52.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

52.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK
CMYK
Halkın Kurtuluş Partisi’nden...
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür!
Balnak Nakliyat-Lojistik’te Mücadele devam ediyor!
Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümünde, Kurtuluş Partisi tarafından 11 Ekim’de İstanbul’da
Mezarıbaşında anılmıştı. 07 Kasım’da da Ankara’da bir Salon Toplantısıyla anıldı.
Yüzlerce kişinin katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda yapılan konuşmaları
yayımlıyoruz.
Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş’ın konuşmasını da gelecek sayımızda yayımlayacağız.
Haberi
Nakliyat-İş Sendikası’nın bir yılı aşkındır örgütlenme faaliyeti yürüttüğü Balnak Nakliyat
Lojistik’te, işverenin 70 işçiyi işten atmasına, sendika üyeliğinden istifa, taşerona geçirme vb.
baskı ve tehditlerine karşın mücadele sürmektedir.
Nakliyat-İş Sendikası, 15 Aralık 2010’da Balnak Nakliyat-Lojistik Şekerpınar İşletmesi
önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamasın; Balnak İşçileri, sendikanın değişik bölgelerdeki üyeleri ve DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve akliyat-İş Sendikası Genel
Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, Birleşik Metalİş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, Merkez ve Şube Yöneticileri, Birleşik
Metal-İş Sendikası üyesi Direnişçi Sinter Metal İşçileri de destek verdiler.
6-7
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
Kurtuluş Partisi’nden
Başbakan hakkında suç duyurusu
YIL: 5 • SAYI: 52 17 ARALIK 2010
Y
Çağının Büyük Devrimcisi
Beyh Bedreddin
Mücadelemizde Yaşıyor!
Ş
eyh Bedreddin, günümüzden yaklaşık altı yüz yıl önce; Anadolu topraklarında sosyalizmi hayata geçirmek için mücadele eden çağının büyük
devrimcisidir.
Derebeyleşmeye başlayan Osmanlı’ya
başkaldırmıştı Şeyh Bedreddin ve
Yoldaşları…
Aradan geçen yüzyıllara rağmen, Şeyh
Bedreddin’in savaştığı ve uğruna hayatını
verdiği idealleri, özlemleri bugün halkların kurtuluş mücadelesinde yaşıyor. Ve
Şeyh Bedreddin, Halkların bilincinde ve
yüreğinde capcanlı duruyor.
Hikmet Kıvılcımlı, Şeyh Bedreddin’i:
“Yalnız Türkiye Devrim Tarihinin değil, bütün insanlık için sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici büyük kahramanı”
olarak değerlendirir.
Şeyh Bedreddin’in hayatına ve mücadelesine baktığımızda bunu net olarak görürüz.
1359 yılında bugün Yunanistan topraklarında bulunan Simavna kasabasında doğan Şeyh Bedreddin, Edirne, Konya,
Bursa, Kahire ve Tebriz’de dönemin bilginlerinden fıkıh, astronomi, mantık dersleri alan bir bilim adamı aynı zamanda.
Düşüncelerini, “Varidat” ve “Teshil”
isimli kitaplarında aktarmıştır.
Şeyh Bedreddin’in zamanına kadar,
Medeniyetler dıştan gelen Barbar akınlarıyla -Tarihsel Devrimle- yıkılırlardı.
Ve bu dönemde, bu devletlerin yıkılışları
destanlarda, mitolojilerde tufan, dinlerde
kıyamet adını alıyordu. Şeyh Bedrettin, bu
şuursuz medeniyet yıkılışları yerine, in-
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
FİYATI: 50 Kr
Halkın Kurtuluş Partisi, Halkımızın alın terini İsviçre Bankalarında istifleyen
Tayyip hakkında suç duyurusunda bulundu
olsuzlukların kökünü kazıyacağız
diyerek kandırdılar halkımızı.
Yolsuzluklara
bulandılar.
Hırsızlığı önleyeceğiz dediler. 7 bin yıllık
Tefeci-Bezirgan Sınıfının temsilcisi olmanın verdiği tecrübeyle Kuvayimilliye
yadigarı kamu mallarını yeyim ettirdiler.
Tayyipgiller’in başı, edindiği muazzam
servetini de oğlunun düğünündeki takılardan sağladığını söyleyerek, halkımızla
dalgasını geçti.
ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi
Eric Edelman’a ait olduğu söylenen
Wikileaks Belgeleri’nde ortaya çıktı ki
servet, çocuklarının düğün törenlerinde
takılardan değil, halkımızın alın terinin
çalınmasıyla edinilmiş.
Wikileaks
Belgeleri’ne
göre
Başbakan
Tayyip’in
İsviçre
Bankaları’nda 8 ayrı hesabı bulunmaktadır. Tüpraş özelleştirmesinden
doğrudan çıkar sağladığı ifade edil-
sanlığın biricik ve sürekli gelişimini sağlayacak şuurlu (bilinçli) devrimi, başka deyimle Tarihsel Devrim yerine Sosyal
Devrimi geçiren en bilinçli ve en orijinal
büyük devrimcidir. Bu nedenle, sosyal
devrimler çağı demek olan modern çağın
ilk en önemli müjdecisidir.
Yani Şeyh Bedreddin cenneti bu dünyada kurmayı; halkın alın terinin karşılığını alacağı; kardeşçe ve eşitçe bir düzen
kurmayı amaçlıyordu, bunu savunuyordu.
azım Hikmet “Simavne Kadısı Oğlu
Şeyh Bedreddin Destanı”nda bunu şöyle
Devamı sayfa 2’de
mektedir.
Yine
Tayyip’in yakın danışmanlarından özel kalemi Hikmet Balduk,
Mücait Aslan ve
Cüneyd Zapsu’nun
komisyonculuk yaptığı ifade edilmektedir.
İşte tüm bu nedenlerle Kuruluş Partili
Hukukçular
olarak
Tayyip hakkında 3
Aralık’ta suç duyurusunda bulunduk. Suç
duyurusunda bulunmadan önce Ankara
Adliyesi Önünde saat 11.30’da Ankara İl
Örgütünün katılımıyla bir basın açıklaması yaptık.
Basın açıklamasını Partimizin MK
üyesi ve İzmir İl Örgütü Başkanı Av.
Tacettin Çolak yaptı. “Gün Gelecek
Devran Dönecek Tayyipgiller Halka
Başyazı
Hesap Verecek”, “Yolsuzluk Talan İşte
Erdoğan”,
“Erdoğan
Mahkum
Edilsin” sloganlarının atıldığı eylem,
Kurtuluş Partili Avukatların suç duyurusunda bulunmasıyla sona erdirildi.
Kurtuluş Partili Hukukçular
Suç Duyurusu metni sayfa 2’de
Milyonlarca Behidin kanıyla sulanmış
ata yadigârı vatan topraklarını,
emperyalist kahpe düşmanın
radarlarıyla, füzeleriyle donatma hain!
E
n aşağılık, en pis biçimde din sömürüsü yaparak-din alıp satarak, saf,
namuslu insanlarımızı, din duygularını hayâsızca talan ederek, çarpıtıp bozarak kandırıp tuzağına düşürüyorsun. Bu
gariban, cahil, bilinçsiz insanlarımız, denizdeki balığın oltadaki yeme takılması
gibi
senin
peşine takılıyor. Her birkaç yılda bir
ortaya konan
sandığa koşuyor ve senin partine
oy veriyor.
Vermezsem
kâfir olacağım, diyerek. Vermeyenleri de
kendince, kendini ayık sanarak, uyarıyor.
Sen de buna oy ver, ya da sen de “Evet”e
bas, “Hayır”a basanlar gâvur oluyormuş,
diye… Tabiî bu kandırmaca sadece senin
başarın değil! Altmış yıldan beri
ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin bir
ürünü ya da gereği olarak Türkiye’nin
dört bir yanı, hasbehas birer Ortaçağ kurumu olan tarikatların gönüllerince at
koşturdukları örümcek ağlarını kurup insanlarımızı Emevi-Yezid dinciliğiyle afyonladıkları ve kafadan gayri müsellah
hale getirdikleri bir açık sömürge toprağı
haline dönüştürülmüş bulunmaktadır. Her
biri birer tarikatın yuvası olan bu
Ortaçağcı örgütler aracılığıyla ABD, AB
ve CIA başta olmak üzere bu emperyalistlerin casus örgütleri vatan topraklarımız üzerinde cirit atmaktadır. Bu emperyalist haydutlar sürüsü
bir yandan
insanlarımızı Yezid dindarlığıyla
uyuturken,
diğer yandan
kendi emperyalist
kültürünü, adına “Kolej” denen misyoner
okulları ve satılmış-işbirlikçi-vatan millet
düşmanı Parababaları medyası aracılığıyla kendi ulusal kimliğinden, yerel kültüründen ve de ulusal onurundan koparıyordu.
Kafadan
sömürgeleştiriyordu.
Amerikan ve Batı hayranı yapıyordu. Saf,
cahil insanlarımız sanki çeyrek asır kadar
evvel (1919-1922’de) canımıza kasteden,
vatanımızı işgal eden bu alçak emperyalistler değilmiş gibi bu çakalların peşine
takılıyordu.
Devamı sayfa 10’da
2
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Kurtuluş Partisi’nden
Kurtuluş Partisi’nden Başbakan hakkında suç duyurusu
AKARA CUMHURİYET
BAŞSAVCILIĞI’A
SUÇ DUYURUSUDA
BULUA……………….:
Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı
Karanfil
Sokak
No:24/15
Kızılay/ANKARA
V E K İ L L E R İ……….: Av. Metin
BAYYAR – Av. Sait KIRAN – Av.
Doğan ERKAN – Av. Tacettin
ÇOLAK
Necatibey Cad. Sezenler Sokak. No:
4/15 Sıhhıye/ANKARA
Ş Ü P H E L İ………...…..: Recep Tayyip
ERDOĞAN (TC Başbakanı)
S U Ç………………………: Rüşvet,
3628 Sayılı Mal Bildiriminde
Bulunulması, Rüşvet ve
Yolsuzluklarla Mücadele Kanununa
Muhalefet.
S U Ç T A R İ H İ………..: 2003 yılı ve
sonrası.
SEVK MADDELERİ…….: TCK.
m.252, 3628 Sayılı Mal
Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet
Ve Yolsuzluklarla Mücadele
Kanununun 4, 12, 13 vd. maddeleri.
ŞİKAYETLERİMİZ……..: I- Bilindiği
gibi, Wikileaks isimli internet
sitesinde ABD Dışişleri Bakanlığı’na
ait diplomatik belgeler basına
sızdırıldı. Wikileaks, ABD’nin 274
ülkede görevli diplomatlarının
251.287 yazışmasından bugüne kadar
220
belgeyi
yayınladı.
Yayınlanan belgeler arasında ülkemizle ilgili, özellikle iktidar partisi
ve bu partinin mensubu bakanlar ve
yöneticileriyle ilgili olarak önemli
bilgiler de bulunmaktadır. Hemen
her biri bir suç duyurusunun konusu
olabilecek belgelerden sadece birisi
hakkında işbu suç duyurumuzu yapıyoruz.
II- Açıklanan belgeler arasında bulunan
ve zamanın ABD Ankara Büyükelçisi Eric
EDELMAN, 30 Aralık 2004 tarihinde
Ankara’dan geçilen belgenin 21. maddesinde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsviçre
Bankalarında 8 ayrı hesabının olduğu bildirilmiştir. Açıklanan 21. maddede şu ifadeler yer almaktadır:
“AKP iktidara yolsuzlukların kökünü
kazıyacağını söyleyerek geldi. Halbuki
AKP’lilerin bize anlattığına göre, partinin ulusal, bölgesel ve yerel seviyesinde
ve bakanların aile üyeleri arasında çıkar
çatışmaları ve ciddi yolsuzluklar var. İKİ
AYRI KAYAKTA EDİDİĞİMİZ
BİLGİYE GÖRE, ERDOĞA’I
İSVİÇRE BAKALARIDA SEKİZ
AYRI HESABI VAR. ERDOĞA’I
VARLIĞII
OĞLUU
DÜĞÜÜDE GELE HEDİYELER
VE DÖRT ÇOCUĞUU OKUL MASRAFLARII KARŞILIKSIZ ÖDEYE
TÜRK
İŞADAMIDA
KAYAKLADIĞII SÖYLEMESİ İSE
ÇOK YÜZEYSEL.”
Öte yandan yine aynı büyükelçi, Eric
Edelman tarafından kaleme alınan bir başka belgede de; “ERDOĞA’I TÜPRAŞ
ÖZELLEŞTİRMESİDE DOĞRUDA ÇIKAR SAĞLADIĞI” ifade
edilmektedir. Anılan iddia belgelerde şöyle
yer almaktadır:
“AKP iktidarı, sokaktaki vatandaşın
yolsuzluğa olan tepkisi sayesinde geldi.
Erdoğan’ın zenginliğinin İstanbul
Belediye Başkanı olduğu dönemdeki
rüşvetlerden kaynaklandığına dair
suçlamalar hiçbir zaman kanıtlanmamıştı ama artık gittikçe artan bir şekilde,
içerdeki
kaynaklarımızdan
Erdoğan’ın yakın danışmanlarından
özel kalemi Hikmet Balduk, Mücahit
Aslan ve Cüneyd Zapsu’nun komisyonculuk yaptıklarını duyuyoruz. XXXX,
Erdoğan ve kendisinin Tüpraş’ın bir
Rus ortaklığa özelleştirilmesinden
doğrudan fayda sağladıklarını söyledi.”
III- Öncelikle belirtelim ki; bu belgeler
şüpheli Başbakan’ın dediği gibi, neidüğü
belirsiz “deli saçmaları” değildir. ABD
Emperyalizminin tüm dünyadaki diplomatlarının yıllardır yürüttüğü bir bilgi/veri
toplama çalışmalarının bir sonucudur. Bu
veriler ABD Emperyalizminin çıkarlarının
gerektiği zaman gelince de kamuoyuna
açıklanmaktadır. İşte bu Wikileaks belgeleri de bu çalışmanın bir ürünüdür ve
böyle değerlendirmelidir.
Yine basından öğrendiğimize göre belgeler; “ciddi bir ön inceleme ve “filtre” sürecinden sonra dolaşıma bırakılmış. Önce
Wikileaks ABD yönetimine başvurmuş ve
“sakıncalı” belgelerin, adlarının açıklanması zararlı olabilecek her şeyin ayıklanmasını bildirmiş. Wikileaks’in adamlarıyla
ABD Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve istihbarat örgütleri günlerce toplanmışlar.
“Bazı duyarlı belgeleri ve isimleri
saptamışlar. Açıklama dışı bırakmışlar.
Bu haliyle belgeler Avrupa ve ABD’nin
saygın medya kuruluşlarına servis edilmiş. Bu gazete, dergi ve televizyonlar da
o belgeleri baştan sona taramışlar.
Bazılarına “oto sansür“ uygulamışlar.
Yayına koymamışlar. Bu tür duyarlı belgeler arasında yayımlananlar da var.
Onlarda ise “isimler” sansürlenmiş.
Önemine göre isimlerin yerine sayıları
değişen yan yana “X” işaretleri konulmuş. Asıl “kıyamet” senaryosu sayfaları
bunlardır. Herhalde, “sansüre takılmış”
belgeler ve o belgelerde adı geçenler de
uzun süre saklanamayacak. Tıpkı
yangınlardan sonra küllerin soğutma
işlemini izleyen süreç gibi, beklenecek ve
ardından
sızacak.
O
nedenle
Wikileaks’in ve küresel medyanın “sorumsuz davrandıkları” söylenemez.”
(Bkz. Güneri Civaoğlu, 01/12/2010 tarihli
Milliyet)
Ayrıca şüpheli Başbakan’la ilgili iddialar da öyle sıradan biri tarafından gündeme
getirilmemektedir. Belgenin düzenleyicisi,
dönemin ABD Büyükelçisi olmasının
yanında, CIA’da görev yapmış önemli
Ortadoğu uzmanlarından birisidir. Bu nedenle iddialar yabana atılır cinsten değildir.
Bu nedenle Sayın Savcılığınız tarafından
da bu iddialar ciddiye alınmalı ve gerekli
soruşturma yürütülmelidir.
IV- Öte yandan şüpheli Tayyip Erdoğan;
İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde,
hemen hepsi de akçeli suçlardan oluşan sekiz ayrı yolsuzluk dosyasından hakkında
soruşturma açılmış bir politikacıdır.
Belgelerde yer aldığı gibi; “Erdoğan’ın
zenginliğinin İstanbul Belediye Başkanı
olduğu dönemdeki rüşvetlerden kaynaklandığına dair suçlamalar hiçbir zaman kanıtlanmamıştı” görüşü doğru
değildir. Zira bu dosyalardaki soruşturmalar usulüne uygun bir şekilde sonuçlandırılmamıştır. Hepsi de dokunulmazlık
gerekçesiyle kapatılmıştır. Bu nedenle kapatılan bir soruşturma dosyasındaki şüphelinin, yargılama yapılmadan suçsuzluğuna
karar vermek hukuken mümkün değildir.
Şüpheli Başbakan’ın bu göreve gelmeden önceki yaşam biçimi itibariyle hiçbir
şekilde kazanması mümkün olmayan bir
servetin kaynağını açıklama zorunluluğu
bulunmaktadır. Bilindiği gibi geçtiğimiz
yıllarda ülkenin en zenginlerinden olan
Rahmi KOÇ bile, “Başbakan, bu 1 Milyar
doların kaynağını açıklamalıdır.” şeklinde
açıklama yapmıştı. Yine o zamanki İstanbul
Ticaret Odası Başkanı Mehmet YILDIRIM
da benzer açıklamalarda bulunmuştu.
Ancak o günden bugüne kadar şüpheli
hiçbir açıklama yapmadığı gibi kamuoyuna
açıkladığı mal varlığında da gerçeğe aykırı
beyanlarda bulunduğu bu belgelerle bir kez
daha kanıtlanmıştır.
V- Şüpheli Tayyip Erdoğan; 1 Mart
2010 tarihi itibariyle açıkladığı mal varlığında taşınmazları hariç banka hesaplarında ise 2.366.109,95 TL’sının bulunduğunu bildirmiştir. Bu açıklamada
şüphelinin İsviçre bankalarındaki 8 ayrı hesabından bahsedilmemektedir. Bu nedenle
şüphelinin bu fiilinin 3628 Sayılı MAL
BİLDİRİMİDE
BULUULMASI,
RÜŞVET VE YOLSUZLUKLARLA
MÜCADELE KAUU kapsamında değerlendirilmelidir. Kaldı ki bu hesapların,
(yukarıda da belirtildiği gibi) 30 Aralık
2004 tarihinde önce açıldığı açıklanan belgelerle sabittir.
Bilindiği gibi 3628 Sayılı Yasanın
“HAKSIZ MAL EDİME”yi düzenleyen
4. maddesinde; “Kanuna veya genel ahlaka uygun olarak sağlandığı ispat edilmeyen mallar veya ilgilinin sosyal yaşantısı
bakımından geliriyle uygun olduğu kabul edilemeyecek harcamalar şeklinde
ortaya çıkan artışlar, bu Kanunun uygulanmasında haksız mal edinme sayılır.”
hükmü öngörülmüştür.
Olayımızda da şüphelinin 75 Milyonun
rızkından çaldığı ve tüyü bitmemiş yetimin
hakkının bulunduğu vurgunlarla HAKSIZ
MAL EDİNDİĞİ çok açıktır.
Wikileaks belgelerindeki Amerikan
Büyükelçisinin raporları da suç fiilinin şüpheli tarafından işlendiğini açıkça gösterdiğinden, şüpheli Tayyip Erdoğan hakkında 3628 sayılı yasanın 19. maddesi çerçevesinde
SORUŞTURMA
BAŞLATILMAK
ZORULULUĞU
BULUMAKTADIR. Bu maddede öngörülen
soruşturma
usulüne
göre;
“Cumhuriyet Savcısı soruşturmaya başladığında ihbarı doğrulayan emareler
bulduğu takdirde sanıktan, haksız edinilen malın kaçırıldığı yolunda delil ve
emare elde edildiği takdirde sanığın ikinci dereceye kadar kan ve sıhri hısımları
ile gelini ve damadından mal bildiriminde bulunmalarını iste”melidir.
Yine aynı yasanın “Bilgi Verme
Zorunluluğu”nu düzenleyen 20. maddesine göre; “Özel kanunlarında aksine bir
hüküm bulunsa bile ilgili gerçek veya tüzel kişiler veya kamu kurum ve kuruluşları; bu Kanuna göre takip, soruşturma
ve kovuşturmaya yetkili kişi, Maliye
Bakanlığı Baş Hukuk Müşavirliği ve
Muhakemat Genel Müdürlüğü veya
temsilcisi ve bu Kanundaki diğer mercilerce istenen bilgileri gecikmeksizin makul sürede eksiksiz vermek zorundadır.”
Bu madde çerçevesinde Sayın
Savcılığınızca ilgili kurum ve kuruluşlara
BU ARADA İSVİÇRE BANKALARINI
DA yazılar yazılarak şüpheli Tayyip
Erdoğan ve şüphelinin ikinci dereceye kadar kan ve sıhri hısımları ile gelini ve damadı adına açılmış hesapların bulunup
bulunmadığının sorulmasını talep etmekteyiz.
Sonuç olarak; yukarıda açıklanan nedenlerle şüpheli Tayyip Erdoğan hakkında
gerekli soruşturmanın yapılarak, özellikle
Wikileaks belgelerinde dönemin ABD
Ankara Büyükelçisi Eric Edelman tarafından Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na geçildiği bildirilen, şüphelinin İsviçre
Bankalarındaki sekiz ayrı hesabının bulunup bulunmadığının, bulunmakta ise bu hesapları kimlerin açtırdığının İsviçre
Devletinden sorulmasına, bu bilgiler geldikten sonra şüpheli hakkında yukarıda belirtilen sevk maddeleri gereğince cezalandırılması için KAMU DAVASI açılmasına
karar verilmesini müvekkil parti adına vekâleten saygıyla dileriz. 03/12/2010
Suç Duyurusunda Bulunan Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı Vekilleri
Av. Metin BAYYAR
Av. Sait KIRAN
Av. Doğan ERKAN
Av. Tacettin ÇOLAK
Çağının Büyük Devrimcisi
'eyh Bedreddin
Mücadelemizde Yaşıyor!
Baştarafı sayfa 1’de
aktarır:
hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek için
on binler verdi sekiz binini…
Ama egemenler elbette kendi çıkarlarına aykırı olan bu düzene karşı en sert tepkiyi verdiler.
Çünkü ilk kurulduğu zaman, sahip olduğu İlkel Sosyalist Gelenekler sayesinde halklara refah sağlayan Osmanlı
Devleti, artık derebeyleşmeye başlamıştı.
Fetret Dönemi adı verilen ve taht kavgalarının yaşandığı bu dönemde, artan
vergiler nedeniyle halk yaşam savaşı veriyordu. Bu dönemin sonunda, Edirne’de
tahta çıkan ve ileri görüşlü biri olan Musa
Çelebi, Şeyh Bedreddin’i Edirne’de
Kazaskerliğe tayin etmişti. Fakat daha
sonra Sultan Mehmet, kardeşi Musa Çelebiyi yenerek, Şeyh Bedrettin’i İznik kasabasına sürgüne gönderdi.
Ancak Şeyh Bedreddin burada boş
durmayıp; Yoldaşlarından Börklüce
Mustafa ve Torlak Kemal’i halkı örgütlemek için Aydın ve Manisa dolaylarına
yolladı. Aydın’a, oradan Karaburun dolaylarına giden Börklüce Mustafa, köylülerle ilişki kurdu ve görüşlerini kabul et-
tirdi. Bölgedeki Hıristiyan halkla da dostluk kurdu. Ve bir kısım topraklardan ağabey takımını atarak, toprağı hep beraber
işlemeye, sosyal adaleti uygulamaya, kardeşçe yaşamaya başladılar.
Şeyh Bedrettin, bir Ortaçağ köylü sosyalizmini ortaya koymuştu. Bu konudaki
görüşleriyle, kendinden iki asır sonra gelecek olan ütopik sosyalizmin kurucusu
Thomas Moore’dan daha ileri görüşlü ve
gerçekçiydi.
Durumdan
endişelenen
Sultan
Mehmet, Saruhan (şimdiki Manisa) valisini üzerlerine gönderdi. Bu sırada Şeyh
Bedrettin İznik’ten kaçarak Bulgaristan’ın
Deliorman bölgesine gitmişti. Börklüce
Mustafa’nın çok güçlü olduğunu öğrenen
Sultan Mehmet, bu sefer de Sultan
Murad’ı büyük bir kuvvetle üzerlerine
gönderdi. Kahramanca çarpıştılar. Ancak
bu yiğit insanların 8 bini hayatını kaybetti. Yenilen bu devrimcileri, Ayasluğ şehrine götürüp boyunlarını vurdurdular.
Börklüce Mustafa’yı da kollarından bir
deveye bağlayarak çarmıha gerdiler.
Birçok şehirlerde gezdirerek teşhir ettiler.
Manisa dolaylarındaki Torlak Kemal’e de
aynı şey yapıldı.
Bu sırada Deliorman’da (bugün
Bulgaristan
sınırlarında)
bulunan
Bedreddin’in etrafında halk toplanmıştı.
Fakat içlerine giren ajanlar nedeniyle yakalandı. İznik Serez’deki Sultan
Mehmet’in yanına götürdüler.
Ve kendini yargılayan ulema Şeyh
Bedreddin hakkında bir karar vermeye ce-
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
saret edemez. Hakkındaki karar Nazım
Hikmet’in dizeleriyle şöyle verilir:
Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
bir ulu danişmend kişi
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
“Malı haramdır amma bunun
kanı helâldır” deyip
halletti işi...
Ve karar hakkında ne diyeceği sorulur
Bedreddin’e. Yine Nazım’ın ölümsüz dizeleriyle:
Dönüldü Bedreddine.
Denildi: “Sen de konuş.”
Denildi: “Ver hesabını ilhadının.”
Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi:
—Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü…
Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa,
Torlak Kemal gibi ölüm karşısında korkusuzdur, asla geri adım atmaz…
Serez Çarşısı’nda bir ağaca astılar
Bedreddin’i. 1420 yılında…
Bedreddin, halka ibret
olsun diye bir süre o ağaçta
sallandıktan sonra gömülür.
500 yıl gömülü kalır
Serez’de. Cumhuriyet kurulduktan kısa süre sonra,
1924
Mübadelesinde
Türkiye toprakları dışında
kalan Serez’deki mezarı
açılır, kemikleri İstanbul’a
getirilir. 27 Mayıs 1960
Politik Devrimi’nin ardından, dönemin yönetimi tarafından
29
Kasım
1961’de
Sultan
M a h m u d ’ u n
Divanyolu’ndaki türbesine
defnedilir.
Bugün bir kez daha Şeyh Bedreddin’i
anıyoruz!
Bugün bizler, O’nun mirasçıları olan
bizler, ideallerini, özlemlerini hayata geçirmek için mücadele ediyoruz.
Şimdi kim Şeyh Bedreddin için öldü
diyebilir?..
Şeyh Bedreddin, Halkların gönlünde,
kavgasında, daha yüz yıllarca yaşayacaktır!
Tıpkı köleliğe başkaldıran Spartaküs
gibi... Tıpkı ABD Emperyalizmini yenen
Vietnam’ın Ho Amcası Ho Şi Minh, tıpkı Kahraman Gerilla Che Guevara gibi… Ve tıpkı Bilimsel Sosyalizmin kurucusu ve geliştiricileri Marks-EngelsLenin-Kıvılcımlı gibi...
Çünkü kendini halkına adamış, bu
uğurda insanlığından başka her şeyini vermiş devrimci önderler, halklar onların ölmesine izin vermedikçe ölmezler.
Bugünkü egemenlerin yani AB-D
Emperyalistleri ve yerli ortaklarının halklar üzerindeki baskı, sömürü düzenine
karşı mücadele devam ettikçe O’nlar da
yaşayacaktır.
Şeyh Bedreddin ve Yoldaşlarının kavgasını verdiği o eşit, sömürüsüz, kardeşçe
düzeni yani Sosyalizmi mutlaka kuracağız! 29.11.2010
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
ABD’nin alçaklıkları bitmek bilmiyor
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
A
BD Emperyalistlerinin insan soyuna verdiği kötülükler bitmek bilmeden devam
ediyor. Her gün ya yeni bir kötülük yapıyorlar ya da geçmişte yaptıkları kötülükler ortaya çıkıyor. Bu hiç değişmeksizin devam ediyor.
Şu başkan gelmiş öbür başkan gitmiş fark etmiyor; sonuç üzerinde hiçbir etkisi olmuyor. Hatta
bir atasözümüzde olduğu gibi: Gelen gideni aratıyor…
Hatırlayacağımız gibi, Obama “Yeni” ABD
Başkanı seçildiğinde burjuva ve küçükburjuva
medyasındaki yazarçizerler, sözlüklerdeki bütün olumlu sıfatlarla Obama’ya alkış tuttular.
ABD, artık değişecekti. Demokrasi ve hukukun
üstünlüğü esas olacaktı ABD politikalarında.
Zor ve şiddet politikaları yerine, “Barış ve Demokrasi” egemen olacaktı. Yani kısacası “Yeni
ABD Çağı”na giriyorduk… Hatta bu yüzden
ABD Başkanı B. Obama’ya, “Nobel Barış Ödülü” bile verildi.
Ancak aradan çok zaman geçmedi; Takke
düştü kel göründü: ABD; eski bildik ABD. Yani, zor ve şiddetle, amacına ulaşmak için insanlığın kökünü kazımaktan bile sakınmayan, kendisinin (bir avuç ABD Parababasının) sömürü
ve vurgun düzenine karşı çıkan herkese düşman
Emperyalist ABD’ydi. Tabiî bu durum görmek
isteyen gözler içindi… Yoksa bir Rus atasözünün dediği gibi: Hiç kimse görmek istemeyen
bir göz kadar kör olamaz.
Şimdi birkaç örnekle ABD’nin “Yeni” Başkanının icraatlarını görelim:
“Obama’dan dev savunma bütçesi
“ obel Barış Ödüllü Obama, 2011 bütçesinde savunmaya büyük pay ayırdı. 708 milyar dolarlık dev savunma bütçesi ABD’nin
müttefiklerinin hayal bile edemeyeceği bir
rakam.
“(…)
“Bütçe, Savunma Bakanlığı Pentagon’un
taban bütçesinin yüzde 3.4 arttırılarak, 549
milyar dolara çıkarılmasını öngörüyor.
ABD’nin Irak, Afganistan ve Pakistan’daki
askeri misyonu için de 159 milyar dolar ödenek ayrılması isteniyor. Sadece, Afganistan’daki asker arttırımı için 33 milyar dolar
talep edildi. Bütçede, Pakistan’a sınırları içerisindeki radikallerle mücadele edebilmesi
için 1.2 milyar dolar, ekonomisi için 1.3 milyar dolar destek sağlanması öngörülüyor. Afganistan’a 4 milyar, Irak’taki faaliyetler için
de 2.6 milyar dolar ayrılması planlanıyor.
Bütçede, Dışişleri Bakanlığı’na da 57 milyar
dolar bütçe ayrılıyor. Bu durum, Obama’nın,
George Bush’un Irak ve Afganistan operasyonları için ayırdığı büyük hacimli savaş
bütçesini sürdürdüğü şeklinde yorumlandı.
“Silah alımına 113 milyar dolar
“Bütçede, silah alımına yaklaşık 113 milyar dolar ayrılıyor. Bu rakam, 2010 mali yılında yaklaşık 105 milyar dolardı. Bütçede,
silahla ilgili Ar-Ge harcamaları için de 76
milyar dolar isteniyor. Bütçe, gemi inşaatı
programı için 25 milyar dolar, devam eden
balistik roket programını desteklemek için
yaklaşık 10 milyar dolar, yeni helikopterler
için 9.6 milyar dolar ve uzun menzilli saldırı
programları için 4 milyar dolar ayrılmasını
öngörüyor.
“Ulusal ükleer Güvenlik İdaresi bütçesinde de nükleer silahlarla ilgili faaliyetler
için 7 milyar dolardan fazla bütçe talebinde
bulunuluyor. Bu, 2010 mali yılına göre 624
milyon dolarlık artışa tekabül ediyor. Buna
karşın Obama yönetimi, yıllık 2.5 milyar dolar harcanan C-17 transfer uçakları ile 300
milyar dolarlık en büyük silah programı olan
F-35 gibi ülkenin güvenliğini tehlikeye atmayacak savunma harcamalarını kesmeyi planlıyor.” (Taraf, 03.02.2010)
Bu durum neyi kanıtlamaktadır?
Bir: ABD’nin yaptığı bütçelerin savunma
bütçesi değil savaş bütçesi olduklarını!
İki: Yukarıda da söylediğimiz gibi, ABD’de;
giden Başkan’ın da, gelen Başkan’ın da kişilik
olarak çok fazla bir şey ifade etmediklerini.
Yani esas olan ABD Emperyalizminin Dünya Halkları üzerindeki egemenliğinin sürdürülmesinin sağlanmasıdır. Bu ha Bush olmuş, ha
Obama olmuş fark etmiyor… Bir zamanlar
Holywood’un “seks ilahesi” olarak adlandırılan
Bo Derek bile, “kendisine sorulan soru üzerine ABD başkanlarından Bush ve Obama’yı
karşılaştırarak “İkisinin arasında hiçbir fark
yok. Önce Bush’u sonra Obama’yı destekledim. Ben tam ortasındayım. Çünkü Amerika’da oturmuş bir sistem vardır. Bu sistemde
başkan önemlidir ama öylesine köklü bir geçmiş ve dengeler vardır ki başkan kim olursa
olsun bu sistemin değişmesine izin verilmez”
diyerek gerçeği ifade ediyordu. (Milliyet, 8
Ekim 2009)
Gördüğümüz gibi, Bo Derek’in gördüğünü
bizim ve dünyanın liboşları görmüyorlar, daha
doğrusu görmek ve göstermek istemiyorlar…
Peki örneğin Küba savunma bütçesi yapar
mı?
Evet.
Küba’nın düşmanları var mıdır?
Vardır: Başta ABD Emperyalistleri olmak
üzere büyük emperyalist devletler (AB, Japonya, Kanada vb.) Küba’nın can düşmanıdırlar ve
onu yok etmek için ellerinden geleni artlarına
koymamaktadırlar.
Peki Küba, başkalarına saldırmak için bütçe
yapar mı?
Hayır yapmaz. Çünkü Küba, Sosyalist bir
Barack Obama
ülke olarak, dünya halklarıyla barış içinde bir
arada yaşamak ister. O yüzden de saldırı amacıyla bütçesini arttırmaz. Sadece emperyalistlerin saldırılarına karşı korunmak için savunma
bütçesi hazırlar. Bir de emperyalizme karşı mücadele eden halklara destek olmak için savunma
bütçesinden bir pay ayırır. O kadar.
“Barışçıl” Obama, savaş bütçesini
sürekli artırmaktadır
İşte ABD, bu yüzden sözde savunma, gerçekte ise savaş bütçesini arttırmaktadır. Hem de
Nobel Barış Ödüllü Obama zamanında ve halefi Bush’tan daha fazla. Ve sürekli yeni teknolojiler geliştirerek…
“Akıllı tozla takip edip ses hızıyla vuracak
“ABD gizli silahların gelişimi için 58 milyar dolarlık “kara bütçe” ayırdı. Soğuk Savaş’tan beri ilk kez bu kadar artan gizli bütçe, atom bombasını iki kez keşfetmeye yeterdi” (Milliyet, 23 Ağustos 2010)
Bakın, bu “kara bütçe” de “Soğuk Savaş’tan
beri ilk kez bu kadar art”ıyor. Hem de “Barış
Ödülü” sahibi Obama zamanında…
Peki, Obama’nın yani ABD Emperyalizminin bütçeden savaş için bu kadar pay ayırmasının somut gerekçesi ne?
“Yayılmacılıkta Obama Bush’u geride bıraktı!
“Amerikan askerlerinin El Kaide militanlarına karşı “arama ve yok etme” operasyonu yaptığı ülke sayısı Başkan Bush zamanında 60’a ulaşmamıştı. obel Barış Ödülü sahibi olan Başkan Barack Obama bu sayıyı 75
ülkeye çıkardı
“(…)
“Eski başkan George W. Bush döneminde, Amerikan askerleri 60’dan az ülkede görev yapıyordu. Son 18 aydaysa güçlü El Kaide aktivitesinin olduğu bilinen Yemen, “Afrika boynuzu”, Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika
ülkelerinde Amerikan özel kuvvetlerinin
varlığı güçlü bir şekilde artırıldı.
“‘Önleyici vuruş’ yetkisi
“Gazeteye göre Obama özel kuvvetleri
terör saldırılarını engelleme amacıyla “önleyici vuruş” yetkisiyle de donattı. Bush döneminde özel kuvvetlerin bu yetkisi yoktu.
ABD Savunma Bakanı Robert Gates‘in özel
kuvvetler dahil savaşan güçlere fon sağlamak
amacıyla önümüzdeki 5 yıl içinde 100 milyar
dolar ayrılmasını istediği de Pentagon‘dan sızan
haberler
arasında.
Obama, Beyaz Saray‘a yerleştikten birkaç
hafta sonra, ABD’nin insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiği saldırıların sayısında
büyük bir artış göze çarpmıştı. Amerikan
güçleri son 90 günde, Irak‘ta faaliyet gösteren 42 El Kaide liderinden 34’ünün çoğunu
insansız araçlarıyla olmak üzere öldürdü.”
(Milliyet, 05 Haziran 2010)
Gördük mü Obama’nın “barış”çıllığını?..
Dünya üzerinde savaşmadığı bir bölgesi kalmış mı ABD’nin?
Hayır!
Batılı büyük emperyalist ülkeler dışında (ki
onlarla da alttan alta süren ve bugün için ekonomik ve siyasi planda cereyan eden bir savaş
içindedir ABD. Ve ABD “süperemperyalizmi”nin bu ülkeler üzerindeki baskısını korumak
için de savaş bütçesini arttırması gerekmektedir.
Onlara her zaman sopanın ucunu göstermek zo-
3
rundadır ABD. Bu emperyalizmin kaçınılmaz
bir sonucudur. Her devlet, mümkünse diğer bütün devletleri kendisine bağımlı kılmak için mücadele etmek zorundadır.), savaşmadığı bir bölge ya da ülke kalmamış. 60 ülkeden 75’e çıkmış
savaştığı ülke sayısı. Bu kadar ülkeyle, halkla
savaşınca da kaçınılmaz bir biçimde “savunma”
bütçesini artırmak gerekiyor.
“Savunma”nın bir ayağı da nedir?
İstihbarattır. ABD işte bu yüzden istihbarat
faaliyetlerini de geliştirmek, çoğaltmak, yaymak durumunda kalıyor. Dolayısıyla da istihbarat bütçesi de sürekli artıyor ABD’nin:
ABD’nin insanlık dışı deneylerinden...
“TOP SECRET (ÇOK GİZLİ) AMERİKA
“(…)
dan “müttefiklerinin hayal bile edemeyeceği kelerine silah satışının sürekli ve sistemli olarak
“ABD‘nin en güvenilir gazetelerinden 708 milyar dolarlık dev savunma bütçesi” hazır- artması, bunun somut göstergelerinden bir taneWashington Post‘un iki yıllık bir çalışmanın larken, diğer yandan da halkları birbirine düşü- sidir.
ardından yayınladığı haber, dev istihbarat rerek savaştırmak ve o savaşlarda kullanacaklaYine Irak Savaşı ve Irak’ın işgaliyle birlikte,
ağını gözler önüne serdi. Gazeteye göre, rı silahları satmak için de anlaşmalar yapar:
Ortadoğu’nun siyah altını petrolün, üretim ve
ABD, tüm dünyadan gelen istihbaratı ülke sı“ABD tarihinin en büyük silah satışı ne dağıtım kontrolünü de tamamen ABD ele geçirnırları içinde 10 bin farklı adresteki 1271
amaçlıyor?
di.
devlet kuruluşu ve 1931 özel şirketin çalış“Geçtiğimiz hafta içinde ABD’nin Körfez
malarıyla değerlendiriyor. Bu şirketlerde ve ülkesi Suudi Arabistan’a 60 milyar dolarlık
ABD’nin insanlık suçlarına kimi
devlete bağlı istihbarat teşkilatlarında 854 silah satışı yapması kesinleşti. Böylece, ABD
örnekler
bin kişi çalışıyor. Bu kişiler dünyanın her- hükümetinin tarihindeki en büyük silah satıABD, insanlığa karşı suçlar işlemeye devam
hangi bir yerinden kendilerine gelen istihba- şı olacak anlaşma yürürlüğe girmiş oldu. Anetmektedir. Hem de sürekli ve sistemli olarak...
rat raporlarını inceliyor, şüpheli bir ismin cak ekonomik boyutunun yanı sıra, OrtadoABD, ülkelere savaş açarken sürekli olarak
uçuş listelerine girmesinden, Pakistan‘ın ğu’daki dengelerin sağlanması ve İran ile İsyalan söyler. Büyük medya gücüyle ve istihbadağlarında inşa edilen yeni bir binaya kadar
rail ilişkilerindeki yeri açısından anlaşmanın rat ağlarıyla dört bir yandan kuşattığı dünya inher şeyi mercek altına alıyor. Şirketlerden
önemi çok büyük.
sanlığını kandırmayı başarır. Savaşlarını haklı,
bazıları veri inceleme, bazıları uydudan çeki“(…)
kaçınılmaz ve zorunlu gösterir. “Diktatörleri
len canlı videoları değerlendirme, bazıları ses
“WSJ, Kongre’de bir ay süreyle değerlen- yıkmak, barış ve demokrasiyi getirmek için”
analizi, bazıları da harita oluşturma ve okudirilecek ve hiçbir itirazla karşılaşmaması der, “Özgürlük için” der… der oğlu der… Ve bu
ma üzerinde uzmanlaşıyor.” (Milliyet, 20
beklenen anlaşmanın, üretici firmalar Bo- haksız savaşlarla ülkeleri işgal eder, yağmalar,
Temmuz 2010)
eing ve United Techologies’de 75 bin kişiye iş soykırıma uğratır. Yetmez. İşgal ettiği ülkelerin
ABD Emperyalistleri, bir yandan nükleer siimkânı vereceğine dikkat çekti.
her türden yeraltı ve yerüstü servetini ele geçirlahları sınırlama görüşmeleri yaparken, bir yan“(…)
mek, kârlarını götürüp gitmekle de kalmaz. Üsdan da nükleer silahları geliştirmeye son hızla
“ALAŞMA HEÜZ İLK BASAMAK
tüne bir de “Tazminat” alır. Aynen Irak’ta yaptıdevam ediyor:
“(…) Suudiler, (…) ABD ile
“ükleer gitmiyor,
ğı gibi:
ABD
stratejik çıkarlar, silah sasesten hızlı füzeler
“İşgal yetmedi tazminat aldılar
Savunma Bakanlığı Pentagon, bir
nayisinin oluşturduğu
geliyor
“Körfez Savaşı sırasında zarar gören Ameyandan “müttefiklerinin hayal bile edemeye“Rusya ve ceği 708 milyar dolarlık dev savunma bütçesi” baskı ve ekonomik rikalılar, Irak’tan 400 milyon dolar tazminat
ABD nükleer hazırlarken, diğer yandan da halkları birbirine dü- kriz nedeniyle yakın- ‘kazandı’. Para, ABD’nin el koyduğu Irak
laştı. İki ülke, ilişkilesilahları sınırşürerek savaştırmak ve o savaşlarda kullana- rini geliştirdikleri sü- fonlarından ödenecek
layan START
“(…)
cakları silahları satmak için de anlaşreçte 2001’den 2008’e
II anlaşmasını
“Irak hükümeti ise anlaşmanın, Saddam
malar yapar:
kadar 59 milyar dolarlık siimzalayarak barış lorejiminden
itibaren ülkeye uygulanan BM
lah ticareti yaptı.
bisinde umut kırıntıları yayaptırımlarının kalkmasına yardımcı olması“(…)
ratsa da, ölümcül silah projelerine ayrılan
“Dahası, ABD sadece 60 milyar dolarlık nı umuyor. “Chapter 7” olarak bilinen yaptıbütçeler tırmanmaya devam ediyor.
rımlar Irak’a, Kuveyt işgali sonrasında
“ABD Başkanı Obama, perşembe günü anlaşmayla yetinecekmiş gibi gözükmüyor.
“uluslararası barışa tehdit” oluşturduğu geRusya Devlet Başkanı Medvedev ile imzala- Analistler, ABD‘nin bu anlaşmayı gelecek serekçesi ile uygulanmaya başlanmış ve hiçbir
dığı anlaşmayla, nükleer silahlardan arındı- nelerde küçük ordularını modernize etmek
zaman tam olarak kaldırılmamıştı. Irak bu
rılmış bir dünya vizyonunu dillendirirken, isteyen diğer Körfez ülkelerine yapacağı siülkesindeki generaller ölümcül projeler üze- lah satışları için bir ilk adım olarak planladı- yaptırımlar çerçevesinde Kuveyt’e 27.6 milrinde sessizce çalışmaya devam ediyorlardı. ğını belirtiyor. Asıl amaç ise birkaç sene için- yar dolar tazminat ödedi ve hâlâ petrolden
Projede geliştirilmesi öngörülen sesten hızlı de Körfez’deki altı ülkeye 100 milyar dolar- elde ettiği gelirin yüzde 5’ini Kuveyt’e vermeye devam ediyor.” (Milliyet, 12 Eylül 2010)
balistik füzeler dünyanın herhangi bir nokta- lık silah satışı yapmak.
Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nın galip“Analistlere göre, Körfez ülkelerinin silah
sını bir saat içinde vurabilecek.
leri
olan İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, Çar“Prompt Global Strike (Küresel Ani Vu- tedarikçisi haline gelecek ABD iki önemli
ruş) adlı proje 1990 yıllarında başladı, Bush stratejik başarı daha elde etti. Bölgede yatı- lık Rusyası, daha sonraları sonra İtalya, ABD
yönetimi boyunca devam etti ve en son Oba- rımlarını güçlendiremeyen Avrupalı savun- vd.), savaşın mağluplarından İttifak Devletlema tarafından bütçesinin arttırılmasına onay ma müteahhitlerinin açığını kapatan ABD, ri’nin lideri Almanya’yı (bildiğimiz gibi savaşın
verildi. Prototip denemeleri ilk kez önümüz- Körfez ülkelerine yapılacak askeri takviye ile bir diğer büyük mağlubu da ya da esas mağlubu
deki ay hava kuvvetlerince yapılacak.” (Ta- bölgedeki petrol ticaretini de güven altına al- Osmanlı İmparatorluğu idi), Versay Anlaşması
mayı başaracak gibi gözüküyor.” (Hürriyet, uyarınca, bugünün rakamlarıyla 31,4 milyar doraf, 10.04.2010)
19 Eylül 2010)
lar savaş tazminatı olarak ödemek zorunda bıABD, tam bir savaş makinesi
Önce bir tek Arap Ulusu’nu 22 parçaya böl: rakmıştı. Ancak daha sonra birçok kez bu raKlasik savaşlarda yüksek bir tepeyi, dağı tu- Krallıklar, Emirlikler, Sultanlıklar kur. Ve bun- kamda indirimler yapılmış, Hitler’in iktidara
tan taraf, karşı tarafa büyük bir üstünlük sağla- ları birbirine düşür, aralarına nifaklar, kan dava- gelmesiyle birlikte de tazminat ödemesi sonlanmış olmaktadır. İşte uzay da yeni savaşların ları sok. Bunların bir ya da birkaçı uyanıp, ulu- dırılmıştır. Aynı Almanya, İkinci Dünya Savadağları görevini görmektedir. ABD bu yüzden, sal birliğini sağlamak ve senin aşağılık amaçla- şı’ndan sonra da bugünkü rakamlarla 4,1 milyar
sadece gezegenimizle, dünyayla ilgilenmiyor. rına karşı çıkmak için sana direnç göstermeye dolar tazminat ödemeye mahkûm edilmişti.
Uzayı da, uzaydaki diğer gezegenleri de kendi başladı mı, gel işgal et. Sonra getir bu 22 “ülIrak ise, Kuveyt’i işgali nedeniyle Birleşmiş
aşağılık çıkarları için kullanmaya çalışıyor. Bu ke”nin böğrüne İsrail kamasını-jandarmasını Milletler tarafından tam 41.8 milyar dolar tazyönde sürekli adımlar atıyor.
sapla. Sonra da bu ülkelere savunma amacıyla minat ödemeye mahkum edilmiştir. Ve bunun
Aslında “Ay ve Diğer Gök Cisimleri Dahil, silah sat…
da 27.6 milyar dolarını ödemiştir. Halen de petUzayın Keşif ve Kullanılmasında Devletlerin
Habere göre AB Emperyalistlerinin bırak- rolden elde ettiği gelirin yüzde 5’ini vererek
Faaliyetlerini Yöneten İlkeler Hakkında An- tıkları boşlukları da kim dolduruyormuş bölgeödemeye devam etmektedir…
laşma (1967- Dış Uzay Antlaşması)”yla, uza- de?
Kuveyt bu parayı nereye harcamaktadır?
yın sadece barışçıl amaçlarla kullanılması kaABD!
ABD’den silah alımına!
rarlaştırılmışken, uzaya askeri amaçlı uydular
Bildiğimiz gibi, İkinci Emperyalist Paylaİşgalci ABD ve fino köpeği İngiltere de sagönderiyor sürekli olarak. Ve yeni yeni uydular şım Savaşı’na kadar dünyanın en büyük empervaş
tazminatı almaktadırlar Irak’tan.
geliştiriyor. Haberleşme uydularını, meteorolo- yalist gücü “Üzerinde Güneş Batmayan İmparaYukarıdaki
haberde okuduğumuz gibi,
jik uyduları askeri amaçları için kullanıyor. torluk”: İngiltere idi. Ama bu savaştan sonra,
ABD, bir de kendi vatandaşlarının “hakkı”nı
“Yıldız Savaşları” projeleri geliştiriyor.
dünyanın biricik hâkimi ABD Emperyalizmi olABD, Vietnam Savaşı’nda da, Kosova Sava- du. İngiltere başta olmak üzere Batılı Emperya- koruyor, Tazminat ödetiyor Irak Halkına.
ABD, kendisine ve vatandaşlarına tazminat
şı’nda da, Irak, Afganistan savaşlarında da uza- listler (Fransa, Almanya, İtalya gibi), dünya
almakla
kalmıyor, dev ABD şirketlerine de tazyın sağladığı olanakları yoğun biçimde kullan- üzerindeki nüfuz bölgelerinden (sömürge ve yadı, kullanmaya devam ediyor. Birlikleri arasın- rısömürgelerinden) ya tamamen çekildiler ya da minat alıyor Irak’tan. Hem de hangi gerekçeyle
daki haberleşmenin büyük çoğunluğunu, füzele- hâkimiyetlerini yitirdiler. (Tabiî bir de biliyor musunuz? “Savaşın kârlarını düşürdürinin yönlendirilmesini hep uzaydaki uyduları Afrika’nın, Asya’nın, Latin Amerika’nın sö- ğü” gerekçesiyle…
aracılığıyla yaptı. Uzaya hakim olmak için; Ge- mürge ve yarısömürge ülkeleri Ulusal Kurtuluş
“Oyuncakçıya bile tazminat” diyor Vatan
lişmiş Savunma Projeleri Araştırma Ajansı (De- Savaşlarıyla bağımsızlıklarını kazandılar.) Hâ- Gazetesi, 22.10.2004 tarihli haberinde:
fense Advanced Research Projects Agency “(…) BM Tazminat Komisyonu Irak’ı sakim güç ABD Emperyalistleri oldu.
DARPA-)’yı, Uzay Komutanlığı (USSPACEdece
bölge ülkelerine tazminat ödemeye
İşte bu bölgelerden bir tanesi de Ortadoğu
COM -United States Space Command)’ı vb. kumahkûm
etmekle kalmadı, Amerikan firmaoldu. O zamana kadar Ortadoğu’da bir tek Arap
rumları kuruyor.
Ulusunu, cetvelle çizerek belirledikleri sınırlar- larına da “savaşın karlarını düşürdüğü” geNükleer silahlar, gizli silahlar, uzayın askeri
la 22 parçaya bölen ve yöneten İngiliz Emper- rekçesiyle milyonlarca dolar tazminat ödenamaçlarla kullanımı, istihbarat faaliyetleri, dev
mesine hükmetti. Şirketlerin arasında, Mobil
savaş bütçeleri… Savaş araç gereçlerinin eko- yalizmi, artık bu gücünü yitirdi. Dünyanın ve ve Texaco gibi petrol devlerinden Toys’R’Us
nomiye kazandırdığı dinamizm… İşçi Sınıfının Ortadoğu’nun jandarması ABD oldu. Ve yukarı- oyuncak firmasına kadar onlarca şirket buağzına çalınan bir parmak bal… Ve bunun do- daki haberde de söylendiği gibi “Bölgede yatırımlarını güçlendiremeyen Avrupalı savunma lunuyor.”
ğurduğu güç: İşte ABD savaş makinesi!
ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, bir yan- müteahhitlerinin açığını” da ABD kapatmaya
başladı. İşte ABD’nin Ortadoğu’daki Körfez ül-
4
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Alçaklığın bu kadarı da fazla oluyor doğrusu…
Ya ülkeleri işgal edilen, yerinden yurdundan
edilen, öldürülen, sakat bırakılan, ana babasız
kalan milyonlarca Iraklı kimden tazminat alacak?..
Ya götürülüp giden petrol gelirlerinin hesabını kimden soracak?
Yağmalanan tarihî hazinelerinin hesabını
kim verecek?..
Geçtiğimiz günlerde gazetelerde yine
ABD’nin alçaklıklarına ilişkin bir haber vardı.
Bu da insanın kanını donduran bir haberdi:
“ABD’den korkunç deney itirafı
“(…)
“ABD yönetimi, 1940’lı yıllarda
Guatemala‘da yapılan penisilin deneyleri sırasında, tutuklular ile akıl hastalarına bilinçli olarak frengi ve belsoğukluğu hastalıklarını bulaştırdığı için özür diledi.
“Skandal, ABD’deki Wellesley Üniversitesi’nden tarihçi Profesör Susan Reverby’ın,
1932-1972 yılları arasında Alabama’da yapılan etik dışı deneylerin başındaki Dr. John
Cutler’ın arşivlerini derlerken ortaya çıkardığı belgelerle gün ışığına çıktı. Belgelere göre, 1940’lı yıllarda Amerikalı bilimadamları
penisilinin frengiyi tedavi edip etmediğini
gözlemleyebilmek adına Guatemala’da gerçekleştirdikleri deneylerde 696 akıl hastası
ve mahkûma, bilgileri ve izinleri olmadan
frengi bulaştırdı. Hatta hapishanedeki mahkûmlar arasında hastalığın daha çok yayılabilmesi için, hastaneye giden fahişelere de
frengi ve belsoğukluğu mikrobu enjekte edildi.
“(…)
“Deneyler sırasında Guatemalalılara bulaştırılan frengi, kalp rahatsızlıkları, körlük,
ruh sağlığının bozulması gibi sonuçlara yol
açabiliyor, hatta ölüme neden olabiliyor.
“(…)
“Siyahî işçileri de denek yapmışlardı
“Guatemala’da yaşanan bu sağlık skandalı Amerika’nın ilk vukuatı değil. 1932 ile
1972 yılları arasında, Amerika’nın Alabama
eyaletinin, Tuskegee kasabasındaki 400 kadar frengi hastası siyahî çiftlik işçisine, tedavi uygulanmayıp düzenli olarak kanları alınarak hastalığın doğal ilerleme süreci gözlemlendi. Amerika Halk Sağlık Merkezi,
frengi hastası siyahîlere kanlarında zararlı
bir madde olduğu ve bunu tedavi edeceklerini söyledi, ama hastalar tedavi edilmeye çalışılmazken, kendilerinden hastalıklarının ne
olduğu da gizlendi.
“1950’li yıllarda, frengiyi tedavi ettiği bilinen penisilinin yaygın olarak kullanılmaya
başlanmasına rağmen, hastalar tedavi edilmeyerek, hastalık sürecinin takibine devam
edildi ve 100 kadar “denek” hayatını kaybetti. Birçoğu da hastalığı eşlerine ve yenidoğan
çocuklarına bulaştırdı. Alabama’da yapılan
çalışmalar, sadece zencileri kapsadığı, hastalardan frengi oldukları gizlendiği ve 1950’li
yıllarda hastalığın tedavisi bulunduğu halde
deneylere devam edildiği gerekçeleriyle eleştirilmişti. Bill Clinton, ABD Başkanlığı döneminde ortaya çıkan skandallardan ötürü,
Alabamalılardan özür dilemişti.” (Milliyet,
03 Ekim 2010)
Alçaklara bakın, alçaklığa bakın!
ABD Emperyalistleri ve onların Başkanları,
yöneticileri izin vermişler, sözde bilim insanları, 1949’lı yıllardan itibaren deneyler yapmışlar.
O yıllar aynı zamanda, Alman Nazi Emperyalizmiyle yapılan savaşa denk gelir. Yani İkinci
Emperyalist Evren Savaşı yıllarına ve sonrasına…
O yıllarda, başta ABD Emperyalistleri olmak üzere, “üzerinde güneş batmayan İmparatorluk” İngiltere, Fransa vb. “demokrat” devletler, Alman Nazi Diktatörü Hitler’i ve Nazi Önderlerini, onların aşağılık, insanlık dışı deneylerini yapan sözde bilim insanlarını, Dr. Mengeleler’i, insanlık suçlusu ilan ederek yargıladılar.
Peki 1940’lı yıllardan itibaren Başkanlık yapan Franklin D. Roosevelt, Harry S. Truman, Dwight David Eisenhower, John F. Kennedy,
Lyndon B. Johnson, Richard M. Nixon, Gerald
R. Ford, J. E. Jimmy Carter, Ronald W. Reagan,
George H. W. Bush, William “Bill” Jefferson
Clinton, George Walker Bush ve Barack Hussein Obama ne?
Onlar saygın devlet adamları öyle mi?
“Hadi canım sen de!”
ABD’deki deneyleri gerçekleştiren sözde bilim insanları ne?
Dr. Mengeleler’den farkları ne?..
Bir devlet nasıl böylesine pis, aşağılık, insanlık dışı deneyler yapabilir?.. Onlarca Başkan, böyle bir işe nasıl izin verebilir?..
Ama ABD bu! Yapar! Yine yapar! Bugün
geçmiş için özür diler, diğer yandan yapmaya
devam eder. Bir kırk yıl sonra (ömrü yeterse) yine özür diler…
500 yıl önce
Bu, ABD gibi, Tarihi soykırımla başlayan
bir devlet olursa, her zaman yapar. Çünkü onun
Tarihi, Kuzey Amerika’nın yerli halkı olan Kızılderililerin soykırımı tarihidir. ABD’nin tarihinin, soykırımla başladığını kanıtlamak için sanırız aktarmalar yapmaya gerek yoktur.
Amerika Kıtası, 1492’de İspanyol Kristof
Kolomb tarafından “keşf”edildi. Kolomb’a bu
“keşfi” sırasında, İspanyol askerleri ve yağmacı
sürüleri eşlik ediyordu. Tabiî bir de Hıristiyan
din adamları; Dominiken, Fransisken, Katolik,
Protestan vb. her mezhepten, her kademeden…
Bartolome De Las Casas
onlara da göstermeleri için dua ettim), yol
ortasındaki gübre yığını muamelesi yaptılar.
Bu insanların cesetleri onlar için ne kadar
önemsizse canları da o kadar önemsizdi.
Milyonlarca insan Rabbimizi bilmeden ölüme gitti. Bütün bunların içinde bir gerçek
vardı ki, gaddar canilerin kendisi bile bunun
doğruluğunu bilir ve tartışmasız kabul eder:
Yerli halk ne olursa olsun Avrupalılara zarar
vermedi; aksine, en azından kendileri ve soydaşları, bu zalimler tarafından soygun, cinayet, şiddet ve diğer bütün sıkıntı ve üzüntülere maruz bırakılana kadar onların cennetten
geldiğine inanıyorlardı.” (Bartolome De Las
Casas, Kızılderili Katliamı Önsöz, s. 15-19)
Yukarıda sabırlarınızı zorlayarak uzun bir
aktarma yaptığımız kitabın yazarı Bartolome
De Las Casas, Dominiken Kilisesi Papazıdır. Ve
henüz 18 yaşındayken, 1502 yılında Yeni Dünya’ya gider ve Küba adasının işgaline ve ilk Kızılderili katliamına şahit olur. Kırk yıl bu katliamları gördükten sonra, 1542 yılında İspanyol
Kralı II. Philip’e ithaf ettiği bu kitabı yazar. Ve
Kralı (safça, iyi niyetlerle, samimice), bu insanlık dışı eylemlerden haberdar ederek engel olmasını ister. Las Casas’ın bu eseri “bir soykırımın anatomisi” olarak tüm dünyada kabul görmektedir.
İspanyollar (ve Portekizliler), Latin Amerika’da egemenlik kurdular. İngilizler başta olmak üzere Hollandalılar, Almanlar, Fransızlar
ise Kuzey Amerika’da.
“Amerika kıtası 1492’de keşfedildi ve erABD,
tesi yıl İspanyollar tarafından ilk Hristiyan
yerleşim bölgeleri kuruldu. Dolayısıyla İskendisine ve vatandaşlarına
panyolların toplu halde dünyanın bu bölütazminat almakla kalmıyor, dev ABD
müne gelmeye başlamalarından bu yana şirketlerine de tazminat alıyor Irak’tan.
kırk dokuz yıl geçmiş. (…)
Hem de hangi gerekçeyle biliyor musu“(…)
nuz? “Savaşın kârlarını düşürdü“İspanyollar, Yaradanın yukarıda saydığü” gerekçesiyle…
ğımız özelliklerle donattığı bu kibar kuzuları
gördükleri ilk günden itibaren, açlıktan kuBartolome De Las Casas şöyle yazar sonra:
durmuş kurtlar veya günlerdir et yememiş
“Uzunluğu ne kadar olursa olsun, yazmavahşi kaplanlar ve aslanlar gibi ağıla çöktüler. Başlangıçtaki seyir bugüne kadar hiç de- sı ne kadar zaman alırsa alsın, üzerinde ne
ğişmedi ve İspanyollar yerlileri parçalara kadar titiz çalışılırsa çalışılsın hiçbir kayıt,
bölmekten, öldürmekten, acı ve ıstırap çek- insan ırkının bu ölümcül düşmanlarının bu
tirmekten, üzüntü vermekten, eziyet ve taciz bölgenin çeşitli kısımlarında yaptığı vahşetin
etmekten, acımasızca zulmetmekten başka dehşetini yansıtmaya yetmez. Aralarından
bir şey yapmadılar. Bu gaye uğruna geliştir- bir-iki vahşet örneği seçilse bile bunları büdikleri dâhice işkence metotlarını yeri geldi- tün kanlı ve korkunç ayrıntılarıyla anlatmak
ğinde anlatacağız. Ancak sadece rakamlara mümkün olmaz. Bunların binde birini bile
bakarak söz konusu metotların etkisi anlatmaya gücümün yetmediğini bildiğim
halde birkaç tanesinden bahsetmeye gayret
hakkında bir fikir edinilebilir. (…)
“Hristiyanların son kırk yıl içinde göster- edeceğim.” (agy, s. 52)
Ve 125 sayfalık kitabında, “insan ırkının bu
dikleri zorbaca ve insanlık dışı davranışlar,
ölümcül
düşmanlarının” yaptığı insanlık dışı işiyimser bir tahminle, aralarında kadınların
kenceleri,
katliamları kısacası Amerika Kıtasıve çocukların da bulunduğu on iki milyondan fazla kişinin haksız ve yersiz bir şekilde nın yerli halklarını soykırıma uğratmalarını soölmelerine yol açmıştır. Benim on beş milyon mut örneklerle ortaya koyar.
İspanyollar ve Portekizliler, Latin Amerika’da aşağılık amaçları için bu soykırımı gerçekleştirirlerken, İngilizler ve diğer Batılı beyazlar da Kuzey Amerika’da aynı katliamı ve
soykırımı gerçekleştirdiler. Kuzey Amerika’nın
yerli halkı olan Kızılderililer, bu vahşi canavarlar tarafından aynı aşağılık amaçlarla yok edildiler.
Sadece Kızılderililer mi?
Hayır!
Hayvanlar ve doğa da bu katliamdan üzerlerine düşen payı fazlasıyla aldı. Ve bir zamanlar,
Kuzey Amerika’da milyonlarca bizon yaşarken,
işgalcilerin ayak basmasından çok kısa bir süre
sonra, bizon ırkı neredeyse yok oldu. Çünkü beyazlar, Kızılderililerin en büyük beslenme aracı
olan bizonları toptan öldürerek, bir soykırım
Lord Jeffery Ambherst
yöntemi olarak kullandılar. İlk biyolojik silaşeklindeki tahminimin daha isabetli olduğu- hı da Kızılderililer üzerinde denediler. Kızıldena dair pek çok sebep de elimizde mevcuttur. rililere, 1760’lı yıllarda çiçek mikrobu bulaştı“Hristiyanlık adına dünyanın bu bölümü- rılmış battaniyeler verdiler. Ve böylece binlercene gidenler, bu acınacak haldeki insanları sinin ölümüne neden oldular.
Albay Henry Bouquet adlı bir Fransız subaköklerinden söküp çıkarmak ve ortadan kaldırmak için iki yola başvurdular. Birincisi, yı, İngiliz Lord Jeffery Ambherst adlı (“Yeni
onlara savaş açtılar: haksız, acımasız, kanlı Dünyanın en göz alıcı askeri kahramanı”
ve gaddarca bir savaş. İkincisi, en ufak bir olarak adlandırılan) subaya gönderdiği 13 Temdireniş belirtisi gösteren veya maruz bırak- muz 1763 tarihli mektupta şöyle demektedir:
“Kızılderilileri, onları hastalandırabiletıkları eziyetten kaçmak isteyen herkesi ölcek
battaniyelerle aşılamayı(!) deneyecedürdüler. Bu sonuncu siyaset, yerli liderleri
ğim…
Keşke İspanyolların metotlarını kulsindirmek için bir vasıtaydı ve işin doğrusu,
İspanyolların genellikle sadece kadınları ve lanabilsek ve onları İngiliz usulü, köpekçocukları sağ bıraktıkları göz önüne alınırsa lerle ve atlılarla avlayabilsek ki sanırım
bu politika, bütün yetişkin erkeklerin, hem- bunlar, bu zararlıları topyekûn imha etcinsleri tarafından şimdiye kadar tasarlan- mek ve uzaklaştırmakta hayli etkili olamış en sert, en insafsız ve acımasız kölelik sis- caktır”
“Bouquet’nin açıkça hem Kızılderililer’i
temine maruz bırakılmalarına, bu suretle or“mikrop
bombası” ile yok etmeyi, hem de
tadan kaldırılmalarına ve hayvanlardan dakalanları
“sürek avı” ile hayvanlar gibi
ha kötü muamele görmelerine yol açmıştır.
Bu insanlara eziyet etmek için tasarlanmış kovalamayı önerdiği bu mektubuna, Amçeşitli metotların hepsinin, bu iki acımasız ve herst 16 Temmuz 1763 tarihli mektubu ile
zorbaca politikanın birinde veya ötekinde şöyle heyecan içinde cevap vermiş:
“Kızılderililere, bu aşağılık ırkı Topyekullanıldığı görülebilir.
kûn
imha etmeye yarayan bütün diğer
“Hristiyanların böyle büyük bir katliama
metotlar
kadar iyi olan battaniye ile mikgirişmelerinin ve yollarına çıkan herkesi ölrop
bulaştırmayı
denemekle çok iyi yadürmelerinin sebebi sadece ve sadece hırstır.
parsınız.
Onları,
gayet
etkili olabilecek süCeplerini altınla doldurmak ve mümkün
olan en kısa zamanda servet sahibi olmak rek avı ile kovalama planınızdan da memiçin işe giriştiler. Böylece doğdukları yerler- nun olmalıydım ama bu şimdilik çok uzak
dekinden çok daha farklı bir statüye kavuşa- görünüyor”.
“Amherst “sürek avı” planını prensipte
bileceklerdi. Açgözlülükleri ve hırsları sınır
kabul
etmiş, ancak “yeteri kadar köpek oltanımıyordu; toprak bereketli ve zengin, yermadığı
için” bunun gerçekleştirilemeyeceğileşimciler basit, sabırlı ve itaatkârdı. İspanni
belirtmeyi
ihmal etmemiş. Bouquet de
yollar bu insanlara karşı en ufak bir anlayış
cevabında,
Lord
Amherst’in “bütün taligöstermedi. (Başlangıçtan itibaren orada bulanan biri olarak, birinci elden konuşuyo- matlarına riayet edeceğini” bildirmiş.”
rum.) Onlara vahşi hayvan olarak bile değil (Carl Waldman, Kuzey Amerika Yerlileri At(doğrusu, hayvanlarına gösterdikleri anlayışı lası (Atlas of the North American Indian) 1985)
Kızılderilileri, “Koruma Kampları” ya da
İspanyolların, Latin Amerika yerlilerine yaptıkları işkence çeşitleri saymakla bitmez...
“Rezervasyon” diye adlandırdıkları, “Toplama
Kampları”nda yaşamaya zorladılar.
Nazi önderlerinin öncülleri ABD
Emperyalistleridir!
Bildiğimiz gibi Hitler de Komünistleri, Çingeneleri, Yahudileri ve savaş esirlerini, ABD
Emperyalistlerinden öğrendiği biçimde Dachau,
Bergen-Belsen, Buchenwald, Sachsenhausen,
Auschwitz vb. gibi “Toplama Kampları”nda
toplayarak en vahşi işkencelerle katletmiştir. Bu
kamplarda yüz binlerce muhalif ve savaş esiri, 3
milyondan fazla Yahudi katledilmiştir.
Yani Hitler’in ve diğer Nazi önderlerinin öncülleri ABD Emperyalistleridir!
Ve daha yakınlarda, 1931-40’lı yıllarda bile,
Kızılderililerin “Gözyaşı Yolculuğu” diye adlandırdıkları sürgün (tehcir) uygulamasını gerçekleştirdiler ABD Emperyalistleri...
Bütün bu katliamların sonucunda da, yaklaşık 80 milyon Kızılderili yaşamını yitirmiştir.
Bugün için sayıları 2,5 milyonu ancak bulan Kızılderililer, egemenliklerini yitirerek, ABD’nin
azınlık halklarından birisi olmuştur. Şimdi koca
ABD’de, birkaç küçük bölgede soylarını en
acıklı bir biçimde sürdürmeye çalışmaktadırlar…
Hatırlayacağımız gibi Nazi alçakları, “dünyanın en büyük soykırımı” olarak bilinen Yahudi soykırımında bile yaklaşık 6 milyon Yahudiyi öldürebilmişlerdi…
Yukarıda da söylediğimiz gibi, başta İspanyollar ve Portekizliler olmak üzere tüm dünya,
Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını bulmasını
“Keşif” olarak nitelerler. Ve “Keşif”in yıldönümlerini kutlarlar. O kıtanın namuslu, yurtsever liderlerinden Venezüella Başkanı Hugo
Chavez ise bunun tam aksini, Bartolome De Las
Casas’ın 1542’de söylediklerini 2008’de söyler.
Şöyle der bu konuda Başkan Chavez:
“Chavez: keşif değil soykırımın başlangıcı
Kristof Kolomb
“Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez
Pazar günü yaptığı açıklamada, 12 Ekim’in
Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfi olarak
değil, “yerli halkların soykırımının başlangıcı” olarak anılması gerektiğini söyledi.
“12 Ekim 1492’de başlayan dönemin, Latin Amerika’nın yerli halkları için “kölelik,
baskı ve katliam” anlamına geldiğini savunan
Venezüella Devlet başkanı, Avrupalı devletlerin Latin Amerika’da yaşananları “soykırım” olarak tanımasını beklediklerini söyledi.” (Cumhuriyet, 14 Ekim 2008)
Avrupalı emperyalistler kendi rızalarıyla asla böyle bir şeyi kabul etmeyeceklerdir. Ancak
halkların zoruyla “soykırım” işlediklerini kabul
edeceklerdir. İşte Başkan Chavez, bunun nasıl
yapılacağının yolunu gösteriyor. Kendisi bizzat
AB-D Emperyalistlerine karşı mücadele yürütüyor, soykırımlarını teşhir ediyor, hem de dünya
halklarına örnek oluyor. Ki özellikle Latin
Amerika’da bu bilinç hızla gelişiyor. Ve her yıl
12 Ekim’de büyük gösteriler yapıyor Latin
Amerika Halkları.
12 Ekim 1492’de Amerika kıtasına ayak basan İspanyol ve Portekizliler ve sonradan bu kıtaya giden diğer Batılılar (Almanlar, İngilizler,
Fransızlar, Hollandalılar vb.), yerli halkları soykırıma uğratıp, kıtanın yeraltı ve yerüstü bütün
servetlerini ele geçirdikten sonra, yüzyıllarca
süren bir süreç içinde kıtanın bir parçası oldular.
Bugün bu ülkelerin büyük çoğunluğunda beyazlar, yerliler, zenciler ve melezler bir arada yaşamaktadırlar. Kıtanın diğer bölgesinde, Kuzey
Amerika’da ise, Amerika Birleşik Devletleri denen bir ülke ve ABD’li denen bir halk haline
geldiler.
500 yıl sonra
İşte soykırımla başlayan bu Tarih, soykırımlarla devam ediyor yukarıda da somutça gösterdiğimiz gibi. Bugünküler de atalarının izinde gidiyorlar ne yazık ki… ABD Emperyalistleri nereye gidiyorlarsa ölüm meleğini-ölüm cellâdını
da beraberlerinde götürüyorlar. Ülkeler, ırklar,
tek tek insanlar… Hiç fark etmiyor ABD Emperyalistleri için. Onların tek istedikleri tekerleklerinin dönmesi, düzenlerinin sürmesi, vurgun ve talanlarının engelsizce devam etmesidir.
Irak Halkının seçilmiş lideri ve seçilmiş partisini yalanlar üzerine inşa edilmiş bir savaş sonucunda yenerek, Irak’ı işgal ettiler ve o halkın
önderi Saddam’ı ve diğer BAAS Partisi liderlerini idam ettiler. Bir kısmını da çatışmalarda
katlettiler. Ele geçirdikleri Iraklı yurtseverleri,
direnişçileri, antiemperyalistleri, çırılçıplak, elleri bağlanmış ve başlarına çuval geçirilmiş bir
şekilde baş aşağı tavana astılar, elektrikli testere
ile bacaklarına delik açtılar, kollarına kimyasal
maddeler döktüler, tutukluların üzerine insan
dışkısı sürerek çırılçıplak bir şekilde beklettiler,
kadınlarına, genç kızlarına tecavüz ettiler, çocuklarını, yaşlılarını bire dek kırıp geçirdiler…
Çocukları canlı kalkan olarak kullandılar.
Irak’ta savaşmış Scott Ewing adlı bir Amerikan
askeri şöyle diyor:
“Çocuklara şeker vermemizin onları çok
sevmemizden kaynaklandığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çocuklar araçlarımızın
yanında olduğu zaman direnişçiler bize ateş
açmıyordu. Bu nedenle sürekli şeker dağıtarak çocukları “canlı kalkan” olarak kullanıyorduk.” (Taraf, 14 Nisan 2010)
Amerikalı askerlerin (kadın ve erkeklerin),
Iraklı yurtseverlere, direnişçilere karşı, en başta
Ebu Garip olmak üzere, cezaevlerinde özellikle
köpeklerle yaptıkları sadistçe işkenceler henüz
belleklerimizde çok taze, çok yeni…
Şu anda benzer şeyleri Afgan Halkına karşı
yapıyorlar.
Ya Vietnam’da yaptıkları?
Önce Fransız sonra ABD Emperyalistlerinin
Vietnam’da yaptıklarını yazabilmek için ciltler
ister. Biz sadece Felix Greene adlı yazarın “Vietnam Vietnam” adlı kitabından kimi aktarmalar yapmak istiyoruz:
“Kız erkek yüzlerce öğrenci gayet kötü
muamelelere tabi tutulmuşlardı. Birçoğu, iç
organları iyice bozuluncaya kadar sabunlu
su içmeye zorlanmıştı. La Van Quich tutuklular kampında, kırk kişi birden kızgın güneş
altında tek bir hücreye kapatılmıştı. Çok kişinin tırnakları sökülmüş, bazılarının da gözleri oyulmuştu.” (agy, Sander Yayınları, 1966,
s. 74)
“Vietnam’da kullanılan “geliştirilmiş”
yeni APALM, “polystyrene” ihtiva etmekte
ve onu daha “yapışıcı” hale getirmektedir.
Alevi pelte kıvamındaki gaz, cilde yapışmakta ve kazınması mümkün olmamaktadır.
“Dünya yüzünde APALM imal eden tek
ülke, Amerika’dır.” (agy, s. 94)
“(…) Amerika’nın Güney Vietnam’da
kullanmaya giriştiği silahların başlıcaları
şunlardı: Pirinç tarlalarına püskürtülecek zehirli ilaçlar; sık ormanlardaki ağaçların yapraklarını dökecek kimyasal maddeler; köyleri yakıp kül etmeye yarayan napalm yangın
bombaları; aklın alamayacağı bir güçle her
yana keskin kıymıklar saçarak geniş bir bölge içerisinde bütün canlı yaratıkları lime lime
eden kör bombalar. (…)” (agy, s. 104)
5
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
“Savaş alanında hükümet kuvvetleriyle
bir süre beraber bulunan herkes, esirlerin
başlarının suya batırılıp tutulduğunu ve süngünün keskin tarafıyla gırtlaklarına bastırıldığını görmüştür. Daha aşırı hallerde, bu
kurbanların tırnak aralarına bambu kıymıkları sokulmakta, ya da kolları, meme başları
ve taşakları sahra telefonu telleriyle bağlanmaktadır. ew York Times Magazine, 28 Kasım 1965
“Esirleri konuşmaya zorlamak için kullanılan başka bir usul de, gözlerinin önünde
bir esirin parmaklarını, tırnaklarını, kulaklarını ya da seks organlarını kesip koparmaktır. Bazı defa hükümete ait bir askeri tesiste, kesik kulakların bir ipe dizilip süs olarak duvarlara asılmış olduğu da görülür.
ew York Herald Tribune, 25 isan 1965.”
(agy, s. 146)
ABD’lilerin uyguladıkları başka işkence
yöntemleri nelerdi Vietnam’da?
“Karın deşerek söyletme”, “zırhlı bir askeri aracın arkasına bağlanarak sürüklemek”, “baş aşağı asarak sorguya çekmek”,
“su işkencesi”, “taş üstünde taş bırakmamak: köyleri yakmak, yiyecekleri zehirlemek, hayvanları öldürmek”, “Kaplan kafesleri”, “stratejik köyler”…
Yapılan işkencelerin, 1492’den itibaren yapılanlardan bir farkı var mı?
Yok!
Yapanlar-yaptıranlar aynı: Batılılar-beyazlar, amaç aynı: İşgal etme, yeraltı ve yerüstü bütün zenginliklerini ele geçirme, direnenleri çeşitli işkence yöntemleriyle yok etme! Soykırım!
ABD, AB ve diğer bilumum emperyalist
devletler, katliamcıdır, soykırımcıdır. Bu, iki artı iki eşittir dört işlemi kadar kesin bir gerçekliktir. Beynini ve vicdanını emperyalistlere satmamış her namuslu insan için bu kesin gerçekliktir.
Ama bu utanmaz, insanlık düşmanı emperyalistler bir de kalkar ne yaparlar?
Örneğin, Osmanlı’yı ve TC’yi “Ermeni
Soykırımı” yapmakla suçlarlar…
Bizzat kendilerinin örgütleyip Osmanlı’ya
ve Osmanlı’da yaşayan halklara karşı kışkırttıkları, Ermeni burjuvaları aracılığıyla haksız ve
meşru olmayan bir savaşın içine soktukları Ermeni Halkını yok yere dama taşı haline getirdiler. Ve o hengame içinde, o anacık babacık günlerinde yüzbinlerce Ermeni insanı, yaşanan savaşın sonucu olarak yaşamını yitirdi. Tabiî aynı
süre içinde Türk ve Kürt Halkları da yüz binlerce insan kaybına uğradılar. Türk, Kürt ve Ermeni Halkı birbirine düşürüldü, yaşanan karşılıklı
bir savaş sonunda birbirine yüzlerce yıl sürecek
bir kin ve nefret duygusuyla dolduruldu… Her
iki hatta üç halktan insanlar büyük acılar çektiler. Yüzlerce yıl yaşadıkları topraklardan koparıldılar, oradan oraya sürüklendiler. Benzer acılar yaşadılar.
Bu halkları, kendi aşağılık soygun, yağma
ve çapul amaçları yüzünden birbirine düşüren
emperyalistler, şimdi kalkmışlar “TC Soykırımcıdır, Ermeni Halkına karşı soykırım gerçekleştirdiğini itiraf etmelidir, kabul etmelidir. Ve bunu tazmin etmelidir”, diyorlar. “Ermeni Soykırımını önce Tanımalı, sonra Tazminat ödemeli,
sonra da Topraklarını geri vermelidir”, diyorlar.
Hiç utanmadan, hiç arlanmadan…
Kendi soykırımlarını örtbas etmek için,
mazlum halklar arasında bu ve buna benzer yaşanmış acıları kullanıyorlar. Eğer gerçekten insancıl düzenler hâkim olsa, halklar aldatılmamış, kandırılmamış olsalar bu emperyalistlere
karşı haykırırlar: Asıl siz yağmacısınız, asıl siz
talancısınız, asıl siz işgalcisiniz, asıl siz soykırımcısınız, diye. Ama bu da gerçekleşecek.
Halklar bir gün uyanacaklar ve gerçekleri apaçık bir biçimde görecekler. O zaman bu emperyalistler saklanacak delik arayacaklar… Ve emperyalist düzenleri yok olup gidecek…
Haa o zamana kadar duracaklar mı bu emperyalist çakal sürüleri?
Hayır! Hep yaptıkları aşağılık işleri yapmaya devam edecekler. Bir zaman Bush eliyle, bir
zaman Obama eliyle. Ama hep yapacaklar. Aynen aşağıda okuyacağımız gibi:
“Obama’dan ‘Bush’ işler
“Columbia Federal Temyiz Mahkemesi,
ABD Ordusu tarafından yaklaşık sekiz yıldır
mahkemeye çıkarılmadan Afganistan’da tutulan iki Yemenli ve bir Tunuslunun haklarını Amerikan mahkemelerinde arayamayacağına hükmetti.
“Mahkeme, Afganistan’da Bagram Hava
Üssü’nde tutuklu bulunan bu üç kişinin, “bağımsız başka bir ülkede tutuklu olduğundan,
ABD yargısının kapsamına girmeyeceklerine” karar verdi. Karar terör suçlularını ülke
dışında süresiz tutmak isteyen Obama yönetimi için zafer sayıldı.
“(…)
“Miranda haklarının esnetilmesi
“Obama yönetiminin ilk yılında, Pakistan’a atılan füze sayısı, Bush yönetiminin tamamı boyunca atılandan fazla. Obama ayrıca radikal İslam’ı savunan ve terör zanlılarına “ilham kaynağı” olduğu iddia edilen Enver El Avlaki’ye suikast düzenlenmesi için
emir de verdi. (…)
“Bunlara ek olarak Obama yönetimi, terör şüphelilerinin sorgulanmaları esnasında
haklarını kısıtlayacak bir hukuki düzenlemeye de gitmek istiyor. Başsavcı Eric Holder,
mayıs başında, Obama yönetiminin Kongre’den, “Miranda haklarının esnetilmesini”
talep edeceğini açıkladı. 1966’daki Anayasa
Mahkemesi kararıyla oluşturulan Miranda
hakları, şüphelilerin, kendilerine “susma
hakkını kullanabilecekleri ve bir avukatla
len bir ABD yurttaşını öldürme yetkisi tanıdı, işkencenin yasak olmasına rağmen
CIA’in tutsakları başka ülkelere göndermesine göz yumdu ve Afganistan’daki tutsakların yargılanmadan hapsedilmesine karşı dava açma girişimlerini engelledi.” (Taraf,
10.09.2010)
Bir örnek daha. Ama artık yeter!.. Bartolo-
dır:
ABD Emperyalistlerinin Vietnam’daki vahşetinden...
görüşebilecekleri” uyarısı yapılmadan alınan
ifadelerinin geçersiz sayılmasını öngörüyor.
Holder’ın teklifi ise Miranda haklarının, terör şüphelilerinin “birkaç saat” sorgulandıktan sonra kendilerine okunması.” (Sezin
Öney, Taraf, 24.05.2010)
İşte “demokrasi ve hukuk devleti” ABD! İşte onun Nobel Barış Ödüllü siyahî Başkanı
Obama!
Obama’nın ve ABD’nin savaş ve insanlık
suçlarına bir başka örnek daha:
İşkenceye ‘devlet sırrı’ zırhı
“(…)
“ABD Federal Temyiz Mahkemesi Dokuzuncu Dairesi, dün ilginç bir karara imza attı. Mahkeme, CIA tarafından ABD dışında
tutsak alınan eski terör şüphelilerinin işkence gördükleri iddiasıyla açtıkları davayı “hükümetin gizli bilgileri ifşa olur” gerekçesiyle
reddetti. Mahkemenin altıya karşı beş oyla
aldığı karar, ABD Başkanı Obama’nın idari
kararlarda gizliliğin genişletilmesi çabaları
için bir zafer olarak yorumlandı.
“(…)
“Obama’nın ulusal güvenlik ekibi, CIA’e,
terörizmle bağlantılı olduğundan şüpheleni-
Kurtuluş Partisi, Füze Kalkanı Projesi’ni protesto etti:
me De Las Casas’ın da söylediği gibi: “Uzunluğu ne kadar olursa olsun, yazması ne kadar zaman alırsa alsın, üzerinde ne kadar titiz çalışılırsa çalışılsın hiçbir kayıt, insan ırkının bu
ölümcül düşmanlarının” dünyanın “çeşitli kısımlarında yaptığı vahşetin dehşetini yansıtmaya yetmez.”
Korkunun ecele faydası yoktur!
ABD Emperyalistleri de, onların aşağılık
casus örgütleri CIA’ları da, onların Başkanları
Obamalar da biliyorlar ki, yaptıkları işler pis işler, insanlık dışı işler… Savunulacak hiçbir yanı olmayan işler. İnsan olan hiç kimsenin onaylayamayacağı işler. Aksine tepki duyacağı-tepki
göstereceği işler. İşte onlar da bunu bildikleri
için insan içine çıkamıyorlar; ne kendi ülkelerinde, ne gittikleri yabancı ülkelerde… Normal
bir insan hayatı yaşayamıyorlar. Her yerde koruma ordularıyla dolaşıyorlar. Onlarınki aslında
acınacak bir yaşam. İşte bunun son örneği:
“ABD Başkanı Obama’nın Hindistan gezisi için benzeri görülmemiş güvenlik önlemleri alındı
“Hindistan cevizlerini bile topladılar
“(…) Obama’nın müze ziyareti için bombaya dayanıklı tünel inşa edildi
Vatan satıcıları, Füze Kalkanı Projesini ve Yunanistan’ın Karasularını Ege’de
12 mile çıkarmasını kabul ederek halklara ihanet etmeye devam ediyorlar
Tayyipgillerin; AB-D Emperyalistlerinin ülkemize Füze Kalkanı yerleştirmesini ve
Yunanistan karasularının 12 mile çıkartılmasını kabul etmesi İzmir’de protesto edildi
Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü; AB-D Emperyalizminin ülkemiz topraklarına füze kalkanı yerleştirerek, olası bir İran saldırısında ülkemizi ilk kapışılacak yer, savaşın yaşanacağı cephe olarak kullanmak
istemesine karşı halkı uyarmak ve halkların kardeşliğine sahip çıkmak için, 28 Kasım’da Konak YKM önünde bir eylem gerçekleştirdi.
Aynı eylemde, Tayyipgillerle Yunanistan Hükümeti arasında Ege Denizinde Yunan karasularının 12 mile
çıkartılmasında varılan anlaşma da protesto edildi.
Hazırlanan Basın Açıklaması İzmir İl Sekreteri Levent Çelik tarafından okundu.
“Füze Kalkanı Halklara İhanettir”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “ATO Halkların Düşmanıdır”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” vb. sloganlarının atıldığı eylemde, Halklarımız Kurtuluş Partisi saflarında yekvücut olmaya çağrıldı.
Konuya ilişkin olarak yapılan basın açıklaması metnini aşağıda sunuyoruz.
T
ayipgiller, AB-D Emperyalizmine ve Siyonizme
hizmette sınır tanımıyor. AB-D Emperyalizminin
vurucu gücü NATO tarafından Türkiye topraklarına Füze Kalkanlarının yerleştirilmesine izin vererek, Ortadoğu Halklarına karşı Türkiye’yi hedef yapıyor.
Emperyalistler, Başkan Bush döneminde Polonya ve
Çekoslavakya’ya yerleştirmek istedikleri Füze Kalkanları Projesinden, Halkların yoğun tepkisi ve Rusya’nın karşı çıkması üzerine geçici olarak geri çekilmişlerdi. Barack Obama (ABD Emperyalistleri), aynı projeyi tekrar
yaşama geçirmek istemiş ve Türkiye’yi seçmiştir.
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ABD’de TürkAmerikan İş Konseyi toplantısında; “Amerika’nın aşamalı ve uyarlanabilir yaklaşımını ittifakın güvenliğine değerli bir katkı olarak memnunlukla karşılıyoruz. Bizce bu, ATO çerçevesi altında geliştirilmelidir.” diyerek ABD’ye göreve hazır olduklarını bildirmiştir.
Katliamcı Bush’un; “ABD tarihinin en önemli güvenlik projesi” olarak nitelendirdiği proje için Türkiye
toprakları seçilmiş ve Emperyalistlerin bir dediğini iki etmeyen, bu nedenle İngiltere Kraliçesi tarafından ödüllendirilen Abdullah Gül tarafından Lizbon Zirvesi’nde bu
istem kabul edilmiştir.
Böylece (NATO Stratejisine göre) Türkiye, cephe ülkesi ya da savaşta ilk vuruşulacak yer durumuna getirilmiştir.
“(…)
“ABD Başkanı Barack Obama‘nın bugün
Hindistan‘la başlayan Asya turuna olağanüstü güvenlik önlemleri ve harcamalar damgasını vurdu. İşadamları, Beyaz Saray çalışanları, gizli servis ajanları, gazeteciler, aşçılar ve doktorların aralarında bulunduğu
yaklaşık 900 kişilik bir ekibin eşlik ettiği
Obama, donanma gemileri ve savaş uçaklarıyla korunacak. Gemilerin sayısının onlarca
olabileceği belirtiliyor.” (Milliyet, 06 Kasım
2010)
Böyle bir hayata hayat denir mi?..
İzmir’den Kurtuluş Partililer
AB-D Emperyalistlerinin enerji tedarik kaynağı olan
Hazar Havzasına, Basra Körfezine, Irak’a ve genel anlamda Ortadoğu’ya en yakın NATO ülkesi olan ve enerji
köprüsü durumundaki Türkiye, enerji arz yollarının güvenliğinin hayati önemi ve bu arz yollarının saldırılardan
korunması için uluslararası işbirliğinde, stratejik hedef
tahtası seçilmiştir.
16 Kasım 2010 tarihli Wall Street Journal gazetesinde yer alan ve Başbakan T. Erdoğan’ın üst düzey bir danışmanına dayandırılan haberde “Türkiye kalkan karargâhına ATO’nun İzmir’deki üssünde ev sahipliği yapmayı umuyor.”
Başbakan Tayyip, güzel İzmir’imizi (kendi deyimiyle
“Gâvur İzmir”i) çirkin emellerine alet etmek istiyor. Ne
Türkiye, Füze Kalkanının yerleştirdiği ülke ne de İzmir;
Füze kalkanlarına ev sahibi ve komuta merkezi olamaz.
Peki, ABD Emperyalistleri neden Türkiye’yi seçmiştir?
NATO’nun Füze Kalkanı Projesi’nin mimarı Daniel
Fata diyor ki:
“Projede Türkiye’ye radar yerleştirilmesi planlanıyor. Bunun Türkiye’de olmasının istenmesinin ana
nedeni tehdit gelmesi beklenen Ortadoğu bölgesinde
1000 kilometre bandındaki en uygun bölge olması.”
“Türkiye’ye yerleştirilmek istenen X-BAD adı
verilen radar sistemidir. 900 milyon dolarlık bu radar
sistemi belirli bir bölgeye sabit olarak yerleştirildiği
gibi gemi üzerine ya da denize platform olarak da kurulabiliyor. X-BAD sistemi dünyanın en gelişmiş radar sistemi olarak kabul ediliyor. Ortalama menzili 2
bin km olmasına rağmen mobil haldeyken bu menzil
5000 km’ye çıkabiliyor.” (İlhan Tanır, Vatan, 15.11.
2010)
Bu projeye göre Türkiye Ortadoğu Halklarının hedef
tahtasıdır. Çünkü İsrail’e karşı atılacak balistik füzeleri
bile ayırt edecek zaman bulamadan havada imha edeceklerdir. Bu da sözde NATO ülkelerini, özde İsrail’i korumak için oluşturulan bir saldırı projesidir.
Tayipgiller’in, Emperyalistlerin çıkarları için yapmayacağı hizmet yoktur. İşte Tayipgiller’in son bombası:
Yıllardır Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasına karşı çıkıldığı halde Tayipgiller’in bu konuda Yunanistan’la anlaşmaya vardığı Yunan basınına yansımıştır.
İşte Yunan basının haberi:
“Atina’da yayımlanan Kathimerini gazetesi, ismini açıklamadığı “diplomatik çevreleri” kaynak gösterdiği haberinde, “Ege konusunda tüm konuları
kapsayan toplu bir ‘paket çözüm’ henüz kesinleşmemekle birlikte, tarafların bu konuda bazı ilkeler üzerinde anlaşmaya vardıklarını” ileri sür”dü. (Sabah,
21.11.2010)
Türkiye ve Yunanistan arasındaki Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi çalışmaları 2009 Mayıs ayında başlamıştı. Tayyip ve Papandreu, Halklara bilgi vermeden görüşmeleri sürdürüyorlar:
“Kathimerini gazetesi, “Her iki taraftan
da hiç kimsenin şu ana
kadar mutabakata varılanlarla ilgili ifşaatta
bulunmadığı, ancak
bu konuda öne çıkan
senaryoya göre tercih
edilen çözümde Yunan
karasularının, adaların çevrelerinde daha
sınırlı olmak üzere,
bazı bölgelerde 12 mile varacak şekilde inişli çıkışlı genişletilmesinin öngörüldüğü” iddiasına yer verdi.
“Haberde, “Yapı-
***
Haa bunlar gördüğümüz gibi bir de israfçı-
“Günde 200 milyon dolar harcanacak
“Günlüğünün 200 milyon dolara mal olması beklenen gezi, ekonomik durgunluğa
çözüm bulamadığı için eleştirilen Obama’ya
yönelik tepkilerin artmasına neden oluyor.
Obama, 10 gün sürecek Asya turunda Hindistan’dan sonra Endonezya, Güney Kore ve
Japonya‘yı ziyaret edecek.”
Bir tek gezinin maliyeti, günlüğü 200 milyon dolardan 10 günde 2 milyar dolar!
Oysa, dünyada her gün bir milyar insan aç
yatıyor. Günde yalnızca 1 dolarla geçinmek zorunda kalan bir milyar insan var…
***
“Korkuyorlar korkacaklar korksunlar”
diyordu Devrimci Ozan Âşık İhsani bir şiirinde.
Onlar aynen Devrimci Ozanımızın dediği
durumdalar… Tabiî Devrimci Ozanımız, sadece
bunu söylemiyor şiirinde. Devamında da şunu
söylüyor hatırlayacağımız gibi:
Geliyoruz geleceğiz yakındır
Kim nerede ne işliyor hepsini
Biliyoruz bileceğiz yakındır
Evet, insanlık kimin nerede, hangi insanlık
suçunu işlediğini, soykırımlar gerçekleştirdiğini
biliyor. Ve bunun hesabını mutlaka soracak!
Ve onların bütün koruma-korunma tedbirlerine rağmen, bir gün ama mutlaka bir gün, ABD
Emperyalistlerinin ve diğer büyük emperyalist
devletlerin vahşeti, zulmü son bulacak. Çünkü
insanlık, daha fazla hayvan yerine konulmaya
tahammül etmeyecek. Bu insanlık düşmanlarını
sırtından atacak, onları ait oldukları yere, Tarihin çöplüğüne gönderecek. Ve eşit, özgür, kardeş bir toplum halinde yaşayacak. Bundan adımız gibi eminiz!
lan hesaplamalara göre, bu formül ile pratik olarak
Ege’nin yüzde 80’inden daha azının Yunanistan’ın
kontrolüne verildiği, Lahey Adalet Divanı’na gidilmesi durumunda da bu şekilde bir karar çıkacağının
sanıldığı” öne sürüldü.” (Hürriyet, 24.11.2010)
Bu demektir ki, Yunanistan’dan izin almadan güzel
İzmir’imizde denize giremeyeceğiz artık. Tayyipgiller,
Yunan karasularının 12 mile çıkarılmasına göz yumabilir.
Bu tavır onun vatan satıcı kişiliğine uygundur. Bunun en
somut kanıtı, Yunanistan karasularının 12 Mil’e çıkarılmasının SAVAŞ EDEİ olmaktan çıkarılmasıdır. Biz
devrimciler halkların kardeşliğini savunuruz ama Megalo İdea demek olan topraklarımıza ve karasularımıza Yunanistan tarafından göz dikilmesine izin vermeyiz. İngiliz maskeli Yunanlıları denize döktüğümüz İzmir’de, Yunan Karasularının burnumuzun dibine girmesine de, Füze kalkanı komuta merkezinin İzmir’de kurulmasına karşı da, Türkiye Halklarının kalkanı olmaya kararlıyız.
ABD Emperyalistlerinin bu oyunu bozulacaktır. Kurtuluş Partisi bu mücadeleyi kararlıca sürdürecektir. Çünkü emperyalistlere karşı verilen bu mücadele 2. Kurtuluş
Savaşı’mızın bir adımıdır. Ortadoğu Halklarının düşmanı Siyonist İsrail’in de Emperyalistlerin borazanı Yunanistan’ın da Ege ve Kıbrıs’taki oyunlarını boşa çıkartmak
için Halklarımız Kurtuluş Partisi saflarında yekvücut olmalıdır.
Emperyalistlere ve Siyonistlere karşı gerçek kalkan;
Türk ve Kürt Halklarının örgütlü birleşik gücüyle kuracakları Demokratik Halk İktidarı olacaktır. 28.11.2010
Halkın Kuruluş Partisi
İzmir İl Örgütü
6
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Hikmet Kıvılcımlı, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın
Teorik ve Pratik Önderidir
Kurtuluş Partisi Ankara İl
Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın
Açış Konuşması:
Saygıdeğer konuklar, Halkın Kurtuluş
Partisi’nden değerli yoldaşlar,
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence
aramızdan ayrılışının 39’uncu yıldönümünde
anmak için toplanmış bulunuyoruz, hoş geldiniz…
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, çok genç
yaşta atıldığı sosyalizm mücadelesinde, son
nefesini verene kadar, bir an bile mücadeleden geri kalmadan, bir an bile durmadan duraksamadan mücadele etmiştir. Kendi deyimiyle yuvarlak hesap 50 yıllık bir teorik pratik mücadele anıtıdır Hikmet Kıvılcımlı’nın
yaşantısı. Ve bu elli yıllık mücadelesine Türkiye Devrimi’nin önderliği konumuna yükseltecek teorik katkılar sunmuştur Türkiye
Devrimci Hareketine. Yine “Tarih Devrim
Sosyalizm” adlı anıt eseriyle, uluslararası
devrimci teoriye, Marksizm-Leninizme evrensel ölçekte bir katkı sunmuştur. Bu nedenle Partimiz, Marks-Engels-Lenin Ustaların
yanına hakkıyla, bir güzelleme olsun diye değil, bir övgü olsun diye değil, gerçekten uluslararası devrimci teoriye ustalık düzeyinde bir
katkı sunduğu için, Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın da fotoğrafını asıyor.
Bugün Hikmet Kıvılcımlı’yı anmak, özellikle çok önem kazandı, değerli arkadaşlar.
Bildiğiniz gibi, Sosyalist Kamp’ın yıkılışından sonra ABD Emperyalizmi ve onun ortağı Avrupa Birliği Emperyalistleri dünyayı
babalarının çiftliği gibi görmeye başladılar.
En ufak bir toplumsal, ulusal mücadeleye izin
vermek istemiyorlar. Yaprak kımıldasın istemiyorlar. Emperyalist çıkarlarına yönelik en
ufak bir hak mücadelesine, toplumsal mücadeleye, her türlü vahşice silahlarla saldırarak
yok etmek istiyorlar. Bunun günümüzdeki en
bariz örneği Irak’ta yaşanan katliam ve Afganistan Halkının içine düşürüldüğü durum.
Bu nedenle sosyalizm çok daha büyük bir
önem kazanmış durumda. Çünkü, sosyalizmin altta güreşmesi, altta kalması devam ettikçe, emperyalistlerin bu “hayâsızca akını”,
Mustafa Kemal’in deyimiyle hayâsızca akını,
durdurulamayacak.
Emperyalistler ülkemize yönelik, özellikle
Sosyalist Kamp bir tehlike olmaktan çıktıktan
sonra, hepinizin basından, televizyonlardan
ya da yayınlarımızı inceleyen yoldaşlarımızın
gazetemizden de hatırlayacakları gibi, Ortadoğu bölgesine yönelik “Büyük Ortadoğu
Projesi” üretti. Ve bunun haritasını yayımladılar biliyorsunuz. NATO Kolejlerinde, ABD
Askeri Kolejlerinde ders olarak okutuluyor.
Ve bizim basınımıza da sızdırıldı. Alıştırma
operasyonu yapıyorlar. O haritayı göz önünde
bulundurursanız, Ortadoğu’ya yönelik “Büyük Ortadoğu Projesi” dedikleri emperyalist
projeyle, Ortadoğu bölgesindeki 24 devletin
sınırlarını yeniden belirlemek istiyorlar. Bunu, Barack Obama’dan önceki ABD Başkanı;
halk düşmanı, insanlık düşmanı George W.
Bush’un Dışişleri Bakanı olan Condeleezza
Rice yine Ortadoğu’da yaptığı bir gezi sırasında
açıklamıştı
biliyorsunuz:
“Ortadoğu’ya yeni bir şekil vermenin zamanı geldi”, demişti.
Peki emperyalistler Ortadoğu’daki sınırları yeniden neden belirlemek istiyorlar?
Ortadoğu halklarını çok sevdikleri için
mi? Ortadoğu halklarına çok sık kullandıkları
gibi, “demokrasi ve özgürlük” getirmek için
mi yapıyorlar?
Elbette hayır, değerli arkadaşlar.
Bugüne kadar böl-parçala-yönet taktiğiyle
böldükleri Ortadoğu’yu, daha da bölmek istiyorlar. Biliyorsunuz emperyalistler Birinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı sonunda, tek bir
Arap Ulusu’nu 21 devlete böldüler. Buna bugün devletsiz olan Filistin’i de katarsanız, tek
bir Arap Ulusu’nu 22 parçaya böldüler. Yine
Ortadoğu’nun ve bölgemizin kanayan yarası
olan Kürt Halkını da dörde böldüler. Bunu da
tamamen, halklar bölünüp parçalanıp küçük
olursa direnç noktası olamazlar, herhangi bir
mücadele olanakları sınırlanır, mantığıyla yapıyorlar. Bunu da yeterli görmemiş olacaklar
ki, bugün 24 devletin sınırlarında yeniden düzenleme yapacağız, diyorlar.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde Türkiye’ye yönelik de emperyalistlerin projesi, biliyorsunuz, çoğunuz tarih kitaplarından okumuştur, meşhur Sevr Anlaşması’ydı.
Buna göre, bugün Türkiye Cumhuriyeti
sınırları içerisinde kalan bölge üç parçaya bölünüyordu. Hatta diğer bir kısmını da değer-
lendirirseniz dört parçaya; Ege tarafı Yunanistan’a pratikte veriliyor; Doğu, Güneydoğu
diye nitelenen bölgenin neredeyse üçte ikisinden fazlası Büyük Ermenistan’a veriliyor,
Trabzon vs. de katılarak; alt tarafta Diyarbakır ve altında küçük bir parça da Kürt Bölgesi olarak belirleniyordu.
Kürtlere verilen bölgede bir özerk yönetim kurulacak, emperyalistler eğer ikna olurlarsa; Kürtler kendi kendini yönetebilir, lütfederlerse, orada da ileride bir manda yönetimi
kuracaklarmış… Meşhur Sevr Anlaşması’nın
Kürt Halkına verdiği bütün hak da bu kadar.
Fakat bunu, bu anlaşmayı, biliyorsunuz 20
Ağustos 1920’de hain Osmanlı Yönetimi’ne
imzalattılar. Fakat Sevr Anlaşması, Türk ve
Kürt Halkının birlikte, omuz omuza Çanakkale’de verdiği gibi bir mücadeleyle, Mustafa
Kemal’in önderliğinde, komutasında verilen
bir antiemperyalist, ulusal kurtuluş mücadelesiyle Sevr Tarihin çöplüğüne gömüldü, yaşama geçiremediler emperyalistler.
Günümüzde Finans-Kapitalistlerimiz, Parababalarımız ve onların müttefiki olan Antika yerli Tefeci-Bezirgânlar her ne kadar unutturmaya çalışsalar da, bir tarihsel gerçeğimizi
de bir kez daha hatırlamamız lazım, değerli
arkadaşlar.
Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş
Savaşı’mızda bütün emperyalistler karşımızdaydı. O zaman ki deyimle Yedi Düvel deniyordu. Hepsi karşımızdaydı. Kürt ve Türk
Halkının verdiği ulusal kurtuluş savaşını destekleyen tek bir devlet, tek bir önder vardı.
1917’de
Tarihi
değiştirerek
Çarlık
Rusyası’nda Çarlığı deviren Ekim Devrimi ve
onun Önderi Lenin Usta. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mıza maddi manevi, silahıyla, parasıyla,
giyim eşyasıyla, askeri malzemesiyle yardım
veren ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ilk
tanıyan devlet, Sovyetler Birliği’ydi. Bunu
görmemiz lazım. Bu sayede Doğu Cephesi
güvence altına alındığından, tüm güçlerimizi
Batıdaki emperyalist işgalin maşası olan Yunan güçlerine karşı seferber edebildik. Bu tarihsel gerçek bugün unutturulmaya çalışılıyor. Bunu unutmamamız lazım. Çünkü Lenin
Usta’nın da dediği gibi; zor dönemlerde verilen destekler unutulamaz.
Değerli arkadaşlar,
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı da Birinci
Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda henüz çete dönemi olan, Kuvayimilliye diye nitelendirilen dönemde, 17 yaşında bir delikanlıyken, Yörük Ali Efe Çetesi’nde elde
silah emperyalist işgale karşı mücadele etmiş
ve bileğinin hakkına Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı olarak atanmıştır. Bu süreçte,
Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde, Lenin’in,
Sovyetler Birliği’nin desteğini somut yaşadığı için sosyalizmle tanışmış ve bu savaşın sürecinde sosyalistleşmiş, komünistleşmiş, o
günden sonra da ömrünün son nefesine kadar
ulusal kurtuluş mücadelesini, toplumsal kurtuluşla taçlandırmak için mücadele etmiş.
Çünkü Usta’mız biliyordu ki, bütün dünya
devrimcileri gibi, toplumsal kurtuluşla sonuçlandırılmayan bütün ulusal kurtuluş mücadeleleri, sonuçta yenilgiye uğramaya, tekrar, yeniden emperyalistlerin denetimine ve güdümüne girmeye mahkûmdur. Hayat bu Marksist-Leninist ilkeyi bir kez daha kanıtladı. Ne
yazık ki, halkımızın ölümüne mücadelesiyle,
binlerce şehit vererek def ettiği emperyalistler, ulusal kurtuluş mücadelemiz toplumsal
kurtuluşla sonuçlanmadığı için, daha sonra
davulla, zurnayla, özellikle 1950’lerden itibaren ülkemize girdiler. Bugün ülkemizin büyük bir toprağı kan dökerek, şehitlerimizin
kan dökerek tırnağıyla, dişiyle kurtardığı ülkemizin büyük toprakları sözde uluslararası
anlaşmalar gereği, ABD Emperyalizminin ve
onun ortaklarının işgali altında, üs adı altında.
Öyle topraklar ki bunlar değerli arkadaşlar, en
üst düzey devlet yetkililerimizin ya da askeri
yetkililerimizin dahi ABD’lilerden izin alamadan giremeyeceği yerler var. Buna bağımsızlığımız hâlâ devam ediyor denebilir mi, hele günümüzde, değerli arkadaşlar?
Özellikle Sosyalist Kamp’ın yıkılışından
sonra uluslararası emperyalistlerin saldırılarından destek alan yerli satılmışlar, bugün ülkemizi tam anlamıyla emperyalizmin açık sömürgesi haline getirdiler maalesef. Onlar ne
isterse, bizim satılmış hainler iki mislini veriyor. Hep söyleriz, özellikle 1950’lerden bu
yana ülkemizi; Türkiye’yi, Türkiye yönetmiyor. ABD Emperyalizmi ve onun ortakları
olan emperyalistler yönetiyor. Olay o boyutta
ki değerli arkadaşlar, tarihsel bilgilerinizi değerlendirirseniz, yeniden hafızanızı yoklarsa-
nız, hatırlayacaksınız ki, 1950’de iktidara gelen Adnan Menderes, dış işleri bakanını atamak için bile ABD Büyükelçiliğinin onayını
bekliyordu. Bugün günümüzde her iktidara
gelen iktidar adayı parti, önce ABD’ye gidiyor orada Kabe’ye bir yüz sürüyor, oradan
onay alıyor, ondan sonra geliyor. Bunların
halkımızın, ülkemizin çıkarlarını savunmaları
mümkün mü, değerli arkadaşlar? Olmadığını
hep beraber görüyoruz. Bunların korudukları
tek şey emperyalist çıkarlar ve kendi kişicil
küplerini doldurmak. Kendi kişicil mal varlıklarını arttırmak için satamayacakları değer,
vazgeçemeyecekleri ilke yok, değerli arkadaşlar.
(Alkışlar… Sloganlar: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm…)
Özellikle de tarihsel misyonunu çoktan bitirmiş, Ortaçağ’da kalmış, aslında ulusal kurtuluş mücadelemiz döneminde, devrim sonuna kadar götürülebilseydi tümüyle ortadan
kalkacak Tefeci-Bezirgânlık ve onların temsilcisi olan Tayyipgiller iktidarıyla birlikte bu
ihanet çemberi alabildiğine arttı, değerli arkadaşlar. Artık hiç çekinmeden, utanmadan,
halkımızın gözünün içine baka baka her türlü
değerimiz, ülkemizin her türlü varlığı emperyalistlere peşkeş çekiliyor. Halkımızın güzel
bir lafı var: ar damarı çatlamış, der böyleleri
için. Ar damarlar o kadar çatlamış ki, televizyonlarda halkın gözünün içine baka baka: sattım, satarım, babalar gibi her şeyi satarım, diyebiliyorlar.
Niçin?
Çünkü emperyalistlerin tamamen desteğini almış durumdalar. Ülke içerisinde iktidar
tamamen bunların elinde. Buna karşı mücadele edecek olan halkımız, İşçi Sınıfımız,
devrimcilerimiz ise örgütsüz, darmadağınık.
Yani meşhur gülmece insanımız, güldürürken
düşündüren Nasreddin Hoca’nın dediği gibi:
bütün taşlar bağlanmış, köpekler ise salınmış
durumda. Bu nedenle böyle pervasız davranıyorlar.
Ama yanılıyorlar!
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde de aynı koşullar geçerliydi, değerli
arkadaşlar. Yine iktidar tamamen emperyalistlere satılmış durumdaydı, ülke fiili işgal
altındaydı, buna karşı mücadele eden insanlarımız eşkıyalar, dagiler bagiler diye nitelendiriliyordu. Fetvalar çıkartılıyordu bunlar hakkında; bunların katli, idamı yerindedir, diye.
Ama buna karşın Mustafa Kemal’in önderliğinde halklarımız ayağa kalktılar ve emperyalistleri def ettiler, inlerine gönderdiler. Bugün, o günden çok daha kötü değil, değerli arkadaşlar.
Evet, iktidar satılmışlar cephesinin elinde.
Evet, Parababalarımız emperyalistlerle işbirliği halinde.
Evet, ordunun tepesi maalesef Mustafa
Kemal’e layık davranmıyor: Bu emperyalist
projeye karşı ya işbirliği halinde, işbirliği halinde olmayanlar da açık karşı çıkar durumda
değil,
Aydınlarımız, üniversitelerimiz, yargımız
tamamen işgal altına alınmak isteniyor. Bu
son referandumla yapılmak istenen de bu.
Ama yanılıyorlar!
Ülkemiz, tarihin zaferle sonuçlanmış, emperyalistlere karşı verilen ilk bağımsızlık savaşının, ilk ulusal kurtuluş savaşının yaşandığı topraklar buralar… Ve buralarda tam, artık
iş bitti, bunların tekrar yeniden dirilme şansı
yok, diyen emperyalistlerin bayram ettikleri
dönemde, halkın şahlanışıyla bu emperyalistlerin yenilgisini göstermiş topraklar buralar.
Yeniden aynı koşullar mutlaka oluşacak, değerli arkadaşlar. Moral bozmaya gerek yok.
Tekrar söylüyorum o günkü koşullarımız bugünden daha kötüydü. Tek bir silahımız yoktu. Askerlerimiz, ordumuz, yıllarca süren savaşlar sonucunda tümüyle yıpranmıştı. Halk,
yıllarca süren savaşlarla “harap ve bitap
düşmüştü” Mustafa Kemal’in deyimiyle.
Ama ona rağmen yine Mustafa Kemal’in deyimiyle “Söz konusu vatansa gerisi mühim
değildir” mantığıyla hareket etti halkımız ve
emperyalistleri yenilgiye uğrattı. Bu sefer de
bunu başaracağız. Buna inancımız sonsuz!
(Alkışlar… Sloganlar: Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız…)
Halkın Kurtuluş Partisi olarak diyoruz ki;
Yeni Sevr’e Karşı İkinci Kurtuluş Mücadelemiz, İkinci Kurtuluş Savaşı’mız mutlaka
başarıya ulaşacak!
İşçi Sınıfımızla, emekçi halkımızla, Asker-Sivil Aydın Gençliğimizle, Kürt kardeşlerimizle omuz omuza vererek, daha önce nasıl
emperyalistleri yenilgiye uğratmışsak, bu se-
fer de emperyalistleri ve satılmışlar cephesini
yenilgiye uğratacağız.
Hikmet Kıvılcımlı Usta bu nedenle anılmalıdır.
Çünkü Hikmet Kıvılcımlı; İkinci Kuvayimilliye Savaşı’mızın, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın Teorik-Pratik Önderidir. Halkımızın
kurtuluşunun yolunu göstermektedir.
(Alkışlar… Slogan: Kahrolsun ABD,
AB Emperyalizmi…)
Şu iyi bilinsin, biz Hikmet Kıvılcımlı’yı,
Halkın Kurtuluş Partililer olarak; kara kaşı,
kara gözü için anmıyoruz. Gerçekten Türkiye
Halkının kurtuluş yolunu gösterdiği, Türkiye
Devrimi’nin Önderi olduğu için anıyoruz, anmaya da devam edeceğiz!
Ve bu ülke, bu topraklar, Hikmet Kıvılcımlı’nın teorisiyle bu ülkenin kurtuluşunu da
mutlaka görecek. Bunu hep beraber göreceğiz.
Teşekkür ediyorum. Heyecanımı mazur
görün…
Değerli arkadaşlar,
Şimdi sizleri, Marks-Engels-Lenin-Hikmet Kıvılcımlı ve halkların kurtuluşu mücadelesinde, insanlığın kurtuluşu mücadelesinde yitirdiğimiz bütün Devrim Şehitleri için
bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.
(Enternasyonal marşı...)
Anıları mücadelemize örnek olsun.
(Slogan: Devrim Şehitleri Ölümsüzdür… Halkız Haklıyız Kazanacağız…)
Değerli arkadaşlar,
Şimdi konuk konuşmacılara söz vereceğiz. Söz talep eden iki konuğumuz var şu an.
Öncelikle Türkiye Komünist Partisi Parti
Konseyi Üyesi Sayın Tuncay Çelen Yoldaş’ı çağırıyorum.
TKP Parti Konseyi Üyesi Tuncay Çelen Yoldaş’ın Konuşması:
Hikmet Kıvılcımlı’nın Devrim Mücadelesi
son nefesine kadar sürdü
Merhaba yoldaşlar, merhaba emekçiler, devrimci gençler,
Ülkemizde devrimci olunuyor ama devrimci gibi yaşanamıyor, devrimci gibi ölünemiyor…
İşte Kıvılcımlı; yaşamı boyunca devrimci olmuş ve devrimci olarak ölmüş yiğit önderlerimizden biri. Onu sevgiyle, saygıyla,
özlemle anıyoruz.
(Alkışlar…)
Kıvılcımlı; Denizler gibi, Mahirler gibi,
Boranlar gibi, Berkesler gibi, Mustafa Suphiler gibi, darağaçlarında öldürülen, işkenceye karşı ser verip sır vermeyen, sokak ortalarında şehit edilen 68’liler, 78’liler gibi devrimci olarak yaşadı ve devrimci olarak öldü.
(Alkışlar…)
Evet, O, devrimci olarak yaşayıp devrimci olarak ölen, Türkiye Sosyalist Hareketinin
en özgün, en üretken isimlerinden biri.
O’nun örgütlü mücadelesini, kararlılığını,
bugüne, sosyalizm mücadelesine taşıyan bir
önder. O, günümüze de ışık tutuyor. Hikmet
Kıvılcımlı’ya ve O’nun gibi devrimci olarak
yaşayıp devrimci olarak hayat veda etmiş
tüm komünistlere selam olsun…
(Alkışlar…)
Onlara ve onların mücadelesine inanan,
onların mücadelesinde bugün kavgayı sürdüren sizleri, devrimci yüreğimin olanca sıcaklığıyla kucaklıyorum. Türkiye Komünist
Partisi olarak hepinize başarılar diliyorum.
(Alkışlar…)
Bugün ne yazık ki, ülkemizde döneklerin
ödüllendirildiği, medyaya türemiş, karşıdevrime hizmet veren hadi çok açık söyleyelim,
karşıdevrime amade, emperyalizme amade,
kendilerini solcu diye lanse eden kişilerin
medyaya türedikleri bir ortamda yaşıyoruz.
Bugün, devrimci tarihimizin silinmesine,
devrimci belleğimizin kazınmasına çalışılıyor. Böylesine bellek kazınan bir ortamda,
geleceğimize ışık tutan bu toplantıyı düzenleyen Halkın Kurtuluş Partisi’ni kutluyorum.
(Alkışlar…)
Evet, devrimci tarihimizi çarpıtmak, belleklerimizi kazımak, aklımızla, tarihimizle
oynamak istiyorlar. Aklımızla, tarihimizle
oynanmasına izin vermeyenlerin, belleğimizi tazeleyen böyle bir toplantının düzenlenmesinde emeği geçen bütün arkadaşları ayrıca kutluyorum. Hepsinin eline, bilincine, yüreğine sağlık…
(Alkışlar… Slogan: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm…)
Bildiğiniz gibi, Kıvılcımlı, yaşamının en
uzun yıllarını, 22 yılını zindanda geçirmiş
özgün önderlerimizden biri. Kıvılcımlı, cezaevinde, zindanlarda yattığı zamanlarda bile boş durmadı. Düşündü, yazdı, çalıştı, uğraştı… Diyalektikten Emperyalizme, Osmanlı Tarihi’nden 27 Mayıs’a kadar Türkiye
Tarihini, Türkiye’nin Devrimci Tarihini irdeledi, bize aktardı.
O yalnızca yazmadı. Yalnızca düşünmedi. Devrimci mücadelenin, Türkiye Komünist Hareketinin tam ortasında, tam göbeğinde sürdürdü mücadelesini.
17 yaşında Kurtuluş Savaşı’na gönüllü
olarak katıldı. Ve daha sonra, 1925 yılında,
Türkiye Komünist Partisi’nin kongresinde,
Gençlik Örgütlenmesinden Sorumlu Merkez
Komite Üyesi olarak seçildi. Ve bir anlamda,
Türkiye Devrimci Gençlik Mücadelesinin
öncüllerinden biri oldu.
Evet, Türkiye’de devrimci mücadele ondan sonra da, onunla beraberdi, gelişti ve yenilgiye uğradı. Ama onun kararlılığı, onun
mücadele azmi hâlâ sürüyor.
O, bir ayrıcalıktı devrimci mücadele tarihimizde.
Neydi onun ayrıcalığı?
O, yalnızca genç yaşta devrimci olmadı.
İleri yaşlarına rağmen, hastalıklarla mücadelesine rağmen, zulme karşı, hapishanelerde
çürütülmesine rağmen, genç yaşındaki yüreğindeki devrim mücadelesi, yaşlığında da,
ölümünde de, son nefesine kadar sürdürmeyi başaran yiğit önderlerden biri olarak kaldı.
O, hiçbir zaman teslim olmadı, dönmedi.
Onun için kavgasını bugün sürdürüyoruz.
(Slogan: Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet
Kıvılcımlı…)
Ne diyordu Kıvılcımlı?
“Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” var.
Şimdi tam da; Büyük Derleniş zamanıdır.
Şimdi tam da; Sosyalizm zamanıdır.
Şimdi tam da; karanlığa karşı aydınlıktan
yana olanların, sömürüye karşı emekten yana olanların, emperyalistlere ve işbirlikçilere
karşı olanların, yurtseverlerin, devrimcilerin,
sosyalistlerin tek bir yumruk gibi bir cephede toplanmasının zamanıdır.
Şimdi sosyalist iktidara yürümek, sosyalist cumhuriyeti kurmak zamanıdır.
Yaşasın Devrimciler! Yaşasın Devrim!
Yaşasın Sosyalizm!
Hepinize saygılar sunuyorum…
(Alkışlar...)
Sait Kıran Yoldaş: Tuncay Çelen Yoldaş’a bu coşkulu ve inançlı konuşması için
teşekkür ediyoruz.
7
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
İşçi Sınıfı mücadelemizde Kıvılcımlı yol gösteriyor
akliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun Konuşması:
Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yoldaş:
Değerli konuklar, Kurtuluş Partisi’nin
değerli yöneticileri, işçiler, emekçiler, hepinizi Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu DİSK adına sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
İslamiyet’ten “Tarih Devrim Sosyalizm”e,
İşçi Sınıfı mücadelesinden sendikalara kadar
her alanda teorik açılımlarını, değerlerini
ortaya koymuştur.
Yani 1935’lerde yazmış olduğu “Türkiye
İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı” ve daha sonraki dönemlerde değerlendirmeler yaptığı Türkiye’deki sendikal hareketin, 1952 yılında
kurulan (kurdurulan daha doğrusu) Türkİş’in, CIA’ca kurdurulduğunu, Türkiye’deki
sınıf hareketinin CIA’nın kontrolünden çıkmaması için bunca çaba içerisinde olmasını,
çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.
O kadar yoğun teorik ve pratik mücadele
içerisinde bile Hikmet Kıvılcımlı, “Bir sendika tüzüğü nasıl olur? Bir toplu iş sözleşmesi
nasıl olur?” gibi özgün değerlendirmeler de
ortaya koymuştur. Yani Türkiye’deki sendikal
hareketin, Türkiye’deki İşçi Sınıfı mücadelesinin Amerikancı-Sarı Gangster bir sendikal
hareket olmasının ve bunların Türkiye’deki
örneklerini çok açık bir şekilde, netçe ortaya
Bugün buraya, Türkiye İşçi Sınıfının
Önderi, Türkiye Devrimi’nin Ustası Hikmet
Kıvılcımlı Usta’yı anmak için toplanmış
bulunuyoruz.
Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de, İşçi Sınıfı
teorisi dediğimiz zaman akla ilk gelecek, teori
deyince daha doğrusu, Türkiye’de İşçi Sınıfı
ve Sosyalizm teorisi dediğimiz zaman ilk akla
gelecek isimdir. Hikmet Kıvılcımlı’dan başka
kimse yok ortada.
Hikmet Kıvılcımlı’nın, arkadaşlarımız
belirtti, benden önce konuşan arkadaşımız da
belirtti, en zor koşullarda bile nasıl mücadele
ettiğini biliyoruz. Örgütlü olduğu partisinde
de, her zaman olduğu gibi, tek başına, yalnız
başına da kalmış olsa da eleştiri yapmaktan,
öneri yapmaktan geri kalmamıştır. Çünkü girmiş olduğu, genç yaşta girmiş olduğu sosyal
mücadelede, kurtuluş mücadelesinde dehasıyla ortaya koymuş olduğu teorik mücadeleyle, TKP’den daha sonraki dönemdeki Türkiye İşçi Partisi’ne, TİP’e kadar uyarılarını ve
eleştirilerini her zaman yapmıştır.
Eleştirilerinin ve uyarılarının yolunda
yürünseydi, Türkiye’deki İşçi Sınıfı mücadelesi ve hareketi, Türkiye’deki sosyalizm
mücadelesi bugün bu koşullarda olmayacaktı.
Çünkü Hikmet Kıvılcımlı’nın ortaya koyduğu
teorik açılım, kavgaya girdiğinden yani Türkiye Komünist Partisi’ndeki gençlik önderi
olduğundan yaşamının sonuna kadarki mücadelesindeki ortaya koyduğu teorik ve pratik
mücadelenin sonuçlarına baktığımızda, bu
gerçeklik ortaya çıkmaktadır. Yani o anlamda
da doğrulanmıştır Hikmet Kıvılcımlı. Tam da
bugünlerde, İkinci Kurtuluş Savaşı’nın, toplumsal ve sosyal kurtuluş savaşının, ulusal ve
toplumsal kurtuluş savaşının güncel olduğu
tam da bugünlerde, Hikmet Kıvılcımlı’nın
teori ve pratiği, bu anlamda daha bir güncellik kazanmıştır, daha bir önem kazanmıştır.
Bundan dolayı ben, bugün bu mücadeleyi
kararlılıkla yürüten, 1920’lerden bugüne
kadarki teorik ve pratik mücadelenin devamcısı olan Kurtuluş Partilileri, Kurtuluş Partili
Yoldaşları ve taraftarlarını ayrıca kutluyorum.
Türkiye Devrimi’nin yolu, elbette Mustafa Suphiler’e, Deniz Gezmişler’e, Mahir
Çayanlar’a, diğer tüm devrimci önderlere
sahip çıkıyoruz ama, Hikmet Kıvılcımlı’dan
geçmektedir.
Bugünkü emperyalizm koşullarında, hepimizin de bildiği gibi, emperyalizm, CIA ve
diğer ajanlarıyla, “project democracy”le, birtakım projelerle, ne yazık ki sol ve devrimci
hareket üzerinde de ciddi anlamda kırılmalar
yaratan birtakım çabalar içerisine girmiştir.
Bunda da kısmen başarılı olmuştur…
Bundan dolayı “Tam Bağımsız, Demokratik Türkiye”nin kurulmasının, gerçek
anlamdaki bir Türk Kürt Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasının teorik ve pratik mücadelesinin
yol
göstericiliği,
Hikmet
Kıvılcımlı’nın mücadelesinden geçmektedir.
Hikmet
Kıvılcımlı
gerçekten,
koymuştur.
O bakımdan, elbette biz de Nakliyat-İş
olarak, Türkiye İşçi Sınıfı Mücadelesini değişik alanlarda, değişik işkollarında sürdüren
Partili
Yoldaşlar
olarak,
Hikmet
Kıvılcımlı’nın mücadelesini, İsmet Demirler’in mücadelesini örnek alıyoruz.
Elbette İşçi Sınıfının mücadelesi tek başına ekonomik mücadeleyle sınırlandırılamaz.
Elbette İşçi Sınıfı ve sendikal hareket, İşçi
Sınıfının siyasi mücadelesiyle iç içe olmak
durumundadır. Sadece ekonomik ve sendikal
alandaki bir mücadelenin geleceği yerler bellidir. Onu siyasi mücadeleyle ileriye taşımak,
kaçınılmaz olarak tüm İşçi Sınıfının sorumluğundadır.
Tam da bu aşamada, içinde bulunduğumuz dünyanın bu koşullarında ve çok fazla
uzatmadan birkaç şey belirtmek istiyorum.
Mücadelenin önemi her geçen gün artmaktadır, değerli yoldaşlar, değerli konuklar.
Geçenlerde IMF Başkanının, Strauss’un
yapmış olduğu bir açıklama var, önümüzdeki
dönemlerde 400 milyon insanın işinden olacağı yönünde bir açıklaması var. Aslında
işgücü bazlı baktığımızda, dünyanın çalışabilir nüfusunun yüzde 20’sinin önümüzdeki
dönemlerde işsiz kalacağını; açlıkla, yoksullukla pençeleşeceğini açıkça ortaya koymaktadır bu açıklama. Emperyalist bir kuruluş
olan IMF’nin Başkanı tarafından konulmaktadır…
Geçtiğimiz yıllarda, geçtiğimiz 2008 ve
2009 yılında, hepimizin bildiği gibi emperyalizmin yeni bir bunalımıyla karşı karşıya kaldık hep beraber. Uluslararası Çalışma Örgütü,
o dönemde, 50 milyon kişi işinden olacak,
demişti. Bu rakam, geçtiğimiz süre içerisinde
30 milyon civarında oldu. Türkiye’de de, o
dönemde işinden olan işçi kardeşlerimizin
sayısı, işsizlikle karşı karşıya kalanların sayısı 2-3 milyon civarında. Yani resmi rakamlara göre, bizzat sosyal güvenlik kapsamında
olanlardan işini kaybedenlerin sayısı 2 milyon civarında. Türkiye’de, en az yüzde 50-60
oranında kayıt dışılık söz konusudur. Yani
Türkiye’de, gerçekte 3 milyon işçi kardeşimiz de işinden, ekmeğinden olmuş durumda.
Bunun anlamı nedir?
Dünya’da ve Türkiye’de, emperyalist
tekeller, bir avuç sömürücü, zenginliğine zenginlik katmaktadır…
Yani 7 milyara yaklaşan dünya nüfusunda,
bir avuç sermayedar ve onun şürekası giderek
zenginleşirken, dünya halklarına, dünya İşçi
Sınıfına düşen; yoksulluk ve işsizlikten başka
bir şey değildir. Böyle bir tablo ortaya koymaktadır şu anki dünyada egemen olan sistem.
Ama bu böyle gitmeyecek!
Hepimizin bildiği gibi, Latin Amerika’dan
başlayan antiemperyalist sol bir dalga, kaçınılmaz olarak dünyadaki tüm halkları etkileyecektir. Yani dünyadaki, dünya tarihindeki
70 yıllık sosyalizm uygulaması çok uzun bir
Sait Kıran Yoldaş:
Değerli Arkadaşlar,
Şimdi söz, Türkiye İşçi Sınıfı hareketinde,
Sendikal mücadele alanında Usta’mızın
öğrencilerinden, İsmet Demir’in geleneğini
bugün de yaşatan, insanlığından başka her
şeyini İşçi Sınıfı mücadelesine adayan, “İşgal
Grev direniş Yaşasın Nakliyat-İş” sloganını
tüm İşçi Sınıfı mücadelesine kazandıran,
benimseten, İşçi Sınıfının Önderi, DİSK
Örgütlenme Daire Başkanı ve Nakliyat-İş
Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yoldaş da.
(Alkışlar… Slogan: İşgal Grev Direniş
Yaşasın akliyat-İş… Alkışlar…)
süre değildir. Yani önümüzdeki günlerde,
kaçınılmaz olarak, bu kadar haksızlık, bu
kadar adaletsizlik karşısında başta İşçi Sınıfı
olmak üzere, dünya halklarının bu zulme ve
bu baskıya karşı direnişi elbette daha gelişerek güçlenecektir.
Türkiye’de de aslında durum pek farklı
değildir. Türkiye’de de, dediğim gibi 20082009’da işinden olan işçi arkadaşlarımızın,
kardeşlerimizin sayısı 3 milyon civarındadır.
Şu anda söylenen; AKP’nin de, yandaş medyanın da söylemiş olduğu, “Türkiye ekonomisi iyi gidiyor”, gibi birtakım değerlendirmeler, tamamen aldatmacadır. Aslında işin
gerçeği, şu andaki verilerle bile, (onların
TÜİK gibi kurumları, zaman zaman birtakım
yanıltıcı değerlendirmeler, yanıltıcı birtakım
verileri esas alan raporlar açıklasa da) Türkiye’ deki şu anki ekonomik durumun gelmiş
olduğu boyutlar, 2008 öncesine dahi ulaşamamıştır. Yani Türkiye Ekonomisi 2008 ve
2009’da bir daralma yaşamıştır. Ve giderek de
bu, aslında şu anki dönem, ekonomik durum,
tamamen ithalata dayanan, dış borca dayanan
bir durumdur. Bir sanal büyüme vardır. Gerçek anlamda üretime dayanan, halkçı bir
uygulamaya dayanan ekonomik politikalar
uygulanmamaktadır.
Dünya Bankası, IMF ve diğer emperyalist
tekeller, Türkiye’de, Sait Kıran Yoldaş’ımızın
da belirttiği gibi, şu anda bir ekonomik bunalımın derinleşmesini istememektedir çıkarları
gereği. Çünkü siyasi olarak Ortadoğu’da birtakım emelleri vardır. Bunun gerçekleşmesi
için Türkiye’yi ithalata dayalı, sıcak paraya
dayalı ekonomiye yöneltiyorlar. Ki sıcak
paranın da devridaimiyle yüksek faizle onu
kat kat kazanarak, sermayeyi dışarı kaçıran
gene emperyalist tekellerdir.
Bunun karşılığı, dediğim gibi, bu bize ne
diye yutturuluyor?
İşte ekonominin iyiye gittiği şeklinde yutturuluyor.
Ama bir taraftan da, diğer taraftan da işsiz
sayısı artıyor, yoksullukla pençeleşen insan
sayısı giderek artıyor.
Türkiye, gelir dağılımının en adaletsiz
olduğu ülkelerden bir tanesi…
Türkiye’de de durum böyle gitmeyecek,
değerli yoldaşlar. Türkiye’deki bu ekonomik
ve siyasi zulme karşı, işçi kardeşlerimiz son
yıllarda giderek daha fazla mücadele etme
eğilimindeler. Daha fazla örgütleniyorlar.
Önümüzdeki süreçte, önümüzdeki yıllarda
daha fazla örgütlenerek, bu ekonomik ve
siyasi zulme dur diyecekler. Buna önderlik
yapacaklar da devrimcilerdir, sosyalistlerdir.
Bu görev de, başta Kurtuluş Partili Yoldaşlara düşmektedir.
Geçtiğimiz günlerde, Gebze gibi sanayinin belli ölçüde yoğun olduğu yerde,
MUTAŞ işyerinde, Kurtuluş Partili Yoldaşlarımızın örgütlemiş olduğu, metal işkolunda
örgütlemiş olduğu bir işyerinde, İşgal gerçekleştirdik.
Arkadaşlarımız sendikaya üye oldukları
için (40 civarında işçi kardeşimiz sendikaya
üye oldular. Sendika çoğunluğu sağladı.
Anaysal bir hak.) işveren önce 7 işçi kardeşimizi işten attı. Daha sonra bu sayı 15’e çıktı.
Daha sonra da tüm sendika üyelerini işten
çıkarttı. Biz de izliyoruz. Ben aynı zamanda
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı olduğum
için, orada hem Kurtuluş Partili yoldaşlar
kanalıyla, hem sendikamızın Gebze Şubesindeki yönetici arkadaşlarımız kanalıyla, süreci
izliyoruz. Tek yaptıkları, anayasal haklarını
kullanarak sendikaya üye olmak. Şimdi burada, MUTAŞ’ta, belli süre Direniş devam etti.
Tazminatsız olarak çıkarttılar. Yani 25 tane
işçi kardeşimiz tazminatsız olarak işten çıkartıldı. Belli bir süre, iki aya yakın süreden beri,
direndi arkadaşlarımız.
Kurtuluş Partisi’nin gerçekleştirdiği Hikmet Kıvılcımlı’nın 11 Ekim’de yapılan
Mezarbaşı Anmasına da geldi bu Direnişçi
İşçi kardeşlerimiz. Topkapı Mezarlığı’nda
yapılan mezar anmasına da geldiler…
Daha sonra, kapının önünde direniş yaparak bir sonuç elde edemeyince, gecenin ikisinde, gece yarısı saat 2’de, 9 metre yüksekliğindeki, fabrikanın içindeki vinçlerin üzerine
çıktılar. Çünkü haklı olarak arkadaşlarımız,
işçi kardeşlerimiz 14-15 yıldan beri çalışmışlar, patron bir tek kuruş tazminat vermemiş,
tazminatsız olarak işten çıkartmış, yani direnmekten başka şansları yok bu arkadaşların.
Gecenin saat ikisinde vinçlere çıktılar, tam
48 saat vinçlerde kaldılar.
Emniyet müdürüyle görüştük biz, ben de
görüşmede vardım, Gebze Emniyet Müdürüyle. İşçilere ekmek ve su verilmedi. Ekmek,
su verilmedi…
Dedim, ya sen patronun burada korumalığını mı yapıyorsun? Sen kamu görevi yapmı-
yor musun?
Ondan sonra, ya işte seninle anlaşamıyoruz. Sen kavgacısın…
Ya kavgasıyla falan alakası yok…
Dedim, bak sen burada görevini yapacaksın. Kamu görevlisisin. Bizim sizden beklediğimiz, Konfederasyon olarak da, Sendika olarak da, İşçiler olarak da beklediğimiz; sen
görevini yapacaksın!
Ondan sonra işçiler bir taraftan…
Tabiî eylem devam ediyor. Dayanışma
için gelenler, işte diğer fabrikalardan gelenler,
işçi kardeşlerimiz, Kurtuluş Partili ve diğer
halk örgütlerinden gelen temsilciler üzerine
polis kaç defa gaz sıktı. Gaz bombasıyla,
biber gazıyla, coplarla (hava da çok yağmurluydu), kaç defa müdahale etti. Dayanışmayı
da engellemek istiyor. Gebze Şube Başkanımızı, aynı zamanda Yoldaşımızı, Arkadaşımızı, Erdal Yoldaş’ımızı polis vahşice gözaltına
aldı. Bir taraftan gaz bombalarıyla bir taraftan
onlarca polisle… Yani polis işi gücü bıraktı,
orada patronların çıkarı için hizmet ediyor.
Şimdi böylesi bir durum da var. Yani
tamamen işverenlerin, patronların, sermayedarların çıkarlarına her türlü hizmet eden bir
düzen var.
Ama buna karşı da, şunu anlatmak istiyorum, buna karşı da, kaçınılmaz olarak yani
bıçak kemiğe dayanmış durumda… Orada 1415 yıldan beri işçiler çalışıyorlar. Tazminatlarını elde edemiyorlar. Bunun için de, yeri geldiğinde, 9 metre vincin üstüne de çıkarak, bedenlerini ortaya koyarak, her türlü kendilerini
ortaya koyarak, direnme yolunu seçiyorlar.
Burada sendikadan kaynaklanan birtakım
zaaflar ve eksiklikler var. Direniş daha da ileriye taşınabilirdi. Tam zamanında yapılabilirdi. Çünkü her işgal eyleminin ve her mücadelenin, zamanında ve yerinde yapılması gerekiyor. Yani buradan şunu anlatmak istiyorum,
aslında MUTAŞ İşgalcilerinden de gelip bunu
anlatacak işçi kardeşlerimiz vardı. Birtakım
özel mazeretlerinden dolayı bu olamadı.
Onlar adına da, ben bir anlamda onların sözcülüğünü yapmış oldum bir yönüyle…
Şimdi böylesi bir döneme giriyoruz. Yani
bir taraftan da gerçekten örgütlenme eğilimi
her alanda var.
Biz sendika olarak, Nakliyat-İş Sendikası
olarak, bir hesap yaptım, son bir yıl içerisinde
örgütlediğimiz işçi sayısı 2000’e yakın,
değerli arkadaşlar.
Sendikaların güç kaybettiği, üye kaybettiği bir dönemde, biz sendikamızın üye sayısını, çok büyük, böyle on binlerle ifade edilen
bir sendika değiliz, ama yüzde 50 oranında
artırmayı başardık.
Mücadelemizle başardık, inancımızla
başardık!
Çünkü biz İşçi Sınıfına inanıyoruz! İşçi
Sınıfının mücadelesine inanıyoruz! İşçi Sınıfının davasına inanıyoruz!
Bizim farklılığımız bu!
Elbette, Tekel Direnişi gibi çok önemli bir
kitlesel direnişe önderlik yapamazdı TekGıda İş Sendikası. Tek-Gıda iş Sendikası niye
önderlik yapamazdı? Çünkü ikiyüzlülükle bu
mücadele yürümez. Tek-Gıda İş Sendikası,
Cevizli’de binlerce dönüm Tekel arazisi birilerine peşkeş çekilirken, İdare Mahkemesine
dava açıyor. Ancak daha sonra AKP ile anlaşarak, o davadan vazgeçiyor. O davadan vazgeçiyor… Ondan sonra da sen Tekel İşçilerinin mücadelesine nasıl sahip çıkabilirsin?..
Bu bir ikiyüzlülüktür.
Bir taraftan on bine yakın işçi Ankara’ya
geldiler. Kaçınılmaz olarak sahip çıkıyor gibi
görünüyorlar. Bir yerden sonra da yarı yolda
bıraktılar…
Onların, o tür sendikacılığın, sarı sendikacılığın misyonu bu, değerli arkadaşlar. Türkİş’ in de, Hak-İş’ in de misyonu, yine bu düzenin devamını sağlamak…
Hani DİSK’te her şey yolunda mı?..
DİSK’te de, tabiî istediğimiz şekilde işler
yolunda gitmiyor. Çabamız da; DİSK’i gerçek anlamda bir sınıf örgütü, 15-16 Haziran’ları yaratan, Kaveller’i yaratan, Demirdöküm Direnişleri’ni yaratan, DGM Direnişleri’nde ve Faşizme İhtar Eylemleri’ni yaratan
bir DİSK haline getirmektir. Ancak böyle bir
DİSK, böyle bir mücadeleden doğan bir
DİSK ile bu mücadeleyi daha da ileriye taşıyabiliriz. Bunun sorumluluğu da bizde.
O bakımdan, Dünya’daki ve Türkiye’deki
bu hayâsızca sömürüye, baskıya ve adaletsizliğe karşı başta İşçi Sınıfı olmak üzere, tüm
dünya halklarının bu direnişinde Hikmet
Kıvılcımlı Usta’mız hepimize yol gösteriyor.
Er geç Dünyadaki ve Türkiye’deki mücadele başarıya ulaşacaktır, diyorum.
Bu duygularla, ben bir kez daha Hikmet
Kıvılcımlı’nın mücadelesi önünde saygıyla
eğiliyorum…
Kahrolsun Emperyalizm!
Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi!
Yaşasın Sosyalizm!
***
Sait Kıran Yoldaş:
Şimdi Kurtuluş Partisi Gençliği adına
Usta’sını anmak üzere Eskişehir İl Başkanı’mız, genç arkadaşımız Sabahattin Tümkaya sesleniyor:
(Alkışlar… Slogan: Yaşasın Gençliğin
Devrimci Mücadelesi…)
Kurtuluş Partisi Gençliği:
Yolumuz açık, inancımız tamdır!
U
Merhaba Yoldaşlar,
sta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 39’uncu
Yıldönümünde Usta’mızdan devraldığımız kızıl bayrağı daha da yükseklere çıkartarak yolumuzda ilerliyoruz.
Usta’mız, yetmiş yıllık ömrünün elli yılını insanlığın kurtuluş yolu olan sosyalizm
davasına adamış ve bunun yirmi iki buçuk
yılını faşizmin işkencehanelerinde bir gün
bile yılmadan, bıkmadan, usanmadan, işkencecilerine bile kök söktüren devrimci
inadıyla, tırnaklarıyla betonu kazırcasına,
mücadele azmiyle zindanları Kızıl Üniversitelere çevirerek yolumuzu aydınlatan yüzlerce teorik eser ve pratik mücadele örnekleri bırakarak, ülkemizde gerçek devrimci
çizginin yılmaz temsilcileri olan biz Kurtuluş Partisi Gençliği’ne paha biçilmez bir hazine bıraktı.
Henüz 17’sindeyken emperyalizme karşı
Kuvayimilliye hareketine katılıp, gösterdiği
başarılarla Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanlığı’na getirildi.
Biz Kurtuluş Partisi Gençliği, Türkiye
Devrimi’nin, dünya halklarının kurtuluş yolunu gösteren Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın
düşünce oğulları ve düşünce kızları olarak
bulunduğumuz her alanda örgütleniyoruz;
örgütlenirken öğreniyoruz, öğretiyoruz ve
biliyoruz ki, biz örgütlendikçe karşıdevrim
cephesi ve karşıdevrim cephesinin bataklığına saklanmış çakallar sürüsünün dizleri
titriyor. Titredikçe hırçınlaşıyor ve bir hayvan içgüdüsüyle daha da saldırganlaşıyor.
Bizi yıldırmaya çalışan bu Finans-Kapital, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı
ve “project democracy”nin bilinçsiz destekçisi Sevrci Sol bize pes edin, diyor.
Diyorlar da; bizim aşınmaz, yok edilemez ve devrimci bir çizginin yani Hikmet
Kıvılcımlı Usta’nın yarattığı gerçek devrimci çizginin temsilcileri olduğumuzu
bilmiyorlar ya da unutuyorlar!
Yoldaşlar!
Karşıdevrim cephesinin tüm saldırılarına
rağmen önümüze çıkan tüm engelleri aşıp,
Modern İşçi Sınıfının yanındaki yerimizi
alarak mücadelemizi zafere ulaştıracağız.
Bunu mutlaka başaracağız.
Hedeflerimizi gerçekleştirmek için, gençliğin devrimci mücadelesinin önündeki en
büyük engel olan ve kurulduğu günden beri
öğrencilerin kanını emen, öğrencileri haraca
bağlayan, dinci eğitim politikalarıyla özellikle son dönemlerde cemaat ve tarikatların
önünü açan, ezberci eğitim sistemiyle öğrencileri, düşünmekten, sorgulamaktan soyutlamaya çalışan YÖK’e karşı Kurtuluş
Partisi Gençliği olarak bulunduğumuz her
yerde protesto gösterileri yaptık.
Tayyipgiller’in, YÖK’ün başına getirdiği insan sefaleti Yusuf Ziya Özcan’la üniversitelerimize Türbanı sokarak, “Yeşil Kuşak”, “Ilımlı İslam Projesi”ni hızlandırdı.
Bununla yetinmeyerek üniversitelerimize
polis kampları kurdurdu. Bu yüzden biz
Kurtuluş Partisi Gençliği olarak bulunduğumuz her yerde, “Türban Özgürlük Değil
Esarettir”, “Eşit, Parasız, Laik, Anadilde
Eğitim” şiarıyla, Finans-Kapital ve TefeciBezirgân Sermaye Sınıfına karşı Usta’mızdan devraldığımız mirasla 12 Eylül Faşizminin çocuğu YÖK’ü tarihe gömeceğiz.
Yoldaşlar!
Parababaları her geçen gün ülkemizi daha da geriye götürmek istiyor. Onlar küçük
bir azınlık olmasına rağmen büyük bir çoğunluğu ezmektedirler. Satılmış medyasıyla, güvenlik güçleriyle; şimdi de yargısıyla
ülkemizi kendi babalarının çiftliği gibi sömürüyorlar. Bu iblislerin oyununu Modern
İşçi Sınıfının yanında yer alarak bozacak biziz.
Marks-Engels-Lenin-Kıvılcımlı
Usta’nın açtığı yoldan adım adım ilerliyoruz, örgütleniyoruz bir araya gelince nelerin
Devamı sayfa 19’da
8
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Kılıçdaroğlu kimin kılıcı?
T
ürkiye’de bir “Yeni” modasıdır gidiyor.
Son 10-15 yıldır, düşüncelerini, değerlerini, geleneklerini, anlayışlarını değiştiren
kişiler ya da özellikle kurumlar, adlarının başına
“Yeni” sözcüğü eklenerek adlandırılmaya başlandı eskisinden farkını göstermek için. Ancak
bu “Yeni” nitelemesi, gerçek anlamda “yeni”yi,
yeniliği içermiyor ne yazık ki…
12 Eylül öncesinin MHP Yöneticisi faşist Taha Akyol, 12 Eylül’den sonra, düşüncelerini-görüşlerini değiştirdi ve esas olarak MuhafazakârLiberal bir çizgi tutturdu. Yani sözcüğün tam ve
gerçek anlamıyla liboşlaştı.
TDK’ye göre Liboş: “Liberal ekonomiyi ve
liberal siyaseti savunurken çabucak zengin
olmayı amaçlayan ve bu yolda hiçbir değer
yargısını kabul etmeyen, her şeyi mubah gören kimse”dir.
İşte eski faşist “yeni” liboş Taha Akyol, kendisinden de iyi bildiği için, bu konuda tecrübeli
birisi. Yıllar önce DİSK’e: “Yeni DİSK” dedi.
Gerçekten de “Yeni” DİSK, artık eski DİSK değildi. 12 Eylül öncesinin DİSK’i, bütün eksik ve
yanlışlarına rağmen İşçi Sınıfının hak ve çıkarlarını savunmaktaydı. Oysa “Yeni” DİSK, artık,
işverenlerle uzlaşmacı bir sendikal anlayışı benimsemişti.
Ve bu kavram tuttu Türkiye’de. Artık bundan
sonra eski düşüncelerini, görüşlerini, anlayışlarını değiştiren, daha doğrusu satan, dönekleşen kişi ya da kurumların adlarının başına “Yeni” kavramı getirilmeye başlandı.
CIA Ajanı Graham Fuller: “Yeni Türkiye
Cumhuriyeti” adlı bir kitap yayımladı.
“Newsweek Türkiye” Dergisi’ne göre, Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayimilliyecilerin
Türk Ordusu, artık “Yeni Türk Ordusu” oldu.
Yine Taha Akyol, CHP için “Yeni CHP” dedi.
***
Taha Akyol, niçin “Yeni CHP” dedi?
Bildiğimiz gibi, “Eski” CHP Genel Başkanı
Deniz Baykal, CIA, Fethullahçılar ve Tayyipgillerce tezgâhlanan bir kaset skandalıyla siyasi hayattan silindi. CHP Genel Başkanlığından istifa
etmek zorunda bırakıldı. Yerine “Yeni” bir Genel Başkan getirildi: Kemal Kılıçdaroğlu.
Taha Akyol, yılların köpek sezgisiyle, bir anda işi kavradı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin
eski düşüncelerini, görüşlerini, geleneklerini,
önceliklerini değiştireceğini gördü. Yani CHP’yi
dizayn edeceğini gördü. Ve 20 Mayıs 2010’da
“Yeni CHP?!” başlıklı bir makale yazdı.
Taha Akyol, “Yeni CHP” demesinin gerekçesini de şöyle koyuyordu yazısında:
“Kılıçdaroğlu’nun ilk açıklamalarını hayli umut verici buluyorum, “Katı devlet
Türkiye‘nin önünü tıkar” diyor:
“Tam tersine, üreten sanayicinin önünü
açmamız lazım... Bürokrasiye boğulan bir yönetim anlayışı sadece Türkiye’de değil dünyanın hiçbir tarafında başarılı olamaz...”
“(…)
“Belediye seçimleri sırasında kendisiyle
C!! Türk‘te yaptığım mülakatta Kılıçdaroğlu CHP ile geniş halk kitlelerinin arasında
“kültürel duvarlar” olduğunu, bunu aşmaya
çalıştıklarını söylemişti. Bu, ekonomik faktörden daha önemlidir. CHP’nin bildik yasakçı ve şüpheci dili yerine daha özgürlükçü
bir dil ve davranış gerektirir.” (Taha Akyol,
Milliyet, agy)
Yani Taha Akyol, K. Kılıçdaroğlu’ndaki ışığı(!) görmüştü, “umut”luydu.
Taha Akyol, K. Kılıçdaroğlu’na şöyle akıl
veriyordu aynı yazıda: CHP, “Gerçek bir yenilenmeyle, yeni ekiple, yeni dille, yeni slogan
ve yeni kavramlarla daha da yukarıya çıkabilir.” diyerek…
Yani, “Yeni ekip, yeni dil, yeni slogan, yeni
kavramlar” diyerek… “yeni” istek ve beklentilerini çoğaltmıştı Kılıçdaroğlu’ndan.
O da, yaptığı “yeni” açıklamalarda Taha Akyol’un kendisinden beklediği “umut”u boşa çıkartmadı. Aksine pekiştirdi o “umut”ları… Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin “Yeni
Genel Başkanı” olarak, “Yeni CHP”yi şekillendiriyor kendisinden beklenen, istenen ve verilen görev doğrultusunda…
Haa, beklenen, istenen ve verilen “yeni” görevler, Taha Akyol’un mu?
Asla!
Taha Akyol, AB-D Emperyalistlerinin,
CIA’nın, yerli Parababalarının sözcülüğünü yapıyor sadece. İstek ve emirler onlardan geliyor.
Şimdi K. Kılıçdaroğlu’nun yumurtladığı incilerin sadece bir kısmını görelim…
Kılıçdaroğlu’ndan 27 Mayıs’a bakış
26 Mayıs tarihinde Milliyet Gazetesi’ne “geniş kapsamlı bir söyleşi veren Kılıçdaroğlu”,
27 Mayıs günü yayımlanan söyleşisinde, o gün
50’nci yıldönümü olan 27 Mayıs için bakın ne
diyordu:
“Darbelere karşıyız. 27 Mayıs’ı yapanlar
bugün utanıyor.”
27 Mayıs tarihli gazeteleri ve yazarlarını
okuduğumuzda, aşağı yukarı tamamı (nazar
boncuğu kabilinden kalan birkaç tanesini saymazsak), 27 Mayıs için Kılıçdaroğlu’yla aynı
şeyleri söylüyorlardı. Yeni Şafak’ından Radikal’ine Zaman’ından Taraf’ına, Star’ından Vakit’ine, Sabah’ından Posta’sına, Milliyet’ine…
Murat Belge’sinden Zülfü Livaneli’sine, Okay
Gönensin’inden Aziz Üstel’ine, Rauf Tamer’inden Mehmet Altan’ına, Taha Kıvanç’ından
Mümtaz’er Türköne’sine, Hasan Cemal’inden
Mahmut Övür’üne, Erdal Şafak’ından Türker
Alkan’ına kadar her boydan her soydan şeriatçısı, liboşu, “demokrat”ı…
Manşetler atıyorlardı: “27 Mayıs Yüz Karası”, “Darbe için özür dileyin” vb. gibi.
Abdullah Gül: “27 Mayıs’lar artık tarih oldu” ve Bülent Arınç: “Milyonlarca kişi 27 Mayıs’ı kara bir gün olarak hatırlıyor”, diye demeçler veriyor, Hasan Cemal: “Siyaset meydanımızda ‘kötülüklerin anası’ olarak 27 Mayıs
darbesi…” gibi başlıklarla kötülüyorlar, aşağılıyorlardı 27 Mayıs’ı.
İşte bunlara bir de Kemal Kılıçdaroğlu eklenmiş oluyordu. Zaten yeterince küfreden vardı
27 Mayıs’a. Kılıçdaroğlu’na ne oluyordu? Üstelik de “Eski” CHP böyle bir şeyi asla söylemiyorken… İşte Taha Akyollar’ın “Yeni CHP” ve
“Yeni Genel Başkan”ı buydu… Yani bir görev
yerine getiriliyordu.
İnsanların Kılıçdaroğlu’nun bu söyleşisini
okudukları saatlerde (27 Mayıs günü), İstanbul
Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı önünde, “1961
Anayasası ve Çağdaş Demokrasi Vakfı” önderliğinde bir araya gelen 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlerden sağ kalanlar ve 27 Mayıs’ı savunanlar, 27 Mayıs’ın 50’nci yıldönümünü kutluyorlardı: “50’nci yılında 27 Mayıs Devrimi, getirdiği yenilikler ve kurumlarıyla ışık saçmaya
devam etmektedir. Ulusumuza kutlu olsun”
diyerek…
Ve Kılıçdaroğlu’na da: “Biz utanmıyoruz”
diye yanıt veriyorlardı.
Bir insan, nasıl böyle çukurlara düşürebilir
kendisini?.. Başkasının adına konuşma cesaretini, üstelik de gerçekliği tam tersine çevirerek yapabilir bunu?..
Ancak görevli olursa!
27 Mayıs’a küfreden tüm bu kişi ve güruhlara karşı, 68’liler Birliği Vakfı, Cumhuriyet Vakfı
gibi 27 Mayıs’ı savunanlar da vardı bizzat 27
Mayısçılardan başka.
Bir de Halkın Kurtuluş Partisi vardı.
Kurtuluş Partisi’nin, 27 Mayıs’ı “Politik
Devrim” olarak niteleyen ve savunan ve kutlayan Ankara’da gerçekleştirdiği eylemi, gazeteler
(tabiî cumhuriyet dışında, eleştirerek ve darbeci
diyerek), şu başlıklarla vermek zorunda kaldılar:
“Bir tarafta lanetlendi diğer tarafta kutlandı”. (Yeni Şafak)
“Darbe yanlıları da eylemde”. (Star)
“27 Mayıs’a hem kutlama hem protesto
“Onlara göre politik devrim”. (Milliyet)
“50. Yıldönümünde 27 Mayıs darbesi tartışılıyor “Kimi kutladı kimi protesto etti
“Halkın Kurtuluş Partisi üyeleri darbeye
sahip çıktı”. (Radikal)
“Hem kutlandı hem protesto edildi
“Ankara’da Abdi İpekçi Parkı’nda toplanan karşıt görüşlü iki grup 27 Mayıs Darbesi’ni aynı anda hem kutladı, hem protesto etti. Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı gösteriler olaysız sona erdi
“Halkın Kurtuluş Partisi üyeleri 27 Mayıs’ın “politik bir devrim” olduğunu ileri sürdü”. (Taraf)
Kılıçdaroğlu, orada da durmadı. Hemen arkasından, 29 Mayıs günü, bu konudaki düşüncelerini daha da pekiştirdi: 28 Şubat’a ve 27 Nisan’a da karşı çıktı bu kez de:
28 Şubat için: “Erbakan direnmeliydi” dedi. “28 Şubat’ta Erbakan direnseydi siyaset
ve toplumdan destek görürdü” dedi.
27 Nisan içinse: “büyük hataydı” dedi.
Yukarıda adlarını saydığımız kişiler ve gazeteler, 28 Şubat’a da, 27 Nisan’a da karşıydılar
zaten. Bunlara bir de Kılıçdaroğlu’nun “Yeni”
CHP’si eklenmiş oldu…
O 27 Mayıs ki, bugüne kadar TC’nin gördüğü en ilerici Anayasayı, 27 Mayıs Anayasasını
Türkiye’ye armağan etmiştir. Sosyalizm serbest
bırakılmış ve Sosyalist Partilerin kurulması
önündeki engeller kaldırılmıştır. Sosyalist Kültür hızla yayılmış ve bunun sonucunda başta 68
Kuşağı olmak üzere sosyalist kuşaklar yaratmıştır. İşçi ve Kamu Çalışanlarına, Köylüye, Gençliğe örgütlenme hakkı getirmiştir. İşçi Sınıfının
Grevli Toplusözleşmeli Sendika Hakkı, 27 Mayıs Anayasasıyla sağlanmıştır. Basın emekçilerinin haklarını sağlayan Basın Yasasını çıkartmıştır. Üniversitelerin idari ve mali Özerkliği sağlanmıştır. Sosyal Devlet kavramını getirerek,
halkın ihtiyaçlarının öncelikli olarak ele alınmasını sağlamıştır. Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesine Dair Kanun (Sosyalizasyon Kanunu)yn’la sağlık hizmetlerini sosyalleştirmiştir.
Herkes için Parasız Sağlık Hizmeti sağlayan bir
sistem kurmuştur.
Kılıçdaroğlu, 27 Mayıs’la,
12 Mart–12 Eylül’ü eşitliyor
Burjuva ve küçükburjuva aydınların, yazarçizerlerin, Sevrci Sahte Solcuların “darbe”lere
yaklaşımlarında bir ön kabulleri var:
Bütün darbeler kötüdür.
27 Mayıs da bir darbedir.
Dolayısıyla 27 Mayıs da kötüdür, diyorlar.
Bu, tam bir Aristo mantığı örneğidir.
Oysa gerçek devrimciler, toplumsal olaylara,
“darbe”, “ihtilal” vb. şekilde, yapılış biçimlerine
bakarak değil, kimin tarafından, kime karşı, hangi sınıf ve zümrelerin çıkarına hizmet ettiğine
bakarak, (iyi ya da kötü olduğuna) karar verirler.
Örneğin 1974 yılında Portekiz’de, 1932 yılından 1968 yılına kadar ülkeyi Faşist Diktatörlük altında yöneten Salazar’ın devamcısı ve
onun faşist rejiminin sürdürücüsü olan ve sözde
seçimle yönetime gelen iktidarı, Ordu askeri bir
vuruşla devirdi ve yönetimi ele geçirdi. Başbakan Marcelo Caetano ve Devlet Başkanı Tomas
Brezilya’ya kaçtılar. Salazar Diktatörlüğü’nün
devamı olan iktidara ve sömürge savaşlarına
karşı çıkan ve çözümü yönetimi ele almakta gören ve kendilerini “Silahlı Güçler Hareketi
(Movimento das Forças Armadas, MFA)” diye adlandıran ilerici-devrimci Ordu Gençliği tarafından gerçekleştirilen bu hareketin bir diğer
adı da “Yüzbaşılar Hareketi”ydi. (Bu devrimde, askerlerin ele geçirdikleri stratejik noktalardan biri olan Lizbon Çiçek Pazarı’nda bolca bulunan karanfilleri tanklarının ve silahlarının
namlularına takmaları ve bu görüntülerin tüm
dünyaya duyurulmasıyla “Karanfil Devrimi”
de denilmektedir.)
“Darbeden hemen sonra göreve başlayan
Ulusal Kurtuluş Cuntası (Junta de Salvação
!acional) yurttaşlık haklarını ve demokratik
hakları güçlendirmek, temsili bir parlamentonun yeni bir anayasa hazırlaması için tüm
yurttaşlara tanınan tek dereceli oy hakkıyla
özgür seçimler düzenlemek ve sömürgeleri
yeniden barışa kavuşturmak görevini üzerine
aldı. Eski rejim döneminin tek yasal siyasi
partisi olan Ulusal Halk Eylem Partisi ile siyasi polis teşkilatı (Direcção-Geral de Segurança-DGS) dağıtıldı, siyasal tutuklular serbest bırakıldı ve sansür kaldırıldı.
“Karanfil Devrimi sonucunda Portekiz
Devleti’nin Afrika’da devam ettirdiği sömürgeci politika ve sürdürdüğü savaş sona erdi.
Portekiz en hızlı biçimde sömürgelerindeki
askeri ve idari personeli geri çekti. Zaten dev-
Portekiz Karanfil Devrimi’nden
rimden önce fiilen büyük ölçüde Portekiz’den
kopmuş olan Gine-Bissau bağımsızlığını ilan
eden ilk ülke oldu. São Tomé ve Príncipe adalarındaki iktidar bir geçiş hükümetine devredildi. Hindistan‘ın Goa, Daman ve Diu üzerindeki egemenliği tanındı (Aralık 1974),
Ocak 1975’te Angolalı milliyetçilerle, Kasım
1975’te ilan edilecek bağımsızlık üzerine bir
antlaşma imzalandı. 25 Haziran 1975’te de
Mozambik ile imzalanan antlaşmayla bu ülke
bağımsızlığını kazandı.
“Günümüzde Portekiz’de 25 !isan günü
“Özgürlük Günü (Dia da Liberdade)” olarak
kutlanmaktadır.” (wikipedia.org internet sitesi)
Gördüğümüz gibi, Portekiz’deki Politik
Devrimle, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin birçok
benzerlikleri bulunmaktadır. 27 Mayıs’ı da, Portekiz Devrimi’ni de Devrimci Ordu Gençliği
gerçekleştirmiştir. İki Devrim de halk yararına
ve gerici faşist iktidarlara karşı yapıldı. İki devrim de kansız bir şekilde gerçekleşti. Salazar Faşizminde ve 12 Mart-12 Eylül Faşizminde olduğu gibi binlerce insan gözaltına alınıp işkenceli
sorgulardan geçirilmedi, uydurma gerekçelerle
tutuklanmadı, onlarca yıl cezaevlerinde kalmadı,
yargısız infazlar, gözaltında kayıplar yaşanmadı.
(27 Mayısçılar, Amerikancı DP İktidarı’nın Başbakanı Adnan Menderes’i, Bakanları Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı yapılan yargılama
sonucunda mahkemenin kararı uyarınca idam ettiler.) İki devrim de yeni, ilerici, halktan yana
Anayasalar yaptılar. Ve iki devrim de iktidarı gönüllü olarak, en özgür şekilde gerçekleştirilen
seçimler sonucu, yeni iktidarlara bıraktılar.
Özetle söylersek, dünyada bu şekilde, burjuva ordularının Devrimci Genç kanatları tarafından (özellikle de eski Osmanlı topraklarında)
gerçekleştirilmiş daha birçok ilerici, politik devrim vardır.
Venezüella’nın yiğit lideri Chavez de henüz
bir yarbay rütbesindeyken halkı uluslararası emperyalizmin sömürüsünden kurtarmak için, bir
devrim girişiminde bulunmuş fakat başarısız olmuştur. Bu halkçı girişimi, onun Venezüella Halkı tarafından tanınmasına ve benimsenmesine
neden olmuştur. Oradan gelen ünüyle seçimi kazanarak iktidar olmuştur. 12 Nisan 1998 tarihinde Venezüella’da ABD’nin tezgâhladığı faşist
bir darbeyle Chavez iktidardan uzaklaştırılmak
istendi. Buna karşı direnen halk, Başkanlık Sarayı’nı kuşatma altına aldı. Düğümü çözen ise
Başkanlık Sarayı’ndaki gerici Parababaları yöneticilerini ve generalleri derdest eden Genç Subaylar önderliğindeki askerler oldu. Faşist darbe
defedildi. Başkan Chavez, tekrar görevinin başına döndü. Kim bu gerçekliği inkar edebilir? Bütün bunlara nasıl karşı çıkabiliriz?
Sadece askerler yaptı diye bir harekete karşı
çıkmak, Aristo mantığıyla düşünüp davranmak,
Parababalarının düşüncelerimize çektiği gözbağlarına teslim olmak demektir. Parababalarının tuzaklarına düşmek demektir… Ya da görevli olmak demektir…
İşte Kılıçdaroğlu da, 27 Mayıs’a, 28 Şubat’a
ve 27 Nisan’a bu yüzden böyle çarpık bir şekilde bakmaktadır. Yaptığı en hafifinden budur…
Kılıçdaroğlu, 27 Mayıs, 28 Şubat ve 27 Nisan’a böyle bakınca, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist
Darbelerini de değerlendirememekte, aynı kefeye koymaktadır. Oysa; 27 Mayıs (Kurtuluş Partisi’nin Programı’nda, eyleminde-eylemlerinde
de söylediği gibi), Politik Devrim’dir. 12 Mart
ve 12 Eylül’se Karşıdevrimdir.
Bunun aksini söyleyen her kim olursa olsun,
niyeti ne olursa olsun yerli-yabancı Parababalarının ağzıyla konuşuyor demektir. Onların çıkarlarını savunuyor demektir. Çünkü 27 Mayıs’a en
çok onlar karşı çıkmışlardır. Türkiye’deki “kötülüklerin anasıdır” 27 Mayıs Politik Devrimi onlara göre. Çünkü Türkiye Halkına hak arama
yollarının önünü açmış, onun bu bilinci kazanmasını sağlayacak olan Sosyalizmi serbest bırakmıştır. Ve o Sosyalist Kültür’ün getirdiği aydınlıklar üzerine Jön Türk Gelenekli Sivil-Asker
Gençliği’miz Türkiye Halkının kurtuluşunu sağlamak, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başarmak için
bilinç edinebildiler, örgütlenebildiler, mücadele
edebildiler. Ve toplumsal hareket büyük bir ivme
kazanabildi. İşçi direnişlerinden (ki 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi de, 27 Mayıs’ın getirdiği örgütlenme ve toplusözleşme yapabilme
hakları ellerinden alınmak istenen İşçi Sınıfımızın şu ana kadar gerçekleştirdiği en kitlesel, en
militan, en ileri eylemdir), Köylülerimizin Toprak işgallerine, Aydın Gençliğimizin Demokratik, Parasız, Bilimsel, Laik Eğitim taleplerine yol
açmıştır. Hep 27 Mayıs Anayasasının sağladığı
olanaklar sayesinde… O yüzden de 12 Mart’ın
Genelkurmay Başkanı, CIA’nın uşağı Memduh
Tağmaç; “Toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” diyerek gerekçelendirmiştir faşist
darbelerini…
Kim inkar edebilir Tarihe mal olmuş bu açık,
net, somut gerçeklikleri?
İnkar eden kime, hangi sınıfa hizmet ediyor
olabilir? Çok açık değil midir bu?..
Ya 12 Mart-12 Eylül Faşist Darbeleri, Faşist
Diktatörlükleri?..
Bu ülkede yaşayan her namuslu insan için
bunları tanımlamaya kalkmak, eskilerin deyimiyle abesle iştigal etmek olmaz mı?
12 Mart-12 Eylül arası binlerce insanımızı
kim öldürdü? Maraş, Çorum, Malatya Katliamlarını kim gerçekleştirdi?
Balgat, Bahçelievler katliamlarını, onlarca
ilerici, namuslu yurtsever bilim insanımızı kim
katletti?
Milyonlarca insanımızın kim en aşağılık işkencelerden geçirildiği gözaltılarına aldı, tutukladı? Yüz binlercesini onlarca yıl Diyarbakır,
Mamak, Metris, Sultanahmet, Davutpaşa vb. cezaevlerinde kim tuttu? Oralarda insan pisliklerini kim yedirdi?
12 Mart-12 Eylül’ün Amerikancı “oğlanlar”ı
değil mi?
12 Mart Balyoz Harekatını kim yaptırdı-yaptı?
24 Ocak Halka zulüm paketini, silah zoruyla
kim hayata geçirdi?
“Şimdiye kadar biz ağlıyorduk, şimdi sıra
onlarda diye” sevinç çığlıklarıyla bağıranlar,
Türkiye İşveren Sendikaları Başkanı Halit Narinler değil miydi?
Daha fazla çoğaltmamıza gerek var mı?
İnsancıl namusa sahip bulunan kim bu gerçeklikleri inkar edebilir? Bu gerçekliklerin tam
tersini söyleyebilir?
Söylerse buna-bunlara insan denir mi?..
Kılıçdaroğlu’nun
Tarihî gerçeklikleri altüst edişi
ve A. Menderesler’e sahip çıkışı%
Kılıçdaroğlu orada durmadı, görüşlerini ilerletmeye devam etti. 12 Eylül’de yapılan Referandumun hemen ertesi günü gittiği Avrupa’da
AB yetkilileriyle görüşmeler yaptı, konferanslar
verdi. AB Temsilciliği’nde yaptığı Basın Toplantısı’nda, Demokrat Parti (DP) İktidarını ve
onun Başbakanı Adnan Menderes’i, dünyanın en
kansız Devrimiyle iktidardan uzaklaştıran ve yapılan yargılama sonucu idam eden 27 Mayısçılara saldırdı ve Menderes’e sahip çıktı:
“Sayın Başbakan’ın kabir ziyaretine
(Menderes’in kabrini ziyaretine) saygı duyarız, ama (o tarihte) biz dönüş yolunda olacağız. Keşke Sayın Başbakan rahmetli Menderes’in vasiyetini okuyup gereğini yapabilse”
dedi.
“Kılıçdaroğlu, “Koşullar uygun olursa
(Menderes’in kabrini ziyaret etmeyi) neden
düşünmeyelim arkadaşlar? Menderes bu ülkeye hizmet etmiş bir insan. Saygıdeğer bir
kişi. Bir siyasal mahkemede yargılandı ve
idam edildi” diye konuştu.” (www.chp.org internet sitesi)
“Eski” CHP’nin Genel Başkanı, Birinci Kuvayimilliye’nin Önderlerinden İsmet İnönü, bu
gibi durumlar için: “Hadi canım sen de!” derdi.
O İnönü ki, 27 Mayıs’tan önce, A. Menderes’e ve DP İktidarına Meclis kürsüsünden şöyle
haykırmıştı:
“Eğer bir idare, insan haklarını tanımaz
ve baskı rejimi kurarsa o memlekette ihtilal
kaçınılmaz olur. (…) Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam!
“Şartlar tamam olduğu zaman milletler
için ihtilal, meşru bir haktır. İhtilal, meşru bir
hak olarak kullanılacaktır. Bundan kaçınmak
mümkün değildir.” (İ. İnönü, Meclis konuşması, Aktaran: Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, s. 359)
Ve 27 Mayıs İhtilali-Politik Devrimi “meşru
bir hak olarak” gerçekleştirilmiştir Ordu Gençliği’nce… İ. İnönü ve CHP, 27 Mayıs’ı baştan itibaren desteklemiş, savunmuş ve onlarla birlikte
olmuştur. Kim ki bu gerçeği gizlemek isterse,
tersine döndürmeye kalkışırsa bir CHP’li olarak
geçmişini inkar etmiş olur. Ve Parababalarının
Menderes’i, Celal Bayar’ı ve idam edilen bakanları azizleştirme amaçlarına hizmet etmiş olur.
Bu, Parababalarının has adamı, halkınsa başdüşmanı kişileri yüceltmek, halka ihanet etmekle eş
anlama gelir.
27 Mayıs Politik Devrimi’ni, Mustafa Kemalci, Yurtsever, Antiemperyalist, Laik, Ordu
Gençliği ve Sivil Gençlik el ele gerçekleştirdi.
Birisi; namuslu, yurtsever, antiemperyalist,
laik, Mustafa Kemalci Ordu Gençliği’nce gerçekleştirilen bir Politik Devrim, diğer ikisiyse
(12 Mart ve 12 Eylül); ABD Emperyalistlerince
tezgâhlanan ve Türk Ordusu’nun kasap satırı
olarak kullanıldığı Karşıdevrim. Bu ikisi (üçü)
nasıl bir araya getirilebilir?.. Birbirine benzetilebilir, yan yana konulabilir?..
A. Menderes ve DP Hükümeti, Amerikancılaşmış, satılmış Parababalarının (Finans-Kapitalistlerin) ve Tefeci-Bezirgân Sermayenin adamlarıydılar. Ve birer Amerikanofildiler. Halka ve
Vatana ihanet içindeydiler. Türkiye’yi NATO’ya
girdireceğiz diye, Mehmetçikleri binlerce kilometre uzaklıktaki, ABD’nin bölüp parçaladığı
Kore Halkının birliğini sağlamak için harekete
geçen Kim İl Sung önderliğindeki Kore Halkına
karşı savaştırmak için Meclis’ten ve kendi Hükümetlerinden bile gizlenen bir kararla savaşa
soktular. Bu savaş sırasında, ABD askerlerinden
başka ikinci en büyük kaybı Türk askeri verdi.
Yüzlerce Mehmetçik öldü, yüzlercesi yaralandı.
Ve bu alçaklığın sonunda, Türkiye NATO’ya kabul edildi.
A. Menderes, atayacağı bakanları bile önce
ABD’ye soruyor, ondan sonra atamayı gerçekleştiriyordu.
Basın ve basın mensupları üzerinde en zorbaca baskıları uygulayan-uygulatan A. Menderesler’di.
Vatanın varını yoğunu ABD’ye peşkeş çeken
de onlardı…
A. Menderes ve DP İktidarı’nın haksız, hukuksuz, yasadışı zorbaca işlerini, ABD’ye satılmışlıklarını örneklemeye kalksak sayfalar yetmez. Bu yüzden de bu kadarla yetinmek istiyoruz.
9
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Kılıçdaroğlu,
A. Menderesler’le; Deniz Gezmişler’iErdal Erenler’i aynılaştırıyor
Daha başka ne söyledi Kılıçdaroğlu küçük
Kabesi Avrupa’da?
“Bütün miting meydanlarında siyasallaşan yargının topluma ağır bedeller ödettiğini
söyledik. Menderes bunun bir örneğidir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları bunun bir örneğidir. 16 yaşındaki çocuğun yaşını büyütüp
idam eden siyasal mahkeme bunun bir örneğidir.”
A. Menderes’le Deniz Gezmiş-Hüseyin
İnan-Yusuf Aslan’ı, 16 yaşındaki Erdal Eren’i
karşılaştırmak, nasıl bir anlayışın, nasıl bir mantığın ürünüdür?
Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan ne
zaman, hangi iktidar döneminde asıldılar?
27 Mayıs’ın öcünü almak isteyen ABD Emperyalistlerinin planını gerçekleştiren 12 Mart
Faşist Diktatörlüğünce.
Ya Erdal Eren?
O da aynı ABD Emperyalistlerince ve onun
casus örgütü CIA’ca planlanan 12 Eylül Faşist
Darbecilerince-“Henze’nin oğlanları”nca asıldı.
Bu olgu, gün gibi, güneş gibi kesin mi her
namuslu insan için?
Kesin!
Peki o zaman, Kılıçdaroğlu kimin oğlu?..
O Denizler (ve Mahirler) ki, yerli-yabancı
Parababalarının 27 Mayıs’ın kazanımlarını geri
alma girişimlerine kararlıca karşı çıkmış ve onlara karşı 27 Mayıs’ı ve onun Anayasasını sonuna dek savunmuşlardır. Bildiğimiz gibi,
1965’lerden itibaren Adalet Partisi (AP) İktidarı’nın Başbakanı olan Süleyman Demirel, 27
Mayıs Anayasası için; “Bu anayasa bize bol
geliyor” diyerek, 27 Mayıs Anayasasının ortadan kaldırılması için her türlü eylemde bulunmuştur.
12 Mart Faşist Darbesince katledilen Denizler ve Mahirler’in “Savunma”larının özü 27
Mayıs’ı, 27 Mayıs Anayasasını, onun getirdiği
hak ve özgürlükleri savunmaktır. Bu “Savunma”ları okuyan herkes bu gerçekliği netçe, somutça görür.
A. Menederes, Amerikancı, vatan ve halk
düşmanı olduğu için 27 Mayıs’çılarca asılarak
idam edildi.
Denizler’se, antiemperyalist, vatan ve halk
savunucusu oldukları için, 27 Mayıs Anayasasını savundukları için idam edildiler…
Hangi insan vicdanı böylesine birbirine karşıt iki akımı bir araya getirebilir? Getirirse, o insana ne denir?
Türban Sorunu ve Kılıçdaroğlu’nun
Türbana dolanışı
K. Kılıçdaroğlu’nun kerrakesi (misyonu),
Genel Başkan seçildikten sonraki ilk açıklamalarında kendini gösterdi. Kılıçdaroğlu, yaptığı
ilk basın açıklamasında “Türban sorununu da
biz çözeriz” dedi. “İnanç özgürlüğüne” sahip
çıktı.
O Türban ki, Şeriatçıların, Ilımlı İslamcıların siyasi simgesidir. Ki Başbakan Tayyip de bu
gerçekliği: “Velev ki siyasi simge olsa ne olur?”
diyerek açıkça itiraf etmiştir.
Türban konusunda CHP’nin “Yeni” Genel
başkanının geldiği nokta: “İran’daki gibi bağlansın”, “ilkokulda ve kamuda olmayacağına
dair bize söz verin”dir!..
Bu arada atı alan Üsküdar’ı geçmiş, Türban
artık tamamen legalize olmuş, üniversitelerde
serbest hale gelmiştir. Artık ilköğretimde de takılmaktadır. Yani Türban konusu artık bitmiştir.
Yenilgiyle sonuçlanmıştır. Bunun böyle sonuçlanmasında son tuğlayı da ne yazık ki, bu ülkeye Laikliği getiren bir Partinin Genel Başkanı
koymuştur…
Vah zavallı halkımız vah!
Kılıçdaroğlu’nun
AB’lilerin hoşuna giden sözleri
Yukarıdaki (Menderes, Denizler, Erdal
Eren’le ilgili) görüşlerini nerede söyledi Kılıçdaroğlu?
Brüksel’de.
Brüksel neresi?
AB’nin başkenti.
Kılıçdaroğlu, niye gitti Brüksel’e ya da
AB’ye?
Bunu Milliyet’ten Kadir Gürsel şöyle anlattı:
“CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu‘nun Brüksel‘e yaptığı ziyaretin zamanlaması başarılıydı. Referandumdan sadece
üç gün sonra Avrupa başkentine gitmek,
Baykal sonrası CHP’sinin Türkiye‘nin AB
perspektifine verdiği önceliği vurgulayan bir
sembolizmi yansıtıyordu.
“Kılıçdaroğlu da hemen her görüşmesinde bu zamanlamanın altını çizdi. Örneğin,
Avrupa Politika Merkezi adlı saygın düşünce
kuruluşunda yaptığı konuşmaya “AB’ye katılım sürecini sürdürme kararlılığımızın somut kanıtı burada olmamdır” diyerek başladı.”
Gördüğümüz gibi, Kılıçdaroğlu Avrupa başkentine (Brüksel’e) “AB perspektifine verdiği
önceliği vur”gulamak amacıyla gitmiş. Yani
AB’den aman dilemeye gitmiş. Benden önceki
CHP’den değilim ben. Ben “Yeni CHP”yi örgütlüyorum, dolayısıyla bana “el” verin demek
istemiş:
“Buradaki sosyalistler CHP’yi farklı algılıyorlardı. Önce bu algıyı değiştirmek gerekiyordu. CHP’nin kendileriyle aynı dünyayı
paylaşan, çağdaş bir sosyal-demokrat parti
olduğunu onlara anlatmalıydık.
“Türkiye’deki söylemlerimiz dışarıya
farklı boyutlarda yansıyabilir. Görüşlerimizin dışarıda seslendirilmesi, bizi içeride de
güçlendirecektir. Türkiye’nin üyelik sürecine
katkımız olduğuna inanıyoruz. Sol partilerden AB üyeliğimize destek istedik, onlar da
vereceklerini söylediler. AB’ye üyelikte kararlı olduğumuzu dinlemeleri hoşlarına gitti.”
Tabiî gider. Niye gitmesin?..
Körün (AB-D Emperyalistlerinin) istediği
bir göz, Allah (Parababaları) veriyor iki göz: Biri; Tayyipgiller, ikincisi; Kılıçdaroğlular…
Bir vatan ve halk düşmanı satılmış varken,
bir ikincisinin ne zararı var AB Emperyalistlerine. Biri olmazsa diğeri olur. Ha Hoca Ali ha Ali
Hoca AB Emperyalistleri için… Yeter ki Türkiye ülkesini varıyla yoğuyla, yeraltı yerüstüyle
kendilerine peşkeş çeksinler…
K. Kılıçdaroğlu’nun şu andaki birinci hedefi kendisini “Yeni CHP”nin başına getiren efendilerine yani AB-D Emperyalistlerine hizmette
kusur etmeyeceğini kanıtlamak. Bunun için de
her yolu, her sözü deniyor.
Önce Avrupa’yı yağlıyor. Hem de ne yağlama:
“Kılıçdaroğlu, (…) Batı’nın kabul gören
demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerini” savunuyormuş.
“Avrupa’nın etik değerleri, yüzyılların
süzgecinden geçip olgunlaşan değerlerdir.
Biz de Türkiye olarak Avrupa’nın bu etik değerlerine duyduğumuz saygı, onların gelişen
demokrasilerine duyduğumuz saygının bir
gereği olarak AB’ye üye olmak istiyoruz.
Kendi yaşam standartlarımızı, demokrasi
standartlarımızı etik değerlerimizi yükseltmek istiyoruz.” demiş.
“Batı’nın kabul gören demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerleri”, “yüzyılların süzgecinden geçip olgunlaşan etik değerler”, “gelişen demokrasileri”, “yaşam standartları”, “demokrasi standartları”…
Yağcılarda inecek var, desek haksızlık mı etmiş oluruz Bay Kılıçdaroğlu’na?..
Sonra AB’ye bağlılığının döne döne altını
çiziyor. Ha bire pekiştiriyor ben senin “yol”undanım, senden yanayım diye:
“CHP’nin Brüksel’de bazen AB karşıtı
bir parti olarak yansıtıldığını, fakat bunun
gerçekle bağdaşmadığını anlatan Kılıçdaroğlu, TBMM’de AB uyum yasalarına destek
verdiklerini, Türkiye’nin AB projesinin CHP
tarafından başlatıldığını söyledi.
“Kılıçdaroğlu, “AB projesi CHP açısından bir çağdaşlaşma projesidir. Altındaki ilk
imza, bizim önceki genel başkanlarımızdan
Sayın İsmet İnönü’ye aittir. Biz bir anlamda
o projenin sahibiyiz” dedi.”
Kılıçdaroğlu’nun AB’ye eleştirileri de varmış(!?)
Neymiş efendim:
“AB yetkilileri Türkiye’ye geldiklerinde
bizimle de görüşmeleri, ilişki kurmaları gerekir. Dolayısıyla bizim dışımızda, bizim görüşlerimizi almadan bize karşı görüş bildirmelerini doğru bulmuyoruz, etik bulmuyoruz.
Eleştirdiğimiz noktalar bunlardır.”
Gördük mü ne büyük, ne ciddi, ne önemli
eleştirileri varmış Kılıçdaroğlu’nun AB yetkililerine(!)
Bütün laf salatasının altında söylediklerinin
özü ne Kılıçdaroğlu’nun?
Bizi niye görmüyorsunuz? Bize niye el vermiyorsunuz?.. Bizi niye iktidara getirmiyorsunuz. Oysa biz de sizdeniz. Biz de sizin çıkarlarınızı savunuyoruz. Hatta biz Kâlû Belâ’dan beri AB’liyiz, diyor. El aman, diyor yani Kılıçdaroğlu…
Oysa bebeler bile biliyor ki, AB, Emperyalist bir birliktir. Avrupa’nın haydut devletlerinin
birliğidir. Avrupa devletleri, yüzlerce yıldır, Afrika’nın, Asya’nın, Amerika’nın kısacası dünyanın her kıta ve bölgesindeki mazlum halkların
can düşmanıdır. Kendi aşağılık sınıf çıkarları
için, daha fazla sömürü, daha fazla vurgun, daha fazla kâr için halklara en insanlık dışı uygulamaları gözlerini kırpmaksızın gerçekleştiren
bir emperyalist birliktir.
Özel olarak da bizim ülkemiz için söylersek,
Osmanlı’yı bölüp parçalayan, vatanımızı işgal
eden, milyonlarca şehit vermemize neden olan,
yeraltı ve yerüstü bütün servetlerimizi yağmalayan Avrupa devletlerinin birliğidir.
Böyle bir haydut devletler birliğinden medet
ummak, onu göklere çıkarmak, kimseye bir şey
kazandırmaz. Onlar çıkarları olmadan, hiçbir
kimseye, hiçbir ulusa, hiçbir devlete en ufak bir
hak bile vermezler. Onlar, şu ana kadar dünyanın hiçbir bölgesine medeniyet götürmediler.
Medeniyet adı altında sömürü, zulüm, yağma,
talan, vahşet ve soykırım götürdüler. Onlar neredeyse, ölüm celladı da orada oldu. O bakımdan AB Emperyalistlerinden “demokrasi, eşitlik
insan hakları” beklemek, ölü gözünden yaş beklemeye benzer…
Kılıçdaroğlu’nun Başkanlığında
“Yepyeni” bir ekip)
Şimdi bir de Kılıçdaroğlu’nun “Yepyeni”
ekibini tanıyalım.
Niye “Yeni” değil de “Yepyeni”?
Çünkü, Kılıçdaroğlu, Genel Başkan seçildiği Kurultay’da, “Eski” Genel Başkan Deniz
Baykal’ın ekibini esas olarak değiştirmişti. Önder Sav vb. gibi Deniz Baykal döneminde yönetimde bulunan kimilerini ise korumuştu. Ama
sadece o an için… Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, geçen kurultayda kabul edilen “Tüzük”ü uygulayın uyarısı üzerine, yönetimde değişiklikler yaptı ve “Eski” ekibi tümüyle devreden çıkardı. Ve “Yepyeni” bir ekibi işbaşına getirdi. Bu ekibe yakından bakınca, Taha Akyolllar’ın “umut”larının hiç de boş olmadığı çok
netçe ortaya çıkmış oldu. Şimdi eşantiyon babından birkaç örnek…
Genel Sekreter Prof. Süheyl Batum: Süheyl Batum’un, ABD’nin ajanı “Sivil” örümcek
ağlarıyla, Sorosçularla, TÜSİAD’çılarla, Fethullahçılarla ilişkilerini, içlidışlılığını saymaya
kalksak her halde üç beş sayfa yazmamız gerekir.
Süheyl Batum
2003 yılında Rektörü olduğu Bahçeşehir
Üniversitesi’nin “Partnerleri” arasında (Bahçeşehir Üniversitesi internet sitesinde aynen böyle
yazmaktadır): RAND (Foundation For Defense
Of Democracies), FDD (Foundation For Defense Of Democracies: Demokrasi Savunma Vakfı)
vb. gibi CIA’nın kurduğu-kurdurduğu “Sivil”
örümcekler başı çekmektedir.
ABD’de kurulan ve CIA’nın “Sivil” örümceği olan Brookings Enstitüsü amacını şöyle
ifade etmektedir:
“Amerikan demokrasisini güçlendirmek,
Amerikalıların sosyal refah, güvenlik ve fırsatlarını kollamak, güçlendirmek, daha açık,
güvenilir, işbirlikçi uluslararası bir sistem
yaratmak.”
(http://www.brookings.edu/about.aspx)
İşte bu amacı güden, yani ABD’nin çıkarlarının savunmayı esas alan Brookings Enstitüsü
ile Bahçeşehir Üniversitesi arasında organik
bağlar vardır. (Brookings Enstitüsü’nün Küresel
Ekonomi ve Kalkınmadan Sorumlu Başkan
Yardımcısı da “Türk” Kemal Derviş’tir.)
Batum, TÜSİAD’ın “Görüşler” dergisinde
yazdığı yazılar ve TÜSİAD için hazırladığı AB
raporları ile de dikkat çekmiştir. TÜSİAD’ın
1992 yılında hazırlattığı Anayasa taslağını yazan ekipte de yer almıştır.
Süheyl Batum, Fethullah Gülen’in “Abant
Platformu” toplantılarının da katılımcıları arasındadır.
Örneğin, “Vesayet ve Demokrasi” başlığıyla 3-4 Aralık 2004 tarihinde gerçekleştirilen
“Brüksel Abant Platformu” toplantısına, Şeriatçı Ali Bulaç, Liboşlar Eser/Işıl Karakaş, dönekliğin şahı Altangiller’den Mehmet Altan ve
her biri Amerikancılıkta, satılmışlıkta başı çeken; Nilüfer Göle, Soli Özel, Doğu Ergil, Mehmet Sağlam, Zeyno Baran, Ali Müfit Gürtuna,
İngmar Karlsson gibi kişilerle birlikte katılmıştır…
Umut Oran
Ekonomik ve Mali Politikadan Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran: Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD)’nin
Başkanlığını, Bolu Ticaret ve Sanayi Odası
Meclis Başkanlığını, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği bünyesinde yer alan Türkiye Konfeksiyon ve Hazır Giyim Sanayi Meclisi’nin Meclis Başkanlığını, Dünya Hazır Giyim Federasyonu (IAF)’ın Başkanlığını, Avrupa Tekstil ve
Hazır Giyim Organizasyonu (Euratex) Yönetim
Kurulu Üyeliğini ve Euratex’in Hazır Giyim
Kanadı Başkanlığını yapmıştır. Oran, halen eski
başkan olarak IAF İcra Kurulu Üyesi ve Euratex
Yönetim Kurulu Üyesidir. Yani sıradan bir işveren değildir.
Umut Oran, Amerikan Ulusal Demokrasi
Vakfı ( NED) / CIPE destekli Ekonomistler
Kemal Kılıçdaroğlu Avrupa Birliği Komisyonu'nun Genişleme Politikasından Sorumlu Temsilcisi
Stefan Fülle’yle
Platformu’na da danışmanlık yapıyor. Ve Sorosçu “biliminsanları” Eser Karakaş, Cengiz Aktar,
Mehmet Altan, Rüştü Saraçoğlu, Tezcan Yaramancı, Esra Largo ve Emre Alkin gibi isimlerle
birlikte konferanslar veriyor...
Umut Oran, Bölgesel Asgari Ücret’in de savunucusu.
Genel Başkan yardımcısı Didem Engin:
Kısaca biyografisine bakalım:
“Fransız Büyükelçiliğine bağlı ‘Charles
de Gaulle Lisesi’ni bitirmiş. Galatasaray Endüstri Mühendisliği’ni ikinci olarak bitirdikten sonra Avrupa Komisyonu Jean Monnet
Bursu’nun yazılı sınavını 1. olarak kazanarak Belçika Bruges’deki College of Europe’de ‘Avrupa Ekonomisi’ alanında yüksek
lisans yapmış.
Didem Engin
“AB kurumları için üst düzey bürokrat
yetiştiren bu okuldan mezun olanlar genellikle Avrupa Komisyonu, Parlamentosu gibi
görev alıyorlar”mış….
O da bu yolda hızla yol alıyor. AB fonları ile
yürütülen projelerin ihalelerini düzenleyen TC
Başbakanlık Hazine Müsteşarlığına bağlı Merkezi Finans ve İhale Birimi’nin kuruluşunda görev almış ve bir yıl kadar da ihale yöneticisi olarak görev yapmış.
D. Engin, daha sonra da kendi danışmanlık
şirketini kurmuş. Şirket: “Türk şirketlerine
AB başta olmak üzere Dünya Bankası, BM
ve hatta Avrupa’daki kamu ihaleleri konusunda destek ver”mekte, “Bunun yanında
başta DPT olmak üzere pek çok bakanlık çalışanlarına yapısal fonlar, AB proje hazırlama teknikleri, uluslararası finansman kaynakları ve lobi teknikleri üzerinde eğitim
programları uygul”amaktaymış. (Yalçın Bayer, Hürriyet, 26 Mayıs 2007 )
Kısacası Didem Engin, kendisini tanıtırken
söylediği gibi: “(…) Fransız kültürü ile yetişmiş” tam bir sömürge aydınıdır…
Gençlik Örgütlenmesi ve Gençlik Kollarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
Mehmet Zeki Gündüz: Pricewaterhousecoopers (PwC) Türkiye Vergi Hizmetleri firmasının
ortaklarından. TÜSİAD Vergi Komisyonu ve
Şeffaflık Derneği (Transparency International)
Yönetim Kurulu Üyesidir.
PricewaterhouseCoopers
ve
Türkiye
PwC’nin amacı: “kamu kurumlarına ve özel
kuruluşlara Connected Thinking adını verdiğimiz uygulama yoluyla kamusal güvenin
oluşması ve müşterilerinin işlerine değer katmak için endüstri odaklı denetim, vergi ve
danışmanlık hizmetleri sunmak”tır.
Özetçe bu hizmetlerin tamamı, çokuluslu
şirketlere ve yerel büyük şirketlere yani Uluslararası Finans-Kapitalistlerle yerli Finans-Ka-
Mehmet Zeki Gündüz
pitalistlere nerede, ne vurgun var, hangi kamu
malları ve/veya özel sektör şirketleri avdır, bunlar nasıl avlanır, bunların ekonomik, hukuki vb.
yollarını göstermektir. Dış Kaynak Kullanımından Güncel Gümrük Sorunlarına, Halka Arzlardan Serbest Bölgelere, Vergi İncelemelerinden
Kaynak Planlamasına kadar ekonomiyle ilgili
her alanda danışmanlık hizmetleri vermektir.
Kısacası yerli-yabancı Parababalarına, Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü servetlerinin peşkeş
çekilmesinde aracılık yapmaktır…
Kılıçdaroğlu, AB-D Emperyalistlerinin
kılıcıdır!
ABD’deki Brookings Enstitüsü’nün Küresel
Ekonomi ve Kalkınmadan Sorumlu Başkan
Yardımcısı Kemal Derviş (Yukarıda da söylediğimiz gibi, “Yeni CHP”nin “Yepyeni” Genel
Sekreteri Süheyl Batum’un Rektörü olduğu
Bahçeşehir Üniversitesi de Brookings Enstitüsüyle içlidışlıdır, ortak eğitimler, konferansılar
düzenlemektedirler),
görüştüğü
Kılıçdaroğlu’nun “Bize destek olmanızı bekliyoruz. Desteklerinizin devamını istiyoruz” demesi üzerine, “Ne isterseniz emrinizdeyim” demiştir.
Kemal Derviş, bildiğimiz gibi, “15 günde 15
yasa” emrini ABD’den alıp, Bakan olarak girdiği, Ecevit’in Başbakanlığındaki DSP-ANAPMHP Koalisyon Hükümeti’ne uygulatan, böylece insanlarımızın mezarda emekli olmasını sağlayan yasaları çıkartan, hem de 1999 Körfez
Depremi esnasında, insanlar can derdindeyken,
Meclis’ten geçirten insandır. İnsan denirse tabiî…
Kemal Derviş o zaman kimin emrindeydi,
şimdi kimin emrindedir?
AB-D Emperyalistlerinin!
Halkımız, kılavuzu karga olanın burnu
b.ktan çıkmaz, der. “Yeni CHP”nin “Yeni Genel
Başkanı” ve “Yepyeni” Parti Yöneticileri de aynen budurlar.
ABD’yi, AB’yi, IMF’yi, Özelleştirmeyi,
Türbanın serbest bırakılmasını, A. Menderes’i
savunan, “askeri vesayet” dolmasını yutarak 27
Mayıs’a karşı çıkan, bu toprakların gördüğü en
yiğit insanlardan; Denizler’i, E. Erenler’i Menderesler’le bir tutan bir Genel Başkan ve bir ekibin Türkiye Halklarına vereceği hiçbir şey yoktur.
Halkımız yine; gelen gideni aratır, der. “Yeni CHP”nin “Yeni” Genel Başkanı ve “Yepyeni” Yönetimi de, neredeyse “Eski” CHP’yi aratır olmuştur halklarımız için.
AKP’nin söylediklerinin aynısını söyleyen,
savunan bir CHP’nin halklarımıza verebileceği
ne olabilir?
Bu Genel Başkan ve bu ekip, sadece AB-D
Emperyalistlerinin “umut”udur. Başkaca hiçbir
şey değil!
Bütün bu açıklamalarımızdan sonra, yazımızın başlığındaki “Kılıçdaroğlu kimin kılıcı?”
sorusunun yanıtının belli olduğu kanısındayız:
Kılıçdaroğlu, AB-D Emperyalistlerinin kılıcıdır!
***
Biz bu yazıyı kaleme alıp bitirdikten sonra,
30 Kasım’da, CHP Genel Başkan Yardımcısı
Gürsel Tekin’in bu konuyla ilgili bir açıklaması
oldu. Tarihî bir itiraf olduğu için buraya almayı
zorunlu gördük. HaberTürk Gazetesi’nden Kutlu Esendemir’in sorularını yanıtlayan Tekin aynen şöyle diyor:
“(…) Türban talebi 1990’lı yıllarda üniversiteli kızlarımızdan gelmişti. İktidarın dayatması da üniversitelerle ilgiliydi. Şimdi
eğer bugün üniversitelerde türban sorunu
yoksa, eğer bugün üniversitelerde o türbanlı
kızlarımız artık eğitim görebiliyorlarsa bunun tek mimarı Sayın Kılıçdaroğlu’dur. Herkesin bunu bilmesi gerekir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları olmasa YÖK bunu yapabilir miydi? Şimdi aldılar ve oradan başka
bir noktaya getirdiler.” (agy)
Koca Ragıp Paşa’nın; “Merdi kipti şecaat
arz ederken sirkatin söyler: Çingene yiğitliğini
anlatırken hırsızlığını söyler” diye bir sözü vardır. Gürsel Tekin’in sözleri de aynen bu kapsam
içindedir… Ne yazık…
10
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Baştarafı sayfa 1’de
Başyazı
Halkımız yıllardır emperyalistlerin
ideolojik ve psikolojik baskısı
altındadır
Ordumuz, NATO aracılığıyla ABD’nin
yarı sarhoş, yarı sapık generallerinin komutasına veriliyordu. Okullarımızda ATO
Haftası adı altında bir hafta boyunca bu Türkiye düşmanı, emperyalist saldırgan AB-D
örgütünün propagandası yapılıyordu. Körpecik çocuklarımızın beyinleri bu pis yalanlarla doldurularak, onların AB-D’nin yandaşı
olması sağlanmaya çalışılıyordu.
Yine her biri bir tarikatın üssü konumundaki Kur’an Kursları da bu Ortaçağcı, gayri
milli gidişe çok önemli destek veriyordu.
İHL’ler de aynı paralelde çalışıyordu. Tabiî
bugün sayısı yüz bini aşan cami imamları da,
ki zaten önemli bir bölümü bir tarikatın militanıdır ya da onlarla bir şekilde irtibatlıdır,
hep aynı amaç için çalışıyordu. Hz. Muhammed’in Kur’an’da ve Hadislerde ortaya koyduğu, özel yaşamıyla da somutta-pratikte örneklediği İslam anlayışıyla hiç ilgisi yoktu,
bu anlatılan, öğretilen, savunulan dinciliğin.
İçi boşaltılmış bir İslam sunuluyordu insanlarımıza. Onlar da onu benimsiyor, gerçek
İslam budur sanıyordu. Ve böylece de insanlarımız bir yandan dincileşirken diğer yandan Amerikacılaşıyordu, Avrupacılaşıyordu.
Bir yandan türbana, çarşafa, bir yandan da
Amerikan yaşama biçiminin simgeleri olan
Blue jean’e, Pepsi ya da Coca Cola’ya yöneliyordu. Yine emperyalizm çağındaki Batı
kültürünün bir parçası olan Pop Müziğe eğilim gösteriyordu. Bizim üç vatanımızdan bir
olan dilimiz yani Türkçe artık kesmiyordu
insanlarımızı. Kolejlerde kafadan sömürgeleşen Finans-Kapital Medyası yazarlarının
kullandıkları terimlerin, kavramların, deyimlerin bir bölümü artık İngilizceye aitti. Şir-
Hep bildiğimiz gibi, doksanlı yılların
ikinci yarısından bu yana AB-D’nin gözdesi
Tayyip’tir. Ortaçağcılık, ulusal kimlikten ve
ulusal değerlerden yoksunluk, makama ve
servete delicesine düşkünlük-tutkunluk, halk
düşmanlığı ve sağlıksız bir ruh yapısına sahip oluş, Tayyip’i AB-D Emperyalistleri için
ideal işbirlikçi konumuna getirmiştir. Onu
ele almışlar, işlemişler, hazırlamışlar ve
adım adım iktidara yürütmüşlerdir. 2001’de
partisini kurdurtmuşlar, 2002 seçimleriyle de
iktidara getirmişlerdir. Tayyip de tüm şürekâsıyla birlikte yani Tayyipgiller Familyası
olarak o günden beri AB-D’ye sadakatle hizmet etmektedir. Ara sıra huysuzluk-haylazlık
yapar gibi görünse de bunlar AB-D’yi rahatsız etmez. Hatta ettiği ihanetlerden dolayı
açığa çıkmaya başlayan iğrenç içyüzünü yeniden maskeleyebilmek, makyajla gizleyebilmek için bunlar gereklidir de AB-D için.
Yine bildiğimiz gibi şöyle der ABD Emperyalistleri; kukla işbirlikçi iktidarın kandırdığı kitleler gözünde inandırıcı olabilmesi için
ara sıra Amerikan karşıtı tavırlar koyması
gerekir.
İşte Tayyip’in Davos’ta, Simon Peres’e
karşı, “One minute (van minüt)” çekerek İsrail karşıtı nutuk çekmesi, Türkiye’nin BM
Güvenlik Konseyi’nde, Amerika’ya rağmen
Brezilya’yla birlikte İran yanlısı bir tutum
benimseyerek, İran’a konan yaptırımlara
karşı oy kullanması bu kapsamdaki davranışlardır.
Halklarımızın bu duruma düşürülmesinden cesaret alan Tayyipgiller, ülkemize ve
halklarımıza karşı ihanet üstüne ihanet etmektedirler. İktidara getirildikleri 2002’den
bu yana 47 milyar dolarlık “özelleştirme”
yapmışlardır. Tabiî bu rakam yağma edilen
kamu mallarının gerçek değeri değildir. Bu
yağmacıların, peşkeş sırasında hükümete
ödedikleri miktardır. Kamu mallarının ger-
Savunma Bakanı Vecdi Gönül, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’le
ketlerimizin, sitelerimizin ve hatta esnaf
dükkânlarımızın adlarına varıncaya dek İngilizce kullanır olmuştuk artık.
Döneklerin en kıdemlisi ve en utanma arlanma bilmezi, Aile Boyu Döneklik deyişinin işaret ettiği sefaletlerden biri olan Çetin
Altan hiç utanmadan; Türkçe bitti, İngilizce
dünya dili diye yazabilmektedir, vurguncu
Parababası Aydın Doğan’ın “Milliyet”inde.
Bundan bir kuşak genç olan döneklerden
Ali Kırca, bu Altangiller Familyasını TV
programına çıkarıp onlara övgüler düzebilmektedir. Velhasıl bugün Parababaları Medyasının tüm köşebaşları bu dönekler ordusunun işgali altındadır.
İşte böyle bir Türkiye’de, geçim ve gelecek derdine düşürülmüş saf, namuslu insanlarımız, günün her saatinde, bu satılmış, hain, emperyalist uşağı güçlerin psikolojik ve
ideolojik harekâtına uğramaktadır-maruz
kalmaktadır.
Küçücük çocuklarımız, evde, okulda,
Kur’an Kurslarında hep bu halk düşmanı, insan sefaleti güçlerin saldırısı altındadır. Öyle
olunca da insanlarımızda, aklını kullanma
yetisi oluşmamaktadır. İnsanlarımız, olayları, oldukları gibi göremez algılayamaz, değerlendiremez oluyor. İşte bu duruma düşürülmüş insanlarımızı kandırmak da, bir av
hayvanını tuzağa düşürmekten çok daha kolay oluyor.
Ve seçim kandırmacası da bu kitlelerle
oynanarak yapılıyor. AB-D Emperyalistlerinin kuklası Parababaları örgütleri, tarikatlar,
siyasiler, medya hangi yönü işaret ederse bu
sağlıklı düşünmekten alıkonulmuş, zavallılaştırılmış halk kitleleri, bir koyun sürüsünün
çobanın önünde salhaneye doğru yönelişi gibi seçim sandıklarına akmakta, kendi özgür
irademle seçiyorum, oy kullanıyorum sanarak, AB-D Emperyalistlerinin işaret ettiği işbirlikçi, hain, halk düşmanı partilere oyunu
vermektedir. AB-D Emperyalistleri yıpranan, kandırma gücünü kaybeden sermaye
partilerini iktidardan indirip, dinlenmeye almakta, yerine yeni bir işbirlikçi partisini getirmektedir. Ve bu aşağılık, pis kandırmaca,
İblisçe oyun sürüp gitmektedir.
çek değeri bu rakamın katbekat üstündedir…
Bildiğimiz gibi bu mallar, yerli-yabancı
Parababalarına yeyim ettirilmiştir.
Yezid dinciligi ile uyutulan
halkımız AKP’nin ihanetlerini
görememektedir
Bu yağmadan öncelikli olarak pay kapanlar, başta Tayyip ve yakın çevresi olmak üzere bütün Tayyipgiller’dir. Yine hep söylediğimiz gibi Tayyip’in, şu anda hepsi de yüz
kızartıcı suçlardan olmak üzere, yedi tane
yolsuzluk dosyası, o “dokunulmazlık” zırhına büründüğü için mahkemelerde dondurulmuş durumda bekletilmektedir. Tayyip
ancak yeni Anayasa Değişikliği sonrasında
elde ettiği güçle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’yi, Anayasa Mahkemesini, Yargıtay ve Danıştayı ardından da tüm
yargı sistemini-kurumlarını ele geçirdikten
sonra “dokunulmazlıkları” kaldıracak, tabiî
ondan sonra da Tayyipgiller’in hukuk bürosuna dönüşmüş mahkemeler, tüm bu yolsuzluk davalarını beraatle sonuçlandıracaktır.
Tayyip ve şürekâsı şimdi bu hesabın içindedir.
Tabiî tüm bu ahlaksızlıklar, Ortaçağcı
ideolojiyle yani Yezid dinciliğiyle afyonlanmış, cahil, bilinçsiz, saf insanlarımız için
hiçbir önem taşımaz. Onlar Tayyipgiller’in
dinciliğine vurgundurlar. Onlara göre tüm bu
söylenen yolsuzluk iddiaları, “Laikçilerin
daha da açığı dinsizlerin attığı iftiralardan
başka bir şey değildir.” Tayyip ve taifesi, vatanı bütünüyle satsa bile böyle düşünür, bu
sağlıklı düşünmekten alıkonmuş gariban bilinçsiz kesim.
Oysa ne demişti sevgili Hz. Muhammed:
“Müslümanlık güzel ahlâktan ibarettir.”
Artık bu afyonlanmış kesim için Hz. Muhammed’in bu sözü de bir değer taşımaz ya
da bir anlam taşımaz. Onlar için din; Siyasal
İslama, türbana, sarığa, kara çarşafa, peçeye,
İHL’ye, Kur’an Kurslarına ve tarikatların
serbestçe örgütlenmesine ve bütün kamu kurumlarının bu siyasi dincilerle doldurulmasına indirgenmiştir. Bu kamu kurumlarını ele
geçiren siyasi dincilerin yaptığı-yaptırdığı
vurgunlar, hiç umurlarında olmaz yine bu
Yezid dinciliğiyle uyuşturulmuş kitleler-geniş kalabalıklar için…
İşte Tayyip ve AKP’si kitlelerin bu ağlanacak duruma düşürülmüş olmasına güvenmektedir. O yüzden de ihanet üstüne ihanet
etmektedir. Son ihanetlerinden biri de vatan
topraklarımızı AB-D Emperyalistlerinin radarlarıyla-füzeleriyle doldurma girişimidir.
Tabiî bu da Yezid dinciliğiyle afyonlaşmış ve uyutulmuş geniş halk kitlelerinin hiç
umurlarında olmayacaktır. Baksanıza Ortaçağcı tarikatlar bugün bile Kuvayimilliye ve
Kurtuluş Savaşı hataydı, keşke İngiliz, Fransız, İtalyan sömürgesi olsaydık, diyorlar. Ve
saf, masum insanlarımız da bunlara inanıyor.
Bunların ağına düşen insanlarımız zalim avcılar tarafından sürek avına alınan zavallı
hayvancıklar kadar olsun sağlıklı düşünemiyor. Kendi menfaatlerinin, ülkenin çıkarlarının nerede olduğunu göremiyor. Dolayısıyla
da Tayyipgiller’in ettiği hayâsızca ihanetleri
de göremiyor.
Bakın Kur’an çok net olarak diyor ki:
“İsraf etmeyin, Allah müsrifleri sevmez!”
(En’am Suresi, 141. Ayet)
Tayyip, kolunda 42 bin lira değerindeki
Frank Müller marka kol saati taşıyor. Bu rakam mütevazı bir ev parasıdır, bir küçük daire parasıdır.
Yine ABD’nin en pahalı mallar satan giyim mağazalarından birinden giysiler alıyor.
Bu mağazada takım elbisenin fiyatı 30 bin liradan başlıyormuş. Üsküdar Kısıklı’da her
biri 7 milyon lira olan beş tane süper Boğaz
manzaralı, havuzlu villaya sahip Tayyip ve
çocukları. Yani evlerinin-villalarının toplam
değeri 35 milyon lira. Bunu Tuncay Mollaveyisoğlu açıkladı. Villaların havadan görünümünü veren fotoğraflarıyla birlikte…
Oğlunun “gemicik”leri var. Damadına
Vakıfbank ve Halkbank’tan 750 milyon dolar kredi çekerek, “ATV Sabah Grubu”
medyasını alıverdi.
Bu kamu bankalarına sıradan bir vatandaşımız gitse bir yığın kefil araya girmeden,
birkaç bin lira kredi bile alamaz.
Ve söylediğimiz gibi Tayyip’in İstanbul
Belediye Başkanlığı döneminde yaptığı vurgun ve yolsuzluklara ilişkin yedi tane davası
var…
Tüm bunlar, İslamiyette büyük günahlar
kapsamına girer.
Tayyip ve tüm Tayyipgiller bu vurgunlarıyla, her şeyden önce, Yetim Hakkı Yemektedir. Oysa Kur’an’da bu konuda şöyle
denir:
“Şunda kuşkunuz olmasın ki, zulme
başvurarak yetimlerin mallarını yiyenler
karınlarına doldurmak üzere bir ateş yemekten başka bir şey yapmazlar. Ve onlar
yakın bir zamanda korkunç acılar veren
bir azaba dalacaklardır.” (Nisâ Suresi,
Ayet 10)
Tabii Tayyipgiller, Kul Hakkı da yemektedirler.
Oysa Kur’an’ı Kerim’in üçte ikisi kul
hakkının önemini anlatan ve onu düzenleyen, belirleyen ayetlerden oluşmaktadır. Kul
Hakkı, Şirk hariç Allah’ın diğer haklarından
bile önce gelir Kur’an’a göre.
Bu ayetlerden yalnızca ikisini belirtelim:
“Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından
bir kısmını bile bile günah ile yemek için,
o malları hakimlere rüşvet olarak vermeyin.” (Bakara Suresi, Ayet 188, Tercüme: Elmalılı Hamdi Yazır)
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız ve gayr-ı meşru bahanelerle yemeyin! (…)” (Nisâ Suresi, Ayet 29)
Gerçek İslamiyete göre
Tayyipgiller Müflistir, Tükenmiştir
Kur’an’da da bu hırsızlıkları, haksızlıkları, düzenbazlıkları, zalimlikleri yapanları,
korkunç bir cehennem azabının beklediği yazılır, söylenir…
Fakat Tayyipgiller, kendilerine İblis’i
rehber edindikleri için Kur’an’ın bu açık, net
emir ve uyarılarını duymazlar, algılamazlar.
Onlar yine Kur’an’ın belirttiği gibi “Kör ve
Sağırdırlar.” Vurguna, talana, zalimliğe ve
ihanete olanca güçleriyle devam ederler.
Sadece küplerini doldurmakla yetinmez
Tayyipgiller. İhanet de ederler halka ve vatana. Yine hiç duraksamadan… Geçmişteki
benzerleri gibi: Sait Molla, Filozof Rıza, Ali
Kemal, Damad Ferit ve Vahdettin gibi…
Hz. Muhammed der ki:
“Mazlumun bedduasından sakınınız.
Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.”
“Ümmetimden iflas etmiş, tükenmiş
kimseler odur ki, kıyamet gününde yalnız
ibadetiyle gelir. Ama bu arada sövdüğü şu
kimse, dövdüğü bir başka kimse de kıyamet gününde onunla birlikte hesap vermeye gelir. Bunun üzerine kendisinin
borçlu olduğunu kimselere, kendisinin önce yapmış olduğu hayır ve iyilikleri, ala-
ATO Zirvesi’nde: alanlar ve satanlar...
caklarına karşılık olmak üzere verilir.
Üzerlerinde diğerlerinin (alacaklılarının)
hakları bitmeden kendi hayır ve iyilikleri
tükenirse, o zaman da onların hatalarından bir kısmı alınarak borçluya yüklenir.
Bu müflis daha sonra da cezalandırılır.”
“Allah yolunda üç kez şehit olsan da,
üzerinde kul hakkı varsa onların cezasını
çekmeden cennete giremezsin. Bütün günahların affedilir, ama kul hakkı hariç.”
Gördüğümüz gibi, Tayyipgiller 72 milyon insanımızın hakkını yediklerinden dolayı, herkese borçludurlar. Onların hakkını
ödemeye de iyilikleri asla yetmez. Bu nedenle de onlar müflistirler, tükenmiştirler ve yerleri de cehennemdir. İslâmın emir ve uyarıları bunu göstermektedir.
Gelelim bunları Müslümanlara ihanetine:
Hz. Muhammed buyurur ki:
“Müslüman Müslümanın kardeşidir.
Ona zulmetmez, onu düşmanlara teslim
etmez. Kim, (mümin) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını
giderir. Kim, bir Müslümanı bir sıkıntısından kurtarırsa, bu sebeple Allah da
onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden
kurtarır. Kim bir Müslümanın kusurunu
örterse Allah da kıyamet günü onun kusurlarını örter.”
Tayyipgiller, içeride, Müslümanlara karşı
her türlü zulmü ederler. Müslümanları kandırlar. Ve haklarını yerler.
Yahudilere ve Hıristiyanlara karşıysa her
türlü hizmetkârlığı, yardakçılığı neredeyse
bir görev bilirler…
Ne diyordu Tayyip kürsüde:
“Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi
var. edir o görev? Büyük Ortadoğu ve
Kuzey Afrika Projesi’nin eşbaşkanlarından bir tanesidir Türkiye. İşte biz bu görevi yapmaya çalışıyoruz.”
Bu proje, AB-D Emperyalistlerinin Ortadoğu, Afrika ve Asya’da 24 ülkenin sınırlarının yeniden AB-D çıkarları doğrultusunda
çizilmesi projesidir. Bu projede Türkiye’nin
de sınırları yeniden çiziliyordu ve Türkiye
üçe bölünüyordu.
İşte Tayyip ve şürekâsı bu hainane görevi
ve AB-D hizmetkârlığını yapmaktadırlar;
küplerini doldurma, ün, makam, koltuk kapma karşılığında…
Bu konuda iki Ayet daha aktaralım. Bakın ne diyor Kur’an:
“Ey iman edenler! Yahudiler ile Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar ancak
birbirilerinin dostudurlar. İçinizden her
kim onlara yardaklık ederse muhakkak
onlardan sayılır. Allah ise zulmedenleri
doğru yola çıkarmaz.
“Onun için kalpleri hasta olanların onların içine koştuğunu görürsün. “e yapalım, zamanın tersine dönüp felaketlerle
başımıza çarpmasından korkuyoruz.”
derler. Umulur ki Allah yolunda fethi veya nezd-i ilâhîsinden bir emir ihsan ediverir de nefislerinde gizlediklerine pişman
olurlar.” (Mâide Sûresi, Ayet 51-52)
Demek ki Tayyipgiller’in “kalpleri hasta”
o yüzden onlar zalimdirler, hırsızdırlar, kalpazandırlar, vurguncudurlar ve de AB-D
Emperyalistlerinin yardakçısı, işbirlikçisi,
uşağıdırlar. Onların gerçek İslamla hiçbir ilgileri yoktur. Onlar Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin ve Yezid’in yolundan gitmektedirler.
Hz. Muhammed ve Dört Halife’nin gerçek Müslümanlığı bunların tuttuğu-izlediği
yolun tam karşıtıdır…
Tayyipgiller bildiğimiz gibi 1 Mart Tezkeresi’ni Meclis’e getirmişlerdir. Bu Tezkere’ye göre 70 bin Amerikan askeri İskenderun’la Hakkâri arasındaki Güneydoğu illerimize yerleştirilecekti ve de Irak’taki Müslüman Halkı vuracak, katledecek olan savaş
araç gereçleri bu bölgeden taşınacaktı Irak’a.
Tayyipgiller, Irak’ın işgalinde
emperyalistlerin suç ortağıdır
Kaldı ki Tayyipgiller buna benzer Tezkereleri daha sonra Meclis’ten geçirmişlerdir.
Türkiye Hava Sahasını ABD uçaklarının geçişine açmışlardır. Tabiî havaalanlarını da.
Ve de Irak Savaşı ve İşgali süresince ABD
uçakları Türkiye’den, İncirlik’ten, diğer yerlerden gidip Irak’ı vurmuştur. Bildiğimiz gibi beş milyon civarında Müslüman Irak insanı Birinci ve İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ın
bugüne dek süren işgali sürecinde hayatını
yitirmiştir. Ölüm nedenleri, AB-D katliamları ve onların uyguladığı Ekonomik Ablukayla Irak’ın ekonomik altyapısını bütünüyle
tahrip edebilmesinden doğan, kaynaklanan
açlık ve hastalıklardan oluşmuştur. Tayyipgiller iktidara geldikleri günden itibaren bu
katliama, saldırganlığa, işgale, Irak’taki
Müslüman kadınlara yapılan tecavüzlere ve
işkencelere tam olarak destek vererek suç ortaklığı etmişlerdir.
Bu canavarca katliam ve tecavüzler, işgal
sürerken, hatırlanacağı gibi Tayyip bir yılbaşında: “Kahraman Amerikan askerlerinin
sağ salim vatanlarına dönmeleri için Allahıma dua ediyorum” diye mesaj göndermiştir AB-D’li efendilerine, korkak ve alçak
Bush’a. İşte böyle bir adamdır Tayyip!..
A. Gül de aynı şekilde, yine bu süreçlerde dünyanın çeşitli ülkelerinde Irak’takine
benzer cinayetler işleyen, haydutluklar yapan ABD’ye ve onun ordusuna methiyeler
düzmüştür…
İşte bu nedenden onlar Muaviye ve Yezid’in devamcısıdır. Yezid ruhu taşımaktadırlar. Bilindiği gibi Yezid, bir fahişenin oğlu olan Kerbela’daki valisine, Hz. Hüseyin’i
ve Hz. Muhammed soyundan olan 23 kişinin
içinde bulunduğu 73 saf-temiz Müslümanı
Fırat’ın kıyısında günlerce çöl sıcağında susuz bıraktıktan sonra vahşice katlettirmiştir.
Üstelik de aynı anda Halife olduğunu, dinin
en yetkili temsilcisi olduğunu iddia etmiştir.
Yani din adına, Hz. Muhammed’in dünyada
en sevdiği insanı, O’nun soyundan 23 kişiyi
ve Hz. Hüseyin’in 73 samimi Müslümandan
oluşan topluluğunu katlettirmiştir.
Yani en alçakça, en namussuzca, en iğrenççe din sömürüsü yapmıştır. İşte Tayyipgiller de aynısını yapmaktadırlar.
Tayyipgiller yine hatırlanacağı gibi Afganistan’a da Türk askerlerini göndermişlerdir.
AB-D orada da katliamlar yapmaktadır bilindiği gibi. Bu caniyane işlerin bir bölümü Wikileaks belgelerinde görüntülü olarak yayınlanmış, TV ekranlarına düşmüştü. Irak’ta,
Afganistan’da savaşmış bir ABD generali
“insan öldürmek zevklidir” diye açıklamalarda bile bulunmuştu. Biz bu komutanlar
için bilindiği gibi hep; “bunlar yarı sarhoş,
yarı sapık insanlardır” diyoruz. İşte bir kanıtı daha. Böyle diyen bir komutanın sağlıklı
bir ruh yapısına sahip olduğunu hiçbir ruhbilimci kabul edemez…
Tayyipgiller, yıllar önceki bir banka reklamında dendiği gibi “hizmette sınır yoktur”
diyorlar… Tabiî ABD’li efendilerine…
Tayyipgiller’in son ihaneti:
Ülkemizi emperyalistlerin radarları
ve füzeleriyle donatmak
İşte son hizmetleri de Türkiye’ye, “Füze
Kalkanı” adı altında ABD radar ve füzelerinin yerleştirilmesini Lizbon’daki son NATO
Zirvesi’nde kabul etmeleri olmuştur. Bilindiği gibi, Polonya ve Çek Cumhuriyeti bunların topraklarına yerleştirilmesini kabul etmemişler, bu yöndeki AB-D önerisini reddetmişlerdir. Biz bunları yerleştirirsek Rusya
Federasyonu’nun tepkisi çekeriz, düşmanlaşırız yok yere, demişlerdir. Eğer onlar öneriyi kabul etseydi, Rusya’da onlara en yakın
olan topraklarına kendi radar ve füzelerine
yerleştirecekti. Dolayısıyla bu ülkeler de
Rusya’nın hedefi haline gelecekti. Ve ileride
oluşabilecek bir kapışmada, Rusya’nın ilk
vuracağı ülkeler olacaktı. Rusya savaş mantığı gereği, ilkin buralardaki radar ve füze
rampalarını vurarak yok etmek isteyecekti.
İşte bu sebeple, AB-D uşağı dönek idarecilerin yönettiği bu kukla devletler bile bunu kabul etmediler. AB-D’li efendilerine hayır
dediler.
Bizimkilerin durumunu siz düşünün artık…
11
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Son açıklanan Wikileaks Belgeleri, Tayyip’in, Washington’da, 07 Aralık 2009’daki
Obama’yla yaptığı bu görüşmede, bu konuda Obama’ya söz verdiğini ortaya koymaktadır. Tayyip’in tek istediği bu ABD projesinin NATO çerçevesinde gerçekleştirilmesi ve antlaşma metinlerinde İran’ın adının
geçmemesidir. Bu kayıtla, ABD radar ve
füzelerinin Türkiye’nin Güneydoğusuna
yerleştirilmesine bir itirazı yoktur. Yine Wikileaks Belgelerinde ABD ajanı olduğu kanıtlanan Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün
de 6 Şubat 2010’da ABD Savunma Bakanı
Robert Gates’le yaptıkları görüşmede,
ABD radar ve füze rampalarının
Türkiye’ye yerleştirilmesine olur verdiği
ortaya çıkmıştır. Üstelik bu görüşmede V.
Gönül, İran’ın adını da zikrederek;
“İran’ın füze tehdidine karşı ATO ülkelerinin tedbir alması gerekir” de demiştir, ABD’li bakana…
Cüneyd Zapsu
Son Wikileaks Belgelerinde Şaban Dişli’nin de ABD ajanı olduğu açığa çıkmıştır.
Demek ki Tayyip, Cüneyd Zapsu’yla bunu
boşu boşuna seçip ABD’ye göndermemiştir. Bunlar ABD’ce en güvenilir adamlardır.
İşte bu “muteber kişiler” demiştir; “Bu adamı (Tayyip’i) kubur deliğinden aşağı süpürmeyin, kullanın” diye. Daha doğrusu Tayyip, bunlar aracılığıyla söylemiş bu mide
kaldırmaz, tariflere sığmaz sözü…
Buradan hareketle biz, Cüneyd
Zapsu’nun da ABD ajanı olduğunu düşünebiliriz. Kuvvetli bir olasılıkla…
Bu iş patladığında yani ABD’liler, Tayyipgilller’e hadi yapın dediklerinde, Tayyip
şöyle bir demagojiye, düzenbazlığa başvurmuştu: “Bu radar ve füzeler komşularımızı hedef almayacak. Sonra düğmeye
basma yetkisi biz de olacak.” Oysa bu en
pis kategoriden bir yalandı, kandırmacaydı.
Zaten ABD yetkilileri de anında yanıt
verdiler, “Füzeleri kullanma yetkisi Avrupa’daki ATO karargâhında olacak”
diye. Burada komutan ABD generalidir.
Yani komuta ABD’de olacaktır.
Sonra Türkiye’nin, füzeleri kullanmak
yani ateşlemek-düğmesine basmak için bir
müzakere, değerlendirme yapması gibi bir
durum, olayın doğası gereği asla söz konusu değildir.
Diyelim-varsayalım ki, İran füzelerini
Şaban Dişli
İsrail’in bir saldırısına cevap vermek için
ateşledi. Bu füzelerin durdurulması, saf dışı edilmesi için anında avcı füzeler tarafından havada: yükselirken ya da hedefine
doğru inerken vurulması gerekir. Bunun da
birkaç dakikalık bir zaman sürecinde olması gerekir. Bu nedenle bu işin öyle uzunca
bir süre beklemeye tahammülü yoktur.
Nasıl olur bu? İran füzelerini ateşlediği
anda Türkiye’deki radarlar bunu algılar ve
otomatik olarak tüm füze rampalarına iletir.
Tabiî füzenin fırlatıldığı noktadan itibaren
izleyeceği yolu ve hedefini bildirir,
ABD’nin füze rampalarına. Onlar da anında ateşlenerek bunları havada, en uygun
yerde vurur. İmha eder. İran füzelerinin
nükleer başlık taşıyacağı varsayılmaktadır.
Türkiye üzerinde bu füzelerin vurulduğu
düşünülsün. O zaman bu füzelerdeki nükleer maddeler Türkiye topraklarına saçılacaktır. Ve Türkiye’yi, insanıyla, diğer canlılarıyla, doğasıyla zehirleyecektir.
ABD’nin Akdeniz’deki ve Basra Körfezi’ndeki savaş gemilerinde de bu saldırgan
füze rampaları vardır. ABD, öyle uygun
gördüğü durumlarda İran füzelerini, bu savaş gemilerinden fırlatacağı füzeleriyle de
vurabilecektir. Yani Türkiye’ye yerleştirilmesi durumunda bu radarlar ve füzeler AB-
D Emperyalistleriyle İsrail’e hizmet edecektir. Onların savaş aracı-silahı olacaktır.
Bu kesindir…
Tayyip ve A. Gül, Lizbon’daki antlaşmada, İran’ın adı geçmedi diye övünmektedir. Bu da bayağı bir kandırmacadır. Türkiye Halklarını ve İran’ı saf, keriz yerine koyma girişimidir. Ortadoğu’da İsrail’in dışında bu türden füzelere sahip olan tek ülke
İran’dır. AB-D’nin yerleştireceği bu füzeler
İsrail’e karşı olamayacağına göre, hedefleyeceği tek ülke İran’dır. Bunu bebeler bile
bilir. Nitekim İran Devrim Muhafızları Komutanı Hacızade, bunu belirtmiş. Ve bunun
gerçekleşmesi durumunda o ülkeyi düşman
sayacaklarını belirtmiştir, haklı olarak…
İran Dışişleri Sözcüsü de benzer bir
açıklamada bulunmuştur. Kaldı ki NATO
belgelerinde, İran ve Suriye’nin, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’yle birlikte
düşman olarak görüldüğü açıkça belirtilmiştir.
Dikkat edersek bu son süreçte, ABD
Emperyalistleri kuklaları olan Güney Kore’yi kullanarak, Devrimci Kuzey Kore’nin
kararlılığını test etmiştir. Devrimci
Kore’nin burnunun dibinde kukla Güney
Kore’yle birlikte bir hafta (hatta sekiz gün)
sürecek (Kasım’ın son haftası) bir deniz tatbikatı-savaş oyunu yapmaya girişmiştir.
Devrimci Kore, bu saldırganlığa anında
hak ettiği karşılığı vererek ABD haydudunun ve kuklasının hevesini kursağında bırakmıştır. Alçaklar sekiz gün sürdürmeyi
planladıkları sözde tatbikatı iki günde noktalamak zorunda kalmışlardır.
Bu alçaklar böyledir işte. Antiemperyalist bilinçle dolu bir halkın kararlığı onları
perişan eder. Ödlerini b.k’lerine karıştırır.
Hemen yüzgeri ederler, sıvışırlar…
Konuya dönersek, Tayyipgiller, Sosyalist Kamp ve Sovyetler Birliği’nin varlığında olduğu gibi, ülkemizi, yeniden AB-D radar ve füze rampalarıyla doldurarak, olası
bir anlaşmazlıkta, ilk vurulacak hedef haline getirmeyi kabullenmiştir. Bu açıkça Türkiye Halklarına ve vatanımıza ihanettir.
Sonra yok yere Türkiye’yi İran’ın gözünde
düşman ülke durumuna düşürmeye çalışmaktır.
Böyle bir işbirliği AB-D Emperyalistleriyle onların Ortadoğu’daki maşası-jandarması, ileri karakolu ve köpeği olan Siyonist
İsrail Devletine hizmetten, uşaklıktan, yardakçılıktan başka hiçbir anlam taşımaz. Tabiî bir de halklarımıza ve vatanımıza ihanet
anlamını taşır.
İsrail, geçmişte-80’li yıllarda Irak’ın,
birkaç yıl önce de Suriye’nin nükleer çalışmalar yaptığı yerleri vurmuştu uçaklarıyla.
Şimdi de İran’ı uçak ve füzeleriyle vuracağını defalarca ilan etmiştir. İran da buna önlem olarak “Şahab 1, 2 …” gibi adlar verdiği füzeler geliştirmiştir. Bunların menzili
şimdilik 2500 km’ye ulaşmıştır. Tabiî daha
da geliştirecektir İran bunları. Nükleer silah
elde ettiği zaman bu füzelerine nükleer başlık da takabilecektir. İşte AB-D haydutlarını ve Siyonist İsrail’i korkutan budur. Buna
önlem almak istiyorlar öncelikle. Sonra da
tüm Asya’yı bu radar ve füzeleriyle hâkimiyetlerine almak istiyorlar.
Yani, ABD’nin bu girişimi bu yönüyle
de George Friedman’ın “Gelecek Yüzyıl”
ve Brzezinsky’nin “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitaplarında teorileştirdikleri,
“Vladivostok’tan Baltık Denizi’ne kadar” uzanan tüm Asya ve Avrupa’da,
ABD’nin gönlünce hâkimiyet kurmasını, at
oynatmasını öngören bir emperyalist haydutça planın adımlarından, parçalarındanbölümlerinden biridir.
Bu nedenle bu girişim BOP’un da kapsamına girer.
Emperyalistlerin ve
uşaklarının bu devranı
mutlaka bitecek
“Bölgemizde sıfır sorun-Komşularımızla sıfır sorun” demagojisiyle yola çıkan
Tayyipgiller ve akıldaneleri sırıtkan bakan
Ahmet Davutoğlu, hiçbir sorunu halledemediği gibi, Azerbaycan’dan sonra İran’la
da Türkiye’nin dostluğunu baltalamış olmaktadır. Kılavuzları AB-D haydut kargası
olan bu zavallıların zaten varacakları yer
burası olacaktır. Antika Tefeci-Bezirgân
Asalak Sermaye Sınıfının temsilcisi oldukları için Tayyipgiller, ulusal değerlerlerden
ve onurdan da yoksundurlar. Üstelik bunlar
ABD eliyle iktidara çıkarıldıkları için kişicil onurdan, özgüvenden de yoksundurlar.
Öyle olunca da yaptıkları bu olur…
Tekrarlayalım, bu alçakça, şerefsizce,
insanlık dışı plana, evet demekle, onun altına imza atmakla Tayyipgiller bir kez daha
adlarını Tarihin hainler defterine, Damat
Feridler’in, Sait Mollalar’ın, Ali Kemaller’in vb.lerinin yanına yazdırmışlardır.
Onlar bugün devran sürmektedirler. Sürsünler bakalım… Sonunda, yukarıda adlarını söylediğimiz benzerleriyle birlikte anılacaklardır. Bundan hiç kurtuluşları yok…
Sen rahat ol Arif Damar Yoldaş
Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut’un, Arif Damar’ın sonsuz dinleniş evine verilişi sırasında yani mezarı başında o anki şartlar gereği irticalen çok özet olarak, hemen hemen başlıklar biçiminde, yaptığı konuşmanın yapılamayan bölümüyle birlikte tamamını yayımlıyoruz.
Bir şairimiz der ki; “Bütün ölümler
erken ölümdür.”
Bizce bu söz gerçeği yansıtmamaktadır. İçlerinde 17 yaşındaki Erdal Eren de
dahil olmak üzere onlarca genci, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek astıran,
12 Eylül Faşist Darbesi’nin Başgorili,
Amerikan uşağı; Paul Henze’nin Oğlanı,
insan sefaleti, 90 küsur yaşındaki Kenan
Evren ölse, “erken öl”müş mü olacak? Yine benzeri Tahsin Şahinkaya ölmüş olsa,
“erken öl”müş mü olacak?
Şili’de Sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende’yi, ABD ve CIA tezgâhı bir
faşist darbeyle deviren ve on binlerce masum insanı katleden faşist Pinochet 90 küsur yaşında öldü. Erken mi öldü?
Yüz binlerce namuslu aydını, demokratı, devrimciyi katlettiren faşist Franco, o
da 90 küsur yaşında ölmüştü. Erken mi öldü? Kesinlikle değil! Hepsi de çok geç öldü...
Bunlar için en doğru tespiti Friedrich
itsche yapar:
“Keşke hiç doğmamış olsalar böyleleri” der, ünlü eseri “İşte Böyle Dedi Zerdüşt”ünde. (Kabalcı Yayınları, s. 94)
Yaşam ve ölüm üzerine de yine doğrugerçekçi görüşleri F. Nitsche ortaya koyar.
Aynı eserinde şöyle der:
“Çoğu insan çok geç ölür, bazıları da
çok erken. “Zamanında ölmesini bil: İşte budur Zerdüşt’ün öğrettiği.” (agy, s.
94)
Evet çoğu insan da zamanında ölmesini bilmez.
İnsan çok iyi niyetli olsa bile haddinden fazla uzun yaşarsa pusulasını
şaşırabilir. Uzun yaşamak tuzaklara
düşme riskini de beraberinde getirir.
Hele hele insan, insancıl ideallere
sahipse, mevcut Parababaları düzenine
karşıysa, onların sömürü, vurgun ve talanlarına karşıysa, özetçe, AB-D Emperyalistlerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin, insanı hayvan yerine koymalarına isyan ediyorsa; o zaman çok
uzun yaşamak, çok büyük tehlikeleri
de beraberinde getirir.
Parababaları ve onların casus örgütleri-CIA, MİT, Kontrgerilla size doğrudan; bedensel ve ruhsal kişiliğinizi,
varlığınızı hedef alarak saldırır. Sizi alır
tıkar içeriye. CIA’nın 63 yıllık zulüm
uygulamalarından edindiği tecrübelerinden ve geliştirdiği işkence tekniklerinden, yöntemlerinden süzdüğü sonuçların ürünü ve son sözü olan insanlık dışı
işkenceler uygulanır üzerinizde. Sapık,
sarhoş işkenceci cellâtların bazen ölüm
tehditleriyle, naralarıyla, bazen de kahkahalarıyla karışık fiziki, psikolojik işkencelere uğratılırsınız. En aşağılık zulümlerle
sizi çökertmek ve teslim almak isterler...
Sonra da ağır mahkûmiyetlere uğratılırsınız. Zindanlarda tutulursunuz senelerce...
Ne acıdır ki zalimler, kan içiciler çoğu
zaman başarılı olurlar ve amaçlarına ulaşırlar bu canavarlıklarında.
Hatırladığıma göre, 1990’lı yılların
ikinci yarısıydı. Arif Damar Yoldaş, böyle
acıklı durumlara düşen bir eski yoldaşından söz ediyordu, “Gündem”de çıkan bir
yazısında. 1950’li yılların TKP Tevkifatlarından birinde, birlikte içeriye düştükleri
bir kadın yoldaşlarının yürek parçalayan
hikâyesini anlatıyordu.
Bu genç kız, İstanbul’un burjuva ailelerinin birinin iyi eğitim görmüş bir kızıymış. Kız melek kalpliymiş. Sınıfına sırtını
dönmüş, ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin safında yer almış. Tevkifatta içeriye
düşmüş, yoldaşlarıyla birlikte. İşkencelerden geçirilmiş. Sonra da hapislik yılları...
Aile telaşa düşmüş... Kız cezasını bitirip-çekip dışarıya çıkar çıkmaz alıp Amerika’ya götürmüş, her an her türden tehlikeyle yüzyüze olan Komünist Yoldaşlarından koparabilmek, uzaklaştırabilmek için.
Kız da gitmiş. Belki rızasıyla, belki de zorlamayla... Orasını bilemiyoruz.
Ailenin orada da bağlantıları var. Oraya
ısındırmış kızı. Ve kız bir daha dönmemiş
Türkiye’ye... Yine hatırladığıma göre bir
Amerikan vatandaşıyla evlenmiş, Amerikalı olmuş, böylece kendisi de... Ülkesini
de davasını da unutmuş...
Üzüntüyle ama anlayışla söz eder Arif
Damar Yoldaş, bu eski kadın arkadaşlarından... Böyle sert kavgalar için yetiştirilme-
mişti. Göğüsleyemeyeceği darbelerle karşılaştı. Ve çöktü, teslim oldu, der. Onu
özenli istihdam edebilirdik, tehlikelerin
uzağında tutabilirdik, taşıyabileceği görevler verebilirdik; belki o zaman kaybetmezdik, der... Belleğim beni yanıltmıyorsa...
Devrimciler için tehlikeler, sadece böyle cepheden gelen saldırılardan ibaret değildir.
Bazen de sizi işinizden ederler. Böylece ezmek, hizaya getirmek isterler...
Bazen de size tatlı, cazip tekliflerde bulunurlar. Siz çok kaliteli birisiniz. Sizin ortaya çıkardığınız emek çok kıymetlidir. Bu
nedenle sizin işgücünüzün fiyatı çok yüksek olmalıdır. Sizi şu kadar maaşla işe alıyorum, der. Size yüksek ücretler öder. Siz
bir süre sonra gevşer, çözülürsünüz. Rahat
yaşamaya ve işvereninize alışırsınız. Seversiniz onları... Tabiî bu arada devrimci
değerler sisteminden uzaklaşırsınız. Dönüşürsünüz, belki farkına bile varmadan.
Bambaşka bir adam ya da insan olursunuz.
Ve artık devrimci değilsinizdir... Yarım ya
da tam bir döneksinizdir. Yerli-yabancı Parababalarının emrinde ve hizmetindeki satılmışlar medyasında, pezevenkler medyasında, ikoncanlar medyasında velhasıl alçak hainler medyasında el üstünde tutulursunuz artık. On binlerce dolarlık aylık maaşlara bağlanırsınız. Milyon dolarlara o
medyadan o medyaya transferler edilirsiniz. Finans-Kapitalistler medyasının tüm
yal demokrat olarak ölecekti. Ve herkes
saygı duyacaktı. Ama zamanında ölmesini
bilemedi... Ve kendi namuslu kişiliğini öldürdükten sonra bir sefalet, bir AB-D uşağı olarak öldü..
Zamanında ölmesini bilemeyenlerin en
önemlilerinden biri de Başkan Mao Zedung’dur. Dünyanın nüfusça en büyük ülkesinde gerçekleşen Burjuva Demokratik
ve Sosyalist Devrime önderlik etmiştir
Mao. 1963’e kadar da son derece doğru,
tutarlı bir hat izlemiştir.
Süleyman Ege’nin yönettiği Bilim ve
Sosyalizm Yayınları’ndan çıkan “Pekin
Moskova Çatışması” adlı kitapta derlenen mektupları okuduğumuz zaman Mao
tarafından kaleme alınan ÇKP imzalı mektupların doğru devrimci çizgiyi savunduğunu görürüz.
SBKP’ye ait mektuplarınsa yanlışlarla,
sapmalarla dolu olduğunu görürüz. Yani
1963’e kadarki tartışmalarda kesinlikle
haklı olan taraf ÇKP’dir, Başkan Mao’dur.
Fakat Mao o yıllarda ölmeyi bilemedi.
Eğer o zaman ölmüş olsaydı, ÇKP ve Çin
Halk Cumhuriyeti bugünkü gibi adım
adım burjuva siyasetine ve kapitalizme kayıyor olmayacaktı. Çok daha tutarlı bir
çizgide olacaktı.
Fakat Mao yaşamaya devam etti. Aklî
melekeleri zayıfladı. Beyin hücreleri azaldı. Sağlıklı düşünemez oldu. Böylece de
olayları doğru göremez, doğru değerlendiremez oldu.
Küçükburjuva zaafları öne çıktı.
Mao sosyal şovenizme savruldu.
“Çin dünyanın en kalabalık ülkesidir. Niye siyasetin de, bilin de,
kültürün de merkezi olmasın?” dedi.
Bu amacına ulaşabilmek için de
Sovyetler Birliği’ne ve Sosyalist
Kamp’a saçmalamalarla-ipe sapa
gelmez tezlerle saldırmaya başladı. Bir
devrimcinin ufku, böyle çok geniş olabilir. Böyle niyetler taşıyabilir. Ama o
zaman da yapılması gereken, gerçek
devrimci bir hatta bütün güçleri seferber ederek, her türlü fedakârlığı göze
alarak çalışmak olmalıdır. Başarmak
olmalıdır. O zaman bileğinin hakkına o
ülke, böyle bir yere yani zirveye ulaşabilir.
Ama Mao ve ÇKP ne yaptı?
Şu anda Uluslararası Proletarya
Hareketinin merkezi konumunda olan
ülke Sovyetler Birliği’dir; ben onunla
uğraşarak, onu geri plana itebilirsem
köşebaşları işte böyle dönekler tarafından yeri-ne geçerim, diye düşündü. Yani estutulmuştur. Kimi aile boyu dönektir, Al- nafça ya da sermaye sınıfına özgü bir plan
tanlar gibi, kimi dönekliğinin kitabını ya- yaptı. Ve Sovyetler’i suçlamak için Antizar, Hasan Cemal gibi...
marksist zırva tezler üretti. Antimarksist
Bazen makama, koltuğa satılırsınız. “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” ve “Üç
Milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık uğ- Dünya Teorisi” adlı sözde teorileri üretti.
runa geçmişte savunduğunuz değerler sis- Bunun sonucunda da ABD Başkanı
teminden vazgeçersiniz. Tam bir AB-D Richard Nixon’la yani ABD Emperyalistuşağı-hizmetkârı olursunuz. Rahmetli Bü- leriyle, Sovyetler Birliği ve Sosyalist
lent E-cevit işte böylelerindendir. Geçmiş- Kamp’a karşı gizli ittifak yaptı.
te-altmışlı, yetmişli yıllarda, “Toprak işleAngola’da, AB-D Emperyalistlerinin
yenin, su kullananın”, “Ne ezilen ne ezen örgütü UNİTA’yı destekledi, devrimci
insanca hakça bir düzen”, derdi. Sonradan MPLA’ya karşı. Sovyetler’e ve Sosyalist
yüreği yetmeyip çark etmiş olsa da CIA Kamp’a karşı, tabiî MPLA’ya da karşı,
yönetimindeki Kontrgerillaya-Süper NA- MOSSAD’la işbirliğine gitti. Velhasıl sosTO’ya karşı çıkmaya çalışırdı.
yal şovenizmin bataklığının içinde debele1995’te koltuk-yeniden başbakanlık nip durdu... 1976’da öldüğunde tutulacak,
koltuğuna oturtulmak karşılığında tüm bu ele alınacak bir tarafı kalmamıştı.
değerlerinden vazgeçti. AB-D uşağı oldu.
Yani Mao da zamanında ölmesini bile1999 Gölcük Depreminde, on binlerce meyenlerin en önde gelenlerindendir. O
(tahminen 35-40 bin civarındadır) masum nedenle biz yine diyoruz ki, keşke Başkan
insanımız yıkıntılar altında yatarken (tabiî Mao 1963’te ölseydi. İnsanlığa ve uluslarinsanlarımızın cesetleridir, yıkıntılar altın- arası harekete çok büyük iyilik etmiş, fayda olan) AB-D’nin emri üzerine “Mezar- dalı olmuş olurdu o zaman. Ama olmadı...
da Emeklilik Yasası”nı çıkardı. İnsanlarıKeşke Kenan Evren ve benzeri faşist
mız deprem şoku içindeyken bunun pek diktatörler hiç doğmamış olsalardı.
farkına varamaz, diyerek yaptı bu halka
Keşke, Parababalarının satılmış medihaneti. Böylece de çalışan ve ezilen genç yasının köşebaşlarını tutmuş insan sefaleti
insanlarımız için emekliliği gerçekleşmesi dönekler onlarca yıl önce yani henüz naimkânsız bir hayal haline getirdi...
muslu iken, devrimci iken ölmüş olsalardı.
İşin en acıklı tarafı Ecevit’in şu sözüy- O zaman insan olarak ölmüş olacaklardı.
dü:
Keşke B. Ecevit 1995’ten önce, Mao
“Irak’ta kitle imha silahları olduğu- 1963’ten önce ölmüş olsaydı. Zamanında
na dair, Amerika için yeterli kanıt var- ölmesini bilmiş olacaklardı...
sa, bizim için de var demektir...”
“Her ölüm erken ölümdür” dizesi çok
Bu söz, Ecevit’in tam bir AB-D uşağı parlak, cilalı, afili bir cümledir. Ama gerve insan sefaleti haline geldiğinin-dönüş- çeklikle uyum ölçütüne vurduğumuz zatüğünün açık, kesin kanıtıydı. O artık ken- man aynı oranda içi boş bir dize olduğunu
di namuslu geçmişine düşmandı. Onu yok görürüz.
etti sonunda da...
Arif Damar Yoldaş’ın şiirlerinde böyle
Bu nedenle Ecevit çok geç ölmüştür. dizeler bulunmaz. Has şair Yoldaş’ımız.
Keşke on yıl az yaşasaydı, 1995’te ölsey- Onun şiirleri hem yürekten gelen gururla
di, diyoruz biz. O zaman namuslu bir sos-
12
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
yüklüdür, hem de gerçeklerle tam bir
uyum içindedir. Gerçekleri yansıtırlar. Gerçek insanî durumları, yaşanmışlıkları dile
getirirler en öz bir biçimde.
O aşkı anlatır:
Gitme kal
ice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir
“GİTME KAL” var yok dinlemez bir
çocuk isteğidir
Gitme aklına getir
Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir incir ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
asıl sevinirdik aklına getir
Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir
elerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir
e’çok severdik seni aklına getir
O doğayı anlatır, çiçekleri anlatır.
Aşkı yaşamamış, doğayı gözlemlememiş, sevmemiş bir insan bunları anlatabilir
mi?
“Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
“Dağıtır mavisini kendi kendine” diyor.
Dağbaşlarında böyle bizlerin farkına
varmadığı, gidip görmediği milyonlarca
güzellik var. Onlara dikkat çekiyor Yol-
daş’ımız...
ice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
diyor.
Çalışanların ve ezilenlerin durumlarını
yakından biliyor, onların safında yer alıyor.
Ve dünyanın her yerinde yorgun ellerin
bir gün gülleri derleyeceğini söylüyor.
Ellerin de güllerin de o günkü sevincini
müjdeliyor. İşçi Sınıfı hareketinin dünya
çapında zafer kazanacağından söz ediyor.
Ona olan inancını dile getiriyor.
Hayvanları sever Yoldaş’ımız. Hayatın
onlarsız olamayacağını belirtir:
Güvercin
Dursa da
Yürüse de
Güvercin
der.
Çalılarda, saçaklarda, pencere kenarlarında, cami kubbelerinde ve avlularında,
meydanlarda, yol kenarlarında güvercinlerin duruşlarını, yürüyüşlerini dikkatlice,
duyarak, severek, hayranlıkla ve mutlulukla izlememiş olanlar bu dizeleri yazamazlar. Güvercinin duruşunda ve yürüyüşünde
birbirinden apayrı bir kişilik ve güzellik olduğunu algılayamayan insanlar da o dizeleri hissedemezler, düşünemezler, yazamazlar.
Komünist Şair’imiz insanları sever. İnsan sevgisiyle doludur. “Büyük Hüner”
başlıklı şiirinde, insan sevgisi üzerine inşa
edilen gerçek devrimci kişiliği hiçbir işkencenin, zindanın yıkamayacağını, insanın dimdik, bir direniş bayrağı gibi ayakta
kalacağını anlatır. Böyle devrimciliği yüceltir. Bunun hakkını verir.
Sonra da devrimciliği gelgeç heveslerden kaynaklanan soytarı devrimcileri, korkakları, yüreksizleri ve dönekleri anlatır.
Onların sefaletlerini vurur yüzlerine...
Hani bizim, “dönekler Ordusunun satıl-
mış yazarçizerleri” diye tarif ettiğimiz, Parababaları Medyasının tüm köşebaşlarını
tutmuş alçakları anlatır.
Bunların önce utandıklarını, sonra da
durumlarına alışarak yüzsüzleştiklerini,
daha alçaklaştıklarını, iğrençleştiklerini
anlatır. Bu alçaklar sürüsüne 1955’ten yani
55 yıl önceden ayna tutar... O zamanlar da
vardı tabiî böyle tipler. Ama azdı o zamanlar... Şimdi mebzul miktarda bunlardan.
Sürüyle... Hangi televizyon kanalını açsanız, hangi gazeteyi elinize alsanız bunların
pişkin, pis, sırıtkan yüzleriyle ve aynı rezillikteki satırlarıyla karşılaşıyorsunuz...
Aydın namusundan, insancıl ahlaktan çoktan vazgeçmiş bu şerefsizler sürüsü, Parababalarının satılmış medyasında baş tacı
edilmektedir. Yerli-yabancı Finans-Kapitalistler çetesi böyle dönekler kullanmayı
çok sever.
Sadece yerli Parababaları değil, yabancıları da bunları çok sever... AB-D Emperyalistleri böylelerini NATO Genel Sekreteri, IMF Başkanı bile yapar. AB örgütlerinin
başına getirir. Bunlar AB-D ve yerli satılmışlar, sermaye çevreleri için en güvenilir
adamdır. Çünkü bir Arap atasözünde dendiği gibi ; “El hain lâ iflah-Hain iflah olmaz!..”
Şimdi Yoldaş’ımızın bu şiirini görelim:
Büyük Hüner
İnsanları sevmek kolay değil,
bir hürriyet bu
çetindir memleketimde.
Ben ille varım dersen
bir gün pusuya düşersen,
insanları sevmek
büyük hüner.
Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl,
gerçekten, güzellikten, yiğitlikten
payına düşeni alabilmişsen,
vermişsen payına düşeni
gerçek için, güzellik için,
korkusuz direnirsin.
Altı meyhane üstü eğitimhane!
H
ATAY MUSTAFA KEMAL
ÜNİVERSİTESİNDE eğitim skandalı, öğrencilerin
ayaklanması ile açığa çıktı. 2008
yılında üniversitemize bağlı; Besyo, Ziraat, Bilgisayar Teknisyenliği
gibi bölümleri bünyesinde bulunduran Yüksekokul, Antakya’ya 5 km.
mesafede bulunan Harbiye’deki iki
katlı bir yerleşke okul binası gösterilerek kurulmuştur. Ancak bu iki
katlı binanın, eğitim öğretim için
kapasite ve yerleşim yeri olarak uygunsuz görülmesinden dolayı uy-
vekilliğine adaylığını koyacakmış.
Milletvekili adaylığını garantilemek isteyen, bu yüzden de Rektörlükteki son günlerinde yetkilerini
sonuna kadar kendi çıkarları için
kullanmak isteyen Canda; Harbiyeli Tefeci-Bezirgân Sermaye ile yaptığı gizli anlaşmalar sonucu, Okulumuzu, Harbiye’de bir apartmana
(ailelerin oturması için planlanmış
bir bina), üstelik de altında içkili
restoran bulunan bir binaya taşımak
istemektedir.
“Altı kaval üstü şişhane” diye
gun bir bina aranıyordu. Uygun bina bulunamaması üzerine MKÜ
TAYFUR SÖKMEN Kampusunda
geçici olarak sağlanan derslikler ve
laboratuarlarda eğitime devam edildi. Bu yeni (2010–2011) eğitim-öğretim yılında ise, şehir merkezindeki MKÜ Rektörlük Binası yanında
bulunan üniversitemizin boş binalarına taşınılarak eğitime başlandı.
Geçtiğimiz günlerde yapılan
Rektörlük Seçimlerinde, atanması
için gerekli olan ilk altı aday arasında yer alamayan Şerafettin Canda,
duyumlarımıza göre, önümüzdeki
seçimlerde Harbiye Belediyesindeki ilişkilerinden nemalanıp, millet-
bir söz vardır hani. Harbiye Beldesindeki sözüm ona binanın hali tam
da bu deyimin kapsamına girmektedir. Binanın alt katı içkili bir restorana aittir. Genelde kış aylarında
faaliyet gösteriyormuş. Malum ya
kış ayı da geldi çattı. Restoranın sahibine göre nezih bir ortammış, sadece aileler geliyormuş, muş da
muş... Oysaki kız öğrencilerin ders
çıkışında, özellikle de ikinci öğretimdeki kız öğrencilerin, tacize uğraması çok olasıdır. Sınıfları gezdik: 3 kişilik ailenin oturabileceği
3+1 daireler. Odaların genişliği göz
kararı 20 ile 25 metrekaredir. Normal sınıf ebadında dahi değil. Bu
kadar küçük sınıflarda öğrenciler
nasıl eğitim görecek?.. Bu duruma
haber yapmaya gelen kameraman
bile şaşa kaldı…
Rektör Canda, bu konuda kendisine karşı çıkan ve bu binada eğitim
olamayacağını savunan Yüksekokul Müdürümüzü görevinden almıştır.
Bu daireye taşınmak istemeyen
biz öğrencilerin de başkaldırısı karşısında eteği tutuşan rektör Canda,
önümüze türlü engeller çıkarmaktadır. Bunlardan bir kaçını sayalım:
Eylemlerimize
destek vermek için
diğer kampustan gelen okulumuz öğrencilerini, kampusumuza almayarak engellemiştir.
Bize destek veren
hocalarımız tehdit
edilerek, bu olaylardan uzak durdurulmaya çalışılmaktadır.
Gelen basını da
(biz okulun içerisinde iken), olayı örtbas
etmek için, “eylem
yok” diye göndermişlerdir.
Yine yanımıza
desteğe gelen Yüksekokul Sekreterimize: “Ne arıyorsun
sen onların arasında puşt” diyerek
hakaret etmiştir.
Bir arkadaşımıza da: “Komünist
misin sen?” diyerek, Komünizm
düşmanı olduğunu, nasıl bir eğitim
görevlisi olduğunu, aynı zamanda
kendi çıkarları için Türkiye’nin çeşitli yerlerinden okumaya gelen bizleri nasıl da kullanmaya, bizim üzerimizden prim yapmaya çalıştığını
gözler önüne sermiştir. Yani Rektör
Canda, masum öğrencileri kendi çıkarları için kullanabilecek kadar çıkarcı bir insandır…
Kendisini rektör olarak atayan
eski Cumhurbaşkanı Necdet Sezer,
Canda’yı; ilerici, aydın, laik biri
Bilirsin,
bir kere korku düşerse adamın içine,
bir kere koparsa sevdiklerinden,
mümkünü yok
gitti gider.
Söner gözlerinde güzelim ışık
kararır, çirkinleşir yüzü
önceleri utanır belki
sonra vız gelir
umurumda olmaz dünya.
İnsanları sevmek büyük hüner
insanlarla beraber.
Yoksul halkımızın bir evladıydı Arif
Damar. Asla sınıfını unutmadı. Ona sırtını
dönmedi. Onu bilmezlikten gelmedi. Sınıflarüstü sanatçı olma soytarılığına, namussuzluğuna yeltenmedi. Tam tersine her zaman İşçi Sınıfının, yoksul köylülüğün velhasıl çalışan ve ezilen halk kitlelerinin yanıbaşında, onların safında oldu. Onların
kurtuluşunun davasını savundu. Sömürü ve
zulmün, insanın insanı ezmesinin, insanın
hayvan yerine konulmasının sona erdiği bir
dünyanın savunucusu oldu. Yani hep Komünist oldu. Namuslu gerçek bir Komünist
olarak bedence aramızdan ayrıldı.
Kendisiyle yapılan son söyleşi Kadıköy Life Dergisinin Temmuz-Ağustos
2010 tarihli sayısında yayımlanmıştı. Söyleşiyi Utku Ongun yapmıştı. Şimdi bu röportajdan bir bölüm aktaralım:
“Pişman olduğunuz şeyler var mı?
“Şimdi bana bu bir hikâyeyi hatırlattı. Önceden telefon ettiler benimle röportaj yapmak için. O sırada hafif bir
depresyon geçiriyordum. Çok istemedim. “Fazla vaktinizi almayız” dediler.
Ben de kabul ettim. Röportaj boyunca
arada bir “Pişman olduğunuz bir şey
var mı?” diye sordu röportajı yapan.
Ben “yok” diyordum. Yine aynı soruyu
sordu. Onun niyetini anladım. Ben devrimci oldum, Marksist oldum, hapishaneye girdim, kitaplarım toplatıldı, şiirle-
sanmıştır. Necdet Sezer’in bu kanıya varmasına ise, Canda’nın (atanmak için) gerçekleştirdiği numaralar sebep olmuştur. Fakat hangi
bayrağa selam verdiği belli olmayan Canda, Necdet Sezer’in görev
süresinin bitmesi üzerine taraf değiştirmiş ve Tayyipgiller’den yana
olmuştur.
İlginçtir, bazı uygulamalı dersi
olan öğrenciler nerede sınav olacak
onu bile bilemiyorlar…
Eğitim Fakültesinde eylemimizi
gerçekleştirdikten sonra bize okul
diye gösterilen binanın önüne gittik.
Okulun önünde 2 tane kamyon yanaşmış ve işçilerin sıra ve sandalyeleri okulun içine taşıdığını gördük.
Artık karar verilmiş de tamamıyla
orada eğitim görecekmişiz… İşçilerin eşyaları okulun içine taşımasını
kapıları kapayarak engelledik.
“Bizler bu okulu istemiyoruz, bizi
çiğneyerek geçersiniz ancak” diye
sloganlar attık.
Sadede gelelim; Büyük çoğunluğumuzun yıllık kiralarını peşin vererek oturduğumuz evlerimizi Harbiye’ye nasıl taşıyacağız? Devlet
yurdu dahi yok burada. Tabiî Rektör Canda buna da çözüm bulmuş!
Servis verilecekmiş. Aileler tek tek
aranarak, “çocuklarınızı ikna edin
bize zorluk çıkarıyorlar. Biz onlara
servis ayarladık, biz bütün bu sıkıntıları çözdük” diye ailelerimiz de
kandırılmaya çalışılmaktadır.
Yani sorunlar anlatmakla bitmez. Şimdi biz ne yapmalıyız ona
bakmalıyız. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın da dediği gibi “ÖRGÜTSÜZ HALK KÖLE HALKTIR, ÖRGÜTLÜ HALK YENİLMEZ” şiarı ile bu rektörün bütün
namussuzluklarını ortaya çıkaracağız. Haklı davamıza hukuksal anlamda da çözüm yolları arayacağız.
KURTULUŞ PARTİSİ GENÇLİĞİ
olarak bu ayıbı ortadan kaldırıncaya
kadar mücadele edeceğiz!
Öğrenciyiz, Haklıyız,
Kazanacağız!
Hatay’dan
Kurtuluş Partisi Gençliği
rim yüzünden yargılandım. Benden onu
istiyordu. İçimden “Seni buraya çağırmaktan çok pişman oldum” demek geçti
ama nezaket bırakmıyor… Zaten o röportaj da ben öldükten sonra yayınlanacakmış. On senenin üstünde zaman oldu.
“Size nelerden dava açıldı?
“Bana Türkiye Komünist Partisi’ne
girmekten dava açıldı. Ama delil yetersizliğinden beraat ettim. İki sene yattım.
Sonra hapishaneden çıkmak istemedim
çünkü bütün arkadaşlarım içerideydi.
Dışarıya çıkınca aç kalacaktım. Hâkim
soruyor, “İstediğiniz bir şey yok mu?”
diye, “İstemiyorum” diyorum. Ama hâkim attı beni dışarıya. itekim aç kaldım. O zaman dört kişiydik, çay bile
yoktu. O kadar zor durumda kaldım.
Bir yandan da duruşmaya gidiyordum.
“***
“Şair olmak nasıl bir his?
“Ben şair olayım diye şiir yazmadım.
Ben yoksulluktan geldim, açlıktan geldim. Annem öldü evde hiçbir kıymetli
şey yoktu. Bir makas bir de cacala. (İnce
dokunmuş kilim) Şiirini de yazdım cacalanın.”
İşte birkaç ay önce hayatını böyle özetliyordu Arif Damar Yoldaş.
Arif Damar Yoldaş, bu röportajında
söylediği gibi, yaşlıydı ama ihtiyar değildi.
1925 doğumluydu. 85 yaşında aramızdan
ayrıldı. Erken öldü. Çünkü yüreği de aklı
da gençti. Halkına faydalı olmaya-onun
davasını savunmaya devam ediyordu.
Biz diyoruz ki; “Sonsuz dinlenişinde rahat ol Arif Damar Yoldaş! Davanı, davamızı biz gerçek devrimciler kararlılıkla savunmaya devam ediyor. Davamız er geç
zafer kazanacak. Yeneceğiz bu zulüm düzenini.
İnsanlık tek bir Sosyalist aile ola
cak!..
Geleceğimizin ışığı öğretmenlerimize
Açık Mektup"
M
erhaba öğretmenim… Biliyorum soğuk bir merhaba oldu bu… Ama en az senin kadar öfkeliyim ben de. Meslektaşların
intihar ediyor, ek iş yaparak kendi işgücünü kiralarken ölüyor, atanmayı
bekliyor yıllardır, sözleşmeli öğretmen vasfıyla sömürülüşü katmerleniyor ve hakkını aramak için mücadele
ettiğinde polis copuyla karşılık alıyor… Üstüne üstlük haberler, gazeteler bile sizin karşınızda, size yapılabilecek en büyük haksızlığı yapıyor…
O yüzden içim buruk, öfkeli… Soğuk
bir merhaba bu yüzden…
Oysa çocukken oynadığın evcilik
oyunlarında bile öğretmen olmayı istemiştin… Elinde kalem kâğıt harf
belletmeye çalışırdın oyun arkadaşlarına. Birilerinin gözündeki karanlığı
almanın hazzını ilk o zaman yaşamıştın. Sana büyüdüğünde ne olacaksın
sorusu sorulduğunda, kalbin titreyerek ve heyecan duyarak, ben büyüyünce öğretmen olacağım, demiştin… Okula başladığında sınıfa giren
ve günaydın çocuklar diyerek gelen
öğretmenine ne güzel bakardın. Öğretmen olmayı çok istemiştin… Binbir güçlükle okudun; belki okumak
için başka bir işte çalıştın… Kitap parası bulmak için aç kaldın. Yoruldun
bu uğurda. Diplomanı eline verdiklerinde öğretmen olmanın şaşkınlığı ile
bakakaldın. Evet çok istemiştin öğretmen olmayı ve geleceğin yarınlarını
elinde tutmayı. Ama eksik kalmıştı
bir şeyler… Sana öğretmen olman
için verdikleri eğitim, yapılan araştırmalar, aslında ülke gerçekliğine uymuyordu. Anayasanın 42. Maddesi
geldi aklına; kimse eğitim ve öğretim
hakkından mahrum bırakılamaz denilirdi… Parası olanın okuduğu bir ülkede anayasa ihlalini gördün. 60 kişilik sınıflarda her biri cihan parçası
öğrencilerine ders anlatmanın zorluğu… Seni birilerinin tüccar yapmaya
çalıştığını gördün. Aidat parasını ödemeyen öğrencilerine ceza vermeni istediler. Notla korkut dediler, sınıfa alma dediler. Gelsin! Velisi ödeme yapmadığı için tuvalet temizlesin dendiydi… Nasıl şaşırdığını görüyor gibiyim.. Üniversiteden arkadaşlarınla
konuştuğunda, bunları anlattığında
arkadaşların dert etme dediler. Bizim
okutacağımız bir sınıf bir okul bile
yok dediler… Şaşkınlığın büyüdü…
İşsiz bir öğretmen ordusu vardı karşında durmadan büyüyen… Haberlere bakarken Öğretmen Şafak’ı gör-
dün… Kanser hastası Şafak Öğretmen açlık grevinde… Atanmayan öğretmenlerin haklı haykırışları… Ardından sözleşmeli öğretmenin yaz aylarında geçimini sağlamak için hamallık yaparken kalp krizinden öldüğünü öğrendin. Büyüdü öfken… Nimet Hanım’ın yaptığı açıklamayı
okuyunca sözleşmeli öğretmen olmak
tercih meselesi dediğinde bu nasıl
onursuzluk, bu nasıl aymazlık, dedin… Büyüdü öfken…
Oysa öğretmenlik kutsaldı değil
mi?
Bu ülkede, eğitim, sağlık gibi yaşamsal haklar parayla alınır satılır hale geldi, metalaştırıldı… Hastanelerde
tedavi görmen için ilk önce duruma
değil paraya bakar oldular. Paran yoksa ölme özgürlüğün var dediler, örtülü
ya da alenen… İnsanların sağlık hakkı
kadar hayati olan eğitim hakkı da birileri için kâr kapısı halinde. Öğrenci
okuyabilmek için para bulur, okulların
öğrencisi değil müşterisi olur… Üstelik aldığı eğitim yetersiz bulunarak
dershane olgusu karşısına çıkar. Öğretmense binbir güçlükle okuduğu,
mesleğine atılmak için can attığı bir
dönemde atanmama sorunuyla karşılaşır, atanırsa da ücretli köle olur yani
sözleşmeli öğretmen olur… Eğitimin
kalitesi her geçen gün düşüyor. Eğitim
bugün bilimsellikten uzak, gerici safsatalarda doludur…
Tüm bu yapılanlar tesadüf eseri ya
da alnımızda yazan bir kader değildir.
Bir avuç Parababası yüzünden bu hale geldi ülkemiz. Biz acı çektikçe onlar küplerini doldurmaktan bir adım
geriye düşmeden ahlaksızca soygunlarına devam ettiler.
Bu böyle devam eder mi edecek
mi öğretmenim?
Cevap açık aslında öğretmenim…
Günümüzde “eğitim toplum içindir”
bakış açısıyla yaklaşan ve okuma oranının yüzde 100 olduğu memleketler
var… Bir öğrenci için koşullar ne
olursa olsun okul açan memleketler
var: Aydınlık insanların ülkesi Küba…
Zor değil öğretmenim: Örgütsüz
Halk Köle Halktır, Örgütlü Halk
Yenilmez!
Yumruğunu direnenlerin yumruğuna kat! Safını yalnız bırakma! Biz
bir araya gelince hakkımızı alabiliriz
ancak…
Eskişehir’den
Bir Yoldaş
13
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve Büyük Ekim Devrimi:
BELGE 61
Ortak Düşmana Karşı... (II)
Mustafa Kemal Paşa’dan
J. V. Stalin’e(1)
14 Aralık 1920
Yoldaş Behbut Şahtahtinski, Bolşeviklerle
Müslümanlar arasındaki ilişkileri güçlendirmek
için yaptığınız çalışmaları bize anlattı. Avrupa
proletaryası ile köleleştirilmiş sömürge halklarının ortak düşmana karşı savaşlarının nedenli
önemli bir gereksinme olduğunu bilerek, bu tabakalar içinde birlik düşüncesini yaymak için
gösterdiğiniz çabalardan ötürü size içtenlikle teşekkür ederim.
Yeryüzü sömürücüleri, bugün maalesef yapabildiklerinin aksine, bu iki grup emekçiyi siyasal ve ekonomik bakımlardan karşı karşıya
getiremediği gün hükümranlıkları son bulacaktır. Kuşkum yoktur ki, Müslüman halklara karşı
izlemekte olduğunuz liberal siyaset olumlu sonuçlar doğuracak, Rusya, ortak düşmanlarımızın aramıza serpmekte oldukları bütün anlaşmazlıkları ortadan kaldıracak ve kapitalizmin
yok edilmesi için zorunlu olarak Batı
emperyalizmini yıkmayı başaracaktır. Bu umut
içinde, sayın Yoldaş, içtenlikle.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal
ATAÖV, T., “Atatürk ve Lenin”, Vatan, 21
Mayıs 1976.
***
BELGE 63
Mustafa Kemal Paşa’dan V. İ. Lenin’e(1)
18 Aralık 1920(2)
Moskova Halk Komiserleri Meclisi Başkanı Lenin Yoldaş’a,
Başkan Yoldaş, telsiz telgrafla Moskova’dan
ulaşan bir bildiri ile Sovyet Rusyası tarafından
Dağıstan’ın bağımsızlığının tanındığını öğrendik. Bu mutlu kararın Bolşevizm dünyasıyla
Müslüman dünyası arasındaki ilişkilere olağanüstü iyi bir etki yapacağından ve böylece bizleri bugünkü kapitalist düzeninin yaşamının ve
gücünün kaynaklandığı Batı Emperyalizmini
devirmek olan ortak amacımıza daha fazla yaklaştıracağından kuşkum yoktur. Bu mutlu sonucun ancak sıkı sıkıya birlikte çalışmamızla elde
edilebileceğine inandığımdan dolayı bizi birbirimize bağlayan bağları daha da çok güçlendirecek ve sağlamlaştıracak her olayın, bir sevinç ve
kıvanç nedeni olduğunu bildirir ve Rus Sovyet
Cumhuriyeti’nin sizden esinlenerek Doğu’da
kurduğu uzakgörüşlü ve akıllıca politikadan
ötürü teşekkürlerimi sunarım, Doğu’da ve tüm
dünyada hak ve adaletin yakın zaferine olan tüm
inancımla saygılarımın kabulünü dilerim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal
(1) “Atatürk’ün Tamim...”, Belge 350.
(2) Bu belgenin alındığı eserde tarihi 5 Ocak
1921 olarak verilmektedir. Lenin’in 7 Ocak tarihli cevabının metni verildiği “Dokumenti
Vneşney...” de Mustafa Kemal’in telgrafının tarihi 18 Aralık 1920 olarak gösterilmektedir. 5
Ocak, 7 Ocak tarihli bir cevap için çok kısa göründüğünden 18 Aralık tarihi alınmıştır.
***
BELGE 68
Halk Komiserleri Sovyeti Başkanı
V. İ. Lenin’in
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal’e Telgrafı(1)
7 Ocak 1921
7 Ocak tarihli, Dağıstan halkları özerkliğinin (2) ilan edilmesi ile ilgili bildirinizi sevinçle
aldık (3). Sovyet Hükümeti bildirinizden, Rusya
Federasyonuna giren milliyetlere uyguladığı
politikasının tarafınızdan onaylandığı kanısındadır. Sovyet Rusya, kendi devlet topraklarında
bulunan tüm halklara özerklik vermekte ve bu
halklarca, her halkın kendi kaderini bizzat belirleme hakkına dayanarak bölgesel cumhuriyetler
meydana getirmelerini desteklemektedir. Yalnız
bu ilke sayesinde, Sovyet Rusya’ya giren tüm
milliyetler arasında karşılıklı anlayış ve güvene
dayanan kardeşçe ilişkilerin kurulması sağlanabiliyor. Yalnız böyle bir politika Rusya’nın
tüm milliyetlerini bir tek büyük ve güçlü ailede
birleştiriyor ve kökleştiriyor ve bunun sayesinde bu aile bizi çevreleyen sayısız düşmanlara
karşı direnip mücadelesini sürdürebiliyor. Büyük, sağlam bir bütün oluştururken, düşmanlarımızın dolayısız saldırılarını püskürtmekle de
yetinmeyerek, ortak düşmanlarımızın giriştikleri her türlü entrikaların uzağında kalıyoruz. Küçük halklarla olan ilişkilerimizde uyguladığımız
önlemlerin sizce doğru yorumlandığını ve tarafımızdan bunların kolaylaştırılması şeklinin
mükemmel bir karşılıklı anlayış ve güvenin kurulmasını olumlu etkilediğini memnunlukla görüyorum. Bildirdiğiniz için size bir kez daha
minnettarlığımızı belirtir, ülkesinin bağı ve refa-
hı için tükenmez bir enerji ile mücadele eden
Türk Halkı ve Hükümetine en içten dileklerde
bulunmak isterim.
Lenin
(1) ‘Dokumenti Vneşney...”, Cilt III, Belge
No. 249.
(2) Mustafa Kemal’in telgrafında “bağımsızlık” kelimesi geçmektedir.
(3) Belge 63.
***
BELGE 79
RSFSC Dışişleri Halk Komiseri’nin,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti
Dışişleri Halk Komiseri Bekir Sami’ye
Notası
8 Eubat 1921
No. 3377
Radyo ile yayımlandı.
TBMM Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa ile Tevfik Paşa arasındaki karşılıklı telgraflaşmayı içeren 29 Ocak tarihli Hükümet bildirinizin ve tarafınızdan gerek İtilaf devletlerine gerekse dünya hükümetlerinin çoğuna hitaben
gönderilen not metnini içeren 31 Ocak tarihli
telgrafınızın alındığını bildirmekle şeref duyarım.
Rusya Sovyet Hükümeti, Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ni, Türk milletinin bağımsız olarak kendi ülkesini yönetmesi ve kaderini bizzat
belirleme hakkı uğruna sürdürdüğü haklı mücadelesindeki yenilmez, kesin tavrından ve sarsılmaz mertliğinden dolayı kutlar. Yasal olarak
Türk milletinin tek gerçek temsilcisinin İstanbul’daki grup değil, ancak Büyük Millet Meclisi olduğunu kanıtlama konusundaki tavrınızın
en doğru ve en akıllıca davranış olduğunu kesinlikle kabul ettiğimize bütün samimiyetimle
inanmanızı rica ederim.
Halkları boyunduruk altına almak ve sömürmek isteyen işgalci emperyalistlerin püskürtülmesi için, kendi hakları uğruna çarpışan bir halkın elinde en iyi silahın, hiçbir tehdide boyun eğmeyen kararlılık, mertlik ve güç olduğunu olaylar yeteri kadar kanıtlamış bulunuyor. Halkın
temsilcisi olmak durumuna ve haklarına her türlü müdahaleyi reddeden TBMM’nin izlediği yol,
başarıya, zafere ve zirveye giden tek yoldur.
Bağımsızlığını ve özgür gelişmesini savunan Türk milleti ile bağlarımız, Türk milletinin
kahramanca mücadelesinin başarılı bir sonuca
doğru ilerlemesinde yardımcı olmuşlarsa, ne
mutlu bize. Bizim de, Türk milletinin yaptığı gibi, dıştan gelecek saldırılara ve işgallere karşı
sürdürdüğümüz mücadelede bunca yararlı olan
haberleşme olanaklarını oluşturan Hükümetler
arasındaki bu ilişkilerden dolayı kendi kendimizi kutlayabiliriz.
Bu ilkeyi izleyerek, İngiliz Hükümeti ile
olan görüşmelerde henüz hiçbir kesin kararın
alınmadığından sizi temin etmek isteriz. İngiliz
Hükümeti Sovyet Rusya ile Büyük Britanya
arasında imzalanacak ticaret anlaşmasının girişinde bizim, İngiliz çıkarlarını zedeleyecek her
türlü hareketten çekinmemiz ve bu gibi hareketlerden özellikle Anadolu, İran, Afganistan ve
Hindistan’da kaçınmamız gibi bir yükümlülüğü
resmen belirtmemizi istediği için, biz de karşı
talepte bulunarak, bu metne aşağıdaki paragrafın eklenmesini şart koştuk:
“Öte yandan Birleşik Krallık Hükümeti, gerek yukarıda adı geçen, gerekse eski Rusya Çarlığı’nın bir parçası sayılan, bugün ise halkların
kendi kaderlerini bizzat belirleme haklarına dayanarak birer bağımsız devlet haline gelen ülkelerde, Sovyet Rusya’nın çıkarlarına veya güvenliğine karşı, hangi şekilde olursa olsun, her türlü eylem ve propagandadan vazgeçip, bunlardan
kaçınacak ve aynı zamanda Japonya, Almanya,
Polonya, Romanya, Macaristan, Çekoslovakya,
Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya tarafından Sovyet Rusya’ya karşı yapılabilecek herhangi bir düşmanca harekete destek olmayacağı
gibi, bunları teşvik etmekten de kendisini alıkoyacak, Sovyet Rusya’nın başka ülkelerle olan
ilişkilerine karışmayacak ve bu ilişkilerin kurulmasına engel olmaya çalışmayacaktır. Anlaşan
taraflar karşılıklı olarak, İran, Afganistan ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin devlet topraklarının bağımsızlığına ve bütünlüğüne saygı
gösterecektir.”
Büyük Britanya tarafından sunulan taslağın
giriş bölümü önerisine karşılık önerimiz budur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi devlet topraklarıyla, halkların kendi kaderlerini bizzat belirleme hakkı ilkesine dayanarak iktidarının ulaştığı
yerler amaçlanmaktadır, zaten başkalarının topraklarına göz dikme gibi hareketlerin tümünün
sona ereceği günler yakındır ve işgalciler ister
istemez Türk milletinin kendi yönetimine boyun eğmek zorunda kalacaklar. Kendi kaderini
eline alan Rus emekçi halkı, zalimlere ve sömürücülere karşı açtığı mücadeleden geçti, ağır deneyler geçirdi ve bu düşmanların er geç yenilgiye uğramaya mahkûm olduklarını çok iyi bilmektedir.
Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin
BELGE 89
G. V. Çiçerin’den Yusuf Kemal Bey’e(1)
16 Mart 1921
No. 11/390
Sayın Başkan,
Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına katkıda
bulunmak amacıyla, Rus Sovyet Cumhuriyeti
Hükümeti, Büyük millet Meclisi Hükümeti temsilciliğinin bildirmiş olduğu isteğe uygun olarak, 1921 yılından başlayarak birbirini izleyen
biraz yıl boyunca, yılda on (10) milyon altın
rubleyi, sözü geçen hükümete ödemek kararı aldığını, bilginize sunmakla şeref duyar. Rus Sovyet Hükümeti, ülkelerimizi birleştiren dostluğa
uygun olarak ve Türkiye’ye karşı duygularının
karşılıklı olduğunu bilerek, Türk Halkının ekonomik refahına katkıda bulunmakla kıvanç duyar.
Saygılarımı kabul etmenizi dilerim, Sayın
Başkan.
Rus Temsilciliği Başkanı ve
Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
Dışişleri Halk Komiseri
Georgi Çiçerin
***
BELGE 90
Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi’nin
RSFC Dışişleri Halk komiseri
G. V. Çiçerin’e Notası
16 Mart 1921
Sayın Halk Komiseri,
Rusya ile Türkiye arasında, büyük bir samimiyete dayanan karşılıklı ve samimi işbirliği dâhilindeki temaslarımızın alabildiğince sürekli
olması ve sağlamlaştırılması amacıyla, Türkiye
Büyük Millet Meclisi adına, TBMM’si Türkiye’nin Rusya ile ilgili dış politikasının genel
doğrultusunda temel karakterde bazı değişiklikler yapması veya yönünü değiştirmesi halinde,
bu yolda alınacak bütün kararların derhal Hükümetinizin bilgisine sunulacağını bildirmekle şeref duyarım.
En derin saygılarımın kabulünü dilerim, Sayın Halk Komiseri.
***
Ali Fuat
Türkiye Elçisi
BELGE 91
RSFSC Dışişleri Halk Komiseri’nin,
Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi
Ali Fuat’a Notası(1)
16 Mart 1921
Sayın Elçi,
Bugünkü tarihli Türkiye Büyük Millet Meclisi adına, TBMM’si Türkiye dış politikasının
genel doğrultusunda, Rusya ile ilgili olarak temel karakterde olan değişiklik veya rota değişikliğinin yapılması halinde, bu gibi kararların
derhal Rusya Hükümeti’ne bildirileceğine dair
bana malumat vermek lütfunda bulundunuz (2).
Kardeşçe ilişkilerimizdeki gerçek samimiyeti bir kez daha ortaya koyan bu haberi memnunlukla karşılar ve sizin gibi, ülkelerimiz arasında en sıkı işbirliğini görmek isterim ve karşılıklı olarak, RSFSC Hükümetince Rusya’nın
genel dış politikasında Türkiye ile ilgili temel
karakterde herhangi bir değişiklik veya rota değişikliği kararını alması halinde, böyle bir kararın derhal Hükümetinizin bilgisine sunulacağını
bildirmekle şeref duyarım. En üstün saygılarımdan emin olmanızı dilerim, Sayın Büyükelçi.
Çiçerin
Dışişleri Halk Komiseri
“Dokumenti Vneşney...”, Cilt III, Belge No.
343/11.
Belge 90.
***
BELGE 92
Ali Fuat Paşa’dan G. V. Çiçerin’e(1)
16 Mart 1921
Sayın Halk Komiseri,
Tam samimiyete ve karşılıklı güveni sarsabilecek her şeyin derhal ve tamamıyla ortadan
kaldırılmasına dayanacak Türkiye ile Rusya
arasındaki ilişkilerin kurulması amacıyla, Türkiye, Rusya politikasından farklı bir politikayı
Asya’da güden herhangi bir büyük devlet tarafından Türkiye’ye yaklaşmak veya Türkiye ile
anlaşmak konusunda yapılacak her öneriyi veya
açıklamayı derhal, gecikmeden Rusya Sovyet
Hükümeti’ne bütün ayrıntıları ile bildirmeyi yükümlenir. Aynı şekilde Türkiye ile yukarıda sözü geçen devletlerin biriyle görüşmeler yapılması halinde, her seferinde Rusya Sovyet Hükümeti’ne bilgi vermeyi yükümlenir.
Türkiye aynı zamanda, Rusya çıkarlarına
dokunabilecek tüm anlaşmalara, Rusya’ya haber vermeden, girişmemeyi yükümlenir.
En üstün saygılarımın ifadesini kabul etmenizi dilerim, Sayın Halk Komiseri.
Ali Fuat
Türkiye Elçisi
(1) “Dokumenti Vneşney...”, Cilt III, Belge
No. 343/IH.
***
BELGE 93
RSFSC Dışişleri Halk Komiseri’nin,
Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi
Ali Fuat’a Notası(1)
16 Mart 1921
Sayın Elçi,
16 Mart 1921 tarihi taşıyan notanızla (2) bana, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin temelini oluşturan tam samimiyet ve karşılıklı
güveni sarsabilecek her şeyin sonsuza dek ortadan kaldırılması amacıyla, Türkiye’nin, Rusya
Sovyet Hükümeti’ne, Asya’da, Rusya politikasından farklı politika uygulayan herhangi bir
büyük devlet tarafından Türkiye’ye yakınlaşmak veya anlaşma önerisi yapılması halinde bunu hiç geciktirmeden bütün ayrıntılarıyla bildirmeyi yükümlendiğini ve aynı zamanda ilerde de
Rusya Sovyet Hükümeti’ni, Türkiye ile yukarıda sözü geçen herhangi bir devletle yapılacak
bütün görüşmelerden haberdar etmeyi görev
bildiğini ve ayrıca, Rusya çıkarlarına değinebilecek herhangi bir anlaşmayı, Rusya Sovyet
Hükümeti’ni haberdar etmeden imzalamamayı
yükümlendiğini bildirmek lütfunda bulundunuz.
İki ülke arasında karşılıklı ve tam güvene
dayanacak ilişkilerin kurulmasını sağlayacak bu
haberi en büyük memnunlukla karşılarken, Rusya Sovyet Hükümeti de, Asya’da, Türkiye politikasından farklı bir politika güden herhangi bir
başka devletçe kendisine yakınlaşma veya anlaşma önerisi ve girişimi yap-ası halinde bunu
derhal, hiç gecikmeden ve bütün ayrıntılarıyla
Türkiye Hümeti’ne bildirmeyi yükümlendiği gibi, aynı şekilde ilerde de Türk Hükümeti Rusya
ile adı geçen devletler arasında bu türden olan
bütün görüşmelerden haberdar etmeyi ve Türkiye’ye haber vermeden, Türkiye çıkarlarına değinebilecek herhangi bir anlaşmayı imza etmemeyi yükümlenir.
Yüksek saygılarımı kabul etmenizi dilerim,
sayın Elçi.
Çiçerin
Dışişleri Halk Komiseri
I Dokumenti Vneşney...”, Cilt III. Belge No.
343/IV. (2) Belge 92.
***
BELGE 105
RSFC Dışişleri Halk Komiserliği
Temsicisi’nin,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal’e Mektubu
9 Nisan 1921
No. 319
Sayın Başkan,
Milli Hükümetin ve bu hükümetin başında
önderliğini yaptığınız kahraman Türk Milletinin, bir kez daha, anavatanlarını işgal edip sömürü alanına katmak yolunda emperyalizmin
yeni gayretini de boşa çıkarıp alt ettiğini görmek beni mutlu kılmaktadır. Fakat aynı zamanda büyük bir üzüntü ile umulan hedefe varmak
umutları tamamen kırılmış, yenilen ve topraklarınızı terk etmeye zorlanan Yunan ordu birliklerinin, çaresiz öfke ile çekildikleri toprakları
yama ettiklerini ve halkı korkunç bir yoksulluk
içine ittiklerini görüyoruz. Bunlar, açgözlülüğünü tatmin etmekten başka hiçbir hedefi olmayan
emperyalizmin bildiği tek şeyin yıkım olduğunu
bir kez daha kanıtlamış oluyor.
Büyük güçlükle ve olağanüstü gayretler harcayarak Batı kapitalizminin ve emperyalizmin
açgözlülüğünden kurtulabilmiş Emekçi Rusya,
Türk Halkının milli varlığını korumak ve savunmak için sürdürdüğü şanlı mücadelesini büyük bir ilgi ile izlemektedir ve gücü yettiği kadar acılarını dindirmeye hazırdır.
Bu nedenle, sayın Başkan, RSFC ve Sovyet
Rusya emekçileri adına, zalim istilacıların terk
etmeden önce yakıp yıktığı bölgelerdeki halkın
ihtiyaçlarını hafifletmek üzere, lütfen 30.000 altın Rublelik mütevazı armağanı kabul etmenizi
dilerim.
Rusya emekçilerini bu karınca kararınca armağanının Türk Halkının saldırgan emperyalizm ile Sovyet Rusya’nın emekçi kardeş halkı
arasındaki farkı anlamasına yardım edeceği
umudu bana onur vermektedir.
Mektubuma son verirken, Türk milletinin
bağımsızlığı uğruna sürdürülen mücadelenizi
tam ve başarılı bir biçimde sona erdirmeniz dileğiyle, en derin ve üstün saygılarımın kabulünü
dilerim, Sayın Başkan.
RSFC Dışişleri Halk Komiserliği
Temsilcisi P. Mdivani
***
BELGE 107
Mustafa Kemal Paşa’dan
B. G. Mdivani’ye
12 Nisan 1921
Sayın Temsilci,
Kızılay Kurumu’na Yunan yağması ve katliamından kurtulan bölgelerde sağ kalanların ihtiyacını karşılamak üzere, lütfen, teslim etmiş
olduğunuz 30.000 altın Rublelik yardımınız için
en derin şükranımı arz etmek istiyorum. Sovyet
Rusya’nın, emperyalizmin açgözlülüğü ve Yunanlılar’ın barbarlığının korkunç yoksulluğa ittiği zavallılara karşı gösterdiği bu yüce ruhlu ve
insanî davranış, Türk milletince layıkıyla değerlendirilecektir. Öte yandan, anayurdunu saldırgana karşı savunan Türk Halkına karşı gösterdiğiniz yakın ilginizi görmekle bahtiyarım. Yunanlılar’ın zulmü ve yağmacılığı öylesine vahim ki, her insanın vicdanını isyan ettirir, bunun
için bunu kendi Hükümetinize bildirip, Yunanlılar’ın son hücumları sırasında işledikleri cinayetlerin açığa çıkarılmasını rica ederim
Ordularımızın bütün düşmanlarımızı yenmeleri ile ilgili temennilerinizi sevindirici ve
olumlu bir belirti olarak kabul eder, en derin
saygılarımı sunmamın kabulünü dilerim, sayın
Temsilci.
(1) “Dokumenti Vneşney…”, Vilt IV, Belge No.
43’e Ek. Türkçe metin için bk. “Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri”, Ankara 1964,
Belge No. 363
(2) Bk. Belge 105.
***
BELGE 108
Azerbaycan SSC Hükümeti’nin
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Telgrafı
24 Nisan 1921
İtilaf’ın bağımsız Türkiye’yi yıkmaya
kalkıştığında Türk Halk kitlesinin devrimci bir
öfke ile kutsal savaş için silaha sarıldığı o tarihsel günün yıldönümünde, Azerbaycan Sovyet
Hükümeti, bu tarihsel zaferin mutluluğunu paylaşarak, Azerbaycan’ın özgür işçi-köylü kitlesi
adına devrimci Türkiye’nin Hükümeti’ne içten
tebriklerini gönderir.
Özgür ve bağımsız yaşama hakkı uğruna iki yıl
boyunca kurbanlar vererek kararlılıkla
sürdürdüğü kahramanca mücadelenin bu
yıldönümünde Türk Halkı, İtilaf kumandası altında, gururlu, özgürlük ve bağımsızlığa kavuşma coşkusunu ateş ve silahla bastırmaya
kalkışanların büyük yenilgilerinin ve kazanmış
olduğu zaferin sonuçlarını kendisi çıkarabilir.
Ortak düşmanlarımızı kardeş silahları ile yenmesiyle elde ettiği büyük başarılarına Türk
Halkı ile birlikte sevinen Azerbaycan Sovyet
Hükümeti, devrimci Türkiye’nin muzaffer ordularının zafer bayraklarını tarihsel başkentleri
İstanbul’a dikecekleri günün de pek uzakta olmadığına sarsılmaz bir güvenle inandığını belirtmek ister.
Yaşasın Devrimci Türkiye!
Yaşasın Sovyet Federasyonunun Türkiye ile İtifakı!
Azerbaycan Devrimci Komitesi Başkanı
N. Nerimanov
Dışişleri Halk Komiseri
D. Hüseynov
(1) “Dokumenti Vneşney…” Cilt IV, Belge No.
61
Devam Edecek
14
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Anadilde Eğitim Sorunu
Sınıflarüstü tartışılamaz ve savunulamaz (II)
Cumhuriyet Döneminde
Türkçenin Gelişimi
Ulusal Kurtuluştan sonra Türkçenin Ulusal
dil olması sürecinde, “dil devrimciliğimiz”
(Hikmet Kıvılcımlı) ön plana çıkartıldı. Ancak
bu süreçte de iki türlü açmaza düşüldü. Bu açmazları Kıvılcımlı Usta’dan alıntılayalım:
“Bir dilin gelişmesi, ancak o dilin kendi
kuralları ve aygıtları ile olur. En soyut bilim
terimleri bile o kural ve aygıtlarla olur.
“Bu gelişim Türkçenin, aşiret dili, saray
dili, ümmet dili olmaktan çıkarak, Millet dili
olmaya başladığını gösteriyordu. Türkiye,
Batı Medeniyetinin etkileri altında derebeyileşmekten kurtulup milletleşiyordu. Milletleşmek; derebeyi azınlığından daha geniş
halk yığınlarının modern düzene doğru dile
gelmesi idi. Türkiye’nin, Kapitalizme Yabancı Sermaye etkisi altında girişi, dilimizde henüz bir türlü geçiştiremediğimiz iki zıt yapmacık yarattı:
“1-Aşağılık kompleksinden doğan dil UYDURUCULUĞU,
“2-Aşağılık duygusundan doğan dil KAYDIRICILIĞI.
“Bunları kısaca gözden geçirelim:
“I- DİL UYDURUCULUĞUMUZ: Yaratıcı olmayışımızdan ileri geliyor. Hayatta, bilimde, iddialarımız çapında orijinal bir yaratış meydana getiremeyince, fikir yoksulluğumuzu lakırdı gevişi ile unutturmak, unutmak
istiyoruz.
“Dilimizin eksiklikleri, dilimizden değil,
Yaratma eksikliğimizden geliyor. Yaratıcılıkta, keşifte, icatta geriliğimizi, söz uydurma ile
yenemeyiz… Dilde ve düşüncede kargaşalıktan kurtulabilmek için İşte (Üretimde-Kültürde) yaratıcı olmaya çalışmak birinci şarttır.
“II- DİL KAYDIRICILIĞIMIZ: Yabancı
diller karşısında aşağılık duygusuna kapılmamızdan ileri geliyor.
“Vaktiyle Arap-Acem sözcüklerini kurallarıyla almıştık. Yeni kurtulduk. Kapitalizme
Yabancı Sermaye etkisi ile girildiği için, Batı
sözcüklerini ve dil kurallarını Türkçeye kaydırmakta, ölçü bilmiyoruz.
“Ama kullanan kim? Bir avuç aydın. Ya
halk? Halk ne yaparsa yapsın. Demek ki dil
kaydırıcılığımız da, uyduruculuğumuz gibi,
halkı hiçe saymaktan ileri geliyor.
“Dilde uydurma ve kaydırmayı önlemek
için birinci şart Yaratıcı Çalışma, ikinci şart
ise, Halka Saygı beslemek, sözde ve biçimde
kalmayan Gerçek Demokrasiyi içe sindirmektir. Ancak bilincimizde ve altbilincimizde kıyasıya demokratlaşabildiğimiz, halka
katışıksız inandığımız ölçüde, dilimize ve ruhumuza sinmiş olan aşağılık duygusunu temizleyebiliriz.
“… Türkçemizin gelişmesi, demokrasi savaşımızın dışında, büyük halk yığınlarımızın
ötesinde, bir avuç aydınlar çekişmesi kılığında soysuzlaştırılıyor. Her şeyimizde olduğu
gibi, dilde de, skolâstiğe, spekülasyona düşülüyor. Soyut, kuru söz oyunları ile meselenin
özüne (Dilin insanlarca konuşulup anlaşmak
için olduğuna) yan çiziliyor.” (Hikmet Kıvılcımlı, agy, s. 53-56)
Modern (Kapitalist) Toplumlar Dönemi:
Ulus-Ulusal Devlet ve Dil/Anadil İlişkisi
ULUS–MİLLET deyince somut olarak nasıl
bir topluluk akla gelir?
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı “Yedek Güç:
Ulus (Doğu) [İhtiyat Kuvvet: Milliyet
(Şark)]” anıt eserinde, bu soruya şöyle yanıt
veriyor.
“1-Yurt birliği; 2-Öz dil birliği; 3-Kültür
birliği; 4-Ekonomi birliğini (…) bütün halinde temsil eden bir topluluk.” (Hikmet Kıvılcımlı “Yedek Güç: Ulus (Doğu) [İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)], Derleniş yayınları, 2010, s.
61)
Usta’mız, “Ulusun tarihsel ve toplumsal
bir kavram, Irkınsa doğal ve çevresel bir nitelik olduğunu …” (agy, s. 61) belirtmekte ve
bunlar birbirine karıştırılmamalıdır demektedir.
Dil birliği için ise;
“1-Öz Dil Birliği: Ulusal bir birlikten söz
ederken, mutlak istisnasız dil birliği değil, öz
dil birliği amaçlanır… Esasen ulus dili olarak dil birliği denince, geniş halk tabakalarının konuştuğu ana dili, öz dil hatıra gelir...”
(agy, s. 63) vurgusunu yapmaktadır.
Lenin Usta da, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” anıt eserinde ULUS ve DİL ilişkisini şöyle belirtmektedir:
“… Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı nihai zaferi dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin tam zaferini
sağlamak için yurtiçi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın
yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar ve bu
dilin gelişmesini ve edebiyatta kök salmasını
önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır. DİL, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme
uygun ölçüde, gerçekten özgür ve geniş ticari
alışveriş için, ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve nihayet, pazarda, büyük ya da küçük, satıcı ya
da alıcı durumunda her meta sahibiyle ayrı
ayrı sıkı bağlar kurabilmek için en önemli
koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz gelişmesidir.
“Onun için, her ulusal hareketin eğilimi,
modern kapitalizmin gereksinmelerinin en
iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi
etkenler bizi bu amaca doğru sürükler ve
bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için, hayır,
bütün uygar dünya için kapitalist dönemin
tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” (V. İ.
Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol
Yayınları, 1977, s. 55)
Çok milletli feodal devletlerin yıkılıp ulusal
devletlerin kurulması kaçınılmaz bir tarihsel ve
toplumsal-sosyal gidiş sürecidir-sonucudur.
Bu kaçınılmaz toplum biçimleri gelişimi, tarihsel ve diyalektik maddeciliğin eşitsiz gelişim
kanuna göre harfiyen işlemiştir. Genel anlamda
bu toplumsal gelişimler iki tarihi dönemi içermektedir. Lenin Usta, aynı eserinde bunu şöyle
koymaktadır:
“1- Batıda, Avrupa kıtasında, burjuva demokratik devrimler dönemi, belirli bir zaman süreci içine girer: yaklaşık olarak
1789’dan 1871’e kadar. Bu dönem, ulusal hareketler dönemi ve ulusal devletlerin kurulması dönemidir. Bu dönem sona erdiği zaman, Batı Avrupa, genel kural olarak, aynı
ulusu içeren kararlı burjuva devletler sistemi
haline geldi…
“2- Doğu Avrupa’da ve Asya’da burjuva
demokratik devrimler dönemi, ancak 1905’te
başladı. Rusya’da, İran’da, Türkiye’de ve
Çin’deki ihtilaller, Balkan Savaşları -işte Doğu’muzdaki, bizim dönemimizin dünya ölçüsündeki olaylar zinciri böyledir. Ve ancak kör
olanlar, bu olaylar zincirinde, seri halinde
aynı ulustan oluşan bağımsız devletler kurma yolunda çaba gösteren burjuva demokratik ulusal hareketlerin uyanışını göremezler.”
(V. İ. Lenin, s. 65)
Usta’nın iki tarihi dönem olarak koyduğu
burjuva demokratik devrimler/ulusal kurtuluş
hareketleri dönemleri iki ayrı ulusal sonuç vermiştir:
1- Kapitalizm Dönemi (Serbest
Rekabetçi):
Genel kural olarak, Batı Avrupa’da burjuva
demokratik devrimler tamamlanmış, feodalizmkapitalizm öncesi toplumsal yapılar ve üretim
ilişkileri yok edilip yepyeni ulusal–kapitalist
devletler kurulmuştur. Yani; yurt birliği, dil birliği, kültür birliği ve iktisat birliği temelli kapitalizm egemenliğini sağlamıştır. Serbest rekabetçi/meta üretimli kapitalizm gelişmiştir. Ulusal kapitalist devlet tüm kurum ve kurallarıyla
yerleşmiştir. Gerçek anlamda burjuva demokratik devlet yapısı tüm sınıfları ve toplum katmanlarını sarmalamıştır. Yine genel mantıkî sonuç olarak bu ülkeler, ulus–kapitalist devletleri
tek uluslu devletler olmuşlardır. Veya gönüllülük temelli çok uluslu birleşik devletler olmuşlardır.
2- Emperyalizm Dönemi (Tekelci
Kapitalizm):
Burada çok önemli, belirleyici bir süreci atlamamalıyız. Tarihi dönem 1905 ve sonrasıdır.
Batı Avrupa ve ABD’de de kapitalizm tekelci
kapitalizm–emperyalist kapitalizm dönemine
gelmiştir ve Dünya’nın diğer bölgelerini sömürge, yarısömürge durumuna sokmuşlardır. Yani
dünya devletleri net olarak iki ağırlıklı egemenlik yapısına bölünmüş durumdadır.
1- Emperyalist-kapitalist devletler ve
2- Yarı-kapitalist/yarı feodal-derebeyi ( sömürge, yarı-sömürge ) devletler.
Eşitsiz gelişim kanunu sonucu kapitalizmce
geç-geri kalan geri ülkelerde (yarı kapitalist-yarı feodal/derebeyi); özellikle 1905’ten sonra,
Doğu Avrupa’da ve Asya’da başlayan ulusal
kurtuluş hareketleri/burjuva demokratik devrimler yine iki ayrı sonuç vermiştir:
a- Çarlık-Rusya’sında olduğu gibi, ulusal
kurtuluş
hareketi/burjuva
demokratik
devrim hareketi kesintisiz olarak devam ettirilip, proletarya öncülüğünde Sosyalizme/Sosyalist Devlete sıçranılmıştır. Daha sonra ise çoğu
Doğu Avrupa ülkelerinde ve Çin gibi uzak Asya
(sömürge-yarısömürge /yarı kapitalist, yarı-derebeyi) ülkelerinde benzer devrimler gerçekleştirilmiş, burjuva devrimler tamamlanarak Sosyalizme ulaşılmıştır. Yine bu Sosyalist devletler
ya tek uluslu veya gönüllük temelli çok uluslu
birleşik devletler birliği biçiminde gerçekleşmiştir. Tarihsel gidişte yepyeni bir dönem doğmuştur. SOSYALİST TOPLUMLAR-DEVLETLER dönemi.
b- Türkiye ve benzeri diğer geriye kalan ülkelerde ise daha farklı bir süreç işlemiştir. Yarıkapitalist/yarı feodal-derebeyi devletler (ki genellikle geniş milletler/uluslar topluluğu olan
feodal-derebeyi imparatorluklardır bunlar) aynı
zamanda sömürge ve yarısömürge oldukları
için, emperyalist işgallere karşı ulusal kurtuluş
savaşları biçiminde başlayan burjuva demokratik devrimlerini tamamlayamamışlardır. Kapitalizm öncesi/feodal-derebeyi artıkları tam anlamıyla kaldırılamamış/kaldırılmamıştır. Tam bağımsızlıkları sağlanamamış, kısa sürede emperyalist gerici cephede yarı bağımlı, yarısömürge
duruma düşmüş, anormal kapitalist ulusal
devletler olmuşlardır. Kapitalizm normal gelişip, kendi devrim sürecini sonlandıramamış ve
iktidarı kendinden önceki gerici, Kadim-Antik
(Antika) egemen Tefeci-Bezirgân Sermayeyle
paylaşmıştır.
Bunun birinci temel nedeni, tarihsel-sosyal; ikincisi ise iktisadidir.
1-Tarihsel-sosyal neden:
a) Sömürge ve yarısömürge oluştur, b) Çağ
Tekel-Emperyalizm çağıdır, c- Bu toplumlar,
Feodal-Derebeyi geri toplumlardır.
2-İktisadi- neden:
a) Kapitalizm, tekelci-emperyalist kapitalizm biçiminde ülkeye girmiştir, b) Kapitalizm
öncesi/derebeyi artıkları (Tefeci-Bezirgân Sermaye) çok gelişmiştir ve azgınlaşmıştır. Bu nedenle ülke kapitalizmi normal tarihsel gelişimini yapamamıştır.
Dolayısıyla, gerçekleşen ulusal hareketler
sonrası kurulan ulusal devletler anormal kapitalist devletler biçiminde olmuştur. Burjuvaziye
düşen tarihsel sorumluluk –burjuva devrimi– tamamlanamamıştır. Tekelci biçimiyle gelen yabancı emperyalist kapitalizmle ve kapitalizm
öncesi Tefeci-Bezirgân Sermayeyle uzlaşılmış
ve tâ baştan ülke kapitalizmi tekelci kapitalizm
biçiminde egemenlik iktidarını kurmuştur. Bu
nedenle, burjuva demokratik talepler tam karşılık bulamamıştır, gerçekleştirilememiştir. Ustalar, bu tür ulusal devletlere anormal kapitalist
devletler demektedirler.
Şimdiye değin söylediklerimizi ana çizileriyle özetleyecek olursak; Feodalizm-derebeylik toplum biçiminin burjuva devrimleriyle yıkılması ile başlayan kapitalizm çağında HALKLARIN ve yıkılan FEODAL DEVLETLERİN
durumları ne olmuştur?
A-Serbest Rekabetçi Kapitalizm
Döneminde
1-Ulus-Ulusal Kapitalist Devletler biçimini
alarak: Ya tek uluslu ulusal devletler, ya da gönüllülük esasına dayalı birleşik, çok uluslu ulusal devletler oluşturmuşlardır.
2-Yarı Feodal/Yarı Kapitalist devletler biçimini alarak, çok milletli/halklı/uluslu imparatorluk devletleri oluşturmuşlardır.
B-Tekelci-Emperyalist Kapitalizm
Döneminde
1- Tekelci-emperyalist ulus devletler ( ne
kadar ulusal denebilir ki-tekellerin devletleri)
2- Sömürge, yarısömürge/bağımlı feodal
devletler. Daha sonrada bu devletler süreç içerisinde ulusal kurtuluş savaşlarına ve burjuva demokratik devrim ve sosyalist devrim hareketlerine girişmişler ve iki yeni tip uluslaşma-devletleşme sürecine girmişlerdir:
a) Ulusal kurtuluşlarını burjuva demokratik
devrimle kesintisiz sürdürerek ve sosyalist devrimle taçlandırarak sosyal kurtuluşa yani SOSYALİZME/SOSYALİST DEVLET’e uzanan
ülkeler,
b) Ulusal antiemperyalist kurtuluş savaşlarını başararak, burjuva devrimlerini tam olarak
tamamlayamadıkları için anormal ulusal kapitalist devletler biçimini almış olan ülkeler. Bu
tip ulus devletlerde iki ayrı biçimleniş olmuştur:
1- Tek uluslu ulusal devlet,
2- Çok uluslu ulusal devlet.
Konumuzun başına dönecek olursak; halkların Uluslaşma ve Dillerin ulusal dil olma süreci,
dönemsel olarak kapitalizmin toplum biçimi
olarak egemenlik kurma süreciyle atbaşıdır. Anlaşılır olmak bakımından tekrardan sakınmayalım.
Modern–Serbest Rekabetçi Kapitalizm
ve Ulus/Ulusal Kapitalist Devletin
Normları ve Kuralları Nelerdir?
1- Yurt birliği (ulusal meta üretimi ve pazarı, ortak yaşam alanı toprak-vatan sınırları).
2- Dil birliği-öz dilbirliği/ana dil (konuşulan
en geniş ortak dil).
3- Kültür birliği (kendilerine özgü zihniyet/ruh-düşünce/karakter birliği).
4- İktisat birliği (zengin meta üretimi-pazar).
Kapitalizm normal işleyiş sürecinde yani
kendi burjuva devrimini gerçekleştirdiği süreçte
bunları istemeden ve yerine getirmeden, ne halkı, ne İşçi Sınıfını, ne de en geniş köylülüğü peşinden sürükleyerek feodalizme karşı devrim
gerçekleştirebilir ve ne de kendi serbest-özgür
ulusal devlet aygıtını örgütleyebilirdi.
Modern-uygar, özgür ve demokratik kapitalizm böyle gelişmiştir. Burjuva demokrasisini
eksiksiz hayata geçirdiği oranda gelişmiş, serpilmiştir. Kendi gelişimi önündeki engelleri kaldırdıkça ve kaldırabildikçe gelişmiştir. Tam, eksiksiz ve klasik burjuva demokrasisi de bu olsa
gerek.
Dolayısıyla, ulusal hareketler-ulusal burjuva
devrimler çağı, ULUSLARIN KENDİ KA-
DERLERİNİ TAYİN HAKKI (UKKTH) çağına
denk gelmektedir. En kısa anlamıyla bu, halkların Uluslaşması ve Ulusal Devletlerini (Kapitalist) kurması HAKKI’dır. Bunu Batı Avrupa
ulusları (1789-1871) tam anlamıyla gerçekleştirdi ve kaçınılmazca tekelci-emperyalist aşamaya geldi dayandı. Oralarda UKKTH sorunu
yok, kalmadı. Süreç içerisinde sömürgecilik siyaseti onların hayat damarlarından biri haline
geldi. Ve onlar kendilerinin dışında kalan ülkeler için böyle bir hakkı ne geçmişte tanıdılar, ne
de günümüzde tanımak istemektedirler.
Günümüz:
a) EMPERYALİZM ÇAĞI-TEKELCİ KAPİTALİZM ÇAĞI
b) SOSYALİZM ÇAĞI’dır.
Peki bu çağda yarısömürge/sömürgeci tekelci kapitalist devletlerde ULUS-ULUSAL KURTULUŞ ve ULUSAL DEVLET sorunu nasıl çözülecek? DİL-ANADİL sorunu nasıl çözülecek?
Tam da bu aşamada Lenin Usta’ya dönersek,
“Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”nda
konuyu şöyle dile getirir:
“Ulusal devlet, kapitalizmin kuralı ve
“norması”dır; heterojen uluslar devleti, geriliği temsil eder, ya da bir istisnadır. Ulusal
ilişkiler bakımından, kapitalizmin gelişmesi
için en iyi koşulları, hiç kuşkusuz ki, ulusal
devlet sağlar. Bu elbette ki, böyle bir devletin,
burjuva ilişkileri koruduğu sürece, ulusların
sömürülmesini ve ezilmesini önleyebileceği
anlamına gelmez. Bu ancak, Marksistlerin
ulusal devletler kurma özlemini doğuran
güçlü iktisadi etkenleri görmezlikten gelemeyecekleri anlamına gelir. Bu, Marksistlerin
programındaki “ulusların kendi kaderlerini
tayin etmeleri” ilkesi, tarihsel-iktisadi bakımdan, siyasal kaderlerini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez demektir.”
(V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı,
Sol Yayınları, s. 59)
Marksizm–Leninizm bu sorunlara yanıt
ararken konuyu iki belli başlı dönem olarak ele
alır:
“… Bir yanda (İtalikler bize ait – Kurtuluş
Yolu), feodalizmin ve mutlakıyetin yıkılışı dönemi, ulusal hareketlerin ilk kez yığın hareketleri haline geldikleri ve basın aracılığıyla,
temsili kurumlara katılma vb. yoluyla halkın
bütün sınıflarının şu ya da bu biçimde politikaya çekildiği burjuva demokratik toplum
ve devletlerin kuruluşu dönemi. Öte yanda
(İtalikler bize ait – Kurtuluş Yolu), uzun zamandan beri kurulmuş olan anayasa düzenleriyle, proletarya ile burjuvazi arasında gelişip güçlenmiş, çelişkisiyle kesin olarak kristalleşmiş kapitalist devletler dönemi-kapitalizmin çöküşünün arifesi diye adlandırabileceğimiz dönem vardır.
“Birinci dönemin (İtalikler bize ait – Kurtuluş Yolu) tipik özellikleri, genel olarak siyasal
özgürlük ve özel olarak ulusal haklar uğruna
savaşım için, ulusal hareketlerin uyanması ve
nüfusun en kalabalık ve en “uyuşuk” bölümünü oluşturan köylülerin harekete katılmasıdır.
“İkinci dönemin (İtalikler bize ait – Kurtuluş Yolu) tipik özellikleri, yığınsal burjuva
demokratik hareketlerin bulunmayışı, gelişmiş kapitalizmin, ticari ilişkilere tam olarak
sürüklenmiş olan ulusları bir araya getirirken, bunların her gün artan ölçüde birbirlerine karışmalarını sağlarken, uluslararası ölçüde birleşmiş olan sermaye ile uluslararası
işçi hareketi arasındaki çelişkiyi ön plana itmesidir.
“Elbette ki, bu iki dönemi, su geçirmez
bölmeler içinde birbirinden ayrı tutamayız;
bu iki dönem arasında çok sayıda geçici bağlar vardır, nasıl ki, ayrı ayrı ülkeler, ulusal
gelişme hızı bakımından, nüfusun ulusal bileşimi ve dağılımı bakımından birbirlerinden
farklıysalar. Belirli bir ülkenin Marksistleri,
bu genel tarihsel ve somut koşulları hesaba
katmadan ulusal programlarını saptayamazlar.” (V. İ. Lenin, agy, s. 60-61)
Tüm diğer sorunlarda olduğu gibi, ulusal sorunun çözümü ele alınırken ülkelerin iktisadi,
siyasal ve tarihsel-sosyal farklılıkları gözden
kaçırılmamalıdır. Lenin Usta, aynı eserinde konuya şöyle devam eder:
“Aynı şey, ulusal sorun için de doğrudur.
Birçok Batı ülkelerinde bu sorun çoktan sonuca bağlanmıştır… burjuva demokratik
devrimini uzun zamandan beri tamamlamış
olan ülkeler ile bu devrimi henüz tamamlamamış olan ülkeler arasındaki farkı. Bu fark,
sorunun özüdür…
“Öyleyse dil-anadil-ulusal dil, tüm diğer
ulusallaşma haklarında olduğu gibi, bir
UKKTH meselesidir. Ve kapitalizmin ikinci
evresi olan, tekelci-Emperyalist Kapitalizm
Dönemi ile Sosyalist Devletler-İşçi Sınıfı İktidarları döneminin özellikleri-somutlukları
gerçekliğinde ele alınmalıdır.” (V. İ. Lenin,
agy, s. 65)
Marksist-Leninist
düşünceye göre:
Sömürge, yarısömürge oluşlarına bakılmaksızın; tüm kapitalist devletlerde, uluslar arasındaki tüm farklar, eşitsizlikler ve baskılar kaldırılmalıdır, yok edilmelidir. Bu durum kısmen de
olsa serbest rekabetçi kapitalizm döneminde
burjuvazi tarafından başarıldı. Ve Batı Avrupa
kapitalizmi özgürce gelişti. Artık Sosyalist-Pro-
Lenin
letarya devrimleri çağındayız... Sosyalist devrimler sosyalist devletler-halklar arasındaki tüm
farkları kaldırdı, yok etmeye devam ediyor.
BURJUVA DEMOKRATİK DEVRİMİNİ
TAMAMLAYAMAMIŞ, aynı zamanda emperyalizme bağımlı sömürge, yarısömürge ve çok
uluslu durumdaki kapitalist devletlerde
UKKTH sorununa nasıl bakacağız? Anadil meselesi ne olacak?
Eğitim ve Okullaşma meselesi ne olacak?
Türkiye özelinde Kürt Ulusal Meselesine nasıl
yaklaşmalıyız?
Gerçek Marksist-Leninistler meseleye nasıl
yaklaşırlar?
Marks Usta’nın belirttiği gibi, başka halkları, ulusları sömüren uluslar özgür olamazlar.
Konuyu, Lenin Usta’nın “Ulusal Sorun ve
Ulusal Kurtuluş Savaşları” adlı eserinin
“Ulusal Sorun Üzerine Tezler” başlığı altında
yer alan maddelerden aktararak açıklayalım:
“5. A’sından Z’sine kadar demokratik bir
devlet sistemini yüce bilen sosyal-demokratlar, bütün ulusal-topluluklar için koşulşuz
bir eşitlik isterler ve bir ya da birkaç ulusa
ayrıcalık verilmesiyle kesin olarak savaşırlar.
“Sosyal-demokratlar, özellikle bir ‘devlet’
dili olmasını reddederler. Bu özellikle Rusya
için gereksizdir. Çünkü Rus nüfusunun onda-yediden çoğu, birbirleriyle bağlantılı Slav
uluslarındandır. Bu uluslar, özgür bir okul ve
özgür bir devlet koşuluyla, iktisadi ilişkilerin
gerekleri sonucu, herhangi bir dile ‘devlet’
dili ayrıcalığını sağlamaya gerek olmaksızın,
birbirleriyle kolayca anlaşabilirler...
“6. Sosyal-demokratlar, devletin hangi
bölgesinde olursa olsun, tüm ulusal azınlıkların haklarını koruyan, devletin her yöresinde
geçerli bir yasanın çıkarılmasını isterler. Bu
yasa, ulusal çoğunluğun kendisi için ayrıcalıklar koymasına ya da ulusal bir azınlığın
(eğitim alanında, özel bir dil kullanılmasında, bütçe işlerinde, vb.) haklarını kısmasına
olanak sağlayacak tüm esasları yürürlükten
kaldırdığını ilan etmeli ve bu tür esasların
konmasını suç sayarak yasaklamalıdır.” (V. İ.
Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları,
1993 s. 83)
Aynı eserin “RSDİP Merkez Yönetim Kurulu ile Parti Görevlilerinin 1913 Ortak Yaz
Konferansında Alınan Kararlar” başlığı altında yer alan, “Ulusal Sorun Üzerine Karar”ından alıntı aşağıda verilmiştir:
“1. Sömürüye, kâr elde etmeye ve didişmeye dayalı olan kapitalist toplumda herhangi bir biçimde ulusal barış, bütün ulusaltopluluklarda dillerin tam eşitliğini güvence
altına alan, resmi zorunlu bir dil tanımayan,
halka bütün yerli dillerde öğretim yapacak
okullar sağlayan ve anayasası herhangi bir
ulusal-topluluğa herhangi bir ayrıcalık verilmesini ve herhangi bir ulusal azınlığın haklarına saldırılmasını önleyici maddeler kapsayan, A’dan Z’sine demokratik, cumhuriyetçi
bir hükümet sistemiyle sağlanabilir. Bu özellikle, geniş bir bölgesel özerkliği ve tam bir
demokratik özyönetimi gerektirir...
“2. Tek bir devletin eğitim işlerinin ulusal
topluluklara göre bölünmesi, genel olarak
demokrasi açısından, özel olarak da proletaryanın sınıf savaşımının isterleri açısından,
hiç kuşku yok ki, zararlıdır. Rusya’da bütün
burjuva Yahudi partileriyle çeşitli ulusal toplulukların küçükburjuva oportünist öğeleri
tarafından benimsenen “kültürde ulusal
özerklik” planıyla ya da “ulusal gelişme için
özgürlüğü güven altına alacak kurumların
yaratılması” planıyla amaçlanan bölünme
kesinlikle budur.” (V. İ. Lenin, agy, s. 92)
“Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları”
eserinin “Rus Okullarındaki Öğrencilerin
Bağlı Oldukları Uluslar” başlığı altında, Lenin
Usta “kültürde ulusal özerklik” gericiliğini ve
burjuva anlayışını yerden yere vurarak şöyle
der:
“Her ne ise, ulusları eğitim işlerinde bölmek bize düşmez. Tam tersine, ulusal-toplulukların, eşit haklar temelinde, barış içinde
bir arada yaşamalarını sağlayacak temel demokratik koşulları yaratmaya çalışmamız
gerekir…
15
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
“Ama St. Petersburg’da 48.076 çocuk
içinde bir Gürcü çocuğun eşit haklarını, eşit
haklar temeli üzerinde güven altına almanın
olası olup olmadığı bize sorulabilir. Bu soruya, Gürcü “ulusal kültürü” temeli üzerinde
St. Petersburg’da özel bir Gürcü Okulu kurmanın olanaksız olduğu ve böyle bir planı savunmanın, halk yığınları arasında zararlı tohumlar atmak demek olduğu yanıtını vermeliyiz.
“Eğer, bu bir Gürcü çocuğu için hükümete ait yapılarda Gürcü dili, Gürcü tarihi vb.
konularında verilecek konferanslar için ücret ödemeksizin bir yer sağlanmasını, bu çocuğa merkez kitaplığından Gürcü dilinde yazılmış kitaplar bulunmasını, Gürcü öğretmenin ücretini karşılamaya devletin katkıda bulunmasını, vb. vb. istersek, o zaman zararlı
herhangi bir şeyi savunmuş, olanak dışı bir
şey için çabalamış olmayacağız…
“Her “ulusal kültür” için özel ulusal okullar kurulmasından yana olmak gericiliktir.
Oysa gerçek bir demokraside okulları ulusaltopluluklara göre bölmeksizin, öğrencinin
kendi dili, kendi tarihi hakkında dersler düzenlenmesini güven altına almak olanak içindedir.” (V. İ. Lenin, agy, s. 105)
Lenin Usta, yine aynı eserin “Ulusal Siyaset
Sorunu Üzerine” başlığı altında, meseleyi şöyle açıklar:
“Demokratik bir devlet, çeşitli bölgelerine, özellikle karma nüfuslu bölgelerine özerklik vermelidir. Bu tür bir özerklik, demokratik merkeziyetçilikle hiçbir biçimde çelişmez; tam tersine, karma nüfusu olan geniş
bir devlette gerçek demokratik merkeziyetçilik, ancak bölgesel özerklikle mümkün olabilir. Demokratik bir devlet, yerli dillere tam
bir özgürlük tanımak ve herhangi bir dilin
bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak
zorundadır. Demokratik bir devlet, bir ulusun başka bir ulusu, belli bir bölgede ya da
kamu işlerinin herhangi bir dalında ezmesine
ya da baskı altına almasına izin vermeyecek-
tir.
“Eğitimin devletin elinden alınması ve ayrı ayrı örgütlenmiş ulusal topluluklar arasında uluslara göre bölünmesiyse demokrasi
açısından zararlıdır. Bu uluslar arasında ayrımcılık güdülmesini beslemekten başka bir
şeye yaramaz. Oysa biz, ulusları birleştirmeye çalışmalıyız. Ayrımcılık şovenizmin
artmasına yol açar. Oysa biz bütün ulusların
işçilerini olabildiği ölçüde yakın bir birliğe
getirmeye çalışmalıyız; her türlü şovenizme
karşı, kendi ulusunu ayrı tutmaya dönük her
türlü anlayışa karşı, ulusalcılığın her türlüsüne karşı ortak bir savaşım vermek üzere
birleştirmeye çalışmalıyız. Bütün ulusların
işçileri için tek bir eğitim siyaseti vardır: yerli dilin özgürlüğü ve demokratik laik eğitim.”
(V. İ. Lenin, agy, s. 149-150)
“Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları”
eserinin “Ulusların Eşitliği ve Ulusal Azınlıkların Haklarının Korunması Hakkında Tasarı” başlığının 7’nci maddesinde dile getirilenler
ise aşağıda verilmiştir:
“7. Belli bir bölgede ya da çevrede, devlet
ve kamu işlerinin yürütülmesinde hangi dilin
kullanılacağına yerel özyönetim kurumları
ve özerk diyetler karar verecektir; ancak bütün ulusal azınlıklar, eşitlik ilkesi temeline
dayalı olarak kendi dillerinin mutlak biçimde korunmasını isteme hakkına, örneğin devletten ve kamu kuruluşlarından, onlara hitap
edilen dilde karşılık alma hakkına. vb. sahip
olacaklardır.” (V. İ. Lenin, agy, s. 155)
Özetleyecek olursak; çok uluslu, yarısömürge tekelci kapitalist devletlerde UKKTH ilkesi
nasıl savunulacaktır? Marksist-Leninist programlarda bu mesele nasıl ele alınacaktır?
Öncelikle şunları bütün somutluğuyla ortaya
koymalıyız; 21’inci Yüzyılda yani Emperyalizm çağında ve Sosyalizm (aynı zamanda Ulusal Kurtuluş Savaşları) çağında olduğumuz unutulmamalı. Yarısömürge tekelci kapitalist devletten; dil, kültür, demokratik eğitim, eşitlik, özgürlük, adalet vs. burjuva demokratik haklar
Sömürgeciliğin soykırımına karşı insanlığın
umudu Sosyalizm Halklara nefes aldırıyor
S
iz hiç açlığın, yoksulluğun resmini çizebilir misiniz? Hem de 21’inci Yüzyıldaki
açlığın, yoksulluğun?
Eli kanlı haydut ABD-AB Emperyalizminin
dünya halklarını içine düşürdüğü kenefin, durumun boyutlarını bir halk nezdinde; bir kez daha
gözler önüne serip dünya halklarının gözbebeği
sosyalizmin nasıl da acilen gerekli olduğunu
anlatacağız. Hikâyesini anlatacağımız yer,
mesafe olarak bizlere göre dünyanın öbür ucunda. Ama yaşanılanlar bize hiç de uzak değil.
Önce biraz ipuçları verelim. Amerika kıtasının en yoksul ülkelerinden biri. Başta ABD
Emperyalistlerinin uyguladığı politikalar sonucu
ülkede tarım çöker ve gıda fiyatlarında müthiş
artışlar yaşanır. Bir tabak pilav bile lüks tüketim
maddesi haline gelir. İçimizi acıtıyor ama ekmeğin yerini çamur alır ve artık halkın temel gıda
maddesi olur. İnsanlar, hamile kadın ve çocukların kalsiyum ihtiyacını karşılayabilmek için
çamurdan ekmek yapmak zorunda kalır. Örneğin çamurdan kek yapar bu ülkenin yoksul halkı.
Nasıl mı? Taş ve çakıllardan arındırılan toprak
su, tuz ve yağ ile karıştırılır, sonra da güneşte
kurumaya bırakılır. Ağzın tüm nemini alan ve
birkaç saat sonra da kötü bir tat bırakan keklerin
açlığı gidermekten öte bir faydası olmaz. (Hatırlarsanız, geçmiş sayılarımızdan birinde çamur
yiyen insanların dramını yazmıştık).
Temiz suya ve elektriğe erişim çok sınırlı.
Temiz suya ulaşamayanların oranı yüzde 42.
Yoksulluk nedeniyle eğitim görmenin neredeyse
imkânsız olmasından dolayı yetişkin nüfusun
yarısından fazlası okuma yazma bilmiyor.
Çocukların yüzde 65’i ilkokulu bitiremiyor;
yüzde 80’i liseden sonra devam edemiyor. (Veriler “Haiti Children Project/Haitili Çocuklar Projesi” denilen yapının internet sayfasından.)
Bir diğer acı olay da aşırı yoksulluk nedeniyle yüz binlerce çocuğun, ülkede restavek olarak adlandırılan biçimde, herhangi bir ödeme
yapılmadan ev işlerinde çalıştırılıyor olması.
UNICEF’in 2002 yılında yaptığı araştırmaya
göre “restavek” olarak çalıştırılan çocukların
sayısı 172 bin civarında imiş. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın desteğiyle 2007-2008
arasında yapılan araştırmada ise bu çocukların
sayısının 225 bine yükseldiği ortaya çıkmış.
Halkın 3’te 2’si işsiz. Çalışacak bir iş bulabilenlerin ise günlük ortalama ücreti 2 dolar
düzeyinde. Yoldaş Fidel’in yazılarından edindiğimiz bilgilere göre, bu ülke halkının % 50’si
aile fertlerinin yurtdışından gönderdiği parayla
geçinebiliyor. Sağlık hizmeti verecek hastane
yok denecek seviyede. Halkın yüzde 60’ından
fazlası, en temel sağlık haklarından yoksun.
Dolayısıyla çocuk ölümlerinin de en fazla olduğu ülkelerden biridir. Ayrıca beş yaş altındaki
çocukların yüzde 22’si yetersiz besleniyor.
AIDS’in yanı sıra kızamık, sıtma gibi hastalıklar da çok yaygın.
İşte bu güzel yeryüzünde, eli kanlı emperyalistlerin uyguladığı politikalar sonucu bütün
saydığımız yoksulluk ve yoksunlukların yaşandığı ülke Haiti asıl adıyla Haiti Cumhuriyeti…
Amerika‘da Karayip Denizi’nde bir ada ülkesi
olan Haiti, Küba’nın doğusunda yer alan Hispaniola adasını Dominik Cumhuriyeti ile paylaşır ve adanın batı kısmındadır. Yüzölçümü
27.750 km² olan ülkenin nüfusu ise 10 milyon
(2009). Ülkenin başkenti ise Port-au-Prince’tir.
(www.vikipedi.org internet sitesi)
Bu veriler ışığında Haiti’yi bir kez daha
gündemimize getiren ise 12 Ocak 2010 tarihinde yaşanan korkunç deprem ve onun ardından
hâlâ devam eden kolera salgını. Richter ölçeğine göre 7.3 şiddetindeki deprem başkent Portau-Prince şehrini vurdu. Başkentten 9.4 mil
açıkta denizde meydana gelen deprem, Haiti
Halkının % 80’inin yaşadığı ve çoğunun derme
çatma binalarda kaldığı şehri yerle bir etti. 230
bin kişinin hayatını kaybettiği ve 1.5 milyon
kişinin evsiz kaldığı bildirildi. Özellikle nüfusun % 80’inin yaşadığı başkentte ölüm oranı
yüksekti. Yazımızın başında bahsettiğimiz gibi
tarım çökünce halkın çoğu şehirlere göç eder.
Yoksulluktan çoğu ya küçük barakalarda ya da
derme çatma binalarda yaşamaya başlar. İşte bu
depremde ölenlerin çoğunluğu da bu binalarda
yaşayanlardı. Bu durum bize Amerika Birleşik
Devletleri’nde yaşanan kasırga olaylarını hatırlattı. Burada ölenler de, yaralananlar da, evsiz
barksız kalanlar da bu ülkenin yoksulları ve
özellikle de zencilerdi.
Önümde Milliyet gazetesinin 19 ve 21
Kasım 2010 tarihli nüshaları duruyor. Fotoğraflar insanın içini acıtıyor. Bir o kadar da insanlığımızdan utandırıyor. Sokaklarda ölmüş ve
sokak ortasında bırakılmış cesetler var. Bir Haitili erkek, kayınpederinin cesedini iple çekerek
götürüyor. Çocuklar büyük bir yoksulluk yaşıyor. (Bu çocuk fotoğraflarına baktığımda gözümün önüne “Hür basın”ın magazin sayfalarında
Amerikalı ve İngiliz şarkıcılarının evlat edindikleri çocuklar geldi. Son zamanlarda moda
oldu. Biliyorsunuz çoğu artık Afrikalı çocukları
evlat ediniyor. Daha da acı olan ise Parababalarının sebep olduğu bütün felaketlerden sonra,
aynı Parababalarının yardım kuruluşlarının bu
çocukları evlat vermek için bir sürü dernek
kurup, sitelerinde bunun reklamını yapmalarıdır. Örneğin yukarıda bahsi geçen Haiti Children Project’in internet sayfasına girdiğinizde
karşınıza evlatlık verilmek üzere reklamı yapılan birçok Haitili çocuğun resmini görebilirsiniz). Fotoğraflarda dikkat çeken bir nokta da
hâlâ depremin izlerinin görünüyor olması.
Önceden de belirttiğimiz üzere, depremin ardından Haiti şu anda kolera salgınıyla karşı karşıya
kalmış durumda.
Prensa Latina’nın haberine göre, salgın 21
Ekim’den beri 60 bini aşkın kişiye bulaştı ve
1415 kişinin ölümüne yol açtı. Günde 600 yeni
kolera vakası ortaya çıkıyor. 25 Kasım 2010
Perşembe günü Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nden yapılan açıklamada, Haiti’de koleraya karşı mücadele etmek için 350 doktor ve
2000 hemşireye ihtiyaç var. Aynı zamanda hastalığın yayılmasını önlemek için 30 bin gönüllü
daha gerekiyor. Burada bir parantez açarak
belirtelim ki, sağlık alanı başta olmak üzere birçok alanda Haiti ilk andan itibaren, abluka altında olmasına rağmen, en büyük yardımı kardeş
ülke Küba’dan almıştır.
Yoldaş Fidel’in 23 Ocak 2010 tarihli yazısından öğrendiğimize göre, yaklaşık 400 doktor
ve sağlık görevlisi Haiti halkına ücretsiz hizmet
vermektedir. Doktorlar her gün bu ülkedeki 237
(gerçek burjuva demokrasisi) beklenemez. Bunların gerçekleşmesi için emperyalist cephenin
icazetlerini-yardımlarını asla beklemeyeceğiz,
istemeyeceğiz. Biz bunları kendi halkımız, İşçi
Sınıfımız, kendi köylümüz, esnafımız, küçük
üretmenimiz kısacası emekçilerimiz için talep
edeceğiz ve bu yolda vereceğimiz mücadeleyle
kazanacağız. Artık bu demokrasi mücadelesidemokratik devrim mücadelesi İşçi Sınıfının
önderliğindedir. Demokratik Halk İktidarı kurulup halkların-ulusların önündeki tüm engeller
kalktıktan sonra: özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik temelinde bu sorunlar çözülür. Bu talepleri artık burjuvazi gerçekleştiremez. O görev
de bizlerin-halkımızın omuzlarında. Mümkün
olsa burjuvazi (Tekelci Kapitalizm-Finans-Kapital Oligarşisi) bu hakların kökünü tarihten siler. Öyleyse;
1- Öncelikle emperyalizm çağında olduğumuz ve sosyalist ülkeler dışında kalan tüm ülkelerin tekelci kapitalist devletler biçiminde egemenliklerini kurdukları gerçeği kesinlikle atlanmayacak,
2- Ülkenin uluslarıyla birlikte gerek tarihsel
gerekse de iktisadi, sosyal ve kültürel yapıları
mutlak proletarya bilimi süzgecinden geçirilerek değerlendirilecek,
3- Soyut ve prensip olarak UKKTH tüm
uluslar için eksiksiz savunulacak. Bunun ulusun
SİYASAL olarak bütünden ayrılıp, ayrı devlet
kurma hakkı olduğu gerçekliği kabul edilecek,
4- Tüm ulusların tam eşitliği savunulacak,
hiçbir ulusa ayrıcalık tanınmayacak,
5- Tüm dillerin tam eşitliği savunulacak,
hiçbir dile ayrıcalık tanınmayacak. Dillerin ve
edebiyatın gelişiminin önündeki engeller kaldırılacak,
6- Tüm uluslar için eşit, kendi anadillerinde
eğitim hakkı tanınacak,
7- Ulusların gönüllü birlikteliğinde tam eşitlik, adalet, özgürlük ve kardeşlik prensipleri
sağlanacak,
8- Bir bütün olarak, eğitim programları ve
okullaşma ulusal devletin egemenliğinde ola-
bölgenin 227’sinde görev yapmaktadır. Öte yandan 400’ün üzerinde Haitili genç Küba’da eğitim alarak, doktor olarak mezun olmuştur. Bu
doktorlar da olay yerine intikal etmiş ve çalışmalarına başlamıştır. Böylelikle özel bir çaba
harcamadan yaklaşık 1000 doktor ve sağlık personeli seferber edilebilmiştir yoksul Haiti Halkı
için.
Ayrıca Küba tarafından uluslararası kamuoyuna yapılan çağrı gereğince; İspanya, Meksika
ve Venezuela başta olmak üzere, çok sayıda
ülkeden sağlık ekipleri, Haiti’de Kübalı doktorlarla beraber imkânsızlıklar içerisinde çalışmıştır. PAHO gibi örgütlerin yanı sıra, kardeş Venezuela gibi ülkeler büyük miktarlarda ilaç yardımı yapmıştır. Tabiî ki bunların hiçbirini bizim
ya da diğer ülkelerin hür basınında göremedik.
Çünkü Fidel’in dediği gibi, Kübalı uzman doktorların yaptıkları yardım kesinlikle şovenizmden uzak ve afişe edilmeksizin gerçekleştirilmiş
ve kamuoyuna reklamı yapılmamıştır.
Konumuza dönelim. Bildiğimiz üzere aynı
zamanlarda Şili ve Japonya’da da depremler
yaşandı. Ama hiçbiri Haiti’deki dramı yaşamadı. Neden mi? Bütün bunların müsebbibi başta
ABD Emperyalistleri olmak üzere AB Emperyalistleridir. Bunu Haiti’nin tarihine indiğimizde daha netçe görebiliriz. Bunun için de Yoldaş
Fidel’in şu görüşlerine kulak verelim:
“Kimse Haiti’nin bölgede köle sahiplerine
karşı isyan ederek bağımsızlığını kazanan ilk
ve tek ülke olduğundan bahsetmiyor. Avrupalılarca topraklarından kopartılarak köle
olarak buraya getirilen 400 bin Afrikalı, 30
bin Avrupalı beyaz toprak sahibine karşı
ayaklanmış ve bölgemizdeki ilk toplumsal
devrimi gerçekleştirmişti. apolyon’un en
saygın komutanlarının nasıl yenildiği hâlâ
dillere destandır. Haiti sömürgecilik ve
emperyalizmin doğrudan ürünüdür, halkı
yüzyıllar boyunca en kötü şartlarda sömürülmüş, zenginlikleri çalınmış ve askeri darbelere maruz kalmıştır.” (14 Ocak 2010 tarihli yazısı)
Yoldaş Fidel’in tespitlerini, Barış Ünlü’nün
07.02.2010 tarihli Radikal 2’deki yazısından
ayrıntılayalım.
“Kristof Kolomb adaya 1492’de ayak
bastığında, Haiti’de bir milyona yaklaşan bir
yerli nüfus yaşıyordu. Bu insanların hemen
hepsi 50 yıl geçmeden ya katledildiler ya da
Avrupalıların getirdikleri bulaşıcı hastalıklar yüzünden öldüler. (ABD Emperyalistlerinin bir zamanlar Kızılderililere yaptıkları gibi –
b. n.)
“Haiti’nin önemi ve değeri, 17’nci Yüzyıl
sonlarında Fransa’nın hâkimiyetine geçmesiyle birlikte dramatik şekilde değişti.
“18’inci Yüzyılda Afrika’dan sadece
Haiti’ye getirilen köle sayısı, 1 milyona
yakındı. Eğer köleler Atlantik’i geçerken
hastalıktan ölmezlerse veya intihar etmezlerse, adaya vardıklarında plantasyonlarda
çalışmaya başlıyorlardı. Günde 18 saate
yakın çalıştırılan, her türlü işkence ve aşağılanmaya maruz kalan bu köleler sayesinde,
Haiti dünyanın en büyük şeker ve kahve üreticisi haline geldi. Ada “Antiller’in incisi”ydi.
“Köleler kapitalizm, sömürgecilik ve ırkçılığın üç ayağını oluşturduğu sisteme karşı
farklı direniş yöntemleri geliştirdiler. İntihar
bunlardan biriydi. Böylece hem köle sahibine
zarar veriliyordu hem de ölümden sonra
cak, okullar ve programlar uluslara ve kültürlere göre ayrı ayrı bölünmeyecek,
9- Resmi bir ‘devlet’ dili kabul edilmeyecek.
Tüm bu talepler ve mücadele, emperyalizm
döneminde ve bir burjuva devrimini tam tamamlayamamış çok uluslu tekelci kapitalist
devlette gerçekleşmesi istenenler içindir. Gerçek burjuva demokrasisinde hayat bulması gereken taleplerdir. Bunların gerçekleşmesi günümüzde ancak işçi demokrasisinde–gerçek Demokratik Halk İktidarından başlayarak Sosyalizmde mümkündür. En son aşamada ise yani
Komünizmde, bunların konuşulması bile gereksiz olacaktır. Çünkü tüm insanlık tek bir insanlık ülküsünde birleşecek, tek ortak kültür ve dil
yaratılacaktır.
Sonuç olarak: ULUSAL SORUNA
(UKKTH) ve ANADİLE MARKSİSTLERLENİNİSTLER nasıl bakarlar?
1- Ulusal sorunları ele alırken, öz itibariyle
ulusal meselenin bir kapitalist ulusal devlet
kurma işi olduğunu hiç göz ardı etmezler.
Ulusal devlet talebi kapitalizmin esasıdır.
Burjuva demokratik devrim meselesidir. Özü
ise toprak-köylü meselesinin devrimle kökten
çözülmesidir. Kısaca toprağa–köylüye
özgürlüktür.
2- Ulusal talepleri sınıf bilimi ölçütlerine
göre ele alırlar ve proletaryanın istemlerine ve
uluslararası
proletarya
davasına
(enternasyonalizme) hizmet edip etmediğine
bakarlar.
3- Ulusal kültürü değil, proletaryanın enternasyonal kültürünü savunurlar, öne çıkarırlar.
4- Ulusal kültürel özerklik denen şeyi, yani
eğitim işlerinin devletin elinden alınması ve ayrı ayrı ulusal-topluluklara verilmesi düşüncesini
Marksistler kesinlikle reddederler. Bu, halklarıulusları birbirinden uzaklaştırır, kopartır.
5- UKKTH savunulurken, ülkenin tarihsel,
iktisadi, sosyal, kültürel, sınıfsal gerçekliklerini
hiç atlamazlar. Ayrıca hem ülkede hem de dün-
yada iki karşıt cephenin yani devrim ve karşıdevrim cephelerinin durumunu hiç göz ardı etmezler. Devrim cephesine hizmet etmeyeni savunmazlar.
6- Günümüzde gerçek demokratik halk iktidarı kurulmadan, UKKTH’nin tam olarak gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle ulusların proletaryaları tüm güçlerini demokratik
devrime ve halk iktidarının kurulmasına odaklamalıdırlar. Bu, UKKTH talepleri mücadelesinden vazgeçmek demek değildir. Olabildiğince
bu burjuva taleplerde ısrarlı olunmalıdır. Ancak
gerçek Marksist–Leninistler, bu burjuva talepler
mücadelesinin gerçek sosyal kurtuluş–sosyalizm mücadelesinin önüne geçirilmemesini savunurlar. Aksi durumda ulusal şovenizme–milliyetçiliğe düşme tehlikesi her an vardır. Halklar
birbirinden uzaklaştırılmamalıdır.
7- Tüm bunları savunmak ve mücadele etmek, ne halkları birbirine düşman eder ne de
gönüllü birliktelikleri tehlikeye düşürür, bölünmeye yol açar. Tam tersine ulusal toplulukları
daha da yakınlaştırır, bütünleştirir.
Son noktayı koyacak olursak;
A ADİL ve A ADİLDE EĞİTİM HAKKI BİR İ SA HAKKIDIR
HER YERDE HER ZAMA SAVU ULMALIDIR…
Anadilde Eğitim Hakkı Sınıflarüstü Tartışılamaz ve Savunulamaz… Gerçek Marksist-Leninistler, hatta gerçek demokratlar bunu böyle
bilir, böyle koyarlar ve savunurlar. Eğitim-Sen
ana tüzüğünden bu maddenin çıkartılması da,
Eğitim-İş’in Anadilde Eğitim Hakkına karşı çıkıp-ulusal şovenizme kapılarak Eğitim-Sen’den
ayrılması da bu anlamda kökten yanlıştır. Sorun
meselenin sınıf temelli ele alınamayışında-alınmayışında yatmaktadır. Meselenin özü, Proletarya Devrimcisi olabilmektir.
Mersin’den Bir Yoldaş
“ruhlar Afrika’ya dönüyordu”. Bir diğer
yöntem dağlara kaçmaktı (marronage). Bu
dağlardan isyanlar başlatılıyor, düzlüklere
inilip plantasyonlar yağmalanıyordu. Son
olarak da, voodoo inancı insanlıklarından
koparılmaya çalışılan köleleri bir araya getiriyor, geçmiş ve gelecek arasında bir bağ
kurmalarına imkân veriyordu. Voodoo
rahiplerinin birçok isyan başlatmış olması
tesadüf değildir’.
(Voodoo yaptığımız araştırmaya göre büyü
ve ruh ikilisi arasında doğmuş bir Afrika dini.
Bu din birçok Afrika ülkesinin ulusal dini olarak kabul görüyor. Dine inanan kişiler doğadan,
büyüden ve ruhlardan güç alıyorlar. Doğaya iyi
davranmak, iyi ruhlara adaklar sunmak, gerektiği zamanlarda ilgili ritüellerle ayin ve büyü yapmak bu dinin temel şartlarını oluşturuyor. Bu
dinin yapı taşları genellikle Afrika adetlerinden
etkilenmiş ve ona göre şekillenmiştir. Büyü
yapımlarında genellikle doğal malzemelerden
yapılmış bebekler, büyü yapılacak kişinin tırnak
ve saç gibi parçaları, iğneler ve ipler kullanılıyor.)
“Ancak asıl direniş 1791’de başlayan ve
1804’te bağımsız Haiti’nin kurulmasıyla
sonuçlanan Haiti Devrimi oldu. Bu, Tarihin
düşünüyordu. 1915-1931 arasında Haiti’yi
işgal etti, 1957-1986 döneminde baba-oğul
Duvalier diktatörlüğünü destekledi. Aynı
diktatörlük yıllarında yeni sömürge politikalarını dayattı. Haiti’nin tarımı çöktü, bu da
kentlere kitlesel göçleri tetikledi. Depremde
ölenlerin büyük kısmı, kentlere göçen ve
varoşlarda yaşayan bu Haitililer. Haiti halkının büyük desteğini alarak iktidara gelen
eski Devlet Başkanı J. B. Aristide’in 1991’de
Haiti ordusu, 2004’te paramiliter güçler
tarafından iki kez devrilmesinde de ABD
önemli rol oynadı.
“Geçtiğimiz günlerde ABD’nin eski başkan adaylarından Pat Robertson, Haiti’nin
Fransız sömürgeliğinden kurtulmak için şeytanla anlaştığını, bu yüzden lanetlendiğini,
depremin de bunun bir ifadesi olduğunu söyledi.” (Barış Ünlü, Devrimden Depreme Haiti,
Radikal 2, 07.02.2010)
Bu uzunca alıntıdan da anlayabileceğimiz
gibi, Haiti’nin şu anda içinde bulunduğu insanlık dışı durumun sebebi emperyalizmdir. Geberen, ölmek üzere olan bir hayvan gibi debelenen, çırpınan kapitalizmin son çırpınışlarıdır.
İnsanlık adına zerre bir değer taşımayan Paraba-
başarılı olmuş ilk ve son köle devrimidir.
Haiti’yi elinde tutmak için on binlerce askerini kaybeden apolyon, buradaki kayıplarını karşılamak için Louisiana’yı ABD’ye satmak zorunda kaldı. Bugünkü ABD’nin neredeyse üçte biri olan Louisiana, imparatorluk
hayalleri açısından kilit önemdeydi. Haiti
Devrimi yüzünden hayalleri suya düşen
apolyon’un “lanet şeker, lanet kahve, lanet
sömürgeler” diye bağırdığı söylenir. Bağımsız Haiti’nin ilk lideri J. J. Dessalines, “Amerikalıların intikamını aldım” demişti. Batı
dünyasının intikamı ise yeni başlıyordu.
Dünyanın bütün kölelerine ve hatta siyahlarına ilham veren Haiti Devrimi, affedilmesi
mümkün olmayan bir radikallikteydi.
Haiti’yi 1947’ye kadar süren bir tazminat
ödemeye zorlayan Fransa, ancak “kayıpları”nın karşılanması şartıyla Haiti’yle diplomatik ilişkilere başlayabileceğini bildirmişti.
Haiti’nin Fransa’ya ödediği tazminat bugünün parasıyla 21 milyar dolar civarındadır.
“ABD, İç Savaşına kadar Haiti’yi tanımadı, çünkü kölelerine kötü örnek olduğunu
baları, iğrenç yüzlerini Haiti’de deprem anında
molozlar altında insanlar ölümün pençesinde
kıvranırken de göstermiştir. Yine Yoldaş Fidel’i
dinleyelim:
“Haiti’deki trajedinin tam ortasında kimsenin neden ve nasıl olduğunu bilmediği bir
olay daha gerçekleşti. ABD Deniz Kuvvetlerine ait 82. Hava İndirme Alayına bağlı askerler Haiti’ye çıkartma yaptı. Bundan daha
kötüsü, ne Birleşmiş Milletler ne de ABD
hükümeti bu konuyla ilgili olarak dünya
kamuoyuna bir açıklama yapmamıştır.”
Dünya halkları bu hayvanlık konağından
kurtulup kendilerini insanlık konağına götürecek biricik düzen olan sosyalizmi kurarak, bu
hayduda hak ettiği cezayı verecektir. Bu zorlu
yolda bize düşen görev, mücadele bayrağını her
an yüksekte dalgalandırmaktır.
Bursa’dan
Kurtuluş Partili
Bir Eğitim Emekçisi
16
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Kurtuluş Partili Kamu Emekçilerinin Programı
kaların “güçlenmeleri” (KESK’ten daha
fazla üyeye sahip olmaları), onlarla ortak
III- SENDİKAL ANLAYI-IMIZ
işler yapmayı getirmiş ve birlikte EMEK
“Türkiye gibi medeniyete geç gelmiş PLATFORM’ları oluşturarak onların meşbir ülkenin geç kalmış olmaması için, rulaşmasını sağlamıştır. Bu son derece
milli plan ve kalkınma ihtiyacı bütün ça- yanlış uzlaşmaları, o sendikaların tabanına
lışan halk tabakalarını sendikalaştır- gerçek sendikal mücadeleyi göstermek ve
makla giderilebilir. İster zihin ister be- böylece o sendikalardan üye kazanmak
den işgücünü sınırlı süre için başkasına şeklinde gerekçelendirmişlerdi. Ama yapısatan işçiler gibi, işgüçlerini maaşlı tüzel lan ittifaklar tabana inmeyip tepedeki kontkişilere satan kamu hizmetlileri de, zihin ralarla sınırlı kaldığı için, üye kazanma yeve beden iş güçlerinden başka bir geçim rine üye kaybedilerek bugün içinde buluyolları bulunmayan üretmen köylü, es- nulan acı duruma gelinmiştir. Sendikal örnaf, serbest meslek adamı aydınlar da gütlenmede ve pratik mücadele alanında
sendika kurabilirler ve kurmalıdırlar doğru strateji ve taktikler üretip uygulaya(...) Modern insanların (büyük fabrika madıkları için bu yönetimler son tahlilde
işçisi olsun, dağınık ziraat amelesi olsun, burjuvaziye hizmet etmişlerdir.
mağaza, banka veya devlet memuru olBilindiği gibi strateji sözcüğü bir askersun; üretmen köylü, esnaf aydın olsun) cil savaş terimidir. Ama zamanla insanoğbir tek iktisadi, sosyal ve kültürel teşki- lunun her alanındaki davranışlarında, özellatları olabilir: SEDİKA” (Hikmet Kı- likle de sınıflar savaşı alanında kullanılavılcımlı, Ekonomik Mücadele Üzerine, s. gelmiştir. Klasik anlamıyla strateji denince
36-37)
akla özgücün başlıca vuruşunun yönünü
Üyelerinin ekonomik, demokratik, kül- belirlemek ve dolayısıyla da bir aşama sıtürel haklarını korumak ve geliştirme mü- rasında vurucu güçlere yerlerini aldırışı
cadelesini yürütmekle yükümlü olan sendi- düzenlemek gelir. Daha da netleştirirsek
kalar; din, dil, ırk, mezhep, cinsiyet, siyasi strateji belirli bir hedefe veya amaca ulaşdüşünce ayrımı gözetmeksizin bu işlevleri- mada en etkin ve başarılı olan ya da olacak
ni yerine getiren sınıf örgütleridir. Sendi- yolların ana hatlarıyla ortaya konması ve
kanın görevi salt ekonomik mücadele ile içinin doğru ve etkin çeşitli taktik, parola
sınırlanamaz. Sınırlamak, kapitalistin iste- ve yöntemlerle doldurulmasıdır. Doğal oladiği bir durum olur. Ufkunu ekonomik mü- rak doğru strateji, doğru politikaların, pracadele ile sınırlayan sendika, bu görevini tik mücadele yol ve yöntemlerinin oluştude başarı ile sonuçlandıramaz.
rulmasını kolaylaştıracaktır. Bu yüzden de
“Sendikal örgütler sadece iktisadi madde ve manaca İşçi Sınıfına yakın olan
mücadelenin gelişmesi ve pekişmesi için Kamu Çalışanları (memurlar) sendikalason derece yararlı olmakla kalmazlar, rında doğru sendikal politikalarla donanaaynı zamanda siyasal ajitasyonun ve rak sendikal örgütlenme ve militan bir sendevrimci örgütlenmenin çok önemli bir dikal mücadele yürütmelidir. Bunun yolu
yardımcısı olabilirler.” (V. Lenin, Ne da Devrimci Sınıf Sendikacılığı anlayışını
Yapmalı?, s. 145)
sendikalarda etkin kılmaktan geçer.
Devrimci mücadele tarihi bize gösterBu anlayışı benimseyen Devrimci Kamiştir ki; birçok sendika, sınıf ideolojisin- mu Çalışanları, teorik ve pratik olarak senden uzak önderliklerin ekonomist politika- dikal hareket içerisindeki her türden burjularıyla sınıf uzlaşmacılığı batağına sapmış, va görüşle çatışacaktır. Bu çatışmayı bilingiderek sendikacılığı meslek edinen (arpa- çli ve ısrarlı bir biçimde sürdürmek sınıf
lık kapısı olarak gören) bürokratik unsurla- mücadelesinde kazanımlar elde etmenin
rın ihanetine uğramıştır. Kimi sendikalar zorunlu koşuludur. Amacı sendikalarımızdoğrudan devlet eliyle kurulmuş, ya da daki gerici-bürokrat eğilimlerin egemenlibizzat patronlar kurdurmuş, kimi sendika- ğine son vermek olan Devrimci Sınıf Senlar da gerici güçler tarafından kurularak bu dikacılığı gerçek sendikal örgütlenmede
güçlerin İşçi Sınıfına nüfuz etmelerinin bir de bize yol gösterearacı olmuştur. Bu saydığımız sendikaların cektir. Devrimci Sınıf
ya da önderliklerin bilinçli ya da bilinçsiz Sendikacılığı, sınıf
kendi sınıfı yerine, burjuvaziye hizmet et- karşıtlığı ve ezen-ezitiği açıktır. Unutulmamalıdır ki kıran kıra- len çelişkisi devam etna bir sınıflar savaşı yaşıyoruz. Bu savaşta tiği sürece, sınıflar sasendikalar, halkın kurtuluş mücadelesini vaşının bütün olgularyürüten siyasi kurmaya (Proletarya Partisi- da temel belirleyici olne) yardımcı olması gereken örgütlerdir. duğu ve çağımız kapiSendikal örgütlerin kendilerini devam et- talizminin (emperyatirmesi ve yeni kazanımlar sağlayabilmesi lizmin, AB dâhil her
örgütlenme gücüne ve mücadelesine bağlı- türden emperyalizdır. Üyeleri ile sağlam ve güvenilir bağlar min) İşçi Sınıfının ve
kuramamış örgütler sayıca büyük olsa da tüm dünya halklarının
ne siyasi harekete ne de sendikal harekete amansız düşmanı olyeterince katkıda bulunamazlar. Örgütlen- duğu gerçeğini temel
mesini üyelerinin taleplerine ve sınıf mü- alarak mücadele eden
cadelesi perspektifine (İşçi Sınıfı Bilimi sendikal anlayıştır. Bu
olan Marksizm-Leninizme) göre belirleye- sendikal anlayışın temeyen sendikalar hızla erimekte ve sendi- mel belirleyicileri şunkal bürokrasinin de etkisiyle güçlerini yi- lardır:
tirmektedirler.
1. Sınıf sendikacılığı: İşçi Sınıfının işTürkiye’de İşçi Sınıfı açısından yıl- verenlerle olan çatışmasını yalnızca işyeri
lardan beri nasıl bir “sendikalar faciası” sınırları içinde tutmakla kalmaz. Mücadeyaşanıyorsa, bugün Kamu Emekçileri lenin toplum yaşamının tüm kesimlerine
Cephesinde de bir “sendikalar faciası” yansıdığını kabul eder. Mücadeleyi diğer
yaşanmaktadır adeta. Bu durumun ana işkollarıyla, diğer emekçilerle, genel ülke
sebeplerinden biri, sendikaların, sürece ve dünya sorunlarıyla, politik-ideolojik
müdahale edici, geniş, kapsamlı, somut, mücadeleyle bütünleştirir. Sınıf sendikacımilitan, doğru taktikler geliştirebilen; üye- lığı sınıf mücadelesi temeline dayanır. İşleri tarafından netçe anlaşılmış ve içselleş- gücü-sermaye işbirliğini savunan sarı sentirilmiş açık, net, sürekliliği olan ve mutla- dikacılıkla mücadele eder.
ka sonuç alıcı örgütlenmeler ve mücadele
2. Kitle sendikacılığı: Siyasi, dini, felstratejilerinin dolayısıyla da politikalarının sefi görüş ve ulusu ne olursa olsun tüm
olmayışıdır. Bu özellikler kimi tüzük ve emekçileri kapitalist sömürüye karşı örgütprogramlarda yer almış olsalar da kâğıt ler, yönlendirir ve mücadeleye sokar.
üzerinden yaşama geçip ete kemiğe bürü3. Devrimci sendikacılık: Sendikal hanememişlerdir. Etkin sendikal stratejiler reketin sınıf mücadelesi temeline oturup
ancak içinde yaşanılan toplumun sınıf iliş- oturmadığına bakar. Devrimci sendikacılıki ve çelişkilerini doğru tahlil ederek uygu- ğın amacı, İşçi Sınıfının kapitalist sömürülanabilirler. Ayakları yere basmayan, diğer den temelli olarak kurtulmasıdır. Bu ise İşülkelerden ithal program, ithal strateji ve çi Sınıfının Uyanış-Derleniş-Birleşi Yolupolitikalarla bu iş yürümez. Kısacası üreti- na girerek oluşturacağı Proletarya Partisi
lecek sendikal stratejiler kendi ülke oriji- Kurmaylığında vereceği siyasi mücadelenalitemizi yansıtmalıdır.
siyle gerçekleşir. İşçi Sınıfımızın kapitalist
15 yıldır KESK yönetimlerinde bulu- sömürüden kurtulması, ancak bu yola girenan ÖDP + Yurtseverler (EMEP ve benze- rek sınıf temelinde örgütlenmesiyle ve veri ibrikçileriyle beraber) ittifakının kısa sü- receği iktidar mücadelesiyle gerçekleşebirede ekonomizm, sendikalizm batağına lir. Bu yüzden İşçi Sınıfı yalnızca sendikal
saplanıp, bürokrat/sarı sendikacılığa sap- mücadele ile yetinemez. Gerçek kurtuluşu
maları, bir zamanlar ‘sahte sendika, devlet için, sınıfsız, sömürüsüz toplum için siyasi
güdümlü sendika, kontra-sendika’ dedikle- mücadele de vermek zorundadır. Bu konuri sendikaların “güçlenmesine” zemin ha- da emekçi kitlelere önderlik etmek, onları
zırlamıştır. Bu devlet güdümlü sağcı sendi- birleştirmek görevi de devrimci sendikacı-
Geçen Sayıdan Devam
lığın vazgeçilemez, ertelenemez görevidir.
İktidar mücadelesi elbette İşçi Sınıfı partisiyle verilecek bir mücadeledir. Bu nedenle devrimci sendikacılık siyasi mücadeleyle sendikal mücadeleyi karıştırmak değil,
sendikaların İşçi Sınıfı partisiyle ve onun
siyasi mücadelesiyle bağlarını sürekli güçlendirme görevini ihmal etmemektir.
Bugün Kamu Emekçileri cephesinde de
yaşanan ‘sendikalar faciası’nın biricik ilacı
“Devrimci Sınıf Sendikacılığı”dır.
Devrimci Sınıf Sendikacılığının uğruna
mücadele edeceği en temel talepleri ve ilkeleri de şunlardır:
1. Başta İşçi Sınıfımız olmak üzere Kamu Emekçileri dâhil tüm halkımızın örgütlenmesinin önündeki her türlü engelin kaldırılmasını hedeflemek,
2. Fiili ve meşru mücadele anlayışını
savunmak ve kendisini antidemokratik yasalarla sınırlamamak,
3. Ülkemizin ekonomik-toplumsal-kültürel-yeraltı-yerüstü tüm zenginliklerinin
emperyalist talanına ve sömürüsüne karşı
mücadele etmek,
4. Ezilen ve sömürülen tüm halkların,
ülkemizde Kürt Halkının sorunlarının çözümü için “Ulusların Kendi Kaderlerini
Tayin Hakkı” evrensel ilkesinin yaşam bulması mücadelesinde sorumluluklarını yerine getirmek,
5. İşçi Sınıfıyla, diğer emekçilerle ve
gençliğimizle dayanışmaya girmek,
6. Başta halkımızı taa can evinden vuran kanser illetinden beter İşsizlik-Pahalılık olmak üzere geniş halk yığınlarını ve
gençliğimizi ilgilendiren tüm sorunlara
karşı mücadele etmek,
7. Bilimsel düşünce ve davranış kurallarını, sendikal mücadelede en etkin bir
araç olarak kullanmaya çalışmak,
8. İşçi Sınıfının devrimci mirasına sahip
çıkarak, sınıf dayanışmasını güçlendirmek
için ulusal ve uluslararası birlikler/platformlar oluşturmak ve ortak eylemler gerçekleştirmek,
9. İşçi Sınıfının kanı, canı pahasına yaratılan ve kazanılan günlerin kutlanmasına
ve bu uğurda kaybettiğimiz devrim şehitlerinin, halk kahramanlarının anmalarına aktif olarak katılmak,
dikal örgütlenme politikamızın da temellerini oluşturan Devrimci Sınıf Sendikacılığın ilke ve taleplerine örgütlenme prensiplerini de eklemeliyiz:
* Sendikaların örgütlenme alanları işyerleridir.
* Sendikal örgütlenmeler işyeri komiteleri esas alınarak yürütülmelidir.
* Her şubede birer örgütlenme komitesi
oluşturulmalıdır. Bu komiteler işyeri örgütlenmelerinde, şube örgütlenme sekreterliği
ve genel merkez örgütlenme dairesine bağlı olarak çalışmalıdır.
* Şube örgütlenme komitesi aylık çalışma raporunu, şube yönetim kuruluna ve
şube temsilciler kuruluna sunmalıdır.
* Sendikaların gücü örgütlenme kapasiteleri ve üyeleriyle arasındaki bağın sağlamlığıyla ölçülür. Bu yüzden kitlenin günlük sorunlarıyla yakından ilgilenilip en küçük talepler önemsenmelidir. Sendikal politikaları oluştururken kitlenin somut talepleri üzerinden hareket edilmelidir.
* Örgütlenme, sürekli olması gereken
bir süreçtir. Sadece yetki zamanları yaklaştığında örgütlenme faaliyetleri yoğunlaşmamalıdır.
* Genel bir üye, üye olmayanlar ve potansiyel üyeler profili çıkarılıp işyerlerinde
bu veriler ışığında çalışmalar yürütülmelidir.
* Gerekiyorsa bu konuda profesyonel
örgütlenme uzmanları eğitilip istihdam
edilebilir. Ama bu kişilerin hedefi örgütü
nitelikçe ve nicelikçe büyütmek olmalı ve
maaşları da o işkolundaki çalışanların
maaşlarının ortalamasından yüksek olmamalıdır.
* Sendika üye aidatlarının elden toplanması yöntemine geri dönülmelidir. Aidatların kaynaktan kesilmesi yöntemi, uygulama sonuçları da göstermiştir ki bu
yöntem üye ile sendika arasındaki ilişkiyi
zaafa uğratmaktadır.
III.1- Sendikal Mücadele ve
Çalışma Anlayışımız
a) Mücadele Anlayışımız:
Bugün, daha doğrusu ilk kuruluş yıllarında hâkim olan militan mücadele anlayışının terk edildiği
uzun bir dönemden
beri KESK ve bağlı
sendikaları kahredici
atalet ruhu, felç edici
bir eylemsizlik kabuğu sarmıştır.
İdeolojik olarak sağa savrulma pratikte
de kaçınılmaz sonucunu beraberinde getirmiş, maaştan kesilen
aidatların
getirdiği
“huzur”la eylem alanlarından sendika binalarına, topluca/bireysel alkollü gecelere,
lüks otellerde basın
açıklamalarına ricat
edilmiştir.
Yılda bir iki kez
yapılan
sonuçsuz ve
10. Emperyalizme, Feodalizme, Şovenizme karşı savaşımı demokrasi güçleri- motorize Ankara yürüyüşlerine, her
olayda düşmanı korkutan değil göbeğini
nin manifestosu olarak görmek.
Emperyalizme karşı mücadelede, ül- çatlatırca güldüren “Genel Grev” çığırtkemiz açısından günümüzde ABD ve AB kanlıklarına kimse aldanmasın. Bu “eyEmperyalizmine ve onların dayattığı YE- lemler”in içinde bulunulan eylemsizliği
İ SEVR’E KARŞI MÜCADELE öne örtbas etmeye ve adam kandırmaya yönelik olduğu, “eyleme” ilişkin kararın
çıkmakta;
Feodalizme karşı mücadele, Tefeci- alınışından, “eylemin” örgütlenişinden,
Bezirgân Sermayeyi kazımayı ve onun hayata geçiriliş tarzından o kadar açık
ideolojisi ORTAÇAĞCI ŞERİATÇILI- sırıtıyor ki…
Daha baştan yasak savma amacı taşıyan
ĞA KARŞI MÜCADELEYİ DE İÇERama koca koca laflarla süslenen ve erişeMEKTE;
Şovenizme karşı mücadele de, KÜRT meyeceklerini adları gibi bildikler uzak
SORUU’U EMPERYALİST ÇÖ- hedefler konulan bu “eylemler”, uzak
ZÜMÜE KARŞI ÇIKARAK “Ulusla- hedeften geçtik küçük/yakın hiçbir sorın Kaderlerini Tayin Hakkı” ilkesinin nuç getirmediği için kaçınılmazca içinde
ışığında Kürt Halkının en temel demo- bulunulan moralsizliği arttırmakta, kitkratik-toplumsal ve insani hakları uğru- leyi boşu boşuna yorarak sonraki eylemna sürdürdükleri mücadelede onların lere katılımı düşürmektedir. Bu nedenle
yanında olmak, Halkların Kardeşliğini de KESK’in “ulu” yöneticileri artık birçok
sözden gerçekliğe dönüştürmek için müca- eyleme katılımı daha baştan yöneticilerle
sınırlı tutarak düştükleri madara durumu
dele etmeyi içermektedir.
11. Yardımlaşma sandıkları kurmak, pa- akılları sıra gizlemiş olmaktadırlar. Ama
ranın enflasyon-devalüasyon gibi oynakla- ne dostu ne düşmanı, kendilerinden başka
rında işgücünün değerini gözeten denetimi hiç kimseyi kandıramamaktadırlar.
KESK’i kıskıvrak sararak inmeli bir
sağlamak,
12. Her türlü ırk, din, dil ve cinsiyet ay- yaşlı yapan eylemsizlik kabuğu acilen
kırılmalı!
rımcılığına karşı mücadele etmek,
Düşmanı güldürmekten, dostu yor13. İşsizlik sigortasını daha işlevsel kılmak ve benzeri sigortaların kurulması için maktan başka sonuç doğurmayan “Büyük Hedef”lere bir türlü ulaşamayan
mücadele etmek.
Yukarıda saydığımız, bir anlamda sen- minik eylemlerden derhal vazgeçilmeli!
Yasak savıcı bir eylemcik değil, küçük-büyük hedefler uğruna ama mutlaka sonuç alıcı, bir eylemler zinciri gerçekleştirilmeli. Kitle seferberliği sağlanarak yaratıcı eylem programları hayata geçirilmeli. Küçük de olsa mevziler,
zaferler kazanılarak bozulan moraller
düzeltilmeli. Bu potansiyel var. Doğru
önderlik, doğru hedefler ve sonuç almaya kitlenen militan bir mücadele bu potansiyeli hemen açığa çıkartacaktır.
b) Sendikal Çalışma Yöntemlerimiz:
1. İşyerlerinden genel merkeze, üyelerden genel başkana kadar tüm aşamalardaki
sendikal işleyişlerde biricik kural en geniş
demokrasi olmalıdır. Bütün sendikal organlar üyeler arasından ve üyeler tarafından seçilmelidir. Her aşamada tabanın söz
ve karar sahibi olma ilkesi laftan hayata
geçirilmelidir.
2. Demokratik sendikacılığın temel ilkesi Demokratik Merkeziyetçiliktir. En
geniş Tam Demokrasi, Merkeziyetçilik ilkesi ile bütünleştirilmelidir.
Kararların alınmasında tartışma, eleştiri-özeleştiri ve ikna yöntemleri en demokratik biçimde yaşama geçirilmeli, bu karşılıklı aydınlatma ve ikna yöntemi yaşandıktan sonra alınan kararlar mutlak uyulması gereken kanun olmalı, alt organ üst
organın kararına uymalıdır.
3. Eleştiri, özeleştirinin amacı kişicil
horoz dövüşleri, siyasi polemik kirpileşmeleri değil mücadeleyi daha iyiye ve daha doğruya götürmek olmalıdır.
4. Sendikal görevlerde gönüllülük esas
alınmalıdır. Üyeler, çıkarlarına hizmet etmediğini düşündükleri yöneticileri yine
üyelerinin çoğunluğunun kararıyla kolayca
değiştirebilmelidir.
III.2- Toplu Sözleşme Anlayışımız
1. Öncelikle her işyerinde bir Toplu İş
Sözleşmesi (TİS) Komitesi kurulmalıdır.
Bu komiteler adına katılan birer üye ile şube yöneticilerinin de içinde bulunduğu bir
Şube TİS Komitesi oluşturulmalıdır. Şube
TİS komitesinden bir kişi ve genel merkez
yöneticilerinden en az birinin içinde bulunduğu Genel Merkez TİS Komitesi oluşturulmalıdır.
2. Bu komite, Toplusözleşme Dairesine
bağlı olarak sözleşmelerin kotarılmasına
katkıda bulunmalıdır.
3. Sözleşme görüşmelerinin her aşamasında, mutlaka işyeri temsilcileri bulunmalı ve gelişmelerden çalışanlar anında haberdar edilmelidir. Toplusözleşmeyi imzalama ve grev kararları mutlaka çalışanların onayı ile alınmalıdır.
4. Toplusözleşmenin süresi bir yıl olmalıdır.
5. Ücret zamları seyyanen (eşitçe) olmalıdır. Çalışanları birbirine düşürmeyi
amaçlayan gruplama (memur-şef-müdür)
sistemlerine şiddetle karşı çıkılmalıdır.
III.3- Eğitim Anlayışımız
1. Üyeler, bilimsel düşünce ve davranış
kuralları çerçevesinde sürekli ve yaygın
eğitimden geçirilmelidir. Bu eğitimler kısa
ve uzun süreli olarak verilmelidir. Kısa süreli eğitimler genel sendikal işleyişlere yönelik olmalı, uzun süreli eğitimlerde ise İşçi Sınıfı Biliminin öğrenilmesi esas alınarak sınıf sendikacılığı ilkelerinin verilmesi
ve kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmesinin başarılması yollarının anlatılmasına yönelik olmalıdır.
2. Her şubede, yöneticilerin de dahil olduğu bir eğitim komitesi oluşturulmalı, bu
komite, 1’inci maddede belirttiğimiz eğitim anlayışını yaşama geçirmeli ve genel
merkez eğitim sekreterliğine bağlı olarak
çalışmalıdır.
3. Bölgelerde üyelerin kendi kendilerini
eğitmelerine yönelik amatör eğitim komiteleri oluşturulmalıdır.
III.4- Sendikalardaki Harcamalara
Bakışımız
1. Öncelikle bütün sendikal harcamalarda tutumluluk esas alınmalıdır.
2. Merkez ve şubeler yaptıkları harcamalar konusunda işyeri temsilcilerine ve
üyelere bilgi vermeli, harcamaları onların
denetimine açık tutmalıdırlar.
3. Sendika bütçesinin % 10’u eğitim
harcamalarına ayrılmalıdır.
4. Sendikalarda görev alacak yönetici
ve personelin maaşları, işkolundaki ortalama memur maaşı kadar olmalıdır.
Devam Edecek
17
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Kurtuluş Partisi Gençliği’nden
YÖK’e karşı alanlardaydık
1 2 Eylül 1980 Faşist Darbesinin ürünü olan YÖK’ü 29’uncu kuruluş yıldönümünde
Kurtuluş Partisi Gençliği olarak protesto ettik. YÖK’ün bilimsellikten uzak, baskıcı, gerici politikalarına ve üniversitelerin Tayyipgiller’in kurumlarına dönüştürülmesine karşı
üniversiteli Aydın Gençliği mücadeleye çağırdık.
Ankara
Dövizlerimiz, pankartımız
Ankara
ve sloganlarımızla Parti önünden Yüksel Caddesi İnsan
Hakları Anıtı’na kadar gerçekleştirdiğimiz coşkulu yürüyüşün ardından, Kurtuluş
Partisi Gençliği adına basın
açıklaması okundu.
Demokratik, laik, anadilde
eğitim veren parasız bir yüksek öğretim için gereken Demokratik Halk Üniversiteleri
şartını bir kez daha haykırdık.
YÖK’ün yeni yüzü Ortaçağcı Yusuf Ziya Özcan’ın pazarlamacı mantığıyla üniversitelerimizi ticarethaneleştirme çabalarının karşısında durduğumuzu anlattık.
Basın açıklamamız, “Üniversiteler Medrese Olmayacak”, “Demokratik, Laik,
Anadilde Eğitim”, “YÖK’e Hayır” sloganlarımızla son buldu.
Eskişehir
Eskişehir İl Örgütü olarak, 6 Kasım saat 13.00’da Adalar Migros önünde yaptığımız
basın açıklamasında “YÖK’e ve Şeriata karşı hayır” diyerek seslerimizi yükselttik.
Basın açıklamamız, İl Sekreteri Faruk Başhan Yoldaş’ımızın basın metninin okunmasıyla başladı. Açıklamada 12 Eylül Faşizminin ucube çocuğu YÖK’ün bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizi hızlıca Ortaçağın karanlık günlerine döndürmek istediği,
dini duygular sömürülerek siyasi sembol haline getirilen Türbanı üniversitelere soktuğu,
laik, ilerici, yurtsever öğretim kadrosunun yerine gerici kadroları atadığı, eğitimin paralılaştırılıp halk çocuklarını üniversitelerin kapısından geri çevirdiği vurgulandı.
Açıklama “ülkemizde de gençlik hemen her toplumsal hareketin ön saflarında yer almayı bilmiştir. Parababalarının her fırsatta tertiplediği sivil resmi faşist saldırılara, okuldan atmalara, uzaklaştırmalara, baskılara göğüs gererek, halklarımıza dayatılmaya çalışılan Yeni Sevr’e karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’mızda da yerini alacaktır”, denilerek devam
etti.
Faruk Yoldaşımız “Yılmadığımızı yılmayacağımızı göstereceğiz. Üniversitelerimizin
holdinglere, kampuslarımızın modern tekkelere dönüştürülmesine izin vermeyeceğiz. Demokratik, Laik ve Anadilde eğitim veren parasız yüksek öğretim için Demokratik Halk
Üniversiteleri şarttır” diyerek açıklamasını bitirdi
Basın metninin okunmasının ardından “Şeriat Ortaçağdır”, “Demokratik, Laik,
Anadilde Eğitim”, sloganlarıyla basın açıklamamız sona erdi.
İzmir
12 Eylül Faşizminin üniversiteler üzerindeki gölgesi olarak kurulan YÖK, Tayyipgiller eliyle üniversitelerimizi Ortaçağ karanlığına götürmek için koçbaşı işlevini tüm hızıyla sürdürmektedir. Açtığı kapıdan her türlü gerici-şeriatçı
İzmir
güçler alabildiğine hızla örgütlenmektedirler. Eskiden
ilericiliğin sembolü olan üniversitelerimiz bilim yuvası olmaktan çıkarılmakta, BOP’a
meczuplaşmış fedailer yaratan
birer tekkeye dönüştürülmek
istenmektedir Yusuf Ziya yönetimindeki YÖK eliyle.
Kurtuluş Partisi Gençliği
olarak İzmir’de bizler de
YÖK’ün bu gericiliğini lanetlemek için kuruluşunun 29’uncu yılında alanlardaydık. 6 Kasım’da saat 13.00’da Konak’ta bir basın açıklaması gerçekleştirdik.
“YÖK’e Hayır, Şeriat Ortaçağdır, Türban Özgürlük Değil Esarettir” sloganlarımızı haykırdığımız eylemimizi sonlandırırken, bir kez daha, Aydın Gençliğin İşçi Sınıfı
yanından zafere kadar yılmadan mücadelesine devam edeceğini haykırdık.
İskenderun
Türkiye’nin her tarafında olduğu gibi, İskenderun’da da YÖK eylemi için hazırlıklar 6
Kasım’a kadar sürdü. İskenderun’un birçok yerini ve Mustafa Kemal Üniversitesinin etrafını afiş, yazılama, pullama, kuşlamalar ile donattık. YÖK’ün bütün gerici politikalarını
insanlara teşhir ettiğimize inanıyoruz. Bugün de basın açıklamamızı gerçekleştirdik.
Aynı zamanda Harbiye Meslek Yüksek Okulunun taşınması ile ilgili, mağdur olan arkadaşlarımıza destek verdik.
Bu konu hakkındaki son
İskenderun
gelişmeleri de hazır bu yazının içinde aktaralım. Arkadaşlarımızın okuldaki son basın
açıklamalarından sonra bütün
basına yansıyan haber Rektör
Şerafettin Canda’ya geri adım
attırmış olmalı ki, okulun taşınmasının iptali söz konusu.
Yurtların yetersiz olduğunu savunduğumuz ve aynı zamanda geçen sene de bu konu
ile ilgili zincirleme eylemler
yaptığımız
“YURTKUR
UYUMA ÖĞRECİYE YURT KUR” kampanyasında ne kadar haklı olduğumuz geçen
gün bir kez daha kanıtlanmış oldu. Yaklaşık 20 gün önce İskenderun devlet yurdunda,
banyo yaptığı esnada duştan aniden, ayarsız ve aşırı sıcak suyun gelmesi ile birlikte dengesini kaybederek düşüp kafasını çarpan ve vücudunda birinci dereceden yanıklar oluşan
bir kız öğrenci Gaziantep’te bir hastanede iki gün önce vefat etmiş.
Biz de onun ailesi ile aynı acıyı paylaştığımızı belirtelim. 06.11.2010
Öğretmenlerimizin çektiği çilenin sorumlusu
Parababaları Devleti ve Tayyipgillerdir
Sevgili öğretmenler, değerli meslektaşlarımız;
Hiçbirimiz bugüne kadar girdiğimiz sınavların sayısını bile hatırlayamıyoruz. Daha ilköğretime giderken dershanelere yüklü paralar
vermek zorunda bırakıldık. Demokrasi görünümünde bir zulüm düzenini siyasi plandaki
temsilcileriyle halkımıza dayatan Parababaları,
bizleri birer yarış atına çevirdiler. Öyle ya,
devletin verdiği eğitim yetmiyordu. Eğitim sisteminin piyasalaştırılması, dershanelerin
para kazanmaları gerekiyordu. Öte yandan, özel dershaneler biçiminde de ülkemizi örümcek ağı gibi sarmış olan Ortaçağcı-Şeriatçı örgütlenmeler için gençlerin
kafalarını gerici ideolojiyle doktrine edebilmek için bundan daha iyi bir fırsat olabilir miydi? Bu şekilde en verimli yıllarımızı dershanelerde, etüt merkezlerinde,
deneme sınavlarında çürüttük.
Bu kahırlı sürecin sonunda üniversiteye adım attık. Hayalini kurduğumuz öğretmenlik mesleğinin ilk aşaması olan fakültelerde eğitim almaya başladık. Üniversite
hayatında yaşadığımız birçok güçlüğe karşın, okullarımızı başarıyla bitirdik. Artık
düşlediğimiz mesleğe kavuşmuştuk; ya da
biz öyle düşünüyorduk. Ama ekonomiden
siyasete, eğitimden sağlığa her şeyi belirleyen Parababaları hükümetleri bizimle
aynı fikirde değillerdi. Ülkemizdeki binlerce öğretmen açığına rağmen bizleri
öğretmen olarak atamadılar. Önümüze
Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS)
gibi ucube bir engel koydular. Kendileri
sırça köşklerde yaşayıp “gemicikler” satın
alırken, biz işsiz öğretmenlere bütçeyi gerekçe
göstererek bu zulmü uyguladılar, uygulamaya
devam ediyorlar.
2003 yılında, AKP’nin AB-D Emperyalizmi eliyle iktidara getirilmesiyle üniversitelerden mezun olan öğretmenlerimize uygulanan
kıyım büyük oranda arttı. AB-D Emperyalizmi
ve onun emrindeki IMF ve Dünya Bankası gibi
kuruluşların dayatmasıyla bir taraftan çalış-
makta olan öğretmenlerimizin maaşlarında ve
özlük haklarında kısıtlamaya gidilirken, diğer
taraftan öğretmen alımı yapılmayarak binlerce
öğretmenimiz “ücretli”, “sözleşmeli” sıfatlarıyla iş güvencesinden ve tüm diğer özlük ve
sosyal haklardan yoksun biçimde kölece çalışmaya mahkûm edildi. Bu kutsal mesleği icra
eden bizler ücretli çalışmayı dahi bir şans olarak gördük. Geriye kalan yüz binlerce öğretmenimiz ise işsizlik heyulasının acımasızlığına
terk edildiler. Sırf bu yüzden 16 öğretmenimiz
yaşadığı ağır bunalıma dayanamayarak canına
kıydı.
Devletin bütün kurumlarına çöreklenmiş
olan Fethullah Gülen cemaatinin marifetiyle
sınav sorularının sızdırıldığı 2010 yılında ilk
kez ortaya çıktı. Bildiğimiz gibi bu tür olaylar
onlar için nefes almak kadar doğaldır. Hatırlayalım; kısa bir süre önce de polislik sınavının
Kapitalizm koşullarında engelli olmak"
H
er yıl 3 Aralık günü dünyada engelliler
hatırlanır. Bir lütuftur engelliler için 3
Aralık… Yılın geri kalan kısmında ne
olacağı belli değildir. İşte bu yazıda da farkında olamadığımız bir diğer gerçeklikten yani
engelli olma durumundan bahsedeceğiz…
Bilimsel literatürde engellilik durumu çeşitli nedenlerle bireysel ve gelişim özellikleri
ile eğitim yeterlilikleri açısından akranlarından
anlamlı derece farklılık gösterme durumu olarak tanımlanıyor. Ayrıca literatür bu anlamlı
farklılığı kapatabilmek adına engelli bireylerin
eğitim ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için
özel olarak yetiştirilmiş personel, geliştirilmiş
eğitim programları ve yöntemleri, bu bireylerin tüm gelişim alanlarındaki özellikleri ile
akademik disiplin alanlarındaki yeterliliklerine
dayalı olarak uygun ortamlarda eğitim görmesi gerektiğini söyler.
Görüldüğü gibi sorun tek boyutlu değil çok
boyutludur, öyle 3 Aralıkla olacak iş hiç değildir…
Tanımdaki ilk öğeden irdelemeye başlayalım, yani personel durumundan…
Ülkemizde resmi kayıtlara geçen engelli
birey sayısı 8,5 milyon olarak belirtilir. Bu rakamın tahmini bir rakam olduğu bilinmektedir,
resmi kayıtlara geçmeyen engellileri de hesaba
katarsak yardıma ihtiyaç duyan engelli sayısı
9, belki de 9,5 milyon kadardır. Bu engelli bireylerin ne kadarı eğitim hakkından yararlanır
ne kadarı yararlanmaz durumdadır bunun da
tam bir muamma olduğu bir gerçekliktir. Bu
keşmekeşe bir de özel eğitim alanına personel
yetiştiren sadece 9 üniversitenin varlığı katılıyor. Evet yanlış okumadınız sadece 9 üniversite…
Yeterli olmayan eğitim kadrosu sorunu için
sermayenin siyasi arenadaki sözcüsü Tayyipgiller iktidarının bulduğu çözüm akıllara ziya(n)fet…
Düşünelim ki sınıf öğretmeni mezunusunuz, kamu personeli sepetleme sınavından da
umudu kestiniz. Paranız varsa pamuk elinizi
cebinize atın… 3 aylık özel eğitim öğretmenliği kursuna yazılın. Atanın!
Paran kadar oku paran kadar düşün!!!
İnanabiliyor musunuz 3 aylık bir eğitim süresi sonunda yabancısı olduğunuz bir alandan
öğretmen olacağınıza? Engellilerin ve kendi
bölümlerinde istihdam edilemeyen öğretmenlerin umudunu çalmak değil midir bu? Ama
gözünü kâr hırsı bürümüş asalak sınıf umutla
ilgilenmez, parasına bakar …
Gelelim bilimsel literatürün sunduğu 2.
öğeye yani eğitim programlarına…
Bilindiği gibi eğitim ve öğretimin yapılabilmesi için devlet, eğitim politikası geliştirmek daha özel anlamda eğitim müfredatı geliştirmek zorundadır.
Tefeci-Bezirgan Sermaye Sınıfının siyasi
temsilcisi Tayyipgiller, eğitim müfredatına el
koydu. Engellilerin eğitim müfredatına din
dersinin de sokulması kararı çıktı…
Aslında şaşırmamamız gerek. Tayyipgiller
kendi sınıflarının karakteristik özelliğini ortaya koyuyor. Siyasi İslam dediğimiz bir unsur
var onların kökenlerinde. Bilimsel eğitim nedir
ne değildir anlayamaz o yosun tutmuş beyinleri.
Normal gelişim gösteren bireylerin bilişsel
gelişim evrelerini açıklayan bilim adamı Piaget, yıllar yıllar önce bilişsel gelişim evrelerini
ortaya çıkardı. Piaget’in oluşturduğu evreler
göre ilköğretim çağında bulunan bir çocuk 12
yaşına kadar somut düşünür. Somut işlem dönemindedir 12 yaşındaki çocuk. 13 yaş ve ondan sonrasında soyut düşünme ve muhakeme
yeteneği gelişir.
Özel eğitime gereksinimi olan çocuklarda
bu durum yani somut düşünme evresinden soyut düşünme evresine geçmesi genellenebilir
bir durum değildir. Büyük bir çoğunluk somut
düşünme evresinde takılı kalır, soyut düşünemez. Bu vurguncu asalak sınıf bu bilimsel gerçek karşısında üç maymunu oynuyor… varın
siz düşünün…
Sıra 3. öğede:
Eğitim ortamları yani okullar
Engelliler için açılmış okul sayısı ise engellilerin büyük kısmının okullu olmamasına
yol açacak kadar az. Var olan okullar ise tıpkı
normal ilköğretim okullarında rastladığımız
gibi bir çok eksiği var ve bu eksiklikler bağış
adı altında velilerden karşılanıyor. Bir zihin
engelliler öğretmeni, yeni eğitim öğretim yılına başlarken velilerin eline alınacaklar listesi
veriyor. Bu liste her ay başında yenileniyor.
Bir hak ihlali daha. Anayasamız ne der:
kimse eğitim öğretim hakkından mahrum bırakılmaz! lafla peynir gemisi yürümüyormuş
meğerse!!!
Bu yetersiz okul sorununu kim çözer bu
düzende? Patronların girişimcilik ruhu. Sözünü ettiğim okullar pıtrak gibi çoğalan özel eğitim ve rehabilitasyon merkezleri. Göç alan şehirlerde her köşe başında görebilirsiniz bu
okulları. Burada da akçeli ilişkilerin parmağı
var. Nasıl mı?
Devlet okul açamadı, patrona dedi ki gel
sen bu sermayeni rehabilitasyon merkezine yatır. Öğrenci bul eğitim masrafını ben karşılaya-
sorularını çalarak kendi müritlerine servis
etmişlerdi. Tayyipgiller İktidarı, bu durumu
fırsat bilerek Öğrenci Seçme ve Yerleştirme
Merkezi (ÖSYM)’ye yönelik gerçekleştirdiği
bir operasyonla bu kurumu da ele geçirdi,
Ortaçağcılaştırdı.
Bu
süreçten
sonra
ÖSYM’nin düzenlediği bütün sınavların, yaptığı bütün icraatların, Tayyipgiller Hükümeti
başta olmak üzere Ortaçağcılara hizmet edeceği su götürmez bir gerçeklik haline gelmiştir.
Kardeşler;
Biz ataması yapılmayan öğretmenlere reva
görülen bu zulmü ortadan kaldırmanın biricik
yolu, örgütlü mücadele etmekten geçer. Yaşadığımız sıkıntılar halklarımız üzerinde uygulanan ekonomik ve siyasi tahakkümden bağımsız
değildir. Bu koşullarda yapmamız gereken en
önemli
görev,
Parababalarının
Ortaçağcı+Sevrci satılmışlar cephesine karşı,
başta İşçi Sınıfımız olmak üzere, sıkı biçimde
örgütlenerek, Halk Cephesi’nin örülmesine
katkı sunup öğretmen atamaları ile birlikte tüm
emekçi kitlelerin sorunlarının çözümü için
kurulması gereken mücadele zincirinin sarsılmaz bir halkası olmaktır.
Bugünkü sıkıntılarımızın tamamının
sorumlusu, başta Tayyipgiller olmak üzere gelmiş geçmiş tüm Parababaları iktidarlarıdır.
Bizlere düşen görev; öğretmenlik mesleğinin
onuruna yaraşır insanca çalışma koşullarını
kazanana kadar örgütlü bir mücadele sürdürmek ve nihai hedef olarak da herkesin eşit
koşullarda çalışıp eşit koşullarda hayatını
devam ettireceği Demokratik Halk İktidarını
kurmaktır. Biz Kurtuluş Partili Eğitim
Emekçileri, bu uğurda kanımızın son damlasına kadar mücadele etmeye devam edeceğiz.
KPSS Kaldırılsın!
Sınavsız, Koşulsuz Tüm Öğretmenler
Atansın!
Okullar Öğretmensiz, Öğretmenler İşsiz
Kalmasın!
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
Halkız Haklıyız Kazanacağız!
Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri
yım. Kazandığın parayı günü geldiğinde kırışalım. Patronun gözleri açılır. Hemen arkasından açıverir bir okul…
Patronun işi sermaye yatırmakla sınırlı değil elbet, zordur işi. Öğrenci kapması gerekecektir okullardan. Tanıdıklarını devreye sokar.
Normal gelişim gösteren çocuğa alıverir engelli raporu. Paraları cebe indirir. Çocuğun velisi
ise göz yummak zorundadır bu kirli ilişkiye.
Engellilere Devlet Sınavı’nda Devlet Engeli
Ne de olsa devlet ödüyor parasını der, kandırıldığının farkına varmaz.
Midemiz kaldırmıyor değil mi? Engelli bireyler nasıl da rant aracı olarak görülüyor, nasıl da dışlanıyor, nasıl da aşağılanıyor.
Hep şu sahne gelir aklıma:
Televizyon programlarında sokaktan geçen
bir vatandaşa mikrofon uzatılır, kamera da çeker. Arkadan gelen başka bir vatandaş da kamera kadrajına girmek ister, arkadan el sallar.
İşte aynen böyle yapıyor onlar da. Ben de bu
dünyada varım. Bakın el sallıyorum. Hayatınıza alın beni de…
Alın sizin olsun 3 Aralık gününüz! Dünya
engelliler gününüzü alın ve defolun!
İnsanın insan yerine konduğu, ezilmediği,
aşağılanmadığı, sömürülmediği bir dünya yaratacağız biz!
Demokratik Halk İktidarını kuracağız ve
onu sosyalizmle taçlandıracağız.
Ötekileştirilen bu güzel insanlara verebileceğimiz en anlamlı yaşam düzenini biz vereceğiz.
Eskişehir’den Bir Genç Yoldaş
18
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Bunalım Sürüyor!
Baştarafı sayfa 20’de
Demek ki, emperyalist kapitalist sistemde 1945’den 2009’a kadar 12 ekonomik bunalım gelişmiş. Yaklaşık her 5 yılda bir
ekonomik bunalım anlamına gelir bu. Bunalımın derinleşmesi için geçen ortalama
süre 10 ay olduğuna göre, çıkış için de en
az bir o kadar süre gerekeceği varsayılırsa,
emperyalist kapitalist sisteme rahat yok! O
halde emperyalizm, Büyük Devrim Ustalarının dediği gibi “Kapitalizmin Genel Bunalım Dönemi”dir, “Geberen Kapitalizm”dir.
Kapitalist sistem çıkmazda,
“Helikopter Ben” uçuşta!
İyi de, emperyalizm bu bunalımlara rağmen nasıl ayakta kalıyor? sorusu ister istemez akla gelecektir. Bunu genel olarak geri
ülkeleri sömürerek diye cevaplayabiliriz.
Özel olaraksa para oyunlarıyla…
Bu yılın Kasım ayında FED’in piyasaya
600 milyar dolar pompalama kararı aldığı
açıklandı (Hürriyet, 3 Kasım 2010). Bu,
Helikopter Ben’in helikopterle dolar yağdırırız dediği olayın tâ kendisidir. Olay aslında karşılıksız para basmaktır. Başka herhangi bir ülke aynı şekilde davransa parası
pul olur. Doların bir miktar düşmesine rağmen değerini koruması, “rezerv para” olmasından kaynaklanır.
İkinci Emperyalist Savaş sonrasında
gürbüz Amerikan ekonomisi, dünya altın
rezervlerinin % 80’ini eline geçirdi. Savaş
sonrası uygulanan “Yardım” politikası sonucunda da ABD’ye önemli altın akışı oldu. Dolayısıyla altın karşılığı olan ABD doları güçlendi, rezerv para haline geldi. Böylece dünya ticareti dolarla yapılır oldu. Bu
yüzden dünya ölçüsünde bizim gibi geri ülkelerin hemen hepsi merkez bankası kasalarında milyarlarca dolar tutar. Bugün bizim
Merkez Bankasında yatan para 75 milyar
dolar civarındadır (Tayyip, bunun 100 milyar dolara çıkarılmasını istiyor). Hatta bazı ülkelerde (kısmen bizim ülkemizde de)
bazı alım satım işlemleri dolarla yapılır oldu (Dolarizasyon!). ABD ekonomisi çuvalladıkça, FED dolar basarak çarkı döndürdü.
Karşılıksız dolar basıla basıla, doların altınla olan bağı ister istemez koptu. ABD
1971’de doların altın standardına dayanan
bir değerinin olmadığını açıkladı. Ama dolar rezerv para özelliğini korudu.
Şimdi ABD Emperyalizmi, daha önce
olduğu gibi bunalımı dolar basarak geçiştirmeye çalışıyor. Böylece değeri düşük dolarını dünya pazarına sürüyor. Hem durgun
ekonominin çarklarını döndürüyor, ihracatını artırıyor, hem de bunalımın yükünü geri ülkelere yıkıyor.
Dünya kapitalizmi aslında bir çıkmazda.
Burjuva ekonomistleri de para basmakla
sorunların çözülemeyeceğini görüyor. Yeni
bir standardizasyon arayışındalar. Örneğin
Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick,
İngiliz ekonomi gazetesi Financial
Times’da şu öneriyi yaptı:
“(…) G20 bu büyümeyi yeniden kazanma programını, yeni ekonomik şartları yansıtan kooperatif bir para sistemini kurarak tamamlamalıdır. Bu yeni sistemin dolar, avro, yen, sterlin ve yuanı da
kapsayarak uluslararasılaşmaya ve açık
sermaye hareketine yönelmesi gerekebilir.
“Sistem enflasyon, deflasyon ve gelecekteki para değerleri konusunda piyasaların beklentileri için uluslararası bir
referans noktası olarak altını kullanmayı
da düşünmelidir. Ekonomi kitapları altını eski bir para olarak görseler de, piyasalar günümüzde altını alternatif bir parasal değer (aktif) olarak kullanmaktadır.” (R. Zoellick, The G20 Must Look Beyond Bretton Woods II, Financial Times, 7
Kasım 2010)
Ne var ki, altın standardına dönmek öyle kolay değildir. Çünkü iş bir bakıma çığırından çıkmıştır. Bir başka ünlü burjuva
ekonomisti, "ouriel Roubini, işin zorluğunu belirtirken kapitalist sistemin açmazını
da ortaya koyuverir:
“Ünlü ekonomist "ouriel Roubini, finans sisteminde altın standardına dönmenin neredeyse imkânsız olduğunu, bu
uygulamanın yarardan çok zarar getireceğini söylüyor. Roubini, bugün merkez
bankalarının rezervlerindeki altının 40
ya da 50 katı kadar dolaşımda para bulunduğunu belirterek, ‘Sabit kur rejimi
merkez bankalarının azami büyümeyi
sağlama, istihdam yaratma ve fiyat istikrarını sağlama görevini zorlaştırır’ dedi.” (Milliyet, 13 Kasım 2010)
Dünyada Dalavere'
Amerikan Merkez Bankası’nın karşılıksız dolar basarak piyasaya pompalamasının
bunalıma çözüm olmadığı, ABD Emperyalizminin günü kurtarma derdinde olduğu
bizce malum. Yapılan aslında bir dalavere,
oyun. Bunu sadece biz demiyoruz. Alman
Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble de
benzer ifadeler kullanıyor, ABD hakkında.
Almanya şu anda kapitalist sistemde en
sağlam ekonomi durumunda. Hakkının teslim edilmesini istiyor her fırsatta Alman
Emperyalizmi. Alman haftalık Der Spiegel
dergisinin Bakan Wolfgang Schauble ile
yaptığı söyleşide ABD dalaveresi de ele alınıyor. Söyleşi şöyle akıyor:
“SPIEGEL: Bakan Schäuble, Amerikalı meslektaşınız Hazine Bakanı Timothy Geithner ile aranız nasıl?
SCHÄUBLE: Bay Geithner mükemmel bir bakan. İyi bir ilişkimiz var.
SPIEGEL: Ama ihracatı fazla veren
ülkelerin yöneticilerini kendi ekonomilerini desteklemedikleri için sürekli eleştiriyor. Aslında sizi kastediyor, değil mi?
SCHÄUBLE: Öyle görünüyor. Ona
defalarca böyle düşünmesinin yanlış olduğunu belirttim.
SPIEGEL: Benzer şekilde, Almanya’nın ABD’ye sattığı malların değeri geçen yıl yaklaşık 14 milyar avro (19.8 milyar dolar) idi. Amerikan Hazine Bakanı
bu konuda şikayetçi değil mi?
SCHÄUBLE: Hayır, çünkü biz Avrupa’da avroyu getirdik, artık belirleyici
olan ABD ile Almanya arasındaki ticaret
değil, ABD’nin avro bölgesindeki tüm ülkeler ile ticaretidir.
SPIEGEL: Ama Alman ekonomisi,
Alman sanayisinin öncelikle dış pazarlara yoğunlaşmasından ve ücretlerin yıllar
içinde artmayışından yarar görüyor.
Amerikalılar bunu adaletli bulmuyor.
SCHÄUBLE: Almanya’nın ihracat
başarısı para dalaveresine değil, şirketler
arasındaki rekabet artışına dayanıyor. Buna karşılık, Amerikan büyüme modeli derin bir kriz içinde. ABD uzun süredir mali
sektörü gereksiz şişirerek, küçük ve orta
ölçekli sanayi şirketlerini ihmal ederek,
borç para ile yaşıyor (italikler bize ait).
Amerika’nın sorunlarının pek çok nedeni var ama bunlar içinde Alman ihracat
fazlası yok.
SPIEGEL: ABD hükümeti bunu
farklı görüyor. Gelecekte Almanya’nın
ABD’ye ihracatının kısılmasını istiyor.
Bu baskıya boyun eğecek misiniz?
SCHÄUBLE: Bu teklif Almanya için
hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir.
Eğer biz böyle önlemler uygulamaya koyarsak uluslararası rekabeti sınırlamış
oluruz. Ama biz Amerikalılar ile birlikte
yıllardan beri dünya ticaretinin daha da
açılmasından yanayız. Biz bu yaklaşımı
bırakmamalıyız. Bu küresel büyümeyi
ikili anlaşmalarla kotaları belirlemeye
göre daha iyi uyaracaktır.
SPIEGEL: Geçen hafta ABD Federal
Rezerv Bankası ekonomiyi 600 milyar
dolar yeni para ile destekleme kararı aldı. Bu ekonomiyi beklendiği gibi canlandıracak mı?
SCHÄUBLE: Bunun piyasaya sınırsız
para pompalama anlamına geldiği konusunda ciddi endişelerim var. ABD ekonomisinde likidite eksikliği yok, dolayısıyla
bu yaklaşımın ardında ekonomik bir amaç
görmüyorum (italikler bize ait.).
SPIEGEL: ABD böylece doların değerini düşürmek istiyor ki ürünlerini dışarıya daha kolay satabilsin. ABD ekonomisi açısından bu makul bir strateji
değil mi?
SCHÄUBLE: Hayır. FED’in kararları
küresel ekonomideki belirsizliği daha da
artıracaktır. Sanayileşmiş ekonomilerle
gelişmekte olan ekonomiler arasında akılcı bir denge tutturamayacak, mali politika
anlamında ABD’nin güvenilirliğini azaltacaktır (italikler bize ait).” (Der Spiegel, 8
Kasım 2010, www.spiegel.de).
Özetlersek,
Alman Maliye Bakanı,
ABD ekonomisinin derin bir bunalım içinde olduğunu, ABD’nin karşılıksız para basarak dalavere çevirdiğini ama bunun kendine hayrının olmayacağını, tersine borç
para ile yaşayan ABD ekonomisinin güvenilirliğini daha da yitireceğini belirtiyor.
Buradan ABD ekonomisinin artık gittikçe
yaşlandığını, kapitalizmin eşitsiz gelişimi
sonucu Alman Emperyalizmi (veya AB
Emperyalizmi diyebiliriz) gibi daha zinde
rakiplerin doğduğunu da çıkarabiliriz. Ancak, bu arada şu gerçeği de belirtelim. Ekonomik bunalım, AB’yi de etkiledi kaçınılmaz olarak. Almanya şimdilik diri kalsa
da…
Yurtta Dalavere : Sıcak para
soygunu ve gericiliği
Yukarıda Alman Maliye Bakanı’nın belirttiği gibi, aslında ABD’nin piyasaya dolar pompalaması ihtiyaçtan kaynaklanmamaktadır. Bakana göre ABD ekonomisinin
likidite sorunu (dolaşımda para darlığı)
yoktur. Pekiyi bakanın dalavere olarak nitelediği bu Ali Cengiz oyunu ne mene bir iştir?
Lenin emperyalizmi en basit şekilde
“Sermaye İhracı” olarak tanımlar. “Emperyalizm: Kapitalizmin En yüksek Aşaması” eserinde “Serbest rekabetin eksiksiz hüküm sürdüğü eski kapitalizmin tipik özelliği meta ihracıydı. Tekellerin
egemen olduğu kapitalizmin en son aşamasının belirleyici özelliği ise sermaye
ihracıdır” der. İşte ABD’nin para basma
dalaveresinde sermaye ihracı da önemlidir.
Bugün emperyalizmin yeni sömürü
araçlarından biri de “Sıcak Para” şeklinde
sermaye ihracı. Sıcak para, yüksek faiz
nedeniyle ülkeye girmiş ama her an çıkabilecek olan paraya deniyor. (Bu konuda
Kurtuluş Yolu’nun 5 Haziran 2007 tarihli
26. sayısında yer alan “Onursuz ve Hain
Tayyipgil Politikası. Aç, Aç, Aç!...” başlıklı yazıya bakılabilir). Sıcak para, faiz geliriyle geri ülke halklarının söğüşlenme
oyunu, başka deyişle. Bizim TayyipGül gibi satılıklar, sıcak parayı vergi ve kambiyo
denetiminden muaf tutarak, bu oyuna hepten çanak tutuyorlar. Varsın halkın parası
dışarı gitsin, önemli değil. Türkiye’ye döviz giriyor, ekonominin çarkı dönüyor ya,
bu yeter… Devalüasyon da olmuyor. Bu
düşüncedeler. Böyle olunca da aç gözlü sermayedarlar neden dursun? Nitekim,
ABD’nin piyasaya dolar pompalaması bilgisi şu yorumun yapılmasına yol açtı:
“FED’in tahvil alım programının bugün özellikle Türkiye gibi gelişen piyasalara para girişi yaşatması bekleniyor.”
(Hürriyet, 3 Kasım 2010)
Kemal Derviş de benzer görüşler öne
sürdü:
“Financial Times gazetesine bir makale yazan Derviş, FED’in son kararının
değerli para ve genişleyen cari açık sorunlarıyla karşı karşıya olan Brezilya,
Güney Afrika, Türkiye ve Hindistan gibi
gelişmekte olan piyasalara sermaye akışını artıracağı uyarısında bulundu.”
(Milliyet, 9 Kasım 2010)
Demek ki, ABD para bastıkça, bunu bizim gibi geri ülkelere ihraç ediyor. Ama sanayi yatırımı amaçlı değil. Faizle söğüşleme amaçlı. Bu sırada TayyipGül gibi uşakları da yemlemiş oluyorlar tabiî ki.
Sıcak para, Türk Lirasının gerçek değerinin üzerinde fiyatlanmasına, dövizin
ise nispeten sabit kalmasına yol açıyor.
Bu durum, kaçınılmaz olarak ihracatın
düşmesine, ithalatın artmasına neden
oluyor, var olan cılız yerli sanayiyi hepten öldürüyor, dolayısıyla işsizliği
artırıyor.
Sonuçta bakıldığında cari açığın, yani
ithalat ile ihracat farkının gittikçe
büyüdüğü görülüyor. Cari açık TayyipGül
iktidara geldiğinde (2002) 1.5 milyar
dolardı. Bu yılın (2010) sadece ilk 9 ayında
48 milyar 640 milyon dolar oldu.
TayyipGül bu açığa hiç değinmez, sadece
ihracat artışından söz eder. Çünkü tek başına alındığında artıyor görünür. Oysa ihracatı ithalat rakamlarıyla birlikte görmek
gerekir. TÜİK verilerine göre, 2010’un ilk
9 ayında ihracat artmış mı? Artmış. Gerçekten de geçen yıla göre % 12 artmış. Ama
ithalat da % 30 artmış. İşte bu açığın
büyümesinde sıcak paranın payı büyüktür.
Rakamlara bakıldığında, 2003’ten 2010’a
kadar geçen 8 yıllık TayyipGül iktidarında,
Türkiye 212 milyar dolar cari açık vermiştir. TayyipGül bu açığı; borçlanarak, kamu
mallarını yerli yabancı sermayedarlara
peşkeş çekerek ve sıcak para çekerek
sağlıyor. Ama bu da gitgide daralan bir kısır
döngü demek. Bunu sadece biz demiyoruz.
Kasım ayında Güney Kore’de yapılan G20
toplantısında IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, TayyipGül’ü bu konuda şu
sözlerle uyardı:
“Türkiye büyüyen bir ekonomi ancak, konu bu büyümenin ne kadar sür-
dürülebileceğidir. Türkiye ekonomisinin
en önemli sorunlu alanı fazla ithalattır.
Bu yüzden Türkiye cari açığa dikkat etmelidir.” (Cumhuriyet, 25 Ekim 2010)
Durumu TÜSİAD da parlak görmüyor.
Sıcak para girişinin işsizlikle sonuçlanacağını görüyor TÜSİAD’cılar da… TÜSİAD
Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç’un söyledikleri:
“TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi
Başkanı Mustafa Koç, ABD Merkez
Bankası’nın (FED) 600 milyar dolarlık
kamu kâğıdını almak için basacağı dolarların gelişmekte olan ülkeler için bir
tehlike oluşturduğunu vurgulayarak, sıcak para girişine karşı alınacak tedbirlerin büyüme hızınızı yavaşlatacağını ve işsizliği artıracağını kaydetti.” (Milliyet, 11
Aralık 2010)
Özetle, TayyipGül koltuklarını koruma
uğruna, sıcak para oyunuyla vatanı emperyalizme peşkeş çekmektedir. TayyipGül iktidarında, sadece sıcak para faiziyle Türkiye’den çıkan para 35.5 milyar dolardır.
Soygun böylesine büyük. TayyipGül ise bunu örtbas etme dalavereleri içinde. Bir de
bakmışsınız Türkiye’de kişi başına milli
gelir bir gecede, kâğıt üzerinde (Resmi Gazete’de) 2354 dolar artarak 15392 dolar
oluvermiş (25 Kasım 2010 tarihli gazeteler). Buna artık dalavereciliğin de ötesinde,
hokus pokusçuluk diyebiliriz.
Öte yandan, sıcak para oyunu emperyalizm döneminde ekonomideki gericiliğin de
göstergesi. Finans-Kapital, risk alıp sabit
sermaye yatırımı yapmaktansa para oyunlarıyla havadan para kazanarak gününü gün
etme yolunu seçiyor. Bu da soygun demek,
halk için işsizlik demek, yoksulluk demek… Ve sonuçta emperyalizmin bunalımının gittikçe derinleşmesi demek. Aslında
emperyalizm, hayatın her alanında; ekonomide, siyasette, kültürde, bilimde vb. gericilik demektir. Dolayısıyla bunalım sadece
ekonomiyle sınırlı kalmaz.
Sonuç: kriz bitmez, çözüm Sosyalizm!
Diplomat eskisi CIA Uzmanı, ekonomik
bunalımın en geç 2010 ilk yarısında biteceğinin tahmin edildiğini belirtiyor, ama daha
uzun sürme olasılığını dışlamıyordu. Bakıyoruz, 2010’un sonuna gelindi ama bunalım sürüyor.
FED Başkanı Helikopter Ben, para
oyunlarıyla emperyalizmi ayakta tutma teorileri geliştiren “Monetarist” Milton Friedman’ın 90’ıncı yaş gününde (Kasım 2002)
şöyle diyordu: “Büyük Bunalım ile ilgili
olarak, haklısınız. Bunu yaşadık. Çok
üzgünüz. Ama sayenizde bir daha yaşamayacağız.” (Federal Reserve Bank Konuşması, Bernanke, Milton Friedman’ın
Doksanıncı Yaşgünü Üzerine, 8 Kasım
2002)
Bernanke yanılgı içinde. En az “Büyük
Bunalım” kadar sıkı bir bunalımla yüz yüze
geldi dünya kapitalizmi. Üstelik Helikopter
Ben’in dolar pompalamasına rağmen bunalımdan da çıkılamadı. Çünkü üretim artışı
olmadan ve üretim dünya halkları tarafın-
dan eşitçe paylaşılmadan, para oyunlarıyla
bunalımdan çıkılamaz. Sadece kapitalizmin
içine düştüğü kısır döngü daha da daralır ve
hızlanır. Durumu gene IMF Başkanı Dominique S. Kahn’ın sözleriyle pekiştirelim:
“Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominique Strauss-Kahn, küresel
krizin dünya genelinde 30 milyon kişiyi
bulan istihdam kaybına yol açtığını, bu
sayının önümüzdeki yıllarda 400 milyonu bulabileceğini söyledi.” (Milliyet, 9
Kasım 2010)
Daha ne denebilir?..
Ekonomik bunalımın asıl büyük darbesi
önümüzdeki yıllarda karşımıza çıkacak.
Zaten bu konuda CIA uzmanları da endişeli. Robert Dean Blackwill şöyle yazıyordu
2009 yılında:
“Küresel ekonomik sorunun olası etkileri nelerdir? Bazı hükümetlerin düşmesine yol açacaktır (İzlanda, Letonya,
Estonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti ve devamı). Kriz daha çok yoksulluğa,
daha çok hastalığa, daha çok suça, daha
çok göçe ve Üçüncü Dünya’da daha çok
askeri çelişkilere neden olacaktır. Pek
çok ülkede, şimdiden Yunanistan, Çin,
Haiti, Letonya, Bolivya, Bulgaristan,
Rusya, İtalya, İrlanda, İzlanda ve Litvanya’da olduğu gibi, sokak eylemlerini
tetikleyecektir. Üçüncü Dünya’nın Batı
ekonomik modelini daha fazla sorgulamasına yol açacaktır.” (R. D. Blackwill,
agy)
Evet, CIA Uzmanı, bunalım 2010’da
bitmezse, ardından yapısal değişiklikler gelebilir, diyordu. Bu sayılanlar, emperyalizmin korktuğu yapısal değişikliklerin habercisi olabilir. Güncel olay, ABD belgelerinin
Wikileaks aracılığıyla sızdırılması da bu
kapsamda düşünülebilir. Emperyalizm bu
yapısal değişimler korkusu içinde. Nitekim
bunu da ima ediyor CIA Uzmanı. Şöyle yazıyor:
“Büyük Bunalım Weimar Cumhuriyeti’nin düşmesine, Adolf Hitler’in doğmasına ve İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasına yol açtı. II. Dünya Savaşı, Almanya ve Japonya’nın yenilgisi ve dış
güçlerce işgali ile sonuçlandı, bu ülkelerin uluslararası çizgisini önemli ölçüde
değiştirdi.” (agy)
Evet, hayatta her şey zıttıyla birliktedir.
Emperyalizm varsa, insanlığı emperyalizm
belasından kurtaracak güç, Sosyalizm de
vardır. İnsanlık, eninde sonunda emperyalist kapitalizmi de Tarihin çöplüğüne gönderecektir. Yaşanan ekonomik bunalım
(CIA Uzmanının deyişi ile çürüme) sosyalizmin habercisidir, bir bakıma.
Yazımızı geçen yıl kaybettiğimiz Devrimci Ozanımız Âşık İhsani’nin sözleri ile
bitirelim:
Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar
Geliyoruz, geleceğiz yakındır.
Derleniş Yayınları’ndan
TÜYAP Kitap Fuarı’nda Konferans
D
erleniş Yayınları 29. İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’nda “AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller Türkiye’yi "ereye Götürüyor?” adlı bir
Konferans gerçekleştirdi.
Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl
Başkanı Av. Pınar Akbina’nın yönettiği
ve Halkın Kurtuluş Partisi Başkanlık
Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı’nın konuşmacı
olduğu
Konferans, 31
Ekim Pazar günü 17.00’da düzenlendi.
Gürdal Çıngı yaptığı konuşmada, ABD
ve AB Emperyalistlerinin
tüm
dünya
halklarına kan
kusturduğunu,
açlık, yoksulluk ve ölümden başka bir şey
getirmediğini Latin Amerika, Irak ve Afganistan’dan verdiği örneklerle anlattı.
Gürdal Çıngı, ülkemizde de AB-D
Emperyalistleri ve Tayyipgiller’in; bir
yandan Birinci Antiemperyalist Kurtuluş
Savaşı’mız nedeniyle hayata geçiremedikleri Sevr’i, Yeni Sevr olarak yeniden
Türkiye’nin önüne getirdiğini, bir yandan
da Ortaçağ karanlığına sürüklediğini söyledi.
Gürdal Çıngı, Türkiye’nin gündeminde sürekli yer alan Kürt, Ermeni, Kıbrıs
Meselesi ve Türban konularında Halkın
Kurtuluş Partisi’nin bakışı anlatarak, emperyalistlerin ve Tayyipgiller’in bu meseleleri kendi çıkarları doğrultusunda nasıl
kullandıklarını aktardı.
Çıngı, fakat Türk ve Kürt Halkının emperyalistlerin ve yerli uşakların bütün bu
saldırılarına Birinci Kurtuluş Savaşındaki
gibi cevap vererek kesin yenilgiye uğratacağını söyledi.
Yoğun bir ilginin olduğu Konferans,
alkışlarla son buldu.
19
Yıl: 5 • Sayı: 52 / 17 Aralık 2010
Yaşasın Mutaş Direnişimiz ve İşgalimiz!
M
utaş Demir Çelik, Gebze’de metal işkolunda faaliyet gösteren bir fabrikadır. Metal saçlar, baklava dilimi, göz
damlası şeklinde biçimlendirilmektedir. Türkiye’de bu işi yapan iki fabrikadan biridir Mutaş. Ayrıca ihracat da yapmaktadır.
Mutaş İşvereni, işçileri ağır koşullarda
uzun süre çalıştırmakta, sürekli mesai çalışması yaptırmaktadır. Ancak cumartesi ve pazar
günleri yapılan mesaileri ücret olarak ödememekte, bunun yerine denkleştirme çalışması
adı altında izin kullandırtmaktadır.
İçinde yaşadığımız bu işsizlik, pahalılık cehenneminde aldığı ücretle zaten zor geçinen
işçi kardeşlerimiz yaptıkları mesailerin karşılığını almak istiyor, ancak talepleri hep reddediliyor.
Bunun üzerine Mutaş İşçileri, anayasal
haklarını kullanarak DİSK’e bağlı Birleşik
Metal-İş Sendikası’na üye oluyor. Üretimde
çalışan işçilerin tamamı sendikaya üye oluyorlar. Sendikanın çoğunluk tespiti için Bakanlığa
başvurmasından sonra işveren, Sendikadan haberdar oluyor. Anında işçi ve sendika düşmanı
yüzünü gösteriyor ve 26 Ağustos’ta 7 işçiyi,
haksız ve hukuksuz bir biçimde, kıdem ve ihbar tazminatlarını ödemeksizin işten çıkarıyor.
Ardından 9 işçiyi işten çıkaran işveren, bir süre sonra 11 işçinin daha işine son veriyor.
Böylece Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlenen işçilerin tamamı işten çıkarılmış oluyor.
Bu duruma sessiz kalmayan işçiler, işlerine
sendikalı olarak geri dönmek, ekmeklerini büyütmek için işyeri önünde Direniş Çadırını kuruyorlar. İşçiler 26 Ağustos’tan bu yana Direnişlerini sürdürüyorlardı.
Direnişlerinin 63’üncü günü olan 27 Ekim
gecesi Mutaş İşçileri fabrikalarını işgal ederek
mücadeleyi büyüttüler.
Biz Kurtuluş Partisi olarak Örgütlenmenin, Direnişin ve İşgalin içindeydik. Sendikal
örgütlenme Kurtuluş Partisi sempatizanı bir
arkadaşımız öncülüğünde başladı. Gerek örgütlenme sürecinde, gerekse işten atılmalarla
birlikte başlayan Direniş süresince Kurtuluş
Partisi, Mutaş İşçileriyle, Gebze İlçe Örgütü’nde peyder pey toplantılar yaptı. Bu toplantılardan çıkan görüş ve öneriler Birleşik Metalİş Gebze Şubesi’ne sunuldu. Kurtuluş Partililer, direnişin başından beri ve fabrika işgali
boyunca hep işçi kardeşlerimizle-aileleriyle
birlikte fabrika önündeydi.
Mutaş İşçilerinin Fabrika İşgali, 43 saat
sonra, Sendika yöneticilerinin işverenle görüşerek anlaşmaya varması üzerine sona erdirildi.
26 Ekim Salı’yı 27 Ekim Çarşamba’ya
bağlayan gece işyerine girerek işyerinin temel
direği olan vincin tepesine çıkarak işyerini işgal eden işçiler, Birleşik Metal-İş Sendikası
Gebze Şube Mali Sekreteri ecmetin Aydın’la beraber ekmeksiz susuz direndiler.
Polisin yoğun güvenlik önlemi aldığı Fabrikaya yemek ve su alınmamış, işçiler yağmur
suyu içerek ayakta kalmaya çalıştılar.
Dışarıda ise yoğun yağmur altında ve havanın soğuğuna rağmen işçi aileleri ve destekçileri destek eylemlerine aralıksız devam ettiler. Polis 2 kez dışarıdaki destekçilere biber
gazı ve coplarla saldırdı. İlk saldırı ikinci gün
öğlen saatlerinde içerideki eşlerine destek veren kadınlara yönelik gerçekleştirilirken, Polisin biber gazı ile müdahalesi sırasında Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina ve diğer avukatların içerisinde olduğu
birçok kişi ve işçi eşleri biber gazından etkilendiler. Saldırı sonrasında 3 kadın hastaneye
kaldırıldı.
İkinci saldırı ise saat 16:00 sıralarında basın açıklaması yapılacağı sırada gerçekleştirildi. DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve
akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Birleşik Metal İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu,
DİSK Eğitim Sekreteri ve Birleşik Metal-İş
Kurtuluş Partisi Gençliği
Yolumuz açık, inancımız tamdır!
Baştarafı sayfa 7’de
değişebileceğini, yoldaşlık bağlarımızın ne
kadar güçlü olduğunu görüyoruz. Daha bu
yaz yaptığımız Gençlik Kampı’nda gördük
beraberliğimizin, örgütlülüğümüzün gücünü. Birlikte düşündük, birlikte ürettik, birlikte hareket ettik, omuz omuza neler yapabileceğimizi gördük.
Yoldaşlar!
“Bugün Türkiye’de on milyonlarca
mazlum ve yoksul insan dişlerini sıkmış
önüne bakıyor ve susuyorsa bu onların
parlamak, taşmak, kıyameti koparmak
istemediklerinden değil, sadece yol aradıklarını, öncü beklediklerini gösterir”,
diyor Usta’mız.
Görevimiz bellidir Yoldaşlar!
Usta’mızın bize emanet ettiği Teoriyi,
pratikle birleştirip halkımıza sunmak ve Demokratik Halk İktidarını kurup sosyalizmle
taçlandırmaktır.
Bizler Usta’mızın düşünce oğulları ve
düşünce kızları; insanın insanı ezdiği, soyduğu, sömürdüğü bir yük hayvanı yerine
koyduğu bu zalim Parababaları düzenine
Asgari Ücret kaç simit?
D
İSK’in düzenlemiş olduğu “Asgari
Ücret Kaç Simit?” etkinlikleri kapsamında Konya’da bir basın açıklaması gerçekleştirildi.
DİSK Konya İl Temsilciliği ve Nakliyat-İş Bölge Temsilciliği olarak gerçekleştirdiğimiz eylem, 2 Aralık Perşembe günü
saat 12:30’da Konya Bölge Çalışma
Müdürlüğünün önünde yapıldı.
Alana kortej halinde yürüyerek ve hazırlanan bildirileri dağıtarak başlattığımız
eylem, daha sonra DİSK İl Temsilcisi ve
Nakliyat-İş Bölge Temsilcisi olan Ali
Özçelik’ in basın metnini okumasıyla
devam etti.
Özçelik konuşmasına; Asgari Ücret Tespit Komisyonun toplanmasının aslında hiç
gereği olmadığına, yıllardır asgari ücretin
bu toplantılar sonucu değil, hükümetin ve
işverenlerin kendi çıkarları doğrultusunda
çok önceden belirlendiğinin bilindiğini vurgulayarak başladı.
Daha sonra Asgari Ücret ile ilgili DİSK
Araştırma Enstitüsü’nün yapmış
olduğu
araştırmaları
rakamlarla ortaya koydu. Asgari ücretin, bir işçinin ailesi ile
birlikte asgari olarak temel ihtiyaçlarını
karşılayacak, işçiyi kimseye muhtaç etmeyecek bir düzeyde belirlenmesi ve sefaletin
son bulması için ARTIK YETER demenin
zamanı gelmedi mi? diyerek haykıran
Özçelik, konuşmasını; Asgari ücret işçinin
ailesi ile birlikte tüm zorunlu ihtiyaçlarını
karşılayacak biçimde, insan onuruna yakışan bir düzeyde tespit edilmelidir, Asgari Ücret Tespit
Komisyonu işçilerin ağırlığı
artırılarak demokratikleştirilmeli, emek örgütlerinin katılımı konusundaki sınırlandırmalar kaldırılmalıdır gibi
taleplerle noktaladı.
Basın açıklaması sırasında
sık sık “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İnadına
Sendika İnadına DİSK”,
“Gün Gelecek Devran
Dönecek AKP Halka Hesap
Sendikası Eğitim Sendikası Celalettin Aykanat, Birleşik Metal İş Sendikası Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar’ın da aralarında
bulunduğu kitlenin üzerine önce kamyon sürdüren polis, buna tepki gösteren destekçilere
bu sefer de biber gazı ve joplarla saldırarak işveren yanlısı-koruyucusu tutumunu bir kez daha gösterdi.
Bu sırada akliyat-İş Sendikası Gebze
Şube Başkanı Erdal Kopal polisin vahşice
saldırısı ile gözaltına alındı. Kitlenin kararlı
duruşu ve tepkisi nedeniyle polis Kopal’ı serbest bırakmak zorunda kaldı.
Konu ile ilgili olarak Erdal Kopal ve Pınar
Akbina Gebze Cumhuriyet Savcılığına giderek suç duyurusunda bulundular ve hastaneye
sevkedildiler.
DİSK Genel Başkanı ve Birleşik Metal-İş
Sendikası yöneticileri ile Mutaş işvereni arasında gece saatlerinde varılan anlaşma sonucunda işçiler işgalin 43’üncü saatinde eylemlerini sona erdirdiler.
Anlaşmaya göre işçiler ihbar ve kıdem tazminatlarını alacaklar, buna karşılık işe iade davasından vazgeçecek ve işsizlik sigortasından
da yararlanmayacaklardı. Dışarıdaki işçi aileleri ve destekçileri militan bir mücadele sergilerken, diğer yandan ne yazık ki sonuca baktığımızda Mutaş İşgali tam anlamıyla bir kazanımla sonuçlanamamıştır.
Direniş boyunca Birleşik Metal-İş Sendikası Gebze Şubesi, atılan işçilerin geri alınması, Direnişin başarıya ulaştırılması ve işverenin
sendikayı tanıması için gerekli ve yeterli çabayı göstermemiş, doğru önderlik yapamamıştır.
Sadece Sendikanın Şube Mali Sekreteri’nin,
Direnişin başından İşgal sürecine kadar duyarlı ve kararlı tavrı sonucu işgal gerçekleşmiştir.
Ama ne yazık ki, fabrika önünde Direniş
devam ederken işveren fabrikaya taşeron işçi
almış, işi devam ettirmeye çalışmış ve bunda
başarılı da olmuştur. Bu aşamada yapılan İşgal
de geç kalmış bir İşgal olmuştur.
Yapılan görüşmeler sonucu, bırakalım işçilerin sendikalı olarak işlerine geri dönebilmesini, işçiler, fabrikayı işgal etmeden de zaten
doğal olarak açacakları işe iade davalarından
feragat eder ve işsizlik sigortasından da yararlanamaz noktaya getirilmişlerdir. Görüşmelerin bu bağlamda sürmesi içerideki işçilerin de
moralini bozmuş, pazarlıkla gelinen noktayı
kabul ederek işgali sona erdirmişlerdir.
Gördüğümüz gibi, Mutaş İşgali, İşçi Sınıfı
Mücadelesi için derslerle doludur. Tabiî ki, gören göze. İşçi Sınıfımızın, doğru önderlik edildiğinde, onlarla birlikte militanca mücadele
edildiğinde nice Direnişleri, Grevleri, İşgalleri
zaferle taçlandırdığı som gerçektir. İşçi Sınıfımızın Mücadele Tarihi bu zaferlerle, kazanımlarla da doludur. Örneğin Nakliyat-İş’in tarihi
bunun onlarca örneğiyle doludur.
İşçi Sınıfımız devrimci bir sınıf olduğunu
her zaman ispatlamıştır ve bundan sonra da ispatlayacaktır.
olan kinimizi biledik.
Şimdi sesimiz daha güçlü çıkar yoldaşlar!
Şimdi yumrukları göklere çıkarma zamanı!
Şimdi bu alçaklara ve satılmışlara gerçek
devrimci çizginin temsilcilerinin neler yapabileceğini gösterme zamanıdır!
Yolumuz açık, inancımız tamdır!
Yıldırılamaz Gençlik!
Yaşasın Gerçek Devrimci Çizgi, Devrimci Halkın Temsilcileri!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
(Alkışlar… Slogan: Yaşasın Gençliğin
Devrimci Mücadelesi…)
Verecek”, ”İşgal Grev Direniş Yaşasın
akliyat-İş” sloganları atıldı.
Eyleme halkımızın ve basının yoğun
ilgisiyle beraber DİSK/Birleşik Metal-İş,
Sosyal-İş, Halkın Kurtuluş Partisi ve temsilci düzeyinde KESK/Eğitim-Sen de destek verdi.
Basın açıklamasının ardından, kortej
halinde sendika binamıza doğru bildiriler
dağıtarak yürüdük.
Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler
KARTURSA4’ta Örgütlenmemiz
Engellenemez!
Baştarafı sayfa 20’de
kararı olduğu için yeniden bir tespit yapmaması gerekir. Yeniden bir tespit yapması ve bunun da mahkemelik olması durumunda ise süreç birkaç yılı bulan yargılama süreci olacaktır. Dolayısı ile CHP’li
Kartal Belediye Başkanı, Başkanlık dönemini Kartursaş AŞ’de sendikasız, toplu iş
sözleşmesiz geçirmesinin hesabını yapmaktadır. Buna izin vermeyeceğiz.
CHP’li Belediye Başkanı’nın bu işçi
ve sendika karşıtı tutumuna davetiye çıkartan, ortak olan kimi çevreler de bunlardan sorumludur.
Değerli Basın Emekçileri
Seçilmeden önce Kartal Belediyesinde
tüm çalışanların sendikalı olacağı güvencesi veren CHP’li Başkan, verdiği sözü
unutmuşa benziyor. Acaba söz konusu işçiler, emekçiler olunca sözler unutuluyor
mu?..
CHP Genel Başkanı Sayın Kemal
Kılıçdaroğlu olumlu bir davranış göstererek geçtiğimiz günlerde yiğitçe direnen ve kazanan Türkan Albayrak’ı direniş yerinde ziyaret etti. Daha birkaç
gün önce yine bir Konfederasyon ziyaretinde de taşeronlaşmanın ortadan kaldıracağını, sendikalaşmanın önünün açılacağının sözünü verdi. Sendikaları da daha
cesaretli ve kararlı mücadeleye çağırdı.
Bizde verilen sözler unutulmaz. Ancak biz CHP Genel Başkanı’nın önce
Ö
kendi evinde temizliğe başlamasını istiyoruz. Kartal Belediye Başkanı CHP’li
değil mi? Neden Kartursaş’ta Sendikamızın örgütlenmesini engelliyor. CHP’li Belediye Başkanı’nın sendika karşıtı tutumunu protesto ediyoruz.
Değerli Basın Emekçileri
Kartal Belediye Başkanı’na buradan bir kez daha sesleniyoruz. Sendikamızın örgütlenmesini engelleme. İşçilerin iradesine ve anayasal hakkı olan
sendikalaşma hakkına saygı göster. İşkolu tespit başvurusunu geri çek.
Cefakâr Kartursaş İşçisinin haklı mücadelesini kim engellemeye çalışıyorsa,
zamana yayamaya ortak oluyorsa bunun
hesabını Kartursaş İşçisine vermelidir.
Sendikamız, CHP’li Kartal Belediye
Başkanı’nın bu işçi ve sendika düşmanı
tavrına karışı sonun kadar mücadele edecektir.
Tüm sendika ve halkı örgütlerini Kartursaş AŞ İşçileri ve Sendikamız ile dayanışmaya çağırıyoruz.
Yaşasın Kartursaş İşçisinin Örgütlü
Mücadelesi!
Yaşasın DİSK, Yaşasın akliyat-İş!
İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız!
DİSK/Nakliyat-İş Sendikası
Genel Yönetim Kurulu
Basına ve Kamuoyuna
Bursa Vatan Hastanesi çalışanlarının sağlığını bozuyor!
zel Bursa Vatan Hastanesi bilindiği
üzere Bursa’nın en eski özel hastanelerinden biridir. Bir dönem özverili hekimleri ve çalışan tüm işçileriyle birlikte Bursa’nın haklı güvenini kazanmıştı. Ancak bu
gün bu Hastane, değil hastalara şifa dağıtmak
kendi çalışanlarının bile sağlığını bozacak
noktaya gelmiştir. Düşük ücretlerle çalıştıkları
yetmiyormuş gibi artık çalışanlar ücretlerini
dahi alamaz hale geldiler. İlk olarak çalışan
hekimlerinin ücretlerini ödemeyen hastane bu
gün de başta hasta bakıcı, temizlik personeli,
hemşireler olmak üzere diğer tüm işçilerin ücretlerini ödememekte ısrar etmektedir. Bu nedenle son iki aydır ücretlerini alamayan biz işçiler 12 Kasım 2010 tarihinde ücretlerimiz
ödenene kadar İş Yasasının 34. maddesinin
bize verdiği hakkı kullanarak iş bırakma eylemi gerçekleştirdik.
Tek isteğimiz Kurban Bayramına girerken
evimize elimiz boş gitmemekti. Ama Hastane
sahipleri hakkımızı aramamıza da tahammül
edemedi. 10 işçi 13 Kasım 2010 tarihinde tazminatları ve birikmiş ücretleri verilmeden işten çıkarıldı.
Ücretlerimizin ödenmesi için yaptığımız
bu iş bırakma işçilerin, doktor, hemşire, hasta
bakıcı tüm Vatan Hastanesi işçilerinin artık
son dayanma noktasını aştıklarının bir göstergesiydi. Her ay düzenli ödemeleri olan, ev kirası, kredi borcu, su, elektrik, telefon faturası,
ödeyen biz çalışanlar bu eylemle, artık işvereninin insafa gelerek alınterlerimizin karşılığını
ödemesini istemiştik.
Bizler emeğiyle geçinen işçiler olarak Bursa Vatan Hastanesini var eden çalışanlar olarak Hastane sahibi Azmi Ofluoğlu’na sesleniyoruz;
“Her gün yeni bir yatırımla medyada yer
alıyorsunuz. Yaptığınız her yeni yatırım, çalışanların karşılığı verilmeyen alınterinin ürünüdür. İşçinin ücreti, sizin için en kolay el konulabilir finansman kaynağı haline gelmiştir. Bizler ortaçağın kölesi değiliz, biz hakları-
mızın gasp edilmesine göz yummayacağız.
Bursa Vatan Hastanesi çalışanları onuruna,
emeğinin karşılığına sahip çıkıyor, çıkmaya
devam edecek. Azmi Ofluoğlu’nu ve hastanelerini yaşatan çalışanları sadece haklarını istiyorlar daha fazlasını değil.
Yaşadığımız bu durum sadece Bursa Vatan
Hastanesine özgü bir sorun değildir. Ülkemizde sağlık sisteminin; hastanın para getiren şahıs olarak, doktorun bu hastadan para çıkartacak kişi olarak, diğer çalışanların ise hiçbir şeye sesini çıkarmayan köleler olarak kurgulanmasından sonra bu tür sıkıntıları daha fazla
yaşamaya başladık. Doktorla hastayı karşı
karşıya getiren, tüm çalışanların haklarını yok
sayan, gasp eden, örgütlü çalışma yaşamını
yok eden anlayışla Türkiye sağlık problemlerini çözmeye çalışmaktadır. Sağlığın para olarak tanımlandığı bu sistemde hastalar sağlıklarına kavuşamazken çalışanlar emeklerinin karşılığını alamamaktadırlar. Taşeronlaştırma sonucunda devlet hastanelerinde dahi ücretleri
verilmeden çalıştırılan sağlık personeli mevcuttur. Sormak gerekir daha kendi en insani ihtiyaçlarını karşılaması bile engellenen sağlık
çalışanları acaba nasıl halka sağlık dağıtacaktır.
Bursa Vatan Hastanesinde yaşananlar doktoruyla, hemşiresiyle, hastabakıcısı, temizlik
görevlisiyle tüm çalışanların hak ve çıkarının
aslında bir olduğunu da en açık bir şekilde
göstermektedir. Değer yaratan insanlarımızın
birlik olduğunda kazanacaklarının da göstergesidir. Direnişimizin 12. gününde Azmi Ofluoğlunun diğer bir hastanesi olan İstanbul Alman Hastanesinin önünde haklarımızı alana
kadar mücadele edeceğimizi tüm kamuoyuyla
paylaşırız. 04/12/2010
İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız!
İşten Çıkarılan
Özel Bursa Vatan Hastanesi
Çalışanları
CMYK
CMYK
Nakliyat-İş, TÜVTURK’de TİS görüşmelerine başladı
Sendikamız, TÜVTURK Araç Muayene İstasyonlarında Toplu İş Sözleşmeleri görüşmelerine başladı
TÜVTURK, İstanbul Araç Muayene İstasyonları İşletim AŞ işletmesine bağlı 13
istasyonda çalışan toplam 410 çalışan adına
toplu iş sözleşmeleri görüşmeleri
24.11.2010 tarihinde başladı. Sözleşme görüşmeleri 4 Aralık tarihinde yapılacak görüşmeyle devam edecek.
ARAÇ MUAYEE İSTASYOLARIDA İLK DEFA BİR SEDİKA ÖRGÜTLEMİŞ VE TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ GÖRÜŞMELERİE BAŞLAMIŞTIR.
Araç Muayene Hizmetleri geçtiğimiz
2007 yılında özelleştirilmiş ve Tüvturk ortaklığı, yapılan ihaleyi kazanmıştır. Şu an
Türkiye genelinde toplam 193 istasyonda
3000’e yakın çalışanla hizmet verilmektedir. Değişik bölgelerinde de iş ortaklıkları
ile araç muayene işi yapılmaktadır.
Sendikamız, Araç Muayene Hizmetlerinde çalışanları örgütlenme programına almış, öncelikli olarak hangi işkoluna girdiğine ilişkin Çalışma Bakanlığı tarafından işkolu tespiti yapılmış, yapılan yargılama sonucu da Sendikamızın bulunduğu “Kara
Taşımacılığı” işkoluna girdiğine karar verilmiştir.
Tekel İşçilerine destek eylemine dava
A
Kurtuluş Yolu/İzmir
ralarında; Halkın Kurtuluş Partisi
Karşıyaka İlçe Örgütü, Halkın
Kurtuluş Partisi Bayraklı İlçe Örgütü, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği
İzmir Şubesi, Yamanlar Spor Kulübü,
Sevdilli ve Çevre Köyleri Sosyal Yardımlaşma Derneği İzmir Şubesi ve Malatya Topraktepe ve Çevre Köyleri Sosyal
Yardımlaşma Derneği Yöneticilerinin ve
üyelerinin bulunduğu örgütler tarafından 5
Şubat 2010 tarihinde yiğit Tekel İşçileriyle dayanışma için İzmir’de Karşıyaka Çarşıda bir yürüyüş ve basın açıklaması yapılmıştı.
Bu eylemin ardından polis savcılığa
suç duyurusunda bulunmuş ve açılan soruşturma sonucunda bu eylemi gerçekleştiren kurumların yöneticileri hakkında dava açılmıştı.
Açılan davanın ilk duruşması 26 Ekim
2010 tarihinde Karşıyaka 3. Asliye Ceza
Mahkemesinde görüldü. Duruşmada tüm
katılımcılar, bu eyleme katıldıklarını ve
bunun yasadışı bir eylem olmadığını, bir
hak arama eylemine destek olduklarını söylediler.
Duruşma sırasında davalıların
vekili Avukat Tacettin Çolak da
söz alarak, kendisinin aynı zamanda Halkın Kurtuluş Partisi’nin İzmir İl Başkanı olduğunu, bu eyleme kendisinin de
katıldığını, bunun
Bursa’da işten çıkarılan Özel Vatan Hastanesi
Çalışanları ekmekleri için direndiler ve kazandılar
2
aylık ücretleri ödenmediği için Kurban
Bayramı öncesinde iş bırakma eylemi yapan Bursa Vatan Hastanesi çalışanlarından
10’u, 13 Kasım günü işten çıkarılmışlardı. Haksız bir şekilde işten çıkarılan ve ücretleriyle tazminatları kendilerine ödenmeyen işçiler, Parti İl
Başkanımız Avukat Halil Ağırgöl’ün yönlendirmesiyle 23 Kasım Salı gününden itibaren Hastane önünde Direniş başlatmışlardı. Tabii Direniş başlamadan önce ve sonrasında ve Partimiz
üyeleri Vatan Hastanesi Çalışanlarıyla iç içelerdi.
“İşçiyiz, Haklıyız, Kazanacağız”, “Vatan
Hastanesi Sağlığımızı Bozdu”, “Haklarımızın Çalınmasına İzin Vermeyeceğiz” dövizleriyle hastane önünde bekleyen işçilere halkın da
büyük ilgisi ve desteği olmuştu.
27 Kasım Cumartesi günü, Direnişçi İşçileri
Parti olarak ziyaret etmiş ve Parti adına yaptığımız konuşmada; bu durumun ne ülkemizde, ne
de dünyada ilk olarak yaşanmadığı; işçileri köle
olarak gören Parababaları düzeninin bir sonucu
olduğu, buna karşı değer yaratan tüm kesimlerin birlik ve beraberliği sonucunda bu soygun ve
sömürü düzeninin değişeceğini vurgulamıştık.
İşçilerle birlikte, son olarak seslerini İstanbul’da bulunan işverene duyurabilmek için aileleriyle birlikte İstanbul’da bir basın açıklaması
yapılması kararı aldık. Bu karar doğrultusunda
işçiler, aileleri, Bursa’dan Kurtuluş Partililer, 4
Aralık 2010 Cumartesi günü İstanbul’a gittik.
İstanbul’da ilk olarak Nakliyat-İş Sendikası’na,
oradan da eylemi gerçekleştireceğimiz Taksim’e gittik. Taksim Tramvay Durağı’ndan Direnişçilere katılan Kurtuluş Partililer ve DİSK
Örgütlenme Daire Başkanı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun katılımıyla, saat 13:30’da İşveren Azmi
Ofluoğlu’nun diğer bir hastanesi olan Alman
Hastanesi önüne yürüyerek burada bir basın
açıklaması yaptık.
“Hastane İşçisi Köle Değildir”, “İşçilerin
Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Yaşasın İşçi-
lerin Birliği”, “Davamız Ekmek Davasıdır”
sloganlarının atıldığı açıklamada önce Direnişçi
İşçileri temsilen Şenol Akgün konuşma yaptı.
Ardından işçilerin mücadelesini sahiplenen
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza
Küçükosmanoğlu bir konuşma yaptı. Küçükosmanoğlu, İşçilerin hak gasplarına karşı verdikleri mücadelede sonuna kadar haklı olduğunu, Direniş zaferle sonuçlanıncaya kadar mücadele edeceklerini söyledi.
Ali Rıza Küçükosmanoğlu, daha öncesinden
de işveren Azmi Ofluoğlu’yla görüşmüş ve işçi
arkadaşlarımızın haklarını vermesini söylemişti.
Eğer vermezse, DİSK olarak gereğini yapacaklarını söylemişti.
Daha sonraları İstanbul Araç Muayene
İstasyonları İşletim AŞ İşletmesine bağlı istasyonlarda Sendikamız örgütlenmesini tamamlamıştır. Çalışma Bakanlığından “Yetki Belgesi” gelmesi üzerine de Sendikamız
üyelerinin katılımı ile “Toplu İş Sözleşmesi
Teklif Tasarısı” hazırlanmıştır. DİSK Genel
Başkanı Süleyman Çelebi’nin de katılımı
ile Toplu İş Sözleşmesi Görüşmeleri başlamıştır.
Sendikamız ayrıca; Bursa Tüv-Süd Taşıt
Muayene İstasyonları İşletmesi, Antalya
Turtalya Araç Muayene İstasyonları AŞ ile
KYC Taşıt Muayene İstasyonları Yapım ve
İşletim AŞ’de de (Konya, Kırşehir, Niğde,
Nevşehir, Afyon, Karaman, Aksaray) örgütlenmesini tamamlamıştır.
Bursa Tüv-Süd Taşıt Muayene İstasyonları İşletmesi ve Antalya Turtalya Araç
Muayene İstasyonları AŞ’de çoğunluk tespiti Bakanlık tarafından Sendikamıza verilmiştir. Bu işletmelerdeki istasyonlarda da
önümüzdeki günlerde sözleşme görüşmelerine başlamayı umuyoruz.
KYC Taşıt Muayene İstasyonları Yapım
ve İşletim AŞ’de ise çoğunluk başvurumuza bakanlıktan henüz bir yanıt gelmemiştir.
Diğer bölgelerdeki örgütlenme çalışmalarımız devam etmektedir. 27.11.2010
akliyat-İş Sendikası
Genel Merkezi
yasadışı bir eylem olmadığını ve aynı zamanda müvekkillerinin konumları gereği
bu tür toplumsal olaylara sessiz kalamayacağını vurguladı ve tüm sanıkların beraatını istedi.
Mahkeme gelmeyen sanıkların dinlenmesi için 25 Ocak 2011 tarihine ertelendi.
yönündeki açıklaması sonrası eylem bitirildi.
Partimiz İstanbul İl binasında toplanan işçilerle talepler somutlaştırıldı. Daha sonra işveren
avukatıyla yapılan görüşmede tüm işçi alacaklarının Aralık, Ocak ve Şubat aylarında yazılı bir
protokol çerçevesinde ödenmesi kararlaştırıldı.
Sonrasında tekrar işçilerle yapılan toplantıda;
varılan anlaşmanın, talepleri karşıladığı için kabul edilmesine karar verildi.
Bursa’da işveren vekilleriyle tekrar yapılan
görüşmenin ardından ve ilk ödemenin, işçilere
10 Aralık’ta yapılmasından sonra alınan ortak
kararla direniş kazanımla sona erdirildi. Başından beri Bursa’daki Parti teşkilatımızla, yöneticilerimizle ve avukatlarımızla birlikte olduğumuz ve kazanımla sonuçlanan bir işçi eylemimizi böylelikle Bursa’da da gerçekleştirmiş olduk. Bursa Vatan Hastanesindeki bu Direniş İşçi Sınıfıyla Parti kadrolarımızın nasıl bir anda
bütünleşebildiğinin en açık bir göstergesiydi.
Doğru önderlikle Partimiz öncülüğünde nasıl
K
Bunalım sürüyor!
apitalizmin 2007’de başlayan list ekonomide bunalımın kaçınılmaz
ekonomik bunalımı sürüyor. Daha olduğu, her 8-10 yılda bir ekonomik
bunalım başladığında, burjuva canlanmanın ardından bir ekonomik
ekonomistler (örneğin Soros), hatta fi- krizin geldiği; emperyalizm dönemiyle
nans sisteminde suyun başında duran birlikte bu krizlerin daha sık ve daha
IMF gibi kuruluşlar bile, kapitalist siste- derin olduğuydu. Emperyalizm, kapitamin 1929’dan beri yaşadığı en büyük lizmin “Genel bunalım dönemi” idi.
ekonomik bunalım olduğunu açıklamış- Marksizmin bu görüşü de son yüzyıldan
lardı. Ardından, koca koca şirketler, ban- beri günbegün doğrulanıyor.
kalar batar, el değiştirir oldu.
Daha önce sıkça sözünü ettiğimiz
Dünya kapitalizminin kâbesi ABD’de CIA’nın yan kuruluşu RAD Corporabir yandan batan veya batacağı kesinle- tion, bilindiği gibi uzmanlarına belli
şen şirketler devletleştirildi, öte yandan araştırmalar yaptırır ve bu araştırmalarla
ABD Merkez Bankası (Federal Reserve emperyalist politikayı -en azından suyun
Bank, kısaca FED) dolar bastı ve piyasa- yüzünde- yönlendirir. Bu kuruluşun buya para pompalanması kararlaştırıldı. nalım sonrasında yaptırdığı bir araştırma
Şirketlerin kurtarılması için 2008 yılında da “Dünya Ekonomik Bunalımının
850 milyar dolarlık bir fon oluşturulması Jeopolitik Sonuçları–Bir Uyarı” (The
kararlaştırılmıştı. Krizin boyutlarının ise Geopolitical Consequences of World
5 ile 10 trilyon dolar arasında olduğu Economic Recession–A Caution) başlıtahmin ediliyordu. Bunun için de piyasa- ğını taşıyor. Bu makale 2009 yılında yaya dolar pompalanyımlandı. Yazarı
ması gerekiyordu. O
ise Robert Dean
sırada, Amerikan
Blackwill. Henry
Merkez
Bankası
Kissinger’in başBaşkanı Ben Berdanışmanı, büyüknanke, krizin neden
elçilik
yapmış,
olduğu durgunluk
2003-2004 yıllakonusunda endişeli
rında ABD Ulusal
olan
işverenlere,
Güvenlik Konseyi
“Telaşlanmayın,
Irak
Temsilcisi
Merkez Bankası
olan, karanlık ve
matbaası elimizde.
ahlâksız (yanında
İstediğimiz kadar
çalışan kadınlara
basarız. Gerekirse
sarkıntılık yaptığı
helikopterlerden
ortaya
çıkınca
aşağı dolar yağdıemekli olur) bir
rırız” demişti. (Mildiplomat. Şöyle
Robert Dean Blackwill
liyet, 8 Ekim 2008).
yazıyor:
(Böylece bu zatın adı “Helikopter Ben”
“Dünya ekonomik bunalımının jeokalmıştı.)
politik sonuçları küresel çürümenin ne
Avrupa’da da durum farklı değildi. kadar süreceğine kesinkes bağlı olduBurada da bankalar kurtarılıyor, fonlar ğundan, burada belirtilen varsayım,
oluşturuluyordu. Ayrıca, ABD’nin isteği ABD’nin başında olduğu makro düşüş
doğrultusunda Avrupa’dan ABD’ye yak- teknik olarak en geç 2010’un ilk yarılaşık 300 milyar dolar aktarılmıştı. Gene sında sonlanacaktır. Açıktır ki, eğer boAvrupa’da bunalıma çare olarak 440 mil- zulma daha uzun sürer veya küresel bir
yar avroluk bir fon oluşturuldu ve bugün çöküntüye doğru ilerlerse, bu durumda
-Almanya’nın muhalefetine rağmen- bu- temel yapısal değişikliklerin gelişme
nun iki katına çıkarılması düşünülüyor. olasılığı artar (italikler bize ait).
(Milliyet, 26 Kasım 2010).
“ABD’yi etkileyen daha önceki buBütün bunlar, burjuva ekonomistle- nalımlar şimdiki bunalım için dersler
rinde, hatta bazı Marksist görünümlü ay- taşıyabilir. Ulusal Ekonomik Araştırdınlarda “nerede kaldı liberalizm” tartış- ma Bürosu’na (ational Bureau of
maları doğurmuştu. Oysa, gerçek Mark- Economic Research’e) göre 1945’den
sist-Leninistler, emperyalizm çağında 2009’a, bu durgunluk da dahil, 12
liberalizm kavramının yittiğini, bu- durgunluk saptanmıştır; şimdiki dışanun yerini tekelci devlet kapitalizmi- rıda bırakılırsa, bunalımın ortalama
nin aldığını yaklaşık 100 yıldan beri ıs- süresi (tepeden dibe) on aydır.” (R. D.
rarla söyleyegelmişlerdi. Böylece gerçek Blackwill, The Geopolitical ConsequenMarksizm-Leninizm bir kez daha doğru- ces of World Economic Recession–A
landı. Gerçek Marksizm-Leninizmin Caution, 2009)
doğrulandığı bir diğer alan ise, kapitaDevamı sayfa 18’de
D
KARTURSA,’ta
Örgütlenmemiz Engellenemez!
İSK Nakliyat İş Sendikası, 11 Kasım tarihinde saat 12:00’da, Kartal Belediyesine bağlı Kartursaş’ta taşeron olarak çalışan
işçilerin sendikalaşmasına engel olan Kartal Belediyesi
önünde basın açıklaması ve
yarım saatlik oturma eylemi
yaptı.
Basın açıklamasını DİSK
Örgütlenme Daire Başkanı
ve akliyat-iş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu yaptı. Basın açıklamasına
Birleşik Metal İş Yöneticileri
bir anlamıyla tasfiye ederek, hizmetleri tade destek verdi.
şeron üzerinde yürütmüştür.
Eylemde Kartal Belediyesine “Sen29 Mart 2009 seçimleri ile CHP’li Bedika karşıtı tutumundan vazgeçmesi”
lediye Başkanı göreve geldiğinde de Karçağrısında bulunuldu.
tursaş AŞ, 30-35 kişinin çalıştığı bir işye-
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ridir. Daha sonraları çalışan sayısı 400’e
ve akliyat-İş Genel Başkanı Ali Rı- ulaşmıştır.
za Küçükosmanoğlu’nun yaptığı
Değerli Basın Emekçileri
açıklamayı aşağıda sunuyoruz:
Basın açıklamasından sonra oturma eylemine geçildi. Bu sırada işveren Azmi Ofluoğlu ile
kendisinin talebi üzerine Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Kurtuluş Partili Avukatlar Halil Ağırgöl,
Ayhan Erkan ve işçi temsilcisi tarafından bir görüşme yapıldı. Görüşme sonucunda varılan ortak mutabakatla işçilerin haklarının bir yazılı
protokol çerçevesinde ödenmesi kararlaştırıldı
ve Ofluoğlu’nun işçilerin haklarını verecekleri
kazanımlar elde edildiğini bir kez daha görmüş
olduk.
Direnişçi İşçileri tarafından 4 Aralık’ta İstanbul Taksim’deki eylem sırasında İşçiler adına okunan basın açıklamasını aşağıda sunuyoruz.
Bursa’dan Kurtuluş Partililer
Basın Açıklaması 19’uncu sayfada
Değerli Basın Emekçileri;
Kartursaş AŞ, Kartal Belediyesi işletmesidir. Sendikamız Kartursaş AŞ’de
2001 yılına kadar iki dönem 4 yıl toplu iş
sözleşmesi yapmıştır. O dönemdeki Fazilet Parti Belediye Başkanı işkolu ve çoğunluk itirazları yapmış, üyelerimiz işten
çıkarılmıştır. Mahkeme, işkolunun sendikamızın bulunduğu işkolunda olduğuna
karar vermiş ve bu karar da Yargıtay Kararı ile kesinleşmiştir. Yine o dönemlerde
1997 ve sonrası işgal eylemi, direnişler
yaparak sonunda iki dönem TİS yapmıştır.
Daha sonraları, Belediye Kartursaş AŞ’yi
Sendikamız geçtiğimiz aylarda icazetle değil işçilerin özgür iradesi ve sınıf
mücadelelerine sahip çıkması ile örgütlenmesine yeniden başlamış ve şu an
üye sayımız 150’ye yaklaşmıştır. Örgütlenme çalışmalarına başlayıp üye sayımız
önemli bir aşamaya gelince de Belediye
Başkanı 21 Eylül tarihinde yeniden işkolu
tespiti için Çalışma Bakanlığı’na başvuru
yapmıştır. Bu davranış sendika ve işçi karşıtı, işveren davranışıdır. 12 Eylül Faşizmi
Yasalarından yararlanarak sendikal örgütlenmenin engellenmesi girişimidir. Bakanlığın, ortada kesinleşmiş bir mahkeme
Devamı sayfa 19’da

Benzer belgeler