gelmekle
yükümlü olduğumuzun bilincinde olmamak mümkün mü?
Kendimize olan saygımız, fotoğraflarda birlikte olup da şimdi
birlikte olamayacağımız, kaybettiğimiz arkadaşlarımızın anısı bizi
bir arada kalmaya zorluyor. Şairin dediği gibi belki ağaçların ve
çimenlerin yeşil olduğu günleri geride bıraktık, ama yas tutmak
yok anılarımızla güçlüyüz biz artık. Seçimini yapıp yola çıkan
göğsümde taşıyayım seni
gövdem gövdene can olsun
Z. Arkadaş ÖZGER
10
albümlerden
Sami Urfalı’nın Albümünden
1964 YILINDA FAKÜLTE DE BİR KONFERANSTA
sağdan sola arka sıra: Koray Düzgören-Hüseyin Cevahir-Asuman Erdost ön sıra: Sami Urfalı-Macit ...- Hayri Muşlu
sağdan sola: Koray Düzgören-Hüseyin Cevahir-Kaya Ersoy-Asuman Erdost
11
Necdet Bilgin’in Albümünden
Necdet BİLGİN 1968-1970
12
Gülden Öğütveren’in Albümünden
İktisat Maliye
13
mülkiyeli şairler
Cahit Sıtkı TARANCI
korkusuna neredeyse her şiirinde yer veren ve ölümü
kabullenemeyen Tarancı’nın, şiirlerinde sürekli bir
hoşnutsuzluk göze çarpar.
“Sanat için sanat” ilkesine bağlı kalarak yazdığı
şiirlerin konuları arasında, sevdalar, yalnızlık, kaçış,
yaşadığı hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de
olan temalar belirgin biçimde öne çıkar.
Şiir hakkındaki düşüncelerini, çeşitli makale ve
denemelerle gazetelerde belirten ve Ömrümde Sükût
(1933), Otuz Beş Yaş (1946), Düşten Güzel (1952),
Sonrası (1957), Ziya’ya Mektuplar (1957) ve Bütün
Şiirleri (1983) adlı kitaplarda eserleri birleştirilen
şairin, arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplar
da yazarı tanıma açısından önemlidir.
Aralık 1954’te ağır bir akciğer hastalığına yakalanan
ve tedavisi Türkiye’de yapılamayacağı için Viyana’ya
giden Cahit Sıtkı Tarancı, 13 Ekim 1956’da, burada
vefatının ardından, Ankara’ya getirilerek, toprağa
verildi.
BEN ÖLECEK ADAM DEĞİLİM
Asıl adı Hüseyin Cahit olan Tarancı, 4 Ekim
1910’da, Diyarbakır da doğdu.
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
İlkokulu Diyarbakır’da bitirip, ortaokulu İstanbul’da
Saint Joseph’te okumasının ardından, liseyi okumak
için Galatasaray’a geçen Tarancı, sonradan yakın
dost olacağı Ziya Osman Saba ile bu okulda tanıştı.
Mülkiye Mektebi’nde başladığı öğrenimini, o sırada
Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmaya başlayan
hikayelerinden kazandığı parayla Paris’te, Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nde tamamlamak istemesine
rağmen, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine,
Türkiye’ye dönmek zorunda kaldı.
Ben ölecek adam değilim.
Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların,
Yağmur mu yağıyor,
Cumhuriyet döneminin önemli şairlerinden olan
Tarancı, şiir yazmaya, lise yıllarında başladı. Batı’nın
etkisinde kalan şairlerimizden olan Tarancı’nın,
şiirinde divan edebiyatının etkisine rastlanmaz. Daha
çok halk şiirine yakın gösterilebilecek bir tarzı olan
şairin, Fransız okullarında okumuş olması nedeniyle
ilk şiirlerinde Fransız şairlerin etkisini görmek
mümkündür. Tarancı’nın, şiirlerinin en önemli
özelliklerinden biri de, açık ve sade bir üsluba sahip
olmasıdır. Hececi şiir geleneğini sürdürenlerden biri
olan ve şiirin, sözcüklerle güzel biçimler kurma sanatı
olduğunu savunan Tarancı, şiirde ses güzelliğine
değer verdi. Şiirlerinde, yaşama sevincini ve aşkın
güzelliğini vurgulayan, ölümün üstünlüğünü irdeleyen
Cahit Sıtkı Tarancı anlatım gücüyle dikkat çekti. Ölüm
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan geçemem,
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
14
Otuz Beş Yaş
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Hareketsiz,
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Sükûta râmolmuş;
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Sanki devrilmiş bir heykel?
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Ellerim ne der sonra bana?
Şakaklarıma kar mı yağdı ne?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
Kalkmalıyım,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
Zamanla nasıl değişiyor insan!
El sallamalıyım
Hangi resmime baksam ben değilim:
Giden trenlere,
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Kalkan vapurlara.
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Bilmeliyim,
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu...
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Islık çalmalıyım.
Hatırası bile yabancı gelir.
Türkü söylemeliyim
Hayata beraber başladığımız
Yol boyunca,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Dalıp dalıp akarsuya,
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Hayaller kurmalıyım,
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Güzel geleceğe dair.
Her doğan günün bir dert olduğunu,
Yanımdan geçenler olmalı,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Selâm almalıyım;
Robenson’u düşünmeliyim,
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Garipliğini:
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Şükretmeliyim
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
İnsanlar arasında olduğuma.
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?
N’eylesin ölüm herkesin başında.
Kapımı çalıp durma ölüm,
Uyudun uyanamadın olacak
Açmam;
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Ben ölecek adam değilim.
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.
Cahit Sıtkı TARANCI
15
Cahit Sıtkı TARANCI
röportaj
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Arş. Gör. Dr. N. Emrah Aydın Onat’ın değerli hocamız Korkut Boratav’la kriz
üzerine yapmış olduğu söyleşiyi yayınlıyoruz
Emrah - Şu anda küresel ölçekteki durumu sizden
Amerika’daki finansal krizle başlayan bu
bir öğrenelim. Ama belki ABD’deki emlak krizinden konjonktürün arka planını tartışmaya başlarken, IMF
başlamakta fayda var, onun etkisi nasıl oldu, neden gibi uluslar arası düzeni temsil eden bir kuruluşun bile
bu kadar çok oldu, bunu bize anlatırsanız…
vurgulamış olduğu küresel dengesizlikler olgusuna
Boratav - Şu anda dünya ekonomik sisteminin biraz değinmek lazım. Aslında dengesizlikler değil,
metropolünü oluşturan Amerika, Avrupa ve Japonya denge bozuklukları demek daha doğru. İngilizce
odağı, finansal sistemden başlayan ama yavaşça reel iktisat terminolojisi olguyu “disequilibrium” ile değil,
ekonomiye de sirayet eden bir kriz ve dalgalanmadan “imbalances” ile ifade ediyorlar. Ancak, Türkçenin
geçiyor. Bu dalgalanma iniş doğrultusundadır. kısıtları içinde dengesizlikler diyerek geçiştirelim.
Şimdilik büyüme hızlarında azalma biçiminde; ancak, Küresel dengesizliklerin önemli özelliği şudur:
giderek negatif büyümenin gündeme geleceği kesin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra dünya
görünüyor. Dünya ekonomisi neo liberal dönemeçten ekonomisinin ana blokları arasındaki ticaret ve
sonra, 1970’li yılların ikinci yarısından başlayıp onar sermaye hareketleri biçiminde tanımlayabileceğimiz
yıllık üç çevrim içinden geçti. Her çevrimin sonunu ilişkiler kümesinde ciddi bir bozulma meydana geldi.
zirve noktasıyla tanımlarsak 2007’nin böyle bir nokta Bozulma öncesinin ana görüntüsü şöyleydi: Bretton
olduğu anlaşılıyor. Şimdi bu şu anlama geliyor: 2007- Woods sistemi içinde Amerika’ya imtiyazlı bir konum
2008’den başlayarak dünya ekonomisinin aşağı yukarı verilmişti. Dolar, dünya parası olacaktı. Sistemin
her coğrafyasında büyümede yavaşlama veyahut bazı parasal düzenlemesinin son bulmasından sonra
noktalarda negatif büyüme olacak. Kısacası, bu yıl bir dahi Amerika’nın dünya ekonomisi içindeki büyük
önemi sayesinde doların ayrıcalıklı durumu devam
durgunlaşma veya gerileme dönemecidir.
etti. Büyük ticaret hacmi oluşturan hammaddeler,
16
başta petrol, dolarla belirleniyor. Merkez bankaları
rezervlerini dolarla yapıyorlar. Dolar böylece bir
ölçü birimi, bir tasarruf ve yatırım aracı oluyor.
Bol bulunduğu için de başka paralar onun yerine
geçemiyor. Bu durum Amerikan ekonomisine ta
De Gaulle döneminden itibaren Fransa tarafından
eleştirilen, para basarak dünyayı satın almak veya
dünyayı fethetme imtiyazı getirmiş oluyor. Başka
hiçbir ülkenin yararlanamadığı bir imtiyaz olduğu için
De Gaulle ve Fransız iktisatçılarından bazıları dünya
parası olarak doların yerine altına geçişi savundular.
Amerika’nın bu imtiyazından kaynaklanan özel
durumu, bu ülkenin cari işlem açıkları vermesini
kolaylaştırıyor. Fakat metropolde yer alan diğer ülke
gruplarının, yani Avrupa’nın, Japonya’nın yahut
Kanada’nın tümünü dikkate alırsak bunlar dünya
cari işlem dengelerine fazla vererek katkı yapıyorlar.
Amerika Bretton Woods sisteminin ilk yıllarında dış
fazla verdi. Sonraları bazen açık, bazen fazla veriyor;
fakat 1981 den sonra sürekli olarak cari işlem açıkları
veriyor. Fakat Amerikan açıkları metropolün diğer
ülkelerinin cari fazlalarıyla telafi ediliyor; üstelik
fazlasıyla telafi ediliyor. Üçüncü dünya ülkeleri ise
petrol ihracatçılarını bir kenara koyarsak sistematik
olarak cari açık veriyorlar. Örneğini 1980 ile 1997
arasında çevre ekonomilerinin önde gelen on beş petrol
ihracatçısı olmayan ülkesi için, 17 yılı kapsayan 270
gözlem yaptım. Bu 270 yıllık gözlemin sadece 37’sinde
cari işlem fazlaları tespit ediliyor. Ve ülkelerin her
birinin 18 yılını birikimli olarak toplarsak 1980-1997
arasında hepsi cari açık veriyorlar. Dolayısıyla dünya
ekonomisinin tümünü dikkate alırsak, 1980’i izleyen
dönemde, Amerika’nın cari açıkları doların imtiyazlı
konumundan kaynaklanıyor; ama bu durum, bloklararası dengeleri bozacak boyutlarda değil. Bu imtiyaz
henüz aşırı boyutta kötüye kullanılmış değil. Bir
bütün olarak metropol fazla veriyor bir bütün olarak
gelişmekte olan ülkeler açık veriyor. Bu, üçüncü
dünyaya bir yandan bağımlılık sorunları, bir yandan
da tasarruf açıklarını telâfi edecek imkanlar getiren
bir düzenlemedir. Kabaca 1997’ye kadar uluslararası
sistem böyle işlemiştir.
Emrah – Şimdi Amerika’nın imtiyazının
küreselleşmeyle birlikte azaldığını söylemek
mümkün mü?
Boratav – Tam tersine, Amerika imtiyazını kötüye
kullanmaya başladı; ölçüyü kaçı. Dönüm noktasını
1997 olarak belirleyebiliriz. İşte 1980’li yılların
sonlarında başlayan sermaye hareketlerindeki
serbestleşme üçüncü dünya ülkelerinde de yaygınlaştı;
yaygınlaşınca da ülkeler büyüme hızlarını desteklemek
için dış kaynak kullanımını artırdılar. Dünya
ekonomisinin hızla büyüyen bir alt bölgesi olan Dopu
Asya 1997’de finansal krize sürüklendi. Bu kriz,
dünya ekonomisinde 1998-2007 yıllarını kapsayan
son çevrimin 1998-2001/2002 yılları için geçerli
olacak iniş aşamasını başlatır. Doğu Asya krizi, dalga
dalga irili ufaklı pek çok çevre ülkesine de bulaştı.
Rusya, Brezilya, Arjantin, Türkiye’de bir dizi finansal
kriz patlak verdi. En açık belirtisi Doğu Asya’da olan
bir uyarlama meydana geldi. Kriz öncesinde birikmiş
olan ve krizden ötürü finansmanı çok güçlenmiş
olan dış borçlarının finansmanı için gelişmekte olan
ekonomiler cari işlem fazlaları vermeye zorlandı. Bu,
sermaye birikim oranlarını ve büyüme hızlarını aşağı
çekerek gerçekleşti. Kriz öncesinde Doğu Asya yüksek
yatırım, yüksek tasarruf yapan bir coğrafya idi fakat
yatırımları tasarruflarını aşıyordu. 1997’yi izleyen
dönemde ise tasarrufları bir miktar aşağı çekildi;
yatırım oranları ise çok daha fazla, dramatik boyutlarda
aşağı çekilerek ekonomiler cari işlem fazlaları
vermeye başladılar. Krizin yarattığı dış dünyaya
kaynak aktarımı gereksinimi cari işlem fazlalarına
yol açtı. Finansal krizler zincirlerine sürüklenmemiş
çevre ülkelerinde dahi, olası tedirginlikleri gidermenin
ana mekanizmalarından biri rezerv biriktirmek olarak
görüldüğü için cari açıkların aşağı çekilmesi, cari
işlem fazlaları gerçekleştirilmesi için çabalar harcandı.
Mesela geleneksel olarak açık veren bir coğrafya olan
Latin Amerika da büyüme oranlarını aşağı çekerek
cari işlem fazlaları gerçekleştirdi. 2003’e gelindiğinde
petrolcüler dışında çevre ekonomileri bir bütün olarak
cari fazla vermektedir. Aynen bir ulusal ekonomi
gibi dünya ekonomisinin de cari açıkları ile cari
fazlaları birbirini giderir ve bilanço sıfırla bağlanır.
Dolayısıyla petrolcüler, petrolcü olmayan gelişmekte
olan ekonomiler ve çok özel bir konuma gelen Çin
topluca cari faza vermeye başladıkları zaman, artı
metropolün Amerika dışındaki ülkeleri de cari fazla
vermeyi sürdürdükleri için, ABD cari işlem açıklarını
astronomik boyutlara çıkarabildi. Ortaya çıkan sorun
da, sürdürülemeyecek küresel dengesizlikler olarak
tanımlandı.
Burada “küresel dengesizliklerin sorumlusu
kimdir?” sorusu üzerinde bir tartışma çıktı.
Bozukluk ABD’den mi kaynaklanıyor? Yani,
Amerikan hanehalklarının aşırı tüketimi, emperyalist
yayılmacılık nedeniyle artan kamu açıkları nedeniyle
cari işlem açıklıklarını tırmanması mı dünyanın diğer
bloklarını cari fazla vermeye zorladı? Yoksa çevre
coğrafyası finansal krizlerin şoklarıyla büyüme ve
sermaye birikim hızlarını aşağıya çekip dış denge veya
cari fazla vermeye başlayınca Amerika bu durumu
kendi lehine mi çevirdi? Bu soru bana göre biraz
anlamsızdır; çünkü iki süreç birbirini tamamlıyor. Artan
dengesizliğin nereden başladığı o kadar önemli değil.
17
Şimdi örnek vereyim. Asya krizinden bir yıl önce,
yani 1996’da, Amerika’nın dış cari açığı 125 milyar,
petrolcüler dışındaki çevre ekonomilerinin cari açığı
da aşağı yukarı aynı miktardadır. 250 milyar dolarlık
bu toplam cari açığın yaklaşık 50 milyarını petrolcüler;
geri kalanını da diğer metropol ülkeler kapatıyor.
Bu sürdürülebilir durum. Dünya ekonomisinin ana
blokları geleneksel rollerini sürdürüyorlar. Amerikan
imtiyazı var ama bu, dünya dengelerini alt üst etmiyor.
Sonrasına bakalım. Finansal kriz dalgaları sonrasında,
çevrimin dibini geçtiğimiz bir noktayı mesela 2003’ü
alalım. Amerika’nın cari
açığı 522 milyar dolara
çıkmış, diğer bütün
bloklar fazla veriyor.
Japonya 136 milyar
fazla diğer metropol 100
milyar fazla, Artık büyük
boyutlu ticaret fazlası
vermeye başlayan Çin 46
milyar fazla, petrolcüler
dışındaki çevre ülkeleri
de, yani bizim de dahil
olduğumuz Asya’nın
Latin
Amerika’nın,
Avrupa’nın, Afrika’nın
tüm ülkeleri de 69 milyar
dolar fazla veriyor. İşte
küresel dengesizliğin
tipik konumu budur.
Bu durum giderek 2006
yılına kadar ölçüyü daha
da bozuyor, bakınız
2003’de 522 milyar dolar
olan Amerika’nın cari
açığı 2006 yılında 811
milyar dolara çıkıyor.
Bunun anlamı
nedir?
Amerika’nın
yüksek tüketim yani düşük tasarruf yapan ekonomik
konumuna daha da abartılı hale geliyor. Clinton
döneminin sonunda denk bütçe sağlayan devleti dört
nala açık vermeye başlıyor. Hanehalklarının tasarrufu
çok düşük, hatta negatif. Şirketlerinin tasarrufu ise
yatırımlarının çok altında. Mesela 2007 ABD oranını
vereyim: Milli gelir içinde tasarrufları yüzde 13.6
yatırımları yüzde 19 oranında. Bu, yatırımları düşük,
tasarrufları daha da düşük; aslında azgelişmiş ülkelere
özgü makro-ekonomik oranlardır. Tasarrufları gelir
düzeyine bağlayan geleneksel yaklaşımı izlersek,
adeta yoksul bir ekonomi gibi çok düşük tasarruf
yapan bir ekonomi karşımızda. Bu da, dünyanın
kaynaklarını kendisine pompalayarak yani hane
halkları ve bireyler için yüksek tüketim; devleti
açısından emperyalist yayılmacılığın ürünü olan
açıklar; şirketleri açısından da tasarruflarını aşan
ama çok yüksek olmayan yatırımlar ve dünyanın
kaynaklarını bir anlamda karşılıksız olarak kendisine
pompalamayı başaran olan bir yapı anlamına geliyor.
2007’de de durum ufak değişikliklerle devam ediyor.
ABD’nin dış dünyadan pompaladığı kaynakların milli
gelire oranını da hesapladım. 2006-2007 yılında
milli gelirin % 6-6,5 oranında dış dünyadan ABD’ye
net kaynak aktarımı gerçekleşmiştir. Cari işlem
dengesinin “gelirler hesabı”
dışında oluşan açık öğesi,
net kaynak transferinin
bir kalemidir. Faiz-kâr
hesabının net bilançosu artı
ise, net kaynak transferinin
ikinci kalemi budur. Hesabı
böyle yapıyoruz. Amerika
çok büyük miktarda sermaye
ithal ettiği halde, dış dünyada
çok büyük yatırımları olan bir
ekonomidir ve Amerika’nın
dış dünyada ki getirileri
kendisinin yabancılara
ödediği
getirilerin
üstündedir. Bu yüzden faiz
kar transferi pozitiftir; yani,
Amerika’ya bu öğeden de
net kaynak girişi vardır. İşte
bu iki öğe ile dış dünyadan
milli gelirinin yüzde 6’sına
ulaşmış kaynak aktarımı
sağlıyor ve bu oran 1997
Asya krizinden sonra hep
artıyor.
İşte bu saptamalardan
sonra şu sorular gündeme
geliyor: Dünya ekonomisinin
ana blokları arasında oluşmuş bulunan ve giderek
büyüyen bu çarpıklık, dengesizlik sürdürülebilir
mi? Sürdürülmesi mümkün değilse, bir uyarlama
gerçekleşecektir; ama nasıl? Hangi mekanizmayla?
En dramatik uyarlama şudur: Cari işlem fazlası
veren ülkeler doları kabul etmemeye başlayacaklar;
mesela petrolcüler fiyatlarını EURO’ya çevirecekler.
En büyük rezerve sahip ülkeler, Çin, Japonya,
petrolcüler rezervlerini dolarla değil başka bir sepetle
oluşturmaya başlayacaklar. Başlangıçta da ellerindeki
ABD hazine bonolarını satacaklar. En olumsuz uyum
bu olur. Çünkü iki şok öğesi üst üste biner; doların
değeri düşerken, ABD faizleri yükselir. Bu iki öğeden
sadece birisi olursa problem değildir. Mesela finansal
18
çalkantının başlangıcında doların değeri düşerken
faizler de aşağı çekilmiştir. Ama doların değeri
düşerken faizler de yükselirse Amerikan ekonomisi
bunu telafi edecek mekanizmaları ancak çok derin
bir bunalım veya gerileme ile çözebilir. Bu uyarlama
biçimi, adeta bu bir ekonomik savaş senaryosudur.
Garip bir şekilde Çin, kullanmaktan çekindiği bir
şantaj, hatta ekonomik savaş aracını Amerika’ya karşı
elinde tutmaktadır. Denebilir ki dolardan kaçarak,
kendini de ayağından vuracaktır; ama Çin’in rezervleri
ölü fonlardır; akım değil bir stok söz konusudur.
Stokun değerinin düşmesinin Çin toplumunun refahı
üzerinde dramatik sonuçları yoktur. Ne var ki, Çin’in
bu tür bir ekonomik savaş silahının sonuçlarını göze
alması için bir neden yok. Bu, olsa olsa, ağır bir soğuk
harp gerilimi halinde gündeme gelebilir.
En yumuşak uyarlama ise, “ayrışma
senaryosu”dur. Buna göre, Amerika’nın finans
sistemindeki, örneğin ipotekli alacaklara bağlı bir
balon patlaması ile başlayan bir finansal çalkantı
veya kriz nedeniyle ABD ekonomisi durgunlaşmaya
başlar. Ancak, bu durgunlaşma dünya ekonomisinin
diğer coğrafyalarına yansımaz, hatta telafi edilir.
Yani Amerika durgunlaşırken mesela Çin dış talepteki
düşmeyi iç talebe dayalı bir genişleme temposuna
yönelerek durgunluğun dünya ekonomisine yayılması
önlenebilir; veya Avrupa canlanabilir; yahut da Batı
borsalarındaki düşmeler, finansal yatırımcıları Türkiye
gibi üçüncü dünya piyasalarının yüksek getiri sağlayan
finansal araçlarına yöneltir; var olan yatırımların
süregelmesini, artmasını sağlar. Bunun sonunda
ABD’nin cari işlem açıkları düşer; Çin’in ve pozitif
büyümeyle uyum sürecine katkı yapan ülkelerin cari
fazlaları aşınır; küresel dengesizlikler yok olmaz; ama
bir miktar hafifleyerek on yıl öncesinin sürdürülebilir
boyutlarına dönüşmesi mümkün olabilir. Dünya
ekonomisinin büyüme hızı da fazla değişmeyebilir.
Emrah – Ama hocam karşılıklı bağımlılıklar
o kadar fazla ki böyle bir şey olsa bile ne tarafa
gideceğimizi kestirmek çok kolay değil herhalde
Boratav – Evet, nitekim şu anda biraz önce
değindiğim iki uç senaryodan ziyade, “sürüklenme”
senaryosunun gündeme gelmesi daha olası görünüyor.
En azından metropol ekonomileri, ABD’den başlayan
etkilerin yayılması sonucunda topluca bir yavaşlama /
gerileme sürecine girmişlerdir. Krizin çevre üzerindeki
etkileri ise henüz çok belirgin değil. Ancak, ekonomiye
müdahale araçlarının büyük buhranın tekrarına imkân
vermeyecek kadar geliştiğini unutmayalım. Neoliberal modeli en katı monetarist formülleriyle üçüncü
dünyaya taşıyan Washington oydaşması, iş Amerika’ya
gelince kullanılmıyor. Amerika, biliyorsunuz, finansal
kriz koşullarında negatif faiz oranlarına geçti ve
hazine vergi mükelleflerine kaynak aktardı. Kısacası,
geleneksel Keynes’gil araçlar hızla devreye sokuldu.
2001 krizinde IMF ile Türkiye’nin pazarlıkları
sırasında bize, kamu sektöründe faiz dışı fazlayı
yükseltin; faizleri de yukarı çekin dendi. Kendileri söz
konusu olunca, gereken makro-ekonomik politikaları
uyguluyorlar ve krizin derinleşmesini, uzun, kalıcı
bir bunalıma dönüşmesini önlüyorlar. Ama çevrimi
önleyemiyorlar; zira çevrim bir kapitalist ekonominin
niteliğinden gelen içsel bir süreçtir.
Emrah- Bir önceki döneme göre Avrupa negatif
büyümüş ama, geçen seneye göre çok az da olsa
büyüme var…
Boratav – Evet, ama negatif eşiğe girdi. Dolayısıyla
ayrışma modeli en azından metropol ekonomisinin
içinde işlemedi. Çevreye yansıdı mı? Türkiye’yi
örnek alırsak sermaye hareketleri bakımından henüz
yansımadı . Borsada büyük boyutlu aşağı inmeler
oldu fakat döviz fiyatları aynı oranda artmadı. Demek
ki Türkiye’den net sermaye çıkışı yok. Plasman
alanlarını değiştirerek kalmaya devam ediyor. Yani
2001 yılında Türkiye’de 97-98 de Asya ‘da, daha sonra
Rusya’da, Arjantin’deki gibi finans piyasalarından
büyük boyutlu sıcak para çıkışı yok. Ancak, dış
borçların döndürülmesinin güçleşip güçleşmeyeceği
şu anda belli değil. Son iki yılda Türkiye’ye giren
yabancı sermayenin en önemli bölümü özel sektörün
orta-uzun vadeli borçlanmasıdır. Borçlanma maliyeti
artacak; yeni borçlanma güçleşecek; vadesi gelen
anapara ödemelerinin yeni kredilere dönüşüp
dönüşmeyeceği ise belli değil. Ne var ki, bu öğelerin
etkisinin gözlenmesi biraz zaman alacak. Bütün bu
olasılıklara, bir de 120 milyar dolara ulaştığı tahmin
edilen sıcak para stokundan ani çıkış ihtimali de
eklenebilir. En hayırhah yorumlarla dahi, bizim gibi
çevre ekonomilerinin büyüme hızını Amerika ve
Avrupa’daki durgunlaşmayı telafi edecek boyutta
yükseltesi mümkün değil. Bizim için en olumlu
beklenti büyüme hızının aşağı çekilişini frenlemektir.
Bunun da mümkün olmayacağı ortadadır.
Bazı meslektaşlarımızın Türkiye için 2001’i
andıran bir finansal kriz kaçınılmazdır öngörüsünü
reddediyor değilim; ama bunun gerçekleşmesine
yol açacak bilgi yok elimizde. Finans kapitalin, yani
rantiyelerin çıkarlarını izleyen fon yöneticilerinin,
yatırım ve tasarruf bankalarının uğradıkları zarara
karşı iki tepki biçimi geliştirmeleri mümkündür:
1- Buradaki zararı çevre ekonomilerindeki yüksek
getirilerle mümkün mertebe telafi etmeye çalışmak.
Biliyorsunuz çevre ekonomilerinin en yüksek faizi
de Türkiye’de. Döviz fiyatlarında ani sıçramalar
19
gerçekleşmezse, buradaki yüksek getiri sıcak paranın
kalmasını teşvik eder. Dışarıdaki zararların bir bölümü
buradaki kazançlarla kısmen telâfi edilir. 2- Zararlar
öyle boyutlara ulaşır ki, bilançolarını düzeltmek için
dışarıdaki bütün kazançlarını toparlayıp olduğu gibi
giderler. Türkiye’ye mesela 2008‘in ilk altı ayında
8-10 milyar dolar kadar yabancı kökenli sıcak para
girişi var; ama yerli aktörler daha fazla sıcak para
çıkarmışlar; dolayısıyla sıcak para bilançosu akım
olarak pozitif değil. Ama 120 milyar dolar civarında
bir sıcak para stoku var Türkiye’de. Yani Türk liralı
borç ve hisse senetlerine, mevduata bağlanmış; bazen
durduğu yerde değerlenen bir stok var. Yüksek faiz,
ucuzlayan döviz ikilisi, net sıcak para girişi sağlamıyor
artık; ama özellikle dalgalı kur uygulaması mevcut
stoktan çıkışları frenliyor. Eğer dışarıdaki kriz daha
derinleşirse o 120 milyar doları çıkarma motivasyonu
doğar. 100 milyar doların çıkması dövizi yükseltir;
dolayısıyla potansiyel kârlar zarara dönüşebilir; ama
bugünkü finansal sistem içinde Türkiye’de büyük fon
yatırmış olan her yabancı aktörün kendisini vadeli
döviz piyasaları ile garantiye aldığını tahmin ederim.
Vadeli döviz piyasalarında dövizdeki yükselmeyi
öngörmemiş olan aktör zarara uğrar; ama bu zarar fon
çıkışını önlemez. Diyelim ki 2009’un ocak ayında bir
dolar 1.30 üzerinde vadeli işlem yapmıştır. 1.30’la
doları çıkarırsa Türkiye’ye girdiğinde 1.40’la dolar
bozdurmuş olsa bile hatta başa baş bozdurmuş olsa
bile, sadece faizden kazançlı olacak. Batıda hayal
edemeyeceği dolar üzerinden %20’yi alır çıkar.
Kendisine 1.30’luk işlem yapıldığı sırada döviz fiyatı
1.60’a çıkmışsa o işlemi üstlenen banka, finansal
kuruluş veya karşı taraf sarsılır. Maliyeti kim üstlenirse
üstlensin, fon çıkması engellenmez ve çıkışın ekonomi
üzerindeki reel etkisi değişmeyecektir. Şu noktada
böyle bir duruma gelmedik; bu olasılığın ne kadar
yüksek olduğu hususunda da ihtiyatlı davranmayı
tercih ediyorum. Ancak, dış dünyadaki bozulma
çok ağırlaşırsa, Türkiye en kırılgan ekonomilerden
biridir.
Boratav –Finansal piyasaların reel ekonomiye
taşıdığı sorunların, istikrarsızlığın
arkasında
yatan temel bir olgu şu: Bu piyasalara girenler reel
ekonominin sağlayacağı büyüme hızının üstünde
getiri bekliyor. Belli konjonktürlerde de bu getiriyi
topluyorlar. Ekonominin fiziki üretimle ilgili tarım,
sanayi ve onların doğrudan uzantısı ve türevi olan,
ulaştırma, haberleşme, enerji, taşıma gibi hizmet
sektörlerinden oluşan üretken alanlarının sağladığı
büyüme hızı, finansal getirilerin uzun müddet altında
kalırsa sektörler arası bir transfer olmuş demektir.
Sözünü ettiğim en geniş anlamdaki üretken sektörlerin
dışında kalan alanlar, Amerika’da finans, sigorta,
emlâk piyasalarını kapsayan FIRE kısaltmasıyla
tanımlanır. Birkaç eklentiyle bu sektörler adeta
ekonominin parazit alanlarıdır. Varlıkları kapitalizm
için zorunludur; ama benim iktisat anlayışımın içinde
insanlığın refahı bakımından zorunluluk içeren ve
devamlılığı gereken faaliyetler değildir; hatta bana
göre kapitalizmde dahi üretim güçlerinin gelişmişlik
düzeyinin gereksinimlerini aşabilir. Diğer faaliyetler
ise her sistemde zorunludur. Şimdi dolayısıyla bu
parazit sektörler daha yüksek getiri sağlayabilirler
belki; ama, bu öbür taraflardan reel transfer anlamına
gelir. Bu transfer sürecinin yarattığı gerilim belli
bir sınırın ötesinde sürdürülemez, sürdürülemezlik
krizlerle ortaya çıkar. 7-8 yıl daha yüksek getiri
sağlıyor; sonra da sadece akımlarda değil, servet
üzerinde de büyük kayıplara yol açan bir çöküşle bu
transferler dengeleniyor. Yumuşak, ılımlı tempoda
kalsa belki bu transfer problemi çok ciddi tıkanmalarla
sonuçlamayacak; ama, kupon keserek, paradan para
kazanarak yaşamayı hayat tarzı edinmiş katmanların
aç gözlülüğü ve iştahı çok fazla. Herkes biliyor ki
borsa getirileri reel sektörle daha yakından bağlantılı
olan tahvil getirilerinin üstünde seyreder genel olarak.
Yani %3’lük %4’lük tahvil getirileri vardır; bu uzun
dönem büyüme hızından çok fazla kopmaz; ama
borsanın getirileri aynı dönem içinde, konjonktür
olumluysa, bunu çok aşar.
Emrah – Hocam şimdi her şey finans piyasasında
başlayıp bitiyormuş gibi gözüküyor. Genel olarak
dünya ekonomisi ile ilgili konuşunca sanki bütün
olay finansal piyasalarda bitiyormuş gibi gözüküyor
ama aslında mesela bu emlak krizindeki meselelerde
bir tanesi de finansal piyasaların reel piyasalarla
bağını kopartmasıydı. Şimdi mesela küresel ölçekte
bir çok başka kriz daha var sadece finansal kriz değil
işte gıda fiyatlarıyla ilgili bir kriz var, enerji ile ilgili
bir kriz var, Belki toparlamak açısından reel sektörü
de düşünerek enerji kaynaklı enerji krizi, gıda krizi
bağlamında bir değerlendirme yaparsanız sonrada
Türkiye’ye …
İkinci husus şu: Amerika’nın en varlıklı bireylerinden
banker Warren Buffett, durmadan karmaşıklaşarak,
türevler doğurarak yenilenen finansal araçları
“finansal kitle imha araçları” olarak nitelendiriyor
ve şöyle bir örnek veriyor: “Nebraska’da 2020’de
doğacak ikizlerin sayısı üzerinde spekülatif tahmin
içeren bir sözleşmeyi kâğıda dökünüz. İtibarınız varsa,
uygun bir fiyatla bu kâğıtı işleme sokabilirsiniz. Türev
sözleşmelerinin kapsamı ve çeşitliliği, insanın hayal
gücünün üst sınırlarını zorlamaktadır.” Bu saptamayı
finansal piyasalardaki işlemleriyle dünyanın en
zenginleri safına geçmiş olan bir adam söylüyor. İki
taraf arasında yapılan bir kredi anlaşmasının senedi,
20
alacaklı tarafından diğer kredi sözleşmeleriyle
birleştiriyor; bir sepet oluşturularak piyasaya sürülüyor.
Yani kredi birden bire bir menkul değere dönüşüyor.
Amerika’daki ipotekli konut piyasasının çöküşünün
arkasındaki finansal araçların bir bölümü böyle
oluşuyor. Enerji, petrol, hammaddeler ve tarımsal
ürünler de maalesef spekülatif piyasaların öğeleri
haline geliyorlar. Şimdi denebilir ki, spekülatif fiyat
hareketlerini reel piyasalardaki arz-talep koşullarından
çok fazla koparamazsınız. Fakat, vadeli-spekülatif
petrol ürünleri üzerindeki işlemler fiziki ham petrol
üzerindeki işlemlerin kat be kat daha üstündeyse petrol
fiyatlarındaki yükselmenin arkasında belli ölçülerde
spekülatif etkenler rol
oynar. Arz-talep disiplini
er geç onu aşağıya çeker;
ama aşağıya çekinceye
kadar oluşan o yüksek
fiyat konjonktürünün
yarattığı maliyetler ve
sorunlar kalıcı olur. Aynı
şeyin tarımsal ürünler
için de söz konusu olduğu
söyleniyor. Mesela
dünyanın en az ticaret
konusu yapılan tahılı
pirinçtir; sanıyorum
üretiminin
sadece
%10 kadar bir öğesi
ticaret konusu oluyor.
Üretimin azalmadığı
bir yıl, pirinç fiyatları
sadece
Türkiye’de
değil, her yerde birden
bire yükseliverdi. Bu
gösteriyor ki, hisse
senetlerinde büyük
gerilemeler olduğu
konjonktürlerde
,
finansal
piyasaların
oyuncuları, ham madde piyasalarına geçebilmektedir.
elindeki makro ekonomik politika araçları daralma
doğrultusunda. Genişlemeyi sağlayan temel ivmenin,
dış dünyadan gelen kaynak olduğu aşağı yukarı nicel
olarak da üç ayrı ölçümle hesaplanabiliyor. Her yıl dış
dünyadan gelen net veya brüt kaynak yüksek tempoda
devam etmeli ve artmalı ki makro politikalardaki
daraltıcı sapma telafi edilsin. Kabaca rakam vereyim:
Aşağı yukarı hiçbir yıl azalmadan; adım adım artarak
2002 ve 2003’te 10-11 milyar, 2004’te 23 milyar,
2005’te 40 milyar, 2006-2007’de 55-57 milyar dolar
yabancı kökenli sermaye girişi var. Sadece büyük
rakamlar değil; artarak süregeliyor.
Emrah-
Türkiye’de yapılan yatırımların
finanse edilebilmesi için,
sürdürülebilmesi
için
bunlar…….
Boratav- Bu hesabı sadece
yabancı sermaye girişi ile
değil, yerlilerin çıkardıkları
sermayeyi ve kayıt dışı sermaye
hareketlerini de hesaba katıp net
sermaye tanımına geliyorsunuz.
O da her yıl artıyor aşağı yukarı.
2002’de 7.7 milyardan başlıyor
2007’de 46 milyara yükseliyor
filan. İsterseniz daha önce ABD
için değindiğim net kaynak
transferi hesabı da var. Bu da
2002-2007 arasında her yıl
artıyor. Dikkat edin; dış kaynak
girişi yatırım çoğaltanını
andıran, ama farklı kanallardan
işleyen bir etki yaratıyor. Yani,
pozitif bir değer biraz aşağıya
çekilirse, büyüme sıfıra, hatta
negatif değerlere inebilir.
Büyümenin dış kaynaklara
bağımlılığı hangi noktaya kadar
işler? Fiili üretimle potansiyel
üretim arasındaki makasın kapanacağı noktaya kadar...
Yıllık %6’lık büyüme tutturulursa, biz 2009 civarında
Nihayet adım adım Türkiye ekonomisine de o sınıra ulaşırız. O sınırdan itibaren büyüme, sermaye
geçebiliriz. Uluslararası sermaye hareketlerinin birikimine, bilgi birikimine, teknolojik ilerlemeye
Türkiye’ye girişi büyük ölçüde reel ekonomiyi de bağlı olur.
etkiliyor. Daha önce de yazdığım bu saptamalarımı
Türkiye’ye son on yıl içinde giren-çıkan dış
kısa keseceğim. Türkiye ekonomisi 1999 ve 2001
yıllarında küçüldü. Ekonomi, potansiyel hasıla kaynak, potansiyel büyüme hızını yukarı çekecek
düzeyinin bir hayli altına düştü. Dolayısıyla dip bir etki yaratmadı. Ulusal tasarrufları dışlayan; yani
noktadan başlayan bir büyüme patikası kaçınılmazdı. tüketimi kamçılayan bir işlev ifa ediyor. Bakınız
Bu durum gerçekleşti de. 2001’i baz alırsanız %7 2007’de Türkiye’nin sermaye birikim oranı yeni
civarında bir büyüme ile 2007’nin sonuna kadar seriyi kullanalım cari fiyatlarla %21.5’dır, 1998’de
geldik. Dikkat ediniz: Reel faizler çok yüksek; bütçe %22.8’dır. Tasarruflarımız daha da düşük. Yani kriz
faiz dışı fazla veriyor. Dolayısıyla siyasi iktidarın ve kriz sonrası toparlanma dönemi Türkiye’yi 2007
21
yılında halen 98’in üstünde bir sermaye birikim oranına
taşımadı. Bu gözleme pozitif bir öğe ekleyeceğim.
Cari fiyatlarla gözlenen bu aşınma, sabit fiyatlarla
hesaplanan sermaye birikim oranında biraz düzeliyor.
Eskisinden daha düşük oranda sermaye birikimine
kaynak ayırıyoruz; ama o ayırdığımız kaynak,
ucuzlayan döviz sayesinde daha fazla sermaye malı
ithal etmemize imkan veriyor ve sabit fiyatlı sermaye
birikim oranında biraz düzelme, %23’ten %25’e
çıkarak gerçekleşiyor. Ama hangi oranı alırsanız alın,
açıkçası Türkiye bu tempoda bir sermaye birikimiyle
ne köy olur, ne kasaba... Tasarruflarımız daha da düşük
kaldığı için durum daha da vahimdir. Kronik olarak
açık veren bir konuma geliyoruz
belli değil. Dünyanın en değerli konutlarından
birisinin Londra’da galiba Halis Toprak’a ait olduğu
belirlendi.
Başka alanlarda olumsuz sonuçlarını algıladığımız
ucuz döviz furyası, acaba sermaye stokunun kalitesini
sıçrattı mı? Bunu iki yıl sonra potansiyel hasılanın
eşiklerine ulaştığımız zaman göreceğiz. Türkiye neoliberal döneme girdikten sonra potansiyel büyüme hızı
% 4.5 civarındadır. Bunu “tepeden tepe” ölçümüyle
yapabiliyoruz. Milli gelir hareketlerinin yüksek
büyüme hızlarında ulaşılan zirve noktalarını belirleyip
tarımla ilgili bir ayarlama yaptıktan sonra bir potansiyel
büyüme patikası tanımlayabiliyorsunuz. Mesela 1976
ile 1997 gibi bir patika tutturun; muhtemelen %4.5
Emrah – Peki hocam sizin anlattıklarınızdan civarında çıkacaktır. Bu yöntem, sermaye stokunu
anladığım doğruysa potansiyel …. Hasılaya yaklaşan değerlendirip bir üretim fonksiyonuna dayalı ölçüme
makas daraldıkça büyümede yavaşlayacak diyoruz. göre bu daha sağlıklı. 1960’lı-1970’li yıllarda, mesela
Boratav – Büyümenin yabancı kaynak girişinden 1962 -1976 arasındaki potansiyel büyüme patikası
%6.5 çıkıyor. Neo-liberal dönemde potansiyel büyüme
sağlayan öğesi yavaşlayacak.
aşağı inmiş. Milli gelir hesaplamasında, yöntem, ölçüm
Emrah- aslında çözüm potansiyel hasılanın hataları olabilir. Uluslar arası fiyatlarla milli geliri
kendisini artırmak
hesaplasaydık, önceki dönem de aşağı çekilecektir
denebilir. Bunları bir yana bırakalım. Şimdi yılda
%4.5’lik bir büyüme potansiyeline sahibiz. Bu oran
bile AB’nin üstündedir; idare eder diyebilirsin. İdare
edebilir; ama arada bir çöküntü olunca sosyal gerilimi
karşılayamazsın. %4.5’lik büyüme ile olağanüstü
emek rezervleri olan ülkemizde nüfusun istihdama
katılma oranı hâlâ aşağı iniyor; %49’lardan %45’lere
düştü. İşsizlik oranını geniş anlamıyla tanımlarsak, o
da yükseliyor; istihdam düzeyi bile düşüyor. Tarımda
3 milyonluk bir daralma oldu 1998’dan sonra. Bu 3
milyonluk köylünün ne olduğu belli değil. Kısacası,
emek rezervlerini tüketmişsen %4.5’lik bir büyüme
patikası ile yaşarsın. Amerika gibi, Avrupa’nın çeşitli
ülkeleri gibi bir yapıya ulaşmışsan; nüfusun %5’i işsiz
Boratav – Onu artırmaktır. Onu artırmanın anahtarı olur. Onları da sosyal güvence sisteminin şemsiyesi
da biraz önce söylediğim sermaye birikim oranının altına alırsın. Ancak o zaman yüzde 4,5 idare eder.
yükselmesi ve teknolojide, bilgi birikiminde bir
Emrah – Peki hocam isterseniz yavaş yavaş
sıçramanın meydana gelmiş olmasıdir. Teknoloji- toparlayalım son olarak belki AKP’nin ekonomideki
bilgi düzleminde bir sıçrama o meydana geldi mi? Bir performansına değinmek isterseniz çünkü sizin
belirti yok. Bir kere milli gelirin sermaye birikimine anlattığınız ya da çizdiğiniz resme göre zaten aşağı
ayrılan oranı cari fiyatlarla düştüğü için, Türkiye noktadan aldı AKP ekonomiyi yukarıya doğru zaten
ekonomisi birikim tutkusu taşıyan bir görüntü kendi dinamikleri içindeki gitmekte olan ekonomide
taşımıyor. Halk sınıflarının tüketim eğilimlerinin bir başarı portesi çiziyor
üst sınırları da kredi kartları mekanizmasıyla biraz
Boratav –Dünya ekonomisinin son çevriminin
yukarıya çekilebiliyor; ama seçkinlerin, burjuvazinin,
dip
noktası 2001’dir ama 2002’ye de sirayet etmiştir.
varlıklı sınıf ve katmanların, beyaz Türklerin çok
yüksek tüketim tutkusu var. Üretim ve yatırım tutkusu Mesela Arjantin krizinin son yılı 2002’dir. Türkiye
içinde olan bireysel örnekleri göstererek istisnaları krizi 2001’de son buldu; ama 2002, Türkiye’nin
belirtebilirsiniz; ama ben genel görünüşü söylüyorum. sosyal göstergelerinin bozulmaya devam ettiği bir
Türkiye’deki dolar milyarderlerinin sayısı çarpıcı bir yıldır. Sosyal göstergelerle istihdamı, reel ücretleri, bir
örnektir. Bu milyarderler ne yapıyor? Ne yaptıkları de çiftçinin eline geçen göreli fiyatları kastediyorum.
22
Bunlar bir büyüme yılı olan 2002’de de bozulmayı
sürdürdüler. Dolayısıyla ekonomik ve sosyal koşullar
bakımından bir iktidar değişikliğinin ideal noktasında
AKP seçimleri kazandı. Böyle bir iktidar dönüşümü
1998 yılında, dünya ekonomik konjonktürünün iniş
aşamasında gerçekleşseydi şanssızlık söz konusu
olacaktı. AKP ise, sadece derin bir krizden sonra değil,
dünya ekonomisindeki çevrimin dip noktasından
hemen sonra iktidara geldiği için de ayrıca şanslıdır.
Söylediğim gibi uluslararası sermaye hareketleri
başını alıp gidiyor; Türkiye de bundan bolca pay
alıyor. 185 milyar dolar yabancı sermaye girişi var
2003-2007 arasında. 1998’den itibaren kriz yılları
dahil IMF programlarına ve onun tamamlayıcısı olan
Dünya Bankası programlarına kendini teslim etmiş
olan hükümetlerin çizgisini AKP de hiçbir kavga
çıkarmadan, üstelik buna bir de “AB çıpası” ekleyerek
ve bu nedenlerle sermaye çevrelerinin itibarını
kazanarak sürdürdü. Dolayısıyla makro ekonomik
politikalarda orijinal hiç bir şey yapmadı. Bu genel
çerçevenin belirlediği sınırlar içinde kendi yarenler
takımını destekleyecek avanta ve rant imkanlarını
mümkün mertebe kullandı; o kadarına da tolerans
gösterdiler. Konjonktür o kadar olumlu; genel olarak
sermayenin o kadar lehine ki, bu kaçamaklar büyük
bir kavga konusu olmadı. Çünkü “Ahmet’i Mehmet’i
kayırıyorsun; beni de gör” türü itirazlar, kaynakların
daraldığı dönemde olur. Yabancılar da çok gürültü
çıkarmadılar; çünkü IMF’nin itibarı her yerde çöküyor;
tek elinde kalan ülke Türkiye; burada da oyun bozanlık
yapmak gereksiz. AKP de para politikasını TCMB’ye
devretti; faiz dışı fazla hedeflerine uydu; kaynak
dağıtımında esnekliği yapabildiği kadar yaptı.
finansal kize sürüklenmeden atlatabiliriz. Türkiye’nin
gündeminde en azından durgunlaşma vardır. Kriz
de ihtimal dışı değildir. Daha önce dediğim gibi
dünya ekonomisi çevresinde yer alan en kırılgan
üç veya dört ekonomiden biri Türkiye’dir. Güney
Afrika, Macaristan, Türkiye, gibi böyle bir üçlü var.
Ufak ekonomileri saymıyorum; büyükçe olan çevre
ekonomileri içinde bunlar topun ağzında. O büyük
dalganın gelmemesi halinde; Türkiye’nin gündeminde
durgunlaşma var. O anlamda sınıra geldik.
Emrah - Yapısal reformlara gerekli diye söylem
var, ne olduğu……
Boratav - Ne olduğu belli değil. Zaten Türkiye
28 yıldır yapısal reform ve istikrar programlarını
kesintisiz uyguluyor. Dolayısıyla bu, içi boş bir laftır.
Tasarruf ve sermaye birikim oranlarını adım adım;
ancak sonunda dramatik boyutlarda yukarı çekecek
ve bunu devleti daha aktif bir ajan haline getirerek
gerçekleştirmeyi hedefleyecek bir model değişikliği
lâzım. Yakın geçmişte çevre ekonomilerindeki başarı
örneklerini izlediğimizde dahi, neo liberalizme en az
teslim olan iki ülke ön plana çıkıyor. Son yılların en
hızlı ve en istikrarlı büyüme hızlarını gerçekleştiren
Hindistan ve Çin... Aktif devleti, önemli bir ekonomik
aktör olarak devletin varlığını aramaya başlayacak
Türkiye. Arayamazsa ufukta, kalıcı bir durgunlaşma
dönemi vardır.
Emrah – Bu da benim önem verdiğim bir şey
olduğu için ekliyorum eğitim teknoloji meselelerinde
de devletin aktif
Boratav – Tabii. O dramatik sıçramayı, sermaye
birikim oranını yukarı çekmeden sağlayamazsınız.
Emrah – Ama mali disiplinin de sınıra geldik
Ama bu, tek başına yeterli değildir. Eski Sovyet
Boratav – Evet, şu anda onun da sınırlarına geliyoruz. blokunun sermaye birikim oranını sürekli yukarı
Dolayısıyla AKP’nin büyüme konjonktürüne olumlu çekerek, yukarıda tutarak sağladığı yüksek büyümenin
bir katkısı yok. Daha şanslı bir iktidar hayal etmek bir noktadan sonrada tıkanmaya geleceğini de o
güçtür . CHP’nin 2002 seçiminden itibaren bir halk deneyimler bize gösterdi. Dolayısıyla hem sermaye
muhalefetinin sözcülüğünü üstlenmekten israrla stokunun kalitesinde yenileşme; hem de o stoku
kaçması bir başka avantajdır AKP için. Halk sınıfları kullanan insanların bilgi beceri ve teknolojiye
saflarında çok sistematik taban çalışması yaptı. hakimiyet düzeylerinde sıçramalar; ayrıca üretim
Tarikatları cemaatleri kullandı. Yüksek sesle IMF’nin sürecinin öncesinde, içinde, sonrasında yenileşmeyi
lehinde ve aleyhinde bir söylem yapmadı;, taban sürükleyecek bir insangücü kalitesi ve bu insanlardaki
çalışmasında hiçbir rakiple karşılaşmadı; istediği israf unsurunun ortadan kaldırılması... Türkiye’nin
mesajları iletti. Tabii tek parti iktidarı da ek bir eğitimli ve nitelikli insan gücüne sahip olduğu hep
avantaj sağladı. İç ve dış güç odaklarının çok partili iddia ediliyor; ama bu eğitimli ve nitelikli insan
koalisyonlardan çok dilleri yandığı için, “aman tek gücünün kullanım şablonunu çıkarırsak ortaya çok
hazin bir görünüm çıkacaktır.
parti iktidarı sürsün” özlemleri de AKP’ye yaradı.
Emrah – Hocam isterseniz tamamlayalım, çok
Emrah – O zaman hocam şimdi artık sınırda
teşekkür ederiz.
Boratav – Bu işlerin sınırına gelindi. Bir kere dünya
ekonomisinin bir çevriminin iniş aşaması başladı.
Umumiyetle bu iniş 4-5 yıl sürüyor. Belki, sert bir
23
çeviriler
GIDA KRİZİNİN ORTA DOĞU’DA SİYASİ
ETKİLERİ: FİLİSTİN, MISIR, ÜRDÜN
Son on yılda sebze fiyatları ikiye katlandı ki bu
önemsiz bir gelişme değildir. Ama aynı zamanda
en önemlisi un yapılanlar olmak üzere ticari tahıl
üretiminde bir düşüş var. Bu büyük oranda ihracat
Krizin Filistin Toplumuna Etkileri:
kısıtlamalarından kaynaklanıyor, yani hiçbir şey
Leyla Farsak’la görüşme
ihraç edilemiyor. Sebze ve tahıl üretimi lokalize oldu,
Soru: Gıda Fiyatlarının artmasının Filistin çünkü Gazze’de üretilenleri El Halil’el El Halil’de
üretilenleri Ramallah’a götüremiyorsunuz.Bu
toplumu üzerinde ne gibi etkileri olacak?
Farsak: Çok büyük etkileri olacak. Şimdiden tanık nedenlerle gıda fiyatları artışından çıkar sağlanması
olmaya başladığımız bir etkisi enflasyon; Enflasyon imkansız.
Soru: O zaman potansiyel olarak Filistinlilerin
Gazze’de yüzde 4,6, Batı Şeria’da ise yüzde 2’ye
çıktı. Halk petrol fiyatlarından yakınıyor, ki bu gıda yüzde 60’ı gıda güvenliğini kaybedecek. Hükümet
fiyatlarının artışının nedenlerinden birisidir. Gıda ne yapabilir?
fiyatlarının artışı, gıda yardımı talebini artıracaktır.
Farsak: Hükümetin kaynakları kısıtlı, vergileri
artıramaz ve İsrail’den gelen gümrük
gelirlerine bağımlı. Tek kaynağı
uluslararası yardımlar. Ve zaten
büyük miktarda uluslararası yardım
alıyoruz. Gayrısafi milli hasılanın
dörtte biri yardımlardan oluşuyor.
Filistin yönetimi bir şey yapamaz.
Eğer yoksulluğun yüzde 65
düzeyinde olduğu (bu nüfusun yüzde
65’inin günde 2 dolardan az bir gelirle
yaşadığı anlamına gelir) ve gıda
fiyatlarının ikiye katlanacağı gerçeğini
birleştirirseniz, bu iki anlama gelir:
uluslararası topluluk yaptığı yardımları
artırmak zorunda kalacaktır ve bu
yardım büyük çoğunlukla gıdaya
ayrılacaktır. Eğer tahminler doğru ise
gıda güvenliğine sahip olmayanların
sayısı ikiye katlanacaktır.
Yapabileceği siyasi krizi ve
müzakere krizini çözmeye çalışmaktır,
ama bu özel dönüm noktasında
bana öyle görünüyor ki, Annapolis
görüşmeleri hiç bir yere gitmiyor ve
İsrailliler bir çözüme varmakla pek
İkincisi bu gıda güvensizliğini
ilgilenmiyorlar. Eğer Filistin yönetimi
nasıl hafifletebilirsiniz? Bunu nakitle
bir şey yapmak istiyorsa, kendisini
yapabilirsiniz ve nakit enflasyonu ve
feshedip olanların sorumluluğunu
gıda fiyatlarını artırır, bu da işsizlik
İsrail ve uluslararası topluluğa
yaratır. Dolayısıyla bir Catch 22
durumu içindeyiz, ki bunun sonucu da ancak içinde bırakmayı düşünebilir. Elbette bu büyük bir siyasi
yaşadığımız siyasi ve ekonomik katastrofu artırmak ve ekonomik adım olur. Bunun sonucunda durumun
iyileşeceğini sanmıyorum, aslında iyileşmeden önce
olacaktır.
Soru: Filistin’in önemli bir tarım sektörü var. daha da kötüleşecek.
Ama ben ekonomik, siyasi ve diplomatik düzeylerde
Artan gıda fiyatlarının Filistin’e yükünü hafifletmek
ve hatta bu artıştan yararlanmasını sağlamasının bir tıkanma noktasına ulaştığımızı ve bu şekilde
devam etmesindense, Filistin yönetimini lağvetenin
bir yolu yok mu?
Farsak: Filistin’in asıl olarak bir tarım toplumu uzun dönemde daha yararlı olacağını düşünüyorum.
olduğu şeklinde bir yanlış düşünce var. İşgal 40 yıl
önce başladığında Filistin bir tarım toplumu idi. Bugün
ise Filistinlilerin yüzde 15’den azı tarım sektöründe
çalışıyor. İkinci intifada sırasında ve İsrail’in sınır
kapatmaları sırasında emek gücünün tarım sektörüne
döndüğüne şahit olduk. Ama üretim üzerindeki mali ve
siyasi kısıtlamalar nedeniyle üretkenlik ve verimlilik
düşük. Örneğin toprak kullanım oranında önemli bir
yükselme olmadı.
24
Soru: Artan gıda fiyatlarının böyle bir durumun
doğmasına tek başına yol açabileceğini düşünüyor
musunuz?
Farsak: Artan gıda fiyatlarının sonuçlarının ne
olduğunu görmek zorundayız. Mısır’da bu gösterilere
yolaçar. Batı Şeria’da gıda fiyatlarının artışının Filistin
yönetimine karşı grev ya da gösterilere neden olacağını
sanmıyorum, çünkü herkes Filistin yönetiminin
sınırlarının farkında. Geçen yıl Hamas hükümetinin
uluslararası boykot altında iken çektiklerini gördük
ve Gazze’de hala hükümetteler. Gerçek soru gıda
krizinin uluslararası boykot kadar kötü ve alarma
geçilmesine neden olacak kadar kötü bir durum yaratıp
yaratmayacağı. Belki uzun dönemde bu olabilir ama,
kısa dönemde bunun olacağını sanmıyorum,
çalıştı. Hükümet zaman zaman taleplere yanıt
verdi, son olarak kamu sektöründeki ücretler yüzde
30 artırıldı. Ama protestoların hala devam etmesi
halkın hoşnutsuzluğunun ciddiyetini ve hem baskıcı
önlemlerin hem de kamuoyunu yatıştırmak için verilen
küçük tavizlerin başarısız olduğunu gösteriyor.
Leyla Farsak şu anda Birzeit Üniversitesi’nde görev
yapan ABD’de yaşayan bir ekonomi politikçi.
Rejimin sürdürdüğü baskılar nedeniyle örgütlü
muhalefetin zayıflaması toplumsal rahatsızlıkları daha
da artırıyor. Sonuçta kendiliğinden, yapılaşmamış
sivil itaatsizlik patlamaları yaşanıyor. Bu koordinesiz,
örgütsüz hareketlere işçi liderleri, insan hakları
savunucuları, internet blog sayfası yazarları ve genç
gazeteciler önderlik ediyor. Bu kişiler her türlü ideolojik
görüşten geliyor ve kamuoyunun duygularına büyük
ölçüde yanıt verme yeteneğine sahipler. Bazı siyasi
partilerin bu eylemcilerle ilişki kurma çabalarına
rağmen, bunlar büyük oranda bağımsız kaldılar. Yine
de enerjinin siyasi sistemin merkezinden çevrelere
dağılması açık bir talepler paketi olan tutarlı bir
hareketin doğmasını da engelliyor.
Mısır: Toplumsal ayaklanma ve kötüleşen
siyasi durum
Amr Hamzavi
Fas, Mısır ve Ürdün gibi birbirinden değişik Arap
ülkelerinde, küresel enflasyonist baskıların kontrolden
çıkması, felç olmuş bir sosyal güvenlik sistemi ve
kalıcı yüksek yoksulluk ve işsizlik oranlarının yarattığı
bir toplumsal kriz başgösteriyor. Bu toplumsal krizle
eşanlı gelişen toplumsal ayaklanmalar ve kötüleşen
siyasi durum bu ülkelerdeki istikrarı tehdit ediyor.
İki yılı aşkın bir süredir, Mısır bu tür bir gelişmenin
taşıdığı tehlikelerin örnek olayı haline geldi. 6
Nisan 2008’de bağımsız sendikalar, dernekler ve
genç aktivist ağlarının örgütlediği ulusal genel grevi
güvenlik kuvvetleri birçok kentte başarısız kılsa
da, ülkenin kuzeyindeki Mahalla kentinde devlet
işletmelerinde çalışan işçilerin büyük gösteriler
yapmalarını engelleyemedi. Mahalla’da binlerce
gösterici ile güvenlik kuvvetleri arasında iki gün
süreyle çok şiddetli çatışmalar yaşandı.
Mısır, artan toplumsal huzursuzluk ve siyasi
durumun bozulması arasında sıkışmış durumda.
İşçi grevlerine Mısır’da artık çok sık rastlanıyor.
Son iki yılda yüzlerce grev ve gösteri yapıldı, ama
bunların hiçbiri 6 Nisan’daki grevlerin boyutuna
ulaşmamıştı. İşçilerin temel talebi ücretlerin tüketici
fiyatlarına endekslenmesiydi. IMF’ye göre Mısır’daki
enflasyon 2007 sonunda yüzde 8 idi. Bu yıl başında
öngörülmeyen ekmek sıkıntısı halk arasında büyük
protestolara yol açınca cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek
ordu fırınlarına üretimi artırmaları emrini verdi.
Mısır’da son iki yılda görülen toplumsal
ayaklanmalar 2004-2005’dekilerden oldukça farklı.
O zamanki gösteriler Müslüman Kardeşler ve
Kifaya (Yeter) hareketleri de dahil ülkede reform
yapılmasını isteyen grupların örgütlediği gösterilerdi.
Amr Hamzavi, Washington’daki Carnegie
Şimdiki ani gösteriler ise iyi düşünülmüş bir gündemi
sahip görünmeyen örgütleyicilerin sosyo-ekonomik Endowment for International Peace (Carnegie
koşullardaki ağır kötüleşmeye tepki olarak giriştiği Uluslararası Barış Vakfı’nın üst düzey
araştırmacılarından)
hareketler.
Mısır rejimi durumu baskıcı ve uzlaşmacı
politikaların bir karışımı ile kontrol altına almaya
25
Ürdün’de artan fiyatların etkileri
Yusuf Mansur
Ürdün’ün kendine özgü yüksek yoksulluk oranı ve
işsizlik oranlarının yarattığı sürekli tehdide üçüncü bir
eşit derecede tehlikeli unsur olarak, özellikle küresel
gıda fiyatları artışı olmak üzere enflasyon eklendi. Bu
üçüncü unsurun siyasi-ekonomik ortama etkileri ve
buna tepkileri ölçmek oldukça zor.
Sıradan Ürdünlüler (ikisi de yüzde 14 olan)
çift haneli enflasyon ve işsizlik oranlarına karşı
duyarsızlaştı. Bu oranlar geçen on yılda herhangi bir
iyileşme olmadan sabit olarak devam etti. Dolayısıyla
Ürdünlülerin psikolojisine yapılabilecek fazla bir şey
olmadığı fikri yerleşti. Geçmişte ve bugün yapılan
durumun iyileştirileceği ve statüko alarak görülen
durumdan çıkılacağı vaatleri kısa sürede hayal
kırıklığı ile sonuçlanıyor ve unutuluyor. Suç hep bir
önceki hükümete yıkılıyor.
hükümetlerin zayıflıklarını ortaya koyuyor.
Sokaklardaki suçlayıcı soru oldukça sofistike:
ister seçilmiş ister atanmış olsun -Ürdün’de
atanmış- bürokratlar, Ürdün’ün küçük ekonomisini
yönetemezken, giderek büyüyen küreselleşmenin
risklerine karşı hayatta kalabileceklerini ve
küreselleşmenin meyvelerini toplayabilecek zeka ve
kaynaklara sahip olduklarını sanıl düşünebiliyorlar?
Arz tarafından bakışın aksine, ne makro ekonomik
sorunları, ne de refah ve zenginlik üzerine kafa yoran
yoksul ve işsiz insanları azar azar bitiren soru bu. Sonuç
açık hoşnutsuzluk ve artan yoksulluk. Sonuç olarak ve
mahcup düşmekten korkulduğu için, Ürdün’de açlık
sınırı ile ilgili hiçbir yeni çalışma yaptırılmıyor. Açlık
sınırı rakamları en son 2002’de güncellenmişti.
Güvenlik ve istikrarın her şeyin üstünde olduğu
Ürdün gibi bir ülke, enflasyon işsizlik ve yoksulluk
üçlüsünün etkilerini de kesinlikle atlatacaktır. Mısır,
Yemen ve başka ülkelerde görülen ayaklanmalar
Ürdün’de tekrarlanmayacaktır. Ayrıca ekmek hala
Ama enflasyon, diğer ikisinin kötülüğünü artıran karşılanabilir (satın alınabilir) bir şey olduğu için
yeni bir olgu ve tehdit. Yılın ilk çeyreğinde tüketici 1990’ların Ma’an ayaklanmalarının tekrarlanma
fiyatları endeksi yaklaşık yüzde 11 büyüdü ve 2008’de ihtimali yok.
enflasyon oranının yüzde 10 olacağı bekleniyor. Bazı
Geçmişte olduğu gibi tehlikeler çok kaçınılmaz
kaynaklara göre bölgenin en küreselleşmiş ekonomisi olduğunda, günah keçileri bulunacak ve resmen
olan Ürdün’de sadece fiyatlar yüksek değil, ayrıca fiyat kurban edileceklerdir.
artışları artan gıda ve enerji fiyatlarından kaynaklandığı
Yusuf Mansur Envision Danışmanlık Gurubu’nun
için bu yoksulları şiddetli biçimde etkiliyor. Buna
idareci
ortakmlarından ve Ürdün Girişim ve Yatırım
ek olarak gelirler artmazken gelir eşitsizliğinin
arttığı bir ülkede enflasyon herkesin alım gücünü Kalkınma Ajansı’nın eski CEO’su
azaltıyor. Enflasyon asıl olarak gıda fiyatlarından
kaynaklandığı için, halkın büyük çoğunluğunun
Kaynak: http://bitterlemons-international.org/previous.
geçen 4 yılın ekonomik büyümesinin meyvelerinden php?opt=1&id=229#939
faydalanamadığı bir dönemde, düşük gelirli grupların,
Kısaltarak çeviren: Ergun Duman
yoksullar ve işsizlerin sefaleti
daha da artacak. Dünyanın diğer
ülkelerinde olduğu gibi, Ürdün’de
de zenginlerle yoksullar arasındaki
uçurum büyüdü.
Buna ek olarak, yoksulluk ve
işsizliğin aksine, enflasyon hızla
artıyor ve hiçbir bir tavanı yok.
Enflasyon dışardan ithal edildiği ve
dolayısıyla Ürdün gibi gelişmekte
olan ve geçiş dönemindeki
ekonomilerin merkez bankalarının
kontrol imkanının ötesinde
olduğu için, küreselleşmeyi
kabul eden ve yerel ekonomiyi
küreselleşmenin risklerinden
korumaksızın ve desteklemeksizin
ticareti serbestleştirmeye koşan
26
FAO GIDA KRİZİ
Birleşmiş Milletler Dünya Gıda ve Tarım Örgütü
(FAO), Dünya Bankası ve IMF’yi bile alarma
geçiren son yıllardaki gıda krizinin ne olduğunu ve
nasıl başladığını ana başlıklarıyla şöyle özetliyor.
FAO’DAN GIDA FİYATLARINDAKİ ARTIŞA
DAİR CEVAPLAR:
Gıda fiyatları neden yükseliyor?
Tüm büyük besin ve gıda ürünleri arasında (etanol
üretimi için hammadde olarak) mısıra ve (biyodizel
üretimi için hammadde olarak) kanolaya (kolza)
duyulan ilave talep, fiyatlar üzerinde güçlü bir etki
yarattı. Örneğin, 2007’de tüm dünyada toplam mısır
kullanımı yaklaşık 40 milyon ton arttı, 30 milyon ton
kadarı etanol tesislerince kullanıldı. Bu gelişmenin
çoğu, dünyanın en büyük mısır üretici ve ihracatçısı
olan ABD’de meydana geldi. Sözkonusu durum, 2007
yılı başından bu yana gözlenen uluslararası mısır
fiyatlarının artışını da açıklıyor.
Çoğu tarımsal ürünün fiyatları son iki yılda hızla
Fiyat tepkisinin şiddeti, özellikle son 2-3 yıl içindeki
arttı. Bu gelişmeye birkaç etken katkı sağladı.
gidişatla da ilgili. Yeni talep, yüzde 90 gibi bir oranda
1-2006-2007’de Avrupa’da hasadın düşük olmasını ABD’de ortaya çıkıp yoğunlaştı. Küresel olarak da,
takiben dünya stoklarının da, özellikle et ve mısır 2007’de toplam dünya mısır tüketiminin yaklaşık
yüzde 12’si etanol, yüzde 60’ı ise hayvan besini için
başta olmak üzere düşmesi.
yapıldı. ABD’de etanol üretimi için kullanılan mısır,
2-2006 ve 2007’de Avustralya gibi büyük üretici
toplam iç kullanımın yüzde 30’una tekabül ediyor.
ülkelerde hasadın kötü olması.
3-Sübvansiyonlarla desteklenen tahıldan üretilen
biyoyakıta olan talebin hızla artması.
Gıda fiyatlarının artışında iklim değişikliğinin
rolü nedir?
4- Sübvansiyonların azaltıldığı OECD ülkelerinin
İklim değişikliği, tarımda etkin bir rol oynamaktadır.
tarım politikalarında tedrici değişikliğin üretimdeki
İklim, üretim düzeyinin gelişmesine yardımcı
artışın azalmasına yol açması.
olabildiği gibi yıkıcı da olabilmektedir.
5- Azgelişmiş ülkelerde güçlü ekonomik büyüme
2007’de, ABD’de çok uygun mevsim koşulları
ve dünya nüfusundaki büyüme.
ve dikimdeki önemli artışla bağlantılı olarak rekor
6-Tarım pazarının tarımsal olmayan pazarlarla iç
düzeyde mısır hasadı yapıldı. Büyük tarım ihracatçısı
içe geçmeye başlaması (enerji, imalat, mali v.s).
olan Avustralya’daysa, tersine arka arkaya gerçekleşen
7- İklim değişikliği ve kaynakların kısıtlılığı da inatçı kuraklık üretimi düşürdü.
(özellikle su) tüm gıda arz ve talebine etki etmesi.
Bilim adamları, küresel ısınmanın sonucu olarak
Gıda fiyatlarının artışında biyoyakıtların rolü
ortaya çıkan iklim değişikliği konusunda uyarırken,
nedir?
bunun sürekli hissedilip hissetmeyeceği açıklık
Biyoyakıtlar; toprak, emek ve sermaye gibi üretim kazanmadı. Şimdiye kadar çiftçiler farklı iklim
kaynaklarını besin için üretiminden biyoyakıtlar için sarsıntılarına adapte olabildi ya da üstesinden
gelebildi. Ancak, sert ve sürekliliği olan aşırı iklim
gıda stoğu üretimine yöneltiyor.
olaylarının artmasıyla gelişecek daha ısrarcı iklim
Biyoyakıtlar: tahıl, şeker ya da petrole olan
değişiklikleriyle nasıl başa çıkılabileceği belli değil.
talep nedeniyle besin için üretilen gıda miktarını
Yüksek gıda fiyatlarının etkisi. Kim kazanıyor, kim
azaltabiliyor. Yakıt üretiminde hammadde olan temel
gıda mahsulleri, beslenme amaçlı üretimden daha kaybediyor?
fazla fiyat veriyor. Bu yeni talep kaynağı, fiyatlar
üzerinde önemli bir rol oynuyor.
İthal yiyeceklerin küresel maliyeti, 2006’dan bu
27
yana rekor bir düzeyde artarak en az yüzde 20 fırladı.
Sonuç olarak, tarıma yatırım azaldı, yoksul ülkelerin
Bu artış, gıda fiyatları yükseldiğinde ilk olarak çoğu artan oranda gıda talebini karşılamak üzere
tüketicinin etkilendiğini de gösterdi.
ithalata bağımlı oldu. Eğer bugünkü yüksek fiyatlar
Özellikle düşük gelirli ve gıda sıkıntısı çeken gelişmekte olan ülkelerde çiftçilik için gereken
ülkelerde gıda fiyatlarındaki artış, ödemeler düzeye inerse, gıda üretimi üzerinde özellikle kırsal
dengesindeki olumsuz etkiyle gıda ithalat faturasının alanlarda tarımın büyümenin ve istihdamın motoru
haline gelmesi üzerinde çok olumlu etkileri olur
oldukça artmasına dönüşüyor.
Hükümetler bu krize nasıl cevap veriyor?
Uluslararası alanda yüksek fiyatlar, çoğu ülkenin
ciddi müdahale politikalarına yönelmesine neden
oldu, çoğu iç pazardaki sert fiyat artışını frenledi.
2007’de, çoğu ihracatçı ülke ihracatını
sınırlandırırken, birkaç ithalatçı ülke de önemli
miktarlardaki ihracatın yurt içinde yoksunluğa ya da
daha fazla fiyat artışına yol açabileceği endişesiyle
sınırlamalarla ithalatını düşürdü ya da askıya aldı. Bazı
ülkelerse, fiyatları dengeleyebilmek için stoklarını
kullandılar.
Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick’in, bir
eline pirinç çuvalı diğerine bir somun ekmek alıp tüm
Birkaç yıldır dünya çapında tüketiciler, düşük gıda
dünyaya açlık ve savaş kapımızda uyarısı yapması
fiyatlarından yararlandı. Çoğu ülkede çiftçiler, güçlü
gıda krizinin geldiği boyutu gösteriyor.
hükümet desteği sayesinde tarımsal üretimi artırabildi.
Gelişmekte olan ülkelerin çoğu, destek tedbirlerini
kolayca sağladı.
28
BESLENMEDE DIŞ YARDIMA İHTİYAÇ DUYAN KRİZ İÇİNDEKİ ÜLKELER (Toplam: 37 ülke)
AFRİKA (21 ülke)
Genel
Lesoto
Yıllarca süren kuraklık
Somali
Swaziland
Zimbabve
Çoğunluk
Eritre
Liberya
Çatışmalar, kötü hava koşulları
Yıllarca süren kuraklık
Derin ekonomik kriz, kuraklıklar, seller
Moritanya
Sierra Leone
Bölgesel
Burundi
Orta Afrika Cumhuriyeti
Çad
Demokratik Kongo Cumhuriyeti
Kongo Cumhuriyeti
Fildişi Sahili
Etiyopya
Gana
Gine
Gine-Bisau
Kenya
Sudan
Uganda
ASYA (10 ülke)
Genel
Irak
Çoğunluk
Afganistan
Kuzey Kore
Bölgesel
Yıllarca süren kuraklık
Savaş sonrası dönem
Bangladeş
Çin
Nepal
Sri Lanka
Tacikistan
Doğu Timor
Vietnam
GÜNEY AMERİKA (5 ülke)
Bölgesel
Bolivya
Dominik Cumhuriyeti
Ekvador
Haiti
Nikaragua
AVRUPA (1 ülke)
Genel
Moldova
Ekonomik kısıtlık, göçler
Savaş sonrası dönem
İç savaş, iç göç ve mültecilerin dönüşü
Mülteciler, güvenlik sorunu
Mülteciler, savaş
İç savaş, mülteci dönüşü
İç göçler
İç savaş
Güvenlik sorunu, ürün yetiştirememe
Kuraklık ve seller
Mülteciler
Güvenlik sorunu
İç savaş, kötü hava koşulları
İç savaş
Kuzeyde iç savaş, yerli ürün üretememe
Savaş ve güvenlik sorunu
Savaş ve güvenlik sorunu
Ekonomik kısıtlık, sellerin etkisi
Seller, kasırga, kuş gribi
Güneyde şiddetli soğuk, kar ve buz
Pazara ulaşma güçlüğü, iç savaş, seller
Savaş ve seller
Şiddetli soğuk, toprak kaymaları/seller, pazara ulaşma
güçlüğü
İç göç, kuraklık
Kuzeyde soğuk hava
Seller
Seller
Seller
Seller
Seller
Genel: Ülkede üretimin düşmesi, doğal afetler, ithalatın
kesilmesi v.b gibi etkenlerle genel olarak gıda üretiminde ya da
arzında olağanüstü açığı olan ülkeler.
Çoğunluk: Nüfusun çoğunluğunun düşük gelir, yüksek
fiyat, yerel pazarlardan akışın durması gibi etkenlerle ürüne
erişememesi durumu.
Bölgesel: Göç, yerinden edindirilen gruplar ya da bir
yerdeki şiddetli yoksulluk, kötü hasat gibi etkenlerle belli bir
bölgedekilerin ürüne erişememesi
Kuraklık
(FAO) Nisan 2008
29
konuk yazar
Sahİ bİz, bİrbİrİmİzİn nesİ
oluruz?
Sezai SARIOĞLU
“Rivayet olunur ki
kaçamak bir aşkmış devrim/
Rivayet olunur ki aşk
kaçamak bir devrimmiş/
Hissesiz
harikalar
kumpanyaları neydi peki/
Hissesiz düşler, hissesiz
gülüşler neydi?”
Başlamak için en güzel
sözcük su…
Nazilli’de bir kahvehane
varmış… Ne istersen yanında su getirilirmiş… Çay
istersen yanında su… Kahve istediğinde zaten kadim
bir gelenek olarak su… Ayran istediğinde yanında
su... Gazoz istediğinde yanında su… Dahası var…
Su isteyince de yanında su getirilirmiş… İşte bize
kıssadan hisseli bir anekdot…
Suyun yanında su getirmek…
Benin uzun zamandır politika-poetika olarak
algıladığım, tarih teorisi olarak yürürlüğe soktuğum
yirmi dört ayar bir örnektir bu… Evet, yanlış
duymadınız; suyun yanında su getirmek… Kıssadan
hisse: İçimizin yanında dışımızı, dışımızın yanında
içimiz getirmek. Âşıkların yanında aşkı, aşkın
yanında âşıkları getirmek… Şairin yanında şiir şiirin
yanında şair getirmek… “Dil ve öteki korkusu”nu bir
yana bırakıp, dil’in yanında diller getirmek, bir halkın
yanında diğer halkları getirmek…
ve kitaplardan eksiliyor. Hatta her gün evlerimizden
kendimizin bile eksiği olarak çıkıyoruz. Bu nedenle,
her tanışma yeniden çoğalma ihtimali ve ihtilali olarak
okunabilir…
Yani ben şimdi size, “Bir çiçek yolumu kesti!”
diyorsam, bunda bir hayır vardır demektir. Çiçek
deyip geçmeyin… Ben çiçeklerin yalancısıyım… Ben,
“Hiçbir çiçek şimdiye kadar/ Gül kadar suçlanmadı/
Gülün bütün günahı/ Azıcık kanatmaktı/ Kokusunu
savunmak için” şiirindeki kokusunu savunan gülün
yalancısıyım… Muhaliflik verili dünyaya itiraz
etmek ve itirazını pozitif olarak kurmakla ilgilidir…
Yaşadığımız “kötülük toplumu”na ve “kötülük
dayanışması”na karşı, “iyilik toplumu” ve “iyilik
dayanışması” kurmak için sol’ları sıvamak, düşbaşı
yapmak her şeyden önce, ezel ve ebet olarak bizlere
güzellenen dünyaya itiraz etmekle mümkündür.
Kokusunu savunan gül, metaforunda olduğu gibi,
iyilikleri savunmak, barışı, adaleti, demokrasi
savunmak insaninsan olmanın olmazsa olmazıdır…
(Eskiden, çok eskiden, komşudan komşuya iyilik
almaya gidilirmiş… Bu yüzden “Annemin Şarkı
Sandığı” isimli bir şiirimde, “evde şarkı bittiğinde
annem, komşuya şarkı almaya gönderirdi/ evde komşu
bittiğinde annem şarkılara komşu almaya gönderirdi”
demiştim…)
Birbirimizden, tarihten ve coğrafyadan çoğalmanın
yolu, evvel emir birbirimize devlet, iktidar
olmamak… 12 Eylül 1980 sonrasındaki süreç,
devlete ve kapitalizme yenilen bizim mahallenin
çocuklarının birbirlerine devlet oldukları, birbirlerini
yenmeye çalıştıkları yıllar olarak tarihe geçti. Tarihin
ve siyasetin emri, şiirlerin ve aşkların kavliyle bunu
Bu tür karşılaşmaların kıymeti ve müjdesini içeren tersine çevirmektir bizim işimizdüşümüz. Çünkü en
birkaç dize ile devam edeyim: “Birden bire/ bir demokratiği dahi, her devlet, her mikro ve makro
çiçek/ rıhtım taşının aralığından uzatmış başını bir iktidar bir kötülüktür. (Bana sorarsanız tarihte iki
çiçek yolumu kesti…” Gün gelir, bir çiçek, bir şiir, büyük marangoz hatası vardır, biri devlet biri evlilik…
bir insan, bir cümle yolumuzu keser. Tanışmalar da İnsanların, halkların, âşıkların iyi olmaları, kurumun
böyledir… O anda, hatıra biriktirmeye başlarız… kötülüğü gerçeğini değiştirmez…) O halde, her
Muhabbet bittiğinde ise, aklımızda kalanlar önemlidir. tanışma, birbirimize devlet olmak değil, birbirimizle
O tanışmadan, geriye ne kalmıştır; hangi tat, hangi arkadaş olmak pratiğidir… Bu nedenle benim sıkça
cümle, hangi imge? Zaten aşk da böyle değil midir, şöyle dillenmem bu dert ile ilgilidir…
günün birinde iki insan birbiriyle karşılaşır ezberleri
“Devrimciler devrime, devrim devrimcilere,
bozulur, kimyaları değişir…
devrimciler devrime devlet olmayınca ve
Tanışma deyip geçmeyin… Tanışmalar önemlidir yenilmeyince ve yanılmayınca yaşasın devrim ve
ama birbirimiz çoğaltan tanışmalar daha da yaşasın devrimciler…”
önemlidir… Çünkü bizler, bizim mahallenin
“Âşıklar aşka, aşk âşıklara, âşıklar âşıklara devlet
çocukları, muhalifler, akıntıya yürek çeken asi ve olmayınca ve yenilmeyince ve yanılmayınca yaşasın
aksi çocuklar uzun zamandır birbirinden, hayattan aşk ve yaşasın âşıklar…”
30
Derdimi bir söylence ile tamamlayayım. Aslı
ile Kerem hikayesini herkes bilir! Bilme diyorsam
anafikrini, kıssadan hissesini bilir ama iş anlatmaya
gelince, üç beş cümle dışında bir şey söylenemez.
Bu durumu dert edinen bir edebiyat öğretmeni, yıllar
önce, Kerem ile Aslı hikayesini öğrencilerine tümüyle
öğretmek için ahdetmiş. Yıl boyunca derste sadece bu
hikayeyi anlatmış. O zamanlar, cep telefonu, internet
filan yok. Öğrenciler, çeşme başlarında aşıklara
sorarak, bataryalı radyolardan dinleyerek bu hikayeyi
öğrenmeye çalışmışlar. ders yılı bitmiş. Öğretmen
hikayenin öğrenciler tarafından kavrandığından
eminmiş artık. son ders, son on dakika… Öğretmen,
“Biraz sonra yaz tatiline çıkacaksınız, soracağınız
soru var mı?” diye sormuş… Sınıfta bir sessizlik
olmuş… Bu tür kıssadan hissesi olan hikayeler de hep
böyle olur ya… En arka sıralarda, kavruk bir çocuk
vardır… Bizim mahallenin çocuğudur ve hikayedeki
işlevi ezber bozup, kıssadan hisseli cümle kurmaktır…
İşte öyle bir çocuk arka sıralardan parmak kaldırarak
dillenmiş: - Hocam, yıl boyu sizi can kulağıyla
dinledim. Sabit kalemle notlar aldım. Âşıklara sordum,
ama yine de anlamadım bir soru aklıma takıldı…”
Öğretmen kendinden gayet emin, “- Sor çocuğum, sor
da cevaplayayım. Acele et ki, birazdan zil çalacak…”
İşte o kavruk çocuk ayağa kalkarak, öğretmene şu
soruyu sormuş: “Hocam, anlayamadığım şu; Kerem
Aslı’nın, Aslı Kerem’in nesi olur?” İşte tarihin ev
insanlığın henüz yanıtlayamadığı soru budur… Şimdi
bu hikayeden kıssadan hisse; bizler birbirimizin
nesi oluyoruz, halklar ve diller birbirlerinin nesi
olurlar…
Birbirimizin yolunu kesmişken, diyalektik bir
rastlantıyla tanışmışken arkadaş olmaktan söz
ediyorum.. M. Cevdet Anday’ın, “Dünyada geçirdim
çocukluğumu/ İnsanlardan eşya yaparlar” dizelerinden
el alarak derdimi biraz daha anlatayım… Öyle bir
dünyada, ülkede yaşıyoruz ki, insanlardan ırkçı
yapıyorlar. İnsanlardan, barış değil savaş, iyilik değil
kötülük yapıyorlar… Bizler bir birimizden ne yapmak
istiyoruz… Birbirimizden devlet yapmak, birbirimize
devlet olmak başka bir şey, birbirimize aşk olmak, âşık
olmak, arkadaş olmak, devrim olmak, barış olmak,
adalet olmak başka bir şey… Bu hali, kişisellikten
halklar düzeyine çıkardığımızda aynı mekanizma
işletilmelidir… Halklardan barış, adalet, demokrasi
yapmak başka bir şey, savaş ve kötülük yapmak başka
bir şeydir… Her ikisi iki ayrı toplum tasavvuruna ve
pratiğine denk düşer… (Ünlü Fransız şairi Paul Eluard,
“Öpücüklerden yapılır insan” demişti… İnsan ve tarih
aşklardan, barıştan, şiirden, kapitalizm denilen kötülük
toplumunu itiraz eden pratiklerden yapılır…)
Arkadaş olmak, muhalif olmanın sırlarından biri,
Edip Cansever’in, “Ben çiçekleri biçimli tutarım”
dizelerinde gizli… Bu tür muhabbetlerde, sıkça,
“devrimci olmak, âşık olmak, şair olmak nedir?” gibi
ilginç sorular sorulunca hemen “devrimci olmak, âşık
olmak, çiçekleri biçimli tutmaktır” diye yanıtlarım…
Gerçekten de muhalif olmak, insaninsan olmak, âşık
olmak, barışın militanı olmak, cümleleri biçimli tutmak,
öteki dille, öteki halklarla, doğa ile diğer dünyalılarla
biçimli ilişki kurmak demektir… Bu nedenle ben bir
yürek, sevgi enternasyonalizminden söz ederim. Ulus
devlet ötesinde bir dünya, verili sınırlar ötesinde bir
dünya tasavvur etmek, sınır aşırı, ırk aşırı, devlet ve
ulus aşırı büyük insanlık idealinin parçası olmak için,
dünyanın her yanındaki benzerlerimizi aramalıyız. Bu
da dünyaya ve dünyalılara (Ben dünya yerine “düşya”,
dünyalı yerine “düşyalı” sözcüklerini kullanırım…)
biçimli bakmak sorunsalıdır…
Şair Turgut Uyar’ın, on yıllar önce yazdığı “Her şey
naylondandı o kadar” dizesi, günümüzdeki sentetik,
naylon, sanal hayatı ve sanatçı hallerini de açıklar
gibidir. Sanal bir orta(lık) oyununda sanatçıların,
“ün”, “popülerlik” kaygısıyla da rol çalma yarışını
ibretle izliyoruz. Oysa, karaşın şair Ece Ayhan’ın,
“Azizim güzel atlar güzel şiirler gibidirler/ Öldükten
sonra da tersine yarışırlar, vesselam!” dizelerini
coğrafyaya geçmek için yarışan şairlere/sanatçılara
şerh olarak okuyabiliriz… Eserleriyle ve yaşamlarıyla
hem tarihe hem coğrafyaya geçen şairler, öldükten
sonra da tersine yarışarak varlıklarını sürdürürler…
Çünkü büyük şairler, büyük şiirler güncel aklın, ırkçı
söylemlerin tuzaklarına karşın, kadimleşerek zamanı
ve mesafeleri eskiterek varlıklarını sürdürürler. Bu
söylediklerimin daha iyi anlaşılması için Cemal
Süreya’nın “Ün ve Efsane” makalesinden bir bölümü
paylaşmam gerekir: “Ün, türlü koşullar içinde
koşuyu kazanan bir attır. Efsane, koşuyu kaybetse
de, ‘kaybettikten sonra da’, koşuyu sürdüren bir at.
Zapata’nın atı gibi. ‘Vurulduktan sonra da’ bir süre
uçan bir kuş. Halk onu, alır, can kafesinin içine sokar,
orda besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane.
Ünümüz bizden çıkar, ama başkalarının elindedir.
Efsanemiz ise başkalarının yazgısında…”
Şairlerin şiirlerini utandırdıkları, şiirlerine
yenildikleri ve mahcup oldukları malumun ilanı olsa
gerek… Bu nedenle ben, “Şairlerin en kötü şiirleri
hayatlarıdır” derken bir derdi paylaşmak istiyorum…
Yani yukarda söylediğim gibi: “Şairler şiire, şiir şaire,
şairler şairlere devlet olmayınca yenilmeyince ve
yanılmayınca yaşasın şair ve yaşasın şiir…”
(Şair Can Yücel öldüğünde, onu doğanın kucağına
yatıya verdiğimiz gün, olup bitenleri şaşkınlıkla izleyen
31
8 yaşındaki torunu Alibey, ninesi Güler Abla’ya,
“Dedemi nereye ektiniz?” demişti… Çocuktan al
kıssadan hisseyi…)
Yerel ve evrensel tarihin bir diğer sorunu da, “korku”
değil midir? Şair Cemal Süreya’nın dizesinden el
alarak, insanlığın, bu ülkenin halklarının, “Ödleriyle
öten kuşlar”a dönüştürüldüklerini söylemek malumun
ilanı olsa gerek… Her devlet, tabu ve tapulara dayalı
korkular üzerine kuruludur… Korkunun olduğu
yerde, barış ve adalet olmaz, olamaz… Ama tarih
korkuların korkusuzluklara dönüştükleri an’lara ve
süreçlere de tanıktır… Birbirimizle korku üzerinden
ilişki kuramayız. Çünkü çıplak ve gizli zor da, korku
da bir iktidar biçimidir, daha doğrusu iktidarların
sürekliliğini sağlayan en temel araçlardan biridir…
Şair Turgut Uyar bir şiirinde “Öyle ki/ Saçları uzamıyor
korkudan” diyorsa bir derdi olmalı… Korkudan
dilleri uzamayan, şarkıları kısalan insanlardan oluşan
toplumlar nasıl özgür olabilirler…
Turgut Uyar bir şiirini, “Canavarın zamanı
yoktur” diye bitirdiği dizelerle de hayatın işaretlerini
okuyabiliriz… Emperyalizm canavarının zaman,
mekân, ırk, dil tanımadan kötülüklerini sürdürdüğü ve
dünya halklarını kendine boyun eğdirmeye çalıştığı
zamanlarda yaşıyoruz. Dünyadaki tüm kötülüklerin
nedeni ve sonucu olan kapitalizm-emperyalizm
canavarına karşı ısrar ve inatla direnmek için evrensel
bir iyilik, düş dayanışmasına gereksinim var…
Evet, başlarken söylediğim gibi uzun, çok uzun
zamandır birbirimizden eksiliyoruz… Sanki,
yüzyıllardır, Turgut Uyar’ın “Mutsuzluktan söz etmek
istiyorum/ dikey ve yatay mutsuzluktan/ mükemmel
mutsuzluğundan insan soyunun/ Sevgim acıyor”
dizelerindeki ruh halindeyiz… Sürekli sevgimiz
acıyor, alıntılarız, düşlerimiz acıyor… Ben diyeyim
12 Eylül 1980’den beri siz deyin, ellerimizi ve
düşlerimizi birbirimizden koparıp ayırdığımızdan
beri… Kitaplardan, hayattan eksiliyoruz. Sabah
Birbirimizden ve halklardan barış yapmaktan söz evlerimizden kendimizin bile eksiği olarak
ediyorsam bir derdim olduğu içindir. Türkçenin en çıkıyoruz… Çoğumuz yanlış yaşıyor yanlış yaşlanıyor
büyük şairlerinden Cemal Süreya’nın “Barış demiştir ve ve belki de yanlış ölüyoruz… Yanlış yaşamamanın ve
yanlış yaşlanmamanın yolu, birbirimizi yeniden fark
güvercin tıkmışlardın boğazına/
etmek, çoğulcu bir zeminde
Bu yüzden edep kuralı tanımaz
birbirimizi ve hayatı yeniden
İnsan olmak, insan kalmak,
Anadolu dervişi” dizelerinden
üretmektir… Cemal Süreya
milliyetçi-ırkçı bir aklı terk edip,
el alarak ilerleyelim… Öyle
“Renkleri tek başına alırsan
başkalarının acısına bakarak
bir coğrafyada yaşıyoruz ki,
hepsi birer tarikat” demişse
mümkün… Ama bu ülkede
barış, kardeşlik, özgürlük
bizlere, tek renk üzerinden
başkalarının acısına da varlığına
diyenler resmi tarihin emriyle
değil, renkler, diller üzerinden
da, diline de bakmamak geleneği
güvercinlerle boğuluyorlar…
çoğalmak düşer…
resmi tarihten topluma kadar
(Osmanlı’dan bu yana öldürme
yayılmış durumda…
Dünya sadece dışlarından
biçimleri değişti. Eskiden, iple
boğarlar, idam ederler, kelleler
oluşan içi olmayan insanlarla
uçurulup, “siyaset çeşmesi”
dolu… Kötülük toplumlarının
denilen yalağa düşürülür, şehzadeler baldıran ile çoğunlukta olduğu, kötülük dayanışması bu insanlar
zehirlenirdi… Şimdi güvercinle de boğuyorlar barış üzerinden yeniden üretiliyor… Bize düşen, işaret
aktivistlerini…)
ve itiraz parmaklarımızı yitirmeden, içi olan
“Yani diyalektik/ Yani Aleyhistan’da yeni bir lehçe insanların, iyilik toplumları ve iyilik dayanışması için
olmak” diye başka bir dünyanın mümkünlüğünü çoğalmaları… Yani, “Ben neredeysem yalnızlığın
anlatan şiirin sokak, sokağın şiir çocuğu Can Yücel, başkenti orası” dizelerinin tersine bir hayatı
bir şiirinde “Dili bilmek ve dibi bilmek gerek” “hemen şimdi” tersine çevirerek yalnızlıklarımızı
demişse bir bildiği olmalı. Dilini konuşamayan, ve yanlışlıklarımızı terk etmek… Metin Altıok;
diliyle âşık olamayan, felsefe yapamayan halklar nasıl “Öyle yalnızız ki bu panayırda/ Sevgimiz durmadan
özgür olabilirler? Dil, devletlerden ve iktidarlardan bir taşı ovar” diyorsa, oturup düşünmeli… Cemal
uzun sürer. Çünkü dil, devletlerden daha kadimdir… Süreya, “Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti”
İşidüşü, “dili ve dibi bilmek” olan şair, kendi dilini dizelerinden ders çıkararak, hatıralarımı, aşklarımızı,
sevip öteki dili yok sayıyorsa, “dil korkusu” ile malul dilleri, tarihi ve coğrafyayı, iyilikleri, devrimi bakıma
demektir… Tarih dillerin beddualarını alanların almanın zamanı geldi de geçiyor…
iflah olmadıklarının yerel ve evrensel örnekleriyle
doludur… Bu nedenle, suyun yanında su getirmek
derken, dilin yanında da dil, diller getirmekten söz
ediyorum…
İnsan olmak, insan kalmak, milliyetçi-ırkçı bir aklı
terk edip, başkalarının acısına bakarak mümkün… Ama
bu ülkede başkalarının acısına da varlığına da, diline
de bakmamak geleneği resmi tarihten topluma kadar
32
yayılmış durumda… Bu ülkede, başkalarının, başka
halkların acısına bakarak değil bakmayarak, varlığını
dilini tanıyarak değil tanımayıp inkar ederek “biz” ve
“ben” olunuyorsa, bu yanlış bir “biz” demektir… Hal
böyle olunca düşbazlara düşen, alternatif “ben”in ve
“biz”in başkalarının acılarına, dillerine bakarak inşa
edilebileceğini bilmek… Bu nedenle, birbirimize ve
dünya halklarına şöyle dillenmeliyiz:
“Bana bir varmış… de./ Bir Varmış Bir yokmuş…
deme. İçime dokunuyor…”
bayılıyor Ama kötülemiyor karanlığı// Ona bir kitap
vereceğim/ Rahatını kaçırmak için/ Bir öğrenegörsün
aşkı/ Ağacı o vakit seyredin…” İşte böyle… Bizim
de şiirdeki ağaç gibi rahatımızın kaçması için, bize
de kitap verilmesi gerekir ki, bir öğrenegörelim aşkı,
hayatı, dünyayı…
Cemal Süreya, “1948’de Dostoyevski’yi okudum
o gün bugün huzurum yoktur” diyorsa, 12 Eylül
1980 sonrasında okumaları ziyan ettiğimiz kitapları
önümüze koyup düşünmeli…
Can YÜCEL
Irkçılıkla, insanın hem
tür olarak kendini, doğayı
ve başka türleri yok edecek
ekolojik felâketle mücadele
etmeden insan olmak insan
kalmak mümkün değil…
Sivas’ta yakılarak öldürülen
şair Metin Altıok, “Sevgilim
aşk da çevreye uyar/ Ve
kendine parlak bir yalan
arar…” diyorsa, bizlere düşen,
ırkçılık, savaş yalanlarına
uymamak tersine bu yerel ve
evrensel resmi yalanlara karşı
mücadele etmektir… Bunun
yollarından biri, “sevmek”
sözcüğünün tarihsel, etik,
estetik ve politik anlamında
gizlidir. “Sevmek en uzun
kelime”dir…
Söz kitaplardan açılmışken,
içimi acıtan bir cümleden
söz edeyim size: “Bunca
okumamaya nasıl vakit bulabiliyoruz…” Eskiden
muhalifler kitaplarla anılırlar, koltukaltlarında
kitaplarla karikatürleri çizilirdi… Uzun zamandır
okuma muhaliflerin gündeminden düştü… Bir tür
“Huzur”a kavuştular çünkü… Büyük bir mağlubiyet
sonrasında, yeniden düşbaşı yapmak yerine
koştura koştura mülkiyet dünyasına işbaşı yaptılar.
Toplumda, siyasi, iktisadi, sosyal statüler edindiler.
Artık kaybedecek, mülkleri tabuları, tapuları olmaya
başladı. Hal böyle olunca, kötülük toplumundan “Bir
tatlı huzur almak” gelenek oldu… Oysa bizim yeni bir
huzursuzluğu, kötülüklere itiraz etmeye ihtiyacımız
var… Derdimi M. Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan
Ağaç” şiirinden el alarak açıklayayım: “Tanıdığım
bir ağaç var/ Etlik bağlarına yakın/ Saadetin adını bile
duymamış/ Tanrının işine bakın// Geceyi, gündüzü
biliyor/ Dört mevsimi, rüzgârı karı/ Ay ışığına
Bir olay anlatarak bitirmek
isterim…
Kıbrıslı Mustafa o yıllarda
8–9 yaşlarında küçük bir
çocuktu. Halası, “Yurdunu
sevmeliymiş insan/ Öyle diyor
hep babam/ Benim yurdum
ikiye bölünmüş ortasından/
Hangi yarısını sevmeli insan”
dizelerinin şairi Neşe Yaşın’dı…
Mustafa, Kuzey’de Lefkoşa’da
yaşıyordu… Annesinin ve
babasının “barış” yanlısı olmasına
karşın, her gün radyodan,
televizyondan
“Rumlar,
düşmanlarımız” cümlelerini
duyarak büyüyordu… Günün
birinde şair halası Mustafa’yı,
annesini ve babasını bölünmüş
ülkenin, bölünmüş Lefkoşa’nın
ortasında sınırda, “hiç kimsenin
toprağı” denilen “ara bölge”deki
bir etkinliğe götürdü… Ledra Palas’ta yapılan bu
etkinliğe Kıbrıs’ın Kuzey’inden ve Güney’inden
Türk, Rum, Ermeni, Maronit çocuklar gelmişti…
Gün boyu birbirleriyle oynayan çocuklar, milliyetçiırkçı önyargılara karşın arkadaş olmuşlardı bile… İzin
bitip ayrılma zamanı gelmişti. Çocuklar birbirleriyle
vedalaştılar… Rumlar Güney’e, Türk çocuklar
aileleriyle birlikte kuzey’e doğru yürüdüler… O gün
olup bitenlerle, daha önce duydukları arasında yaman
bir çelişki yaşayan küçük Mustafa, annesine dönerek,
şöyle bir soru sorar: “Anne bana bir Rum kardeş
doğurabilir misin?”
Yeryüzü şairi Nâzım Hikmet bir şiirini “Ben,
iyimserim, dostlar, akarsu gibi…” diye bitirmişti…
Tez görüşelim diye peşinizden bir avuç şiir
döküyorum…
33
LATİN AMERİKA GÜNLÜKLERİ 1
Sibel ÖZBUDUN
İKİ BOLİVYA
21 saatlik Trans-Chaco yolunu kat ederek yorgunluktan
tükenmis bir halde Bolivya’nın Santa Cruz kentine
varınca, cantalarımızı otele bırakıp elimizi-yüzümüzü
yıkadıktan sonra ilk işimiz, kendimizi, içiçe geçmis
halkalar halinde kurulmuş olan kentin yureğindeki 24
Eylul Meydanı’na atmak oldu.
Karşılaştığımız manzara, şaşırtıcı. Kırmız tuğlalarla
örülü Katedral’i karşınıza aldığınızda sağımıza düşen
Sehir Kulübü’nün duvarını kaplayan yeşil-beyaz
renkli dev afişte, “Biz Özerkiz! Tarih Yapmaya Devam
Ediyoruz!” yazısı kocaman puntolarla haykırıyor,
Gençlik Merkezi’nin duvarından sarkan pankartta
Genç bir erkeğin, Christian Urresti’nin hüzünlü sureti,
“Özgürlük ve saygınlık için mucadele ederken 11 Ocak
2007 günü Cochabamba’da Cocalero’lar tarafindan
katledildim. Benim içen adalet isteyin,” diyor gelip
geçenlere.
Bu iyi hesaplanmıs dramaturjinin bir başka artısı ise,
34
meydanda kurulu bir düzine kadar çadir. Cadirlarda,
yaklasik 200 Santa Cruz “yurttaşı”, battaniyelere
bürünmüş, açlık grevine yatmışlar. Üstelik, bunlar
sizin-bizim bildiğimiz “grevciler”den değil: Bizzat
Santa Cruz valisi Ruben Costas başta olmak üzere,
Yerel Universiteler Federasyonu üyeleri, yani anlı-şanlı
rektor ve profesorler, Belediye Konseyi üyeleri, Santa
Cruz İhracatcilar Birliği yoneticileri, Belediye Konseyi
başkanı, Kadınlar Birliği üyeleri…
Aslına bakarsanız açlik grevi de bizim bildiğimiz
grevlere pek benzemiyor. Örneğin grevciler
herkesin gözünün içine baka baka lolipop yalamaya
çekinmiyorlar…
Ortalıkta “Katil Evo!”, “Evocular Caracas’a!”
(size de şu “Komunistler Moskova’ya!” sloganını
anımsatmadı mı?) afişleri, yeşil-beyaz eyalet bayrakları,
hatta yeşil-beyaz giysili kadın, erkek ve çocuklardan
geçilmiyor…
Santa Cruz, Bolivya’nın özerklik yanlısı dört doğu
eyaletinden en gelisşkin olanı. (diğerleri Beni, Tarija
ve Pando). 1960’lı yillarda azgelişmiş Bolivya’nın hiç
de gelişmiş sayılmayacak bir bölgesi için, nüfüsu, 20.
yuzyılın ikinci yarısından itibaren yeni yerleşimcilerle
hızla yükselmeye başlamış. Coğu bölgelerindeki
huzursuzluklardan kaçan, bir kısmı ise savaş suçlusu
Sırplar, Hırvatlar, İsraillilier, Almanlar, İtalyanlar… Bir
başka deyişle, gözükara bir “desperados” akını… Yeni
yerleşimciler, kısa sürede dünyanın bir numaralı koka
üreticisi Bolivya’nın narkotrafiğini ellerine geçirerek
palazlanmaya başlamışlar.
valilerin yönetimindeki beş kente gidemedi: Beni,
Pardo, Santa Cruz, Tarija ve Sucre. Venezuella Devlet
Başkanı Hugo Chavez ile Arjantin Devlet Başkanı
Cristina Fernandez ise, Bolivya ziyaretlerini iptal etmek
zorunda kaldilar…
Gercekten de nufusun % 60’ini yerlilerin (ve daha
büyük bir bölümünü yoksulların ve acların) oluşturduğu
Bolivya’da Santa Cruz, gercekten de aykırı bir manzara
oluşturuyor. Sokaklarında beyaz tenliler, çogunlukta.
Bolivya’nın yerli ve yoksul Batı’sında toplumsal
yaşama hakim olan kaos, burada yerini “nizam ve
intizam”a bırakıyor. Vitrinlerde Paris’e, Londra’ya,
New York’a öykünen bir zenginlik gösterisi.
Özerklikçi-ayrılıkçi oligarkların eylemlerinin, tüm
ülkede adil bir emeklilik sistemi için ayağa Kalkan
öğretmen ve madencilerin eylemleriyle çakışması,
durumu daha da vahimleştiriyor – geçtiğimiz günlerde
Huanuni madencilerinin eylemine polisin müdale etmesi
ve çatısmalar sırasında iki gencçmadencinin yaşamını
yitirmesi, ülkedeki tansiyonun iyice yükselmesine yol
açarken, iktidar partisi MAS içerisinde huzursuzluk ve
kabine değişimi istekleri sıkca dile getirilmeye başlandi.
Santa Cruz’lu ve diğer ayrılıkcı oligarkların ise olanbiteni ellerini ovuşturarak izlediklerini belirtmeye
gerek var mı?
Yerliler ise, ya kentin arka sokaklarına sürülmüş,
gözlerden uzak gettolarda sürdürüyorlar sefil
yaşamlarını, ya da beyaz efendilerin iyi giyimli, uysal,
terbiyeli, güler yüzlü hizmetkarları, garsonları, polislerı,
bulasıkçıları olarak boy gösteriyorlar toplumsal
sahnede.
Bolivya’nin, General Antonio Jose Sucre önderliğinde
Bağımsızlığını ilan edişinin (6 Agustos 1825) 183.
yıldönümünün, yani Bağımsızlık Bayramı’nin ertesi
günü ulastığımız Cochabamba’daki manzara ise,
bambaşkaydı.
Santa Cruz’un yeni yerleşimcilerinin talihi,
bölgede zengin doğalgaz ve hidrokarbon yataklarının
bulunmasının ardından iyice dönmüş.
* * *
Ne ki bir “yerli” denizinde bir beyaz adacığı
olusturmak, Santa Cruz’a anakronik bir görüntü
veriyor. Bir 17-18. yüzyıl kolonisi ile, bir 17. yüzyil
Bati Avrupa sehir-devleti arasında gidip gelen bir
görüntü. Ve beyazlar, özellikle ülke ilk yerli Devlet
Başkanı’nı göreve getirdiğinden beri, kendilerini tehdit
altında hissediyorlar… “Çalışkan-İşbilir Avrupalılar /
tembel, koka muptelası yerliler” kilisesi; “biz çalısıp
kazandiklarımızla neden bu uyuşukları besleyelim?”
tepkiselliği, “Ya bunlar bir gün mulklerimize el koyup
bizi sınırdışı etmeye kalkışırlarsa!” paranoyasıyla
içiçe geçerek ortak ve içe kapalı bir halet-i ruhiye
oluşturmuş.
Bu “halet-i ruhiye” ise, uyuşturucu kaçakçılığından
enerji sektörü patronluğuna terfi eden Santa Cruz
baronlarını Evo Morales iktidarına karşı yoğun bir
“sivil” örgütlenme refleksine sevketmiş. Evo Morales
ve MAS’in temsil ettiği yerli ve yoksul Bolivya ile
bağlarını kopartmak, kendi başlarına kalmak istiyorlar.
“Autonomia” (özerklik) talebi ile başlayip ayrılıkçılığa
kadar her t ürlü nuansi kapsayan bir kopma egilimi
bu… Bunun için aclik grevleri duzenliyorlar (nitekim
24 Eylül Meydanı’ndaki “grevciler”in talebi,
hidrokarbonlardan alınan verginin bir bölümünün eyalet
yönetimine bırakılmasi), Bolivya yoksullarının yabancı
şirketlere ve oligarklara farsi –Evo’nun Devlet Başkanı
seçilmesiyle sonuçlanan- mücadelelerinde sıkca
yaptıkları gibi, şehirlerarası yolları trafiğe kapatıyorlar,
kent konseylerini, hatta hava alanlarını işgal ediyorlar –
bu nedenle Devlet Başkanı referandum öncesi muhalif
Temel Demirer ve Sibel Özbudun Ernesto Che Guevara’nın
öldürüldükten sonra basına gösterildiği odada...
7 Ağustos Bolivya’da, “Ordu Günu” olarak kutlanıyor.
Ülkenin belli başlı kentlerinde, bu vesileyle askeri
geçitler düzenleniyor. Ancak Evo Morales’in Devlet
Başkanı seiilmesinden bu yana, Ordu Günü, farklı bir
anlam yüklenmis. Ayni gün ülkenin dört bir yannndan
yerli gruplar, Başkan’a desteklerini sergilemek üzere
her yıl farklı bir kentte toplanarak geçide katılıyorlar.
Geçtiğimiz yıl Santa Cruz’da gerçekleşen olaylı
geçidin ardından bu yıl yerliler, Cochabamba’daki
gösteriye katılacaklar.
Cochabamba’nin başdöndürücü karmaşık, şamatalı,
kaotik otobüs garajında sabahın erken saatlerinde
35
buluşan binlerce yerli, biraz sonra başlayacakları geçide
hazırlanıyorlar. (Bolivya’da en büyüğü Quechua,
Aymara ve –doguda- Guaraniler olmak üzere irili-ufaklı
37 yerli grubu yaşıyor.) Kadınlar kısacık boylarıyla
tuvaletteki aynanın önünde parmak uçları üzerinde
diklilerek bellerinden aşağı uzanan saçlarını tarayıp
yeniden örüyorlar; erkekler her bir grubu diğerinden
ayırt eden şapkalarını özenle başlarına yerleştiriyor.
yitirmemek için pek çok şeyi göze almış, gözükara
Doğu, ülkenin ekonomik kaynaklarını elinde tutuyor,
ve siyasal açıdan da bir hayli örgütlü.
ama ilk kez, yerli bir Başkan’a sahip olmanın gözlerde
yansıyan kıvancı, onuru… Durup, köşebaşında, hiç
tanımadığı biriyle kırk yıllık ahbapmışcasına politik bir
sohbete dalan coşku…
Oligarkların Beyaz Bolivyası ile, tarihin
dışlanmışlarının yoksul ve koyu tenli Bolivyasi
arasındaki savaşım, bir devrim – karsi-devrim
diyalektiği içerisinde serinlenirken, emek kesimini
nesnel olarak oligarklarla yan yana düşüren bu
durum (bu arada, haksızlık etmemek için sendikaların
referandum konusunda tabanlarıını serbest bıraktıklarını
vurgulayalım), aynı zamanda ülkenin geleceği için de
belirleyici olacağa benziyor.
Kaynak yoksunu, yoksul ve yerli Bati ise, bugüne
dek olmadığı ölçüde bir sosyal gücü temsil ettiğinin
farkında – son on yılların mücadeleleri “yeryüzünün
lanetlileri”ni çok uzun bir aradan sonra bir kez daha
tarihin sahnesine taşımiş. Bir yandan da, Evo Morales
Kent meydanında kurulmuş derme-çatma tribünün ve MAS ile birlikte siyasal iktidari elinde tutmakta.
en ön sırasında, ekranlardan tanış olduğumuz bir Ama ekonomik güçten, daha doğrusu ekonomik gücün
sima – Evo Morales, ayakta,
yeniden dağıtımını sağlayacak,
geçide katılanlara el sallıyor.
yani Bolivya’daki yoksulluk ve
Kaynak yoksunu, yoksul ve yerli
İşin hem Temel’i hem de beni
yoksunluğa son verecek devasa
Bati
ise,
bugüne
dek
olmadığı
ölçüde
hayrete düşüren yönü gerek o
kaynakları toplum içerisinde
bir sosyal gücü temsil ettiğinin
an, gerekse, o aksşm referandum
yeniden pay etmeye curet eden
farkında
–
son
on
yılların
mücadeleleri
kampanyasını sonlandırdığı,
siyasal iradeden yoksunlar
“yeryüzünün lanetlileri”ni çok uzun
La Paz’in uydu-varos kenti El
– hiç kuşkusuz uluslar arası
bir
aradan
sonra
bir
kez
daha
tarihin
Alto’da dans ederken o kadar
konjonktur de buna izin
sahnesine taşımış. Bir yandan da, Evo
kolay ulaşılabilir, o kadar
vermiyor. Bu ise, Bolivya’da
Morales ve MAS ile birlikte siyasal
tehlikeye açık ki… Dostlarimiz
örgütlü emekçilerle, yoksul,
iktidari elinde tutmakta.
Sonia ve Soledad Evo’nun
dışlanmış yığınları karşı karşıya
guvenlik onlemlerini “kendimi
getiriyor. Enerji kaynakları ve
cezaevinde hissettiriyorlar” diye
toprak üzerinde özel mülkiyete
ısrarla geri çevirdiğini anlatıyorlar bize. (Gerçekten son veremeyen iktidar, yoksullukla mücadelede
de, moka üreticilerinin lideri olarak hatirırı sayılır bir kaynakları emek sektöründen sağlamaya çalışıyor. (Bu
cezaevi deneyimi var, Evo’nun…) Ancak son bir kaç arada, Bolivya’da yoksullukla mücadele alanında hatırı
ay içerisinde kendisine ve bakanlarına yönelik tehdit sayılır ilerlemelerin kaydedildiğini de vurgulayalım:
ve suikast girişimlerinin yoğpunlaşması üzerine bazi okur-yazarlık neredeyse % 100’e ulasmış durumda, 18
önlemleri uygulamayı kabul etmis…
yaşına kadar tüm çocuklar, doğum yapan kadınlar ve
Geçit ve meydan, ve de su ayaklanmalarının başkenti yaşlılar, ücretsiz sağlik hizmetlerinden yararlanıyor,
Cochabamba’nin manzarası, Santa Cruz’unki ile taban hükümet kır ve kent yoksullarına temiz su saglayabilmek
tabana zıt: Koyu tenliler, yoksullar, yerliler, kargaşa, için kolları sıvamış durumda…) Böylece, örneğin
yerlerde yuvarlanan çocuklar, yoksullara özgü içiçelik, Huanuni Maden Emekçileri Sendikası yöneticisi Raul
sokaklardaki belediye otobüsü sıkışıklığı, kaldırımlarda Guevara’nin “neoliberal” olarak tanımladığı (La Razon,
uyuyan, yemek yiyen, dilenen, elişleri yapan, satan 08.08.2008, s. C. 4) bir Emeklilik Yasasi çıkıyor ortaya.
aileler, huilpa’larini kaldırıp köşe başında “hacet Italyanlar, öğretmenler, sağlık emekçileri ve madenciler
gideren”, ya da memesini herkesin ortasında çıkarip Central Obrera Boliviana (COB)’nin yasa tasarısını
bebesinin ağzina dayayan teklifsizlik… Ve ilk kez, desteklemek üzere sokağa dökülüyorlar…
Kentin sokaklarını dumanlar sacarak homurtuyla
arşınlayan eski model arabaların hemen tümünün
üzerinde Bolivya bayrakları… Ve kent meydanında
saatler boyu yılmadan konuşan çekik gözlü, koyu
tenli ajitatorleri dinleyen kumelerin ellerinde Evo
posterleri…
Bolivya Silahlı Kuvvetler Komutanı Luis
Trigo’nun,
içlerinden pek çoğunun “Bariş görevlisi
* * *
olarak bulundukları Angola, Kongo, Haiti’deki
Evet, Evo ve muhalif valilerin görevlerine devam edip açlık, ölüm ve yıkım olaylarının kendi ülkelerinde
etmeyeceklerini belirleyen 10 Agustos referandumu, iki yaşanmasını istemediklerini” belirttiği, Baskan Evo
Bolivya’yı son zamanlarda sıkca olduğu üzere bir kez Morales’in ise, “darbe girişimleri içerisinde olan
daha karşı karşıya getirdi. Beyaz, müreffeh, elindekileri bir sivil diktatörlük”ten soz ettiği bir ortamda (La
36
Razon, 08.08.2008, s. A 8-10), yoksul-yerli halk ile
örgütlü emek kesimleri arasındaki çelişkilerin bir an
önce çözüme kavuşturulması, ABD’nin yeni hamlesi
için yedekte beklettiği oligarkların emellerinin boşa
çıkartılması için hayatı önem taşıyor.
Cochabamba’daki San Simon Universitesi resmi
yayın organı Tiempo Universitario’daki imzasız
basyazıda, “ 1982’den önce haberciler cumhuriyet
yaşamımızın tipik haberini kaçırmamak için birbirleriyle
yarışırlardı: ‘Bolivya’da darbe’. Bir darbeler ülkesiydik.
Bugünlerdeyse, sanırım haberciler şuna benzer haberler
geçiyorlar merkezlerine: ‘Bu Pazar, Bolivya’da
referandum yapılmadı…” (“De ultimo momento,
Tiempo Universitario, año 5, no. 15, Cochabamba,
Asirán 2008, s. 3) sözleriyle betimlediği kesitte, Devlet
başkanı Evo’nun ülkenin tümünden aldığı % 63’e
yakin bir oyla, muhalif valilerin ise kendi bölgelerinden
aldıkları, bazıları % 70’e varan oylarla görevlerinin
başında kaldıkları(yalnizca Cochabamba, La Paz ve
Oruro valileri çoğunluk desteğini sağlayamadı) son
referandum gibi girişimlerin de bir deva olamayacagğı
açık. (10 Ağustos Pazar günü referandum sonuçlarının
ilk kez açıklanışını izlediğimiz Internet Kafe’nin
işleticisi kadın, “Evo kaldı, valiler kaldı… Hiç bir şey
değişmedi ki…” diyordu istihzayla.) Üstelik, birbirini
izleyen referandumlar, “demokratik” yolları da giderek
sınırlandırıyor, ülkeyi açmaza sürüklüyor.
Gerçekten de, dışlanmış yoksullarla örgütlü emek
kesiminin mucadelesi arasında bir yakınlaşma
sağlanamazsa, Evo ile birlikte yukselen “Baska bir
dunyanın mümkün” olduğuna ilişkin umutların, kanlı,
faili meçhullü, postallı bir serüven içerisinde bir kez
daha yer ile yeksan olması, işten bile değil…
Santa Cruz (Bolivya), 12 Agustos 2008
tanımlanıyordu.
FİLİSTİNLİ, MİLİTAN, KOCA YÜREKLİ
İSYANCI OZAN: MAHMUD DERVİŞ[*]
Temel DEMİRER
Şiirlerinde işgal altında yaşamayı konu almıştı.
Tıpkı ‘Kimlik Kartı’ şiirindeki şu satırlarda olduğu
gibi:
“Kütükte kayıtlıyım.
“Ölümdür şairleri
Arabım
ertesi sabah ayaklandıran.”[1]
Saçlar: Kara.
“Her sokak başında katliamlar sürüyor. Her
köşede ölülerimiz yatıyor. Her duvar kana bulanmış.
Günlük yaşam, yaşam hakkından ‘arındırıl’mış ve
şehitlerimiz mezarlarında hiç de huzur içinde yatmıyor.
Gördüklerimiz, yaşadıklarımız bir halkın direnmekten
başka hiçbir çaresinin olmadığının ifadesidir,” diye
haykıran bir Filistinliyi, militanı, kocaman yürekli
baş eğmeyen bir isyancı şairi Mahmud Derviş’i
yitirdik...
Gözler: kahve rengi
Özel belirtiler: Alnındaki bir çatkı
El ayası deniz kabuğunun içi gibi kırmızı
Uyuşturur tuttuğu eli bu eller
Ayrıca zeytin yağını, bir de kekiği çok severim.
Arayan bulsun beni
bir yitik köyde
adsız yollarda unutulmuş.
Hepimizin, herkesin ama en çok da dünyanın
lanetlilerinin, ezilen halklarının başı sağ olsun...
Tarlalarda ter döker insanlar
Mahmud Derviş dedim... Nasıl anlatmalı onu?
taş ocaklarında ter döker.
Öncelikle isyancı “Derviş”ti; Filistinliydi; Filistin’le
kaynaşan karşı hafızanın şairiydi; ve de “Filistin
halkına kimlik duygusunu kazandıran şair” olarak
Özlüyor insanlar
insan gibi yaşamayı.”[2]
37
zorunda kaldı ülkesinden. Siyonist zulmün sömürgeci
bir vahşete dönüştürüldüğü yurdundan...
Evet Derviş, sürgünü tattığında yedi yaşındaydı. 67
yıllık ömrü boyunca sürgünler, hapishanelerin de yer
aldığı siyasi mücadeleyi de şiir yazmayı da sürdürdü.
Yirmiyi aşkın kitap yazıp pek çok ödül aldı.
67 yıllık serüveninde Derviş, 1941 yılında,
hâlihazırda İsrail sınırları içinde bulunan Akko kentinin
köylerinden El-Berva’da doğmuş; köyünün 1948 Arapİsrail savaşı sırasında saldırıya uğramasıyla, ailesi ile
birlikte köyünü terk etmek zorunda kalmıştı.
Genç yaşta şiir yazmaya başlayan Derviş, ilk
şiirlerini yayımladığı dönemde, El-Ard hareketinde
de çalışmaya başlamıştı. Filistinliler’in yaşadığı
Yaşamından söz ederken şunları der Derviş: zorlukları dizelerine taşıyan şair, El İttihad gazetesi ile
“Çocukluğum tüm halkımın dramıyla ilişkili olarak, El Cedid dergisinin yazı işleri müdürlüklerini yapmış,
kişisel dramımın başlangıcı oldu. 1948 yazının şiirleri ve yazıları nedeniyle İsrail ordusu tarafından
gecesinde dingin bir köyde atılan mermiler, ayrım tutuklanmış, 1970 yılında İsrail’den sürgün edilmiş,
gözetmedi. 6 yaşımdaydım; zeytinliklere, sonra iki yıl birçok Arap ülkesinde dolaşmıştı.
dağlara koşar buldum kendimi, bazen yalınayak bazen
Yirmiden fazla dile çevrilen Filistinli şair, 2003
yere kapaklanarak. Korkuyla ve susuzlukla geçen
yılında
uluslararası Nâzım Hikmet Şiir Ödülü’ne
kanlı bir geceden sonra Lübnan denen ülkede bulduk
de layık görülmüştü. Birçok şiiri Arap besteciler
kendimizi.”
tarafından bestelenen Mahmud Derviş’in adı, 2006
Derviş, ‘Beyrut Kasidesi Gölgeyi Yüksekten Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında yer almıştı.
Övmek’ başlıklı yapıtı ile 2002 “Nâzım Hikmet Şiir
Mahmud Derviş’in Türkiye’de basılan şiir kitapları
Ödülü”ne layık görülmüştür. “Neşid el-İntifada” adlı
arasında Zeytin Yaprakları, Filistinli Sevgili, Gecenin
Filistin milli marşının sözleri de Ona aittir.
Sonu, Uzak Bir Sonbahar’ın Hafif Yağmuru, Celile’de
“Kekikten ve kanamış taştan
Kuşlar Ölür, Düğünler, Uykudan Uyanıyor Sevgilim,
Yedinci Deneme bulunuyor.
O eller için
Bu çığlık
Unutulmuş ve yapayalnız
Derviş, 1982 Eylül’ünde Sabra-Şatilla’da
yaşananların ardından Beyrut Kasidesi’ni yazmıştı.
“...Ey kızım seviyorduk seni
Ahmet için
Şimdi yüksek suskunluğu bekliyoruz
Gelip geçen bulutlar
Huş ağacından süpürgeler taşıyoruz
Yurtsuz ve yabancı koydu beni
Üstümüzde öfkeyse dağıtırız... dağıtırız
Ve yalnız dağlar cesaret ediyor
Ah ondan... ne diye avuçlamadık göbeğini ufkun
Beni bağrına basmaya
Her uzanışında ellerini
Kıraç bir toprakta
Bizi boğmaya yeltendiğinde
Doğuyorum yine eski yarlardan
Soluyorum toprağı
Beyrut yok
Bütün ayrıntıları görünceye dek
Sırtımız önümüz denizin sırları yok
.... Doğuyorum yine...”
*****
Kanımızı yitirene kadar evet
Selma Ağabeyoğlu’nun “O bir namus işçisiydi, o
bir özgürlük savaşçısıydı,” vurgusuyla betimlediği
Derviş, henüz altı yaşında bir çocukken ayaklarına
dikenler batarak, yerlere kapaklanarak kaçmak
Anıların sözcüklerini yitirene kadar
38
Ancak söylerim şimdi yok
O son bombardımanda yok
O yer çukurda başka bir şey kalmadı yok
hissettiği duyguları, işgal altında yaşamı tasvir etti.
Bunlar soyut duygular ama biz bu duyguları her gün
yaşıyoruz.”
Yine “Mahmut Derviş Filistin’in Nâzım
Hikmet’idir,” diyen Bereket Kar Derviş’in ardından
Beyrut yok...”[3] diye haykıran bu kaside ile şunları ekliyor: “Şair kimliğiyle ön planda olsa da
1984’te de dönemin Sovyetler Birliği’nde Lenin Filistin Kurtuluşu için mücadele etti. Derviş Filistin’in
Nâzım’ıdır. Ona yapılan yasaklamalar buharlaştı ve
ödülünü almıştı.
bugünse Arap edebiyatının en büyük şairidir.”
*****
Ancak unutulmamalıdır ki dünyada çok sevilen bir
O sadece Filistin’in değil, mücadeleci mazlum
şair olmasına rağmen Derviş, Arap ülkelerinde yıllarca
halkların kahramanlarındandır. Ve sömürülen,
dışlanıp yasaklanmıştı. Çünkü Arap yönetimlerinin
kurşunlanan halkların gür sesi olmuştur...
uzlaşmacı tavrını kınayıp, onları Filistin mücadelesine
Hasılı “Onu anlamak için Arapça bilmek zarar vermekle suçluyorlardı.
gerekmiyordu...”[4]
1988’de Filistin’in bağımsızlık deklarasyonunun
Çünkü O dünya edebiyatının önemli ve namuslu bir yazan ve yıllarca Filistin Kurtuluş Örgütü’nün
yazarı, Filistin şiirinin önde gelen şairlerindendi...
yönetiminde yer alan Derviş, bu görevinden 1993’te,
Oslo anlaşmasını protesto etmek için ayrılmıştı.
O ruh içinde kalmadı yok
*****
Toparlarsak: “Ars artis gratia”[5] saçmalığının
radikal bir tekzibi olarak Mahmud Derviş, ana
dilinde, halkının kalbinde yerini aldı. Şiirin ve şairin
ölümsüzlüğü böyle bir şey olsa gerek…
Bu nedenle O: Halil Cibran’ın, “Şiir çokça sevinç ve
ızdırap ve hayrettir, biraz da sözdür”; F. Nietsche’nin,
“Ancak bilinçli ve istençli olarak yalan söyleyebilenler
- ki bunlar sadece şairlerdir- doğruyu söyleyebilir”;
Pablo Neruda’nın, “Biz şairler nefretten nefret ederiz
“Şiir tecrübe ve sürgündür,” diyen Mahmut ve savaşa karşı savaşırız”; Ludwig Feurbach’un,
Derviş’in “Filistin halkının nefesi, sürgünün ve “Istırapların en büyüğü, eğer yanıtı yoksa, şiirin
aidiyetin en önemli tanığı” diye tanımlandığı herkesin kaynağıdır”; Petrarca’nın, “Benim çaba göstererek
yazdığım şiiri, okurun çaba göstermeden anlamasını
malumudur…
istemem”; Metin Demirtaş’ın, “İyi şiir kendini
Hâkikaten Derviş, daha ilk gençlik yıllarında
ezberletir,” deyişleriyle betimlenmeyi, bileğinin/
yazdığı ilk şiirlerinden itibaren, yarım asırlık edebiyat
yüreğinin hakkıyla kazanmış bir devrimci ozandır...
serüveni boyunca İsrail’e karşı özgürlüğünü arayan
*****
Filistin’in yaşadığı savaşların, sürgünlerin, baskı ve
cinayetlerin tanığı ve kurbanlarından biri oldu. Sayısı
Gelin, O Filistinliyi, militanı, kocaman yürekli
yirmiyi aşan şiir ve deneme kitaplarında ele aldığı baş eğmeyen isyancı şairi, Mahmud Derviş’i,
pek çok tema içinde özellikle bu tanıklığıyla tanınan kendi dizeleriyle, ‘Filistinli Sevgili’ dizeleriyle
bir edebiyatçıydı. Arap şiirinin köklü geleneğinden uğurlayalım:
beslenen epik yapıtlarıyla, kendi şiirini kuran Mahmud
“Gözlerin bir diken
Derviş, siyasetin içinde de yer aldı.
yüreğe saplanmış, sevilen,
BBC’nin Ramallah’taki muhabiri Alim Makbul,
Derviş’in sadece bir şair değil, aynı zamanda bir
filozof ve aktivist olduğunu hatırlatıyor.
işkencesine dayanılamayan.
Sosyal sınırları, nesilleri aşan bir popülaritesiyle
Derviş konusunda yakın arkadaşı olan Filistinli
siyasetçi Hanan Aşravi de şunları diyor: “Bugüne
hiçbir Filistinlinin yapamadığı yollarla, Filistinli
olmanın ne anlama geldiğini anlattı. Hepimizin
rüzgârdan koruduğum, acıların, gecelerin,
Gözlerin bir diken,
derinlere sapladığım.
Kandiller yanar ışığınla,
39
geceler dönüşür sabaha.
FİLİSTİNLİ SEVGİLİ
Gözlerin bir diken
Bense unuturum birden,
yüreğe saplanmış,
- göz rastlar rastlamaz göze-,
çıldırasıya sevilen,
yaşadığımız bir vakitler
işkencesine dayanılamayan.
kapının ardında
Gözlerin bir diken,
yanyana. (...)
rüzgârdan koruduğum,
Gözleriyle Filistin,
ötesinde acıların, gecelerin,
derinlere sapladığım.
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,
Kandiller yanar ışığınla,
adıyla sanıyla Filistin.
geceler dönüşür sabaha.
Düşlerin Filistin’i ve acıların,
Bense unuturum birden,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,
- göz rastlar rastlamaz göze-,
yaşadığımız bir vakitler
sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i
kapının ardında
ve çığlıkların ve doğumun Filistin’i,
yanyana.
taşıdım seni eski defterlerimde ateşi gibi.
Şakırdın sanki konuşurken.
Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
İsterdim konuşmak ben de.
Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
Dudaklarda hayır mı kalmıştı ki,
inlettim senin adına koyakları: (...)”[6]
O bahar gibi dudaklarda!
11 Eylül 2008 10:36:10, Ankara.
Sözlerin
güvercin gibi
yuvamdan
N O T LAR
uçtu gitti.
[*] Esmer Dergisi, No:44, Ekim 2008.
Kapımız,
[1] Billy Collins, 2005.
sonbahar kadar sarı
[2] Mahmud Derviş, “Kimlik Kartı”, Çeviren: A.Kadir - Afşar
Timuçin.
basamakları ardından
fırladı gitti
[3] Mahmud Derviş, “Beyrut Kasidesi”, Çev: Metin Fındıkçı.
canının çektiği yere.
[4] Murat Yetkin, “Mahmud Derviş’i Anlamak İçin”, Radikal
Kitap, Yıl:7, No:387, 15 Ağustos 2008, s.12.
Aynalar oldu paramparça,
[5] “Sanat sanat içindir.” (Latin Atasözü.)
yığıldı içimize
[6] Mahmud Derviş, “Filistinli Sevgili”, Çev: Metin Fındıkçı.
acı üstüne acı.
Topladık sesin küllerini
getirdik bir araya.
Böylece söyler olduk
acılı türküsünü yurdumuzun.
Hep birlikte sazın bağrına
ektik bu türküyü,
evlerin damlarına taş fırlatır gibi
fırlattık attık bu türküyü,
alın, dedik,
sancıdan kıvranan kalplere.
Oysa her şeyi unuttum ben şimdi.
Ya sen, ya sen, sevgili,
sesini kimselerin bilmediği!
40
Belki de gidişindir senin
yasemin gibi,
ya da susmandır
ve çocuklar gibi.
sazı paslandıran.
Ve ant içerim ki,
Dün seni limanda gördüm,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
yapayalnız, yolluksuz yolcu.
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
Bir yetim gibi sana doğru koşuyordum,
ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:
arıyordum sanki yaşlı anamı.
“Bir Filistin vardı,
bir Filistin gene var!”
Nasıl, nasıl, yemyeşil bir portakal ağacı
kapanır bir hücreye ya da bir limana,
nasıl saklanır gurbet elde
Gözleriyle Filistin,
ve yemyeşil kalır?
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,
Yazıyorum not defterime:
adıyla sanıyla Filistin.
Limanda durakaldım...
Düşlerin Filistin’i ve acıların,
En dondurucu kış kadar soğuk gözler gibiydi dünya,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,
doluydu portakal kabuklarıyla ellerimiz.
sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i
Ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardım.
ve çığlıkların.
Ölümün ve doğumun Filistin’i,
Seni yalçın dağlarda gördüm,
taşıdım seni eski defterlerimde
kuzularınla, kovalanan çoban kızı.
şiirlerimin ateşi gibi.
Sen benim bahçemdin,yıkıntılar ortasında.
Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
Bendim o yabancı, bendim kapını vuran.
Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
Ey gönül! Ey gönül!
inlettim senin adına koyakları:
Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,
pencere, taşlar ve çimento
Sakının hey
Kalbimin üzerinde.
kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten!
Benim gençliğin yüreği!
Benim beyaz kanatlı atlı!
Seni su testilerinde gördüm,
Benim yıkan putları!
buğday başaklarında,
Kartalları tepeleyen şiirleri benim eken
yıkık dökük, parça parça, unufak.
tüm sınırlarına Suriye’nin!
Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,
Zalim düşmana bağırdım, ey Filistin, senin adına:
sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.
“Ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!”
Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.
Karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit,
Dudaklarıma ses olacak yel sen.
yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan!
Ateş ve akarsu sensin.
Ben barbarların atlarını iyi bilirim.
Gördüm seni bir mağaranın ağzında
Bir ben dururum onların karşısında,
yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.
bir ben,
gençliğin yüreğiyim her daim,
Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,
yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların.
kaynayan kanında güneşin.
Ve ahırlarda...
Ve bütün tuzlarında denizin.
Ve kumlarda...
Mahmud DERVİŞ
Toprak gibi güzel,
Çevirenler : A. KADİR - Süleyman SALOM
41
GEMİSİZ ÇAPA, ANKARA
Mehmet ÖZER
önce bu kentin öyküsünün bir parçası oldum. Şaşkın
ve ürkek gençliğimle Siyasal Bilgiler Fakültesinde
öğrenciydim. Roma Hamamı, Hacı Bayram Camii
çevresinde zaman sarısının peşine düştüm, gün
batımını Ankara Kalesinin burçlarında seyrettim.
Gençlik Parkı deniz özlemimi giderdiğim bir avuç
suydu. Dost bulup, dostlarımı uğurladığım Ankara,
yüzümde nehir yatakları oluşturdu. Her deklanşöre
bastığımda Gürol düştü aklıma.
Gecekonduların içinde devleşen kondu
apartmanlar, Kurtuluş Parkının sessizliği kaledeki
uzaklık, hanlarda gizem, camilerde sukünet. Işıkların
gizleyemediği yoksulluk, amele pazarı, yoksul
öğrencilerle zenginleşen cafeler, birahaneler, nikotin
kokan dumanlı kahveleri ve şairlerin şehri Ankara.
Parklarda hüzün ve yaşlılar, okul kaçkını aşıklar,
sokaklardan evlere yorgunluk taşıyan memurlar, ücra
semtlerdeki yoksulluğu Çankaya sırtlarından seyreden
umursamazlık, tüm günün yorgunluğunu bedeninde
eziyet gibi taşıyan kadınlarıyla Ankara. Ahmet
ağabeyin gösterdiği ömrümüzün T harfi sokaklar.
Birde baktım ki aslında Ankara’yı hiç görmemişim.
Görebilmek için yeniden tırmandım kale yokuşunu,
bir geminin mendireğine tırmanır gibi tırmandım kale
burçlarına. Sağ elimi siper edip gözlerime uzaklara
Zamanın acımasız yıpratıcılığına karşı direnen baktım, taa uzaklara. Ankara’nın öyküsünün başladığı
taşlar anlatıyor Ankara’nın öyküsünü. Taşlara yazılan binlerce yıl uzaklara. Ankara gemisiz bir çapaydı,
sözlerin ölümsüzlüğü, sabırla bekliyor Ankara’nın kales güvertesi, tüm ovayı kontrol eden…
öyküsünü dinlemek isteyenleri. Taşlar bugün
Tarihin yüzyıllar boyunca biriktirdikleri fısıltılar
dünümüzü anlatıyor, yarın bugünümüzü anlatacak. halinde dolaşıyordu zaman lekesinin kalıntılarında
Kaleler, mabetler, evler, heykeller fısıldıyor tanık
oldukları geçmişimizi. Taşlara çizilen yüzler, isimler,
öyküler dile geliyor ve insanın serüvenini öğreniyoruz
taşların dilinden. Acılar, aşklar, zaferler, yenilgiler
birer birer dilleniyor. Sonsuz bir zaman sabrı içinde,
ben yaşadım dercesine dimdik duran mezar taşları,
seyirlik hüzünle bizi izliyor. Binlerce yıldır toprağın
göğsünü parçalayan karasabanın izini sürüyoruz
taşların yüzünde. Bozkır sessizliğinde konuklarını
bekleyen Ankara. Hititlerin insanlığı, Ahilerin gönül
zenginliği, köylünün sabanına, gezginin gözüne,
bilgelerin kazmasına ilişen Ancyr.
Ankara Hititlerin “saz”, Friglerin fülüt, Romanın lir,
Osmanlının ney sesleriyle dolu, sonsuzluğa çarparak
çoğalıyor eskimeyen harabelerde. Bitimsiz bir
sessizlik içinde dokunmamızı bekliyor eskimeyenin
izleri. Tek tek topladığımızda taşları bir kentin
öyküsü beliriyor tarihin aynasında. Yirmi sekiz yıl
42
ve tarihe tanıklar konuşuyordu. Ben de onlardan
öğrendim…
Ankara’nın isminin Küçük Asya Tanrısı olan MEN
kültünden geldiğini söyleyen kaynaklarda mevcuttur.
Ankara’nın ilk ismi Yunanca “ANKYPA” Latince Tanrı MEN heykelciklerinde MEN’in omuzlarında
“ANCYRA” dır ve gemi çapası anlamına gelmektedir. hilali andıran boynuz şekilleri bulunmaktadır.
Antik çağ yazarlarından Stephanos Byzantinos Bu hilaller Ankyra sözcüğünün “ANK” kökünün
“Coğrafya” kitabında, Mısırlı tarihçi Aphrodisas’lı anlamı olan “çengel, kıvrıntı” anlamıyla benzerlik
Apollonias’a dayanarak kentin Galatlarca kurulduğunu
yazmaktadır. Galatlar (M.Ö. 302-365) tarihlerinde
Rum Kralı Mithrandates’le anlaşma yaparak Mısır
ordusuna karşı Sinope’de (Sinop) savaşmış ve Mısır
ordusunu yenmişlerdir. Bu zaferlerinden dolayı
Galatlılara toprak ve armağanlarla ödüllendirilmiş,
savaşta ele geçirilen Mısır donanması amiral gemisinin
çapası da savaş ganimeti olarak Galatlılara verilmiştir.
Galatlar çapayı zaferlerinin sürekliliği için adak
olarak yeni yerleşim yerlerindeki MEN tapınağına
sunmuşlardır. ANCYRA ismi ve simgesi olan çapa
göstermektedir. Augustus tapınağının bu toprakların
en eski tanrısı olan MEN tapınağının üstüne kurulmuş
olması bu savı güçlendirmektedir.
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Ankara’dan “…
mamur şenlik olup, üzümü çok olduğundan” Engüri”
demişlerdir” diye bahseder.
Tarih boyunca Ankara bölgesinde yaşayan halklar
ilk kez Roma döneminde Galatlar tarafından paralar açısından Ankara önemli bir merkez olmuştur.
üzerine basılmış ve kentin adı daha yaygın olarak Çünkü, Ankara yolların bitip yeniden başladığı bir
kullanılmıştır.
yol ayrımıdır. Doğunun batı yürüyüşünde, batının
Yazar Pausanios’a göre, kenti kuran Galatlar doğu yürüyüşünde soluklandığı yerdir. Ankara bu
değil Frig kıralı Midas’tır, Galatlar bu kenti ele önemini koruyacak ve sürekli işgallere tanıklık
geçirmişlerdir. Frig söylencelerine göre çapayı bulan edecek yıkılacak, yakılacak ve yeniden onarılacaktır.
da Frig Kralı Gordios’un oğlu Midas’tır. Kral Midas, Osmanlı döneminde görkemli günlerini yitirecek,
düşünde kutsal bir sesin kendisine “bir çapa aramasını, 19.yy başlarına kadar Ankara yoksulluk, veba, sıtma
bulduğu yere bir kent kurması” söyler. Kral Midas ve salgın hastalıların pençesinde kıvranacaktır.
çapayı bulduğu yere gemi çapası anlamına gelen Bataklıklar ve yoksul kerpiç evlerden oluşan bir
ANKER adını vererek kenti kurar. Her kültürün bir bozkır kasabası görünümünde ki Ankara, bir halkın
önceki kültürün üzerine kurulduğunu düşünürsek yüreği üzerinde ayağa kalkıp artık yeter dediği gün
Galatların ANCYRA’si, Frig uygarlığının üzerine değişmeye başlayacak ve ulusal direnişin merkezi
kurduğunu söylemek yanlış olmaz. Gazi Orman haline gelecektir. Cumhuriyet döneminde bu yoksulluk
Çiftliğinde bulunan Frig’lere ait grifon kabartmaları ve bataklığın içinden yeni bir kent yaratılması ulusal
( boğa, at ) bunun kanıtıdır.
kurtuluş savaşının zaferinin simgesi olacaktır.
43
BİRLİK TESİSLERİMİZ KIŞA HAZIRLANDI
Birlik tesislerinin yönetim kurulu denetiminde genel koordinatör aracılığıyla işletilmesi ile birlikte cafe, bahçe,
lokanta ve mutfakta bakım ve onarım yapılarak birlik üyeleri ve konuklar için tesisler daha da iyi koşullarda hizmete
girdi. Mutfağın çeşitlenip zenginleştiği yeni dönemde, Karikatürcüler Derneği üyelerinin karikatürleri lokanta
salonunda sanatseverlerin beğenisine sunuluyor.
44
mülkiyespor
1. DEVRE BASKETBOL MAÇLARI BAŞLIYOR
Birinci devre basketbol maçları 18 Ekimde başlıyor. Hazırlık dönemini yoğun çalışma ile geçiren Mülkiye
Spor Basketbol takımı 1. Devre karşılaşmalarına iddialı bir biçimde başlıyor. Ankara’da yapılacak olan maçlar,
Ankara Üniversitesi Yerleşkesi Spor Salonunda Cumartesi günleri saat 14.00’de oynanacaktır. Mülkiye Sporun
sevincine tüm Mülkiyelileri ortak olmaya davet ediyoruz.
1- 18.10.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Çanakkale Belediyesi
2- 01.11.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Gelişim Koleji
3- 15.11.2008 Cumartesi Saat 14 Mülkiye – Beykoz
4- 29.11.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Tofaş
5- 06.12.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye Genç Banvitliler
6- 20.12.2008 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Pertevniyal
7- 17.01.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Ankara Basketbol
8- 31.01.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Uşak Belediyesi
9- 14.02.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Yeşilyurt
10- 07.03.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye – Düzce Gençlik
11- 21.03.2009 Cumartesi Saat 14.00 Mülkiye - İTÜ
45

Benzer belgeler