Özet Kitabı - Türk Fizyolojik Bilimler Derneği

Transkript

Özet Kitabı - Türk Fizyolojik Bilimler Derneği
TÜRK FİZYOLOJİK BİLİMLER DERNEĞİ
XXXII. ULUSAL FİZYOLOJİ KONGRESİ
(Uluslararası Katılımlı)
18-22 Eylül 2006
Pamukkale Üniversitesi - DENİZLİ
ÖZET KİTABI
18-22 Eylül 2006
Pamukkale Üniversitesi - DENİZLİ
TÜRK FİZYOLOJİK BİLİMLER DERNEĞİ
XXXII. ULUSAL FİZYOLOJİ KONGRESİ
(Uluslararası Katılımlı)
PROGRAM VE
BİLDİRİ ÖZETLERİ
Basım Yeri:
Art Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti.
0.312. 425 59 96
Kapak Tasarım:
Sevda TAVHAN & Hakan GÜNEL
Ebru Çalışması:
Doç. Dr. Osman GENÇ
Fizyoloji Ailesinin Değerli Üyeleri,
İlk olarak Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından 19-20 Şubat 1972'de Ankara'da
düzenlenen Türk Fizyolojik Bilimler Derneği 1. Ulusal Fizyoloji Kongresi'nden günümüze
kadar, Fizyolojik Bilimlerle ilgilenen yurt içi ve yurt dışındaki bilim insanlarını bir araya
getirip bilimsel deneyim, araştırma sonuçları ve tecrübelerini paylaşarak birbirlerinin
çalışmalarına katkıda bulunmalarını amaçlayan 31 adet Ulusal (bazıları Uluslararası katılımlı)
Fizyoloji kongresi düzenlenmiştir.
Türk Fizyolojik Bilimler Derneği 32.Ulusal Fizyoloji Kongresi Pamukkale Üniversitesi Tıp
Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı ve Türk Fizyolojik Bilimler Derneği organizasyonu ile
Denizli'de (Uluslararası Katılımlı) 18-22 Eylül 2006'da gerçekleştirilecektir.
Kongre başlangıcında, çeşitli kurslar yapılması planlanmıştır. Takip eden programların
bilimsel doyuruculuğu ve güncel olması ve son gelişmeleri yansıtması için elimizden gelen
gayretleri hep birlikte ortaya koyacağız.
İnsan biyopsikososyal bir varlıktır. Bu nedenle kongreler, bilim insanlarının birbirlerini
tanıyabilecekleri (bilim, iletişim, sosyal, sanat vd.) seviyeli toplantı alanlarıdır. Buralarda
elinden tutabileceğimiz, yönlendirebileceğimiz talebelerimiz, arkadaşlarımız olacaktır. Güzel
bir iletişim pek çok kapıyı aralayacak ve birlikte çalışma yapılabilecek mekanlara, yerlere
geçmeye bir adım olacaktır.
Bu kongrede sizlere ayrıca güzel bir sosyal program ile Ege'nin güzel ve tarihi Denizli şehri ve
çevresini de tanıtmayı planlamaktayız. Bu program çerçevesinde kongre esnasında
Pamukkale gezisi organize edilmiştir. Buldan, Kızılcabölük-Afrodisias, Selçuk-Efes gezileri
kongreyi takip eden günde isteğe bağlı ve yeterli çoğunluk sağlandığında tertip edilecektir.
Kongrelerin güzel ve verimli olması ve siz bilim insanlarının katılımı, kongrelerden beklenen
faydaların elde edilebilmesi, her birimizin içerik için önemli katkıları ve kongreye katılması ile
mümkün olmaktadır. Bu nedenle, siz değerli Fizyoloji bilimine gönül veren güzel insanların
kongreye katkılarınızı ve katılımlarınızı bekliyor, hepinizi Denizli'ye davet ediyoruz.
Saygılarımızla.
Doç. Dr. Osman Genç
Kongre Düzenleme Kurulu Başkanı
Katkılarından dolayı
Teşekkür Ederiz...
Commat Ltd.
Radon Medikal
Medel Tıp
Makro Sağlık Ürünleri
Türk Fizyolojik Bilimler Derneği
32.Ulusal Kongresi
(Uluslararası Katılımlı)
Programı
18 EYLÜL 2006 PAZARTESİ
8.30-15.30 KURSLAR :
KURS-1 Salon A: Fizyolojide Moleküler Teknikler
Başkan : Prof.Dr.Hüseyin Bağcı (Pamukkale Üniversitesi)
KURS-2 Salon B: Davranış Çalışmalarında Kullanılan Yöntemler
Başkan : Prof.Dr.Lütfiye Kanıt (Ege Üniversitesi)
KURS-3 Salon C: Refleksoloji
Başkan : Prof.Dr.Kemal Türker (University of Adelaide, Australia)
15.30- 16.00
AÇILIŞ TÖRENİ
16.00-17.20
1. OTURUM
(Başkanlar :Prof.Dr.Nimet Gündoğan, Prof.Dr.Neyhan Ergene)
SALON A
16.00-16.40
AÇILIŞ KONFERANSI - 1: Hayat; akar su içinde başlamıştır, akar su
içinde devam ediyor (Prof.Dr.Abidin Kayserilioğlu - İstanbul
Üniversitesi, Emekli Öğretim Üyesi)
16.40-17.20
KONFERANS - 2: Aljinat içinde kapsüle edilmiş olan pankreas
Langerhans adacıklarının transplantasyonu
(Assoc.Prof.Dr.Abdülkadir Ömer - Harvard University, Boston,
Massachusetts, U.S.A.)
17.20-17.30
17.30-18.50
17.30-18.50
Kahve Arası
2. OTURUM
(Başkanlar : Prof.Dr.Lütfi Çakar, Prof.Dr.Sena Erdal)
SALON B
Sözlü Bildiriler: (1 6)
1-Sıçanda gentamisin ile oluşturulan akut nefrotoksisite üzerine melanosit stimülan hormonun etkisi
M.Kolgazi, S.Arbak, İ. Alican
2- Nitrik oksit ve süperoksid dismutaz'ın antimanik tedavi sırasında
değişimleri ve hastalık belirtileriyle ilişkisi
H.S.Gergerlioğlu, H.A. Savaş, F. Bülbül, S. Selek, E. Uz, M. Yumru
3- Oksitosin'in oksidan mide hasarı ve endişe algısı üzerine etkileri
M.Deniz, S.Tekin, G.Çakırsoy, M.Pehlivancık, T.Öcek, H.Çağlıöz,
N.Orak, N.Poçi, H.H. Şahin, S. Arbak, B.Ç.Yeğen
4-Glukagon benzeri peptit-2'nin mide ülserinde koruyucu etkisi
M. Deniz, N.Orak, N.Poçi, H.H. Şahin, S.Tekin, G.Çakırsoy,
M.Pehlivancık, T.Öcek, H.Çağlıöz, S.Arbak, B.Ç.Yeğen
5-Kronik kadmiyum toksitesine midkin ve galektin-3 ün katılımı
N.Yazıhan, M. Koçak E. Akçıl, H. Ataoğlu
6-Testis torsiyonu sonrası gelişen hasarda eritropoietinin koruyucu etkisi
N.Yazıhan, N. Koku, H. Ataoğlu
17.30-18.50
17.30-18.50
3. OTURUM
(Başkanlar : Prof.Dr.Lütfiye Kanıt, Prof.Dr.Safinaz Yıldız)
SALON C
Sözlü Bildiriler: (7 12)
7-Ovaryum kanserinde HSP-10'un supresif etkisi
S. Akyol, D.D.Taylor.
8-Alkolik gebe sıçanlarda gebeliğin farklı evrelerinde IL-1, IL-2 ve NK
etkileşimleri
S. Akyol, H. Tunalı
9-Böbrek kitlesi azaltılmış sıçanlarda, farklı orandaki tuz yüklemelerinin
baroreseptör refleksin duyarlılığı üzerindeki etkileri
E. Taşkın, B. Özaykan, A. Magemizoğlu
10-Aspirin kullanımının serum VEGF ve endostatin seviyelerine etkisi
M. Şencan, R. Güneşaçar, D. Deveci
11-Kardiyopulmoner bypass sırasında çinko ve bakır düzeylerinde
meydana gelen değişiklikler
Z.I.S. Görmüş, F. Sunar, İ. Halifeoğlu, N. Görmüş, A.K. Baltacı
12-Deneysel hepatik rezeksiyon modelinde dipiridamolün karaciğer
rejenerasyonu üzerine etkisi
T. Artış, H. Esin, F. Mutlu, S. Artış, Z.Yılmaz
19.30
AÇILIŞ KOKTEYLİ GÖLBAHÇE
19 EYLÜL 2006 SALI
9.00-1020
9.00-9.40
9.40-10.20
4. OTURUM
(Başkanlar : Prof.Dr.Tülin Oruç, Prof.Dr.Kemal Türker)
SALON A
KONFERANS-3: Effects of Environmental Contaminants on Human
Health: Cardiovascular,
Metabolic, Neuronal and Cognitive Function
(Prof.Dr.David O. Carpenter - University at Albany, New York, U.S.A.)
KONFERANS-4: Breast Milk and Breast Milk Cells: Biomarkers of
Exposure, Effect, and Genetic Susceptibility to Breast Cancer
(Asist.Prof.Dr.Kathleen Arcaro -University of Massachusetts at
Amherst, Massachusetts, U.S.A.)
10.20-10.30
Kahve Arası
10.30-1150
5. OTURUM
(Başkan : Prof. Dr. Abidin Kayserilioğlu)
SALON A
10.30-11.50
PANEL-1 : Kardiyopulmoner egzersiz testine sistematik yaklaşım
Kardiyopulmoner Testte Gaz Ölçümlerinin Temeli
(Prof.Dr.Hızır Kurtel - Marmara Üniversitesi)
Egzersiz Sırasında Ölçülen Solunum Gazları Ne İfade Ediyor?
(Prof.Dr.Sadi Kurdak - Çukurova Üniversitesi)
Anaerobik Eşik: Önemi ve Saptanması
(Prof.Dr.Hakkı Gökbel - Selçuk Üniversitesi)
Egzersize Kardiyopulmoner Adaptasyon
(Doç.Dr.Mehmet Ünal - İstanbul Üniversitesi)
11.50-12.30
6. OTURUM
Poster Başında Tartışma
1 : (Başkanlar: Prof.Dr.Aysel Ağar, Prof.Dr.Halis Köylü) (1-20)
P1-Ghrelin antiepileptik ajan olabilir mi?
A. Şermet,, B.D. Obay, C. Tümer, E. Taşdemir, M.H. Bilgin
P2-Epilepsi oluşturulan sıçanlarda oksidan stres ve ghrelin uygulamasının
etkileri
B.D. Obay, A. Şermet, C. Tümer, E. Taşdemir
P3-Cinsiyetin görsel uyarılma potansiyelleri ve elektroretinogram
kayıtları üzerine etkileri
B. Reşitoğlu, T. Ergenoğlu, H. Beydağı
P4-Farklı destek hücre sistemleri üzerinde insan embriyonik kök hücre
izolasyonu ve kültürü
Z. Candan , N. Fındıklı, O. Akçın, S. Kahraman
P5-Dişi köpeklerde elektrofizyolojik bulbocavernosus refleks testi
E. Turan, C. Ünsal, İ.G. Yıldırım
P6-PTZ ile deneysel epilepsi oluşturulan farelerde glutatyon etkisinin
beyin dokusunda adenosine deaminaz düzeyleri
S. Pençe, M. Boşnak, N. Kurtul
P7-Deneysel epilepside progesteronun tüm beyin dokusu adenozin
deaminaz düzeyine etkisi
S. Pençe, M. Boşnak, N. Kurtul
P8-Kompleks uyarılmış görsel potansiyellerin fraktal özellikleri
G.Ç. Yalçın, O. Seymen, E. Aytaç, S. Oğullar, Y. Ağbulut, K.G.
Akdeniz
P9-Von hippel lindau hastalığında görsel uyarılmış potansiyeller: olgu
sunumu
E. Aytaç, S. Oğullar, P. Seymen, G. Dikmen, M. Yıldız, H. O. Seymen
P10-Korpus kallozum agenezisinde görsel uyarılmış potansiyeller ve
elektroretinogram
E. Aytaç, G. Dikmen, S. oğullar, H. O. Seymen
P11-Sıçanlarda 30 dakika ve 60 dakika koşu bandı antremanının kas IL-6
ve IL-17 seviyeleri üzerine etkisi
H. Düzova, Y. Karakoç, M.H. Emre, G. Yetkin, E. Kılınç, Z.Yılmaz
P12-Epileptiform aktivite üzerine farklı teofilin dozlarının etkisi
M. Yıldırım, C.Marangoz
P13-Farklı frekans bantlarında kortekste seçici koherent yanıtlar
M. Özgören, A. Öniz, S. Kocaaslan, O. Bayazıt
P14-Deney sürecinde görsel uyarılma potansiyellerindeki değişimlerin
power spektral gösterimi
O. Bayazıt
P15-Uyaran öncesi EEG durumunun uyaran sonrası döneme etkisi
O. Bayazıt
P16-Deneysel parkinson modelinde dokosaheksaenoik asidin görsel
uyarılma potansiyelleri üzerine etkisi
Ö. Köse, G. Hacıoğlu, Y. Seval, M. Aslan, P. Yargıçoğlu, A. Ağar
P17-Odiyojenik sıçanlarda medial genikulat nükleustaki nöron sayısı:
stereolojik bır çalışma
R. Kozan, S. Kaplan, C. Marangoz
P18-Dipiron (metamizol)'un penisilin kaynaklı epilepsiye etkisi
S.Ankaralı, M.F. Gökçe, Ş.Demir
P19-Omurilik yaralanmalı sıçanlarda oral tadalafil uygulamasının erektil
cevaba etkisi
V.Evren, T. Dağcı, G. Temeltaş, İ. Tuğlu, O. Üçer
P20-Deneysel siyatik sinir hasarında insan kordon kanı
transplantasyonunun etkisi
H.A.Erken, T.Karadağ, Z.Kızılay, Ç.Erdoğan, B.Çırak,
A.Oğuzhanoğlu, O.Genç, K.Tahta
2 : (Başkanlar: Prof.Dr.İnci Alican, Prof.Dr.Gıyasettin Baydaş) (21-40)
P21-Adrenalin ile kastırılan sıçan torakal aortasına östrojenin etkisi
A. Küçük, S. Çiçek, N. Dursun, C. Süer
P22-Supramaksimal egzersiz sonrası eritrosit deformabilite ve agregasyonu
değişiklikleri ve oksidan stres ile ilişkisi
Ş. Bediz, H. Resmi, B. M. Kayatekin, A. Topçu, İ. Aksu, A. Temiz
P23-Diffüz aterosklerotik sürecin gizli bir göstergesi olarak aortik nabız
dalga hızı (Metodolojik çalışma)
M Yıldız, E.Aytaç, B.Yıldız, B.Kavaklı, P.Seymen, G.Yiğit,
H.O.Seymen
P24-Propetamfos uygulanan sıçanlarda propolisin bazı kan parametreleri
üzerine etkisi
E. Çetin, M. Kanbur, S. Silici, G. Eraslan
P25-Sıçanlara akut uygulanan deksametazonun total kan volümüne etkisi
N. Ekerbiçer, F. Tarakçı, E. Çöllü, T. Gürpınar, H. F. Özel, M. Özbek
P26-Karvakrol uygulanan yara dokusunda iyileşme süreci
M.Y. Günal, A.O. Heper, N. Zaloğlu
P27-Subtotal nefrektomili uyanık sıçanlarda farklı orandaki tuz
yüklemesinin kan basıncı ve kalp atım hızı üzerindeki etkileri
E. Taşkın, B. Özaykan, A. Magemizoğlu
P28-L-name hipertansif sıçanlarda egzersizin endotel fonksiyonu üzerine
etkisi
F. Gündüz, O. Kuru, Ü. K. Şentürk, O.K. Başkurt
P29-Akut hemoraji sonrası farklı sıvı resusitasyonlarının sıçan akciğer
dokusundaki VEGF, VEGFR-2 ve fibronektin düzeylerine etkisi
N. Ekerbiçer, S. İnan, F. Tarakçı, M. Özbek
P30-Taş ve kağıt işçiliği gibi riskli iş kollarında çalışanlarda trombosit
agregasyon, plazma homosistein ve nitrik oksit düzeylerindeki değişiklikler
A. Tuncay, H. Yapışlar, S. Aydoğan, N. Şimşek, M. Kendirci
P31-Deneysel karaciğer sirozu oluşturulan sıçanlarda karvakrolün
biyokimyasal parametreler üzerine olan etkileri
A. Karaduman, M. Koruk, Y. Baltacı, E.A. Çakmak, F. Göğüş, C. Bağcı
P32-Sıçanlarda deneysel olarak oluşturulan intraabdominal basınç artışının
adrenal gland üzerine etkileri
F.G. Seçkin, Y.Baltacı, A.Balık, C. Bağcı, İ. Başkonuş, G. Maralcan
P33-Akut egzersizin sıçan kalbinde HIF-1Α ve VEGF üzerine etkileri; sol
ve sağ ventrikül farkı
AD. Dursun, D. Tekin, H. Fıçıcılar
P34-Sıçanlarda mide ülserinde alfa-lipoik asit (ala) tedavisinin iyileştirici
rolü
B. Karakoyun (Oktar), M. Yüksel, F. Ercan, C. Erzik, B. Ç. Yeğen
P35-Santral GLP-1'in soğuk-kısıtlama stresi ile oluşturulan gastrik mukozal
hasar üzerine etkisi
N. İşbil Büyükcoşkun, G. Güleç, B. Çam Etöz, K. Özlük
P36- Sağlıklı kişilerde anjiotensin dönüştürücü enzim I/D polimorfizmi
S. Turgut, G. Turgut, B. Akdağ
P37- Klasik müzik ve rock müziğinin eritrosit mekanik özelliklerine etkisi
G.Erken, M.Bor-Küçükatay, H.A. Erken, R. Kurşunluoğlu, O.Genç
P38- Sağlıklı donörlerde trombosit aferezi işleminin kanın reolojik
özellikleri üzerine etkisinin araştırılması
H. Akdam, M. Bor-Küçükatay, A. Keskin, S. Kabukcu, G. Erken, P.
Atsak, R. Kurşunluoğlu , V. Küçükatay .
P39-Etanolün plazma ACE düzeyleri ve hemoreolojik parametreler
üzerinde nitrik oksit aracılı etkisi
P. Atsak, G. Turgut, M. Bor-Küçükatay, N. Karagenç, S. Turgut
P40-Sıçanlarda penisilin-G ile indüklenen epileptik nöbetlerin
hemoreolojik parametrelere etkisi
E. Adıgüzel, V. Küçükatay, G. Erken, N.Yonguç, M. Bor-Küçükatay
12.30-13.30
Öğle Yemeği
13.30-14.50
7. OTURUM
(Başkanlar:Prof.Dr.Yusuf Ziya Ziylan, Prof.Dr.Gönül Peker)
SALON A
13.30-14.10
KONFERANS-5: Oksitosin ve lenfosit aktivasyonu
(Prof.Dr.Günnur Yiğit - İstanbul Üniversitesi)
14.10-14.50
KONFERANS-6: Docosahexaenoic asitin santral sinir sistemine etkisi
(Prof.Dr.Aysel Ağar - Akdeniz Üniversitesi)
14.50-15.00
Kahve Arası
15.00-16.20
8.OTURUM
(Başkanlar: Prof.Dr.Yalçın Yetkin, Prof.Dr.Ruhi Uyar)
SALON A
15.00-15.40
KONFERANS-7: Pulmoner vasküler rezistansa etkili faktörler
(Prof.Dr.Gülderen Şahin - İstanbul Üniversitesi)
15.40-16.20
KONFERANS-8: Yükseköğretimde yeni eğilimler
(Prof.Dr.Cafer Marangoz - Ondokuz Mayıs Üniversitesi)
16.20-16.30
Kahve Arası
16.30-17.40
9. OTURUM
(Başkanlar : Prof.Dr.Refik Yiğit, Prof.Dr.H. Oktay Seymen)
SALON A
16.30-17.10
KONFERANS-9: Kanser hücrelerinde iyon kanallarının etkileri:
Patofizyolojiden moleküler
biyolojiye
(Prof.Dr.Mustafa BA Djamgoz - Imperial Collage, U.K.)
17.10-17.40
KONFERANS-10: Heat shock proteinleri ve oksidatif stres
(Assoc.Prof.Dr.Mustafa Atalay - University of Kuopio, Finland)
17.40-17.50
Kahve Arası
17.50- 19.10
10. OTURUM
(Başkan : Prof.Dr.Hüseyin Bağcı)
SALON A
PANEL-2: Kök Hücre
Kardiyolojide Kök Hücre Uygulamaları
(Prof.Dr. Serdar Bedii Omay - Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Nörolojik Bilimlerde Kök hücre Uygulamaları
(Doç.Dr.Bayram Çırak - Pamukkale Üniversitesi)
Embriyonik Kök Hücreler: Araştırma ve tedavi potansiyelleri
(Bio.Necati Fındıklı - International Hospital Tüp Bebek Merkezi)
20 EYLÜL 2006 ÇARŞAMBA
9.00-1020
11.OTURUM
(Başkanlar :Prof.Dr.Günnur Yiğit, Prof.Dr.Serdar Demirgören)
SALON A
9.00-9.40
KONFERANS-11: Tıp fakültesinde müfredat oluşturulması: temel
bilimler ile fizyolojinin müfredattaki yeri
(Prof.Dr.Berrak Yeğen - Marmara Üniversitesi)
9.40-10.20
KONFERANS-12: Okside LDL ve Ateroskleroz
(Prof.Dr.Gönül Şimşek - İstanbul Üniversitesi)
10.20-10.30
Kahve Arası
10.30-11.50
12. OTURUM - SALON A
10.30-11.50
11.50-12.30
BİRLİKTE TARTIŞALIM : Fizyolojide Uzmanlık Eğitimi
(Prof.Dr.İlgi Şemin - Dokuz Eylül Üniversitesi)
13. OTURUM
Poster Başında Tartışma
1 : (Başkanlar: Prof.Dr.Sami Aydoğan, Prof.Dr.Kadir Kaymak) (41-60)
P41-T.canis larvaları ile deneysel olarak enfekte edilen farelerin
bağırsağında nitrik oksit sentaz dağılımı
A. Kandil, C. Demirci, H. Çetinkaya, A. Gargılı
P42-Anadolu yer sincabı (spermophilus xanthoprymnus)'nın vücut
sıcaklığı karakteristikleri ve LPS'ye verdiği yanıt
M.K. Gür, E.S. Akarsu
P43- Stres ülseri oluşturulan ratlarda kalsitonin ve kalsitonin gen ilişkili
peptid (CGRP)'in mide mukozal bariyerine etkileri
Z.Kanay , D. Kurt, C. Güzel, O. Denli, K. Nas
P44-Leptin hormonunun Suriye hamsterlerinin suprakiyazmatik
nukleusundaki nöronal ateşleme hızı ve ritmi üzerine etkileri
A. Sümbül, A. Karakaş, B. Gündüz
P45-Biyoelektrik empedans analizi ve antropometrik yöntemlerle ölçülen
vücut yağ yüzdelerinin karşılaştırılması
H. Mollaoğlu, K. Üçok, L. Akgün, O. Baş
P46-Diyabetik hayvanların yağ dokusunda nitrik oksit ve leptin ilişkisi
A. Kandil, A. Kapucu, S. Üstünova, E. Gürel, H. Balcı, İ. Uyaner, B.
Ergin, K. Akgün-Dar, C. Demirci
P47-Sepsise bağlı karaciğer ve akciğer hasarında ghrelinin rolü
S.Ö. İşeri, G. Şener, B. Sağlam, N. Gedik, F. Ercan, B.Ç. Yeğen
P48-Sıçanlarda oluşturulan deneysel siroz modelinde ghrelin'in tedavi edici
rolü
G. Şener, S.Ö. İşeri, B. Sağlam, N. Gedik, F. Ercan, B.Ç. Yeğen
P49-diabetik sıçanlarda benfluoreks'in plazma ve aorta NOx düzeylerine ve
aorta histopatolojisine etkisi
B.Gönül, Ç.Özer, L.Memiş, Ö.Ekinci
P50-Benfluoreks ve/veya C vitamininin diyabetik böbrek nitrik oksit
düzeyi ve histopatolojisine etkisi
Ç. Özer, B. Gönül, L. Memiş, Ö. Ekinci
P51-Hiperkalorik diyetle beslenen prepubertal Suriye hamsterlerinde
(mesocrıcetus auratus) vücut ve üreme organ ağırlığı ile leptin seviyeleri
arasındaki ilişki
E. Çakar, A. Sümbül, A. Karakaş, B. Gündüz
P52-Sıçanlarda dexamethasonun bazı akut faz proteinlerine ve iz
elementlere etkileri
P. A. Ulutaş, H. Ünsal, M. Balkaya, C. Ünsal
P53-Wingate testinde vücut ağırlığına ve yağsız vücut ağırlığına göre
belirlenen yüklerle elde edilen güç çıktılarının karşılaştırılması
K. Üçok, H. Mollaoğlu, R. Demirel, L. Akgün
P54-Melatoninin mide mukozasında yaşlanma ve p53 proteini arasındaki
etkileşimi
K G. Akbulut, B. Gönül , H. Akbulut
P55-Normal ve diyabetik sıçanlara leptin uygulanmasının testis üzerine
etkisi ve nitrik oksit (NO) ile olan ilişkisi
A. Kapucu, S. Üstünova, A. Kandil, E. Gürel, H. Balcı, K. Akgün-Dar
P56-Apa baraj gölü'ndeki cyprinus carpio (sazan)'nun kas dokusu yağ asidi
kompozisyonu ve kolesterol seviyesine üreme döneminin etkisi
S. Bulut, R. Mert, M. Cemek, K. Solak, C. Çevik
P57-Sıçan beyninde hiperbarik oksijen uygulaması ile artan oksidatif stres
parametrelerinin fizyolojik düzeylerine gerileme süresinin incelenmesi
T. Topal, M. Özler, H. Ay, B. Uysal, A. Korkmaz, Ş. Öter, H. Bilgiç
P58-Meme kanserli hastalarda MDR1 C3435T polimorfizmi
S.Turgut, A.Yaren, R.Kurşunluoğlu, G.Turgut
P59-Vitamin E' nin hipotermik kobaylarda serum lipit peroksidasyonu ve
antioksidan enzim düzeyi üzerine etkisi
L.Aslan, İ. Meral
P60-Yumurtacı tavuklarda organik ve inorganik Zn, Cu ve Mn'in oksidanantioksidan denge üzerine etkisi
A.Bülbül, T.Bülbül, S.Küçükersan, M.Şireli, A.Eryavuz
2 : (Başkanlar: Prof.Dr.Cahit Bağcı, Prof.Dr.Ayla Cerid) (61 80)
P61-Obsesif kompulsif bozukluğu bulunan hastalarda spektrofotometrik
yöntem ile malondialdehit ve katalaz düzeylerinin belirlenmesi
E. Özdemir, S. Küçükosman, S. Çetinkaya, E. E. Erşan, S. Erşan
P62-PTZ injeksiyonları ile oluşturulan akut epileptik nöbetlerin oksidan
ve antioksidan enzim düzeyleri üzerine etkileri
G. İlbay, D. Şahin, M. Dillioğlugil, H. Maral, C.G. Demir, G. Gürol,
N. Ateş
P63-Tekrarlayan epileptik nöbetlerin oksidan ve antioksidan enzim
düzeyleri üzerine etkileri
D. Şahin, G. İlbay, M. Dillioğlugil, H. Maral ,G. Gürol, N. Ateş
P64-Hiperbarik oksijen uygulamasının torba kanı oksidan-antioksidan
parametreleri üzerine etkisi
H. Ay, O. Bedir, T. Topal, B. Uysal, M. Özler, Ş. Öter, A. Korkmaz, K.
Dündar
P65-Yüksek dozda glikokortikoit uygulanan sıçanların akciğerlerinde
oluşan oksidatif hasara karşı E vitamini ve selenyum'un etkisi
E. Beytut , M. Aksakal, N.N. Kamiloğlu, N. Demirci
P66-Kükürtdioksit (SO2)'in ve yaşlılığın hipokampus antioksidan enzim
sistemi üzerine etkisi
P. Yargıçoğlu, E. Şahin, S. Gümüşlü, A. Ağar
P67-Eritrosit antioksidan savunma sistemi ile sirkadiyen ritm değişiklikleri
arasındaki ilişki
M.B.Yerer, S. Aydoğan, R. Saraymen
P68-Yaş ve anksiyetenin spasyal öğrenme üzerine etkilerinin araştırılması
A.Küçük, A. Gölgeli
P69-Sıçanda stresle oluşturulan depresyon modelinde fluoksetinin
öğrenilmiş çaresizlik ve limbik sistemde BDNF ekspresyonu üzerine
etkileri
E. Yıldırım, O. Gözen, Ö. Donat Eker, Y. H. Doğan, E. O. Koylu, Ç. Eker,
A. S. Gönül, Ş. Pöğün
P70-Deneysel şizofreni modelinde, omega-3 yağ asidinin sıçan
hipokampusuna etkisi
H. Erdoğan, B. Özyurt, F. Ekici, H. Özyurt, A. Akbaş
P71-İnbred BALB/c farede ketanserin ile 5-HT2 almacı blokajının canlı kedi
ile güçlendirilen yükseltilmiş artı düzenekteki açık alan korkusu üzerine
etkisi
K. Akıllıoğlu, S. Sultanova Kocahan, E. Melik, E. Babar
P72-Sıçanlarda erken dönem uzun süreli kalori kısıtlamasının hippokampus
hacmine etkileri ve öğrenme performansı ile ilişkisi
K. Serbest, F.C. Sazak, O. Karahasanoğlu, Y. Karanfil, S. Canan
P73-İnbred BALB/c farede ketaminin canlı yırtıcı (kedi) ile güçlendirilen
yükseltilmiş artı düzenekteki açık alan korkusu üzerine etkisi
S. Soltanova Kocahan, K.Akıllıoğlu, E. Babar, E. Melik
P74-Genç sıçanlarda kalori kısıtlamasının öğrenme performansına etkisi
Ş. Gülen, S. Canan, A.C. Yazıcı
P75-“Kindling” sürecinde NMDA reseptör antagonisti memantinin
öğrenme üzerine etkileri
M. Şahiner, G. Erken, R. Kurşunluoğlu, O. Genç
P76-Spinal kord iskemi-reperfüzyon hasarı üzerine melatoninin etkisi
B. Korkmaz, E. Öz Oyar
P77-Kordon kanı oksidan ve antioksidan statü değerlerinin prediksiyon
modeli
A.Z. Karakılçık, M. Zerin, S. Acun
P78-İskemik hipoksi ve kobalt klorid' in iskelet kası ve kalpte hipoksik
faktörlere etkileri
D. Tekin, H. Fıçıcılar, A.D. Dursun
P79-Alkol yoksunluğu modelinde ketyapinin oksidan moleküller üzerine
etkileri
H. S. Gergerlioğlu, Y. Baltacı, H. A. Savaş, C. Bağcı, M. Boşnak, H.
Çelik, M. Bulut
12.30-
P80-Böbrek iskemi-reperfüzyon hasarında endotelin-A reseptör
antagonisti BQ-123'ün nitrik oksit üretimiyle ilişkili plazma
oksidan/antioksidan sistemine etkisi
H. Erdoğan, E. Fadıllıoğlu, M.H. Emre, F. Ekici
Öğle Yemeği ve Gezi
21 EYLÜL 2006 PERŞEMBE
9.00-1020
14. OTURUM
(Başkanlar : Prof.Dr.Berrak Yeğen, Prof.Dr.Neş'e Tuncel)
SALON A
9.00-9.40
KONFERANS-13: The role of complexin in regulated exocytosis
(Assoc.Prof.Dr.Robert Hsiu-Ping Chow - University of Southern
California, Los Angeles, U.S.A.)
9.40-10.20
KONFERANS-14: İnsanda refleks ölçümleri, son gelişmeleri ve standardizasyonu
(Assoc.Prof.Dr.Kemal Türker - University of Adelaide, Australia)
10.20-10.30
Kahve Arası
10.30 11.50
15. OTURUM
(Başkanlar: Prof.Dr. Cafer Marangoz, Prof.Dr.Erdal Ağar)
SALON A
PANEL-3 : Hücre içi iyon değişimlerinin dinamiği
Hücresel görüntüleme teknikleri
(Prof.Dr.Nuhan Puralı - Hacettepe Üniversitesi)
Floresan proplar kullanılarak hücre içi fizyolojik ve biyolojik yanıtların
gerçek zamanlı olarak ölçülmesi
(Doç.Dr.Mehmet Uğur - Hacettepe Üniversitesi)
Fotometrik mikrospektrofluorometre ve hücre içi PH kaydı
(Doç.Dr.Şeref Erdoğan - Çukurova Üniversitesi)
11.50-12.30
TFBD Bilgilendirme Toplantısı - SALON A
12.30-13.30
Öğle Yemeği
13.30-14.50
16. OTURUM
(Başkanlar: Prof.Dr.Gülderen Şahin, Prof.Dr.Halil Tunalı)
SALON A
13.30-14.10
14.10-14.50
KONFERANS-15: Karnozin
(Prof.Dr.Sami Aydoğan - Erciyes Üniversitesi)
KONFERANS-16: Migren tedavisinde eser metallerin yeri
(Prof.Dr.Naci Bor - Hacettepe Üniversitesi, Emekli)
14.50-15.00
Kahve Arası
15.00-16.20
17. OTURUM - SALON A
15.00-16.20
16.20-16.30
BİRLİKTE TARTIŞALIM: Performans testlerinin temel prensipleri
(Prof.Dr.Sadi Kurdak - Çukurova Üniversitesi)
Kahve Arası
16.30-17.50
16.30-17.50
18. OTURUM
(Başkanlar: Prof.Dr.Bilge Gönül, Prof.Dr.Ziya Karakılçık)
SALON B
Sözlü Bildiriler: (13 18)
13-Ovaryum steroitlerinin uterus motilitesi üzerine olan etkisinde nitrik
oksitin rolü
A.Bülbül, A. Yağcı, A. Sevimli, H.A. Çelik, A. Karadeniz, E. Akdağ
14-Diyabetik sıçan akciğerinde nitrik oksit ve leptin ilişkisi
F. Öztay, A.Kandil, E.Gürel, S.Üstünova, A.Kapucu, H.Balcı,
K.Akgün-Dar, C.Demirci
15-Aspirinin deneysel miyoglobinürik akut böbrek yetmezliğinde
koruyucu etkileri
N.Aydoğdu, İ.H.Atakan, U.Usta, H.Erbaş, E.E.Gürel, E.Yılmaz,
K.Kaymak
16- Eritropoetin uygulamasının değişik organlarda oksidatif stres üzerine
etkileri
M. Balkaya, P.A. Ulutaş, C. Ünsal, H. Ünsal
17-Fare oosit/zigotunda asidoza karşı savunma mekanizmalarının mayotik
matürasyon sürecindeki değişimleri
Ş. Erdoğan, A. Çetinkaya, A.Doğan
18-Sıçanlarda tioasetamid ile oluşturulan hepatik ensefalopatide kafeik asit
fenetil esterin nöroprotektif etkisi
E.Fadıllıoğlu, C.Gürsul, M.Iraz
16.30-17.50
16.30-17.50
19. OTURUM
(Başkanlar: Prof.Dr.Hakkı Gökbel, Prof.Dr.Nermin Yelmen)
SALON C
Sözlü Bildiriler: (19 24)
19- Hipobarik uygulama ve kronik antrenmanın rat hemopoietik
parametrelerine etkisi
M. Altan, T. Gülyaşar, M. Mengi, G. Metin, G. Yiğit
20-Sıçanlarda kronik egzersizin karaciğerde yarattığı oksidatif stres
üzerine melatonin uygulamasının etkisi
K. Ergin, S. Temoçin, M. Serter, E.M. Demir, T. Boylu, S. Çeçen , L.D.
Kozacı
21- Sıçanlarda 30 dakika ve 60 dakika koşubandı antremanının kas IL-6
ve IL-17 seviyeleri üzerine etkisi
H. Düzova, Y. Karakoç, M.H. Emre, G. Yetkin E. Kılınç, Z.Yılmaz
22-Elit golfcülerin fizyolojik ve antropometrik profilleri
Ö. Kasımay, İ. Odabaş, H. Kurtel
23-Bisiklet ergometresinde algılanan eforun derecelendirilmesi: maksimal
kapasite farklılıklarının olası etkisi
Ö. Kasımay, B. Çakır, H. Kurtel
24-Klinik biyoeşdeğerlililik çalışmasına katılan gönüllülerde deney
stresinin elektrodermal aktivite ile araştırılması
N. Dolu, B. Göğüsten, S. Artış, A. Erenmemişoğlu
17.50-18.00
Kahve Arası
18.00- 18.40
20. OTURUM
Poster Başında Tartışma
1 : (Başkanlar: Prof.Dr. İlgi Şemin, Prof.Dr.Nurcan Dursun) (81-100)
P81-Resveratrolün iskemi/reperfüzyona bağlı sıçan mesane kontraktilite
değişimleri ve oksidan hasar üzerine etkileri
G. Şener,H. Toklu, F. Ercan, İ.Alican
P82-Lökotrien reseptör antagonisti montelukast'ın sıçanda iskemi/
reperfüzyona bağlı mesane hasarında koruyucu etkisi
G. Şener, Ö. Şehirli, H. Toklu, Ş. Çetinel, İ. Alican
P83-Hiperbarik oksijen uygulaması sonrası sıçan akciğer ve eritrositlerinde
oluşan oksidan stresin kalış süresi
M. Özler, T. Topal, H. Ay, B. Uysal, Ş. Öter, A. Korkmaz, H. Bilgiç
P84-Endotelin-1 ve nitrik oksit inhibisyonunun kalp iskemi reperfüzyonuna etkileri
M.Ünal, Ç. Özer, D.Erbaş, Ö.Azer, A. Arıcıoğlu
P85-Sıçan iskemik yara modelinde topikal E-vitamini ve melatonin
uygulamasının etkisi
M. Özler, T. Topal, B. Uysal, A. Korkmaz, Ş. Öter, C. Köse Özkan, H.
Bilgiç
P86-Testisteki iskemi-reperfüzyon hasarında trimetazidin'in koruyucu etkisi
Ç. Pekçetin, B.U. Ergür, M. Kiray, H.A. Bağrıyanık, K. Tuğyan, G.
Erbil, C. Özoğul
P87-İskemi-reperfüzyon ile oluşturulan mide hasarına orexin-A' nın etkisi
N.İzgüt-Uysal, M.Bülbül, R.Tan, B.Gemici
P88-Kronik aralıklı hipoksinin solunumsal düzenleme mekanizmaları
üzerine etkisi
N.Yelmen, İ. Güner, G.Şahin, T.Oruç
P89- Sıçanlarda cisplatine bağlı böbrek ve karaciğer hasarında simvastatinin
koruyucu rolü
S.Ö.İşeri, M.Yüksel, F.Ercan, N.Gedik, İ. Alican
P90-Sıçanlarda deneysel over iskemi-reperfüzyon hasarına dekspantenolün
etkileri
R.O.Ek, T.Dost, Ç.Yenisey, Y.Yıldız, H.Özkayran, M.Birincioğlu
P91-Sıçan over iskemi-reperfüzyon modelinde dimetilsülfoksitin koruyucu
etkisi
T. Dost, R.O. Ek, Ç. Yenisey, H. Özkayran, S. Kafkas, M. Birincioğlu
P92-Maternal hiperhomosisteineminin yavru sıçan beynindeki oksidatif
süreç ve apoptozis üzerine etkileri
S. T. Köz, M. Tuzcu, E. Ethem, G. Baydaş
P93-Kobaylarda uygulanan deneysel akut kolesistit modelinde, gingko
biloba ve diklofenak sodyum uygulamasının oksidatif stres üzerine etkisi
T.Göktaş, S.Dinçer, S.Göktaş, Ç.Özer
P94-Sıçan beyninde hiperbarik oksijen uygulaması ile artan oksidatif stres
parametrelerinin
fizyolojik düzeylerine gerileme süresinin incelenmesi
T. Topal, M. Özler, H. Ay, B. Uysal, A. Korkmaz, Ş. Öter, H. Bilgiç
P95-Sıçanlarda intestinal iskemi - reperfüzyon harabiyetine bağlı
kontraktilite bozukluğunda atorvastatin'in koruyucu etkisi
V.H.Özaçmak, H.Sayan, A.İğdem, A.Çetin
P96-Maternal hiperhomosisteineminin neden olduğu geciken beyin
gelişimine melatoninin etkisi
G.Baydas, S.T.Koz , M. Tuzcu
P97-Milli güreşçilerde vücut yağ yüzdesi ve anaerobik performans ilişkisi
S.A.Vardar, S.Tezel, L.Öztürk
P98-Sıçanlarda farklı koşu hızlarının eritrosit deformabilitesi ve
agregasyonuna etkileri
A.Topçu, İ.Aksu, C.Ş. Bediz, O.Açıkgöz
P99-Tavşanlarda damariçi oksitosin uygulamasının QT, QTc değerleri ve
kalp atımı üzerine etkileri
M.Uzun, K.Yapar, E.Uzlu, M.Çitil, H.M.Erdoğan
P100-Levamizol uygulanan tavşanlarda QT ve QTc aralığındaki uzamalar
ile bradikardinin değerlendirilmesi
E.Uzlu, M.Uzun, K.Yapar, M.Çitil, H.M.Erdoğan
2 : (Başkanlar: Prof.Dr. Hüseyin Uysal, Prof.Dr.Abdurrahman Şermet)
(101-120)
P101-Akut egzersizin farklı tipteki iskelet kaslarında HIF-1Α ve VEGF
üzerine etkileri
D.Tekin, H.Fıçıcılar, A.D. Dursun, F.Arı, O. Öztürk, Z. Telatar
P102-Ekzentrik egzersizin nötrofil fonksiyonları üzerine etkisi
S.Harbili, E.Gencer, G.Ersöz, H.A.Demirel
P103-Egzersiz yapan yaşlı bireylerde altı aylık E vitamini kullanımının
fiziksel ve bilişsel performansa etkisi
F.Toraman, Ö.Nalbant, Ö.Özdemir, H.Aydın, C.Kaçar , G.Özkaya
P104-Egzersiz proteinürisi oluşumunda NADPH oksidaz enziminin rolü
G. Koçer, F. Gündüz, Ü.K. Şentürk
P105-Düzenli egzersizin sıçan beyninde oksidan-antioksidan denge
üzerine etkileri
İ. Aksu, A. Topçu, M. U. Çamsarı, O. Açıkgöz
P106-Akut tüketici egzersiz sıçan hipokampus, prefrontal korteks ve
striatumunda lipit peroksidasyon düzeylerini ve antioksidan enzim
aktivitelerini etkilemez
O. Açıkgöz, İ. Aksu, A. Topçu, B. M. Kayatekin
P107-Akut egzersizin sıçan beyninde oksidan-antioksidan denge üzerine
etkileri
İ. Aksu, A. Topçu, M. U. Çamsarı, O. Açıkgöz
P108-Yaşlılık, kronik egzersiz, fizyolojik ve kognitif sistemler
N. Kutlu, G. Büyükyazı, G. Karadeniz, D. Selçuki
P109-Futbol müsabakalarının futbolcularda lipid peroksidasyonu ve
antioksidan duruma etkileri
N. Öztaşan, Y. Ocak, İ. Küçükkurt, L. Akgün, A. Eryavuz
P110-Egzersizin leptin düzeyleri üzerine etkisi
N. Dursun, L. Ogan Keçetepen
P111-Sporcularda gliserol takviyesinin serum kortizol düzeyleri üzerine
etkisi
O. Çakmakçı, T. Keçeci, S. Patlar
P112-Sedanterlerde akut submaksimal egzersizin serum epinefrin düzeyleri
üzerine etkisi
O. Çakmakçı
P113-Sedanterlerde gliserol takviyesinin plazma ANF (atrial natriüretik
faktör) düzeyleri üzerine etkisi
O. Çakmakçı, T. Keçeci, S. Patlar
P114-Sıçanlarda akut egzersizin karaciğerde yarattığı oksidatif stres üzerine
melatonin uygulamasının etkisi
S. Temoçin, M. Serter, K. Ergin, E.M. Demir, S. Çeçen, T. Boylu, L. D.
Kozacı
P115-Yaşlı erkeklerde izokinetik egzersizlerin kas gücüne etkisi
S.A.Yıldız, İ. İpseftel
P116-Karnitinin sıçanlarda yüzme egzersizinde dayanıklılık süresi üzerine
etkisi
S.Gültürk, A. Demirkazık, S. Erdal, T. Demir
P117-Erkek tekvandocularda kamp döneminin bazı solunum parametreleri
üzerine etkisi
S.Patlar, O. Çakmakçı, E. Boyalı, E. Çakmakçı
P118-Sporcularda gliserol takviyesinin plazma aldosteron düzeyleri üzerine
etkisi
S.Patlar, E. Keskin, O. Çakmakçı
P119-Sedanterlerde gliserol takviyesinin plazma renin düzeyleri üzerine
etkisi
S.Patlar , E. Keskin, O. Çakmakçı
P120-Pamukkale üniversitesi spor bilimleri ve teknolojisi yüksekokulu
öğrencilerinin fizyolojik profilinin belirlenmesi
A.Yapıcı, E.Bozyiğit, U.Dündar
20.30
GALA YEMEĞİ
22 EYLÜL 2005 CUMA
9.00-9.40
9.00-9.40
21. OTURUM
(Başkanlar: Prof Dr.Tuncay Özgünen, Prof.Dr.M.Hanifi Emre)
SALON A
KONFERANS-17: Descartes'tan Eccles'a beyin araştırmalarının öyküsü
(Prof.Dr.Yalçın Yetkin - Yüzüncü Yıl Üniversitesi)
9.40-9.50
Kahve Arası
9.50-1110
22. OTURUM
(Başkanlar: Prof.Dr.Gönül Şimşek, Prof.Dr.Ertan Yurdakoş)
SALON A
9.50-10.30
KONFERANS-18: Eski bir soruya yeni yanıtlar: Niçin uyuruz?
(Doç.Dr. Levent Öztürk - Trakya Üniversitesi)
10.30-11.10
KONFERANS-19: Kisspeptin: Yeni bir endokrin düzenleyici mi?
(Doç.Dr. Bayram Yılmaz - Fırat Üniversitesi)
11.10-11.20
Kahve Arası
11.20-12.00
23. OTURUM
Poster Başında Tartışma
1 : (Başkanlar: Prof.Dr.Ayşe Doğan, Prof.Dr.Fehmi Özgüner) (121-138)
P121-Aydın 2. lig profesyonel ve amatör lig futbolcularında BIA yöntemi ile
vücut kompozisyon ölçümleri
S.Karakaş, Y. Yıldız,H. Köse,R.O. Ek, S. Temoçin, K. Kızılkaya
P122-Sedanterlerde akut submaksimal egzersizin plazma renin ve
aldosteron düzeyleri üzerine etkisi
S. Patlar, O. Çakmakçı
P123-Dört haftalık kronik orta şiddetteki aerobik egzersizin lökosit ve
lökosit alt grupları üzerindeki etkisi
S. Patlar, O. Çakmakçı
P124-Yüzücülerde oksijen tüketimi ve anaerobik pik güç
Ö. Kasımay, C. Ayabakan, F. Akalın, H. Kurtel
P125-Basketbolcularla sedanterlerin plazma leptin ve çinko düzeylerinin
karşılaştırılması
Ş. Arıkan, H. Akkuş, İ. Halifeoğlu, A. K. Baltacı
P126-Elit haltercilerle sedanterlerin plazma npy ve çinko düzeylerinin
karşılaştırılması
Ş. Arıkan, H. Akkuş, İ. Halifeoğlu, A. K. Baltacı
P127-Tavşanlarda amitraz zehirlenmesinin glikoz-6-fosfat dehidrojenaz
enzimi üzerine etkisi
A. Bülbül, S.M. Soylu, M. Şireli, A. Filazi, T. Bülbül
P128-Akut flor zehirlenmesinin nitrik oksit ve methemoglobin oluşumu
üzerine etkisi
A. Bülbül, M. Şireli
P129-L-arjinin ve 7-nitroindazol'ün demirin neden olduğu serebellar
purkinje hücre kaybına etkileri
F. Bağırıcı, S. Gültürk, R. Kozan, F. Sefil, M.Ö. Bostancı
P130-Sıçanda demirin neden olduğu serebellar purkinje hücre kaybına NOS
inhibitörü L- name'nin koruyucu etkisi
R.Kozan, F.Bağırıcı, F.Sefil, M.Ö.Bostancı
P131-Sülfitle muamele edilen hiperkolesterolemik sıçanlarda görsel
uyarılma potansiyel değişiklikleri ve E vitamininin koruyucu rolü
F.Savcıoğlu,G.Hacıoğlu, Ö. Köse, P.Yargıçoğlu, A.Ağar
P132-Kafeik asit fenetil esterin kadmiyuma bağlı kalp dokusu hasarı üzerine
koruyucu etkisi
H.Mollaoğlu, A. Gökçimen, F. Özgüner, F. Öktem, A. Koyu, A. Koçak,
H. Demirin,O. Gökalp, K. Üçok
P133-Akut ve kronik nikotinin nukleus akkumbens “CORE” ve
“SHELL”de DOPAC düzeyine etkisinde cinsiyet farkı
Y.H. Doğan, S. Demirgören, Ş.Pöğün
P134-Sıçanlarda farklı dozlarda deksametazonun ileum mikrobiotasına
etkileri
H.Ünsal, M.Balkaya, C. Ünsal, H. Bıyık, G. Başbülbül, E. Poyrazoğlu
P135-Amonyağın sıçan böbreğinde ksantinoksidaz enzimine etkisi
O. Elmas, S. Çalışkan, O. Elmas, N. Gümral, A. Koyu
P136-Taurin, melatonin ve n-asetilsisteinin kadmiyuma bağlı akciğer
hasarındaki etkileri
N. Aydoğdu, H. Erbaş, K. Kaymak
P137-Farklı şiddetlerde uygulanan kuvvet antrenmanlarının hemoreolojik
parametreler üzerine akut ve kronik etkileri
H. Çakır, P. Atsak, N. Gündüz, B. Akdağ, M. Bor-Küçükatay
P138-Sıçanlarda hamilelik süresince yapılan egzersizin plasenta hücre
ölümü varlığı ve maternal plazma GH, IGF-I ve IGFBP-3 düzeylerine
etkileri
G. Turgut, P. Atsak,A.Ç. Tufan, S. Turgut
2: (Başkanlar: Prof.Dr.Sadettin Çalışkan, Prof.Dr.Şenol Dane) (139155)
P139-Yeni bir siklooksijenaz-2 inhibitörü parekoksib'in izole sıçan
miyometriyumunda spontan ve prostaglandinle indüklenen kasılmalara
etkisi: bir in vitro dismenore modeli
A. Ayar
P140-Parekoksibin izole sıçan miyometriyumunda oksitosinle uyarılmış
kasılmalar üzerine inhibitör etkisi
A. Ayar, M. Özcan
P141-Fare oosit / zigotunda Cl / HCO3- değiştirici aktivitesinin mayotik
matürasyon sürecindeki değişimleri
A. Çetinkaya, Ş. Erdoğan, Ç. Zeren, A. Doğan
P142-Stresli uyaran ve 5-androstan-3-ol-16-one (AND) varlığında
gözlenen bazı psikofizyolojik değişimlerin menstrual siklusun farklı
evrelerinde incelenmesi
Ç. İşman, Z. Olgaç, D. Seyhan, D. Bulut,T. Alıcı
P143-Postmenapozal kadınlarda çinko uygulamasının serum östrojen ve
progesteron düzeylerine etkisi
F. Sunar, Z.I. Görmüş, A.K. Baltacı
P144-Seminal sıvı şeker düzeyleri ile embden meyerhof yolu arasındaki
ilişki
H. Leventerler, S. Taga, S. Solmaz, N. Dikmen
P145-Sigara içen gebelere diyet ile vitamin verilmesinin kordon kanı lipit
profili ve antioksidan enzim aktiviteleri üzerine etkileri
S. Acun, A.Z. Karakılçık, M. Zerin
P146-Ratlarda doksorubisine bağlı karaciğer hasarına karşı erdosteinin
koruyucu etkisi
M. Yağmurca, O. Baş, H. Mollaoğlu, Ö. Şahin, A. Nacar, Ö. Karaman,
A. Songur
P147-Sıçanlarda 2,4-dichlorophenoxy acetic acid ve endosulfan'ın
androjenik ve anti- androjenik etkilerinin hershberger metoduyla
araştırılması
Ö. Bulmuş, B. Yılmaz, Z. Şahin, S. Sandal, H. Keleştimur
P148-Cuprizone demiyelinasyon ve remiyelinasyonu: Elektrofizyolojik
bulgular
C. Ünsal, M. Özcan
P149-Sıçanlarda yem kısıtlamasının bazı kan parametrelerı ve sekum
mikrobiotasına etkileri
H. Ünsal, Ü. Çötelioğlu
P150-Deksmedetomidin'nin, topikal nimesulid, celecoksıb ve DFU'nun
antinosiseptif etkisini arttırması
B. Karadaş, T. Kaya, S. Gültürk, A. Parlak, A. Çetin, N. Durmuş, A.
Otağ
P151-Fizyoloji pratik derslerinde hayvan kullanımına ilişkin hacettepe
üniversitesi tıp fakültesi öğrencilerinin görüşleri
Z.D. Balkancı, B. Pehlivanoğlu, A. Erdem, M. Tuncer, E. Karaağaoğlu
P152-Kalabalık sınıflarda fizyoloji pratik derslerinin iyileştirilmesi ve
öğrenci memnuniyeti; HÜTF fizyoloji anabilim dalı deneyimi
Z.D.Balkancı, B. Pehlivanoğlu, A.Erdem, M. Tuncer, N.H. Dikmenoğlu,
S. Bayrak, E. İleri, İ. Karabulut, A.M. Sevgili, S. Yörükan, M. Elçin, E.
Karaağaoğlu
P153-Sülfit'in hücresel toksisitesinde plazma proteinlerinin önemi
V. Küçükatay, a.i. kaya
P154-Nepeta cadmea boiss' in fizyolojik parametrelere etkisi
H. A. Erken, G. Erken, İ. Aslan, A. Çelik, O. Genç
12.00-13.00
Öğle Yemeği
13.00-14.30
24. OTURU
(Başkanlar: Prof.Dr.Cem Şeref Bediz, Prof.Dr.Cihat Güzel)
SALON B
13.00-14.30
Sözlü Bildiriler: (25 31)
25- Manyetik rezonans (MR) görüntüleme sistemi ile beyin korteks hacmi
ve yüzey alanının hesaplanması
C. Gündoğdu, İ. Can, D. Ünal, S. Can, C. Bağcı, S.Kaplan, B. Ünal
26-Corti organının frekans seçiciliğinde dış tüy hücrelerinin baziler
membran üzerindeki etkisi: yeni bir hipotez
E. Bulut, L. Öztürk
27-Sirkadiyen tipi farklı gençlerde öznel uyku kalitesi ve psikopatolojik
özellikler
S.A.Vardar, E. Vardar, T. Molla, Ç. Kaynak, E. Ersöz
28- Skleroderma hastalarında 'Dysanapsis'
B.Müsellim, N.Koç, G.Öngen
29-Simvastatin'in sıçanlarda günlük aktivite ve psikomotor performansa
etkileri
Ş.H. Baytan, M. Alkanat, M. Okuyan, A. Akgün
30-Alkolün öğrenme merkezleri üzerindeki etkilerine karşı propolisin
koruyucu rolü
Z.Yılmaz, M.H.Emre
31-Aromataz enzim inhibitörü letrozolün intakt sıçanlarda
katekolaminerjik nörotransmitter seviyeleri, NCAM ekspresyonu ve
kognitif fonksiyonlar üzerine etkileri
M.Aydın, B.Yılmaz, E.Alçin, V.S.Nedzvetskii, Z.Şahin, M.Tuzcu
13.00-14.30
13.00-14.30
25. OTURUM
(Başkanlar: Prof.Dr.Ömer Bozdoğan, Doç.Dr.Osman Genç)
SALON C
Sözlü Bildiriler: (32 38)
32-Adenozin'in iskemi ve reperfüzyon ile uyarılan aritmiler üzerine etkisi
Ö.Bozdoğan, E.Gonca, N.Ekerbiçer, R. M.Nebigil
33-Maternal hiperhomosisteineminin neden olduğu geciken beyin
gelişimine melatoninin etkisi.
G.Baydas, S.T.Koz , M.Tuzcu
34-Önemli bir kimyasal savaş ajanı olan mustardın toksik etkilerinin
önlenmesinde melatoninin etkinliği
T.Topal, H.Yaren, B. Kurt, B. Uysal, M. Özler, Ş. Öter, A. Korkmaz, H.
Bilgiç
35- Şizofreni ve panik bozuklukta el tercihi, göz tercihi ve çapraz el-göz
dominansı
S.Yıldırım, E.Oral, N. Ustaoğlu, Ş.Dane
36-Deneysel septik şok modellerinde endotelin reseptör blokörü
tezosentanın mezenter kan akımı ve organ hasarına etkileri
A.Erdem, A.M.Sevgili, F.Akbıyık, P.Atilla, N.Çakar, Z.D.Balkancı,
A.B. İskit, M.O.Güç
37-Taurinin septik şoktaki organ hasarına etkisinin histopatolojik
incelenmesi
A.Erdem, A.M. Sevgili, P.Atilla, N.Çakar, A.B.İskit, D.Balkancı,
M.O.Güç
38- Eritropoietin tedavisinin U-937 monositlerde LPS uyarımı sonucu
sitokin yapımına etkisi
N.Yazıhan, Ö.Karakurt, F.Kocaay, H.Ataoğlu
14.30-14.40
Kahve Arası
14.40-16.00
ÖDÜL TÖRENİ, DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ
K-1
HAYAT; AKARSU İÇİNDE BAŞLAMIŞTIR, AKARSU İÇİNDE DEVAM
EDİYOR.
ABİDİN KAYSERİLİOĞLU
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Emekli, İSTANBUL
[email protected]
Oparin ilk olarak Rusya'da 1924 yılında yazdığı sonra Amerika'da yayınladığı hayatın kaynağı
kitabında “ilkel çorba” diye tarif ettiği metan, amonyak hidrojen ve su buharının bulunduğu
ortamda güneş ışığının etkisi ile hayat gelişir diyerek modern teorinin öncülüğünü yapmıştır.
Haldane ve Urey hayatın başlangıcına ve yerkürenin ilk dönemlerindeki atmosfer
bileşenlerine ait teorileriyle modern görüşün öncüleri arasına katılmışlardır. Urey in öğrencisi
olan Stanley Miller Oparin ve Urey in ilkel atmosfer bileşenlerinin içinden oksijensiz ortamda
yüksek voltajlı elektrik arkından geçirerek amino asitlerin oluştuğunu bulmuştur. Buna benzer
çalışmalar yapılarak doğrulanmış ve 1961 de Joan Oro' su içinde hydrogen cyanide ve
amonyaktan adenin elde etmiştir. RNA, DNA ve ATP de bulunan adenin' oluşturularak hayatın
başlangıcına doğru ilk adımlar atılmıştır.
Yerküre bir ateş parçası iken soğumaya başladı. Böyle bir kitlede yüzeyinin %70 şini
kaplayacak şekilde suyun bulunması şaşırtıcıdır. Bu suyun buz kitlelerinden oluşan kuyruklu
yıldızların atmosfere sürtünmesi ile eriyip milyarlarca yıl içinde okyanusları oluşturduğu ileri
sürülmüş ve son yıllarda NASA nın gözlemleri ile de bu doğrulanmıştır. Uzaydan gelen bu
sular , tozlar ve göktaşları ile aminoasitlerin yerküreye geldiği de gösterilmiştir.
Okyanuslar yerkürenin %70’ini kaplar ve dünyamızın toplam hacminin % 15'i kadardır.
Okyanuslar durgun su birikintileri değildir. Gulf Stream incelendiğinde bu su akıntısının her
saniye taşıdığı su Missipi nehrinin taşıdığından bin misli fazladır. Bu akıntı soğuyup
okyanusların derinliklerine iner ve birlikte oksijeni de okyanusların derinliklerine taşıyarak
derinlerde hayatın devamını sağlar.
İnsan organizmasının %56 sı sudur. Su fizik özellikleri ile canlılığın devamı için vazgeçilmez
bir unsurdur. Vücutta su dağılımı hücre içi ve hücre dışı kompartımanlarına ayrılmıştır. Hücre
dışı kompartımanına iç ortam denir. Bu terimi ilk defa Claude Bernard “ milieu interieur”
olarak kullanmıştır. Canon iç ortamın statik koşullarda korunmasına “homeostasis” terimini
kullanmıştır. Bu ortamın değişen koşullarda dengede tutulması hücreler çevresinde sürekli
akıntının dolaşım sistemi ile sağlanması ve böbrekler, hormonlar ve susama hissi ile
olmaktadır.
Egzersizde sıcak yaz günlerinde litrelerce su kaybedilmektedir, bu şartlarda yeni düzenlemeler
ve ayrıca özel su içme programları oluşturulmuştur.
K-2
Transplantation of pancreatic islets contained in alginate
capsules
Abdülkadir Ömer
Joslin Diabetes Center, Section on Islet Transplantation , Harvard Medical School
[email protected]
Pancreatic islet transplantation is a promising treatment for patients with type one diabetes
mellitus and frequent hypoglycemia. However, limited organ supply and need of
immunosuppression are limiting factors to bring the islet transplantation as a treatment for the
majority of the diabetic population. The search for unlimited cell sources focused on stem cells
and use of islet cells from other species. The alternative of using pig islets and transplanting
them after they are enclosed with biocompatible materials (encapsulated islets) can solve both
problems. The islets contained in the capsules can survive and function since the biomaterial
allows penetration of oxygen, glucose and insulin. Several polymer materials such as alginate,
agarose have been successfully used to capsulate the islets. It has been shown that
encapsulation can protect the islets against allorejection and xenorejection in rodent transplant
models. Current studies are ongoing to improve the survival of encapsulated islets in large
animal models, which can ultimately be applied to human subjects.
Aljinat içinde kapsüle edilmis olan pankreas langerhans adacıklarının transplantasyonu
ile diyabet tedavisi
Adacık nakli, son yıllarda sık hipoglisemisi olan tip 1 diyabetlilere tedavi seçeneği olarak
başarı ile uygulanmaktadır. Insan kadavrasından alınan pankreas sayısının sınırlı olması ve
nakil sonrası immunosupresif ilaç kullanım zorunluluğundan dolayı, adacık naklinin
kullanilabileceği hasta sayısı sınırlı düzeyde kalmaktadır. Alternatif arayışlar içinde kök hücre
calışmaları ve başka tür canlılardan adacıkların elde edilmesi konularında ilerleme
sağlanmıştır. Örneğin domuz adacıklarının elde edilmesi ve biyolojik olarak uyumlu
materyelin içine konulduktan sonra transplante edilmesi ile yapılan calışmalar bu iki büyük
sorunun cözülebileceğini ve tip1 diyabetlilere tedavi olarak sunulabilecegini göstermektedir.
Kapsüllerin içine konulduktan sonra diyabetik farelere nakledilen adacıklar, allojeneik ve
xenojenik immun reaksiyona karşı adacıkları korumakta, alıcı farelerin ve ratların kan şekerini
normale indirebilmekte ve uzun süre normalde tutabilmektedir. Enkapsülasyonda kullanılan
adacıkların cevresindeki materyel polimer yapıda olup genellikle aljinat ve agaroz turevi
maddelerdir. Bu maddeler, yarıgeçirgen zar olarak işlev görmekte, oksijen glikoz ve diğer
besin maddeleri içeri girmekte, insülin ve atık maddeler kapsül dışına difüzyonla
çıkabilmektedir. Halen enkapsülasyonla ilgili çalışmalar, insan dışı omurgalılarda devam
etmekte ve insan denemelerine geçiş için hazırlık aşamasındadır.
K-3
Effects of Environmental Contaminants on Human Health:
Cardiovascular, Metabolic, NEuronal and Cognitive Functions
David O. Carpenter
Institute for Health and the Environment, University at Albany, Rensselaer,
NY 12144 USA.
[email protected]
My colleagues and I have investigated a Native American community that resides along the St.
Lawrence River between the US and Canada, and have studied measures of health in relation to
exposure to polychlorinated biphenyls (PCBs). The community has been exposed to PCBs
from contamination of the river from three aluminum foundries that used PCBs as hydraulic
fluids, that then leaked into the river and contaminated the fish that are a major part of their diet.
We have obtained blood samples from some 1,200 adolescents and adults and have analyzed
these bloods for PCBs, three chlorinated pesticides (DDE, mirex and hexachlorobenzene),
cholesterol, triglycerides and fasting glucose, and in the case of the adolescents have
administered a series of cognitive and neurobehavioral tests.
Using the levels of cholesterol and triglycerides as a basis for calculating total serum lipids, we
find that the higher the levels of PCBs, the higher the total serum lipids. The relationship was
strongest for dioxin-like PCBs, where the odds ratio for having elevated serum lipids was 2.6
and was statistically significant. Since elevation of serum lipids is the best documented risk
factor for cardiovascular disease, these observations suggest that exposure to PCBs may
increase the risk of ischemic heart disease and myocardial infarction.
We identified individuals with diabetes on the basis of their either being on anti-diabetic
medication or having a fasting blood glucose level of greater than 125 mg/dl. Of 352 adults in
this part of the study, 71 were diabetic on this basis. The odds ratio for being diabetic in relation
to upper vs. lower tertile of total PCBs was 3.9. In this case the most elevated odds ratio was
found for the phenobarbitol-type PCBs, not those that are dioxin-like. Thus exposure to PCBs
increases risk of diabetes.
Cognitive function is known to be impaired by exposure to PCBs early in life. We studied
adolescents, whose exposure is a combination of prenatal, postnatal via breastfeeding and from
diet at older ages. While those adolescents who were breast fed had higher total PCB levels,
there was a decrement in performance on cognitive tests in relation to current total PCB levels
for both breast fed and non-breast fed adolescents. The most striking relationship with
cognitive decrement was with prenatal exposure. Thus it appears that prenatal exposure to
PCBs causes long-lasting, perhaps permanent, loss of cognitive potential.
These observations show clearly that environmental contaminants perturb several aspects of
human physiological function, but by doing so contribute to human disease. Our observations
suggests an important role of environmental exposure to persistent organochlorine
contaminants, such as PCBs, in the development of chronic diseases such as cardiovascular
disease and diabetes, and support previous studies that demonstrate that early life exposure to
these substances results in altered cognitive function..
K-4
Breast Milk and Breast Milk Cells: Biomarkers of Exposure, Effect,
and Genetic Susceptibility to Breast Cancer
Kathleen ARCARO
University of Massachusetts at Amherst, Department of Veterinary & Animal Sciences,
College of Natural Resources and the Environment, Environmental Sciences Program,
Amherst, MA
[email protected]
Genetic instability is associated with the etiology of breast cancer. It is important, therefore, to
determine the extent to which exposure to environmental pollutants increases genetic
instability in breast epithelial cells. We have addressed this issue by examining both the
pollutants in breast milk and the health of the cells isolated from breast milk samples of women
living in the northeast USA. Levels of pollutants in the breast milk samples were assessed by
either chemical analysis or activity in a reporter assay. Health of breast milk cells was assessed
by determining levels of DNA damage.
In the first study, breast milk samples collected from twenty-one women were analyzed for
levels of 101 polychlorinated biphenyl (PCB) congeners and 8 organochlorine
pesticides/metabolites (Hexachlorobenzene, oxychlordane, pp'-DDE, op'-DDE, -Chlodane,
trans-Nonachlor, Mirex, and cis-Nonachlor). Cells in the milk were separated by
centrifugation within one hour of milk collection, and DNA damage was assessed using the
single cell gel electrophoresis assay under alkaline conditions (also known as the Comet
Assay). Each woman completed a questionnaire providing information on her age, age of her
nursing child, her cigarette smoking history and current exposure, and number of children she
previously nursed.
Mother's age ranged from 21 to 40 years, and child's age ranged from 3.5 to 67 weeks. PCBs
and pesticides were detected in all 21 milk samples. Among women who had not previously
nursed a child (n = 15), there were significant positive correlations between age of the woman
and 1) total PCB level, 2) Hexachlorobenzene level, and 3) pp'-DDE level. None of these
correlations were significant in women who had previously nursed a child (n = 6), indicating
that nursing a child reduces a woman's organochlorine pollutant load. All milk samples
contained cells with detectable levels of DNA damage, but no significant correlations between
levels of pollutants and DNA damage were observed. Since the Comet Assay had been
conducted on the total breast milk cell population, which includes neutrophils, lymphocytes,
erythrocytes as well as breast epithelial cells, we conducted a second study in which DNA
damage was assessed in a pure breast epithelial cell population.
In the second study fifteen women between the ages of 26 and 40 and nursing children between
6 and 60 weeks old, donated a single milk sample. The volume of milk obtained ranged from
21 to 140 mL and contained between 4 and 50 million cells. Epithelial cells, isolated using
immunomagnetic beads, ranged from 3 to 23 percent of the total cell population. The Comet
Assay conducted on these cells revealed a 14-fold difference between the lowest and highest
levels of DNA damage. An extract from each milk sample was examined for activity in an arylhydrocarbon receptor reporter assay which detects the presence of as little as 3.2 ppt of dioxinlike compounds. None of the milk samples had detectable levels of dioxin-like compounds.
Results from these two pilot studies demonstrate that the methods of isolating breast epithelial
cells from milk and examining DNA damage and pollutant load are sensitive and appropriate
for a larger epidemiological study in which milk samples from potentially exposed and
unexposed women are compared.
K-5
OKSİTOSİN VE LENFOSİT AKTİVASYONU
GÜNNUR YİĞİT
İstabul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; İSTANBUL.
yiğitg@İstanbul.edu.tr.
Oksitosin (OT) ve Arginin Vazopressin (AVP) yalnız (2) aminoasidi farklı, nörohormonlardır.
Hipotalamusun supraoptik (SON) ve paraventriküler (PVN) nukleuslarında, magnosellüler
nöronlarda sentezlenirler. Nörohipofizde genel dolaşıma katılır, hedef organlarda etkili
olurlar. OT hormonu uterotonik ve süt ejeksiyonu, AVP kan basıncı regülasyonu ve antiüretik
fonksiyonları ile ön plandadır. Son yıllarda beyinde nörotransmitter yada nöromodülatör
olarak, regülasyon özellikleri araştırılmaktadır. Her iki hormonun birbirini destekleyen ve
tamamlayan etkileri bulunmuştur. OT ve AVP sentezleyen nöronların beyindeki projeksiyon
alanları saptanmış, nöroanatomik haritaları çıkarılmıştır.
Hormon reseptörlerinin beyinde limbik sistem ve otonom merkezlerde yoğunlaşması, afferent
ve efferent liflerle merkezlerin bağlantısı, refleks modulasyonların önemini göstermiştir. OT
ve AVP ile sosyal davranış modellerinin değişebileceği görüşü ortaya çıkmıştır. OT ile sosyal
ilişkilerin kolaylaştığı, agresyonun önlendiği, anne çocuk ilişkisinin kuvvetlendiğini
kanıtlayan deneysel sonuçlar bildirilmektedir. OT maternal, AVP paternal davranışlarla
bağıntılı gösterilmektedir. OT'nin uterusla etkileşimi, doğumla ilişkisi, laktasyonda gerekliliği
yanında, gebe kadını beyin olarak anneliğe hazırlamasındaki rolü konusuda yoğun şekilde
araştırılmaktadır. Cinsel ya da sosyal yaşamda sağlıklı iletişim, OT ile bağıntılı olarak çok
farklı bilim dallarının araştırma alanlarına girmiştir.
Biz konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşıp, OT ile ilgili beyin endokrin, immun sistemler
arasındaki endojen iletişim araçlarından söz edeceğiz. İletişim molekülleri; sitokinler, peptid
hormonlar, nörotransmitter ve reseptörleri şeklinde sıralanabilir. Beyinde reseptör yoğunluğu
sitokinler ve peptid hormonlarla kontrol edilir. İmmun sistemin nöronal kontrolü otonom
sistem üzerinden, hipotalamus ve hipofiz hormonlarıyla düzenlenir. Kompleks nöroendokrinimmun sistem ilişkilerindeki regülatörler; timus, gonad hormonlar, kortikosteroidler,
sitkokinlerdir. OT sentezinden sorumlu PVN bu üç sistemin integrasyonunda merkez
konumundadır. Sistemler arasındaki ortak iletişim yolu reseptörler ve 2. habercilerdir.
OT ve AVP timus bezini aktive ederek timik hormonları salgılatırlar. Her iki hormonun timus
hücrelerinde de sentezlendiği saptanmıştır. Lokal olarak sentezlenen hormonlar parakrin
etkiyle T lenfositlerden Interferon (IFN) gama salgılanmasına neden olurlar. Sitokinin görevi
timusun hormon sentezini sınırlamaktır. Büyüme hormonu (GH) ve Prolaktin (PRL) immun
sistemi geniş sınırlarda etkilerler. Hematopoetik sistemin tümünde GH reseptörleri bulunur.
PRL reseptörleri lenfosit alt gruplarında yoğunlaşır. Uyarılmış lenfositlerden, aktif PRL
salgılanır. Lokal hormonlar otokrin ve parakrin etkiyle immun sistemi tetikler. Sistemik
Dolaşımdaki GH ve PRL ile hücresel ve humoral sistem hücreleri proliferasyona uğrar, timik
hormon sentezi artar, NK hücreleri aktifleşir, nötrofil ve makrofajlarda oksidatif ve enzimatik
öldürme fonksiyonları artar. PRL hormonu OT ile fonksiyonel bağlantısı nedeniyle araştırma
sonuçlarımızla irdelenecektir. Hipotalamus- Hipofiz- Gonad Hormonları ile immun sistem
ilişkisi konferansımızın ana çerçevesini oluşturacaktır. Gebelerde immun profil
çalışmalarımız, gebelik hormonlarıyla bağıntılı olarak, OT hormonu üzerinde odaklanacaktır.
K-6
DOKOSAHEKSAENOİK ASİTİN SANTRAL SİNİR SİSTEMİNE ETKİSİ
AYSEL AĞAR
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ANTALYA
[email protected]
Dokosaheksaenoik asit (DHA) biyolojik sistemlerde bulunan en uzun zincirli çoklu doymamış
yağ asididir. DHA'nın da içinde bulunduğu esansiyel yağ asitleri, hücre membranında
fosfolipid tabakasının entegral bileşeni olarak membran akışkanlığına etki etmektedir.
Membran akışkanlığı ise taşıyıcı proteinlere, hormon ve nörötransmiterlerin reseptörlerine
etki ederek işlevlerinin artmasına veya kaybolmasına neden olmaktadır.
DHA'nın ayrıca hücresel enzimlere de etkisi olduğu bilinmektedir. Diyetle alınan DHA sinir
ileti hızını ve sinaptik veziküllerin boşalmasını değiştirmektedir. DHA, nörötransmiter
salınımını ve LTP'yi artırarak öğrenme ve belleği etkilemektedir. Bunun yanında, görsel
sisteminin gelişiminde rolünün olduğu daha önceki çalışmalarda gösterilmiştir.
Amaç: Hipertansiyon ve Parkinson, toplumda sık görülen hastalıkların başında gelmektedir.
Dolayısıyla çalışmalarımız, her iki hastalıkta da etkilenen öğrenme ve görsel sistem
parametrelerine DHA'nın etkisini ve bu etkinin mekanizmasını araştırmak üzere planlanmıştır.
Yöntemler: Deneyler, hipertansif sıçanlarda ve deneysel Parkinson oluşturulmuş C57BL/6
ırk farelerde yapılmıştır. Deneysel hipertansiyon (1K-1C) sol renal artere 0,2 mm klip takılıp
sağ böbrek çıkarılarak oluşturulmuştur. Hipertansif hayvanlara, iki ay süre ile 36 mg/kg/gün
dozda DHA gastrik gavaj yoluyla uygulanmıştır. Bu sıçanlarda aktif sakınma cevapları şartlı
refleks kafesinde tayin edilmiş, daha sonra görsel uyarılma potansiyelleri (VEP) deri altına
yerleştirilen iğne elektrotları yardımıyla kaydedilmiştir. Deneysel Parkinson, 4x20mg/kg
dozda MPTP (1-methyl-4-phenyl-1,2,3,6-tetrahydropyridine hydrochloride) toksininin 12
saat aralıklarla intraperitonel yolla verilmesi ile oluşturulmuştur. Parkinsonlu farelere bir ay
süre ile 36mg/kg/gün dozda DHA gastrik gavaj yoluyla verilmiştir. Aktif sakınma cevapları
ölçülerek farelerin öğrenme performansları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Hipertansif sıçanlarda yükselen kan basıncının düşmesine (önce 154 mmHg, sonra
112 mmHg) paralel olarak uzayan P2, N2 ve P3 VEP bileşenleri latenslerinin DHA uygulaması
ile kısaldığı saptanmıştır. Aktif sakınma cevaplarının 5. günde kontrol grubunda %33 iken
hipertansif grupta %13'e düştüğü, DHA uygulanmasının ise %34'e varacak ölçüde cevapları
düzelttiği tespit edilmiştir. Parkinson deneylerinde ise kontrol grubunun 5. gündeki aktif
sakınma cevapları %26,8 iken Parkinson grubunda %16'ya düşmüş, Parkinson + DHA
grubunda %23,6'ya yükselmiştir.
Sonuç: DHA tedavi edici olmamakla birlikte hastalıkların ilerlemesini önleyebilir. DHA'nın
koruyucu mekanizması aydınlatılmaya çalışılmıştır.
K-7
PULMONER VASKÜLER RESİSTANSA ETKİLİ FAKTÖRLER
GÜLDEREN ŞAHİN
İstanbul Üni,. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL
[email protected]
Pulmoner vasküler tonus deniz seviyesinde ve fizyolojik istirahat koşullarında maksimal
vazodilatasyona yakındır. Sistemik perfüzyonun vasküler rezistansının 1/10'u kadar olan
pulmoner vasküler resistans (PVR), pasif ve aktif faktörlerden etkilenir. Relatif olarak
vasküler düz kasın miktarının az, intravasküler basınçların düşük olması ve pulmoner
dolaşımın yüksek distensibilitesi, PVR üzerine, ekstravasküler etkilerin çok büyük önemine
yol açar. Bu pasif etkiler; gravite, vücut pozisyonu, transmural basınç, sol atrial basınç, akciğer
hacmi, akım, viskozitedir. PVR üzerine etkili aktif faktörler; hipoksi, K+ kanalları, nöral ve
humoral etkilerdir. Pulmoner dolaşım, otonom sinir sisteminin adrenerjik, kolinerjik ve non
adrenerjik- non kolinerjik lifleriyle zengin bir şekilde inerve olmasına karşın, PVR'ın
otonomik kontrolü çok zayıftır ve esas olarak proksimal kompliansın modülasyonunda
etkilidir. Pulmoner vasküler tonusun vazoaktif mediatörleri prekapiller ve postkapiller olarak
etkilerini oluştururlar. Vazokonstriktör etki oluşturanlar, noradrenalin, serotonin, histamin,
angiotensin II, endotelin, tromboksan A2, leukotrienler C4 ve D4, platelet-aktive edici faktör,
aktive edilmiş oksijen türevleri' dir. Bu mediatörler, pulmoner vasküler düz kas üzerindeki
reseptörlerine bağlanır ve çeşitli mekanizmalarla hücre içi Ca+2 konsantrasyonunu arttırarak,
pulmoner düz kas kontraksiyonu oluşturur. Vazodilatatör etki oluşturanlar, isoprenalin,
dopamin, vazoaktif intestinal peptid, bradikinin, natriüretik peptid, prostaglandin I2/E1,
adenozin'dir. Vasküler tonusun regülasyonunda endotelyum önemli role sahiptir.
Vazokonstriktör olan ve hücre büyümesini uyaran Endotelin (ET1), özellikle pulmoner
dolaşımın başlangıç tonusunu tayin eden prostasiklin (PGI2) ve ayrıca NO endotelyumdan
salınır. Endotelyumdaki fonksiyonel değişiklik sonucu ET1 in yanında angiopoietin-1 in
arttığı ve serotonin salınmasının kuvvetlendiği, NO ve prostasiklin metabolizmasının
değiştiği, K+ kanal fonksiyonunun azaldığı görülür. Belirtilen pasif ve aktif etkilerdeki
normalden değişimlerin pulmoner vasküler resistans üzerindeki etkileri ve pulmoner
hipertansiyonun gelişmesine yol açmaları ayrıntılı bir şekilde açıklanacaktır.
K-8
YÜKSEKÖĞRETİMDE YENİ EĞİLİMLER
CAFER Marangoz
Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Tıp fakültesi, Fizyoloji AD; SAMSUN
[email protected]
Son yıllarda yükseköğretimin, yapı, organizasyon ve yönetim şeklinde önemli değişiklikler
meydana gelmiştir. Artık yükseköğretim kitle eğitimi dönemini de geride bırakarak tüm
toplumun eğitim-öğretimini üstlenme devresine girmiştir. Dünyada öğrenci ve öğretim
elamanı hareketliliğinin aşırı ölçüde artması yükseköğretimi en önemli ekonomik sektörlerden
biri haline getirmiştir. Diğer taraftan, girişimci üniversite ve bilgiye dayalı ekonomi
kavramları ile birlikte üniversitelerin bir büyük şirket gibi yönetilmeleri ve üst akademik
idarecilerin özel liderlik eğitimi görmeleri gerektiği ileri sürülmektedir. Yani meslektaşların
yönettiği bir üniversiteden, meslektaş olan veya olmayan profesyonel liderlerin yönettiği bir
üniversiteye yönelim söz konusudur. Bu konu, aynı zamanda kamu sektörünün ve kamu
yönetiminin yeniden yapılandırılması süreciyle de yakından ilgilidir.
Kamu yönetiminin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili temel modellerden birisi, verimliliği esas
alan işletme modelidir. Bu modelin temel amacı kamu sektörünü, özellikle girdiler-çıktılar ve
verimlilik bakımından ticari kurumlara benzetmektir. Yükseköğretimin yeniden
yapılandırılmasında beş önemli eğilimden söz edilmektedir: 1) Kurumsal özerklik (otonomi),
2) Genişletme ve çeşitlendirme, 3) Uyum ve ahenk (harmonizasyon), 4) Pazarlama
(marketizasyon), 5) Kalite güvencesi, kalite kontrolü ve hesap verebilirlik.
Amerikan yükseköğretiminde öteden beri var olan, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde ise daha
yeni bir eğilim sayılan marketizasyon anlayışı, beraberinde yeni yönetim ve yeni yönetici
anlayışını getirmektedir. Bu eğilim Avrupa yükseköğretiminde en önemli değişim olarak
görülmektedir. Artık yükseköğretim kurumları daha girişimci, daha intibakçı ve daha pazar
şartlarına göre davranır olmuşlardır. Öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliğinin artması
üniversiteler arası yarışı kamçılamıştır. Üniversiteler özel şirketler gibi kar merkezli ve hesap
verebilen kurumlar haline gelmektedir. Öğretim üyeleri daha girişimci olmakta, performansa
göre bütçeden pay alma esası gittikçe yaygınlaşmaktadır.
Anlatılan tabloya elbette itirazlar da vardır. Bu eğilime karşı olanlar, akademik kurumlara dış
güçlerden etki ve baskı olduğunda, iç değerler sisteminin yıkılacağını, “akademik
kapitalizm”in doğacağını ve birer kültür yuvası olan üniversitelerin tahrip olacağını ileri
sürmektedirler.
Üniversitelerin ve diğer yükseköğretim kurumlarının ticari şirketlerdekine benzer bir şekilde
organize edilmesi, yönetilmesi ve girişimci üniversite görüşü, yükseköğretimde liderlik
konusunun tartışılmasını derinden etkilemiştir. Bu konuşmada, yükseköğretimdeki yeni
eğilimler açıklanacak, yeni eğilimler ışığında Türk yükseköğretiminin önemli sorunları,
çıkmaz sokakları ve çıkış yoları belirtilecektir.
K-9
Expression and activity of voltage-gated Sodium channels in
cancer cells: From pathophysiology to molecular biology
Mustafa B A Djamgoz
Neuroscience Solutions to Cancer Research Group, Imperial College London, Division of
Cell & Molecular Biology, South Kensington Campus, London SW7 2AZ, U.K.
[email protected]
Background
Voltage-gated ion channels have classically been investigated in 'excitable' tissues, but recent
evidence suggests that such channels also occur in 'non-excitable' cells where their functions
are much less understood. As regards cancer, a variety of cellular behaviours (eg motility,
secretion), integral to the metastatic cascade, would involve ion channel activity.
Electrophysiology
Abnormally high levels of voltage-gated Na+ channel (VGSC) activity has been detected in
human metastatic prostate cancer (PCa), glioblastomas, oligodendrogliomas, melanomas,
lung cancer, medullary thyroid carcinomas, neoplastic mesothelia and breast cancer (BCa).
Interestingly, where studied, an inverse relationship has been found between VGSC activity
and size of outward currents, thus raising the possibility that metastatic cells are 'excitable'!
Protein-level studies
Western blots and immunocytochemistry confirmed that VGSC protein was expressed in
metastatic PCa and BCa cells. Surprisingly, subcellular fractionation and digital image
analyses revealed that VGSC protein was also present in internalised form in weaklymetastatic cells. Internalised VGSC protein could be trafficked to plasma membrane under the
control of protein kinase A.
Molecular biology
Semi-quantitative and real-time PCRs showed that the predominant VGSC subtypes
expressed in human strongly-metastatic BCa and PCa were Nav1.5 and Nav1.7, respectively.
Importantly, in both cancers, the channel gene was the neonatal splice variant. In the case of
BCa, this resulted in a significant amino acid sequence difference from the adult and we could
raise an antibody that recognised specifically the neonatal channel.
Functional studies
Application of tetrodotoxin, siRNA or antibody suppressed in vitro invasiveness and other cell
behaviours. We concluded that VGSC activity was a significant accelerator of metastatic
tendency.
Pathology and clinical potential
Immunohistochemical and PCR studies of human biopsy tissues confirmed that VGSC
upregulation also occurred in BCa and PCa in vivo. The expression pattern suggested that
channel expression/upregulation could be an early event in metastasis. We concluded that
VGSCs have clinical potential as regards both early, functional diagnosis and novel therapies.
K-10
OKSİDATİF STRES VE STRES PROTEİNLERİ
Mustafa Atalay
Kuopio Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, KUOPİO, FİNLANDİYA
[email protected]
Uzun süreli ve organizmanın kontrolu dışındaki oksidatif stress biyolojik moleküllerin
yapısında hasara neden olabilmekte, dokuların ve organların işlevlerini bozabilmekte ve pek
çok hastalığın patogenezi ile ilişkili olabilmektedir. Oksidatif stress zararlı etkilerinin yanı
sıra, düşük seviyelerinde hücre fonksiyonlarında mesaj iletici rol oynayarak “heat shock
protein” (HSP: stres proteini) sentezi, antioksidan savunmanın güçlenmesi ve doku
rejenerasyonu gibi adaptasyonlarını da regüle etmektedirler. Grubumuzun oksidatif stress'e
yönelik çalışmalarında kullandığı modellerden birisi de fiziksel egzersizdir. Akut, şiddetli
fiziksel egzersiz dokuların oksijen tüketimini dramatik olarak artırarak oksidatif stres'e neden
olmakta ise de, düzenli fiziksel aktivite, endojen antioksidant savunmayı ve HSP cevaplarını
artırarak, dokuların oksidatif stres'e direncini yükseltmektedir. Diğer pek çok kronik
hastalıkta görüldüğü gibi diabetes mellitus da oksidatif stresi artırmakta ve dokuların savunma
eşiğini düşürmektedir. Yaptığımız çalışmalarda sıçanlarda streptozosinin indükte ettiği
diyabet, HSP72 düzeylerini kalp, karaciğer, böbrek ve iskelet kasında düşürdü. Diğer taraftan
diyabet incelenen tüm dokularda oksidatif stresi ve protein oksidasyonunu artırdı ve
inflamasyona neden oldu. Endurans antremanı HSP72 seviyelerini gerek kontrol, gerek
diyabetik sıçanlarda artırdı. Antioksidan eklemeler ise oksidatif stresi azatırken, HSP
adaptasyonlarını da azalttı. Sonuç olarak; HSP sentezinin regulasyonu mutlifaktöriyeldir ve
oksidatif stress bu faktörlerden ancak bir tanesidir. Akut bazda oksidatif stressi ve stress
proteinlerini artıran fiziksel aktivite uzun sürede oksidatif stresi azalmakta, stres proteini
cevaplarını ve diğer biyolojik adaptasyonları güçlendirmektedir.
K-11
TIP FAKÜLTESİNDE MÜFREDAT OLUŞTURULMASI: TEMEL BİLİMLER
İLE FİZYOLOJİNİN MÜFREDATTAKİ YERİ
Berrak Ç. YeğEn
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, İSTANBUL
[email protected]
Tıp Fakültesi müfredatının, mezunlarının tıp mesleğini icra edebilmesi için uygun bilgi, beceri
ve tutum ile donanmış, yaşam boyu öğrenim alışkanlıkları kazanmış, hizmete gönüllü kaliteli
hekimler yetiştirecek şekilde planlanması beklenmektedir. Müfredat, eğitim programı modeli
ne olursa olsun, değişik disiplinlerin bakış açısıyla, tıbbın bilimsel temellerini kapsamalı, etik,
davranış ve tıbbı ilgilendiren sosyoekonomik konulara da yer vermelidir. Günümüzde tıp
eğitimi müfredatının planlanmasında fakülteler yeni arayışlara yönelmektedir. Bu değişim
arayışlarına neden olan güncel sorunlar, bilginin giderek çok artması, programlarda uygun ya
da gerekli olmayan çok fazla bilgiye ya da ayrıntılara yer veriliyor olması, buna karşın temel
kavram ve prensipler üzerinde yeterli vurgu olmaması olarak sıralanabilmektedir. Klinik
öncesi ve klinik dönem eğitimlerinin ayrı olması ve çoğu kez bütünleştirici ya da uyumlu
olamaması, sunumların çoğu kez motive edici olmayıp pek az eğitsel yöntem çeşitliliği
içermesi de, müfredat tasarımlarının gözden geçirilmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Dünyada birçok tıp fakültesinde müfredatın disiplinlere dayalı olmak yerine mezun profiline
dayalı olarak yeniden planlandığını, tek disipline dayalı programlar yerine disiplinler arası
ayrımın kaybolduğu, klinik ve klinik öncesi ayrı dönemlerin entegre hale getirildiği, konuların
kısıtlanıp çekirdek müfredatın dikkate alınarak kavramlar ve genel prensiplere dayalı
müfredat tasarımları yapıldığını gözlemekteyiz.
Müfredatın tasarımında toplumda en sık karşılaşılan sağlık problemleri, doktorun yetkinlikleri
(neyi bilmesi ve neyi yapabilmesi gerektiği), o tıp fakültesi mezununun ne öğrenmesi gerektiği
tanımlanmalıdır. Müfredatın planlanması ve kontrolü için müfredat kurulu, farklı düzeylerde
yapılandırma ve geliştirme çalışmaları için planlama grupları oluşturulmalıdır. Bu
çalışmalarda klinik ve temel tıp bilimlerinden öğretim üyelerinin yeterli katılımları
sağlanmalıdır.
Fizyoloji bilimi, hekimlik mesleğinin bilimsel ilkelerinin kazanılmasında temel disiplin olma
özelliğini taşıdığı gibi, müfredatın mantıksal sıralamasında, içeriğin koordine edilmesinde de
kritik bir köprü görevi görmektedir. Bu nedenle, fizyoloji disiplinine ait içeriğin
yerleştirilmesinde yol gösterebilmek için, müfredatın hem tasarımında hem de yönetiminde
fizyoloji eğitmenleri liderlik yapmak ve yön vermek amacıyla sorumluluk almalıdırlar.
K-12
OKSİDE LDL VE ATEROSKLEROZ
GÖNÜL.ŞİMŞEK
İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi .Fizyoloji Anabilim Dalı, İstanbul
[email protected]
Ateroskleroz gelişiminde lipoprotein metabolizması büyük önem taşımaktadır.Bunlardan
özellikle LDL, okside LDL'ye dönüştüğünde aterojenik özellik kazanır.LDL genellikle
endotelyal membrandan arteryal duvara geçtikten sonra çeşitli molekül veya enzimlerle
oksitlenerek okside LDL'ye dönüşür.LDL.normalde özel reseptörleri aracılığı ile hücre
içine alınır..Hücrede kolesterol konsantrasyonu arttığında hücrenin LDLreseptörleri
azalır.Böylece intrasellüler kolesterol konsantrasyonu kontrol edilir. Ancak LDL okside
LDL ye dönüştüğünde bu reseptörlerden farklı 'scavencer'reseptörleri olarak adlandırılan
reseptörler aracılığı ile kontrolsüz bir şekilde hızla içeri alınır.LDL'nin hücre içine hızlı ve
düzensiz alınımı ağır kolesterol birikimine ve böylece makrofajların köpük hücrelerine
dönüşümüne neden olur.Aterosklerozun erken evresinde görülen yağsı çizgiler köpük
hücrelerinin subendotelyal toplanmasından ibarettir.Okside LDL, aterojenik olaya çeşitli
mekanizmalarla katılır. Okside LDL; monositleri damar lümeninden subendotelyal alana
çeker ve makrofajlara dönüştürür. Düz kas hücre migrasyonunu ve proliferasyonunu
indükler, endotelyal hasar oluşturabilir. Köpük hücrelerinin birikimi, düz kas hücre
migrasyonunu ve proliferasyonu intimal kalınlaşmaya neden olur. Arteryal lümen daralır ve
vazodilatatör kapasite bozulur. Nitrik oksitin inhibisyonuna, endotelinin stimulasyonuna
neden olarak vazokonstriksiyonu indükleyebilir. Ayrıca okside LDL endotelin prokoagulan
aktivitesinin artmasına,fibrinolitik aktivitesinin azalmasına neden olur. HDL ile ilşkili
enzim paroksanaz, LDL' nin oksidasyonunu inhibe edebilir.
K-13
ROLE OF COMPLEXIN IN SYNAPTIC TRANSMISSION
Robert H Chow
Department of Physiology and Biophysics, Zilkha Neurogenetic Institute, University of
Southern California, Los Angeles, CA 90089
[email protected]
Properly regulated synaptic transmission is crucial for functional neural circuits. The work
here studies how complexin (CPX), a small presynaptic protein that binds stoichiometrically to
the SNARE complex, regulates exocytosis. At least 3 distinct steps are involved before
synaptic vesicles release neurotransmitters: (1) docking of vesicles at the presynaptic
membrane; (2) priming of vesicles to a readily releasable state; and (3) calcium-dependent
fusion of vesicle membrane and plasma membrane, resulting in the release of the vesicle
contents. Neurons lacking complexin 1 and 2 show dramatically reduced Ca2+-dependent
neurotransmission, but due to the technical difficulties in studying neurons, the step at which
complexin plays a role is still unknown. We chose as our model system the adrenal chromaffin
cell, which shares the same release machinery as neurons but is more amenable to studies of
exocytosis mechanisms. We used knock out mice (mice lacking complexin 2, the only
complexin isoform expressed in chromaffin cells) and combined biophysical approaches to
tease out the role of complexin in the three distinct exocytosis steps outlined above. The
approaches used to monitor secretion included membrane capacitance measurements, which
tracks membrane addition and removal, and amperometry, which is a fast and sensitive
electrochemical measurement of the released catecholamines. We elicited calcium elevations
to trigger secretion by repeated step depolarizations or ultraviolet flash photolysis of caged
calcium. Amperometry on complexin 2 knockout chromaffin cells revealed no obvious
changes in kinetics of transmitter release at the single vesicle level, suggesting that complexin
2 is not involved in modulating the kinetics of early fusion pore that connects the vesicle
membrane and plasma membrane. On the other hand, capacitance responses in knockout
chromaffin cells were markedly diminished, especially the early steps in a train of
depolarizations and the early burst phase for caged calcium photolysis. Transduction of
knockout cells using semliki forest virus vector encoding for complexin 2 restored the size of
the capacitance responses to step depolarizations and to caged calcium photolysis. The
reduction in the early capacitance responses indicates either that the size of the readily
releasable pool is reduced, such as may occur if priming of vesicles depends on complexin 2, or
the calcium sensitivity of vesicle fusion is diminished. The studies are ongoing, and we look
forward to reporting our conclusions on the role of complexin 2 in regulating exocytosis.
K-14
REFLEKS ÖLÇÜMLERİ, SON GELİŞMELER, STANDARDİZASYON
KEMAL S. TÜRKER
Discipline of Physiology, School of Molecular and Biomedical Sciences, University of
Adelaide, Adelaide, S.A.5005; AVUSTRALYA
[email protected]
Deney hayvanlarında sinir sisteminin incelenmesinde direk metodlar kullanılarak sinapsların
işleyişleri, presinaptik ve postsinaptik etkileşimler araştırılmıştır. Deney hayvanlarının aksine,
insanda santral sinir sisteminin çeşitli unsurlarının çalışmaları sadece indirek olarak
incelenebilmektedir. İndirek çalışmalarda bir/birkaç reseptör sistemi elektriksel yada mekanik
olarak uyarılır. Bu uyarıya sinir sisteminin verdiği yanıt kaslara yerleştirilen elektrotlar ile
kaydedilir. Bu yöntem, şu ana kadar, insan sinir sisteminin işleyişi hakkında son derece ilginç
bilgilerin açığa çıkmasını sağlamıştır. Ancak indirek çalışmalar, indirek olmalarından dolayı
çeşitli hataları içermektedirler. Bu hataların önüne geçebilmek ve refleks çalışmalarının
standardizasyonu sağlamak için yeni bir metod geliştirdik.
Bu metodu geliştirebilmek için hipoglosal motor nöronları içeren sıçan beyin dilimlerini
(brain slices) kullandık. Bu preparattaki motor nöronları, önce tonik bir şekilde ve insandaki
motor birimlerin çalıştığı gibi çalıştırıp, içerilerine bilinen sinaptik potansiyelleri enjekte ettik.
Bu şekilde, motor nöronun içerisine enjekte ettiğimiz potansiyeli bildiğimiz ve çıkan aksiyon
potansiyelleri de yazdırabildiğimiz için, bu iki faktör arasında bir ilişki kurmamız mümkün
oldu. Kurduğumuz bir analiz protokolü, motor nöronun çalışma sıklığına ve frekansına bağlı
olarak bilmediğimiz sinaptik potansiyelleri de doğru tahmin etmemizi beraberinde getirdi. Bu
yeni buluş, şu ana kadar kullanılan indirek tekniklerin özünde bulunan ve yanlış sinir ilişkilerin
ileri sürülmesini beraberinde getiren hataları ortadan kaldırılacak bir buluştur. Bu yeni metod,
şimdiye kadar yapılmış olan reflekslere dayalı tüm sinaptik potansiyel ölçümlerin, bu metodu
kullanarak yeniden yapılması gerekliliğini de ortaya koymuştur.
Sinir sisteminin değişik fonksiyonel birimlerinin birbirleriyle ilişkilerini doğru tahmin
etmenin önemi yadsınamaz ve bu yüzden tüm sinir bilimleri araştırıcılarına bu yeni ve hatadan
arındırılmış ve standardize edilmesi kolay olan sistemi önemle tavsiye ederiz.
Bu çalışma Avustralya Millî Sağlık ve Tıp Araştırma Konseyi (NH&MRC of Australia)
tarafından desteklenmiştir.
K-15
KARNOZİN
Sami AydoğAn
Erciyes Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; KAYSERİ
[email protected]
İlk kez Gulewitsch ve Amiradzibi tarafından 1900 yılında et ekstraktlarından izole edilen
karnozin, β-alanil-L-histidin yapısında, suda çözünebilen fizyolojik bir dipeptiddir.
Homokarnozin ve anserin gibi aminoaçil histidin dipeptidlerin en basit üyesidir .Vücutta
endojen olarak sentez edilen karnozin, özellikle iskelet kası ve beyin gibi uyarılabilir ve uzun
ömürlü dokularda 20 mM gibi yüksek konsantrasyonlarda bulunmakta ancak yaşlanma ile
azalmaktadır.
Karnozin, karnozin sentetaz ile β-alanin ve L-histidin amino asitlerinden sentezlenir. Geniş bir
substrat özgüllüğüne sahip karnozin sentetazın sitozolde bulunduğu ve farklı dokularda tüm
aminoaçil histidin dipeptidlerini sentezleyebildiği bilinmektedir.Fizyolojik şartlarda
,karnozinin yıkılmasından sorumlu enzim ise karnozinaz enzimidir. Doku karnozin düzeyleri
diyetten etkilenmektedir. Diyette histidin eksikliği, iskelet kası karnozin düzeyini azaltırken,
histidin takviyesi bu oranı artırmaktadır. Kas dokusu karnozin seviyeleri; açlık , enfeksiyon ,
travma ve şoktan sonra azalmaktadır.
Karnozin ile ilgili yapılan araştırmalar çok yönlü biyolojik etkileri olduğunu ortaya koymuştur.
Karnozin, serbest oksijen radikallerini yakalama ve etkisiz hale getirdiğinden dolayı
antioksidan özelliği vardır. Ayrıca hücreiçi fizyolojik tamponlayıcı, metal çelatörü,
antiglikasyon özelliği ve nörotransmitter olarak rol oynadığı saptanmıştır.Yara iyileştirici
özellikleri, radyasyon hasarına karşı koruyucu etkisi, mide ülserlerini azaltması,deriyi
yaşlanmaya karşı koruması diğer etkileri olarak sayılabilir.Bu etkileri ile ilgili olarak
enflamasyon, kanser, aterosklerozis, yaşlanma, katarakt ve otizim gibi fizyopatolojik şartlarda
tedavi edici ajan olarak kullanılmaktadır.
Beyinde beta amiloid oluşumunu önlemesi Alzheimer hastalığında ve nöron koruyucu
etkisiyle de Parkinson ve Epilepsi gibi durumlarda ümit bağlanan bir ilaç durumundadır.
Antiglikasyon,antioksidan ve AGE oluşumunu önlemesi nedeniyle de diyabetik
komplikasyonları önlediği görülmektedir.Bu kadar geniş ve olumlu etkileri olması ve toksik
olmaması, Karnozini önümüzdeki yıllarda daha popüler ve özellikle antiaging ajan olarak
daha yaygın kullanılır hale getirecek gibi görünmektedir.
K-16
Migren Tedavisinde Eser Metallerin Yeri
Naci bor
[email protected]
1970'li yıllardan beri eser metallerin biyolojik etkileri ile ilgilenmekte idik. Bu konuda
laboratuvarımızda birçok tez yapılmıştı. Bu çalışmalar esnasında yaptığımız bazı müşahedeler
bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde eser metallerin bir yeri olacağına işaret ediyordu.
Zamanla allerjik hastalıklardan başlayan bu liste bir çok kronik iltihabî hastalıkları da
kapsadığı anlaşılmıştı. Gittikçe uzayan bu liste beslenme bozukluklarından, allerjik
hastalıklardan, G. Intestinal hastalıklara ve dermatolojinin bir çok rahatsızlığına kadar
uzanıyordu. Göz hastalıkları, gelişme gerilikleri bunları takip ediyordu.
Bize başvuran hastalar arasında başkaca sapa sağlam insanları bir atakta 10 gün kadar yatağa
bağlayan migren de bunlardan biri olarak öne çıkıyordu. Bu sebeple son 20 yıl içinde bize
başvuran 972 hastadan 30 unu rastgele metoduna göre seçerek T. Fizyolojik Bilimler 2006 yılı
kongresinde sunmağa karar verdik.
Materiyel ve Metodlar:
Hastalar muhtelif şikayetlerle Anadolu Sağlık ve Araştırmalar Vakfına baş vuranlar arasından
rastgele metoduna göre seçilmişlerdi. Yapılan ilk görüşmede baş ağrısından şikayet edenler
migren'in vasıflarını taşıyorlarsa anamnez bu istikamette genişletilmiş ve her birinde rutin Kan
sayımları ve Eser metal ölçümleri yapılmıştı. Çoğunluk migren teşhisi veya şüphesi ile
nörolojik servislerde incelenmişler ve röntgen teknikleriyle incelenmişlerdi.
Kan tetkiklerine ilave olarak eser metal ölçümleri ve malondialdehid her vakada ölçülmüştü.
Bulgular Zn ve Cu'ın serumda normalin yarısına kadar düştüğü bu hastalarda M.D.A.'nın
çoğunlukla normalin iki misline çıktığını gösterdi. Tedavi seviyesi serumda düşen
parametreleri normale çıkarmayı hedef olarak seçmişti. Bu hedefe ulaşınca M.D.A.'nın da
normale döndüğü ve migren ataklarının ortadan kalktığı görüldü. İstatistik çalışmalar bu
bulguları teyid etti.
K-17
DESCARTES'TAN ECCLES'A BEYİN ARAŞTIRMALARININ ÖYKÜSÜ
YALÇIN YETKİN
Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; VAN
[email protected]
Moleküler, hücresel, dizgesel, davranışsal yada bilişsel tanımlara karşın, sinir dizgesi
biyolojik yapının şaşırtıcı bir parçasıdır. İnsan, beyni geliştikçe doğayı, çevreyi ve kendini
anlamaya ve çözmeye çalışmıştır. Bu yöndeki aydınlanmaya çok sayıda bilim adamı araştırma
ve görüşleriyle; öneri ve eleştiriyle katkı sağladı.
Descartes beyin temelinde, can (=ruh) ve maddenin yeri olarak corpus pineale'yi gösterdi:
Ona göre tüm sinirler buradan başlar yada burada sonlanırlar.
Soemmering beynin ince yapısını; cam üzerine çizerek elde etti.
Gall, araştırmaları ile beyinin katı olmadığını açıkladı ve “ temel yeti” dizgesini kurdu.
Broca, konuşmanın motor merkezini saptadı ve beyinin işlevsel asimetrisini gösterdi.
Jackson, beyin yarım kürelerinin gelişim sırasında oluştuğunu solun baskın olduğunu ve
konuşma için motor bölgenin bulunması gerektiğini belirtti.
Reymond, sinirlerin elektriksel özellikte olduğunu doğruladı ve sinir impulslarını buldu.
Sherrington,sinir hücrelerinin bağlantı bölgelerinin varlığını gösterdi ve “sinaps” adını verdi.
İskelet kaslarının motor uyarımları yanında, duyusal sinirlere de sahip olduklarını
gösterdi:Beyin giriş ve çıkış sinyali veren bir dizgedir.
Sperry ve Myers, görme sinirlerini ve yarımküreleri bir birine bağlayan köprüyü buldular.
Epileptik hastalarda “split-brain” deneylerini yürüttüler. Sperry'e göre beyin çok sayıda sinir
hücresinin ortak etkisinden oluşur: Bilinçli olma durumu, sinir hücrelerinin ortak etkilerinden
ortaya çıkar.
Vogt, çok sayıda inme geçirmiş olan Lenin'in beynini incelemek üzere Moskova'ya çağrıldı.
Araştırma sonucunda beynin üçüncü katmanında görülmemiş sayıda ve büyüklükte
piramidal hücreler buldu. Bu hücrelerin onun hızlı ve zengin düşünebildiğini gösterdiğini
söyledi. Brodman bu olaydan birkaç yıl önce ayılarda ve aslanlarda büyük piramidal hücreleri
buldu.
Papez, nöroanatomi çalıştığından insan ve hayvan beynini çok iyi bilmekteydi. Talamus, ara
beyin ve bazal ganglionlar üzerindeki çalışmalarıyla tanınır.
Penfield, epileptik hastalarda lokal anesteziden sonra beynin değişik noktalarını uyarak
motor ve somatosensori korteksin haritasını çıkardı.
Eccles, nörotransmitterler yardımıyla sinapslardan kimyasal iletiyi buldu. Bu buluş O'na
Hodgkine ve Huxley ile birlikte 1963'de Nöbel ödülü getirdi. Eccles'de her beyin araştırmacısı
gibi, zihinsel ve ruhsal düzeylerde sorulara yaklaşmak için uzun yıllar beyin ve işlevleri
üzerinde çalıştı.
Granit, deneysel psikoloji seçimiyle başladığı çalışmalarını görme alanları ile sürdürdü.
Ayrıca muscualar afferentler, kas iğcikleri ve motor denetimler üzerinde çalıştı. Tonik ve fazik
motor sinirleri ayırdı.
Haase; birlikte çalışma fırsatı buldum, spinal ve kortikal sinirlerin eş zamanlı uyarımı ile
sağlanan inhibisyonlar konusunda çalıştı.
Öğrencisi olarak övünç duyduğum Tan, aldığı ulusal ödüller yanında ülkemizin
nörofizyoloji ve beyin araştırmaları konusunda uluslararası düzeyde tanınmasını sağladı. Her
ne kadar “30 yıl alfa-innervasyonu ile çalıştım, bir şey çıkmadı” dese bile; 1980 den sonra ki
beyin asimetrisi ve el tercihleri konusundaki çalışmaları ve teleoloji ve psikomotor kuramları
ile büyük başarı sağladı.
K-18
YANITINI ARAYAN ESKİ BİR SORU: NİÇİN UYURUZ?
Levent ÖZTÜRK
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; EDirne
[email protected]
Uyku karmaşık, yüksek derecede organizasyon gösteren, birçok iç ve dış faktörden etkilenen,
belli dönemlerinde beyinin uyanıklık kadar aktif olduğu, geri dönüşümlü bir bilinçsizlik ve
seçici yanıtsızlıkla karakterize heterojen bir süreçtir. Uyku fizyolojisi konusundaki
bilgilerimizin hızla artması ve uykuyu oluşturan mekanizmaların çoğunun aydınlatılmasına
rağmen uykunun işlevi, diğer deyişle “niçin uyuruz?” sorusunun yanıtı gizemini
korumaktadır. Saldırıya açık hale gelmek, besin, barınacak yer ya da türün devamını sağlamak
amacıyla eş aramaya harcanabilecek bir zamanın uyumaya ayırılması gibi bir bedel
düşünüldüğünde bu gizem daha da derinleşmektedir.
Uyku ile ilgili birçok hipotez ileri sürülmesine rağmen bunlardan hiçbirisi uyku
araştırmacılarını inandıracak düzeyde deneysel kanıt sağlayamamıştır. Bu hipotezler arasında,
enerjinin korunması (Berger 1995), beyin detoksifikasyonu (Inoue 1995), beyin
termoregülasyonu (McGinty 1990), doku yenilenmesi (Adam 1977), öğrenme ve bellek
oluşumu (Maquet 2001) sayılabilir. REM uykusunun tanımlanmasından sonra bu uyku
dönemi ile öğrenme ve bellek konsolidasyonu arasında bağlantı olduğunu gösteren önemli
çalışmalar yapılmıştır. Ancak, uyku olmadan öğrenme mümkün görünmekte, her uyku
dönemini mutlaka bellek konsolidasyonunun takip edip etmediği bilinmemekte ve insanlarda
bellek konsolidasyonuna olan gereksinim uyku oluşması için gerekli ve yeterli bir nedendir
denilememektedir. Son dönemde ileri sürülen ilgi çekici hipotezlerden biri de uykunun
beyinde sinaptik ağırlığı düzenlediğini savunan sinaptik homeostasis hipotezidir (Tononi
2003). Bu hipoteze göre uyanıklık süresince beyinde kortikal devrelerde sinaptik potansiasyon
olmaktadır; bu potansiasyon yavaş dalga aktivitesi ile ilişkilidir; yavaş dalga aktivitesi sinaptik
büyümeyi eski haline getirecek şekilde sinaptik küçülme sağlamaktadır. Tüm bu hipotezler
zaman içinde sınanacaktır. Jim Horn'un dediği gibi Birçoğu, yerlerini yeni teorilere ya da
hipotezlere bırakacaklar. Elbette savaşarak!
Elli yıllık araştırmaya rağmen uykunun işlevi ile ilgili söylenebilen ve herkesin hemfikir
olduğu tek açıklama sanırım şudur: uykululuğu engellemek için uyuruz. Böyle bir bakış açısı,
“acıkmayı engellemek için yemek yeriz” ya da “susamamak için su içeriz” açıklamaları kadar
umutsuz görünmektedir. Uyku tıbbının kurucularından Allen Rechtschaffen, yukarıdaki
açıklama için şöyle söylemektedir: -Bu doğru ise uyku, doğanın yaptığı en büyük hatalardan
biridir.
K-19
Kisspeptin: Yeni Bir Endokrin Düzenleyici mi?
Bayram YıLmaz
Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ELAZIĞ
[email protected]
KiSS-1 geni tarafından kodlanan kisspeptin(ler) aynı zamanda GPR54 reseptörlerinin de
endojen agonistidirler. KiSS-1 önceleri metastaz supresör gen olarak keşfedildi (bu nedenle
protein metastin olarak adlandırıldı), ancak yakın zamanda kisspeptin/GPR54 kompleksinin
hipotalamik-hipofizer-gonadal eksenin önemli düzenleyicilerinden biri olduğu ve ayrıca
enerji metabolizmasının regülasyonunda rol alabileceği bildirilmiştir. Kisspeptin'in santral
sinir sistemi (SSS) ile birlikte testis, ovaryum, pankreas, barsaklar ve en yoğun olarak da
plasentada sentezlendiği gösterilmiştir. Ovaryumlarda lokal olarak sentezlenen kisspeptin'in
ovulasyonda rol oynayabileceği öne sürülmüştür. Ayrıca, bu peptidin plasental beta
hücrelerinde insülin serbestlenmesini lokal olarak etkilediği oldukça yeni bir araştırma
bulgusudur.
GPR54 reseptörleri SSS'de yaygın şekilde dağılım gösterirler. Bu reseptörlerin hipotalamus'ta
gonadotropin releasing hormon (GnRH) nöronları üzerinde yer aldığı gösterilmiştir.
Kisspeptin GnRH serbestlenmesini GPR54 reseptörleri aracılığı ile doğrudan uyarır. Bu
peptidin santral veya periferal uygulanmasının hipotalamik-hipofizer-gonadal ekseni çok
güçlü bir şekilde uyardığı ve gonadotropin düzeylerini artırdığı çeşitli deney hayvanı
modellerinde gösterilmiştir. Zıt olarak, kisspeptin antikorunun dişi sıçanların beynine
infüzyonu östrus siklusunu tamamen durdurmuştur. Hipotalamus'ta KiSS-1 gen
ekspresyonunun gonadal steroidler tarafından modüle edildiği belirlenmiştir. Bu bulguların
ışığında, kisspeptin'in püberte'nin başlatılmasında önemli bir rol oynayabileceğine
inanılmaktadır. Gerçekten de, GPR54 reseptörünün fonksiyon kaybı ile karakterize mutasyon
olan idiopatik hipogonadotrpik hipogonadizmli hastalarda ve GPR54'den yoksun farelerin
püberteye erişemediği, reprodüktif organlarının immatür kaldığı, gonadotropin ve gonadal
hormonlarının düşük seviyede olduğu belirlenmiştir. Fare hipotalamusunda KiSS-1 mRNA
ekspresyonunun leptin tarafından modülasyonu, kisspeptin nöronlarının enerji homeostazının
santral regülasyonunda da önemli rol oynayabileceğini düşündürmektedir. Bizim
laboratuarımızda elde edilen bulgular, intraperitoneal yolla kisspeptin-10 uygulanan
sıçanlarda serum ghrelin (açlık durumunda mideden salgılanan ve gonadotropinler üzerine
inhibitör etki eden hormon) seviyelerinin azaldığını göstermiştir.
Bugüne kadar yapılan çalışmalar, kisspeptin nöronlarının enerji metabolizması sinyalleri ile
nöroendokrin reprodüktif eksen arasında entegratör olarak fonksiyon yapabileceğini
düşündürmektedir. Kisspeptin ve GPR54'ün rollerinin keşfedilmesi, erken veya gecikmiş
püberte dahil birçok düzensizliğin tedavisinde yeni ve heyecan verici gelişmelere yol
açabilecektir.
ANAEROBİK EŞİK: ÖNEMİ VE SAPTANMASI
HAKKI GÖKBEL
Selçuk Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Spor Fizyolojisi Bilim Dalı Başkanı; KONYA
Anaerobik eşik, aerobik performans özelliklerinin incelenmesinde yaygın olarak kullanılan
bir araçtır. Anaerobik eşiğin farklı tanımları bulunmaktadır. Bazı araştırmacılara göre, şiddeti
giderek artan bir egzersiz sırasında anaerobik metabolizmanın enerji oluşumuna önemli
miktarda katkıda bulunmaya başladığı noktaya “anaerobik eşik” adı verilir. Başka
araştırmacılara göre ise, serum laktat konsantrasyonunun keskin bir şekilde artmaya başladığı
nokta anaerobik eşik veya laktat eşiğidir.
Kişinin dayanıklılık performansını en iyi ortaya koyan göstergelerden biri olan anaerobik eşik,
maksimal oksijen kullanımının sedanterlerde % 50-60'ında oluşurken elit sporcularda % 85,
hatta 90'ına kadar görülmeyebilir. Maksimal oksijen kullanımının % 40'ından düşük anaerobik
eşik değerleri normal kabul edilmemektedir. Bu ölçüde düşük değerler örneğin kalp
hastalıklarında görülür. Genellikle dayanıklılık antrenmanlarıyla anaerobik eşikte oluşan artış,
aerobik güçteki artıştan fazladır. Anaerobik eşiğin antrenmanlarla arttığı ve dayanıklılığın bir
göstergesi olduğu çocuklarda da gösterilmiştir.
Anaerobik eşiğin üstündeki egzersizlerde laktat konsantrasyonu çok arttığı için metabolik
asidoz gelişir ve yorgunluk ve/veya dispne nedeniyle egzersiz süresi daha kısadır. Anaerobik
eşikteki bir egzersiz 20-60 dakika sürdürülebilmektedir. Bu yüzden üst düzey yarı maraton ve
maraton koşucuları bile, bu mesafeleri anaerobik eşiğin altındaki hızlarda koşmaktadırlar.
Anaerobik eşik, sporcularda ve farklı sağlık durumundaki kişilerde uygun egzersiz ve
rehabilitasyon programlarının hazırlanmasında, antrenmanların takibinde ve
yönlendirilmesinde, yarışmada alınabilecek derecenin tahmininde, egzersiz tiplerinin
sınıflandırılmasında kullanılmaktadır. Egzersiz sırasında elde edilen laktat konsantrasyonu,
solunum gaz değişim değerleri, solunum frekansı, solunum katsayısı ve kalp hızı gibi
parametrelerden anaerobik eşik saptanabilir. Anaerobik eşiğin belirlenmesinde tek bir
yaklaşım ve tek bir yöntem bulunmadığından farklı çalışmalarda saptanan anaerobik eşik
değerleri karşılaştırılırken dikkatli olunmalıdır.
KARDİYOPULMONER TESTTE GAZ ÖLÇÜMLERİNİN TEMELİ
HIZIR KURTEL
M.Ü. Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Spor Fizyolojisi Bilim Dalı
[email protected]
Kardiyopulmoner test sırasında gaz değişimlerinin ölçülmesi egzersiz testinin
yorumlanmasına önemli katkılar sağlamaktadır. Gaz ölçümlerinin doğru bir şekilde yapılması
sporcu veya hastanın kardiyopulmoner sistemi ile bilgilerinin güvenilirliği ve değerini
artacaktır. Ancak gaz değişim kinetikleri gibi karmaşık test yöntemlerinin kullanılması
metabolik ölçüm cihazlarının çalışma prensiplerinin ve gaz değişiminin temel fizyolojik
özelliklerinin bilinmesini gerektirmektedir. Günümüzde özellikle otomatize edilmiş
sistemlerin yaygın olarak kullanılması ve testler sonrasında elde edilen test değerlerinin hızlı
sunumu bu prensiplerin bilinmesinin önemini daha da arttırmaktadır. Bu doğrultuda oksijen
tüketiminin hesaplanışı, ekspire edilen havanın cihazda toplanışı, gaz analiz cihazlarının
tipleri, gaz volümlerinin standart şartlara göre düzeltilmesi, kalp debisinin hesaplanışı,
verilerin validasyonu ve genel kalibrasyon prosedürlerinin bilinmesi önem kazanmaktadır.
Teknolojideki hızlı ilerlemeye rağmen metabolik analizörler ile hesaplanan verilerin her
zaman mükemmel sonuç vermediği sonuçların güvenilirliğini arttırmak için özel önlemler
alınması gerektiği akılda tutulmalı, cihazın ölçümlerinin bazı temel kalibrasyon teknikleri
uygulandığı sürece güvenilir olacağı bilinmelidir.
EGZERSİZE KARDİYO-PULMONER ADAPTASYON
Mehmet ÜNAL
İstanbul Sporcu Eğitim, Sağlık ve Araştırma Merkezi (SESAM)
[email protected]
Kardiyo-pulmoner sistemin başlıca görevi oksijeni ve gerekli besin maddelerini vücuttaki
çalışan dokulara taşımak, bölgede oluşan metabolik artıkları ortamdan uzaklaştırmaktır.
Kardiyopulmoner sistem bu görevini yaşamın ilk gününden son gününe kadar fizyolojik
sınırlar içinde aksatmadan yerine getirmeye çalışır. Bu fonksiyonunu yerine getirirken de
olabildiğince adil davranır. Daha fazla ihtiyacı olan doku gruplarına daha fazla, daha az
ihtiyacı olan doku gruplarına da daha az kan gönderir. Normal, istirahat halindeki bir
organizmada dakikada 5 litre civarında olan kalp atım hacminin istirahat esnasında %15-20'si
iskelet kaslarına gönderilirken, maksimal egzersiz esnasında 25 litreye yükselen dakika atım
hacminin %80'i iskelet kaslarına gönderilmektedir.
Egzersiz vücudun karşılaştığı en büyük strestir. Organizmada bu stres esnasında aktif
dokuların artmış O2 gereksiniminin karşılanabilmesi (kana giren toplam O2 miktarı 250
ml/dak.lık düzeyden 4000 ml/dak.'ya) ve oluşan CO2 fazlası (kandan uzaklaştırılan CO2
miktarı 200 ml/dak.dan 8000 ml/dak.) ve ısının vücuttan uzaklaştırılabilmesi için bir çok kalpdamar ve solunum mekanizmalarının birbiriyle entegre şekilde çalışması zorunludur.
Egzersizin başlaması ile solunum derinliğinde, solunum hızında ve dakika ventilasyonunda
(VE) artış olur. Kan laktat düzeyi ve oksijen borcu artar. RQ değeri artar, 1,5-1,8'lere ulaşır.
Maksimal bir egzersiz esnasında organizmada ne gibi değişiklikler olmaktadır ki, istirahat
esnasında 60-70 olan kalp dakika vurum hızı 190-200'lere, atım volümü 70 ml'den 140 ml'lere,
kalp dakika atım hacmi 5 litrelerden 25 litrelere, a-v O2 farkı %4-5'lerden %17-18'lere, 3
ml/kg/dk olan Max VO2 65-70 ml/kg/dk.'lara yükselebilmektedir? Bu sorunun cevabı egzersiz
esnasında kardiyopulmoner sistemde meydana gelen akut ve kronik adaptasyonlar ile
açıklanabilmektedir. İntrensek ve ekstrensek düzenleme mekanizmalarının uyumlu
çalışmaları sonucu ortaya konulan akut cevap ile egzersizde gerekli düzenlemeler
yapılabilirken, uzun süre yapılan egzersizler sonucunda istirahat halinde ve egzersiz esnasında
organizmada gelişen adaptasyonlara bağlı kalıcı değişiklikleri oluşmaktadır. Egzersizde akut
ve kronik ortaya konulan bir takım değişiklikler sonucu organizma maksimal eorlara adapte
olabilmekte ve homeostasisi koruyabilmektedir.
EGZERSİZ SIRASINDA ÖLÇÜLEN SOLUNUM GAZLARI NE İFADE
EDİYOR?
Sanlı Sadi Kurdak
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Spor Fizyolojisi Bilim Dalı,
Balcalı; ADANA
[email protected]
Fiziksel aktivite sırasında performansın gerçekleştirilmesi, egzersiz sırasında harcanan
enerjiyi karşılayabilecek yeterli ATP' nin hücre içinde bulunması ile mümkün olur. İskelet
kasının egzersiz sırasında artan ATP gereksinimi ise metabolizmanın hızlanmasını gerektirir.
Sağlıklı bireylerin düşük şiddette yaptıkları fiziksel aktivitelerde, aerobik metabolizmanın
aktivitesindeki artış enerji gereksinimini karşılar. Egzersiz şiddetinin arttığı durumlarda ise
anaerobik metabolizmayla ilgili reaksiyonların aktivitesi hızlanır.
Egzersiz sırasında aerobik ve anaerobik reaksiyonların hızında meydana gelen değişiklikler,
kan gazı değerlerini metabolik süreçteki farklılıkları yansıtacak şekilde etkiler. Düşük
şiddetteki fiziksel aktiviteler sırasında sağlıklı bir bireyin arteryel O2 parsiyel basıncı ile arter
kanı O2 içeriği sabit kalır. Buna karşın, iskelet kasını terk eden venöz kanda hem O2 parsiyel
basıncı hem de O2 içeriği, iskelet kasının oksijen kullanabilme kapasitesi ve egzersizin
şiddetine bağlı olarak azalır. Buna karşın egzersiz sırasında CO2 parsiyel basıncının arter
kanında sabit kalması beklenilirken, venöz kanda ki CO2 parsiyel basıncı (PvCO2), oksidatif
fosforilasyon hızındaki değişimle uyumlu olarak artar. Öte yandan egzersiz şiddetin artışına
bağlı olarak hızlanan anaerobik reaksiyonlar sonrasında, kanda artan laktik asitten
serbestleşen [H+], HCO3- ile reaksiyona girer ve bu reaksiyonun son ürünü olan CO2, PvCO2'da
daha belirgin bir artışın ortaya çıkmasına neden olur.
Kardiopulmoner egzersiz testi sırasında inspirasyon ve ekspirasyon havasındaki O2 ve CO2
miktarının ölçümü, iskelet kasının egzersize verdiği metabolik yanıtı değerlendirmede,
dolaylı da olsa önemli bilgiler vermektedir. İnspirasyon havası ile ekspirasyon havası
arasındaki farklılık metabolizmaya katılan organ sistemlerinin kullanabildikleri O2 ile üretilen
CO2 miktarlarını yansıtması açısından önemlidir. Buna karşın gelişmiş analizörlerin
kullanılmasının sağladığı bir avantaj ile ekspirasyon havasının son bölümünde kaydedilen
ekspirasyon sonu O2 ve CO2 parsiyel basınçları, yanılma payını içinde barındırmakla beraber,
arter kan gazı değerlerinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Solunum gazlarına ait veriler kullanılarak yapılan ayrıntılı hesaplamalar ile bireyin fiziksel
aktivite sırasındaki performans kapasitesi yorumlamak mümkündür.
Ek olarak
kardiovasküler ve solunum sistemi başta olmak üzere farklı organ sistemlerinin kapasiteleri
de değerlendirilebilmektedir. Bu nedenle kardiopulmoner egzersiz testleri günümüzde, söz
konusu organ sistemlerini ilgilendiren olası patolojilerin erken tanısında kullanılan önemli
laboratuar yöntemlerinden bir tanesi konumuna gelmiştir.
Belirtilen sebeplerle solunum havasındaki gazlarının ölçümü sayesinde, egzersiz sırasında
meydana gelen değişikleri yorumlama şansını veren önemli bir veri gurubu elde
edilebilmektedir. Bu değişkenlerin değerlendirilmesini, fiziksel performansın altın
standartları olan maksimal O2 alım kapasitesi, anaerobik eşiğin belirlenmesi gibi değerlerin
tespit edilmesi ile kısıtlamamak gerekir. Daha kapsamlı çıkarımların yapılabilmesi için ise,
kardiopulmoner performans testine ait verilerin fizyolojik anlamı iyi kavranmalı ve belirli bir
düzen içinde yorumlanması gerektiği unutulmamalıdır.
Nörolojik Bilimlerde Kök Hücre Uygulamaları
Bayram Çırak
Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Nöroşirürji Anabilim Dalı, Kınıklı; DENİZLİ
[email protected]
Tıbbın hastalıklarla mücadele sürecinde kök hücrelerin tanımlanması ve kullanımı yeni bir
olay değildir. Özellikle Hematoloji, Onkoloji ve Pediatri bölümlerince kök hücreler daha çok
kemik iliği kaynaklı olmak üzere tedavi amacıyla uzun yıllardır kullanılmaktadır. Kök
hücreler her dokuda bulunabilmeleri yanında periferik kanda, kemik iliğinde ve umbilikal
kord kanında oldukça zengin oranda bulunurlar. Bu dokulardan elde edilerek çoğaltılan hücre,
doku kültürleri klinik ve araştırma amaçlı olarak geniş bir kullanım imkanı bulmuştur.
Son 20 yılda kök hücrelerin in vitro olarak (laboratuvar ortamında) izole edilip klonlanması ya
da çoğaltılması konusunda gelişmeler oldu. Son zamanlarda birçok klinisyen kök hücreleri
hasarlı veya hastalıklı hücrelerin yerine kullanabilmek amacıyla teknikler aramaktalar. Her ne
kadar bu alandaki araştırmalar yenidoğan dönemi yaşamaktaysa da bu çalışmalar rejeneratif
tıp için ciddi bir umut kapısı olmuştur.
Nörolojik Bilimler alanında kök hücre ile ilgili çalışmalar son 20 yıl içinde oldukça hız
kazandı. Nöroşirürji alanında kök hücre çalışmaları birçok hastalığın rejeneratif çalışmaları
yanında: Beyin tümörlerinde tedavi alternatifleri geliştirilmesi, Omurilik yaralanmalı felçli
hastalarda omuriliğin iyileştirilmesi konularında olmaktadır. Yine Nörolojik Bilimlerde ALS,
Parkinson, Serebrovasküler olay.. gibi patolojilerde kök hücre tedavisi ile ilgili deneysel ve
kısıtlı sayıda klinik çalışma bildirilmiştir.
Nörolojik Bilimlerde kök hücre ile ilgili çalışmalardan beklenen sonuç öncelikli olarak; kök
hücrelerin çoğaltılabilmesi, transplant sonrası uygun dokuda, uygun hücrelere, lazım olduğu
kadar çoğalmak üzere kontrolünün sağlanabilmesi olmalıdır.
İNSAN EMBRİYONİK KÖK HÜCRELERİ: TEDAVİ VE ARAŞTIRMA
POTANSİYELLERİ
Necati Fındıklı
International Hospital Tüp bebek Merkezi, İSTANBUL
[email protected]
Kök hücre, kendi kendini sürekli yenileme özelliği olan ve uygun ortam sağlandığında
istenilen doku ve organı oluşturacak hücreye dönüşebilen hücredir. Rahme tutunma
aşamasındaki embriyolarından elde edilen insan embriyonik kök hücreleri (iEK) bu özellikleri
taşıyan en erken dönem kök hücreleridir. İlk kez 1998 yılında Thomson ve arkadaşları
tarafından izole edilmelerini takiben günümüze kadar dünya genelinde farklı gruplar
tarafından 300'e yakın iEK dizisi elde edilmiştir. Bununla birlikte içlerinden çok az sayıda dizi
ileri EK hücre özellikleri yönünden tanımlanmıştır ve diğer araştırmacıların kullanımına
sunulmuştur.
İnsan EK hücrelerinin in vitro şartlarda yüksek farklılaşma potansiyelleri olduğu ve uygun
kültür şartları ve in vitro kültür sistemleri sağlandığında insan vücudunu oluşturan her hücre
tipine dönüşebilecekleri yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Fare ve insan EK hücreleri ile
gerçekleştirilen çalışmalarda elde edilen sonuçlar, gerekli teknik, etik ve kanuni şartlar
sağlandığı taktirde bu hücrelerin Parkinson, Alzheimer, diyabet, enfarktüs gibi hücre ölümü,
dejenerasyonu ve hasarı ile karakterize birçok ölümcül hastalıklarda tedavi amaçlı olarak
kullanılabileceğini göstermektedir. Bu hücreler ayrıca erken dönem insan gelişiminin
araştırılması, genetik geçiş gösteren hastalıkların erken dönem seyri, embriyo toksisite
incelenmesi gibi günümüz şartlarında sınırlı ve zor olan konularda büyük araştırma kaynağı ve
kolaylığı sağlayabilmektedir.
Diğer taraftan, insan EK hücrelerinin tamamına yakını, kültürlerinde hayvan-kaynaklı hücre
veya kültür solüsyonu kullanılarak elde edilmesi, farklılaşma mekanizmalarının bilinmezliği,
yüksek miktarda ve saf olarak çoğaltılmalarında karşılaşılan teknik zorluklar sebebi ile henüz
tedaviye araştırma amaçlı kullanıma uygun değildir. Bu nedenle günümüzde dünya genelinde
pek çok çalışma halen iEH alternatif kültür kaynakları ve teknikleri ile farklılaşma
mekanizmalarının moleküler düzeyde araştırılması üzerinde yoğunlaşmaktadır.
MEZENKİMAL-HEMATOPOİETİK KÖK HÜCRELER VE KARDİYOLOJİK
UYGULAMALAR
Serdar Bedii Omay
Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı; TRABZON
[email protected]
Uzun yıllardır hematolojik ve onkolojik malignitelerde kemik iliği nakli adıyla hematopoietik
kök hücre nakli uygulayan hematologlar, rejeneratif tıptaki inanılmaz gelişmelerle kemik
iliğini organ rejenerasyonu için de kullanmaya başladılar. Bu amaçla kemik iliği kaynaklı iki
hücre tipi öne çıktı. Hematopoietik kök hücre daha çok hematolojik malignitelerde kullanılan
hücre olmakla beraber kardiyolojik rejenerasyonda da çok etkili oldu. Hayvan deneylerinde
alınan son derece umutlandırıcı sonuçlar Faz I insan çalışmalarının önünü açtı. End-stage nohope konjestif kalp yetmezliği hastaları ilk önemli aday hasta grubuydu. Bu gruptaki ilk
çalışma Ege Üniversitesinde Özbaran, Omay ve arkadaşları tarafından yapıldı. 16 hastalık bu
seride erken dönem myokard infarktüsü geçirmiş hastalarda çok olumlu sonuçlar elde edildi.
Yayınlanan bu çalışmayı Ankara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi ve Başkent
Üniversitesinin çalışmaları takip etti. Subakut dönemdeki myokard infarktüsü geçirmiş
hastalar en fazla fayda sağlayan grup olarak kendini gösterdi ve kontrollü çalışmalar farklı
ülkelerden ard arda yayınlanmaya ve Avrupa Birliği projeleri ile desteklenmeye başladı.
Bunlara ek olarak dilate kardiomyopatilerde denemeler vaka raporları halinde yayınlandı.
Periferik damar hastalıklarındaki ilk insan çalışmasını Buerger'de Ankara Üniversitesi ekibi
yayınladı. Adana Başkent hastanesinde orak hücreli aneminin iyileşmeyen yaralarının
tedavisinde uygulandı. Hematopoietik kök hücrenin endotelyal diferansiasyon yeteneği altta
yatan mekanizma gibi görünüyor. Mezenkimal kök hücreler ise kemik iliğinde çok daha az
sayıda olan ama laboratuarda çoğaltılabilen hücreler. Bu hücrelerin kullanıldığı kardiyolojik
rejenerasyon çalışmaları farklı ülkelerden rapor edildi. Trabzon'da Karadeniz Teknik
Üniversitesi bünyesinde kurulan Ati Teknoloji hücre laboratuarları, ülkemizde planlanan
klinik çalışmalar için gerekli GMP(Good Manufacturing Practice) şartlarına uygun hücreleri
üretmek amacıyla Türk biliminin hizmetine sunulmuş olup hem ar-ge hem de klinik
uygulamalara yönelik hizmet üretmektedir.
FLORESAN PROBELAR KULLANILARAK HÜCRE İÇİ FİZYOLOJİK VE
BİYOLOJİK YANITLARIN GERÇEK ZAMANLI OLARAK ÖLÇÜLMESİ.
Mehmet Uğur
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dal? ANKARA
[email protected]
Floresan boyalar kullanılarak hücre içindeki serbest iyonların, ikinci heberci moleküllerin ve
çeşitli proteinlerin derişimlerindeki ve dağılımlarındaki değişmeler gerçek zamanlı (real time)
olarak izlenebilmektedir.
Bu amaçla üç ana strateji kullanılmaktadır:
1- Boyaların floresans özelliklerindeki değişmelerin takip edilmesi.
2- Boyaların hücre içindeki konumlarının takip edilmesi.
3- Proteinler arasındaki moleküler etkilşmlerin takip edilmesi.
Birinci stratejide boyaların Ca++ , H+ gibi serbest iyonlarla bağlanması sonucunda salınım
(emisyon) ya da uyarılım (eksitasyon) spektrumlarının değişmesinden faydalanılmaktadır.
İyonların tersinir bir şekilde boyaya bağlanması ve bunun sonucunda da boyanın floresans
özelliklerinin değişmesi yani salınımın (ya da uyarımın) bir dalga boyundan başka bir dalga
boyuna kayması, bir dalga boyunda ölçülen floresans şiddeti azalırken, diğerinin artması
sonucunu doğurur. Bu floresansdaki artışın (ya da azalmanın) derecesi iyon bağlayan boyanın
miktarına bağlıdır. Bu oran ise tahmin edileceği gibi ölçülen iyonun derişimi ile doğru
orantılıdır. Dolayısı ile iyon derişimi arttıkça iyon bağlayan boya oranı artacak florens
siddetindeki değişme de bununla orantılı olarak artacaktır. Bu şekilde gerçekleştirilen
ölçümlerden (kalibrasyon sonucu) ölçülmekte olan iyonun gerçek derişimi elde edilebilir. En
ideal yol hem iyon bağlamış hem de serbest boyanın salınım yaptığı (ya da uyarıldığı) dalga
boylarında ayrı ayrı ölçüm yaparak bu değerleri oranlamaktır. Bir anlamda iyon bağlı ve
serbest boya miktarlarına karşılık gelen bu değerlerin oranlanması anlaşılacağı üzere ölçülmek
istenen iyonun konsantrasyonuna bağlılık gösterirken boyanın toplam miktarından bağımsız
olacaktır. Bu tür ölçüme uygun boyalara oransal boyalar (ratiometric boyalar) denir. Ancak
bazı boyalrda sadece bağlı boyanın floresansını ölçmek olanaklıdır, bu tip boyalar ise oransal
olmayan (non ratiometric) boyalar olarak anılırlar. Bahsi geçen bu strateji esas olarak hücre içi
serbest iyonların (Ca++, Na+, H+ gibi) derişimlerinin ölçülmesinde kullanılmaktadır. Eğer
uygun mikroskopi teknikleri kullanılırsa, bu yolla iyonların derişimlerinin hücre içinde sadece
zamansal değil uzaysal olarak da nasıl değiştiği ölçülebilmektedir.
İkinci stratejide ise kullanılan boyanın floresan spektrumunda bir değişme olmaz ancak hücre
içi dağılımının değişmesi izlenmektedir. Bu tip ölçümlerin doğal olarak, yüksek uzaysal
çözünürlüğü olan mikroskopi teknikleri kullanılarak yapılma zorunluluğu vardır. Bu tip
ölçümlerde probe olarak ya bir floresan boya ile konjuge edilmiş yüksek seçicilikteki toxinler,
ya da Yeşil Floresan Protein (GFP) ile birleştirlmiş füzyon proteinleri ya da protein parçaları
kullanılmaktadır. Burada amaç 'prob'un bağlandığı protein, ikinci haberci vs. molekülünün
biyolojik bir yanıt sonucu hücre içinde yer, ya da kompartman değiştirmesinin gözlenmesidir
(Örneğin hücre zarında sitoplazmaya). Aktin iskeletinin reorganizasyonu, PKC nin aktivasyon
ile sitoplazmadan hücre zarına yer değiştirmesi, IP3 molekülünün PLC aktivasyonu ile
membranda bağlı olduğu PIP2 den ayrılarak çözünür hale geçmesi (Dolayısı ile floresansın
hücre zarından sitoplazmaya yer değiştirmesi) gibi olayların gözlenmesi bu stratejiye örnek
olarak verilebilir.
Üçüncü stratejide ise ancak birbirlerine çok yakın bir mesafede (angströmler düzeyinde)
bulunan iki florofor arasında oluşabilen FRET (ya da BRET) gibi quantum olaylardan
yararlanılmaktadır. Bu teknikler aracılığı ile iki farklı floroforla işaretlenmiş iki proteinin belli
bir uyarım sonucunda birbirlerinin aralarında kimyasal bağ oluşabilecek kadar yakınına gelip
gelmedikleri ölçülmektedir. Bu ölçüm canlı hürede ve gerçek zamanlı olarak yapılabilir.
Yukarıda açıklanan stratejiler floresan boyaların canlı hücrelere yüklenme tekniklerindeki ve
moleküler biyolojideki gelişmeler sonucunda bugün artık çok yaygın olarak
kullanılmaktadırlar.
Floresan boyalar kullanılarak yapılan fizyolojik yanıt ölçümleri genellikle mikroskopik
tekniklerle birlikte yapılmaktadır. Ancak mikroskopi kullanımı şart değildir. Bir küvet
spektrofotometresi kullanılarak da pek çok tip ölçüm yapılması mümkündür. Mikroskopik
tekniklerin kullanılması tek hücreden ölçüm yapılabilmesi, hücre içi derişim dağılımının da
ölçülebilmesi gibi avantajlar getirdiği için ayrıca yukarda açıklaması yapılan ikinci tip
stratejiler için şart olması gibi nedenlerle floresan ölçümlerin ayrılmaz bir parçası haline
gelmişlerdir. Bu konu ile ilgili belirtmekte yarar olan bir nokta uzaysal ve zamansal
çözünürlük arasındaki ilişkidir. Bu günkü tekniklerda genel olarak söylenirsa uzaysal
çözünürlüğün artması zamansal çözünürlüğü, zamansal çözünürlüğün artması ise uzaysal
çözünürlüğü azaltmaktadır. Kullanılan cihazlar hızlıdan yavaşa doğru sıralanırsa kabaca ilk
sırada küvet spektrofotometreleri daha sonra PMT-mikroskop sistemleri, ICCD kameramikroskop sistemleri, konfokal mikroskop sıralanabilir. Ancak bu sıralama kesin değildir;
örneğin line-mode da kullanılan bir konfokal mikroskop oldukça yüksak zamansal
çözünürlüğe sahip olabilmektedir ancak buna karşılık uzaysal çözünürlük kaybı söz
konusudur.
Yukarıda yapılan açıklamalar göz önünde bulundurulursa bir gözlem için şeçilecek yöntemin
amaca bağlı olarak belirlenmesinin gerektiği, “en iyi” diye tanımlanabilecek bir yöntemin
olmadığı hemen anlaşılacaktır.
HÜCRESEL GÖRÜNTÜLEME TEKNİKLERİ
NUHAN PURALI
Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik Anabilim Dalı, Ankara
Hemen bütün deneysel bilimlerde olduğu gibi hücre biyolojisindeki araştırmalar da
laboratuvar metod ve tekniklerine bağlıdır. Hücre yapısı ve fonksiyonu ile ilişkili önemli
ilerlemelerin hepsinin altında yeni araştırma ufukları açan bir metodun gelişmesi yatmaktadır.
Hücreler çıplak gözle görülemiyecek kadar küçük yapılar olduklarından, hücre yapı ve
fonksiyonunun görüntülenmesine imkan sağlıyacak araçlar hücre biyolojisi ile ilgili en
önemli araştırma metodlarından birini oluşturmaktadırlar.
Aslında “hücre” teriminin ilk ortaya atılması ışık mikroskobunun icadıyla beraber ortaya
çıkmıştır. 1665'te ilk mikroskobu icad eden Robert Hooke bir tıpa mantarı dilimini
tanımlarken “hücre” terimini ilk olarak kullandı. 1670 de Hooke'ınkine benzer bir yapıda 300
kez büyütme kapasitesindeki mikroskobuyla Antony van Leeuwenhoek sperm, alyuvarlar ve
bakteri gibi hücreleri gözlemledi. 1838'de Matthias Schleiden ve Theodor Schwann
tarafından ilk defa hücre teorisinin ortaya atılması hücre biyolojisinin başlangıcı olarak kabul
edilebilir. Schleiden bitki dokularındaki ve Schwann hayvan dokularındaki gözlemlerine
dayanarak her dokunun hücrelerden yapılmış olduğunu öne sürdüler. Bu önemli buluştan
hemen sonra her hücrenin sabit olmadığı ve bölünerek çoğaldığı keşfedildi.
Kısa tarihçeden de görüldüğü üzere hücre görüntüleme metodları hücre biyolojisi ile ilgili
araştırmaların en temel araçlarını oluşturmaktadırlar. Bu sunumda en çok kullanılan
görüntüleme yöntemleri kullanım alanları ve sınırları ile ilgili bazı temel bilgiler
tartışılacaktır.
Işık mikroskobu:
Işık kaynağından çıkan ışık ışınları bir yoğunlaştırıcı mercek (condenser lens) yardımıyla
örneğe odaklanır. Örneği geçen ışınlar (transmitted light) diğer taraftan objektif merceği
tarafından toplanıp okülerden gözlenir. Birçok ışık mikroskobu 1000 büyütmeye kadar
çıkabilir. Hücrelerin hemen tamamı 1-100 m mertebesinde olduğundan bütün hücreleri ışık
mikroskobu ile gözlemlemek mümkündür. Ancak ışık mikroskobunun teorik çözünürlük
limiti 0.2 m civarındadır ve daha ince yapıları ayırd etmek mümkün olmaz. Işık
mikroskoplarının objectif merceğin yerleştirme şekline göre üstten (up right) ve ters
(inverted) olanları ve iki objektif yardımıyla görüntü derinliği veren (binocular) tipleri
mevcuttur.
Işık mikroskobu histoloji laboratuvarlarında en sık parlak alan (bright field) mikroskobisi
denilen metod için kullanılır. Bu durumda oluşan görüntünün kontrastı görünebilir ışığın
hücre kompartmanlarında farklı absorpsiyonu sonucu ortaya çıkmaktadır ve sıklıkla yeterli
görüntü elde edilemez. Karanlık alan (dark field) mikroskopisinde kondenser lensin orta
kısmı kapatılarak dağılan ışık elimine edilerek kontrastın keskinleşmesine sağlanaır. Ancak
kullanımı ve avantajı kısıtlı olduğundan başlıca binoküler mikroskoplarla diseksiyon
işlemleri sırasında kullanılırlar. Görüntünün keskinliğini arttırmak için ışık mikroskopisi
yapılacak örnekler, hücrenin farklı bölgelerine ait kontrastın artmasına yol açacak boyalarla
işaretleme işlemlerine tabi tutulurlar. Bu boyalar hücre proteinleri, nükleik asitleri gibi
yapılarla etkileşen özellikte olduklarından ve tüm bu işlemlerde hücrenin bütünlüğünü ve
şeklini korumak için örnek sabitlendiğinden (fixation) canlı hücrelerle çalışmak pek mümkün
olamaz.
Canlı hücrelere ait kısımların kontrastı bazı optik değişiklikler sayesinde ışık mikroskobunda
da elde edilebilir. Faz kontrast (phase-contrast) ve diferansiyel interferans kontrastı
(differential-interference contrast) yaşayan hücreleri ışık mikroskobu ile gözlemlemenin en
yaygın iki yöntemidir. Her iki yöntemde hücrenin değişik kısımlarında dansite, kalınlık gibi
nedenlerden ortaya çıkan değişiklikleri final görüntünün kontrastına yansıtırlar. Parlak alan
mikroskobisinde hücre çekirdeği gibi yapılar ışığı az absorbe ettiklerinden kontrast az olur
ancak bu yapıları geçerken ışık sitoplazmayı geçen ışığa göre yavaşlar ve fazı değişir. Fazdaki
bu faklar bu iki yöntem sayesinde görüntüye yansır ve boyanmamış canlı hücrelerin ışık
mikroskobunda gözlenebilmesine olanak sağlar. Bu teknikler sayesinde 0.2 m den küçük
yapılar da görüntülenebilir ancak elde edilen görüntü sahtedir ve en az 0.2 m boyutunda olmak
zorundadır. Örneğin 0.025vm çapındaki bir mikrotübül 0.2 m olarak görüntülenebilir ancak
tek bir tübül, tübül demetinden ayırd edilenmez.
Hücrenin yapısını moleküllerin dağılımını ve fonsiyonunu çalışmak için kullanılan bir diğer
yöntem floresan mikroskopidir. Fixe edilmiş veya canlı hücre bir floresan boya ile işaretlenir.
Floresan boya bir dalga boyundaki ışığı emerken bir başka dalga boyunda ışık yayar. Uyarıcı
dalga boyunda bir ışık ile floresan boya aydınlatılır ve uygun filtreler kullanılarak yayılan ışık
(emission) toplanarak görüntü elde edilir.
Floresan mikroskopinin elektronik görüntü toplama yöntemiyle kombine edilmesinden
konfokal (confocal) mikroskopi yöntemi geliştirilmiştir. Bir laser tarafından sağlanan nokta
ışık kaynağı, floresan boya ile işaretlenmiş örneğe yönlendirilir. Örnekten yayılan emisyon
sadece fokal plandan gelen ışının geçmesine izin veren bir iğne deliğinden (pin hole)
geçirilerek foton toplayıcısına (photo multiplier tube)düşürülür. Örneğin bulunduğu fokal
plana ait tüm noktaların bilgisi digital olarak toplanıp o düzleme ait görüntü oluşturulur. Farklı
fokal düzlemlere ait görüntüler üst üste konarak örneğin üç boyutlu görüntüsünü elde etmek
mümkün olabilir.
Konfokal mikroskopiye alternatif olarak iki foton uyarı mikroskopisi geliştirilmiştir. Bu
yöntemle belli faz farkı ile laser ışınları sadece odak noktasında iki foton eşşzamanlı düşecek
şekilde yollanır. Bu çok hassas odaklama işlemi pinhole kullanmadan üç boyut bilgisi yaratır.
Ayrıca konfokal mikroskopiye göre uyarı ışığının yarattığı doku hasarı az ve penetrasyonu
daha iyidir.
Elektron mikroskobu:
Işık mikroskobundaki limitler nedeniyle hücre yapısının detaylarını görüntülemek imkansız
olduğundan daha güçlü mikroskopi teknikleri geliştirildi. Elektron mikroskobu 1930 larda ilk
kez Albert Claude tarafından biyolojik örneklere uygulandı. Elektronların dalga boyu 0.004
nm olabileceğinden görülebilir ışığın dalga boyundan 100 000 kez daha kısadır. Teorik olarak
0.002nm çözünürlük mümkün gözüksede elektromagnetik lenslerin açıklık açılarının sınırlı
olması nedeniyle ancak 1-2 nm çözünürlük elde edilebilir. Elektron mikroskopisinde örnek
bir metalle kaplanır parlak alan ışık mikroskopisinde olduğu gibi bir elektron demeti örneğe
gönderilir. Metal kaplı kısımlarda elektronlar geçmediğinden diğer taraftaki floresan ekrana
geçmezler ve hücrenin işaretli kısımları negatif olarak görüntülenir. Farklı boyama yöntemleri
kullanarak değişik görüntüler elde edilebilir. Metal kaplama yandan püskürtme şeklinde
yapılarak üç boyutlu hissi veren görüntüler elde edilebilir (metal shadowing). Örnekler sıvı
nitrojenle 164 derecede dundurulup kesici ile kırılır bu şekilde hücre membranı açılıp hücre içi
yapıların görüntülenmesi gerçekleştirilebilir (freeze fracture). Hücre metal ile işaretlendikten
sonra tarayıcı bir sistemle elektron bombardımanına tabi tutulabilir eğer transmitted yerine
yansıyan elektronlar toplanacak olursa üç boyutlu görüntüler elde edilebilir (scanning electron
microscopy).
Yukarıda kısaca anlatılan yöntemlerin tamamı halen kullanılmakta olan gözde arştırma
yöntemi olarak biyolojide ve tıpta kullanılmaktadırlar. Her methodun kendine has avantajları
ve dez avantajları vardır. Bu yöntemlerin hepsini bir laboratuvarda bulmak, gerekli insan gücü
ve finansal destek pahalı olduğundan pek mümkün olmaz. Bu nedenle araştırılacak konu
belirlenirken bu durum mutlaka değerlendirilmeli metoda uygun amaç yerine amaca uygun
yöntem seçilmeli ve diğer çalışma gurupları ile ortak projelere yönelinmelidir.
Fotometrik Mikrospektrofluorometre ve Hücre İçi pH Kaydı
ŞEREF ERDOĞAN
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Balcalı; ADANA
[email protected]
Bir çok hücre fonksiyonu, sitoplazmalarında ki bir kaç iyon derişimlerinin düzenlenmesine
veya devamına bağlıdır. Bu nedenle hücrelerdeki iyon derişimlerini ölçebilmek, birçok
hücresel sürecin çalışma prensiplerinin anlaşılabilmesinde önemli olmaktadır. Üstelik invaziv
olmayan bir yöntem ile bu süreçlerin araştırılmasına olanak sağlayabilecek tekniklerin
kullanılması çok daha değerli olmaktadır. Bu tekniklerden biri belli bir iyon ile etkileşerek
floresan özellikleri değişen bileşiklerin kullanılması esasına dayanmaktadır. Bu floroforlardan
kaynaklanan floresanın kantitatif ölçümleriyle iyon derişimlerindeki ya göreceli değişimlerin
veya mutlak iyon derişimlerinin saptanması mümkündür. Böyle teknikler özellikle Ca2+ ile
hücreiçi haberleşme çalışmalarında ve hücreiçi pH (pHi) düzenlenmesinin çalışılmasında çok
değerli bilgiler sağlamaktadır.
Memeli yumurtaları ve erken dönem embriyolarında, bu teknikler kullanılarak yapılan
araştırmalar özellikle yumurta aktivasyonu ve fertilizasyon sırasındaki hücreiçi Ca2+
derişimlerindeki değişimlerin ölçülmesi şeklindedir. Bir diğer araştırma alanı ise oogenez
sürecinde ve fertilizasyonda pHi değişimlerinin olup olmadığı ve pHi düzenlemesinin
incelenmesidir. Bu sunumda halen çok yaygın olarak kullanılan ve insan yumurtası özellikleri
ile büyük benzerlikler gösteren fare yumurtası ve embriyo modelinde pHi ölçülmesi ve
düzenlenmesinde kullanılan araştırma yöntemleri üzerinde yoğunlaşılacaktır.
Çok sayıda fizyolojik sınırlardaki pH değişimlerine hassas florosan indikatörler mevcuttur.
Bunlardan nötral değerlere yakın pKa'sı olan BCECF oransal (ratiometrik) bir florofor olup,
500 nm ve 450 nm dalga boylarında uyarılarak maksimal olan 530 nm'deki emisyonu ölçülür;
500 / 450 oranı pH artışı ile artar. Daha sonra, emisyon spektrumundaki kayma ile pHi
ölçümünü sağlayan SNARF-1 geliştirilmiştir. Bu pH'a hassas floroforun, 535 nm'de
uyarılmasıyla toplanan emisyonun 640 nm yoğunluğunun 600 nm'deki yoğunluğuna oranı pH
arttıkça artmaktadır.
İyona hassas floroforların hücreye yükleme yöntemleri benzer olup asetometil esterleri (-AM
formları), sıcaklığa bağlı olarak değişebilen inkübasyon işlemi ile hücrelere
yüklenebilmektedir. Hücre zarını geçemeyen formdaki floroforlar ise mikroinjeksiyon gibi
direkt yöntemler ile yüklenmektedir. Yükleme yapılan hücrelerden pHi düzenleme yöntemleri
çeşitli assay yöntemleri ile çalışılabilmektedir. Bu yöntemler temelde hemen tüm hücrelerde
bulunanan Na+/H+ değiştiricisi (NHE) ve HCO3-/Cl- değiştiricisi (AE) aktivitelerinin
değerlendirilmesi esasına dayanmaktadır. NHE, Na+'u içeri alırken hücreiçindeki H+'i dışarı
atar, böylece düşen pHi'yı düzeltir; AE ise Cl-'u içeri alırken HCO3- hücreden uzaklaştırır,
böylece artan pH'yı düzeltir.
pHi ölçümlerinde kullanılan oransal boyalardan elde edilen floresan yoğunluklar, K+
gradiyentini ortadan kaldırmak için ortama eklenmiş valinomisin ile nigerisin/yüksek K+
metodu sayesinde pH değerlerine kolayca çevrilebilmektedir. Dolayısı ile kayıtların direkt pH
değerleri ile sunulması gerçekleştirilebilmektedir.
Hücrelerin optimal çalışabilmesi için pHi'larını fizyolojik sınırlar içinde tutabilmeleri
gereklidir. Bunu sağlayabilmek için hücrelerin düzenleme mekanizmalarının nasıl çalıştığını
ve değişen durumlara veya hücrelerin gelişim aşamalarında verdikleri yanıtları ortaya
çıkartmak bu araştırma yöntemleri ile mümkün olabilmektedir.
S-1
SIÇANDA GENTAMİSİN İLE OLUŞTURULAN AKUT NEFROTOKSİSİTE
ÜZERİNE a-MELANOSİT STİMÜLAN HORMONUN ETKİSİ
M.Kolgazi1, S.Arbak2, İ.Alican1
Marmara Üni., Tıp Fakültesi 1Fizyoloji AD, 2Histoloji & Embriyoloji AD, Haydarpaşa,
İSTANBUL; [email protected]
Giriş ve Amaç: Gentamisin gram-negatif enfeksiyonların tedavisinde yaygın olarak
kullanılan bir antibiyotiktir. Tubuler nekrozla karakterize nefrotoksisite ilacın kullanımını
kısıtlayan yan etkilerin başında gelir. -Melanosit stimülan hormonun (-MSH), çeşitli
deneysel inflamasyon modellerinde pro-inflamatuvar sitokinleri, adezyon moleküllerini ve
indüklenebilir nitrik oksit sentazı kodlayan genlerin indüksiyonunu inhibe ettiği gösterilmiştir.
Bu çalışmada, -MSH'nın Gentamisin'e bağlı nefrotoksisite üzerine etkisini incelemek
amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten Sprague-Dawley sıçanlara (200-220 gr) 7 gün tek
başına veya -MSH (25 g/sıçan/gün; i.p.) ile birlikte gentamisin sülfat (80 mg/kg/gün; ip; n=8)
uygulandı. Kontrol grubuna (n=8) i.p. fizyolojik tuzlu su verildi. Sıçanlar son 24 saatlik
idrarları toplandıktan sonra 8. günde dekapite edildi. Kan üre nitrojeni (BUN) ve kreatinin
ölçümü için kan örneği, histolojik inceleme ve lipid peroksidasyonu (LP), glutatyon (GSH)
düzeyi ve myeloperoksidaz aktivitesi (MPO) ölçümleri için böbrek örneği alındı. 24 saatlik
idrar hacmi, serum ve idrar kreatinin değerleri kullanılarak, kreatinin klirens hesaplandı.
Bulgular: Gentamisin grubunda, kontrole kıyasla serum BUN ve kreatinin düzeyleri yüksek
ve kreatinin klirens değerleri düşük bulundu. -MSH tedavisi, bu parametreleri değiştirmedi.
Böbreğin histolojik incelemesinde, Gentamisin grubunda gözlenen yaygın lökosit
infiltrasyonu, yoğun vazokonjesyon, yaygın tubuler nekroz -MSH tedavisi ile anlamlı ölçüde
azaldı. -MSH tedavisi, Gentamisin grubunda gözlenen mikroskopik skor değerini anlamlı
şekilde azalttı (p<0.001). Gentamisin grubundaki yüksek MPO aktivitesi ve LP düzeyleri de MSH tedavisiyle azalma gösterdi (p<0.05). Gentamisin grubunda kontrole göre düşük
bulunan GSH düzeyi, -MSH tedavisiyle kontrol düzeyine döndü (p<0.001).
Sonuç: -MSH gentamisine bağlı böbrek fonksiyonunu düzeltmemekle birlikte, doku lökosit
infiltrasyonunu dolayısıyla reaktif oksijen metaboliti oluşumunu azaltarak ilaca bağlı akut
nefrotoksisitede yararlı etki göstermektedir.,
S-2
Nitrik oksit ve superoksid dismutaz'ın Antimanik Tedavi Sırasında
Değişimleri ve hastalık belirtileriyle ilişkisi
H.S. Gergerlioğlu, H.A. Savaş, F. Bülbül, S. Selek, E. Uz, M. Yumru
Gaziantep Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; GAZİANTEP; [email protected]
Giriş ve Amaç: İki uçlu bozukluk (İUB), yaygın, tekrar eden ve etyopatogenezinde
psikososyal, genetik ve biyokimyasal etmenleri içeren bir hastalıktır. Oksidan olarak nitrik
oksit (NO) ve antioksidan olarak superoksit dismutaz'ın (SOD) hastalığın oluşumunda rol
oynadığı daha önceki çalışmalarımızda gösterilmişti. Bu çalışma ileriye dönük olarak
ikiuçlu hastalığın manik evresinde (İUB-ME) NO düzeylerini ve SOD aktivitelerini
değerlendiren ilk araştırmadır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya 29 İUB-ME tanılı yatan hasta ve 30 sağlıklı kontrol dâhil
edildi. NO düzeyleri ve SOD aktiviteleri 1. (NO1 ve SOD1) ve 30. günlerde (NO2 ve SOD2)
alınan serumlarda çalışıldı. Klinik veriler Bech Rafaelson mani ölçeğiyle ölçüldü (BRMÖ).
Bulgular: NO1 (p<.001) ve NO2 düzeyleri (p<.001) kontrollerden yüksek olmasına rağmen,
SOD1 (p<.001) ve SOD2 (p<.001) aktiviteleri kontrollerden düşük bulundu. NO1 ve NO2
düzeyleri birbirleriyle kıyaslandığında anlamlı fark yokken (p>.05), SOD1 aktivitesi SOD2
aktivitesinden anlamlı derecede yüksek bulundu (p<.001). SOD2 aktivitesi ile geçirilmiş
manik atakların sayısı arasında negatif ilişki vardı. NO1 hezeyan puanlarıyla pozitif ilişki
gösterirken BRMÖ uyku puanlarıyla negatif ilişki göstermekteydi.
Sonuç: Daha önceki çalışmalarda kesitsel olarak, NO düzeyleri manik evrede ve ötimik
İUB'lu hastalarda yüksek bulunmuştu. İUB-ME'de NO'nun manik evrenin tedavi seyri
esnasında da yüksek devam etmesi yıkım sürecinde bu molekülün rolünün önemini ortaya
koymaktadır. Bu çalışma İUB-ME'nin fizyopatolojisinde NO'nun, uyku ile ilişkisini belirten
ve hezeyan oluşumundaki olası rolüne değinen ilk araştırmadır. Literatür bilgilerine göre
glutamat hezeyanların oluşumundan sorumlu tutulmaktadır. NO'nun glutamatı artırdığı da
bilinmektedir. NO'nun hezeyan oluşumunda bu yolla rol alabileceği düşünülmüştür. Manik
hecme sırasında SOD düzeylerinin tedaviye rağmen kontrollerden düşük kalması da vücudun
antioksidan cevabı oluşturmada bu önemli stres karşısında yetersiz kaldığı şeklinde
yorumlanmıştır. İUB'da oksidatif ve antioksidatif süreçleri anlamak için daha ileri araştırma ve
tekrar çalışmalarına ihtiyaç vardır.
S-3
OKSİTOSİN'İN OKSİDAN MİDE HASARI VE ENDİŞE ALGISI ÜZERİNE
ETKİLERİ
M.Deniz1, S.Tekin1, G.Çakırsoy1, M.Pehlivancık1, T.Öcek1, H.Çağlıöz1, N.Orak1,
N.Poçi1, H.H. Şahin1, S. Arbak2, B.Ç.Yeğen1
Marmara Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji1 ve Histoloji ve Embriyoloji2 Anabilim Dalları;
Haydarpaşa; İSTANBUL; [email protected]
Giriş ve Amaç: Hipotalamusta bulunan supraoptik ve paraventriküler nükleustaki santral
nöronlardan salgılanan oksitosinin, kolitte, stresle indüklenen ülserde ve ciltteki yaralarda
iyileşmeyi arttırdığı gösterilmiştir. Bu çalışmada, oksitosinin akut ülserdeki stres algısına ve
inflamatuvar süreçlere etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada her iki cinsiyetten Sprague Dawley sıçanların sol serebral
ventriküllerine anestezi altında paslanmaz çelik kanül yerleştirildikten sonra iyileşmeleri için
beş gün beklendi. Bir günlük açlığı takiben, sıçanlara serum fizyolojik (SF) (n:8) veya 2.5 g
oksitosin sol beyin ventrikülüne 5l'lik hacim içerisinde (n:7) veya kuyruk veninden (2.5
g/sıçan) (n:8) verildi ve 5 dakika sonra saf etanol (5ml/kg) orogastrik olarak uygulandı.
Etanol uygulamasından 30 dakika sonra holeboard testi ile endişe düzeyleri tespit edilen
sıçanlar, üçüncü saatte dekapite edildiler. Ülser derecesi makroskopik ve mikroskopik olarak
değerlendirildi ve alınan doku örneklerinde miyeloperoksidaz aktivitesi (MPO) ve
malondialdehid (MDA) düzeyleri ölçüldü.
Bulgular: SF ile tedavi edilen ülser grubunda, kontrol grubuna göre yüksek bulunan
makroskopik ve mikroskopik skorlar (p<0.05-0.01), hem santral hem de periferik olarak
verilen oksitosinle azaldı; mide MPO ve MDA düzeylerindeki artışlar engellendi (p<0.05,
p<0.01). Holeboard ile ölçülen deliğe bakma sayısının azalması ve hareketsizlik süresinin
uzaması, SF tedavili sıçanlarda endişe düzeyinin ülsere bağlı olarak arttığını gösterdi (p<0.050.001). Ancak, intravenöz verilen oksitosin endişe derecesi üzerinde etkisiz kalırken,
intraventriküler oksitosin ile endişe düzeyi kontrol değerlere döndürüldü (p<0.05-0.01).
Sonuç: Oksidan doku hasarını azaltarak ülserde koruyucu etki gösteren eksojen oksitosin,
stresle baş etme sırasında beyinde endojen olarak artarak, endişeyi kontrol altına alıp ülserin
şiddetlenmesini sınırlayıcı bir rol oynayabilir.
S-4
GLUKAGON BENZERİ PEPTİT-2'NİN MİDE ÜLSERİNDE KORUYUCU
ETKİSİ
M. Deniz1, N.Orak1, N.Poçi1, H.H. Şahin1, S.Tekin1, G.Çakırsoy1, M.Pehlivancık1,
T.Öcek1, H.Çağlıöz1, S.Arbak2, B.Ç.Yeğen1
Marmara Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji1 ve Histoloji ve Embriyoloji2 Anabilim dalı;
Haydarpaşa; İSTANBUL;
[email protected]
Giriş ve Amaç: İnce barsak L hücrelerinden salınan ve epitel geçirgenliğinin düzenlenmesi,
besin emilimi ve hücre proliferasyonunda önemli rol oynayan glukagon benzeri peptit (GLP)2'nin kolit, ileit ve iskemi/reperfüzyon hasarında mukozayı koruduğu gösterildiği halde, mide
ülserinde etkisi tanımlanmamıştır. GLP-2'nin ülsere bağlı gelişen endişe algısına ve
inflamatuvar yanıta etkisinin araştırılması amacıyla bu çalışma planlandı.
Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten Sprague Dawley sıçanların sol serebral
ventriküllerine anestezi altında paslanmaz çelik kanül yerleştirildikten sonra iyileşmeleri için
beş gün beklendi. Bir günlük açlığı takiben, sıçanlara intraserebroventriküler olarak serum
fizyolojik (SF) veya GLP-2 (5g/sıçan/5l) verildi ve 5 dakika sonra orogastrik saf etanol
(5ml/kg) verilerek ülser oluşturuldu. Başka bir grupta, ülserden 1 gün önceden başlayarak,
GLP-2 (5g/sıçan) veya SF dört kez ciltaltına uygulandı. Etanol uygulamasından 30 dakika
sonra holeboard testi ile endişe düzeyleri tespit edilen sıçanlar, üçüncü saatte dekapite
edildiler. Midede ülser indeksleri mm cinsinden tespit edildi, mikroskopik hasar
değerlendirildi ve alınan doku örneklerinde miyeloperoksidaz aktivitesi (MPO) ve
malondialdehid (MDA) düzeyleri ölçüldü.
Bulgular: Holeboard testinde belirlenen hareketsizlik süresinin, SF tedavili ülser grubunda
kontrole göre artmış olarak bulunması, endişe düzeyinin arttığına işaret etti. SF ile tedavi
edilen ülser grubunda MPO ve MDA düzeylerinin, makroskopik ve mikroskopik olarak
ölçülen hasarın kontrole göre arttığı gözlendi (p<0.05- 0.001). Hem santral hem de sistemik
GLP-2 tedavisi verilen gruplarda ise, hareketsizlik sürelerinin kontrol düzeyine döndüğü,
MPO ve MDA düzeyleri ile hasarın azaldığı (p<0.01) bulundu.
Sonuç: Dokuya nötrofil göçünü ve artmış endişe düzeyini baskılayarak, oksidatif mide
hasarını azaltan ve ülser gelişimini engelleyen GLP-2'nin, bu anksiyolitik ve anti-inflamatuvar
etkilerinin ülser tedavisinde yararlı olabileceği düşünülmektedir.
S-5
KRONİK KADMİYUM TOKSİTESİNE MİDKİN VE GALEKTİN-3 ÜN
KATILIMI
N. Yazıhan1,2, M. Koçak1, E. Akçıl1, H. Ataoğlu 2,3.
Ankara Üni., Tıp Fakültesi, Fizyopatoloji BD1, Moleküler Biyoloji Araştırma ve
Geliştirme Birimi2, Mikrobiyoloji BD3; ANKARA; [email protected]
Giriş ve Amaç: Kadmiyum (Cd) bilinen en toksik çevresel ve endüstriyel artıklardandır. Cd
diğer organik maddelerin aksine biyolojik ortamlarda yıkılarak azalamaz ve bu nedenle çok
uzun yarı ömre sahiptir. Cd nin testis, kalp, böbrekte apoptosisi uyardığı, TNF gibi
enflamatuar sitokinlerin yapımını arttırdığı ve dokularda yetmezliğe varan patolojilere neden
olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada uzun süreli Cd toksitesinin kalp dokusundaki olası toksik
etkisinde TNF-alfa, nitrik oksitin rolü ve enflamatuar süreçlerde arttığı düşünülen
moleküllerden midkin ve galektin-3 ün olaya katılımının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Deney 2 grupta (kontrol ve Cd toksitesi ) wistar erkek sıçanlarda
yapılmıştır. Kronik Cd toksitesi, sıçanların içme sularına 3 ay süreyle 15 ppm Cd eklenerek
yapılmıştır. Deney sonunda doku örnekleri TNF-alfa, NO metaboliti olan nitrit, midkin ve
galektin-3 ölçümleri için çıkarılmıştır.
Bulgular: Kalp dokularının Cd grubunda belirgin dilate olduğu gözlenmiştir. Kalp
dokularında TNF-alfa düzeyleri belirgin artmıştır. Dokuların TNF bulgularına korele olarak
midkin (2754±77, 3995±203 pg/ml(p<0.001)); ve galektin-3 düzeyleri (kalp: 7182±792,
12777±675 pg/ml (p<0.001)) Cd grubunda artmış bulunmuştur. Doku nitrit düzeyleri de
artmıştır.
Sonuç: Cd toksitesinde enflamatuar sitokinlerden TNF-alfa düzeyi artışına ek olarak doku
midkin ve galektin-3 düzeyi de bulgulara korele olarak artmaktadır.
S-6
TESTİS TORSİYONU SONRASI GELİŞEN HASARDA ERİTROPOİETİNİN
KORUYUCU ETKİSİ
N. Yazıhan1,2, N. Koku4, H. Ataoğlu2,3
Ankara Üni., Tıp Fakültesi, Fizyopatoloji BD1, Mikrobiyoloji BD2, Moleküler Biyoloji
Araştırma ve Geliştirme Birimi3, ANKARA
Denizli Devlet Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği; DENİZLİ; [email protected]
Giriş ve Amaç: Testis torsiyonu kan dolaşımının bozulmasıyla karakterize akut bir durumdur,
çoğunlukla infertilite ile sonuçlanmaktadır. Testis torsiyonunda iskemi-reperfüzyona (I/R)
bağlı mekanizmaların rol aldığı görülmüştür. Eritropoietinin(EPO), I/R hasarından koruyucu
etkilerini gösteren çalışmalar artmaktadır. HIF-1α yapımı hipoksik durumlarda artmaktadır
fakat EPO ile arasındaki etkileşim henüz tam olarak belli değildir.
Materyal ve Metod: Çalışmada Spraque-Dawley sıçanlarda testis torsiyonunda EPO(3000
IU/kg) tedavisinin etkileri araştırılmıştır. Deney 5 grupta gerçekleştirilmiştir. GrupI: sham
opere, grup II: sham+EPO, grup III: I/R , grup IV: torsiyondan 30 dk sonra EPO verilmiş, grup
V: detorsiyondan sonra EPO tedavisi uygulanmış ve deney detorsiyondan 4 saat sonra
sonlandırılarak testisler biyokimyasal ve moleküler incelemeler için çıkarılmıştır. EPO' nun
testis torsiyonundaki etkisi torsiyone testis ve karşı testisde TNF-α düzeyi HIF-1α, TNF-α ve
IL-6 mRNA ekspresyonu değerlendirilerek araştırılmıştır.
Bulgular: Testis torsiyonundan sonra karşı testisteki hasar torsiyone testise göre daha fazla
bulunmuştur. EPO tedavisi, doku TNF-α düzeyi, TNF-α ve IL-6 mRNA düzeylerini azaltarak,
HIF-1α mRNA ekspresyonunu arttırarak koruyucu etki göstermektedir.
Sonuç: EPO nun testis torsiyonundaki koruyucu etkisi HIF-1 α üzerinden olmaktadır. Karşı
testisdeki hasarda dolaşımdaki sitokinlerin artmasının rolü olabileceği düşünülmektedir.
Ayrıca EPO, TNF-α ve IL-6 gibi enflamatuar sitokinlerin hem sistemik hem de doku düzeyinde
yapımını azaltarak antienflamatuar etki göstermektedir.
S-7
OVARYUM KANSERİNDE HSP10 'nin SUPRESSİF ETKİSİ
S. Akyol, D.D.Taylor
Department of Obstetrics,Gynecology, and Women's Health Universty of Louısville School
of Medicine, KY USA; [email protected]
Giriş veAmaç: Bu çalışma ovaryum kanserli hastalarda HSP'10 nin varlığını ve supressif
CD3 zetanın rolünu belirlemek amacıyla planlandı.
Materyal ve Metod: Yaşları eşleştirilmiş dişi kontroller (n=9) ve ovaryum kanser
hastalarından(n=10) serum ve karın sıvısı alındı. HSP 10 serum, karın sıvısı ve ovaryum tümör
hücre kültüründe Western Immunoblotting yöntemi ile belirlendi. HSP10 içeren serumda
supressif CD3 zetanın varlığı Jurkat cell Bioassay kullanılarak tanımlandı.
Immünopresipitasyon ile serum HSP10' nin uzaklaştırılmasından sonra, serum tekrar ölçüldü
ve CD3 supresyonunu belirlemek için immunopresipitate değerlendirildi.
Bulgular: HSP10 kontrollerde ölçülemezken, epitelial ovaryum kanserli hastalarda değişik
seviyelerde görüldü. Analizler karın sıvılarında ekstra HSP10 bulunduğunu gösterdi. Biz
tümörlerin HSP10 sirkülasyonunun potansiyel kaynağı olup olamayacağını araştırdık. HSP10
tüm ovaryum kanser hücre dizisi testlerinin medyasında bulundu. Ovaryum kanser
hastalarının serumlarından alınan HSP10 nin rolü, CD3 zeta kaybından sonra analiz edildi.
CD3 zetanın supresyonu ve HSP10 sirkulasyonunun düzeyleri arasında direkt korelasyon
bulundu( (r2) 0.839).Ovaryum kanserli hastaların serumlarında HSP10 nin etkilerinin
degerlendirilmesinde iki yöntem kullanıldı. Birincisinde HSP10 nin uzaklaştırılması ile CD3
zeta supresyonunun kaybı, ikincisinde ise HSP10 nin immunpresipitasyonunun neden olduğu
CD3 zeta supresyonunun kaybı değerlendirildi. HSP10 kapsayan serum CD3 zetanın
ekspresyonunu azalttı, buna ragmen immunopresipitasyonla HSP10 uzaklaştrıldıktan sonra,
CD3 zetada artış gözlendi. İkinci yaklaşımda CD3 zetanın ekspresyonu immunopresipıtate
materyal kullanılarak değerlendirildi. HSP10 uzaklaştırılması CD3 zeta ekspresyonunun
seviyelerini anlamlı bir şekilde artırırken, tersine dönüşüm tamamlanmamıştı. Bu durum
HSP10'a ilaveten diğer immün düzenleyici faktörlerin etkisini gösteriyordu.
Sonuç: Bizim bulgularımız gebelikte olduğu gibi, HSP 10'nin, immün denetimden kaçan
tümörlerin oluşumunda T hücre aktivasyonunun supresyonunda kritik faktör olabileceğini
gösterildi.
S-8
ALKOLİK GEBE SIÇANLARDA GEBELİĞİN FARKLI EVRELERİNDE IL-1,
IL-2 VE NK ETKİLEŞİMLERİ
S. Akyol, H. Tunalı
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; İSTANBUL; [email protected]
Giriş ve Amaç: Çalışmamız alkolik gebe sıçanlarda gebeliğin farklı evrelerinde IL-1,IL-2 ve
doğal öldürücü hücrelerin (CD56, NK) etkileşimini incelemek amacıyla planlanmıştır.
Materyal ve Metod: Ortalama ağırlıkları 180 -220g. olan 10-12 haftalık a/a Wistar albino
soyu dişi sıçanlar kullanıldı. Sıçanlarda ;1) Kontrol grubu (C)(n=10), 2) %17.5 diet etanol grup
(E)(n=10), 3) %30 gavaj etanol grup (GE)(n=10) olmak üzere 3 grup (n=30) oluşturuldu.
E gruba 4 ay boyunca günde 8.75 g/kg. %17.5 etanol, GE gruba ise 2 ay boyunca günde 6 g/kg.
%30 etanol uygulandı. Bu uygulamanın ardından gebe bırakıldılar. Gebelik süresince etanol
uygulanmasına devam edildi. Gebeliğin 1. haftasında (3.gün) ve 3. haftasında (17.gün) kan
örnekleri alındı. Kan örneklerinde; CD 56(NK) (Antikandidal İndeks tayini), CD19, IL-2r
(Flow Sitometrik tayin), IL-1, IL-2,IFN g (Elisa yöntemi) tayin edildi.
Bulgular: (C) ile (E) kıyaslandığında CD56(NK) (p<0.01), IL-2 (p<0.05), IL-2r(p<0.01), IFN
g (p<0.001), CD19 (p<0.01) azalma gösterirken, IL-1(p<0.01) artış gösterdi. (C) ile (GE)
kıyaslandığında CD 56(NK) (p<0.001), IL-2 (p<0.01), IL-2r(p<0.05), IFN g(p<0.001),
CD19(p<0.01) azalma belirlendi. IL-1 düzeyinde anlamlı değişim görülmedi. ( CG ) ile (EG )
ve (GEG) grubunun 1. evresi (3.gün) karşılaştırıldığında CD 56(NK), IL-2, IL-2r, IFN g ve
CD19 (p<0.001) azalırken, IL-1, (EG) de (p<0.001) ve (GEG) de (p<0.01) arttı. (CG ) ile (EG
) 3.evrede (17.gün) karşılaştırıldığında CD 56(NK), IL-2r, CD19 (p<0.001), IL-2, IFN g,
(p<0.01) azalırken, IL-1 (p<0.001) arttı. ( CG ) ile (GEG) 3.evrede karşılaştırıldığında CD
56(NK) ve IL-2 (p<0.01), IL-2r(p<0.001), IFN g (p<0.05) azalırken, IL-1 ve CD19
değerlerinin değişmediği gösterildi.
Sonuç: Gebelik döneminde etanol, NK hücreleri, CD19, IL-2, IL-2r ve IFN g üzerindeki
supresyonu kuvvetlendirmektedir. Bu supressif etki immün sistemin birbirine ters çalışan
mekanizmalarını tetiklemektedir.
S-9
BÖBREK KİTLESİ AZALTILMIŞ SIÇANLARDA, FARKLI ORANDAKİ TUZ
YÜKLEMELERİNİN BARORESEPTÖR REFLEKSİN DUYARLILIĞI
ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
E. Taşkın, B. Özaykan, A. Magemizoğlu
Çukurova Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ADANA; [email protected]
Giriş ve Amaç: Subtotal nefrektomi tuz hipertansiyonunda barorefleks mekanizmanın
bozulup bozulmadığı bilinmemektedir. Bu nedenle, çalışmamızda değişik oranlardaki tuz
yüklemelerinin subtotal nefrektomi tuz hipertansiyonunda barorefleks duyarlılığı üzerindeki
etkilerinin araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metod: Doksan dört Wistar erkek sıçanların bir kısmına ortalama %72 oranında
subtotal nefrektomi diğer kısmına ise yalancı operasyon uygulandı. Bu işlemden 1 hafta sonra
her iki grubun hayvanlarına distile su veya %0.25 NaCl veya %0.5 NaCl beş hafta süreyle içme
suyu olarak verildi. Beş haftanın sonunda sol femoral arter ve venine kateterler yerleştirilen
hayvanların, bu işlemden bir gün sonra barorefleksin sempatik ve parasempatik bileşenlerinin
duyarlılıkları; intrinsik kalp atım hızları; plazma elektrolit ve kreatinin düzeyleri ölçüldü.
Bulgular: Subtotal nefrektomi, barorefleksin taşikardik yanıtının duyarlılığını %0.5 NaCl
alım koşulunda (p<0.05); intrinsik kalp atım hızını tüm tuz alımı koşullarında (p<0.001)
azalttı. Nefrektomi %0.5'lik NaCl alım koşulunda plazma sodyumunu artırırken (p<0.01);
distile su alım koşulunda ise plazma potasyumunu azalttı (p<0.05). Tuz yükleme oranının
artması ile birlikte, nefrektomililerde kontrollerine göre yüksek (p<0.001) olan kreatinin
miktarı artış eğilimi gösterdi.
Sonuç: Subtotal nefrektomide, barorefleks duyarlılığının azaldığı ancak tuz yükleme oranı ile
barorefleks duyarlılık düzeyi arasında açık nedensel bir ilişkinin bulunmadığı; intrinsik kalp
atım hızının alınan tuzdan bağımsız olarak azaldığı kanısına varılmıştır.
S-10
ASPİRİN KULLANIMININ SERUM VEGF VE ENDOSTATİN
SEVİYELERİNE ETKİSİ
M. Şencan1, R. Güneşaçar3, D. Deveci2
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi 2Fizyoloji, 1İç hastalıkları, SİVAS
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, 3İmmünoloji BD, ADANA.
[email protected]
Giriş ve Amaç: Anjiyojenik vasküler endotelyel büyüme faktörü (VEGF) ve anti-anjiyojenik
endostatin vücuttaki bir çok hücre tarafından üretilen faktörlerdir. VEGF'in anjiyojenik etkisi
endotel hücreleri üzerine olan kuvvetli mitojenik etkisinden kaynaklanmaktadır. Endostatinin
anti-anjiyojenik etkisi ise endotel hücrelerinin çoğalması ve göçünü engellemesinin yanı sıra
apoptozislerine de neden olmasıyla ortaya çıkabilir. Bu faktörlerin kardiyovasküler hastalıklar
ve kanserde önemli rollerinin olduğu bildirilmektedir. Ayrıca son zamanlarda aspirin
kullanımının da bazı kanser türlerine iyi geldiği gösterilmiştir. Tümörlerin büyüme ve
gelişmesinin anjiyojenik ve anti-anjiyojenik faktörler arasındaki dengeye bağlı olarak geliştiği
bulunmuştur. Bundan dolayı çalışmamızda, belli yaş grubundaki aspirin alan ve almayan
sağlıklı erkeklerin serumlarındaki VEGF ve endostatin düzeylerinin belirlenmesi
amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya aspirin alan 40 sağlıklı erkek gönüllü katılmıştır. Deneklere 3
hafta süre ile günlük tek doz halinde 300 mg aspirin verildi. Çalışmaya katılan tüm
deneklerden aspirin öncesi ve sonrası elde edilen serum örneklerinden VEGF ve endostatin
düzeyleri Eliza yöntemiyle ölçüldü. Sonuçlar eşleştirilmiş t- testi ile değerlendirildi ve
anlamlılık p<0.05 olarak kabul edildi.
Bulgular: Deneklerin aspirin almadan önceki serum VEGF seviyesi 419±36 iken aspirin
alımından sonra 364±34 pg/ml'ye anlamlı olarak düşmüştür, P<0,01. Aspirin endostatin
seviyesini etkilememiştir. Endostatin düzeyleri aspirin almadan önce 90±4 ng/ml, aldıktan
sonra 89±4 ng/ml olup aradaki fark anlamsız bulunmuştur.
Sonuç: Aspirin uygulaması anjiyojenik bir faktör olan VEGF seviyesini anlamlı olarak
azaltırken, anti-anjiyojenik endostatin seviyesini etkilememiştir. Bu sonuç da, aspirinin bazı
kanser türlerindeki faydalı etkisinin belki de VEGF seviyesini düşürerek ve endostatin
seviyesini de koruyarak katkıda bulunmuş olduğunu yansıtabilir. Ayrıca aspirin alımı
anjiyojenez oluşumunun istenmediği hastalıklarda faydalı ama anjiyojenezin oluşmasının
istendiği durumlarda zararlı olabilir.
S-11
KARDİYOPULMONER BYPASS SONRASINDA ÇİNKO VE BAKIR
DÜZEYLERİNDE MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER
Z.I.S. Görmüş1, F. Sunar1, İ. Halifeoğlu3, N. Görmüş2, A.K. Baltacı1
Selçuk Üni., Meram Tıp Fakültesi Fizyoloji1 ve Kalp Damar Cerrahisi2 AD, KONYA
Fırat Üni., Biyokimya AD3; ELAZIĞ; [email protected]
Giriş ve Amaç: Açık kalp ameliyatlarında rutin olarak kullanılan kardiyopulmoner bypass
sonrasında hücrelerarası elektrolitlerde önemli değişiklikler olmaktadır. Bunlar arteryel kan
gazları ile tespit edilerek hızla düzeltilebilmektedir. Organizmada pek çok önemli görevleri
olan çinko ve bakır düzeyleri hakkında ise detaylı bir araştırma yoktur. Çalışmamızın amacı bu
elementlerde kardiyopulmoner bypass sonrasında meydana gelen değişiklikleri saptamak ve
bunların neden olabileceği klinik problemleri belirlemekti.
Materyal ve Metod: Kalp damar cerrahisinde koroner arter hastalığı tanısı ile açık kalp
ameliyatı yapılacak 45 hasta çalışmaya alındı. Bu hastalarda preoperatif dönemde (T0),
postoperatif erken dönemde (T1) ve postoperatif 1. günde (T2) alınan kan örneklerinin
serumlarında çinko ve bakır düzeyleri atomik absorbsiyon yöntemiyle ile ölçüldü.
Bulgular: T0, T1 ve T2 zamanlarında çalışılan serum çinko düzeylerinin ortalama değerleri
sırası ile 163,6, 127 ve 198,6 μg/dl olarak ölçüldü. Aynı zamanlarda çalışılan serum bakır
düzeylerinin ortalama değerleri ise sırası ile 68, 56 ve 60 μg/dl olarak ölçüldü. İstatistiksel
değerlendirmelerde serum çinko düzeylerinin T1 zamanında T0'a göre anlamlı olarak azaldığı
T2 zamanında ise tekrar yükseldiği izlendi (p<0,05). Serum bakır düzeylerinin istatistiksel
değerlendirmede T1 zamanında T0'a göre anlamlı olarak azaldığı T2 zamanında ise tekrar
yükseldiği izlendi (p<0,05).
Sonuç: Kardiyopulmoner bypass sonrasında serum çinko ve bakır seviyelerinde önemli
değişiklikler olmaktadır. Bu durum postoperatif dönemde hastalarda gelişen ve sebebi izah
edilemeyen aritmilerin, geçici hepatorenal fonksiyon bozukluklarının ve gastrointestinal
semptomların altında yatan sebepler olabilir.
S-12
DENEYSEL HEPATİK REZEKSİYON MODELİNDE DİPİRİDAMOLÜN
KARACİĞER REJENERASYONU ÜZERİNE ETKİSİ
T. Artış1, H. Esin1, F. Mutlu1, S. Artış2, Z.Yılmaz1
Erciyes Üni.,Tıp Fakültesi 1Genel Cerrahi, 2Fizyoloji AD; KAYSERİ; [email protected]
Giriş ve Amaç: Karaciğer rejenerasyonunun kontrol edilebilir yaygın bir işlem haline gelmesi
modern cerrahide önemli aşamalardan birisidir. Karaciğer rejenerasyonunu artırmak üzere
yapılan çalışmalar giderek önem kazanmıştır. Bu çalışmada ratlarda, fosfodiesteraz inhibitörü
olan dipiridamolün deneysel hepatik rezeksiyon modelinde karaciğer rejenerasyonu üzerine
etkileri amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada ağırlığı 300-550 gram arasında değişen, 60 adet erkek WistarAlbino rat kontrol ve dipiridamol grubu olmak üzere iki gruba eşit olarak paylaştırıldı. Her bir
grup daha sonra 10' ar rattan oluşan üç alt gruba ayrıldı. Çalışma grubundaki ratlara %70'lik
karaciğer rezeksiyonu sonrası intravenöz dipiridamol kontrol grubundaki ratlara ise % 70'lik
karaciğer rezeksiyonu sonrası % 0.9 NaCl infüzyonu uygulandı Rezeke edilen yaş karaciğer
ağırlığı kaydedildi. Ratlar 24, 48 ve 72 saat sonunda sakrifiye edildi. Vena kava inferiordan kan
örnekleri alındıktan sonra kalan karaciğer dokusu çıkartılarak tartıldı. Aspartat
aminotransferaz (AST), alanin aminotransferaz (ALT), alkalen fosfataz (ALP), albumin ve
protrombin zamanı (PT) ölçümleri yapıldı. Morfolojik rejenerasyon parametresi olarak rölatif
karaciğer ağırlığı kullanıldı. Histopatolojik değerlendirme ise mitotik indeks ve prolifere olan
hücre nükleer antijeni (PCNA) işaretlemesi ile yapıldı.
Bulgular: 24, 48 ve 72. saatler sonunda dipiridamol ve kontrol grupları arasında rölatif
karaciğer ağırlığı, ALP değerleri arasında anlamlı farklılık saptandı (p<0.05). AST, ALT,
albumin değerleri arasında ise 24 ve 72. saatte ve PT değerleri için 72. saatte istatistik olarak
anlamlı farklılık saptandı (p<0.05). 24, 48 ve 72. saatlerde mitotik indeks ve PCNA
işaretlenme oranları dipiridamol grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek
bulunmuştur (p<0.05).
Sonuç: Dipiridamol ratlardaki deneysel karaciğer rezeksiyonu modelinde morfolojik ve
fonksiyonel olarak karaciğer rejenerasyonunu artırmaktadır. Yapılacak ileri çalışmalarla
klinik uygulamada kullanımı düşünülebilir.
S-13
OVARYUM STEROİTLERİNİN UTERUS MOTİLİTESİ ÜZERİNE OLAN
ETKİSİNDE NİTRİK OKSİTİN ROLÜ
A.Bülbül, A.Yağcı, A.Sevimli, H.A.Çelik, A.Karadeniz, E.Akdağ
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Veteriner fakültesi, Fizyoloji AD;
Afyonkarahisar.;[email protected]
Giriş ve Amaç: Reprodüktif olaylarda meydana gelen değişimler nitrik oksit düzeyine ve
nitrik oksit sentaz (NOS) ekspirasyonuna etki etmektedir. Araştırmada ovaryum steroidlerinin
miyometriyal kasılımlar üzerine olan etkisinde nitrik oksidin rolünün ve NOS etkinliğinin
belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmada ovaryumları çıkarılmış Sprague Dawley ırkı 3 aylık 40 dişi
rat kullanıldı. Hayvanlar her biri 10 rattan oluşan kontrol ve 3 deneme grubu olmak üzere
toplam 4 gruba ayrıldı. Kontrol grubuna susam yağı (Ov grup), progesteron grubuna
progesteron 2 mg/rat/gün, östrojen grubuna östrojen 10 g/rat/gün, östrojen + progesteron
grubuna (ÖP grubu) östrojen 10 g/rat/gün + progestagen 2 mg/rat/gün uygulaması kas içi 10
gün verilerek sonlandırıldı. Hazırlanan uterus preparatları izole organ banyosuna yerleştirildi.
Uterus düz kas hareketleri “force transducer” ve “acquisition system” yardımı ile bilgisayarda
görüntülenerek kaydedildi.
Bulgular: L-arginin, SNP ve cGMP'nin kontrol, progesteron ve ÖP gruplarında uterus kasılım
şiddetinde doza bağımlı olarak azalma oluşturduğu östrojenin ise bu etkiyi engellediği
belirlenmiştir. NNA + arginin uygulaması sonucunda kontrol, progesteron ve ÖP gruplarında
argininin uterus kasılım şiddetinde oluşturduğu inhibisyonu azalttığı belirlenmiş, standart
kasılım ile karşılaştırılmasında ise kontrol grubunun düşük olduğu görülmüştür. Yapılan
immunhistokimyasal değerlendirmede östrojen ve ÖP gruplarında uterus bez ve epitel
dokusunda nNOS, iNOS ve eNOS ekspirasyonun arttığı östrojen grubunda ise sinir
hücrelerinde eNOS ve nNOS'un azaldığı belirlenmiştir.
Sonuç: Myometriyumda nitrik oksit motiliteyi azaltırken östrojen bu etkiyi önlemektedir.
Uterusda motiliteyi azaltan nitrik oksit bu etkisini olasılıkla uterus sinir dokusundan bulunan
ve östrojen tarafından baskılanan eNOS ve nNOS enzimi aracılığıyla veya cGMP'ye bağımlı
protein kinaz üzerinden göstermektedir.
Bu çalışma TÜBİTAK tarafından “VHAG-2097” nolu proje kapsamında desteklenmiştir.
S-14
DİYABETİK SIÇAN AKCİĞERİNDE NİTRİK OKSİT VE LEPTİN İLİŞKİSİ
F.Öztay, A.Kandil, E.Gürel, S.Üstünova, A.Kapucu, H.Balcı, K.Akgün-Dar, C.Demirci
İstanbul Üni., Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü; İSTANBUL; [email protected]
Giriş ve Amaç: Diyabetik akciğer dokusunda endoteliyal nitrik oksit (eNO) ve uyarılabilir
nitrik oksit (iNO)'in arttığı, leptin seviyesinin ise azaldığı bildirilmektedir. Çalışmamızda,
diyabetik sıçan akciğerinde meydana gelebilecek eNOS ve iNOS immünoreaktivitesindeki
değişiklikler ile diyabette NO ile leptin arasındaki ilişkinin belirlenmesi hedeflenmiştir.
Materyal ve Metod: Sıçanlara yapılan tek doz STZ (65 mg/kg; ip) uygulamasından 4 hafta
sonra, diyabetik sıçanlara 3 mg/kg dekzametazon (DEX), 0.5 μg/ml leptin ve 20U/kg insülin
uygulamaları bir hafta süre ile her gün aynı saatte yapılmıştır.
Bulgular: Diyabetik sıçanlara DEX, leptin ve insülin uygulamaları yapıldığında, insülin ve
DEX'in diyabetik sıçan akciğerinde gözlenen yapısal anomalilerin gerilemesine neden olduğu
tespit edildi. Bununla birlikte, insülin uygulaması sonucu diyabetik sıçan akciğerinde önemli
derecede iyileşme görüldü. İnsülin+DEX ve İnsülin+Leptin uygulanan diyabetik sıçan
akciğerleri karşılaştırıldığında, İnsülin+DEX uygulamasının akciğerde gözlenen yapısal
anomalileri büyük ölçüde gerilettiği, leptinin ise, bağ doku fibrillerinde artışa neden olarak
solunum fonksiyonunu azaltabilecek yapısal değişikliklere neden olduğu tespit edildi.
İmmünohistokimyasal bulgular, diyabetik sıçan akciğerinde eNOS ve iNOS'un arttığını
göstermektedir. Diyabetik sıçanlara yapılan DEX uygulaması, bronş ve bronşiyol epitelindeki
ve makrofajlardaki eNOS immunoreaktivitesini azaltmıştır. Bu grupta gözlenen iNOS
immünreaktivitesi bronş ve bronşiyol epitelinde değişmezken, makrofajlarda azalmıştır.
Diyabetik sıçanlara leptin uygulaması ise dokudaki eNOS miktarını azaltırken, iNOS
seviyesinde bir değişiklik yapmamıştır. İnsülin uygulaması ile yapılan diyabet tedavisi
sonunda, eNOS ve iNOS immunoreaktivitesi kontrollere yaklaşmıştı.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları dikkate alındığında, diyabet tedavisinde, insülin uygulaması
ile birlikte, iNOS'un inhibisyonunun faydalı olabileceği düşünülmektedir.
S-15
ASPİRİNİN DENEYSEL MİYOGLOBİNÜRİK AKUT BÖBREK
YETMEZLİĞİNDE KORUYUCU ETKİLERİ
1
N. Aydoğdu, 2İ.H. Atakan, 3U. Usta, 4H. Erbaş, 1E.E. Gürel, 1E. Yılmaz, 1K. Kaymak
Trakya Üni., Tıp Fakültesi 1Fizyoloji, 2Üroloji, 3Patoloji ve 4Biyokimya AD, EDİRNE;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Nitrik oksit (NO) ve serbest radikaller rabdomiyoliz sonucu gelişen akut
böbrek yetmezliğinin patogenezinde çok önemli rol oynarlar. Aspirinin lipid peroksidasyonu
azalttığı, antioksidan enzim aktiviteleri ile nitrik oksit düzeyini arttırdığı bildirilmektedir.
Ülkemizin deprem kuşağında olması, trafik ve iş kazalarının çok sık görülmesi nedeniyle;
deneysel miyoglobinürik akut böbrek yetmezliğinde aspirinin etkilerini araştırmayı
amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda 1. ve 2. gruplarda 7, 3 ve 4. gruplarda 10 adet olmak üzere
34 erkek Spraque Dawley sıçan kullanıldı. 1. ve 2. gruplardaki sıçanlara fizyolojik serum (FS),
3. ve 4. gruplara % 50'lik gliserol 10 ml/kg'a göre intramüsküler enjekte edildi. Gliserol
enjeksiyonundan 1 ve 24 saat sonra; 1. gruba FS, 2. gruba 10 mg/kg dozunda aspirin, 3. gruba
FS, 4. gruba 10 mg/kg dozunda aspirin intraperitoneal verildi. Gliserol enjeksiyonundan 48
saat sonra anestezi altında kan ve böbrekleri alındı. Böbrek dokusunda süperoksit dismutaz,
katalaz, glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri, malondialdehit, glutatyon, nitrik oksit
düzeyleri; plazma üre, kreatinin, sodyum, potasyum, kreatin kinaz ve nitrik oksit düzeyleri;
kreatin klirensi ve fraksiyonel sodyum atılımı ile histopatolojik değişiklikler ve demir birikimi
incelendi.
Bulgular: Gliserol enjeksiyonu ile birlikte FS verilen 3. grupta böbrek fonksiyonlarının
bozulduğu, antioksidan enzim aktiviteleri ile glutatyon ve nitrik oksit düzeylerinin azaldığı ve
lipid peroksidasyonun, histopatolojik olarak nekroz, kast ve demir birikiminin arttığı görüldü.
Aspirin ile tedavi edilen 4. grupta böbrek fonksiyonlarının, antioksidan savunma sisteminin,
nitrik oksit düzeyinin ve histopatolojik değişikliklerin anlamlı düzeyde korunduğu görüldü.
Sonuç: Bulgularımıza göre; aspirinin güçlü bir vazodilatatör olan nitrik oksiti anlamlı
düzeyde arttırarak, bu modelde oluşan hem renal iskeminin şiddetini hem de oksidatif stresi
azaltarak koruyucu rol oynadığını düşünmekteyiz.
S-16
ERYTHROPOIETIN UYGULAMASININ DEĞİŞİK ORGANLARDA
OKSİDATİF STRES ÜZERİNE ETKİLERİ
M. Balkaya1, P.A. Ulutaş2, C. Ünsal1, H. Ünsal1
1
2
Adnan Menderes Üni., Veteriner Fakültesi, Fizyoloji AD; AYDIN
Adnan Menderes Üni., Veteriner Fakültesi, Biyokimya AD; AYDIN;
[email protected]
Amaç: Erythropoietin (EPO) son yıllarda birçok organ ve dokuda oksidatif hasarın önlenmesi
amacıyla yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak, organlar üzerindeki antioksidatif etkileri
konusunda bir karşılaştırmaya rastlanamamıştır. Çalışma EPO uygulamasının beyin,
akciğerler, karaciğer, böbrekler, kalp ve kanda antioksidatif kapasiteyi nasıl etkilediğini
saptamayı amaçlamıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada 2 aylık yaşta 18 adet dişi sıçan kullanıldı. Hayvanlara 2500 ve
5000 IU EPO (Epoietin alfa, EPREX® 4000) veya SF uygulandıktan 24 saat sonra eter
anestezisi altında kan örnekleri alındı ve sonra ötenazi edilerek organlar çıkartılıp -80 °C'de
saklandı. Doku örnekleri homojenize edilerek, süpernantantlarda ve kanda GSH, MDA,
seruloplazmin ve vitamin C düzeyleri ve total protein değerleri belirlendi.
Bulgular: Kontrollerle karşılaştırıldığında, 2500 IU/kg EPO kan ve kalpte MDA değerlerinde
yaklaşık %55 oranında bir azalmaya, buna karşın böbrek ve karaciğerde önemli artışlara neden
olmuştur. Buna karşın 5000 IU/kg EPO uygulaması kan ve incelenen tüm organlarda MDA
değerlerinde %30 ile %80 oranlarında bir azalmayla sonuçlanmıştır (P<0.0001, P=0.05,
P<0.05 ve p<0.0001). Seruloplazmin değerleri kanda ve kalpte %60-70 oranlarında azalırken
akciğer ve beyinde yükselmiştir (P<0.0001, P=0.004, P<0.05 ve P<0.05). Akciğerlerde 2.500
IU EPO seruloplazmin değerlerinde %10 oranında bir azalmaya neden olmuştur (P<0.05).
Karaciğer seruloplazmin değerlerinde kontrollere gore 1.92 ile 2.13 oranlarında, ancak önemli
olmayan artışlar görülmüştür. EPO kan ve kalp GSH değerlerini etkilememiş, buna karşın
karaciğer, akciğerler, böbrekler ve beyinde doza bağlı bir azalmaya neden olmuştur (P<0.05,
P=0.004, P<0.0001 ve P<0.05). EPO vitamin C düzeylerini kanda ve beyinde etkilememiş,
ancak karaciğer, akciğerler ve böbreklerde %30-65 oranlarında azaltmıştır (P<0.05, P<0.0001
ve P<0.0001). Kalpte 2.500 IU EPO vitamin C değerlerinde yaklaşık %32 oranında bir artışla,
buna karşın 5.000 IU EPO %30 oranında bir azalmayla sonuçlanmıştır.
Sonuç: Bulgular EPO'nun antioksidatif savunma sistemi üzerine etkilerinin incelenen organ
ve değişken ile doza özgü özellikler gösterdiğini ortaya koymuştur.
S-17
FARE OOSİT / ZİGOTUNDA ASİDOZA KARŞI SAVUNMA
MEKANİZMALARININ MAYOTİK MATÜRASYON SÜRECİNDEKİ
DEĞİŞİMLERİ *
Ş. Erdoğan, A. Çetinkaya, A.Doğan
Çukurova Üni.,Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ADANA; [email protected]
Giriş ve Amaç: Germinal Vezikül (GV) aşamasındaki oositin hücreiçi pH (pHi) düzenleme
mekanizmaları aktif iken mayotik matürasyon sürecinden Metafaz I (MI) ve Metafaz II (MII)
aşamalarına ulaştıklarında HCO3-/Cl- değiştiricisi (AE) inhibe edilmektedir. Bu inhibisyon
fertilizasyondan sonra pronüklear (PN) aşamaya kadar devam etmektedir. Benzer
inhibisyonun pH düzenleyicilerinden Na+/H+ değiştiricisi (NHE) için de geçerli olduğunu
rapor etmiştik. Bu çalışmada ise, asidoza karşı diğer bir savunma mekanizması olarak işlev
gören Na+,HCO3-,Cl- değiştiricisinin (NBCE) yine mayotik matürasyon sürecindeki
değişimleri araştırıldı.
Materyal ve Metod: Çalışmada Balb/c soyu dişi fareler indüklenerek uygun zamanlarda GV,
MI, MII oositler, veya kopülasyonları sağlanarak PN aşamadaki zigotlar elde edildi. Kültür ve
kayıt solüsyonları olarak KSOM ve Hepes-KSOM esaslı solüsyonlar kullanıldı. SNARF-1AM ile yüklenmiş olan oosit/zigotlardan mikrospektrofluorometrik yöntem ile ratiometrik
olarak pHi kayıtları alındı.
Bulgular: Hücreleri asit şoklardan koruyan NBCE aktivitesi GV ve MI oositlerde düşük iken,
MII aşamada artmaya başladı ve PN aşamada ise tam olarak aktif hale geldi. İndüklenmiş
asidozdan tam olarak iyileşme, NHE ile NBCE aktiviteleri sonucu olarak gerçekleşti. Ancak
mayotik matürasyon sürecindeki NBCE aktivite değişimi, NHE aktivite değişimi gibi
gerçekleşmedi.
Sonuç: Oosit gelişim sürecinde, mayotik yeterlilik ile pH düzenleyici sistemlerin aktivasyonu
gerçekleşmekte ancak birinci ve ikinci mayotik bölünme sürecinde Na+/H+ değiştiricisi
baskılanmaktadır. Balb/c soyu fare oositlerinde Na+,HCO3-,Cl- değiştirici aktivitesi ise mayotik
matürasyon sürecinde giderek artmakta ve PN aşamaya gelen zigot, asit şoklara karşı tam
olarak savunma mekanizmalarına sahip hale gelmektedir.
Bu çalışma TÜBİTAK (SBAG-3154) tarafından desteklenmiş ve Çukurova Üniversitesi Tıbbi
Bilimler Deneysel Araştırma ve Uygulama Merkezi'nde gerçekleştirilmiştir.
S-18
SIÇANLARDA TİOASETAMİD İLE OLUŞTURULAN HEPATİK
ENSEFALOPATİDE KAFEİK ASİT FENETİL ESTERİN NÖROPROTEKTİF
ETKİSİ
E. Fadıllıoğlu1, C. Gürsul2, M. Iraz3
1
Hacettepe Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji AD, Ankara; İnönü Üni., Tıp Fakültesi 2Fizyoloji
AD, 3Farmakaloji AD ,MALATYA; [email protected]
Giriş ve Amaç: Hepatik ensefalopati (HE), nörotoksik olan amonyağın glutamat
reseptörlerinin NMDA tipini aşırı aktivasyonuyla ve mitokondrial hasar ile oksidatif stresin
yer aldığı klinik bir durumdur. Bu çalışmada, kafeik asit fenetil esterin (CAPE) HE'li
sıçanlarda refleks testlerine, kan amonyak düzeyine, korteks, beyin sapı ve serebellumdan
alınan dokulardaki oksidan/antioksidan parametrelere etkisinin incelenmesi amaçlandı.
Materyal ve Metod: Wistar-Albino erkek sıçanlar kontrol, CAPE (10 µmol/kg/gün, i.p.), HE
(tioasetamid 0. ve 24. saatte 600 mg/kg i.p.), HE+laktuloz (laktuloz 3 gr/kg/gün 12 saatte bir),
HE+CAPE ve HE+CAPE+laktuloz gruplarına ayrıldı. Nörolojik hasarın izlenmesi için bir dizi
davranış testi ilk tioasetamid dozunun 54. saatinde uygulandı. 60. saatte ketamin/ksilazin
(75/10 mg/kg) anestezisi altında venöz kanları alındı ve kan amonyak düzeyi ile ALT ve AST
aktiviteleri ölçüldü. Atlas yardımıyla beyin korteks, beyin sapı ve serebellum
oksidan/antioksidan parametrelerin ölçümü için ayrıldı.
Bulgular: HE ile artan kan amonyak düzeyi laktuloz ve CAPE+laktuloz tedavilerinde kontrol
seviyelerine gerilerken, HE+CAPE grubunda da anlamlı olarak azaldı. ALT ve AST
aktivitelerinde yaklaşık on katın üzerinde görülen artış, CAPE+laktulozla kontrol seviyelerine
kadar olmak üzere tüm tedavi gruplarında anlamlı azaldı. Refleks skorları CAPE+laktulozda
daha belirgin olmak üzere tedavi gruplarında kontrol seviyelerine yaklaştı. HE grubunda
%37.5 olan 60. saate kadar sağ kalan sıçanların oranı, HE+laktuloz grubunda %70, HE+CAPE
grubunda %80 ve HE+CAPE+laktuloz grubunda ise %100 oldu. HE sonrası görülen beyin
dokularında lipid peroksidasyonu ve protein oksidasyonu artışı buna karşılık antioksidan
enzim aktivitelerinde olan azalma belirgin olarak HE+CAPE ve HE+CAPE+laktuloz
gruplarında kontrol seviyelerine yaklaştılar.
Sonuç: HE'ye karşı hem amonyak düzeyini düşürmeye hem de nöroprotektif tedavilerin
birlikte düşünülmesi ve CAPE'nin nöroprotektif özelliği detaylı araştırmalar ile gösterilmesi
önerilmektedir.
S-19
HİPOBARİK UYGULAMA VE KRONİK ANTRENMANIN SIÇANLARDA
HEMOPOİETİK PARAMETRELERE ETKİSİ
M. Altan1, T. Gülyaşar2, M. Mengi1, G. Metin1, G. Yiğit1
1
2
İstanbul Üni., Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; İSTANBUL;
Trakya Üni., Tıp Fakültesi Biyofizik AD; EDİRNE; [email protected]
Giriş ve Amaç: Günümüzde spor yarışmalarına hazırlanma süreçlerinde yüksek irtifalarda
yapılan antrenmanlar tercih edilmektedir. Oldukça yeni kullanılan bir metod ise organizmayı
hipobarik koşullara maruz bırakıp, antrenmanları normobarik koşullarda yapma modelidir.
Uygulanan bu metotda, yüksek rakımlara maruz kalma avantajlarının korunduğu,
sürantrenman gibi risklerin ise azaltılmış olduğu bildirilmektedir. Araştırmamızda bu yeni
antrenman modelinin uygulandığı, hipobarik koşullarda yaşatılıp, normobarik koşullarda
antrenman yaptırılan sıçanların kan ve dokularındaki değişikliklerin saptanması amaçlandı.
Bu amaçla alınan örneklerde; ferritin, hemoglobin (Hb), hematokrit (Hct) gibi homopoietik
değerler ile demir (Fe), bakır (Cu), çinko (Zn) gibi eser elementlerin düzeyleri incelendi.
Materyal ve Metod: Deneylerde Wistar albino erkek sıçanlar kullanıldı. Sıçanlar 3 gruba
ayrıldı. 1. hipobarik sedanter grup (n=10), 2. hipobarik egzersiz grubu (n=12), 3. normobarik
kontrol grubu (n=9). Hipobarik gruplara basınç kamarasında 9 hafta süresince haftada 4 gün ve
günde 2 saat olmak üzere 3000 metre yüksekliğe eşdeğer atmosfer basıncı uygulandı.
Hipobarik egzersiz grubuna hipobarik koşullara ek olarak hipobarik uygulama ile aynı
günlerde olmak üzere 9 hafta süresince haftada 4 gün ve günde 30 dakika normobarik ortamda
yüzme antrenmanı yaptırıldı.
Bulgular: Hipobarik sürece maruz bırakılan sedanter ve antrene sıçanlar'ın karaciğer ve dalak
dokularındaki Ferritin ve Fe düzeyleri, ile dalaktaki Cu düzeyleri normobarik sıçanlara göre
anlamlı olarak düşük bulundu. Serum Ferritini, Hb ve Zn değerlerinde gruplar arası farkın
olmadığı, hipobarik egzersiz grubunda %Hct değerinin anlamlı olarak yüksek olduğu
saptandı.
Sonuç: Elde ettiğimiz sonuçlar, antrenman süreciyle birlikte hipobarik koşullara maruz
kalındığında, ihtiyaç ve tüketim dengesi bağlamında eser element ve ferritin depolarına daha
fazla dikkat edilmesi gerektiğini gösterdi.
S-20
SIÇANLARDA KRONİK EGZERSİZİN KARACİĞERDE YARATTIĞI
OKSİDATİF STRES ÜZERİNE MELATONİN UYGULAMASININ ETKİSİ
K. Ergin1, S. Temoçin2, M. Serter3, E.M. Demir3, T. Boylu 1, S. Çeçen 2, L.D. Kozacı 3
Adnan Menderes Üni., Tıp Fakültesi; 1Histoloji ve Embriyoloji AD, 2Fizyoloji AD,
3
Biyokimya AD; AYDIN; [email protected]
Giriş ve Amaç: Son yıllardaki birçok çalışmada fizik egzersizin yararlı etkileri bildirilmiştir.
Bununla birlikte egzersizin oksidatif stresi arttırdığı da rapor edilmiştir. Melatonin, başlıca
pineal glanddan salgılanan endojen bir moleküldür. Son yıllarda, melatoninin özellikle
antioksidan etkileri üzerinde durulmaktadır. Biz de çalışmamızda, uzun süreli yüzme
egzersizinin karaciğer dokusu üzerinde oksidatif stres yaratıp yaratmadığını ve ekzojen
melatonin uygulamasının oksidatif stres üzerine olumlu etki gösterip göstermediğini
araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmaya 24 adet Wistar albino cinsi sıçan alındı. Sıçanlar rastgele
olarak dört gruba ayrıldı; Grup 1: egzersiz yaptırılıp melatonin verildi, Grup 2: egzersiz
yaptırılıp serum fizyolojik verildi, Grup3: sadece serum fizyolojik verildi, Grup 4: sadece
melatonin verildi. Altı haftalık egzersiz uygulamasının ardından sıçanlar sakrifiye edildi.
Karaciğer dokularında total glutatyon ve nitrat+nitrit düzeyleri ile katalaz aktivitesi saptandı.
İstatistiksel değerlendirme için Mann-Whitney U testi kullanıldı.
Bulgular: Nitrat+nitrit düzeyi, total glutatyon düzeyi ve katalaz aktivitesi değerlendirildiğinde; gruplar arasında herhangi bir anlamlı fark saptanmadı.
Sonuç: Bizim çalışmamızda uzun süreli yüzme egzersizi, sıçan karaciğer dokusu üzerinde
oksidatif stres oluşturmamıştır ve dışarıdan uygulanan melatoninin sıçan karaciğerindeki
oksidatif stres parametrelerine bir etkisi olmamıştır.
S-21
SIÇANLARDA 30 DAKİKA VE 60 DAKİKA KOŞUBANDI ANTREMANININ
KAS IL-6 VE IL-17 SEVİYELERİ ÜZERİNE ETKİSİ+
H. Düzova1, Y. Karakoç1, M.H. Emre1, G. Yetkin2 E. Kılınç1, Z.Yılmaz1
1
2
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, MALATYA
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tibbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, MALATYA
[email protected]
Giriş ve Amaç: Çalışmada, farklı sürelerde koşu bandında egzersiz yaptırılan sıçanlarda,
egzersizin kas interlökin (IL)-17 üzerine olan etkisi ve IL-17 düzeyinin, IL-6 ve iskelet kası,
miyoloperoksidaz (MPO) aktivitesi ile olan ilişkisinin araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metod: 13 hafta boyunca haftada beş gün, koşu bandında 30 dakika (n=8) ve 60
dakika (n=7) koşturulan sıçanların bir hafta boyunca antremana adaptasyonları sağlandı.
Sıçanların koşma süreleri 15 dakikadan tedrici olarak 30 ve 60 dakikaya ve koşu bandının hızı
45 cm/s'ye artırıldı. Çalışmanın sonunda gastroknemius kas dokusu örnekleri alınarak kas IL6, IL-17 düzeyleri ELISA, kan laktik asit düzeyi kan gazı analizatörü ve kas katalaz, MPO
aktiviteleri spektrofotometrik yöntemle ölçüldü. Gruplar arasındaki farklılığı test etmek için
Mann-Withney-U ve parametreler arasındaki korelasyonlar için Spearman rank testleri
kullanıldı.
Bulgular ve Sonuç: Farklı düzeyde antrenman yaptırılan sıçanlarda egzersizin kas IL-6 ve IL17 düzeylerini kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde değiştirmediği saptandı (p>0.05).
Ayrıca, 60 dakika koşturulan sıçanların kas IL-6 düzeyi ile katalaz aktivitesi arasında negatif
korelasyon görüldü (r=-.893, p=0.007). Bu sonuç, in vitro çalışmalarla elde edilen H2O2'in kas
liflerinde IL-6 sentezini indüklediği bulgusunu doğrulamaktadır.
+
Bu çalışma İnönü Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Yönetim Birimi tarafından
2003/33 no'lu proje olarak desteklenmiştir
S-22
ELİT GOLFCÜLERİN FİZYOLOJİK VE ANTROPOMETRİK PROFİLLERİ
Ö. Kasımay1, İ. Odabaş2, H. Kurtel1
Marmara Üni., Tıp Fakültesi Spor Fizyolojisi Bilim Dalı1, Beden Eğitimi ve Spor
Yüksekokulu2; İSTANBUL; [email protected], [email protected]
Giriş ve Amaç: Golf yüksek düzeyde beceri isteyen bir spor dalıdır. Uzun süre bu beceri
düzeyini devam ettirmek için sporcunun kardiyopulmoner sağlamlığını, vücut
kompozisyonunu, dayanıklılık ve esnekliğini geliştirmesi gerekmektedir. Türk Golf milli
takımının fiziki ve fizyolojik parametrelerini değerlendirmek ve Türk Golf sporcularının fiziki
ve fizyolojik profillerini oluşturmak.
Materyal ve Metod: On erkek 18 ila 21 (ort. 19.7) yaşlarında milli golfcü çalışmaya katıldı.
Sporcuların hepsi Türkiye'de Golf sporunda yetenek araştırması projesinde seçilen
sporculardı. Golfcülerin 1 tanesi 2005 yılında gençler kategorisinde Avrupa'nın en iyi golfcüsü
seçilmiş, 3 tanesi takım halinde Avrupa gençler şampiyonu ve Akdeniz 2'ncisi olmuş
sporculardı. Sporcuların tümü 5 senedir hergün en az 3 saat golf antrenmanı yapmaktaydı.
Ağırlık, vücut kitle indeksi (VKI), yağ yüzdesi, yağ kütlesi, yağsız kütleleri biyoimpedans
yöntemi ile, cilt altı deri kıvrımı Holtain kaliper ile vücudun 7 bölgesinden belirlendi. Tüm
sporcular istirahat elektrokardiyogram, istirahat metabolik ve hemodinamik ölçümlerden
(VO2, MET, kalp hızı, arteryal kan basıncı) sonra koşubandında Balke protokolü uygulanarak
kademeli artan egzersiz testine katıldılar. Oksijen tüketimi Cosmed Quarkb2 kullanılarak
sürekli monitorize edildi.
Bulgular: Ortalama (SD) ağırlık, boy, VKI, yağ yüzdesi, yağ kütlesi, yağsız kütle değerleri
sırası ile, 65.6 (4.2) kg, 173.8 (4.8) cm, 21.7 (1.2) kg/m2, 11.75 (0.021) %, 7.8 (1.7) kg, 58 (3.5)
kg bulundu. Katılımcıların pik kalp hızı (KHpik), VO2maks (maksimum O2 tüketimi), pik
ventilasyon, ve nabız oksijeni (VO2/KH) değerleri sırası ile, 183.83 (5.35) vuru/dak, 55.76
(3.76) ml.min-1.kg, 130.24 (11.55) l/min ve 19.56 ml/vuru/dak bulundu. Anaerobik eşikteki
ortalama VO2 ve KH değerleri VO2maks'ın %55.55 (5.13) ve KHpik'ın %72.64 (6.08) olarak
tespit edildi.
Sonuç: VKI'leri normal sınırda (VKİ (BMI) 18.5-24.9 arası), yağ kütle ve yüzdeleri düşük
bulundu (70 persantile uygun). Pik VO2 ve anaerobik eşik değerleri atletlerden beklenen
düzeydeydi. Sonuçlarımız elit golfcülerde fizyolojik ve antropometrik değerler açısından
literatürdeki kısıtlı bilgilere önemli katkıda bulunacaktır.
S-23
BİSİKLET ERGOMETRESİNDE ALGILANAN EFORUN
DERECELENDİRİLMESİ: MAKSİMAL KAPASİTE FARKLILIKLARININ
OLASI ETKİSİ
Ö. Kasımay, B. Çakır, H. Kurtel
Marmara Üni., Tıp Fakültesi Spor Fizyolojisi Bilim Dalı, 34668, Haydarpaşa; İSTANBUL;
[email protected], [email protected]
Giriş ve Amaç: Bu çalışmada bisiklet ergometresinde belirli egzersiz yoğunluğunda elde
edilen fizyolojik cevapla Borg skalasına göre algılanan eforun ilişkisini değerlendirmek ve
ülkemizde benzer sosyal özellikler gösteren deneklerde bu karşılaştırmaların maksimum
kapasite farkından nasıl etkilendiğinin ortaya koymak amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Yaşları ortalama 26.9 olan (20-41),20 sağlıklı katılımcıya bilgilendirme,
onay, sosyoekonomik düzey belirleme formları doldurtuldu. Bisiklet ergometresinde artan
yükte maksimal egzersiz testi ardından katılımcılar MET düzeylerine göre 2 gruba ayrıldılar
(MET≥ 10,n=9; MET<10,n=11). Gruplar 1 hafta içinde submaksimal egzersiz testini
gerçekleştirdiler. Egzersiz yoğunluğunu belirlemede Borg'un AED (RPE;6-20) skalası
kullanıldı. Submaksimal testte, deneklerin kendilerinin ayarladığı yükte (AED skalasında 1314'e karşılık gelecek yoğunlukta) 15 dakika boyunca egzersiz yapmaları sağlandı. Testler
boyunca VO2, MET (Cosmed Quark b2), kalp hızı, EKG, kan basıncı ölçümleri
gerçekleştirildi. Veriler ortalama ± standart hata olarak ifade edildi. Maksimal yükleme
testinde kalp hızı rezervinin (KHR) % 40, 50, 60, 70, 80 ve 85 deki AED değerleri kayıt edildi.
Bulgular: İki grup arasında ağırlık, boy, vücut kitle indeksi açısından anlamlı bir fark
bulunmadı. MET<10 grubunda yağ yüzdesi ve ciltaltı deri kıvrımı MET≥ 10 grubuna göre
anlamlı derecede yüksekti. Maksimal yükleme egzersizinde MET<10 grubunda ortalama pik
VO2 düzeyleri anlamlı derecede düşükken, pik kalp hızında ve toplam egzersiz süresinde
anlamlı değişiklik yoktu. MET<10 grubunda artan MET düzeylerinde algılanan efor MET≥10
grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. Submaksimal egzersiz testinde, efor kapasitesi düşük
olan grup yüksek olanlara göre yüksek VO2 yüzdesi (ulaşılan/pik), düşük MET düzeylerinde
egzersiz yaptı, KHR yüzdesi açısından 2 grup arasında anlamlılık yoktu.
Sonuç: Bisiklet ergometresinde elde edilen fizyolojik cevaplarla algılanan efor benzerlik
göstermektedir. Egzersiz yoğunluğunu belirlemede algısal belirteçler yol gösterici olarak
kullanılabilir. Ülkemizde benzer sosyal özellikler gösteren deneklerde bu karşılaştırmalar
maksimum kapasite farkından etkilenmiştir. AED skalası kullanılarak egzersiz
reçetelendirilmesi sırasında kişinin pik VO2 düzeyleri dikkate alınmalıdır.
Bu çalışma, M. Ü. Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyon Başkanlığı tarafından
desteklenmiştir. Proje No: SAĞ-066/060904
S-24
KLİNİK BİYOEŞDEĞERLİLİLİK ÇALIŞMASINA KATILAN GÖNÜLLÜLERDE
DENEY STRESİNİN ELEKTRODERMAL AKTİVİTE İLE ARAŞTIRILMASI
N. Dolu1, B. Göğüsten2, S. Artış1, A. Erenmemişoğlu2,3
Erciyes Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, İyi Klinik Uygulama Merkezi2, Farmakoloji3 AD;
KAYSERİ; [email protected]
Giriş ve Amaç: Elektrodermal aktivite (EDA) periferik otonomik sinir fonksiyonunun,
özellikle myelinsiz sempatik lifler ile innerve olan ter bezi fonksiyonlarının
değerlendirilmesinde kullanılan indirek yöntemlerden biridir. EDA, birçok psikofizyolojik
hastalıkta klinik bir indeks olarak kullanılmaktadır. EDA parametrelerinden biri olan deri
iletkenlik seviyesinde (SCL) stres durumunda belirgin artışa rastlanmaktadır. Bu çalışmada,
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi İlaç Araştırması ve Klinik Uygulama Merkezi'nde gönüllü
olarak klinik biyoeşdeğerlilik çalışmasına katılan kişilerde oluşabilecek deney stresinin EDA
ile araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışma, kontrol (n=14) grubu ve biyoeşdeğerlilik çalışmasına katılan
erkeklerde (n=21) yapılmıştır. EDA kayıtları, ilaç alımından önce ve sonrasındaki 2. günde
deneylerin bitiminde tekrarlanmıştır. Hesaplanan elektrodermal parametreler şunlardır:
uyarandan bağımsız ve ses uyaranı ilişkili deri iletkenlik seviyesi (SCL), uyarana verilen
cevabın genliği (SCRm), uyarana verilen cevabın latansı (SCRol), uyarana verilen cevabın
süresi (SCRd), alışkanlık numarası (HN).
Bulgular: Deney stresi ile SCL (p<0,000) ve SCRol (p<0,05) seviyelerindeki değişiklikler
tüm gruplar karşılaştırıldığında anlamlı olarak farklı bulunmuştur. Çalışma grubunun SCL
seviyeleri deney öncesi (p<0,000) ve sonrasında (p<0,000) kontrol göre anlamlı olarak
artmıştır. Deney sonrası grubun SCRol seviyeleri ise kontrol ve deney öncesi gruba göre
anlamlı olarak düşük bulunmuştur (p<0,05).
Sonuç: İlaç araştırmasına katılan kişilerde oluşan deney stresi ile deri iletkenlik cevabının
arttığı ve cevabın başlama süresinin kısaldığı bulunmuştur. EDA'daki bu değişikliklerin
sempatik aktivasyondaki artmanın bir yansıması olduğu kanaatine varılmıştır.
S-25
MANYETİK REZONANS (MR) GÖRÜNTÜLEME SiSTEMi İLE BEYiN
KORTEKS HACMİ VE YÜZEY ALANININ HESAPLANMASI
C. Gündoğdu1 , İ. Can2 , D. Ünal2 , S. Can3 , C. Bağcı4 , S.Kaplan5 B. Ünal2
Atatürk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Patoloji 1 Histoloji & Embriyoloji 2 Fizyoloji3 Anabilim
Dalları, ERZURUM
Gaziantep Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı 4, GAZİANTEP,
Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Histoloji & Embriyoloji Anabilim Dalı5 SAMSUN,
[email protected]
Amaç: Bu çalışmada seri MRI görüntülerinden insan beyin korteksinin hacim ve yüzey
alanının stereolojik olarak hesaplanması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Bu amaçla erişkin bir insan beyni 0 kabul edilen bir referans noktasından
başlayarak (Sagittal Düzlem) ve 10'ar derecelik açılarla dönüş yaptırılarak 18 ayrı açıdan MR
makinesi ile tarandı. Takiben kesit kalınlığı 5 mm olan beyin MRI görüntülerinden, her bir
açıdan, ortalama 30 kesit elde edildi (toplam 540 kesit görüntüsü). Bu görüntüler StereoInvestigator software® programı kullanılarak hacim ve yüzey alanı açısından değerlendirildi.
Bulgular: Yapılan stereolojik değerlendirmelerde 00, 100, 900, 1300 ve 1700 lik açılardan seri
MRI görüntüleri elde edilmiş,bu kesitler üzerinde ölçülen normal bir erişkinin beyin hacmi
sırası ile 1488.62, 1246.56, 1281.84, 1365.14 ve 1260.28 cm3 olarak belirlenmiştir. Aynı
kesitler üzerinde yapılan yüzey alanı hesaplamalarına göre ise normal bir insan beyninin yüzey
alanını sırası ile 1472.53, 1360.37, 1365.65, 1479.12 ve 1458.01 cm2 olarak bulunmuştur. Son
değerlendirmemizde seri MRI görüntüleri, stereolojide yüzey alanı ölçümleri için geleneksel
olarak kullanılan vertikal uniform kesit prosedürüne göre elde edilmiş bu kesitler üzerinde
yapılan beyin hacmi ve yüzey alanı sonuçları 1253.42 cm3 ve 1356.41 cm2 olarak tespit
edilmiştir.
Sonuç: Bu çalışmada elde edilen sonuçlara göre yüzey alanı hesaplamalarında seri kesitler
hangi açıdan elde edilirse edilsin ulaşılan sonuçların birbirinden istatistiksel olarak farklı
olmadığı görüldü (p> 0.05). Ayrıca elde edilen bu sonuçlar stereolojide yüzey alanı
hesaplamalarında geleneksel olarak kullanılan vertikal uniform kesit prosedürü ile elde edilen
sonuçlardan da farklı değildi (p> 0.05). Sonuç olarak, yüzey alanı ölçümlerinde vertikal
kesitler yerine sagittal kesitlerin kullanılması ile alınan sonuçların stereolojik olarak güvenilir
olduğu gösterilmiştir.
S-26
CORTİ ORGANININ FREKANS SEÇİCİLİĞİNDE DIŞ TÜY HÜCRELERİNİN
BAZİLER MEMBRAN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ: YENİ BİR HİPOTEZ
E. Bulut, L. Öztürk
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; EDİRNE
[email protected]
Amaç: Corti organında frekansa bağlı baziler membran hareketini açıklamak amacıyla yeni
bir hipotez oluşturmak. Hipotezimiz, baziler membran hareketinin ses uyaranına bağlı olarak
değil dış tüy hücrelerinin kontraksiyonu ile membranın hareket ettiğini ve frekans seçiciliğinin
sağlanmasında bunun önemini açıklamaktadır.
Materyal ve Metod: Çalışma öncesi deneklerden bilgilendirilmiş olur formu alındıktan
sonra, fizik muayene bulguları odyometri ve timpanogram ile işitmesi sağlıklı bulunan 10 genç
erişkin gönüllüde dış saçlı hücre aktivasyonu transient uyarılmış otoakustik emisyon
(TEOAE) ile değerlendirildi. Kontralateral pür ton uyaranla spontan otoakustik emisyon
kayıtları (SOAE) gerçekleştirildi. Kontralateral uyaran şiddeti stapes refleks eşiğinin en az 20
dB altında uygulandı.
Bulgular: SOAE kayıtlarında kontralateral eşik altı pür ton uyaran verildiğinde kayıt alınan
kulakta verilen frekans bandına özgü yanıtlar elde edildi. Bu yanıtlar ilk elde edilen SOAE
yanıtlarının bulunduğu 8000-10.000 Hz frekans bandının dışında ve pür ton frekans bandının
bulunduğu bölgede kayıt edildi.
Sonuç: Spesifik frekans olarak alınan değerlerde dış tüy hücre motilitesi etkin efektör
kodlamayı frekansa özgü gösterebilmektedir. Bu etkin kodlamanın gerçekleştirildiği frekans
bandı, kokleanın bazalinden apeksine kadar üniform özellik göstermeyen baziler membran
hareketliliğinden değil, dış tüy hücrelerinin hareket yanıtlarından gerçekleştiğini
düşündürmektedir.
S-27
SİRKADİYEN TİPİ FARKLI GENÇLERDE ÖZNEL UYKU KALİTESİ VE
PSİKOPATOLOJİK ÖZELLİKLER
S.A. Vardar1, E. Vardar2, T. Molla3, Ç. Kaynak3, E. Ersöz3
Trakya Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD1, Psikiyatri AD2, 2. Sınıf Öğrencisi3; EDİRNE;
[email protected]
Amaç: Birçok biyolojik ve davranış özelliği endojen kaynaklı sirkadiyen (24 saatlik) ritmisite
göstermektedir. Sirkadiyen ritim farklılığına göre kişiler, akşamcıl, sabahçıl ya da ara tip
olarak sınıflanabilir. Bu çalışmada farklı sirkadiyen tipte olan genç üniversite öğrencilerinin
öznel uyku kalitesi ve psikopatolojik özellikleri karşılaştırıldı.
Materyal ve Metod: Yaşları 17-23 arasında (19.82±1.33) toplam 141 gönüllü Trakya
Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi (79 kız, 63 erkek) etik onay sonrası çalışmaya katıldı.
Akşamcıl, sabahçıl ve ara tiplerin belirlenmesi amacıyla Horne Östberg Anketi, uyku kalitesini
incelemek amacıyla yedi bileşenin değerlendirildiği Pittsburg Uyku Kalite Ölçeği (PUKÖ),
psikopatolojik değerlendirme için psikolojik belirtileri tarama amacıyla geliştirilmiş, 90
soruluk Symptom Check List 90 Revised (SCL-90-R) testi kullanıldı.
Bulgular: Katılımcıların %24.1'i (n=34) akşamcıl tip, %21.3'ü (n=30) sabahçıl tip ve %
54.6'sı (n=77) ara tip olarak belirlendi. PUKÖ kesme puanına göre uyku kalitesi kötü olanların
oranı akşamcıl tipte %70.6, sabahçıl tipte %33.3 ve ara tipte %44.2 olup, aradaki fark
istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<00.1). Toplam PUKÖ puanı, akşamcıl tip kişilerde
(7.38±3.05), sabahçıl tip (5.46±2.58) ve ara tipe (5.76±2.72) göre yüksekti (p<0.01). PUKÖ
komponentleri açısından öznel uyku kalitesini gösteren bileşen ve gündüz işlev bozukluğunu
gösteren bileşenin akşamcıl tiplerde anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (sırasıyla p<0.05
ve p<0.05). SCL-90-R puanlarına göre psikolojik belirtileri karşılaştırıldığında, akşamcıl
tiplerin, sabahçıl ve ara tipe göre daha fazla pozitif semptom gösterdiği (p<0.05), obsesif
kompulsif puan ortalamaları (p<0.01), kaygı (p<0.05), öfke (p<0.01), fobik (p<0.05) ve yeme
(p<0.05) puan ortalamalarının sabahçıl ve ara tiplere göre yüksek olduğu belirlendi.
Sonuç: Kişilerin öznel uyku kalitesi ve psikopatolojik özellikleri sirkadiyen ritim farklılığına
göre değişmektedir. Akşamcıl tiplerin uyku kalitesi daha kötü olup; SCL-90-R test sonuçlarına
göre obsesif kompulsif, kaygı, öfke, fobik ve yeme puanları diğer tiplerden daha yüksektir.
S-28
SKLERODERMA HASTALARINDA 'DYSANAPSIS'
B Müsellim1, N Koç2, G Öngen1
1
2
İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı
İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Akciğer foksiyon testlerinde, maksimal akım hızlarındaki değişkenliğin
akciğer parenkimi ile hava yolları arasındaki eşitsiz gelişimden kaynaklandığı görüşü, ilk kez
1970'li yıllarda ileri sürülmüş; FEF25-75/FVC oranının (dysanapsis) hava yolları ile parenkim
arasındaki ilişkiyi gösteren en iyi parametre olduğu belirtilmiştir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmamızda, skleroderma hastalarında FEF25-75/FVC oranının
solunum fonksiyonları, difüzyon değerleri ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesini
amaçladık. 1988-2005 yılları arasında İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları
Anabilim Dalı'nda, romatoloji bilim dalında tanısı konularak refere edilen ve interstisyel
akciğer tutulumu saptanmış skleroderma hastaları çalışmaya alındı. Çalışmamızda stabil
dönemdeki ilk kontrolleri yapılan 90 olguda, FEF25-75 /FVC oranının FEV1, FEV1/FVC,
difüzyon kapasitesi ve dispne derecesi ile ilişkisi incelenmiştir. Olguların testleri
SensorMedics Vmax22 spirometre cihazı ile yapılmıştır. Spirometre, difüzyon ve dispne skoru
gibi parametreler ile dysinapsis arasındaki ilişki, SPSS programında Pearson Correlation testi
ile değerlendirildi.
Bulgular: Olguların yaş ortalaması 49,3 12 ve E/K oranı 4/86'dır. FVC değerleri 2060 619
(%74,2 20.9), FEV1 değerleri 1727,9 543 ml (%74.819), FEV1/FVC değerleri 83,5 7,
DLCOadj. değerleri 12, 4,1 (%55 16) olarak bulundu. FEF25-75 /FVC ile difüzyon parametreleri
arasında korelasyon bulunamamıştır. Hastalarımızın hiç birinde belirgin obstrüksiyon
olmamasına rağmen, FEF25-75/FVC ile FEV1/FVC (r=0.836, p<0.000) pozitif korelasyon
göstermiştir. FEF25-75/FVC dispne skoru ile de pozitif korelasyon (r=0.226, p<0.05)
göstermiştir.
Sonuç: FEF25-75/FVC oranı arttıkça dispne skoru ve FEV1/FVC artmaktadır. Bu sonuçlar,
skleroderma hastalarının değerlendirilmesinde dysinapsisin bir kriter olabileceğini
göstermektedir.
S-29
SİMVASTATİN'İN SIÇANLARDA GÜNLÜK AKTİVİTE VE PSİKOMOTOR
PERFORMANSA ETKİLERİ
Ş.H. Baytan, M. Alkanat, M. Okuyan, A. Akgün
Karadeniz Teknik Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; TRABZON;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Günümüzde kolesterol sentezini inhibe eden statin grubu ilaçlar,
dislipidemilerde ve kardiyovasküler hastalıklardan korunma amacıyla sıklıkla
kullanılmaktadır. Kan beyin bariyerini geçtiği bilinen statinlerin çoğunun beyin kolesterol
sentezini etkilediği, nöronların iç ve dış sinaptik yüzeylerinde kolesterol ve kolesterol esterleri
üzerinde değişiklikler yaptığı bilinmektedir.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda, iki hafta süresince oral yolla kontrol grubuna (n=12) her
gün 0.5cc serum fizyolojik, ilaç grubuna ise (n=13) 0.5cc içinde eritilmiş 10mg/kg dozunda
simvastatin uygulandı. Günlük aktivite testleri her iki gruba önce ilaç verilmeden uygulandı.
İki hafta sonra simvastatin uygulandıktan sonra test tekrar uygulandı. Sonuçlar istatistiksel
olarak değerlendirildi.
Bulgular: Stereotipik hareketlerde, kontrol ve ilaç gruplarında ve gruplar arasındaki
karşılaştırmalarda bir fark bulunmadı. Toplam hareket sayısında ise kontrol ve ilaç gruplarının
her ikisinde de bir azalma gözlendi, ancak gruplar arasında bir fark gözlenmedi. Vertikal
hareketlerde her iki grup içinde ve her iki grup arasında bir fark gözlenmedi. Alınan toplam
yürüme mesafe ölçümlerinde gruplar arasında bir fark bulunmazken, ilaç uygulanan grupta 2.
haftada mesafede bir azalma gözlendi. Psikomotor aktivite tayini için yapılan rotarod testinde,
rotarod cihazındaki yürüme sürelerinde kontrol grubunun her iki haftadaki ölçümleri arasında
bir fark gözlenmezken, ilaç grubunda yürüme zamanında bir artış gözlendi. Gruplar arasında
yapılan karşılaştırmada ise ikinci haftada ilaç grubunun rotarod cihazında kontrol grubuna
göre daha uzun süre kaldığı gözlendi.
Sonuç: Simvastatinin herhangi bir stress yaratmayan günlük aktivite testinde özellikle alınan
mesafede yaptığı azalmanın, dopaminerjik aktiviteyi değiştirerek santral yolla veya kas
harabiyeti sonucunda gerçekleşebileceği, Buna karşın Davranışsal Baskılama Sistemini
(DBS) aktive ettiği düşünülen rotarod testinde ise simvastatinin, DBS'yi inhibe ederek ilaç
grubundaki deneklerin daha çok yürümelerine yol açtığı düşünülmektedir.
S-30
ALKOLÜN ÖĞRENME MERKEZLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNE KARŞI
PROPOLİSİN KORUYUCU ROLÜ
Z. Yılmaz, M.H. Emre
İnönü Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; MALATYA;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Alkol, öğrenme merkezlerinde oksidatif hasara neden olarak öğrenme ve
belleği baskılar. İçerdiği flavonoidlerden dolayı kuvvetli antioksidan özellik gösteren
propolisin alkolün öğrenme merkezlerinde oluşturduğu hasarlara karşı olası koruyucu rolünü
araştırdık.
Materyal ve Metod: Denekler her biri 8 sıçandan oluşan dört gruba ayrıldı. Kısa süreli
bellek ve öğrenmenin test edilebilmesi için deney öncesinde, deney sonrasında ve alkol
konsantrasyonunun artırıldığı günlerden önce T-labirent testi uygulandı. Çalışmanın sonunda
sıçanların beyinlerinin serebellum, hipokampus, serebral korteks bölgelerinden alınan
örneklerinden, antioksidan enzimlerin aktiviteleri ile MDA ve NO düzeyleri karşılaştırıldı.
Deneklerin T-labirentteki sonuçlarının zaman içerisindeki değişimi Wilcoxon testi ile
değerlendirildi. Deney gruplarının kontrol grubu ile karşılaştırılmaları; Mann Whitney U
testi ile yapıldı. Farklı bölgelerinden alınan dokularda ölçülen enzim aktiviteleri, MDA ve NO
düzeyleri Kruskal-Wallis varyans analizi ile değerlendirildi. İstatistiksel olarak anlamlı
olanların ikişerli karşılaştırılmaları, Mann Whitney U testi ile değerlendirildi.
Bulgular: Grupların T-labirentteki bazal süre, sakınma 1 ve 2 süreleri karşılaştırıldığında;
alkol grubunun T-labirent değerlerinin kontrol ve propolis grubuna göre azaldığı (P<0,05),
buna karşılık kaçınma süresi uzadığı tespit edildi. Propolis + alkol grubun T labirentindeki
değerleri alkol grubundan yüksek, kontrol ve propolis gruplarından düşük olduğu tespit edildi
(P<0,05). Enzim aktivitesinin alkol grubunda kontrol ve propolis grubununa göre daha az
olduğu, buna karşılık propolis + alkol grubunda ise alkol grubuna oranla arttığı saptandı.
Fakat, sadece hipokampus ve serebral korteks dokusundaki enzim değişmeleri istatistiksel
olarak anlamlı bulundu.
Sonuç: Alkolün molekül ağırlığın küçük olması ve lipit membranlardan kolayca geçme
özelliğinden dolayı öğrenme merkezlerinde neden olduğu hasarlarla öğrenmeyi bozduğu,
buna karşılık propolisin sahip olduğu antioksidan özelliği ile alkolün oluşturduğu hasarları
giderici özelliğe sahip olduğu söylenebilir.
S-31
AROMATAZ ENZİM İNHİBİTÖRÜ LETROZOLÜN İNTAKT SIÇANLARDA
KATEKOLAMİNERJİK NÖROTRANSMİTTER SEVİYELERİ, NCAM
EKSPRESYONU VE KOGNİTİF FONKSİYONLAR ÜZERİNE ETKİLERİ
M. Aydın1, B. Yılmaz1, E. Alçin1, V.S. Nedzvetskii2, Z. Şahin1, M. Tuzcu3
1
Fırat Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, 23119 ELAZIĞ
Dnepropetrovsk National University, Faculty of Biology, Department of Biophysics and
Biochemistry, Dnepropetrovsk, UKRAYNA
3
Fırat Üni., Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü, 23119 ELAZIĞ;
[email protected]
2
Giriş ve Amaç: Güçlü bir aromataz inhibitörü olan letrozolün kognitif fonksiyonlar,
hipokampus ve kortekste nöral hücre adezyon molekülleri (NCAM) ekpresyonu ile
hipokampus, striatum, korteks ve hipotalamus beyin bölgelerinde noradrenalin ve dopamin
düzeyleri üzerine etkileri intak sıçan modelinde araştırıldı.
Materyal ve Metod: Deneylerde kullanılan toplam 32 adet Sprague-Dawley cinsi dişi sıçan
dört gruba ayrıldı. Kontrol grubuna serum fizyolojik verildi. İki grup sıçana ise sırasıyla 0.2
mg/kg ve 1 mg/kg dozunda letrozol uygulandı. Bir grup hayvana letrozol (1 mg/kg) verildikten
sonra, 15 günlük iyileşme sürecine bırakıldı. Öğrenme deneylerinde Morris water maze testi
kullanıldı. NCAM ekspresyonu Western blot yöntemi ile beyin katekolamin seviyeleri ise
HPLC-ECD metodu kullanılarak belirlendi.
Bulgular: Uterus ağırlıklarının letrozol uygulanan gruplarda doz bağımlı olarak azaldığı
(p<0.01), iyileşme grubunda ise ağırlık değerlerinin arttığı gözlendi (p<0.05). Gruplar
arasında uzaysal öğrenmede anlamlı değişiklik bulunmadı, ancak öğrenmenin
pekiştirilmesinin test edildiği prob testlerinde, letrozol uygulanan gurupta, kontrol ve iyileşme
grubuna göre anlamlı bir artış görüldü (p<0.05). Genel olarak letrozol hem hipokampusta hem
de kortekste NCAM 180 ve NCAM 140 kDa izoformlarında artışa neden oldu (p<0.05).
Letrozol uygulaması, incelenen beyin bölgelerinde katekolamin düzeylerinde anlamlı
değişiklikler meydana getirdi (p<0.05 ve p<0.01).
Sonuç: Uterus ağırlıklarındaki azalma letrozol uygulamasının östrojen sentezini inhibe
ettiğini göstermektedir. Bulgularımız östrojenin uzaysal öğrenmeyi negatif etkilediğini
düşündürmektedir. Kognitif fonksiyonlarda gözlemlenen letrozol-ilişkili bu farklılıkların,
özellikle hipokampus ve korteks bölgelerinde NCAM ekspresyonunda meydana gelen
değişiklikler ile ilişkili olabileceği sanılmaktadır. Korteks, hipokampus, hipotalamus ve
striatumda katekolaminerjik nörotransmitter düzeylerinde görülen değişiklikler, aromataz
inhibitörleri ile tedavi edilen hastaların kognitif fonksiyonlar başta olmak üzere olası santral
yan etkiler yönünden de izlenmesi gerektiğini düşündürmektedir.
S-32
ADENOZIN'IN İSKEMİ VE REPERÜZYON İLE UYARILAN
ARİTMİLER ÜZERİNE ETKİSİ
Ö. Bozdoğan1, E. Gonca2, N. Ekerbiçer 3, R. M. Nebigil4
1,2Abant İzzet Baysal Üni., Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü
3
Celal Bayar Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; MANİSA
4
Abant İzzet Baysal Üni.,Tıp Fakültesi Cerrahi Bilimler Bölümü Kalp Damar Cerrahisi A;,
BOLU
[email protected]
Amaç: Bu araştırmada iskemi ve reperfüzyon harabiyetini azaltıcı etkisi bilinen adenozin'in
miyokardiyal iskemi ve reperfüzyon sırasında oluşan aritmiler üzerine etkisinin araştırılması
amaçlanmıştır. Adenozin'in miyokardial hücrelerde glikolizisi, ATP kullanımını, asidozis ve
hücre içi kalsiyum yüklenmesini azalttığı bildirilmiştir. Adenozinin iskemi ve reperfüzyon
harabiyeti üzerine azaltıcı etkisi olduğu bir çok çalışmada ortaya konmasına rağmen, iskemi ve
reperfüzyon aritmileri üzerine etkisi tartışmalıdır.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda toplam 41 Sprague Dawley türü erkek sıçan kullanıldı.
Adenozin 0.2mg/kg/100ul tek dozda intravenöz olarak iskemi öncesi, iskemi sırasında ve
reperfüzyon sırasında verildi. Sol koroner arter ipek iplikle bağlanarak 6 dakika iskemi ve
arkasından ip gevşetilerek 15 dakika reperfüzyon yapıldı. İskemi ve reperfüzyon sırasında
oluşan aritmilerin türlerileri, toplam süreleri ve lambeth kuralına göre aritmi skorları saptandı.
Sonuçlar tek yönlü ANOVA testi ile reperfüzyon sırasında canlı kalma oranı, aritmi
yoğunlukları ise x2 kare testi ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Ligasyon sırasında adenozin verilen grupta, aritmi skoru kontrol grubuna göre
belirgin bir şekilde azaldı (P<0.05). Ancak ölüm oranı ve öldürücü aritmi yoğunluğu kontrole
göre bir farklılık oluşturmadı. Ligasyon öncesi verilen adenozin ise ligasyon sırasında aritmi
tipi ve sürelerine göre saptanan aritmi skorunu artırdı (P<0.05).
Sonuç: Bu çalışma sonuçları ligasyon sırasında verilen adeinozinin reperfüzyona bağlı
aritmilerin azaltılmasında etkili olabileceğini göstermiştir. Bu koruyucu etki, adenozin ile
oluşan iskemi ve reperfüzyon hasarının daha az olmasına bağlanabilir.
S-33
MATERNAL HİPERHOMOSİSTEİNEMİNİN NEDEN OLDUĞU GECİKEN BEYİN
GELİŞİMİNE MELATONİNİN ETKİSİ.
G. Baydas, S.T. Koz , M.Tuzcu
Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ELAZIĞ;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Homosistein, methionin metabolizması esnasında oluşan ve tiyol grubu
içeren bir amino asittir. Hiperhomosisteinemi vasküler işlev ve kan pıhtılaşmasına olan
olumsuz etkilerinden dolayı hem kardiyovasküler hem de serebrovasküler risk faktörü olarak
kabul edilmektedir. Son zamanlarda klinik çalışmalar plazma homosistein miktarının yüksek
olmasıyla bazı nörodejeneratif hastalıklar arasında ilişki olduğunu saptamıştır. Bu nedenle bu
araştırmamızda, maternal hiperhomosisteineminin fetal beyin gelişimi üzerine olan olası
etkilerine melatoninin koruyucu etkisini araştırmayı amaçladık. Çünkü melatonin
nöroprotektif olarak etki gösterdiği ileri sürülmektedir.
Materyal ve Metod: Gebe kalan sıçanlardan bir gruba içme sularına 1 g/kg dozunda günlük
methionin verilirken diğer bir gruba methionine ilaveten 10 mg/kg dozunda melatonin verildi.
Doğumdan sonra yavruların yarısı dekapite edilerek beyinleri alındı ve diğer yarısı da 75
günlük oluncaya kadar beslenmeleri sağlandı ve Morris Water Maze öğrenme testine tabi
tutuldular. Daha sonra dekapite edilerek beyin dokuları alındı. Tüm beyin dokularında nöral
hücre adhesion molekülleri (NCAM), astrosit olgunlaşma faktörü olan glial fibiriler asidik
protein (GFAP) ve S100 B proteini western blot ile ölçüldü.
Bulgular: Maternal hiperhomosisteinemi oluşturulan sıçan yavrularının beyin
maturasyonunda gecikme olduğu saptandı ve melatoninin bunu kısmen önlediği gözlendi.
Maternal hiperhomosisteineminin yavru sıçanlarda öğrenme performansını etkilediği ve
melatoninin de buna karşı olumlu etkisi olduğu saptandı.
Sonuç: Melatoninin yüksek konsantrasyondaki homosisteinin fetal gelişim üzerindeki bazı
olumsuz etkilerini önlemede etkili olduğunu gözlemledik
S-34
ÖNEMLİ BİR KİMYASAL SAVAŞ AJANI OLAN MUSTARDIN TOKSİK
ETKİLERİNİN ÖNLENMESİNDE MELATONİNİN ETKİNLİĞİ
T. Topal1, H. Yaren2, B. Kurt3, B. Uysal1, M. Özler1, Ş. Öter1, A. Korkmaz1, H. Bilgiç1
1Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD,
2
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, NBC BD,
3
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Patoloji AD / ANKARA
[email protected]
Giriş ve Amaç: Kimyasal savaş ajanları son otuz yıl içerisinde yeniden sivilleri tehdit eder
hale gelmiştir. Bu ajanlardan en önemlilerinden bir tanesi sülfür mustarddır ve halen etkin bir
antidotu veya tedavisi yoktur. Dünyada ticareti ve araştırma amaçlı kullanımı yasak olduğu
için çalışmalarda aynı özelliklere sahip ancak kimyasal silah özelliği olmayan mekloretamin
kullanılmaktadır. Bu çalışmada amacımız mekloretaminin neden olduğu hücresel hasarın
önlenmesidir.
Materyal ve Metod: 35 adet Sprague-Dawley erkek sıçan sham kontrol, mustard kontrol, iki
farklı melatonin dozunun kullanıldığı toplam dört gruba ayrıldı. Çalışma gruplarına LD50
dozunun %75'i düzeyinde (1,6 mg/kg) mekloretamin uygulaması yapıldı. Melatonin 20 mg/kg
ve 40 mg/kg (ip) olmak üzere üç gün uygulandı ve 72. saat sonunda tüm hayvanlar sakrifiye
edildi. En çok etkilendiği bilinen akciğer, ince barsak ve böbrekten histopatolojik ve
biyokimyasal incelemeler için örnekler alındı. Her bir örnekte malondialdehit (MDA),
süperoksit dismutaz (SOD) ve glutatyon peroksidaz (GPx) ölçümleri ve rutin patolojik
inceleme yapıldı.
Bulgular: Mustard uygulamasının her üç dokuda da önemli düzeyde hasara neden olduğu
gözlendi. Akciğerde alveol kaybı ve hava yolu daralmaları, ince barsak dokusunda önemli
hücresel kayıp ve böbreklerde nefron kaybı ve glomerül hasarı bunlardan en önemlileri olarak
sıralanabilir. Melatonin her iki dozda da etkin koruma sağladı. Bu koruma gerek histopatolojik
gerekse biyokimyasal olarak ortaya kondu.
Sonuç: Son yıllarda yeniden bir tehdit haline gelen kimyasal savaş ajanları spesifik antidotları
olmadığı için önemli bir çalışma alanı oluşturmaktadır. Çalışmamızda, yan etki profili son
derece düşük, güvenilir ve çok ucuz bir kimyasal ajan olan melatoninin mustard maruziyetinde
ölüme neden olabilen hücresel hasarı önemli ölçüde önlediği ve gelecek için umut vadettiği
gösterilmiştir.
S-35
ŞİZOFRENİ VE PANİK BOZUKLUKTA EL TERCİHİ, GÖZ TERCİHİ VE
ÇAPRAZ EL-GÖZ DOMİNANSI
S. Yıldırım1, E. Oral2, N. Ustaoğlu2, Ş. Dane1
Atatürk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, Psikiyatri2 Anabilim Dalı; ERZURUM
[email protected]
Giriş ve Amaç: Çapraz el-göz dominansı iki şekilde olabilmektedir: 1-elde sağ gözde sol
dominans, 2-elde sol gözde sağ dominans. Daha önce yapılan bir çalışmada panik bozukluk
hariç tüm psikiyatrik hasta gruplarında sol göz dominansının kontrollere göre daha yüksek
olduğu rapor edildi. Ayrıca, kişilik bozuklukları dışındaki psikiyatrik hasta gruplarında da
çapraz el-göz dominansının kontrollere göre anlamlı daha yüksek olduğu rapor edildi. Bu
çalışmada şizofreni ve panik bozukluğu olan psikiyatrik hastalarda ve kontrollerde el tercihi,
göz tercihi ve çapraz el-göz dominansı ve gözün kayma dereceleri saptandı.
Materyal ve Metod: El tercihi modifiye Oldfield anketi kullanılarak, göz tercihi ve kayma
derecesi de modifiye Miles testi kullanılarak ölçüldü. Çalışmaya 23 erkek ve 18 kadın olmak
üzere 41 hasta ve 31 kontrol dâhil edildi.
Bulgular: 23 erkek hastanın 13'ü şizofren ve 10'u panik bozukluk, 18 bayan hastanın 3'ü
şizofreni ve 15'i panik bozuklukdu. Hastalık frekanslarında cinsiyet farkı, şizofreni erkeklerde
ve panik bozukluk kadınlarda daha fazla, anlamlıydı (X2=6.74, p=0.009). El tercihi açısından
hastalar ve kontroller arasında dağılım farkı bulunmadı. Göz tercihi ve çapraz dominans
açısından hem şizofrenler ve hem de panik bozuklukta sol göz tercihi ve çapraz el-göz
dominansının kontrollere göre anlamlı daha yüksek olduğu bulundu (X2=14.03, p=0.001).
One-Way ANOVA ile sağ (F=7.91, p=0.001) ve sol (F=15.45, p=0.00) gözün kayma dereceleri
ve toplam kayma derecesi (F=8.26, p=0.001) açısından hasta grupları ile kontroller arasında
anlamlı farklar olduğu bulundu.
Sonuç: Bu sonuçlar ışığında şizofrenlerde ve panik bozukluğunda sol göz tercihi ve çapraz elgöz dominansının kontrollere göre yüksek olduğu ve bunun psikiyatrik hastalarda serebral
hemisferik lateralizasyon anormalliklerinden kaynaklanabileceği söylenebilir.
S-36
DENEYSEL SEPTİK ÇOK MODELLERİNDE ENDOTELİN RESEPTÖR BLOKÖRÜ
TEZOSENTANIN MEZENTER KAN AKIMI VE ORGAN HASARINA ETKİLERİ
A. Erdem1, A.M. Sevgili1, F. Akbıyık2, P. Atilla3, N. Çakar3, Z.D. Balkancı1, A.B. İskit4,
M.O. Güç4
Hacettepe Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, Biyokimya2, Histoloji3, Farmakoloji4 AD;
ANKARA;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Septik şok hipotansiyon, azalmış kan akımı ve serbest radikallerden
kaynaklanan organ hasarı ile karakterize dolaşım yetmezliği durumudur. Septik şokta oluşan
vazodilatasyona rağmen organ kan akımlarında görülen azalmadan endotelin sisteminin
sorumlu olduğu ve endotelin reseptör blokajının bu noktada faydalı olabileceği yönünde
çalıþmalar bulunmaktadır. Biz çalışmamızda yeni bir dual endotelin reseptör blokörü olan
tezosentanın (10 mg/kg i.p.) septik şokta mezenterik kan akımı ve organ hasarı üzerine
muhtemel olumlu etkilerini araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metod: Swiss albino farelerde iki farklı modelle; E. coli endotoksin (LPS;
O55:B5, 20 mg/kg i.p.) ve çekum bağlama ve delme (CLP); septik şok oluşturuldu. Ultrasonik
Doppler Flowmeter kullanılarak mezenter kan akımları ölçüldü. Eksanguinasyondan sonra
karaciğer, dalak ve böbrekleri çıkarıldı. Biyokimyasal analizler karaciğerde, histopatolojik
inceleme her üç organda yapıldı.
Bulgular: Tezosentan uygulaması septik hayvanlarda görülen kan akımındaki düşüşü anlamlı
şekilde engelledi. Her iki modelde TBARS düzeyi ve MPO aktivitesi artarken GSH miktarı
azaldı. Tezosentan TBARS düzeyini etkilemezken MPO aktivitesini CLP modelinde azalttı.
Tezosentan tek başına GSH miktarını artırmakla birlikte septik hayvanlardaki GSH düzeyini
ikna edici şekilde değiştiremedi. Histopatolojik incelemelerde her iki modelin yapısal hasara
yol açtıgı ve tezosentanın bu hasarı büyük oranda engellediği görüldü.
Sonuç: Septik şokta endotelin reseptörlerinin blokajıyla görülen olumlu sonuçlar oksidan
mekanizmaların modülasyonundan çok tezosentanın kan akımı üzerindeki etkisinden
kaynaklanmaktadır.
S-37
TAURİNİN SEPTİK ŞOKTAKİ ORGAN HASARINA ETKİSİNİN
HİSTOPATOLOJİK İNCELENMESİ
A. Erdem1, A.M. Sevgili1, P. Atilla2, N. Çakar2, A.B. İskit3, D. Balkancı1, M.O. Güç3
Hacettepe Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji1, Histoloji2 and Farmakoloji3 Anabilim Dalı;
ANKARA;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Taurin, insan ve çeşitli hayvan türlerinin birçok dokusunda hücre içinde serbest
olarak bulunur ve hipertansif hayvan modellerinde kan basıncını düşürmesine ek olarak bazı
damarların kasılma cevaplarını azalttığı gösterilmiştir. Öte yandan septik şokta mezenter
damar yatağında oluşan aşırı vazospazmın ölümcül sonuçlara yol açan organ hasarından
sorumlu olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada taurinin septik şokta azalan
mezenterik kan akımı ve oluşan organ hasarı üzerindeki olası yararlı etkileri histopatolojik
olarak incelenmiştir.
Materyal ve Metod: Swiss albino fareler dört gruba ayrıldı (n=5-8). Kontrol grubuna % 0,9
NaCl, Taurin grubuna taurin (150 mg/kg ip. 0., 8., ve 16. saatlerde), Sepsis grubuna
Escherichia coli endotoksini (Lipopolysaccharide, O55:B5; 20 mg/kg, ip, 8. saatte) ve Sepsis
+ Taurin grubuna ise endotoksin ve taurin birlikte verildi. 24. saatte hayvanlar anesteziye
edilerek 15 dakika süreyle mezenter kan akımları perivasküler ultrasonik Doppler-akımölçer
(Transonics, A.B.D.) ile ölçüldü. Daha sonra karaciğer, dalak ve böbrek histopatolojik
inceleme için izole edildi. Tüm veriler ortalama ± ortalamanın standart hatası olarak ifade
edildi ve Instat (GraphPad, A.B.D.) yazılımı aracılığıyla istatistiksel olarak analiz edilip
P<0.05 ise anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Endotoksin mezenter kan akımını azaltırken (kontrol: 127.59±2.87, n=5;
endotoksin: 54.37±22.2, n=6, P=0,0086, ml/dak/kg, 0. dk), taurin kan akımında oluşan bu
azalmayı önlemedi (69.95±15.54 ml/dak/kg, n=8, 0. dk.). Maskelenmiş olarak yapılan
histopatolojik incelemede endotoksin grubundaki tüm sıçanların dokularında belirgin hasar
gözlendi. Taurin alan sıçanların dokularında ise kısmen düzelme vardı. Örneğin böbrek
dokularında epitel hücre dejenerasyonu, karaciğerde inflamatuar hücre grupları yoktu.
Sonuç: Bu çalışmanın sonucunda taurinin doku hasarını kısmen önlediği ve bunu kan akımını
düzeltmeksizin, başka mekanizmalar aracılığı ile gerçekleştirdiği sonucuna varıldı.
S-38
ERİTROPOETİN TEDAVİSİNİN U-937 MONOSİTLERDE LPS UYARIMI SONUCU
SİTOKİN YAPIMINA ETKİSİ
N. Yazıhan 1,3, Ö. Karakurt 3, F. Kocaay 2,3, H. Ataoğlu 2,3.
Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyopatoloji BD1, Mikrobiyoloji BD2, Moleküler
Biyoloji Araştırma ve Geliştirme Birimi3; ANKARA;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Eritropoietin (EPO), hematopoietik bir sitokindir. Kronik böbrek yetmezliği
sürecindeki hastalarda anemi tedavisinde kullanılmaktadır. Özellikle dializ hastalarının
enfeksiyona ve enflamasyona yatkınlığı fazladır. Bu nedenle EPO tedavisinin immun cevaba
etkisinin belirlenmesi önemlidir. Midkin heparin bağlayan büyüme faktörüdür. Kanser ve
enflamatuar hücrelerinin çoğalmasında, migrasyonunda rol aldığı düşünülmektedir.
Monositik hücrelerin kendi midkin sekresyonları olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Bu
çalışmada EPO tedavisinin insan monositlerinden sitokin ve midkin yapımına etkisinin
belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışma insan monosit hücre serisi U937'lerle ve aynı hücreler forbol
miristat asetat (PMA) ile makrofaja dönüştürülerek yapılmıştır. Deney 80 grupta
gerçekleştirilmiştir. Hücre kültürü ortamında; 1, 10, 50, 100 IU/ml EPO dozlarının normal
koşullarda ve 1 µgr/ml LPS varlığında 2, 6, 24, 48 saatlerde hücre proliferasyonuna, sitokin
yapımına ve midkin düzeylerine etkileri araştırılmıştır.
Bulgular: LPS uygulaması sonrası monosit sayısı 24 ve 48 saatlerde azalmıştır. EPO tedavisi
tüm dozlarda LPS toksitesine karşı koruyucu bulunmuştur. EPO tedavisinin düşük dozlarda
TNF, IL-6 düzeylerinde değişime neden olmazken, PMA'lı gruplarda yüksek dozda sitokin
yapımını arttırdığı gözlenmiştir. LPS ile aynı anda verildiğinde 24 ve 48. saatlerdeki LPS'ye
bağlı sitokin cevabını arttırmaktadır. PMA varlığında sitokin cevabının daha belirgin olduğu
görülmüştür. EPO tedavisi verilen grupta midkin yapımı da 2 saatte başlamak üzere doza bağlı
artışa neden olmuştur. EPO; LPS'ye bağlı midkin yapımını azaltmıştır. Midkin yapımı en
yüksek LPS grubunda gözlenmiştir.
Sonuç: Bu çalışmada ilk kez monositik hücrelerden midkin sekresyonunun varlığı
gösterilmiştir. EPO tedavisi tek başına enflamatuar yanıta neden olmazken, LPS varlığında
sitokin cevabını arttırarak vücut savunmasında koruyucu etki göstermektedir. Midkinin LPS
ile aktive olan enflamatuar sitokin yapımına katıldığı düşünülmektedir.
Bu çalışma TUBİTAK (SBAG-2812-104S329) tarafından desteklenmiştir.
P-1
GHRELİN ANTİEPİLEPTİK AJAN OLABİLİR Mİ?
A. Şermet1 , B.D.Obay1,C.Tümer2, E.Taşdemir3, M.H.Bilgin1
1
2
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; DİYARBAKIR
Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; HATAY
3
Özel Gelişim Tıp Merkezi; DİYARBAKIR,
[email protected]
Amaç: Deneysel epilepsi oluşturulmadan önce değişik dozlarda uygulanan ghrelinin
antiepileptik etki gösterip göstermediğini araştırmak.
Materyal ve Metod: Erişkin, erkek, Wistar albino sıçanlar her birinde 7 adet olacak şekilde,
dört deney (D1-D4) ve bir kontrol (K) grubuna ayrıldı. Kontrol grubu sıçanlşarda epilepsi
oluşturmak için yaklaşık 16 saatlik açlıktan sonra intraperitoneal tek doz 50 mg/kg
pentilentetrazol (PTZ) uygulandı. Deney gruplarındaki hayvanlara PTZ enjeksiyonundan 30
dakika önce periton boşluğuna 20, 40, 60 ve 80 µg/kg ghrelin verildi. PTZ ile oluşturulan
epileptik nöbetler; ilk miyoklonik sıçrama, jeneralize klonik nöbet ve tonik jeneralize
ekstansiyon nöbeti olarak üç ayrı komponent şeklinde değerlendirildi.
Bulgular: 50 mg/ kg PTZ enjeksiyonu, kontrol sıçanların tümünde epileptik nöbet oluşturdu.
PTZ enjeksiyonundan 30 dakika önce değişik dozlarda (20, 40, 60 ve 80 µg/kg) ghrelin
uygulanan sıçanlarda nöbetlerin değişik komponentlerinin başlangıç süreleri doza bağlı
olarak önemli ölçüde gecikti ve nöbet süreleri kısaldı.. Ghrelin maksimal etkisinin 80 µg/kg
dozunda olduğu görüldü.
Sonuç: Bulgularımız; PTZ ile deneysel epilepsi oluşturulan sıçanlarda ghrelinin epileptik
nöbetlerin şiddet ve sürelerini önemli ölçüde azaltabileceğini ve bir antiepileptik ajan
olabileceğini göstermektedir.
P-2
EPİLEPSİ OLUŞTURULAN SIÇANLARDA OKSİDAN STRES VE
GHRELİN UYGULAMASININ ETKİLERİ
B.D.Obay1, A.Şermet1, C.Tümer2, E.Taşdemir3,
1
2
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji ABD DİYARBAKIR
Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji ABD HATAY
3
Özel Gelişim Tıp Merkezi DİYARBAKIR,
[email protected]
Amaç: Deneysel epilepsi oluşturulan erişkin erkek Wistar albino sıçanlarda beyin, karaciğer
ve eritrosit antioksidan enzim aktiviteleri ile glutatyon ve lipid peroksidasyon düzeylerindeki
değişikliklere ghrelinin etkisini incelemek.
Materyal ve Metod: Sıçanlar her birinde 7 adet olacak şekilde beş deney (D1-D5) ve bir
kontrol (K) grubuna ayrıldı. Deney gruplarına epilepsi oluşturmak için yaklaşık 16 saatlik
açlıktan sonra intraperitoneal tek doz 50 mg/kg pentilentetrazol (PTZ) uygulandı. PTZ
enjeksiyonundan 30 dakika önce deney gruplarının periton boşluğuna 20, 40, 60 ve 80 µg/kg
ghrelin verildi. PTZ enjeksiyonlarından 24 saat sonra deney ve kontrol grubu sıçanlar eter
anestezisi altında kardiyak ponksiyonla feda edildi. Hızlı bir şekilde beyin ve karaciğerleri
çıkartılıp serum fizyolojik ile yıkandıktan sonra 5 mM pH:7.4 fosfat tamponunda ayrı ayrı
homojenize edildi.. Elde edilen homojenatlar ve kan örneklerinde; süperoksit dismütaz (CuZn-SOD), katalaz (CAT) glutatyon (GSH),ve lipid peroksidasyon düzeyleri ölçüldü.
Bulgular: PTZ ile epilepsi oluşturulan sıçanların beyin, karaciğer ve eritrositlerinde oksidan
stresin göstergesi, lipit peroksidasyonu, önemli ölçüde artarken antioksidan enzim aktiviteleri
(SOD ve Katalaz) , glutatyon düzeyleri önemli ölçüde azaldı. PTZ uygulamasından 30 dakika
önce değişik dozlarda (20, 40, 60 ve 80µg/kg) ghrelin verilmesi epileptik nöbetlerin ve oksidan
stresin şiddetini önemli ölçüde azaltırken antioksidan enzim aktiviteleri ve glutatyon
düzeylerindeki azalmayı ve lipid peroksidasyonundaki arttışı önemli ölçüde önledi.
Sonuç: Bulgularımız; PTZ ile deneysel epilepsi oluşturulan sıçanların beyin, karaciğer ve kan
dokularında antioksidan sistemin etkilendiğini, oksidativ stresin arttığını, ve ghrelinin antiepileptik bir ajan olabileceğini ve epilepsiye baglı oksidan stresi azaltabileceğini
göstermektedir.
P-3
CİNSİYETİN GÖRSEL UYARILMA POTANSİYELLERİ VE
ELEKTRORETİNOGRAM KAYITLARI ÜZERİNE ETKİLERİ
B. Reşitoğlu1, T. Ergenoğlu1, H. Beydağı1
1
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, MERSİN
[email protected]
Giriş ve Amaç: Görsel sistemin elektrofizyolojik değerlendirilmesinde kullanılan görsel
uyarılma potansiyeli (GUP) ve elektroretinogram (ERG) kaydı retina ve görme yollarının bir
bütün olarak incelenmesine ve milisaniyelik zaman boyutunda mikrovolt düzeyindeki
potansiyel değişikliklerin ortaya konulmasına olanak sağlamaktadır. GUP, optik sinir ve
görme korteksine kadar uzanan tüm görme yollarının işlevlerini yansıtırken ERG retinal
işlevleri gösteren kitlesel bir yanıttır. Bu çalışmada, sağlıklı bireylerde cinsiyetin GUP ve ERG
kayıtları üzerine olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya yaşları 20 ile 49 arasında değişen 46'sı erkek 55'i kadın,
toplam 101 gönüllü denek katıldı. GUP kaydında Oz (orta hat oksipital) bölgesine, ERG
kaydında Tepas ve Armington'un da bildirdiği gibi kayıt alınan göz tarafındaki burun köküne
Ag/AgCl disk elektrod yerleştirilerek izole bir odada kayıtlar alındı. 30′ ve 60′'lık patern ile flaş
uyaranlar kullanılarak alınan GUP ve ERG kayıtlarındaki potansiyel dalgaların genlik ve
latans değerleri ölçüldü. Elde edilen verilerin normal dağılıma uygunluk kontrolü, OneSample Kolmogorov Simirnov testi ile yapıldı. Normal dağılım gösteren yaş gruplarında
verilerin cinsiyete göre karşılaştırılmasında Independent-t testi, normal dağılmayanlarda ise
Mann-Whitney U testi kullanıldı.
Bulgular: 60′ patern GUP'ta N75 (p=0.01), flaş GUP'ta N2 (p=0.04) ve P2 (p=0.008), 30′
patern ERG'de P50 (p=0.02) ve N95 (p=0.001), 60′ patern ERG'de ise N95 (p=0.002) dalga
genliği kadınlarda daha büyük genlikli olarak elde edildi. Ölçülen latans değerleri
incelendiğinde ise: 30′ patern GUP kaydında N75 ile P100 ve 60′ patern GUP'ta N75 dalga
latansı erkeklerde daha uzundu.
Sonuç: Elde ettiğimiz veriler, GUP ve ERG dalga genliklerinin sıklıkla cinsiyete göre değişim
gösterdiğini, buna karşılık latans değerlerinin ise daha stabil olduğunu ortaya koymaktadır.
P-4
FARKLI DESTEK HÜCRE SİSTEMLERİ ÜZERİNDE İNSAN EMBRİYONİK KÖK
HÜCRE İZOLASYONU VE KÜLTÜRÜ
Z. Candan1, N. Fındıklı2, O. Akçın3, S. Kahraman1
1
İstanbul Memorial Hastanesi, Yardımcı Üreme Teknikleri (YÜT) ve Genetik Tanı Merkezi,
Ar-Ge Laboratuarı, İSTANBUL
2
International Hospital, Tüpbebek Merkezi, İSTANBUL
2
Yeditepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Bölümü, İSTANBUL
[email protected]
Amaç: İnsan embriyonik kök hücreleri (iEKH) blastosist aşaması insan embriyolarının iç
hücre kütlesinden elde edilen pluripotent hücrelerdir. Bu çalışmanın amacı fare ve insan destek
hücre sistemleri kullanılarak farklı insan embriyonik kök hücre dizileri elde edilmesi,
tanımlanması ve farklı somatik hücre tiplerine dönüşümlerinin değerlendirilmesidir.
Materyal ve Metod: YÜT işlemi sonrası imha edilmek üzere ayrılmış embriyolar, çiftlerin
yazılı onayı doğrultusunda iEKH izolasyonu için ayrıldı. iEKH izolasyonu için
immünocerrahi veya doğrudan kültür yöntemleri kullanıldı. Elde edilen koloniler özel kök
hücre kültür ortamları kullanılarak mitotik aktiviteleri durdurulmuş fare veya insan kaynaklı
fibroblast hücreleri üzerinde büyütüldüler. Hücresel ve genetik tanımlama için alkalin fosfataz
testi, immünositokimya, karyotipleme ve RT-PCR teknikleri kullanıldı.
Bulgular: İzolasyon sonrası 11 farklı iEKH hücre dizisi elde edildi. Bu dizilerden 7'si fare
destek sistemleri, 4'ü insan destek sistemleri kullanılarak elde edildiler. Dizilerin tümü normal
kromozom dizilimine sahipti; bununla birlikte 1 dizi kalıtsal B-talasemi mutasyonu
taşımaktaydı. Yapılan analizlerde tüm dizilerin iEKH spesifik yüzey antijenleri yönünden
pozitif olduğu, oct-4 eksprese ettiği, ve farklılaşma tetiklendiğinde fetusu oluşturan 3 farklı
germ yaprağına ait hücrelere dönüşebildiği gözlendi.
Sonuç: Günümüzde iEKH hücrelerinin elde edilmesi ve kültürü ve tedavi amaçlı kullanımları
konusunda ciddi tartışmalar ve bilinmezlikler mevcuttur. Bununla birlikte gerçekleştirilen
çalışmalar bu hücrelerin yüksek araştırma ve tedavi potansiyeli taşıdığını göstermektedir.
Çalışmalarımızın sonuçları, Ülkemizde yakın gelecekte gerçekleştirilebilecek iEKH
araştırmaları için kaynak oluşturabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
P-5
DİŞİ KÖPEKLERDE ELEKTROFİZYOLOJİK BULBOCAVERNOSUS
REFLEKS TESTİ
E. Turan2, C. Ünsal1, İ. G. Yıldırım2
1
Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı;AYDIN.;
Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı; AYDIN.
[email protected]
2
Amaç: Elektrofizyolojik bulbocavernosus refleks (EBCR), glans klitoris ya da glans penis'in
elektriksel uyarımıyla oluşan cevabın musculus bulbocavernosus ya da musculus sphincter ani
externus'tan kaydedilmesidir. EBCR insanlarda veziko-üretral, ano-rektal ve seksüel
fonksiyon bozukluklarının nörojenik kökenli olup olmadığının araştırılması için kullanılan en
yaygın tanı yöntemidir. Bu çalışma dişi köpeklerde EBCR'nin tekniği ve uygulanabilirliğini
saptamak ve refleksin normal latans değerini belirlemek amacıyla gerçekleştirildi.
Materyal ve Metod: Çalışmada 15 adet sağlıklı dişi köpek kullanıldı. Elektriksel uyarımlar
bipolar yüzey elektrodla klitoristen verildi. Kayıtlar bipolar konsantrik iğne elektrod
kullanılarak musculus spincter ani externus'tan alındı.
Bulgular: EBCR latanslarının 18.99 ve 25.69 milisaniye arasında değiştiği ve ortalama
değerin 22.27 milisaniye olduğu görüldü.
Sonuç: Çalışma EBCR'nin dişi köpeklerde kolay uygulanabilir olduğunu, bulgular da objektif
sonuç veren bir test olduğunu göstermiştir. Ayrıca, EBCR'nin küçük hayvan kliniklerinde
sakral refleks kemerinin incelenmesinde rutin olarak kullanılabileceği de görülmüştür.
P-6
PTZ İLE DENEYSEL EPİLEPSİ OLUŞTURULAN FARELERDE GLUTATYON
ETKİSİNİN BEYİN DOKUSUNDA ADENOSİNE DEAMİNAZ DÜZEYLERİ
S. Pençe1 M. Boşnak1 N. Kurtul2
1
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, GAZİANTEP
Sütçü İmam Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü, KAHRAMANMARAŞ
[email protected]
2
Giriş: Epilepsiler nörolojik hastalıkların en büyük grubunu oluşturur. Epilepsi beyinde reaktif
oksijen türleri oluşumunu artıran tekrarlayan nöbetlerle karakterizedir. İndirgenmiş glutatyon
oksidatif hasara karşı hücrelerin korunmasında non-enzimatik antioksidan olarak önemli rol
oynar. Adenozin oksidatif strese karşı hücreleri korur. Adenozin deaminaz adenozinin
yıkımından sorumludur ve onun düzeyini ayarlar. Bu nedenle adenozin deaminaz düzeyindeki
herhangi bir değişiklik adenozin düzeyine de yansır.
Materyal ve Metod: Toplam 80 fare 8 gruba ayrıldı. Gruplar, sham grubu ( grup 1), kontrol
grubu ( grup 2), PTZ grubu (grup 3), PTZ+glutatyon grubu (grup 4), 5 doz glutatyon grubu
(grup 5), tek doz glutatyon grubu (grup 6), Kindling grubu (grup 7) ve kindling + glutatyon
grubu (grup 8)şeklinde oluşturuldu. Her farenin beyni çıkarıldı ve 5 parçaya bölündü.
Bulgular: Adenizin deaminaz düzeyleri gruplar arasında ve subgruplarda farklı bulundu. PTZ
ile konvulsif ve subkonvulsuf dozda deneysel epilepsi oluşturulan gruplarda adenozin
deaminaz düzeyi diger gruplara göre yüksek bulundu. Glutatyon verilen epileptik gruplarda
adenozin deaminaz düzeyleri düşük bulundu.
Sonuç: Glutatyonun adenozin deaminaz düzeyini düşürerek antikonvulsif etkisi olabilir.
Glutatyonun adenozin deaminaz düzeyindeki rolünün anlaşılması için daha detaylı
çalışmalara ihtiyaç vardır.
P-7
DENEYSEL EPİLEPSİDE PROGESTERONUN TÜM BEYİN DOKUSU ADENOZİN
DEAMİNAZ DÜZEYİNE ETKİSİ
S. Pençe1, M. Boşnak1, N. Kurtul2
1
2
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, GAZİANTEP
Sütçü İmam Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü. KAHRAMANMARAŞ
[email protected]
Giriş: Nörolojik hastalıklar spectrumunda epilepsi morbiditenin başta gelen nedenidir.
Yüksek ve sabit progesteron düzeyleri nöbet aktivitesini düşürür. Adenozin A1 reseptörlerini
etkileyerek deneysel epilepside antikonvulsan etki gösterir ve status epileptikusta ilerlemeyi
engeller. Adenozin deaminaz adenonozin düzeylerini düzenleyen major enzimdir. Bu nedenle
adenozin deaminaz düzeyindeki herhangi bir değişiklik adenozin düzeyine yansır.
Materyal ve Metod: Toplam 80 fare 8 gruba ayrıldı. Gruplar, sham grubu ( grup 1), kontrol
grubu ( grup 2), PTZ grubu (grup 3), PTZ+glutatyon grubu (grup 4), 5 doz glutatyon grubu
(grup 5), tek doz glutatyon grubu (grup 6), Kindling grubu (grup 7) ve kindling + glutatyon
grubu (grup 8) şeklinde oluşturuldu. Her farenin beyni çıkarıldı ve 5 parçaya bölündü.
Bulgular: Adenozin deaminaz düzeyleri gruplar arasında ve subgruplarda farklı bulundu.
PTZ ile konvulsif ve subkonvulsif dozda deneysel epilepsi oluşturulan gruplarda adenozin
deaminaz düzeyi diğer gruplara göre yüksek bulundu. Progesteron verilen gruplarda adenozin
deaminaz düzeyleri düşük bulundu.
Sonuç: Progesteron A1 reseptörleri aracılığıyla adenozin deaminaz düzeyini düşürerek
antikonvulsif etki oluşturabilir. Progesteronun adenozin deaminaz düzeyindeki rolünün
anlaşılabilmesi için daha detaylı çalışmalara ihtiyaç vardır.
P-8
KOMPLEKS UYARILMIŞ GÖRSEL POTANSİYELLERİN FRAKTAL ÖZELLİKLERİ
G.Ç. Yalçın1, O. Seymen2, E. Aytaç2, S. Ogullar2, Y. Ağbulut1, K.G. Akdeniz1
1
İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü, Vezneciler, İSTANBUL
İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Bölümü, Cerrahpaşa,
İSTANBUL
[email protected]
2
Giriş ve Amaç: Zaman serisi analizi yöntemi karmaşık otonom sistemleri anlamada yeni bir
boyut getirmiştir. Bu yöntemle yerel bir fizyolojik sistem olan görme merkezlerinden
uyarılmış görsel potansiyellerin (VEP) sinyalleri çekicileri incelenmiştir. Bu çekicilerin
fraktal boyutları ile Latans değerleri ilişkilendirilebilir.
Materyal ve Metod: İnsanlardan alınmış olan VEP sinyallerinin faz uzayında çekicilerinin
oluşturulması için gerekli yerleştirme parametrelerinin bulunması teknikleri anlatıldı.
Sonuç: VEP sinyallerinin fraktal boyut bilgilerinin Latans değerlerine karşılık gelmediği
görüldü.
P-9
VON HİPPEL LİNDAU HASTALIĞINDA GÖRSEL UYARILMIŞ POTANSİYELLER:
OLGU SUNUMU
E. Aytaç1, S. Oğullar1, P. Seymen2, G. Dikmen1, M. Yıldız1, H. O. Seymen1
1
İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı,2T.C. Sağlık
Bakanlığı Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Nefroloji Hemodiyaliz
Ünitesi; İSTANBUL;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Von Hippel-Lindau hastalığı (VHLH) mezoderm kaynaklı organlarda
vasküler, neoplastik ve kistik lezyonlarla karakterize bir herediter fokomatözdür. Hastalık
genellikle nörolojik sorunlar ve görme bozukluğu ile ortaya çıkar. Özellikle retinal
hemanjiomlar önemli sorun oluşturur. Hastalığın tedavisi sırasında görme fonksiyonlarının
korunabilmesi bu lezyonların büyüklüğü ve lokalizasyonuna bağlıdır. Görsel uyarılmış
potansiyeller (GUP) birçok serebral hastalığın teşhisinde ve tedavisinin takibinde objektif bir
ölçüt olarak kullanılmaktadır. GUP, göze verilen flaş uyarılara oksipital korteksteki elektriksel
potansiyellerin bir elektrot yardımıyla ölçülmesi esasına dayanır. Retinadan oksipital kortekse
kadar olan nöronal fonksiyonlar değerlendirilir. Literatürde VHLH'da rapor edilmiş GUP
değerlendirmesine rastlanmamaktadır.
Materyal ve Metod: VHLH tanısı almış 5 yaşındaki erkek hastanın, İstanbul Üniversitesi
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Elektrofizyoloji Laboratuarı'nda, Biopac
Sistemi ile Uluslararası Görme Elektrofizyolojisi Birliği (International Society for Clinical
Electrophysiology of Vision, ISCEV 2004)'nin standartlarına uygun olarak GUP kayıtları
alındı.
Bulgular: Olgumuzda N2 dalga latansı sağ gözde hafif uzun olup, sol gözde normaldi. P2
dalga latansları her iki gözde normaldi. N2-P2 dalga genlikleri her iki gözde normal
sınırlardaydı.
Sonuç: Öncelikle retina hasarı ve santral sinir sisteminde oluşan hemanjioblastomlarda
VHLH' da meydana gelen görme fonksiyonlarındaki bozulmanın sebebi olabilir. Ayrıca
VHLH ilerleyici multisistemik bir hastalık olması nedeniyle aynı olguların düzenli olarak
takibi ve olgu sayısının arttırılarak kontrol gruplarıyla karşılaştırılması ile daha kesin
sonuçlara varılabileceğini düşünüyoruz.
P-10
KORPUS KALLOZUM AGENEZİSİNDE GÖRSEL UYARILMIŞ POTANSİYELLER
VE ELEKTRORETİNOGRAM
E. Aytaç1, G. Dikmen1, S. Oğullar1, H. O. Seymen1
1
İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı;İSTANBUL;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Korpus kallozum agenezisi (KKA), iki serebral hemisferi birbirine bağlayan
korpus kallozumun konjenital olarak tamamen ya da kısmen olmamasıdır. KKA; epilepsi,
beslenme problemleri, gelişme geriliği, mental retardasyon, görsel hafızanın bozuk olması
gibi şikayetlerle başvuran hastaların araştırılması için yapılan bilgisayarlı tomografi ve
manyetik rezonans görüntüleme teknikleri sonucu teşhis edilir. KKA genellikle optik sinir ve
optik yolun atrofisiyle birliktedir. KKA nadir görülmesi nedeniyle hastalık hakkındaki bilgiler
sınırlıdır. KKA'da görsel uyarılmış potansiyeller (GUP) ve elektroretinogram (ERG)'nin
özellikleri literatürde henüz değerlendirilmemiştir.
Materyal ve Metod: Araştırmamız İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji
Anabilim Dalı Elektrofizyoloji Laboratuarı'nda GUP-ERG (Biopac Systems Inc., Santa
Barbara, USA) kayıtları alınan 4 total korpus kallozum agenezisi olgusu üzerinde yapıldı.
Elektrofizyolojik kayıtlar Uluslararası Görme Elektrofizyolojisi Birliği' nin standartlarına
uygun olarak alındı (International Society for Clinical Electrophysiology of Vision, ISCEV
2004). Kontrol grubu olarak deney grubunun yaş aralığına uygun 8 adet normal GUP ve ERG
kaydı kullanıldı. İstatistik için SPSS 10.0 programında Mann-Whitney U testi kullanıldı,
anlamlık p<0.05 değerleri kabul edildi.
Bulgular: KKA grubu GUP değerlendirmesinde sağ ve sol göz P2 latansları ve bilateral N2
latansları anlamlı olarak uzun, ERG değerlendirmesinde sol göz amplitütleri anlamlı olarak
düşük bulundu (p<0.05).
Sonuç: Sonuç olarak KKA' da yapısal bozukluklar ve bunlara bağlı gelişen fonksiyonel
patolojilerin görme işlevini bozabileceğini düşünmekteyiz. KKA' da görme fonksiyonları
olumsuz etkilenmektedir.
P-11
NEPETA CADMEA BOISS’ İN FİZYOLOJİK PARAMETRELERE ETKİSİ
H. A. Erken1, G. Erken1, İ. Aslan2, A. Çelik2, O. Genç1
Pamukkale Üniversitesi, 1Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD,
2
Fen Edebiyat Fakültesi, Biyoloji AD.; DENİZLİ,
Giriş ve Amaç: Lamiaceae familyasına ait endemik bir tür olan Nepeta cadmea Boiss (kedi
nanesi)’in, uçucu yağ içeriğinin büyük bir bölümünü nepetalakton oluşturmaktadır.
Nepetalaktonun sedatif, hipnotik, analjezik, antioksidan ve antibakteriyel etkileri
gösterilmiştir. Bu çalışmada ise, N. cadmea’nın kan basıncı, kalp frekansı ve sinir ileti hızına
etkilerini ortaya koymayı amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmada 14 adet Wistar Albino türü dişi sıçan (ortalama ağırlıkları
227+29 g) kullanıldı. Sıçanlar; kontrol grubu ve deney grubu olmak üzere 2 gruba ayrıldı (n:7).
Deney grubu sıçanlara 21 gün boyunca, intraperitoneal (i.p.) olarak, bitkiden su distilasyon
yöntemiyle elde edilen ekstre verildi (günde iki kez, 5 ml). Kontrol grubu sıçanlara ise aynı
sürede ve aynı miktarda serum fizyolojik verildi. Uygulamanın son haftasında kan basıncı
kaydı için handling yapıldı. 21 günlük uygulamadan sonra sıçanların kuyruktan kan basınçları,
veri kazanım sistemi (PowerLab/8SP, Avustralya) ile kaydedildi. Daha sonra sıçanlar
ketamin/ksilazin ile anestezi edilerek, kalp frekansları kaydedildikten sonra siyatik sinirleri
çıkarılarak in vitro sinir ileti hızları kaydedildi. Veriler SPSS programına aktarılarak Mann
Whitney U testi ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Kan basıncı, kalp frekansı ve sinir ileti hızında azalma görülmesine rağmen bu
etkiler istatistiksel olarak anlamlı düzeyde değildi.
Sonuç: Nepeta cadmea Boiss (kedi nanesi) kan basıncı, kalp frekansı ve sinir ileti hızında
anlamlı bir değişiklik meydana getirmemiştir.
P-12
EPİLEPTİFORM AKTİVİTE ÜZERİNE FARKLI TEOFİLİN DOZLARININ ETKİSİ
M. Yıldırım, C. Marangoz
Ondokuz Mayıs Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; SAMSUN;
[email protected]
Amaç: Adenozin reseptör antagonisti teofilin, adenozinin inhibitör etkisini önlediği için
merkezi sinir sisteminde uyarılmaya neden olmaktadır. Sunulan çalışmada, penisilinle
oluşturulan epileptiform aktivite üzerine teofilinin etkilerinin araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metod: Deneylerde 24 adet erişkin dişi Wistar sıçan kullanıldı. Penisilinin (200
ünite) intrakortikal (i.c.) enjeksiyonuyla başlatılan epileptiform aktiviteden 30 dk sonra
intraserebroventriküler (i.c.v.) yoldan serum fizyolojikte çözülmüş 1, 10, 100 μg teofilin veya
kontrol grubu için sadece serum fizyolojik 5 μl hacimde uygulandı. PowerLab veri kazanım
ünitesiyle sıçanların sol somatomotor korteksinden 60 dk boyunca elektrokortikogram
(ECoG) kaydı alındı.
Bulgular: Yapılan istatistiksel analiz sonucunda, teofilinin doza bağlı olarak spike
frekansında artışa neden olduğu fakat bu etkiden sadece 100 μg teofilin uygulanan
sıçanlardaki spike artışının istatistiksel açıdan önemli olduğu saptandı (p<0.001).
Enjeksiyondan 40 dk sonra serum fizyolojik, 1, 10 ve 100 μg teofilin gruplarındaki spike
frekansının % değişimi sırasıyla % 96, % 108, % 115 ve % 167 olarak tespit edildi.
Sonuç: Çalışmadan elde edilen bulgulara göre teofilin doza bağımlı bir şekilde epileptiform
aktiviteyi arttırmaktadır. Sonuç olarak sunulan çalışmadan elde edilen bulgular teofilinin
prokonvulsan bir madde olabileceği yönündeki literatür bilgilerini desteklemektedir.
P-13
FARKLI FREKANS BANTLARINDA KORTEKSTE
SEÇİCİ KOHERENT YANITLAR
M. Özgören, A. Öniz, S. Kocaaslan, O. Bayazıt
Dokuz Eylül Üni. Tıp Fak., Biyofizik AD ve Beyin Dinamiği Arş. Mrk. İZMİR
[email protected]
Amaç: Kortekste farklı uyaranlara karşı beynin yanıtlarının incelenmesi esnasında beyindeki
informasyon akışı en büyük bilinmezlerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle
beynin farklı bölgeleri arasında, uyaranlara karşı informasyon akışının koherans analizi ile
incelenmesi hedeflenmiştir.
Materyal ve Metod: Değişik uyaranlara karşı beynin farklı bölgelerindeki EEG kayıtlarından
edinilen dijital segmentler, MATLAB ortamında geliştirilen programlarla incelenmiştir.
Yirmialtı bireyin analog ve dijital EEG kayıtları alınmıştır. Bireylere uygulanan uyaranlar yüz
(kompleks) uyaranları ve ışık (basit) uyaranları olarak eşit seviyede iluminans değeri ile
(30cd/m2) 1.2 metre mesafede ekran üzerinden uygulanmıştır. Koherans analizindeki
kısıtlayıcı faktörleri en aza indirmek amacıyla karşıt kulak elektrotları bağlantısı referans
olarak alınmıştır.
Bulgular: Tüm korteks bölgelerini kapsayacak şekilde, yapılan analizlerde, koherans
değerleri, karmaşık uyaranlarda basit uyaranlara göre daha yüksek saptanmıştır. Z transformu
ile normalize edilen verilerde, teta frekans bandı 0-500 ms penceresinde en yüksek koherans
değerlerini vermiş ve delta, alfa, gama ve beta koherans yanıtları bunu izlemişlerdir. Erken
zaman penceresinde (0-250 ms) en yüksek değeri beta bandındaki yanıtlar vermektedir. Delta
(0.5-3.5 Hz), teta (4-7Hz), alfa (8-13 Hz), beta (15-30) Hz ve gamma (28-48 Hz) yanıtlarının
farklı uyaranlar ve beyin bölgeleri arasında seçici dağıldığı saptanmıştır. Elektrot çiftlerinden
elde edilen sonuçlar, örneğin beta bandında, sol frontoparietal ve sentroparietal ağırlıklı sinyal
ayrımlamaya işaret etmektedir.
Sonuç: Frontal, oksipital, sentral, temporal ve parietal bölgelerin farklı frekans bantlarında
farklı bilgi akışı oluşturduğu ve bu seçici dağıtılmış tablonun kognitif ayrımlamada etken
olduğu düşünülmektedir.
P-14
DENEY SÜRECİNDE GÖRSEL UYARILMA POTANSİYELLERİNDEKİ
DEĞİŞİMLERİN POWER SPEKTRAL GÖSTERİMİ
O. Bayazıt
Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik A.D., İZMİR;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Beyin birbiriyle ilişkili halde, girdi sinyalleri (input) ve çıktı sinyalleri
(output) olan ve bu sinyallerin dinamik olarak değişim gösterdiği “kapalı bir kutu” olarak
düşünülebilir. Beynin lokalizasyonuna ve uyaranın türüne göre verdiği elektriksel cevapların
(salınımlar/osilasyonlar) karakteri farklı olmaktadır.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada, basit ışık uyaranı uygulanmış kişilerin EEG'sinde, uyaran
sonrası dönemin güç spektrumu (Power Spectral) analizi yapılmıştır. Yapılan bu analizler,
EEG kayıt başlangıcı ve kayıt sonu beyin osilasyon (salınım) genliğindeki değişiminin
incelenmesi için geliştirilebilir soyut bir yöntem olabilir.
Bulgular ve Sonuç: Basit ışık uyaranı paradigması uygulanan gönüllülerin verilerinin, “Güç
Spektrumu Analizleri (Power Spectral Stack Plot)” sonucu, sağ frontal (F4) ve sağ oksipital
(O2) bölgelerde, uyaran sonrası (Visual EP / Görsel Uyarılma Potansiyeli) dönemde, EEG
kaydının başlangıç dönemi ile son dönemi arasında frekans dağılımı ve genlikte belirgin
farklılıklar gözlenmiştir.
Buna göre; basit ışık uyaranı sonrası dönem (Visual EP) frekans zirvelerinin dağılımı, sağ
frontalde 5 9 Hz arasında yoğunlaşırken, sağ oksipitalde 7 12 Hz arasında yoğunlaşmaktadır.
Sağ frontal ve sağ oksipital bölgelerde, Visual EP döneminde, zirvelerin yoğunlaştığı
frekanslarda, kayıt sonuna doğru genliklerinde arttığı gözlenmektedir.
P-15
UYARAN ÖNCESİ EEG DURUMUNUN UYARAN SONRASI
DÖNEME ETKİSİ
O. Bayazıt
Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyofizik A.D., İZMİR;
[email protected]
Giriş ve Amaç: EEG'de, uyaran öncesi yüksek genlikli seyreden frekans bantları, uyaran
sonrasında azalmakta (Blocking / Event Related Desynchronization); uyaran öncesi düşük
genlikli seyreden frekans bandı genliği, uyaran sonrasında yükselme (Enhancement)
göstermektedir. Basit ışık uyaranı uygulanmış gönüllülerin EEG'sinde, uyaran öncesi ve
uyaran sonrası dönemlerin Güç Spektrumu Analizleri, uyaran öncesi ve uyarana karşı beyin
osilasyon (salınım) genliğinin yükselmesi (enhancement) veya azalmasının (blocking)
incelenmesi için geliştirilebilir soyut bir yöntem olabilir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada; basit ışık uyaranı paradigması uygulanan gönüllülerin
EEG verilerinin, “Güç Spektrumu Analizleri (Power Spectral Stack Plot)” yapılmıştır.
Bulgular ve Sonuç: Sağ frontal (F4) ve sağ oksipital (O2) bölgelerde, uyaran öncesi (prestim)
ve uyaran sonrası (Visual EP / Görsel Uyarılma Potansiyeli) dönemlerinde frekans dağılımı ve
genliklerinde farklılıklar olduğu gözlenmiştir.
Buna göre; sağ frontal ve sağ oksipital bölgelerde uyaran öncesi frekans genliğindeki
yükseklik, basit ışık uyaranı sonrasında belirgin şekilde azalma göstermektedir.
P-16
DENEYSEL PARKİNSON MODELİNDE DOKOSAHEKSAENOİK ASİDİN GÖRSEL
UYARILMA POTANSİYELLERİ ÜZERİNE ETKİSİ
Ö. Köse1, G. Hacıoğlu1, Y. Seval2, M. Aslan3, P. Yargıçoğlu4, A. Ağar1
2
1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ANTALYA
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji AD; ANTALYA
3
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya AD; ANTALYA
4
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik AD; ANTALYA
[email protected]
Amaç: Deneysel Parkinson modeli oluşturulan farelerde meydana gelen VEP değişikliklerine
DHA'nın düzeltici etkisinin olup olmadığını araştırmak ve bu olası etkide lipid
peroksidasyon (LP) ve antioksidan enzimlerin rolünü aydınlatmak.
Materyal ve Metod: 10 aylık erkek C57BL/6 fareler rasgele 4 gruba ayrılmıştır: Kontrol (K)
grubu, DHA verilen grup (D), deneysel Parkinson oluşturulan grup (P), deneysel Parkinson
oluşturulan + DHA verilen grup (PD). DHA (36mg/kg/gün), 4 hafta boyunca gastrik gavaj
yoluyla, MPTP (1-metil-4-fenil 1,2,3,6 tetrahidropiridin, 4x20mg/kg, 12 saat aralıklarla, ip)
uygulanmıştır. Motor aktivite çubuk testi ile, SN'deki TH immünreaktif hücrelerin sayısı ise
immünohistokimyasal analiz ile tespit edilmiştir. VEP'ler hayvanların kafalarına subdermal
yerleştirilen iğne elektrodları ile kaydedilmiştir. Beyin ve retina dokularında, Süperoksit
dismutaz (SOD), Glutatyon peroksidaz (GPx) ve Katalaz (CAT) enzim aktiviteleri ve
Tiyobarbitürik Asit Reaktif Madde (TBARS) düzeyleri ölçülmüştür.
Bulgular: P grubunda bozulan motor aktivite üzerine DHA'nın düzeltici etki göstermediği P
grubunda artan SN dopaminerjik hücre ölümüne ise düzeltici etki gösterdiği tespit edilmiştir.
SOD enzim aktivitesinin beyinde, P ve PD gruplarında azaldığı, retinada etkilenmediği, CAT
enzim aktivitesinin beyinde değişmediği ve retinada D, P ve PD gruplarında azaldığı, GPx
enzim aktivitesinin değişmediği tespit edilmiştir. TBARS düzeyinin beyinde P ve PD
gruplarında arttığı, retinada ise değişmediği saptanmıştır. PH'da antioksidan enzim aktiviteleri
ve TBARS düzeylerinde meydana gelen bu değişikliklere DHA'nın etki etmediği tespit
edilmiştir. PH'da VEP latenslerinin önemli ölçüde uzadığı, bu uzama üzerine DHA diyetinin
düzeltici etkisinin olduğu gösterilmiştir.
Sonuç: Bu çalışma MPTP ile oluşturulan deneysel fare Parkinson modelinde bozulan VEP
latensleri üzerine DHA'nın düzeltici etkisinin varlığını kanıtlamakta ancak bu etkinin
antioksidan enzimler ve LP aracılı olmadığını göstermektedir.
P-17
ODİYOJENİK SIÇANLARDA MEDİAL GENİKULAT NÜKLEUSTAKİ
NÖRON SAYISI: STEREOLOJİK BIR ÇALIŞMA
R. Kozan1, S. Kaplan2, C. Marangoz1
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji1 ve Histoloji2 AD 55139, SAMSUN
[email protected]
Giriş ve Amaç: Epilepsi merkez sinir sitemini tutan en yaygın hastalıklardan birisidir.
Deneysel epilepsi çalışmalarında kullanılan epilepsi modellerinden biri de odyojenik
nöbetlerdir. Sunulan çalışmanın amacı, işitme korteksine direkt çıkış veren medial genikulat
nükleus (MGN) nöron sayısının odiyojenik epilepsili sıçanlarda farklı olup olmadığını
araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Deneylerde, ağırlıkları 200-250 gr olan erkek Wistar Albino sıçanlar
kullanıldı. Hayvanlar, sese duyarlı olmayan kontrol (n=6) ve epileptik (n=6) olmak üzere iki
gruptu. Odiyojenik nöbeti başlatmak için hayvanlara 90 sn 110 desibel şiddetinde ses
uygulandı. Daha sonra üretan (1.25 g/kg, i.p.) anestezi ile hayvanlar intrakardiyal yolla perfüze
edildi. Beyin dokuları çıkartılarak standart histolojik doku takibi uygulandı ve paraplast
bloklara gömüldü. Bloklardan alınan 40 µm'lik sagital kesitler Kresil violet ile boyandı. Rat
beyin atlası kullanılarak MGN'nin sınırları belirlendi. MGN'deki toplam nöron sayısı tarafsız
stereolojik teknik kullanılarak hesaplandı. Bulgular ANOVA ve Student't testleri ile
değerlendirildi.
Bulgular: MGN ortalama toplam nöron sayıları; kontrol grubunun sağ ve sol tarafında 70470
ve 68298; epileptik grubun sağ ve sol tarafında sırasıyla 73331 ve 72488 olarak bulundu.
Toplam nöron sayıları karşılaştırıldığında, kontrol ve epileptik sıçanların MGN toplam nöron
sayıları arasında anlamlı bir fark bulunamadı (p>0.05). Ayrıca, kontrol ve epileptik sıçanların,
sağ ve sol MGN'leri karşılaştırıldığında da anlamlı fark tespit edilemedi (p>0.05).
Sonuç: Bu sonuçlar, odiyojenik nöbet oluşumunda MGN nöron sayısının etkili olmadığını
göstermektedir. Ancak, odiyojenik nöbetlerin mekanizmasının belirlenmesi için diğer işitme
nükleuslarınında incelenmesine ve hücrelerin uyarılara verdiği yanıtlar üzerinde ileri
çalışmalara ihtiyaç vardır.
P18
DİPİRON (METAMİZOL)'UN PENİSİLİN KAYNAKLI EPİLEPSİYE ETKİSİ
S.Ankaralı1, M.F. Gökçe2, Ş.Demir2
1
Mersin Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D; MERSİN;
2
Düzce Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D; DÜZCE;
[email protected]
Giriş ve Amaç: NSAI'ların konvulsif nöbetlerdeki rolü oldukça çelişkilidir. Bu çelişki belki
deneysel epilepsi modeli ile ilgilidir. Sunulan çalışmada NSAI bir ilaç olan dipironun penisilin
kaynaklı epilepsiye etkisi araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada 10 adet Wistar erkek rat kullanılmıştır. Anestezi 1,2 gr/kg i.p
Üretan ile gerçekleştirildi. İki adet Ag-AgCl yüzeyel top elektrot sol somatomotor korteks
üzerine yerleştirildi ve Power Lab kayıt sistemine bağlanarak ECoG kaydına başlandı.
Epileptik aktivite korteks üzerine topikal penisilin uygulaması ile oluşturuldu. Epileptik
aktivite başlayıp spike amplitüd ve frekansı kararlı hale geldikten sonra madde grubuna (n=5)
300 mg/kg i.p. dipiron uygulandı. Kontrol grubuna (n=5) ise SF uygulandı. Elde edilen ECog
kayıtları spike/dak. ve amplitüd olarak sayısal verilere dönüştürülerek independent t-testi ile
gruplar karşılaştırıldı.
Bulgular: 60 dakika boyunca alınan ECoG verileri 5'er dakikalık dilimlere ayrılarak, 5'er
dakikanın ortalamaları açısından karşılaştırıldığında dipiron uygulanan grupta dakikadaki
ortalama spike sayısı kontrol grubuna göre azalmış olmasına rağmen aradaki fark istatistiksel
olarak anlamlı değildi (p>0.05). Benzer şekilde Pikten-pike spike amplitüdlerinde de anlamlı
bir değişiklik gözlenmedi.
Sonuç: Diğer NSAI ilaçlarda olduğu gibi dipironun etkileri daha çok prostaglandin sentezinin
inhibisyonu yoluyla gerçekleşmektedir. Spontan nöbetler, elektriksel ve kimyasal yolla
uyarılan nöbetler gibi konvulsif fenomenlerde beyinde prostaglandinlerin arttığı bildirilmiştir.
Bizim çalışmamız dipironun diğer epilepsi çeşitlerine etkisini araştıran ve antikonvulsif etkisi
olduğunu bulan çalışmaları desteklememiş ve dipironun penisilin kaynaklı epilepside her ne
kadar dakikadaki spike sayısını azaltsa da anlamlı bir etkisi olmadığını göstermiştir.
P-19
OMURİLİK YARALANMALI SIÇANLARDA ORAL TADALAFİL UYGULAMASININ
EREKTİL CEVABA ETKİSİ
V.Evren1, T. Dağcı1, G. Temeltaş2, İ. Tuğlu3, O. Üçer2
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji1 Anabilim Dalı, İZMİR ve Celal Bayar Üniversitesi
Üroloji2 ve Histoloji3 Anabilim Dalları, MANİSA.
[email protected]
Giriş ve Amaç: Çalışmamızda omurilik yaralanması olan sıçanlarda PDE5 inhibitörü olan
tadalafilin oral uygulamada ereksiyon üzerine etkisinin ortaya konması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda kullanılan 26 sıçan dört gruba ayrılmıştır. Grup 1 (n=5):
sham (yalancı işlem) grubu, grup 2 (n=7): tadalafil verilen sham grubu, grup 3 (n=7): omurilik
yaralanması yapılan grup, grup 4 (n=7): omurilik yaralanması yapılıp tadalafil verilen grup. T
8-9 seviyesinden omurilik yaralanması (kısmi yarı-kesi: laminektomi, subdural mikro
ablasyo) yapılan gruplarda, yaralanmadan sonraki 28. günde oral olarak verilen tadalafilin
(6mg/kg) ereksiyon üzerine olan etkisi, 2 saat sonra anestezi altında korpus kavernozumun
bazal basıncı ve kavernöz sinirin uyarılması (Biopac Systems Inc. Stimulator, 20 Hz, 10 Volt,
0,5 ms period) sonrasındaki basınçları ölçülerek (Biopac Systems Inc. MP30) değerlendirildi.
Tüm sıçanların eş zamanlı olarak arter basınçları da ölçüldü.
Bulgular: Tüm grupların başlangıçtaki korpus kavernozum bazal basınçları ve ortalama arter
basınçları arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmadı. Kavernöz sinirin
elektrostimülasyonuna karşılık verilen korpus kavernozum içi basınç artışı yanıtları ANOVA
ve post-Hoc Tukey testleri ile değerlendirildiğinde; 2. grupta 1. gruba göre ve benzer şekilde
4. grupta 3. gruba göre istatistiksel anlamlı olarak (p<0.01) daha yüksek bulundu.
Sonuç: Bulgularımız sıçan korpus kavernozumunda PDE5 inhibitörü olan tadalafilin hem
sham operasyonu yapılmış sıçanlarda hem de omurilik yaralanması yapılmış sıçanlarda erektil
cevabı pozitif yönde etkilediğini göstermektedir.
P-20
DENEYSEL SİYATİK SİNİR HASARINDA İNSAN KORDON KANI
TRANSPLANTASYONUNUN ETKİSİ
H. A. Erken1, T. Karadağ2, Z. Kızılay2, Ç. Erdoğan3, B. Çırak2, A. Oğuzhanoğlu3,
O. Genç1, K. Tahta2
Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD, 2Nöroşiruji AD, 3Nöroloji AD.
[email protected]
Giriş ve Amaç: Periferik sinir yaralanmaları sonucu ciddi düzeyde fonksiyon kayıpları ortaya
çıkmaktadır. Bu yaralanmalar bazen uç uca tamir edilebilecek düzeyde iken bazen de vücudun
başka bir yerinden greft almayı gerektirecek şekilde sinir dokusu kaybı ile olabilir. Böyle bir
durumda hem ikinci bir ameliyat yerine ait komplikasyonlar olması, hem de bazen yeterli
miktarda sinir dokusu grefti alınamaması nedeniyle iyileşme süreci komplike hale
gelmektedir.Bu çalışmada, siyatik sinirin doku kaybı olan hasarında, insan kordon kanının
hasarlı bölgeye transplantasyonunun etkisini araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmada, ortalama ağırlıkları 250 g olan 20 adet Wistar Albino türü
erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar her grupta 5 sıçan olmak üzere dört gruba ayrıldı: [ 1-Kontrol
grubu, 2- Siyatik sinirde 0.5 cm lik doku kaybı olacak şekilde kesi oluşturulan grup (Kesi
grubu), 3- Siyatik sinirde kesi oluşturulmasından hemen sonra aynı seansda kesi bölgesine
kordon kanı transplantasyonu yapılan grup (0.gün grubu), 4-Siyatik sinirde kesi oluşturulup
kesi bölgesine 6 gün sonra kordon kanı transplantasyonu yapılan grup (6.gün grubu=kronik
yaralanmalı grup)]. 8 hafta sonra ketamin/ksilazin anestezisi ile sıçanlar uyutularak kesi
(transplantasyon) bölgesi açıldı ve siyatik sinir ortaya kondu. Hasarlı bölgenin
proksimalinden stimulus verilip (1V, 0.15 ms), distalinden bileşik kas aksiyon potansiyeli
(BKAP) kaydedildi (PowerLab 8SP; ADInstruments, Avustralya). Elde edilen veriler SPSS
programında, One Way ANOVA ve Post Hoc Tukey testi kullanılarak karşılaştırıldı.
Bulgular: 0. gün ve 6. gün gruplarının BAP değerlerinde, kesi grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde artış saptandı. Ayrıca 0.gün grubu BAP değerleri, 6.gün grubu
değerleriyle karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu.
Sonuç: İnsan umbilikal kordon kanı (İUKK) transplantasyonunun etkisi deneysel ve klinik
olarak değişik yayınlarda değerlendirildi. Yine İUKK nın omurilik yaralanmalarındaki etkisi
ile ilgili kısıtlı sayıda deneysel çalışma mevcut, fakat periferik sinir yaralanmalarında İUKK
transplantasyonu ilk kez bu çalışma ile değerlendirilmeye alındı. Özellikle kompleks ve greft
gerektiren periferik sinir yaralanmalarında İUKK alternatif bir tedavi yöntemi olarak veya
bilinen tedavi yöntemlerine ek olarak kullanılabilir. Yine bu çalışma sonuçlarına göre
transplantasyonun erken posttravmatik dönemde yapılması başarı olasılığını arttırabilir. BU
çalışmanın verilerinin klinik kullanımda değerlendirilmesi için daha ileri çalışmalara ihtiyaç
vardır.
P-21
ADRENALİN İLE KASTIRILAN SIÇAN TORAKAL AORTASINA
ÖSTROJENİN ETKİSİ
A. Küçük, S. Çiçek, N. Dursun, C. Süer
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilimdalı, 38039, KAYSERİ
[email protected]
Giriş ve Amaç: Daha önceki çalışmamızda, overektomize edildikten sonra östrojen
replasmanı yapılan ve yapılmayan sıçanlara in vivo verilen adrenalinin kan basıncını artırıcı
etkisi gruplar arasında önemli bir farklılık göstermemiş, hatta östrojen replasmanlı grupta kan
basıncı değerleri adrenlin ile biraz daha yüksek bulunmuştur.
Bu çalışmada, in vitro şartlarda sıçan torakal aortasının adrenaline verdiği cevap üzerine
östradiolün etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada ağırlığı 200-250 gr olan 15 adet 5 aylık dişi Wistar Albino
sıçan kullanılmıştır. Hayvanlar eter ile anestezi edilmiş, torasik aorta kesilerek vücut dışına
çıkarılmıştır. Aorta, 5-6 mm uzunluğunda halkalar şeklinde kesilmiştir. Aortik halkadan
çengel geçirilip, halka horizontal şeklinde 10 ml'lik organ banyosuna alınmıştır. 17 -östradiol,
organ banyo konsantrasyonu 10-6 M olacak şekilde eklenmiş, daha sonra banyo
konsantrasyonları 10-9, 10-8, 10-7, 10-6 ve 10-5 M olan adrenlinin damar üzerine kümülatif etkisi
kaydedilmiştir. Aynı işlemler 17 -östradiol olmadan farklı damar preparatlarında da
yapılmıştır. Damar gerim değişiklikleri force-displacement transducer aracılığı ile elektriksel
sinyllere dönüştürülmüş, DC preamplifier (MP30B-EC) ile büyütülen sinyaller data
acquisition sistemle analiz edilip BSL PRO 3.6.7. program ile veri şeklinde kaydedilmiştir.
Bulgular: İn vitro şartlarda sıçan torasik aortasının farklı dozlardaki adrenaline verdiği
kastırıcı cevapları, fizyolojik konsantrasyondaki östrojen hormonu azaltmış fakat bu azalma
sadece 10-7 M adrenalin dozunda istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.
Sonuç ve Tartışma: İn vivo çalışmada östradiolün adrenalinin kastırıcı etkisinde yaptığı artış
in vitro damar çalışmasında gösterilememe nedenlerinden birisi, sıçanların overektomize
edilmemiş olması olabilir. İkincisi östradiolün adrenalin cevaplarına yaptığı etki damar
farklılığı ile değişebilir. Her damar yatağındaki vazoaktif maddelerin reseptör yoğunluğu, tipi,
sentez ettiği vazokonstriktör veya vazodilatatör ajanlar farklı olabilmektedir. Üçüncü neden,
damarın östradiol ile muamele edilme süresinin yetersizliği olabilir.
P-22
SUPRAMAKSİMAL EGZERSİZ SONRASI ERİTROSİT DEFORMABİLİTE VE
AGREGASYONU DEĞİŞİKLİKLERİ VE OKSİDAN STRES İLE İLİŞKİSİ
C. Ş. Bediz1, H. Resmi2, B. M. Kayatekin1, A. Topçu1, İ. Aksu1, A. Temiz3
1
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı, İZMİR
3
University of Applied Sciences Aachen, Department of Cell Biophysics, JuelichGERMANY
[email protected]
2
Giriş ve Amaç: Reolojik değişiklikler dolaşımın en uç noktalarında kan akışını etkilediğinden
bir çok dolaşımsal sorunun etiyopatogenezinde rol alabilmektedir. Egzersiz kanın reolojik
özeliklerinde değişikliklere yol açmaktadır. Farklı egzersiz şiddetleri ve farklı egzersiz
modellerinde reolojik cevapların farklı olduğu bildirilmektedir.
Bu çalışmanın amacı kısa süreli yüksek şiddetli bir egzersizde (Wingate Anaerobik Testi)
eritrosit deformabilitesi ve agregasyonundaki değişiklikleri ortaya koymak ve bunların
egzersiz ile ortaya çıkan oksidatif stresle ilişkisini araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Sağlıklı, fiziksel olarak aktif, 20-22 yaşlarında 10 erkek bu çalışmaya
gönüllü olarak katılmışlardır. Gönüllülerin laboratuvarı birinci ziyaretlerinde çalışma ve
laboratuvar hakkında bilgi verilmiş, fiziksel ve fizyolojik ölçümleri yapılmıştır. İkinci
ziyaretlerinde bisiklet ergometrede vücut ağırlığına göre 80 g/kg yük uygulanarak 30 saniyelik
test yapılmıştır. Test öncesinde ve test sonrası 2, 10, 30 ve 60. dakikalarda venöz kan örnekleri
alınmıştır. Kan örneklerinden laktat düzeyleri (YSI 1500 sport), deformabilite ve agregasyon
ölçümleri (LORCA), lipid peroksidasyonu (HPLC ile MDA) ve sülfidril oksidasyonu (SH,
Elman reaktifi ile) ölçümleri yapılmıştır. Tekrarlanan ölçümler arasındaki farklar için
Friedman testi, gruplar arası farklar için Wilcoxon testi kullanılmıştır. Parametreler arasındaki
korelasyonlar için Spearman testi kullanılmıştır.
Bulgular: Egzersiz sonrası 10. dakikada laktat düzeyleri en yüksek değerlerine ulaşmıştır.
Eritrosit deformabilitesi 10. dakikadan itibaren azalmış, ve bu bozulma 60 dakika boyunca
devam etmiştir. Eritrosit agregasyonu 10. dakikada yükselmiş, ancak 60. dakikada dinlenim
düzeyinin altına inmiştir. MDA düzeyleri hemen egzersiz sonrasında yükselmeye başlamış ve
60 dakika boyunca yüksek kalmıştır. SH oksidasyonu 10. dakikadan itibaren anlamlı derecede
yükselmiş ve 60 dakika boyunca yüksek kalmıştır.
Sonuç: Supramaksimal egzersiz sonrası eritrositlerin membranlarında lipit ve protein
yapılarının hasara uğradığı görülmektedir. Egzersiz sonrasında eritrositlerin deformabilite ve
agregasyon özelliklerinin değişmesinde membran yapılarındaki oksidatif hasarın rolü olabilir.
P-23
DİFFÜZ ATEROSKLEROTİK SÜRECİN GİZLİ BİR GÖSTERGESİ OLARAK
AORTİK NABIZ DALGA HIZI (Metodolojik Çalışma)
M.Yıldız1, E.Aytaç1, B.Yıldız2, B.Kavaklı3, P.Seymen4, G.Yiğit1, H.O.Seymen1
1
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı
2
Dr. Lütfü Kırdar Kartal Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi
2. İç Hastalıkları Kliniği, İSTANBUL
3
Sakarya Üniversitesi SYO, SAKARYA
4
Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları Kliniği, İSTANBUL
[email protected]
Giriş: Nabız dalga hızı (NDH), kan yoğunluğu ve arteriyel duvarın geometrik özellikleri
tarafından belirlenen bir hızla kanın arteriyel sistem boyunca ejeksiyonu ve sol ventrikül
miyokardının kasılması sonucu oluşur.
Materyal ve Metod: NDH arteriyel duvar sertliğinin bir indeksidir ve aynı zamanda arteriyel
distansibilite ya da Bramwell ve Hill'in klasik formülü ile hesaplanmış rölatif arteriyel
kompliyans [(dV/V)/dP] ile ters orantılıdır. Arteriyel kompliyans gibi NDH ve bundan
kaynaklanan distansibilite indeksi de kan basıncına bağımlıdır. Ventriküler ejeksiyon sonrası
arteriyel ağaç boyunca bir NDH oluşturulur. Arteriyel duvarın kalınlığı ve lümen çapı
değişiklikleri NDH ölçümünde ana unsurlardır. Bu konu bir matematik formülü şeklinde ifade
edilebilir; Moens-Korteweg eşitliğine göre NDH = √ Eh/2δR veya Bramwell-Hill eşitliğine
göre NDH = √ ∆P.V/∆V. δ'dir. Burada E: Arteriyel duvarın Young modülü (E=∆P.D/h.∆D
(cm3.mmHg-1)), h: Duvar kalınlığı, R: Arteriyel yarıçap, δ: Kan yoğunluğu, ∆P: Basınç
değişimi, ∆V: Hacim değişimi, ∆D: Çap değişimi'ni ifade etmektedir. Anabilim Dalımızda da
uyguladığımız şekilde aortik (karotis-femoral) NDH otomatik online nabız dalga kaydına ve
NDH'nın otomatik hesaplanmasına imkan veren Complior cihazı (Createch Industrie) gibi
cihazlarla NDH = ΔD/Δt formülü ile hesaplanabilir [ΔD: İki kayıt noktası (karotis ve femoral
arterler) arasında nabız dalgası tarafından vücut yüzeyinde katedilen mesafe (metre), Δt:
Complior cihazı tarafından otomatik olarak belirlenen nabız dalga transit zamanı (saniye)].
Sonuç: NDH'nın artmış değerleri diffüz aterosklerotik sürecin gizli bir göstergesi olup klasik
semptom ve bulgulardan daha erken ortaya çıkmaktadır.
P-24
PROPETAMFOS UYGULANAN SIÇANLARDA PROPOLİSİN BAZI KAN
PARAMETRELERİ ÜZERİNE ETKİSİ
E. Çetin1, M. Kanbur2, S. Silici3, G. Eraslan2
1
2
Erciyes Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji AD
Erciyes Üniversitesi Veteriner Fakültesi Farmakoloji-Toksikoloji AD
3
Erciyes Üniversitesi Safiye Çıkrıkçıoğlu MYO
[email protected]
Giriş ve Amaç: Propetamfos asetilkolin esteraz enziminin aktivitesini inhibe eden organik
fosforlu bir insektisittir. Propolis balarıları tarafından bitkilerden toplanan, birçok yararlı
biyolojik etkileri ve tedavi edici özellikleri bulunan bir üründür. Çalışma, propetamfosun
sıçanlarda bazı hematolojik ve biyokimyasal parametreler üzerindeki etkilerini incelemek ve
propolisin bu etkilere karşı koruyucu özelliklerini araştırmak amacıyla gerçekleştirildi.
Materyal ve Metod: Toplam 30 Wistar Albino sıçan her birinde 6'şar hayvan olacak şekilde;
kontrol, propolis (100 mg/kg vücut ağırlığı başına (VAB)), propetamfos (7,5 mg/kg VAB),
propetamfos (15 mg/kg VAB) ve propolis (100 mg/kg VAB) + propetamfos (15 mg/kg VAB)
olarak 5 gruba ayrıldı. Kontrol grubundaki sıçanlara normal içme suyu, deneme gruplarına
propetamfos ve/veya propolisin etanolik ekstraktı 28 gün boyunca hergün içme suyuna
katılarak verildi. 28 günün sonunda bütün gruplardaki sıçanların kalbinden ketamin (90
mg/kg) + ksilazin (10 mg/kg) anestezisi altında kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde
alyuvar, akyuvar sayıları, hemoglobin miktarı, hematokrit değer ile akyuvar formülü
belirlendi. Serum örneklerinde, total protein, ALT (Alanine Transaminase), AST (Aspartate
Transaminase), ALP (Alkaline Phosphotase), total kolesterol, trigliserit, glikoz, total bilirubin,
kalsiyum, fosfor ve magnezyum seviyeleri spektrofotometrik olarak ölçüldü.
Bulgular: Propetamfosun her iki dozu da akyuvar sayısı ile total protein seviyesini önemli
derecede (p<0.05) düşürürken, propolis + propetamfos verilen grupta bu değerlerin kontrol
grubuna yaklaştığı gözlendi. Propetamfos serum glikoz, trigliserit, ALT, AST, ALP
düzeylerinde artışa yol açarken (p<0.05), propolis + propetamfos verildiğinde bu değerler
kontrol grubuna yakın bulundu.
Sonuç: Propetamfosun bazı hematolojik ve biyokimyasal parametreler üzerinde olumsuz
etkilere yol açtığı, propolisin propetamfostan kaynaklanan bu olumsuz etkileri
engelleyebileceği belirlendi.
P-25
SIÇANLARA AKUT UYGULANAN DEKSAMETAZONUN TOTAL KAN
VOLÜMÜNE ETKİSİ
N. Ekerbiçer1, F. Tarakçı2, E. Çöllü1, T. Gürpınar3, H. F. Özel1, M. Özbek1
Celal Bayar Üniv. Tıp Fak. Fizyoloji AD1, SHMY2, Farmakoloji AD3; MANİSA;
[email protected]
Amaç: Çeşitli hayvan modellerinde, deksametazonun (Deksa) kronik uygulamasının total kan
volumünü (TBV) azalttığı, ortalama arter basıncını (MAP) ve hematokriti (Hct) ise artırdığı
bilinmektedir. Bu çalışmada, deksa'nın hemodinami ve TBV üzerine akut etkileri in-vivo sıçan
modelinde araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: 250 300 g ağırlığındaki Spraque-Dawley sıçanlar, intraperitoneal
uygulanan pentobarbital sodyum ile (50 mg/kg) anestezi edildi. Çalışma iki farklı grup
oluşturularak düzenlendi. 1. Grupta (kontrol, n=5) total kan volümünü tespit amacıyla 2 ml
albumin-elektrolit solüsyonu infüzyonunu (i.v.), takiben 1 ml serum fizyolojik (SF) plasebo
olarak uygulanırken, 2. Grupta (n=6) SF yerine 1 ml Deksa (15 mg/kg, i.v) uygulandı. TBV
hemodilüsyon metodu ile belirlendi bunun için Hct ölçümleri, femoral arterden alınan kan
örnekleri ile 10. 20. 60. ve 120. dk.'larda yapıldı. Kan basıncı ve kalp hızı kayıtları 120 dakika
süreyle alındı. Hct ölçümü ile kaybedilen kan yerine serum fizyolojik uygulandı. Vücut
sıcaklığı deney sırasında 37 °C'ta muhafaza edildi.
Bulgular: Kontrol deneylerinde (1. Grup), 1ml lik infüzyondan sonraki TBV 16,5 2,6 ml idi.
Bu değer 120. dk'da hafif fakat istatistiksel olarak anlamlı bir azalma gösterdi ve dolayısı ile
Hct arttı (%2,8 1,8). Buna paralel olarak, MAP 111 15 den 129 12 mmHg ya çıkarken, kalp
atım hızı değişmedi (366 31 dk-1 e 380 63 dk-1). Deksa uygulanan deneylerde (2.Grup), TBV
ve Kalp hızının yanı sıra MAP da değişmedi (108 12 ye karşı 109 19 mmHg).
Sonuç: 2. Grupta total kan hacminin (TBV) sabit kalması, akut uygulanan Deksametazonun
damar dışına sıvı çıkısını engellediğini göstermektedir ki; buna paralel, kan basıncını ve kalp
atım hızını da sabit kalmaktadır.
P-26
KARVAKROL UYGULANAN YARA DOKUSUNDA İYİLEŞME SÜRECİ
M.Y. Günal¹, A.O. Heper ², N. Zaloğlu ¹
¹ Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA.
²Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı; ANKARA.
[email protected]
Giriş ve Amaç: Son yıllarda yapılan çalışmalarda yara iyileşmesi sürecinin hücresel ve
moleküler temeli açıklanmaya çalışılmaktadır. Doğal uçucu yağ olan Karvakrol'ün yara
iyileşmesi üzerine etkili olabileceği düşünülmüş ancak bu konuda in vivo çalışma
yapılmamıştır. Çalışmada Karvakrol'ün yara iyileşmesindeki fizyolojik mekanizmalar üzerine
etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada 8 adet Wistar Albino cinsi erişkin, ortalama 250-350 gr.
ağırlığında erkek sıçanlar kullanıldı. İki haftalık adaptasyon süresi sonucunda 60 mg/kg
Ketamin ve 6 mg/kg Xylazine (intraperitoneal) anestezisi altında deneklerin sırt bölgesinde 4
mm'lik punch biopsi aleti ile tam kat deri yaraları oluşturuldu. Oluşturulan yaralara 12 gün süre
ile daha önceden belirlenen farklı konsantrasyonlarda (%0, %2.5, %12.5 ve %75) Karvakrol
lokal olarak uygulandı. Sonrasında bu yaralardan 1.,3.,5.ve 12.günlerde doku örnekleri
alınarak, yara derinliği ve granülasyon doku kalınlığı açısından değerlendirildi.
Bulgular: Karvakrol uygulanan deneklerde 12.günde yara dokusu derinliği belirgin olarak
azalmış ve granülasyon doku kalınlığı ise belirgin olarak artmış bulundu.
Sonuç: Karvakrol'ün yara iyileşmesinde fizyolojik mekanizmaları etkileyerek yara
iyileşmesini hızlandıracağı kanısına varıldı.
P-27
SUBTOTAL NEFREKTOMİLİ UYANIK SIÇANLARDA FARKLI ORANDAKİ TUZ
YÜKLEMESİNİN KAN BASINCI VE KALP ATIM HIZI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
E. Taşkın, B. Özaykan, A. Magemizoğlu
Çukurova Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, ADANA;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Subtotal nefrektomi tuz hipertansiyonunda tuz yükleme oranı ile kan basıncı,
kalp atım hızı, kalp, böbrek ve vücut ağırlıkları arasındaki olası ilişkilerin saptanması
amaçlandı.
Materyal ve Metod: Çalışmada doksan iki adet Wistar erkek sıçan kullanıldı. Hayvanların bir
kısmına %72 oranında subtotal nefrektomi, diğer kısmına ise yalancı operasyon uygulandı..
Bu işlemden bir hafta sonra hayvanlara içme suyu olarak distile su veya %0.25 NaCl veya
%0.5 NaCl beş hafta boyunca verildi. Bu sürenin sonunda hayvanların sol femoral arterine
kateter yerleştirildi. Katerizasyondan bir gün sonra ortalama kan basıncı (OKB) ile kalp atım
hızı (KAH) ölçülüp kalp, böbrek ve vücut ağırlıkları tartıldı.
Bulgular: Elde edilen sonuçlar subtotal nefrektominin tüm tuz yükleme koşullarında kan
basıncını arttırdığı (p0.05), KAH'da ise anlamlı bir değişikliğe neden olmadığı, vücut
ağırlıklarında azalmaya neden olduğu (p0.01) ayrıca %0.5 NaCl ile yapılan tuz yüklemesinin
subtotal nefrektominin vücut ağırlığı azaltıcı etkisini artırdığı (p0.05) saptandı.
Sonuç: Subtotal nefrektominin OKB'nı artırdığı, tuz yükleme oranının artması OKB'de artış
eğilimine neden olmakla birlikte bunun anlamlı olmadığı, subtotal nefrektomi ile tuzun KAH
üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı kanısına varılmıştır.
P28
L-NAME HİPERTANSİF SIÇANLARDA EGZERSİZİN ENDOTEL FONKSİYONU
ÜZERİNE ETKİSİ
F. Gündüz, O. Kuru, Ü. K. Şentürk, O.K. Başkurt
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD., ANTALYA,
[email protected]
Amaç: Düzenli fiziksel aktivitenin, sıçanlarda oluşturulan L-NAME hipertansiyon modelinde
kan basıncını düşürücü etkisi bilinmektedir. Bu çalışmada, kan basıncının düzenlenmesinde
önemli rol oynayan direnç arteriyollerinin akım aracılı gevşeme yanıtları üzerine, L-NAME
hipertansiyonun ve uzun süreli egzersizin etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada 2 aylık Wistar sıçanlar kullanılmış, Kontrol (K), Egzersiz (E),
Hipertansif (H) ve Hipertansif-Egzersiz (HE) olmak üzere dört deney grubu oluşturulmuştur.
Hipertansiyon, seçici olmayan NOS enzim inhibitörünün [N-nitro-L-arginin metil ester (LNAME) 25 mg.kg-1.gün-1] 6 hafta boyunca içme suyuna ilavesiyle oluşturulmuştur. Egzersiz
gruplarında antrenman protokolü hipertansiyonla eşzamanlı olarak haftada 5 gün, günde 1 saat
yüzme olarak uygulanmıştır. Tüm hayvanlarda kan basıncı periyodik olarak kuyruktan
ölçülerek takip edilmiştir. Çalışmanın sonunda kas dokusundan elde edilen direnç arteriyolleri
basınç miyografı organ banyosu düzeneklerine alınarak akım aracılı gevşeme yanıtları, bazal
şartlarda ve L-NAME varlığında incelenmiştir. Sonuçlar Tekrarlı Ölçümlerde Varyans Analizi
testi kullanılarak değerlendirilmiş, p<0.05 ve üzerindeki değerler önemli kabul edilmiştir.
Bulgular: H grubunun akım aracılı gevşeme yanıtlarında K grubuna kıyasla önemli azalma
tespit edilmiştir (p<0.001). E grubunun gevşeme yanıtlarında K grubuna kıyasla anlamlı fark
saptanmazken, HE grubunun yanıtları H grubuna göre önemli derecede artış göstermiştir
(p<0.01). L-NAME varlığında incelenen akım aracılı gevşeme yanıtları da benzer sonuçları
vermiştir. H grubunun L-NAME varlığında saptanan akım aracılı gevşeme yanıtları K grubuna
kıyasla önemli olarak düşük bulunmuş (p<0.01); HE grubunun yanıtları ise H grubuna kıyasla
yüksek olarak saptanmıştır (p<0.05).
Sonuç: L-NAME hipertansif sıçanlarda direnç arteriyollerinde akım aracılı gevşemenin
azalması endotel disfonksiyonunun bir göstergesidir. Düzenli olarak uygulanan yüzme
antrenmanı akım aracılı gevşeme yanıtlarında önemli oranda düzelme sağlamıştır.
P-29
AKUT HEMORAJİ SONRASI FARKLI SIVI RESUSİTASYONLARININ SIÇAN
AKCİĞER DOKUSUNDAKİ VEGF, VEGFR-2 VE
FİBRONEKTİN DÜZEYLERİNE ETKİSİ
N. Ekerbiçer1, S. İnan2, F. Tarakçı3, M. Özbek1
Celal Bayar Üni., Tıp Fak. Fizyoloji1, Histoloji-Embriyoloji AD2,
Sağlık Hiz. Mes.Y.O3; MANİSA;
[email protected]
Amaç: Akut kanama sonrasında oluşan hipovoleminin tedavisinde kullanılan plazma hacim
genişleticilerinin (PVE), dolaşan kan hacmini normal düzeye getirmesi, hipovolemideki
hemodinamik bozuklukları ve yetersiz durumdaki doku perfüzyonunu düzeltmesi beklenir. Bu
amaçla, akut kanama sonrası hipovolemi oluşturulmuş sıçanlarda PVE olarak Dekstran-70 ve
Albumin solüsyonları uygulanmış olup, bu resusitasyon sıvılarının yeterli doku perfüzyonunu
sağlama düzeyi, akciğer dokusundaki VEGF, VEGFR-2 (flk-1) ve fibronektin
immünoreaktiviteleri ile belirlenmeye çalışılmıştır.
Materyal ve Metod: 250 280 g ağırlığındaki erkek Spraque-Dawley sıçanlar (n=15), spontan
solunum altında i.p. pentobarbital ile anestezi (başlangıç ve idame dozu sırasıyla; 50 and 10
mg/kg) edildi. Trakeostomi, femoral ven ve arter kateterizasyonlarını takiben üç grup
oluşturuldu: Grup I'de sıçanlar, 5 ml/10 dakika olacak şekilde kanatıldı ve resusitasyon
uygulanmadı. Grup II ve III'de sıçanlara akut kanamanın ardından PVE olarak kanama miktarı
kadar sırasıyla; Albumin (Human Albumin %5 'lik) ve Dextran-70 (Macrodex) 1 ml/dk
infüzyon hızında uygulandı. Total kan volümü ile ilişkili ortalama kan basıncı (MAP), kalp
hızı (HR) ve hematokrit (Htc) değerleri 90 dakika boyunca monitorize edildi. Deney sonunda
sıçanlar sakrifiye edilerek akciğer örnekleri ışık mikroskop ile incelenmek üzere % 10
formalin içine alındı. Rutin parafin doku takibi uygulanan örneklerden alınan 5 μm
kalınlığındaki kesitler Hematoksilen-Eosin boyama ile incelenerek histopatolojik
değerlendirme yapıldı. Kesitler ayrıca, anti-VEGF, anti-VEGFR-2 ve anti-fibronektin primer
antikorları ile indirekt immünohistokimyasal yöntemle boyandı. İmmünoreaktivite şiddeti;
hafif (+), orta (++) ve şiddetli (+++) olarak skorlandı.
Bulgular: Her iki resusitasyon grubunda zamana bağlı Htc ve hemodinamik değişiklikler
gözlendi. Hipovolemi grubunda, VEGF ve fibronektin immünoreaktivitesi (+++) iken,
VEGFR-2 (++) bulundu. Her iki resusitasyon grubunda, hipovolemi grubundan farklı olarak
immünoreaktivitelerde anlamlı olarak azalma (p<0.001) saptandı, ancak albumin ve dekstran70 resusitasyonları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı.
Sonuç ve Tartışma: Hipovolemi grubunda immunoreaktivitelerde anlamlı artış; her iki
resusitasyon grubunda ise, anlamlı azalma saptanmıştır. Bu sonuç, hipovoleminin tedavisinde,
albümin yada dextran-70 gibi resusitasyon sıvılarının akut kullanımının, akciğer dokusundaki
fizyopatolojik değişiklikleri önlemesi açısından oldukça önemli olduğunu göstermektedir.
Çalışmamız; Celal Bayar Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu Başkanlığı
tarafından (Proje no: Tıp 2004/036) desteklenmiştir.
P-30
TAŞ ve KAĞIT İŞÇİLİĞİ GİBİ RİSKLİ İŞ KOLLARINDA ÇALIŞANLARDA
TROMBOSİT AGREGASYON, PLAZMA HOMOSİSTEİN ve NİTRİK OKSİT
DÜZEYLERİNDEKİ DEĞİŞİKLİKLER
A. Tuncay1, H. Yapışlar1, S. Aydoğan1, N. Şimşek2, M. Kendirci3
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji AD, 2Hematoloji Laboratuvarı,
3
Pediatri AD, KAYSERİ,
[email protected]
Amaç: Riskli iş kollarında çalışanlarda en önemli sağlık sorunlarından biri de meslek
hastalıklarıdır. Ülkemiz gibi gelişmekte ve sanayileşmekte olan toplumlarda sanayileşmenin
farklı alanlarda büyümesi ve yaygınlaşması çalışanların daha fazla kimyasal ve daha fazla toza
maruz kalmalarına neden olmaktadır.Tozların sağlık üzerindeki etkileri arasında akciğer ve
solunum yolları hastalıkları dışında zamana bağlı olarak kardiyovasküler hastalıklar da söz
konusudur. İş yerlerinde taş ve kağıt işçiliğinde çalışan ve çeşitli tozlara maruz alan işçilerde
bir kardiyovasküler risk faktörü olan plazma homosistein seviyeleriyle, platelet agregasyon ve
nitrik oksit düzeylerini ölçmek, bu faktörler arasındaki muhtemel ilişkileri saptamak ve buna
bağlı olarak gelişebilecek pulmoner ya da kardiyovasküler risk faktörleri araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Çalışma, Kayseri sanayi bölgesinde, 38'i kağıt kesim işinde, 35'i taş
kesim işinde çalışan ve toza maruz kalan toplam 73 fabrika işçisi ile sedanter yaşam süren 30
büro çalışanı üzerinde yapılmıştır. Homosistein seviyeleri HPLC ile Homosistein Reagent Kit
kullanılarak ölçülmüş, platelet agregasyonu agregometre yardımıyla, nitrik oksit ise Griss
yöntemiyle ölçülmüştür. Gruplar arasındaki anlamlılığı tespit etmek için One Way Anova testi
uygulanmış ve p<0.05 anlamlı kabul edilmiştir.
Bulgular: Kontrol ve deney grubunu oluşturan işçilerin plazma homosistein seviyeleri
arasında da istatistiksel açıdan önemli bir fark saptanamamıştır (p>0.05). Bununla birlikte
işçilerin, platelet agregasyonu ve nitrik oksit düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı derecede
yüksek bulunmuştur (p<0.05).
Sonuç: Çalışmada, taş ve kağıt işçilerinin homosistein düzeyleri, işçilerin çalışma
peryodundan etkilenmiş olabilir. Bununla birlikte platelet agregasyonunda gözlemlenen artış,
bu işçilerin kardiyovasküler hastalıklara yakalanma risklerinde artış olduğunu göstermektedir.
P-31
DENEYSEL KARACİĞER SİROZU OLUŞTURULAN SIÇANLARDA
KARVAKROLÜN BİYOKİMYASAL PARAMETRELER
ÜZERİNE OLANETKİLERİ
A. Karaduman1, M. Koruk2, Y. Baltacı1, E.A. Çakmak3, F. Göğüş4, C. Bağcı1
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD1., Gastroenteroloji AD2., Tıbbi Biyoloji
ve Genetik AD3. Mühendislik Fakültesi Gıda Mühendisliği AD4, GAZİANTEP,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Siroz gelişiminde çeşitli travmatik
faktörlerin etkisiyle salınan
mediyatörlerin aracılık ettiği enflamasyon rol oynamaktadır. Karvakrol, kekik bitkisinin ana
bileşeni olup; antioksidan, antiseptik, antifungal özellikleri gösterilmiştir. Çalışmamızda
sıçanlarda dimetilnitrozamin (DMN) ile oluşturulan karaciğer fibrozisinde karvakrolün
biyokimyasal parametrelere etkisini incelemeyi amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmada 250± 30 g ağırlığında 60 adet Wistar Albino erkek sıçan
kullanıldı. Grup1 kontrol grubu olarak belirlendi, haftanın ardışık üç gününde 4 hafta serum
fizyolojik intraperitonal (İP) verildi. Grup 2'ye DMN(%1)'lik 10 mg/kg haftanın ardışık 3
gününde 4 hafta İP verildi. Grup 3' e karvakrol 40 mg/kg haftanın ardışık 3 gününde 4 hafta İP
verildi, Grup 4'e 4 hafta DMN sonra 1 hafta karvakrol İP verildi, Grup 5'e 1 hafta karvakrol İP
sonra 4 hafta DMN verildi. Grup 6'ya 4 hafta DMN, karvakrol(eş zamanlı) İP uygulandı.
Çalışma sonunda sıçanlardan intrakardiyak kan örnekleri alınarak serumlarına ayrıldı.
Bulgular: Siroz grubunda kontrol grubuna kıyasla ALT, AST, GGT, T.BİL, d.BİL düzeyi
anlamlı şekilde artış gösterirken ALB azalmıştır. Karvakrol ve DMN+Karvakrol grubunda bu
değerler, kontrol grubuyla karşılaştırıldığında fark olmadığı görülmüştür. Karvakrol+DMN
grubu GGT, T.BİL, d.BİL, ALB düzeyleri bakımından, eşzamanlı ise ALT, AST, GGT, T.BİL,
ALB bakımından kontrolden farklıydı(p<0.01).
Sonuç: Sonuç olarak siroz sonrası karvakrol kullanımının sıçanlarda yükselmiş karaciğer
enzim ve proteinlerini normale dönüştürmede etkili olabileceği kanısına varılmıştır.
P-32
SIÇANLARDA DENEYSEL OLARAK OLUŞTURULAN İNTRAABDOMİNAL
BASINÇ ARTIŞININ ADRENAL GLAND ÜZERİNE ETKİLERİ
F. G Seçkin1, Y.Baltacı2, A.Balık1, C. Bağcı2, İ. Başkonuş1, G. Maralcan1
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel CerrahiAD1. , Fizyoloji AD2.GAZİANTEP
[email protected]
Giriş ve Amaç: İntraabdominal basınç artışı, İntraabdominal basıncın 20 mmHg'nın (27
cmH2O) üzerinde olduğu özellikle ağır travma ve yoğun bakım hastalarında görülen bir
hastalıktır. Abdominal kompartman sendromu ise abdominal distansiyon, intraabdominal
hipertansiyon, hipoksi, hiperkarbi gibi ventilasyon bozukluğu belirtileri, idrar çıkışında
azalma ile karakterize bir sendromdur.
Günümüzde, intraabdominal basınç artışının, respiratuvar, kardiyovasküler ve renal
parametrelerde değişikliklere neden olduğu, cerrahi hastalarda sıkça karşılaşılan bir problem
olduğu ve abdominal kompartman sendromunun tedavisinde ilk basamağın dekompresyon
olduğunu ortaya koymaktadır.
Materyal ve Metod: Çalışmada deneysel intraabdominal basınç artışının adrenal gland
üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık. Çalışmada 40 adet Wistar Albino erkek sıçan
kullanıldı. Her biri 10'ar denekten oluşan 4 grup oluşturuldu. Grup1(Kontrol grubu), Grup 2
(Sham kontrol grubu), Grup 3 (20 mmHg) ve Grup 4 (25 mmHg) olarak ayrıldı.
İntraabdominal basınç gruplarda 3 saat süreyle sabit tutuldu. Sıçanların kan örnekleri alınarak
serum kortizol düzeyleri belirlendi. Adrenal glandları histopatolojik olarak incelendi.
Bulgular: İntraabdominal basınç artışı ile birlikte kortizol değerlerinde grup I'e göre diğer
gruplarda düşme olduğu görüldü. Diğer gruplar arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark
görülmedi (p>0.05). Adrenal glandın histopatolojik incelenmesinde, Grup I ve Grup II'de
patolojik değişiklik saptanmazken, Grup IV'de daha şiddetli olmak üzere, Grup III ve Grup
IV'de hidropik dejenerasyon ve vasküler konjesyon gözlendi.
Sonuç: Deneysel oluşturulan intraabdominal basınç artışının literatürle uyumsuz olarak
adrenal glandlar üzerinde istatistiksel olarak anlamlı değişikliklere neden olduğu görüldü.
Oluşan bu değişiklikler organizmaya büyük bir travma olan intraabdominal basınç artışının
direkt sonucu olabileceği gibi abdominal kompartman sendromunda etkilenen diğer organ
sistemlerinin etkileri sonucunda da oluşmuş olabilir.
P33
AKUT EGZERSİZİN SIÇAN KALBİNDE HIF-1α VE VEGF ÜZERİNE ETKİLERİ;
SOL VE SAĞ VENTRİKÜL FARKI
AD. Dursun, D. Tekin, H. Fıçıcılar
Ankara Üni., Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; ANKARA;
[email protected]
Amaç: Akut submaksimal egzersizin, sıçan kalbinde hypoxia inducible factor-1α (HIF-1α) ve
vascular endothelial growth factor (VEGF) ekspresyonlarına etkilerini incelemek, sol ve sağ
ventrikül arasında bu anjiyogenetik faktörleri karşılaştırmak amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Erişkin, erkek Sprague-Dawley sıçanlar akut egzersiz (n=8) ve kontrol
(n=6) olmak üzere rasgele iki gruba ayrılmıştır. Ortalama ağırlıkları 233,9 ± 24,8 gramdır.
Egzersiz grubundaki sıçanlar motorize koşu bandında 20m/dk hızda, 1 saat koşturulmuştur.
Kontrol grubundakiler ise koşu bandında aynı süre bekletilmiştir. Egzersizden hemen sonra
her iki gruptan kalp hızlıca çıkarılmış, sağ ve sol ventriküller ayrılarak saklanmıştır. Bu
örneklerde HIF-1α, VEGF ve GAPDH (kontrol geni) mRNA ekspresyonları Reverse
Transcription-Polymerase Chain Reaction (RT-PCR) ve agaroz jel elektroforezi ile
incelenmiştir.
Bulgular: Egzersiz grubunda VEGF ve HIF-1α ekspresyonlarının GAPDH
ekspresyonuna oranları, ne sol ne de sağ ventrikülde kontrol grubundakilere göre farklı
bulunmamıştır. Egzersiz ile; sol ventrikül VEGF188'de %26, sağ ventrikül HIF-1α'da %28
artış olmakla birlikte istatistiksel anlamlılığa ulaşılamamıştır.
Kontrol ve egzersiz gruplarının toplamı ile oluşturulan karma grupta, sol ventrikül ve sağ
ventrikül karşılaştırıldığında, VEGF188 ve HIF-1α seviyeleri sol ventrikülde anlamlı
derecede yüksek bulunmuştur (sırasıyla p= 0,002 ve p= 0,02).
Sonuç: Uygulanan egzersizin süresi ve şiddeti HIF-1α ve VEGF mRNA'sını aktive etmeye
yeterli olamamıştır. Farklı egzersiz şiddeti ve sürelerinin uygulandığı ek çalışmalara ihtiyaç
bulunmaktadır. Diğer yandan sol ventrikül, hipoksi ile uyarılan faktörleri yüksek oranda
içermektedir çünkü sağ ventriküle göre daha fazla metabolik aktiviteye ve oksijen tüketimine
sahiptir.
P34
SIÇANLARDA MİDE ÜLSERİNDE ALFA-LİPOİK ASİT (ALA)
TEDAVİSİNİN İYİLEŞTİRİCİ ROLÜ
B. Karakoyun (Oktar)1, M. Yüksel2, F. Ercan3, C. Erzik4, B. Ç. Yeğen5
Marmara Üniversitesi 1Hemşirelik Y.O., 2Sağlık Hizmetleri M.Y.O., Tıbbi Laboratuvar
Bölümü, Tıp Fakültesi 3Histoloji, 4Tıbbi Biyoloji ve 5Fizyoloji A.D.;İSTANBUL;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Reaktif oksijen metabolitlerini (ROM) etkisiz hale getirerek antioksidan etki
gösterdiği ve diyabet, nörodejeneratif hastalıklar, radyasyon ve iskemi-reperfüzyon hasarı gibi
durumlarda yararlı olduğu kanıtlanan ALA'nın, mide ülserinin iyileşme sürecine etkisini
araştırmak amacıyla bu çalışma planlanmıştır.
Materyal ve Metod: Anestezi altında Wistar albino sıçanların mide önduvarı serozal
yüzeylerine yerleştirilen 3 ml'lik şırınga yardımı ile asetik asit (0.5 ml; 1 dk süreyle)
uygulanarak 60 mm2'lik bir alanda mide ülseri oluşturuldu. Ülser oluşturulmadan 3 gün önce
başlayarak intraperitoneal olarak sıçanlara ALA (35 mg/kg/gün) veya serum fizyolojik (SF) ön
tedavisi verilip, ülser oluşturulduktan sonra da günde 2 kez tedavilere devam edildi. Ülserden 2
(erken dönem) veya 10 gün (geç dönem) sonra dekapite edilen sıçanların midelerinde
makroskopik ve mikroskopik olarak hasar değerlendirmeleri yapıldı. Dokuya nötrofil
göçünün bir göstergesi olarak miyeloperoksidaz (MPO) aktivitesi değerlendirildi. ROM
düzeylerinin ölçümü ise Kemiluminesans (KL) yöntemi ile gerçekleştirildi. Ayrıca, mide
mukoza örneklerinde apoptozun göstergesi olarak DNA fragmantasyon oranı ölçüldü.
Bulgular: ALA tedavisi, hem erken hem de geç dönemde mide ülseri indeksini ve
mikroskopik hasar skorunu SF uygulanan gruplara göre anlamlı şekilde azalttı (p<0.010.001). Her iki ülser döneminde SF tedavili gruplarda artmış bulunan MPO aktiviteleri ve
DNA fragmantasyon oranları, ALA tedavili gruplarda azalma gösterdi (p<0.05). Ayrıca, erken
ve geç dönem ülser gruplarından SF tedavili olanlarda artmış bulunan KL ölçümlerinin ALA
tedavisi ile anlamlı şekilde azaldığı gözlendi (p<0.05).
Sonuç: Eksojen ALA uygulanması oksidan doku hasarını hafifletip apoptozu engelleyerek,
mide ülserinin erken ve geç döneminde iyileşme hızını artırmıştır. Dokuya nötrofil göçünü ve
dolayısıyla nötrofil kaynaklı mediyatörlerin ve ROM'un serbestlenmesini azaltarak etkili
olduğu gözlenen ALA, ülser tedavisinde umut verici yeni bir ajan olarak dikkate alınmalıdır.
P35
SANTRAL GLP-1'IN SOĞUK-KISITLAMA STRESI İLE OLUŞTURULAN
GASTRIK MUKOZAL HASAR ÜZERİNE ETKİSİ
N. İşbil Büyükcoşkun, G. Güleç, B. Çam Etöz, K. Özlük
Uludağ Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; BURSA
[email protected]
Giriş ve Amaç: Santral glukagon like peptide-1(GLP-1)'in etanol ve reserpin gibi çeşitli
ülserojenlere cevap olarak gastrik mukozayı lezyonlara karşı koruduğu gözlenmiş ancak,
doğal bir ülserojen olan strese karşı gastroprotektif etkisinin olup olmadığı araştırılmamıştır.
Bu nedenle, intraserebroventriküler (i.s.v.) GLP-1'in stres-nedenli gastrik mukozal hasar
üzerine etkisini ve bu etkiye aracılık edebileceğini düşündüğümüz olası mekanizmaları
araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metod: Bir gün öncesinde aç bırakılmış olan sıçanlara eter anestezisi altında
i.s.v. ve i.v kanül takıldı. Soğuk ve kısıtlama stresi uygulamak için her bir sıçan tel kefeslerde
7-9 ºC'de 5 saat bekletildi. Bu süre sonunda dekapite edilen sıçanların mideleri çıkartılarak
büyük kurvatür boyunca açıldı ve ülser skorları belirlendi. Stres nedenli gastrik lezyonlarda
GLP-1'in santral etkisini araştırmak amacıyla i.s.v. yolla GLP-1,4 farklı dozda (1,10,100,1000
ng/10 µl) uygulandı. GLP-1'in etkisinde santral ve/veya periferik spesifik reseptörlerinin
aracılığını araştırmak amacıyla GLP-1 reseptör antagonisti olan exendin-(9-39), GLP-1
verilmeden 10 dakika önce hem i.s.v. hem de intraperitoneal (i.p) olarak uygulandı. GLP-'in
gastroprotektif etkisinde aracılığı olabilecek mekanizmaları araştırmak amacıyla i.s.v. GLP-1
enjeksiyonundan 1 dakika önce L-NAME (3mg/kg; i.v.), 60 dakika önce indometazin (5
mg/kg; i.p.), 15 dakika önce CGRP-(8-37) (10 µg/kg; i.p.) ve 10 dakika önce atropin (1 mg/kg;
i.p.) enjekte edildi.
Bulgular: i.s.v. GLP-1(1000 ng/10 µl) soğuk-kısıtlama stresi ile oluşturulan gastrik mukozal
hasarı önlemiştir (P< 0.01). Periferik olarak uygulanan exendin-(9-39), i.c.v. GLP-1'in
gastroprotektif etkisini değiştirmezken, santral exendin ise GLP-1'in etkisini önlemiştir.
CGRP-(8-37), L-NAME ve indometazin santral GLP-1'in gastroprotektif etkisini önlemiş
fakat atropin verilen sıçanlarda peptidin bu etkisi önlenmemiştir.
Sonuç: Sonuç olarak i.s.v. GLP-1 soğuk-kısıtlama stresi ile oluşturulan gastrik mukozal hasarı
önlemektedir. Bu etkiyi santral spesifik reseptörleri yoluyla vagal afferent sistem aktivasyonu,
NO ve prostaglandinler aracılığıyla oluşturduğu, aksine vagal efferentlerin rolü olmadığı
düşünülmektedir.
P36
SAĞLIKLI KİŞİLERDE ANJİOTENSİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ ENZİM I/D
POLİMORFİZMİ
S. Turgut1, G. Turgut1, B. Akdağ2
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD ve Biyoistatistik AD; DENİZLİ,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Anjiotensin dönüştürücü enzim (ADE) geni insanlarda 17. kromozomda
lokalizedir ve üç genotip şeklinde eksprese olur. Bunlar I (insertion) ve D (deletion) alelleri ile
meydana gelir. D aleline sahip kiþiler I alelli kişilere göre daha yüksek plazma ADE enzim
seviyelerine sahiptirler ve kardiovasküler hastalıklara yakalanma oranları daha yüksektir. Bu
araştırmadaki amacımız sağlıklı kişilerde ADE genotip ve alel sıklığını tespit edip, diğer
toplumlarla karşılaştırmaktır.
Materyal ve Metod: Araştşrmamşzda 200 sağlıklı erişkin kişiden (120 erkek, 80 kadın)
antikoagulanlı tüplere alınan periferik kan örneklerinden fenol/kloroform ektraksiyon
yöntemiyle DNA elde edilmiştir. Bu genomik DNA lardan uygun primerler kullanılarak
polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile ACE gen bölgesi çoğaltılmıştır. Elde edilen ürünlerden
agoroz jel elektroforez tekniğiyle ADE genotiplemesi yapıldı.
Bulgular: DD, ID ve II genotip sıklığı sırasıyla % 59.5, % 27.5 ve % 13 olarak bulunmuştur. D
ve I alel sıklıkları ise sırasıyla %73.3 ve % 26.7 olarak tespit edilmiştir. Sonuçlarımızı diğer
toplumlarda yapılan çalışmalarla karşılaştırdığımızda; DD genotip ve D alel sıklığı Kafkas,
Amerika (Afrika kökenli), Kore, Kolombia, İngiltere, İtalya, İspanya, Meksika, Japonya,
Slovakya, Rusya (Moskova) toplumlarına göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Sonuçlar
ki-kare ve bağımsız gruplarda yüzde oranı anlamlılık testiyle değerlendirilmiştir.
P37
KLASİK MÜZİK VE ROCK MÜZİĞİNİN
ERİTROSİT MEKANİK ÖZELLİKLERİNE ETKİSİ
G.Erken, M.Bor-Küçükatay, H.A. Erken, R. Kurşunluoğlu, O.Genç
Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; DENİZLİ
[email protected]
Giriş ve Amaç: Müziğin kan basıncı ve kalp atım sayısı gibi bazı kardiyovasküler
parametreler üzerindeki olumlu etkileri bilinmektedir. Bunu merkezi sinir sisteminin endokrin
organlarla ilişkili bazı yapılarını uyarmak yoluyla yaptığı ileri sürülmektedir. Bununla beraber,
müziğin eritrosit mekanik özelliklerine etkisi bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı; iki ayrı
müzik türünün klasik müzik ve rock müziğinin- eritrosit agregasyonu ve deformabilitesi
üzerine etkisini incelemektir.
Materyal ve Metod: Sprague Dawley cinsi 28 adet sıçan, kontrol, gürültü, klasik müzik, Rock
müziği dinletilecek hayvanlar olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Sıçanlar, iki hafta boyunca, günde
bir saat, kontrol grubu 45 dB arka fon gürültüsüne, gürültü grubu 95 dB gürültüye ve diğer
gruplar 75 dB şiddetteki müziğe maruz bırakıldılar. Genel anestezi altında sıçanların
abdominal aortasından alınan antikoagülanlı kanda eritrosit deformabilitesi ve agregasyonu,
bir ektasitometre (LORCA) aracılığıyla saptandı. Eritrosit agregasyonu oksijenize edilmiş
kanda hematokrit (Hct) %40' a getirildikten sonra ölçüldü, sonuçlar agregasyon indeksi (AI)
ve agregasyon yarı zamanı (t1/2) şeklinde verildi. İstatistiksel analiz için Mann Whitney U
testi kullanıldı. p<0.05 olan değerler istatistiksel olarak önemli kabul edildi.
Bulgular: Sıçanlara klasik müzik ve Rock müziği dinletilmesi 1.69 Pa kayma kuvvetinde
ölçülen eritrosit deformabilitesi ve agregasyonunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak
önemli düzeyde artışa sebep olurken, gürültü her iki parametrede de önemli bir değişiklik
oluşturmadı.
Sonuç: Bu çalışmada dinletilen müziğin türünden bağımsız olarak sıçanlara müzik
dinletilmesinin eritrosit mekanik özellikleri üzerinde olumlu etkilere sebep olduğu
gösterilmiştir.
P38
SAĞLIKLI DONÖRLERDE TROMBOSİT AFEREZİ İŞLEMİNİN
KANIN REOLOJİK ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE ETKİSİNİN ARAŞTIRILMASI
H. Akdam1, M. Bor-Küçükatay2, A. Keskin1, S. Kabukcu1, G. Erken2, P. Atsak2, R.
Kurşunluoğlu 2, V. Küçükatay 2.
Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları1,
Fizyoloji2 Anabilim Dalı; DENİZLİ,
[email protected]
Amaç: Yapay dolaşımın oluşturduğu mekanik stresin kanın reolojik özelliklerini değiştirdiği
bilinmektedir ancak trombosit aferezinin, donörlerin hemoreolojik parametreleri üzerindeki
etkileri ile ilgili yeterli bilgi yoktur. Bu çalışma trombosit aferezinin, donörlerin kan reolojisi
üzerindeki etkilerinin ve bu olası etkilerde nitrik oksit (NO)'in rolünün incelenmesi amacıyla
planlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya kan Bankası'na donör trombosit aferezi için başvuran 22-48
yaşları arasında sağlıklı, gönüllü, erişkin 20 erkek alınmıştır. Trombosit aferezi Haemonetics
MCS 3P cihazıyla yapılmış, aferez öncesi ve sonrası deneklerden alınan kan örneklerinden
eritrosit şekil değiştirme yeteneği (deformabilite), agregasyonu bir ektasitometre (LORCA)
aracılığıyla saptanmıştır. Tam kan ve plazma viskozitesi 150 s-1 kayma hızında bir
viskometre, plazma fibrinojen düzeyleri bir koagülometre cihazı kullanılarak saptanmıştır.
Alt bir grupta, aferez sonrası deneklerden alınan kanlar bir saat süresince NO donorü
Sodyum nitroprussit (SNP, 10-6 M) ile inkübe edildikten sonra eritrosit deformabilitesi
ölçülmüştür. İstatiksel analiz için Wilcoxon testi kullanılmış, p<0,05 değerler önemli kabul
edilmiştir.
Bulgular: Trombosit aferezi işleminin 3,00 Pa kayma kuvvetinde ölçülen eritrosit
deformabilitesi, agregasyon indeksi, plazma fibrinojen düzeyi ve tam kan viskozitesinde
istatistiksel olarak önemli düzeyde azalmaya sebep olduğu, plazma viskozitesini ise
değiştirmediği gösterilmiştir. Ek olarak, trombosit aferezi sonrası eritrosit
deformabilitesindeki azalmanın SNP ile geri çevrilebildiği bulunmuştur.
Sonuç: Trombosit aferezi işlemi donorün hemoreolojik parametrelerinde değişikliğe sebep
olmakta, bu değişikliklerden eritrosit deformabilitesindeki azalma NO ile geri
çevrilebilmektedir.
P39
ETANOLÜN PLAZMA ACE DÜZEYLERİ VE HEMOREOLOJİK PARAMETRELER
ÜZERİNDE NİTRİK OKSİT ARACILI ETKİSİ
P.Atsak, G.Turgut, M.Bor-Küçükatay, N.Karagenç, S.Turgut
Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; DENİZLİ,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Alkolün, kardiyovasküler sistem üzerinde doza bağlı olarak farklı etkileri
bulunmaktadır. Hafif düzeyde alkol tüketimi kardiyovasküler yararlar sağlarken, ağır alkol
tüketimi ise kardiyovasküler hastalıklar açısından riski artırmaktadır. Alkol tüketimi
endotelyal fonksiyonları etkiler, özellikle kan basıncı regülasyonunda önemli olan nitrik oksit
(NO) salınımlarını değiştirdiği bilinmektedir. Ayrıca alkol, anjiotensin dönüştürücü enzim
(ACE) aktivitesini ve eritrositlerin mekanik özelliklerini de etkileyebilir. NO'in, eritrositlerin
mekanik özelliklerini ve ACE enzim aktivitesini değiştirdiğini gösteren çalışmalar
bulunmaktadır. Bu araştırmada, etanolün ACE aktivitesi ve hemoreolojik parametreler
üzerindeki etkilerinde NO'in rolünü incelemek amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: 32 yetişkin erkek Wistar Albino sıçan, gruplar Kontrol, Etanol, LNAME, Etanol ve L-NAME olmak üzere, eşit sayıda 4 gruba ayrılmıştır. Etanol hacmen %20,
L-NAME ise 100 mg/L dozda, 4 hafta boyunca sıçanların içme sularına karıştırılmıştır.
Deneysel sürenin sonunda sıçanların abdominal aortlarından alınan heparinize kan
örneklerinde, eritrosit şekil değiştirme yeteneği (deformabilite) ve agregasyonu, bir
ektasitometre (LORCA) kullanılarak ölçülmüştür. Eritrosit agregasyonu hematokrit %40'a
ayarlandıktan sonra ölçülmüş, sonuçlar agregasyon indeksi şeklinde verilmiştir. Plazma ACE
aktivitesi spektrofotmetrik olarak, plazma NO seviyeleri ise nitrat redüktaz ile tüm NO
metabolitleri nitrite dönüştürüldükten sonra nitrit tayini ile belirlenmiştir. Sonuçlar Mann
Whitney U testi ve Kruskal Wallis testi ile değerlendirilmiştir.
Bulgular: Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, plazma NO seviyeleri etanol grubunda
anlamlı artış gösterirken (p<0.05), diğer gruplarda istatistiksel olarak önemli bir değişiklik
oluşmamıştır. Eritrosit deformabilitesi ve ACE aktivitesi bakımından gruplar arasında
istatistiksel olarak önemli bir fark bulunmamıştır. Fakat etanol grubunda, eritrosit agregasyon
indeksi anlamlı düzeyde azalmıştır (p<0.05).
Sonuç: Etanolün plazma NO düzeyinde anlamlı bir artışa sebep olması, eritrosit
agregasyonunda meydana gelen değişikliklere bu molekülün aracılık edebileceği hipotezini
desteklemektedir.
P40
SIÇANLARDA PENİSİLİN-G İLE İNDÜKLENEN EPİLEPTİK NÖBETLERİN
HEMOREOLOJİK PARAMETRELERE ETKİSİ
E. Adıgüzel1, V. Küçükatay2, G. Erken2, N.Yonguç1, M. Bor-Küçükatay2
1
2
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi AD; DENİZLİ
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; DENİZLİ
[email protected]
Giriş ve Amaç: Normal koşullarda serebral kan akımı serebral metabolik hıza bağlıdır ve
vasküler geometri değiştirilerek etkin doku perfüzyonu sağlanır. Ayrıca, kanın reolojik
özellikleri etkin doku perfüzyonu için önemli faktörlerdendir. Bu çalışmanın amacı sıçanlarda
Penisilin-G ile uyarılan epileptik nöbetler sırasında eritrosit deformabilitesi ve
agregasyonunu, ayrıca tam kan ve plazma viskositesini kapsayan reolojik parametreler için
olası değişiklikleri ortaya koymaktır.
Materyal ve Metod: On sekiz, dişi Sprague-Dawley cinsi sıçan , Sham (S), epileptik (E) ve
İntraperitoneal Penicilin (IPP) olarak üç eşit gruba ayrıldı. Epilepsi nöbetleri, intrakortikal
penisilin G (1000 IÜ/1µl distile su) enjeksiyonlarıyla oluşturuldu. Eritrosit deformabilitesi ve
agregasyonu bir ektasitometre (Laser Assisted Optical Rotational Cell Analyzer) aracılığıyla
saptandı. Tam kan viskozitesi hem orijinal hematokrit (Hct) hem de standart Hct (%40)'te ve
plazma viskozitesi 150 s-1 kayma hızında bir viskometre kullanılarak ölçüldü. İstatistiksel
analiz için Mann-Whitney U ve Kruskal-Wallis testleri kullanıldı.
Bulgular: Hemoreolojik parametreler arasında sadece eritrosit deformabilitesinde gruplar
arasında fark bulundu. Epileptik nöbetler E grubunda eritrosit deformabilitesinde önemli bir
artışa yol açtı (p<0.001). IPP grubu S grubu ile karşılaştırıldığında bir fark bulunamamış ve E
grubunda izlenen artmış eritrosit deformabilitesinin epileptik nöbetlerle ilişkili olduğu
düşünülmüştür. Çalışılan grupların kan ve plazma viskozite değerleriyle agregasyon
parametreleri arasında bir fark bulunamadı.
Sonuç: Serebral kan akımının artışına ek olarak, eritrosit deformabilitesinin artışı nöbetler
esnasında beynin artan metabolizmasına yanıt olarak geliştirdiği bir adaptasyon mekanizması
olabilir.
P41
T.canis LARVALARI İLE DENEYSEL OLARAK ENFEKTE EDİLEN
FARELERİN BAĞIRSAĞINDA NİTRİK OKSİT SENTAZ DAĞILIMI
A. Kandil1, C. Demirci1, H. Çetinkaya2, A. Gargýlý3
1
2
İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü,
İstanbul Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Parazitoloji AD;
3
İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi,
Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji AD; İSTANBUL;
[email protected]
Giriş ve Amaç: T.canis larvalarının sebep olduğu parazitik bir enfeksiyon olan viseral larva
migransda nitrik oksit (NO)'in rolü tam olarak anlaşılamamıştır. Bu çalışmada, larvalı T.canis
yumurtaları ile enfekte edilen farelerde oluşturulan viseral larva migransda bağırsak
dokusunda NO'in rolünü araştırılması hedeflenmiştir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada, 72 adet Balb/c fare kullanıldı. Farelere 2500 larvalı
T.canis yumurtası inoküle edildi. Enfekte edilen farelere günde 3 kez 100 mg/kg spesifik bir
uyarılabilir nitrik oksit sentaz (iNOS) inhibitörü olan Aminoguanidin (AG) uygulandı. T.canis
inokülasyonundan 24 ve 48 saat ile 7 gün sonra alınan bağırsak dokusundaki histolojik
değişiklikler ile NOS dağılımı immünohistokimyasal olarak incelendi.
Bulgular: T. canis yumurtaları ile enfekte edilen gruplarda bu larvaların bağırsak dokusunda
değişikliklere neden olduğu saptandı. Bu gruplarda, özellikle 48 saat sonunda değişikliklerin
daha belirgin olduğu tespit edildi. AG uygulanan gruplarda ise, bu hasarların kısmen
önlenebildiği belirlendi. Enfekte edilen grupta, endoteliyal nitrik oksit sentaz (eNOS) ve iNOS
reaksiyonunun arttığı, AG uygulandığında ise iNOS reaksiyonunun azaldığı tespit edildi.
Sonuç: T. canis enfeksiyonunda eNOS ve iNOS reaksiyonun artmasına bağlı olarak NO
sentezinin artması ve iNOS inhibitörü uygulandığında iNOS reaksiyonun azalması, bağırsak
dokusunda NO'in önemli rolünün olabileceğine işaret etmektedir.
P42
ANADOLU YER SİNCABI (SPERMOPHİLUS XANTHOPRYMNUS)'NIN VÜCUT
SICAKLIĞI KARAKTERİSTİKLERİ VE LPS'YE VERDİĞİ YANIT
1
1
M.K. Gür, 2E.S. Akarsu
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Beytepe, ANKARA
2
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve
Klinik Farmakoloji ABD, Sıhhiye, ANKARA,
[email protected]
Giriş: Lipopolisakkarit (LPS), gram negatif bakterilerin dış membran bileşenidir ve akut faz
yanıtı çalışmalarında yaygın şekilde kullanılmaktadır. Tavşan, kedi, köpek gibi bazı
laboratuvar hayvanlarının LPS'ye ateş ile, aksine bazı kemirgenlerin hipotermi ile cevap
verdiği tespit edilmiştir. Yabani bir kemirgen olan Anadolu yer sincabı (Spermophilus
xanthoprymnus)'nın LPS'ye karşı termoregülatif yanıtı bilinmemektedir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada, 5 genç erkek Anadolu yer sincabı (200-275 g) 16-22
Temmuz 2005'de, Ankara'nın 50 km güneyindeki step bir alanda canlı yakalama tuzakları ile
yakalanmıştır. Genel anestezi (ketamin+xylasin, sırasıyla 80+10 mg/kg ip) altında ve steril
koşullarda yapılan cerrahi operasyonlarla sıcaklığa hassas radyovericileri (Minimitter, USA)
intraperitonal olarak yerleştirilmiştir. Vücut sıcaklığı, radyovericileri aracılığıyla 6 dakika
aralıklarla telemetrik olarak toplanmıştır. Bireyler, 22oC ±1oC sıcaklık ve doğal fotoperiyoda
ayarlı klimatik oda içerisinde tutulmuştur. LPS (E.coli O55: B5) uygulaması, saat 16:00-17:00
arasında ve 500 µg/kg ip olarak gerçekleştirilmiştir. Uygulamayı takiben vücut sıcaklığındaki
değişim, enjeksiyon öncesi ortalama bazal sıcaklık değerlerine göre farklılık (T) şeklinde ifade
edilmiştir.
Bulgular: Vücut sıcaklığı, ortalama minimum ( 34,1 ± 0,59 oC,) ve maksimum ( 38,3 ± 0,34 oC)
değerlerine günün ışıklı periyodunda (sırasıyla, saat 18:52, p=0.018 ve 10:01, p= 0,012
Rayleigh testi) ulaştı. Ortalama bazal vücut sıcaklığı 35,5 ± 1.27 oC'idi. LPS uygulamasını
takiben 2 saat sonra vücut sıcaklığı artmaya başladı, yaklaşık 9.5 saat sonra vücut
sıcaklığındaki değişim maksimum değerine (3,18± 0,37oC) ulaştı ve bu değere ulaştıktan 2 saat
15 dakika sonra kontrol değerlerinde seyretmeye başladı.
Sonuç: Sonuç olarak, laboratuvar sıçanlarının aksine, bu hayvanların vücut sıcaklığı günün
aktif oldukları döneminde yüksek seyretti. Bu çalışmada kullanılan dozdaki LPS ile diğer bazı
laboratuvar kemirgenlerinde (sıçan, fare gibi) hipotermik yanıt gözlenirken, LPS Anadolu yer
sincabında pirojenik bir yanıt oluşturdu.
P43
STRES ÜLSERİ OLUŞTURULAN RATLARDA KALSİTONİN VE KALSİTONİN
GEN İLİŞKİLİ PEPTİD (CGRP)'İN MİDE MUKOZAL BARİYERİNE ETKİLERİ
Z. Kanay 1, D. Kurt1, C. Güzel2, O. Denli2, K. Nas3
1Dicle Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji AD.
2
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD.
3
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Tedavi AD. DIYARBAKIR,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Soğuk+hareketsizlik stresi (SHS) uygulanan sıçanlarda CGRP ve Salmon
Kalsitoninin (sCT) mide lezyonları ve mide mukozal bariyeri üzerine olan etkilerinin
araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada 28 adet 150200 g ağırlığında sıçan kullanıldı. Hayvanlar,
24 saat aç bırakma sonrasında her bir grupta 7 rat olmak üzere 4 gruba ayrıldı.
1. Kontrol grubu.
2. Stres grubu; Tel ızgara ile hareketleri kısıtlanan sıçanlar, +4ºC deki soğuk odada 3 saat
bekletildi.
3.CGRP grubu; stres oluşturmadan yarım saat önce 10 μg/kg/İV CGRP uygulandı.
4. sCT grubu; yine stres oluşturmadan yarım saat önce 10 μg/kg/İV sCT uygulandı.
Hayvanlar, SHS işlemini takiben servikal dislokasyonla sakrifiye edildikten sonra, mide
mukozaları incelendi ve ülser indeksleri belirlendi. Mukozal bariyerin komponentlerinden
olan mukus ve fosfolipid miktarları Corne ve Baur'un belirlediği metotla ölçüldü. Bulgular,
Kruskal Wallis varyans analizi değerlendirildi.
Bulgular: Stres uygulanan ratların mide mukozasında mukus ve fosfolipid düzeylerinin
önemli oranda azaldığı; CGRP ve sCT uygulanan ratlarda mide lezyonlarının azaldığı
belirlendi. CGRP ve sCT uygulanan ratlarda mukus ve fosfolipid düzeyinin kontrol grubuna
göre artmış olduğu belirlendi.
Sonuç: Bu çalışmanın bulgularına göre stresin neden olduğu akut hemorajik mide
lezyonlarının önlenmesinde ve mide mukozal bariyer parametrelerine CGRP ve sCT nin
önemli etkisinin olduğunu gösterildi.
P44
LEPTİN HORMONUNUN SURİYE HAMSTERLERİNİN SUPRAKİYAZMATİK
NUKLEUSUNDAKİ NÖRONAL ATEŞLEME HIZI VE RİTMİ ÜZERİNE ETKİLERİ
A. Sümbül, A. Karakaş, B. Gündüz
Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü, 14280 BOLU
[email protected]
Giriş ve Amaç: Memelilerde sirkadiyen (~ 24 saatlik) ritimler hipotalamusta konumlanmış
suprakiyazmatik nukleus (SCN) tarafından oluşturulur ve kontrol edilir. SCN'deki nöral
ateşleme hızı hem nokturnal (gece aktif) hem de diurnal (gündüz aktif) türlerde gündüz
yüksektir ve Suriye hamsterlerinde, SCN'deki nöral aktivite zirvesi sirkadiyen zaman (CT) ile
yaklaşık 06'da kaydedilir. Daha önceki çalışmalarımızda leptin hormononunun Suriye
hamsterlerinde lokomotor aktivite ritmini öne kaydırdığını tespit etmiştik. Bu çalışmada ise,
dışarıdan verilen leptin hormonunun SCN'deki nöronal ateşleme ritmine etkisini araştırmayı
amaçladık.
Materyal ve Metod: SCN'deki nöronal ateşleme kayıtlarını ikişer saat aralıklar ile gün
boyunca Powerlab ML 750 veri toplama sistemi ile kaydettik. Hamsterler genel anestezi
altında sterotaksik alete yerleştirildi, dişçi matkabı yardımı ile kafataslarında bir delik açıldı ve
açılan bu delikten 2 M NaCl ile doldurulmuş kılcal cam microelektrot SCN bölgesine
yerleştirildi. Deney grubuna leptin (4g/kg), kontrol grubuna ise serum fizyolojik (% 0,9 NaCl)
intraperitonal olarak CT 0'da enjekte edildi. Kayıtlar Dagan A-4200 amplifikatör ile
yükseltildi (10.000 X) ve filtrelendi (300hz-3 khz). Bireysel ateşleme hızı için 2 saatlik kaydın
ortalaması alındı. Nöronal aktivitenin tepe noktaları, yüksek aktivitenin oldugu zaman dilimi
ile simetri göstermekteydi. Bir grup içerisindeki anlam taşıyan ortalamaların birbiri
arasındaki farklılıklar için Student's t-test kullanıldı. P<0.05 olduğu durumlarda farklılıklar
anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Leptin nöronal aktivasyon zirvesini öne kaydırdı. Kontrol grubunun nöral
aktivivitesi CT 6'da zirveye ulaşırken (p>0.05), leptin enjekte ettigimiz hamsterlerde ise bu
zirve 1,40 saatlik bir öne kayma ile CT 4,20'da gözlendi (p<0.01).
Sonuç: Bu sonuçlar göstermektedir ki, daha once uyguladığımız melatonin hormonu ile leptin
hormonu SCN üzerinde benzer etkiler göstermektedir ve leptin hormonuda SCN aktivitesini
düzenlemede kullanılabilir.
P45
BİYOELEKTRİK EMPEDANS ANALİZİ VE ANTROPOMETRİK YÖNTEMLERLE
ÖLÇÜLEN VÜCUT YAĞ YÜZDELERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
H. Mollaoğlu1, K. Üçok1, L. Akgün1, O. Baş2
1Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, AFYONKARAHİSAR
2
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi AD, AFYONKARAHİSAR
[email protected]
Amaç: Biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle elde edilen “vücut yağ yüzdesi” (VYY) ile
skinfold deri kıvrım kalınlığı ölçümü' ile bulunan yağ yüzdelerini karşılaştırmaktır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya 18-60 yaş arası 90 kadın ve 18- 55 yaş arası 90 erkek olmak
üzere toplam 180 katılımcı alındı ve iki yöntemle VYY ölçümleri yapıldı. Katılımcıların ilk
olarak biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle (Bodystat 1500) VYY ölçüldü. Kişi sırt üstü
yatar pozisyondayken cihazın elektrotları sağ el ve sağ ayağa yerleştirilerek VYY ölçümü
gerçekleştirildi. İkinci olarak antropometrik yöntemler uygulandı. Skinfold aletiyle (Holtain)
ölçülen deri kıvrım kalınlığından hesaplama yöntemleri ile VYY saptandı. Skinfold aleti ile
karın (abdomen), kol (triceps), uyluk (thigh) ve sırt (subscapular) deri kıvrım kalınlığı
ölçümleri yapıldı. Kadın ve erkeklerde uygulanan Behnke Wilmore, Durnin Womersley
formülleri kullanılarak, deri kıvrım kalınlığı ölçümlerinden vücut yoğunlukları hesaplandı.
Bulunan vücut yoğunluklarından Siri veya Brozek formülleri ile katılımcılara ait VYY
hesaplandı. Farklı yöntemlerle bulunan VYY ölçümleri arasında Pearson korelasyon analizi
uygulandı.
Bulgular: Vücut kitle indeksi (BMI) ortalaması kadınlar (25.8±6.0) ile erkekler (24.2±3.3)
arasında farklı değildi (p=0.27). Katılımcılarda ortalama VYY biyoelektrik empedans analiz
yöntemiyle 21.8±10.9, Behnke Wilmore ile 23.0±8.6, Durnin Womersley ile 23.6±6.9
bulundu. Biyoelektrik empedans analiz ile Behnke Wilmore arasında (r= 0.835, p<0.001),
biyoelektrik empedans analiz ile Durnin Womersley arasında (r=0.777, p<0.001) ve Behnke
Wilmore ile Durnin Womersley arasında (r=0.935, p<0.001) yüksek derecede korelasyon
olduğu saptandı.
Sonuç: Biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle VYY ölçümünün, skinfold ölçümleri
kullanılarak Behnke Wilmore veya Durnin Womersley formülüyle hesaplanan VYY ölçümleri
yerine kullanılabileceği söylenebilir.
P46
DİYABETİK HAYVANLARIN YAĞ DOKUSUNDA
NİTRİK OKSİT VE LEPTİN İLİŞKİSİ
A. Kandil1, A. Kapucu1, S. Üstünova1, E. Gürel1, H. Balcı2, İ. Uyaner1, B. Ergin1,
K. Akgün-Dar1, C. Demirci1
1İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, İSTANBUL
İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaþa Tıp Fakültesi, Fikret Biyal Merkez Laboratuarı
İSTANBUL;
[email protected]
2
Giriş ve Amaç: Leptin, anteriyör hipofiz ve hipotalamusdan nitrik oksit (NO) salınmasını
uyarır. Yağ dokusunda nitrik oksit sentaz (NOS) enziminin ve leptin reseptörlerinin bulunması,
leptin ile NO arasında önemli bir ilişkinin olacağını düşündürmektedir. Hem leptinin hem de
NO'in, fizyolojik ve patolojik olaylarda işlevsel olduğu bilinmektedir. Ancak diyabette yağ
dokusunda nitrik oksit ile leptinin ilişkisi halen anlaşılamamıştır. Bu nedenle, diyabetik
hayvanlara genel bir NOS inhibitörü olan L-NAME ve leptin uygulanarak, bu ilişkinin
belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada, Wistar albino sıçanlara 65 mg/kg intaperitonal STZ
ygulandıktan 4 hafta sonra, 1 hafta süreyle 30 mg/kg L-NAME ip ve 0,5 µg/kg Leptin ip yoldan
verildi, epididimal yağ dokusu incelendi.
Bulgular: Diyabetik hayvanlarda yağ dokusunun normal yapısını kaybettiği, hücrelerin
zarlarının parçalandığı birçok yerde ise hücre zarlarının birleştikleri görüldü. Bu gruptaki
deneklerde eNOS ve iNOS reaksiyonlarının bağ dokuda arttığı, zarlarda ise azaldığı tespit
edildi. Diyabetik hayvanlara L-NAME verildiğinde hasarın kısmen de olsa önlendiği, STZ ile
artan reaksiyonun azaldığı hatta kontrolden de az olduğu görüldü. Leptin verildiğinde ise STZ
ile meydana gelen hasarın gerilediği ayrıca, STZ grubuna ve kontrole göre NOS
reaksiyonlarının azaldığı görüldü. Diyabetik hayvanlara Leptin ile L-NAME beraber
verildiğinde STZ ile oluþan hasarın önlenmesinde etkili olmadığı NOS reaksiyonlarının ise
kontrolden de az olduğu tespit edildi.
Sonuç: Diyabette leptin uygulamasının STZ ile meydana gelen hasarı azalttığının görülmesi,
ayrıca NO'in bu grupta azaldığının belirlenmesi diyabetik hayvanların yağ dokusunda
meydana gelen değişikliklerde NO ile leptin arasında önemli bir baılantının olduğuna işaret
etmektedir.
P47
SEPSİSE BAĞLI KARACİĞER VE AKCİĞER HASARINDA GHRELİNİN ROLÜ
S.Ö. İşeri1, G. Şener2, B. Sağlam3, N. Gedik4, F. Ercan3, B.Ç. Yeğen1
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 3 Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalları,
2
Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, 4Kasımpaşa Askeri
Hastanesi, Biyokimya Bölümü, İSTANBUL;
[email protected]
Amaç: Sepsis, sistemik inflamatuvar yanıtın yol açtığı, ilerleyici çoklu-organ hasarı ile
sonuçlanan heterojen sendromlar grubudur. Önceki çalışmalarda midede üretilen ve 28-amino
asitten oluşan ghrelin'in, inflamatuvar sitokinlerin üretimi, serbestlenmesi ve ülser oluşumu
üzerine inhibitör etkilere sahip olduğu gösterilmiştir. Çalışmamızda, sepsisle indüklenen
karaciğer ve akciğer inflamasyonunda ghrelinin olası tedavi edici etkilerini araştırmayı
amaçladık.
Materyal ve Metod: Anestezi altındaki Sprague-Dawley sıçanların bir grubunda, çekum
ligasyon ve perforasyon yöntemi ile sepsis oluşturuldu; taklit cerrahi uygulanan diğer grup ise
kontrol gurubu olarak değerlendirildi. Fizyolojik tuzlu su (SF) ya da ghrelin (10 g/kg) sepsisten
hemen sonra ciltaltına enjekte edildi. Sıçanlar, sepsis indüksiyonundan sonraki 24. saatte
dekapite edilerek; kan, karaciğer ve akciğer doku örnekleri alındı. Serumda TNF-α düzeyleri
ile dokularda miyeloperoksidaz aktivitesi (MPO) -doku nötrofil infiltrasyonu göstergesi-,
malondialdehid (MDA) lipid peroksidasyonu indeksi- ve glutatyon (GSH) -antioksidandüzeyleri ölçüldü ve histolojik değerlendirme yapıldı.
Bulgular: SF uygulanan sepsis grubunda, serum TNF-α ile karaciğer ve akciğer dokularında
MDA ve MPO'nun kontrole göre belirgin olarak arttığı (p<0.001), GSH'nın ise azaldığı
bulundu (p<0.05). Ghrelin tedavisi verilen sepsis grubunda ise, tüm biyokimyasal
parametrelerde oluşan değişiklikler (p<0.05-0.001) ile karaciğer ve akciğerde gözlenen
mikroskopik hasarın azalarak, kontrolden farksız düzeylere döndüğü saptandı.
Sonuç: Ghrelin sepsisle indüklenen oksidan karaciğer ve akciğer hasarında koruyucu rol
oynamış ve bu etkilerine nötrofil infiltrasyonunu inhibe edici etkisi aracılık etmiş olabilir.
Sepsise bağlı çoklu organ hasarını sınırlayıcı rol oynayabileceği gözlenen ghrelinin, sepsis ve
benzeri sistemik inflamatuvar süreçlerde yararı konusunda benzeri çalışmalara gereksinim
bulunmaktadır.
P48
SIÇANLARDA OLUŞTURULAN DENEYSEL SİROZ MODELİNDE GHRELİN'İN
TEDAVİ EDİCİ ROLÜ
G. Şener1, S.Ö. İşeri2, B. Sağlam3, N. Gedik4, F. Ercan3 B.Ç. Yeğen2
1Marmara Üniversitesi (MÜ) Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji Anabilim Dalı, MÜ Tıp
Fakültesi, 2Fizyoloji, 3 Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalları, 4Kasımpaşa Askeri
Hastanesi, Biyokimya Bölümü, İSTANBUL;
[email protected]
Amaç: Midede üretilen ghrelin'in, gıda alımını artırıcı bilinen etkisinin yanı sıra, antiinflamatuvar etkilere sahip bir peptit olduğu öne sürülmektedir. Bu çalışmada, deneysel siroz
oluşturulan sıçanlarda, ghrelinin olası tedavi edici etkisinin araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metod: Kısa eter anestezisi altında safra kanalı bağlanan (SKB) ve taklit cerrahi
uygulanan (kontrol grubu) Sprague Dawley sıçanlara 28 gün süreyle fizyolojik tuzlu su (SF)
veya ghrelin (1 g/kg, ciltaltı) verildi. Sıçanlar 28. günde dekapite edilerek kan ve karaciğer
doku örnekleri alındı. Serumda pro-inflamatuvar sitokin düzeyleri ile karaciğer fonksiyonunu
değerlendirmek üzere aspartat aminotransferaz (AST) ve alanin aminotransferaz (ALT)
düzeyi, karaciğerde miyeloperoksidaz aktivitesi (MPO) -doku nötrofil infiltrasyonu
göstergesi-, malondialdehid (MDA) lipid peroksidasyonu indeksi-, glutatyon (GSH) antioksidan- ve kollajen düzeyleri ölçüldü; histolojik değerlendirme yapıldı.
Bulgular: SF tedavili-SKB grubunda serum ALT ve AST ile TNF-α, IL-1 ve IL-6'nın
(p<0.001), karaciğer dokusunda ise MDA, MPO ve kollajen seviyelerinin, taklit cerrahi
uygulanan kontrol grubuna göre arttığı bulundu (p<0.001). Ghrelin tedavisinin tüm bu
biyokimyasal parametrelerdeki değişimi engellediği (p<0.05-0.001) ve karaciğerdeki
mikroskopik hasarı anlamlı şekilde hafiflettiği belirlendi. Her grupta 6 sıçan kullanıldı ve
bulgular, ortalama SH olarak açıklandı. Tek yönlü varyans analizi (ANOVA) ile istatistiksel
değerlendirme yapıldı.
Sonuç: Ghrelin tedavisi, siroza bağlı oluşan oksidan karaciğer hasarını azaltmış, karaciğerin
yapı ve fonksiyonunu belirgin şekilde iyileştirmiştir. Ghrelinin anti-inflamatuvar, anti-fibrotik
özelliklerinin sergilendiği bu çalışmanın sonuçları, kronik karaciğer hasarında bu peptidin
tedavi edici rol oynayabileceğine işaret etmektedir.
Bu çalışma MÜ Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu tarafından desteklenmektedir (SAĞ046/230804).
P49
DİABETİT SIÇANLARDA BENFLUOREKS'IN PLAZMA VE AORTA NOX
DÜZEYLERİNE VE AORTA HİSTOPATOLOJİSİNE ETKİSİ
B.Gönül1, Ç.Özer1, L.Memiş2, Ö.Ekinci2
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 2Patoloji AD, ANKARA,
[email protected]
Amaç: Benfluorex-Bfx, antihiperlipidemik bir ajan olup insulin rezistansına da etkili olduğu
gösterilmiştir. Diyabetiklerde nitrik oksit (NOx) düzeylerinin değiştiği ve patolojik vasküler
değişimlerin olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada diyabetik deneklerde Bfx uygulamasının
plazma ve aorta NOx düzeyleri ve aorta histopatolojisine etkisi araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada erkek Albino Wistar sıçanlar kullanılmıştır. Her grupta 10
denek kullanılmıştır. Deney grupları 1. Uygulama yapılmamış kontrollar, 2. Diyabetik
kontrollar ,3. Diyabetik, Bfx tedavililer. Deneysel diyabet oluşturmada Streptozotosin-Stz 45
mg/kg tek doz ip yolla uygulanmıştır. Kan glukozu 300mg/100ml üzerinde olan deneklerde
Bfx , 50 mg/kg/gün x 21 gün ig yolla kullanılmıştır. Kontrollara aynı hacımda serum fizyolojik
ig yolla verilmiştir Anestezik fazlası ( nembutal,150 mg/kg, ip) ile feda edilen deneklerde,
aortada histopatolojik takip, kanda ve aortada nitrik oksit (NOx) tayinleri yapılmıştır. Sonuçlar
Mann Whitney U testi ile karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Plazma NOx düzeyleri diyabetiklerde artarken Bfx uygulananlarda kontrollarla
benzerdi. Aorta NOx düzeyleri diyabetiklerde düşerken tedavililerde kontrola yakındı. Arcus
aortaya ait dokuların tümü normal görünümde olup spesifik patolojik değişiklik içermeyen
endotel, müsküler medial tabaka ve adventisya alanlarından oluşmaktaydı.
Sonuç: Sonuçlar deney süresinin aorta histopatolojisinde etki yaratabilecek uzunlukta
olmadığını göstermiştir. Aorta NOx düzeylerinin düşmesi diğer çalışmacılarca da gösterilmiş,
diabetik şartlara bağlı olarak beklenen bir sonuçtur, Bfx uygulamasının bunu normal
kontrollerinkine yaklaştırması ilacın pozitif etkisini gösterir. Plazmadaki NOx artışı diyabette
değişik dokuların farklı yanıtlarının bir göstergesidir. Burada da Bfx uygulamasının değerleri
normal kontrollerinkine yaklaştırması pozitif etkisinin kanıtıdır. Bu çalışma diyabetiklerde
Bfx'in NOx aracılığıyla patolojik vasküler değişimleri düzeltebileceğini göstermektedir.
P50
BENFLUOREKS VE/VEYA C VİTAMİNİNİN DİYABETİK BÖBREK NİTRİK OKSİT
DÜZEYİ VE HİSTOPATOLOJİSİNE ETKİSİ
Ç. Özer1, B. Gönül1, L. Memiş2, Ö. Ekinci2
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 2 Patoloji AD, ANKARA.;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Diyabetin en önemli komplikasyonlarından biri böbrek hasarıdır. Nitrik
oksidin yıkımı sonucu oluşan peroksinitrit biyolojik moleküller için güçlü bir oksidandır.
Diyabetiklerde oksidan olaylar ve lipid profilinde değişimler oluşmaktadır. Benfluorex (BFx),
antihiperlipidemik bir ajandır. C vitamini (AA) diyabetiklerde eksikliğine rastlanan bir
antioksidandır. Çalışmamızda streptozotosin ile diyabet yapılan sıçan böbreğinde Bfx ve/veya
C vitamini tedavisinin AA, total nitrik oksit (NOx) ve histopatolojik bulgular üzerine etkisi
incelendi.
Materyal ve Metod: Wistar Albino sıçanlar 6 gruba ayrıldı. 1.Kontrol, 2.AA, 3.Diyabet,
4.Diyabet+AA. 5.D+BFx, 6.D+BFx+AA. Diyabet gruplarına 45 mg/kg streptozotosin, tek
doz, intraperitoneal olarak uygulandı. 48 saat sonra açlık kan sekerleri 200 mg/100 ml üzeri
olanlar diyabet gruplarına alındı. Tedavi uygulanan deneklere musluk suyunda çözünen BFx
(50 mg/kg/gün) ve AA (20mg/kg/gün), diyabet ve kontrol gruplarına ise musluk suyu
intragastrik yoldan, günde tek doz uygulandı. 21 günlük uygulama sonunda hayvanlar
Tiyopental Sodyum anestezisi altında feda edildi. Böbrek dokusunda AA ve total nitrik oksit
(NOx) düzeyleri ölçüldü, dokuların histopatolojik incelemeleri yapıldı. Farkları belirlemede
ANOVA ve Mann Whitney U testleri kullanıldı.
Bulgular: Diyabetik böbreklerde AA ve NOx düzeyleri azalırken, C vitamini yüklemesiyle
değerlerin arttığı görüldü. D+BFx+AA grubunda ise artışın kontrol düzeylerine kadar çıktığı
tespit edildi. Uygulamaya bağlı hafif histopatolojik değişiklikler izlendi.
Sonuç: NO hem prooksidan hem de antioksidan rol oynayabilen bir moleküldür. Diyabet
gruplarında NOx düzeyinin azalması yıkımının artışı veya yapımının azalması ile
açıklanabilir. Çalışmamızda AA düzeyleri ile birlikte değerlendirildiğinde NO'in antioksidan
etki gösterdiği düşünülebilir. BFx+AA tedavisi diyabetik sıçanlarda böbrekte olumlu etkiler
yapmıştır. Dolayısıyla bu iki ajanın birlikte kullanımı diyabetik hastalarda da önerilebilir.
P51
HİPERKALORİK DİYETLE BESLENEN PREPUBERTAL SURİYE
HAMSTERLERİNDE (MESOCRICETUS AURATUS) VÜCUT VE ÜREME ORGAN
AĞIRLIĞI İLE LEPTİN SEVİYELERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ
E. Çakar, A. Sümbül, A. Karakaş, B. Gündüz
A.İ.B.Ü, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü, 14280 BOLU,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Günümüz de insan yaşamını olumsuz etkileyen obezitenin en temel sebebi
küçük yaşlarda başlayan yüksek kalorili besin tüketimidir. Leptin hormonu ise yağ dokudan
sentezlenen ve beyine enerji stokları hakkında bilgi veren bir sinyal görevi üstlenmiştir.
Leptinin prepubertal gelişim üzerine etkilerini gösteren çalışmalar mevcuttur. Obez
hayvanlarda leptin seviyeleri yüksektir ancak sterilite gözlenir. Yetişkin Suriye hamsterlerinde
leptin seviyeleri diurnal bir ritim gösterir ve gündüz yüksek, gece ise düşüktür. Prepubertal
dönemdeki Suriye hamsterlerinde ise leptin seviyeleri bilinmemektedir. Bu çalışmada normal
ve hiperkalorik besinle beslenmiş prebubertal Suriye hamsterlerinde vücut ağırlığı, üreme
organ ağırlığı, besin tüketimi ve leptin seviyeleri incelendi.
Materyal ve Metod: Çalışma A.İ.B.Ü. Deneysel Hayvan Laboratuvarında 14L:10D
fotoperiyodunda doğup büyümüş Suriye hamsterleri ile gerçekleştirildi. Dişi hamsterler
çiftleştirildi, sütten kesme sonrası yavru erkek hamsterlerin testis, vücut ağırlıkları ile besin
tüketimleri ve serum leptin seviyeleri (gündüz-gece) 4 hafta süresince haftalık ölçümlerle
tespit edildi. Verilen farklı besinlerin kalori içerikleri ölçüldü. İstatistiki analizler SPSS
(Versiyon 11.0) kullanılarak ANOVA ile yapıldı
Bulgular: Kontrol grubundaki hamsterler ile hiperkalorik beslenen hamsterler arasında vücut
ağırlığı (kontrol, 103 4 g; hiperkalorik, 52 2 g), besin tüketimi (kontrol, 9 0,5 g; hiperkalorik,
4,5 0,3 g) ve leptin seviyeleri (kontrol, 20,2 2,2 ng/ml; hiperkalorik, 11,2 1,05 ng/ml) arasında
anlamlı farklılıklar oluşmasına karşın (p<0,05), testis ağırlıkları (kontrol, 2,09 0,3 g;
hiperkalorik, 1,9 0,15 g) arasında anlamlı bir fark tespit edilmedi (p>0,05)
Sonuç: Suriye hamsterlerinde puberte öncesi yüksek kalorili beslenmede, beklenenin aksine,
vucut ağırlıkları kontrollere göre daha yavaş gelişim göstermesine karşın testis ağırlığı
gelişiminin benzer olması, üreme organ ağırlığı gelişiminin besin tüketimi, vücut ağırlığı ve
leptin seviyelerinden bağımsız gerçekleştiği fikrini uyandırmaktadır. Yetişkinlerin aksine
leptin seviyeleri diurnal bir ritim göstermemektedir. Buna göre, Suriye hamsterleri özellikle
prepubertal dönemde pek çok türden farklı özellikler göstermektedir ve yüksek besin
değerlerine karşı geçici bir direnç oluşturmuş olabilirler. Bu türde obezite probleminin
anlaşılabilmesi için prepubertal ve yetişkin dönem arasındaki hormonal cevapların tespitine
yönelik araştırmaların derinleştirilmesi gerekmektedir.
P52
SIÇANLARDA DEXAMETHASONUN BAZI AKUT FAZ PROTEINLERINE VE İZ
ELEMENTLERE ETKILERI
P. A. Ulutaş1, H. Ünsal2, M. Balkaya2, C. Ünsal2
1 Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Biyokimya ABD, Işıklı 09016 AYDIN
2
Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji ABD, Işıklı 09016 AYDIN.;
[email protected]
Amaç: Akut faz yanıt hayvansal organizmanın enfeksiyon, yangı veya travma sırasında
oluşan bozukluğa karşı vermiş olduğu bir reaksiyondur. Kortikosteroidler birçok akut faz
proteinin ekspresyonunu direkt veya indirekt olarak stimüle etmektedirler. Bu çalışma
sıçanlarda fizyolojik doz ve bunun 100 katı aralığında değişik dozlarda uygulanan
dexamethasonun bazı akut faz proteinleri ve iz elementlere etkilerini belirlemeyi amaçlamıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada toplam 40 adet erkek Wistar albino sıçan kullanıldı. Kontrol
grubuna serum fizyolojik, diğer gruplara 0.1mg/kg, 0.5mg/kg, 1mg/kg, 2.5mg/kg, 5mg/kg, ve
10 mg/kg dozda dexamethasone i.p. yolla bir kez verildi. Enjeksiyondan 48 saat sonra kalpten
alınan kandan serum ve plazma ayrıldı. Serumda seruloplazmin ve albümin, plazmada
haptoglobin, demir, çinko ve bakır düzeyleri belirlendi.
Bulgular: Dexa uygulamasına bağlı olarak haptoglobin ve seruloplazmin
konsantrasyonlarının arttığı ve albümin düzeyinin düştüğü gözlendi. Ancak sadece
seruloplazmin için 0.1mg/kg ve 2.5 mg/kg doz grupları ile kontrol grubu arasında (P<0.05) ve
albümin için 1mg/kg doz grubu ile kontrol grubu arasında (P<0.05) istatistiksel önem
belirlendi. Dexamethasonun serum demir ve çinko düzeylerine bir etkisi olmadı. Ancak
plazma bakır düzeyleri dexamethasone verilen sıçanlarda kontrol grubuna göre artış gösterdi
(P<0.05).
Sonuç: Sıçanlarda dexamethasonun akut faz yanıta etkilerinin dozla ilişkili olmadığı, ayrıca
diğer çalışmaların sonuçlarıyla karşılaştırınca bu etkilerinin tür spesifik olduğu sonucuna
varılmıştır.
P53
WINGATE TESTİNDE VÜCUT AĞIRLIĞINA VE YAĞSIZ VÜCUT AĞIRLIĞINA
GÖRE BELİRLENEN YÜKLERLE ELDE EDİLEN GÜÇ ÇIKTILARININ
KARŞILAŞTIRILMASI
K. Üçok1, H. Mollaoğlu1, R. Demirel2, L. Akgün1
2
1Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, AFYONKARAHİSAR
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı AD, AFYONKARAHİSAR
[email protected]
Amaç: Wingate testinde erkeklerde uygulanması önerilen ve vücut ağırlığı ile hesaplanan
klasik yüklerle elde edilen güç çıktılarını, yağsız vücut ağırlığından hesaplanan yük ile elde
edilen güç çıktılarıyla karşılaştırmaktır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya 18-59 yaş arası 60 erkek gönüllü alındı. Katılımcıların vücut
yağ yüzdeleri ve yağsız vücut ağırlıkları biyoelektrik empedans analiz yöntemiyle (Bodystat
1500) ölçüldü. Uygulanacak yükler vücut ağırlığı kilogramı başına 75g (yük-1) ve 95g (yük2), yağsız vücut ağırlığı kilogramı başına 95g (yük-3) olarak hesaplandı. Wingate testi Monark
839 bisiklet ergometre ve 1/12 rezolüsyonlu elektronik pedal sayıcı ile gerçekleştirildi. Testler
en az bir gün ara ile yapıldı. Toplam 30 saniye süresince her 5 saniye için pedal sayıları
kaydedildi. Farklı yüklerle elde edilen güç çıktıları; Pik Güç (PG), Ortalama Güç (OG) ve
Yorgunluk İndeksi (Yİ) hesaplandı. Sonuçlar “Friedman varyans analizi ve “Wilcoxon Testi”
ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Yük ortalamaları, yük-1 için 5.2±0.5 kg, yük-2 için 6.6±0.7 kg, yük-3 için 5.7±0.6
kg bulundu, birbirleri arasındaki fark anlamlıydı (p<0.001). Wingate testinde yük-2 ve yük-3
kullanılarak elde edilen sırasıyla PG ve OG çıktıları, yük-1 ile bulunan PG ve OG çıktılarından
yüksekti (p<0.001). Yük-2 ile elde edilen Yİ, yük-3 kullanılarak elde edilen Yİ'den (p=0.035);
yük-3 ile elde edilen Yİ, yük-1 ile elde edilen Yİ'den (p=0.026) yüksek bulundu.
Sonuç: Wingate testinde yağsız vücut ağırlığına göre belirlenmiş yük-3, yük-1 yerine
kullanılabilir. Yağsız vücut ağırlığı ölçümü ucuz ve basit yöntemlerle yapılabilmektedir.
Wingate testinde vücut yağ yüzdesinden bağımsız yük tayini, kas kitlesi büyüklüğünü ön plana
çıkarmaktadır. En yüksek güç çıktılarını verebilecek, yağsız vücut ağırlığına göre belirlenmiş
farklı yükler araştırılıp kullanılabilir.
P-54
MELATONİNİN MİDE MUKOZASINDA YAŞLANMA ve P53 PROTEİNİ
ARASINDAKİ ETKİLEŞİMİ
1
K G. Akbulut, 1B. Gönül, 2H. Akbulut
1GÜTF Fizyoloji AD, AÜTF Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı; ANKARA,
[email protected]
Giriş ve Amaç: P53 proteini hücre yaşamını ve hücre siklus ilerlemesinin kontrolü ile ilgili
olarak genomun düzenini sürdüren bir faktördür Yaşlanma sürecinde güçlü bir radikal
süpürücü olarak fonksiyon gören melatonin azalır. Bu deneysel çalışmada sıçanlarda mide
mukozasında yaşla birlikte p53 pozitifliğindeki değişiklikleri ve melatoninin p53 pozitifliği
üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metod: Etik kurul onayını takiben genç (4 aylık n=20), orta yaşlı (14 aylık n=18)
ve yaşlı (20 aylık n=17) olmak üzere toplam 55 Wistar sıçan laboratuvar şartları altında 12 saat
aydınlık- karanlık siklusunda kontrol (%1 etanol-PBS sc saat 18.00`de 21 gün süre) ve
melatonin grubu (10mg\kg+etanol-PBS sc saat 18.00`de 21 gün süre) olarak 2 gruba ayrıldı.
Daha sonra sıçanlar feda edilerek midenin glandüler mukozalarında panp53 ELISA ticari kiti
ile p53 pozitifliği çalışıldı.
Bulgular: Her üç yaş grubunda da sıçanların kontrol grupları arasında mide P53 protein
pozitifliği birbirinden farksızdı (p >0.05). Melatonin uygulaması genç sıçanlarda kontrol
grubu ile karşılaştırıldığında; mide mukozası p53 protein pozitifliğini arttırırken; orta yaşlı
sıçanlarda etkisiz, çok yaşlı sıçanlarda ise mide mukozası p53 değerinde azalma olmakla
birlikte bu artış ve azalma istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı ( p> 0.05).
Sonuç: Sonuç olarak yaşlanma ile mide mukozasında P53 pozitifliği yaşa bağlı artış
göstermekle birlikte bu artış anlamlı bulunmamıştır. Melatonin uygulaması ise P53 protein
pozitif yüzdesini yaşa bağlı olarak değiştirmektedir. Denek sayısı arttırıldığında sonuçlar daha
anlamlı olarak izlenecektir.
P-55
NORMAL VE DİYABETİK SIÇANLARA LEPTİN UYGULANMASININ TESTİS
ÜZERİNE ETKİSİ VE NİTRİK OKSİT (NO) İLE OLAN İLİŞKİSİ
A. Kapucu1, S. Üstünova1, A. Kandil1, E. Gürel1, H. Balcı2, K. Akgün-Dar1
1
2
Istanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Zooloji ABD
Istanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fikret Biyal Merkez Araştırma
Laboratuvarı
Giriş ve Amaç: NO ile leptin arasındaki bağlantı ile ilgili çok sayıda çalışma yapılmasına
rağmen, testis dokusu ile ilgili çalışmaya rastlanmamıştır. Çalışmamızda, diyabetik sıçanların
testis dokusunda, nitrik oksit sentaz (NOS) dağılımının belirlenmesi ve NO ile leptin
arasındaki ilişkinin açıklığa kavuşturulması hedeflenmiştir. Ayrıca, diyabette azalan leptinin
dışarıdan uygulanmasıyla dokudaki değişikliklere etkisinin olup olamayacağının gösterilmesi
amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada, 60 adet erkek Wistar albino sıçan kullanılmıştır. Hayvanlar,
herbiri 6 bireyden oluşan on gruba ayrıldı. Diyabet, tek doz 65 mg/kg STZ uygulanarak
oluşturuldu. FTS, leptin (0.5 µg/kg), L-NAME (30 mg /kg), DEX (3 mg/kg) intraperitoneal
(i.p.) olarak kontrol gruplarına 7 gün uygulandı ve STZ+Leptin, STZ+L-NAME, STZ+DEX,
STZ+L-NAME+Leptin, STZ+DEX+Leptin aynı doz sürede deney gruplarına STZ
enjeksiyonundan 3 hafta sonra uygulandı.
Bulgular: Deney gruplarındaki hayvanların testislerinde bağ dokusunda parçalanmalar
olduğu ve boyanma özelliğinin değiştiği, seminifer tübülün bütünlüğünün bozulduğu,
germinatif epitelin bağ dokudan ayrıldığı, tübüllerde invaginasyonların, primer
spermatositlerden itibaren hücreler arasında boşlukların, tübül lümeninde hiyalinizasyonun
olduğu ayrıca, kuyruksuz ve yuvarlak başlı, anormal morfoloji gösteren spermatidler
belirlendi. L-NAME uygulanan hayvanlarda NOS aktivitesi düşürülerek, testiste NO
düzeyinin de azalması ile germ hücrelerindeki hasarın önlendiği görülmüştür. Ayrıca, DEX,
STZ+DEX ve STZ+DEX+Leptin gruplarında NOS reaksiyonları görülmesi, ilginç bir
sonuçtur. STZ, Leptin, DEX, STZ+Leptin, STZ+DEX, STZ+L-NAME ve STZ+DEX+Leptin
gruplarında farklı dağılım ve yoğunluklarda spermatogonyum ve spermatositlerde her üç tip
NOS reaksiyonları görülmüştür.
Sonuç: Diyabetle birlikte artan NO'e bağlı testis dokusunda gözlenen hasarın leptin
uygulanmasıyla kısmen önlenebildiği ve bu etkisini nNOS'u uyararak başardığı belirlenmiştir.
Aynı zamanda STZ'nin de etkisiyle NO anlatımı artmaktadır. Bizim çalışmamızda da, her üç
tip NOS reaksiyonlarının STZ, Leptin, DEX, STZ+Leptin, STZ+DEX, STZ+L-NAME ve
STZ+DEX+Leptin gruplarında farklı dağılım ve yoğunluklarda spermatogonyum ve
spermatositlerde görülmesinin nedeni beyinde; STZ'nin de etkisiyle insüline ve leptine karşı
direnç oluşmasına bağlı olabilir. Ayrıca, DEX uygulanan gruplarda reaksiyon olmasının diğer
bir nedeni de glukokortikoid olması olabilir. NOS'un bütün izoformlarının
spermatogonyumlarda tespit edilmesi, NOS'un tüm germ hücrelerinde üretildiğinin bir
göstergesi olabilir.
P-56
APA BARAJ GÖLÜ'NDEKİ Cyprinus carpio (SAZAN)'NUN KAS DOKUSU YAĞ
ASİDİ KOMPOZİSYONU VE KOLESTEROL SEVİYESİNE ÜREME DÖNEMİNİN
ETKİSİ
S. Bulut1, R. Mert, M. Cemek2, K. Solak3 ve C. Çevik4
1
Afyon Kocatepe Üniv., Fen Edebiyat Fak., Biyoloji Böl., H. Fizyolojisi Bilim Dalı,
AFYONKARAHİSAR,
2
Afyon Kocatepe Üniv., Fen Edebiyat Fak., Kimya Bölümü, AFYONKARAHİSAR
3
Gazi Üniversitesi, Eğitim Fak., Biyoloji AD, ANKARA
4
Gazi Üniversitesi, Tıp Fak., Biyokimya AD, ANKARA;
[email protected]
Giriş: Bu çalışmada, Apa Baraj Gölü'nde yaşayan Cyprinus carpio (Sazan)'nun üreme dönemi
ve sonrası kaslarındaki yağ asidi kompozisyonu ve kolesterol seviyelerindeki değişimler
araştırılmıştır. İnsanların beslenmesi açısından balıkların protein ve yağları önemli bir yer
tutmaktadır. Besin zincirinin ilk halkasını oluşturan planktonik organizmalar tarafından
sentezlenen PUFA balık etinde diğer yağ asitlerine göre daha fazla bulunmaktadır. Böylece
balık eti tüketimi başta kardiyovasküler olmak üzere birçok hastalık riskini azaltmaktadır.
Materyal ve Metod: Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarında alınan balık
örneklerinin ağırlık, boy, yaş ve eşeyleri belirlendikten sonra baş ve dorsal yüzgeç arasındaki
kas dokusu alınarak homojenize edilmiştir. Daha sonra kloroform/metanol karışımı ile kastaki
yağlar çıkarılarak yağ asidi kompozisyonu (%) gaz kromatografisinde (HP 6890, FID
dedektör, 60 m supelco kapiler kolon ve mix. yağ asidi standartı kullanılarak), kolesterol
seviyesi (mg/100g) ise spektrofotometre'de saptanmıştır.
Bulgular: Yapılan çalışma sonucunda C. carpio'nun kas dokusu yağ asidi kompozisyonu ve
kolesterol seviyesi üreme periyodu boyunca değişiklikler göstermiştir (p<0.01 ve p<0.05).
Ortalama yağ asidi % oranları sırasıyla en düşük ve en yüksek; doymuş yağ asitleri (ΣSFA)
26,84 Mayıs-35,67 Temmuz, tekli doymuş yağ asitleri (ΣMUFA) 35,68 Haziran-44,42
Temmuz, çoklu doymuş yaş asitleri (ΣPUFA) 7,24 Temmuz-19,61 Mayıs olarak bulunmuştur.
Kolesterol değerleri (mg/100g) ise en düşük Temmuz (51,15), en yüksek Eylül (68,30) ayında
saptanmıştır.
Üreme döneminin başında çoklu doymamışlar yüksek iken üreme dönemi bitiminde
düşmüştür. Eylül ayında ise tekrar artışa geçmiştir. Toplam doymuşlar ise çoklu
doymamışların tam tersine Temmuz'da artış göstermiştir. Tekli doymamış yağ asitleri de
özellikle üreme periyodunun sonunda temmuz ve eylül aylarında yüksek çıkmıştır.
Sonuç: Apa Baraj Gölü'ndeki Cyprinus carpio'nun yağ asidi kompozisyonu ile kolesterol
seviyesi belirlenmiş ve ekolojik faktörlere göre ortaya çıkan üreme periyodu boyunca
değiğimler gösterdiği saptanmıştır. Elde edilen sonuçlara göre su sıcaklığının yüksek olduğu
dönemlerde ve yumurta bırakma zamanında Sazan tüketimi yapılmamalıdır. İnsan sağlığı
açısından yararlı olan PUFA bu dönemde en aza düşmektedir. Ayrıca balığın bu dönemde çok
fazla enerji harcaması ve daha az beslenmesi nedeniyle et verimi düşmektedir.
P-57
SIÇAN BEYNİNDE HİPERBARİK OKSİJEN UYGULAMASI İLE ARTAN
OKSİDATİF STRES PARAMETRELERİNİN FİZYOLOJİK DÜZEYLERİNE
GERİLEME SÜRESİNİN İNCELENMESİ
T. Topal1, M. Özler1, H. Ay2, B. Uysal1, A. Korkmaz1, Ş. Öter1, H. Bilgiç1
1
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD
2
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi,
Deniz ve Sualtı Hekimliği AD ;ANKARA,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Klinik tedavideki önemi ve kullanımının yaygınlaşması nedeniyle birçok
araştırmacı hiperbarik oksijen (HBO) toksisitesi ile ilgilenmektedir. Yüksek kan akımı ve
oksijen tüketimi nedeniyle beyin dokusu HBO uygulamasından etkilenen başlıca
organlardandır. Öyle ki, oksijen toksisitesine bağlı olarak ortaya çıkan epileptik
nöbetlerden bu sırada artan nitrik oksit düzeylerinin sorumlu olduğu iddia edilmiştir.
Literatürde bu etkinin nedenini ortaya çıkarmaya yönelik çalışmalar bulunmakla birlikte,
ortaya çıkan kimyasal değişikliklerin ne kadar süre ile devam ettiği konusu henüz
araştırılmamıştır. Çalışmamız bu konunun aydınlatılmasına yönelmiştir.
Materyal ve Metod: 49 adet Sprague-Dawley erkek sıçan 5 gruba ayrıldı (Kontrol
grubunda 9, diğer tüm gruplarda 10'ar adet sıçan olmak üzere). Kontrol grubu haricindeki
tüm gruplara 120 dakika sürelik tek bir seansta ve 3 atmosfer basınçta saf oksijen
uygulandı. Çalışma grupları HBO uygulaması sonrası beyin dokusunun çıkarılmasına
kadar beklenen süreye göre belirlendi. Buna göre HBO sonrası 30, 60, 90 ve 120 dakika
beklenen deney grupları oluşturuldu. Çıkarılan beyin dokusunun yalnızca korteks tabakası
ayrılarak malondialdehit (MDA)(Ohkawa ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı),
süperoksit dismutaz (SOD)(Sun Y. ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı), glutatyon
peroksidaz (GPx)(Paglia ve Valentine'nin yöntemi kullanıldı) ve nitrit-nitrat
(NOx)(Moshage ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı) düzeyleri ölçüldü. İstatistiksel
değerlendirmede tüm gruplar arasındaki farklılığı ortaya koymada Kruskal-Wallis,
grupların ikişerli karşılaştırılmasında ise Mann-Whitney-U testi kullanıldı.
Bulgular: MDA, SOD, GPx değerleri HBO uygulaması sonrasının 30 ve 60.dakikalarında,
NOx düzeyleri ise yalnızca 30.dakikada kontrol grubuna göre anlamlı şekilde artmış
bulundu. Her bir parametre için takip eden zaman dilimlerinde istatistiksel anlam
kalmadığı gibi veriler kontrol grubundaki fizyolojik düzeyler seviyesine kadar gerilemiş
bulundu.
Sonuç: Beyin dokusunun HBO uygulamasından ciddi ölçüde etkilendiği ve buna oksidatif
stres ile yanıt verdiği tartışmasızdır. Bununla birlikte ortaya çıkan kimyasal parametre
değişikliklerinin HBO'e maruz kalmayı takiben 1 saatlik bir süre ile sınırlı kaldığı
izlenmiştir. İleri araştırmalarda bu süre zarfında ortaya çıkabilecek ilave moleküler
etkileşimlerin aydınlatılması önemli görülmektedir.
P-58
MEME KANSERLİ HASTALARDA MDR1 C3435T POLİMORFİZMİ
S. Turgut1, A. Yaren2, R. Kurşunluoğlu1, G. Turgut1
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD ve 2Tıbbi Onkoloji BD; DENİZLİ,
[email protected]
Giriş ve Amaç: İnsan multidrug rezistans geni (MDR1) adenozin trifosfat bağlayıcı protein
ailesinin bir ürünü olan P-glikoproteini (Pgp) kodlar. Pgp hücreden dışarıya akışı sağlamada
enerji bağımlı bir pompa olarak fonksiyon görür. Pgp toksik maddelere karşı hücreyi koruyucu
rolü vardır. MDR1 geninin Pgp fonksiyonunu etkileyen 29 tane tek nükleotid polimorfizmi
olmasına rağmen fonksiyonel olarak en etkili değişikliklere yol açan C3435T polimorfizmidir.
Araştırmamızda meme kanserli hastalarda MDR1 C3435T polimorfizmini saptamayı
amaçladık.
Materyal ve Metod: Meme kanseri teşhisi konmuş 57 kadın ile 50 sağlıklı kadından alınan
kan örneklerinden fenol/kloroform yöntemi ile DNA izole edildi. Elde edilen DNA'lardan
özgün primerler kullanılarak polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile uygun bölge çoğaltıldı.
PCR ürünleri %2'lik agaroz jel elektroforez tekniğiyle tespit edildikten sonra alel spesifik
restriksiyon enzimiyle (Mbo1) kesildi. Enzim kesim ürünleri jel elektroforez tekniğiyle
değerlendirilerek C3435T genotiplenmesi yapıldı. İstatistiksel değerlendirme Ki-kare testiyle
değerlendirilmiştir.
Bulgular: Meme kanserli hastalarda CC, CT ve TT genotip sıklıkları sırasıyla %12.3, %57.9
ve %29.8 olarak saptanmıştır. Kontrol grubunun ise %36'sı CC, %46'sı CT ve %18'i TT olarak
bulunmuştur. Genotip dağılımı bu iki grup arasında anlamlı olarak farklıdır (x2 = 8,66, df = 2, P
= 0.013). Meme kanserli hastalarda ve kontrol grubunda sırasıyla C alel sıklığı %41.2 ile %59,
T alel sıklığı ise %58.8 ile %41 olarak bulunmuştur. MDR1 geni C3435T alel sıklığı bu iki grup
arasında anlamlı olarak farklıdır (x2 = 6,73, df = 1, P = 0.009).
Sonuç: TT mutant kişi ve T alel taşıyıcı olmanın meme kanseri gelişimi açısından bir risk
faktörü olabileceğini söyleyebiliriz.
P-59
VİTAMİN E' NİN HİPOTERMİK KOBAYLARDA SERUM LİPİT
PEROKSİDASYONU VE ANTİOKSİDAN ENZİM DÜZEYİ ÜZERİNE ETKİSİ
L. Aslan1, İ. Meral2
1Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji AD; VAN.
2
Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; VAN,
[email protected]
Amaç: Bu çalışmada oral vitamin E uygulamasının; deneysel olarak hipotermi oluşturulan
kobaylarda serum lipit peroksidasyonu ve antioksidan enzim düzeyleri üzerine etkileri
araştırıldı.
Materyal ve Metod: Çalışmada 500-800 gr ağırlığında 30 adet sağlıklı erkek kobay (guinea
pig) kullanıldı. Bir haftalık adaptasyon süresinden sonra, kobaylar her bir grupta 10 adet
olacak şekilde kontrol (K), hipotermik (H) ve vitamin E uygulanan hipotermik (Vit E+H)
olmak üzere 3 deneme grubuna ayrıldı. Analizler yapılmadan önce Vit E+H grubundaki
kobaylara oral olarak 4 gün boyunca 460 mg/kg vitamin E verildi. Diğer iki gruba (K ve H)
vitamin E verilmedi. Son vitamin E uygulamasından 24 saat sonra H ve Vit E+H gruplarında
yer alan kobaylar herhangi bir anestezik veya tarankilizan madde verilmeden, boyunlarının
üst kısmına kadar soğuk su (10-12 0C) içerisine sokuldular ve 5 dakika soğuk su içerisinde
tutuldular. Kontrol grubundaki kobaylar ise aynı yöntemle vücut ısısındaki (37 0C) su
içerisinde 5 dakika tutuldular. Su içerisinden çıkarılan kobayların rektal vücut ısıları
termometre ile ölçüldü. malondialdehit (MDA) süperoksit dismutaz (SOD), glutatyon
peroksidaz (GSH-Px) ve redükte glutatyon (GSH) tayini için eter ile anestezi edilen
hayvanların kalbinden biri EDTA'lı olmak üzere iki plastik tüpe kan örnekleri alındı.
Bulgular: Hipotermi oluşturulan grupta vücut ısısı önemli oranda azaldı. Ayrıca bu gruptaki
kobaylarda MDA değerinin önemli ölçüde arttığı, SOD değerinin değişmediği, GSH ve GSHPx değerlerinin ise önemli ölçüde azaldığı görüldü. Vitamin E uygulanmış hipotermik grupta
bulunan kobaylarda vücut ısısı önemli derecede düşmesine rağmen, hipotermi grubunda
gözlenen bulgulara bu grupta rastlanmadı.
Sonuç: Vitamin E'nin hipoterminin oluşturduğu lipit peroksidasyonunu önlediği ve ayrıca
antioksidan savunma sistemini güçlendirdiği sonucuna varıldı.
P-60
YUMURTACI TAVUKLARDA ORGANİK VE İNORGANİK Zn, Cu ve Mn'in
OKSİDAN-ANTİOKSİDAN DENGE ÜZERİNE ETKİSİ
A. Bülbül, T. Bülbül, S. Küçükersan, M. Şireli, A. Eryavuz
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Veteriner fakültesi, Fizyoloji AD; AFYONKARAHİSAR.;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Bu araştırma, yumurta tavuğu rasyonlarına organik ve inorganik çinko, bakır
ve manganez katılmasının plazma malondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO), glutasyon (GSH)
ve antioksidan aktivite (AOA) üzerine etkisini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmada toplam 60 haftalık 280 beyaz yumurta tavuğu (Lohmann
LSL) kullanılmıştır. Araştırmada her biri 40 tavuktan oluşan biri kontrol ve altı deneme grubu
olmak üzere yedi grup halinde yürütülmüştür. Her grup 10 tavuk içeren 4 tekrar grubuna
ayrılmıştır. Kontrol ve deneme grupları rasyonları ortalama % 17 ham protein ve 2750 kcal/kg
metabolize olabilir enerji içerecek şekilde düzenlenmiştir. Deneme gruplarından inorganik
mineraller ilave edilenlere bu minerallerin oksit formları olan ZnO 50 mg/kg, CuO 200 mg/kg
ve MnO 30 mg/kg, organik ilave edilenlere ise proteinat formları olan Zn proteinat 10 mg/kg,
Cu proteinat 50 mg/kg ve Mn proteinat 5 mg/kg olarak eklenmiştir.
Bulgular: Araştırma sonunda organik ve inorganik Zn'nun plazma MDA düzeyini azalttığı
GSH artırdığı, AOA ise değiştirmediği; CuO'in MDA düzeyini düşürürken NO, GSH ve AOA
değiştirmediği; Cu proteinatın MDA düzeyini artırırken GSH ve AOA azalttığı NO
etkilemediği; MnO ve Mn proteinatın plazma MDA düzeyini azaltırken NO, GSH ve AOA
düzeylerini değiştirmediği belirlendi.
Sonuç: Organik ve inorganik Zn ve Mn'in yumurtacı tavuklarda oksidatif stresi baskılarken
özellikle organik bakırın artırdığı belirlenmiştir.
P-61
OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUĞU BULUNAN HASTALARDA
SPEKTROFOTOMETRİK YÖNTEM İLE MALONDİALDEHİT VE KATALAZ
DÜZEYLERİNİN BELİRLENMESİ
E. Özdemir, S. Küçükosman, S. Çetinkaya, E. E. Erşan, S. Erşan.
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; SİVAS
[email protected]
Giriş ve Amaç: Aktif oksijen türlerinin ve serbest radikallerin çeşitli hastalıkların gelişiminde
rol aldığı bilinmektedir. Hidrojen peroksit, kendisi bir serbest radikal olmamasına rağmen
oldukça reaktif ve toksik olan hidroksil radikalinin oluşumuna neden olur. Katalaz H2O2'in
detoksikasyonunu sağlayan en önemli enzimdir. Malondialdehit (MDA) ise lipit
peroksidasyonunun en son ürünüdür. Literatürde bir çok hastalığın oluşumu ve gelişiminde
etkinliği olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada eritrositlerdeki katalaz aktivitesi ve MDA
seviyeleri incelenerek obsesif-kompulsif bozukluk ile ilişkileri incelenmeye çalışılmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada 14 obsesif-kompulsif teşhisi almış hasta grubu ile yaş ve
cinsiyet açısından benzer 14 sağlıklı kontrol grubu bulunmaktaydı. Hasta grubunu
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi psikiyatri polikliniğine başvuran DSM IV'e göre
obsesifkompulsif bozukluk (OKB) tanısı alanlar oluşturdu. Çalışma gruplarına kan örnekleri
alınmadan önceki 1 aylık sürede herhangi bir ilaç kullananlar, rutin biyokimya sonuçlarında
anormallik saptananlar ve başka bir ruhsal hastalığı bulunanlar kabul edilmedi. OKB'lu
hastalardan heparinli ve jelli 10 cc kan alındı. Bu ölçümlerde shimatzu marka 2400 model
spektrofotometre (UV-VIS) cihazı kullanıldı. Verilerin istatistiksel analizi SPSS (Ver 10.0 )
paket programı ile yapıldı.
Bulgular: Veriler istatiksel olarak değerlendirildiğinde hasta grubunun MDA düzeyleri
kontrol grubuna göre daha yüksekti. Hasta ve kontrol gruplarının MDA düzeyleri arasındaki
fark istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.05). Hasta grubunun katalaz düzeyleri kontrol
grubu ile karşılaştırıldığında kontrol grubuna göre daha düşük olduğu saptandı. Hasta ve
kontrol grupları katalaz düzeyleri açısından karşılaştırıldığında gruplar arasındaki fark
istatiksel olarak anlamlıydı (p:0,00;p<0,05).
Sonuç: Elde edilen bulgular ile hasta grubunda antioksidan kapasitenin azaldığı açıkça
görülmektedir. Artmış olan MDA düzeyleri ve azalmış katalaz aktivitesi obsesif-kompulsif
bozukluğun gelişimi ile ilgili olabilir.
P-62
PTZ İNJEKSİYONLARI İLE OLUŞTURULAN AKUT EPİLEPTİK NÖBETLERİN
OKSİDAN VE ANTİOKSİDAN ENZİM DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ
G. İlbay, D. Şahin, M. Dillioğlugil1, H. Maral1, C.G. Demir1, G. Gürol, N. Ateş
Kocaeli Üni., Tıp Fak., Fizyoloji AD, Biyokimya AD; KOCAELİ;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Epilepsi, populasyonda gözlenen en yaygın nörolojik hastalıklardan biridir.
Eksitatör aminoasitlerin artmış aktivitesi epilepsi patogenezinde rol oynayan en önemli
faktörlerdendir. Mitokondrial oksidatif stresin de epileptik nöbetlerle ilişkili olabileceği ileri
sürülmektedir. Eksitatör aminoasit reseptörlerinin aktivasyonu serbest oksijen radikallerinin
oluşumunu tetikleyebilir. Serbest oksijen radikalleri nöbet aktivitesinde uzamaya ya da uzun
süreli nöbetlerde nöronal ölüme yol açabilir. Nöbet süresi ve şiddetinin hasar miktarını
belirlemesinin yanı sıra, farklı beyin bölgeleri değişik derecelerde nöbet aktivitesinden
etkilenebilmektedir. Bu nedenlerle bu çalışmada akut epileptik nöbet sonrası farklı beyin
bölgelerindeki oksidan ve antioksidan enzim düzeylerinin araştırılması planlanmıştır.
Materyal ve Metod: Deney grubundaki (n=10) Wistar sıçanlara 60 mg/kg Pentilenetetrazol
(PTZ) i.p olarak bir kez uygulanmış ve jeneralize tonik-klonik nöbet aktivitesi
oluşturulmuştur. Nöbeti takiben 24 saat sonra beyinler biyokimyasal analiz için çıkartılmıştır.
Korteks, diensefalon+bazal ganlionlar ve serebellumda, malondialdehit (MDA), süperoksit
dismutaz (SOD) ve glutatyon (GSH) seviyeleri araştırılmıştır. Kontrol grubundaki sıçanlara
(n=10) ise PTZ injeksiyonları yerine sadece %0.9'luk tuzlu su injeksiyonları yapılmıştır.
Takiben nöbet grubunda olduğu gibi 24 saat sonra beyin bölgeleri çıkartılmış ve biyokimyasal
analizler yapılmıştır. Deney ve kontrol grubundaki veriler ortalama ± standart hata olarak ifade
edilip, bağımsız örneklerde t-testi kullanılarak istatistiksel olarak analiz edilmiştir.
Sonuç: Sonuçlarımız jeneralize tonik-klonik epileptik aktivite sonucu korteks,
diensefalon+bazal ganglionlar ve serebellar yapılardaki MDA seviyelerinin kontrol grubuna
göre sırasıyla %58, %39 ve %35 oranında arttığını, GSH, SOD konsantrasyonlarında ise
değişiklik olmadığını göstermektedir (p<0.04). Tek doz PTZ ile oluşturulan epileptik nöbetler
her üç beyin bölgesinde lipid peroksidasyononun bir göstergesi olan MDA seviyelerini benzer
şekilde arttırmıştır. Bulgularımız nöbet aktivitesi ile oluşan oksidatif stresin beyin dokularında
yaygın hasar oluşturabileceğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.
P-63
TEKRARLAYAN EPİLEPTİK NÖBETLERİN OKSİDAN VE ANTİOKSİDAN ENZİM
DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ
D. Şahin, G. İlbay, M. Dillioğlugil1, H. Maral 1, G. Gürol, N. Ateş
Kocaeli Üni., Tıp Fak., Fizyoloji AD; 1Biyokimya AD; KOCAELİ;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Serebral iskemi yaratan çoğu durumda olduğu gibi epileptik nöbet sırasında
beyinde yapısal, metabolik ve dolaşımsal değişiklikler oluşmaktadır. Kimyasal ajanlarla
oluşturulan nöbetler, serebral kan akımı, glikoz ve oksijen kullanım hızında dramatik artışlar
oluşturmaktadır. Epileptik nöbetler keza yoğun araşidonik asit salınımına yol açar ve
araşidonik asidin lipooksijenaz ile metabolizması sonucu serbest oksijen radikallerinin
oluştuğu bilinmektedir. Bu çalışmada ise kronik epileptik nöbetlere maruz kalan sıçanlarda
farklı beyin bölgelerinde oksidan ve antioksidan enzim düzeylerinin araştırılması
planlanmıştır.
Materyal ve Metod: Deney grubundaki Wistar sıçanlara 60 mg/kg Pentilenetetrazol (PTZ) i.p
olarak günaşırı altı kez uygulanmış ve tekrarlayan jeneralize nöbet aktivitesi oluşturulmuştur.
Son injeksiyondan 24 saat sonra beyinler çıkartılarak korteks, diensefalon+bazal ganglionlar
ve serebellumda malondialdehit (MDA), süperoksit dismutaz (SOD) ve glutatyon (GSH)
seviyeleri araştırılmıştır. Kontrol grubundaki sıçanlarda ise tekrarlayan %0.9'luk tuzlu su
injeksiyonları yapılmıştır.
Bulgular: Sonuçlarımız kronik epileptik aktivite sonucu kontrol grubuna göre yalnızca
korteks bölgesinde MDA seviyesinde %55 bir artış olurken (p<0.03), SOD
konsantrasyonunun değişmediğini göstermektedir. Diğer beyin bölgelerinde MDA ve SOD
konsantrasyonlarında değişiklik saptanmamıştır. GSH düzeyleri ise korteksde % 46 ve
diensefalon+bazal ganglion bölgelerde %56 oranında azalmıştır (p<0.03).
Sonuç: Sonuçlarımızın ortaya koyduğu GSH konsantrasyonundaki azalmaya göre kortikal ve
bazal ganglion+diensefalik yapıların doğal savunma sistemlerinin kronik nöbet aktivitesinden
etkilendiği ileri sürülebilir.
P-64
HİPERBARİK OKSİJEN UYGULAMASININ TORBA KANI OKSİDANANTİOKSİDAN PARAMETRELERİ ÜZERİNE ETKİSİ
H. Ay1, O. Bedir2, T. Topal3, B. Uysal3, M. Özler3, Ş. Öter3, A. Korkmaz3, K. Dündar1
1Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Deniz ve Sualtı Hekimliği AD
2
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Kan Bankası
3
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD;ANKARA,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Depo kanlarının ömürlerini ve/veya kalitesini artırmak amacıyla yıllar boyu
bir çok araştırma yapılmıştır. Kan torbalarının nefes alma özelliğinin olması, depo kanlarına
yapılacak hiperbarik oksijen (HBO) uygulamasının bekleyen kandaki çeşitli parametreler
üzerine etkisini araştırmayı mümkün kılmaktadır. Bu maksatla çalışmamızda HBO'un torba
kanı oksidan-antioksidan parametreleri üzerine etkisi araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda 8 sağlıklı yetişkin gönüllüden (32-40 yaş; erkek) ikişer
pediatrik kan torbasına alınan 150'şer ml'lik kan örnekleri kullanıldı. Aynı kişilerin kanı hem
kontrol, hem de deney (HBO) grubunu oluşturdu. HBO, kanın alınmasını takip eden gün
başlamak üzere, 2 günde bir 2.5 atmosfer basınç altında ve 1.5 saat süreyle toplam 10 seans
uygulandı. Torbalardan her hafta alınan kan örneklerinde: malondialdehit (MDA), süperoksit
dismutaz (SOD), glutatyon peroksidaz (GPx) ölçümleri yapıldı. Kullanılan torbaların raf ömrü
3 hafta olduğu için çalışma 21.günde sonlandırıldı.
Bulgular: Değerlendirme için ölçülen parametrelerin 3'er haftalık değişim eğrileri çizilerek
Wilcoxon testi uygulandı. 21 süreyle alınan örneklerde oksidan ve antioksidan parametreler
yönüyle anlamlı bir değişim gözlenmedi.
Sonuç: HBO'nun kan parametreleri üzerine etkisi konusunda yapılan önceki çalışmada, HBO
uygulamasının kanın pH değerinin ve eritrosit stabilitesinin korunması yoluyla kalitesine
olumlu yönde katkı sağladığı ortaya konmuştu. Bu açıdan değerlendirildiğinde HBO'nun depo
kanında ilave bir oksidan stres oluşturmaması varılan bu sonuçtan pratik olarak yararlanmayı
destekleyebilecek özelliktedir. Bununla birlikte, HBO'nun torba kanının kalitesini artırmada
oksidan/antioksidan sistem üzerinden bir etki oluşturmadığı da söylenebilir.
P-65
YÜKSEK DOZDA GLİKOKORTİKOİT UYGULANAN SIÇANLARIN
AKCİĞERLERİNDE OLUŞAN OKSİDATİF HASARA KARŞI E VİTAMİNİ VE
SELENYUM'UN ETKİSİ
Beytut E.1, Aksakal M.2, Kamiloğlu N.N.1, Demirci N.1
1Kafkas Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, KARS
2Fırat Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, ELAZIĞ,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Çalışmamızda, yüksek dozda prednisolon uygulanan ratların akciğer
antioksidatif savunma sistemi ve tiyobarbiturik asit sustrat (TBARS) düzeyleri üzerine E
vitamin ve Se ilavesinin etkileri araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: Ratlar her grupta 50 adet olmak üzere 5 gruba ayrılmış ve normal diyetle
beslenmiştir. Ayrıca, 3., 4. ve 5. gruplara 30 gün süresince günlük olarak sırasıyla 20 mg/kg c.a.
E vitamini, 0.3 mg Se ve bunların kombinasyonları verilmiştir. Bu uygulamadan sonraki 3 gün
kontrollere serum fizyolojik, diğer 4 gruba ise 100 mg/kg c.a. prednisolon intramuskular
uygulanmıştır. Prednisolon uygulamasını takiben her gruptan 10 adet olacak şekilde ratlar 4.,
8., 12., 24. ve 48. saatlerde öldürülerek akciğerlerindeki glutatyon peroksidaz (GSH-Px),
katalaz (CAT) aktiviteleri, glutatyon (GSH) ve TBARS düzeyleri belirlenmiştir.
Bulgular ve Tartışma: Prednisolon uygulanan grubun GSH-Px, CAT aktiviteleri ve GSH
düzeyleri 4. saatte azalmaya başlayarak 24. saatte kontrol düzeylerinin sırasıyla % 48 ve %
65'ine kadar düşmüş; 48. saatte ise tekrar kontrol düzeylerine doğru artış göstermiştir. Oysa
prednisolon uygulaması akciğer TBARS düzeylerini 24. saatte kontrollerin 2 katına
ulaştırmıştır. E vitamini ve Se ilavesinin ise akciğerdeki TBARS artışını; GSH düzeyleri ile
antioksidatif enzimlerdeki azalışı önlediği gözlenmiştir. Bu nedenle çalışmamızda,
prednisolon uygulamasından kaynaklanan TBARS artışının azalışında E vitamini ve Se'un
önleyici bir role sahip olabileceği sonucuna varılmıştır.
P-66
KÜKÜRTDİOKSİT (SO2)'İN VE YAŞLILIĞIN HİPOKAMPUS ANTİOKSİDAN
ENZİM SİSTEMİ ÜZERİNE ETKİSİ
P.Yargıçoğlu, E.Şahin, S.Gümüşlü, A.Ağar
Akdeniz Üni., Tıp Fakültesi, Biyofizik, Biyokimya, Fizyoloji AD; ANTALYA;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Yaşlanma, yapısal ve fizyolojik bir takım değişikliklerle karakterize doğal bir
olaydır. Yaşlılıkla ilgili çok sayıda çalışma yapılmasına rağmen, mekanizması henüz tam
olarak aydınlatılamamıştır. Ancak bu konuda yapılan araştırmaların birçoğu, yaşlanmanın
oksidatif hasar sonucu geliştiğini ileri sürmektedirler. Bu nedenle planlanan çalışmamızda,
yaşlılığın ve SO2'nin hipokampus antioksidan enzim sistemi üzerindeki etkileri belirlenerek,
mekanizmasına ışık tutulacaktır.
Materyal ve Metod: Bu çalışmamızda, 60 adet swiss albino erkek sıçan yaşlarına göre; genç
(3 aylık), orta yaşlı (12 aylık) ve yaşlı (24 aylık) olacak şekilde 3 eşit gruba bölünmüştür. Her
grup ise, her birinde 10'ar hayvan olmak üzere iki alt gruba bölünerek genç kontrol (GK), orta
yaşlı kontrol (OYK), yaşlı kontrol (YK), SO2 alan genç grup (GSO2), SO2 alan orta yaşlı grup
(OYSO2), SO2 alan yaşlı grup (YSO2) olarak 6 grup oluşturulmuştur. Kontrol gruplarına özel
bir düzenekte, 6 hafta boyunca günde 1 saat filtre edilmiş atmosfer havası verilirken, deney
gruplarına aynı süre ve zamanda 10 ppm dozunda SO2 içeren hava solutulmuştur. Deneysel
sürenin sonunda biyokimyasal parametrelerin ölçümü için hayvanların hipokampusu
alınmıştır. Hipokampusta bakır-çinko süperoksit dismutaz (Cu-Zn SOD), glutatyon
peroksidaz (GSH-Px), katalaz (CAT) enzim aktiviteleri ve thiobarbitürik asit reaktif ürünleri
(TBARS) ölçülmüştür.
Bulgular: Cu-Zn SOD ve GSH-Px aktiviteleri yaşa bağlı olarak azalırken, CAT aktivitesinde
herhangi bir değişiklik gözlenmemiştir. SO2'nin ise GK, OYK ve YK gruplarında kontrol
gruplarına göre Cu-Zn SOD'u artırırken, GSH-Px aktivitesini azalttığı saptanmıştır. CAT
aktivitesinde ise herhangi bir değişiklik izlenmemiştir. SO2'nin ve yaşlılığın lipid
peroksidasyonu arttırdığı tespit edilmiştir
Sonuç: Çalışmamızda antioksidan enzimlerin değişimiyle birlikte TBARS değerlerinin
önemli düzeyde artması, yaşlılığın ve SO2'nin etkilerinde lipid peroksidasyonun önemli
rolünün olduğunu işaret etmiştir.
P-67
ERİTROSİT ANTİOKSİDAN SAVUNMA SİSTEMİ İLE
SİRKADİYEN RİTM DEĞİŞİKLİKLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ
M.B. Yerer1, S. Aydoğan1, R. Saraymen2
1
2
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, 38039, Kayseri
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyokimya Anabilim Dalı, 38039, Kayseri
[email protected]
Giriş ve Amaç: Biyolojik ritmin düzenlenmesinde görevli başlıca hormon olan Melatonin'in
etkili bir antioksidan olduğu ve farmakolojik dozlarının çeşitli patolojik durumlarda eritrosit
antioksidan savunma sisteminde koruyucu etkiler gösterdiği ileri sürülmüştür. Bu çalışmada
ise sirkadyen ritim değişikliklerine bağlı olarak fizyolojik melatonin düzeylerindeki
değişikliklerin bu savunma sistemleri üzerinde etkisi olup olmadığı araştırıldı.
Materyal ve Metod: 200-250 gr ağırlığında 50 adet Sprague Dawley erkek sıçanlara 5 grup
halinde farklı sirkadiyen ritimler uygulandı. Kontrol grubuna 12/12 saat (s) aydınlık-karanlık
(A/K) uygulanırken, diğer gruplara bir hafta süreyle ışık ve havalandırması ayarlanabilen özel
kafeslerde sırasıyla 24/0s, 0/24s, 16/8s and 8/16s A/K siklusu uygulandı. Plazma melatonin
düzeyleri ELISA kiti (IBL) ile, Glutatyon Peroksidaz (GSH-Px) ve Katalaz (CAT) enzim
aktiviteleri ile Malondialdehyde (MDA) düzeyleri, spektrofotometrik yöntemlerle ölçüldü.
Bulgular: GSH-Px aktivitesi 24/0s A/K grubunda anlamlı derecede yüksek bulunurken.
(p<0.05) 0/24 s A/K uygulanan grupta önemli bir değişiklik olmamıştır. Ancak CAT aktivitesi
özellikle de melatonin düzeylerinin en yüksek olduğu grup olan 0/24s A/K grubunda anlamlı
derecede yüksek bulunmuştur (p<0.05). MDA düzeyleri 24/0 s A/K grubunda kontrol grubuna
göre anlamlı ölçüde azalırken (p<0.05), 0/24 s A/K siklusu uygulanan grupta önemli bir
değişiklik olmamıştır. Plazma melatonin düzeyleri de maruz kalınan ışık miktarına bağlı
olarak değişmiş ve sırf karanlık olan grupta istatistiksel olarak anlamlı bir artış göstermiştir
(p<0.001).
Sonuç ve Tartışma: Sonuç olarak, bir hafta süre ile ışığa maruz kalma sonucunda, GSH-Px
aktivitesinin artışı ile eritrosit membranında oksidatif stresin azaldığı ve bunun sonucunda da
bu grupta lipid peroksidasyon oranının düştüğünü söylemek mümkündür. CAT aktivitesi ise
karanlık uygulanan ve melatonin düzeyinin en yüksek olduğu grupta yüksek bulunmuştur.
Eritrosit antioksidan savunma sisteminde sirkadyen ritme bağlı olarak meydana gelen bu
değişiklikler, farklı aydınlık karanlık siklusuna maruz kalan popülasyonlarda eritrositlerdeki
oksidatif hasara bağlı hastalıkların görülme sıklığının artmasına neden olabilmesi açısından
dikkate alınması gereken önemli bir problemdir.
P-68
YAĞ VE ANKSİYETENİN SPASYAL ÖÐRENME ÜZERİNE ETKİLERİNİN
ARAŞTIRILMASI
A. Küçük, A. Gölgeli
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilimdalı, 38039, KAYSERİ
[email protected]
Giriþ ve Amaç: Strese maruz kalan organizmada birçok davranışsal değişiklikler görülür. Bu
değişiklikler anksiyetenin göstergesidir. Anksiyete bireyin günlük aktivitelerini
değiştirebileceği gibi sinir sisteminin yüksek fonksiyonlarından biri olan öğrenme ve hafızayı
da etkiler. Çalışmamızda anksiyetenin ve yaşlanmanın spasyal öğrenme üzerine etkisini
araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metod: 20 adet genç, 20 adet yaşlı sıçana, yükseltilmiş T-labirent düzeneği ve
kedi dışkısı uygulayarak anksiyete oluşturduk. Yükseltimiş T-labirent 2 açık, bir kapalı kolu
olan T şeklinde bir düzenektir. Hayvanı bu düzeneğin ilk olarak kapalı koluna daha sonra da
açık koluna bırakarak sakınma ve kaçma cevaplarını değerlendirdik. Daha sonra anksiyete
oluþturduğumuz hayvanlara Moris yüzme testini 5 gün boyunca günde 4 deneme olacak
şekilde uygulayarak öğrenme performanslarını değerlendirdik. Verilerimizi One-way
ANOVA ve repeated measures testlerini kullanarak değerlendirdik.
Bulgular: Platformu bulması için verilen iki dakikalık süre içinde genç grubun ilk uygulamadenemelerde platformu daha çabuk bulduğu, yaşlı olanların daha geç bulduğu görülmüştür.
Ancak uygulama ve deneme sayısı arttıkça yaşlı grubun da öğrenme performansı artmıştır.
Sonuç ve Tartışma: Deney ve kontrol grupları karşılaştırıldığında ise kontrol grubu
hayvanların platformu daha kısa sürede bulmuş olması, anksiyetenin spasyal öğrenmeyi hem
gençlerde hem de yaşlılarda etkilediğini gösterir. Yaşlı grubun retansiyon süresinin gençlere
göre uzun olması da yaşlanma ile kognitif fonksiyonlardaki bozulmayla birlikte hatırlamanın
zorlaşmasına bağlıdır. Moris yüzme testi uygulanan hayvanlarda öğrenme performansının
bozulması her zaman spasyal öğrenmenin bozulduğunu göstermez. Hayvanın bulunduğu
ortamdan rahatsız olması, korkması da öğrenme performansını etkiler. Bu nedenle
çalışmalarda gerek sensorimotor koordinasyon ve motor öğrenme testlerinin, gerekse korku
durumlarının Moris yüzme testi ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.
P-69
SIÇANDA STRESLE OLUŞTURULAN DEPRESYON MODELİNDE
FLUKOSETİNİN ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK VE LİMBİK SİSTEMDE BDNF
EKSPRESYONU ÜZERİNE ETKİLERİ
E. Yıldırım1,3, O. Gözen1,3, Ö. Donat Eker2, Y. H. Doğan1,3, E. O. Koylu1,3, Ç. Eker2, A. S.
Gönül2,3, Ş. Pöğün1,3
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji ve 2Psikiyatri Anabilim Dalları ve 3Beyin
Araştırma ve Uygulama Merkezi; İZMİR,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Beyin Kökenli Nörotrofik Faktör'ün (BDNF) depresyonla ilişkisi
bilinmektedir. Antidepresanların, sinaptik aralıkta monoamin konsantrasyonlarını
artırmalarının yanı sıra sıçan beyninde BDNF düzeylerini artırdığı da bilinmektedir.
Çalışmamızda fluoksetinin (FLX) kronik stresle oluşturulmuş depresyon modelindeki
etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda 16 adet erişkin erkek Sprague-Dawley cinsi sıçan
kullanılmıştır. Sıçanlar, stres uygulanmamış kontrol ve fluoksetin, stres uygulaması yapılmış
kontrol ve fluoksetin olarak 4 gruba ayrılmıştır. Her grupta 4 sıçan yer almıştır. Stres alan
gruplarda yer alan deney hayvanlarına 30 gün boyunca, her gün 60 dakika süreyle, cam
silindirler içinde immobilizasyon stresi uygulanmıştır. İlaç uygulamaları ise (5 mg/kg/gün
FLX ya da 1 ml/kg serum fizyolojik) stres uygulamasının 8. gününden itibaren başlayıp 23 gün
boyunca sürdürülmüştür. İlaç uygulamalarının son iki günü boyunca, stres uygulaması
durdurulmuş ve sıçanlar Porsolt Zorlu Yüzme Testi'ne (ZYT) tabi tutulmuşlardır. Amigdala ve
prefrontal kortekste BDNF ekspresyonu ile immünohistokimyasal olarak değerlendirilmiştir.
Elde edilen veriler, multifaktöriyel ANOVA ve t-testleri ile değerlendirilmiştir.
Bulgular: ZYT sonucunda, beklendiği gibi, FLX donma sürelerini kısaltmış ve yüzme
sürelerini artırmıştır. Serum fizyolojik uygulanan sıçanlarda stres, incelenen her iki beyin
bölgesinde de BDNF ekspresyonunu artırmıştır (p<0.05). FLX ise stres uygulanmamış
sıçanlarda BDNF ekspresyonunu artırırken, stres uygulanan hayvanlarda yükselen BDNF
düzeylerini azaltmıştır.
Sonuç: Özetle, sonuçlarımız FLX'in kronik stres uygulamasıyla oluşturulan depresyon
modelinde davranışsal çaresizlikten koruyucu etki göstermiştir. Ancak, FLX'in depresyondaki
klinik etkinliği BDNF'ten bağımsız olarak ortaya çıkıyor olabilir.
Çalışmamız Ege Üniversitesi Araştırma Fonu'nda desteklenmektedir. 2002/TIP/019
P-70
DENEYSEL ŞİZOFRENİ MODELİNDE, OMEGA-3 YAĞ ASİDİNİN SIÇAN
HİPOKAMPUSUNA ETKİSİ
1
H. Erdoğan, 2 B. Özyurt, 1 F. Ekici, 3 H. Özyurt, 3A. Akbaş
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji, 2Anatomi,
3
Biyokimya Anabilim Dalı, TOKAT,
[email protected]
Amaç: Şizofrenideki nöropatolojik değişikliklerin bir kısmı serbest radikallerdeki artmanın
sonucu olabileceği bildirilmektedir. Önceki deneyimleri hatırlayarak mevcut duruma uygun
davranış geliştirmemizi sağlayan hipokampusun, şizofrenide normalden küçük olduğu
saptanmıştır. Çalışmamızda; N-methyl-D-aspartate (NMDA) reseptör antagonisti MK-801
(dizocilpine maleate) ile oluşturulan deneysel psikoz modelinde, omega-3 yağ asidinin sıçan
hipokampus dokusu üzerine antioksidan etkisinin araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metod: Sağlıklı ve erişkin erkek Wistar Albino sıçanlar Kontrol (n=7), MK-801
(n=7), MK-801+Omega-3 (n=6) olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Kontrol grubu dışındaki diğer iki
gruba deneysel psikoz oluşturmak üzere MK-801 5 gün 0,5 mg/kg i.p. verildi. Kontol grubuna
ise aynı miktarda % 0.9 NaCl i.p. verildi. Üçüncü gruba 6 gün Omega-3 yağ asidi 800 mg/kg
dozunda verildi. Deney başlangıcının 7. gününde dekapite edilerek hipokampusları çıkarıldı.
Alınan video kayıtlarından sıçan davranışları değerlendirildi. Spektrofotometrik olarak SOD
ve GSH-Px enzim aktivitesi; protein karbonil (PC), tiyobarbitürik asit reaktanları (TBARS) ve
nitrik oksit (NO) düzeyleri ölçüldü. İstatiksel değerlendirmede grupların normal dağılım
göstermesinden dolayı parametrik testlerden One-way ANOVA ve gruplar arası
karşılaştırmada LSD testi kullanıldı, p<0,05 anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Omega-3 verilen grupta, hipokampus dokusu SOD aktivitesi Kontrol ve MK-801
grubuna göre anlamlı artmasına karşın, ilginç olarak, GSH-Px aktivitesi azaldı. PC ve TBARS
düzeyleri ise MK-801 grubunda arttı, MK-801+Omega-3 grubunda ise Kontrol grubu
düzeylerine indi. NO düzeyleri ise MK-801 ve MK-801+Omega-3 grubunda artmış bulundu.
Sonuç: Lipid peroksidasyonunda ve protein oksidasyonunda azalma, SOD aktivitesindeki
artma, oluşturulan deneysel psikoz modelinde hipokampusta omega-3 ile bir düzelme
olduğunu düşündürmektedir. Ancak mekanizma ve etkinin tam açığa çıkarılması için yeni
çalışmalara ihtiyaç vardır.
P-71
İNBRED BALB/c FAREDE KETANSERİN İLE 5-HT2 ALMACI BLOKAJININ CANLI
KEDİ İLE GÜÇLENDİRİLEN YÜKSELTİLMİŞ ARTI DÜZENEKTEKİ AÇIK ALAN
KORKUSU ÜZERİNE ETKİSİ
K. Akıllıoğlu, S. Sultanova Kocahan, E. Melik, E. Babar
Çukurova Universitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji ABD. 01330, Balcalı, ADANA
[email protected]
Giriş ve Amaç: Beyinde serotoninin (5-HT) korku ve anksiyete ile ilişkili duygulanımın
modülasyonuna katıldığı bilinmektedir.Serotonin almaçlarının anksiyete ve korku üzerine
etkisi araştırmaların yoğun ilgi odağı olmaktadır. Çalışmamızın amacı 5-HT2 almaç
blokajının, farenin canlı kedi ile güçlendirilen açık alan korkusu üzerine etkisinin
değerlendirilmesidir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada yetişkin inbred BALB/c farelere periton içine kontrol
grubunda %10'luk DMSO (Di metil sülfo oksit) solüsyonu deney grubunda 5-HT2 almaç
blokajı için ketanserin (1 mg/kg) davranış testinden 30 dakika önce uygulanmıştır. Deneklerin
açık alan korkusu yükseltilmiş artı düzenekte (Elevated Plus Maze) değerlendirilmiştir.
%10'luk DMSO ve ketanserin uygulanan bir grup fare korkuyu güçlendirmek amacıyla
davranış testinden 24 saat önce canlı kediye 5 dakika süre ile maruz bırakılmıştır.
Bulgular: Canlı kediye maruz bırakılma %10'luk DMSO uygulanan farelerde yükseltilmiş
artı düzenekte açık alan korkusunda anlamlı artışa neden olmuştur (Açık kolda geçirilen
zaman kedisiz grupta 33 8 sn, kediye maruz bırakılan grupta 185 sn).Kedisiz grupta ketanserin
açık alan korkusunu artırmıştır ( Açık kol zamanı: kontrol grubunda 33 8, ketanserin grubunda
0 0 sn; Kapalı kol zamanı: kontrol grubunda 250 9 sn, ketanserin grubunda: 293 2.5
sn).Kedisiz grupta, ketanserin açık alan korkusunu değiştirmemiştir(Açık kol zamanı: kontrol
grubunda 18 5, ketanserin grubunda 22 8 sn, kapalı kol zamanı: kontrol grubu 271 5,
ketanserin grubu 260 9 sn)
Sonuç: Bulgularımıza göre Ketanserin ile oluşturulan 5-HT2 almaç blokajının özelikle açık
alan korkusu üzerine anksiojenik etkili olduğunu ileri sürebiliriz.
P-72
SIÇANLARDA ERKEN DÖNEM UZUN SÜRELİ KALORİ KISITLAMASININ
HİPPOKAMPUS HACMİNE ETKİLERİ VE ÖĞRENME PERFORMANSI İLE
İLİŞKİSİ
K. Serbest1, F.C. Sazak1, O. Karahasanoğlu1, Y. Karanfil1, S. Canan2
1
2
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem-II Öğrencisi
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı;ANKARA,
[email protected]
Giriş: Sunulan çalışmada, sütten yeni kesilmiş laboratuvar sıçanlarına uygulanan bir aylık
kalori kısıtlamasının (KK) hippokampus morfolojisine etkileri ve olası morfolojik
değişikliklerin, hayvanların öğrenme performanslarıyla karşılaştırılması amaçlanmaktadır.
Materyal ve Metod: Çalışmada 20 adet erkek Wistar cinsi erkek sıçan kullanıldı. Sıçanlar
kontrol ve kalori kısıtlaması (kk) olarak iki gruba ayrıldı. Kontrol grubu 1 aylıktan itibaren
serbest yemle beslenirken, KK grubu %40 kalori kısıtlamalı diyetle beslendi. Bir aylık
beslenme süresinin sonunda pasif sakınmanın öğrenilmesi paradigmasıyla öğrenme
perfomansı değerlendirilen hayvanların beyinleri öğrenme deneylerinin hemen ardından
intrakardiyak perfüzyon sonrası alınarak, sağ ve sol hippokampus hacimleri stereolojik bir
yöntem olan Cavalieri hacim hesaplama yöntemiyle değerlendirildi. Hippokampus
hacimlerinin sağ ve sol olarak gruplar arası karşılaştırıldığı çalışmada ayrıca hippokampusun
morfolojik değişiklikleri, öğrenme performanslarıyla birlikte gruplar arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Bulgularımız, grup içinde sağ ve sol hippokampus hacim farkının anlamlı
olmadığını; gruplar arasında sağ hippokampuslarda anlamlı bir farklılık yokken, sol
hippokampus hacminin KK grubunda anlamlı oranda küçük olduğunu ve toplam
hippokampus hacminin yine KK grupta kontrol grubuna göre anlamlı oranda düşüş
gösterdiğini ortaya koymaktadır. Grupların öğrenme performanslarında anlamlı bir fark
bulunmazken, hippokampus hacmi gruplar arasında anlamlı oranda etkilenmiştir.
Sonuç: Uygulanan deney planı sıçan hippokampusunda ölçülebilir bir hacimsel azalmaya
neden olur ve bu morfometrik fark, pasif sakınmanın öğrenilmesi yöntemiyle sınanabilecek bir
davranış değişikliğine neden olmamaktadır.
P-73
İNBRED BALB/c FAREDE KETAMİNİN CANLI YIRTICI (KEDİ) İLE
GÜÇLENDİRİLEN YÜKSELTİLMİŞ ARTI DÜZENEKTEKİ AÇIK ALAN KORKUSU
ÜZERİNE ETKİSİ
S. Soltanova Kocahan, K.Akıllıoğlu, E. Babar, E. Melik
Çukurova Universitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji ABD. 01330, Balcalı, ADANA
[email protected]
Giriş ve Amaç: Beyinde N-metil-D-Aspartat (NMDA) almaçlarının bellek ve öğrenmedeki
rolü bilinmektedir. Fakat anksiyete ve korkunun beyin mekanizmalarındaki rolü halen tam
olarak anlaşılamamıştır. Bu çalışmanın amacı beyinde NMDA almaçlarının blokajı canlı
yırtıcıyla (kedi) güçlendirilen anksiyete ve korku etkisinin değerlendirilmesidir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada inbred BALB/c farelere NMDA almaç blokajı için ketamin
ilacı (10 mg/kg) kullanılmıştır. Anksıyete/korku yükseltilmiş artı düzenekte (Elevated PlusMaze) (EPM) üzerinde değerlendirilmiştir. Davranış testinden 24 saat önce korku
şiddetlendirilmesi için canlı yırtıcı olarak kediye 5 dakika süre ile maruz bırakılmıştır.
Bulgular: Yırtıcıya maruz bırakılma %0.9NaCl uygulanan farelerde EPM-de korkusunda
anlamlı artışa neden olmuştur (Açık kolda geçirilen zaman kediye maruz bırakılmayan grupta
27 14 sn, kediye maruz bırakılan grupta 7 3 sn). Kapalı kol zamanı kontrol grubunda 240 18,
ketamin grubunda 255 18 sn). Kediye maruz bırakılmayan farelerde ketamin EPM-de korku
azalmış oldu (Açık kol zamanı: kontrol grubunda 6 3, ketamin grubunda 29 8 sn, Kapalı kol
zamanı: kontrol grubunda 271 13, ketamin grubunda 265 8 sn). Kediye maruz bırakılan
farelerde EPM-de ketamin araştırma davranışında artışa (ayağa kalkma) neden olmuştur (
kontrol grubunda (20.5, ketamin grubunda 41 sıklık).
Sonuç: Bu bulgular ketaminin NMDA almaç blokajı üzerinden EPM-de anksiyojenik etkisi,
fakat canlı yırtıcı ile güçlendiği zaman korku, ketaminin anksiyolitik etkisi olduğunu
göstermektedir.
P-74
GENÇ SIÇANLARDA KALORİ KISITLAMASININ ÖĞRENME
PERFORMANSINA ETKİSİ
Ş. Gülen1, S. Canan1, A.C. Yazıcı2
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji, 2Biyoistatistik Anabilim Dalı, ANKARA;
[email protected]
Amaç: Genç erkek Wistar sıçanlarda kalori kısıtlanmasının öğrenme performanslarına
etkisini, pasif sakınmanın öğrenilmesi yöntemiyle sınamak amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya alınan 30 günlük 20 adet erkek Wistar sıçan 25 gün süre ile
serbest beslenen kontrol grubu (n=10) ve kontrol grubunun %60'ı oranında standart sıçan
yemi ile beslenen deney grubu (n=10) olarak ikiye ayrıldı. Süre sonunda sıçanlara pasif
sakınma düzeneğinde 2 günlük öğrenme deneyi uygulandı; 1. gün deney düzeneğinde aydınlık
bölmeye tercih edilen karanlık bölmeye geçişte elektrik şoku ile pasif sakınma öğretildi ve
pekiştirildi. Öğrenme öncesi (ÖGZ) ve sonrası (SGZ) geçiş zamanları kaydedildi. 24 saat
sonra yapılan pasif sakınma testinde; deneklerin toplam ışık latensi (TIL), aydınlık bölmeden
karanlık bölmeye baş uzatma sayısı (BUS), toplam donma süresi (TDS) ve sayısı (DS),
temizlenme davranışı sayısı (TzDS) değerleri kaydedildi, hatırlama değerleri derecelendirildi.
Değerler ortalama ± standart hata ve ortanca değeri olarak ifade edildi. Gruplar arasındaki
farklar Mann Whitney U ve Student t, grupların kendi başlangıç ve sonuç beden ağırlıkları
arasındaki farklar Eş yapma t testi, hatırlama değerleri arasındaki farklar ise iki oran Z testi ile
kontrol edildi. P<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Her iki grubun beden ağırlıkları çalışmanın başında farklı değilken (p=0.95);
sonunda anlamlı olarak farklı gözlenmiştir (p=0.000). Öğrenme deneylerinde gruplar
arasında; 1. gün öğrenme ÖGZ (p=0.43) ve SGZ (p=1) açısından fark gözlenmemiştir. Her iki
grupta da pekiştirme testinde sıçanların tamam öğrenmiştir. 24 saat sonra gerçekleştirilen pasif
sakınma testinde ise; gruplara arasında, TIL (p=1), BUS (p=1), TDS (p=0.54), ortalama donma
süresi (TDS/DS) (p=0.43) ve TzDS (p=0.49) değerleri açısından anlamlı bir fark
gözlenmemiştir. İkinci günde her iki gruptan da birer sıçan belirlenen süre içerisinde aydınlık
bölmeden karanlık bölmeye tam geçiş yaptığından hatırlamamış kabul edilmiştir ( her iki
grupta da %11,1).
Sonuç: Çalışmamızda uyguladığımız kalori kısıtlaması protokolünün genç erkek Wistar
sıçanlarda pasif sakınmayı öğrenme performansına etkisinin olmadığı gözlenmiştir.
P-75
“KİNDLİNG” SÜRECİNDE NMDA RESEPTÖR ANTAGONİSTİ MEMANTİNİN
ÖĞRENME ÜZERİNE ETKİLERİ
M.Şahiner, G.Erken, R.Kurşunluoğlu, O.Genç
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD, DENİZLİ
[email protected]
Giriş ve Amaç: Hipokampal kindling epilepsininin yanı sıra öğrenme modeli olarak da
bilinmektedir. “Kindled” olma sürecinde hipokampusdaki nöroplastik değişikliklere, eşlik
eden öğrenme parametrelerinde değişimi gösteren az sayıda çalışma vardır. Ancak bu
çalışmalarda kindling oluşum dönemindeki erken değişimler göz önüne alınmamıştır. Biz
çalışmamızda su tankı öğrenme modeli parametrelerinde kindling erken döneminde nonselektif NMDA antagonisti olan memantinin yarattığı değişiklikleri izlemeyi amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmaya 40 erkek Wistar sıçan 5 grup olacak şekilde alındı (8'er
sıçandan oluşan: Kontrol grubu, sham grubu, memantine grubu, “kindling” grubu ve
“kindling”+memantine grubu). Öğrenme modeli olarak 13 günlük modifiye su tankı modeli
kullanılmıştır. Memantin ve kindling+ memantin gruplarına memantin bir kerelik yükleme
amaçlı 20mg/kg dozu takiben 7 gün süre ile 2x1 1mg/kg/gün ip olarak verilmiştir.
Bulgular: Memantin, Kindling ve kindling+memeantin gruplarında kontrol ve sham
gruplarına göre kaçma latansı (EL) ve katettikleri mesafe (PL) parametreleri istatistiksel
olarak anlamlı şekilde azalmıştır. 13 gün (tercih günü) tüm gruplar istatistiksel olarak fark
göstermemesine karşın kindling grubunun EL ve PL performansları bozulmuştur.
Sonuç: Bu bulgular ile memantinin öğrenme üzerine bir NMDA antagonisti olmasına karşın,
non selektif özellikleri nedeni ile olumlu yönde modüle edici etkisi olduğu söylenebilir. Ancak
bu etkinin kindling sürecinde görülmemesine karşın, tercih anında performansı arttırıcı yönde
olduğu izlenmektedir.
P-76
SPİNAL KORD İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARI ÜZERİNE
MELATONİNİN ETKİSİ
A. Korkmaz, E. Öz Oyar
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD, Beşevler; ANKARA,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Spinal kord merkezi sinir sisteminin önemli bir bileşenidir. İskemi, ilgili
alanda doku hasarına yol açan bir olaydır.Sinir dokusunda iskemiye dayanma süresi anaerobik
kapasitelerindeki yetersizlikten dolayı diğer dokulara göre daha azdır. Reperfüzyon ise
biyokimyasal mekanizmaların aracılık ettiği sekonder hasara neden olan bir olaydır.
Melatonin pineal bezden sirkadiyen ritimle salınan antioksidan özellikte bir hormondur.
Çalışmamızda melatoninin iskemi-reperfüzyon sonucu oluşan hasar üzerindeki etkisini
araştırmayı amaçladık
Materyal ve Metod: Toplam 30 adet, ortalama ağırlığı 2,0 ile 2,5 kg olan erkek sağlıklı Yeni
Zellanda türü beyaz tavşanlar, n=10 olacak şekilde, 3 grup halinde çalışıldı. Gruplar: 1Kontrol, 2-İskemi-Reperfüzyon, 3-Tedavi grubu olarak ayrıldı. Kontrol grubu deneklere
normal cerrahi prosedür uygulanırken, sol renal arter çıkışı altından abdominal aortaya klipaj
uygulanmadı. İskemi reperfüzyon ve tedavi gruplarına cerrahi prosedür sol renal arter çıkışı
altından abdominal aortaya klipaj dahil uygulandı.Tedavi grubuna iskemiden önce 10mg/kg
tek doz intravenöz melatonin uygulandı.Deneklerin kan ve doku örnekleri cerrahi prosedürü
takiben 48 saatlik takip sonrasında alındı.
Oksidatif stresin bir göstergesi olan MDA(malondialdehid), dokuyu oksidatif stresten
koruyan GSH (redükte glutatyon) ve stres durumunda miktarı değişen NO(nitrik oksit)
düzeyleri biyokimyasal olarak ölçüldü. Ayrıca histolojik inceleme ve nörolojik muayenelerle
de sonuçlar korele edilmeye çalışıldı.Farklarý belirlemede Mann Whitney testi kullanýldý.
Bulgular: Melatonin uygulaması , iskemi-reperfüzyon grubunda artmış olan MDA düzeyini
anlamlı olarak düşürmüştür ( p<0.05). İskemi-reperfüzyon grubunda azalmış GSH düzeyi ise
melatonin uygulaması sonucu anlamlı olarak artmıştır( p<0.05). Ayrıca iskemi-reperfüzyon
grubunda artmış olan NO düzeyi melatonin uygulanan grupta düşmüştür, fakat istatiksel
anlamlılık saptanamamıştır(p>0.05). Yapılan histolojik ve nörolojik muayenelerde elde edilen
bulgular da melatonin koruyucu etkisi yönündedir.
Sonuç: Bulgularımıza göre, melatoninin spinal kord iskemisinde oksidan hasarı önleyici
etkisi saptanmıştır.
P-77
KORDON KANI OKSİDAN VE ANTİOKSİDAN STATÜ DEĞERLERİNİN
PREDİKSİYON MODELİ
A.Z. Karakılçık, M. Zerin, S. Acun
Harran Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD. ŞANLIURFA;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Hücresel yapılar üzerinde zararlı olan serbest radikaller aşırı üretilirse,
oksidan/antioksidan dengeyi bozar; hücre ve dokularda oksidatif hasar oluşturur. Gebelerde
aşırı oksidatif hasar oluşması ya da antioksidanların plasental transferinin yeterli olmaması
durumunda, fetüs ve yeni doğanın farklı dokuları oksidatif hasara maruz kalır. Bu nedenle,
çalışma, gebeliğin son döneminde maternal kanda bazı oksidan ve antioksidan parametreleri
belirleyerek, kordon kanı ve fötusun oksidan/antioksidan değerleri ile oksidatif stres düzeyini
yaklaşık olarak tahmin edebilmek, gerekli ise önlemler önerebilmek amacı ile yapıldı.
Materyal ve Metod: Çalışmada sağlıklı 25 gebe kadının maternal kan ile kordon kanında
süperoksit dismutaz (SOD), glutathione peroksidaz (GSH-Px), glutathione redüktaz (GSHRX) ve paraoksonaz (PRX) enzim aktiviteleri ile total antioksidan kapasite (TAK), total
oksidan seviye (TOS), toplam peroksit (TP) ve lipit peroksidasyonu (MDA) değerleri
belirlenip karşılaştırmaları yapıldı.
Bulgular: Maternal PRX, MDA ve TP değerlerinin kordon kan plazmasındaki değerlerinden
daha fazla (P<0.05-0.01), SOD ve GSH-Px aktiviteleri ile TAK değerinin ise daha yüksek
olduğu (P<0.05); TOS ve GSH-Rx'in maternal fetal aktiviteleri arasında ise anlamlı bir fark
olmadığı (P>0.01) belirlendi.
Sonuç: Maternal plazmada MDA ve TP değerlerinin daha fazla olması plasentanın, kordon
kanında oksidatif etkiyi sınırlayabileceğini; kordon plazmasındaki TAK, SOD, GSH-Px ve
GSH-Rx etkinliklerini ise azaltmadığını düşündürmektedir. Bu sonuçlara göre, maternal
plazmada anılan oksidan ve antioksidanları belirleyerek, gebeliğin ileri döneminde kordon ve
fetal kan plazmasında anılan oksidan/antioksidan değerlerin yaklaşık olarak tahmin edilip,
fötusun oksidatif risk düzeyinin yorumlanabileceği kanısına varılmıştır.
P-78
İSKEMİK HİPOKSİ VE KOBALT KLORİD' İN İSKELET KASI VE KALPTE
HİPOKSİK FAKTÖRLERE ETKİLERİ
D. Tekin, H. Fıçıcılar, A.D. Dursun
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, ANKARA
[email protected]
Amaç: Sunulan çalışmada iskemik hipoksinin ve CoCl2'nin iskelet kası ve kalp dokusunda
hipoksi indükleyici faktör-1 alfa (HIF-1α) ve vasküler endotelyal growth faktör (VEGF)
üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Erişkin, erkek Wistar Albino ratlar ( ortalama 243 ± 20 gr) rastgele iki
gruba ayrılmıştır. İskemik hipoksi grubunda (n=4) pentobarbital anestezisi sonrasında (50
mg/kg, i.p.) toraks açılarak, aorta kalp çıkışından klampe edilerek 1 dk beklenmiştir ve önce
kalp daha sonra iskelet kasları (gastroknemius, plantaris, soleus ) çıkarılmıştır. Kalp sol ve sağ
ventriküllerine ayrılmıştır. Kobalt klorid (CoCl2) grubunda ise (n=3) 30 mg/kg CoCl2 i.p.
enjeksiyonundan 1 saat sonra anestezi altında aynı dokular toplanmıştır. Bu dokularda HIF-1α
ve VEGF mRNA'ları RT-PCR ve agaroz jel elektroforezi ile incelenmiştir. İskemik kontrol ve
CoCl2 gruplarındaki mRNA ekspresyonları Mann-Whitney U testi kullanılarak
karşılaştırılmıştır.
Bulgular: CoCl2 grubunda sol ventrikül VEGF164 ile gastroknemius VEGF164 ve VEGF188
mRNA ekspresyonları iskemik kontrol grubununkilere göre istatistiksel olarak anlamlı ölçüde
yüksek bulunmuştur (Sırasıyla p=0,034, p= 0,05 ve p=0,05 ). Diğer dokuların bazılarında
HIF-1α ve VEGF ekspresyonları CoCl2 grubunda daha fazla olmakla birlikte istatistiksel
olarak anlamlı bulunmamıştır.
Sonuç: CoCl2 , invivo olarak anjiyogenez gibi hipoksi benzeri yanıtlar oluşturabilmektedir.
Sunulan çalışmada kobaltın sol ventrikülde ve gastroknemiusta oluşturduğu kimyasal hipoksi
yanıtı, doku düzeyinde gerçekleştirilen iskeminin hipoksik faktörlere olan etkisinden daha
etkin olmuştur. Düşük doz CoCl2, anjiyogenetik faktörlerin indüksiyonunda tedavi amaçlı
kullanılabilir.
P-79
ALKOL YOKSUNLUĞU MODELİNDE KETYAPİNİN OKSİDAN MOLEKÜLLER
ÜZERİNE ETKİLERİ
H. S. Gergerlioğlu, Y. Baltacı, H. A. Savaş, C. Bağcı, M. Boşnak, H. Çelik, M. Bulut
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; GAZİANTEP,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Daha önceki çalışmamızda atipik antipsikotik olan ketyapinin deneysel alkol
yoksunluğu modelinde lokomotor aktiviteyi azaltıcı etkisini gözlemlemiştik. Alkol
yoksunluğunda oksidatif stresin arttığı, nitrik oksit (NO) ve malondialdehitin (MDA)
yükseldiği daha önce ifade edilmişti. Bu çalışmada oksidatif hasarı genel olarak gösteren total
oksidan seviye (TOS) ve özgül moleküllerden NO ve MDA alkol yoksunluğu modelinde
değişimlerini ve bu moleküllere ketyapinin etkisini göstermeyi hedefledik.
Materyal ve Metod: Çalışmada 40 adet Wistar-albino erkek sıçan (270-300 g) kullanıldı. 1Yoksunluk Grubu: 30 günlük sıvı alkol diyetiyle (Uzbay metodu kullanılarak), 2- Sham
Grubu: 30 günlük alkol yerine izokalorik sükroz diyeti uygulanmasıyla, 3- Kontrol Grubu: 30
günlük sıvı alkol diyeti sonrasında +7 gün süre ile intraperitoneal (ip) serum fizyolojik
verilmesiyle, 4- Ketyapin Grubu: 30 günlük sıvı alkol diyeti +7 gün süre ile Ketyapin (10
mg/kg, ip) verilerek 4 gruba (n=10) ayrıldı. 40 mg/kg Ketamin anestezisi altında intrakardiak
olarak kan örnekleri alınıp serumlarında NO ve MDA düzeylerine bakıldı. Grupların
karşılaştırılmasında Oneway Anova testi kullanılırken, posthoc olarak da LSD testi kullanıldı.
Bulgular: TOS düzeylerinde gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmadı (p>.05). NO
düzeyleri grup 3 ve 4'te grup 1 ve 2 ye göre anlamlı olarak yükseklik gösterirken (p<.05), Grup
4 ile grup 3 arasında fark yoktu (p>.05). MDA düzeylerinde de gruplar arasında anlamlı fark
bulunamadı (p>.05).
Sonuç: Ketyapin yoksunluktaki lokomotor aktiviteyi azaltan bir ilaç olmakla birlikte, bu
çalışmada deneklere verilen dozunda artmış oksidatif hasarın göstergesi olan moleküllerin
düzey ve aktiviteleri üzerinde anlamlı bir değişikliğe yol açmamaktadır. Sonuç olarak ketyapin
yoksunluktaki oksidatif stres üzerinde bir etkinliğe sahip değildir.
P-80
BÖBREK İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARINDA ENDOTELİN-A RESEPTÖR
ANTAGONİSTİ BQ-123'ÜN NİTRİK OKSİTt ÜRETİMİYLE İLİŞKİLİ PLAZMA
OKSİDAN/ANTİOKSİDAN SİSTEMİNE ETKİSİ
H. Erdoğan, 2 F. Fadıllıoğlu, 3MH. Emre 1, F. Ekici
1
1
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, TOKAT.
2
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, ANKARA.
3
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, MALATYA
[email protected]
Amaç: Akut böbrek yetmezliğinin en sık sebebi olan böbrek iskemi-reperfüzyon (IR)
hasarında endotel kaynaklı faktörler önemli yer tutar. Çalışmamızda, böbrek I/R hasarında,
endotelin-A (ETA) reseptör antagonisti BQ-123'ün plazmaya etkisinin gösterilmesinin yanı
sıra ET-1 ile nitrik oksit (NO) ilişkisinin incelenmesi amaçlandı.
Materyal ve Metod: Erkek Sprague Dawley sıçanlar 6 gruba ayrıldı; Kontrol (n=7), I/R (n=8),
LNAME (NO inhibitörü, L-nitro-L-arjininmetilester) (n=7), BQ (n=8), BQ+LNAME (n=8),
BQ+LNAME+LArg (n=8). Üretan anestezisi i.p. 1,2 g/kg dozunda yapılarak deney süresince
vücut sıcaklığı sabit tutuldu. Kontrol haricindeki gruplara 30 dk iskemi ve 2 saat reperfüzyon
uygulandı. Plazma superoksit dismutaz (SOD) enzim aktivitesi ile tiyobarbiturik asit reaktif
maddeleri (TBARS), protein karbonil (PC), Nitrik Oksit (NO) seviyeleri değerlendirildi.
İstatiksel değerlendirmede grupların normal dağılım göstermesinden dolayı parametrik
testlerden One-way ANOVA ve gruplar arası karşılaştırmada LSD testi kullanıldı, p<0,05
anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Plazma SOD aktivitesi BQ grubunda, IR grubu dışında tüm gruplardan yüksek
bulundu. IR grubunda ise LNAME, BQ+LNAME, BQ+LNAME+LArg gruplarından yüksek
bulundu. Plazma MDA düzeyleri Kontrol ve BQ gruplarında diğer tüm gruplardan anlamlı
olarak düşük bulundu. Plazma PC düzeyleri LNAME grubunda, BQ+LNAME grubu hariç
tüm gruplardan anlamlı olarak yüksekti. BQ+LNAME grubunda, Kontrol, IR ve BQ
gruplarından yüksek bulundu. Ayrıca BQ+LNAME+LArg grubunda Kontrol grubundan
yüksekti. Plazma NO düzeyleri Kontrol ve LNAME gruplarında, diğer tüm gruplardan
düşüktü. IR grubunda, BQ+LNAME+LArg grubundan anlamlı olarak düşük bulundu.
Sonuç: Bulgularımız ETA reseptör antagonisti BQ-123'ün böbrek IR hasarında plazmada
koruyucu etki gösterebileceğini düşündürmektedir. Ayrıca, IR hasarında artan NO düzeyinin
BQ-123 verilen gruplarda daha da artması, ETA reseptör antagonistinin NO aracılı bir etkiye
sahip olabileceğini göstermektedir.
P-81
RESVERATROLÜN İSKEMİ/REPERFÜZYONA BAĞLI SIÇAN MESANE
KONTRAKTİLİTE DEĞİŞİMLERİ VE OKSİDAN HASAR ÜZERİNE ETKİLERİ
G.Şener1, H.Toklu1, F.Ercan2, İ.Alican3
Marmara Üniversitesi 1Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji AD, Marmara Üniversitesi Tıp
Fakültesi 2Histoloji-Embriyoloji ve 3Fizyoloji AD, Haydarpaşa, 34668, İSTANBUL;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Resveratrol (RSV; 3,5,4'-trans-trihydroxystilbene) çeşitli bitki türlerinde
bulunan, anti-inflamatuvar, antiagregan ve antioksidan etkilere sahip doğal bir fitoaleksindir.
Bu çalışmada, sıçanda iskemi/reperfüzyon (İ/R) hasarı sonrası mesane kontraktilitesindeki
değişimler ve oksidan hasar parametreleri üzerine RSV'nin etkilerini araştırmak amaçlandı.
Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten Sprague-Dawley sıçanlara abdominal aorta
oklüzyonu ile 60 dak iskemi ve 60 dak reperfüzyon uygunlandı. Tedavi gruplarına, iskemiden
15 dak ve reperfüzyondan hemen önce RSV (10 mg/kg; ip) (İ/R + RSV grubu; n=8) veya
fizyolojik tuzlu (İ/R grubu; n=8). verildi. Kontrol grubuna abdominal aortanın kapatılmadığı
yalancı operasyon uygulandı (n=8). Dekapitasyon sonrası, mesane örneklerinden hazırlanan
striplerin organ banyosunda karbakol'e (CCh) verdikleri izometrik kasılma cevapları
kaydedildi. Mesane örneklerinde oksidan hasar parametreleri olarak lipid peroksidasyon (LP),
glutatyon (GSH) ve inflamatuvar hücre infiltrasyonunun göstergesi olan myeloperoksidaz
(MPO) aktivitesi ölçümleri yapıldı. Ayrıca dokular ışık mikroskopu altında histolojik olarak
incelendi. Doz-cevap eğrileri eşleştirilmemiş t-testi ile, diğer parametreler ise tek yönlü
varyans analizi ve Tukey-Kramer çoklu karşılaştırma testi ile karşılaştırıldı.
Bulgular: İ/R grubunda, striplerin CCh'a (10-8-10-4 M) verdiği izometrik kasılma cevapları
kontrol grubuna kıyasla düşük bulundu (p<0.001). RSV tedavisi kasılma cevaplarını kontrol
düzeyine geri çevirdi (p<0.01-0.001). Histolojik incelemede, İ/R grubunda mesanede
ürotelyumda kayıp ve ayrılmalar, lokal ülsere alanlar ve yoğun inflamatuvar hücre
infiltrasyonu izlenirken, RSV tedavili grupta, ürotelyum bütünlüğünün korunduğu ve
inflamatuvar hücre populasyonunda azalma olduğu gözlendi. İ/R grubunda, kontrole kıyasla
artan mesane LP ve MPO değerleri (p<0.001) RSV tedavisiyle geri döndü (p <0.001). İ/R
grubunda izlenen mesane GSH düzeyindeki azalma da (p<0.01) RSV tedavisi ile engellendi
(p<0.05).
Sonuç: RSV tedavisi sıçan mesanesinin İ/R'a bağlı azalan kasılma cevaplarını geri döndürdü
ve oksidan hasarın şiddetini azalttı.
P-82
LÖKOTRİEN RESEPTÖR ANTAGONİSTİ MONTELUKAST'IN SIÇANDA
İSKEMİ/REPERFÜZYONA BAĞLI MESANE HASARINDA KORUYUCU ETKİSİ
G. Şener1, Ö. Şehirli1, H. Toklu1, Ş. Çetinel2, İ. Alican3,
Marmara Üniversitesi 1Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji AD, Marmara Üniversitesi Tıp
Fakültesi 2Histoloji-Embriyoloji ve 3Fizyoloji AD, Haydarpaşa, 34668, İSTANBUL;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Lökotrienler kemotaktik ve vasküler permeabiliteyi artırıcı özellikleriyle
inflamasyona aracılık ederler. Selektif sisteinil lökotrien reseptör antagonisti montelukast'ın
proinflamatuvar mediyatörlerin salınımını inhibe ederek eozinofilik havayolu
inflamasyonunda yararlı olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada, montelukast'ın sıçanda
iskemi/reperfüzyon (İ/R) hasarına bağlı mesane kontraktilitesindeki değişimler ve oksidan
hasar parametreleri üzerine etkilerini araştırmak amaçlandı.
Materyal ve Metod: Sprague-Dawley sıçanlara abdominal aorta oklüzyonu ile 60 dak
iskemi/60 dak reperfüzyon uygunlandı. Tedavi gruplarına, iskemiden 15 dak ve
reperfüzyondan hemen önce montelukast (10 mg/kg; ip) veya fizyolojik tuzlu verildi. Kontrol
grubuna yalancı operasyon uygulandı. Dekapitasyon sonrası, mesane örneklerinden
hazırlanan striplerin in vitro karbakol'e (CCh) verdikleri izometrik kasılma cevapları poligrafa
kaydedildi. Mesane örneklerinde lipid peroksidasyon (LP), antioksidan glutatyon (GSH) ve
inflamatuvar hücre infiltrasyonunun göstergesi olan myeloperoksidaz (MPO) aktivitesi
ölçümleri yapıldı. Dokular ışık mikroskopu altında histolojik olarak incelendi. Doz-cevap
eğrileri un-paired t-testi ile, diğer parametreler ise tek yönlü ANOVA ve Tukey-Kramer çoklu
karşılaştırma testi ile karşılaştırıldı.
Bulgular: İ/R grubunda, striplerin CCh'a (10-8-10-4 M) verdiği izometrik kasılma cevapları
kontrol grubuna kıyasla düşük bulundu (p<0.01-0.001). Montelukast tedavisi kasılma
cevaplarını kontrol düzeyine geri çevirdi (p<0.001). Histolojik incelemede, İ/R grubunda
mesanede ürotelyumda ciddi kayıp, yaygın ülsere alanlar ve yoğun inflamatuvar hücre
infiltrasyonu izlenirken, montelukast tedavili grupta, ürotelyum hasarında ve inflamatuvar
hücre populasyonunda belirgin düzelme gözlendi. İ/R grubunda, kontrole kıyasla artan
mesane LP ve MPO değerleri (p<0.001) montelukast tedavisiyle geri döndü (p<0.001). İ/R
grubunda izlenen mesane GSH düzeyindeki azalma da (p<0.001) montelukast ile engellendi
(p<0.001).
Sonuç: Sıçan mesane İ/R modelinde, lökotrien reseptör antagonisti mesanede kontraktil
aktivitedeki azalmayı düzeltmekte, inflamatuvar hücre infiltrasyonunu azaltmakta ve
oksidan/antioksidan dengesini korumaktadır.
P-83
HİPERBARİK OKSİJEN UYGULAMASI SONRASI SIÇAN AKCİĞER VE
ERİTROSİTLERİNDE OLUŞAN OKSİDAN STRESİN KALIŞ SÜRESİ
M. Özler1, T. Topal1, H. Ay2, B. Uysal1, Ş. Öter1, A. Korkmaz1, H. Bilgiç1
1
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD
2
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi,
Deniz ve Sualtı Hekimliği AD ;ANKARA,
[email protected]
Amaç: Son 40 yılın popüler uygulamaları arasında yer alan hiperbarik oksijen (HBO) tedavisi,
maruz kalınan saf oksijen nedeniyle sıklıkla toksisite çalışmalarına da konu olmuştur.
Uygulama sırasında akciğer oksijene doğrudan maruz kalan organ, eritrositler de birincil
taşıyıcılar olduğu için önemlidir. Bu dokularda HBO ile oksidatif stres ortaya çıktığı yaygın
şekilde gösterilmiş olmakla birlikte, ortaya çıkan oksidatif stresin ne kadar süre ile etkili
olduğu hakkında kapsamlı bir araştırma bulunmamaktadır. Çalışmamızda bu temel bilginin
irdelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: 49 adet Sprague-Dawley erkek sıçan ile kontrol grubunun yanında 4
deney grubu oluşturuldu. Kontrol grubu haricindeki tüm gruplara 3 atmosfer basınç ve 120
dakika süreyle tek seans %100 oksijen uygulandı. Deney gruplarının ayırımı HBO uygulaması
sonrasında organ ve kan alımı için beklenen süreye göre yapıldı. Buna göre hayvanlar
uygulamadan 30, 60, 90 ve 120 dakika sonra 5 mg/kg rompun + 100 mg/kg ketamin anestezisi
altında cerrahi işleme tabi tutuldu . Çıkarılan akciğer dokuları homojenize edildi ve alınan kan
dokusundan eritrositler ayrıştırıldı. Her bir örnekte Ohkawa ve ark. nın yöntemiyle
malondialdehit (MDA), Sun ve ark. nın yöntemi ile süperoksit dismutaz (SOD) ve Paglia ve
Valentine'nin yöntemiyle glutatyon peroksidaz (GPx) ölçümleri yapıldı.
Bulgular: HBO uygulaması sonrası akciğer ve eritrosit MDA ile akciğer GPx değerleri 30 ve
60.dakikalarda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.01). Akciğer ve
eritrosit SOD değerleri ise 30, 60 ve 120.dakikada anlamlı olarak yüksek iken eritrosit GPx
aktivitesi sadece 30.dakikada artmış olarak gözlendi (p<0.05).
P-84
ENDOTELİN-1 VE NİTRİK OKSİT İNHİBİSYONUNUN KALP İSKEMİ
REPERFÜZYONUNA ETKİLERİ
M.Ünal1, Ç. Özer1, D.Erbaş1, Ö.Azer2, A. Arıcıoğlu2
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji ve 2Biyokimya AD; ANKARA;
[email protected]
Amaç: İskemiyi takiben yapılan reperfüzyon sırasında oksijene bağlı gelişen süperoksit
radikalleri kalpte doku hasarının önemli etmenidir. Endotelin-l potent vazokonstriktör, Nitrik
Oksit, vazodilatatör etkisi olan endotel kökenli maddelerdir. Amacımız Endotelin-l ve Nitrik
Oksit'in kalp iskemi-reperfüzyonuna etkilerini araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Çalışmada Wistar Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Ketamine HCl 10
mg/kg IP anestezi altında uygun yöntemle çıkarılan kalpler aortadan kanüle edilerek
langendorf perfüzyon sisteminde 30 dk. Krebb's-Henseleit solüsyonu ile perfüze edildi. 30 dk
akımsız iskemiyi takiben 30 dk reperfüzyon yapıldı. Hemodinamik verileri (EKG, kalp atım
hızı, sistolik basınç, diyastol sonu basınç, dp/dt) toplamak için sol ventrikül içine lateks balon
yerleştirildi. Kalpler 300 atım/dk hızı ve 100 mmHg ventrikül içi basıçta, 30 dk stabilize edildi.
İskeminin başlangıcında gruplara L-NAME, Endotelin-1, L-Canavanin, Molsidomin,
Urotensin, Anti-Endotelin Reseptör Antibody 3ml solüsyon içinde verildi. İskemi periyodu
ardından kalpler 30 dk Krebb's-Henseleit solüsyonu ile reperfüze edildi. Hemodinamik veriler
deney süresince kaydedildi. Reperfüzyonda 1., 5., 10., 20., 30. dk'larda perfüzat sıvısı toplandı.
Perfüzatlarda malondialdehit, total nitrik oksit (NOx), sülfidril grupları (RSH), kalp
dokusunda malondialdehit, karbonil grupları, redükte glutatyon ve NOx düzeylerine bakıldı.
Bulgular: Perfüzat sıvısında reperfüzyonda RSH miktarı Molsidomin, Ürotensin ve
Endotelin-l verilen gruplarda giderek düşerken, malondialdehit seviyeleri artış gösterdi. NOx
ise sırasıyla Molsidomin, Ürotensin ve Endotelin-l verilen grupta yüksekti. Doku
malondialdehit ve NOx düzeyleri yine Molsidomin, Ürotensin ve Endotelin-l verilen
gruplarda arttı. Doku karbonil düzeyleri gruplar arasında fazla değişiklik göstermedi.
Sonuç: Çalışmamızda Urotensin ve Endotelin-l oksidatif hasarı arttırıcı rol oynarken, NO
buna parelel bir etkide bulundu. Oksidatif hasar öncelikle lipid yapıda oluşurken, daha geç
dönemde proteinlerin oksidatif hasara uğradığı sonucuna varıldı.
P-85
SIÇAN İSKEMİK YARA MODELİNDE TOPİKAL E-VİTAMİNİ VE MELATONİN
UYGULAMASININ ETKİSİ
M. Özler1, T. Topal1, B. Uysal1, A. Korkmaz1, Ş. Öter1, C. Köse Özkan2, H. Bilgiç1
1Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD
2Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Eczacılık Bilimleri Merkezi Farmasötik Teknoloji
AD;ANKARA,
[email protected]
Giriş ve Amaç: Yara iyileşmesi cerrahi işlemler ya da travmalardan sonra ortaya çıkan iyi
organize olmuş bir tamir sürecidir. İyileşmeyi kısıtlayan en önemli nedenlerden biri kanlanma
azlığı ve hipoksidir. İskemi zemininde oluşan yaralar kronikleşme eğilimindedir. Kronik
yaralarda artan reaktif oksijen türevleri tamir sürecini bozmaktadır. Çalışmamızda iskemik
yara modelinde E-vitamini ve melatonin gibi antioksidan maddelerin iyileşmeye olan etkisi
araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: 40 adet Sprague-Dawley cinsi yetişkin erkek sıçan normal yara
kontrol(1), iskemik yara kontrol(2), E-vitamini(3), melatonin(4) olmak üzere 4 gruba ayrıldı.
Ketamin-ksilazin anestezisi altında sırt kısmına bipediküllü flep yapılan deney hayvanlarında
3 gün sonra punç biyopsi ile 6 adet tam kat cilt yarası oluşturuldu. Topikal uygulamalar günde
iki kez yara başına 0.1mg melatonin veya 5mg E-vitamini olacak şekilde uygulandı. 7 gün
sonunda yara dokuları alınarak malonildialdehit(MDA) ve hidroksi prolin(OH-prolin)
düzeyleri ölçüldü.
Bulgular: 1. gruba göre 2.,3. ve 4. grubun OH-prolin değerleri anlamlı düşük, MDA değerleri
anlamlı olarak yüksek bulundu. E-vitamini ve melatonin uygulaması MDA seviyelerini ikinci
gruba göre (iskemik kontrol grubuna göre) anlamlı şekilde azalttı. E-vitamini grubunda OHprolin değerlerinin melatonin grubuna göre anlamlı olarak arttığı bulundu.
Sonuç: Kanlanması bozulmuş zeminlerde oluşan yaralarda oksidatif streste artma ile birlikte
kollojen sentezi de azalmaktadır. E-vitamini uygulaması inflamasyonun arttığı kronik
yaralarda kollajen sentezini artırarak iyileşmeye yardımcı olabilir. Melatoninin yara
iyileşmesine olan etkisi hala tartışmalıdır.
P-86
TESTİSTEKİ İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARINDA TRİMETAZİDİN'İN
KORUYUCU ETKİSİ
Ç. Pekçetin, B.U. Ergür, M. Kiray, H.A. Bağrıyanık, K. Tuğyan, G. Erbil, C. Özoğul
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji&Embriyoloji ABD Balçova-İZMİR
[email protected]
Giriş ve Amaç: Testis iskemi-reperfüzyonu, reaktif oksijen türlerinin oluşumundaki artış
sonucu meydana gelen oksidatif stres ve apopitozis nedeniyle hasara neden olmaktadır. Antiiskemik bir ajan olan trimetazidin'in antioksidan aktivitesi de bulunmaktadır. Bu çalışmanın
amacı testiküler torsiyon-detorsiyon modelinde trimetazidin (TMZ) uygulamasının testis
dokusunda lipid peroksidasyonu (MDA), antioksidan enzim aktivitesi (GPx) ve apopitozis
üzerine etkilerini araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Çalışmada 27 adet Wistar cinsi erkek sıçan kullanıldı. Çalışma grupları;
kontrol (n=4), sham (n=4), iskemi (n=6), iskemi-reperfüzyon (IR, n=6) ve iskemireperfüzyon+Trimetazidin (TMZ, n=7) olarak oluşturuldu. İskemi grubuna iki saat süreyle sol
testis torsiyonu, IR grubuna iki saat torsiyonu ardından 4 saat detorsiyon+ serum fizyolojik,
TMZ grubuna iki saat torsiyon ardından 4 saat detorsiyon + TMZ uygulandı. IR grubuna
torsiyon oluşturulmadan önce 7 gün süreyle oral yolla serum fizyolojik, TMZ grubuna ise 5
mg/kg/gün dozunda trimetazidin verildi. MDA ve GPx değerleri spektrofotometrik yöntemle,
apopitozis TUNEL yöntemi ile immunohistokimyasal olarak belirlendi. Sonuçlar SPSS
programında one-way ANOVA posthoc Bonferroni testi ile analiz edildi.
Bulgular: İskemi ve IR gruplarında bazal ve sham gruplarına göre MDA değerleri anlamlı
olarak yüksek (sırasıyla 7,20±0,4, 7,71±0,1, 3,42±1,3, 3,35±1,2), GPx aktivitesi ise düşük
(sırasıyla 2,90±0,4, 2,38±0,6, 4,99±0,3, 5,13±0,1 U/g-pr) bulundu. TMZ grubunda MDA, IR
grubuna göre anlamlı olarak düşük (4,79±0,6; p=0,04), GPx aktivitesi İskemi ve IR grubuna
göre yükselmiş olarak (5,43±0,6; sırasıyla p=0,018, p=0,003) bulundu. TUNEL-pozitif
hücreler iskemi ve IR gruplarında artmış olarak gözlendi. TMZ uygulamasının apopitozisi
anlamlı olarak azalttığı belirlendi.
Sonuç: Bu çalışmanın sonuçları iskemi-reperfüzyon hasarına karşı trimetazidin
uygulamasının koruyucu etki oluşturabileceğini göstermektedir.
P-87
İSKEMİ-REPERFÜZYON İLE OLUŞTURULAN MİDE HASARINA OREXİN-A'NIN
ETKİSİ
N. İzgüt-Uysal, M. Bülbül, R. Tan, B. Gemici
Akdeniz Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; ANTALYA,
[email protected]
Amaç: Orexin-A lateral hipotalamus'tan salınan, besin tüketimi, uyku/uyanıklık, dikkat,
öğrenme, mide-barsak motilitesi üzerine etkileri olan bir peptid olarak tanınmaktadır. OrexinA ve reseptörünün varlığı enterik sinir sisteminde, barsak mukozasında ve pankreasta da
gösterilmiştir. Bu çalışma akut inflamasyon modeli olarak kullanılan iskemi-reperfüzyon
sonucu oluşan mide hasarına orexin-A'nın etkisini araştırmak amacıyla planlandı.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda, sıçanlar; kontrol grubu, iskemi-reperfüzyon grubu,
orexin-A infüzyonu yapılan grup, orexin-A infüzyonu yapılan iskemi-reperfüzyon grubu
olmak üzere 4 gruba ayrılmıştır. İskemi-reperfüzyon uygulanan gruplarda, çöliak arter klempe
edilerek 30 dakika iskemi ve klempin kaldırılması ile 60 dakika reperfüzyon yapılmıştır.
Orexin-A ve iskemi reperfüzyon uygulanan grupta orexin-A (500 pmol/kg/dakika) iskeminin
başlangıcından reperfüzyonun sonuna kadar 90 dakika süre ile femoral venden 1 ml/saat hızda
infüze edilmiştir. Deney sonunda çıkartılan midelerde lezyon indeksi, mukus ve lipid
peroksidasyon ürünlerinin miktarı belirlenmiştir.
Bulgular: Sıçanlara uygulanan iskemi-reperfüzyon, midenin mukus miktarında azalma ve
lipid peroksidasyon ürünlerinde artış ile birlikte lezyon oluşumuna neden olmuş, orexin
infüzyonu midede mukus miktarını artırırken, lipid peroksidasyon ürünlerini ve buna bağlı
olarak da lezyon oluşumunu azaltmıştır.
Sonuç: Sonuç olarak; orexin-A'nın iskemi-reperfüzyona bağlı mide hasarını önleyici etkisi
vardır.
P-88
KRONİK ARALIKLI HİPOKSİNİN SOLUNUMSAL DÜZENLEME
MEKANİZMALARI ÜZERİNE ETKİSİ
N.Yelmen, İ. Güner, G.Şahin, T.Oruç
İstanbul Üniversitesi , Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D; İSTANBUL.;
[email protected]
Amaç: İnsanlarda sağlık ve hastalık durumlarında Kronik Aralıklı Hipoksi (KAH) yaygın
olmasına karşın , KAH'ın etkileri çok fazla bilinmemektedir. Bu konu ile ilgili çalışmalara son
yıllarda başlanmıştır. Yapılan çalışmalarda uygulanan hipoksinin süresi ve siklus aralığı
cevaplarda değişkenliğe neden olmaktadır. Bu nedenle çalışmamızda KAH'ın solunumsal
düzenleme mekanizmaları üzerine etkisini araştırdık.
Materyal ve Metod: Deneysel KAH oluşturmak için tavşanlar (n= 6) haftada 5gün, günde 5
saat, 5 hafta süre ile 410mmHg (% 11 )' ya ayarlanan düşük basınç kamarasında tutuldular.
Hayvanların kamara öncesi ve sonrasında ağırlık, kan parametreleri ve kan gazları tayin
edildi. Deneyler urethane (400 mg/kg) + chloralose (40 mg/kg) (i.v.) aneztezisi altında
gerçekleştirildi. Deneylerde normoksi ve hipoksi ( % 8 O2- %92 N2 ) fazlarında soluk frekansı:
f/dk, soluk hacmi: VT, solunum dakika hacmi: VE ve sistemik arteriyel kan basıncı: KB
kaydedildi.
Bulgular: KAH uygulaması tavşanlarda bazal seviyede vantilasyonda artmaya neden oldu.
Bazal kan basıncı değerlerinde sonuçlar değişkenlik gösterdi. KAH sonrası akut hipoksiye
cevaplara bakıldığında; f/dk, VT, VE değerlerinde (p<0.01, p< 0.001, p< 0.001) anlamlı
artışların oluştuğu gözlendi. Ayrıca bu deney hayvanlarında erken hipoksik cevap (3-4 dk)
sonrası gözlenen hipoksik depresyon yada apnö periyodu oluşmadı . KAH sonrası hipoksiye
kan basıncı cevapları değişkendi.
Sonuç: KAH, bazal vantilasyonda artışa neden olurken, hipoksiye karşı solunumsal cevapları
arttırmıştır. Bulgularımız KAH'ın solunum faaliyeti üzerinde fasilitatör etkiye sahip olduğunu
göstermektedir.
P-89
SIÇANLARDA CİSPLATİNE BAĞLI BÖBREK VE KARACİĞER HASARINDA
SİMVASTATİNİN KORUYUCU ROLÜ
S.Ö.İşeri1, M.Yüksel2, F.Ercan3, N.Gedik4, İ. Alican1
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD, 2Marmara Üniversitesi Sağlık Meslek
Yüksek Okulu, 3Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji & Embriyoloji AD ve
4
Kasımpaşa Askeri Hastanesi, Biyokimya Bölümü, İSTANBUL;
[email protected].
Giriş ve Amaç: Cisplatin solid tümörlerin tedavisinde yaygın olarak kullanılan sitostatik
ilaçların başında gelir. Ancak nefrotoksisite ve hepatotoksisite gelişimi kullanımını
kısıtlamaktadır. Anti-hiperkolesterolemik statin grubu ilaçlar akut ve kronik inflamasyonda
kolesterol üzerine etkilerinden bağımsız anti-inflamatuvar etkiler göstermektedir. Bu
çalışmada, statin grubu ilaçlardan simvastatin'in cisplatine bağlı karaciğer ve böbrek
hasarındaki etkilerini araştırmak amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten Sprague-Dawley sıçanlara (200-250 g) tek doz
intravenöz 2.5 mg/kg cisplatin verildi. Tedavi gruplarına cisplatin verilmesinin 3 gün
öncesinden itibaren 5 gün süreyle simvastatin (SİM; 1 mg/kg/gün; subkutan) veya tuzlu su
enjeksiyonu yapıldı. Kreatinin klirens hesaplanması için sıçanların 24 saatlik idrarları
toplandı. Cisplatini takiben 5. günde dekapite edilen sıçanlarda serum AST, ALT, LDH,
albumin, kreatinin, BUN ve total bilirubin ölçümleri yapıldı. Karaciğer ve böbrek örneklerinde
mikroskopik hasar skorlaması, oksidan hasarın göstergesi malondialdehid (MDA),
antioksidan glutatyon (GSH) düzeyleri, nötrofil birikimini gösteren yeloperoksidaz (MPO)
aktivitesi, kollajen miktarı ve kemiluminisans ölçümleri yapıldı. İstatistiksel analizde tek
yönlü varyans analizi (ANOVA) ve Tukey-Kramer çoklu karşılaştırma testi kullanıldı.
Bulgular: Cisplatin, kontrole göre, karaciğerde MDA, MPO düzeylerini, kollajen miktarını ve
kemiluminisans değerlerini artırırken (p<0.050.001), GSH'da azalmaya neden oldu (p<0.01).
SİM tedavisi ile bu parametreler kontrol düzeylerine gerileme gösterdi (p<0.05p<0.001).
Cisplatin böbrek MDA ve GSH düzeylerini kontrole göre değiştirmezken, diğer
parametrelerde anlamlı artışlara neden oldu (p<0.05-0.001). Cisplatin serum AST, ALT, LDH,
total bilirübin, kreatinin ve BUN değerlerini kontrole göre artırdı; serum albuminde ve
kreatinin klirenste azalmaya yol açtı (p<0.001). SİM ile tüm bu parametreler kontrol
düzeylerine geri döndü (p<0.05-p<0.001).
Sonuç: SİM tedavisi cisplatin ile oluşturulan karaciğer ve böbrek hasarına karşı koruyucu etki
göstermektedir.
P-90
SIÇANLARDA DENEYSEL OVER İSKEMİ-REPERFÜZYON HASARINA
DEKSPANTENOLÜN ETKİLERİ
R.O. Ek1, T. Dost2, Ç. Yenisey3,Y. Yıldız1, H. Özkayran2, M. Birincioğlu2
1
ADÜ Tıp Fakültesi Fizyoloji AD
ADÜ Tıp Fakültesi Farmakoloji AD
3
ADÜ Tıp Fakültesi Biyokimya AD
[email protected]
2
Giriş: Over torsiyonu adölesan kızlarda ve doğurganlık çağındaki kadınlarda görülen
jinekolojik acil bir durumdur. Erken tanı ve girişim doğurganlığın korunması ve peritonit
gelişiminin önlenmesi açısından önemlidir. Cerrahi girişim ile iskemik overin kanlanmasının
yeniden sağlanması tercih edilen tedavi metotlarından biridir. İskemi ve reperfüzyon sonucu
ortaya çıkan süperoksit anyonu, hidrojen peroksit ve hidroksil radikali gibi radikaller dokuda
gelişen hasardan sorumludur. Oluşan hasarın önlenmesi için çok sayıda ajan denenmektedir.
Amaç: Bu çalışmada iskemi ve reperfüzyon hasarına karşı, pantotenik asidin antioksidan
sistem parametreleri üzerine etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: 40 adet dişi Wistar sıçan ; (I) sham (n=8), (II) iskemi (n=8), (III) iskemireperfüzyon (% 0.9 NaCl) (n=8), (IV) pantotenik asid (250mg/kg) (n=8) ve (V) pantotenik
asid (500mg/kg) (n=8) olmak üzere beş gruba ayrıldı. İntraperitoneal olarak uygulanan
Urethane (1.2gr/kg) anestezisinden sonra Sham grubu hariç dört gruba 3 saat süreyle sağ
unilateral over iskemisi Clip Turcica yöntemi ile uygulandı. Tedaviler reperfüzyondan 15
dakika önce intraperitoneal olarak yapıldı. Reperfüzyon döneminde 3 saat süreyle dokunun
yeniden kanlanması sağlandı ve bu süre sonunda overler myeloperoksidaz (MPO) ve katalaz
düzeylerinin incelenmesi amacıyla çıkarıldı. Deney sonunda intrakardiyak kan alınarak
sıçanlar sakrifiye edildi.
Bulgular: MPO düzeyi iskemi-reperfüzyon grubunda pantotenik asit ile tedavi edilen
gruplara göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.01 ve p<0.01). Katalaz düzeylerinde
iskemi-reperfüzyon grubu ile 250 mg/kg pantotenik asid ile tedavi edilen grup arasında
farklılık saptanmazken; 500 mg/kg tedavi grubu ile anlamlı farklılık saptandı (p <0.05).
Sonuç: Over torsiyonu sonrası gelişen iskemi ve reperfüzyon hasarının önlenmesinde
pantotenik asidin 500 mg/kg dozdüzeyinde doku antioksidan sistem parametreleri üzerinde
olumlu etkisi bulunmaktadır.
P-91
SIÇAN OVER İSKEMİ-REPERFÜZYON MODELİNDE DİMETİLSÜLFOKSİTİN
KORUYUCU ETKİSİ
T. Dost1, R.O. Ek2, Ç. Yenisey3, H. Özkayran1, S. Kafkas4, M. Birincioğlu1
1
ADÜ Tıp Fakültesi Farmakoloji AD
2
ADÜ Tıp Fakültesi Fizyoloji AD
3
ADÜ Tıp Fakültesi Biyokimya AD
4
ADÜ Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum AD,
Giriş ve Amaç: Over torsiyonu sık rastlanmayan fakat ciddi sonuçlara yol açabilen jinekolojik
acil bir durumdur. Tanı ve tedavinin gecikmesi peritonit gelişimine ve steriliteye neden
olmaktadır. İskemik dönemde ve cerrahi sonrası dokunun yeniden kanlanması sırasında ortaya
çıkan süperoksit anyonu, hidrojen peroksit ve hidroksil radikali gibi maddeler hasardan
sorumlu tutulmaktadır. Bu çalışmada, bazı çalışmalarda serbest radikal temizleyici özelliği
olduğu bildirilen dimetil sülfoksitin (DMSO) over torsiyonu hasarında antioksidan sistem
parametreleri üzerine olan etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda her grupta 8 adet olmak üzere toplam 40 adet Wistar dişi
sıçan kullanıldı. Sıçanlar sham, iskemi, iskemi-reperfüzyon (%0.9 NaCl), 500mg/kg DMSO
ve 2000mg/kg DMSO olmak üzere beş gruba ayrıldı. Sham grubu hariç dört gruba 3 saat
süreyle sağ unilateral over iskemisi Clip Turcica yöntemi ile uygulandı. Tedaviler reperfüzyon
döneminden 60 dakika önce intraperitoneal yolla uygulandı. Reperfüzyon döneminde over
dokusunun 3 saat boyunca yeniden kanlanması sağlandı ve bu süre sonunda myeloperoksidaz
(MPO) ve katalaz düzeylerinin incelenmesi amacıyla overler çıkarıldı.
Bulgular: DMSO ile tedavi edilen gruplardaki MPO düzeyi iskemi-reperfüzyon grubuna göre
istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde düşük saptanmıştır (p<0.01). 500mg/kg ve
2000mg/kg DMSO ile tedavi edilen gruplardaki katalaz düzeyleri iskemi-reperfüzyon
grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.01)
Sonuç: Serbest radikal temizleyicisi olan DMSO over iskemi-reperfüzyonu sonrası gelişen
hasarının önlenmesinde doku antioksidan sistem parametreleri üzerinde olumlu etkisi
bulunmaktadır.
P-92
MATERNAL HİPERHOMOSİSTEİNEMİNİN YAVRU SIÇAN BEYNİNDEKİ
OKSİDATİF SÜREÇ VE APOPTOZİS ÜZERİNE ETKİLERİ
Sema T. Köz, Mehmet Tuzcu, Ebru Ethem, Gıyasettin Baydaş
Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ELAZI
,
Giriş ve Amaç: Maternal hiperhomosisteinemi’nin; preeklampsi, tromboembolik olaylar,
tekrarlayan düşükler, abrubtio placenta, intrauterin fetal ölüm, intrauterin gelişme geriliği ve
nöral tüp defektleri ile ilişkili olduğu ileri sürülmektedir. Bununla beraber, homosisteinin fetal
beyin üzerindeki olumsuz etkilerinin mekanizmaları hakkındaki bilgiler ise sınırlıdır. Bu
nedenle çalışmamızda maternal hiperhomosisteineminin yavru sıçan beyninde oksidatif stres
ve apoptozise etkisini araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmada Wistar cinsi erişkin dişi sıçanlar kullanılarak gebelik
oluşturuldu. Gebe sıçanlar rastgele 2 gruba (n = 5 hayvan/grup) ayrıldı. 1. Grup: Kontrol
grubu. 2. Grup: Homosistein grubu. Hiperhomosisteinemi, sıçanların gebeliği süresince, içme
sularına 1g/kg vücut ağırlığında metionin konularak oluşturuldu. Gebeliğin sonunda anne
sıçanların plasma homosistein seviyesi belirlendi. Doğumdan sonra her gruptan 25 yavru sıçan
ayrılarak beyin dokuları çıkarıldı ve postnatal 1. gündeki apoptotik markırlar ve oksidatif stres
analizi için -70ºC de saklandı. Yavru sıçanların beyinlerinin değişik subsellüler
fraksiyonlarında (nükleer, sitozolik ve mitokondrial fraksiyon) lipid peroksidasyon düzeyi
(LPO; malondialdehid + 4-hidroksialkenal olarak) tespit edildi. İlave olarak, apoptozisi
değerlendirmek için, DNA fragmantasyonu, Bcl-2 protein düzeyleri ve p53 mRNA
ekspresyonu çalışıldı. DNA fragmentasyonu agaroz jel elektroforeziyle incelendi. Subsellüler
fraksiyonlardaki protein değişiklikleri immünblot yöntemi kullanılarak belirlendi. Beyin
dokusunda p53 mRNA ekspresyonu semiquantatif RT-PCR la ölçüldü.
Bulgular: Hiperhomosisteinemik annelerden doğan yavru sıçanların beyinlerinin subsellüler
fraksiyonlarında LPO düzeyleri anlamlı olarak yüksek bulundu. Homosistein grubundaki
yavru sıçan beyinlerinde, apoptozis göstergesi olan DNA fragmantasyonu saptandı; bununla
birlikte anti-apoptotik Bcl-2 düzeylerinde ise azalma görüldü. Bunlara ek olarak,
hiperhomosisteinemi grubunda serebral p53 mRNA ekspresyonunun kontrol grubuna göre
yüksek olduğu görüldü.
Sonuç: Bulgularımız hiperhomosisteinemik anne sıçanların yavrularının beyinlerinde
oksidatif stresin arttığını göstermektedir. Ayrıca, bulgularımız artmış oksidatif stresin
apoptozis ve hücre ölümüne yolaçtığını düşündürmektedir. Bu bulgular
hiperhomosisteineminin kronik komplikasyonlarının ve fetal malformasyonların
patogenezinin anlaşılmasına katkıda bulunabilir.
P-93
KOBAYLARDA UYGULANAN DENEYSEL AKUT KOLESİSTİT MODELİNDE,
GİNGKO BİLOBA VE DİKLOFENAK SODYUM UYGULAMASININ OKSİDATİF
STRES ÜZERİNE ETKİSİ
T.Göktaş1, S.Dinçer1, S.Göktaş2, Ç.Özer1
Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD;
Cumhuriyet Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi AD.
Giriş ve Amaç: 
nsidansı son yıllarda artan akut akalküloz kolesistit (AAK),safra kesesinin
taşsız, akut inflamasyonudur. Kobaylarda ana safra kanalı ligasyonu (ASKL), akut kolesititte
gelişen olayların gözlemlenmesi için iyi bir modeldir. Bu çalışmada, ASKL yöntemi ile akut
kolesistit oluşturulan kobaylarda, oksidatif stres’e etkisi olduğu düşünülen ginkgo biloba
(EGb 761) ve diklofenak sodyum uygulamasının, karaciğer dokusu üzerindeki etkisini
incelemeyi amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda 24 adet 300±50 g’lık albino kobay kullanıldı. Denekler
dört gruba ayrıldı. 1.grup; sham , 2.grup; ASKL ile akut kolesistit , 3.grup; ASKL ile akut
kolesistit + EGb 761 (intraperitoneal 100 mg/kg, operasyon sırasında) , 4.grup; ASKL ile akut
kolesistit + Diklofenak Sodyum grubu (intraperitoneal 2 mg/kg, operasyon sırasında) olarak
belirlendi. Tüm gruplar 24 saat sonra feda edilerek karaciğer dokularında malondialdehit
(MDA), glutatyon (GSH) ve total nitrik oksit (NOx) seviyelerine bakıldı. Sonuçlar, Mann
Whitney U testleri ile karşılaştırıldı. P<0,05 değeri anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Sham grubu ile karşılaştırıldığıda kullanılan akut kolesistit modelinin MDA ve
NOx üzerinde istatistiksel olarak anlamlı artışa neden olduğu görülmüştür (P<0,05). EGB 761
ve Diklofenak Sodyum uygulanması ise, akut kolesistit grubunda artmış olan MDA ve NOx
düzeylerini anlamlı olarak azaltmıştır (P<0,05).
Bu azaltma, Diklofenak sodyum
uygulananlarda EGB 761 uygulanan gruba göre istatistiksel olarak daha anlamlı bulunmuştur.
GSH düzeylerinde anlamlı bir sonuca ulaşılmamıştır.
Sonuç: ASKL ile akut kolesistit oluşturulan kobaylarda oksidatif stresin arttığı, EGB 761 ve
Diklofenak sodyum uygulamasının bu stresi azaltmada etkili olduğu bulunmuştur.
P-94
SIÇAN BEYNİNDE HİPERBARİK OKSİJEN UYGULAMASI İLE ARTAN
OKSİDATİF STRES PARAMETRELERİNİN FİZYOLOJİK DÜZEYLERİNE
GERİLEME SÜRESİNİN İNCELENMESİ
T. Topal1, M. Özler1, H. Ay2, B. Uysal1, A. Korkmaz1, Ş. Öter1, H. Bilgiç1
1
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi, Deniz ve Sualtı Hekimliği AD
;ANKARA,

Giriş ve Amaç: Klinik tedavideki önemi ve kullanımının yaygınlaşması nedeniyle birçok
araştırmacı hiperbarik oksijen (HBO) toksisitesi ile ilgilenmektedir. Yüksek kan akımı ve
oksijen tüketimi nedeniyle beyin dokusu HBO uygulamasından etkilenen başlıca
organlardandır. Öyle ki, oksijen toksisitesine bağlı olarak ortaya çıkan epileptik nöbetlerden
bu sırada artan nitrik oksit düzeylerinin sorumlu olduğu iddia edilmiştir. Literatürde bu etkinin
nedenini ortaya çıkarmaya yönelik çalışmalar bulunmakla birlikte, ortaya çıkan kimyasal
değişikliklerin ne kadar süre ile devam ettiği konusu henüz araştırılmamıştır. Çalışmamız bu
konunun aydınlatılmasına yönelmiştir.
2
Materyal ve Metod: 49 adet Sprague-Dawley erkek sıçan 5 gruba ayrıldı (Kontrol grubunda
9, diğer tüm gruplarda 10’ar adet sıçan olmak üzere). Kontrol grubu haricindeki tüm gruplara
120 dakika sürelik tek bir seansta ve 3 atmosfer basınçta saf oksijen uygulandı. Çalışma
grupları HBO uygulaması sonrası beyin dokusunun çıkarılmasına kadar beklenen süreye göre
belirlendi. Buna göre HBO sonrası 30, 60, 90 ve 120 dakika beklenen deney grupları
oluşturuldu. Çıkarılan beyin dokusunun yalnızca korteks tabakası ayrılarak malondialdehit
(MDA)(Ohkawa ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı), süperoksit dismutaz (SOD)(Sun Y. ve
arkadaşlarının yöntemi kullanıldı), glutatyon peroksidaz (GPx)(Paglia ve Valentine’nin
yöntemi kullanıldı) ve nitrit-nitrat (NOx)(Moshage ve arkadaşlarının yöntemi kullanıldı)
düzeyleri ölçüldü. İstatistiksel değerlendirmede tüm gruplar arasındaki farklılığı ortaya
koymada Kruskal-Wallis, grupların ikişerli karşılaştırılmasında ise Mann-Whitney-U testi
kullanıldı.
Bulgular: MDA, SOD, GPx değerleri HBO uygulaması sonrasının 30 ve 60.dakikalarında,
NOx düzeyleri ise yalnızca 30.dakikada kontrol grubuna göre anlamlı şekilde artmış bulundu
(p<0,05). Her bir parametre için takip eden zaman dilimlerinde istatistiksel anlam kalmadığı
gibi veriler kontrol grubundaki fizyolojik düzeyler seviyesine kadar gerilemiş bulundu.
Sonuç: Beyin dokusunun HBO uygulamasından ciddi ölçüde etkilendiği ve buna oksidatif
stres ile yanıt verdiği tartışmasızdır. Bununla birlikte ortaya çıkan kimyasal parametre
değişikliklerinin HBO’e maruz kalmayı takiben 1 saatlik bir süre ile sınırlı kaldığı izlenmiştir.
İleri araştırmalarda bu süre zarfında ortaya çıkabilecek ilave moleküler etkileşimlerin
aydınlatılması önemli görülmektedir.
P-95
SIÇANLARDA İNTESTİNAL İSKEMİ - REPERFUZYON HARABİYETİNE BAĞLI
KONTRAKTİLİTE BOZUKLUĞUNDA ATORVASTATİN’İN KORUYUCU ETKİSİ
V.H. Özaçmak1, H. Sayan1, A. İğdem2, A. Çetin2.
1
Karaelmas Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D., ZONGULDAK;
Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Patoloji Bölümü, İSTANBUL.
2
Giriş ve Amaç: 3-hidroksi-3-metilglutaril koenzim A(HMG-CoA) redüktaz inhibitörleri
(statinler) nin pek çok dokuda iskemi reperfüzyon (I/R) harabiyetine karşı koruyucu etkileri
üzerine sayısı giderek artan çalışmalar bulunmaktadır. Bu etkileri, kolesterolü azaltıcı
etkilerinden bağımsızdır. Bu çalışmada, sıçan intestinal I/R modelinde atorvastatinin, kasılma
yanıtı, oksidatif stres ve nötrofil birikimi üzerine olan etkileri değerlendirildi.
Materyal ve Metod: Denekler, her biri 6 hayvan içeren 3 gruba ayrıldı: 1) Sham Kontrol, 2)
I/R Kontrol ve 3) Atorvastatin + I/R. İntraperitoneal sodyum tiyopental (60 mg/kg) ile anestezi
uygulandı. Süperiyor mezenter arterin 30 dk klemplenmesini takiben 3 saat reperfüzyon ile
intestinal I/R sağlandı. Atorvastatin I/R öncesi 3 gün boyunca verildi (oral, 10 mg/kg).
Reperfüzyon sonrası ileum örneklerinde malondialdehid (lipid peroksidasyon belirteci),
indirgenmiş glutatyon (majör endojen antioksidan) ve miyeloperoksidaz (nötrofil birikim
belirteci) düzeyleri ölçüldü. Organ banyosunda, örneklerin K+, P maddesi ve karbakol’ e olan
kasılma yanıtları kümülatif doz-yanıt ilişkilerine göre elde edildi. Ayrıca örnekler
histopatolojik olarak da incelendi.
Bulgular ve Sonuç: K+’ a olan yanıt referans olmak üzere, İ/R, kasılma yanıtlarını anlamlı
olarak azaltırken, tedavi grubu yanıtları istatistiksel olarak sham kontrol grubundakilerden
ayırt edilemedi (P > 0.05). Sonuçlar, atorvastatin ön tedavisinin oksidatif stresi ve nötrofil
birikimini anlamlı olarak (P < 0.05) azaltarak ve ayrıca indirgenmiş glutatyon düzeyinin
kontrol seviyelerinde kalmasını sağlayarak (P > 0.05), I/R’un intestinal kasılma yanıtı üzerine
olan olumsuz etkilerinden koruduğunu önermektedir.
P-96
MATERNAL HİPERHOMOSİSTEİNEMİNİN NEDEN OLDUĞU GECİKEN BEYİN
GELİŞİMİNE MELATONİNİN ETKİSİ.
G. Baydas, S.T. Koz , M.Tuzcu
Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; ELAZIĞ;
Giriş ve Amaç: Homosistein, methionin metabolizması esnasında oluşan ve tiyol grubu içeren
bir amino asittir. Hiperhomosisteinemi vasküler işlev ve kan pıhtılaşmasına olan olumsuz
etkilerinden dolayı hem kardiyovasküler hem de serebrovasküler risk faktörü olarak kabul
edilmektedir. Son zamanlarda klinik çalışmalar plazma homosistein miktarının yüksek
olmasıyla bazı nörodejeneratif hastalıklar arasında ilişki olduğunu saptamıştır. Bu nedenle bu
araştırmamızda, maternal hiperhomosisteineminin fetal beyin gelişimi üzerine olan olası
etkilerine melatoninin koruyucu etkisini araştırmayı amaçladık. Çünkü melatonin
nöroprotektif olarak etki gösterdiği ileri sürülmektedir.
Materyal ve Metod: Gebe kalan sıçanlardan bir gruba içme sularına 1 g/kg dozunda günlük
methionin verilirken diğer bir gruba methionine ilaveten 10 mg/kg dozunda melatonin verildi.
Doğumdan sonra yavruların yarısı dekapite edilerek beyinleri alındı ve diğer yarısı da 75
günlük oluncaya kadar beslenmeleri sağlandı ve Morris Water Maze öğrenme testine tabi
tutuldular. Daha sonra dekapite edilerek beyin dokuları alındı. Tüm beyin dokularında nöral
hücre adhesion molekülleri (NCAM), astrosit olgunlaşma faktörü olan glial fibiriler asidik
protein (GFAP) ve S100 B proteini western blot ile ölçüldü.
Bulgular: Maternal hiperhomosisteinemi oluşturulan sıçan yavrularının beyin
maturasyonunda gecikme olduğu saptandı ve melatoninin bunu kısmen önlediği gözlendi.
Maternal hiperhomosisteineminin yavru sıçanlarda öğrenme performansını etkilediği ve
melatoninin de buna karşı olumlu etkisi olduğu saptandı.
Sonuç: Melatoninin yüksek konsantrasyondaki homosisteinin fetal gelişim üzerindeki bazı
olumsuz etkilerini önlemede etkili olduğunu gözlemledik
P-97
MİLLİ GÜREŞÇİLERDE VÜCUT YAĞ YÜZDESİ VE ANAEROBİK PERFORMANS İLİŞKİSİ
S. A. Vardar, S. Tezel, L. Öztürk
Trakya Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; ED
RNE;
Amaç: Güreş sporu yoğun kas kuvveti ve dayanıklılık gerektirmektedir. Güreş sporcularının
aynı zamanda vücut yağ yüzdesini ve kilolarını koruyabilmeleri de gerekmektedir. Bu
çalışmada, Edirne ilindeki yıldız milli güreşçilerde vücut yağ yüzdesi ile anaerobik
performansın incelenmesinde kullanılan zirve güç, ortalama güç ve minimum güç değerleri
arasındaki ilişki araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya milli takım sporcusu 10 kız (yaş, 15,8±1,4; BMI, 21,4±2,1),
10 erkek (yaş, 17,4±1,5; BMI, 24,7±5,1) güreşçi dahil edildi. Yaşları 18’den büyük olanların
kendisinden, küçük olanların ise ebeveynlerinden yazılı bilgilendirilmiş onay alındı. Vücut
yağ yüzdesi ve yağ kütlesi bioelektriksel impedans analizi ile (Tanita-TBF 300) belirlendi.
Anaerobik performans (zirve güç, ortalama güç ve minimum güç) bisiklet ergometresinde
(Monark 894-E) 30 sn Wingate testi ile ölçüldü. Zirve güç, ortalama güç ve minimum güç
ölçümleri ile vücut yağ yüzdesi ve yağ kütlesi arasındaki ilişki Pearson korelasyon analizi ile
incelendi.
Bulgular: Vücut yağ yüzdesi (%14.9±6.7) ile zirve güç (7.5±1.3 w/kg) ve ortalama güç
(5.5±1.0 w/kg) arasında yüksek düzeyde negatif ilişki saptandı (sırasıyla R= -0,741 p<0,01;
R=-0,765 p<0,01). Yağ kütlesi ile zirve güç arasında orta düzeyde ilişki olmasına rağmen,
istatistiksel anlamlılığa ulaşmadı (R=-0,448 p>0,05). Yağ kütlesi ile ortalama güç arasında ise
orta düzeyde ve anlamlı negatif ilişki bulundu (R=-0,495 p<0,05). Yağ yüzdesi ile minimum
güç arasında, orta düzeyde ancak istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir ilişki saptandı (R=0,435 p>0,05).
Sonuç: Genç güreşçilerde vücut yağ yüzdesi ve yağ kütlesinin artışı ile anaerobik
performansın azaldığı saptanmıştır. Yağ yüzdesinin, zirve güç ve ortalama güç değerleri ile ters
yönde belirgin ilişkili olduğu görülmüştür.
P-98
SIÇANLARDA FARKLI KOŞU HIZLARININ ERİTROSİT DEFORMABİLİTESİ VE
AGREGASYONUNA ETKİLERİ
A. Topçu, İ. Aksu, C.Ş. Bediz, O. Açıkgöz

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR.
Giriş: İnsan ve hayvanlarda egzersiz hemoreolojik değişikliklere yol açmaktadır.
Hemoreolojik bozulmalar küçük çaplı dolaşım alanlarında kan akımı bozuklukları
oluşturmaktadır. Egzersiz ile tetiklenen hemoreolojik değişikliklerin özelliklerini tanımak, bu
değişikliklere artırıcı veya azaltıcı yönde etkili başka etkenleri tanımlamak için hayvan
deneyleri önemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışmanın amacı sıçanlarda hangi koşu hızlarında
eritrosit deformabilitesinin ve agregasyonunun değiştiğini belirlemektir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada 28 adet erkek Sprague Dawley sıçan kullanılmıştır.
Sıçanlara 5 gün koşu alıştırma protokolü uygulanmış, deneyler alıştırmadan 3 gün sonra
yapılmıştır. Sıçanlar 4 gruba ayrılmış, 3 grup 10, 15 ve 20 m/dakika hızda küçük hayvan koşu
bandında 1 saat süreyle koşmuşlardır. Kontrol grubu 1 saat süre ile koşu bandında
bekletilmiştir. Akut egzersizler sonunda feda edilen sıçanların kanlarında LORCA yöntemi ile
eritrosit deformabilitesi ve agregasyonu incelenmiştir. Sonuçlar tek yönlü ANOVA ve
sonrasında Tukey testi ile değerlendirilmiştir.
Bulgular: 10 ve 15 m/dakika hızlarda koşan sıçanların eritrosit deformabilite ve agregasyon
özellikleri koşmayan sıçanlardan farklı bulunmamıştır. 20 m/dakika hızda koşan sıçanlarda
eritrosit deformabilitesi hem yavaş kayma hızlarında, hem de yüksek kayma hızlarında
anlamlı şekilde azalmıştır (P<0.05). Eritrosit agregasyonu yine 20 m/dakika hızda artmıştır
(P<0.05).
Sonuç: Düşük koşu hızlarında eritrosit deformabilitesi ve agregasyonu değişmemektedir. 20
m/dakika koşu hızı bu sıçanlar için bir eşik hız olabilir. Önceki çalışmalarda egzersizde
anaerobik eşik gibi bir hemoreolojik eşik olabileceği öne sürülmüştür. Sıçanlar için laktat
eşiğinin 20 m/dakika koşu hızında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Egzersizde yükselen laktat ve
serbest oksijen radikalleri eritrosit deformabilitesini ve agregasyonunu bozuyor olabilir. Bu
bozulma laktat eşiği ile ilişkili olabilir. Sonraki çalışmalarda laktat düzeyleri de bakılarak
laktat eşiği ile ilişkinin olup olmadığı araştırılacaktır.
P-99
TAVŞANLARDA DAMARİÇİ OKSİTOSİN UYGULAMASININ QT, QTc
DEĞERLERİ VE KALP ATIMI ÜZERİNE ETKİLERİ
M. Uzun1, K. Yapar2, E. Uzlu3, M. Çitil3, H. M. Erdoğan3
Kafkas Üniversitesi, Veteriner Fakültesi 1Fizyoloji, 2Farmakoloji-Toksikoloji, 3İç
Hastalıkları AD, KARS;
Giriş ve Amaç: Bir çok ilaç QT aralığında uzamaya neden olur ve uzamış QT aralığı süresi
ventriküllerin repolarizasyonunda gecikmenin bir göstergesi olarak kabul edilir. Bu gecikme
kalbi ventriküler taşikardilere kadar ilerleyebilen aritmilere duyarlı hale getirebilir. Oksitosin
hekimlikte farklı amaçlarla kullanılan bir farmakolojik ajan olmasına rağmen ventriküler
depolarizasyon ve repolarizasyon üzerine etkisi bilinmemektedir. Bu nedenle araştırmamızda
damar içi oksitosin uygulanan uyanık tavşanlarda kalp atım sayısı ve QT, QTc ve RR
değerlerindeki değişimlerin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmada 6-8 aylık Yeni Zelanda ırkı tavşanlardan her grupta 6 tavşan
olacak şekilde dişi ve erkekler için 3’er farklı grup oluşturuldu. Gruplara her bir tavşan için
0,75, 1,5 ve 3,0 U damariçi oksitosin enjeksiyonu yapıldı. Enjeksiyon öncesi ve takiben 2., 4.,
6., 8., 10., 15 ve 20. dakikalarda hayvanların standart bipolar ve artırılmış unipolar ekstremite
derivasyonları kaydedildi. Enjeksiyon ve EKG alınımı öncesi ve süresince herhangi bir sedatif
veya anestezik madde kullanılmadı. Elde dilen EKG’lerden QT, RR ve kalp atım sayıları
hesaplandı. QTc değerleri Bazett (QTcB), Fridericia (QTcF) ve Carlsson (QTcC)’ un
formülleri kullanılarak belirlendi. Dakikalar arasındaki farklar vQTcB, QTcF ve QTcC
P-100
LEVAMİZOL UYGULANAN TAVŞANLARDA QT ve QTc ARALIĞINDAKİ
UZAMALAR İLE BRADİKARDİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
E. Uzlu1, M.Uzun 2, K. Yapar3, M. Çitil1, H.M.Erdoğan1
Kafkas Üniversitesi, Veteriner Fakültesi 1İç Hastalıkları, 2Fizyoloji, 3FarmakolojiToksikoloji, AD, KARS;
Amaç: QT ve QTc aralığı süresi değeri kalp üzerinde toksik etkileri olabilen non-kardiak
ilaçların proaritmik etkilerini belirlemede yaygın olarak kullanılmaktadır. Levamizol
hekimlikte çeşitli hastalıklarda kullanılan bir ilaç olmasına rağmen QT ve QTc değerleri
üzerine etkisi sadece anestezi altındaki rat ve tavşanlarda belirlenmiştir. Anestezik maddeler
de kalbi etkileyebileceğinden dolayı bu araştırmada levamizol enjekte edilmiş uyanık
tavşanlarda QT, QTc ve kalp atım sayısı değerlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmada yaklaşık 1 yaşlı Yeni Zelanda ırkı tavşanlardan her grupta 6
tavşan olacak şekilde dişi ve erkeklerden 2 grup oluşturuldu ve 1. gruba 2,5 mg/kg, 2. gruba 5
mg/kg dozda levamizol intravenöz yolla enjekte edildi. Enjeksiyon öncesi ve takiben 2., 4., 6.,
8., 10., 15 ve 20. dakikalarda hayvanların standart bipolar ve artırılmış unipolar ekstremite
derivasyonları kaydedildi. Enjeksiyon ve EKG alınımı öncesi ve süresince herhangi bir sedatif
veya anestezik kullanılmadı. Elde dilen EKG’lerden QT, RR ve kalp atım sayıları hesaplandı.
QTc değerleri Bazett (QTcB), Fridericia (QTcF) ve Carlsson (QTcC)’un formülleri
kullanılarak belirlendi. Dakikalar arasındaki farklar vQTcB, QTcFQTcC
P-101
AKUT EGZERSİZİN FARKLI TİPTEKİ İSKELET KASLARINDA
HIF-1α VE VEGF ÜZERİNE ETKİLERİ
D. Tekin1, H. Fıçıcılar1, A.D. Dursun1, F. Arı2, O. Öztürk2, Z. Telatar2
1
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı,
Ankara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Elektronik Mühendisliği Bölümü, ANKARA
2
Amaç: Sunulan çalışmada akut egzersizin çeşitli iskelet kaslarında HIF-1α ve VEGF
ekspresyonu üzerine etkisini incelemek, ve bu dokulardaki ekspresyonları birbirleri ile
karşılaştırmak amaçlanmıştır.
Deney Hayvanları: Erişkin, erkek Sprague-Dawley sıçanlar akut egzersiz (n=8) ve kontrol
(n=6) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Ortalama ağırlıkları 233,9 ± 24,8 gramdır.
Materyal ve Metod: Akut egzersiz grubundaki sıçanlar motorize koşu bandında 20m/dk
hızda, 1 saat koşturulmuştur. Kontrol grubundakiler ise koşu bandında aynı süre bekletilmiştir.
Daha sonra her iki gruptan gastroknemius, soleus ve plantaris kas örnekleri toplanmış, bu
örneklerde HIF-1α, VEGF ve GAPDH (kontrol geni) mRNA ekspresyonları RT-PCR ve
agaroz jel elektroforezi ile incelenmiştir.
Bulgular: Akut egzersiz grubunun her üç iskelet kasındaki VEGF ve HIF-1α
ekspresyonlarının GAPDH ekspresyonuna oranları kontrol grubundakilere göre farklı
bulunmamıştır. Kontrol ve egzersiz gruplarının toplamı ile oluşturulan grupta, soleus kasının
(S), plantaris (P) ve gastrokinemius kaslarına (G) göre daha fazla HIF-1α (S:1,19±0,1,
P:0,34±0,05, G:0,34±0,04) ve VEGF (VEGF164- S:0,85±0,1 P:0,55±0,1 G:0,3±0,03; VEGF188S:0,52±0,1 P:0,4±0,05 G:0,28±0,03) mRNA içerdiği bulunmuştur.
Sonuç: Uygulanan egzersizin süresi ve şiddeti dokuda lokal oksijen basıncını yeterince
düşürememiş, HIF-1α ve VEGF mRNA’sını aktive etmeye yeterli olamamıştır. Farklı egzersiz
şiddeti ve sürelerinin uygulandığı ek çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Öte yandan soleus
kasının hipoksiye duyarlı faktörleri daha fazla içermesi, yavaş oksidatif liflerden zengin
olması ve oksijen ihtiyacının daha fazla olması ile ilişkili olabilir.
P-102
EKZENTRİK EGZERSİZİN NÖTROFİL FONKSİYONLARI ÜZERİNE ETKİSİ
S.Harbili¹, E. Gencer², G. Ersöz², H.A. Demirel¹
¹Hacettepe Üniversitesi Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu
²Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı
Amaç: Ekzentrik egzersiz, kuvvet kaybı ve ağrı ile karakterize iskelet kası hasarına yol
açmaktadır. Hasardan, mekanik ve metabolik strese bağlı gelişen akut inflamatuvar yanıt
sorumlu tutulmakla beraber egzersize bağlı inflamatuvar yanıt gelişimindeki süreçler açık
değildir. Bu çalışma, ekzentrik egzersize bağlı kas hasarında nötrofiller ve nötrofil kaynaklı
serbest radikallerin rolünün araştırılması amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Materyal ve Metod: Çalışmaya son 6 ay içinde hiç bir kuvvet egzersizi yapmamış olan 12
sağlıklı sedanter erkek denek (yaş ortalaması, 23.00 2.21) gönüllü olarak katılmışlardır.
Egzersiz, Cybex-Norm (CSMI,U.S.A) izokinetik dinamometresinde 8x10 tekrarlı ve setler
arasında birer dakika dinlenme aralığı verilerek gerçekleştirilmiştir. Kısaca, denekler 60
derece/saniye hızla yer çekimi yönüne ilerleyen kuvvet koluna maksimum seviyede karşı
koymuşlar ve bu hareketi diz eklemi 180 derecelik bir açıdan 90 derecelik fleksiyona gelene
kadar sürdürmüşlerdir. Deneklerden, egzersiz öncesinde, egzersizden hemen sonra ve egzersiz
takip eden 3. ve 24. saatlerde venöz kan örnekleri alınarak N-formyl-L-methionyl-L-leucyl-Lphenylalanine (fMLP) ile uyarılan nötrofil süperoksit anyonu oluşumu ölçülmüştür.
Ölçümlerde lüminol bağımlı kemiluminesan tekniği kullanılmıştır.
Bulgular: fMLP ile uyarılan nötrofil kemiluminesansı egzersizin hemen sonrasında artmış
(p<0.01), egzersizi takip eden 3 ve 24. saatlerde ise dinlenim düzeylerine dönmüştür.
Sonuç: Nötrofil kemiluminesansı, membran bağımlı NADPH oksidaz ve granül kökenli
miyeloperoksidaz aktivitesi ile süperoksit anyonu oluşumuna bağlı olduğundan, bu çalışmada
nötrofil kemiluminesansında egzersizin hemen sonrasında saptanmış olan artış, ekzentrik
egzersizin nötrofil duyarlığını artırdığını ve nötrofillerin serbest oksijen radikali kaynağı
olarak kas hasarında etkili olabileceğini göstermiştir.
P-103
EGZERSİZ YAPAN YAŞLI BİREYLERDE ALTI AYLIK E VİTAMİNİ
KULLANIMININ FİZİKSEL VE BİLİŞSEL PERFORMANSA ETKİSİ
F Toraman 1, Ö Nalbant 1, Ö Özdemir 1, H Aydın 2, C Kaçar 3, G Özkaya 1.
1
Akdeniz Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı
3
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı
2
Giriş ve Amaç: Fiziksel egzersizin,bilişsel işleve etkili olduğu ve antioksidanların bilişsel
işlevdeki azalmaya karşı koruyucu rolü olduğu öne sürülmektedir. Bu çalışmada, 60-86 yaş
arasındaki bireylerde, 6 ay süreli aerobik egzersiz ve E vitamini kullanımının, bilişsel
performans üzerine etkisi araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya, huzurevinde yaşayan 57 birey katılmıştır. Bireyler rasgele,
kontrol (K), egzersiz (E), E-vitamini alan kontrol (EK) ve E vitamini alan egzersiz (EE) grubu
olarak ayrılmıştır. Antrenman programı 3 gün/hafta sıklıkta, % 70 kalp atım sayısı
yoğunluğunda, 6 ay süresince yürüme ve esneklik egzersizlerinden oluşmuştur. Birim süre ilk
iki hafta 20 dakika olarak belirlenmiş,sonra sekizinci haftaya kadar 5 dak/hafta arttırılmıştır.
EK ve EE grupları, 6 ay süresince 1000 IU/gün E vitamini (PO) almışlardır. Araştırmanın
başlangıcında ve sonunda, beden kütle indeksi (BKİ), fiziksel performans testleri, serum E
vitamini ve total antioksidan kapasite (TAK) tayini yapılmış, P3 latans ve amplitüd değerleri
incelenmiştir. Gruplar arası karşılaştırma, tek yönlü varyans analizi, post hoc Tukey testi ile
değerlendirilmiştir. Sonuçlar ± SD olarak sunulmuş, p<0.05’in altındaki değerler istatistiksel
olarak önemli kabul edilmiştir.
Bulgular: Antrenmana bağlı BKİ’ndeki azalma miktarı EE grubunda, EK ve K gruplarından
daha fazla bulunmuştur (p<0.05). 6 dakika yürüme mesafesi EE ve E gruplarında, EK
grubundan, otur-kalk ve sırt kaşı test puanlarındaki artış ve 8-ft kalk yürü test puanındaki
azalmanın EE ve E gruplarında, EK ve K gruplarından, otur eriş testindeki artışın EE grubunda,
EK ve K grubundan daha fazla olduğu belirlenmiştir (p<0.05). Antrenman, E ve EE
gruplarında P3 latansını kısaltmıştır (p<0.05).
Sonuç: Yaşlı bireylerde fiziksel egzersize ek olarak verilen E vitamini, egzersizin yol açtığı
fiziksel ve bilişsel fonksiyon artışına ek yarar getirmemiştir.
P-104
EGZERSİZ PROTEİNÜRİSİ OLUŞUMUNDA NADPH OKSİDAZ ENZİMİNİN ROLÜ
G. Koçer, F. Gündüz, Ü.K. Şentürk
Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji A.D. ANTALYA,
Giriş: Egzersiz sırasında artan oksijen tüketimi, serbest oksijen radikallerinin üretimini de
arttırmakta ve aralarında egzersiz proteinürisinin de yer aldığı bazı istenmeyen etkilere neden
olabilmektedir. Daha önceki çalışmalarımızda, egzersiz proteinürisinin oluşumunda oksidan
stresin de etkisinin olduğunu gösterdik. Egzersiz sırasında oksidan stres çeşitli
mekanizmalardan kaynaklanmaktadır. Bunlardan biri olan NADPH oksidaz enziminin
egzersiz proteinüri oluşumuna katkısını bu çalışma ile incelemeyi hedefledik.
Materyal ve Metod: Çalışmamızı Kontrol (K), Egzersiz (E), İnhibitör Kontrol (İ) ve İnhibitör
Egzersiz (E-İ) olmak üzere 4 grupta planladık. Çalışmamızda toplam 34 Wistar albino sıçan
kullanıldı. NADPH oksidaz inhibitörü olan diphenyleneiodonium chloride (DPI,1,6mg.kg1
.gün-1) 4 gün süreyle sıçanlara kuyruktan intravenöz verilmesini takiben, sıçanlara koşu
bandında tüketici egzersiz yaptırıldı. Egzersiz süresince hız ve eğim zamana bağlı olarak
arttırıldı. Egzersizden sonra hayvanlar, 24 saatlik idrarlarının toplanması için metabolik
kafeslere alındı. 24 saatin sonrasında, toplanan idrarın yanında kan örnekleri ve böbrek dokusu
da alındı. NADPH. Oksidaz aktivitesini değerlendirmek için lökosit aktivasyonu, böbrek ve
lökosit NADPH oksidaz aktivitesi oluşan oksidan stresi değerlendirmek için böbrek
dokusunda TBARS ve protein karbonilasyonu, proteinüriyi değerlendirmek için de idrar total
protein ve mikroalbumin düzeyi ölçüldü.
Bulgular: Egzersize bağlı artan lökosit aktivasyonu, böbrek ve NADPH oksidaz aktivitesi
inhibitör alımıyla E-İ grubunda önlendi. Benzer yanıt oksidan stres parametrelerinde de
gözlendi. Kontrole göre egzersiz grubunda artan böbrek TBARS ve protein karbonilasyonu
inhibitör alımıyla E-İ grubunda artmadı. İdrar total protein ve mikroalbumin düzeyleri de
egzersiz sonucu artış gösterirken, inhibitör alımından sonra egzersiz yaptırılan E-İ grubunda
artış göstermedi.
Sonuç: Sonuçlarımız, egzersiz sırasında aktivitesi artarak oksidan stres yaratan NADPH
oksidaz enziminin, egzersiz proteinürisinin oluşumunda katkısının olduğunu göstermektedir.
P-105
DÜZENLİ EGZERSİZİN SIÇAN BEYNİNDE OKSİDAN-ANTİOKSİDAN DENGE
ÜZERİNE ETKİLERİ
İ. Aksu, A. Topçu, M. U. Çamsarı, O. Açıkgöz
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR
Giriş: Egzersizin pek çok sistem üzerine olumlu etkileri bilinmektedir. Düzenli egzersiz
antioksidan savunmayı güçlendirmektedir. Bu çalışmada, farklı şiddetlerde yapılan düzenli
koşu bandı egzersizinin; glukokortikoidlerin etkilerinin yoğun olarak gözlendiği hipokampus,
dopaminerjik nöronların sonlanma bölgeleri olan prefrontal korteks ve striatumda oksidanantioksidan denge üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada erişkin 40 adet erkek Sprague Dawley sıçan kullanılmıştır.
10 m/dakika, 15 m/dakika, 20m/dakika hızda günde 1 saat, haftada 5 gün ve toplam 8 hafta
süreyle koşu bandı egzersizi yaptırılmıştır. Ellenmemiş sıçanlardan oluşan kontrol grubu ve
koşu bandına koyulup egzersiz yapmayan sıçanlardan oluşan ellenmiş kontrol grubu
kullanılmıştır. Hipokampus, prefrontal korteks ve striatum bölgeleri çıkarılarak süperoksit
dismutaz, glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri, nitrit-nitrat ve tiyobarbitürik asitle
reaksiyona giren maddelerin (TBARS) değerleri ölçülmüştür. Sonuçlar non parametrik
Kruskal-Wallis tek yönlü varyans analizi kullanılarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Ellenmemiş kontrol grubuna göre hem 10 m/dakika hem de 15 m/dakika hızla koşan
sıçan gruplarında süperoksit dismutaz enzim aktivitesi hipokampusta anlamlı olarak düşük
bulunmuştur (p<0,005). Ellenmiş kontrol grubunda glutatyon peroksidaz enzim aktivitesi
prefrontal kortekste ellenmemiş kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksektir (p<0,005). Her
üç beyin bölgesinde de nitrit-nitrat ve TBARS değerleri istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık
göstermemiştir.
Sonuç: Ilımlı hızlarda yapılan egzersiz sonrasında hipokampusta süperoksit dismutaz enzim
aktivitesinin düşmüş olması egzersizin hipokampus üzerine olumlu bir etkisi olarak
yorumlanabilir. Düzenli ılımlı egzersiz glukokortikoit düzeylerini bazal seviyenin altına
indirmektedir. Kortikosterondaki azalma hipokampusta glutamatı da azaltmaktadır.
Glutamata bağlı süperoksit oluşumundaki azalma süperoksit dismutaz enzim aktivitesinde
azalmayı açıklayabilmektedir. Ellenmiş kontrol grubunda glutatyon peroksidaz enzim
aktivitesinin yükselmesi hafif şiddetlerde stresin prefrontal kortekste dopamin
metabolizmasını artırarak glutatyon peroksidaz enzim aktivitesini artırmasına bağlanabilir.
Düzenli egzersizin incelenen beyin bölgelerinde oksidan strese neden olmadığı gösterilmiştir.
P-106
AKUT TÜKETİCİ EGZERSİZ SIÇAN HİPOKAMPUS, PREFRONTAL KORTEKS
VE STRİATUMUNDA LİPİT PEROKSİDASYON DÜZEYLERİNİ VE ANTİOKSİDAN
ENZİM AKTİVİTELERİNİ ETKİLEMEZ
O. Açıkgöz, İ. Aksu, A. Topçu, B. M. Kayatekin
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR.
Amaç: Düzenli ılımlı fiziksel egzersizin beyin üzerine olumlu etkileri gösterilmiştir. Tüketici
egzersizin iskelet kası ve kalp kasında reaktif oksijen türlerinin oluşumunu artırarak kas
hasarına neden olduğu bilinmektedir. Tüketici egzersizin beyinde oksidan stres oluşturup
oluşturmadığını inceleyen çalışmalar oldukça az ve bulgular da çelişkilidir. Bu çalışmanın
amacı tüketici egzersizin hipokampus, prefrontal korteks ve striatumda lipit
peroksidasyonunun belirleyicisi olan tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddelere ve
antioksidan enzimlerden süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz enzim aktivitelerine
etkisini araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada erişkin 49 adet, 24 haftalık erkek Wistar Albino sıçan
kullanılmıştır. Kontrol grubu dışındaki tüm sıçanlara 5 gün süresince koşmaya alıştırma
egzersizi yaptırılmıştır. 25 m/dakika hızda 5
eğimde tükeninceye kadar akut koşu bandı
egzersizi yaptırılmıştır. Tüketici egzersizin hemen sonrasında (0. dakika), 3, 6, 12 ,24 ve 48
saat sonra sıçanların yaşamına son verilmiştir. Hipokampus, prefrontal korteks ve striatum
bölgeleri çıkarılarak süperoksit dismutaz, glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri ve
tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddelerin değerleri ölçülmüştür. Sonuçlar non
parametrik Kruskal-Wallis tek yönlü varyans analizi kullanılarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Tüketici egzersiz ile süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri
ve tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren maddelerin değerleri her üç beyin bölgesinde de
egzersiz bitiminden sonra 0. dakika ve 3, 6, 12, 24, 48. saatlerde değişmemiştir.
Sonuç: Tüketici egzersiz sonrasında farklı sürelerde hipokampus, prefrontal korteks ve
striatumda süperoksit dismutaz ve glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri değişmemiştir.
Tüketici egzersiz beyinde lipit perokdidasyonuna yol açmamaktadır.
P107
AKUT EGZERSİZİN SIÇAN BEYNİNDE OKSİDAN-ANTİOKSİDAN DENGE
ÜZERİNE ETKİLERİ
İ. Aksu, A. Topçu, M. U. Çamsarı, O. Açıkgöz
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, İZMİR.
Amaç: Antrene olmayan kişilerde akut egzersiz çeşitli dokularda oksidan ve antioksidan
düzeyleri arasında dengesizlik yaratarak oksidan stres oluşturmaktadır. Bu çalışmada, farklı
şiddetlerde yapılan akut koşu bandı egzersizinin; glukokortikoidlerin etkilerinin yoğun olarak
gözlendiği hipokampus, dopaminerjik nöronların sonlanma bölgeleri olan prefrontal korteks
ve striatumda oksidan-antioksidan denge üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada erişkin 48 adet erkek Sprague Dawley sıçan kullanılmıştır.
10 m/dakika, 15 m/dakika, 20m/dakika hızda 1 saat ve 25 m/dakika 5
eğimde tükeninceye
kadar akut koşu bandı egzersizi yaptırılmıştır. Ellenmemiş sıçanlardan oluşan kontrol grubu ve
koşu bandına koyulup egzersiz yapmayan sıçanlardan oluşan egzersiz kontrol grubu
kullanılmıştır. Hipokampus, prefrontal korteks ve striatum bölgeleri çıkarılarak süperoksit
dismutaz, glutatyon peroksidaz enzim aktiviteleri, nitrit-nitrat ve tiyobarbitürik asitle
reaksiyona giren maddelerin değerleri ölçülmüştür. Sonuçlar non parametrik Kruskal-Wallis
tek yönlü varyans analizi kullanılarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Akut egzersizle glutatyon peroksidaz, tiyobarbitürik asitle reaksiyona giren
maddeler ve nitrit-nitrat değerleri her üç beyin bölgesinde de değişmemiştir. Striatum
bölgesinde süperoksit dismutaz enzim aktivitesi 20 m/dakika koşu grubunda kontrole göre
anlamlı olarak artmış bulunmuştur (p< 0,003)
Tartışma: Yüksek şiddette yapılan koşma egzersizinin striatum bölgesinde süperoksit
dismutaz enzim aktivitesinde artışa yol açması; striatumun motor aktivitenin kontrolünde
görevli bir bölge olmasına ve egzersizle aktivitesinin artışına bağlanabilir. Ayrıca striatumda
egzersiz sırasında artan kateşolaminlerin otooksidasyonu süperoksit radikali oluşumuna
neden olabilir. Hiçbir egzersiz grubunda lipit peroksidasyonu bulgusu olan TBARS
değerlerinde artış saptanmamıştır. Bu da artan hidrojen peroksitin zarar vermeden enzimatik
ve enzimatik olmayan antioksidan savunma sistemleri tarafından ortamdan uzaklaştırıldığının
kanıtıdır. Farklı şiddetlerde yapılan akut koşu bandı egzersizi incelenen beyin bölgelerinde
oksidan strese neden olmamaktadır.
P-108
YAŞLILIK, KRONİK EGZERSİZ, FİZYOLOJİK VE KOGNİTİF SİSTEMLER
N. Kutlu1, G. Büyükyazı2, G. Karadeniz3, D. Selçuki4
1
Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji A.D. 2BESYO, 3Hemşirelik Yüksekokulu
Dahiliye A.D, 4Tıp Fakültesi, Nöroloji A.D. MANİSA,
Amaç: Bu çalışmada, kronik egzersiz yapan orta yaşlı ve yaşlı erkeklerde oksijen kullanım
kapasitesi ile mental reaksiyon zamanı ve P300 verileri arasındaki ilişkinin araştırılması
amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya düzenli egzersiz yapan orta yaşlı ve yaşlı master erkek
atletler (n=11+12) ile sedanter yaşam sürdüren kontrol grupları (n=11+12) olmak üzere dört
grup alındı. Katılımcıların maksimal oksijen kullanım kapasiteleri ‘Astrand testi’ ile
belirlendi. Katılımcıların, mental reaksiyon zaman test verileri ve P300 değerleri sabah aynı

saatte ve aynı test ortamında alındı. Tüm katılımcıların nörolojik ve fizik muayeneleri yapıldı.
Bulgular: Maksimal oksijen kullanım kapasiteleri master yaşlılarda 31.4±5.9ml/dk/kg, orta
yaşlı grubunda 38.3±4.2ml/dk/kg, sedanter yaşlılarda 18.8±5.0ml/dk/kg ve sedanter orta yaş
grubunda ise 23.3±3.5ml/dk/kg olarak saptandı. Reaksiyon zamanı master yaşlılarda
105.5±2.3sn, orta yaşlılarda 107±3.3sn, sedanter yaşlılarda 148.27±39.30 sn, sedanter orta
yaşlılarda 125±5.7sn olarak saptandı. İstatistiksel analizlerde gruplar arasındaki fark
anlamlıydı. Ancak kronik antremanlı master yaşlı ve orta yaşlılarda, mental reaksiyon zaman
değerlerinde istatiksel olarak fark yoktu. Yaşlılarda P300 latansı, masterlerde 330.30±3.5msn;
sedanterlerde 345.58±22.73msn olarak saptandı.(p=0.433) P300 amplitüdü ise sırasıyla 12.42
±9.74 mV ve 10.86 ±5.30 mV idi.Veriler arasında anlamlı fark bulundu (p=0.05).
Sonuç: Bu çalışmada, uzun süreli aerobik egzersiz yapan orta yaşlı ve yaşlı erkeklerde,
maksimal oksijen kapasiteleri ve mental reaksiyon zamanında anlamlı yükselme saptandı.
P300 latans’da azalma ve amplitüdlerinde artma sınırda dahi olsa etkileme meyilinde
olabileceği sonucuna varıldı. Kronik egzersiz yapan gurupta algılama yeteneğinin yaşlanmaya
bağlı olarak değişmediği; oksijen kapasitesindeki azalmanın ise, kontrol grubuna göre daha az
olduğu saptandı. Kronik egzersizin Fizyolojik yaşlanmayı yavaşlatabileceği olasılığını
söyleyebiliriz.
P-109
FUTBOL MÜSABAKALARININ FUTBOLCULARDA LİPİD PEROKSİDASYONU
VE ANTİOKSİDAN DURUMA ETKİLERİ
N. Öztaşan, Y. Ocak, İ. Küçükkurt, L. Akgün, A. Eryavuz
Afyon Kocatepe Üni., Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; AFYONKARAHİSAR;
Giriş ve Amaç: Futbol karşılaşmaları, futbolcuların yoğun fiziksel performans
harcadıkları ve strese maruz kaldıkları sportif aktivitelerdendir. Bu aktivite esnasında;
sporcuların enerji ihtiyacı ve oksijen tüketimleri artmakta ve buna bağlı olarak lipid
peroksidasyonuna yol açan reaktif oksijen türlerinde artışa neden olmaktadır. Bu
çalışmada, futbolculardan alınan kanda malondialdehit (MDA), total antioksidan
kapasite (TAK) seviyesi ve bazı biyokimyasal parametreler ölçülerek, müsabaka ve
egzersizin oksidatif strese etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışma, herhangi bir klinik şikayeti ve bulgusu olmayan, en az
4 yıldır düzenli futbol oynayan 17 gönüllü erkek sporcu ile gerçekleştirildi. AKÜ
tarafından düzenlenen ödüllü bir müsabakanın final maçı öncesi ve sonrasında
katılımcılardan kan alındı. Alınan kan örneklerinde; MDA, TAK, methemoglobin,
glikoz, kolesterol, nitrik oksit (NO), trigliserid, ve üre düzeyleri spektrofotometrik
metotlarla belirlendi. Araştırmada elde edilen verilerin istatistiksel analizi SPSS
bilgisayar programında Paired t testi kullanılarak yapıldı.
Bulgular: Araştırmada, futbolculardan müsabaka sonrası alınan kan örneklerinde
müsabaka öncesi alınanlara göre MDA ve glikoz düzeylerinin yükseldiği (P<0.05),
trigliserid düzeylerinin azaldığı ve total antioksidan kapasite, NO, üre ve
methemoglobin düzeylerinin değişmediği tespit edildi.
Sonuç: Bu çalışma; futbol müsabakalarının futbolcularda kan lipid peroksidasyonunu
artırdığını, buna karşın total antioksidan kapasiteyi etkilemediğini ortaya
koymaktadır.
P-110
EGZERSİZİN LEPTİN DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ
N. Dursun1, L. Ogan Keçetepen2
1
Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi Fizyoloji AD;KAYSERİ.;
Erciyes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Ens., Fizyoloji AD; KAYSERİ.;
2
Giriş ve Amaç: Obezite ve obezite ilişkili hastalıklar ile leptin hormonu arasında önemli bir
ilişkinin olduğu yapılan araştırmalar ile belirlenmiştir. Obeziteyi düzeltici faktörlerden birisi
düzenli yapılan egzersizlerdir. Egzersiz, leptin hormonu yapımını ve salgılanmasını
etkileyerek obezite yada obezite ilişkili hastalıklardaki iyileştirici etkisini oluşturabilir.
Sunulan bu çalışma düzenli spor yapmanın yada kısa süreli egzersizin, serum leptin
düzeylerine etkisi, serum leptin düzeyleri ile arteryal kan basıncı (sistolik, diyastolik basınç),
nabız, plazma nitrik oksit düzeyleri ve solunum parametreleri arasındaki ilişkinin
araştırılmasını amaçlamıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmada dört grup çalışılmıştır. Grupları sırası ile 1. düzenli spor
yapan 15 kız, 2. düzenli spor yapan 15 erkek, 3. spor yapmayan 15 kız, 4. spor yapmayan 15
erkek şeklinde oluşmaktadır. Serum leptin düzeyleri, kan basınçları ve plazma nitrik oksit
konsantrasyonları dört grupta da egzersiz öncesi, sonrası ve egzersizden yarım saat sonrası
belirlenmiştir. Solunum parametreleri, gönüllü öğrenciler egzersiz yaparlarken belirlenmiştir.
Bulgular: Egzersiz öncesi, egzersizden hemen sonra, egzersizden yarım saat sonra; kız ve
erkek öğrencilerin serum leptin düzeyleri ve serum leptin düzeyleri/vücut kitle indeksi
oranları için istatiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır. Kız ve erkek öğrencilerin
serum leptin düzeyleri düzenli spor yapıp- yapmamayla ilişkili olarak istatistiksel açıdan
anlamlı farklılık göstermiştir. Serum leptin düzeyleri/vücut kitle indeksi oranları için düzenli
spor yapan ve hiç spor yapmayan kızlar arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur.
Egzersiz öncesi dört grubun toplamında serum leptin düzeyi- boy (r=0.259, p<0.001), serum
leptin düzeyi-nabız (r=0.006, p<0.05) parametreleri arasında ilişki bulunmuştur. Egzersizden
hemen sonra dört grubun toplamında serum leptin düzeyi – maksimum oksijen tüketimi
(r=0.059, p<0.04) serum leptin düzeyi-oksijen tüketimi (r=0.058, p<0.04), serum leptin
düzeyi-DB (r=0.075, p<0.02) parametreleri arasında ilişki bulunmuştur.
Sonuç: Spor yapma serum leptin düzeylerini azaltmaktadır. Sonuç olarak eptin hormonunun,
vücut sistemlerinin egzersize uyumunu sağlamada aracı bir göreve sahip olabileceği
düşünülmüştür.
P-111
SPORCULARDA GLİSEROL TAKVİYESİNİN SERUM KORTİZOL DÜZEYLERİ
ÜZERİNE ETKİSİ
O. Çakmakçı1, T. Keçeci2, S. Patlar1
1
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, KONYA.
Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, KONYA.
2
Amaç: Bu araştırma sporcularda oral gliserol uygulamasının serum kortizol
düzeylerini nasıl etkilediğinin belirlenmesi amacıyla yapıldı.
Materyal ve Metod: Araştırma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl ve vücut ağırlığı
ortalamaları 73.96 ± 9.16 kg olan S.Ü. Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nda
okuyan 20 sağlıklı erkek sporcu üzerinde gerçekleştirildi. Denekler: egzersiz grubu
(E), gliserol takviyeli egzersiz grubu (GE) şeklinde iki gruba ayrıldı. Her iki gruptaki
deneklere 20 gün süresince 20m mekik koşu testi uygulandı. GE grubuna dahil olan
deneklere 20 gün boyunca sabah saat 10.00’ da oral olarak 1.2 g/kg dozunda gliserol
uygulaması yapıldı. Bütün deneklerden egzersiz periyoduna ve gliserol takviyesine
başlamadan önce kan örnekleri alındı. Ayrıca, 20 günlük gliserol takviyesinden sonra
tüm gruplardan ikinci kan örnekleri alındı. 20. gün sonunda tüm gruplara belirtilen
egzersiz testi uygulandı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra üçüncü kan
örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra dördüncü ve 24 saat sonra beşinci kan
örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde serum kortizol düzeyleri tayin (ELZ) edildi.
Tüm deneklerin ölçülen parametrelerinin ortalama değerleri ve standart hataları
hesaplandı.Gruplar arasındaki farklılıkların önem kontrolünde Normal ‘t’ testi
kullanıldı. Grup içi farklılıkların tespitinde ise Wilcoxon Signed Ranks testi kullanıldı
(Özdamar 1997).
Bulgular: E grubunun istirahat ve takviye sonrası değerleri benzer bulunurken
egzersiz sonrası değer, istrahat ve takviye sonrası değerlere göre anlamlı (p<0.05)
derecede yüksektir. Egzersizden 2 saat sonraki değer ile egzersizden hemen sonraki
değerde farklılık yoktur. Egzersizden 2 saat sonra ve egzersizden 24 saat sonraki
düzeyler benzer, egzersizden 24 saat sonraki değeri egzersiz sonrası değerden anlamlı
(p<0.05) derecede düşük bulundu. Egzersizden 24 saat sonraki değer istirahat
değeriyle benzerdir. GE grubunun 20 günlük gliserol takviyesi sonrası düzeyi ile
istirahat düzeyi arasında farklılık yoktur. Egzersizden sonraki değeri ise istirahat ve
takviye sonrası değerine göre anlamlı (p<0.05) düzeyde artış gösterdi. Egzersiz
sonrası ve egzersizden 2 saat sonraki değerler benzerdir. Egzersizden 24 saat sonraki
değerinin egzersiz sonrası değere göre anlamlı (p<0.05) düzeyde düşüktür,
egzersizden 24 saat sonraki değer ile istirahat değeri arasında fark yoktur. İki grupun
(E,GE) kortizol düzeyi karşılaştırıldığında istatistiksel manada bir fark yoktur.
(p>0.05).
Sonuç: Gerçekleştirilen çalışmanın sonuçları egzersizin kortizol düzeylerini
etkilemekle beraber, gliserol uygulamasının aynı parametre üzerinde önemli bir
etkisinin olmadığını göstermektedir.
P-112
SEDANTERLERDE AKUT SUBMAKSİMAL EGZERSİZİN SERUM EPİNEFRİN
DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ.
O. Çakmakçı
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, KONYA,
Amaç: Bu araştırmada, sedanterlerde akut submaksimal egzersizin serum epinefrin
düzeyleri üzerine etkisinin araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metod: Çalışma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl ve vücut ağırlığı
ortalamaları 73.96 ± 9.16 kg olan Selçuk Üniversitesinin değişik fakültelerinde
okuyan ve aktif egzersiz yapmayan 10 sağlıklı erkek sedanter öğrenci üzerinde
gerçekleştirildi. Deneklere 20 m mekik koşu testi uygulandı. Belirtilen egzersiz
testinden önce birinci (istrahat) kan örnekleri alındı. Egzersiz testinin bitiminden
hemen sonra ikinci (yorgunluk) kan örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra üçüncü
ve 24 saat sonra dördüncü kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde belirlenen
serum epinefrin düzeyleri ölçüldü. Serum epinefrin düzeyleri, Adrenaline Research
EIA REF= KHB5100 81.400 (made in Belgium, Lot: 3023) Epinefrin kiti
kullanılarak eliza yöntemiyle belirlendi. Tüm deneklerin ölçülen parametrelerinin
ortalama değerleri ve standart hataları hesaplandı. Grup içi farklılıkların tespitinde ise
Wilcoxon Signed Ranks testi kullanıldı (Özdamar 1997).
Uygulanan 20 m mekik koşu testi çok aşamalı bir test olup, ilk aşaması ısınma
temposundadır. Denekler 20 m’lik mesafeyi gidiş-dönüş olarak koştular. Koşu hızı
belli aralıklarla sinyal sesi veren bir teyple denetlendi. Denekler birinci duyduğu
sinyal sesinde koşusuna başladı ve ikinci sinyal sesine kadar diğer çizgiye ulaştı.
İkinci sinyal sesini duyduğunda ise tekrar geri dönerek başlangıç çizgisine döndü ve
bu koşu sinyallerle devam etti. Denekler sinyali duyduğunda ikinci sinyalde pistin
diğer ucunda olacak şekilde temposunu kendileri ayarladı. Başta yavaş olan hız her 10
saniyede bir giderek arttı. Denek bir sinyal sesini kaçırıp ikincisine yetişir ise teste
devam etti. Eğer denek iki sinyali üst üste kaçırırsa test sona erdirildi. Bu yolla test
sonunda deneklerde yorgunluk meydana getirildi.
Bulgular: Serum epinefrin düzeyleri egzersiz sonrası istrahat düzeyine oranla
anlamlı (P<0.05) olarak arttığı görülürken egzersizden 2 saat sonraki değerinin
egzersiz sonrası değerden farksız olduğu egzersizden 24 saat sonraki değerinin ise
anlamlı (P<0.05) olarak düştüğü ve istrahat düzeyiyle benzer olduğu görüldü.
Sonuç: Gerçekleştirilen çalışmanın sonuçları uygulanan akut submaksimal
egzersizin serum epinefrin düzeylerini etkilemekte ve egzersizden 24 saat sonra
epinefrin düzeyinin istrahat düzeyine döndüğü görülmektedir.
P-113
SEDANTERLERDE GLİSEROL TAKVİYESİNİN PLAZMA ANF (ATRİAL
NATRİÜRETİK FAKTÖR) DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ
O. Çakmakçı1,T. Keçeci2, S. Patlar1
1
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, KONYA.
Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, KONYA.
2
Amaç: Araştırma sedanterlerde oral gliserol uygulamasının plazma ANF düzeylerini
nasıl etkilediğinin belirlenmesi amacıyla yapıldı.
Materyal ve Metod: Çalışma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl vücut ağırlığı
ortalamaları 73.96 ± 9.16 kg olan Selçuk Üniversitesinin değişik fakültelerinde
okuyan ve aktif egzersiz yapmayan 20 sağlıklı erkek öğrenci üzerinde gerçekleştirildi.
Denekler iki gruba (Sedanter grup (S), Gliserol takviyeli sedanter grup (GS) ayrıldı.
Her iki gruptaki deneklere 20m mekik koşu testi uygulandı. GS grubuna 20 gün
boyunca sabah saat 10.00’ da oral olarak 1.2 g/kg dozunda gliserol takviyesi yapıldı.
Bütün deneklerden egzersiz periyoduna ve gliserol takviyesine başlamadan önce kan
örnekleri alındı. GS grubunun 20 günlük gliserol takviyesi sonrası ve S grubunun 20
gün sonra ikinci kan örnekleri alındı. 20. günün sonunda her iki grubu da belirtilen
egzersiz testi uygulandı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra üçüncü kan
örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra dördüncü ve 24 saat sonra beşinci kan
örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde belirlenen plazma ANF (RIA) düzeyleri
ölçüldü. Deneklerin ölçülen parametrelerinin ortalama değerleri ve standart hataları
hesaplandı. Gruplar arasındaki farklılıkların önem kontrolünde Normal ‘t’ testi
kullanıldı. Grup içi farklılıkların tespitinde ise Wilcoxon Signed Ranks testi kullanıldı
(Özdamar 1997).
Bulgular: Grupların ANF düzeyleri, S grubunun 20 gün sonrası, öncesine göre
benzer, egzersizle beraber anlamsız olmamakla birlikte arttığı, egzersizden 2 ve 24
saat sonra ki düzeyleri egzersizden sonraki düzeyden düşük olmakla beraber
istatistiksel bir fark göstermediği görüldü. GS grubunda takviye sonrası, istrahat
düzeyine oranla istatistiksel bir fark bulunmadı. Egzersizle birlikte önemsiz bir artış
meydana gelirken, egzersizden 2 saat sonra ve egzersizden 24 saat sonraki
değerlerinin azaldığı fakat bu farklılığında önemli olmadığı belirlendi. İki grup
karşılaştırıldığında istatistiksel açıdan bir fark bulunamadı (P>0.05).
Sonuç: Egzersizin ANF düzeylerini etkilemekle beraber, gliserol uygulamasının aynı
parametre üzerinde önemli bir etkisinin olmadığını göstermektedir.
P-114
SIÇANLARDA AKUT EGZERSİZİN KARACİ
ERDE YARATTIĞI OKSİDATİF
STRES ÜZERİNE MELATONİN UYGULAMASININ ETKİSİ
S. Temoçin1, M. Serter2, K. Ergin3, E.M. Demir2, S. Çeçen1, T. Boylu3, L. D.
Kozacı2
Adnan Menderes Üni., Tıp Fakültesi; 1Fizyoloji AD, 2 Biyokimya AD, 3Histoloji
ve Embriyoloji AD; AYDIN;
Giriş ve Amaç: Fizik egzersizin yararlı etkilerini bildiren birçok çalışma bulunmakla
birlikte, özellikle akut egzersizin oksidatif stresi arttırdığı da rapor edilmiştir.
Organizma, oksidatif strese karşı endojen ve ekzojen bazı antioksidan savunma
sistemlerine sahiptir. Glutatyon ve katalaz organizmadaki endojen antioksidanlardır.
Melatonin, başlıca pineal glanddan salgılanan ve antioksidan etkileri bilinen bir
moleküldür. Egzersizin oksidan etkilerinin araştırıldığı başlıca dokulardan biri de
karaciğerdir. Biz çalışmamızda, akut yüzme egzersizinin oksidatif stres yaratıp
yaratmadığını ve ekzojen melatonin uygulamasının oksidatif stres üzerine etkilerini
araştırmayı amaçladık. Bu bildiride sadece karaciğer dokusu verilerimizi
değerlendirmiş olmakla birlikte, çalışmamız devam etmekte olup; akciğer, kalp ve
böbrek dokularındaki oksidan/antioksidan durum da saptanacaktır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya 18 adet Wistar albino cinsi sıçan alındı. Sıçanlar
rastgele olarak üç gruba ayrıldı; Grup 1: sadece serum fizyolojik verildi, Grup 2:
egzersiz yaptırılarak melatonin verildi, Grup3: egzersiz yaptırılarak serum fizyolojik
verildi. Egzersiz; tüm egzersiz gruplarına sabah 08:30'den itibaren aralıksız 3 saat
süreyle yüzme egzersizi olarak uygulandı. Melatonin; kg/2 mg dozunda ve
egzersizden 5 dakika önce olmak üzere, IP olarak verildi. Akut egzersizin ardından
ratlar hemen sakrifiye edildi. Sıçanların karaciğer dokularında oksidan/antioksidan
durumun göstergesi olarak total glutatyon düzeyi ve katalaz aktiviteleri saptandı.
İstatistiksel değerlendirme için Mann-Whitney U testi kullanıldı.
Bulgular: Total glutatyon düzeyi grup 3’te grup 1’e göre anlamlı şekilde azaldı. (
p=0.045 ). Grup 2’de grup 3’ye göre total glutatyon düzeyi artış gösterdi ancak bu artış
istatistiksel olarak anlamlı değildi ( p=0,631). Katalaz aktivitesinde gruplar arasında
anlamlı bir fark saptanmadı.
Sonuç: Bizim çalışmamızda, akut yüzme egzersizinin, sıçan karaciğer dokusu
üzerinde oksidatif stres yarattığı gözlendi. Dışarıdan melatonin uygulaması, bu
oksidatif stres durumu üzerine anlamlı bir etki göstermedi.
P-115
YAŞLI ERKEKLERDE İZOKİNETİK EGZERSİZLERİN KAS GÜCÜNE ETKİSİ
S. A. Yıldız, İ. İpseftel
İ.Ü. İstanbul Tıp Fak. Spor Hekimliği Anabilim Dalı Çapa, İSTANBUL;
Giriş ve Amaç: Yaşlı populasyonda kas ve motor ünit kayıpları ve denge kayıpları sonucu
düşme ve kırık komplikasyonlarına, dolayısıyla günlük yaşamda performans kayıpları olduğu
bilinmektedir. Kas zafiyetinin tedavisinde ve negatif etkilerin azaltılmasında kas lifleri ve
motor nöron kayıplarının, propiyoreseptif duyu kayıplarının önlenmesi önemlidir. Böylece
kas kitlesi ve motor ünite sayısının arttırılması gerekmektedir. Tedavide egzersizin önemi
kabul edilmiştir. Fakat hangi tip egzersiz veya egzersiz tipleri daha etkindir hala
tartışılmaktadır. Bu çalışma, yaşlılarda günlük yaşam performansı üzerinde izokinetik
egzersizlerin etkisini araştırmak amacıyla planlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışma yaşları 60 ve üzeri olan 8 sağlıklı sedanter erkekte yapıldı. Genel
fizik muayene ve testler sonrası deneklerin egzersiz yapmaya engel kardiyorespirator ve kas
problemi olup olmadığı saptandı. Denekler 3 gün/hafta olarak 6 hafta boyunca izokinetik kas
egzersizine alındı. Egzesiz öncesi ve sonrası; yürüme bandında ve diz eksitesyon ve flksiyon
egzersizleri sırasında EMG kayıtları alındı, karşılaştırıldı ve değerlendirildi.
Tartışma ve Sonuç: Yaşlı bireylerde uyguladığımız izokinetik egzersiz programları ile
anlamlı EMG değişiklikleri saptanmamakla birlikte, kas hipertrofisi ve kas gücü artışları
saptandı. EMG sonuçlarına, kullandığımız EMG elektrodlarının yüzeyel elktrod olması ve
uyguladığımız egzersiz süresinin yaşlılarda yeterli olmadığını düşündük. Bununla beraber
geriatride yaşlı bireylerde yaşla oluşan kas hipertrofilerine bağlı fonksiyon kayıplarını
önlemek amacıyla izokinetik kas çalışmalarının güvenle kullanılabileceğini söyleyebiliriz.
P-116
KARNİTİNİN SIÇANLARDA YÜZME EGZERSİZİNDE DAYANIKLILIK SÜRESİ
ÜZERİNE ETKİSİ
S. Gültürk, A. Demirkazık, S. Erdal, T. Demir
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Sivas
Giriş ve Amaç: Karnitin uzun zincirli yağ asitlerinin beta oksidasyonu için mitokondri
matriksine taşınmasına aracılık ederek yağ metabolizmasında önemli rol oynar. Karnitinin
egzersiz kapasitesi üzerine olan etkisi çelişkilidir. Bu çalışmada karnitinin sıçanlarda yüzme
egzersizindeki dayanıklılık süresi üzerine etkisi incelendi.
Materyal ve Metod: Bu çalışma, ağırlıkları 250–300 g arasında değişen, 20 adet erkek Wistar
albino sıçan üzerinde yapıldı. Deney grubuna (10 sıçan) intraperitoneal yoldan 100 mg/kg/gün
karnitin, kontrol grubuna (10 sıçan) ise plasebo 20 gün süre ile verildi. Hem kontrol (plasebo
öncesi ve sonrası) hem de deney (karnitin öncesi ve sonrası) grubuna yüzme testi uygulandı.
Yüzme egzersizleri 50 cm yükseklik, 50 cm genişlikteki cam su tankında suyun derinliği 40 cm
olacak şekilde uygulandı. Koordinasyonsuz hareketlerin başlaması ve suyun altında 10 sn
süreyle hareketsiz kalma sıçanlardaki tükenme kriteri olarak kabul edildi.
Bulgular: Kontrol grubu sıçanların plasebo öncesi ve sonrası yüzme egzersizine dayanma
süresi sırasıyla 10.62 1.89 dk, 10.99 1.99 dk, deney grubu sıçanların karnitin öncesi ve
sonrası yüzme egzersizine dayanma süresi sırasıyla 11.25 2.46 dk, 15.08 4.00 dk idi. Deney
grubu karnitin sonrası yüzme egzersizine dayanma süresi kontrol grubu plasebo sonrası ile
karşılaştırıldığında (p = 0.023, P < 0.05), deney grubu karnitin öncesi ile karşılaştırıldığında (p
= 0.013, P < 0.05) anlamlı olarak yüksekti. Kontrol grubu plasebo sonrası yüzme egzersizine
dayanma süresi plasebo öncesi ile karşılaştırıldığında anlamlı bir fark yoktu (p = 0.285, P >
0.05).
Sonuç: Elde ettiğimiz bulgular karnitinin fiziksel performansı olumlu yönde
etkileyebileceğini düşündürmektedir. Karnitin bu etkisini maksimal oksijen alımını ve/veya
mitokondrial Ca+ sekresyonunu artırarak gerçekleştirebilir.
P-117
ERKEK TEKVANDOCULARDA KAMP DÖNEMİNİN BAZI SOLUNUM
PARAMETRELERİ ÜZERİNE ETKİSİ
S. Patlar1, O. Çakmakçı1, E. Boyalı1, E. Çakmakçı2
1
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, KONYA,
Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, ANKARA
2
Amaç: Bu araştırmada Avrupa şampiyonası öncesi Türkiye erkek tekvando milli takımında
mücadele eden tekvandoculara, Ankara 19 mayıs stadyumu içerisinde bulunan İsmet Iraz
tekvando spor merkezinde 4 hafta süresince haftanın 6 günü müsabakaya yönelik teknik ve
taktik ağırlıklı antrenman programı uygulanmıştır. Kamp döneminin bazı solunum
parametreleri üzerine etkisinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmaya Avrupa şampiyonasına hazırlanan elit, üst düzeyde
tekvando sporu ile uğraşan ve aralarında dünya, Avrupa şampiyonu ve olimpiyat derecesi
bulunan yaş ortalamaları 21.53 yıl, boy ortalamaları 180.66 cm olan 13 erkek tekvandocu,
denek olarak katılmıştır. Deneklerin 4 haftalık kamp öncesi ve sonrası sabah saat 9.00’da
oturur pozisyonda cosmed marka spirometre kullanılarak bazı solunum parametreleri (FVC,
PEF, PIF, VC, MVV) ölçülmüştür. Sonuçların değerlendirilmesinde SPSS paket program
kullanılarak deneklerin ölçülen parametrelerin meydanları (ortanca) hesaplanarak iki ölçüm
zamanlamasının arasındaki farklılığın tespitinde ‘Wilcoxon Signed Ranks’ testi kullanıldı.
Ölçüm zamanlamaları arasındaki anlamlılık harflendirme ile belirtildi.
Bulgular: Araştırmada Avrupa şampiyonası öncesi, 4 haftalık hazırlık kampı sonrası, PEF, PIF
ve MVV değerlerinde anlamlı (p<0.05) artış vardır. FVC ve VC değerlerinde istatistiksel
anlamda bir far yoktur.
Sonuç: Sonuç olarak 4 haftalık teknik ve taktik ağırlıklı antrenman programı tekvandocuların,
akciğer hacimlerinde bir artış meydana getirmemiştir. Ancak kassal gücün artması ile
maksimal solunum kapasitesinin de arttığı, buna bağlı akım hızı değişiklikleri yarattığı
söylenebilir.
P-118
SPORCULARDA GLİSEROL TAKVİYESİNİN PLAZMA ALDOSTERON
DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ
S. Patlar1, E. Keskin2, O. Çakmakçı1
1
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, Konya. 2 Selçuk Üniveristesi
Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; KONYA,
Amaç: Gerçekleştirilen çalışmalarda egzersiz sırasında gliserol uygulamasının
kardiyovasküler ve termoregülatör sisteme olumlu bir etki yapabileceği kaydedilerek,
ozmotik olarak aktif bir madde olan gliserolün oral olarak verilmesinin ekstrasellüler sıvının
dağıtılmasında önemli etksinin olduğu, hepatik ve renal metabolizma sayesinde intravasküler
aralıktan yavaş olarak uzaklaştırıldığı ileri sürülmektedir. Gliserol uygulamasının plazma
ozmolaritesini artırdığını, idrar volumünü azalttığını ve plazma volümünü genişlettiğini ifade
eden araştırıcılar, egzersizden önce verilen gliserolün egzersiz sırasında iç ısının
azaltılmasında ve terleme hızının artmasında önemli etkilerinin olduğunu vurgulamaktadırlar.
Buradan hareketle plazma hacminin düzenlenmesinde önemli etkilerinin olduğu bilinen
plazma aldosteron seviyelerinin egzersizle birlikte arttığı, ancak gliserol uygulaması yapılan
sporcularda bu artışın daha az olduğu beklenmektedir.
Bu araştırma düzenli egzersiz yapan sporcularda oral gliserol uygulamasının plazma
aldosteron düzeylerini nasıl etkilediğinin belirlenmesi amacıyla yapıldı.
Materyal ve Metod: Araştırma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl ve vücut ağırlığı ortalamaları
73.96 ± 9.16 kg olan S.Ü. Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nda okuyan 20 sağlıklı erkek
sporcu üzerinde gerçekleştirildi. Denekler aynı kampı paylaşan aynı beslenme düzeyine sahip
öğrencilerden seçildi. Denekler iki gruba ayrıldı. Egzersiz grubu (E), Gliserol takviyeli
egzersiz grubu (GE)). Her iki gruptaki deneklere 20 gün süresince 20m mekik koşu testi
uygulandı. GE grubuna dahil olan deneklere 20 gün boyunca sabah saat 10.00’ da oral olarak
1.2 g/kg dozunda gliserol uygulaması yapıldı. Bütün deneklerden egzersiz periyoduna ve
gliserol takviyesine başlamadan önce kan örnekleri alındı. Ayrıca, 20 günlük gliserol
takviyesinden sonra tüm gruplardan ikinci kan örnekleri alındı. 20. gün sonunda tüm gruplara
belirtilen egzersiz testi uygulandı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra üçüncü kan
örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra dördüncü ve 24 saat sonra beşinci kan örnekleri
alındı. Alınan kan örneklerinde plazma aldosteron düzeyleri tayin (RIA) edildi..
Bulgular: Her iki grubun aldosteron düzeyleri yapılan 5 ölçümde de birbirinden farklı değildi.
Egzersizden hemen sonra hem GE, hem de E grubunun plazma aldosteron düzeyleri egzersiz
öncesi değerlerden önemli şekilde yüksekti (p<0.05). Egzersizden 2 saat sonra ölçülen
aldosteron düzeyleri her iki grupta da egzersizden hemen sonraki aldosteron düzeylerine
oranla anlamlı şekilde düşüktü (p<0.01). Egzersizden 24 saat sonra ölçülen aldosteron
düzeyleri egzersizden hemen sonra ve iki saat sonraki aldosteron düzeylerinden düşük
(p<0.05), istirahat değerlerinden yüksekti (p<0.05). Verilerin istatistiki analizlerin
yapılmasında SPSS paket programı kullanıldı. Tüm deneklerin ölçülen parametrelerinin
ortalama değerleri ve standart hataları hesaplandı. Gruplar arasındaki farklılıkların önem
kontrolünde Normal ‘t’ testi kullanıldı. Grup içi farklılıkların tespitinde ise Wilcoxon Signed
Ranks testi kullanıldı
Sonuç: Gerçekleştirilen çalışmanın sonuçları egzersizin aldosteron düzeylerini etkilemekle
beraber, gliserol uygulamasının aynı parametre üzerinde önemli bir etkisinin olmadığını
göstermektedir.
P-119
SEDANTERLERDE GLİSEROL TAKVİYESİNİN PLAZMA RENİN
DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ.
S. Patlar1, E. Keskin2, O. Çakmakçı1
1
2
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, Konya.
Selçuk Üniveristesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, KONYA
Amaç: Bu araştırmada, sedanterlerde oral olarak yapılacak gliserol takviyesinin plazma renin
düzeyleri üzerine etkisinin ortaya konulması amaçlandı.
Materyal ve Metod: Çalışma yaş ortalamaları 22.82 ± 1.49 yıl ve vücut ağırlığı ortalamaları
73.96 ± 9.16 kg olan Selçuk Üniversitesinin değişik fakültelerinde okuyan ve aktif egzersiz
yapmayan 20 sağlıklı erkek öğrenci üzerinde gerçekleştirildi. Denekler iki gruba (Sedanter
grup (S), Gliserol takviyeli sedanter grup (GS) ayrıldı. Her iki gruptaki deneklere 20. günün
sonunda 20m mekik koşu testi uygulandı. GS grubuna dahil olan deneklere 20 gün boyunca
sabah saat 10.00’ da oral olarak 1.2 g/kg dozunda gliserol takviyesi yapıldı. Bütün deneklerden
egzersiz periyoduna ve gliserol takviyesine başlamadan önce kan örnekleri alındı. Ayrıca, 20
günlük gliserol takviyesinden sonra tüm deneklerden ikinci kan örnekleri alındı. 20. günün
sonunda her iki grubu da belirtilen egzersiz testi uygulandı. Egzersiz testinin bitiminden
hemen sonra üçüncü kan örnekleri alındı. Egzersizden 2 saat sonra dördüncü ve 24 saat sonra
beşinci kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde belirlenen plazma renin düzeyleri
ölçüldü.
Bulgular: Grupların egzersizden önce, egzersizden hemen sonra ve egzersizden 48 saat
sonraki plazma renin düzeyleri birbirlerinden farklı değildi. Egzersizden 2 saat sonra yapılan
ölçümlerde gliserol uygulaması yapılan grubun plazma renin düzeyi uygulama yapılmayan
sedanterlerden daha yüksekti (p<0.05). Egzersizden hemen sonraki renin düzeyleri her iki
grupta da egzersiz öncesi değerlerden önemli ölçüde yüksekti (p<0.05). Yine her iki grubun
egzersizden 2 saat sonraki renin seviyeleri egzersizden hemen sonraki değerlere oranla önemli
şekilde düşüktü (p<0.05). Her iki grupta da en düşük plazma renin düzeyleri egzersizden 24
saat sonraki ölçümlerde elde edildi (p<0.05).
Sonuç: Çalışmanın sonucunda elde edilen bulgular egzersizin plazma renin düzeylerinde
anlamlı değişikliklere yol açtığını, ancak gliserol uygulamasının bu değişikliklerde önemli bir
etkisinin olmadığını göstermektedir.
P-120
PAMUKKALE ÜNİVERSİTESİ SPOR BİLİMLERİ ve TEKNOLOJİSİ
YÜKSEKOKULU Ö
RENCİLERİNİN FİZYOLOJİK PROFİLİNİN BELİRLENMESİ
A.Yapıcı, E.Bozyiğit, U.Dündar
Pamukkale Üniversitesi, Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu; DENİZLİ;
Amaç: Bu çalışma, Pamukkale Üniversitesi Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu’nda
öğrenim gören öğrencilerin antropometrik ölçümleri, vücut kompozisyonu ve performans
özelliklerini inceleyerek fizyolojik profillerini ortaya koymak ve çalışma sonrasında elde
edilen veriler doğrultusunda üniversite öğrencilerimizin antrenman ilkelerine göre spor
yapabilmeleri konusunda yönlendirilmeleri amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metod: Erkeklerde; yaş: x= 23±1.9 yıl; boy uzunluğu:175.0±6.6 cm, vücut
ağırlığı; 70.9±8.4 kg arası değişen 36 öğrenci ve kızlarda; yaş: x= 21±1.2 yıl, boy
uzunluğu:162.1±5.7 cm, vücut ağırlığı: 55.4±7.5 kg arası değişen 24 üniversite öğrencisi
gönüllü olarak bu çalışmaya katılmıştır. Deneklerin fiziksel ve fizyolojik özellikleri
standardize edilmiş olan uluslararası testler ve ölçüm araçları; boy ve vücut ağırlıkları
hassasiyeti ±0,1 cm ve ±0,1 kg olan Seca marka stadiyometre elektronik baskül ile
ölçülmüştür. Kuvvet ölçümlerinde hassasiyeti 0,1 kg olan Takei Back- D marka dinamometre,
antropometrik ölçümler Sport Exper Professionel test cihazı ile sıçramalar Bosco ergojump ile
ölçülmüştür. Esneklik ölçümlerinde otur-uzan testi, reaksiyonda Görsel-İşitsel reaksiyon
cihazı, kassal dayanıklılık için Cooper testi kullanılmış ve Maksimal Oksijen tüketimleri
koşulan mesafeden VO2 max tahmin formülü ile belirlenmiştir. Verilerin analizinde SPSS 11.5
istatistik programı kullanılmıştır. Kızların bacak kuvvetleri ile sıçrama yükseklikleri
arasındaki ilişkiye Spearman Kolerasyonu ile bakılmıştır.
Bulgular ve Sonuç: Hem erkeklerde hem de kızlarda sıçrama yüksekliği ile bacak kuvveti
arasında anlamlı ilişki bulunmamıştır (p>0.05).
P-121
AYDIN 2. LİG PROFESYONEL VE AMATÖR LİG
FUTBOLCULARINDA BIA YÖNTEMİ İLE VÜCUT KOMPOZİSYON ÖLÇÜMLERİ
1
S.Karakaş, 2Y. Yıldız, 3H. Köse, 2R.O. Ek, 2S. Temoçin, 4 K. Kızılkaya
ADÜ Tıp Fakültesi 1Anatomi, 2Fizyoloji, 3Biyofizik AD,4Ziraat Fakültesi Biyometri ve
Genetik AD.AYDIN;
[email protected]
Amaç: Bu çalışmayla Aydın ilinde futbol oynayan sporcularda biyoelektriksel impedans
analiz (BIA) yöntemi ile sporcuların oynadıkları mevki ve fizik yapıların bazı vücut
kompozisyon değerleri üzerine etkilerini belirlemek amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmada, Aydın ilinde iki amatör (A1, A2) ve bir profesyonel ikinci lig
(P) futbol takımında oynayan toplam 56 futbolcuda boy, kilo, kan basıncı, vücut yağı (YO),
yağ dışı kitle(YDK), toplam vücut suyu (TVS), vücut kitle indeksi (VKİ) ve bazal
metabolizma (BM) ölçümleri yapıldı. Ölçümler aynı kişi tarafından iki defa tekrarlandı ve
ortalaması alındı. BIA ölçümleri BIA 101, boy, kilo ölçümleri ise SECA marka boy ve kilo
ölçer ile yapıldı. Çalışılan parametrelere ait tüm değerler BIA 101 cihazı ile elde edildi.
Analizlerde SAS istatistik programı kullanıldı.
Bulgular: Araştırmadaki 56 futbolcudan (21A1, 18A2 ve 17P) 15'i forvet, 8'i kaleci, 22'si orta
saha,11'i ise defans mevkiinde oynamaktaydı. Futbolcuların yaş, boy, ağırlık ortalamaları
sırasıyla 23,41 ± 0,56 yıl, 177,93 ± 0,71 cm ve 73,12 ± 0,69 kg iken, VKİ 23,26 ± 1,64, YO
12.84 ± 2.38, YDK 60,64±3,94, TVS 42,91±3,29 kg idi. İstatistiksel analizde, mevki ve fizik
yapının (boy, kilo) ölçümler üzerine etkisi aşağıdaki gibiydi:
1) Mevki YO, YDK ve TVS üzerine etkili iken BM ve VKİ üzerine etkisizdi.
2) Mevkiler karşılaştırıldığında, kaleci ve orta saha oyuncuları arasında YO, YDK ve
TVS yönünden anlamlı farklılıklar görüldü.
3) Boy VKİ, YO ile negatif, YDK, TVS, BM ile pozitif etkilere sahipken, kilo ise bütün
parametrelerde önemli pozitif etkilere sahipti.
Sonuç: Futbolcuların oynadıkları mevki faktörünün, çeşitli vücut kompozisyon değerleri
üzerine etkisi vardır.
P-122
SEDANTERLERDE AKUT SUBMAKSİMAL EGZERSİZİN PLAZMA RENİN VE
ALDOSTERON DÜZEYLERİ ÜZERİNE ETKİSİ
S. Patlar, O. Çakmakçı
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu; KONYA,
Amaç: Bu araştırmada, sedanterlerde akut submaksimal egzersizin plazma renin ve
aldosteron düzeyleri üzerine etkisinin araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metod: Araştırmada yaş ortalamaları 23.00 ± 1.29 yıl ve vücut ağırlığı
ortalamaları 74.00 ± 10.19 kg olan 7 sedanter sağlıklı erkek denek olarak kullanıldı.
Deneklere egzersize başlamadan önce, Astrand Bisiklet Ergometre testi yaptırılarak
Max VO2 ve eşik üstü kalp hızlarının tespit edilmesi sağlandı. Denekler eşik üstü kalp
hızında, Max VO2'nin %70'inde 30 dk, Monark 834-E model ergometrik bisikletlerde
olacak şekilde egzersize tabii tutuldular. Deneklerden egzersize başlamadan önce kan
örnekleri alındı. Egzersiz testinin bitiminden hemen sonra ikinci kan örnekleri alındı.
Egzersizden 2 saat sonra üçüncü ve egzersizden 24 saat sonra dördüncü kan örnekleri
alındı. Alınan kan örneklerinden plazma renin ve aldosteron düzeyleri ölçüldü.
Bulgular: Egzersizden hemen sonra ölçülen renin ve aldosteron düzeyleri hem
egzersiz öncesi, hem de egzersizden 2 ve 24 saat sonra elde edilen değerlerden önemli
şekilde yüksekti (p<0.05). Egzersizden 2 saat sonraki renin ve aldosteron düzeyleri
egzersiz öncesi değerlerden farklı değildi. En düşük renin ve aldosteron düzeyleri
egzersizden 24 saat sonra yapılan ölçümlerde elde edildi (p<0.05).
Sonuç: Çalışmanın sonucunda elde edilen bulgular sedanterlerde akut submaksimal
egzersizin renin ve aldosteron düzeylerinde önemli değişikliklere yol açtığını
göstermektedir.
P-123
DÖRT HAFTALIK KRONİK ORTA ŞİDDETTEKİ AEROBİK EGZERSİZİN LÖKOSİT
VE LÖKOSİT ALT GRUPLARI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
S. Patlar, O. Çakmakçı
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu; KONYA,
Amaç: Gerçekleştirilen araştırmada, 4 haftalık kronik orta şiddetteki aerobik egzersizin
lökosit ve lökosit alt grupları üzerindeki etkisinin tespit edilmesi amaçlandı.
Materyal ve Metod: Araştırma 8 sağlıklı erkek denek üzerinde gerçekleştirildi. Tüm
denekler ergometrede Max VO2'nin %50'sinde 30 dakika egzersize tabii tutuldular. Egzersiz
programı haftada 3 gün olacak şekilde 4 hafta boyunca devam etti. Deneklerin tamamından
egzersize başlamadan, son egzersizin bitiminden hemen sonra ve son egzersizden 2 saat sonra
olmak üzere 3’er defa kan örnekleri alındı. Alınan kan örneklerinde lökosit (x10³ /mm³),
nötrofil (%), lenfosit (%), monosit (%), eozinofil (%) ve bazofil (%) düzeyleri tayin edildi.
Bulgular: Egzersiz sonrası her iki ölçümde de elde edilen lökosit sayıları, egzersiz öncesine
oranla anlamlı şekilde yüksekti (p<0.05). Egzersizden iki saat sonraki nötrofil yüzdeleri,
egzersiz öncesi ve sonrası değerlerden daha yüksekti (p<0.05). Egzersizden iki saat sonraki
lenfosit yüzdeleri ise egzersiz öncesi ve sonrası değerlerden önemli şekilde düşüktü (p<0.05).
Egzersiz sonrası her iki ölçümde de elde edilen monosit, eozinofil ve bazofil yüzdeleri egzersiz
öncesi değerlere göre daha düşük bulundu (p<0.05).
Sonuç: Çalışmanın sonuçları 4 haftalık kronik orta şiddetteki aerobik egzersizin lökositer
parametrelerde değişikliklere yol açtığını göstermektedir.
P-124
YÜZÜCÜLERDE OKSİJEN TÜKETİMİ VE ANAEROBİK PİK GÜÇ
Ö. Kasımay1, C. Ayabakan2, F. Akalın2, H. Kurtel 1
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Spor Fizyolojisi Bilim Dalı1 ve Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Anabilim Dalı2; İSTANBUL
Giriş ve Amaç: Maksimum kapasitenin ve patlayıcı gücün belirlenmesi sporcunun genel ve
kısa mesafe performansıyla ilgili değerli bilgiler vermekle birlikte yüzme bıranşında patlayıcı
güç ve performans ilişkisiyle ilgili bilinenler oldukça sınırlıdır. Yüzücülerde fiziki
paremetreleri belirleyip, maksimum oksijen tüketimi, anaerobik eşik, anaerobik pik güç gibi
fizyolojik ölçümleri değerlendirmek ve literatürdeki mevcut karşılaştırmaların bu denekler
için geçerliliğini test etmek.
Materyal ve Metod: Her iki cinsiyetten 12 ila 15 (ort. 13.4) yaşlarında 5 elit yüzücü çalışmaya
katıldı. Sporcular ekokardiyogram, elektrokardiyogram, istirahat metabolik ve hemodinamik
ölçümlerden (VO2, MET, kalp hızı, arteryal kan basıncı) sonra koşubandında Bruce protokolü
uygulanarak kademeli artan egzersiz testine katıldılar. Metabolik ölçümler Cosmed Quarkb2
kullanılarak sürekli monitorize edildi. Farklı bir günde sporculara Wingate testi yapılarak 30
sn içindeki patlayıcı güç ve ortalama güç değerlendirildi.
Bulgular: Ortalama (SD) ağırlık, boy, vücut kitle indeksi (VKI), yağ yüzdesi, yağ kütlesi,
yağsız kütle değerleri sırası ile, 46.06 (2.7) kg, 161.6 (3.6) cm, 17.6 (0.4) kg/m2, 20.6 (0.3) %,
9.6 (1.2) kg, 36.5 (1.7) kg idi. Sporcuların pik kalp hızı (KHpik), VO2maks (maksimum O2
tüketimi), pik ventilasyon ve nabız oksijeni değerleri sırası ile, 190 (2.1) vuru/dak, 54.8 (3.2)
ml.min-1.kg, 84.7 (7) l/min, 13.6 (1.4) ml/vuru/dak bulundu. Anaerobik eşikdeki ortalama VO2
ve KH değerleri 32.2 (3.4) ml.min-1.kg ve 145.7 (9.9) vuru/dak olarak tespit edildi. Wingate
testinde pik güç 7.2 (0.4) W, ortalama güç 6.2 (0.2) W, minimum güç 5.2 (0.1) W olarak
belirlenmiştir. Pik VO2’si yüksek olanların anaerobik eşiği yüksekti. Pik VO2 ile patlayıcı güç
veya ortalama güç arasında bir ilişki bulunmadı.
Sonuç: Sporcuların normal populasyona göre uzun boylu ve düşük kilolu oldukları tesbit
edildi. VKI, yağ yüzdesi ve kütlesi düşüktü. Pik VO2, anaerobik eşik değerleri yüzücülerden
beklenen düzeydeydi. Çalışmada elde edilen sonuçlar literatürdeki pik güç ölçümleriyle
uyumlu olmakla beraber bu konuda oldukça kısıtlı bilgi bulunmaktadır.
P-125
BASKETBOLCULARLA SEDANTERLERİN PLAZMA LEPTİN VE ÇİNKO
DÜZEYLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
Ş. Arıkan1, H. Akkuş1, İ. Halifeoğlu2, A. K. Baltacı3
1
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu-Konya, 2Fırat Üniversitesi Tıp
Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı-Elazığ, 3Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi
Fizyoloji Anabilim Dalı; KONYA,
Amaç: Leptinin gıda alımını azaltmak ve enerji tüketimini artırmak gibi fizyolojik etkileri göz
önüne alındığında, birçok araştırıcı leptin ve egzersiz arasındaki ilişkiyi araştırmaya
yönelmiştir. Önemli bir eser element olan çinkonun leptin üretiminin bir mediyatörü
olabileceğine ileri süren raporların varlığı çinko ile leptin arasında olası bir ilişkiyi gösterir. Bu
çalışmanın amacı da basketbol sporcularında plazma leptin düzeylerinin tespiti ve bunun çinko
ile ilişkisini araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Araştırmaya 18-27 yaş arasında değişen 30 sağlıklı ve gönüllü denek
katılmıştır. Denekler eşit sayıda gruba ayrılmıştır.
Grup 1, Kontrol grubu: Düzenli antrenman yapmayan deneklerden oluşturulan grup.
Grup 2, Basketbol grubu: Selçuk Üniversitesi basketbol takımında oynayan, düzenli
antrenman yapan ve istirahatte ölçümleri gerçekleştirilen basketbolculardan oluşan grup.
Çalışmaya katılan deneklerden alınan kan örneklerinde plazmada leptin (RIA), ve çinko
(atomik absorpsiyon spektrofotometresi) düzeyleri tayin edildi.
Bulgular: Çalışma gruplarının leptin ve çinko düzeyleri mukayese edildiğinde; basketbol
grubunun leptin düzeyleri kontrol grubundan düşük (p<0.01), çinko düzeyleri ise önemli
şekilde yüksek (p<0.01) bulundu.
Sonuç: Çalışmanın sonucunda basketbol sporu yapan bireylerde leptin düzeylerinin
kontrollerine oranla önemli ölçüde düşük bulunduğu, buna karşın çinko düzeylerinin ise
yüksek bulunduğu belirlendi. Fiziksel aktivitenin leptin salınımında değişikliklere yol açtığı,
bu değişiklikler ile çinko arasında önemli bir ilişkinin olabileceği sonuç olarak söylenebilir.
P-126
ELİT HALTERCİLERLE SEDANTERLERİN PLAZMA NPY VE ÇİNKO
DÜZEYLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
Ş. Arıkan1, H. Akkuş1, İ. Halifeoğlu2, A. K. Baltacı3
1,
Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu-Konya, 2Fırat Üniversitesi Tıp
Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı-Elazığ, 3Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi
Fizyoloji Anabilim Dalı-KONYA,
Amaç: Nöropeptid Y (NPY)’nin en iyi bilinen etkileri beslenme üzerine olanıdır. Bu etkiler
hipotalamusa santral olarak NPY enjeksiyonu ile görülmektedir. Ratlara NPY enjeksiyonu
hiperfajiye neden olmakta, tekrarlayan dozlarda verilmesi NPY etkisine tolerans
geliştirmeksizin beslenmeyi artırmakta ve bu süre on günden fazla olursa obezite
gelişmektedir. Sonuç olarak NPY iştahın normal veya patolojik değişikliklerinde rol
almaktadır. Çinko beslenmenin düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. Çinko düzeylerindeki
değişikliklere bağlı olarak genel veya lokal olarak hipotalamik düzeyde oluşan
nörotransmitter konsantrasyonundaki değişiklikler besin alımında bir değişikliğe neden olur.
Beslenmenin kuvvetli bir uyarıcısı olan NPY ile beslenmenin düzenlenmesinde önemli bir
etkiye sahip olan çinkonun bir arada egzersizle ilişkisini konu alan çalışmalar yok denecek
kadar azdır. Bu çalışmanın amacı da elit haltercilerde plazma NPY düzeylerinin tespiti ve
bunun çinko ile ilişkisini araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Araştırmaya 18-27 yaş arasında değişen 30 sağlıklı ve gönüllü denek
katılmıştır. Denekler eşit sayıda gruba ayrılmıştır.
Grup 1, Kontrol grubu: Düzenli antrenman yapmayan deneklerden oluşturulan grup.
Grup 2, Elit halterci grubu: Kilolarında milli takıma seçilen, düzenli antrenman yapan ve kamp
esnasında istirahatte ölçümleri gerçekleştirilen elit haltercilerden oluşan grup.
Çalışmaya katılan deneklerden alınan kan örneklerinde plazmada nöropeptid Y “NPY” (RIA),
ve çinko (atomik absorpsiyon spektrofotometresi) düzeyleri tayin edildi.
Bulgular: Serum NPY ve çinko değerleri gruplar arasında mukayese edildiğinde elit
haltercilerin NPY düzeylerinin kontrollerinden yüksek (p<0.01), çinko düzeylerinin ise düşük
bulunduğu tespit edildi (p<0.01).
Sonuç: Çalışmanın sonucunda halter sporu yapan bireylerde NPY düzeylerinin kontrollerine
oranla önemli ölçüde yüksek bulunduğu, yüksek NPY düzeylerinin aksine çinko seviyelerinin
azaldığı belirlendi. Fiziksel aktivitenin NPY salınımında değişikliklere yol açtığı, bu
değişiklikler ile çinko arasında bir ilişkinin olabileceği sonuç olarak söylenebilir.
P-127
TAVŞANLARDA AMİTRAZ ZEHİRLENMESİNİN GLİKOZ-6-FOSFAT
DEHİDROJENAZ ENZİMİ ÜZERİNE ETKİSİ
A. Bülbül, S.M. Soylu, M. Şireli, A. Filazi, T. Bülbül
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Veteriner fakültesi, Fizyoloji AD; AFYONKARAHİSAR;
[email protected]
Giriş ve Amaç: Çalışmada akut amitraz zehirlenmesinin bazı kan parametreleri ile glikoz-6fosfat dehidrojenaz enzim düzeyine etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmada 2-2.5 kg ağırlığında toplam 30 tavşan kullanıldı. Hayvanlar
üç eşit gruba ayrılarak birisi kontrol, diğer ikisi de deney (I ve II. grup) grubu olarak
değerlendirildi. Kontrol grubuna 0.3 ml fizyolojik tuzlu su, ikinci gruba (DMSO) amitraz
seyreltilmesinde kullanılan DMSO'dan 0.3 ml, üçüncü gruba (amitraz) içerisinde 45 mg/kg
amitraz bulunan 0.3 ml DMSO periton içi yolla verildi. Çalışmada kolon gaz kromatografisi ile
amitraz standardı %97'lik ve ml'sinde 122 mg amitraz olarak belirlenen (Kenecid %12.5 EC)
veteriner müstahzarı kullanıldı. İlaç uygulamasından 48 saat sonra eter anestezisi altında
kontrol ve deney gruplarındaki hayvanların kalplerinden heparinli tüplere alınan kan
örneklerinde alyuvar sayısı, hemoglobin miktarı, hematokrit değer ile MCV, MCHC ve MCH
düzeyleri ile G6PDH enzim aktivitesini belirlendi.
Bulgular: Araştırmada amitraz uygulanan grupta alyuvar sayısı kontrol grubuna; hemoglobin
miktarı, MCHC düzeyi kontrol ve DMSO gruplarına göre azaldığı; MCV düzeyinin ise arttığı
belirlendi. Glikoz-6-fosfat dehidrojenaz enzim düzeyi ise yine amitraz uygulanan grupta diğer
gruplara göre önemli düzeyde arttığı görüldü.
Sonuç: Sonuç olarak akut amitraz zehirlenmesinde alyuvar sayısında ve hemoglobin
düzeyinde azalma oluşması sonucunda anemi oluştuğu görülmüştür. Oluşan aneminin kan
G6PDH enziminden kaynaklanmadığı, bahsi geçen enzimin kanda yükselmesinin amitrazın
karaciğerde ve böbreklerde oluşturduğu hasardan kaynaklanabileceğini, kesin bir yargıya
varılabilmesi için daha ileri araştırmalara gereksinim olduğunu düşünülmektedir.
P-128
AKUT FLOR ZEHİRLENMESİNİN NİTRİK OKSİT VE METHEMOGLOBİN
OLUŞUMU ÜZERİNE ETKİSİ
A. Bülbül, M. Şireli
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Veteriner fakültesi, Fizyoloji AD; AFYONKARAHİSAR.;
Giriş ve Amaç: Kalsiyum iyonoforu olarak nitelendirilen maddelerin ve hipoksia tablosunun
nitrik oksit düzeyini artırdığı bildirilmektedir. Araştırmada akut flor zehirlenmesinin kan nitrik
oksit düzeyine olası etkisi ve zehirlenme sonrası hipoksik tablo ile ilişkili olabileceği
düşünülen methemoglobin oluşumu ve anemi durumunun araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Araştırmada 280-320 gr ağırlığında toplam 30 Albino erkek kobay
kullanıldı. Hayvanlar üç eşit gruba ayrılarak birisi kontrol (I. grup), diğer ikisi de deney (II ve
III. grup) grubu olarak değerlendirildi. Deney gruplarından ilkine (II. grup) akut flor
zehirlenmesi şekillendirmek amacıyla sodyum florür 250 mg/kg canlı ağırlık dozunda derialtı
yoluyla uygulandı (Simonin) ve enjeksiyondan 8 saat sonra kobayların kalplerinden kanları
alındı. Diğer deney grubuna ise (III. grup) yine aynı dozda sodyum florür uygulamasını takip
eden yedinci saatte 0.8 mg/kg canlı ağırlık dozunda kalsiyum kanal blokörü verapamil
(isoptin) kas içi uygulandı ve bir saat beklenildikten sonra hayvanların kalplerinden kanları
alındı. Alınan kanlarda alyuvar sayısı, hematokrit, hemoglobin ve methemoglobin değerleri ile
serum kalsiyum ve nitrik oksit düzeyleri belirlendi.
Bulgular: Flor uygulaması sonrası kan nitrik oksit ve methemoglobin düzeyinde yükselme ile
rölatif ilişkili olarak kalsiyum, hemoglobin, hematokrit ve alyuvar değerlerinde azalma
belirlendi.
Sonuç: Akut flor zehirlenmesinde florun iyanofor etkisi ile kan nitrik oksit düzeyinde
şekillenen yükselmenin kalsiyum miktarındaki düşüşle ilişkili olmasından dolayı yapısal
nitrik oksit sentaz (cNOS) kaynaklı olabileceği kanısına varılmıştır
P-129
L-ARJİNİN VE 7-NİTROİNDAZOL’ÜN DEMİRİN NEDEN OLDUĞU
SEREBELLAR PURKİNJE HÜCRE KAYBINA ETKİLERİ
F. Bağırıcı, 2S. Gültürk, 1R. Kozan, 1F. Sefil, 1M.Ö. Bostancı
1
1
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD 55139, SAMSUN
2
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD, SİVAS
Giriş ve Amaç: Parkinson ve Alzheimer gibi bazı nörodejeneratif hastalıklarda beyinde
demirin aşırı miktarda yükseldiği tespit edilmiştir. Son yıllarda yapılan çalışmalar nitrik
oksitin de (NO) nöronal hücre ölümü ile ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Sunulan
çalışmada, intraserebroventriküler (i.c.v.) olarak verilen demirin (i.c.v.) sıçan serebellar
Purkinje hücrelerinde oluşturduğu nörotoksisiteye, NO preküsörü L-arjinin ve nöronal nitrik
oksit sentaz (NOS) inhibitörü 7-nitroindazolün (7-NI) etkileri araştırıldı.
Materyal ve Metod: Hayvanlar kontrol (n=7), demir (n=7), demir+L-arjinin (n=7) ve
demir+7-NI (n=7) grubu olarak 4 gruba ayrıldı. Demir, demir+L-arjinin ve demir+7-NI grubu
sıçanlara 200 mM’lık FeCl3 çözeltisinden 2.5 µl, kontrol grubu sıçanlara ise aynı hacimde
serum fizyolojik i.c.v. olarak verildi. Demir+L-arjinin grubu sıçanlara FeCl3 injeksiyonunu
takiben 1 g/kg dozunda 2 µl L-arjinin (i.c.v.) ve demir+7-NI grubu sıçanlara da FeCl3
injeksiyonunu takiben 40 mg/kg dozunda 2 µl 7-NI (i.c.v.) uygulandı. Operasyonu takiben
hayvanlar 10 gün süreyle yaşatıldı. Bu süre boyunca, demir+L-arjinin grubundaki sıçanlara 1
g/kg/gün L-arjinin ve demir+7-NI grubundaki sıçanlara da 40 mg/kg/gün 7-NI intraperitoneal
(i.p.) olarak verildi. On gün sonra, hayvanların tamamı intrakardiyak yolla perfüze edildiler.
Serebellum dokuları çıkarılarak standart histolojik doku takibi uygulandı. Serebellumdaki
toplam Purkinje hücre sayıları tarafsız stereolojik yöntem kullanılarak hesaplandı. Bulgular
ANOVA ve Post-Hoc Tukey testleri ile değerlendirildi.
Bulgular: Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında toplam Purkinje hücre sayılarındaki azalma;
demir grubunda % 24.1 (p<0.001), L-arjinin verilen grupta % 51.9 (p<0.001), 7-NI verilen
grupta ise sadece % 4.1(p>0.05) olarak bulundu.
Sonuç: Elde edilen bulgular, NO’nun Purkinje hücrelerinde demirin oluşturduğu toksisiteyi
artırdığını, 7-NI’ün ise NO oluşumunu bloklayarak demirle indüklenen Purkinje hücre kaybını
azalttığını göstermektedir.
P-130
SIÇANDA DEMİRİN NEDEN OLDUĞU SEREBELLAR PURKİNJE HÜCRE
KAYBINA NOS İNHİBİTÖRÜ L-NAME’NİN KORUYUCU ETKİSİ
R. Kozan, F. Bağırıcı, F. Sefil, M.Ö. Bostancı
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD 55139; SAMSUN;
Giriş ve Amaç: Normal beyin foksiyonlarının korunmasında önemli rol oynayan demirin
beyinde birikiminin nöronal hiperaktiviteyi ve oksidatif stresi indüklediği bilinmektedir.
Oksidatif stresin önemli mediyatörlerinden birisi de nitrik oksitdir. Sunulan çalışmanın amacı,
intraserebroventriküler (i.c.v.) olarak verilen demirin sıçan serebellar Purkinje hücrelerinde
oluşturduğu nörotoksisiteye, bir nitrik oksit sentaz (NOS) inhibitörü olan L-NAME’nin
etkisini araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Hayvanlar kontrol (n=7), demir (n=7) ve demir+L-NAME (n=7) grubu
olarak 3 gruba ayrıldı. Demir ve demir+L-NAME grubu sıçanlara 200 mM’lık FeCl3
çözeltisinden 2.5 µl, kontrol grubu sıçanlara ise aynı hacimde serum fizyolojik i.c.v. olarak
verildi. Demir+L-NAME grubu sıçanlara FeCl3 injeksiyonunu takiben 60 mg/kg dozunda 2 µl
L-NAME (i.c.v.) uygulandı. Operasyonu takiben hayvanlar 10 gün süreyle yaşatıldı. Bu süre
boyunca demir+L-NAME grubundaki sıçanlara 60 mg/kg/gün dozunda L-NAME
intraperitoneal (i.p.) olarak verildi. On gün sonra, hayvanlar intrakardiyak yolla perfüzyonu
takiben sakrifiye edildiler. Beyin dokuları çıkarılarak standart histolojik doku takibi
uygulandı. Serebellumdaki toplam Purkinje hücre sayıları tarafsız stereolojik yöntem
kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: ANOVA ve Post-Hoc Tukey testleri ile değerlendirildi. Toplam ortalama Purkinje
hücre sayısı, kontrol grubunda 336247±11096; demir grubunda 254008±9342 ve demir+LNAME grubunda ise 297193±13324 olarak bulundu. Tüm gruplar arasındaki fark istatistiksel
olarak anlamlıydı (p<0.001).
Sonuç: Elde edilen bulgular, NO’nun Purkinje hücrelerinde demirin oluşturduğu toksisitede
rol oynadığını düşündürmekte ve L-NAME tarafından bu etkinin bloklandığını
göstermektedir.
P-131
SÜLFİTLE MUAMELE EDİLEN HİPERKOLESTEROLEMİK SIÇANLARDA
GÖRSEL UYARILMA POTANSİYEL DEĞİŞİKLİKLERİ VE E VİTAMİNİNİN
KORUYUCU ROLÜ
F. Savcıoğlu1, G. Hacıoğlu1, Ö. Köse1, P. Yargıçoğlu2, A. Ağar1
1
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim dalı, ANTALYA
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim dalı, ANTALYA
2
Amaç: Günümüz toplumunun yaygın bir sorunu olan hiperkolesterolemi, endojen ve eksojen
olarak maruz kalınan sülfit bileşikleri oksidan stresi artırıcı faktörlerdendir. Besin ve ilaç
sanayisinde kullanımı, hava kirliliği, sülfür içeren amino asitlerin metabolize edilmesi ile
maruz kalınan sülfit tuzlarının serbest radikal oluşturduğu kanıtlanmıştır. Ekibimizce yapılan
daha önceki çalışma bu bilgiyi desteklemiş ayrıca, sülfitin serbest radikal artışına bağlı olarak
görsel uyarılma potansiyelleri (VEP)’inde değişikliklere neden olduğunu gösterilmiştir.
Çeşitli şekillerde sülfite maruz kalan hiperkolesterolemili bireylerin daha fazla tehlike altında
olduğu düşünülebilir. Elde edilen bilgilere dayanılarak hiperkolesterolemik sıçanların sülfite
maruz bırakılması ile VEP değişikliklerinin daha büyük boyutta olacağı, antioksidan olan
vitamin E’nin uygulanması ile değişikliklerin giderileceği hipotezi kurularak bu çalışma
gerçekleştirilmiştir.
Materyal ve Metod: 3’er aylık 40 adet Wistar sıçan dört eşit gruba ayrılmıştır; kontrol (K), %1
kolesterolden zengin diyetle beslenen hiperkolesterolemi grubu (H), sülfit (25/mmol/gün) ile
muamele edilen grup (S), E vitamini (25 mg/kg) ile muamele edilen grup (E),
hiperkolesterolemi + sülfit grubu (HS), hiperkolesterolemi + E vitamini grubu (HE),
hiperkolesterolemi + sülfit + E vitamini grubu (HSE). İki aylık deney sürecinin sonunda eter
anestezisi altında VEP kayıtları alınıp plazma kolesterol seviyeleri ölçülmüştür. VEP’lerde
gözlenen P1, N1, P2, N2, P3 bileşenlerinin tepe latensleri değerlendirilmiştir.
Bulgular: Plazma kolesterol seviyeleri sülfitle muamele edilmiş ve hiperkolesterolemik
sıçanlarda artmıştır. Hiperkolesterolemi tüm VEP bileşenlerinin, sülfit ise N1 ve P3’ün
latenslerini uzatmıştır. Vitamin E, HE ve HSE gruplarında H ve HS gruplarına göre tüm
bileşenlerin latensinde kısalmaya sebep olmuştur.
Sonuç: Hiperkolesterolemik sıçanlarda VEP değişiklikleri gözlenmiştir. Sülfit
uygulanmasının ise ilave bir etkisi olmamıştır. E vitamini VEP değişikliklerini düzeltmiştir.
P-132
KAFEİK ASİT FENETİL ESTERİN KADMİYUMA BAĞLI KALP DOKUSU HASARI
ÜZERİNE KORUYUCU ETKİSİ
H. Mollaoğlu1, A. Gökçimen2, F. Özgüner3, F. Öktem4, A. Koyu3, A. Koçak2, H. Demirin5,
O. Gökalp6, K. Üçok1
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji A.D., AFYONKARAHİSAR
Süleyman Demirel Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2Histoloji, 3Fizyoloji, 4Pediatri, 5Biyokimya
ve 6Farmakoloji Anabilim Dalları, ISPARTA
Giriş ve Amaç: Kafeik asit fenetil ester (CAPE), doğal yaşamda balarısının yaptığı bir
bileşiktir. Bunun son zamanlarda güçlü bir serbest radikal toplayıcısı ve antioksidan olduğu
bulunmuştur. Bu çalışmanın amacı, kadmiyumun ratlarda oluşturduğu kardiyomiyopati
üzerine CAPE’nin koruyucu etkisini biyokimyasal ve histopatolojik düzeylerde araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Ratlar, kontrol grubu, kadmiyum grubu (CdCl2 1 mg/kg/gün i.p.), ve
kadmiyum+CAPE (CAPE 10 µM/kg/gün i.p., 15 gün) grubu olmak üzere üç gruba ayrıldılar.
Kardiyak dokuda malondialdehit (MDA) ve serum nitrik oksit (NO) düzeyleri bakıldı.
Histopatolojik olarak da kalp hasarı düzeyleri incelendi ve CAPE tedavisinin başarısı
değerlendirildi.
Bulgular: Kadmiyum grubunda, uygulamadan 15 gün sonra hipertansiyon oluştuğu görüldü.
Kadmiyum grubunun MDA düzeyleri kalp dokusunda kontrol grubuna göre artmış (p<0,001)
bulunurken, NO düzeyleri serumda düşük (p<0,05) bulundu. Kadmiyum+CAPE grubunun
MDA ve NO düzeyleri kadmiyum grubuyla karşılaştırıldığında, MDA düzeylerinin azaldığı
(p<0,001) ve NO düzeylerinin ise yükseldiği (p<0,0001) gözlendi. Histolojik incelemelerde;
kadmiyum grubunda atriyal ve ventriküler miyofibrillerde kontrol grubuyla ve
kadmiyum+CAPE grubuyla karşılaştırıldığında belirgin hipertrofi gözlendi.
Kadmiyum+CAPE grubunda atriyal ve ventriküler miyofibril çaplarında kontrol grubuna
kıyasla anlamlı bir farklılık yoktu.
Sonuç: Kadmiyum ile birlikte CAPE uygulanması, rat kalp dokusunda lipid peroksidasyon
ürünlerinin (MDA) oluşumunu azaltmakta ve serum NO konsantrasyonunu normal düzeyine
yükseltmektedir. Damarlarda muhtemelen NO üretiminin baskılanması sonucu oluştuğu
düşünülen hipertansiyon, histopatolojik düzeyde görülen miyokardiyal hipertrofinin altta
yatan sebebi olabilir. CAPE uygulamasının kadmiyumun yol açtığı kardiyak hasarı önleyici
etkisi olduğu söylenebilir.
P-133
AKUT VE KRONİK NİKOTİNİN NUKLEUS AKKUMBENS “CORE” VE
“SHELL”DE DOPAC DÜZEYİNE ETKİSİNDE CİNSİYET FARKI
Y.H. Doğan, S. Demirgören, Ş. Pöğün
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı ve Beyin Araştırmaları Merkezi,
35100 Bornova, İZMİR;
Giriş ve Amaç: Nikotin, nükleus akkumbenste (NAC) dopaminerjik iletiyi artırır. NAC
madde bağımlılığında farklı fonksiyonları olan shell ve core olarak iki farklı alt birimden
oluşmaktadır. shell limbik sistemin bir uzantısı, core ise nigrostriatal DAerjik sistemle
bağlantılıdır. Akut nikotin uygulaması dopamin (DA) iletimi ve enerji metabolizmasını
shell’de artırırken, tekrarlayan nikotin davranışsal duyarlılığı uyarır ve DA yanıtını shell’de
azaltırken, core’da artırır. Kemirgenlerde nikotin etkisinde cinsiyet farkı gözlenmiştir ve erkek
ve kadında da sigara içme davranışı farklıdır. Hipotezimiz nikotinin NAC’de Daerjik
fonksiyonlar üzerine etkisinin farklı olduğu ve tedavi süresi ile NAC bölgesi arasında bir
etkileşim olduğudur.
Materyal ve Metod: Hücre dışı sıvı örnekleri erkek ve dişi Spraque Dawley (n=8 ve
toplam=64) sıçanların NAC’inden (core ve shell) mikrodializ ile her 20 dakikada bir toplandı.
Sıçanlar SF yada nikotin ile (0.4 mg/kg, s.c.,baz) ile 14 gün tedavi edildiler ve DOPAC
düzeyleri HPLC yöntemiyle DA düzeyleri bazal seviyeye döndükten sonra uygulanan sistemik
nikotin dozundan (0.8 mg/kg) önce ve sonra ölçüldü.
Bulgular: Multivariate ANOVA’da zamanlar (p<0.001) ve lokalizasyon (p<0.05) anlamlı
temel etkiler olarak gözlenmekte ve etkileşmektedirler (p<0.005). Tek örnekli t-testi her
grubun bazal düzeyden farkını ortaya koymak için yapıldı. Nikotin tedavisini takiben NAC
core akut tedavi uygulanan grup dışındaki tüm gruplarda, DOPAC düzeyleri anlamlı olarak
bazal düzeyden yüksek olarak tespit edildi (p<0.05). Cinsiyet, tedavi (akut, kronik) ve
lokalizasyon (core,shell) faktörler ve 20-80 dakikalardaki ortalama DOPAC düzeyleri bağımlı
değişken olarak kabul edilerek ANOVA uygulandı.
Bulgular: Tedavi ve lokalizasyon anlamlı değişkenler olarak ortaya çıktı (p<0.005 her ikisi
için). Kronik tedaviyi takiben düzeyler akuttan ve shell’deki düzeyler core’dan daha yüksekti.
Buna ilaveten cinsiyet ve tedavi arasında da bir etkileşim tespit edilmiştir (p<0.05); akut ve
kronik tedavide dişiler arasında fark gözlenmezken, erkeklerde kronik tedavi sonrasında
core’da daha dikkat çekici olarak DOPAC düzeylerinin yüksek olduğu gözlenmiştir.
Sonuç: Nikotinin ödül etkisi NAC’de ölçülen DA çıkışına göre cinsel olarak dimorfiktir.
Bu çalışma, EBİLTEM tarafından desteklenmiştir (2003/BAM/002)
P-134
SIÇANLARDA FARKLI DOZLARDA DEKSAMETAZONUN İLEUM
MİKROBİOTASINA ETKILERI
H.Ünsal1, M.Balkaya1, C. Ünsal1, H. Bıyık2, G. Başbülbül2, E. Poyrazoğlu2
1
Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı Işıklı 09016
AYDIN.
2
Adnan Menderes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Mikrobiyoloji
Anabilim Dalı; AYDIN,
Amaç: İntestinal mikrobiota konağın özellikle metabolizması ve immun sistemi başta olmak
üzere değişik fizyolojik süreçlerine önemli etkiler göstermektedir. Barsak bariyer
fonksiyonunun korunması ve barsakta normal kolonizasyonun sürdürülmesi mikrobiotakonak ikilisinin etkileşimlerine bağlıdır. Çalışma; sentetik güçlü bir hidrokortizon analoğu
olan ve insan ve veteriner hekimliğinde farklı dozlarda ve değişen süreçlerde yaygın olarak
kullanılan deksametazonun parenteral uygulamasının ileum mikrobiotasına kısa süreli doza
bağlı etkilerini belirlemeyi amaçlamıştır.
Materyal ve Metod: 40 erkek Wistar albino sıçan 7 gruba ayrıldı. Kontrol grubuna serum
fizyolojik, diğer gruplara 0.1mg/kg, 0.5mg/kg, 1mg/kg, 2.5mg/kg, 5mg/kg, ve 10 mg/kg dozda
deksametazon i.p. yolla bir kez verildi. Enjeksiyondan 48 saat sonra hayvanlar sakrifiye edildi
ve aseptik şartlarda ileumları çıkarıldı. İleum içeriğinde total aerob, anaerob, lactobacilli ve
koliform bakteri sayıları belirlendi.
Bulgular: Genel olarak 5 ve 10 mg/kg dexa uygulanan gruplarda ileal total aerob ve anaerob
bakteri ve lactobacilli sayısında önemli artışlar gözlendi. Total aerob bakteri sayısı 5 ve 10
mg/kg doz gruplarında genel olarak diğer gruplardan daha yüksekti (P<0.01). Ancak 0.5
mg/kg ile 10 mg/kg doz grupları arasında önemli bir fark yoktu. 5mg/kg dozunu alan grupta
ileal anaerob bakteri sayısı diğer gruplara göre artış gösterdi (P<0.01). Benzer şekilde, diğer
gruplarla karşılaştırınca 5 ve 10 mg/kg doz gruplarında ileal lactobacilli sayısı belirgin şekilde
arttı (P<0.001). 0.1 mg/kg doz grubunda koliform bakteri sayısının 0.5, 1 ve 10 mg/kg doz
gruplarına oranla daha yüksek olduğu saptandı (P<0.05).
Sonuç: Organizma için faydalı türler arasında yer alan lactobacillerin yüksek doz
deksametazon alan gruplardaki artışının bağırsak bariyer fonksiyonuna etkilerinin ortaya
konulması için ayrıntılı çalışmalara gereksinim vardır.
P-135
AMONYAĞIN SIÇAN BÖBREĞİNDE KSANTİNOKSİDAZ ENZİMİNE ETKİSİ
O. Elmas1, S. Çalışkan1, O. Elmas2, N. Gümral1, A. Koyu1
1
Süleyman Demirel Üniversitesi,Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, ISPARTA
2
Bitlis Devlet Hastanesi, Biyokimya Bölümü, BİTLİS,
Giriş ve Amaç: Ksantin oksidaz (XO) enzimiyle ksantin ve hipoksantinden ürik asit
oluşurken, süperoksit (O2-) radikallerinin miktarı artar. Bu reaksiyonun siroz gibi kanda
amonyak artışıyla giden hastalıkların sürecinde meydana gelen böbrek fonksiyon
kayıplarından sorumlu olabileceği düşünülmüştür. Amonyağın, böbrek dokusunda XO
enzimine olan etkisinin araştırılması planlanmıştır.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada 20 adet Wistar Albino dişi sıçan kullanıldı. Her deney
grubunda 10 deney hayvanı bulunacak şekilde, Kontrol (K) ve Amonyak alan (A) grup olarak
ikiye ayrıldı. A grubuna 28 gün boyunca günde tek doz 2.5mmol/kg amonyum asetat fosfat
tampon solusyonu (PBS) ile pH’ı nötralize edildikten sonra periton içine enjekte edildi. K
grubuna ise sadece PBS solüsyonu i.p. enjekte edildi. 29. gün ether anestezisi altında
intrakardiyak ponksiyon yapılmasıyla öldürüldü. Çalışmada böbrek dokusunda XO, ksantin
dehidrogenaz (XDH), süperoksit dismutaz (SOD), protein-tiyol (P-SH) ve malondialdehyde
(MDA) seviyeleri ölçüldü.
Bulgular: Çalışmamızda elde ettiğimiz bulgulara göre; Amonyak verilen grupta kontrol
grubuna göre XO aktivitesi artarken, XDH aktivitesi, XDH/XO oranı ve P-SH miktarı azaldı
(P<0,05). SOD ve MDA seviyelerinde istatistiksel olarak değişikliğe rastlanılmadı.
P-136
TAURİN, MELATONİN VE N-ASETİLSİSTEİNİN KADMİYUMA BAĞLI AKCİĞER
HASARINDAKİ ETKİLERİ
N. Aydoğdu, 2H. Erbaş, 1K. Kaymak
1
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi 1Fizyoloji ve 2Biyokimya AD, EDİRNE
Amaç: Endüstride yaygın olarak kullanılan kadmiyum bileşikleri insan ve hayvanlarda
değişik toksik etkilere neden olmaktadır. Kadmiyum serbest radikaller oluşturarak ve
antioksidan savunma sistemini bozarak sitotoksik etki gösterir. Bu çalışmamızda antioksidan
özelliği bilinen taurin, melatonin ve N-asetilsisteinin Cd’a bağlı olarak oluşan akciğer hasarını
önlemelerindeki etkileri, ayrıca oluşmuş hasarı tedavi etmedeki etkinliklerini karşılaştırmayı
amaçladık.
Materyal ve Metod: Çalışmamızda 90 adet erkek Spraque Dawley sıçan eşit sayıda 9 gruba
ayrıldı. 3 ay süreyle; 1. gruba çeşme suyu, 2. grubun içme suyuna 200 ppm CdCl2, 3.
grubunkine 200 ppm CdCl2 ve % 1 oranında taurin, 4. grubun içme suyuna 200 ppm CdCl2 ve
% 0.02 oranında melatonin, 5. grubun içme suyuna 200 ppm CdCl2 ve % 0.5 oranında Nasetilsistein verildi. 3 ay süreyle 6, 7, 8 ve 9. grupların içme suyuna 200 ppm CdCl2 katıldı ve
bu sürenin sonunda 7 gün boyunca 6. gruba çeşme suyu, 7. grubun içme suyuna % 4 oranında
taurin, 8. grubun içme suyuna % 0.08 oranında melatonin ve 9. grubun içme suyuna % 2
oranında N-asetilsistein katıldı. Tedavi sürelerinin sonunda anestezi altında deneklerin
akciğer dokusu alındı. Akciğer dokusunda malondialdehit (MDA) ve glutatyon (GSH)
düzeyleri incelendi.
Bulgular: Sadece kadmiyum verilen 2. grupta GSH düzeyinin azaldığı (p<0.05) ve MDA
düzeyinin arttığı (p<0.01); 6. grupta MDA düzeyinin arttığı (p<0.01) ve GSH azalmasının
anlamlı olmadığı görüldü. Koruyucu amaçla verilen melatonin ve N-asetilsisteinin GSH
düzeyini arttırdığı (sırasıyla; p<0.01, p<0.05), hem koruyucu hem de tedavi amaçlı verilen
taurin, melatonin ve N-asetilsisteinin MDA düzeylerini azalttığı (sırasıyla; p<0.01, p<0.001,
p<0.001 ve p<0.05, p<0.01, p<0.001) görüldü.
Sonuç: Taurin, melatonin ve N-asetilsisteinin kadmiyuma bağlı olarak gelişen akciğer
hasarına karşı hem koruyucu hem de tedavi edici rol oynadığı görüldü.
P-137
FARKLI ŞİDDETLERDE UYGULANAN KUVVET ANTRENMANLARININ
HEMOREOLOJİK PARAMETRELER ÜZERİNE AKUT VE KRONİK ETKİLERİ
H. Çakır, P. Atsak, N. Gündüz, B.Akdağ, M. Bor-Küçükatay
Pamukkale Üni., Spor Bilim. ve Tekn.YO, Antrenman ve Hareket AD, Fizyoloji AD;
DENİZLİ,
Giriş ve Amaç: Kas kütlesini artırmak için uygulanan kuvvet antrenmanlarının hemoreolojik
parametreler üzerine etkisi bilinmemektedir. Bu çalışmada, belirli kas gruplarını içeren kuvvet
antrenmanlarının, eritrosit agregasyonu ve deformabilitesi üzerine akut ve kronik etkilerinin
incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmaya daha önce hiç kuvvet antrenmanı yapmamış, 20-28 yaşları
arasında sağlıklı ve gönüllü 16 erkek denek katılmıştır. 2 gruba ayrılan deneklere, 6 hafta
boyunca, farklı şiddetlerde; 1. grup 1RM %70, 12 tekrar, 3 set, 2.grup 1RM %85, 6 tekrar, 3 set
olmak üzere 6 hareketten oluşan kuvvet antrenmanı uygulanmıştır. 1. ve 6. haftalarda kuvvet
antrenmanından önce ve sonra, 6 haftalık programın son antrenmanından 72 saat sonra olmak
üzere toplamda 5 kez, deneklerin önkol venlerinden alınan kan örneklerinde, eritrosit şekil
değiştirme yeteneği (deformabilite) ve agregasyonu bir ektasitometre (LORCA) kullanılarak
ölçülmüştür. İstatistiksel değerlendirmeler, Friedman ve Wilcoxon testi kullanılarak
yapılmıştır.
Bulgular: 0,53 Pa kayma kuvvetinde ölçülen eritrosit deformabilitesinde akut ve uzun süreli
antrenman sonrasında her iki grupta istatistiksel olarak önemli düzeyde olmayan bir artış
gözlenmiştir. Son antrenmandan 72 saat sonra sadece 1. grupta eritrosit deformabilitesinde
anlamlı bir azalma saptanmıştır. Eritrosit agregasyonunun, her iki grupta akut ve uzun süreli
antrenman sonrasında istatistiksel olarak önemli düzeyde arttığı, sadece 1. grupta son
antrenmandan 72 saat sonra anlamlı düzeyde azaldığı belirlenmiştir.
Sonuç: Bakılan hemoreolojik parametreler bakımından 1. grupta meydana gelen
değişikliklerin 2. gruba göre daha belirgin olduğu gözlemlenmiştir.
P-138
SIÇANLARDA HAMİLELİK SÜRESİNCE YAPILAN EGZERSİZİN PLASENTA
HÜCRE ÖLÜMÜ VARLIĞI VE MATERNAL PLAZMA GH, IGF-I VE IGFBP-3
DÜZEYLERİNE ETKİLERİ
G. Turgut1, P. Atsak1, A.Ç. Tufan2, S. Turgut1
Pamukkale Üni., Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji AD, 2Histoloji ve Embriyoloji AD; DENİZLİ,
[email protected]
Giriş ve Amaç: İnsulin-like growth factor-I (IGF-I), GH/IGF sisteminde ve özellikle
intrauterin dönemde önemli olan bir büyüme faktörüdür. İnsulin-like growth factor binding
protein-3 (IGFBP-3) ise IGF-I’in dolaşımda taşınmasını büyük oranda sağlayan maddedir ve
IGF-I’in etkinliği için çok önemlidir. Bu araştırma hamilelik boyunca yapılan egzersizin
maternal plazma GH, IGF-I ve IGFBP-3 düzeylerini ve plasental hücre yaşamını nasıl
etkilediğini araştırmak amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metod: Vaginal smear ile hamileliği saptanan 12 Wistar Albino sıçan, iki eşit
gruba ayrılmıştır. Deney grubuna (n=6) hamileliğin D0’ıncı gününden itibaren 19 gün
boyunca günde bir kez olmak üzere koşu bandında egzersiz yaptırılmıştır. Kontrol grubu (n=6)
ise bu süre boyunca dinlendirilmiştir. Hamileliğin D0 ve D20. gününde alınan kan
örneklerinden GH, IGF-I ve IGFBP-3 düzeyleri saptanmıştır. Hamileliğin 20.gününde
hayvanlar anestezi altında sakrifiye edilerek plasentaları ayrılmıştır. Plasentalarda TUNEL
tekniği kullanılarak hücre ölümünün varlığı ve miktarını bakılmıştır. Sonuçlar gruplar
arasında Mann-Whitney U test kullanılarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: TUNEL pozitif hücre sayısı gruplar arasında anlamlı bir farklılık göstermemiştir.
Maternal plazma IGF-I ve IGFBP-3 seviyeleri egzersiz grubunda anlamlı olarak artmış
(p<0.01), GH düzeylerinde ise gruplar arasında bir anlamlılık gözlenmemiştir.
Sonuç: Hamilelik boyunca yapılan egzersiz plazma IGF-I ve IGFBP-3 seviyelerini artırırken,
plasentalarda hücre ölümünün varlığı açısından bir farklılık meydana getirmemektedir.
P-139
YENİ BİR SİKLOOKSİJENAZ-2 İNHİBİTÖRÜ PAREKOKSİB’İN İZOLE SIÇAN
MİYOMETRİYUMUNDA SPONTAN VE PROSTAGLANDİNLE İNDÜKLENEN
KASILMALARA ETKİSİ: BİR İN VİTRO DİSMENORE MODELİ
A. Ayar
Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; ELAZIĞ,
Giriş ve Amaç: Dismenore (sancılı adet görme), mekanizması tam olarak bilinmemekle
beraber rahimde bölgesel olarak prostaglandinlerin (PG) aşırı miktarda salgılanması sonucu
ortaya çıkan, kasılmaya bağlı iskemi ve ağrı ile seyreden bir uterus hiperkontraktilitesidir. PG
sentezinin inhibisyonunun uterus hiperkontraktilitesini azaltarak primer dismenore
tedavisinde etkin olduğu gösterilmiştir.Bu çalışmanın amacı, yeni bir prostaglandin sentetaz siklooksijenaz-2- enzim inhibitörü olan parekoksib’in spontan ve PGF2 ile indüklenen uterus
kasılmaları üzerine etkilerini incelemekti.
Materyal ve Metod: Servikal dislokasyondan sonra erişkin Wistar cinsi dişi sıçanlardan
miyometriyum kesitleri alınarak içerisinde 370C’de Krebs solüsyonu bulunan ve %95 O2-%5
CO2 (pH=7.4) ile sürekli gazlandırılan izole organ banyosuna asıldı. Organ banyosuna
kümülatif olarak eklenen parekoksib’in spontan ve PGF2 (1 g/ml) ile indüklenen kasılmalar
üzerine etkileri 5 dakikalık periyotlar halinde değerlendirildi. Bulguların istatistiksel
değerlendirilmesinde Wilcoxon rank testi kullanıldı.
Bulgular: Kümülatif olarak uygulanan parekoksib, spontan kasılmaların kasılma eğrisi
altında kalan alanını (EAKA) kontrol değerinin (%100) sırasıyla, %72 6 (P> 0.02, 50 M), %
41 10 (P= 0.008, 150 M), %20 6 (P= 0.008, 300 M), ve %10 7 (P= 0.008, 600 M) oranlarına
baskıladı (n=6). Benzer şekilde, parekoksib PGF2 ile indüklenen kasılmaları da doza bağımlı
bir şekilde inhibe etti. İlave olarak, parekoksib’le (600 M) ön muamele edilen kesitlerde
ardından uygulanan PGF PGF2 ’ya anlamlı derecede daha zayıf (normale göre AUC % 28 ± 11,
P=0.001, n=5) kasılma cevapları gözlendi.
Sonuç: Bu çalışmanın bulguları, parekoksib’in sıçan miyometriyumunda spontan ve
prostaglandinle indüklenen kasılmaları inhibe ettiğini ve aşırı prostaglandin salınımına bağlı
erken doğum ve dismenore tedavisinde etkili olabileceğini vurgulamaktadır.
P-140
PAREKOKSİBİN İZOLE SIÇAN MİYOMETRİYUMUNDA OKSİTOSİNLE
UYARILMIŞ KASILMALAR ÜZERİNE İNHİBİTÖR ETKİSİ
A. Ayar1, M. Özcan2
Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 2Biyofizik Anabilim Dalı; ELAZIĞ,
Amaç: Bu çalışmanın amacı, parenteral COX-2 inhibitörü parekoksibin, izole sıçan
miyometriyumunda oksitosin ile uyarılan kasılmalar üzerine etkisinin incelenmesidir.
Materyal ve Metod: Gebe olmayan erişkin Wistar cinsi dişi sıçanlardan izole edilen
miyometriyum kesitleri, içerisinde 370C’de Krebs solüsyonu bulunan ve %95 O2-%5 CO2 (pH
7.4) ile sürekli gazlandırılan izole organ banyosunda asıldı. Organ banyosuna kümülatif olarak
eklenen parekoksibin oksitosinle ile indüklenen kasılmalar üzerine etkileri (frekans, amplitüt
ve kasılma eğrisi altında kalan alan) 5 dakikalık periyotlar halinde değerlendirildi. Verilerin
istatistiksel değerlendirilmesinde Wilcoxon Rank testi kullanıldı.
Bulgular: Oksitosinle uyarılmış kasılmaların frekansı (sayı/5 dakika): 8±0.6 (n=12),
parekoksib uygulamasından sonra doza bağımlı olarak inhibe oldu [5.3±0.4 (n=12, p=0.002),
4.9±0.4 (n=12, p<0.002) and 3.6±0.5 (n=12, p<0.004), sırasıyla 100, 300 ve 600 M
parekoksib)]. Bununla uyumlu olarak, kasılma eğirisi altında kalan alanda da kümülatif
parekoksib uygulamasından sonra [(kontrol değer %100), %67 5 (P= 0.002, n=12), %51 5 (P=
0.002, n=12) ve % 22 5 (P= 0.002, n=12), sırasıyla 100, 300 ve 600 M parekoksib] doza
bağımlı bir baskılanma gözlendi.
Sonuç: Selektif COX-2 inhibitörü olarak tek parenteral ajan olan parekoksib, izole sıçan
miyometriyumunda oksitosinle uyarılan kasılmaları inhibe etme bulgusu bu ajanın tokolitik
bir ajan olarak erken doğum eyleminde etkili olabileceğini göstermektedir.
P-141
-
-
FARE OOSİT / ZİGOTUNDA Cl / HCO3 DEĞİŞTİRİCİ AKTİVİTESİNİN
*
MAYOTİK MATÜRASYON SÜRECİNDEKİ DEĞİŞİMLERİ
A. Çetinkaya, Ş. Erdoğan, Ç. Zeren, A. Doğan
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı; Balcalı; ADANA,
Giriş: Büyüyen gelişen oositlerdeki hücre içi pH (pHi) düzenleyici sistemler mayotik yeterlilik
ile kazanılmakta ve Germinal Vezikül (GV) aşamasına ulaştığında tam olarak aktif hale
gelmektedirler. Ancak mayotik matürasyon aşamalarında bu düzenleyici sistemlerin inhibe
edilebildiği yolunda bulgular mevcuttur. Nitekim laboratuvarımızda yapılan ve asit şoklara
karşı oositlerin savunma mekanizması olan Na+/H+ değiştiricisinin bu süreçte aktivitesinin
baskılandığı saptanmıştır. Bu çalışmada ise, alkali şoklara karşı hücreyi koruyan HCO3-/Cldeğiştirici (AE) aktivitesinin mayotik matürasyon ile ilişkisi incelenmiştir.
Materyal ve Metod: Çalışmada Balb/c soyu dişi fareler indüklenerek uygun zamanlarda GV,
Metafaz I (MI), Metafaz II (MII) oositler, veya kopülasyonları sağlanarak pronüklear (PN)
aşamadaki zigotlar elde edildi. Kültür ve kayıt solüsyonları olarak KSOM ve Hepes-KSOM
esaslı solüsyonlar kullanıldı. SNARF-1-AM ile yüklenmiş olan oosit/zigotlardan
mikrospektrofluorometrik yöntem ile ratiometrik olarak pHi kayıtları alındı.
Bulgular: Hücreleri alkali şoklardan koruyan AE aktivitesi, GV oosit aşamasında yüksek iken
MI ve MII aşamalarında bu aktivite baskılandı. PN zigot aşamasında ise AE aktivitesi yine
yüksek değerlere ulaştı. İndüklenmiş alkali şoklara karşı MI ve MII oositler pHi’larını tam
olarak iyileştiremez iken PN zigot aşamasına gelen hücrelerde tam olarak iyileşme gerçekleşti.
Sonuç: Oosit gelişim sürecinde, mayotik yeterlilik ile pH düzenleyici sistemlerin aktivasyonu
gerçekleşmekte ancak birinci ve ikinci mayotik bölünme sürecinde HCO3-/Cl- değiştiricisi
baskılanmaktadır. Bu baskılanma fertilizasyon sonraki PN aşamaya kadar devam etmektedir.
PN aşamadaki zigota kadar aktivitedeki baskılanmanın fizyolojik önemi ise halen
aydınlatılabilmiş değildir.
*
Bu çalışma Çukurova Üniversitesi Bilimsel Araştırma Fonu (TF2006-YL 1)
tarafından desteklenmiş ve Çukurova Üniversitesi Tıbbi Bilimler Deneysel Araştırma ve
Uygulama Merkezi’nde gerçekleştirilmiştir.
P-142
STRESLİ UYARAN ve 5 -ANDROSTAN-3 -OL-16-ONE (AND) VARLIĞINDA
GÖZLENEN BAZI PSİKOFİZYOLOJİK DEĞİŞİMLERİN MENSTRUAL SİKLUSUN
FARKLI EVRELERİNDE İNCELENMESİ
Ç. İşman1, Z. Olgaç 1. D. Seyhan1, D. Bulut1, T. Alıcı 2
1
Muğla Üniversitesi Muğla Sağlık Yüksekokulu, 2Muğla Üniversitesi Fen-Ed. Fakültesi
Psikoloji Bölümü, MUĞLA,
Giriş ve Amaç: Menstrual siklus, psikofizyolojik süreçleri etkileme özelliği ile duygu durum
ve üreme fonksiyonları üzerinde yön verici role sahip olarak kabul edilen bazı seks steroid
türevi bileşiklerin (AND) incelenmesi adına elverişli bir periyoddur. Topluluk önünde
konuşma; belirgin kardiyovasküler, endokrin ve mod değişikliklerine yol açan güçlü bir
stresördür. Bu araştırma psikolojik stres ve AND bileşiği etkisinde elektrodermal yanıt, mod
skorları ve serum kortizol-estradiol düzeylerindeki değişimlerin farklı menstrual evrelerde
incelenmesi amacıyla tasarlandı.
Materyal ve Metod: Yaş ortalaması 21.4 2.16 olan toplam 53 gönüllü kadında, uyaran öncesi,
sırası ve sonrasında bipolar elektrotlar ile kaydedilen deri iletkenlik seviye (SCL) ve yanıtları
(SCR), Stres (n=13), Stres+AND (n=13), AND-Stres (n=13), AND (n=8) ve kontrol
grubunda (n=6) menstruasyon (n=19), geç-luteal-faz (n=18) ve ovulasyon (n=16)
dönemlerinde incelendi. Mod skorları 16-madde mod testi ile deney öncesi ve sonrası iki kez
belirlenerek, net skorlar elde edildi. Deney sonunda alınan kan örnekleri serum kortizol ve
estradiol tayini açısından incelendi.
Bulgular: Stresli uyaran ile oluşan SCR değerleri (0.25±0.08 
S), AND bileşiği ile oluşan
değerlere göre (0.07±0.07
S, p<0.05) anlamlı şekilde daha yüksek bulundu. AND grubu
uyarılmışlık düzeyi (4.62±0.77) ve pozitif mod skoru (10.75±1.22) diğer gruplara göre daha
yüksek olarak saptandı (p<0.01 ve p<0.001). Stres grubu serum kortizol düzeyi (16.26±1.4)
kontrol (7.79±1.04, p<0.01), Stres-AND (10.41±1.53; p<0.05), AND-Stres grubu (10.44±1.1;
p<0.05) ve AND (8.41±0.6; p<0.01) grubu değerlerine göre daha yüksek olarak saptandı.
Sonuç: Ovulasyon evresine özgü duyarlılık, mod ve uyarılmışlık skorlarında oluşan artış,
AND’ ın cinsler arası kimyasal iletişimde rol aldığı görüşünü desteklemekte ve serum kortizol
düzeyi ve elektrodermal yanıt açısından AND, stresli uyarana zıt etki göstermektedir.
P-143
POSTMENAPOZAL KADINLARDA ÇİNKO UYGULAMASININ SERUM
ÖSTROJEN ve PROGESTERON DÜZEYLERİNE ETKİSİ
F. Sunar, Z.I. Görmüş, A.K. Baltacı
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Fizyoloji AD; KONYA,
Amaç: Postmenapozal dönemde 2 hafta süreyle gerçekleştirilen düşük doz çinko
uygulamasının serumdaki östrojen ve progesteron düzeylerini nasıl etkilediğini araştırmak.
Materyal ve Metod: Doğal menapoz hastası 32 kadın üzerinde gerçekleştirilen çalışmada
denekler eşit sayıda 4 gruba ayrıldı. Grup 1:Hiçbir uygulamanın yapılmadığı kontrol grubu.
Grup 2: İki hafta süreyle 15 mg/gün çinko sülfat uygulaması yapılan grup. Grup 3: İki hafta
boyunca hormon replasman tedavisi (0.625 mg östrojen+5 mg medroksiprogesteron
asetat/gün) uygulanan grup. Grup 4: Yine iki hafta süreyle hormon replasman tedavisi (0.625
mg östrojen+5 mg medroksiprogesteron asetat/gün) ve çinko sülfat (15 mg/gün) uygulanan
grup. Deneklerin tamamından çalışmanın başlangıcında ve 4 haftalık uygulamaların bitiminde
olmak üzere ikişer defa alınan kan örneklerinde serum Östrojen (E2) ve Progesteron düzeyleri
tayin edildi. Bulguların istatistiksel değerlendirmesi için variyans analizi uygulandı. P<0.05
anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: Grup 1 ve 2’nin östrojen ve progesteron düzeyleri arasında anlamlı bir farklılık
tespit edilmedi. Grup 3 ve 4, grup 2’ ve 1’den, daha yüksek östrojen ve progesteron düzeylerine
sahipti. Grup 3 ve 4’ün östrojen ve progesteron düzeyleri ise birbirinden farklı değildi.
Sonuç: Çalışmanın bulguları postmenapozal kadınlarda 2 hafta süreyle düşük doz çinko
uygulamasının bahsedilen parametreler üzerinde önemli bir etkiye sahip olmadığını
göstermektedir.
P-144
SEMİNAL SIVI ŞEKER DÜZEYLERİ İLE EMBDEN MEYERHOF YOLU
ARASINDAKİ İLİŞKİ
H. Leventerler1, S. Taga1, S. Solmaz2, N. Dikmen3
1
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hast. ve Doğum AD Üremeye Yardımcı Tedavi
Merkezi, 2Histoloji-Embriyoloji AD, 3Biyokimya AD ADANA,
Amaç: Semende spermatozoanın ana enerji kaynağı olan fruktoz, seminal kese hücrelerinde
glukozdan elde edilmektedir. Sperm, enerji üretimi için glikolitik yol ve Krebs döngüsüne
(Embden Meyerhof Yolu) ihtiyaç duymaktadır. Mitokondriyal Malat Dehidrogenaz (MDHNAD), Krebs döngüsünün son enzimi, Laktat Dehidrogenaz (LDH) ise glikolitik yolun son
enzimidir. Bu çalışmada, fertil ve infertil semen örneklerinde fruktoz, glukoz düzeyleri ile bu
enzim aktiviteleri arasındaki ilgi araştırılmıştır.
Materyal ve Metod: Semen örnekleri, spermiyogram özelliklerine göre fertil (A, kontrol) ve
infertil gruplara (B,C,D,E) ayrıldı. Seminal plazma içeriklerinde, glukoz, fruktoz düzeyi ve
MDH-NAD, LDH enzim aktiviteleri spektrofotometrik yöntemle tesbit edildi.
Bulgular: Ort±SD olarak çizelgede sunulmuştur.
Grup
Glukoz
(mg/dl)
Fruktoz
(mg/dl)
MDH-NAD
(mU/ml)
LDH
(U/L)
93,9±52,1
1236.9±687.0
A (n=40) Kontrol
2,0±2,1
184,7±124,8
B (n=25) Oligoteratospermi
2,8±2,1*
272,1±104,3 *
C (n=26) Teratospermi
1,8±1,6
229,9±79,9
104,0±46,8
945.6±493.0
D (n=12) Astenospermi
4,0±1,4 *
706,6±143,3 *
40,0±25,7 *
1517.7±729.8
E (n=16) Azospermi
15,4±6,4 *
338,1±228,2 *
38,0±43,6 *
940.0±465.8
111,8±72,1 774.7±335.4 *
*p< 0.05 düzeyinde anlamlıdır
Sonuçlar:
Ÿ Seminal plazma glukozunun da sperm için enerji kaynağı olarak önem taşıdığını, sağlıklı
spermlerde hem glukoz hem de fruktozun hızla tüketildiğini göstermiştir.
Ÿ Fertil grupta semen LDH aktivitesi ile glukoz tüketimi arasında ters bir ilişki görülmüş, bu
durum infertil gruplarda kaybolmuştur.
Ÿ MDH-NAD aktivitesi ile şekerlerin kullanımı arasında paralellik bulunmuştur.
Bu veriler, enerji komponentlerinin kullanımının sperm kalitesindeki önemini vurgulamıştır.
Bu çalışma SBE D-23 nolu proje ile desteklenmiştir.
P-145
SİGARA İÇEN GEBELERE DİYET İLE VİTAMİN VERİLMESİNİN KORDON KANI
LİPİT PROFİLİ VE ANTİOKSİDAN ENZİM AKTİVİTELERİ ÜZERİNE ETKİLERİ
S. Acun, A.Z. Karakılçık, M. Zerin
Harran Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD. ŞANLIURFA.;
Giriş ve Amaç: Sigara dumanında bulunan zararlı radikaller oksidan-antioksidan dengeyi
bozarak hücre ve dokularda oksidatif hasarı artırmakta, hücresel zarların yıkımına ve
fizyolojik işlevlerinde yetersizliğe neden olarak plazma lipit profili ve antioksidan enzim
düzeylerini etkileyebilmektedir. Gebelerin sigara içmesi ise fetal dokuları da oksidatif hasara
maruz bırakarak lipit peroksidasyonunu artırabilir.
Materyal ve Metod: Araştırma, günde yaklaşık 10 sigara içen ve hiç sigara içmeyen, her biri
25 örnekten oluşan dört gruptaki 100 gönüllü yeni doğum yapmış kadın ve kordon kanı
plazma örnekleri üzerinde yürütüldü.Çalışmada plazma trigliserit (TG), kolesterol (CHOL),
yüksek dansiteli lipoprotein-kolesterol (HDL-C), düşük dansiteli lipoprotein-kolesterol
(LDL-C) miktarları kolorimetrik metod ile, total antioksidan kapasite (TAK), superoksit
dismutaz (SOD), glutathione redüktaz (GSH-Rx), paraoksonaz (PRX) ve glutathione
peroksidaz (GSH-Px) enzim aktiviteleri, lipit peroxidasyonu (MDA), toplam peroksit (TP) ve
toplam oksidan seviye (TOS) değerleri ise UV enzimatik yöntemle saptandı.
Bulgular: Vitamin verilmesi ile sigara içenlerde kordon kanı plazması CHOL ve HDL-C
düzeyinin arttığı, MDA ve TP düzeyinin azaldığı (P<0.05), GSH-Px ve GSH-Rx
aktivitelerinin etkilenmediği (P>0.05) gözlemlendi. Ayrıca, maternal plazma TG, CHOL,
HDL-C, LDL-C değerlerinin kordon kanı plazmasındaki değerlerinden daha fazla (P<0.050.001), kordon plazmasında ise SOD, TAK ve GSH-Px aktivitesi daha yüksek; MDA, PRX,
toplam peroksit değerleri daha düşük (P<0.01), TOS ve GSH-Rx enzim aktiviteleri istatistiksel
olarak farksız (P>0.01) bulundu.
Sonuç: Bu verilere göre, gebelik döneminde annenin sigara içimine bağlı olarak kordon ve
fötal kan plazmasında oluşacak oksidatif hasarı sınırlamak ve antioksidan savunmayı
güçlendirmek için, sigara içen gebelerin hekim önerisi ile antioksidan vitamin almalarının
fötusu oksidatif hasara karşı korumada yararlı olacağı düşünülmektedir.
P-146
RATLARDA DOKSORUBİSİNE BAĞLI KARACİĞER HASARINA KARŞI
ERDOSTEİNİN KORUYUCU ETKİSİ
M. Yağmurca1, O. Baş2, H. Mollaoğlu3, Ö. Şahin4, A. Nacar5, Ö. Karaman6, A. Songur2.
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji-Embriyoloji1, Anatomi2, Fizyoloji3,
Patoloji4, İç Hastalıkları6, Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji5
AFYONKARAHİSAR, ANKARA,
Giriş ve Amaç: Oksidatif stres doksorubisine bağlı karaciğer hepatotoksisitesinde önemli bir
rol üstlenmektedir. Bu çalışmanın amacı doksorubisine bağlı karaciğer hasarında bir
antioksidan ajan olan erdosteinin koruyucu etkisi olup olmadığını mikroskobik ve
biyokimyasal metotlarla araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Ratlar kontrol (izotonik NaCl), doksorubisin (20 mg/kg, i.p.) ve
doksorubisin+erdostein (50 mg/kg/gün, oral) olmak üzere üç gruba ayrıldı. Ratların
doksorubisin uygulamasından 10 gün sonra anestezi altında karaciğer sol lobları çıkartılarak
bir kısmı ışık mikroskobik inceleme için %10 nötral tamponlu formaline, diğer bir kısmı da
biyokimyasal incelemeler için -20 o C’ye alındı. Karaciğer doku örneklerinde
spektrofotometrik olarak malondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO), protein karbonil (PCO)
düzeyleri ile katalaz (CAT) ve süperoksit dismutaz (SOD) enzim aktiviteleri ölçüldü.
Bulgular ve Sonuç: Doksorubisin grubunda yer alan hayvanların karaciğerlerinde; hepatosit
dejenerasyonu, sinüzoidal dilatasyon, hemoraji ve vasküler konjesyon gibi değişiklikler
izlendi. Doksorubisin+erdostein grubunda bu değişikliklerin azaldığı görüldü. Histopatolojik
değerlendirme sonucu elde edilen verilerin biyokimyasal parametrelerle korelasyon
gösterdiği izlendi. Doksorubisin grubunda oksidatif hasara bağlı olarak NO düzeyleri ile
protein oksidasyonunun ve lipid peroksidasyonunun göstergeleri olan PCO ve MDA düzeyleri
anlamlı şekilde artmıştı. Doksorubisin+erdostein grubunda ise bu artış gözlenmedi.
Doksorubisin grubunda SOD ve CAT enzim aktiviteleri anlamlı şekilde azalırken,
doksorubisin+erdostein grubunda bu azalma izlenmedi. Bu sonuçlar ışığı altında;
doksorubisine bağlı karaciğer hasarının erdostein uygulaması ile azaltılabileceği söylenebilir.
P-147
SIÇANLARDA 2,4-DİCHLOROPHENOXY ACETİC ACİD VE ENDOSULFAN’IN
ANDROJENİK VE ANTİ-ANDROJENİK ETKİLERİNİN HERSHBERGER
METODUYLA ARAŞTIRILMASI
Ö. Bulmuş, B. Yılmaz, Z. Şahin, S. Sandal, H. Keleştimur
Fırat Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, 23119 ELAZI
.
Giriş ve Amaç: Organoklor yapılı bir pestisit olan endosulfan, lipofilik özelliğinden dolayı
doğada ve canlı organizmada yağ dokusunda birikme eğilimi gösterir. Bir herbisit olan 2,4Dichlorophenoxy acetic acid (2,4-D)’nin prostat kanser hücre kültürlerinde androjenik etki
gösterdiği bildirilmiştir. Bu çalışma, Türkiye’de yaygın olarak kullanılan endosulfan ve 2,4D’nin peri-pubertal erkek rat modelinde serum luteinizan hormon (LH) ve testosteron
düzeyleri ile androjen duyarlı dokular (prostat, cowper bezleri, seminal veziküller, muscslus
levator ani, mLA) üzerine androjenik ve anti-androjenik etkilerini araştırmak amacıyla
yapıldı.
Materyal ve Metod: Deneylerde 42 günlük erkek Sprague-Dawley sıçanlar kullanıldı. İlk
grup (n=8) sham orşidektomi olarak ayrıldı. Toplam 40 adet sıçan rompun+ketamin anestezisi
altında total olarak (testisler + epididimis) orşidektomize edildi. On günlük iyileşme süresinin
sonunda hayvanların vücut ağırlıkları belirlendi ve beş gruba ayrıldı: Orşidektomi grubu;
testosteron propionat (TP) 0.5 mg/kg/gün s.c.; TP + flutamid (referans anti-androjen) 25
mg/kg/gün, oral gavaj; TP + endosulfan (10 mg/kg, oral gavaj) ve TP + 2,4-D (10 mg/kg, oral
gavaj). On günlük uygulamaların sonunda, hayvanların vücut ağırlıkları tekrar belirlendi. Son
uygulamadan 24 saat sonra sıçanlar dekapite edildi ve kan örnekleri toplandı. Tüm hayvanların
prostat bezi, cowper bezleri ve seminal veziküller ile mLA hemen diseke edilerek tartıldı.
Serum testosteron ve LH düzeyleri ELISA yöntemiyle belirlendi.
Bulgular: Orşidektomi, tüm androjen duyarlı dokuların ağırlığında ve serum testosteron
değerlerinde azalmaya neden olurken (p<0.001), orşiektomize hayvanlara TP uygulaması bu
dokuların ağırlıklarının ve testosteron düzeylerinin sham grubu değerlerine dönmesini sağladı
(p<0.001). Endosulfan seminal vezikül, prostat ve mLA ağırlıklarında TP grubuna göre
anlamlı değişiklikler meydana getirmezken, sağ ve sol bulboüretral bez değerlerinde ve serum
testosteron düzeylerinde anlamlı azalmaya neden oldu (p<0.005). 2,4-D uygulaması ise sadece
seminal vezikül ağırlıklarında TP grubuna kıyasla anlamlı artış oluşturdu (p<0.01).
Sonuç: Bu çalışmadan elde edilen bulgular, Hershberger metodunda ikişer parametrede 2,4D’nin androjenik, endosulfan’ın ise anti-androjenik etkilere sahip olduğunu göstermiştir. Bu
çevresel kirleticilerin erkek üreme fonksiyonlarını olumsuz yönde etkileyebileceği
öngörülebilir.
Bu proje TÜBİTAK 104-T-240 numaralı proje çerçevesinde desteklenmiştir.
P-148
CUPRİZONE DEMİYELİNASYON VE REMİYELİNASYONU:
ELEKTROFİZYOLOJİK BULGULAR
C. Ünsal1, M.Özcan2
1
Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; AYDIN;
2
İstanbul Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı; İSTANBUL.

Amaç: Demiyelinasyon ile karakterize hastalıkların yaygın olması, kronik seyretmeleri,
iyileşme olasılıklarının az ve etiyolojilerinin tam olarak açıklanamamış olması
demiyelinasyon-remiyelinasyon çalışmaları için güvenilir hayvan modellerinin gerekliliğini
ortaya koymaktadır. Bu çalışmada erkek ve dişi ratlarda cuprizone (CP) ile oluşturulan
demiyelinasyon ve remiyelinasyonun periferik sinirler üzerine etkilerinin
elektronöyromiyografik yöntemle belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metod: Çalışmada 108 adet üç aylık dişi ve erkek Sprague Dawley ratı kullanıldı.
İlk deneyde dört haftalık demiyelinasyon periyodundaki, ikinci deneyde demiyelinasyon
periyodunu izleyen sekiz haftalık remiyelinasyon periyodundaki değişimler araştırıldı. Her iki
deneyde de sinir iletim hızı (SİH) ve latans değerleri haftalık olarak ölçüldü. Uyarım bipolar
yüzeysel elektrodla siyatik sinirin ortodromik stimülasyonu, kayıt gastroknemius kasına
bağlanan yüzey elektrodları ile yapıldı.
Bulgular: Demiyelinasyon periyodunda deney gruplarında SİH’nın azaldığı (P<0.001),
latansın arttığı (bir ve ikinci hafta P<0.01, üç ve dördüncü hafta P<0.001), dişi ve erkekler
arasında SİH ve latans açısından önemli farkların olduğu saptandı (SİH dördüncü hafta, latans
üçüncü ve dördüncü hafta P<0.001). Remiyelinasyon sürecinde her iki cinsiyette de SİH
artarak (birinci-dördüncü ve altıncı haftalar P<0.001, beş ve yedinci hafta P<0.05) sekizinci
haftada normal değerlerine ulaştı. Latans açısından bulgular değerlendirildiğinde kontrol
grupları ile deney grupları arasında birinci-dördüncü haftalar, beşinci hafta ve yedinci haftada
önemli farklılıklar olduğu görüldü (sırasıyla P<0.001, P<0.01 ve P<0.05). Erkek ve dişilerin
ortalama SİH değerleri arasındaki farkın birinci, üçüncü ve dördüncü haftalarda (P<0.001) ve
ortalama latans değerleri arasındaki farkın bir, dört ve beşinci haftalarda önemli olduğu
belirlendi (P<0.001, P<0.05).
Sonuç: Ratlarda CP ile oluşturulan demiyelinasyonda değişimlerin erkek ratlarda dişilere
oranla daha belirgin olduğu ve iyileşmenin de dişilerde daha hızlı şekillendiği görülmüştür.
P-149
SIÇANLARDA YEM KISITLAMASININ BAZI KAN PARAMETRELERI VE SEKUM
MİKROBİOTASINA ETKILERI
H. Ünsal1, Ü. Çötelioğlu2
1
Adnan Menderes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, Işıklı 09016
AYDIN.
2
İstanbul Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL
Amaç: Yem-gıda kısıtlamaları aşırı beslenmeye ve yaşlanmaya bağlı fonksiyonel kayıpları
önlemekte ve yaşam süresini uzatmaktadır. Organizmanın fizyo-patolojisine önemli etkileri
olan bağırsak mikrobiotası beslenme değişikliklerinden etkilenmektedir. Çalışma sıçanlarda
ad libitum yem tüketiminin %20, %40 ve %60’ı oranlarında uygulanan yem kısıtlamasının
bazı biyokimyasal değişkenler ve sekum mikrobiotası üzerine etkilerinin değerlendirilmesi
amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Materyal ve Metod: Çalışmada 28 adet Sprague Dawley erkek sıçan eşit sayıda 4 gruba
ayrıldı. Sıçanlar ad libitum (kontrol) ve ad libitumun %20, %40 ve %60’ı oranlarında
kısıtlanan yemle 28 gün süreyle beslendiler. Deney sonunda aseptik şartlarda alınan sekum
içeriğinde pH, total anaerob, total aerob, lactobacilli ve koliform bakteri sayıları ve sekum
ağırlığı belirlendi. Ayrıca plazma total protein, albümin, üre, kreatinin, amonyak, glikoz,
trigliserid, kolesterol, alanin amino transferaz (ALT), aspartat amino transferaz (AST) ve
serum sodyum, potasyum ve klor düzeyleri saptandı.
Bulgular: Deney sonunda vücut ağırlığı kontrol grubu ve %20 kısıtlama uygulanan sıçanlarda
sırasıyla %18 ve %5 artış gösterirken, %40 ve %60 kısıtlama gruplarında sırasıyla %16 ve
%40’lık bir azalma saptandı. Yemin %60 kısıtlandığı sıçanlarda plazma total protein (P<0.05),
albümin (P<0.05), glikoz (P<0.001) ve kolesterol (P<0.01) konsantrasyonlarının düştüğü, üre
(P<0.01) ve ürik asit (P<0.01) konsantrasyonları ile ALT (P<0.001) ve AST (P<0.001)
aktivitelerinin ise arttığı saptandı. Genel olarak yemin %20 ve %40 kısıtlandığı grupta
biyokimyasal değişkenlerde önemli bir değişim gözlenmedi. Lactobacilli sayısının %20 ve
%40 kısıtlama grubunda 60% kısıtlama grubundan önemli düzeyde yüksek olduğu (P<0.05),
ancak kontrol grubuyla karşılaştırınca bu artışın önemsiz olduğu görüldü. Ayrıca, %20
kısıtlama grubunda total aerob bakteri sayısı %60 kısıtlama grubundan daha düşüktü (P<0.05).
Sonuç: Bulgular sıçanlarda yemi %20 ve %40 kısıtlamanın sekal mikrobiyotayı olumlu
etkileyebileceğini, %60 kısıtlamanın ise diyeter stres oluşturduğunu göstermektedir. Yem
kısıtlaması uygulanan hayvanlarda mikrobiyal metabolik aktivitenin saptanması ve ayrıca
organizma-mikrobiota ilişkilerinin araştırılması için ayrıntılı çalışmalara gereksinim vardır.
Çalışma doktora tezinin bir bölümü olup, İstanbul Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından
T-975/19022001 no’lu prpje olarak desteklenmiştir.
P-150
DEKSMEDETOMİDİN’NİN, TOPİKAL NİMESULİD, CELECOKSIB VE DFU’NUN
ANTİNOSİSEPTİF ETKİSİNİ ARTTIRMASI
B. Karadaş2 T. Kaya2, S. Gültürk1, A. Parlak2, A. Çetin3, N. Durmuş2, A. Otağ4
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Fizyoloji, 2Farmakoloji, 3Kadın Hastalıkları ve
Doğum, Cumhuriyet Üniversitesi, 4Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, SİVAS
Giriş ve Amaç: Nimesulid, selekoksib ve DFU (5, 5-dimetill-3-(3-fluorophenil)-4-(4methylsulphonil)fenil-2(5H)-furanone), selektif siklo-oksigenaz (COX)-2’yi bloke edebilen
nonsteroid anti-inflamatuar ilaçlardır. Oral ve parenteral verildiği zaman anti-inflamatuar ve
güçlü analjezik etkileri kanıtlanmıştır. Deksmedetomidin, son derece güçlü antinosiseptif bir
ajandır ve yüksek oranda seçici bir alfa-2 agonistidir. Çalışmamızın amacı, nimesulid,
selekoksib ve DFU’nun topikal olarak kuyruğa uygulandığı zaman (intraperitoneal
dexmedetomidine varlığında ve yokluğunda) oluşan antinosiseptif etkiyi değerlendirmektir.
Ayrıca deksmedetomidin’nin antinosiseptif etkisini alfa-2 reseptörler üzerinden
gerçekleştirdiğini göstermeyi de planladık.
Materyal ve Metod: Antinosiseptif etki sıçanın kuyruğu, nimesulid, selekoksib yada DFU
içeren dimetil sülfatlı (DMSO) solüsyona batırıldıktan sonra kuyruk çekme testi (tail-flick) ile
değerlendirildi. Antinosiseptif etki tüm gruplarda 60. dakikada pik yaptı ve 240 dakikada
dereceli olarak bazal seviyeye düştü. Nimesulid, selekoksib ve DFU’dan daha hızlı düştü.
Dexmedetomidin’nin antinosispektif etkisi, sistemik alfa-2 antagonisti olan atipamezole ile
bloke edilerek tekrarlandı.
Bulgular: Topikal COX-2 inhibitörlerinin kombinasyonu ile intraperitoneal
deksmedetomidin verilmesi, tek başına verilen ilaçlardan, önemli oranda daha fazla analjezik
etki meydana getirdi (p<0.05).
Sonuç: Bu bulgular topikal COX-2 inhibitörleri ile dexmedetomidin arasındaki antinosiseptif
etkileşmenin olduğunu göstermektedir. Kombine olarak uygulanan topikal COX-2
inhibitörleri ile dexmedetomidinin birlikte kullanımı analjezik etki açısından önemlidir.
P151
FİZYOLOJİ PRATİK DERSLERİNDE HAYVAN KULLANIMINA İLİŞKİN
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİNİN GÖRÜŞLERİ
Z. D. Balkancı1, B. Pehlivanoğlu1, A. Erdem1, M. Tuncer1, E. Karaağaoğlu2
Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, Biyoistatistik2 AD., ANKARA
Giriş ve Amaç: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, 1963’den beri
pratik derslerde hayvan deneyleri yaptırmaktadır. Kullanılan hayvan türleri ve sayısı giderek
azaltılmış, insan deneyleri artırılmıştır. Bu çalışmada deneylerde hayvan kullanımına ilişkin
öğrenci görüşlerinin alınması amaçlanmaktadır.
Materyal ve Metod: 2004-2005 eğitim yılında Dönem II öğrencilerine iskelet kası, periferik
sinir ve kalp kası fizyolojisi deneylerinden önce ve sonra birer anket uygulandı. Anketler 5’li
likert ölçeğine göre düzenlendi. Her dersten önce verilen kitapçıklarla öğrenciler deneyler
hakkında bilgilendirildi, laboratuvarda deneylere aktif katılımları sağlanmaya çalışıldı. 278
öğrenci soruları yanıtladı (%79,7). Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular: Kullandıkları hayvan sayısının gerektiği kadar olduğunu düşünenler deneylerden
sonra arttı (p 0,05). Pratik derslerde hayvan kullanımının yararlı olduğunu düşünenler
değişmezken (%76,3) insan deneylerinin yararlı olduğunu belirtenler arttı (p 0,05). Hem insan
hem hayvan deneylerinin gerekli olduğunu düşünenler ve insan deneylerinin daha fazla
olmasını isteyenler artış gösterdi (p 0,05). Deneyler sırasında hayvanların acı çektiğini
düşünen öğrencilerin oranında değişiklik olmadı (%47,1). Deneylerden önce öğrencilerin
sadece %6 sı hayvan etiği hakkında bilgi sahibi olduğunu belirtirken bu oran pratik derslerden
sonra %14,4’e yükseldi.
Sonuç: Öğrenciler, pratik derslerde hayvan deneyleri yapılmasının, teorik derste öğrendikleri
bilginin pekiştirilmesi açısından yararlı olduğunu belirtmekte, klinik beceri kazanmalarını
sağlayan insan üzerindeki deneylerin artmasını istemektedirler. Bu çalışmada Dönem II
öğrencilerinin hayvan veya laboratuvar etiği konusunda bilgi sahibi olmadıkları da belirlendi
ve halen Dönem III programında yer alan derslerin, Fizyoloji laboratuvar çalışmalarının
başlamasından önce verilmesi gerektiği ilgili birimlere iletildi.
P-152
KALABALIK SINIFLARDA FİZYOLOJİ PRATİK DERSLERİNİN İYİLEŞTİRİLMESİ
VE ÖĞRENCİ MEMNUNİYETİ; HÜTF FİZYOLOJİ ANABİLİM DALI DENEYİMİ
Z.D.Balkancı1, B. Pehlivanoğlu1, A.Erdem1, M. Tuncer1, N.H. Dikmenoğlu1, S. Bayrak1, E.
İleri1, İ. Karabulut1, A.M. Sevgili1, S. Yörükan1, M. Elçin2, E. Karaağaoğlu3.
Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji1, Tıp Eğitimi ve Bilişimi2, Biyoistatistik3
AD, ANKARA;
Giriş ve Amaç: Fizyoloji derslerinde laboratuvar çalışmaları teorik bilgilerin pekiştirilmesi
açısından önem taşımaktadır. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı
gelişen teknolojiden yararlanarak laboratuvarda kullanılan donanımı ve yapılan deneylerin
içeriğini geliştirmeyi, aynı zamanda kalabalık sınıflarda öğrencilerin aktif katılımını
sağlamayı amaçlamaktadır.
Materyal ve Metod: Bu amaçla ilk önce eski sistemleri kullanarak yaptıkları hayvan
deneylerine ek olarak, bilgisayarlı veri toplama/analiz sistemi (Biopac MP100) ile 40-50
kişilik gruplara insanda kas, sinir ve dolaşım fizyolojisi deneyleri gösterildi. Geri bildirimlerde
öğrencilerin deneyleri bizzat yapmak istedikleri (%90,3) belirlendi. Daha sonra sağlanan sekiz
sistem (Biopac MP30) ile öğrenciler, yıl boyunca yaptıkları 12 pratikten 6’sında insan ve
hayvanda çeşitli fizyoloji deneylerini gerçekleştirdiler. Aktif katılımı sağlamak için her deney
4 kez 10-14 kişilik 8 farklı grupla tekrarlandı. Böylece laboratuvarda çağdaş yöntemleri
kullanarak hayvan deneylerine ilişkin verileri kayıt ve analiz edebilmeleri, bunun yanında
gönüllü öğrenciler üzerinde kas, sinir, dolaşım ve egzersiz fizyolojisine ilişkin insan
deneylerini yapabilmeleri sağlandı. Eski ve yeni uygulamaya katılan öğrencilere (sırasıyla,
ankete katılan/toplam öğrenci sayısı: 236/326 ve 317/383) eğitim yıllarının sonunda öğrenci
görüşlerini belirleyen ve deneylerle ilgili bilgi kazanımlarını ölçen anketler uygulandı.
Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular: Deneyler öğrenciler tarafından küçük gruplarla yapıldığında, kullanılan kayıt
sistemi ve stimülatörün yeterli olduğunu, deneylerin teorik bilgilerini pekiştirdiğini,
laboratuvar araştırmalarına ilgilerinin artırdığını belirtenlerin oranında önemli artış gözlendi.
Öğrencilerin %59’u deneylere aktif olarak katıldığını belirtti. Deneylere ilişkin bilgi sorularını
doğru cevaplayan öğrencilerin oranındaki artış da önemli bulundu.
Sonuç: Tüm öğrencilerin aktif katılımı için çalışma gruplarının daha küçük olması
gerekmektedir. Deneylerin öğrenciler tarafından çağdaş teknoloji kullanılarak yapılması,
deneylerin içeriğinin artırılması, bilginin pekiştirilmesi ve öğrenci motivasyonu açısından
olumlu bulunmuştur.
Bu çalışma, HÜBAB tarafından 01 G 019 no’lu proje ile desteklenmiştir.
P-153
SÜLFİT’İN HÜCRESEL TOKSİSİTESİNDE PLAZMA PROTEİNLERİNİN ÖNEMİ
V. Küçükatay1, A.İ. Kaya2
1
Pamukkale Üniversitesi.,Tıp Fakültesi, Fizyoloji AD; DENİZLİ;
2
Ankara Üniversitesi., Biyoteknoloji Enstitüsü, ANKARA.
Giriş ve Amaç: Sülfit, hem endojen olarak kükürt metabolizması esnasında oluşan hem de
eksojen olarak alınabilen ve hücreler üzerine toksik etkileri iyi bilinen bir moleküldür. Bu
çalışmanın amacı sülfit toksisitesinde plazma proteinlerinin rolünü araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Deney 3 aşamada gerçekleştirilmiştir. 1. aşamada, 96 kuyulu plaklara 1 x
106 konsantrasyonda ekilmiş PC-2 hücreleri 0.1, 1 ve 5 mM konsantrasyonlarda sülfit ile
muamele edilerek % 5 O2, % 95 CO2’li ortamda 37 
C de 24 ve 48 saat inkübe edilmiştir. Bu
sürelerin sonunda sülfit toksisitesi 3-(4,5-dimethylthiazol-2-yl)-2,5-diphenyl-tetrazolium
bromide (MTT) yöntemiyle tayin edilmiştir. ikinci aşamada izlenen toksisitenin kaçıncı
saatten itibaren başladığını belirlemek amacıyla aynı yöntem kullanılarak 1, 2, 3, 4, 5 ve 6.
Saatte
sitotoksisite tayini yapılmıştır. üçüncü aşamada ise gözlenen toksisitede plazma proteinlerinin
rolünü araştırmak için PC-2 hücreleri aynı şekilde serumsuz ve serumlu ortamda, 5 mM sülfit
varlığında plaklara ekilmiş, iki farklı ortamda sülfit toksisitesi açısından bir fark olup olmadığı
araştırılmıştır.
Bulgular: İlk iki aşamada elde edilen sonuçlar sülfitin toksik etkisinin 24. saatte ortaya çıktığı
ve bu etkinin 5 mM dozda en belirgin olduğunu göstermiştir. Bu dozdaki sulfitin toksisitesini 2.
saatten sonra ortaya çıkardığı gözlenmiştir. 3. aşamada ise gözlenen toksik etkinin özellikle
serumlu medyum ile inkübe edilen hücrelerde istatistiksel olarak önemli oranda artmış olduğu
izlenmiştir.
Sonuç: Sülfitin plazma proteinleri ile yaptığı reaksiyonlar sonucu çeşitli metabolitlerinin
oluştuğu ve bunların gözlenen toksisitede önemli olduğu in vitro olarak gözlemlenmiştir.

A
A. Ağar
A. Akbaş
A. Akgün
A. Arıcıoğlu
A. Ayar
A. B. İskit
A. Balık
A. Bülbül
A. C. Yazıcı
A. Ç. Tufan
A. Çelik
A. Çetin
A. Çetinkaya
A. D. Dursun
A. Demirkazık
A. Doğan
A. Erdem
A. Erenmemişoğlu
A. Eryavuz
A. Filazi
A. Gargılı
A. Gökçimen
A. Gölgeli
A. İ. Kaya
A. İğdem
A. K. Baltacı
A. Kandil
A. Kapucu
A. Karadeniz
A. Karaduman
A. Karakaş
A. Keskin
A. Koçak
A. Korkmaz
A. Koyu
A. Küçük
A. M. Sevgili
A. Magemizoğlu
A. Nacar
A. O. Heper
A. Oğuzhanoğlu
A. Otağ
A. Öniz
A. Parlak
A. S. Gönül
A. Sevimli
A. Songur
A. Sümbül
A. Şermet
A. Temiz
A. Topçu
A. Tuncay
A. Yağcı
A. Yaren
A. Z. Karakılçık
A.Yapıcı
P16,P66,P131
P70
S29
P84
P139,P140
S36,S37
P32
P60,P127,P128,S13
P74
P138
P154
P95,P150
P141,S17
P33,P78,P101
P116
P141,S17
P151,P152,S36,S37
S24
P60,P109
P127
P41
P132
P68
P153
P95
P125,P126,P143,S11
P41,P46,P55,S14
P46,P55,S14
S13
P31
P44,P51
P38
P132
P57,P64,P76,P83,P85,
P94,S34
P135,P132
P21,P68
P152,S36,S37
P27,S9
P146
P26
P20
P150
P13
P150
P69
S13
P146
P44,P51
P1P2
P22
P22,P98,P105,P106,P107
P30
S13
P58
P77,P145
P120
B
B. Akdağ
P36
B. Ç. Yeğen
B. Çakır
B. Çam Etöz
B. Çırak
B. D.Obay
B. Ergin
B. Gemici
B. Göğüsten
B. Gönül
B. Gündüz
B. Karadaş
B. Karakoyun (Oktar)
B. Kavaklı
B. Kurt
B. M. Kayatekin
B. Müsellim
B. Özaykan
B. Özyurt
B. Pehlivanoğlu
B. Reşitoğlu
B. Sağlam
B. U. Ergür
B. Uysal
B. Ünal
B. Yıldız
B. Yılmaz
B.Akdağ
P34,P47,P48,S3,S4
S23
P35
P20
P1P2
P46
P87
S24
P49,P50,P54
P44,P51
P150
P34
P23
S34
P22,P106
S28
P27,S9
P70
P151,P152
P3
P47,P48
P86
P57,P64,P83,P85,P94,S34
S25
P23
P147,S31
P137
C
C. Ayabakan
C. Bağcı
C. Çevik
C. Demirci
C. Erzik
C. G. Demir
C. Gündoğdu
C. Gürsul
C. Güzel
C. Kaçar
C. Köse Özkan
C. Marangoz
C. Özoğul
C. Süer
C. Ş. Bediz
C. Tümer
C. Ünsal
C. Ünsal
Ç. Eker
Ç. Erdoğan
Ç. İşman
Ç. Kaynak
Ç. Özer
Ç. Pekçetin
Ç. Yenisey
Ç. Zeren
D. Balkancı
D. Bulut
D. D.Taylor
D. Deveci
D. Erbaş
D. Kurt
D. Selçuki
D. Seyhan
P124
P31,P32,P79,S25
P56
P41,P46,S14
P34
P62
S25
S18
P43
P103
P85
P12P17
P86
P21
P22,P98
P1P2
P5
P52,P134,P148,S16
P69
P20
P142
S27
P50,P84,P49,P93
P86
P90,P91
P141
S37
P142
S7
S10
P84
P43
P108
P142
D. Şahin
D. Tekin
D. Ünal
E. A. Çakmak
E. Adıgüzel
E. Akçıl
E. Akdağ
E. Alçin
E. Aytaç
E. Babar
E. Beytut
E. Boyalı
E. Bozyiğit
E. Bulut
E. Çakar
E. Çakmakçı
E. Çetin
E. Çöllü
E. E. Erşan
E. E. Gürel
E. Ersöz
E. Ethem
E. Fadıllıoğlu
E. Gencer
E. Gonca
E. Gürel
E. İleri
E. Karaağaoğlu
E. Keskin
E. Kılınç
E. M. Demir
E. Melik
E. O. Koylu
E. Oral
E. Öz Oyar
E. Özdemir
E. Poyrazoğlu
E. S. Akarsu
E. Şahin
E. Taşdemir
E. Taşkın
E. Turan
E. Uz
E. Uzlu
E. Vardar
E. Yıldırım
E. Yılmaz
F. Akalın
F. Akbıyık
F. Arı
F. Bağırıcı
F. Bülbül
F. C. Sazak
F. Ekici
F. Ercan
F. Fadıllıoğlu
F. G Seçkin
F. Göğüş
F. Gündüz
F. Kocaay
F. Mutlu
F. Öktem
F. Özgüner
P62,P63
P33,P78,P101
S25
P31
P40
S5
S13
S31
P8P9P10P23
P71,P73
P65
P117
P120
S26
P51
P117
P24
P25
P61
S15
S27
P92
S18
P102
S32
P46,P55,S14
P152
P151,P152
P118,P119
P11,S21
P114,S20
P71,P73
P69
S35
P76
P61
P134
P42
P66
P1P2
P27,S9
P5
S2
P99,P100
S27
P69
S15
P124
S36
P101
P129,P130
S2
P72
P70,P80
P34,P47,P48,P81,P89
P80
P32
P31
P28,P104
S38
S12
P132
P132
F. Öztay
F. Savcıoğlu
F. Sefil
F. Sunar
F. Tarakçı
F. Toraman
G. Başbülbül
G. Baydas
G. Büyükyazı
G. Ç. Yalçın
G. Çakırsoy
G. Dikmen
G. Eraslan
G. Erbil
G. Erken
G. Ersöz
G. Güleç
G. Gürol
G. Hacıoğlu
G. İlbay
G. Karadeniz
G. Koçer
G. Maralcan
G. Metin
G. Öngen
G. Özkaya
G. Şahin
G. Şener
G. Temeltaş
G. Turgut
G. Yetkin
G. Yiğit
H. A. Çelik
H. A. Demirel
H. A. Erken
H. A. Savaş
H. Akbulut
H. Akdam
H. Akkuş
H. Ataoğlu
H. Ay
H. Aydın
H. Balcı
H. Beydağı
H. Bıyık
H. Bilgiç
H. Çağlıöz
H. Çakır
H. Çelik
H. Çetinkaya
H. Demirin
H. Düzova
H. Erbaş
H. Erdoğan
H. Esin
H. F. Özel
H. Fıçıcılar
H. H. Şahin
H. Keleştimur
H. Köse
H. Kurtel
H. Leventerler
H. M. Erdoğan
S14
P131
P129,P130
P143,S11
P25,P29
P103
P134
P92,P96,S3
P108
P8
S3,S4
P9P10
P24
P86
P37,P38,P40,P75,P154
P102
P35
P62,P63
P16,P131
P62,P63
P108
P104
P32
S19
S28
P103
P88
P47,P48,P81,P82
P19
P36,P39,P58,P138
P11,S21
P23,S19
S13
P102
P20,P37,P154
P79,S2
P54
P38
P125
S5,S6,S38
P57,P64,P83,P94
P103
P46,P55,S14
P3
P134
P57,P83,P85,P94,S34
S3,S4
P137
P79
P41
P132
P11,S21
P136,S15
P70,P80
S12
P25
P33,P78,P101
S3,S4
P147
P121
P124,S22,S23
P144
P99,P100
H. Maral
H. Mollaoğlu
H. O. Seymen
H. Özkayran
H. Özyurt
H. Resmi
H. S. Gergerlioğlu
H. Sayan
H. Toklu
H. Tunalı
H. Ünsal
H. Yapışlar
H. Yaren
H.A. Bağrıyanık
İ. Aksu
İ. Alican
İ. Aslan
İ. Başkonuş
İ. Can
İ. G. Yıldırım
İ. Güner
İ. H. Atakan
İ. Halifeoğlu
İ. İpseftel
İ. Karabulut
İ. Küçükkurt
İ. Meral
İ. Odabaş
İ. Tuğlu
İ. Uyaner
K. Akgün-Dar
K. Akıllıoğlu
K. Dündar
K. Ergin
K. G. Akbulut
K. G. Akdeniz
K. Kaymak
K. Kızılkaya
K. Nas
K. Özlük
K. Serbest
K. Solak
K. Tuğyan
K. Üçok
K. Yapar
L. Akgün
L. Aslan
L. D. Kozacı
L. Memiş
L. Ogan Keçetepen
L. Öztürk
M. Aksakal
M. Alkanat
M. Altan
M. Aslan
M. Aydın
M. B. Yerer
M. Balkaya
M. Balkaya
M. Birincioğlu
M. Bor-Küçükatay
M. Boşnak
M. Bulut
P62,P63
P45,P53,P132,P146
P8P9P10P23
P90,P91
P70
P22
P79,S2
P95
P81,P82
S8
P52,P134,P148,S16
P30
S34
P86
P22,P98,P105,P106,P107
P81,P82,P89,S1
P154
P32
S25
P5
P88
S15
P125,P126,S11
P115
P152
P109
P59
S22
P19
P46
P46,P55,S14
P71,P73
P64
P114,S20
P54
P8
P136,S15
P121
P43
P35
P72
P56
P86
P45,P53,P132
P99,P100
P45,P53,P109
P59
P114,S20
P49,P50
P110
P97,S26
P65
S29
S19
P16
S31
P67
P52
P134,S16
P90,P91
P37,P38,P39,P40,P137
P6P7P79
P79
M. Bülbül
M. Cemek
M. Çitil
M. Deniz
M. Dillioğlugil
M. Elçin
M. F. Gökçe
M. H. Emre
M. H.Bilgin
M. Iraz
M. K. Gür
M. Kanbur
M. Kendirci
M. Kiray
M. Koçak
M. Kolgazi
M. Koruk
M. Mengi
M. O. Güç
M. Okuyan
M. Ö. Bostancı
M. Özbek
M. Özcan
M. Özgören
M. Özler
M. Pehlivancık
M. Serter
M. Şahiner
M. Şencan
M. Şireli
M. Tuncer
M. Tuzcu
M. U. Çamsarı
M. Uzun
M. Ünal
M. Y. Günal
M. Yağmurca
M. Yıldırım
M. Yıldız
M. Yumru
M. Yüksel
M. Zerin
N. Ateş
N. Aydoğdu
N. Çakar
N. Demirci
N. Dikmen
N. Dolu
N. Durmuş
N. Dursun
N. Ekerbiçer
N. Fındıklı
N. Gedik
N. Görmüş
N. Gümral
N. Gündüz
N. H. Dikmenoğlu
N. İşbil Büyükcoşkun
N. İzgüt-Uysal
N. Karagenç
N. Koç
N. Koku
N. Kurtul
P87
P56
P99,P100
S3,S4
P62,P63
P152
P18
P11,P80,S21,S30
P1
S18
P42
P24
P30
P86
S5
S1
P31
S19
S36,S37
S29
P129,P130
P25,P29
P140,P148
P13
P57,P64,P83,P85,P94,S34
S3,S4
P114,S20
P75
S10
P60,P127,P128
P151,P152
P92,P96,S31,S33
P105,P107
P99,P100
P84
P26
P146
P12
P9,P23
S2
P34,P89
P77,P145
P62,P63
P136,S15
S36,S37
P65
P144
S24
P150
P21,P110
P25,P29,S32
P4
P47,P48,P89
S11
P135
P137
P152
P35
P87
P39
S28
S6
P6P7
N. Kutlu
N. N. Kamiloğlu
N. Orak
N. Öztaşan
N. Poçi
N. Şimşek
N. Ustaoğlu
N. Yazıhan
N. Yelmen
N. Yonguç
N. Zaloğlu
O. Açıkgöz
O. Akçın
O. Baş
O. Bayazıt
O. Bedir
O. Çakmakçı
O. Denli
O. Elmas
O. Genç
O. Gökalp
O. Gözen
O. K. Başkurt
O. Karahasanoğlu
O. Kuru
O. Öztürk
O. Üçer
Ö. Azer
Ö. Bozdoğan
Ö. Bulmuş
Ö. Donat Eker
Ö. Ekinci
Ö. Karakurt
Ö. Karaman
Ö. Kasımay
Ö. Köse
Ö. Nalbant
Ö. Özdemir
Ö. Şahin
Ö. Şehirli
P. Atilla
P. Atsak
P. A. Ulutaş
P. Seymen
P. Yargıçoğlu
R. Demirel
R. Güneşaçar
R. Kozan
R. Kurşunluoğlu
R. M. Nebigil
R. Mert
R. O. Ek
R. Saraymen
R. Tan
S .Ankaralı
S .T. Koz
S. A. Vardar
S. A. Yıldız
S. Acun
S. Akyol
S. Arbak
S. Artış
P108
P65
S3,S4
P109
S3,S4
P30
S35
S5,S6,S38
P88
P40
P26
P98,P105,P106,P107
P4
P45,P146
P14P13P15
P64
P11,P112,P117,P118,
P119,P122,P123
P43
P135
P37,P75,P154
P132
P69
P28
P72
P28
P101
P19
P84
S32
P147
P69
P49,P50
S38
P146
P124,S22,S23
P16,P131
P103
P103
P146
P82
S36,S37
P38,P39,P137,P138
P52,S16
P9,P23
P16,P66,P131
P53
S10
P17,P129,P130
P37,P38,P58,P75
S32
P56
P90,P91,P121
P67
P87
P18
S33
P97,S27
P115
P77,P145
S7,S8
S1,S3,S4
S12,S24
S. Aydoğan
S. Bayrak
S. Bulut
S. Can
S. Canan
S. Çalışkan
S. Çeçen
S. Çetinkaya
S. Çiçek
S. Demirgören
S. Dinçer
S. Erdal
S. Erşan
S. Göktaş
S. Gültürk
S. Gümüşlü
S. Harbili
S. İnan
S. Kabukcu
S. Kafkas
S. Kahraman
S. Kaplan
S. Karakaş
S. Kocaaslan
S. Küçükersan
S. Küçükosman
S. M. Soylu
S. Ogullar
S. Ö. İşeri
S. Patlar
P30,P67
P152
P56
S25
P72,P74
P135
P114,S20
P61
P21
P133
P93
P116
P61
P93
P116,P129,P150
P66
P102
P29
P38
P91
P4
P17,S25
P121
P13
P60
P61
P127
P8P9P10
P47,P48,P89
P111,P113,P117,P118,
P119,P122,P123
S. Pençe
P6P7
S. Sandal
P147
S. Selek
S2
S. Silici
P24
S. Solmaz
P144
S. Soltanova Kocahan P73,P71
S. T. Köz
P92,P96
S. Taga
P144
S. Tekin
S3,S4
S. Temoçin
P114,P121,S20
S. Tezel
P97
S. Turgut
P36,P39,P58,P138
S. Üstünova
P46,P55,S14
S. Yıldırım
S35
S. Yörükan
P152
Ş. Arıkan
P125,P126
Ş. Çetinel
P82
Ş. Dane
S35
Ş. Erdoğan
P141,S17
Ş. Gülen2
P74
Ş. H. Baytan
S29
Ş. Öter
P57,P64,P83,P85,P94,S34
Ş. Pöğün
P69,P133
Ş.Demir
P18
T. Alıcı
P142
T. Artış
S12
T. Boylu
P114,S20
T. Bülbül
P60,P127
T. Dağcı
P19
T. Demir
P116
T. Dost
P90,P91
T. Ergenoğlu
P3
T. Göktaş
T. Gülyaşar
T. Gürpınar
T. Karadağ
T. Kaya
T. Keçeci
T. Molla
T. Oruç
T. Öcek
T. Topal
U. Dündar
U. Usta
Ü. Çötelioğlu
Ü. K. Şentürk
V. Evren
V. H. Özaçmak
V. Küçükatay
V. S. Nedzvetskii
Y. Ağbulut
Y. Baltacı
Y. H. Doğan
Y. Karakoç
Y. Karanfil
Y. Ocak
Y. Seval
Y. Yıldız
Z. Candan
Z. D. Balkancı
Z. I. Görmüş
Z. I. S. Görmüş
Z. Kanay
Z. Kızılay
Z. Olgaç
Z. Şahin
Z. Telatar
Z. Yılmaz
P93
S19
P25
P20
P150
P111,P113
S27
P88
S3,S4
P64,P57,P83,P85,P64,S34
P120
S15
P149
P28,P104
P19
P95
P38,P40,P153
S31
P8
P31,P32,P79
P69,P133
P11,S21
P72
P109
P16
P90,P121
P4
P151,P152,S36
P143
S11
P43
P20
P142
P147,S31
P101
P11,S12,S21,S30
TELEMETRİK VERİ KAYIT VE ANALİZ SİSTEMLERİ
TELEMETRİK EKG, EEG, EMG, KAN BASINCI,
AKTİVİTE, VUCUT SICAKLIĞI KAYITLARI.
10 GR DAN 250KGR A KADAR
HER HAYVANDA ÇALIŞMA İMKANI
emka
TECHNOLOGIES
VERİ KAYIT VE ANALİZ SİSTEMLERİ
ORGAN BANYOLARI, İZOLE KALP SİSTEMLERİ, MYOGRAF SİSTEMLERİ
SPF, Transgenic Hayvan Modelleri, Hayvan Yetiştirme Laboratuarları Kurumu
LAB PRODUCTS INC. Kafesler, Hayvan Barkodlama ve Tanımlama Sistemleri
PERİMED LASER DOPPLER Kan Akımı Ölçüm Sistemleri
32. ULUSAL FİZYOLOJİ KONGRESİ
ANA SPONSORU