Çocuğun zihinsel ve duygusal gelişiminde ilk üç yıl önemli bir yer
Transkript
Çocuğun zihinsel ve duygusal gelişiminde ilk üç yıl önemli bir yer
Klinik Psikolog Şebnem Orhan PSİ Çocuk ve Aile Merkezi Klinik Psikolog www.psicocukaile.com Erken Çocukluk Döneminde Anne‐Baba Ayrılığı ve Boşanma 31.12.2009 Çocuğun zihinsel ve duygusal gelişiminde ilk üç yıl önemli bir yer taşır. Gelişimin farklı alanlarında sağlıklı gelişebilmesi için duygusal olarak doyurulması, güvenli ve huzurlu bir ortamda bakılması gerekir. Genellikle çocuklarına bu güvenli ortamı sağlayabilme amacı içinde olan ebeveynler bazen bu ortamı sağlamakta zorlanırlar. Aileden yakın birinin kaybı, annenin doğum sonrası depresyonu, taşınma, babanın iş kaybı ile anne-baba arasındaki çatışma, ayrılık ve boşanma gibi durumlarda anne-babalar çocuklarını sağlıklı büyütmek için yeterince iyi bir ortam sağlayamayabilirler. Bebeklerin çevrelerinde olup bitenleri anladıklarını göstermedikleri için, genelde erken dönemde anne-baba ayrılığını hatırlayamayacak kadar küçük olduğu, olan bitenin farkında olmadığı ya da babasını yeterince tanımadığı için onu özlemeyeceğine dair pek çok hatalı düşünce söz konusudur. Bu düşünceler bebeğin yaşayabileceği olumsuzluklarla anne-babanın da baş etmekle ilgili güçlüklerini sonucunda geliştirdikleri bir inkarı da yansıtır. Oysa doğuştan itibaren çevresindekilere duygusal olarak bağlantıda olan ve karşılık vermeye önceden donanmış olan bebek, anne-babasından gelen ipuçlarına düşünüldüğünden çok daha fazla duyarlıdır. Anne karnındayken onun çıkardığı seslere duyarlıdır. Kalp sesiyle rahatlar, farklı duygu durumlarını hissedebilir. Doğduktan çok kısa bir süre sonra ise annesinin sesini, kokusunu ve varlığını tercih eder. Altı aydan küçük bebeklerin duygusal olarak sınırları yoktur, annesiyle birlikte öylesine bir yakın ilişki içindedir ki içerden ve dışarıdan gelen her uyarıyı anlama, algılama ve duygusal olarak baş etme annesi aracılığıyla olur. Dolayısıyla kendisi ile annesinin duygularını birbirinden ayırt edemez. Annesinin kızgınlık, hayal kırıklığı, üzüntü, öfke gibi duygularından kendisini soyutlaması imkansızdır. Annesinin bu duygularla baş etmeye çalışırken, çocuğuna yeterince karşılık verememesi, ilgilenememesi bebeğin kendisiyle ilişkilendirmesine neden olur. Olumsuz duygular bebeğin ihtiyacı olan sevgi, sıcaklık ve güvenliğin yerini alır. Kendini güvende hissetmeyen çocuk kaygılıdır. Annesinden uzaklaşmak istemez, onu bırakmaz. Kaygısını dile dökemediği için bedeni ile sıkıntılarını dile getirir. Sık sık ağlama ve huysuzluklar, bedeninin ihtiyacı olan uyku ve yeme ile ilgili düzensizlik, ateşlenme, ürtiker gibi deri lezyonları ile sıkıntıları dile gelir. Emeklemekten yürümeye, ses çıkarmaktan kelimelere, kendisini annesiyle bir görmekten ayrı bir birey olduğunu farkına varmaya doğru gelişen bebek, artık çevresiyle daha fazla ilişkilidir. Kendisini güvende hisseden çocuklar, etrafı keşfetmeye daha isteklidir. Bu yaş grubu çocuklar artık kendileri ve başkaları arasında ayırım yapmayı öğrenirler. Bireyselleşme, anneden uzaklaşmak heyecan kadar endişeyi de beraberinde getirir. Farkındalık arttıkça yaşadığı olaylarla ilgili kendisi de düşünceler üretmeye başlar. Etrafı keşfetmek kadar, ihtiyacı olduğunda güvendiği kişilerin yanında olacağını hissetmeye de ihtiyacı vardır. Bu dönemde alışmış olduğu düzen ve rutinler, aile üyelerinin kendisinin yanında var olması çocuk için önem taşır. Dolayısıyla hayatındaki değişiklikler, günlük alışkanlıklarındaki değişiklikler ve anne-babasından ayrılmak kaygı uyandıracaktır. Bu dönemde kendilerini her şeyin merkezinde gördükleri, çevrelerindeki olumlu ya da olumsuzların kendisinden kaynaklandığını düşünür. Annesinin ağladığını gördüğünde bunun kendisinin neden olduğunu düşünür. Her ne kadar devamlı olarak anneden bahsediliyorsa da, baba çocuğun var oluşunun başından beri hayatının bir parçasıdır. Anne karnındayken en fazla duyduğu ses anneninkinden sonra babanınkidir. Baba bebeğin bakımında yer aldıkça, bebeğin zihninde daha fazla yer eder. Bir çocuk büyürken annesinden sevgi, şefkat gibi noktalarda doyum yaşama ihtiyacı varken, babadan ise kendine güven, cesaret, güç gibi büyümesinde en az diğerleri kadar önemli özellikleri içselleştirir. Annesinden bağımlılıktan bağlılığa, bireyselleşmeye ve büyümeye giden yolda babanın varlığına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla sağlıklı bir gelişim için babaya en az anne kadar ihtiyaç vardır. Erken dönemdeki anne-baba ayrılıkları ve boşanmalarında, çocuklar çoğunlukla anneleriyle ile birlikte kalırlar. Evden ayrılan baba olur. Dolayısıyla akşamları düzenli olarak eve gelen ve onunla ilgilenen babasıyla artık belli aralıklarla görüşmesi gerekir. Çocuklar için çevresindekilerle kurduğu ilişkinin kalitesi kadar süreklilik ve devamlılığı da önemlidir. Babanın bu sürekliliği sağlaması için görüşme günlerini belli aralık ve düzen içerisinde oluşturması önemlidir. Bunun bir nedeni de erken yaşlarda hafızanın gelişimi ve görmediği bir şeyin var olmaya devam ettiğini anlaması zaman alacak olmasıdır. Dolayısıyla yaşamlarında bir kişi varlık gösterdiği, sorumluluk aldığı, önemsediği ve kendisini zihninde taşıdığı sürece çocuk bu kişiye yakınlık ve sıcaklık duyar. Ebeveynler Çocuklarına Nasıl Yardımcı Olabilirler Yaşı kaç olursa olsun, çocuğun yaşadıkları hakkında bilgilenmeye hakkı vardır. Dolayısıyla bebeklikten itibaren bebeğe anne‐baba ayrılığı anlatılmalı, evin düzenindeki değişiklikler ele alınmalıdır. Erken dönemde anlam kelimelerden çok konuşma şekli, ses tonu ve ebeveynin kendisine güven veren tutuşu ve ifadesindedir. Çocuk hem yaşadıkları ile ilgili bilgilenirken, hem de bu konunun da aralarında konuşulabileceği mesajını alır. Anlatırken anne‐baba arasındaki meseleyi çocuğunkinden ayırmak gerekir. Çocuğa net bir şekilde bu ayrılığın kendisiyle ilgili olmadığı, bu anne‐baba arasındaki bir anlaşmazlık ya da mesele olduğu anlatılmalıdır. Burada hem annenin, hem de babanın eğer birlikte bu konuşmayı yapamıyorlarsa da mutlaka benzer bir konuşmayı yapması gerekir. Her ikisinden de aynı güvenceyi alan bir çocuk bu durumla baş edebilir. Anne‐babanın ayrılmalarına karşın çocukla ilişkilerinin devam edeceği ve sevginin sürekliliği güvencesini de vermeleri gerekir. Ancak bunu sadece söylemek yetmez, düzenli görüşmelerle sözlerini devam ettirmeleri gerekir. Çocuğun uzakta kaldığı ebeveynini özlemine, ayrılıkla ilgili üzüntü ve kızgınlıklarına anlayış göstermek ve dinleyebilmek gerekir. Ancak çocuklar duygularını, sıkıntılarını ancak kendilerini dinleyebilecek, sağlıklı ve güçlü birisine paylaşabilir. Bu nedenle anne‐babanın kendilerinin ayrılmayla ilgili yaşadıkları zorluklarla baş etmeye çalışması, kendi başına yeterli olmadığı noktada destek alması gerekmektedir. Güçlü ebeveyni ile çocuklar da kendilerini güvende hissedeler. Bebeklerin çocuklar gibi bireysel alanlarını da korumak gerekir. Her çocuğun bağlandığı ve yanında rahat hissettiği bir oyuncağı ya da battaniyesi vardır. Bu gibi nesnelerle diğer ebeveyne giderken onunla birlikte gitmesinde yarar vardır. Bu eşyaları yanında taşımak onun kendisini daha güvende hissetmesini ve bulunduğu ortama daha rahat geçiş yapmasına ve alışmasına yardımcı olur. Çocukların günlük alışkanlıklarının, rutinlerinin her iki ebeveynle birlikteyken devam etmesi gerekir. Bu çocuğun kontrol edemediği birçok durumun yanında kontrol edebileceği hissini verir. Bir evde kurulan düzenin çocuğun diğer ebeveyninin yanında kalmaya giderken de sürdürmesine dikkat etmek gerekir. Yine kuralların ve sınırların her iki evde de sürekli olması iki ev arasında geçişi ve alışmayı kolaylaştırır. Uyku ve yemek problemlerinin olup olmadığını gözlemlemek yararlıdır. Erken dönemde çocuklar sıkıntılarını bedenleriyle ifade ettikleri için kendilerini huzursuz hissettiklerinde sıklıkla uyku ve yemek problemleri yaşarlar. Bazen ebeveyninden ayrılmada zorluk yaşayabilir. Bu gibi durumlarda uzmana başvurmak durumun daha dikkatli bir biçimde ele alınması açısında faydalı olacaktır. Çocukla görüşülen zamanlarda baş başa olmaya özen göstermek gerekir. Birlikte geçirilen kısıtlı zamanı arkadaş ve akraba ziyaretleriyle doldurmak bireysel paylaşımlarını azaltır. Böylelikle çocuk ebeveynine olan özlemini ve duygusal ihtiyaçlarını yeteri kadar gideremez. Çocukla olan özel ilişkiyi sürdürmek gerekir. Ayrı eve geçmek çocukla ilişkiyi koparmak ve eskisinden yapılan aktiviteleri artık yapamayacak olmak anlamına gelmemelidir. Çocukla bir araya gelindiğinde eskiden yapılabilen her şey aynı şekilde yapılabilir. İyi bir planlama ile birlikte kaliteli zaman geçirilebilir. Erken dönemdeki ayrılıklarda ebeveynden birini haftada bir sıklıkla görmek çok yetersiz kalır. Çocukların zaman kavramları yeterince iyi gelişmediğinden bunu çok daha uzun bir süre olarak algılayabilir. Bu nedenle evin dışında olan ebeveynin, genelde babadır, mutlaka hafta içinde de çocuğunu görmesi gerekir. Bazen de çocuk henüz anneden ayrılmaya, başka bir evde kalmaya kendini hazır hissetmeyebilir. Bu gibi durumlarda da gün içerisinde onun düzenini sarsmayacak şekilde görüşme düzenlenmesinin yapılması gerekir. Klinik Psikolog Şebnem Orhan PSİ Çocuk ve Aile Merkezi Klinik Psikolog www.psicocukaile.com Çocukla sağlıklı ilişki kurmanın anahtarı: Duygular 06.11.2009 Doğumundan okula kadar olan dönemde çocuk fiziksel, bilişsel ve duygusal olarak farklı alanlarda gelişim gösterir. Fiziksel ve bilişsel gelişimi izlemek ve değerlendirmek duygusal gelişime göre daha kolaydır. Duygusal gelişim çocuğun kendi içinden gelen farklı uyaranlar ve çevresindeki yetişkinlerle kurduğu tekrarlayan deneyimlerde hissettiği duygular ve ele alınışlarıyla şekillenen bir süreci içerir. Dolayısıyla duygular insanın özünü oluşturduğu gibi duygusal gelişimin de temelini oluşturur. Çocuklar günlük yaşamlarında deneyimledikleri olaylarla ilgili çeşitli duygular hissederler ve bu duygular onların seçimleri, davranışları, hayatla baş etme stratejileri ve yaşamdan aldıkları keyif üzerinde oldukça etkilidir. Duygusal gelişim, bu duyguların ve içten gelen hislerin anlamlarını, neden ve nasıl ortaya çıktıklarının sebeplerini, insanların birbirlerine karşı olan hislerini ve onları yönetme stratejilerini kavramayı içinde barındırır. Çocuk bilişsel olarak geliştikçe duyguları da daha karmaşık hale gelmektedir. Kimi zaman anne-babalar için çocuklarının zor duygularıyla karşılaşmak kolay değildir. Çocuklarının her zaman mutlu, huzurlu ve keyifli olmasını isterler. Çocukları kendileri için kendi çocukları olmasından farklı şeyler de ifade edebilir. Birçoğu kendisini yeniden büyütüyor gibidir. Dolayısıyla kendisine yapılanları, kendisine yaşatılanları çocuğuna yaşatmak istemez. Çocuklarıyla birlikte kendi çocukluklarına ait çoğu zaman unuttuklarını zannettikleri geçmiş yaşantılardaki benzeri hisler yeniden su yüzüne çıkar. Ancak zor duyguları hissettirecek durumlar kaçınılmazdır. Ebeveynden ayrılma, ihtiyaçlarının hemen karşılanamaması ya da isteklerinin yerine getirilmemesi, yeni bir kardeşin doğumu, boşanma, kayıp, bir oyuncağı paylaşamama gibi pek çok durum çocukta kaçınılmaz olarak zor duygulara neden olur. Bebeklik döneminden itibaren zor duyguların konuşulabildiği ilişkilerde çocuklar bu duygularını ifade edebilme becerilerini geliştirdiği, anne-babasının kendisine destek olabilmesine izin verdiği ve dolayısıyla bu duyguları yaşamak kaçınılmaz olsa da çocuğun daha rahat baş edilebildiği görülmektedir. Bütün bu süreçlerde anne-baba kendi duygularının farkında olup, ele alabildikleri sürece çocuklarınınkine de temas edebilirler. Çocuğundan ayrılırken zorluk yaşayan bir annenin çocuğunun ayrılık endişesiyle baş etmesi ya da öfke kontrolünde zorlanan bir babanın çocuğunun vurma davranışlarını ele alması hiç de kolay değildir. Bu kaygı, korku ve öfkeli davranışların dayandığı aile içinde bir kaynak çoğunlukla vardır. Bunların en başında da erken bebeklik döneminden itibaren anne ve babanın çocuklarının her türlü duygusunu ele alamayışlarıdır. Söze gelmeyen duygu ve düşünceler davranışa dökülür ya da yön değiştirip çocuğu ve çevresini rahatsız eden semptomlar olarak kendini gösterir. Çocuğun iç dünyasındakiyle baş edebilmesi için önce bunun dışarıda işlenmesi gerekir bu da ancak anne-babadan geçer. Duygu ifadesini geliştirebilmek için; Ebeveynin çocuğunun yaşadıkları ya da kendisinin çocuğuyla yaşadıklarının kendi iç dünyasındaki yansımasına bakabilme becerisinin gelişmiş olması kendinden yola çıkarak çocuğunu anlamasına yardımcı olurken, aynı zamanda kendisi ile çocuğu arasında bir ayrım yapabilmesine de fırsat verir. Çocuğun sadece olumlu duygularını fark edip bunları desteklemek değil; olumsuz bir duygu yaşadığında da onun yanında olmak gerekir. Her hangi olumsuz bir olayla karşılaşıldığında hemen teselli etme, çözüm üretme ya da mutlu etme çabasına girmeden önce, olumsuz durum ve yaşattığı duygudan konuşmak, duygularını aktarması konusunda cesaretlendirilmesi gerekmektedir. Başlangıçta çocuklar kendilerini ifade edecek yeterli becerileri yoktur. Ancak kendilerini beden diliyle, verdikleri tepkilerle ifade etmeye çalışırlar. Dolayısıyla anne‐babanın öncelikle çocukları adına duyguları ifade etmesi yerinde olur. Böylece çocuk hem anlaşıldığını, hem ebeveyni tarafından kabul gördüğünü, hem de bu duygunun yaşanası bir duygu olduğunu öğrenir. Örneğin; “araban kırılması seni çok üzdü. Gel birlikte tamir edelim.”; “İşe gitmemi istemediğin için ağlıyorsun belki de bana kızıyorsun.” gibi Erken bebeklikten itibaren çocuklar çevresinde olanların farkındadır. Anlamadığı ya da duymadığı düşünülerek ailenin başına gelen olumsuz durumlardan çocuğu korumak adına bahsetmemek onu daha da fazla kaygılandırır ya da gerginleştirir. Duygular kadar yaşanan olaylar hakkında da dürüst olmak, anlayabileceği şekilde çocuğa anlatmak gerekir. Çocuklar duyguları ifade etme ve baş edebilme becerisinin bir kısmını da çevrelerindeki yetişkinleri izleyerek öğrenirler. Kendi duygularından bahsedebilen ebeveyn kadar nasıl baş ettiği konusunda model olmak da önemlidir. Öfkesini kontrol edemeyen bir ebeveynin, çocuğuna kızdığında arkadaşına vurmamasını söylemesi çocuk için güvenilir bir mesaj olmayacaktır. Klinik Psikolog Şebnem Orhan PSİ Çocuk ve Aile Merkezi Klinik Psikolog www.psicocukaile.com Evlat Edinmede Kayıp ve Yas 12.10.2009 Evlat edinen ailede kayıp ve yas herkes tarafından yaşanan bir temadır. Evlat edinene kadar ebeveyn kendisinin sağlıklı doğurgan bir kişi olduğuna dair inancını; hayatını kontrol edebilme yetisini; arkadaşları içinde, veya ailesinde statüsünü yitirmiş olabilir. Dolayısıyla bu karmaşık duygularla yüzleşmesi gerekmektedir. Evlat edinilmeyle ise, çocuk nedenini bilmediği bilinmeyen bir kişinin kaybını yaşar. Bu kayıp hayatın farklı noktalarında kendini farklı şekillerde gösterir. Biyolojik ebeveynin kendisini evlat edinilmesi için verilmesi, veya herhangi bir şekilde bırakılması, bir daha da onlar hakkında yeterli bilgi edinememesi çocuğun kendi kimlik gelişiminde bir boşluk hissi yaratır. Kendisinin toplum içindeki yerini belirsizleştirir. Çocuk zihnini meşgul eden bu konuları dile getirmekte çeşitli nedenlerle zorlanabilir. Dile getirirse evlat edinen anne-babasını üzüp kızdıracağından, onların da kendisini bırakıp gideceklerinden endişelenebilir. Bu sebeplerden dolayı zaman zaman konuyu açma görevini anne-baba üstlenmelidir. Çocuğa bir yetişkinle konuşurmuş gibi evlat edinilmesiyle ilgili konuşmak isteyip istemediği sorulabilir. Eğer isterse bunu kendileriyle paylaşabileceği veya uzun süredir her hangi bir soru sormadığı için zihnini meşgul eden şeylerin olabileceğini tahmin ettikleri dile getirilebilir ve büyüdükçe kendisinin daha farklı şeyleri merak edip etmediği içtenlikle sorulabilir. Böyle bir başlangıç yapıyor olmak, çocuğun bu konu hakkında ebeveyni ile konuşabilceği hissi vermesi yanında ona diğer önemli konuların konuşulması için fırsat tanır ve ilişkiyi kuvvetlendirir. Ayrıca onun bir ailede doğup orada büyüme ve evlat edinilmesi arasındaki farkın anlaşılması kayıp ile baş etmede destekleyici bir tutum olabilir. Evlat edinme ile ilgili kaygılı olmayan bir tutum, çocuğun da kendi ihtiyacı doğrultusunda paylaşabilmesi onun kayıpla baş etmesini kuvvetlendirir. Ancak bu konunun üzerinde onun ihtiyacından fazla durmak, göz önünde tutmak da çocuğun hazır olduğundan daha fazla farkındalığının artmasına ve kendisini aileden farklı bir yerde görmesine neden olur. Evlat edinme ile ilgili duygu ve düşünceler paylaşılmaz ise çocuk kendi iç dünyasında bu konu hakkında gereğinden fazla yoğunlaşır, kendisini hayalinde yarattığı kişilerle özdeşleştirir. Hayatıyla ilgili biyolojik gerçeği kavradığında ve ailenin toplum içindeki yerini anlamaya başladığında, biyolojik ebeveynini hayal etmeye başlar. Sokakta, markette gördüğü kişileri kendisine benzetir, kendisine iyi davranan bir yetişkinin biyolojik anne veya babasına benzeyip benzemediğini merak eder. Okul öncesi çocuk nasıl evlat edinildiği ve eve geliş öyküsünü dinlemekten zevk alırken, daha büyük çocuklar biyolojik annesinin kendisini evlat edinilmesi için kendisinden vaz geçtiği gerçeğinin farkına varır, bunun nedenini merak eder. Okul öncesindeki çocuklar doğumla ilgili kendi teorilerini nasıl geliştirip ebeveyn bilgisiyle yoğuruyorlarsa, daha büyük çocuklar da kendi teoriyle ellerindeki verileri birbirine uzlaştırmaya çalışırlar. Çocuk bu dönemde hayal kırıklığından üzüntüye, öfkeden suçluluğa kadar birçok duyguyu iç içe yaşar. Çocuklar bu duyguları ifade edemezler ama bu duyguların kabul edilmesi, bu duygularla yaşamayı öğrendikçe ve içinde olgunlaştırdıkça yeni bir evlat edinme anlayışı gelişir. Bazı çocuklar kendilerinde yanlış, kötü birşey olduğu için terkedildiklerini düşünür. Bazıları eğer biyolojik ebeveyn hakkında daha fazla bilgi edinmek isterse evlat edinen ebeveynin duygularını inciteceğinden veya onları sinirlendireceğinden korkar. Okul öncesindeki çocuklar bunlardan açıkça konuşmaya hevesli iken, daha büyük çocuklarda mahremiyet duygusu geliştiği için kendilerine saklar, ebevyninin bu sorulara ve duygulara tahammül edeceğinden emin değildir. Dolayısıyla daha büyük çocuklar çoğu şeyi kendilerine saklarlar. Bu yaş çocuğunun ortak noktalarından biri de şu anda yaşadığı aileden daha iyi bir aileden kaçırılmış olduğu veya evlat edinildiği fantazisidir. Diğer ailesi daha zengin olabilir, daha iyi imkanlar sunan, kendisini istemediği yemekleri yemeye ısrar etmeyen, televizyonu istediği kadar seyretmesine izin veren ve erken saatte yatması için zorlamayan bir ailedir. Evde gerginliklerin ve kızgınlık yaşandığı dönemlerde, bu ideal ailenin kendisini buradan kurtaracağı hayalini kurar. Çocuk bu dönemde ailesinin sınırlarını zorlayabilir. Yalan söyleme, çalma, kurallara uymama gibi tutumlar gösterebilir. Burada amaç hem ailenin herşeye rağmen kendisini kabul edip etmediğini test etmesi, hem de birgün kendi kontrolü dışında ayrılacakları endişesi ile daha fazla bağlanmamak için kendisini engellemesidir. Çocuğu davranışlarını ve tutumunu beğenmemekle birlikte kendisinin sevildiğini ve güvenli bir ortamda olduğunu hissetmesi çocuğun rahatlamasına yardımcı olacaktır. Çocuk sevgi ve nefretin, öfke ve şevkatin ilişkileri zedelemeden yaşanabileceğini farketmeye başladığında da, diğer aileyle ilgili hayaller kaybolur. Böylece çocuk gerçekte var olan değerleri, özellikleri özümsemeye devam eder. Evlat edinilen çocuk için biyolojik ebeveynin varlığı bu fantazi dünyasını daha karmaşıklaştırır. Bu süreçte biyolojik aileyi mükemmel olarak görüp, var olan ailesiyle özdeşim kurmasını, onlara benzeyip-farklı olmayı içinde sindirmesi zor olur. Psikolojik süreçlerinde bütün iyi özellikleri biyolojik aileye, kötü özellikleri de evlat edinen aileye aktarmaya başladığında ya da tam tersi olduğunda iç dünyasında bir yarık meydana gelir. İyi ile kötü arasındaki yarık yeterince iyi ele alınmazsa, iyi ile kötünün birlikte aynı anda var olabileceği, sevgi ile öfkenin birlikte deneyimlenebileceği çocuk tarafından özümsenmediğinde sağlıklı bir duygusal gelişim olmayacaktır. Bu dönemde evlat edinen ebeveyn çocuğun hayatındaki kendi statülerini değerlendirmede hassas olabilirler. Biyolojik ebeveyn ile bir rekabet duygusu tetiklenip yetersizlik, öfke ve dolayısıyla suçluluk hissi gelişebilir. Bu duyguları telafi edebilmek için gereğinden fazla koruyucu bir tutum izlenebilir, disiplin koymada güçlük yaşanabilir. Bu dönemde çocuğun iç dünyasındaki çalkantılara duyarlı olunduğu kadar, yetişkinin kendi iç dünyasında da var olan bu duyguların farkında olup bunlarla baş etmesi için çevresinden yardım alması yararlı olacaktır. Klinik Psikolog Şebnem Orhan PSİ Çocuk ve Aile Merkezi Klinik Psikolog www.psicocukaile.com Evlat Edinme Ne Zaman, Nasıl Anlatılmalı? 11.09.2009 Üç ile altı yaşındaki çocuklar tam olarak doğmanın ne olduğunu, bu sürecin tam olarak nasıl başladığını ve nasıl bir süreçten geçip sonlandığını bir yetişkin gibi anlayamazlar, ama çok merak eder ve kendi teorilerine oluştururlar. Televizyon ve çevresinde gördüğü, duyduklarıyla dünyaya nasıl geldiğine ilişkin sorular artar. Genelde anne-babalar bu sorulara nasıl cevap vereceklerini, ne anlatacaklarını bilemenin getirdiği endişeyi yaşarken çocuklar meraklı ve hevesli bir şekilde sorularına kendilerini tatmin eden cevapları alana kadar devam ederler. Bu dönem evlat edinme kavramını anlatmak için önemli bir ortam sağlar. Öncelikle evlat edinme kavramı olabildiğince erken bir dönemde çocuğun kelime dağarcığının içine sokulması gerekmektedir. Çocuk iki yaşından önce evlat edinilmişse, fiziksel görünüşü aile bireylerinden çok farklı değilse 4-5 yaşından önce evlat edinildiğini söylemek çocuğa birşey kazandırmaz. Kelime olarak duyar, fakat çok fazla kavramlaştıramaz. Altı yaşından daha küçük çocuklar halen ebeveynlerini ve onların sevgilerini kaybetme korkusu yaşarlar bu nedenle farklı bir ailede doğmuş olma ve bu aileyi kaybetme korkusuyla bilişsel olarak baş edemeyebilirler. Evlat edinmeyi söyleme yaşı genelde 6 ile 8 yaş arasıdır. Bu dönemde çocuk hem kendi yerini ailenin içinde belirginleştirmiştir, hem de ne demek olduğunu daha iyi anlayacak bir kapasiteye ulaşmıştır. Durumu açıklamak için ergenlik dönemine kadar beklemek hem çocuğun öz güvenini yıkar, hem de ebeveynine olan inancını altüst eder. Yetişkinler için çok açık olsa da, çocuklar genelde ya doğduklarını, ya da evlat edinildiğini düşünür. Bu nedenle evlat edinmeden bahsederken ilk önce doğduklarını, evlat edinilsinler ya da edinilmesinler aynı şekilde doğduklarını belirtmek gerekmektedir. Anlamaları gereken önce doğup sonra evlat edinildiğidir. Neden kendisinin evlatlık verildiği, kimlerin neden çocuk evlat edindiği, bu çocukların diğerlerinden ne gibi farkı olduğu gibi sorular çocuğun zihnini zaman içinde meşgul edecektir. Bunlar zamanı geldikçe, çocuktan konuyla ilgili soru geldikçe ele alınması gerekir. Çocuğa anlatırken kendisinin diğer çocuklardan herhangi bir farkı olmadığı, onun da diğer bebekler gibi çok değerli ve sevimli olduğu, ancak biyolojik anne-babanın çeşitli nedenlerle ona yeterince iyi bakamayacaklarını düşündükleri için bu kararı verdikleri söylenmelidir. Genelde çocuklar kendi ya da yakınlarının başlarına gelen olumsuz olaylarından kendilerini suçlu hissederler. Kendilerindeki bir kusur, ya da yaptıkları bir yanlıştan dolayı bu kötü olayların başlarına geldiğine inanırlar. Biyolojik anne-babanın da çocuklarını sevdiklerini, ama onun daha iyi yaşaması için böyle bir karar verdiklerini ve çocuklarından ayrılmanın onlar için de zor olduğunu tahmin ettiklerini söylemek çocuğa kendisini değerli hissettirebilir Ancak çocuğun kendi kendini suçlamasıyla baş etmesi zaman alacaktır. Biyolojik anne-baba hakkında gerçekten de bir bilgi bilinmiyorsa bu paylaşılması, çocuk biyolojik anne-babasını hayal etmesine fırsat verir. Evlat edinen anne-baba çocuğu sevilen ve birlikte olmaktan keyif alınan bir çocuk olduğu hissini oluşturduğunda ancak kendi kendini suçlama eğiliminden uzaklaşabilir. Kimlerin, neden evlat edindiklerini de çocuklar merak edebilir. Bu bilgileri verirken çocuğun yaşına göre, anlayabildiği kadarıyla anlatmakta yarar vardır. Genelde bir çiftin bunu istediğini, ama çocukları çok seven yanlız yaşayan bir yetişkinin de evlat edinebileceği söylenebilir. Bazen kendileri bebek sahibi olamadıkları için, bazen de bebek sahibi olsalar da çocukları çok sevdikleri için evlat edindikleri anlatılabilir. Evlat edindikten sonra ailenin soyadını aldığı, evde herşey de diğerleri gibi hakkı olduğunu söylemek kendisini ailenin bir parçası olarak hissetmesine yardımcı olacaktır. Kendisinin diğer çocuklardan ne eksik ne de fazla olduğunu, daha iyi ya da daha kötü olmadığını, diğer çocuklar gibi koştuğu, oynadığı, eğlendiği, hastalandığını, masal anlatılmasından hoşlandığını ya da okula gittiğini söylemekte yarar vardır. Ancak diğer çocuklardan farklı olarak zihinlerini meşgul eden önemli şeyler olduğunu da söylemek gerekir. Bazen biyolojik ebeveyninin nasıl biri olduğunu, şimdi nerede olduğunu, ne yaptığını merak edebiliceğini, onlarla birlikte olmanın nasıl birşey olduğunu düşünebiliceğini ve bunun da çok doğal olduğunu paylaşmak gerekir. Bunları kendileriyle paylaşmasının da onları rahatsız etmeyeceğini eklemek, ihtiyacı olduğunda bu konuda konuşabileceği hissini verir. Evlat edinmeyi anlatırken çocuğa; zorluklar içinde yaşarken kendisinin “seçilmiş” olduğunu söylemek çocuğun üzerinde bir takım olumsuz etkilere neden olabilir. Çocuk bu seçilmişlik statüsünde kalabilmek için mükemmel olması gerektiğini düşünebilir. Mükemmel olmak adına çok fazla uyumlu olabilir, ya da olumsuz davranışlar göstererek evlat edinen ebeveyninin sevgisini test edebilir. Her iki tepki de çocuğun gerçek benliğini bulmasını zorlaştırır, öz-güvenini sarsar. Aile içindeki gerginlikler esnasında evlat edinen ebevynine kızgınlık duyduğunda suçluluk duymasına dolayısıyla da olumsuz duyguları dile getirmesini engeller. Birçok çocuk kendilerinin evlat edinildiğini zaten bildiklerini ya da hissettiklerini söylerler. Bu hamilelikte biyolojik anne ile aralarında kurdukların bağın izleri, evlat edinen annebabanın çocuklarını ne kadar sahiplenseler de zihinlerinin gerisinde bu durumu taşıdıkları ve ortak olarak bilinçaltında paylaşıldığı düşünülmektedir. Önemli olan çocuğun bilinen ama konuşulmayan bir tür sırrın, aile içinde dile gelip, konuşulabilmesidir. Konuşabilmek sanılanın aksine anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkinin gerçek olarak yaşantılanmasıdır, denebilir ki aile içindeki ilişki bu noktadan sonra sahici olmayı hak eder. Klinik Psikolog Şebnem Orhan PSİ Çocuk ve Aile Merkezi Klinik Psikolog www.psicocukaile.com Evlat Edinilen Çocuğun "Güven" İhtiyacı 13.08.2009 Çocuğun duygusal gelişiminin başlangıcı anne karnında büyümekle başlar. Çocuk anne karnından başlayarak doğuma kadar süren süre içerisinde biyolojik annesiyle bir bağ oluşturur. Bu bağın kendini güvende hissettiği bir bağlanmaya, ilişkiye dönüşebilmesi için kendisine bakım veren kişiyle yakın ilişki kurması ve ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Evlat edinilen çocuklarda bağ kurduğu kişi ile bağlandığı kişi aynı kişiler değildir. Dolayısıyla çocuğun zihninin gerisinde hayatının daha başlangıcında biyolojik annesiyle oluşan bağın izi bulunurken, hayatına kendisine bakım veren, kendisini evlat edinen ebeveyni ile oluşturduğu bağlanma ile yoluna devam edecektir. Eğer çocuk kendisinin ihtiyaçlarını karşılayan, kendini güvende hissettiği bir ortam içerisindeyse, çocuk da bu güven duygusunu içselleştirecek ve kendine ve çevresine güvenen bir yetişkin olacaktır. Bu güven duygusunun gelişebilmesi için yaşadığı ortamın tutarlı, önceden tahmin edilebilen, kendinin de kontrol edebildiği hissini vermesi gerekir. Bu his erken dönemde bebeğin kendisinin bakımıyla ilgilenenlerle arasında kurduğu duygusal bağ ile mümkündür. Özellikle ilk aylarda hayatta kalabilmek için içgüdüsel olarak bu bağı oluşturma ihtiyacı emme, gülümseme, ağlama, ‘agu’lama ile kendisini davranışa döker. Böylece bakımıyla uğraşan kişilerin sevgi ve ilgisini canlı tutacak, onları uyaracak ve ebeveyn ile karşılıklı ilişkinin kurulmasını sağlayıp bebekte güvende olduğu hissini yaratacaktır. Bebeğin bu dönemde evlat ediniliyor olması avantajlı bir durumdur. Yine kendisinde izler bırakan bağlar kurmuştur, ancak yenisinin oluşmasına da bir o kadar da açıktır. Dolayısıyla başlangıçta alıştığı kişilerden ayrılmanın getirdiği üzüntüyü yaşasa da yeni ilişkilerle bu üzüntüyü tamir edebilir. Bu dönemde gerekli olan bebeğin bu tepkilerine tutarlı bir şekilde ilgi ve şevkat ile cevap verip kaygıdan uzak bir ortam sağlamaktır. Bebek emeklemeye ve yürümeye başladıkça kurduğu duygusal bağın kendisine verdiği güvenle etrafı keşfetme ve ondan ayrılabilme süreci başlayacaktır. Bu dönemde bebek ayrılmak ve etrafı keşfetme isteğiyle bu ayrılmanın getirdiği endişe arasındaki ikilemi yaşayacaktır. İlişki kendisine güven verdiği ölçüde bebek bu ikilemi dahat rahat aşacaktır. İki yaş ile birlikte bireyselleşme çabası çocuğun duygusal gelişiminde önemli bir rol oynar. Kendi istekleri, duyguları ön plandadır, çocuk daha çok kendi ihtiyaçlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla anne-baba ile çocuk arasında çatışmaların sıklıkla yaşandığı bir dönemdir. Çocuk kendi isteklerinden vaz geçmemek adına direnir, inatlaşır ve uzlaşmaya varmak güçleşir. Çocuğun yaşadıklarını anlamakta zorlanan anne-babalar genelde onun mizaç özelliklerine ya da ailede benzer tabiatta olan kişilere benzeterek bir anlam aramaya çalışırlar. Evlat edinen bir anne-baba da benzer yorumları kendi içinde yapabilir. Birçok aile için çocuklarının kendileriyle bu kadar çatışma içine girmesi kabul edilmesi için zor bir durumdur. Bu dönemi anlamak çocuğun kendi doğasından getirdikleri ile yaşadıkları ve bu döneme özgü tutumları birbirinden ayırt etmek çocukla işbirliği kurabilmenin ve güven ilişkisini kuvvetlendirmek için gereklidir. Anlayış, şefkat kadar sınırlara da ihtiyaç duyulan bu dönemde çatışmaları birlikte ele alabilmek, konuşabilmek becerisini geliştirmek ileride ele alınacak daha da önemli konuları birlikte konuşabilmek için de bir temel oluşturur. Çocukların bir kısmı bu dönemi geçirdikten sonra evlat edinilirler. Dolayısıyla ya kendini güvende hissettiği, bağlandığı kişi ya da kişilerden ayrılmış; ya da bu süreci tam anlamıyla sağlıklı bir şekilde tamamlamadığı için güven duyabileceği duygusal bir bağ oluşturamamıştır. Bu nedenle bebeğin yeni ailesine alışması ve benzer basamaklardan geçebilmesi için evlat edinenlerin çaba göstermesi gerekmektedir. Birlikte zaman geçirirken olabildiğince onunla konuşarak, dokunarak güveni ve sevgiyi hissetmesini sağlamak; ihtiyacı olduğunda yanında olmak ve ihtiyaçlarını karşılamak; birlikte karşılıklı oyun oynamak, ailenin üyesi olarak hissetmesini sağlamak çocuğun güvenli bir ilişki oluşturmasına yardımcı olur. Çocuğun daha önce bulunduğu yerde uyku, yeme gibi temel ihtiyaçlarının karşılanış biçimiyle ilgili bilgi almak yararlı olacaktır. Olumlu ya da olumsuz bir davranış şeklini birden değiştiriyor olmak çocuğun yeni ortamla ilgili var olan kaygısını daha da arttıracaktır. Evlat edinen aile geçiş ve alışma döneminde sabırlı olmalı; çocuğun edinmiş olduğu alışkanlıklarından vaz geçmesi için acele etmemelidir. Çocuğun yaşı büyüdükçe aile içindeki yeri belirginleşir, anne-babalık rolleri daha çok olgunlaşır. Okul öncesi döneme doğru gelindiğinde çocuk kendisi ve etrafında olup bitenlerle ilgili sonsuz bir merak içindedir. Gökyüzünün neden mavi olduğundan kuşların nasıl uçtuğuna, arabanın nasıl çalıştığından neden bir kardeşi olmadığına kadar anne-babasını soru bombardımanına tutar. Bu sorular ne kadar açıklıkla cevaplanırsa, çocukta öğrenmeye o kadar hevesli olur. Soruları cevapsız bırakıldığında, “bilmiyorum” diyerek geçiştirildiğinde, bu sorular duymamazlığa gelinip ya da konu değiştirildiğinde gerçekte çocuğun duygusal gelişimi sırasında anne-babasıyla paylaşımına büyük bir engel konmuş olur. Böylece çocuğa yeterince değerli olmadığı, önemsenmediği mesajı verilmiş olur. Bu dönemde fantazi ile gerçeği birbirinden ayırt edemediği için canavar, vahşi hayvan, hırsız gibi şeylerden korkar, ebeveylerinin onu sevmeyeceği, terkedeceği korkusuna kapılır. Sıradan sorularına verilen cevaplar kimi zaman daha önemli olan konuların konuşulmasına, çocuğun iç dünyasıyla ilgili karışıklığının giderilmesine yarayacaktır. Anne-babaların çocuğun evlat edinildiğini anlatma baskısını ilk olarak hissettikleri de yine bu dönemdir. Dolayısıyla çocuğun sorularına doğru ve anlayabileceği şekilde cevaplar vermek anne-babanın çocuklarıyla ilişkilerini kuvvetlendirir. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Bebeğimi Nasıl Yatırmalıyım? 22.07.2009 Prof. Dr. Yankı Yazgan’ın www.guzelgunler.com web sitesinden alınmıştır. Son yıllarda yenidoğan bebeklerin sırtüstü ya da yan yatırılması önerilmektedir. Yapılan çalışmalar ani beşik ölümlerinin yüzüstü yatırılan çocuklarda diğerlerine oranla çok daha yüksek oranda olduğunu göstermiştir. Ani beşik ölümü riski özellikle ilk 5 ay için geçerlidir. Bebekler dönmeye başladıktan, ve baş kontrollerini yeterince yapabilme yetisine kavuştuktan sonra bu risk azalmaktadır. Bu nedenlerle bebekler sırtüstü ya da yan yatırılmalıdır. Yan yatırılan bebeklerin her iki yana da yatırılmaları iyi olur. Bu tip yatış(sırtüstü ve yan ) zaman zaman kafa şeklinde bozulmalara yol açtığından pozisyon arada değiştirilmelidir. Ayrıca gün içinde uyanıkken ve annesinin yanındayken yüzüstü yatırılarak kollarının ve baş kontrolünün gelişmesi için fırsat verilmelidir. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Zıtlaşmacılık Dönemi 09.06.2009 Prof.Dr. Yankı Yazgan?ın www.guzelgunler.com websitesinden alınmıştır. Çocuğum zıtlaşma dönemindeyken, gelişim basamakları açısından hangi noktadadır? İki yaş dönemi, çocuk gelişiminde önemle üzerinde durulan evrelerden biridir. Bu dönemde, çocuk artık yürümeye başlamış ve dil gelişimi hız kazanmıştır. Motor gelişimi ve koordinasyon becerilerinin hız kazanması ile artık daha rahat hareket edebilmektedir. Sürekli olarak dünyayı keşfetme çabası içindedir. Yaşam, objeler ve kendi bedeninin nasıl çalıştığıyla ilgili yeni yeni bilgiler ve deneyimler kazanmaktadır. Bu dönemin en önemli özelliği, çocuğun bağımsızlık ve özerklik (kendi kararlarını alma) isteğinde ısrarcı olmasıdır. Her şeyi kendi başına yapmayı ister. Yemeğini kendi yemek, giysisini kendi seçmek ister. Ancak, iki yaş çocuğu her ne kadar bağımsızlık amaçlı dış dünyayı keşfetme merakında olsa da, ebeveynine bağımlı olduğunu fark eder. Giderek artan bağımsızlık isteğine rağmen, ebeveyne bağımlı olmak bu yaştaki çocuklarda öfke yaratan nedenlerden biridir. Dış dünyayı keşfi sırasında istediği fakat henüz yapamadığı işlere bir de yeterli ölçüde gelişmemiş olan ifade yeteneğinin (ifade edici dil becerisi) eklenmesi, çocuğun daha çok gerginlik yaşamasına neden olur. Bu nedenle, öfke nöbetlerinin buna benzer durumlarda gözlenmesi olasıdır. Ancak, iki yaş çocuğunun zıtlaşma dönemi olarak nitelendirilen bu dönemden geçmesinin son derece normal ve tamamen sağlıklı bir psikolojik gelişime işaret ettiği unutulmamalıdır. İki yaş çocuğunun içinde bulunduğu dönem, "özerklik dönemi" olarak nitelendirilir. Bu dönem, kendini ve sınırlarını fark etmeye başlayan ve bu sınırları denemeye çalışan bir çocuğun içinde bulunduğu dönemdir. Çocuk, sınırlarını bilmek ve zaman zaman mevcut sınırlarını genişletmek için ebeveyni tarafından konulan sınırları zorlar. Sınırları zorlama davranışında, istediği bir şeyi yapamama ve istediği bir şeyi elde edememe gibi engelleyici davranışlarla karşılaştığında, sıklıkla gösterdiği tepki öfke nöbetleridir. Bu dönemki çocuğun karakteristik özellikleri nelerdir? • Bu dönemde çocuk olumsuz, kararsız ve isyankardır. • Bağımsızlaşma isteği yoğundur ve kendi isteğine odaklıdır. • Tutucudur ve her yeniliğe itiraz eder. Her şeyin alıştığı biçimde yapılmasını ister. • Özerklik dönemindedir. ‘Ben’ duygusu oluşur. ‘Hayır’ en sevdiği kelimedir. Her şeyi kendine ait görür. • Çevreyi keşfetme merakında olan 2 yaş çocuğu bir engelle karşılaştığında, ilk kez öfke duygusunu yaşamaya başlar. • Büyüklerinin sözünü dinlemez hatta tersini yapar, eylemleri kısıtlandığında öfkelenir, çevresinden yardım istemez ve kendi başına başarmayı hedefler. • Zıtlaşma, uzun uzun ağlama, ikna edilmede güçlük, istediği olsun diye kendini yere atma davranışları sıkça görülür. • Ne istediğini bilmeyen çocuk, bazen yaşının altında davranışlar sergiler. Bu dönemde yaşanan öfke nöbetlerinin kaynağı nedir? Çocuk niçin bu duyguyu yaşar? Öfke nöbetleri sırasında çocukta hangi davranışlar gözlenir? Öfke nöbetleri, çocuğun bağımsızlığını ifade etmesinin bir yoludur. Öfke, özellikle çocuklukta çok sık yaşanan bir heyecan türüdür. Çocuk büyüdükçe, öfkeyi öğrenir ve bu duyguyu kullanarak neler yapabileceğini fark eder. Öfkelendiğinde, tüm dikkatleri üzerine çekebildiğini ve isteklerinin yerine getirildiğini keşfeder. 2 yaş çocuğunda görülen öfkenin en bilinen nedeni, yaptığı işin durdurulması ve izin verilmemesidir. İki yaş çocuğu başkasının kendisi için bir şey yapmasına direnebilir. Dürtü ve isteklerini kontrol altına almak, geciktirmek, ertelemek gibi durumlar onun için neredeyse imkansızdır. Bu nedenle, isteklerinin yerine gelmemesi veya gecikmesi karşısında gerilim yaşar. Engelleyici nesne ve durumlar onda öfke yaratır. Öfke durumunda çocuk, duygularını tam olarak kontrol edemediğinden değişik ve şiddetli tepkiler verir. Yaşadığı gerilim, öfke nöbetlerini doğurur. Aslında çocuktaki öfke tepkileri, sosyal çevreye uyum çabasının bir parçasıdır. Okul öncesi dönemdeki çocukların neredeyse tamamında zaman zaman öfke nöbetlerine rastlanır. Ağlama, somurtma, her şeye itiraz etme, ağlayıp kendini yere atma, çığlık atma, yemeği reddetme, yediği yemeği kusma, eline geçeni fırlatma, ayaklarını veya kafasını vurma gibi davranışların hakim olduğu öfke nöbetleri genellikle çocukların aşırı uyarılma ile aç, yorgun, sıkılmış, rahatsız veya keyifsiz olduğu durumlarda daha çok ortaya çıkar. Öfke nöbetleri, çoğunlukla 2,5 yaş civarında zirveye ulaşır ve sıklıkla 4 yaş dolduğunda sona erer. Öfke nöbeti sırasında uygun ebeveyn tutumu nasıl olmalıdır? Bu dönem, anne-baba ve çocuk arasında ilk çekişmelerin yaşandığı bir dönem olduğu için, onların dengeli ve tutarlı davranışları sürecin kolay atlatılmasında önemli bir etkendir. Çocuğun herhangi bir davranışında, ebeveynin dengeli ve tutarlı davranabilmesi kararlı, sakin ve süreklilik içeren bir yapıda olmaktan geçer. Ebeveynin tavırlarındaki değişimin çocuk için beklenmedik olmamasına özen göstermek gereklidir. Yani çocuk, aynı davranışı yüzünden ebeveyn tarafından bir keresinde ödüllendirilir, bir diğerinde cezalandırılırsa ya da bir davranış anne tarafından farklı, baba tarafından farklı değerlendirilirse hangi davranışın uygun olduğunu belirleyemeyeceğinden ikileme düşecektir. Bu gibi farklı tutumlar, çocuğun davranışlarına rehberlik edecek değer ve yargıları olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle, sınırların doğru çizildiği anne-baba-çocuk ilişkisinde mevcut durum daha kolay ve etkin bir yöntemle tolare edilebilir. Bu durumda çoğu kez gözlemlenen ebeveyn tutumu, anne yada babanın otorite kaygısıyla her şeyin kendi kontrolünde olmasını isteyerek, çocuk üzerindeki yaptırımını daha da arttırdığı yönündedir. Ancak, buradaki en etkili tutum, • Anne-baba; çocuktaki öfke nöbetine neden olan davranışların geçici bir durum olduğunu bilerek sabırlı davranmalı ve çocuğu katı bir düzene zorlamadan, soğukkanlı davranarak çocukla gereksiz çekişmelere girmemelidir. Öfke nöbeti sırasında telaşa kapılmamak, kendi kurallarınızı korumak ve ne yaptığınızı bilerek hareket etmek en doğrusudur. • Anne - baba çocuğu korkutarak cezalandırmamalı, öfkeyi dindirmek için çocuğun her istediğini yapmaktan kaçınmalı, özellikle öfke nöbetinin ardından bitişini hızlandırmak için ödüllendirmemeli ve çocuğun öfkeli davranışları anne-babanın öfkesine yol açmamalıdır. Çocuğun ana problemi, sakinleşememektir. Anne, baba da sinirlenirse çocuğun öfkesi beslenir. • Çocuğun öfkesini kaynağından uzaklaştırmak amacıyla disiplin yöntemlerinden biri olan ‘mola yöntemi’ denenebilir. Burada yapılacak olan, çocuğun bulunduğu ortamdan ayrılmak, sakinleşene kadar onu yalnız bırakmak ve daha sonra yanına gelmek şeklinde olmalıdır. Çünkü, sakinleştirmeye çalışmak sanılanın aksine onu daha da hırçınlaştırabilir. Başka bir yöntem de, çocuğun bulunduğu ortamın değiştirilmesidir. Eğer öfke nöbeti halka açık bir mekanda gerçekleştiyse, çocuğu kucaklayıp, mekanı terk etmek en doğru yoldur. Bunun dışında, öfke nöbeti geçirdiği anlarda, ses, renk, ışık, doku gibi çeşitli uyarıcılardan yararlanılarak dikkatinin hemen başka bir alana yönlendirilmesi de, öfkesinin dağılması için yararlı olmaktadır. • Öfke anında çocuklar, sakin, anlayışlı ve kendilerini anlayacak yetişkinlere gereksinim duyarlar. Onun bu duygusunu anlayarak, kabul eden bir yaklaşımla ama kararlı bir ses tonu ile konuşmak en doğrusudur. • Ayrıca, ona seçme şansı ve karar verme hakkı tanınmalıdır. Bazı küçük tartışmaları onun kazanmasına izin vermek bir diğer yöntem olabilir. Burada asıl hedef, çocuğa seçenekleri olduğunu göstermektir. Bu, ona kendi istediği şeyi seçerek olaylar üzerinde kontrolünün olduğu hissini uyandırır. Bu noktada, koyulan her kuralın açıklamasının yapılmasına özen gösterilmelidir. Aksi takdirde çocuğun, anlamadığı bir şeye ayak uydurmaya çalışmasını beklemek yanlış olur. Bir diğer önemli nokta da, anne babaların çocukları için iyi birer model olması gerektiğidir. Unutmamak gerekir ki; çocuklar anne-babaların davranışlarını gözlemleyerek, model alarak öğrenirler. Okul öncesi dönem çocuğunun öğrenme stili, örnek alma ve taklit etme becerisine dayanır. Çünkü çocuklar söylenilenlerden çok, yapılanları öğrenme eğilimindedirler. Çocuğa, iyi bir model olmanın en doğru yolu, onunla birlikte hareket etmektir. Örneğin, yemeği kaşık ve çatal kullanarak yemek; olumlu bir model oluşturur ve sözle 'Elle yemek yeme' demekten çok daha etkilidir. Öfke nöbetlerinin, normal gelişimin bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bu, bir geçiş dönemidir. Çocuğunuz büyüdükçe kendisini kontrol etmeyi ve duygularını kelimelerle ifade etmeyi öğrenerek, tam anlamıyla bağımsız bir birey olma yolunda ilerleyecektir. Öneriler… • En iyi tutum, çocuğun belirli sınırlar içinde ‘hükümdarlığını’ sürdürmesine izin vermektir. • “Hayır” kelimesini az kullanarak, yapılmaması gerekenleri anlatmak. • Olumlu davranış ve kurallara uymada ödüller vermek. • Alternatif seçenek sunmak. • Zıtlaşmak yerine dikkatini başka yere çekmek. • Zarar görmeyeceğini düşündüğünüz durumlarda, yapmak istediğine izin vermek. • Öfke nöbetini atlattıktan sonra istediği şeyi vermemek. • Kontrolünü kaybetmiş çocuk, karşısında kontrolünü kaybetmiş anne-baba görmek istemez. Ortam değiştirmek hem çocuğa hem de size iyi gelecektir. • Bu dönem, geçici ve gelişimsel bir dönemidir. Dolayısıyla, bu sürecin mümkün olduğu kadar sağlıklı şekilde atlatılmasının, çocuğun benlik algısı ve kimlik gelişimi üzerinde olumlu etkilerinin olduğu unutulmamalıdır. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Yenidoğan Bebeğin Refleksleri 26.03.2009 Prof. Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.guzelgunler.com/ web sitesinden alınmıştır. Yenidoğan bebekler bazı reflekslerle doğmuştur. Bu reflekslerin evrimsel olarak insan oğlunun hayatta kalabilmesini sağlayan bazı hareketler olduğu düşünülmektedir. İrkilme refleksi: Bebek sırtüstü yatarken ellerinden tutup aniden bırakıldığında irkilme hareketi yapar (kollarını açıp kapama). Bebekler ani sesler duyduklarında ya da uyurken bu hareketi yapabilirler. İlk dört ayda normal kabul edilen bu refleks bebeğin sinir ve kas sisteminin gelişmesi ile en geç 6 ayda kaybolur. Yakalama refleksi: Bebeğin avucuna bir şey konduğunda bebek hemen yakalar. Bu refleks bir yere tutunmayı sağlar. En geç üçüncü ayda kaybolur. Aranma refleksi: Bebek yanaklarına, dudak kenarlarına dokunulduğunda başını o yöne çevirir. Bu refleks bebeğin memeyi bulmasında ve beslenmesinde etkilidir. Emme Refleksi: Bebek dudağına bir şey dokundurulduğunda emme hareketi yapar. Anne karnındaki bebeklerde bile görülebilir. Bazı bebeklerin emmekten dudaklarında emmeye bağlı şişlik, kabuk oluşabilir. Emme refleksi doğum sonrası bebek uyanıkken 3-4 aya, uykuda iken 7nci aya kadar devam edebilir. Tüm bu reflekslere ek olarak yenidoğan bebeklerde esneme, hıçkırık, hapşırma, gaz çıkarma, çenesinin titremesi, düzensiz nefes alma ve beslenme sonraları bir miktar kusma sıkça görülür. Hemen hepsi normal bulgulardır. Ancak endişelenirseniz doktorunuza danışmaktan çekinmeyin. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Bebeğim Nasıl Görünecek? 09.02.2009 Prof. Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.guzelgunler.com/ web sitesinden alınmıştır. Doğum Sonrası Bebeğim Nasıl Görünecek? Bebeğiniz doğum sonrasında tam da beklediğiniz gibi görünmeyebilir. Endişelenmeyin, bir ay sonra çok değişecek, hayalinizdeki bebeğe biraz daha yaklaşacak. Yenidoğan bebeklerin genel görünüm özelliklerine biraz göz atalım. Kafa Şekli Bebeğinizin kafasında henüz birleşmemiş olan ve bir araya geldiklerinde kafatasını oluşturan kemikler vardır. Bu kemikler bazen üst üste binmiş olabilir ya da tam tersine birbirinden ayrık olup sizi şaşırtabilir. Normal doğumlarda bebeğin başı doğum kanalından geçerken sıkışarak sivri bir şekil alabilir. Doğum sırasında saçlı deri altına sızan kan ya da sıvıya bağlı olarak deri altında şişlikler görülebilir. Bu görüntü anne babalar için ürkütücü olabilir ama bebeğe bir zararı yoktur. Genellikle 1-2 hafta içinde kendiliğinden düzelir. Bıngıldak Bebeğinin başındaki bazı yumuşak kısımlar vardır. Bunlardan en belirgin olanı kafatasının ön tarafındadır. Bu açıklıklara bıngıldak denir. Bu açıklıklar bebeğin beyni büyüdükçe kafasının da büyümesini sağlar. Ön bıngıldak 3-18 ay arasında kapanır. Bu bölgeye dokunarak bebeğinizin beynine zarar vermezsiniz çünkü bu bölge yumuşak ta olsa aslında beyin bu bölgede kalın bir doku ile korunur. Saçlar Bazı bebekler saçlı doğarlar. Çoğu zaman bu saçlar bir süre sonra dökülür. Yeni çıkan saçlar daha kalındır ve rengi doğumdaki saç renginden tamamen farklı olabilir. Bazen bebeğinizin sırtında, kulaklarında koyu renkli kıllar görürsünüz, endişelenmeyin zamanla bunlar da dökülecek. Kulaklar Yeni doğmuş bebelerde kıkırdak dokusu çok yumuşaktır. Bebekler kulaklarının üzerine yattıklarında ucu kıvrılabilir. Kulağın kıvrılmaması için dışardan müdahale etmeye gerek yoktur. Bebeğiniz büyüdükçe kulak şekli düzelecektir. Kulak yapısı genetiktir, sizin yapacaklarınız görüntüsünü değiştirmez. Gözler Bazı bebeklerin gözlerinde yaşarma, çapaklanma görülebilir. Bu durum gözyaşının gözden buruna aktığı gözyaşı kanalında tıkanıklık olmasına bağlıdır. Bu sorun oldukça sık görülür ve çok büyük çoğunlukla ilk yıl sonunda kendiliğinde düzelir. Bebeğinizin gözünde çapaklanma olursa doktorunuza danışın. Doktorunuz size bu tıkanıklığı açmaya yardımcı olacak masaj tekniklerini gösterecektir. Sarı akıntı ve çapaklanma ısrarla devam ediyorsa antibiyotikli göz damlası ya da göz pomadı önerebilir. Doğum sonrası pek çok bebeğin gözkapakları şiştir. İlk hafta içinde bebeğin vücudundaki fazla sıvının atılması ile bu şişlik inecektir. Bazen bebeğin gözünün beyaz kısımda kanama görülür. Bu da doğuma bağlıdır, bir sorun oluşturmaz ve 2-3 hafta içinde kaybolur. Yenidoğan bebeklerde şaşılık görülebilir. Sinir sistemi ve göz kaslarının tam gelişmemiş olmasına bağlıdır. Şaşılık 4-6 aydan sonra devam ediyorsa ya da ısrarla hep aynı gözde, aynı yöne kayma oluyorsa doktora başvurulmalıdır. Burun Anne karnındaki sıkışıklığa ve doğum kanalından geçerken sıkışmaya bağlı olarak burunda eğrilik olabilir, içe ya da yana doğru dönebilir. Genellikle ilk aylarda düzelir. Ağız Bebeklerin ağızlarında dişetleri boyunca ya da damaklarında beyaz noktacıklar olabilir, zamanla geçecektir. Ayrıca üst dudağında emmeye bağlı olarak su toplamış gibi bir görüntü olabilir. Göğüsler Gebelikte anneden geçen hormonların etkisiyle hem kız hem de erkek bebeklerde göğüslerde şişlik olabilir. Bu şişlikler 4-6 ay kadar devam edebilir. Bebeğe bir zararı yoktur. Özellikle emzirilen bebeklerde ve kız bebeklerde daha da uzun sürebilir. Göğüsleri ovalamak, boşaltmaya çalışmak bebeğin mikrop kapmasına neden olabilir. Genital Bölge Anneden geçen hormonların etkisiyle ilk hafta içinde vajinadan şeffaf beyaz hatta kanlı bir akıntı gelebilir. Tehlikeli bir durum değildir. Çoğu yeni doğan bebekte sünnet derisi yapışıktır. Bu deriyi geriye çekmeye gerek yoktur. Kendiliğinde en geç 5-7 yaşına kadar açılır. Çiş yapmakta zorluk olmadığı sürece zararsızdır. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Boşanma ve Çocuklar 19.01.2009 Bu yazı Prof.Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.yankiyazgan.com/ web sitesinden alınmıştır. Boşandıktan sonra yeni bir hayat başlar. Herkes için... Anne-baba boşandığında, çocuklar için bu yeni hayata alışmak genellikle zor olur. Anne ve babaların boşanırken, boşanmadan önce, boşandıktan sonra, çocukları için yapabileceği pek çok şey var. Boşanma tatsız bir durumdur. Hem ayrılanlar için, hem çocuklar için, hem de ailelerin diğer üyeleri için... Ama, ayrılanlar açısından, çıkışı olmayan bir durumdan ziyade, tıkanmış bir ilişkiler yumağından çıkış olarak da görülebilir. Her iki tarafın da görüş birliğinde olmadığı boşanmaların çoğunlukta olduğunu biliyoruz, ama itiraz edenler için bile, o anda fark edilmese bile, boşanma aslında bir çıkış yolu olabilir. Her durumda, çocukların hayatında ortaya çıkmış bu dönüm noktasının, ve dönüm noktasının ardından gelen yeni hayatın onları geliştirici olması nasıl sağlanabilir? Her aile kendine özgüdür. Herkesin durumu farklıdır, kendine özgüdür. Hiç bir boşanma hiç bir zaman birbirine benzemez; çünkü iki aile asla benzer değildir. Bilin ki, çoğu çocuk annebabalarının boşanmasına alışabilir ve alışacaktır. Çocuklar çoğunlukla şaşılacak derecede güçlüdürler. Bazen anne ile baba arasında boşanmadan sonra daha yakın ilişkiler kurulabilir. Zamanla çocukların çoğu boşanmanın getirdiği değişimi kabullenmeyi öğrenecektir. Annebabanın birbirleriyle iyi iletişim içinde olmaları ve çocuklarına karşı değişmeyen bir sıcaklık ve sevgi hissetmeleri bunu çok daha kolaylaştıracaktır. Hayat devam eder. Boşanmadan sonra, hayat herkes için devam edecek. Üstelik, boşanan eşler artık karı-koca olmasalar bile, “akraba” olarak kalacaklar. Aradaki kan bağı, okula başlangıçlarda, mezuniyetlerde, sünnetlerde, düğünlerde, acılarda, hayatın diğer beklenen ve beklenmeyen dönüm noktalarında karşılaşmayı zorunlu kılacak. Boşanmanın iyisi-kötüsü olmaz; ama, düzgün bir şekilde, çocuklarımızı örselemeden, nasıl boşanılır; onu birlikte düşünelim. BOŞANMA ÖNCESİ HAZIRLIK Anne ve baba olarak, eş olarak ayrılsak da, şimdi 5 yaşındaki ikiz çocuklarımızla ilişkimizin sonsuza dek olacağını biliyoruz. Hatasız hareket etmek istiyoruz. Boşanmadan önce çocuklarımıza yaklaşımlarımız nasıl olmalı? Ne diyelim, nasıl diyelim bilemiyoruz. Bilinçli ve medeni biçimde boşanmaya gayret ediyoruz. Boşanmanın çocuklar üzerinde yarattığı gerilimin ne derece olacağı ve ne kadar süreceği bir çok etkene, ama en çok anne- babadan gelecek desteğe bağlıdır. Anne-babaların çocuklarına yardım edebilecekleri çeşitli yollar vardır. Ayrılık ya da boşanma hakkında çocuklarınızla konuşarak başlayın. Çocuklarınızın neleri anlayıp anlayamayacağı konusunda düşünün. Yaşlarını hesaba katın. Beş yaşına kadar olan çocukların sözel becerileri uzun konuşmaları, karmaşık açıklamaları anlamaya pek elvermez. Açık ve dürüst olun. Özellikle onları doğrudan etkileyecek değişiklikler ve olacaklar hakkında bilgi sahibi olmaları, rahatlatıcıdır. Değişikliklerin adım adım, yavaş yavaş gerçekleşmesini sağlayın. Aynı anda bir çok değişiklik yapmayın. Bu çocuğunuzun boşanma esnasında ve sonrasında, olayların hızı ile başının dönmesini önler; kendisini daha güvende hissetmesini sağlar. Söylenenleri gerçekleştirin, gerçekleştiremeyeceğiniz şeyleri söylemeyin. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Dikkat hakkında düşünme kılavuzu 02.01.2009 Dikkat problemleri hakkında kısa bir düşünme kılavuzu Bu yazı Prof.Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.guzelgunler.com/ web sitesinden alınmıştır. Çocuğumun yaşadıkları bir dikkat problemine bağlı olabilir... mi? Okul çağında, çocuğun öğrenmesini ve uyumunu zorlaştıran problemlere sık rastlıyoruz. Pek çok çocuğun yaşayabileceği zorlukları, bir kesim çocuk (a) sürekli ve (b) gelişmeyi engelleyici şekilde yaşar. Olan-biteni özetlemeyi deneyelim: Çocuk, ilgisini çekmeyen ya da onu zorlayan şeylere uzun sürelerle dikkatini vermekte zorlanır. İlgisini çeken bir şeyden ise dikkatini alamaz. O yüzden de, kurallara göre davranması gereken yerlerde, içinden geçene ve aklına esene göre hareket etme eğilimi gösterebilir. İlgisini çekebilen durumlar her zaman onun en yararına olan şeyler olmayabilir. Bu eğilimi hemen hiç dizginleyemediği için toplumsal uyumu bozulabilir. Kendinden istenen ya da bekleneni yapmaktan kaçınabilir. Bu durumun çocuğunun hayatında, evde ve okulda, sporda ve sosyal faaliyetlerde arkadaşlık ilişkilerinde zorluklar çıkartması beklenir. Çevreden alacağı olumsuz tepkiler sebebiyle, “olumsuz” imajını giderek benimseyebilir. Eleştirci ve dışlayıcı davranışlarımızla, bu imajı güçlendirebiliriz. Çocuğun kendinden memnuniyetsizliği, ilk başlarda dışa karşı güçlü görünmeyi hedefleyen ve otorite konumundakiler tarafından kabul edilemez bulunan davranışlar şeklinde ortaya çıkar. Giderek, kendine güvensizlik ve mutsuzluk örtülemez ve reddedilemez hale gelebilir. Anlaşılmadığını düşünen bir çocuğun içinde olabileceği başlıca ruh durumu, öfke ve bezginlik olacaktır. Bütün bu sorunlar genellikle çok küçük yaşlardan itibaren mevcut olmakla birlikte, farkedilir olmaları okul çağına rastlar. Hayatın zorlaşması ve zorlaması, çocuğun özelliklerini bir “problem” haline getirir. Bu duruma bir şey diyeceksek, dikkat dağınıklığı ya da aşırı hareketlilik mi demeliyiz? Ne zaman problem sayıp üstüne gitmeliyiz? Peki, dikkat dağınıklı ya da hiperaktivite, ne zaman çocuğumuza ait bir özellikten öte, onun gelişimini engelleyen, hayatla alışverişini bozan bir problem sayılmalıdır? Bütün bu süreçler beynimizin ne tür faaliyetleri sonucunda ortaya çıkar? Tedavi edilmeli midir? Kim tedavi etmelidir? Nasıl etmelidir? İlaç mı kullanılmalıdır? Nasıl, ne zaman kullanılmalıdır? Ne zaman kullanılmamalıdır? İlaç dışındaki yöntemler nelerdir? Hayatımızı nasıl düzenlemeliyiz? Okulda neler yapılabilir? Problem saymıyorsak, ya da kendi kendimize halletmemiz gereken bir durum olduğunu düşünüyorsak, yapabileceklerimiz neler olabilir? Bu düşüncemizin doğruluğundan hangi koşullarda kuşkuya düşmeliyiz? Bu önemli soruların cevaplarını aramak, her anne-babanın, çocukla ilgili herkesin beraberce gireceği bir süreçtir. Soruların cevaplarını ararken, yardımcı olabileceğine inandığımız, bilgisine ve sağduyusuna güvendiğimiz kişiler ile işbirliği yapmaktan kaçınmamanızı öneeriyorum. Bazen cevap arama sürecinin kendisi siz ve çocuklarınızı yakınlaştırıcı, meselelere daha yakından bakmanızı sağlayıcı olabiliyor. Bundan önemli bir kazanç olabilir mi? Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Anne‐babaların korkulu rüyası: Kolik 19.12.2008 Bu yazı Prof.Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.guzelgunler.com/ web sitesinden alınmıştır. Bebeğinizin dünyaya gözlerini açmasıyla birlikte ilk çığlığını attı. Bundan sonra onun ağlaması ile yakından tanışacaksınız. Bebekler tüm ihtiyaçlarını ağlayarak bildirirler ve annebabalar kısa sürede bebeğin niçin ağladığını anlar hale gelirler. Bazı bebekler diğerlerinden daha sıkıntılı olup daha çok ağlar, bu ağlamaları temel ihtiyaçlarının (beslenme, altının değiştirilmesi, kucağa alma vs.) karşılanması ile rahatlatılamaz. Bu bebekler ağrıları varmışçasına bacaklarını karınlarına çeker hatta bazen gaz çıkarırlar. Vücutlarını yay gibi gerer kıpkırmızı olurlar. Bazen gaz çıkardıktan sonra rahatladıklarını görürsünüz. Bir süre rahat eden bebeğiniz tekrar ağlama krizine girebilir. Bu tip sıkıntılara “kolik” ya da gaz sancısı denir. Kolik sağlam yenidoğanların %10-20 sinde görülür. Haftanın en az 3 günü olan ve her gün en az 3 saat süren nedensiz ağlama krizleridir. Daha çok akşam üzeri görülmekle birlikte gün boyu her saatte olabilir. Genellikle başladığı gibi ani bir şekilde bebeğin uyuması ile biter. Kolik genellikle hayatın 2-3 haftasında başlar ve 3-4 ay civarında azalarak kaybolur. Bazı bebeklerde 6 aya kadar uzadığı olur. Koliğin nedeni tam olarak bilinmemektedir ancak beyin gelişimi ile ilgili olduğu düşünülmektedir. Ayrıca genel olarak uyaranlara duyarlı çocuklarda bu duruma daha sık rastlanmaktadır. Kolikle nasıl başa çıkabiliriz? Bebeğiniz durdurulamaz bir şekilde ağladığında her şeyden önce fiziksel bir rahatsızlığının olmadığına emin olmalısınız. Nadiren tırnak batması, göze yabancı cisim ya da kirpik kaçması, parmaklara saç dolanması, fıtık, reflü, idrar yolu ya da orta kulak enfeksiyonu bu tip ağlamaların nedeni olarak görülebilir. Bu nedenle bebeğinizde kolik olduğunu düşünüyorsanız öncelikle doktorunuzla görüşün. Fiziksel bir rahatsızlığı yoksa bebeğiniz ağladığında bir dizi rahatlatma rutinine başlamanız iyi olacaktır. Öncelikle rahat olup olmadığına bakın, çok sıcaksa üstünü biraz açın, üşümüşse daha kalın giydirin. Beslemeyi deneyin. Altını değiştirin. Kucağa alın ya da kanguruda taşımayı deneyin. Hafifçe sallayın. Ninni söyleyin. Dizinizin üzerine yüzükoyun yatırıp sırtını okşayın. Bazı bebekler kollarının boşlukta kalmasından rahatsız olurlar. Bu bebeklerin kollarını sıkıca tutup onlara güven duygusu verebilirsiniz. Bir aylıktan büyük bebeklere emzik deneyebilirsiniz. Bazen bebeğinizi araba ile kısa süre gezdirmeniz yararlı olabilir. Gürültü, monoton sesler (çamaşır makinesi, saç kurutma makinesi, elektrik süpürgesi gibi) rahatlatıcı olabilir. Tipik bir kolik atağında tüm bu yöntemler kısa süreli etkili olur. Bebeğiniz tekrar ağlamaya başlarsa sıradaki yönteme geçin. Yeni bir yöntem denemeden önce en az 15 dakika sabredin. Hiçbir şey işe yaramıyorsa bir süre pes ederek kucağınızda tutup ağlamasına izin verdikten sonra ılık bir banyoya sokmak bazen ağlama ataklarına son verir ve iyi bir gece uykusu uyumasını sağlar. Bebeğinizi emziriyorsanız bir süre süt ürünlerine, kafeinli içeceklere ve gaz yapan gıdalara ara vermeyi deneyin. Eğer kolik bu gıdalara bağlı ise birkaç gün içinde kaybolacaktır. Ayrıca bebeğinizi inek sütünden hazırlanmış bir mama alıyorsa doktorunuz bunu değiştirmek isteyebilir. Bebeğin ilk ayları başlı başına zor zamanlar. Birde kolik olduğunda daha da yorulabilir, sıkılabilirsiniz. Bu nedenle zaman zaman kendinize zaman ayırmak, kısa süreli evden ayrılmak iyi gelecektir. Koliğin çoğunlukla 3-4’üncü aylarda azalıp kaybolacağını unutmayın. Biraz sabır ile bu zorluğu aşacaksınız. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Özgür bir çocuk için; “3 S, 3 Ö” 03.12.2008 Prof.Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.yankiyazgan.com/ websitesinden alınmıştır. Çocuklar en çok neye ihtiyaç duyar? Sevgi (koşulsuz): Hepimiz çocukları severiz. Ama, çocukların sevildiklerini hissetmeye ihtiyaçları olduğunu unutabiliriz. Sevdiğinizi hissettirmenin en kestirme yollarından birisi birlikte zaman geçirmektir. Sınır (kendini bilebilmesi için): Çocuğun kendisiyle başkaları arasındaki farkları, kendisinin ayrı ve bağımsız bir birey olduğunu hissedebilmesi için, sınırlara ihtiyaç vardır. Sınır dediğiniz de, fazla bir şey değil, yemeğin sofrada yenmesi, uykunun yatakta uyunması, bütün günün bilgisayar başında geçirilmemesi gibi temel düzenlemelerden ibarettir. Sorumluluk (kendine ve başkalarına): Çocukların en az bir sorumluluk üstlenmeleri ve bunu sürdürebilmeleri, gelişimleri için bir gerekliliktir. Kendine karşı bir sorumlulukla başlanabilir. Örneğin, dişlerini fırçalamak, hemen bir sonucu olmayan (ağızdaki ferahlama duygusu dışında), ama şimdi dışına yönelik bir anlam taşıyan bir eylemdir. Övgü: Olumlu görülen hareketin görüldüğü yerde takdir edilmesidir. Övgü inandırıcı olursa bir etki gösterir. İnandırıcı övgü, çocuğun yaptığı hareketle ilişkilidir. Yapılmayan bir harekete, ortada olmayan bir sonuca övgü düzmek, çocuğun özgüveni açısından pek bir yarar getirmeyebilir. Öpücük: Dokunmak, öpmek çocuklara doğrudan bir sevgi aktarımıdır. Özen: Ayrıntılara dikkat ettiğiniz ölçüde özenlisiniz. Çocuklar misafirlerle aynı masada oturtulmaktan, götürüldükleri tiyatro için biletlerin önceden alınmasından kendilerine gösterilen özeni çıkarsayabilirler. Özgürlük ise, yukarıdakilerin ve başka bir çok şeyin doğal sonucudur. Özgürlük, başıboşluk, sınırsızlık ve sorumsuzlukla sıkça karıştırılsa da, kendi sınırlarını bilmeden ve başkalarına karşı sorumluluk taşımadan özgür olunamaz. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Çocuğunuzun Sevgisi 17.10.2008 Prof.Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.guzelgunler.cok/ websitesinden alinmistir. 1. Yeni doğan bebeğiniz, gözlerinizin içine uzun uzun bakar – aslında, sizin yüzünüzü ezberlemek için uğraşır. Dünya hakkında başka hiçbir fikri yoktur, ama sizin önemli birisi olduğunuzu bilir. 2. Siz etrafta yok iken de, bebeğiniz sizi düşünür. 8‐12 ay arasında, siz odadan çıkarken yüzünü buruşturup, canı sıkkın bir şekilde çevreye bakar – ve döndüğünüzde gülümser. 3. Yeni yürümeye başlayan çocuk, öfke nöbetleri geçirir. Yok, bu öfke nöbetleri sizi artık sevmiyor, demek değildir. Size çok güvenmeseydi, bu kadar kırgın ve kızgın olamazdı. 4. Yeni yürümeye başlayan çocuğunuz, düştüğünde, canı yandığında teselli için size koşar. Bu yaştaki çocuklar “Seni seviyorum” u gerçekten anlayamayabilirler, tam anlamıyla kullanamayabilirler; ama davranışları kelimelerinden çok daha etkilidir. Bakışları, sarılışları... 5. Yuva yaşındaki çocuğunuz, bahçeden topladığı çiçekleri, parmak boyasıyla yaptığı kalbi, parlak bir taşı veya herhangi bir başka hediyeyi size verir. 6. Yuvadaki çocuğunuz sizden onay bekler. Ev içinde size daha fazla yardımcı olup, sizi etkilemek için bahane arar. “Bak bana!” demesi, kendini gösterme gayretlerinin bir sloganı olur. 7. İlkokuldaki çocuğunuz, size verdiği sırlarla güvenini gösterir; mesela ilk aşkını veya yaşadığı en utanç verici olayı anlatıverir. Başkalarının yanında, size sarılmak istemese de, sizden uzak gözükse, pek yüz vermese de, siz onun sırdaşısınız. En yakınısınız... Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Bezden Kurtuluş 05.09.2008 Bezden Kurtuluş- Geç olsun, güç olmasın.. Prof. Dr. Yankı Yazgan’ın www.guzelgunler.com web sitesinden alınmıştır. Yeni doğmuş bir bebeğe bez yetiştirmenin ne kadar zor olduğunu tüm anne-babalar bilir. Bu dönemde yeteri kadar beslenen bebekler günde en az 6-8 kez çiş yaparlar. Neredeyse her beslenme sonrasında kaka da vardır bezde. Gece gündüz hiç fark etmez, bebeğin sindirim ve boşaltım sistemleri çalışır durur. İlk ayın sonlarına doğru bebekler genellikle daha uzun aralarla kaka yapmaya başlarlar. Anne sütü ile beslenen kimi bebeklerde süt çok iyi emildiğinden ve geride fazla artık madde bırakmadığından, kaka sıklığı birkaç günde bire düşebilir. Bu durum kabızlık olarak yorumlanmamalıdır. Çoğu bebek ilk birkaç aydan sonra gece boyunca kaka yapmayı bırakacaktır. Bu önemli bir gelişmedir çünkü bu sayede geceleri bez değiştirmek zorunluluğu ortadan kalkar. Anne sütü ya da mamaya ek olarak 4.-6. aylarda ek gıdaların başlanması ile kimi bebeklerde kabızlık (kakanın çok sert olması) görülebilir, bu durum uygun bir yaklaşım ile atlatılabilir. Hayatın ikinci yılında beslenmenin düzeni girmesi ile birlikte sindirim ve boşaltım sistemleri düzenli olarak çalışmaya başlar. Çocuğum bezden vazgeçmeye hazır mı? Anne babaların tuvalet eğitiminin ne zaman verilmesi konusunda ne düşündüklerini sorarsak farklı tavırlar aldıklarını görürüz. Kimi anne-baba çocuğunu bezden ayırmak için uzunca bir zaman hiçbir şey yapmazken, kimisi de erken yaştan itibaren çocuğunu “çişe tutar”. Kendi çocukluklarında tuvalet eğitimi ile ilgili yaşadıkları deneyimler, aile büyüklerinin baskısı, maddi nedenler ya da anaokullarının şart koştuğu kurallar anne babaların bebeklerini bezden ayırma konusunda nasıl davranacaklarını belirlemekte. Peki, biz ne yapmalıyız? Hiçbir şey yapmadan çocuğumuzun bezini bırakmasını, kendi isteği ve iradesi ile tuvaleti kullanmasını beklemek biraz fazla hayalcilik olur. Bizlere düşen görev çocuğumuzun tuvalet eğitimi almaya hazır olup olmadığını anlayıp ona yol göstermek. Bezi bırakmak ya da bırakmamak konusunda ise kararı çocuğumuz verecek. Tuvalet eğitimine ne zaman başlamalı? Çocuğunuzun bezi bırakması için koşulların uygun olmasını beklemekte yarar var. Koşulların uygun olması genellikle 2 yaşından sonra olmakta. Gelişimsel anlamda 2 yaş önemli bir dönüm noktasıdır. Bu yaşta çocuklarda ne gibi değişiklikler olduğuna kısaca göz atalım: İki yaşındaki çocukların çoğu konuşulanları anlamaya başlar, istek ve gereksinimlerini sözle ifade edebilecek hale gelir. Uzun süredir hareketlidir, yürümeye olan hevesini almıştır, gerektiğinde kısa bir süre de olsa oturmaya razıdır. Anne-babayı memnun etmekten keyif alır, büyüdüğünü göstermek ister. Erişkinleri taklit etmekten hoşlanır. Çişini ve kakasını istemli olarak tutmasını sağlayacak olan kasları ve sinir sistemi ancak gelişmiştir. Çocuk duygusal ve gelişimsel olarak ne kadar hazır olursa olsun fiziksel olarak hazır değilse tuvalet eğitimine başlamak ona büyük haksızlık olur, kendine olan güvenini sarsmaktan başka bir işe yaramaz. İki yaş civarında çocuklar zıtlaşmaya bayılırlar. Çocuğunuz zıtlaşma döneminden geçiyor, siz ak dediğinizde kara diyorsa tuvalet eğitimine başlamak için acele etmeyin. İki yaşındaki çocuklar kendilerini göstermeye, erişkinleri taklit etmeye bayılırlar. Çocuğunuz sizin gibi büyük olmak istiyor, sizi taklit ediyorsa tuvalet eğitimi için ilk adımları atmaya başlayabilirsiniz. Çocuğunuz tuvalet eğitimine hazır olduğunun belirtileri Çiş ve kakasını tutabilmesini sağlayacak olan kaslarının kontrolü gelişmiş İdrar ve dışkıyı tutma ile ilgili sinir sistemi gelişimini tamamlamış (18-20 ay) Çiş, kaka, tuvalet, kirli, lazımlık, ıslak gibi kelimelerin anlamını biliyor Zıtlaşma döneminde değil Kabızlık sorunu yok Bezinin ıslak olmasından rahatsız oluyor; değişmesini tercih ediyor Kirli bezle gezmekten rahatsız oluyor, bezi kirlendiğinde haber verebiliyor Tuvalet ile kuru kalmak arasında ilişki olduğunu biliyor Mesanesinin ya da barsaklarının dolu olduğunu anlayabiliyor Kısa bir süre için kakasını ya da çişini yapmayı erteleyebiliyor Anne ve babasını memnun etmek, bağımsız olmak istiyor Düzen ve temizliğe karşı ilgisi artmış Kendi kendine çamaşırlarını indirip giyebiliyor Çocuğunuz hazır olduğunda... Çocuğunuz bezi bırakmaya hazır olduğunu çeşitli yollarla size gösteriyorsa tuvalet eğitimine başlayabilirsiniz. Tuvalet eğitimine başlamadan önceki dönemde bezini kirlettiğini fark ettiğinizde fazla beklemeden bezini değiştirin. Altının temiz olmasına alışması, kirli olmasından rahatsız olması işinizi kolaylaştıracaktır. Bezini kirlettiğinde haber vermesini öğretin. Tuvalet eğitimine başlayacağınızda öncelikle bir “lazımlık” alın, çocuğunuzun gün içinde en çok zaman geçirdiği odaya, kolayca ulaşabileceği bir yere koyun. İsterse başka yerlere de taşımasına izin verin. Artık büyüdüğünü, kocaman bir çocuk olduğu için kendine ait bir tuvalet sahibi olmaya hak kazandığını söyleyin. İlk günlerde giyinik halde iken lazımlığa oturmaya teşvik edin. Ancak asla zorlamayın. Lazımlığa oturup kitap bakmasına, oyun oynamasına, bir şeyler yemesine izin verin. Özellikle yemek sonralarında lazımlığa oturması için çalışın. Yemek sonralarında sindirim sisteminde hareketlenme olacağından lazımlıkta iken çiş, kaka yapma ihtimali daha yüksek olacaktır. Giyinik bir şekilde lazımlığında otururken çiş ya da kaka yaparsa onu kutlayın. Bezini çıkarıp kakasını lazımlığın içine atın. Fazla abartılı davranmadan onunla gurur duyduğunuzu belirtin. Henüz lazımlığa oturmak istemiyor, hiçbir ilgi göstermiyorsa zorlamayın. Lazımlığı birkaç hafta için ortadan kaldırın. Daha sonra tekrar deneyin. Çocuğunuz tuvalet ihtiyacı olduğunu belirtmedikçe tuvalet ve lazımlıktan söz etmeyin, diretici olmayın. Giysili olarak lazımlığa oturmaya alıştıysa bezini çıkarak oturmayı teklif edin. İstemezse zorlamayın. Bezsiz oturuyorsa onu takdir ettiğinizi gösterin. Anne babaların, büyük ağabey ve ablaların tuvalete böyle oturduklarını söyleyin. Bu yaştaki çocuklar büyükleri taklit etmeye bayılırlar. Evde bezsiz dolaşmasına izin verin. İhtiyacı olduğunda ya da canı istediğinde lazımlığa oturabileceğini söyleyin. Bezsizken çiş ya da kakasını lazımlığa ya da klozete yaparsa hoşnutluğunuzu belli edin. Lazımlığın içindekilere bakmasına izin verin. Çiş ya da kakasına hayretle bakmasına şaşırmayın. Bezsiz dolaşırken çişini ya da kakasını kaçırırsa sorun yapmayın. Henüz uzun süreler bezsiz dolaşmaya hazır olmayabilir. Asla kızmayın, cezalandırıcı olmayın. Tekrar bezli dolaştırmaya başlayabilirsiniz. Bu durumu başarısızlık olarak değerlendirmeyin. Tuvalet eğitimini bir sınav ya da görev haline getirmeyin. Bazı çocuklar klozet üzerine takılan adaptörler yardımı ile klozeti kullanmayı tercih ederler. Çocuklar klozette sifon çekildiğinde kakanın kaybolmasını hayretle izlerler. Kakasıyla vedalaşmasına izin verin; kakanın arkasından “güle güle kaka, yine gel” diyebilirsiniz. İstiyorsa sifonu çekmesine izin verin. İşi bittiğinde ellerini yıkaması gerektiğini öğretin. Bazı çocuklar sifonun çekilmesinden ürkerler. Suyun kendilerini de alıp götürebileceğini düşünürler. Çocuğunuz klozette otururken sifonu çekmeyin. Çocuğunuzun bağımsızlığını her zaman destekleyin. Lazımlığı ya da tuvaleti istediği zaman kullanabileceğini gösterin. Uygun zamanda, uygun yöntemle başladıysanız çocuğunuz kısa tuvalet eğitimini tamamlayacaktır. Geceleri bez bağlamalı mı? Çocuğunuz gün boyunca temiz ve kuru kalabiliyor, kendi kendine lazımlık ya da tuvaleti kullanabiliyorsa bile geceleri kuru kalması biraz zaman alabilir. Çocuklar genellikle en erken 3 yaşından sonra gece bezsiz yatabilecek hale gelirler. Kız çocukları erkek çocuklardan daha çabuk gece bezinden kurtulurlar. Evde daha büyük çocuk olması da gece bezinden kurtulmayı hızlandırabilir. Çocuğunuz yatmadan önce süt ya da benzeri sıvılar alıyorsa bir süre daha beklemenizde yarar var. Gece bezini çıkartmaya karar verdiğinizde başarılı olabilmek için ona destek olmanız iyi olur. Gece bezini çıkartmaya karar vermeden önce çocuğunuzun gündüz uykusu sırasında ya da 4-6 saat boyunca kuru kaldığına emin olun. Gece bezini çıkaracaksanız yatıştan önceki 2 saat sıvı vermeyin. Yatmadan önce tuvalete gitmesini sağlayın. Gece gerekirse tuvaleti kullanmak üzere sizi yardıma çağırabileceğini söyleyin. Lazımlığını odasında, yatağına yakın bir yerde bulundurun; gece gerektiğinde kolayca ulaşabilsin. Olası kazalara karşı yatağın altına sızdırmaz bir çarşaf örtmeyi ihmal etmeyin. Sabah kuru kalktığında ödüllendirin. Tuvalet eğitimi iyi gitmiyorsa... Tuvalet eğitiminde sorunlar yaşanmasının pek çok nedeni olabilir. En sık rastlanan nedenlere kısaca göz atalım: Çocuk henüz tuvalet eğitimi almaya hazır olmayabilir: İki yaşını geçmiş olmasına rağmen henüz fiziksel ve gelişimsel olarak çişini ve kakasını tutmaya hazır olmayan pek çok çocuk var. Çocuğunuz tam olarak hazır değilken eğitime başlamak süreci gereksiz yere uzatacaktır. Tuvalet eğitiminin zamanlaması iyi olmayabilir: Çocuğun her şeye hayır diyorsa, sizinle zıtlaşma içindeyse tuvalet eğitimi vermeye çalışmayın. Ayrıca çocuğun hayatında ciddi değişiklikler varsa (örneğin: taşınma, kardeş doğumu, anne baba ayrılığ hastalık gibi) tuvalet eğitimi girişimleriniz boşa çıkabilir. Evdeki hayatın düzene girmesini, zıtlaşma döneminin geçmesini bekleyin. Çocuğunuz üzerinde baskı hissediyor olabilir: Çocuğunuz kendi isteği ile tuvalet eğitimine başladıysa bezden kurtulması daha kolay olacaktır. Tuvalet eğitimi sürecini hızlandırmaya çalışmanız ters tepebilir. Eğer sizin bu konuda baskınızı üzerinde hissederse gerginleşebilir, kabızlık gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Tuvalet eğitiminde hızı çocuğunuzun belirlemesine fırsat tanıyın. Onu destekleyin, ancak hızlandırmaya çalışmayın. Tuvalet eğitimi sırasında başarısızlık nedeniyle cezalandırılmış olabilir: Çocuğunuz lazımlık ya da klozet yerine yeri ya da çamaşırlarını kirlettiğinde ona kızmayın. Asla cezalandırmayın. Kızgınlık ya da cezalandırma ile tuvalet eğitiminde yol almanız pek mümkün değil. Çocuğunuz ceza göreceği korkusuyla kakasını tutmaya başlayabilir. Bu durum daha sonra düzeltmesi çok daha zor olacak olan kabızlığa yol açabilir. Çocuğunuzda kabızlık gelişirse... Çocuğunuz dışarıdan gelen baskılara karşı ya da kendi iç çatışmaları nedeniyle kakasını uzun süreler tutmaya başlayabilir. Dışarı atılamayan kaka barsak içinde iyice katılaşmaya başlar. Taş gibi sertleşen kaka anüsten çıkarken ufak çatlaklara, yırtıklara neden olabilir. Böyle bir durumda çocuk kakasını yaparken canı çok acıyacaktır. Bir dahaki sefere tekrar canı acıyacağını düşündüğünden kakasını tutmaya çalışacaktır. Bu kısır döngü sonucunda barsak sistemi genişleyecek, günlerce kaka yapılmaması sonrasında kakasını tutamaz hale gelecek, çamaşırlarına kakasını kaçıracaktır. Bu durumun gelişmekte olduğunu görürseniz, işler çığırından çıkmadan önlem almanızda yarar var: Tuvalet eğitimi ile ilgili çocuğunuzun üzerindeki tüm baskıları kaldırın. Tekrar bez bağlamaya başlayabilirsiniz. Kakasını yaparken canının acımasını önlemek için gerekli olan önlemleri alın. Öncelikle anüste birikmiş kaka tıkacı varsa doktorun önereceği bir yöntemle tıkacın çıkarılmasını sağlayın. Aynı zamanda kakayı yumuşak tutacak barsak düzenleyici bir ilaca da doktor gözetimi altında başlamak gerekecektir. Çatlağın düzelmesini hızlandırmak amacıyla anüse vazelin ya da zeytinyağı sürmeyi ihmal etmeyin. Beslenmesine dikkat edin, kabızlığı arttıracak gıdalardan uzak durun, bol su verin, posalı gıdalar almasını sağlayın. Bir süre için kakasını istemli olarak tutamayacağı kadar sulu kıvamda tutmaya çalışın. Böylelikle kaka yaparken canının acıdığını unutacaktır. Düzenli olarak özellikle yemek sonralarında lazımlığa ya da tuvalete oturmaya teşvik edin, ancak asla zorlamayın. Yatağını ıslatıyorsa... Altı yaşından küçük pek çok çocuk gündüz çişini tutabilirse de gece kaçırabilir. Yatak ıslatma, erkek çocuklarda kızlardan daha sık görülür. Bazı çocukların mesaneleri gece boyunca biriken çişi tutabilecek kapasitede değildir. Kimi çocukta ise mesane dolduğunda çocuğun uyanmasını sağlayacak sistem tam gelişmiş değildir. Gece çiş kaçırmanın genetik bir yanı olduğu da unutulmamalıdır. Çocuğunuz gece yatağını ıslatıyorsa kendisinden utanıyor olabilir, kendine verdiği değer azalabilir. Çocuğunuzun kendisi ile ilgili olumsuz düşünceleri ve kaygıları varsa ona destek olmak gerekecektir. Gece çiş kaçırmayı azaltabilmek için anne babaların yapabileceği bazı şeyler var: Çocuğunuza gündüzleri çişini bir süre tutmasını söyleyebilirsiniz. Her gün bu süreyi biraz arttırabilirsiniz. Çocuğunuzla yatmadan önce konuşarak gece çiş yapması için uyandırabilirsiniz. Gündüz aldığı sıvı miktarını arttırarak ve çişini giderek daha uzun süreler tutmasını önererek mesane kapasitesini arttırmasına yardımcı olabilirsiniz. Özellikle erkek çocuklar için baba desteği önemli olacaktır. Gece yatmadan önce sıvı alımını azaltmasını sağlayabilirsiniz. Çocuğunuz da istekliyse gece tuvalete gitmesi için saat kurup başucuna koyabilirsiniz. Cezanın işe yaramayacağını aklınızdan çıkarmayın. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Bebeğinizle İletişim Kurmak 22.08.2008 Prof. Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.guzelgunler.com/ web sitesinden alınmıştır. Bebeğiniz ile iletişiminiz anne karnında başlar. Anne karnındaki bebek 16. haftadan itibaren duyduğu seslere, hareket ederek ve kalp atışlarındaki değişiklik ile tepki vermeye başlar. Bebeğe en güçlü ulaşan ses ise annesinin sesidir. Bebekler anne karnında 26 haftalık iken annelerinin sesinin ritmini, iniş çıkışlarını ayırt edebilirler. Annesi sakin bir sesle yavaşça ve basit cümleler kurduğunda bebeğin kalp atışları yavaşlar. Hamileliğin son 3 ayında ise bebek müzik ya da gürültü duyduğunda tekme atar, duyduğu sese göre tepki gösterir. Anne karnında sesle ilgili yaşanan deneyimler doğum sonrasında da etkilerini devam ettirir. Bebekler işitme duyuları gelişmiş olarak doğarlar. Doğum sonrasında da anne sesi ve annenin kalp atışına benzeyen sesler bebeği çok rahatlatır. Anne, bebeğini ilk kucağına aldığı andan itibaren bebekte bir güven hissi oluşmaya başlar ve bebek sevildiğini, korunduğunu, ihtiyaçlarının karşılanacağını hissettikçe anne-bebek iletişimi gelişir. Bebeklerin dil gelişimleri doğumlarından başlayarak kurdukları güven verici ilişki sayesinde ilerler. Anne ve bebek doğumdan itibaren kendi özel dillerini oluşturur ve böylelikle dil gelişiminden önce iletişim kurarlar. Bebekler doğuştan yabancı ses ve kelimeleri ayırt edebilme becerilerine sahiptirler. Bu becerileri büyüdükçe azalır ve bu nedenle bebeklerin yabancı dil öğrenmeleri yetişkinlere göre daha kolaydır. Fakat bebeğinizi hazır olmadığı hiçbir şeyi öğrenmesi için zorlamayın. Önemli olan bebeğinizin kendini güvende hissettiği bir ortamda, tanıdığı kişilerle sağlıklı iletişim kurabilmesi ve bu iletişim ile dil gelişimini destekleyebilmesidir. Bebeğin doğumundan sonraki ilk haftalar ve aylarda bebekler iletişim kurmayla ilgili yeni şeyler keşfederler. Annenin mimikleri, canlılığı, değişken ses tonu bebeğin ilgisini çekmeye başlar ve bebek gülümseyerek, ayaklarını ve kollarını oynatarak tepki gösterir. Bebekler zamanla göz teması kurmaya, anne sesini dinlemeye, anneyi gözlemlemeye ve annenin yüz ifadesindeki değişiklikleri fark edebilmeye başlarlar böylece anne-bebek iletişimi yeni bir boyut kazanır. Doğumdan sonraki ilk sekiz ayda bebekler çevrelerindeki kişileri incelemeye ve onlarla sosyal iletişim kurabilmeye başlarlar. Bu sosyal ve duyusal gelişimler bebeğin iletişim kurma becerisinin ilk adımlarıdır. Bebeğinizle oyunlar oynayarak onun iletişim kurma becerilerinin gelişmesine yardımcı olabilirsiniz. Sırayla birbirinize gülümseyerek veya konuşarak oynanan oyunlar bebeklere başkalarıyla ilişki kurmanın olumlu ve eğlenceli olduğunu gösterir. Bebeğinizle iletişimin en önemli yanlarından biri ise ikinizin de aldığı keyiftir. Bebeğinizle iletişim kurmaya çalışırken her bebeğin farklı olduğunu unutmayın. Bir bebeği sakinleştiren şeyler başka bir bebeği heyecanlandırabilir. Kendinize, içgüdülerinize ve en önemlisi bebeğinizin yönlendirmesine güvenin. Paylaşacağınız bu keyifli deneyimler bebeğinizin kendini güvende hissetmesini sağlayacak, onu motive edecek ve gelişimini destekleyecektir. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Uyku 08.08.2008 Hergün Yaşanan Ayrılık Prof. Dr. Yankı Yazgan’ın http://www.guzelgunler.com/ web sitesinden alınmıştır. Uyku, hayatımızın gündelik bir dönüm noktasıdır. Her akşam, çocuk anne-babasından ayrılır. Ne olduğunu tam da bilmediği bir dünyaya, uykunun dünyasına gider; sabaha geri dönmek üzere. Bu ayrılık noktasında, çocuklar tedirginleşebilir, ayrılmak istemeyebilirler. Uyandığında herkesi ve herşeyi bıraktığı gibi bulabileceğinden emin olmak isterler. Günlerinin nasıl geçtiği, geceye, uykuya geçişlerini belirleyebilir. Uyku tarzı, bir bakıma, pek de kolay değişmeyen bir özellik olarak, çocuğun yapısı, özellikleri ve bilhassa ayrı olmaya dayanıklılığı hakkında fikir vericidir. Bu dönüm noktasının en uygun nasıl geçileceğini bilebilmek için uykuyu tanımalıyız. Bu yazıda uykunun özellikleri ve uykuyu kolaylaştırıcı düzenlemeler hakkında bilgiler bulacaksınız. Niçin uyuruz? Uyku vücudumuzun olmazsa olmaz bir fonksiyonu. Uykusuz yaşayamayacağımızı hepimiz biliyoruz; sadece gözleri kapatıp dinlenmek uykunun yerini tutmuyor. Uykuya bu kadar gereksinim duyanlar sadece biz insanlar değiliz, tüm canlıların o ya da bu şekilde uyku uyuduğu biliniyor. Peki ama, hepimiz neden uyuyoruz? Neden uyuduğumuz sorusunun yanıtı henüz bulunamamış durumda. Uykunun hafıza ve hatırlama ile ilgili olduğuna dair bilgiler var. Ayrıca bağışıklık sistemimize etkisi olduğu, bu nedenle hastalıklar sırasında iyi bir uykunun iyileştirmeyi hızlandırdığına inanılıyor. Uykunun gelişmekte olan beyin için büyük önemi olsa gerek, ne de olsa en çok küçük çocuklar, yani beyni en çok ve en hızlı gelişenler uyuyor. Bebeklerde uykunun beynin yapılanması ve yeni edinilen becerilerin beyinde yerleşikleşmesi üzerine önemli etkisi olduğu düşünülüyor. Ayrıca büyümeyi etkileyen bazı hormonlar daha çok geceleri salınıyorlar. “Çocuklar uyusun da büyüsün” sözü boşa değil; söyleyenlerin bir bildiği olsa gerek. Uyku döngüsü Uyku konusunda yapılan beyin çalışmaları uykunun birbirini takip eden, birbirinden farklı bölümlerden oluştuğunu göstermekte. Uyku süresince beynimizin aktivitesi göz önüne alındığında uykuyu 2 ana kısma ayırmak mümkün: REM ve non-REM uykusu. Gece boyunca bu iki tip uyku arasında gidip geliriz. REM uykusu sırasında uyandırılmak daha kolaydır, uyandığımızda genellikle kendimizi dinlenmiş hissederiz. Bu dönemde beynimizde müthiş bir hareketlilik vardır. REM uykusu sırasında görürüz rüyalarımızı, kabuslarımızı. Sabaha doğru daha uzun sürelerle REM uykusunda kalırız. Bu dönemde kalp atışımız, soluk alıp verişimiz düzensizleşebilir, göz, diyafram ve bazı solunum kaslarımız dışındaki istemli kaslarımız pek işlemez. Non-REM uyku ise giderek derinleşen bir uyku dönemidir. Bu dönemin sonunda ağır bir uykuya dalarız. Sonrasında REM uykusu başlar, kimi zaman arada uyanır gibi olabiliriz. NonREM uykusunda vücut fonksiyonlarımız en düşük seviyelerdedir. Non-REM uyku sırasında uyandırılmak zordur, uyansak bile sersem gibi oluruz. Özellikle çocuklarda uykunun ilk 2-3 saati derin uykuda geçirilir. Uyanıkken çok aktif olunması, gün içinde yorulma sonucunda ağır uykunun süresi uzar. Az uyuduğumuzda, ertesi gün daha derin uyuruz. Öğleden sonra uykusunu kaldırdığımızda, çocuklar daha derin uyumaya başlarlar. Bir uyku dönemi yaşa göre farklılıklar göstermekle birlikte ortalama olarak yaklaşık 90-120 dakika sürer. Gece boyunca 4-5 kez tekrarlanır. Bu dönemler bebeklerde daha kısa sürebilir, daha çok sayıda tekrarlanır. Hangi yaşta ne kadar uyku? Yenidoğan bebekler günün 16-23 saatini uykuda geçirirler. İlk aylarda bebekler gün içinde sık sık ve kısa sürelerle uyurlar. Altı aylık bebekler günde 14 saat, 12 aylık bebekler ise yaklaşık olarak 13 saat uyku uyur. Gündüz uykusu sayısı genellikle 1 yaş civarında ikiye, 18 ay civarında bire iner. İki yaşındaki bir çocuğun günde 10-12 saatlik bir gece uykusu ve 1-2 saatlik bir öğleden sonra uykusu olması beklenir. Öğleden sonra uykusunun süresi giderek azalırken gece uykuya yatış saati sabit kalır. Altı dokuz yaş arasındaki çocuklar ortalama olarak 11, 12 yaşındaki çocuklar 10 saatlik gece uykusu uyurlar. Bu yaşlardaki çocuklar uyku sırasında daha sakindir, daha az hareket ederler. Ergenliğin başlaması ile birlikte uykuya olan gereksinim artar. Ancak yapılan çalışmalar bu yaşlardaki çocukların gereğinden az uyku uyuduklarını göstermektedir. Yukarıda verilen süreler ortalama sürelerdir. Kişiden kişiye ciddi farklılıklar gözlenebilir. Çocuğunuz bu sürelerden daha fazla ya da az uyuyorsa telaşlanmayın. Uykunun gelişimi Yenidoğan bir bebek için başlangıçta gece gündüz arasında uyku açısından bir fark yoktur. Bebek ilk zamanlar gün boyu sık sık uykuya dalar ve kısa sürelerle uykuda kalır. Bebeğe gece gündüz farkını öğretmek için gündüz daha gürültülü, canlı bir ortam yaratırken gece mümkün olduğu kadar sessiz olmak gerekir. Gündüz onunla bol bol konuşup oynamak, gece ise gerekmedikçe ışık açmamak, konuşmamak, gereksinimlerini karşılayıp odadan çıkmak uyku düzeninin oluşması için bebeğe yardımcı olacaktır. Bebek 2 aylık olduğunda beyin gelişimine paralel olarak uyku düzeninde de ciddi değişimler olur. Vücudun biyolojik saati oluşmaya başlamıştır. Zamanla toplam uyku süresi kısalırken bebek bir seferde daha uzun süre uykuda kalabilir. Üç aylık bebeklerin yaklaşık % 50’si geceyarısından sonra en az 5 saat anne babaya gereksinim duymadan uyuyabilecek duruma gelirler. Emzirilen ya da erken doğmuş bebeklerde bu düzen biraz daha geç oluşmaktadır.Yabancılamanın başlaması ile birlikte 6 aydan sonra gece uykularında bir miktar bozulma görülebilir. Dokuz ay civarında ayrılık anksiyetesinin gelişmesi de uykuyu olumsuz etkileyebilir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu dönemde bebekler kendilerini güvende hissederlerse ve kendi kendilerini rahatlatabilmenin yollarını bulurlarsa uykuya dalmaları ve uykuda kalmaları daha kolay olacaktır. Üç yaş civarında gündüz uykusunun bırakılması sonrasında çocuklar daha derin uyumaya başlarlar. Beş ile yedi yaş civarındaki çocuklar fizyolojik olarak en iyi uyuyan çocuklardır. Uyanık iken cin gibi olurlar, uykuda iken derin uyurlar. Ergenlikte biyolojik olarak önemli değişiklikler olur. Bu dönemde uykuya gereksinim artsa da, ergenler geç saatlere kadar uyanık kalır, sabah ta okula gittiklerinden erken kalkarlar. Bu nedenlerle gün boyu uykulu uykulu dolaşırlar. Bebek nerede ve nasıl yatacak? Beşik ya da karyolada yatacak, Sırtüstü yatacak, Yatağı sert olacak, Yatağında yastık ve benzeri yumuşak nesneler olmayacak, Karyolanın parmaklıkları arasındaki mesafe en fazla 7 cm olacak, Yatağa yattığında ayakları yatağın ayakucuna gelecek, üst kısımda yer kalacak şekilde yatırılacak. Neden sırtüstü yatırmalıyız? Ani beşik ölümünü önlemek için bebeklerin sırtüstü yatırılması öneriliyor. Ani beşik ölümü en sık iki‐beş aylık bebeklerde görülür. Soğuk aylarda daha sıktır. Yüzüstü yatanlarda daha çok görülür. Sırtüstü yatış güvenlidir. Bebek kussa bile önemli bir soruna yol açmaz. Sırtüstü yatış kafa şeklini etkileyebilir. Yan yatırmak ta uygundur ancak bebeklerin yandan yüzüstüne dönebileceği unutulmamalıdır. Uyu yavrum uyu... Uykuya dalmak bebek için her gece yaşanan bir ayrılık. Bu ayrılığı bebeğimiz için nasıl kolaylaştırabiliriz? Aşağıda bazı önerilerimiz var: Uyku merasimini ihmal etmeyin. Bebekler ve çocuklar açısından düzen ve belirlilik çok rahatlatıcıdır. Uyku saatinde her akşam aynı şeyleri belli bir sıra ile yapmak uykuya geçişi kolaylaştıracaktır. Örn: banyo, masaj, emzirme, ışıkların kapanması, ninni, yatağa yatış gibi. Uyku saati öncesinde sakin bir ortam yaratın. Yatış öncesi fazla gürültü, patırtı uykuyu bozabilir. Bebeğinizin uykusu geldiğinde fazla zaman kaybetmeden yatışa geçin. Gecikirseniz uykuya dalmakta zorlanabilir. Bebeğinizin uyku saatinde pozitif olmaya çalışın, çok gerginseniz bir başkasından yardım isteyin. Bebeğinizi uykulu ama henüz uykuya dalmamışken yatağa yatırın. Odasında sıcaklığın uygun olmasını sağlayın. Bebekler için ideal oda sıcaklığı 22‐24°C’dir. Bebeğinizin emzik ya da meme ile uyumasına izin vermeyin. Bebeğinizin uyku ile bağdaştırdığı bir alışkanlığı (örn. Parmak emme, battaniye kenarı ile oynama), beraber uyumayı sevdiği bir oyuncağı olup olmadığını düşünün. Varsa onu kullanabilirsiniz. Ya gece uyandığında ? Gece uyanmalarının nedenlerini, nasıl azaltılabileceklerini anlayabilmek için önce gece nasıl ve neden uyandığımıza bir göz atalım. Hepimiz gece boyunca REM ve non-REM uyku dönemleri arasında defalarca uyanır gibi oluruz ancak hemen uykuya geri dalarız, genellikle de sonradan uyandığımızı hatırlamayız. Bu kısa uyanmalar sırada biraz fazla uyanık kalırsak, ya da ilk uykuya daldığımız yerden farklı bir yerde bulursak kendimizi, uykumuz açılır, tekrar uykuya dalmak zorlaşır. Bebekler için buna ek olarak ilk kez uykuya dalarken ne yaptıkları da önemlidir. Kendilerini güvende hissedip tekrar uykuya dalabilmek için aynı eylemi gerçekleştirmeleri gerekir. Eğer bebeği sallayarak, emzirerek, ya da yanımızda yatırarak uyutuyorsak, emzik veriyor, televizyon izletiyor ya da müzik dinletiyorsak gece uyandığında da aynı şeyleri yapmak zorunda kalacağımızı unutmamalıyız. Bu dönemde bebeklerin kendi kendilerini rahatlatmak için bir yöntem bulmaları sağlıklı bir uyku düzeni oluşturmak açısından çok önemlidir. Uykuya dalabilmek için bazı bebekler parmak emer, bazıları saçları ile ya da yorgan kenarıyla oynarlar. Bebeğinizin böyle bir alışkanlığı varsa şanslısınız; bebeğiniz gece uyandığında aynı şeyleri yaparak kendi kendine uykuya dalacak, sizi uyandırmayacaktır. Küçük yaştan itibaren bebeğinizin gece uyanmasını önlemek için alabileceğiniz bazı önlemler var: Gece bebeğiniz uyandığında onunla konuşmayın, yanında mümkün olduğunca kısa süre kalın. Gece çok gerekmedikçe bezini değiştirmeyin. Altı aydan sonra gece mama miktarını ya da emme süresini yavaş yavaş azaltarak kesmeye çalışın. Uyku merasimini ihmal etmeyin. Uyku alışkanlığını nasıl değiştirebilirim? Bebeklerde uyku alışkanlığının değiştirilmesi çok kolay olmasa da imkansız değildir. Burada amaç bebeğin kendi kendine uyumasını sağlamaktır. Aşağıdaki temel kurallara her koşulda uyarsanız bu amaca ulaşırsınız: Uyku ile ilgili değişiklikleri planlarken ne hızla gideceğinizi önceden planlayın. Bu planı yaparken bebeğinizin karakterini ve kendi duygularınızı göz önünde bulundurun Makul olun, kendinizi altından kalkamayacağınız bir duruma sokmayın. Aylardır kucakta sallayarak uyuttuğunuz bebeğin yatağa yatırıldığında hemen kendi kendine uyumasını beklemeyin. Planı bir kez uygulamaya soktuktan sonra asla geri adım atmayın. Gerekiyorsa çok yavaş ilerleyin. Her zaman tutarlı olun. Ailedeki diğer fertlerin de aynı şekilde davranmasını sağlayın. Kendinize özen gösterin, pozitif olmaya çalışın. Gerektiğinde destek alın. Yapmaya çalıştığınız değişikliğin bebeğinizin yararına olduğunu, ilerde daha rahat uyuması için bu zorluklara katlandığınızı unutmayın. Kabuslar ve gece terörleri okul öncesi çocuklarda en sık görülen uyku bozukluklarıdır. Bu sorunlara kısaca göz atalım: Kabuslar Genellikle gecenin ikinci yarısında olan ürkütücü rüyalardır. Kabus sonrasında çocuklar tamamen uyanırlar, korku içindedirler, tekrar uykuya dalmakta zorluk çekebilirler. Gördükleri kabusu anlatabilirler. Çocuğunuz kabus gördüyse yanına gidip onu sakinleştirin. Rüya görmüş olduğunu söyleyin. Ona zarar gelmesine izin vermeyeceğinizi anlatın. Geri uykuya dalabilmesi için gerekirse odasında ışığı bir süre açık tutun. Gece terörü Daha nadir görülen bir uyku bozukluğudur. Genellikle çocuk uykuya daldıktan sonraki ilk saatlerde görülür. Yeterli uyku uyumama, gün içinde fazla uyaran sonrasında daha sık görülür. Derin uykudan hafif uykuya geçerken olur. Gece terörü yaşamakta olan bir çocuğu uyandırmak çok zordur. Bağırıp çağırır, garip davranır, anne babayı tanımaz. Gece terörü bazen bir saate yakın sürer. Bittiğinde çocuk hemen uykuya dalar, uyandığında olan biteni hatırlamaz. Çocuğunuz uyku terörü yaşıyorsa öncelikle sakin olun, korkacak bir durum değildir. Çocuğunuzu uyandırmaya çalışmayın ancak yataktan çıkmaya çalışırsa engel olun. Akşam aktivitesini sınırlandırın, uyku süresini gözden geçirin. Çok sık olmaya başlarsa doktorunuza danışın. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Oyun: Hayata hazırlık 25.07.2008 Oyun: Hayata hazırlık.. www.guzelgunler.com İlk yıl Çocukken, oyun oynarken ne kadar keyif aldığınızı hatırlıyor musunuz? Yerde oturmuş, küpleri birbiri üstüne koyarak kule yapmaya çalışıyorsunuz. Ardından bir yandan elinizdeki arabayı kuleye doğru sürerken bir yandan da “vınn, güm” sesleri çıkarmaktasınız. Kule yıkılırken diğer elinizdeki “şakacıktan” polis rolündeki oyuncak bebek olaya el koyuyor ve suçluları yakalıyor. Böyle bir oyun bize ne çok şey öğretiyor değil mi? Niçin oyun oynarız? Çocuk için oyun, basit bir boş zaman uğraşı olarak düşünülmemeli. Oyun çocuklara hayatı tanımaları ve arkadaşlık, paylaşma ve kendine güven duygularını geliştirmeleri için fırsat verir. Oyun aracılığıyla çocuklar, kendilerini ve etraflarında olan biteni test etme olanağı buluyorlar. Oyun oynarken paylaşarak, görev dağılımı yaparak hem eğleniyor hem de öğreniyorlar; kısacası hayatı keşfediyorlar. Birbirleriyle kurdukları bu iletişim onların duygusal ve psikolojik olarak gelişimlerini sağlıyor. Ayrıca ulaşmak istedikleri sonuç, zihinsel ve bedensel gelişimlerini de etkiliyor. Çocukların farklı hızlarda geliştiklerini biliyoruz. Aynı zamanda ilgi alanları ve becerileri de birbirinden çok farklı olabiliyor. Kimi çocuk fiziksel aktivite gerektiren oyunları tercih ederken başkaları hayali oyun kurmaya meraklı olabilir, kimi ise uzun süre konsantrasyon gerektiren zihinsel oyunlar oynamayı sevebilir. Bu nedenle oyun ve oyuncak seçerken çocuğunuzun gelişimsel düzeyini ve ilgi alanlarını göz önünde bulundurmanız iyi olur. Bazen çocuklar bir süreliğine belli bir oyuna takılıp kalırlar, diğer oyunları oynamak istemezler. Bu durum belli becerilerin iyice pekiştirilmesi için gerekli olan doğal bir süreçtir. Söz konusu olan beceri tam olarak yerleştikten sonra çocuk farklı oyunlara geçecektir. Hangi yaşta ne tip oyunlar ve oyuncaklar? Çocuklarımızın yaşadıkları ortamların güvenli olması gerektiğini her fırsatta söylüyoruz. Öte yandan çevrelerinde merak uyandıracak nesnelere de gereksinim var. Çocukların normal gelişmeleri için bu nesnelerin çok pahalı oyuncaklar olmasına gerek yok. Bizlere en sık sorulan sorulardan bir olan oyun ve oyuncak seçimi konusuna ayrıntısıyla değinmek istiyoruz. Yaşa ve gelişimsel düzeye uygun oyuncak seçimi çocuğunuzun becerilerini zevk alarak geliştirmesine katkıda bulunacaktır. Doğumdan 3 aya kadar Bebeğiniz doğumdan itibaren öğrenme ve oyun oynama yetisine sahiptir. Çevresinin farkındadır. Ancak hayatta kalabilmesini sağlayan bazı refleksler nedeniyle hareketlerini kontrol etmekte zorluk çeker. Üçüncü ayın sonuna doğru refleks hareketler azalacak ve bebeğiniz istemli hareketler yapabilmeye başlayacak. Bu dönemde bebek günün büyük bölümünü uykuda geçirse de uyanık olduğunda çevresini tanımaya ve anlamaya çalışır. İlk 3 ayda onun için en eğlenceli oyuncak konuşan, gülen, şarkı söyleyen ve onu kucağında taşıyan insandır. Görme yetisi tam olarak gelişmemiştir, ancak 20-30 cm.lik bir uzaklığı net görür. Bakmayı en çok sevdiği şey insan yüzüdür. Karşısına geçip bol bol konuşun. Ayrıca parlak, kontrastlı renkler, hareket eden nesneler de ilgisini çeker. Yatağının üzerine bir dönence asın. Üçüncü ay civarında ellerine hakimiyetinin artmasıyla ellerini keşfedecek, gözünün önünde hareket eden ellerini uzun uzun seyredecektir. İkinci aydan itibaren ellerini açık tutmaya başlayacak olan bebeğinizin eline bir çıngırak verin. 3-6 ay Bebeğiniz 3 ayını geçtiğinde artık hem başına hem de ellerine daha hakim hale gelecektir. Önüne uzattığınız nesnelere uzanacak ve eline alacak. Hatta ağzına götürmeye başlayacak. Destekle oturabilecek, ya da dönebilecek hale gelecektir. Bebeğinizi destekle oturtarak önüne bir eliyle kavrayabileceği çeşitli dokularda oyuncaklar koyun. Oyuncak anahtarlık, yutamayacağı büyüklükteki küpler, yumuşak toplar bu oyuncaklara birkaç örnek. Bebeğinizi yere sereceğiniz bir örtünün üzerine yüzükoyun bırakın. Önüne çeşitli renk ve şekillerde oyuncaklar koyun. Bu aktivite başını dik tutabilmesi için de yararlı olacaktır. 6-9 ay Artık bebeğiniz kendi kendine oturabilir hale gelecek. Bu dönemde dönmeye, hatta emeklemeye başlayacaktır. Nesneleri iki eliyle birden tutabilecek, hatta bir eline aldığını diğer eline geçirmeye çalışacaktır. Eline aldığı çoğu nesneyi öncelikle ağzına götürecektir.Ağzından köpük çıkarmak, çığlık atmak hoşuna gidecektir. Bu yaşta alışık olmadığı kişileri gördüğünde, bilmediği ortamlara girdiğinde rahatsız olabilir. Ayrıca bebeğinizin gözü önünde bir şeyi bir örtü altına sakladığınızda artık onun yok olmadığını anlamaya başlayacaktır. Oturabilmeye başlayan bebeğiniz için bir mama sandalyesi edinebilirsiniz. Bu mama sandalyesi hem yemek saatlerinin daha rahat geçmesini sağlar hem de bebeğinizin güvenle oturup oynayacağı bir mekan görevi görür. Salladığında, elleri arasında sıkıştırdığında ses çıkaran oyuncaklar verin eline. Kağıt yırtmaktan, buruşturmaktan keyif alacaktır, ancak tehlikeye yol açmamak için yanında olmadığınızda kağıt ya da plastik torba ile oynamasına fırsat vermeyin. Her zaman yeni şeyler keşfetmeye çalışacaktır. Oyuncaklarından sıkılıp ev aletleri ile oynamak isterse şaşırmayın. Tehlikeli olmayan malzemelerinizi (örneğin: plastik kaşık) onunla paylaşabilirsiniz. Dişleri de artık çıkmaya başlayacağından diş etlerini kaşımak için kullanacağı tipte oyuncaklar seçin. Plastik halkalar, plastik anahtarlıklar, dolapta soğutulabilecek tarzda içi su dolu diş kaşıyıcılar bu oyuncaklara örnek. Gece rahat uyuyabilmesi için yatağına sevdiği bir oyuncak koyun. Alışırsa uykuya dalması daha kolay olacaktır. Henüz emekleyemeyen bebeğiniz için elinden kayıp gitmeyecek “hacı yatmaz” tipi oyuncaklar alabilirsiniz. 9-12 ay Bebeğiniz artık emekliyor ya da sıralıyor. Bu dönemde evin her yerini karıştıracaktır. Onun merakını yok etmek imkansız olduğundan evinizi bebeğiniz için güvenli bir hale getirmeyi ihmal etmeyin. Yine de bir yaşına doğru bebeğiniz dünyanın belli bir düzeni olduğunu, bazı kurallar ve sınırlar olduğunu öğrenmeye başlayacaktır. Asla yapmasını istemediğiniz birkaç harekete sınır koyma konusunda tereddüt etmeyin. Bebeğiniz bir yaşına yaklaşırken el becerileri daha da gelişecektir. Çeşitli aletleri kurcalamaya başlayacak, şaşkın bakışlarınız altında televizyonu uzaktan kumanda ile açmayı başaracaktır. Artık söylediğiniz basit cümleleri anlayacak, hatta anlamlı birkaç sözcük söylemeye başlayacak. Henüz yürüyemeyen bebeğiniz için uygun oyuncaklardan biri üst üste ya da iç içe konabilen renkli halkalar ya da kutucuklardır. Yine de ilk zamanlarda halkaları ya da kutucukları doğru sırada üst üste dizmesini beklemeyin. İlk zamanlarda evirip çevirecek, birbirine vuracak, hatta yemeye çalışacak. Tekerlekli oyuncaklar yürümek üzere olan bebeğinizin tutunarak hareket etmesini sağlar. Bu tip oyuncaklarla oynarken bebeğinizi yalnız bırakmayın. “Tel sarar”, “gel babası”, “baş baş”, “alkış”, “buraya bir kuş konmuş” gibi oyunlar karşılıklı olarak oynayabileceğiniz, dil gelişimine de yararlı olacak oyunlardır. “Ce-e”, saklambaç bu yaşlardaki çocukların çok sevdiği oyunlardır. Kısa süreli ve oyun şeklindeki ayrılıkları sembolize ederler. Çocuklar için anneden ayrılığın bir provasıdır. Bebeğiniz zıplatılmaya, yuvarlanmaya bayılır. Bu tip fiziksel aktiviteli oyunları deneyebilirsiniz. Müzik çalarak dansetmesini teşvik edebilirsiniz. Sürprizli oyuncaklar (örneğin üstüne basınca ses ya da ışık çıkaran) favori oyuncaklarındandır. Oyuncakların tümünü ortada tutmak bebeğin onlardan sıkılmasına neden olabilir, bu nedenle oyuncakları sırayla ortaya çıkarın. Bebeğinize bolca kitap okuyun. Bol resimli kitapları tercih edin. Öyküyü çocuğunuzun gelişimsel düzeyine göre sadeleştirin. Oyuncak telefonlar, toplar alabileceğiniz diğer oyuncaklara örnek. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Kardeş Geliyor! 11.07.2008 Prof. Dr. Yankı Yagan’ın http://www.guzelgunler.com/ adlı sitesinden alınmıştır. İkinci çocuğun doğumuyla ailede dengeler büyük ölçüde değişir. Şimdiye kadar evin tek gözbebeği olan ilk çocuğa bir “rakip” gelmiştir. Artık bebeklik çağını çoktan geçmiş olan çocuğunuzun yeni gelen ile beraber tekrar bebekleştiğini bile görebilirsiniz. Çocuklarınız büyüdükçe aralarında çekişmeler, “kişilik çatışmaları” olması kaçınılmaz. Ne kadar kavga gürültü ile büyürlerse büyüsünler, anne babanın doğru yaklaşımı ile ileride birbirlerinin en yakın arkadaşı olacaklar. Anne baba olarak, kardeşlere ilişkin sıkıntıları olabildiğince rahat atlatmak için neler yapabilirsiniz kısaca göz atalım... İkinci çocuk‐ne zaman? İkinci çocuk kararı ortaklaşa alınır (genellikle birinci de öyle!). Ama bizce asıl söz hakkı annede. Anne kendisini iki çocuğun birden fiziksel ve ruhsal gereksinimlerine cevap verebilecek gibi hissettiğinde tekrar hamile kalabilir. Annenin sağlığı açısından bakıldığında, iki hamilelik arasında en azından 2 yıl olmasını öneriyoruz. Ayrıca birinci bebeğin anneye olan gereksinimlerinin yoğunluğu ancak 2-2,5 yaşına geldiğinde azalmaya başlar. Bu da annenin ikinci çocuğuna daha farklı ve kaliteli zaman ayırabilmesini sağlayacaktır. Kısacası “süper anne” değilseniz 2 çocuk arasında en azından 2-2,5 yaş olmasında yarar var. Kardeşin doğumu ile birlikte ne tip davranışlar beklenir? Kardeşler arasındaki yaş farkı doğum sonrasında ne tip sorunlar olabileceği konusunda belirleyici. İlk çocuğunuz 5-6 yaşını doldurduysa şanslısınız, daha az sorun yaşayabilirsiniz. İlk çocuğunuz daha küçükse zor zamanlar yaşayabilirsiniz. Çocuğunuz bebeğin doğumundan sonraki ilk günlerde biraz şaşkınlık dışında fazla tepki vermeyebilir. Bu durum sizi hemen rahatlatmasın. Yeni doğan bebeğin ailenizin bir parçası olacağı gerçeği bir süre sonra tam olarak yerleşecektir. İlk zamanlarda sizin ilginizin bölünmesi ile birlikte öfkesini daha çok size yöneltecek, eskiye göre daha huzursuz, keyifsiz ve saldırgan olabilecektir. Küçük kardeşini taklit etmeye; tekrar emzik emmeye başlayabilir ya da yeniden bez bağlatmak isteyebilir. İlk birkaç aydan sonra hayat belli bir düzene girecektir. Çocuğunuz yeni gelen bebeğin kendisi için büyük bir tehdit oluşturmayacağını anlayınca sıkıntıları da azalacaktır. Ama bebeğin ayaklanması, etrafı karıştırmaya başlaması ile birlikte zorluklar tekrar artabilir. Bu defa çocuğunuzun bebeğe olan kızgınlığı açıkça belli olacaktır. Çocuğumu yeni doğan bebeğe nasıl hazırlamalıyım? Çocuğunuza bir kardeşi olacağını anlayacağı bir dille anlatın. Karnınız büyüdükçe ellemesine izin verin. Gözüyle görmediği sürece bebek onun için önemli bir tehdit oluşturmadığından büyük bir rahatsızlık duymadan bebek fikrine alışacaktır. Çocuğunuzun hayatında yapacağınız büyük değişiklikleri bebek gelmeden mümkün olduğunca önce yapın ki çocuğunuz ikinci plana atıldığını hissetmesin. Örneğin okula başlaması, odasının bebek için değiştirilmesi Çocuğunuzu doğum öncesi doktor kontrollerine götürebilirsiniz. Doğum anı geldiğinde ne kadar süre ile hastanede kalacağınızı, çocuğunuza kimin bakacağını ona anlatın. Böylelikle kendini güvende hissetmesini sağlayacaksınız. Çocuğunuzu bebek doğduğunda olacaklara hazırlamak için bebeğe nasıl bakacağınızı anlatın. Bebeklerin çok küçük ve bakıma muhtaç olduklarını, devamlı kucakta taşınmak istediklerini, meme emerek beslendiklerini, bol bol ağladıklarını anlatabilirsiniz. Oyuncak bir bebek alarak şakacıktan bez bağlayabilir, mama verebilir, kucakta taşıyabilirsiniz. Çocuğunuzu bebek için yaptığınız hazırlıklara katın ve bebeğin odasının rengi, yatak örtüsü vs. hakkında seçim yapmasını destekleyin. Eğer yeni doğmuş bebeği olan arkadaşlarınız veya yakınlarınız varsa çocuğunuzla beraber onları ziyaret edebilirsiniz. Çocuğunuza her zaman onun ne kadar harika bir ağabey/abla olacağını ve ona olan sevginizin hiç eksilmeyeceğini anlatın ve hissettirin. Çocuğunuzla beraber onun doğumu ve bebekliğiyle ilgili resimlere ve videolara bakın. Ona nasıl doğduğunu, doğduğu gün olanları, ona nasıl baktığınızı anlatın. Bebek doğduktan sonra bakımına büyük çocuğunuzu da katmaya özen gösterin. Annesini küçük yardımcısı olmaktan gurur duyacaktır. Eve gelecek ziyaretçilere önce büyük çocuğunuza ilgi göstermeleri için uyarıda bulunun. Hatta hediye getirmek isteyenler bebek yerine büyük çocuğa hediyeler getirebilirler. Çocuğunuzun bebekle ilgili duygularını dile getirmesini teşvik edin. Onun nasıl hissettiğini anladığınızı gösterecek şeyler söyleyin. Gün içinde büyük çocuğunuzla bire bir zaman geçirebileceğiniz fırsatlar yaratın. Bebeğiniz büyüdükçe büyük çocuğunuzun oyuncaklarına, kitaplarına zarar verebilir; bu da çocuğunuzu kızdırabilir. Çocuğunuza kızgınlığı ile başa çıkmayı öğretebilirsiniz. Bebeğin neden böyle davrandığını ona anlatın. Kişisel eşyalarını nasıl koruyacağını ona gösterin. Dikkat etmeniz gereken bir diğer konu da 3 yaşından küçük çocuğunuzu bebeğinizle yalnız bırakmamak. Kardeş çatışması neden olur, neler yapabiliriz? Çocuklar büyürken aralarında çekişmeler olması işin doğal bir parçası. Bizler çocuklarımıza ihtiyaç duydukları bakım ve özeni sağlamaya çalışırız. Bunu yaparken her çocuğumuzun diğerinden farklı olduğunun bilincinde olmalıyız. Bebeklerin belli mizaç özellikleri ile doğarlar. Uyku düzeni, gürültüye ya da yabancılara tepkisi bu konuda bize fikir verir. Daha ilk baştan çocuğun temel özellikleri hakkında bir fikir sahibi olursak, ihtiyaçlarını daha kolay bir şekilde karşılamış oluruz. Çocuğun bireysel ihtiyacını doğru saptamak da önemlidir. Kimi çocuk kendisiyle 2 saat zaman geçirilmesinden tatmin olabilirken, bir başkası beş dakikalık anne‐baba ilgisinden sonra kalan bir saati tek başına oynayarak da geçirebilir. Bu sebeple anne‐babanın bu tür bireysel farkları, çocuklarının her birinin neye, ne kadar ihtiyacı olduğunu iyi anlaması ve ikisine ihtiyaçları doğrultusunda yaklaşması kardeş çatışmasını azaltır ve engelleyebilir. Üstelik çocuğunun ihtiyaçlarını ve psikolojik özelliklerini iyi görebilen bir kişi, eşinin ihtiyaç ve özelliklerini de iyi bilen birisidir ve hem çocuklarıyla hem de eşleriyle ilişkileri daha sağlıklı olur. İhtiyacı yeterince karşılanmayan çocuk kendisine verilen sevgi, ilgi ve bakım eksikliğini kardeşinden bilebilir. Diğer yandan kardeş kıskançlığını toptan ortadan kaldırmak da mümkün değildir. İki tarafı hakça bir şekilde idare etmediğinizde; bir çocuğun ihtiyaçlarını karşılayıp ötekinin ihtiyaçlarını yeterince karşılamadığınızda ama karşıladığınızı iddia ettiğinizde, genellikle ortadaki kavga üst otoriteye yönelmekten ziyade kendi aralarında, kendi düzeyinde gördüklerine yönelecektir. Birbirine çok yakın aralarla doğmuş olan iki kardeşin çatışma ihtimali, uzun aralarla doğmuş olanlara göre daha yüksektir. Bunun ana sebebi ikisinin ihtiyaçlarının yoğunluğunun birbirine yakın olmasıdır. Örneğin 10 yaşında bir çocuğun kardeşi olduğunda ihtiyaçlarının yoğunluğu ve türü çok daha az ve farklı olacağından, kardeş sürtüşmesi de daha az olur. Bunun yanında 2 yaşında bir çocuğun kardeşi olursa doğal olarak çekişme ortaya çıkabilir ve bu çekişme çatışmaya dönüşebilir. Çatışmalar çekişmelerin iyi ve doğru yönetilememesi sonucu ortaya çıkar. Kardeşler arasında yaş farkının 5‐7 yılı aşması kuşak farkı oluşturur. Bu sefer de çatışmadan ziyade ezme ve yönetme ilişkisi işin içine girer. Yaş farkının tam olarak kaç olması gerektiğine dair kesin bir belirleme olmamakla birlikte, çocuklar kaynakların etkin paylaşımı konusunda zorluk yaratacak şekilde arka arkaya dizildiğinde sorun çıkabilmektedir. Bunun, özellikle annenin enerjisini ve kaynağını tüketici bir etkisi vardır. Devamlı olarak çocuklarla ilgilenme, tüm kaynakları onlara yönlendirme ve kendi gereksinimlerini belki de bu sebeple erteleme, bir anne olarak, eş olarak ve aynı zamanda kariyer sahibi bir birey olarak kendini baskı ve stres altında hissetmesine neden olabilir. Bu tür durumlarda annelerde psikolojik sorunlara daha sık rastlanmaktadır İki çocuğun aynı veya farklı cinsten olması yaş gruplarına göre önem arz eder. Küçük yaşlarda kardeşlerin farklı cinsiyetten olması çok önemli bir unsur değilken, bebeklikten çıktıkça ve yaş büyüdükçe bu cinsiyet farklılığı önem kazanır; hayata bakış açıları ve karakter farklılıklarını belirleyen en önemli unsurlardan biri olur. Aynı cinsiyetten olan çocuklar arasında rekabetin daha fazla olacağına dair yaygın görüşlere rağmen, farklı cinsiyetler arasında çatışmanın daha fazla olduğu yolunda veriler vardır. Kardeş çatışmasını etkileyen faktörlerden bir diğeri ise sosyo‐ekonomik durumdur. Anne babanın çocuklara sunabileceği imkanların ne ölçüde mevcut olduğu önemlidir. Bu, özellikle kaynak paylaşımı esnasında ortaya çıkacak çatışmaları etkiler. Sonuç olarak: Kardeşler arasındaki çekişmeler son derece doğaldır ve kardeşler arasında pürüzsüz ve mükemmel ilişki beklentisi gerçekçi değildir. Bazı çocukların ihtiyaçları, klasik bir anne-baba yaklaşımıyla karşılanamayacak derecede yoğun olabilir; ihtiyaçlarını ne kadar karşılarsanız karşılayın bunu hissetmekte zorlanan çocuklar vardır. Bu tür durumlarda da çocuk psikolojisi konusunda uzman olan bir kişiye danışmak yararlı olacaktır. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Dikkat Etmek, Hayatı Fark Etmektir 27.06.2008 Dikkat etmek, hayatı fark etmektir Prof. Dr. Yankı Yazgan'ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 Bu kısa yazıda dikkat dağınıklığının birey açısından nasıl bir anlam taşıdığını ve neden önemli olduğunu özetlemeye çalıştım. Dikkat dağınıklığı diye bir problem olabilir mi?Herkesin dikkati dağılabilir; eğer dağılan dikkatin toplanmasında bir gecikme ya da zorluk varsa, dikkkat dağınıklığı bir problem sayılabilir. Aşırı hareketlilik diye bir problem olabilir mi? Herkes aşırı hareketli olabilir; ama aşırı hareketliliğini durdurması beklendiğinde veya gerektiğinde duramayan, buna da “Canım istediğinde durabilirim aslında” diye bir açıklama getirenlerin, ancak yine de duramayanların “aşırı hareketlilik problemi” olabilir. Sabırsızlık, yeterince/gereğince bekleyememek, bir problem sayılabilir mi? Herkes sabırsız ve aceleci olabilir; ama gereğinde bekleyebiliriz. Sadece, görebildiğimiz somut yararlar olduğunda değil, göremediğimiz ama düşünebildiğimiz gelecekteki yararlar olduğunda ya da başkaları için de gerektiğinde bekleyebilmek... Bunu yapamamak pekala bir problem sayılabilir. Hayatta ne lüzumlu, ne lüzumsuz; nasıl karar verilebilir? Herhangi bir durumu ya da kişiyi değerlendirirken “Şu anda, şu saniyede benim işime yarıyor mu?” sorusuna aldığı cevaplara göre hayatını yönlendiren (bunun da pek farkında olmayan) bir çocuk/birey yetiştirmek isteyip istemediğinize siz karar verin. Yeterince beklediğimizde görebileceklerimizi görememek, bir kitabı (sırf başını sıkıcı, kitabı da kalın bulduğu için) sonuna kadar okuyamamış olmak, matematiği sadece mühendislerin, edebiyatı sadece yazarların, resimi sadece ressamların işine yarayacağı düşüncesiyle lüzumsuz addeden bir zihniyet sürükleyecektir kişiyi. Dikkat dağınıklığı ve/veya aşırı hareketlilik; ya da hiperaktivite veya adına ne derseniz deyin; (mesela, hayatın tadına varma güçlüğü, hayatı öğrenme güçlüğü), bir sendromdur, bazı çocuklar kolayca bu sendromun etki alanına gider. Bu etkilenişi belirleyen genetik mekanizmalar kısmen bellidir. Genetik-biyolojik etkilerin varlığı ise aşikar. Bu duruma dilerseniz hastalık deyin, dilerseniz bozukluk, dilerseniz güçlük. Ben bir tür “huy” (temperament) olduğu izlenimindeyim, bütün huylar gibi son derece biyolojik olarak belirlenen; hayat boyu çeşitli biçimlerde kendini belli eden (malum, can çıkar, huy çıkmaz!). Ama anne-babanın ve eğitim düzeninin de rolüyle, bir rahatsızlık yaratabilen veya yaratmayan... İşaretini erkenden veren veya vermeyen... Dikkatimiz dağınık kalsa ne zararı olabilir ki? Bir bakış açısıyla, hiç... Olacaklar kazanabileceklerimizden kayıplardır, tacirlerin “kardan zarar” dedikleri... Diğer yandan, kazanacaklarımız, basitçe bir kar olmadığı için, asıl zarar ciddi boyutlara varabilir. Fark ettiğinizde, zararın azaltılmasının daha kolay olduğu dönemlerden epeyce uzaklaşmış olabilirsiniz. Bir çocuğun hayatınca işine yarayacak hangi bilgi varsa öğrendiği bir dönemden söz ediyoruz. Gündelik ilişkilerimizde dikkatin bir yeri var mı? İlişkilerden aldıklarımızı dikkatimiz ve kavrayışımız etkiler. İlişki içinde ne verildiği kadar ne alabildiğimiz önemlidir. Öğrenme deyince aklımıza sadece ders mi gelir? Gelecekte ona bugün öğrendiklerinden kalacak olan, öğrendiği çarpım tablosundan ziyade, başkasını dinleyebilme ve anlayabilme becerisi olacaktır. Kendi değeri hakkındaki fikrini de çocuk küçük yaşlarda, dikkati ve algısı elverdiğince öğrenir. Ama, okulla ilgili bir öğrenme zorluğu başka alanlarda da ders olmayan konuların öğrenilmesinde zorluklar olacağını düşündürür. Zira, aksayan mekanizma aynıdır. Çocuğun kendi değerini öğrendiği, bu değeri de büyükleri-küçükleri ve yaşıtlarıyla ilişkileri içerisinde yaşadıklarıyla, kaybettikleri ve kazandıklarıyla pekiştirdiği bir dönemi nasıl geçirdiği (ne kadar dikkat ederek, ne kadar farkında olarak geçirdiği) bence çok önemli. Gelecekte ona bugünden kalmış olan, öğrendiği çarpım tablosundan ziyade, başkasını dinleyebilme ve anlayabilme becerisi olacaktır. Bu beceriyi tam geliştiremediğinde, üstelik bunun da ayırdında olmayıp kendisine ya da başkasına kabahat bulmakla ömrünü geçirdiğinde, anlaşılmamış, “sevilmiş ama sevildiğini hissetmemiş” olma olasılığı artar. Dikkati dağınık ya da aşırı hareketli çocuk ve yetişkin bireyler, bazen canlarının ne istediğini bilemedikleri için, bir istekten diğerine geçer durur, çok isteyip eriştikleri hiçbir şeyden tat almazlar. Hayatın tadını alamayarak ama bir tat arayışı içinde geçen ömrün noktasında, hayatın bir tadı olmadığına hükmedip, hayatın tadını aramaktan vazgeçmeleri wn ürkütücü olandır: O vazgeçişin adına ise depresyon denmekte... Talihliler istisna oluşturabilirler, elbette. Ama doktor olarak istisna ile kuralı ayırdetmek, planları ikisine de göre ama tehlikeli olan olasılığı unutmaksızın, yapmak öğretilmiştir bize. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Televizyon 13.06.2008 Prof. Dr. Yankı Yazgan'ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 Televizyon: Ne seninle, ne sensiz! TV çocuklara faydalı mı, zararlı mı? Bu, ?evet? ya da ?hayır? diye yanıtlanması zor soru hakkında değişik görüşler var. Fayda ve zarar bizim elimizde. Nasıl yarar sağlarız, nasıl zarar önleriz? Soruyu cevaplamaya ?Hangi çocuklar?? diye başlamalıyız. Üç yaşından küçükleri televizyondan uzak tutsak. Üç yaşın altındaki çocuklar için televizyondan uzak durmayı öneririm. Neden? Dil gelişimi için gerekli olan işitsel dikkat ve algılama süreçlerinin gelişmesine çok ihtiyaç duydukları bir dönemde, küçük çocukların televizyondaki görsel uyarımın etkisi ile daha ?görsel?leşmeleri, o dönemin ihtiyaçlarına pek uygun değil. Klip ve reklam gibi ?alışkanlık? yaratan TV programlarının yemek yedirme ya da uyutma amaçlı olarak kullanımı anne-çocuk ilişkisini aşındırabiliyor. Dil gelişimini tamamlamamış, iletişim becerileri tam oturmamış çocukların, günlerini klip kanalları başında geçirmeleri gelişimlerini bozabiliyor; özellikle sözel becerilerini kısıtlayıcı etkiler yaratabiliyor. Genetik yatkınlık taşıyan çocuklarda bu etkiler otizm belirtilerinin ortaya çıkmasına yol açıyor. TV seyretmeyince ne yapılır bir küçük çocukla? Üç yaşın altındaki çocuklara yemek yedirmek için klip ve reklam seyrettirmek dışında bir yol bulalım; küçük çocukların edilgin ve bakarak izleyen olduğu durumların dışına çıkmalarına yardımcı olalım.. Nasıl mı? Oyun ne güne duruyor? Yanına yere oturuverip, sıkıntımıza tahammül edip, göz göze diz dize zaman geçirelim... Bütün gün mü? Ne mümkün.. Ama, TV karşısında çocuk oyalama ihtiyacı bir ?realite? ise (ki öyle), onun için de 3 yaşından küçük çocuklara özel programları arayıp bulsak daha iyi olur... TV bize bakmaz. TV karşısında, birbiriyle pek ilgilenmeden oturan kişilere dönüşmek büyüklere bile ?zararlı? sayılabilir. Televizyonun biz ona baktığımızda bize bakmadığını, bir şey söylediğimizde bize cevap vermediğini, bizimle kendi keyfine göre muhatap olduğunu düşünün. Bu karşılıksız ilişki modelinin, küçük bir çocuğun hayatında fazlaca bir yeri olmayacaktır. İlişkiyi biz belirlersek daha rahat edeceğiz. Zira, evlerimizin doğal parçası olmuş bu eşyayı hayatımızın neresine oturttuğumuz, eşyanın hayatımızı nasıl etkileyeceğini belirliyor. Küçük çocukların gelişmelerinin ana aracı olan anne ve baba ile ilişki yoğunluğunu azaltan her şeye ?karşı? olmakta bir sakınca görmüyorum. Televizyonun çocukların hayatında olumlu bir rol oynayabileceği dönem, dil gelişimi mükemmelleştikten sonra gelecektir. Aileler feryat etmekte. ?Biz bu çocukları TV başından kaldıramıyoruz. Filanca televizyona söyleseniz, o çocuk programlarını saat akşam sekize-dokuza kadar yayınlamasa...? Peki, siz çocuğunuzu neden engelleyemiyorsunuz, diyemiyorum. Sorunları zaten o... TV kanalı, o yayını ailenin istediği saatte yayınlamasa, çocukların seyretmeye bayılacağı başka bir sürü şey var... Büyükler için yapılmış, ama büyümemekte direnen büyükler olarak seyretmekten zevk aldığımız, ya da zevk almaktan kendimizi alamadığımız ?prime-time? diziler, mantıkları açısından aslında çocuklara göre değil mi? Çocukların bayıldığı bu dizilerin, bizim de nabzımıza uyması, dikkatimizi fazla gerektirmeden heyecan uyandırabilmesinde... Duyarak ya da dinleyerek veya okuyarak değil de, eylemi bizzat gözleriyle görerek öğrenmeye yatkın beyinleri olanlarımız için, biçilmiş kaftan bu tür TV gösterileri... Sorumluluk bizde. Çocuğa ne uygun. Ne uygun değil? Bu soruya bilimsel cevaplar bulmak bazen zor. Bazı temel ilkeler var yine de: Çocuğun severek seyrettiği her şey ona uygun olmak zorunda değil. ?N?apalım, çocuk istiyor? gerekçesi ile çocuklarını TV başından alamayan anne-babaların düşünmesi gereken bir başka husus daha: Çocuklar kendileri hakkındaki kararlarından gerçek anlamda sorumlu değiller. O sebeple onların yanlış yapma hakları (yasal anlamda) sonsuz... Ama biz anne-babalar, çocukluğumuzu çoktan geride bırakmış olduğumuz için, bu yanlış yapma haklarımızı, hele çocuklarımıza yönelik, tüketmiş durumdayız. Çünkü, sorumluluk bizde. Televizyonu işe yarar hale getirebiliriz. TV düşmanlığı diye tabir edilen bir davranışa girdiğinizde, evde gizli-kapaklı bir TV tutkunluğu oluşturabilirsiniz. Kendisi 24 saat TV seyreden bir anne-babanın zaman zaman aşka gelip çocuklarına TV kısıtlaması koyması, tahmin edeceğiniz üzere, hiç inandırıcı değil. Çocuklara uygun olmayan programları çocuklarının yanında seyredip sonra da onlara çatan bir anne-baba, kalkıp televizyonda ne kötü programlar olduğundan, programların çocuğunun iyi ahlak ve terbiyesini bozduğundan şikayet ettiğinde, kendi sorumsuzluğunu paylaşacak birini arıyor demektir. Pratik önerilerin özü, beraber olmak...Çocuklarımızın ne seyrettiğini bilmek, neyi seyredemeyeceğini belirlemek bizim görevimizdir. Bu görevi yerine getirmek için birkaç evrensel öneri getireyim: Zaman sınırlaması. Kendinize ve çocuklara TV seyretme saatleri belirleyin. Televizyonu evin bir köşesinde devamlı açık bulundurmayın. Televizyonsuz saatlerinize (sofra vakti mesela) sahip çıkın. Mekan sınırlaması. Yatak odalarına TV sokmayın. Birlikte seyir. Çocuk televizyonda her gördüğüne (sırf bir ekrandan yayınlanıyor diye) inanmamayı veya tartışarak kabul etmeyi sizden görerek öğrenebilir. Seyrettiği şeyleri kendi mantık süzgecinden geçirmeyi, gördüklerini tartışmayı, anlatılanlar dışındaki açıklamaları birlikte düşünmeyi sizinle yapmasını sağlayın. Yorumlama. ?Sen olsaydın ne yapardın?? için kullanabileceğiniz bolca malzemeye TV seyrederken rastlayabilirsiniz. Televizyondakiler hakkında tartışırken, hayattaki çeşitli olası durumlar hakkında düşünce düzeyinde hazırlık yapabilirsiniz. Bu uygulamaların özünü, sizinle çocuğunuzun birlikte zaman geçirmenizin ve birbirinizle konuşmanızın oluşturduğunu hatırlatmama gerek var mı? Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Genler davranışları nasıl belirler? 30.05.2008 Genler, davranışları nasıl belirler? Prof. Dr. Yankı Yazgan'ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 “Çocuğunuzun davranış özellikleri hiperaktivite denen duruma uyuyor” dememle birlikte baba, “Ama ben de onun gibiydim, her şeyiyle bir kopyam sanki...” diye söze daldı. Tabii ki öyleydi. Anne hemen karıştı; “Sen hala öylesin şekerim.” Bir yandan da, babanın oturduğu iskemlenin görüşmenin başlangıcından bu yana yerdeki halının üzerinde çizdiği yolu gösterdi. “Evet, ama doktor faturalarını ödeyecek kadar kazanabildiğim bir işim var, ayrıca sen benim ne yanlışımı gördün ki bana hiperaktif diyorsun?” diye cevabını yetiştirdi baba, anneye. “Dikkat eksikliği ve aşırı hareketlilik” diye de bilinen hiperaktifliğin aslında “duruma özgü” oluşundan ve bu sebeple de problem/problem değil tartışmasının bazen anlamını yitirdiğinden söz ediyoruz. İlginç olmayan, bir heves uyandırmayan ya da kurallara uyulması gereken durum ve olaylar, bireyin “hiperaktif”liğini ortaya çıkartıyor. “Evet, yeni ve ilginç olan hep ilgimi çekmiştir. Yani, bir işi yarım bırakıp da, başka bir ilginçliğe gitmem hep kolay olmuştur. Tabii, o anda üstünde olduğum iş benim için yeterince ilginç değilse.” Oğullarını da Şirinler’in başından kimseler kaldıramazken, aynı çocuk herkesin kolayca takip ettiği matematik dersinde tahtayı bir dakikadan fazla izleyemiyordu. Kaçınılmaz soru geldi: “Peki, bu problem ya da sizin deyişinizle bu özellik genetik mi?” “Çocuğunuzda varsa, sizde kesin vardır” diyemesek de, olasılık çok yükek. Hiperaktif çocukların anne ya da babalarında veya yakın akrabalarında hiperaktifliğin, dikkat ve öğrenme sorunlarının daha sık görüldüğü çeşitli çalışmalarda epeydir ortaya konuyor. Çocuğunda hiperaktivite ve/veya dikkat dağınıklığı gözlenenlerin kendilerinde hiperaktivite saptanması olasılığı çok yüksek (anne-babasında olup da kendisinde olup da kendisinde olma olasılığından bile daha fazla). Hiperaktivite, çocuklukta başlayan ve en az 1/3 oranında erişkin yaşama “sorun olarak devam eden bir sorundur”. Diğer yandan hiperaktivite ile daha yakından ilişkili huy özellikleri sorun ortadan kalksa bile, hiçbir zaman ortadan kalkmıyor. Sorun çıkartıcı olmaktan çıkıyorlar. Terapilerin amacı ise, bu huydaki “aşırılığın” bireyin ilişkilerinin gelişimini ve toplumsal uyumunu önlemesinin önüne geçmek, yenilik arayışı gibi dönüştürücü potansiyele de kaynaklık eden bir huy özelliğini bireyin kendi denetimi altına almasını sağlamak. Hiperaktivite ailesel geçiş gösteriyor, ancak bu geçiş nasıl, o tam belli değil. Üstelik, duruma özgülük hiperaktivitenin adeta karakteri ise, bu karakterin kuşakların yaşadıkları ortamlara, etkielndikleri çevresel koşullara göre değişen farklı yüzleri nasıl saptanacaktı? Hiperaktif diye bilinen özellikler bütününün, bireyden bireye değişen görünümlerin ortak yanı denebilecek birçok özellik var. Hareket sürati, keyifli şeylere ilgi düzeyi, sıkıntıya katlanabilme gibi her insanda değişik düzeylerde bulunan (ve o insana rengini veren) bu özelliklerden bir tanesi genetikçilerin epeydir ilgisini çekiyor. Yenilik arayışı (örneğin, mevcut durumdan vazgeçip başka bir doyum kaynağı arama ya da sıkıcı bir durumu çekilir hale getirmeye yönelik bir değişiklik yaratma). Yenilik arayışı, elbette, sadece hiperaktiflere özgü bir ayrıcalık değil, hepimizde değişen ölçülerde bulunan bir özellik. Bu davranış özelliğinin bir ucuna sürekli değişiklik arayışı içinde olup hiçbir yerde kalıcı olmamayı koyarsanız, diğer uca da, yerinden kımıldamama, hiçbir şekilde mevcut durumu değiştirmeme gibi statükoculuğu yerleştirebilirsiniz. Bir uç daha ziyade hiperaktiflikte ilintiliyse diğeri de “hiperpasif”likle ilintili olacak. Böyle bir “teşhis” tıbbı literatüre tarafımdan önerilip, pek kabul görmemiş olsa bile, Bezgin Bekir sendromu da denebilecek bir hal var çocuklar arasında... Huylar. Yenilik arayışı, aslında raslantısal olarak ortaya çıkmış bir davranış boyutu değil. İnsan kişiliğini oluşturan öğelerin biyolojik temellerini inceleyen bilimciler, doğuştan başlayarak varolan ve çevresel etkilerle çok az değişen davranış özelliklerinin peşine hep düşmüşler. Genetik etkenlerle daha kolayca ilişkilendirilebilecek bu özelliklerin saptanması, sınıflandırılması ve adlandırılması ilk adım. Doğuştan gelen ve çevresel etkilerle çok az değişen bu özelliklere “can çıkar, huy çıkmaz” dan esinlenerek huy diyelim. Huy, İngilizce bilimsel literatürdeki temperament’ın karşılığı olabilir. Doğuştan aldığımız biyolojik donanımın davranışlar düzeyinde ortaya çıkış şekli. Kişilik veya karakter ise, genetikbiyolojik özellikleri içeren, ancak onlarla sınırlı olamayan, hayatın ilk yıllarındaki etkileşimlerle şekillenip gelişen bir organizasyon ifade eder. Kişilik üzerindeki çevresel etkilerin ağırlığı biyolojik çalışmalarda huyu ön plana çıkarmıştır. İkinci adımda ise, bu huyların hangi biyolojik sistemler ve genetik öğelerle ilişkili olduğunun anlaşılması gerekiyor. Üçüncü adım, ilgilendiğimiz davranış sorunlarıyla hangi huy tiplerinin en çok ilişkili olduğunu belirlemek. Sonrasında, belli bir davranış sorununun kuşaklararası geçişinde rol oynayan genetik etkenleri aydınlatmaya sıra gelecek. Hangi huy, hangi gen, hangi sorun? Yenilik arayışı, azaltıla azaltıla dört taneye indirgenmiş temel huylardan bir tanesi. Genetik özelliklerle bağlantılı olması beklenen diğer huylar neler? Ödüle bağımlılık, zarardan kaçınma ve sebatkarlık (yılmama). Dikkat, bu huylar hepimizde değişen ölçülerde adeta kokteyller şeklinde var; 4 huyun sayısız kombinasyonu olabileceğini matematik meraklıları hesaplamışlar. Sadece hangisinin daha fazla “konduğuna” göre ortaya çıkan renk değişiyor. Yenilik arayışı ile ilgili geçmiş araştırmalar, bu özelliğin beyindeki dopamin’e dayanan kimyasal iletim sistemindeki değişkenliklerle bağlantılı olabileceğini düşündürüyor. DRD4 Türkiye’de... Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde. Araştırma grubum ile beraber 1998’den bu yana yürüttüğüm değişik çalışmalarda ele aldığım “dikkat işlevlerinde (ve hiperaktif davranışın ortaya çıkışında) hangi genler hangi çevresel etkenlerle etkileşim içinde?” sorusunun cevabı henüz ve hala tam belli değil. Soruya dikkat edin, genlerin rolü konusunda bir kuşku yok. Akılda tutulması gereken, bulacağımızın yalnızca bir ilişki veya bağıntı olduğu.* Diğer yandan, tedavi alternatifleri açısından ya da bir huyun bir probleme nasıl dönüşebildiğini ve problemin geçiş tarzını bilebilmek açısından, elde edilecek genetik bulgular önemli bir olanak sağlayacak. Hiperaktivitenin kalıtılabilirlik katsayısı 0.80; eğer problem düzeyine varmayan, yapısal huy özelliği olarak hiperaktiviteden söz edersek, bu oran 0.95’e çıkabiliyor. Bu denli genetik belirlenimli bir durumun genleri neler olabilir? Rolü kesin de... Örneğin, aday genlerden dopamin 4 reseptörü geninin 7 tekrarlı olarak bilinen dikkat dağınıklığı-hiperaktivite bozukuluğunda bir rol oynadığı kısmen de olsa kesin. Üstelik aynı ailenin hiperaktivitesi olsun olmasın pek çok bireyde “yenilik arayışı” davranışı ile bağıntısı da gösterildi. Kısaca DRD4.7 adıyla anılan bu genin yenilik arayışı huyunun geni olduğu tezleri ilginç olmakla birlikte, davranıştan tek başına sorumlu olduğu pek kabul edilmiyor. Türkiye’deki çocuklardan elde ettiğimiz bulguları değerlendirerek Molecular Psychiatry dergisinde yaptığımız bir yayında (2000:4; Tahir, Yazgan, Çırakoğlu vd), DRD4.7’nin dikkat eksikliği/hiperaktivitesi olan çocuklarda daha çok kalıtıldığı sonucuna vardık. Bu ne demek? Kuşkulandığımız genin ailelerde olması beklenen ve gerekenden fazla oranda bir sonraki kuşağa aktarılabiliyor olması, bu durumda bir katkısı olduğu anlamını taşır. Katkının miktarını anlamaya yönelik, aralarında bizim de olduğumuz çok merkezli bir çalışmada (Faraone vd. 2002) bu katkı oranının %10’dan düşük olduğu anlaşıldı. Diğer aday genler olan DAT ve DBH ise, bizim çalışmalarımızda elemeyi geçemedi; başka bazı çalışmalarda tersi sonuçlar elde edilse bile... Her sorumlu gen rahatsızlık yaratıcı olmayabilir. Problemin sebebi DRD4.7 dir, anlamına gelmez. Katkının rahatsızlığın oluşumuna mı, yoksa başka bir özelliğine mi olduğunu da şu anda kestiremiyoruz. Bir rolü var, ama iyi mi, kötü mü, bilemiyoruz. Neden mi? Çalışmamıza katılan yüzlerce çocuk ve ailesinde dikkat ve davranış sorunları ölçeklerindeki puanlar düştükçe (ve problem hafifledikçe), DRD4.7 katkısı daha fazlalaştı. Genin bu tipinin varlığı, rahatsızlığın şiddetli olmasını önleyici bir etki mi gösteriyor? Bunu düşündüren bir çalışma Kaliforniya Üniversitesi’nden geldi. James Swanson ve arkadaşlarının Irvine’dan yaptığı bir yayında (Proc NYAS 2000), DRD4 geninin 7’lisini taşıyanların düşünce esnekliğini ve planlama becerilerini ölçen testlerden daha iyi skorlar tutturabildikleri gözlenmişti. Başka kromozomlar, başka genler. UCLA’de tamamlanan genom taramasına dayalı bir çalışma ise, 12. kromozomun kısa kolunu hedef gösterdi. Şimdiye kadar ki aday genler ile pek ilişkisi olmayan bu yerleşke, yeni çalışmalarda araştırılacak. Üstelik, aynı yerleşkenin otizmde rol oynayan genlere de kucak açtığı düşünülüyor. Bunda pek de şaşacak bir şey yok. Bu kitabın otizm, empati, vb. Konulardaki yazılarına göz attığınızda, özellikle küçük çocuklarda dikkat ve empati işlevlerinin iç içeliği ortak genlerin varolabileceğini akla getiriyor. Genlerin erkek/kız ayrımında rolü yok. Erkeklerde hiperaktiflik çok daha fazla saptanmakta bunun genetik bir sebebi olsaydı, erkekte tek kopya (yedeksiz) bulunan X kromozomunun hedef yerleşkelerden biri olarak belirmesi beklenirdi. UCLA çalışmasında bu beklenti de çürütüldü. Erkeklere daha fazla tanı konmasına genetikten başka bir sebeple aramalıyız. Kız çocuklarını bu tür bir problem sahibi olmaya layık görmemek, örneğin. Ya da, kızlar dikkat sorunu sebebiyle çevreye bir rahatsızlık vermedikleri için dertleri farkına bile varılmaksızın, hayatlarını etkileyip gidiveriyor. Görülen o ki, bu karmaşık davranış ve huy özelliğinin kuşaktan kuşağa geçişini birçok genetik öğe belirliyor. Huy yapımızı çok sayıda küçük (genetik) ortağı olan dev bir şirkete benzetirseniz, genetik katkıdaki küçük oynamaların bireyler arasındaki renk farklılıklarını (biz psikiyatrlar onları aynı kategoriye soksak da) oluşturabildiğini görürsünüz. Ortak kanı, hiperaktivitede rolü olduğuna inanılan kimyasal sistemleri kodlayan bütün genlerin tek tek ele alınması gerektiği, “Eh, biz de öyle yapıyoruz zaten” diyebiliyoruz. Genetik etkilerin mekanizmasının bilinmesi, sorunları erkenden tanıyabilme, uygun ve etkili tedavi gibi pratik sonuçların yanı sıra, hiperaktivite gibi son derece insana özgü bir durumun biyolojik temellerini, insan davranış ve ruhsal yapısının bir başka katmanını anlamamıza yardımcı olacak. Genlerin yaşantılarımız üzerindeki etkisi ve yaşantılarımızı nasıl biçimlendirdiği sorusunun yanıtını, felsefeciler, bilimciler ve doktorlar hep birlikte ve ayrı ayrı arayadursun; şimdilik kesin olan birkaç şey var. Psikiyatri açısından, genetik bulgular her şeyi tek başına açıklayabilecek gibi görünmüyor. Genetik etkenler, özellikle bazı durumlarda çok belirleyici. Bazı durumlarda ise, genetik etkilerin kendilerini tam olarak ortaya koyabilmeleri için hayatın belli bir dönemece gelmesi gerekiyor. Genetik etkenlerin önemini, hayatın cilveleri ile yarıştırmaktansa, o cilvelerin arka planında genetik etkenler ne kadar var; bunu araştırmak daha ilginç ve işe yarar görünüyor. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Ebeveyn Kaybının Çocuğa Etkisi 16.05.2008 Prof. Dr. Yankı Yazgan'ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 Anne ya da babanın kaybı çocuğa ne kaybettirebilir? Daha fazla kaybetmesi nasıl önlenir? Çocuk psikiyatrlarına ya da psikologlarına getirilen çocukların bazılarının, görünürde, net tanımlanabilecek bir rahatsızlığı ya da sorunu olmaz. Ama aile büyüklerinin bir kaygısı vardır; çocuğun anne/babası ayrılmak üzeredir, bu durum çocuğu nasıl etkileyecektir, kim bilir hangi bunalımlara sürüklenecektir, nasıl davranmaları gerekir, şeklinde uzayıp giden, cevabını bulamadıkları sorulardan bunalmışlardır. Benzer bir kaygıyla başvuran bir başka grupta ise, anne ya da babası ölmüş olan çocuğun durumunu, nasıl idare edeceklerini, onun bu durumdan kötü biçimde etkilenmesini önleme yollarını soran aile büyükleri olur. Her iki kesimi de yönlendiren düşünce olan anne-baba kaybının çocukta ruhsal bozukluklara yol açması ihtimali, ?hasta sahibi? vesveselerinden ibaret bir şey değil aslında. Freud?dan günümüze dek kayıpların, özellikle de çocukluk çağlarındaki anne/baba kaybının erişkin dönemde ruhsal bozuklukların başlıca kaynaklarından birini oluşturduğu söylenir. Çağdaş psikopatoloji kuramları, özellikle psikososyal etkenlere oluşum mekanizmalarında öncelik tanıyanlar, çocukluk çağında yaşanan travmatik kayıpların, ileriki yıllarda depresyon başta olmak üzere, anksiyete ve antisosyal kişilik türünden problemlerin ve hastalıklarını ortaya çıkışında kilit rol oynadığını öne sürerler. Günümüzde travmatik kayıp ya da anne/baba kaybı kavramlarının ruhsal bozukluğa yol açma noktasından yetersiz oldukları düşünülüyor. Kayıp kavramı ikiye ayrılabilir: Anne/baba ölümü ve anne/baba çocuk ayrılığı. Ayrılık ile kastedilen, genellikle, bir ?kayıp? olarak algılanabilecek denli uzun süren, aile huzursuzluklarına bağlı olarak ortaya çıkan ayrılık. Her iki kaybın yol açtığı yaşantılar oldukça farklı; üstelik ayrılıkların ölümlerden çok daha sık görülüyor olması (ABD?de, %5-8?e karşılık %30-40) anne/baba çocuk ayrılığından kaynaklanan kayıpları, klinik olarak daha anlamlı kılıyor. Çocuklukta yaşanan kayıpların odak noktasını, kaybın kendisinden çok, anne/baba ile kurulagelmekte olan bağlanma ilişkisinin hırpalanması, bozulması oluşturur. İlişkinin bozulması ve bunun doğurduğu, çocuğun bakımı, büyütülmesi sürecindeki aksamaların erişkinlikteki ruhsal bozuklukların temel nedeni olması, giderek akla yakın geliyor. Anne/babası ölmüş ve boşanmış çocuklarla yapılan çalışmalar bu konudaki bilgilerimizi derinleştiriyor. Erişkin yaşlarda çeşitli ruhsal bozuklukları olan insanların geçmişlerinin araştırılmasıyla, yaşamış oldukları ölüm ve ayrılık deneyimleri öğreniliyor. Bu yaşantılar ile mevcut psikopatolojiler arasında istatiksel bir ilişki arayan çeşitli araştırmaların verdiği ilk sonuç, küçük yaşlardayken anne/babası ölmüş kişilerin, bu durumdan dolayı psikopatolojiye özellikle daha yatkın hale gelmedikleri. Oysa, uzamış ayrılıklar için tam tersi bir sonuç elde ediliyor. Ayrılıkların niteliğine bakıldığında, çok büyük bir bölümü aile içi huzursuzluk ve geçimsizlik nedeniyle ortaya çıkmış. Anne-baba boşanıyorlar. Çocuk biriyle kalıyor. Mahkeme, çocuğun birlikte yaşamadığı anne ya da baba ile belirli düzende görüşmeye izin veriyor. Ama gözlem o ki, bu düzenli görüşme giderek tavsıyor. Çoğu anne ya da baba, kendileriyle oturmayan çocuklarını gitgide daha seyrek ve daha ?gevşek? bir duygu tonunda görüyorlar ya da kopuyorlar. Kısacası, boşanmış çiftlerin çocukları, anne ya da babadan hangisiyle aynı çatıyı paylaşmıyorsa, onunla ilişkisinde önemli bir bozulma yada sonlanma yaşıyor. Elbette, tek tek buna uymayan birçok ilişki gözlenebilir, ancak özel bir çaba gösterilmediği, işler kendi akışına bırakıldığı takdirde, çatı ayrılığı olan ebeveyn ile ilişkinin gevşemesi çok muhtemel. Türkiye?de hukukçuların izlenimi, sayısal veri olmamakla birlikte, boşanmış çiftlerin çocuklarının genellikle anneye verildiği. Bu durum genellikle ailenin ekonomik düzeyinde bir düşüşe yol açabiliyor. Diğer yandan, ?dede evi?ne taşınma sık olan bir değişiklik. Dolayısıyla okul, öğretmen, arkadaş, mahalle gibi son derece değerli çevresel etkenlerle ilişkiler sarsıcı değişiklikler geçiriyor. Boşanma sonucunda sadece anne/babadan birinden ayrılık değil, çocuğun ilişkilerinde önemli değişiklikler olması da kaybın içeriğini genişletiyor. Yalnız bu noktada durup düşünmek gerek. Boşanma (genellikle) durduk yerde olmuyor. Öncesinde, aile içinde, karı-koca arasında boyutu değişen bir geçimsizlik hemen hemen değişmez bir koşul. Yani, her gün birbirine vazo, saksı atan ya da hakaretler yağdıran, birbirini çocuğuna çekiştiren anne-baba (ve onların anne-babaları, bazen) ya da sürekli içkili, aşırı meşgul veya bir başkasına aşık olup, evliliğin yanısıra bunu sürdürmeye çalışan bir anne ya da baba bu boşanma öncesi aile fotoğraflarında ilk göze çarparlar. Böylesi koşullarda, anne/babanın ne ölçüde anne babalık yapabileceği kuşkulu. Boşanma öncesi anne/baba-çocuk ilişkilerinin yeterli kalitede olmadığı ailelerde, ayrılığın bırakın bir kayıp olmayı, son derece pozitif etkiler yaratan, anne/baba çocuk ilişkisini düzelten bir yanı olabileceğini akla getirmek gerekir. Bu konuda ilginç bir gözlem, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü?nün 1980?lerin başında yürüttüğü bir çalışma sırasında yapılmış. Temel bir fikir olarak, yetiştirme yurtlarında yaşayan anne/babadan ayrılmış çocukların, özellikle depresyon yönünden, ruhsal bozukluklara ne ölçüde açık olduklarını araştıran bu çalışmada, bir de bakılıyor ki, depresyona özgü ümitsizlik, karamsarlık fikirler ve intihar arzusu kıyaslama için kullanılan (kontrol grubu) anne/baba ile yaşayan çocuklarda çok daha sık ve şiddetli. Bu çocukların anne/baba ilişkileri irdelendiğinde ne gibi etkenlerin ortaya çıkacağı merak konusu. Ama şimdiden kesin olan, yetiştirme yurdundaki çocuklarla aynı sıraları paylaşan ?kontrol? çocuklarının anne/baba ile şu andaki ilişkilerinde kolej sınavları, başarı, sınıf geçme, üstün olma gibi temalar baş köşeyi işgal ediyor. Anne-babanın ruhsal ya da fiziksel hastalığı nedeniyle çocuk ile ilişkinin aksadığı veya kurulamadığı durumlarda da, boşanmayla yaşanan ayrılığa benzer sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Bütün ayrılıklara bağlı kayıplara ait bir ortak payda aradığımızda, bulduğumuz tek bir şey oluyor: Anne/baba ile çocuk arasındaki ilişkinin kalitesi. Çocukluğunda ayrılık yaşamış bireylerin erişkinlikteki davranış nasıl? Gözlenen o ki, bu çocuklar büyüdüklerinde anne/babalarının hatalarını kendi hayatlarında tekrarlamaktan müthiş korkuyorlar. Özellikle kadınlar için, aşkta ihanete uğramak büyük bir kaygı. Ama hiçbiri, evlilik kurumuna ve sadakate karşı bir güvensizlik belirtmiyor, hatta bu kurumların sıkı birer savunucusu olabiliyorlar. Çalışmalar sırasında elde edilen bir diğer veri ise, çocukken anne kaybına uğramış olan kadınlardan alt toplumsal sınıfa mensup olanlarda evlilik öncesi gebeliklere, bunun sonucunda zoraki evlenmelere ve depresyona sıkça rastlanması. Her ne kadar veri Amerikan kaynaklı ise de, ilişkide bulunulan bir erkekle, gebe kalınsın-kalınmasın, zoraki evlenme oldukça evrensel bir olgu. Bu evliliğin sonucu, doğan çocukların da, bir zamanlar anneannenin kaybı ile başlayan bir travmatik zincirden nasiplerini almaları. Annelerinin zoraki ve vakitsiz evliliği (sonra da depresyonu) nedeniyle çocuklarla ilişkilerinin yeterli olmaması kuşaklarötesi ?depresif? bir kaderi ortaya çıkarabiliyor. Çocuklardaki anne/baba kaybının en belirgin ve patoloji yaratıcı yanını bizzat kaybın ya da ayrılığın kendisinde, ?kaybetmiş olmak?ta aramak yeterli olmayabilir. Bu kaybın özellliklerini ayrıntısıyla değerlendirmek kaçınılmaz. Anne/baba ile çocuk arasındaki ilişkinin doyuruculuğu ve kalitesi oranında, kişi hayatına anlam kazandırabilir. İşin ilginci, doyuruculuk ve kalite, her anne/baba-çocuk üçgeninde farklı biçimlerde kendini gösteren özellikler olduğundan araştırmacılar, klinik uygulamacı yanlarını daha sık devreye sokuyorlar. ?Genel? bilgi, tekrar ?özel?e, kişiye dönüyor. Psikiyatrınız annenizi, babanızı sormaya başlıyor: Hayatınızın başlangıç evrelerinde bir kayıp bulduğunda, bunu bugünkü problemlerinizle bağdaştırıyor. En azından kafasında. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Dikkat ! 02.05.2008 Prof. Dr. Yankı Yazgan'ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 Dikkat bir yürütme organıdır Aynı anda birden fazla işle ilgilenmemiz gerektiğinde, yapacağımız birkaç şey var: Tek tek, sırayla işlerle uğraşmak veya yapabildiğimiz kadar işi bir arada ve bir seferde yapmak. Bu işlerin ne olduğu ve birbirleriyle ilişkisi, işin nasıl yapılacağını etkiler. Diyelim ki, makarna pişireceğim (a). Makarnanın üstüne bir sos hazırlayacağım (b). Yanına da içecek birşey açacağım (c). Ah, bir de sofra kurulacak, tabak, çatal, bardak vs (d). Bu işlemlerin tek tek yapılması sırasında birbirlerine bir etkileri pek yok ama hepsinin iyi kötü aynı zamandan önce (sofraya oturma saati) tamamlanması gerekiyor. Bütün bu işlemlerin toplam sonucu ?karnımızı (zevkle) doyurmak?. Karnımızı doyurmak, (e) ise, zevkle doyurmak da e2 olsun. İki katlı bir amaç, diyelim. Karnımızın doyması öznel bir ölçü... İşlemlerin bir kısmı eşzamanlı olarak yapılabilir. Bir yandan makarnanın suyunun iyice kaynamasını beklerken, diğer yandan sofrayı kurup, makarna sosu için gereken hazırlıkları da sürdürebilirim. Dikkat bunun neresinde? Dikkat bu karmaşık sürecin zamanlamasının yönetiminde. Yaptığım işlerin her birinin bağımsız olarak, birbirini engellemeksizin ve doğru sırayla yapılmasını sağlamak, gereken zamanları hesaplamak ve zamanında sofrada tabağımda olmasını sağlamak. Bir tür şirket ya da üretim birimi yönetiminden pek farkı olmayan bu sürecin yönetimini yapan zihinsel işleve kabaca dikkat deniyor. Dikkat, bir işe başlamak, onu sürdürmek, başka bir işe geçebilmek, tekrar bir önceki işe dönebilmek, kalınan yerden devam edebilmek ve işi tamamlamak gibi aşamaların yürütücüsü olan zihinsel işlevdir. Dikkat, beynimizin gündelik hayattaki yürütücü işlevlerine verilen genel addır. Makarna pişirmek için gereken işlemlerin midemizden daha çok beynimizi ilgilendirmesi biraz şaşırtıcı gelebilir, ama öyle... Sevmek için ?gereken? organımızın da, ayıptır söylemesi, ?beyin? olması gibi. Spagettiler al dente Makarna pişirmek deyip geçmeyin... Karmaşık bir işlemler dizisi. Ne kıvamda pişireceğimizi bildiğimizi varsayalım. Dişe dokunan kıvamı seçtik, zaten kaynamakta olan tuzlu suya attığımız spagettiyi 11-12 dakika tutup, o sürenin sonunda hemen çıkartmanız ve suyunu süzmemiz gerekir. Bu gerekmek ne demeyin, ağız tadımıza uygun bir makarna yemek için gerekenden bahsediyorum. Çok acıktıysam, makarna ile uğraşmaktan sıkıldıysam, sözü edilen süre kadar tutmayıp vaktinden önce çıkarttıysam kaynar sudan, ya da suyun kaynamasını beklemeksizin atıverdiysem makarnaları suyun içersine, ?dişe dokunan? kıvam olmayacaktır. Olmasın, ne zararı var? Bir zararı yok, dilediğim makarnayı yiyemem sadece. Ya da sıkılmadım, başka şeylerle uğraşmaktayım sarımsak ezicisini aramaya takıldım kaldım, 11-12 dakika çoktan geçti gitti. Birçok işlem için gereken zaman, ne uzun, ne kısa, tam ayarında, optimal olan süreyi sağlamak. O işleme başladığımızda, içimizde adeta bir çalar saat kurup başka işlere yönelsek bile, saat çaldığında geri dönüp öbür işlemimizi tamamlayabiliyoruz. Şu saat meselesi dikkati kolay dağılanlarda biraz değişik. Kronometreye basın, saat işlesin. Beş dakika geçsin. Kaç dakika oldu diye sorun. Cevap yedi ile on arasında değişecektir. Zaman geçmek bilmez, dakikalar uzar gider. Çalar saati kursak bile, saatimiz hızlı gideceğinden, vaktinden önce çalacaktır. Makarnayı yeterince pişmeden indirmek istemiyorsam, saat ayarını bir başkasına tuttursam daha iyi galiba. Sofra Makarnamızın hazır olduğunu, sosumuzun kıvamında piştiğini, içeceklerin hazır olduğunu varsayalım. Bunların hepsini üstüne yerleştireceğimiz masaya, sofraya kurulmaktayız. Sofrada üç kişiyiz. Üç tabak, üç veya altı bardak (ne içtiğinize göre değişir), üç takım çatalbıçak ve kaşık, peçeteler, ortada salata kasesi, salatayı önümüze alabilmek için küçük kaseler, olur a ekmek isteyenler için, ekmel sepeti... Herkes yerinin aldı, makarnayı da tenceresiyle değil de, sosuyla harmanladığınız özel kapta getirdiniz. Şimdi dikkat, (a.) Masada yer yok, (b.) tabaklardan birinin üstüne yerleştirip, diğerlerine koyduktan sonra, (c.) makarna kabını birisinin eline tutuşturup, kendi tabağınızı doldurdunuz. Masaya sığmayan bir yeni eklenti (a.) için, hemen kullanılmayacak bir tabaktan ek bir alan yaratmak b, bu ek alanın yerini değiştirmek (c.) beynimizdeki dikkat/yürütücü işlevlerin en sık kullandığı yöntemlerden biridir. Ders dinleyen bir öğrenci düşünün. Yanındaki anlamadığı bir şeyi soruyor, sisteme giren ek bir işlem, ona cevap verdiğinizde, eğer dikkat ile ilgili işlevlerinizde ek bir alan yaratamazsanız (kullanılmayan bir alandan ya da makarna kabını yanındakinin eline tutuşturduğunuzdaki gibi), yanınızdakine cevap yetiştirip, öte yandan dersi dinlemeyi becremeyebilirsiniz. Dikkat işlevleri bir sofra gibi... Mevcut alanın en etkili ve ekonomik kullanımının yanı sıra, geçici ek genişleme alanları yaratabildiği ölçüde, kaldırabildiği yük artıyor. ?Eli işte, gözü oynaşta,? kulağı da başka bir yerde olanlar, yeni eklenen bilgi veya algı gereklerini karşılayabiliyor, sofrayı fazla altüst etmeden gelen giden kapkacak trafiğini idare edebiliyorlar. Biten tabaklar kalkıyor, içindeki bölüştürülen salata tabağı mutfağa yollanıyor, bir hayhuydur gitmeye başlıyor. Bu işlemleri herkesin iyi kötü yapabildiğini düşünebiliriz. Ne zaman ki, mutfaktan sofradaki mevcut boşluklara sığmayacak bir tepsi içinde ikinci kap gelir ya da ne zaman ki kapı çalınıp, epeydir uğramamış bir arkadaş çıkagelir ve sofraya onun için de bir tabak, çatal vb. konması gerekir; kriz o zaman başlar. Mevcut sistem (sofra, desktop, ne derseniz..) yükü kaldıramaz, kendi içindeki istifleme sistemleri de işe yetişemez olur. İlk sözlerden biri, ?bizim daha büyük bir masaya ihtiyacımız var?dır. Evet, ama şimdi ne yapacağız, ne masası? yeni büyük masamızı sipariş etmek için biraz uygunsuz bir zamandayız. O ana kadar yaptıklarımız, sofrayı en etkili şekilde kullanmak, bunun için de değişik cambazlıklar yapmak, ikide bir mutfağa gidip gelmek... ?Hiç oturmadın yaa...? nidaları. Doğru, hiçbirşey anlamadım, yemeğim soğudu, yoruldum. Sofrayı idare edebilmek, işin zevkini almaya yetmedi. Büyük bir lazım. Olacaktır inşalah. Şimdi ne yapmalı? Masanın yanına bir sehpa çekmek, mutfaktan bir masacık bulup getirmek, fazlalıkları ya da zaman zaman kullanılanları o ?yan masa?ya aktarmak, masayı altüst etmeden, kendi rahatımızı da fazla kaçırmadan bir geçici çözüm olabilir. Geçici, ama hayatı kolaylaştırıcı, işimizi yapmamıza yardım edici. Sofra: üzerinde yiyecekler bulunan ve yiyeceklerin yendiği masa. Yemek yendikten sonra, yeni yiyecek getirilmediğinde, sofra boşalır. Genellikle mutfakta ya da (merkezi yerleşimli bir) yemek odasında ?kurulur?. Müsvedde bellek: içinde bilgilerin geçici oalrak bulundurulduğu ve bu bilgilerin kullanıldığı zihinsel ?alan?. Bilgiler kullanıldıktan sonra yeni bilgiler gelmediği takdirde, müsvedde bellek boş kalır. Beyinin ön bölgesinde, bütün diğer alanlarla ilişkinin kurulabildiği merkezi bir konumdaki sistemlerden oluşur. Merdiven otomatiği Yemek bitti. Merdivenden aşağı ineceğim. Merdiven otomatiğinin yanma süresi 3 saniye. Bir kattan öbürüne inene kadar sönüveriyor. Yolu, basamakları tek tek bildiğimden, gözüm kapalı bile inebilirim merdivenleri. Otomatik kısa ya da uzun yanıyor, fark etmeyebilir. İlk kez ineceğim bir merdivendeysem, otomatiğin süresi fark edecektir. Dikkat ile ilgili beyin sisteminin işleyişi biraz merdiven otomatiğine benziyor. Dikkatin (düğmesine basılıp da) ?açık? olduğu süreler, kişiden kişiye değişiyor. Kimimiz bir konuyla, ilgimizi çeksin çekmesin saatlerce uğraşıyoruz; kimimiz ise, en bayıldığımız işe bile kendimizi 5-10 dakikadan fazla verdik mi, içimize fenalık geliyor. Otomatiğimizin yanma süresi kısa bile olsa kendimizi otomatiğe bağlanmış gibi yaptığımız bildik işlerde, bunun pek önemi yok. Merdivenden gözü kapalı inmek gibi. Ama ne olacağını bilmediğim durumlarda, dikkatimin süresinin yetmemesi bir problem oluşturur. Basamaklardan karanlıkta tökezlenmeden inebilmek için bir kestirme yol, merdiven otomatiğinin düğmesine bir kibrit çöpü sıkıştırmaktır. Yolumuzu aydınlatan kibrit çöpü, düşüp kalmamızı önler. Üstelik yolu bir süre sonra ezberler, karanlıkta bile inebilir hale geliriz. Bacaklarından birisi kısa olduğu için tıngırdayan bir masayı hatırlattı bu örnek bana. Bazen epeyce sinir bozucu olabilecek bir durum. Bir gazete parçasını katlayıp masanın kısa bacağının altına sokuşturuvermek de, kibrit çöpü gibi bir çözüm olabilir. Sofranın tadı tuzu kaçmamış olur. Kibrit çöplerini, kağıt parçalarını küçüksemeyelim! Dikkat tedavisi denen şey de, bu kibrit çöpü sıkıştırmaya benzer biraz... Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Kurtlu Kaşar 18.04.2008 Kurtlu Kaşar Prof. Dr. Yankı Yazgan'ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 Aceleci, sabırsız, kıpır kıpır ve kafası kolay dağılanlar için dikkat ve öğrenme hakkında gerekli bilgiler Canı sıkılan adam Daha kolay algıladığımız şeylere daha çok dikkat ederiz. Daha çok dikkat ettiğimiz şeyleri daha iyi algılarız. Hangisi önce, hangisi sonra, bu pek önemli değil... İlgilendiğimiz şeylerin çoğunu, belki de hepsini, daha kolayca ve zorlanmadan, adeta otomatik olarak yaptıklarımız oluşturur. Kolayımıza giden işlere daha çok dikkatimizi vermemiz, doğal eğilimimizdir. Peki, bize zor gelen, henüz iyi yapmayı öğrenemediğimiz ya da öğrenmeye yeni başladığımız şeylere dikkatimizi nasıl verecek, bunların nasıl iyi algılayacağız? Zorluklar burada başlar. . Hoşumuza gitmeyen bir müzik programını dinlerken, sıkıcı bulduğumuz bir tiyatro oyununu seyrederken yaşadığımız durum dikkat dağınıklığı denen duruma iyi bir örnektir. Sıkılırız, çünkü bir tat alamayız. Bir tad alamayız, çünkü ne olup bittiğini anlamak için gereken dikkati bir türlü veremeyiz. Veremeyiz, çünkü şöyle bir baktığımızda sahnedeki oyuna, çalmakta olan müziğe; çalan, oynanan tanıdık değilse, hemen zevk veren bir yanı yoksa, kafamızı çeviriverir, fırsat varsa çıkar gideriz. Hemen zevk alamadığımız durumlardan, çabucak vazgeçiverdiğimiz için kaybettiklerimizin bir listesini çıkartsak, kim bilir ne fırsatlar kaçar gider... Aceleci ve sabırsız diye bilinmemiz, bir şeyden zevk almadıkça onu sürdürmeyen bir tarafımız olmasının sonucu. Kim zevk almadığı bir şeyi yapar demeyin hemen. Kiç kimse, elbette. Dikkati dağınık olanların yapamadığı, hemen değil de biraz sonra zevk alacakları bir işi bile sürdürmekte zorlanmaları... Zaman algısı, içinde olunan saniyelerle neredeyse sınırlı olunduğunda, bazen, bir yarın yokmuşçasına yaşamaya başlayıveriyor insan: Şimdiki zamana kısılmış, “Ne yapacaksam şimdi yapmalıyım”, ya da “Benden sonra tufan” ... Tanıdık bir durum. Canımız kısılır. Değişik bir şey arar, canımızın sıkıntısını dağıtmak isteriz. Dikkatimizin süresi, yani bir konuya kendimizi verebilirliğimiz ne kadar? İlgimizi çekmeyen, bir başka deyişle, “tarzımız olmayan” veya “kafamızın basmadığı” işlere dikkatimiz çok sınırlı. Bir yetişkin gözüyle bu tür sınıflandırmalar yapmak kolay. Bazı konulardan neden anlamadığımızı, klasik müzikten neden hoşlanmadığımızı, uzun kitapları okumaktan neden hazetmediğimizi düşünmeyiz bile. Peki, tarzımızı ya da aklımızın erdiği ve ermediği şeyleri, nelerden hoşlandığımızı ve hoşlanmadığımızı belirlediğimiz yıllarda, yani çocukken, neler oluyor? Canı sıkılan bir çocuk olmak nasıl bir şeydir? Dikkat, bir ilişkidir. Anne bebeğe bakar. Bebek annesine bakmaz. Anne bir daha bebeğe bakar. Bebek sağa sola bakar, bir tek annesini yüzüne bakmaz. Bir süre sonra anne, bebeğe bakmaz olur. İlişkileri kopuklaşır. Anneye sorarsak, “çok sıkıldığını”, “birlikte ne yapacağını bilemediğini” söyler. Bebek anneye bakar. Anne bebeğe bakmaz. Bebek, anneye bir daha bakar. Anne, bir yandan bebeği besler ya da onun altını değiştirirken, bir yandan telefonla konuşur ya da televizyon seyreder, bebek dışındaki her şeyle ilgilenir. Bebek ağlayıp mızıldanarak anneyi kendine çekmeye çalışır. Bir süre sonra bebek de, anneye bakmaz olur. Bebek dile gelip, hissettiğini söyleyebilirse, “bana yüz vermiyor” diyecektir. Yüz vermek, yüzüne bakmak, hayatın başlangıcında birine dikkat ettiğimizin, o kişiye hayatımızda bir yer verdiğimizin göstergesidir. Çabuk sıkılan bir kişiysem, verdiğimin karşılığını hemen almak isterim. Bebekler bu konuda fena değillerdir, ama bazıları her zaman tempomuza ayak uyduramazlar. Anne-babalardan sabırsız ve aceleci olanlar, bebeğin kendine ayak uydurmasını bekleyemeyip, kendisine daha fazla yüz veren bir başka faaliyete (bu bazen diğer kardeş olabilir!!) kayabilir. İlişkinin iki tarafı olur. İki taraf arasındaki uyum mutlaka bir tıpatıplık olmak zorunda değil. “Ayak uydurma”, aynı yöne doğru yürüyorsanız, eşit tempoda ileri adım atma olabilir. Dans ediyorsanız, birinizin ileri adımı, ötekinin geri adımı ile bütünlenebilir. İlişkiyi bir ip gibi düşünürseniz, (dikkat ilişkisi) her iki tarafın ipe/ilişkiye asıldığı durumlarda, “çok gergin/çok ilgili ve çok dikkatli” olarak tanımlayabiliriz. O kadar dikkatlidir ki, göz başka bir şey görmez; tek bir işe, tek bir kişiye odaklanır. Buna dikkat etmek değil de, “takmak” diyebiliriz belki. İlişkinin gerginliği, ipleri kopartıcı olabilir. İki tarafın da ipe hiç asılmadığı durumlarda, ip gevşek olur ve yerlerde sürünür, ya da taraflardan biri zamanla sıkılıp bırakır gider. İp kopmaz, sağlam kalır, ama ilişki de kalmaz. Dikkatin, ya da ipin, belli bir gerginliği koruması, yani ne kopacak kadar gergin, ne de yerlerde sürünecek kadar gevşek olması için, ipin iki tarafından tutanların diğerinin ne kadar gerdiğinin veya gevşettiğinin takipçisi olması gerekir. Diğerinin ne yaptığını (ne düşündüğünü, ne hissettiğini, ne istediğini) izleyebilmek, ilişkinin sürmesinin ve kalitesinin bir ön koşuludur. Bu izleme sürecine de dikkat diyebiliriz. Dikkat dağıldığında, ilişki kopar. Dikkatimizi başka bir yöne kendi kararımızla kaydırdığımızda, başka bir şeyle ilgilenmeye başladığımızda, (bir ilişkiye ara verip) yeni bir dikkat ilişkisi kurmuş oluruz. Bir önceki ilişkiyi geçici olarak askıya alıp, birazdan geri döndüğümüzde kaldığımız yerden devam edebilmemiz için askıya aldığımız ilişkiye ait bilgileri bir yerlerde muhafaza ediyor olmamız beklenir. İp benzetmesine (sizi baymak pahasına) dönersem, sağ elimle bir ip tutarken, sol elimle de bir ipe yapışırsam, sağ elimdeki ipin gerginliği idealden biraz uzaklaşabilir. İpin diğer yanındaki (kişi, iş, zevk vs), benim gevşekliğimi farkedip, gereken gerginliği sağlayacak hareketi yaparsa, ipimiz’in gerginliği devam eder. Ben de bir süre sol elimle de bir başka ip tutup, tekrar dönüp, sağ elimle ip tutmaya devam edebilirim. Eğer o ip ben ona yeterince asılmadığım sürede, ipin diğer ucundakinin sayesinde sürünmeden ya da kopmadan devam etmişse, iki ipi de iyi kötü aynı zamanda tutabilmiş olurum. İpin diğer ucundaki de, bu ucundaki (yani ben) kadar önemli anlayacağınız... Dikkat bir ilişki, ve her ilişki gibi karşılıklı. İpin öbür ucu Dikkat ettiğimiz, ipin öbür ucundaki “şey” bize keyif veriyorsa, ondan vazgeçmek istemeyebiliriz. Buna “ipe fazla asılmak, ipi fazla germek” diyelim. Hiçbir keyif vermiyorsa, bırakın ipe asılmayı, hiç tutmamayı ya da olabildiğince gevşek tutmayı tercih edebiliriz. Buna da “ipin ucunu kaçırmak” diyelim. Keyif almak/vermek ekseninde kaldığımız sürece, durumumuz ipin öbür ucunun keyfine (nasıl olduğuna) bağlıdır. İpin öbür ucu, bizim ipi bu ucundan nasıl tutacağımızı belirler. “İpin ucunu kaptırmak” diyelim buna da... Dikkatimizi yönetebilmemizin, bir durumdan hemen o an keyif alıp almamamıza bağlı olması, bizim o süreçteki rolümüzü oldukça azaltır. Edilgenleştirir. Edilgenlikten başka bir yol bırakmaz. Küçük yaşta başlayan edilgenliğin etkileri ise kalıcı ve derindir. Bu konunun devamı önümüzdeki haftalarda sizinle paylaşılacaktır... Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Kardeşin Kardeşe Yaptığını 03.04.2008 Prof. Dr. Yankı Yazgan"ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 Her kardeş birbirin kıskanmaz. Ama kardeşler çekişirler. Çekişme ile kıskanma arasındaki farkı vurgulamak isterim. Kardeşler arasında anne-babanın boş zamanı ve ilgisinin paylaşımı konusunda çekişmeler çıkabilir. Bu çekişmeler birbirini hırpalayıcı, zarar verici davranışlarda bulunma boyutuna varırsa, “kıskançlık” demenin zamanı gelmiştir. Çatışmalar, genellikle çekişmelerin iyi ve doğru yönetilememesi sonucu ortaya çıkar. Yönetebilmek için durum hakkında biraz bilgi sahibi olmak işe yarayabilir. Kardeşler arasındaki sürtüşmelerin bir açıklaması var mı? Olası sebeplere göre bir gruplamayı deneyelim: Anne-baba tutumlarına bağlı olanlar, çocuğun bireysel huy özellikleriyle ilişkili olanlar, yaş farkı, cinsiyet gibi özelliklerin sonucu olan sürtüşmeler. Ana-baba tutumunun yol açacağı gereksiz kardeş sürtüşmeleri. Anne-babanın kişisel özellikleri ve aralarındaki ilişkinin özellikleri kardeş sürtüşmelerini azaltıp artırabilir. Anne-baba kendi önceliklerini ön planda tutmakta ısrarcı ise, iki kardeşe verecekleri ilgi ve zamanın dozu da azalabilir. Anne-babanın ikili ilişkisi, anneçocuk ve baba-çocuk ilişkisi ile eşit oranda tutulmaya çalışıldığı takdirde, ilginin birden fazla insan arasında bölünmesi durumuyla karşı karşıya kalmak kaçınılmaz. Kimse kendisine gösterilen ilgiden memnun kalmadığından, herkes daha fazlasını talep etmeye başlar. Doğumla birlikte azalan “ilgi payı”nı geri ister “abi” ya da “abla”. Nerede benim ilgim? İlgisizlikten yakınan tek kişi büyük kardeş olmaz. Baba da anneden yeterli ilgi görmediğini, ihmal edildiğini düşünmeye başlamakta gecikmez. İşine dönmek zorunda kalan çalışan bir anne, kocası, işi ve büyük çocuğunun beklentileri ile bebeğinkiler arasında kalır. Bu arada kendi beklentileri çoktan rafa kalkmıştır. Olan anneye olur genellikle. Eğer anne ve baba, birbirleriyle olan ilişkilerinin kalitesinden bir süreliğine taviz verebilirse, çocukların bölüşülmesi (örneğin anne küçük çocuğun zorunlu ihtiyaçlarıyla ilgilenirken, baba da büyük çocuğa ilgi gösterebilir) sorunu hafifletebilir. Tabi, çocukların doğumundan önceki karı-koca ilişkisi yeterince sağlam ve bu tür sarsıntılara dayanıklıysa sorun yoktur. Ama çok taze bir ilişkiyse ya da sağlamlığı konusunda tarafların kuşkuları varsa veya daha da kötüsü, ilişkiyi sağlamlaştırmak üzere bir çocuk yapıldıysa, çocukların arasında ortaya çıkan çatışma aslında daha çok anne-baba çekişmesinin bir sonucu olarak da görülebilir. Çocukların bireysel özellikleri, karakter ve yapı özelliklerinin yol açabileceği kardeş çekişmeleri, 3 yaşındaki bir çocuğa gösterilmesi gereken ilgiyle 13 yaşındaki bir çocuğun ihtiyaç duyduğu ilgi eşit değildir. Dolayısıyla çocuklara gösterilmesi gereken ilgi bir eşitlik ölçüsüyle değil de, denklik ölçüsüyle değerlendirilmelidir. Çocukların bireysel özelliklerini ve ihtiyaçlarını iyi görebilen ve değerlendirebilen anne-babalar, kardeşler arasındaki çekişmelerin çatışmaya dönüşmesini de engelleyebilirler. İhtiyaçları anlayabilmek. Aslında, çocuğunun ihtiyaçlarını ve psikolojik özelliklerini iyi görebilen bir kişi, eşinin ihtiyaç ve özelliklerini de iyi bilen birisidir. Tabii, bu ilişkilerin hiçbirinde bir pürüzsüzlük ve mükemmellik beklentisi içinde konuşmamak gerek; daha ziyade pürüzlerle başa çıkabilecek esnek bir sistem kurabilmeyi kastediyoruz. Doğuştan belli. Bebeklerde daha doğumunun ilk haftalarında tespit edebileceğiniz bazı mizaç/huy özelliklerini bebeğin uykusundan, gürültüye reaksiyonundan, bir yabancıyla karşılaştığındaki tavrına kadar birçok özelliğinden çıkartırız. Daha ilk baştan çocuğun temel özellikleri hakkında bir fikir sahibi olursak, ona uygun bir şekilde davranmayı öğrenebilme şansımız vardır. İhtiyacını belirler, ona göre hazırlık yaparız. Burada çocuğun (özellikle 3 yaş altı çocukları kastediyoruz) temel ihtiyaçlarını doğru saptayıp, onları zamanında karşılama mantığıyla hareket etmek çok önemlidir. Örneğin, gürültüden çok korkan bir çocuğu gürültünün tam ortasına oturtmak kuramsal olarak kimi uzmanlarca desteklense de – alışması açısından – bazı özellikleri zorlayarak değiştirmeye çalışmak yerine esnek bir tutum sergilemek, genellikle daha yararlı olabilir. Bu uygulaması da mümkün bir öneridir. Kardeşler birbirine benzemez. Çocuğun bireysel ihtiyacını doğru saptamak da önemlidir. Ali kendisiyle iki saat zaman geçirilmesinden ancak tatmin olabilirken, Ayşe beş dakikalık anne baba ilgisinden sonra kalan bir saati tek başına oynayarak da geçirebilir. Ali’ye yetenle Ayşe’ye yeten aynı olmayacaktır. Bu sebeple anne-babanın bu tür bireysel farkları saptayıp, çocuklarının her birinin neye ne kadar ihtiyacı olduğunu iyi anlaması ve ikisine ihtiyaçlarının miktarı doğrultusunda yaklaşması kardeş çatışmasını azaltır ve engelleyebilir. Yaş, cinsiyet özelliklerinin yol açabileceği sürtüşmeler. Birbirine çok yakın aralarla doğmuş olan iki kardeşin çatışma ihtimali, uzun aralarla doğmuş olanlara göre daha yüksektir. Bunun ana sebebi ikisinin ihtiyaçlarının tipinin ve yoğunluğunun aşağı yukarı aynı olmasıdır. Örneğin, 10 yaşında bir çocuğun kardeşi olduğunda ihtiyaçlarının yoğunluğu ve türü çok daha az ve farklı olacağından, kardeş sürütşmesi de daha az olur. İki yaşında bir çocuğun kardeşi olduğunda, doğal olarak çekişme ortaya çıkabilir ve bu çekişme iyi idare edilmediğinde kolayca çatışmaya dönüşebilir. İdeal aralık. Kardeşler arası çekişmelerin fazla yaşanmaması içni ideal olan, aynı zamanda kadın sağlığı açısından da daha doğru olanı hamilelikler arasında 2-3 yıllık bir süre bırakılmasıdır. Birinci bebeğin ihtiyaçlarının yoğunluğu ancak 2-2,5 yaşına geldiğinde azalmaya başlar. 2 yaşından küçük çocuklara kardeş getirmeyi pek fazla tavsiye etmiyorum. Olduysa, yapacak şeylerin başında çocukların ihtyiaçlarını karşılayabilecek sistemi kurmak gelecektir. İki çocuğun aynı veya farklı cinsten olması yaş gruplarına göre önem taşır. Küçük yaşlarda kardeşlerin farklı cinsiyetten olması çok önemli bir etmen değilken, bebeklikten çıktıkça ve yaş büyüdükçe bu cinsiyet farklılığı önem kazanır. Hayata bakış açılarını ve karakter farklılıklarını belirler. Aynı cinsiyetten olan çocuklar arasında rekabetin daha fazla olacağına dair yaygın görüşlere rağmen, araştırma verileri farklı cinsiyetler arasında çatışmanın daha fazla olduğunu gösterir. Maddi durum. Psikolojik durumu etkilyebilen faktörlerden bir diğeri ise sosyoekonomik durumdur. Anne babanın çocuklara sunabileceği imkanların ne ölçüde mevcut olduğu önemlidir. Bu, özellikle kaynak paylaşımı esnasında ortaya çıkacak çatışmaları etkiler. Örneğin, çocukların eğitimlerine yönelik kararlarda, eğer ekonomik kaynaklar sınırlıysa ve çocukların yaş araları da yakınsa uygulamalar zorlaşabilir. Ayrıca yine birbirine yaşça çok yakın iki çocuğu art arda üniversite hazırlık kursuna yollamakla, yaş aralığı yüksek olan kardeşleri bu tür bir kursa yollamak arasında ailenin maddi kaynaklarını yönetebilmesi açısından önemli fark vardır. Bu noktada, yine kardeşler arasındaki yaş farkı faktörüne dönmüş oluyoruz. Kardeşler arasındaki yaş farkının çok az olması (2 yıldan az, diyelim, benim önerim “3’ten az olmasın”dır, benim çocuklarımı sormayın), bazı kolaylıklar getirebilir. Çocukların büyütülmesini bir çırpıda bitirmek, her şeye sil baştan başlamak zorunda kalmamak ya da özellikle anneler için kariyere iki kere ara vermek yerine bir kere orta uzunlukta ara vermek gibi... Ama, duygusal ve parasal kaynak kullanımı açısından sorun yaratması nerdeyse kaçınılmazdır. Kardeşler arasında yaş farkının 5-7’yi aşması da kuşak farkı oluşturur. Bu sefer de çatışmadan ziyade ezme ve yönetme ilişkisi işin içine girer. Yaş farkının tam olarak kaç olması gerektiğine dair kesin bir belirleme olmamakla birlikte, çocuklar kaynakların etkin paylaşımı konusunda zorluk yaratacak şekilde arka arkaya dizildiğinde sorun çıkabilmektedir. Bu durumun, özellikle annenin enerjisini ve kaynağını tüketici bir etkisi vardır. Devamlı olarak çocuklarla ilgilenme, tüm kaynakları onlara yönlendirme ve kendi gereksinimlerini belki de bu sebeple erteleme, bir anne olarak, eş olarak ve aynı zamanda kariyer sahibi bir birey olarak annenin kendini baskı ve stres altında hissetmesine neden olabilir. Böyle durumlarda, annelerde psikolojik çöküntüler, moral bozukluğu, verimsizlik daha sık oluyor. Yeni bir kardeş fikrine alıştırma için ne yapalım? Kıskançlığın yönü genellikle büyükten küçüğe doğrudur. Bebeğin abisini, ablasını kıskanacak hali pek olmaz. Büyük çocuğa, küçüğün gelişiyle kendisinin ikinci planda kalmayacağına dair bazı güvencelerin verilmesi ve bunun davranışlarımızla da hissettirilmesi faydalı olur. İlk çocuğu kardeş sahibi olma fikrine hazırlamak için bir sözlü teminatın yanı sıra, kardeşin gelişinin onun pozisyonunu değiştirmeyeceğini, hatta onun pozisyonunu daha iyi hale getireceğini vurgulamak işe yarayabilir. Örneğin, “büyük” çocuğun kardeşine yapılan alışveriş aşamasına katılması faydalı olabilir. Ancak, 2-3 yaşında bir çocuğu da kardeşi için yapılacak alışverişe götürüp kardeşine giysi, oyuncak alırken, ona “Sen artık büyüdün” diyerek, hiçbir şey almaksızın geri dönmek daha baştan verdiğiniz sözleri tutmayacağınız kanısını uyandırabilir. Abi-abla demeyin bana. Küçük çocukların “abi” ya da “abla” olmaya lafta heveslerine aldanmayın. Henüz “abilik, ablalık” kavramını benimsemeye pek hazır ve yatkın olamayabilirler, olmazlar. “Artık sen abla oldun, büyüdün” dediğinizde çocuğunuzun yapacağı ilk iş, “Eh, kalsın” deyip, küçük kardeşini taklit etmeye başlamak olacaktır; tekrar emzik emmeye, altını ıslatıp bez bağlatmaya başlayabilir. Çünkü o aslında bizim anladığımız anlamda abi-abla olmak istememektedir; henüz küçük çocukluğun tadını sürecekken kendisine böyle bir ortak gelmesi, hazır olunmayan bir sorumluluğa girme olasılığı bu tür ters tepkilere yol açabilir. Aceleye gerek yok, daha ziyade “Senin çocuk olduğunu unutmayacağız” garantisini davranışlarımızla vermemiz faydalı olur. Bu garantinin ölçüsü, ayırdığınız zaman ve yoğunluğun “bir şekilde” sürmesidir. “Bir şekilde”, ideal formül yok, yaratıcılığınızı kullanın, anlamına geliyor bu cümlede... Kardeş ilişkisi, anne-bebek ilişkisi kadar doğal bir ilişkidir. Bu doğal ilişkide pürüzlere yol açabilecek temel etmen kardeşlerin ihtiyaçlarının yeterince iyi ve doğru karşılanmamasıdır. Bunun doğal sonucu, ihityacı yeterince karşılanmayan çocuğun, kendisine verilen ilgi eksikliğini kardeşinden bilmesidir. Sizi yerinizden ettiğine inandığınız, “Senin yüzünden bütün bunlar” diye düşündüğünüz bir kişiye siz nasıl davranırdınız? “Sen olmasaydın bunlar gelmezdi başımıza”nın tamamlayıcı cümlesi, “olma!”dır, kısaca. Kardeş kıskançlığı, çekişme düzeyindeki haliyle, ilişkinin doğal parçasıdır. Toptan ortadan kaldırmak mümkün değildir. Gerekmez de... Kardeşlerin varlığını aynı işyerinde çalışan iki tane müdür yardımcısı örneğine benzetebiliriz, aralarında mutlaka bir rekabet ve çekişme mevcuttur. Bu iki kişi arasındaki çekişme ve rekabeti daha büyük boyutta bir çatışmaya dönüştürüp dönüştürmemek tamamıyla bir üst yönetimin tutumuna bağlıdır. Onları yarıştırmak yerine, açık ve hakça bir tutum sergilemek, işbirliklerini sağlamak çatışmayı engeller. Verimi artırabilir. Ama, açıklık ve işbirliği kısa vadede zahmetli ve hemen sonuç vermeyen bir yöntem olduğu için “birbirine kırdırma” ve “bölüp, yönetmek” geleneksel iş yöntemi teknikleri hemen ortama egemen olur. Hakça yönetim. Aile içerisinde de buna çok benzer bir sitem vardır. İki tarafı hakça bir şekilde idare etmediğinizde; bir çocuğun ihtiyaçlarını karşılayıp, ötekinin ihtiyaçlarını yeterince karşılamadığınızda, ama karşıladığınızı iddia ettiğinizde, genellikle ortadaki kavga üst otoriteye yönelmekten ziyade kendi aralarında, kendi düzeyinde gördüklerine yönelecektir. Sonuç olarak anne babaya düşen görev “Acaba çocuklarımızın ihtiyaçları neler; hangisine nasıl davranırsak ihtiyaçlarını gerektiği biçimde karşılamış oluruz?” diye ayrıntısıyla düşünmektir. Anne-babaların ellerinden geleni yaptıkları, ancak çocukların ihtiyaçlarının karşılanmadığı duygusunu sürdürdükleri durumlarda ne yapacağız? Bazı çocukların ihtiyaçları, klasik bir anne-baba yaklaşımıyla karşılanamayacak derecede yoğun olabilir; ihtiyaçlarını ne kadar karşılarsanız karşılayın, bunu algılamakta ve hissetmekte zorlanan çocuklar vardır, hem de çok sayıda. Anne-babanın ciddi bir yöntem değişikliğine ihtiyacı olabilir. Bu nokta, uzmandan yardım isteme zamanıdır. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Bebeğe Yaşadığını Hissettirmek için 21.03.2008 Prof. Dr. Yankı Yazgan'ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 Beyin ve gelişim araştırmalarının çok kısa özeti Bir bebeğin beyin yapısı, çevresinden kendi eylemlerine uyan tepkiler aldığında daha iyi gelişir. Örneğin, bebek size gülümsediğinde, siz de ona gülümsüyorsanız, bu “uyan” bir tepkidir. Bebeğin bir şeyler yaparkenki coşku düzeyi, sizin tepkinizi ona hangi yoğunlukta göstereceğinizi belirler. Onun düzeyiyle karşılık vermelisiniz; örneğin, sesi alçak tonda ise, alçaktan; çığlıklar atıyorsa, yüksekten.... Bebeğe tepkileriniz, her zaman bebeğinkiyle aynı kanaldan olmayabilir. Birçok algıyı eşzamanlı kullanarak hareket edebilirsiniz; örneğin, onun gülücüğüne hem gülerek, hem kafasını kaşıyarak tepki verdiğinizde, dokunma ve görme sistemleri arasındaki bağı kuvvetlendirmiş olursunuz. Bebeği özellikle strese sokan, zorlayan uyaranlar bellidir. Örneğin bazı yüz ifadeleri: devamlı endişeli, öfkeli, ya da kayıtsız tavırlı yüz ifadeleri bebeği kaygılandırır. Aşırı gürültü, sık yer değişiklikleri, düzensiz, kaotik ortamlar... Şu dünyada rahat etmek için bebeğin tek kılavuzu ve dayanağı anne-babasıdır (ve diğer büyükler). Sizin yüz ifadeniz, ses tonunuz, dokunuş biçiminiz bebeğin bilgi kaynağıdır: nasıl bir ortamda olduğunu, nasıl davranabileceğini o ipuçlarından çıkartacaktır. Hayatı etkilemek için. Bebeğin yaptıklarına uyan karşılıklar alması, onun hayat üzerinde bir etki yapabilme duygusunu kuvvetlendirir. Hangi durumlarda ne yapacağını, nasıl davranacağını öğrenmenin tek yolu budur. Örneğin, televizyon seyreden bir bebek olmanın en önemli sakıncası, bebeğin olan bitene hiçbir etki gösteremeden tam bir seyirci olmasıdır. Seyirci pozisyonu, ilişkiye katılmayı frenler, ilişki için gerekli beyin sistemlerini hareketsiz kılar. Karşılıklı “uyan” davranışarın birbirini izlemesi, bebeğin diğer kişinin farkına varışını artırır. Kırk yaşından sonra empati kurslarında kazanamayacağı becerileri sizinle bir emzirme anında ya da uykuya dalmadan kazanabilir. Bellek, bu işe yarayan davranışları kodlar bir kenarda saklar. Sırf bir eylem olarak değil, kendisinin de bir katkıda bulunduğu, karşısındakiyle adımlarını uydurmaya çalıştığı bir ilişki olarak. Dil mekanizmaları, diğer kişiyle iletişim ihtiyacının artışıyla, harekete geçer: Her şeyin bir adı vardır, durumların, duyguların adları onları kullanabilmemizi, geçmiş deneyimimizi biriktirip, tekrar kullanabilmemizi sağlar. Bilerek, fark ederek yaşadığımız durumlar, hayal gücümüzün malzemesi olur. Öylesine, adını koymaksızın, rastgele yaşadıklarımız ise, geride bir şey bırakmaksızın geçer gider. Bebeğe yaşadığını hissettirmek, bizim onunla ilişkimizin temel hedefidir. Prof. Dr. Yankı Yazgan Psikiyatri ve Çocuk/Ergen Psikiyatrisi Uzmanı www.yankiyazgan.com Doğuştan Getirdiklerimiz 03.03.2008 Prof. Dr. Yankı Yazgan'ın "Düşe Kalka Büyümek" adlı kitabından alınmıştır. Epsilon Yayıncılık, İstanbul, Kasım 2003 Kim olduğumuzun, nasıl birisi olduğumuzun bazı belirleyicileri doğum anından belli. Bebeklerin karakter özellikleri çok küçük yaşta belirginleşir; ancak ana çizgiler doğuştan gelir. Huy veya mizaç olarak adlandırılan bu özelliklerin başlangıçtan fark edilmesi, uygun tutumu benimsememizi kolaylaştırır. “Bebeğe uygun olmak” üzerine bu kitaptaki her makalede söylediklerimizi tekrarlamaksızın, doğuştan gelen özelliklerin niteliklerini anlamak işe yarayabilir. Terimsel karışıklıkları önlemek açısından, kişilik ve kimlik gibi daha “üst” kavramları ayrı tutayım. Kişilik gelişmenin bir ürünüdür, doğuştan gelen ve bebeklikte edinilen özelliklerin hayat ile etkileşiminin bir sonucudur. Süreç yanı ağır basar. Bu yazıda, doğuştan gelenlere odaklanacağım. Uçuruma nasıl emeklenir? Önce çok meşhur bir deneyi aktarayım. Yükseklik korkusuna ilişkin bir çalışmanın parçası olarak yapılmış. Bebeklerin üstünde sağa-sola koşuşturduğu platformun bir bölümü, bazı “görsel efektler” kullanılarak uçurum izlenimi verecek şekle sokuluyor. Bebek aşağı doğru baktığında müthiş bir “yükseklik” duygusuna kapılıyor. Bebek emekleye emekleye geldiği uçurumun kıyısında şöyle bir “aşağı” bakar. Sonra “uçurum”un öte yakasında, onu bekleyen annesine doğru emeklemesine devam eder. Az sonra annesinin kucağındadır. Aradan birkaç ay geçer. Bebek bu sefer tay-tay duruştan yürümeye geçişin sarsaklığı içinde sallana sallana gelir. Tam uçurum kıyısına geldiğinde, gözlerini faltaşı gibi açarak kalakalır. Öte yakadaki annesine bakar. Anne, ellerini uzatıp onu çağırdığında gözlerini annesine diker. O gülümser, bebek de gülümser. Adımını atar. Gözleri annede, uçurumu aşıp geçer. Yine kucağa... Korku vardır, ama ortaya çıkmaz. Emekleme döneminde uçurumu hiç “iplemeyen” bebek, ayağa kalktığında farklılaşıyor. Doğduğu anda böyle bir korkusu yokken, ayakta olduğunda derinlik ya da yükseklik korkusu faaliyete geçiyor. Adeta hayatın belli evresinde, belli bir şifre açılıyor. Dört ayağı üzerinde hareket eden bir canlı için, yükseklik o denli korkutucu (ve anlamlı) değil, demek ki... Yükseklik korkususunun doğuştan başlamadığını, ancak doğuştan itibaren var olduğunu ve belli bir gelişim evresinde açığa çıktığını gösteren bu deneyin ilginç bir yönü vardır. Annem nasıl bakıyor? Korkuyu hissetmeye başlayan bebeklerin ilk yaptığı iş annenin yüzüne bakmak... Annenin yüz ifadesinin telaşsız, yumuşak ve sevecen olması bebeği yüreklendiriyor ve uçuruma adımını attırıyor. Duygu alışverişinin ve yüreklendirmenin, korkuyu yenmeye yardımcı oluşunun bir örneği. Hayatın sonraki dönemlerindeki korku ve kaygılarımızı yenmemizde, yüreklendirici yüz ifadelerinin, ses tonlarının ve sözlerinin etkisi ise herkesçe malum. Kayıtsız ya da kaygılı. Annenin kayıtsız ya da kaygılı bir surat takınması ise, bebeği ürkütmeye yetiyor. Uçurumun kıyısında, annesinin yüzüne bakakalıyor bebek. Hiç kıpırdamadan... Her attığı adımda annesinin kaygılı bakışlarıyla karşılaşan bir bebeğin adım atmaya ilişkin kaygıları ömür boyu peşini bırakmayabilir. Bu sadece uçuruma adım atma için değil, değişim ve risk taşıyan her yeni durum için geçerli. Her yeni durum, annesinin kaygılı suratıyla karşılaştığındaki korkusunu canlandırabilir. Bebeğin kendi özellikleri de kaygılı olmayı destekleyen cinsten ise, durum iyice karışır. Risk değerlendirmesi yaparken, kaygı ve endişe etkisi altında, her yeni durumu korkutucu algılamak gibi bir sonuçla karşılaşırız. Annenin surat ifadesini değiştirmesi mümkün mü? Mümkün veya değil, ama surat ifadesi farklı birilerinin varlığı işe yarar. Bebek açısından bakarsanız, yüz ve beden diliyle ona cesaret verebilen kişilerin korkuyu azaltıcı bir etkisi olacaktır. Korku yaratan durumu yüreklendirici bir destekle tekrar tekrar yaşamak ise korkuyu siler. Tıpkı psikoterapilerde olduğu gibi... Asık suratlı anne diye bir şey var mı? Doğum sonrası depresyon geçiren annelerin neşesiz, gergin ve bıkkın yüz ifadelerinin çocuklar üzerindeki etkileri gelişimi bozucu düzeye varabiliyor. İfadesizlik, genellikle hareketsiz, cansız bir görünüm verdiği için, çocuğun ilgisini çekmiyor. Bebeğin anneye karşı bu ilgisizliği, kendisini depresif hisseden annenin yetersizlik duygularını körüklüyor. Suratı daha da asılıyor, kısırdöngü uzayıp gidiyor. Tehlike varken, hiç uyunur mu? Annenin surat asmasını, gergin ve endişeli olunacak bir durum olarak gören bebeğin beyni hemen tehlike sinyallerini çalar. “Benim de gergin olmam gerekir herhalde, bir olası tehlikeye karşı” mantığıyla uykular bozulur önce sonra da iştah gider. Anne ve diğer bakımcılar, uğraşsın dursun “yedireceğiz, uyutacağız” diye... Asık suratın bir anlamı da, “beğenmezlik”, “memnun olmazlık” olarak görülebilir. Soğuk bir ses tonunun, gülmeyen bir yüzün içimizde uyandırdığı otomatik duygu genellikle “Acaba ne yanlış yaptım?”dır. Bu yüz ve ses ile yerli yersiz, sürekli karşı karşıya olmak, ne yaparsanız yapın memnun edici olamadığınız hissini geliştirmeniz için yeterli olabilir. Bebeklik dönemindeki hisler bellekte his olarak saklanır. Bebekler bu hisleri düşünce olarak kodlayıp saklayabiliyorlar mı? Bilinen şu: Farkındalık, dil gelişimi öncesinde, duysal sistemde yer alır, fizyolojik temelli otomatik yanıtlar şeklindedir. Söze dökülemeyen tatsız duyguların, nedenini açıklamakta zorlandığımız birçok hissin, bu şekilde kodlanmış anılarla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Tatsız hislerin izlerini asık ya da endişeli suratlı annelere kadar sürmek, annelerin endişesinin ya da olumsuz duygularının her çocuğa bulaşacağı anlamına gelmez. Bazı çocuklar, bu etkileşimlere daha açıktırlar. Bu bağlamda, ben küçük çocuklar konusundaki görevimin önemli bir kısmını, “olumsuz etkileşime açık” çocukların özelliklerini önceden saptayıp, anne-babalarına yol göstermek olarak görüyorum. Bir de yavaş ısınanlar var. Yazının başlangıcında akatardığım deneyde, bir başka bebek grubu daha var. Yine, doğuştan gelme özellikler üzerine bir çalışmada yer alan bir buçuk-iki yaşlarında üç tane ufaklık... Anneleri ile birlikte oyuncak dolu bir odaya salınıyorlar. Üç kızın ikisi hemen oyuncaklara koşuyor. Bir tanesi öyle pervasız ki, eline geçirdiği bebeği birkaç dakika içinde parçalara ayırdığı gibi, diğer girişkenin elindekilere de el koyuyor. Kamera, üçüncü kızı annesinin bacakları arasında, ürkek ve sinmiş bir halde yakalıyor. Ortalığı kollayan küçük kızı, annesi “kardeşlerin” yanına göndermeye çalışsa da, boşuna... Çekingen ve tedbirli. Bir süre sonra, çekingen bebek, oyuncak yığınına doğru yavaşça ilerliyor. Diğerlerini izleyip, kollayarak... Bir oyuncağı alıp, hızla “grubun” dışına çıkıyor. Hem anneye yakın durarak hem de gruptan kopmadan oyuncağı ile sakin sakin oynuyor. Her parkta, her doğum günü partisinde görebileceğimiz cinsten bir olay. Çocuğun yapmaktan zevk alabileceği bazı şeyleri kaygısı nedeniyle yapmadığına, uzak durduğuna, vazgeçtiğine tanık olabileceğimiz durumlardan birisi. Annenin tutumunun kilit bir rol oynadığı, annenin bebeğinin/küçük çocuğunun “yavaş ısınan” yapısına uyum gösterebildiği ölçüde sorunsuz ve sonuca ulaşabilen bir durum. Sorunsuz: Gürültü-patırtı, üzüntü olmaksızın. Sonuca ulaşabilen: Çocuğun yapmaktan vazgeçmeyip, kendi temposunda gerçekleştirebildiği. Aceleye getirmeyin. Oyun odasında, parkta, partide bir kıyıda duran çocuğu bir şekilde diğerlerinin yanına itelemek, bebeği “sosyalize” etmenin yollarından bir gibi görünüyor. Burada itelemenin ayarı nasıl yapılacak? Ne süratte, ne yoğunlukta olmalı? Bebeğinin kendine özgü “ısınma ayarı”nı iyi bilen anne, çocuğun yeni duruma kendi yöntemleriyle uyum sağlaması için gerekli olan “sıkıştırılmamış zamanı” sunabilir. Gereken zamanı tanıdığınızda, “yavaş ısınan” çocuklar gerekeni ve istediklerini daha kolayca yapabiliyorlar. Pes etmeksizin, acı çekmeksizin. Örneğin, bir doğum günü partisine vakitlice, hatta herkesten önce gitmek, çocuğa fazladan bir “ısınma zamanı” sunmak, partinin cehenneme dönmesini kolayca önleyebilir. Eve arkadaş çağırdığınızda, 5-10 çocuk birden değil de, ikişer-üçer çağırmak gibi... Zamanın sıkışık olmadığı, birçok kişiyle aynı anda ilişkinin gerekmediği durumlarda “yavaş ısınma” bir dezavantaj olmaktan çıkıverir. Nereden nereye. Galiba, sandığımızdan daha fazla özelliğimiz doğuştan belirlenmiş oluyor. Bu özelliklerimizi “en münasip” nasıl kullanacağımızı ise, daha sonra öğreniyoruz. Çocukken nasılmışız, onu öğrenmek, hatırlayanlara sormak, kendimizle ilgili fikir verici olabilir. Fotoğraflardaki yüz ifadeleri bile bebeklikteki mizacımızı bize tanıtacaktır. Yine de, “Sen küçükken hiç böyle değildin,” yorumlarına hazırlanın. O zaman nasıl olup da, bugünkü halimize geldiğimizi öğrenmemiz gerekecek! Ne varmış halimizde?