Sayı-18 Haziran 2008

Transkript

Sayı-18 Haziran 2008
1
Sevgili Okuyucu,
Gönül kardeşliği yolunda Kardeş Kalemlerin yeni bir sayısıyla tekrar merhaba!
Birliğimiz ve dergimiz gönül coğrafyamızdan derlediği ıtırları sizlere ulaştırmaya
devam ediyor. Kardeş Kalemler, geçen sayılarımızda sizlerle paylaştığımız gibi,
yalnızca muhteva olarak değil, hazırlanması bakımından da Avrasyanın ortak dergisi
olma vasfını güçlendiriyor.
Kardeş Kalemler’in yeni sayıları, birkaç sayımızdan bu yana, yalnızca Ankara’da yayın
kurulumuz tarafından hazırlanmıyor. Her yeni sayının hazırlıkları için Türk Dünyası
Edebiyat Dergileri Kongresine üye dergilerimizin editörlerinin ve yayın kurullarının
teklifleriyle hazırlanıyor. Kongre üyesi dergilerin, Kardeş Kalemler’de yayınlanması
için teklif ettikleri yazıları, o derginin belirteçleri (logo) ile yayınlıyoruz.
Bu sayımızda Azerbaycan’dan Ulduz, Kırım’dan Yıldız, Kırgızistan’dan Kırgız
Edebiyatı dergilerinin belirteçlerini bulacaksınız.
“Peki, o dergilerde Kardeş Kalemlerin belirteçleri de yer alıyor mu?” diye
aklınızdan geçirdiğinizi duyar gibiyim. Seviçle haber vermeliyim ki, evet Türk
Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresine katılan dergilerimizin sayfaları arasında
da Kardeş Kalemler belirteçleri yer alıyor. Yani onlar da Kardeş Kalemler’den arzu
ettikleri yazıları sayfalarına taşıyarak, dergimizin belirteciyle yayınlıyorlar. Yalnızca Türkiyeli kardeş kalemlerinin değil, Türk Dünyasının her hangi bir yöresinden
beğendikleri şiir ve hikayeleri yayınlıyorlar. Böylelikle kalem kardeşliğimiz, gönül
kardeşliğimiz her geçen gün artıyor.
Sizlerle paylaşmaktan büyük memnuniyet duyduğumuz bir faaliyet de Türk Dünyasının ilk ortak hikaye yarışması…
Türkçenin ilk ansiklopedik sözlüğünü hazırlayan büyük bilgin Kaşgarlı Mahmut’un
Doğumunun 1000. Yılı vesilesiyle, Türkçenin değişik lehçe ve şivelerinin
konuşulduğu ülkelerde yapılmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığımızın destekleriyle bir hikâye yarışması düzenliyoruz.
Yarışma, “UNESCO 2008 Kaşgarlı Mahmut Yılı” programı kapsamında Türkçe
konuşan bütün ülkelerde eş zamanlı olarak yürütülecek.
“Türk Dünyasının UNESCO’su” olarak nitelenen güzide kuruluşumuz TÜRKSOY
da, Türk Cumhuriyetlerinin kültür bakanlarının katıldığı bakanlar konseyi toplantısında, yarışmayı faaliyet programı içine aldı. Böylelikle Türk Cumhuriyetlerinin
kültür bakanlıkları da “Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması’nın
paydaşları oldular. TÜRKSOY yönetimine ve tüm ilgili bakanlıklarımıza teşekkürü
borç biliyoruz.
“Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması”, Avrasya Yazarlar Birliği’nin
eşgüdümünde, Azerbaycan, Balkanlar (Batı Trakya, Bulgaristan, Kosova,
Makedonya, Romanya) Başkurtistan, Çin, Gagauz Yeri, Irak, İran, Kazakistan, Kırım, Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Tataristan, Türkiye, Türkmenistan,
Çuvaşistan, Sibirya (Hakasya, Yakutistan, Altay, Tuva) ülke ve bölgelerinde
bulunan edebiyat dergileri veya yazarlar birliklerinin işbirliği ile gerçekleştirilecektir.
Yarışma şartları ile ilgili daha geniş bilgiyi dergimizin bu sayısında bulabilirsiniz.
Gelecek sayılarımızda yeni güzellikleri paylaşmak ümidi ve dileğiyle…
Ali Akbaş
Kardeş Kalemler Haziran 2008
2
Sahibi
Avrasya Yazarlar Birliği Adına
Yakup Deliömeroğlu
Genel Yayın Yönetmeni
Yazı İşleri Müdürü
Ali Akbaş
Yazı Kurulu
Ekrem Arıkoğlu - İmdat Avşar
Ayşegül Celepoğlu - Osman Çeviksoy
Aysun Demirez Güneri - Mehmet İsmail
Mahir Kalfa - Nesrin Karaca
Hüseyin Özbay - Cihan Özdemir - Çetin Pekacar
Orhan Söylemez - Ömer Küçükmehmetoğlu
Danışma Kurulu
Yavuz Akpınar (Türkiye) - Abdıldacan Akmataliev (Kırgızistan)
Gül Arslan (Avusturalya) - Anar (Azerbaycan)
Zeynel Beksaç (Kosova) - Sevil Emirzade (KKTC)
Ayvaz Gökdemir (Türkiye) - A. Bican Ercilasun (Türkiye)
İsa Habipbeyli (Nahcıvan) - Ali Rıza Hıyabanî (İran)
İlya İvanov (Çuvaşistan)
Şaban Mahmudoğlu Kalkan (Bulgaristan)
Mehmet Ömer Kazancı (Irak)
Abdulvahap Kara (Türkiye) - Hasan Kayıhan (Almanya)
Mustafa Köker (İngiltere) - Muhtar Şahanov (Kazakistan)
Lütfü Şahsuvaroğlu (Türkiye) - Şakir Selim (Kırım)
Bayram Bilge Tokel (Türkiye) - Oraz Yağmur (Türkmenistan)
Sadık Yemni (Hollanda) - Yuri Vasley (Sahaeli)
Kapak
Rahman UMAROV, Türkmenistan
“Çarkı Felek” 70x90 Yağlı Boya
Türksoy Kolleksiyonundan
10
5
Ali Akbaş
Kaleme Kasîde
6
Baycan Adilpirşahverdi
Bakü Destanı
14
Adem Yeşil
Bir Tebessüm Et
15
Ömer Küçükmehmetoğlu
Kül ve Gül
16
Bahar Hiçdönmez
Babalar ve Kızları
16
Grafik-Tasarım
Bengü Basın-Yayın İşletmesi
Baskı
Sistem Ofset
Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 521. Sk. 32-34
İvedik/ANKARA Tel: +90 312.395 81 12
Baskı Tarihi
06.06.2008
18
Meqsed Nur
Şairin Vüsali
23
Gamze Karaca
Ben Gördüm
24
Abdulkadir Öztürk
Prof. Dr. Ümit Tokatlı ile
Dîvânü Lügât-it-Türk
Üzerine Söyleşi
İdari Adres
İzmir 2 Cd. 55/18 Kızılay-Ankara
Tel: +90 312.418 31 07 Faks: +90 312.418 92 32
www.ayb.org.tr - [email protected]
18
Abone - Dağıtım
Ceyhun Atıf Kansu Cd. 52/2 Balgat-Ankara
Tel: +90 312 287 80 43 Faks: +90 312 287 90 73
Abonelik
Yurtiçi yıllık abone bedeli 60 YTL, kurum ve kuruluşlar için 120 YTL,
Türk Cumhuriyetleri için 90 YTL, Türk Cumhuriyetleri kurum ve
kuruluşları için 140 YTL, Avrupa için 130 Avro ve ABD için 200 $’dır.
T.C. Ziraat Bankası Başkent Şubesi - Şube Kodu: 1683
Hesap No: 47095325-5001
Posta Çeki Hesabı: Avrasya Yazarlar Birliği No: 53 23 008
[email protected]
© KARDEŞ KALEMLER Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği tarafından
T. C. yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. Kardeş Kalemler’in
isim ve yayın hakları Avrasya Yazarlar Birliği’ne aittir.
Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların
sorumluluğu ilan sahiplerine aittir.
Yerel Süreli Yayın
ISSN 1307-2382
Kardeş Kalemler Haziran 2008
11
Lütfü Şehsüvaroğlu
Şairin Resmi
13
Suavi Kemal Yazgıç
Amentü Gemisi Alarga
25
3
46
58
29
27
Emir Kalkan
Ben Garip İlim Garip
29
Elçin Hüseyinbeyli
Dezodorant Gız
34
İmdat Avşar
Beyaz Bulut
Osman Çeviksoy
Gelin
41
Canıl Begalieva
Kederli Gün
Leniyara Selimova
Türkolog Nikolay
Konstantinoviç Dimitriyev
73
75
Ömer Kayır
Mahtumkulu Ferâğî ve
Hikmet Bulakları
77
Hacer Öztürk
Sarayeva
(Saraybosna)
34
62
Yusupcan Yasin
Hunlarda Edebiyat
67
Abdulvahap Kara
Zaman ve Mekân
Sınırlarından Taşan
Nasreddin Hoca
46
36
Bekir Sıddık Soysal
Türk Dünyası Belediyeler
Birliği Başkanı Erol Kaya
ile Sohbet
69
77
79
Hüseyin Özbay
Kırgız Şiiri ve
Süyünbay Eraliyev
89
Nezir Temur
Sovyetler Birliği Dönemi
Folklor Politikalarının Manas
Destanı Çalışmalarına Etkileri
Kardeş Kalemler Haziran 2008
4
TÜRKİYE
Kardeş Kalemler Haziran 2008
5
kaleme kasîde*
ALİ AKBAŞ
hey
yaralı kalem,
deli divit,
al başını git,
Saâdet Asrına!
ateş düşsün Kisraların köşküne
bir Fatiha oku, üç İhlâs,
dağılsın “vesvâsül hannâs”
dalıp okyanusa usta bir gavvas
nasıl ayıklarsa inciyi kumdan
öyle arıtmalı şiiri akıldan
Şöyle kılıç çıkar gibi çık kından
baht-ı bârân yağsın, sel sele gitsin
diyâr-ı küfre velvele gitsin
secdeye kapansın putlar
yansın Avestalar, Talmutlar
kahrolsun Ad ve Samut’lar
bu meskenet bitsin
bu riyâ bitsin
yine gökten taş yağdırsın ebâbil
dağılsın Ebrehe’nin orduları
kahrolsun Ashab-ı Fil
elleri kurusun Ebû Lehep’in
yıkılsın Ebû Cehil
kem gözlere dolsun
savrulan kumlar
uykuya mahâl yok
vakit hayli dar
bir sinsin alevinde yak benliği
başlasın ruhlarda tevhit şenliği
* Naat’tan
Kardeş Kalemler Haziran 2008
6
GÜNEY AZERBAYCAN-İRAN
Bakü destanı
BAYCAN ADİLPİRŞAHVERDİ
Bir güz sabahıdır düşerim yola
Yönelip giderim kuzeye doğru
Yol bana diyor ki uğurlar ola
Gönlümde gül açar ilham sürûru
Kuzey Astara’nın ormanlarında
Göğüs dolusu bir nefes alırım
Her taraf yemyeşil her yer çimendir
Bu şen tabiata hayran kalırım
Yol üstü sapsarı limon bahçesi
Yoldan geçenlerin gözünü okşar
Diyorlar ki “daha bu yurt köşesi”
Cennete çevrilir yeşil sahralar
Göklere yükselmiş ormanlı dağlar
Aklımı fikrimi başımdan alır
Zirvesi görünmez dumanlı dağlar
O Hayran Gediği yadımda kalır
Sağ kolda Hazar’ın mavi suları
Kaynayıp şahlanıp neşeyle coşar
Kayıklar suları yarıp yol açar
Dalgalar üstünden kuş gibi aşar
Sol kolda dağılan koyun sürüsü
Yeşil meralarda yayılmaktadır
Her derde şifadır bu hava bu su
Gördükçe hastalar sağalmaktadır
Kardeş Kalemler Haziran 2008
7
Lenkeran güzeli Göyçay’ın narı
Ezelden bu yurdun şöhret şanıdır
Ol ismet kisveli el iftiharı
Bu cennet meyvesi can dermanıdır
Saymakla biter mi bunca hüsnü an
Bu zengin toprakta her ne desen var
Boş yere dememiş bunu Zelim Han
“Gezip dolaşmaya değer bu diyar”
Celilâbâd, Bilesuvar ve Salyan
Gözlerimden filim gibi uçuşur
Perdeler değişir sanki bir umman
Burulup kükreyip coşar deli Kür
Yavaş yavaş han Bakü’nün ıtrını
Yağış sinmiş topraklardan alırım
Bu muhteşem şehrin hâl hatırını
Candan aziz bilip fikre dalarım
Sahi bu ben miyim, bura Bakü mü?
Yoksa bir rüya mı gördüğüm şu an
Hayır bu hakikat rüya değildir
Bu Hüseyin Cavit, bu da Natüvan
Bu gayret nişanı Kızkalesi’dir
Bu da Şah İsmâil şahlar şahıdır
Genç yaşta şöhreti tutmuş âlemi
Türkoğlu, İran’ın padişahıdır
Selam Bakü, güzel şehir, günaydın
Var olsun bahtiyar devranın senin
Her günün şen olsun gülsün evlâdın
Dağılmasın toyun, bayramın senin
Bu toprakta doğmuş Üzeyir, Celil
Sanat semasının tan yıldızları
Vahid, Samet Vurgun, Mirvâri, Halil
Sabir gibi ulu söz sanatkârı
Kardeş Kalemler Haziran 2008
8
Sen ey nazlı dilber, ey güzel peri
Sen öz vatanının nağmekârısın
Eski âbideler, mabetler yeri
İlmin mûsikîsinin şen diyarısın
Hazarın kalbinden coşan pınarlar
Senin servetindir, bergüzarındır
Suyun üzerine düşen şafaklar
Âleme nur saçan ışıklarındır
Bilirim yarının bugünden hoştur
Daha ufuktadır şanlı devranın
Bu kadar saadet kamına nuştur
Mesut çocuğusun Azerbaycan’ın
Gecedir Hazar’ın sahilindeyim
Suların nağmesi gönlümü talar
Sanki uzanmışım şepeler üste
Mihriban Hazar’ım beni ırgalar
Deniz kıyısında bir serin rüzgâr
Güzellerin saçlarını tarıyor
Göğsümde kuş gibi çırpınan yürek
Kafesten çıkmaya bir yol alıyor
Elvan boyalarla yanan çil çırak
Akşamdan sabaha suda yunuyor
Od ile su burda kardeş olarak
Hayata bir yeni kanun konuyor
Sanki sürme çekmiş ela gözlere
Bakü bir gelindir bezemiş gece
Bense görmemişim böyle manzara
Bezenmiş hıyaban, bezenmiş bahçe
Sahilde dolaşan genç yiğitlerin
Özlerine layık hemdemleri var
Ayın ışığında çimen üstünde
Muhabbetleri var, âlemleri var
Fahri’den geçerim burda hayat var
İlahî bir nağme karşılar beni
Konuşur heykeller, konuşur taşlar
Bunlar yaşatırlar aziz vatanı
Kardeş Kalemler Haziran 2008
9
Gezerim bahçeyi tam ihtiramla
Şevket’e, Reşid’e baş eğerim ben
Süleyman Rüstem’i sıcak selamla
Bağrıma basarım can ciğerim ben
Vahid babamın da elinden öpüp
Ziyaret ederim gazel şahını
Güzel endamına çiçekler sepip
Yürekten severim ulu şahini
Ne büyük insanlar ne büyük ruhlar
Kavuşup birlikte yaşarlar burda
Bence bu dahîler Azerbaycan’ın
Şöhretle şanını taşırlar burda
Yavaş yavaş Bakü adlı bu peri
Kara örtüsünü yüzünden açar
Işıldar denizin üryan peykeri
Sudan mavi göğe süngüler saçar
Artık güneş doğar şehir uyanır
Kapılar açılır genç, yaşlı, kadın
Yüce binalardan kuş gibi iner
Arkasında durur azat hayatın
Dudaklarda gülüş, yüzde metanet
Bakışlarda sevgi, medeniyet var
Gönüllerde îman, sözde sadakat
Bu elde tükenmez bir nezaket var
Ancak yürekleri yandırıp yakan
Karabağ derdidir yalnız Karabağ
Vatan evlatları bu derdi inan
Asla hiçbir zaman unutmayacak
Hocalı’da akan o nâhak kanlar
Dönecek sonunda odlu volkana
Şuşanın başına çöken dumanlar
Od olup yağacak Ermenistan’a
O gün uzak değil eminim buna
Toprak da şad olup gülecek o gün
Karabağ kavuşup vatan koynuna
Kanlı gözyaşını silecek o gün
10 EKİM 2007
Kardeş Kalemler Haziran 2008
10
TÜRKİYE
Lütfü ŞEHSUVAROĞLU
Kardeş Kalemler Haziran 2008
11
şairin resmi
LÜTFÜ ŞEHSUVAROĞLU
Bir tabak asılı karşı duvarda
Erzincan işi
Üstündeki resimler canlanıyor
Eski düğünlerden
Ortada bir masa gıcırdar durur
Üzeri muşamba örtülü
Elma kabukları, portakal kabukları
İzmarit kokusu yayılıyor odaya
Bir vazo sallanıyor kurumuş çiçekleriyle
F klavye bir eski daktilo
Ve mentollü mendiller
Anında resmetsem gördüklerimi
Soyut resim diyecekler
Yer beton, ayaklarım üşüyor
Gün boyu ses vermeyen her şey
Gece orkestra kesiliyor
Bir kız türkü söylerken öksürüyor
24 saati üçe bölen okul kitaplarına inanmamıştım
Poetikanıza da inanmıyorum ey şairler
Tam karşı duvarda leke
Sigara dumanına boğulmuş şair
Picasso da ancak böyle çizerdi
Bir şairi dört-bir cephesinden
Sonra ışık oyunları duvardaki tabloyu
Salvador’un resimlerine benzetiyor
Tablolar asılıp asılıp indiriliyor
Bir ressam şiir yazıyor
Bir şair resim yapıyor
Bir tabak sallanıyor duvarda
Erzincan işi
Kardeş Kalemler Haziran 2008
12
TÜRKİYE
Kardeş Kalemler Haziran 2008
13
amentü gemisi alarga
SUAVİ KEMAL YAZGIÇ
yağmur
“anlatılacak günlerimiz olmadı mı bizim?”
bir hamlede ülkeler fethettiğimiz
kırk adımda yolları tükettiğimiz
şimdi ise kilitli kapılar
kilitli yalanlar ardında bir yerdeyiz
yağmur değmiyor yaralarımıza
şifasız zehirler içiyor
ama ölmüyoruz
şimdi beynimizde birikmiş mermilerle
bekliyoruz bir yağmurluk canımızı
şimdi kafatasımızı dolduran kurşunla
siyah-beyaz teoriler uyduruyoruz
on beşliler için yakılan o türkü hakkında
bir bulutluk kanımızla gülüyoruz
benliğimizden firar edeceğimizi sanıyoruz
nefs binitinde dörtnala giderek
yalnızlığımız arttıkça yağmurlarımız azalıyor
bereket sözlüklere hapsoluyor sonra
ve saçlarımız dökülüyor tek kelime bile etmeden
şimdi midemizde biriktirdiğimiz siyanür
hangi şafağı bekler patlamak için?
hangi şah inanır
bir hamlelik canı kaldığına?
yağmur asitle yüklü inerken
ağan dualarımızdan neyi eksiltir?
bu kargışlı geri sayım ne zaman biter?
adaletnameler yayınladık adalet elden gitti
gavura gavur denmeyecek zamanlara geldik
şerefli yenilgiler aldık o günlerde
mağlup sayıldık müttefiklerimiz yüzünden
şanı büyük osman paşa plevneden çıktı
çanakkale geçildi
ve bir şarkı kaldı elimizde
“titrerim bir mücrim gibi
baktıkça istikbalime”
bugün iki aralık ikibinaltı
bugün yağmur yağmadı
ve saçlarımdan akıp gitmedi
otuz beş yılın biriktiridiği tozlar
Kardeş Kalemler Haziran 2008
14
TÜRKİYE
bir tebessüm et
ADEM YEŞİL
Her şafakta aklıma düşersin
Karanlıktan borandan sıyrılarak
Bir geceden en katran sevdanla
Görür duvar görür pencere
Ne hâl almışım
Yeşilin cennet alımlı gözlerinden
Çalmışsa da tavanda güzelliğini
Neme döndürmüşse de zaman
Demire kasvete çarpa çarpa
Örseliyor hayâlin gözlerimi
Tuğla dertle örmüş duvarı
Dışarıdaki hayat sesinin
Acı çığlığı kulağımda
Yatmamla uyumam arasında
Bir koca dünya
Bir heyecan ver kalkarım ayağa
Bir tebessüm et başlarım yazmaya
Satırda başlar sözcük barut olmaya
Ve birer birer patlar
Her unutuşunda
Bunların dışında
Çatlamış ellerimle tutarım cigaramı
Çekemem içime sevdan var…
Kardeş Kalemler Haziran 2008
15
TÜRKİYE
kül ve gül
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Nedir aşk?
Dipsiz bir kuyu,
Çıkmaz bir sokak
İrâdenin uçması belki
Bir âhûnun gözlerinde varolmak
Nedir aşk?
Her seher
Bülbüllerle beraber
İnlemek, sızlamak
Namütanahi azap
Şair!
Suları yaktı derûnundaki alev
Serinlemek için ne kaldı?
Söndürmek istersen ruhundaki ateşi
Dindirmek istersen bu azabı
Yan, kül ol!
Karış toprağa
Küllerinden bir gül açacak
Götürsün rüzgâr sevgiliye doğru
İşte saadet!
Kardeş Kalemler Haziran 2008
16
TÜRKİYE
Babalar ve Kızları
BAHAR HİÇDÖNMEZ
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı o demlerden birindeyim yine. Omzumda bağlamam yavaş
adımlarla çıkıyorum mermer basamakları. Bir
dakika sonra duraktayım. İnsanların garip bir
nesneye bakarmış gibi bağlamama bakmalarına biraz kızarak beklemeye başlıyorum. Anlaşılması zor bir durum bu… Müzik aletleri ile
gayet barışık olan bir milletin torunlarıyız biz.
Hele ki bağlama… Yüzyıllarca yüreğini tellere
seren bir milletin çocukları, nasıl böyle tuhaf
yaklaşımlarda bulunuyorlar anlayamıyorum.
Merak bakışları değil bunlar. Sanki bir çeşit
alay seziyorum. Umurumda değil aslında.
Belki de bu gün biraz alınganım insanlara
karşı. En iyisi kimseyle göz göze gelmemek.
Otobüs, Güzeltepe meydanının köşesinden
görünüyor. Biraz kalabalık da olsa, geç kalmamak ve bir an önce o alaysı bakışlardan
kurtulmak için biniyorum otobüse. Biraz bekledikten sonra, kalkan yolculardan birinin yerine oturuyorum. O an tam yanımda oturan
kişinin, geçenlerde anlattığım zihinsel özürlü
adam olduğunu fark ediyorum. “Ne tuhaf” diyorum içimden. “Bu gün yürümekten caymış,
otobüse binmiş yakalamaya gidiyor her gün
adım adım takip ettiğini.” Gülümsüyorum. O
Kardeş Kalemler Haziran 2008
da bana gülümsüyor. Sonra yanımdan kalkıp
boşalan bir tekli koltuğa oturuyor. Ben de başımı bağlamama yaslayıp kapatıyorum gözlerimi.
Bir sürü şey geçiyor aklımdan. Hiçbiri ipe
sapa gelir cinsten değil. Trafik çileden çıkaracak kadar yavaş ilerliyor. İnsanlar sıkıntıyla
bekliyor. Herkeste asık suratlar. Allah’ım, yoksa ben mi bu gün insanların o sevimli yönlerini göremiyorum. Kendime kızıyorum ve başlıyorum insanları incelemeye.
Yanımda bir baba var. İki kızından birini kucağına almış. Diğerini de hemen önündeki
koltuğa oturtmuş. Baharın tadını çıkarıyorlar.
İlginç gelen ne varsa gözlerine, hemen minik
kızının kulağına eğiliyor ve onun mavi gözlerinin şaşkın bakışlarını sanki defalarca görmek
arzusu ile hem gösteriyor, hem anlatıyor:
- Bak, martıları görüyor musun? Nasıl da uçuyorlar..
Kulağım baba ile kızın konuşmalarında. Bir
taraftan da etrafı gözlemliyorum. Tam karşımda bir genç kız oturuyor. Uzun boylu, röfleli saçlı ve makyajlı… Oldukça bakımlı. Saçı,
17
kıyafeti, ayakkabı ve çantası uyum içinde…
Hiçbir şey yapmadan öylece oturuyor. Acaba
ne düşünüyor şimdi? Onun yanındaki genç
bey de aynı tavırla oturuyor. Küçük yüzünde
hiçbir mimik belirtisi yok. Hatta beklemenin
sıkıntısı bile… Onları izlerken tepkisiz halime
kızmaktan vazgeçiyorum. Bu arada baba, kızıyla konuşmaya devam ediyor:
- Nereye götürüyorum ben kızımı?
- Parka… Salıncağa da binecek miyim
baba?
- Tabi benim güzelim. Ablanla beraber binersiniz.
Bizim akıl yoksunu Çengelköylüye ilişiyor
gözlerim. Kimseye aldırmadan sağında biri
varmış gibi konuşuyor ve gülüyor. Birden
gözümün önüne kendi kendime konuşmalarım geliyor. Yüzüme bir gülümseme yayılıyor.
Bunu da gördüm ya, artık deli olduğuma kanaat getirebilirim.
Biraz sonra Üsküdar’a varıyoruz. Sırayla iniyoruz otobüsten. Ben hızlı adımlarla dolmuşlara
ilerliyorum. Saat, 5:45. On beş dakikam kalmış. Oturuyorum ve ücreti uzatıyorum şoföre.
- Çiçekçi… alır mısınız?
Paramın üstünü alırken otobüste başladığım
oyuna devam ediyorum. Ama o da nesi? Tam
arkamda yine bir baba-kız oturuyor. Anne ve
ağabey de var yanlarında. Baba, minik kızına
soruyor.
- Balık alayım mı ben kızıma?
- Al babacım. Ama kılçık (bunu bebek lisanı
ile ifade ediyor cimcime) çıkarsa yine?
- Tamam o zaman, ben de et alırım kızıma.
Ama eti de yemiyorsun.
- Onda da kılçık var.
- Ette kılçık olmaz ki.
- Hayır var onda da kılçık var.
Gel de anlat şimdi bu cimcimeye ette kılçık
olmadığını, diyorum içimden. Annesi söze karışıyor:
- Sus kızım biraz, kafamı şişirdin.
Babası kızın kulağına fısıldıyor: “Susmayacağım, de kızım.” Muzip babanın dolduruşuna
gelen küçük kız annesine dönüyor ve:
- Susmıycam işte, diyor.
Gülüşüyorlar. Ben de yüzlerini dahi görmediğim bu insanlarla beraber gülümsüyorum.
Ne tuhaf ki, arkama döndüğümde bu küçük
hanımın da diğer küçük hanım gibi masmavi
gözleri olduğunu fark ediyorum. Bir de tatlı
mı tatlı bir babası.
Bu gün babalar ve kızlarının günü anlaşılan.
Başımı ne yana çevirsem bir baba-kız manzarası ile karşılaşıyor gözlerim. Babam geliyor aklıma. En çok da liseye ilk başladığım o
günler.
Teknik lise mezunuyum ben. Yapı Ressamlığı.
Babamla çizim masası almışız eve dönüyoruz.
Sicim gibi yağmurun altında… Arabamız da
yok. Babamın elinde masanın tablası, ağabeyimin elinde ayakları, benimkinde de taşıyabileceğim en küçük ne varsa o işte. Vapurdan
iniyoruz ve her yerimizden sular süzülerek
Toygar Hamza mahallesindeki evimizde alıyoruz soluğu. Ve babam, daha üstündeki ıslak kıyafetleri çıkarmadan masayı kurmaya girişiyor. Nasıl heyecanlı, nasıl hevesli! Ben eski
botlarımın içinde buruşmuş olan ayaklarımı
ısıtmaya çalışırken, onun umurunda bile değil üşümek. Hızla kuruyor masayı. Bir de masa
lambası bağlıyor kenarına.
- İşte, benim güzel kızım, artık rahatça çizim
yapacaksın burada. Ulaaa! Bu da nasıl güzelmiş böyle, diyor ve o şen kahkahasını patlatıyor.
Tüm bunları hatırlarken çiçekçiye vardığımızı anlıyorum. Yanaklarımdan süzülen yaşları
saklamaya çalışarak inmek istediğimi söylüyorum. Küçük maviş hanımefendiye bir gülücük
yollayıp yola koyuluyorum. Aslında ayaklarım
kursa doğru gidiyor, ama aklım babamın hevesli ve şen halinde kalıyor.
Bu Pazar da ‘Babalar ve Kızları Günü’ olsun.
Hem babam da Karacaahmet’te tam yanı başımda işte.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
18
AZERBAYCAN
Şairin Vüsalı
(Küləkli şəhər silsiləsindən)
Məqsəd NUR
... Dağılmağa başladıq...
rayçılıq elədi...
Pivəxanadan dönüb yerimizə
sərmələnmişdik; şair saçını daramağa durdu və
gözlənilmədən
hamımızı
söyməyə başladı:
İki gün qabaq - ayın 19-da
axşam dərsindən gələndə
Nərimanın əlində qumbara
partladı: qızları qorxudurmuş.
Sağ qolu itdi. Buna görə şairi
lənətliyirdim; dalaşmasaydıq,
Nərimana dil-ağız eliyərdim,
tırım tutmuşdu. Soyudum.
Şair özü Nərimanın sağsoluna keçirdi. Mən də bıçağ
udub oturmuşdum.
- Əclaflar, tüklərim saralır,
məni alkoqolik eləmisiz... ta
mən pivnoya-zada getmərəm,
tüpürüm sizin həyatınıza!
Onu qandırmağa çalışdıq ki,
saç uzandıqca ucları saralır,
sonuncu dəfə bərbərə nə vaxt
getdiyini bilirmi soruşduq,
yox, bilmir, dedi və soyudu-oturdu. Dedik, bir
gün pivədən kəsək, gedib saçlarını düzəltdirsin,
ya keçəl qırxdırsın. Bir də bizi söyməsin dedik.
Söz vermədi, amma nəsə donquldandı...
Buna görə zirzəmidə qanqaraçılıq oldu. Şair
yaddan çıxdı, nəsə bir siyasi mübahisəyə görə
Nəriman məni yumruqladı. Bir-birimizin ağzıburnunu partlatdıq. Elə oldu ki, şair özü bizə haKardeş Kalemler Haziran 2008
Şair
də
yaltaqlanmırdı.
Hələ yeri gəlsə, mənim
eləyəcəklərimi də üstünə götürürdü: ara qarışdırdığına görə bağışlamağım
gəlmirdi.
Nəriman oxumağı atdı... istəseydi, sol əliynən də
yazmağı öyrənə bilərdi. Özü bilər. Höcətiydi...
... Heç vaxt şairin dilindən söyüş eşitməmişdik.
Biz qancıx kimi söyüşürdük: şairin məzəmmətli
baxışı vardı, baxırdı, biz də bacardıqca könlünü
19
bulandırmırdıq. Hər sən deyəndə də mədəni olmaq olmurdu axı. Hərdən Nərimanın şitənməyi
tutanda, zirzəminin girəcəyində çöməlib
türmədəqayırma, broletdən asılı xırda insan
kəlləsini baş barmağında yellədə-yellədə pafosla şairin şerlərini deyirdi. Ürəyi soyumasa ayağa
durub gəzişir, şerlərin ardınca dodaqaltı murdar
söyüşlər ifraz edirdi. Deyirdi yandırıcı yaz, şair,
yandırıcı...
Belə baxanda şairin nəsə bir zad olmağını
beynimə Nəriman yeritmişdi. Klyonkanın üstünü
yazmağı, pivə içməyi, bir az diribaş olmağı da
Nəriman şairə öyrətdi. Deyirdi dərd səni öldürər,
şairsiz qalarıq, arabir yüngülləşməkçün iç, söyüş
söy, qızlarnan gəz. Sonuncunu deyəndə şair daş
atıb başını tuturdu... Birinci kursda şair dərsdən
qıraq vaxtlarda əlini qoynuna qoyub pəncərədən
baxırdı. Kimsə onu dindirə bilmirdi: Nəriman
qızları öyrədib şairə söz atdırırdı, hamı ona sürtüşür, o da qızarır və söz demirdi. Qızlardan qorxurdu (guya belə dəə, bunun bu işdən xəbəri yoxdu), yenə oğlanlarnan salamməleyki vardı. Şairə
elə gəlirmiş ki, qıraqdan sevgilisinin gözləri ona
tuşlanıb. Gözləri yaaa... Axırı, bulvara gedəndə
Nəriman şairi gəzməyə dəvət elədi və açıqca
dedi ki, təmiz oğlana oxşayır, onunla dost olmaq
niyyəti var. Mən də bir qız tutub-gətirdim, üzünə
baxmadı...
Axır Xallı Klyonkanı şair də yazdı. Əlini qələmə
atanda yanaqları qızardı... (guya də!) yaza bildi.
İri hərflərlə “Xallı Kitabə”nin üstünə sevgilisinin
adını yazdı. Altdan da o tarixi yazdı ki, həmin
gün qıza ilk kəlməsini demişdi. Onda qızın 14
yaşı varmış...
...İki ildi baxırdım ona yazığın gözlərinə dərd
çökmüşdü. Nəriman arada deyirdi, şair bir az
da belə yaşayıb yazsa, dahi olacaq, Füzulini
də, o birilərini də keçəcək. Mən deyirdim ərə
verəcəklər - başına döyə-döyə, ya da özü qoşulub birinə gedəcək. (Axı biz bilmirik qız nə qızdı) Üzünü də görməmişik. Kəndçi qızlarda var
axı: özgələrin çuğuluna inanar, bu yazığı sınağa
çəkər, sonra da dədəsi verər (guya ha!) zornan
gedər, hələ bir qarnı da dombalar... ... əl-əlbət
Füzuliyə çatacaqdı. Biz belə bilirdik.
Zalımın gözləri güləndə də dərddən gülürdü.
İçəndə keflənmirdi, susub dururdu. Düz iki il
gözlədi (ondan da qabaq nəqədə...). Qızın nazı-
na dözdü. Nərimana qalsa, Füzulini ona görə ötə
bilmədi ki... istədiyinə çatdı!
Mənim küsüm yalan olmuşdu; illərdən sonra
yola gələn sevgilisinə qovuşmaqçün bizi tərk
edən şairi Nəriman bağışlamırdı, sonuncu günlər
hər addımbaşı onu sancırdı. İçi xıltdı də. Şair də
susurdu. Bizi atıb qızı tutduğuna görə cığallıq
eliyirdik (Guya bizi alasıdı!). Hamımız bilirdik
ki, bir yaxşı gün bu zirzəmidən çıxıb gedəcək, bir
kişinin qızına evlənəcəydik. İndi neynəsin, şair
qabağa düşdü...
Sonuncu gün “Xallı Kitabə”nin üstünə bir şer də
yazıbmış:
Sağım divar, solum divar,
Önüm divar, arxam divar;
Yıxır məni bu divarlar,
Sıxır məni bu divarlar,
Səhər axşam hey o ki var...
Köçəndə ortası düyməli kepkası başındaydı. Bilirdi, Nərimanın belə kepkalardan zəhləsi gedir.
Nəriman kepkanın düyməsini barmaqlarının arasına alıb şairin başından çıxardı, dazlanan gicgahından öpdü, keçəl yerinə ərkyana bir çırtma
da vurdu, qucaqlaşıb bir azca belə qaldılar. Şair
kepkasını çıxarıb Nərimanın başına qoydu, sonra da qəfildən kepkanı qapıb Küləkli Küçənin
görünməzliyinə tərəf fırıldatdı...
***
... tində gözdən itdi. Nəriman ta ona müqəddəs
adam kimi baxmırdı, iki gün qabaq üzünə dedi.
Şair də susdu. Eləcə qucaqlaşdılar, ayrıldılar.
Mən də xeyli yüngülləşdim...
Tros
(«Katastrofiklər» silsiləsindən)
Necədi səninçün, vələdüznalar şəhərin ortasında gəlin maşınının qabağını kəsdilər. Trosnan.
Nəmər almağa. Maşın dayanar-dayanmaz gəlin
düşdü. Ədəb-ərkanla qollarını gədələrə tərəf
açdı: gədələrin birinə çatdı, əyildi...
***
Kardeş Kalemler Haziran 2008
20
Bir dənə şillə! İlişdirdi: dalınca şillə-təpik. Küprüyünü qaldırdı, kablukunun altıynan gədəni
palçığa qarışdırdı, xancaladı... Boşqab sındırırdı
eləbil zalım qızı. Çəkilib də oturdu maşına, “sür”
dedi-getdi. Bəy “Mersedes”in pəncərəsini endirib mattım-mattım baxırdı. Belə keyfin istiyən bir
oğlan ey. Əli ağzında qalmışdı...
hörükdən qırılan at kimi özündən çıxmışdı.
Gədənin dikbaşlığı qarıya da, qıza da ləzzət
elədi. Gədəni keyf tutmuşdu. Amma şərvaxtı
belə bir naxışa inanmamağı gəlirdi. Ətrafı, ötən
maşınları, vadidən qalxan adamları sezdi. Niyə
də bu qədər şenniyin içində bir qarı və qız nəvəsi
ona məzə verməsin, boynunun arxasında pıqqıldamasın...
***
Havadanıydı. Yüz faiz. Həmən gün mənim özümün də başım ağrıyırdı. Payız vaxtı belə olandaolur...
Qənbərliyin yenişi veclərinə gəlmirdi. Qıznan
qarı başlarını bir-birinə söykəyib nəsə xısınlaşırdılar. Dəli şeytan deyir: dön qarını qızdan arala,
sifətini ovcuva al, götür, qaldır maqnitolaların
üstünə qoy, bax...
***
Dalınca “indi gör bunun doğduğu nə olacaq?”,dedilər.
Tərs kimi
(Katastrofiklər silsiləsindən)
Xalçanı bir sürü hikkəli qadın gətirib evin ortasına atmışdı. Üstündə iki şir üz-üzə baxışırdı,
içiçeşnili butalar da qıraqlarına düzülmüşdü.
Özüm, haçansa demişdim satılsın, itsin o xalça
gözümnən, bu evdən çıxsın, gödəkdi, köhnədi...
İndi camaatın yaxasından yapışmışam. Nəsə o
xalça fırransın gəlsin, buralarda hardasa yanyörəmdə olsun... Xalça da valikdədi - İstanbulda...
Əvəzinə gödəkcə gəldi, deyirdilər it dərisidi.
Deyirdilər bir sürü iti bəsləyib axırda sallaqxanaya doldururlar, dərisi bu yana, qalanı sabunafilana gedir... Yadımdadı, xalçanı gətirən arvadlar (soruşmasam da əminiydim ki, sallaqxanaya
küşkürlənən itlərin hamısı qancığıydı) bir sürü
qoyunu arxaşa yığıb ağula doldurur, sonra üç
ayağını sarıyıb birini açıq qoyur və qırxıb buraxırdılar. Tərəkəmə arvadları... Bu səhnədən
itlərin xoşu gəlirdi, qızıxıb şellənirdilər. Şirə
dönürdülər. Həmin vaxt da kürsək başlanırdı...
Dümsük
(Katastrofiklər silsiləsindən)
Maşın sürətlə döndüyü döngədə dayanclarını
basdırıb yerə mıxlandı. Qarı nənəsinin qolundan
yapışıb yolu keçirdən qız gözaltı içəri baxdı...
Maşına oturdular. Qənbərliklə üzüaşağı, vadiyə
tərəf gedirdilər. Maşın da, maşını sürən də
Kardeş Kalemler Haziran 2008
Söz atmağa-zada macal tapmamış geridən bir az
da bərk pıqqıltı gəldi. Elə beləcə - pıqqıltı içində
də qarı ağzını yaşmadı, gümüşü çəliyiynən gədəni
dümsüklədi:
- Yavaş sür, ədə, uçarsan - dedi.
Bu keyfdə də də nənə-qız uğunur-gedirdilər...
Mazoxist
(Katastrofiklər silsiləsindən)
“İlk doğuşumda 17 yaşım vardı. Uşağı qeysər
kəsiyiynən götürməyə pulumuz çatmadı: həm də
belə danışdıq ki, özüm güc verib doğsam, daha
yaxşı olar. Mən həmişə belə düşünmüşəm ki, qadın öz doğduğunun ağrısını çəkməlidi. Gərək qadın uşağını sevə bilsin. Gərək, ana balasına düşkün olsun. Mən doğuşdan sonra övladına biganə
qalan anaları başa düşə bilmirəm. Doğuşdan
qəbrədək bala baladı...
Bəlkə də ana olmağa qədər həyatımın bir
dövründə sevgi qıtlığını başım çəkdiyindən bu
fikirdəyəm. Amma ilk doğuşdan yadımdadır ki,
adamın içini qəssab kimi kəsib doğrayır, qaşıyır, özündən iyrəndirir və əzab verirdilər. Bu
məşəqqəti yaşarkən, dişlərini dişinə sıxır, bağırmaqdan səs tellərin çatlayır, ürəyin hövr eliyir,
huşun itir və... sonra lap on uşaq da doğsan, hər
şey buna bənzər öz təkrarını yaşayır. Fəqət bütün
bu iztirablardan sonra yalnız ana, yalnız əsl ana
dönüb övladına baxır, sevinir, iztirabdan qurtulmağında sanki bu körpə varlığın da köməyinə
görə az qala ona təşəkkür edir... “
21
***
- Uşağı özün əmizdir, - deyirəm.
- Mama, sən mazoxistkasan, - deyir qızım... .
Əfrayıl
(Rütubət sevgiləri silsiləsindən )
...Yaylaq biçənəklərinin başından xətər sovuşmuşdu: qaymaqçiçəyinə bürünmüş yamaclara kotan çatası deyildi. Tütün bitməzdi orda;
qaya diblərinə, orman arasındakı qaratorpaq
düzənlərə, xırda daşlıqlı seltutmazlara sığınanda
bu yarpaqtəhər andır iki metrdən çox boy atırdı.
Yığımı gəldimi, dolu duasının əvəzinə, arvadlar “çiçəyindən yağ damır zəhərin” deyib işə
girişirdilər...
...Kəndi sel yuyan il Əfrayıl təpik yemişdi: ana
qarnında. Hələ qulaqlarını göstərirdi, dördkünc
başına işarəynən anasının qarnında o təpiyin guppultusunu eşitdiyini deməyindəydi. Hər dəfə də
milləti güldürüb özü qırpınmırdı, qulaqlarını elə
tərpədirdi ki, xırçıltısından ət töküləsiydi...
...Dağbəyi qarğıdalı çörəyi yeyilən ili lap dilinə
də, əlinə də yiyəsiliyi unutmuşdu. Erkəyinədişisinə baxmırdı. Əfrayılın da anası selyuyan
il dolu duası yazdırmağa pul yığanların arasında
əks-təbliğat aparmışdı. Doludağıdan top qoysunlar, deyirdi.
Çəkişmənin kökü lap köhnə vaxtlardan boy vermişdi; dağbəyinin babası onun babasını bir söz
üstdə güllələmişdi, onun babası bunun alaçığında nənəsinə bir təpik ilişdirib getmişdi... Haqqhesab otuzuncu ildə səngidi: dağbəyinin dədəsini
güllələdilər. Dağbəyi də deyirdi, Əfrayılın babası
o işə barmaq qoymamış deyil. Nooldu, o yenə
dağbəyi, sonra kolxoz başçısı oldu... Və Əfrayıl
da anasıyla bir yerdə təpiyi həmin selyuyan il
yedilər. Susdular...
...Əfrayılın bir kimsəyə ziyanı dəyməzdi: uzağı
sözü adamın üzünə vurar və soyuqdan göyərəndə
cındır pencəyinin sallaq qollarını qoynuna dürtüb Zeynəbin dükanında məzə qalardı. Zeynəbin
“Prima”sını pulsuz versə də, çəkməzdi. Özcə
tütünündən “Kommunist”ə büküb sümürürdü.
Və sümürüb zəhəri söyürdü...
... Əfrayıl təpik yeyən il dağlara tütün toxumu
gətirmişdilər...
Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA
Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53
e-posta: [email protected]
1988-1993
Kardeş Kalemler Haziran 2008
22
Kenan EROĞLU
Kardeş Kalemler Haziran 2008
23
TÜRKİYE
Ben Gördüm
GAMZE KARACA
Aslında o anı hiç yaşamadım. Elle tutamadım
belki de; ama neden bilmiyorum, o anı bir
daha yaşamak için can atıyorum.
Çok değil, daha bu bayram gittik
memleketimize…. Oranın ferah ve dinlendirici
havasını solumak için de köye indik.
Bir ev vardı ki; resmen aşık oldum. Odunları
yaşlanmış; baykuşlar gibi… İçindeki eşyaların
eskilerden konuşa konuşa dilleri tutulmuş.
Bastonu kırık amcalar gibi ya düştü, ya düşecek
ak sakallı ev… Bahçenin ortasında oyma ile
yapılmış odun çeşmenin kenarı yeşil misafirlerle
dolmuş yıllarca ama su durmadan hizmet
etmiş onlara. Gitmeyeceklerini, misafirlerin
düşüncesizi olduklarını bile bile… Hemen
musluğun yanında toprak altında bir zamanların
buzdolabı... Eskisi gibi dedikodu yapamıyor
artık içine konan yiyeceklerle. Yalnızca ağlıyor,
dedelerimizin gençlik yılları için…
Babamın eviydi burası, benim kahramanımın…
Bir kitabı var; çocukluğunu anlattığı… İşte orayı
hissettim ben. Göremedim; ama gördüm… O
- Dünyayı Dolduran Kiraz’a…kitaptaki her yeri gördüm. Babamı gördüm.
Babamın bahsettiği dünyalar kadar kirazı
gördüm o minik tepede… Pek ağacı kalmamış
aslında, huzur evinde “belki bir gün” diyen
yaşlılar gibi ileri derece gözlüklerini takmış;
ama göremiyor sanki… Babamın yüreğini
dolduran o kirazları ben gördüm… Bayırın
tepesinden fırlayan o simsiyah kuşu da
gördüm… Oyalı yamalarla bezenmiş o
emektar divanın üstünde babamı gördüm
ben. Karşı duvardaki gölgelerin mızıkçılık
yaptığı oyunları, o simsiyah kuşu, kara bayırı
ve babamın gözlerini gördüm.
Başka kimse görmedi bunları. Hani çocuklar
ister ya bir sürü çikolata; işte belki de babama
duyduğum bu çikolata sevgisi gösterdi bana
tüm bunları…. Gıcırtılı merdiven anlattı
bana… Belki de düşmek üzere olan balkonun
son sözleri bunlar, bir gazinin savaşı anlatması
için… İçimde tatlı bir
burukluk; çünkü
görmedim; ama görebiliyorum.
(Ekim-2004)
Kardeş Kalemler Haziran 2008
24
TÜRKİYE
Prof. Dr. Ümit Tokatlı ile
Divânü Lügât-İt-Türk Üzerine
Söyleşi
MÜLAKAT: ABDÜLKADİR ÖZTÜRK
Abdulkadir ÖZTÜRK: Sayın Hocam, Avrasya
Yazarlar Birliğinin yayın organı olan Kardeş
Kalemler dergisinde; “Kaşgarlı Mahmud’un,
Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki” adlı
kayıp eserini bulana, 1000 cumhuriyet altını
ödül verileceği ilan edildi. Oysa siz, “Türkçenin Kaynak Eserleri” dersinde, bugüne kadar
yazılıp da kaybolduğuna inanılan Kaşgarlı
Mahmud’un Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügâtit-Türki adlı kitabının, Dîvân’ın yazıldığında,
henüz proje durumunda olduğunu söylemiş;
dîvân’ın orijinal metninin yanı sıra Türkçe, İngilizce ve Farsça Tercümelerini de göz önünde bulundurarak, “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî
Lügât-it-Türki” adlı eserin yanlış tercüme sonucu ortaya çıktığını söylemiştiniz. Söz konusu kitabın yazılıp tamamlanmadığı hakkında
görüşler ileri sürmüştünüz. Kardeş Kalemler
dergisindeki bu ilan, kitabın varlığına bir işaret değil mi? Bu konuyu biraz daha açıklayabilir misiniz?
-orada işlenecektir- demesi gerekirken, ‘orada bildirilmiştir’ diye kesin bir ifade kullanmıştır. Bu yanlış tercüme sözkonusu kitabın yazılıp tamamlandığı düşüncesini doğurmuştur.
Ümit TOKATLI: Dîvânü Lügât-it-Türk, yazılıp
tamamlandığında, “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi
fî Lügât-it-Türki” adlı kitabın henüz ortada olmadığı kanaatindeyim. Dîvânü Lügât-it-Türk’
ün orijinal Arapçasına bakarak bunu söyleyebiliriz. Nitekim Kaşgarlı Mahmud, bu kitapla
ilgili bahsinde şöyle söylemektedir: “Ben bu
konuya bir kitap ayırdım ve kitabın adını da
Cevâhirü’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki( Türk Dili
Grameri’nin Temel Bilgileri) adını koydum.
Allah isterse veya uygun görürse bu konular
orada işlenecektir.” Besim Atalay, bu kısmı şu
şekilde tercüme etmiştir: “Kitâbü Cevâhiri’nNahvi fî Lügât-it-Türki” adını koydum, yüce
Tanrı’nın dileğiyle “nahv” ile ilişkili kurallar
orada bildirilmiştir.” Atalay, tercümesinde
Farsçada dua için ayrı bir kip var, ancak Türkçe ve Arapçada böyle bir kip yoktur. Dîvânü
Lügât-it-Türk’ ün Farsça Tercümesinin, yayına
hazır olduğunu; İran’da çıkan “Varlık” dergisinde Dr. Hüseyin-zâde Muhammed Sıddık ile
yapılan bir röportajda öğrenmiştim. Bahsettiğim bu ifadenin Farsça Tercümesinde mutlaka dua kipiyle ifade edileceğini beklerken, bu
şekilde ifade edilmediğini gördüm. Sıddık’ın
Farsçayı çok iyi bildiği halde Arapçasının
yetersiz olduğu kanatine vardım. Nitekim bu
durum yaptığı Tercümeden de anlaşılmıştır. Şöyle ki; Sıddık, darda kaldığında Besim
Atalay’ın Tercümesini alıp; kendi tercümesine
aynen aktarmıştır, Dolayısıyla Sıddık da yanlış
tercüme yapanlardan birisi durumundadır.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
Bazı bilim adamları Kaşgarlı Mahmud’un
ilk kitabının Cevâhir, ikinci kitabının Dîvân
olduğunu söylemektedirler ki, bu tamamıyla yanlıştır. Yani “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi
fî Lügât-it-Türki” yazılmış olsa bile bu kitap
Kaşgarlı’nın ikinci kitabı ve te’lif tarihinin de
mutlaka Dîvân’dan sonra olması gerekir.
İngilizce Tercümesine baktığımızda da bu bölümün tercümesinde “devote” fiili kullanılıyor.
Yani “ayırmak” anlamında kullanılıyor. Burada
bir dua kipi var yani “inşallah” dediğimiz dua
kipi var. Bilindiği üzere, inşallah, gelecekte
yapılmasını istediğimiz, temenni ettiğimiz bir
şey için kullanılır, yapılan bir iş için değil; ancak Allah’ın yardımına şükredilir.
25
Hatta Sıddık, orada Atalay’dan daha da ileriye giderek şöyle demektedir: “Ben bu konuyla
ilgili Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki
isminde bir kitap yazdım ve Allah’ın inayetiyle
bütün gramer konularını, hepsini ben orada
işledim.” Sıddık, Atalay’dan daha kesin bir
ifadeyle Kaşgarlı’nın Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi
fî Lügât-it-Türki adlı eseri gerçekten yazdığını ifade etmektedir.
Bizler, Besim Atalay’ın bu yanlış tercümesi
sonucu, bugüne kadar bu kitabın ortaya çıkmasını beklemekteyiz. Temennimiz odur ki,
Kaşgarlı Mahmud, Dîvânı bitirdikten sonra,
Cevâhirü’n-Nahvi kitabını da te’lif etmiş olsun;
bu kitap daha sonra kaybolsun ve inşallah
bu eser, günün birinde ortaya çıksın. Ancak
Avrasya Yazarlar Birliği Yönetim Kurulunu ve
Kardeş Kalemler dergisini, böylesine önemli
bir konuda göstermiş oldukları duyarlılıktan
dolayı kutlamak gerek.
Abdulkadir ÖZTÜRK: Hocam, Avrasya Yazarlar Birliği, Kardeş Kalemler dergisinde,
Cevâhirü’n-Nahvi fî Lügât-it-Türk” adlı kitabını bulana “1000 Cumhuriyet Altın” ödül vereceğini ilan etmiş ve bu ilan basın da haber
olarak yayımlanmıştır. Bu ilanda ve bu ilanı
konu alan yazılarda eserin adının da yanlış
transkiribe edildiğinden bahsettiniz. Derginin bu ilanıyla ilgili 25 Şubat 2008 tarihindeki dersimizde, Arapça tamlama kurallarını
ayrıntılarıyla işlemiş ve eserin doğru transkribe edilmiş ismini ortaya koymuştuk. Şimdi bu
konu ile ilgili söyleyecekleriniz nelerdir?
Kendileri basit bir Arapça tamlamanın bile
üstesinden gelemezken; Kaşgarlı’nın Arapça
bilgisini ölçer nitelikteki bilimsel açıklamalar
yapmaktadırlar. Bahsettiğim bilim adamlarının Kaşgarlı Mahmud’a çok büyük bir saygısızlık yaptıklarının kanaatindeyim. Bazı bilim
adamlarının görüş beyan ederken Kaşgarlı
ile ilgili Arapça, Farsça birçok kaynaklara
baktık ama bulamadık şeklinde sözler sarf etmelerini de doğru bulmadığımı söylemek istiyorum. Çünkü bunu söylemek için ciddi bir
donanım gerekir, bu kişilerin de bu donanıma sahip olmadıklarını biliyorum. Kaşgarlı ile
ilgili Arapça, Farsça birçok kaynaklara baktık
ama bulamadık diyenler; Blouché’nin Collection Orientale, (Paris 1883, s. 75. ) kitabından
habersizdir. Yazar bu kitabında; “Arapça ve
Farsça kaynaklarda Türklerle ilgili bilgi bulunmamaktadır. Şayet bulunsa bile Türkleri
kötüleyen veya yanlış bilgi veren ifadelere
rastlanır” demektedir. Bu tip görüşler ileri süren bilim adamları şayet adı geçen kaynağa
bakmış olsalardı bu kadar zahmete girmelerine gerek kalmayacaktı(!) Bu nedenle İnşallah
bu yıl, “Kaşgarlı Espirili Yılları” olmaz. Bakın
şimdiden espiri konuları başladı, ama olmaması gerekir. Şayet bilen biri varsa ortaya
çıkar açıklamalarda bulunur, bilmeyenlerde
Ümit TOKATLI: Kardeş Kalemler Dergisinin
Ocak sayısında arka iç kapakta, “1000 Cumhuriyet Altını Ödülü” bahsi geçerken; kitabın
adı orada da yanlış yazılmıştır. Kitabın adı sadece burada değil başka yerlerde de yanlış
yazılmaktadır. Ancak bu kitabın ismi Besim
Atalay’ın tercümesinde doğru olarak yazılmıştır. Dergide Atalay’ın tercümesinde yazılmış şekline uyulmuş olsaydı; cevâhir kitabının
adının doğru yazılmış olurdu. Dergideki ilanda yapılan bu hata sehven yapılmış olabilir.
Benim itirazım bu hatayı yapan bazı bilim
adamlarına. Kaşgarlı Mahmud “çok iyi Arapça bilirdi, iyi dilcidir” şeklinde görüşleri ortaya
atanlar acaba bunu nereden anlamışlardır?
Kardeş Kalemler Haziran 2008
26
kalkıp birilerini yanıltmak ve kendilerine bir
şeyleri mal etmek adına bu tip işlere girişmemelidirler. Çünkü bu tip açıklamalar her
şeyden önce bilime karşı bir saygısızlığa; öte
yandan da Kaşgarlı Mahmud’u da hafife alma
noktasına götürülmemelidir.
Abdulkadir ÖZTÜRK: Peki Hocam! Diriözler
Armağanı’nda sayfa 150’de Namık Aslan’ın
Kaşgarlı Mahmud’un Dîvân’ından yaptığı bir
tespit vardır. Onun için ne diyorsunuz?
Ümit TOKATLI: Aslan’ın asıl tespiti “İçel Kültür” dergisinde yayımlanmıştır. Cevâhirü’nNahvi’yi ararken, böyle cevherlere de rastlayabiliyoruz. Bu güzel.
Abdulkadir ÖZTÜRK: Bildiğiniz üzere
UNESCO’nun bu yılı, yani 2008 yılını
“
Kaşgarlı Mahmud ve Dîvânü Lügât-it-Türk
Yılı” olarak kabul etmesi de bizler için büyük
bir onur kaynağı olsa gerek. Bu konu hakkında da düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Ümit TOKATLI: Bu yıl, aslında çok iyi bir fırsattır. Yalnızca Kaşgarlı için değil Türk dili için
de çok iyi bir fırsattır. Şimdi Kaşgarlının veyahut daha doğrusu Dîvânü Lügât-it-Türk’ün
bilmediğimiz taraflarını, bu yılda ciddi şekilde
akademik çalışmalarla ortaya koymamız gerekir. Tabi ki bunu bilmeyenlerle değil, bilenlerle yapmak gerekir. Kardeş Kalemler dergisinin bu ilanı ve bizim bu görüşlerimiz belki
bir tartışmayı da beraberinde getirecektir.
Son olarak biraz da Dîvânü Lügât-it-Türk hakkında bilgi vereyim. Kaşgarlı, kitabını yazdığında, Arapça da ilk sözlüğü yazan Halil bin
Ahmed’il Farâhidî “El- Ayn” yani ayın harfi ile
başladığı için El- Ayn sözlüğünü örnek almıştır. Kaşgarlı, Halil’in kullandığı yöntemi, biraz
değiştirmek suretiyle sözlüğüne almıştır. Aslında Kaşgarlı’nın eseri, Halil’in sözlüğünden
fazla, Farabi’nin Arapça için uyguladığı ve kafiye düzenine dayanan sözlük sistemine daha
çok benzemektedir. Farabi, orada şu şekilde
yapmıştır: Dîvânü’l-Edeb fî Beyâni Lugati’lArab adlı eserinde; şunu altı bölüme ayırmıştır. Birinci bölümde; kitâbü’l sâlim, ikinci
bölümde; kitâbü’l muzâ’af, üçüncü bölümde;
kitâbü’l misâl olmuş ondan sonra zevâtü’sselâse olmuş yani üç harften oluşan kökler, diKardeş Kalemler Haziran 2008
ğer bölümde zevâtü’l arbaa yani dört harften
oluşan kökler, sonuncusu da; altıncı bölümde
hemze bölümüdür. Bunlarda da önce isimleri daha sonra da fiileri incelemiştir. Orada
Arapçaya göre de özel bir sıralama vardır.
Kaşgarlı, Farabi’nin bu kitabının sırasını almış
ve Türkçenin fonetik yapısına göre; Arapçada olmayan sağır kef’i ve kelime sonunda çift
ünsüzleri ayrı bir başlık altında veya ayrı bir
bölümde incelemiştir. Dolayısıyla Kaşgarlı’nın
sistemi sıralaması şu şekilde olmuştur: Hemze
kitabı, sâlim, muzâ’af, misâl; üçlüler ve dörtlüler, daha sonra sağır kef ve en sonda da;
kelime sonunda gelen çift ünsüz kitabı şeklinde vermiştir. Şimdi şurası çok önemlidir; aslında Kaşgarlı’nın Dîvânını yeniden baştan alıp;
bunu gramer bakımından incelememiz gerekir. Biz, yüksek lisans öğrencilerimizle yaklaşık beş hafta boyunca bunu; Dîvân’ın gramer
bölümlerini, incelemiş bulunmaktayız.
Kaşgarlı’nın hemze dediği, aslında bizim -a,
-e ünlüleridir. Tûranî dillerde hemze yoktur.
Sümer çivi yazılarında “he, hi, hu” hecelerini gösteren şekil birleşimini; Sami dillerinden
Akadçada hemze için kullanıldığını bilmekteyiz. Türkçede aslî uzun ünlüleri, Kaşgarlı çift a
yani iki tane elif işaretiyle veya Arapçada üstün hemze birleşimi, daha sonra Osmanlıcada
keşideli elif denen işaretle göstermiştir. Aslında Kaşgarlı’yı tenkit edebileceğimiz bir takım
yönlerde bulunmaktadır. Fakat bunu yaparken de Türkçenin ve Arapçanın yapılarından
istifade ederek yapmamız gerekir. Dîvân’ın
bir Türk tarafından sağlıklı bir şekilde kullanılması mümkün değildir. Kaşgarlı’nın, Türkçenin sistemine aykırı olan Arapça kalıpları uygulamakla, Araplara da bir şey öğretemediği
ortadadır. Dîvân’dan istifade etmemiz ancak
kelimeleri alfabetik sıraya koyduktan sonra
mümkün olmuştur. Aynı sıkıntı Clauson’un
sözlüğünde de yaşanılmaktadır.
Abdulkadir ÖZTÜRK: Son olarak, Kardeş Kalemler dergisi okuyucularına bir mesajınız var
mı?
Ümit TOKATLI: Selam ve saygılarımı sunuyorum. Ümit ediyorum ki, 2008 yılı Kaşgarlı
Mahmud’u ve onu eserlerini idrak ettiğimiz
bir yıl olur.
27
TÜRKİYE
Ben Garip İlim Garip
EMİR KALKAN
“Ben garip ilim garip
Ağzımda dilim garip..”
Ne zaman efkârlansa, elini kulağına atıp bir
türkü söylerdi babam. ”Ben garip ilim garip,
ağzımda dilim garip…” Sonra, kendini bir
türlü nüfus kütüğüne geçmeyen Misis livasının o ünlü Başefendi’si gelirdi ki aklına her
hâl: ”Gurban!” derdi. “Gurban… Adamlar
kuşdilinden anlıyor da, benim dilimden anlamıyor.”
burası.
Vay benim ilsiz babam, ağızsız dilsiz babam,
vay !
...
Önümde beş genç oturuyorlar, üçü kız, ne
hoş, ne güzel yüzleri var. Tavırları ne alımlı,
hareketleri ne rahat… Yeşil gözlüsü:
Yirmi yıl geçti aradan. Yirmi koca yıl…
…
Yoğun bir çalışma var tiyatroda. Konuşmalar,
inip çıkmalar, ”al- ver, getir-götür, dur-vur”
buyrukları… Paspas gıcırtısı, su uğultusu,
birbirine karışan sesler, parlatılan camlar,
yeniden yeniden silinen koltuklar, süslenen,
donatılan sahne, renk renk ampuller… Merdiven başlarında kapı aralıklarında anlık sohbetler… Herkes telaş içinde, herkes bir şeyler yapıyor. Koşuyorlar, onlara uyup ben de
koşuyorum; duruyorlar, ben de duruyorum.
Toplum psikolojisi zahir!
- Sopranoyu, Viva Leanolainden anımsıyorum
diyor. Prafan… Finalde telmatek zumdu.
- Müge diyor öteki. Sup?
- Janbon, sandviç? Ç’ye öyle basıyor ki.
- Konçerto, diyor yine yeşil gözlü. Tek obua,
tek rautel, orkestra self! Bach’da do minor, ailegrato…
Resital varmış bu akşam.
- Siz, diyor okul müdürü. Paradiye çıkacaksınız. Parter komple…
Parter komple, paradiye çıkmak, bunlar ne
demek bilmiyorum. Böyle anlarda en iyisi
kalabalığa uymak. Üst kata koşanlara katılıyorum. Arkalara, kenarlara bir yerlere oturuyorlar, ben de oturuyorum. Demek ki paradi
Donmuş gibi duruyorum. Sessiz, soluğumu
yutarak.
Gözüm sahnede. Bunca süsün püsün ardından olağanüstü bir şeyler bekliyorum. Perde
bir açılsa…
Hiçbir şey anlamıyorum. Ama yüzünü öyle
buruyor ki memnun değil her hâl. Ahh, ah bir
şeyler bilebilmeyi ne çok isterdim.
Dondurma yalayan gülüyor. Korkunç bir küçümseme var gülüşünde.
- Şopinde izledin mi? Hıh… Kokana… Üstelik kokainmanmış! Ya kılık! Smokin değil ropdöşambr, piyano şuze, jigolası donet, aptal,
boşa lanse, mena…
- Ama skoline grandal? Krovuze…
Büzülüp kalıyorum. Neden bir şey anlamıyoKardeş Kalemler Haziran 2008
28
rum ben, neden?
Sonra çın ediyor zil. Lambalar yanıp sönüyor.
- Ooo, diyor önümdeki. Uvertür Çaykovski!
ki? Yüreğime kara bir şeyler doluyor. İçmek,
ölesiye içmek… Ve unutmak, uyuşup dalmak,
zehirlenmek…
Bir koltuk meyhanesi, kapıda yırtılırcasına bağıran biri;
“Çay, çay… Rize, alın teri, emek, yakıcı güneş, yokluk… Erkan Kamil anlatmıştı; Al vala
bağlarmış Rizeli kızlar ve çayı sürgünde kopartmazlarmış. Çayı sürgünde koparan sevdiğine kavuşamaz… Çay…”
- Kokoooreççççç!….
- Uvertür Çaykovski…
Tavşan yüzlü, kel, korkak, nokta nokta gözlü
bir adam:
Perde açılıyor, kadınlı erkekli kapkara giyinmiş bir yığın adam. Savaşa gidecekmiş gibi
bir havası var hepsinin; göğüsleri çıkık, başları yukarda, gözleri kısık.
- Çaykovski do minör, diyor öndeki kara elbiseli.
Yapış yapış bir salon, kir sis, duman…
- Rakı, diyorum. Rakı..
- Sek mi, diyor.
Kahroluyorum.
- ­Rakı, diye bağırıyorum. Rakı, su!…
Karga gibi titriyor.
- Off bre, of bre!
Çaykovski! Çıt yok içerde. Sahnede boğazlanıyormuş gibi bağırmaya başlıyor biri ve korkak bir hırsızın ayak sesleri gibi tapırtılı, sinsi,
tel tel dökülen, anlamsız, cızırtılı, bulaşık bir
müzik.
Cehennem gibi yanıyor her yanım. Bunalıyorum, kaçar gibi çıkıyorum içerden, caddeye
atıyorum kendimi. Gece; bulanık, sisli, ıslak
bir gece… Bütün ‘cafeteryalar’ açık. Clüp
Nank, Cafeterya Dame, No Şan Bar, Lokal
Flamingo, karşıda ışıl ışıl Gazino Gril, Piyer
Loti Restorant, yanda Mercırr Tower, Avidiyye Showroom, Proses Dizayn... Media Center,
Arabia Plaza... Malik ül Mülk apartmanının
penceresinden sarkan tabelalar. Jinekolog,
Ürolog, Dentist... Vitrinlerde sıra sıra Sahihi
Kübrevi ciltleri… Hoparlörden caddeye yayılan yılışık bir kadın sesi; Ello mello mello
mee...
Kaçacak yer arıyorum. Ne tanıdık bir yüz, ne
anlaşılır bir ses… Başım uğulduyor, yüreğime kara bir şeyler doluyor.
“Ben garip ilim garip, ağzımda dilim garip.”
derdi babam. Niye derdi ki acep, niye derdi
Kardeş Kalemler Haziran 2008
…
Diyarbekir kal’asına dönmüşüz; ağzımız var
dilimiz yok. Şimdi anama gitmek, koşmak
ona… Yüreğim, sevdam, ana dilimi anamla
doyasıya konuşmak istiyor canım. Atlıyorum
dolmuşa, adamı bulandıran, kusturan bir şeyler uğulduyor kasette. Bunalıyorum. Dal dal
oluyor sinirlerim.
- Off, demek istiyorum derinden, bağırırcasına. Off!...
Diyemiyorum, yasakmış! Arabesk serbest, of
demek yasak.
Yüz liram var, uzatıyorum muavine. Sırtlan gibi
biri, pis pis bakıyor yüzüme, şoföre uzatıyor;
- Kulacı kasar usta, dört evlek parsala. Gidorlar maftii, kekoya dikiz, sağ boş!
Of bre, gene de of, yasaksa da off..
Yıkılası kahpe dünya; neredeyim ben? Kavaklarından karga kovaladığım Ankara değil mi
burası?
29
AZERBAYCAN
Dezodorant Gız
ELÇİN HÜSEYİNBEYLİ
O şəkli, yəqin, çoxları
görüb. Metroda qatarların
divarlarını bəzəyir. Qızla
oğlan «Caldion» firmasının
dezodorantlarını
reklam
edir: «So him, So her»1.
Hər səhər metroda işə
gələrkən onlara baxıram.
Cütlüyün üzündə o qədər
sevgi və ehtiras var ki,
adam gözlərini onlardan
çəkə bilmir.
Şübhəsiz, kişilər hamısı,
mən qarışıq, qıza baxır. Qız
o qədər gözəldir ki, dərisi,
sanki, ipəkdəndir. Əynində
atlas ağ dekolte var, elə bil indicə sürüşüb yerə
düşəcək və qız lüt qalacaq. Düşünürəm ki, yəqin
o da Züskindin qəhrəmanı kimi kimyagərdi.
Alman yazıçısının qəhrəmanı ətir düzəldədüzəldə özü də ətirə çevrilib. Qız da ehtirasından
seksual manekenə dönüb.
Qızın fındıq burnu, ehtiraslı dodaqları var,
gözlərindən məsumluq və sevgi tökülür. Günah
kompleksi ona yaddır. Qız, sanki, utandığından
ehtiras predmetinə, yəni oğlana yox (onun yerində
mən də ola bilərdim), kənara baxır. Sevən qadının
birinci gözlərinə baxmaq lazımdır. Bunu mən yox,
klassiklərimiz deyib, o gözləri vəsf eləyib. Sevən
1 Onun (erkek) için neyse, onun (bayan) için de o
qadının (elə kişinin də)
gözləri parıldayır, bəbəkləri
genəlir, ağzı azca aralanır,
dodaqları ürəyindən qalxan
sevgi buxarından yaşlanır,
məmələrinin
gilələri
dikəlir, qanı o qədər durulur
ki, yanaqları allanır…Ona
vurulmamaq
mümkün
deyil. Vurulmaq öz yerində,
bəs görən yataqda necədir?
Yəqin səhərlər qar altından
təzəcə çıxmış novruzgülünə
bənzəyir. Yuxulu gözlərini
ovuşdurur,
alabəzək
yuxusunu xatırlayır.
Və bir gün, bax beləcə
həmin şəklə baxırdım, daha doğrusu, gözümü
qızın ehtiras tökülən dodaqlarına və ağappaq
yumru çiyninə dikmişdim. Birdən kimsə
qolumdan yavaşca çəkdi. Fikir vermədim. Həmin
hərəkət təkrar olundu, ürəyimdə şeytana lənət
oxuya-oxuya qanrılıb baxdım. Köhnə tanışım
böyrümdə dayanmışdı. Təəccübləndim. Çünki o,
metroya minməzdi, cavanlıqda atasının xidməti
maşınında, böyüyəndən sonra isə öz maşınında
işə gedib-gələrdi. Tanışım hündür boylu, idmançı
görkəmli və yaraşıqlıdır. Nəinki qadınların, hətta
kişilərin də ona tamahı düşür.
-Yolları elə töküb-dağıdıblar ki, maşınla işə
getməyə hövsələm çatmır. Ona görə mən də
Kardeş Kalemler Haziran 2008
30
metroyla gedib-gəlirəm,-deyə o şikayətləndi.
Mən başımla onun dediklərini təsdiqlədim
və nədənsə metroya möhtac qalmış tanışıma
yazığım gəldi. Peşəsi vəkillikdir. Dil qabliyyəti
olmadığına görə, proseslərə çıxmır, bir vəkil
kantoru açıb, oranı idarə edir. Pis məşğuliyyət
deyil, özü demiş, beş-on manat qazana bilir.
Bir-birimizlə hal -əhval tutduqdan sonra yenidən
şəklə baxmağa başladım və fikir verdim ki,
tanışımın bir gözü şəkildə, bir gözü də məndədir.
deməli, tanıyırsan, gecə yuxularında da onu
görə bilərsən, deməli, tanıyırsan, sadəcə adını
bilmirsən, amma o səni tanımır, bu, başqa məsələ,
çünki səni görmür. Tanışlıq təkcə kiminsə adını
bilməklə ölçülmür ki…
İndi köhnə tanışıma rast gəldiyimə peşiman
olmuşdum, çünki təxminən yarım saat ala
biləcəyim zövqdən məni məhrum eləmək
istəyirdi.
-Gözəl qızdır, eləmi?-deyə qulağıma pıçıldadı.
-Bilirəm, nə fikirləşirsən, deyirsən, haqq-hesaba
basır, tanıyıb eləmir, amma tanıyıram. Çox
sirli qadındır. Bu şəklin arxasında hansı sirlər
gizləndiyini bilsəydin, ona bu qədər baxmazdın.
-Çox gözəldir,-dedim.
-Nə sirr?
-Bilirsən, onun gözəlliyi nədədir?-Mən dinmədim,
çünki onun sualına hazır cavabım yoxuydu,-sirdə,
onun gözəlliyi sirdədir,-özü mənim əvəzimdən
cavab verdi.
-Uzun söhbətdir, amma sənin üçün maraqlı olar,
yazıçı adamsan, nə bilmək olar, birdən götürüb
yazarsan da, amma mənim adımı çəkmə.
-Ola bilər, -dedim və yenidən şəklə baxmağa
başladım.
-Yaxşısı budur, bizim ofisə gedək. Qızlar, yəqin,
bizə çay da verərlər. Mənim prinsipim belədir,
işə gələnə kimi çay hazır olmalıdır, özü də bizim
ofis yertənidir, sizin ki kimi quş damında deyil.
O:
Bu dəfə qızın ehtiraslı dodaqlarının arasından
azca görünən
sədəf dişlərinə baxırdım.
Yerişini, duruşunu təsvir eliyirdim. «Bu qədər
ehtiras və gözəllik onda hardanıdı?»-öz-özümə
soruşurdum.
Tanışım:
-Mən onu tanıyıram,-deyə yenidən qulağıma
pıçıldadı.
Mən bu dəfə köhnə tanışıma tərəf dönüb diqqət
və təəccüblə onun üzünə baxdım.
-Bilirəm, buna inanmaq çətindir, sən desən, mən
də inanmazdım. Amma doğrudan da mən o qızı
tanıyıram,-tanışım çox inamlı danışırdı və əlavə
elədi,-özü də Moskvada yaşayır.
Biz bir müddət susduq, mənə elə gəldi ki, tanışım,
nəsə demək istəyir, ancaq çəkinir.
-Onu hardan tanıyırsan ki?
-Sən hardan tanıyırsan, mən də ordan.
-Mən onu tanımıram,-dedim.
-Tanımaq nəyə deyirsən ki? Şəklini görürsən,
Kardeş Kalemler Haziran 2008
-Gedək bizim otağa, orda danış,-dedim.
Razılaşdım biz onun iş yerinə gəldik. Ofis
«Nizami» kinoteatrından bir az yuxarıda,
mağazaların arasında yerləşir, üstündə heç nə
yazılmayıb, tanımayan oranı çətin tapa.
Doğrudan da, o deyən kimi oldu, içəri girəndən
bir-iki dəqiqə sonra pürrəngi çayı, limonu, qəndi,
şirnini, çərəzi qabağımıza düzdülər.
Mən darıxırdım, onun öz hekayətinə başlamasını
səbirsizliklə gözləyirdim. Nəhayət, o, danışmağa
başladı. Və inanın ki, o qədər gözəl, səlist
danışmağa başladı ki, mən onun danışığına
heyrətləndim,
dil qabliyyəti olmayan bir
adamın belə rəvan danışması qəribəydi, bəlkə
onu danışdıran tamam başqa bir qüvvəydi, özü
demiş həmin sirr idi. Qadın açan dili heç kim aça
bilməz.
-İstəyirsən inan, istəyirsən inanma, amma
danışacağım əhvalat mənim öz başıma gəlib.
-Köhnə tanışım danışmağa başladı:
-O gözəl qızın şəkilləri çox yerdə var:
curnallarda, istəsən televizorda da görə bilərsən.
31
Reklam modelidir. Mən onun şəklini ilk dəfə
«Kosmopolitan» curnalında gördüm. Qara,
qırçınlı alt paltarı reklam eliyirdi. Ağappaq
bədən və qara alt paltarı, təsəvvür eliyirsən
də!? Şəklin altında reklam agentliyinin İnternet
ünvanı, telefon nömrələri də yazılmışdı. Gözümü
ondan çəkə bilmirdim. «Bu qədər ehtiraslı və
gözəl olmaq mümkün deyil»,- deyə düşünürdüm,
onu huri-mələyə oxşadırdım. Gecə-gündüz
o şəklə baxmaqdan doymurdum, yuxum də
ərşə çəkilmişdi, gecələr onu fikirləşirdim, hətta
xəstəlik də tapmışdım, yuxu dərmanı atmasam,
yata bilmirdim, axırda həkim dostlarımdan biri
dedi ki, bu, ürəyə ziyandır və belə davam eləsə,
sən bu gözəl simaynan vidalaşmalı olacaqsan.
Həkim dostum xəstəliyimin səbəbini bilmirdi,
amma fəhmnən başa düşürdü ki, mən kiməsə
vurulmuşam. Arvadım da məndən şübhələnmişdi.
Amma ciddi əsası olmadığına görə susurdu, yəqin
ürəyində qara gününə lənət yağdırırdı.
Bir gecə ağlıma qəribə fikir gəldi. Bəlkə o qızı
axtarıb tapım!? Pulum var, ağlımdan da şikayətim
yoxdur, ofisi işlətməyə adam nə qədər desən.
Elə həmin gecə İnternet ünvanına məktub
göndərdim, o qız barədə məlumat almaq istədim.
Üstündən bir neçə gün keçdi, cavab gəlmədi.
Axırda telefonla Moskvaya zəng elədim. Reklam
agentliyi orada yerləşirdi. Agentliyin əməkdaşı
dedi ki, modellər haqqında heç bir məlumat
vermirlər.
-Heç olmasa deyin görüm, o ərdədir? Telefonun
o başında güldülər. Mən Bakıdan zəng eliyirəm,dedim.
-Bunun məsələyə dəxli yoxdur. Biz modellər
barədə məlumat vermirik.
Əlacım kəsilmişdi. İstəyirsən inan, istəyirsən
inanma. Moskvaya uçası oldum.
Tələbəlik xatirələrim hələ köhnəlməmişdi,
Moskva on beş il əvvəlki kimi araq qoxuyurdu,
amma şəhər dəyişmişdi. Mən tanıdığım
mehmanxanaların əksəriyyəti sökülmüşdü,
«Rossiya» mehmanxanası isə olduğu kimi qalırdı,
aralıdan tükü yolunmuş qartallara oxşayırdı.
Nömrə aldım, rahatlandım, yuyunandan sonra
saçımı qurulaya-qurulaya telefonun dəstəyini
götürdüm, tanış reklam agentliyinə zəng elədim.
Bakıda eşditdiklərimi yenidən təkrar elədilər:
-Biz modellər barədə telefonla məlumat vermirik,
ümumən məlumat vermirik.
May ayıydı, yağış təzəcə kəsmişdi, gün çıxmışdı.
Bu cür hava adamda xiffət hissini artırır, arzusuna
çata bilməyən adam özünü «uf» demədən asa bilər.
Yəqin, intiharların yazda çoxaldığını bilirsən. Nə
başını ağrıdım, həmin agentliyi tapmaq elə də
çətin olmadı. «Arbat»ı tanıyırsan da?
Başımı buladım:
-Mən Moskvada olmamışam,-dedim.
-Bizim «Torqovı» kimi bir yerdir, amma çox
genişdir. Arbat küçəsində ətir dükanı vardı,
agentlik indi onun yerində yerləşirdi. Qafıqazlı
olasan, özü də Moskva qızlarının qabağına əliboş
çıxasan.Yüngülvari bazarlıq elədim: duxi, şampan,
şokolad aldım. Zövqümə, yəqin inanırsan. Amma
agentlik işçilərinin zövqü xoşuma gəlmədi. Heç
biri o qızı xatırlaya bilmədi. Təsəvvür eliyirsən,
heç biri xatırlaya bilmədi. Qızı nə qədər təsvir
eləsəm də, yadlarına düşmədi. Mənim əliboş
qayıtmaq fikrim yoxuydu. Agentliyin direktoru
yaşlı qadınıydı. Cavanlar «o çox qocadır», yaşlılar
«canı suludur», qocalar «cavanlıqda yaman şey
olub» deyərdilər. Bizimkiləri tanımırsan? Nəsə
bir şey fikirləşərdilər. Amma mehriban qadınıydı.
Onun bu mehribançılığında bağışladığım
«Şanel» duxisinin də təsiri varıydı. Nə olsun ki,
imkanı çoxdur, hədiyyə açan qapını heç kim aça
bilməz. Qadının açıq- aydın məndən xoşu gəlirdi.
«Kavkazskiy oryol»2-elə beləcə utanmadan və
yorulmadan təkrar edirdi. O, fotoqrafları birbir çağırıb, həmin qızı tanıyıb-tanımadıqlarını
soruşdu. Oleq adlı saqqallı fotoqraf:
-A, bildim kimi deyir, bizim Yuliyanı.
-Yuliyanı!?-agentliyin direktoru Təəccübləndi.
Düzü, onun təəccübünün səbəbi mənə aydın
deyildi.-Nədənsə hamı onu axtarır. Bednaya Yulya!3
O, indi bizdə işləmir, -deyə qadın üzünü mənə
çevirdi,- hansısa restoranda striptizyorşalıq edir.
Mənim əl çəkmək fikrim yoxuydu. O qədər yolu
basa-basa gəlməmişəm ki, əliboş geri qayıdam…
-Köhnə tanışım danışdıqca mən onun üzünə
baxırdım, danışdıqlarının nə dərəcədə səmimi
2 Gafgaz gartalı
3 zavallı Yulya
Kardeş Kalemler Haziran 2008
32
olmasını öyrənmək istəyirdim. Onun üzündə
uşaq təbəssümü vardı, bu cür adamlar yalan
danışmağı bacarmır. -Həmin Oleq dedi ki, Yuliya
şəhərin mərkəzindən kənarda, çinlilərin işlətdiyi
restoranda striptiz göstərir, çünki ora varlılar teztez baş çəkir.
Mən restorana axşam gəldim. Ona qədər
Arbatda xeyli fırlandım, «Leninskiye qorı»da
oldum, universitetin4 yataqxanasına baş çəkdim,
amma mühafizəçilər bir zamanlar yaşadığım
otağa baxmağa qoymadılar. Pərtliyimi aradan
götürmək üçün parkda gəzişən qızlara çataşdım,
daha doğrusu, komplimentlər dedim. Amma
mənim komplimentlərim, deyəsən, köhnəlmişdi
ona görə də məni vecinə alan olmadı, qızlar eləcə
gülüşdülər.
Restoran deyilən yer binaların arasında suvağı
tökülmüş, heç kimin diqqətini çəkməyən
birmərtəbəli binaydı. İçəridə iki salon vardı, biri
yemək-içmək üçün, biri isə striptizə baxmaq
üçünüydü.
Xidməğçilər çinlilər idi, amma başçıları rusuydu.
Mən səhnə ilə üzbəüz oturdum, «Russkiy
standart» arağı və göbələk salatı sifariş elədim.
Yeməkləri tanımadığıma görə heç nə istəmədim.
Çinliləri tanımırsan, it-pişik əti də yeyirlər. Bir
azdan aparıcı elan elədi ki, «Yeddi gözəl» rəqsi
başlayacaq. Onun ardınca rəngbərəng pünyüarlar
geymiş gözəllər səhnəyə çıxdılar. Bura kinoda
gördüyümüz striptizxanalardan deyildi. Onlar əsil
tamaşa göstərirdilər, sonra paltarlarını soyunmağa
başladılar. Mən qızı dərhal tanıdım, o da sanki
məni tanıdı, gözlərimiz bir-birinə sataşdı, həminki
ehtiraslı baxışlarıydı. Gözümü ondan çəkmirdim
və nömrə göstərməyə hər dəfə çıxanda birinci ona
baxırdım, hərdən araqdan da gillədirdim, qəribədir
ki, piyan5 olmurdum. Bir qədər aralıda bir qrup
çinli oturmuşdu, aralarında xırda, çalsaqqal qoca
da vardı. Qızlar tez-tez onun başına fırlanırdılar və
ənam alırdılar. Düzü, qısqanırdım, adını yalnız bu
gün eşitdiyim, şəklini curnallarda gördüyüm bir
qızdan ötrü az qala dəli-divanəydim. Qısqanclıq
kişini ələ verən ən pis hissdir, cəsus, xəfiyyə kimi
bir şeydir.
Birdən hardansa yaşlı bir qadın böyrümdə peyda
oldu.
-Xoşuna gəlir, qərib oğlan?-deyə qadın bic-bic
4 Moskva Dövlet Universiteti nazarda tutulur
5 sarhoş
Kardeş Kalemler Haziran 2008
soruşdu. Üzünün makiyacı həddindən çoxuydu.
O saat başa düşdüm ki, bu mama-rozadır.
-Gözəldir,-dedim.
O:
-Hə, gözəldir, canıyanmış çox gözəldir,-dedi.
Mən söhbətin bu yerində köhnə tanışımdan:
-«Canıyanmış» sözü rus dilində necə səslənir?deyə soruşdum. Onu sınamaq üçün yox, maraq
xatirinə.
O:
-Nədi, mənə inanmırsan?-inciyən kimi oldu.
-İnanıram, elə-belə soruşdum.
-Söz yadımda qalmayıb, mənası yadımdadır.
-Davam elə - dedim.
-Mən dedim gözəldir, o da dedi ki, istəsə onu
bir gecəliyə mənə arendaya6 verə bilər və elə bir
qiymət dedi ki, onu dilimə gətirmək istəmirəm.
Desəm də inanmazsan, ona görə də qoy bu sirr
qalsın. Gecə saat 1-də restoran bağlandı. Qadın
pulun əlli faizini məndən alandan sonra qızı
gətirməyə getdi. Yuliya nazik gödəkcədə və qısa
yubkadaydı, fiqurasına7 söz ola bilməzdi, sanki
paltarı onun əyninə yox yox, bədənini paltarın
içinə geyindirmişdəlir. Mama-roza dedi ki,
yatacaq problemi onların boynunadır və taksi
bizi lazım olan ünvana aparacaq, işimizi sabah
saat onbirə kimi görüb qurtarmalıyıq. Elə belə də
dedi: «Vsyo dolcno zakançivatsya do odinatsti
utra»8.
Mən arzuma çatmışdım. Gecə lampasının
işıqlandırdığı geniş yataq otağında çoxdannan
arzuladığım xanımla bir çarpayıdaydım. Amma
bir şey mənə qəribə gəlirdi. Qızda sanki nəsə
çatışmırdı. O, manekenlərə oxşayırdı. Şəkildə
gördüyüm ehtiras yoxa çıxmışdı. O, quru kötük
idi. Bədəni o qədər soyuq idi ki, sanki məni hiss
eləmirdi, amma xətrimə dəyməmək üçün hərdən
məni öpüb sığallayırdı. Mən ona vurulmağım
barədə bir xeyli danışdım, haradan olduğumu
dedim. O güldü. Gülüşündə də qəribə, sirli
nəsə vardı, elə bil, onun yerinə başqası gülürdü.
Ehtirassız, hissiz.
6 icara, kiraya
7 endamına
8 her şey
33
Mən səhərə kimi yatmadım, onun isə dünya
vecinə deyildi, körpə uşaqlar kimi mışıldayırdı.
Səhər açılanda ona dedim ki, Bakıya dönmək
istəyirəm. Amma məni bir şey maraqlandırır. O,
sözümü ağzımda qoydu:
-Ya tebya razoçorovala, da?9-deyə soruşdu.
elə yuxular görürdüm ki, anama danışanda
«Bacının ruhu sənə keçib, çünki bu hadisə
həqiqətən də olub» deyirdi Məsələn bacımın ağ
pişiyi olub, pişiyin ayağı qapının arasında qalıb,
qırılıb. Mən həmin yuxunu indi də görürəm.
Hadisə var, amma hiss yoxdur.
-Ne to slova10,-dedim.
-Bəlkə sənə elə gəlir?-deyə soruşdum. Ona
yazığım gəldi.
O bir qədər mənə baxdı,dikəldi, dolabın üstündən
bir siqaret götürüb yandırdı, tüstüsünü çölə
üfürəndən sonra:
-Bəs sənə necə? Sənə elə gəlmir ki, mənim
hissiyatım yoxdur?
-Çox şeyi bilmək insan orqanizminə zərərlidir,deyə zarafata saldı və güldü.
-Mən səni tanımadım,-dedim, -qəribəsi də
budur.
-Tanıya da bilməzsən,-o yenə zarafata saldı və
gülmək də davam elədi.
-Hər halda, bilmək maraqlı olardı.
-Sən buna əminsən?-deyə o yenidən soruşdu.
Başımla təsdiqlədim. O bir müddət dinmədi,
gözlərini harasa zilləyib durdu, sonra diqqətlə
üzümə baxıb:
-Bilirəm ki, inanmayacaqsan, amma deyəcəm,
çünki əvvəlcə heç kim mənə inanmır. İnanmırsa,
deməli, sevmir. Sevmək inanmaq deməkdir.
Bəlkə buna ehtiyac da yoxdu. Bir o qədər yolu…
demək istəyirəm ki, bir o qədər yolu gəlmiş
adama demək olar, yəqin.
İndi o, hər nə desəydi, inanmağa hazır idim. Hətta
kərtənkələ balası olduğunu desə də. Deyəsən,
ürəyimdən keçənləri duydu və çox kədərli,
məsum səslə:
-Mən ruham,- dedi. -Həm varam, həm də yox.
O, indi şəkildəkinə oxşayırdı.
-Necə yəni yoxsan?! Əlimi vururam, bu sənsən.
-Bacım beş yaşında öləndə atamla anam yalnız
onun barəsində düşünüblər, hətta yataqda da.
Ona görə də bacımın ruhu mənə keçib. Mənə
elə gəlir. Bir müddət bu barədə düşünmüşəm,
parapsixologiya ilə maraqlanmışam. Uşaqlıqda
9 seni meyus etdim, elemi?
10 bu, yumşak sözdür
Yalan danışmaq istəmədim, ona görə də susdum.
-Hərdən elə vəziyyətdə oluram ki, bədənimin bir
hissəsini kəssələr, hiss etmərəm.
Bu sözlərdən üşəndim və onu axtararkən
agentliyin direktorunun «U neyo bıla dva muca,
oba poknoçili s soboy»11-sözlərini xatırladım.
O, yatağına uzandı, yerini rahatladı, sanki hansısa
yükdən qurtulmuşdu. Mən qapıdan çıxanda o
arxamca:
-İstəsən, gələn dəfə pulsuz qala bilərsən,-dedi və
güldü.
Mən cavab vermədən qapını örtdüm….
Bakıya qayıdandan sonra onun kəsib saxladığım
şəkillərinə baxdım. İndi onlarda heç bir sehr və
gözəllik yoxuydu. Bütün bunlar mənə saxta gəldi.
Bəlkə də həmin sehrli və gözəl bacısı ilə bağlı
macəranı özündən uydururdu. Uydururdu ki,
hansısa kişiyə bağlanmasın. Belə həyat onunçün
rahat olardı.
Mən şəkilləri yandırdım. Köhnə xatirələrdən
qurtulmaq üçün. Qəribədir, şəkillər yananda,
sanki kimsə ocağın içində inildəyirdi.
İstəyirsən inan, isrəyirsən inanma,-köhnə tanışım
dedi və qəribə şəkildə güldü, sanki ağzı əyildi.
Mən həyacanımı boğmaq üçün çaydan bir qurtum
almaq istədim. Çay soyumuşdu.
-Bəlkə çayını təzələsinlər?-o dedi və bic-bic
gülümsədi.
-Lazım deyil,-dedim və onunla xudahafisləşərək
ofisdən çıxdım.
Mayıs 2007
11 Onun iki yari olub, ikisi de intişar edib.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
34
TÜRKİYE
Beyaz Bulut
İMDAT AVŞAR
Kuşluk vakti gelirdi. Bir ılık yel eser, bir rahmet
bulutu gibi geçerdi mahalleden. Bembeyaz bir
ses yankılanırdı sokak aralarında. Çocukları, çığlık çığlığa arkasından koşturan bir ses.
“Kendisi gidiyoooor! Kendisi gidiyooor!”
Bu sese aşina çocuklar, uzun bir koşuya hazırlanırdı. Bir yayla meltemi yalardı yüzlerini.
O, beyaz ses, hep aynı güzergâhtan geçerdi. Onun geçeceği yolun iki yakasında kimi
ayakkabılarının bağlarını sıkılar kimi bilyelerini cebine doldururdu telaşla. Oyunda ebe
olan çocuklar bağışlanır, yakalananlar salıverilirdi. Bütün oyunlar yağmur sonrasına ertelenirdi.Bir beyaz yağmura tutulurdu çocuklar.
Şeker burcuna girerdi güneş. Mevsim akide,
saatler sormuk şekeri olurdu birden. Muştular
çarpardı evlerin camlarına. Havaya fırlatılan
çelik çomaklardan ürken kuşlar havalanırdı
ağaçlardan. Beyaz bulutun geldiğini birbirlerine müjdeleyen çocukların neşeli sesleri
yükselirdi tozlu yollarda.
“Hacı Dede geliyooor! Hacı Dede geliyoooor!”
Her hafta dolu gibi yağıp geçerdi Hacı Dede.
İri, beyaz kanatlı bir kuş gibi uçarak gelirdi.
Çocuklar ona doğru koşarak giderlerdi. Hacı
Dede, mahalleye girince, bisikletinin direksiKardeş Kalemler Haziran 2008
yonunu bırakır, iki elini yana açardı. Rüzgârın
dalgalandırdığı beyaz önlüğünün etekleri havalanır, beyaz bir güvercin gibi kanatlanırdı.
Hacı Dede ve çocuklar birbirlerine yaklaştıkça
sesler de karışırdı. Yüzünden eksik olmayan o
gülümsemeyle çocuklara şeker yağdırır, bağırarak yoluna devam ederdi.
“Kendisi gidiyooor! Kendisi gidiyooor!”
Çocuklar, kendisi giden o beyaz ve bereketli sesin arkasına düştüklerinde, mahallede bir
kahkaha tufanı ve çok sesli bir koşu başlardı.
Çocuklar, dillerinde neşeli bir tekerlemeyle, bir
ırmak olup akarlardı bisikletin arkasından. Hacı
Dede, neşeli bir tekerlemeydi çocukların dilinde. Koşarken hep bir ağızdan bağırırlardı.
Hacı Dede beri bak! Kulağına deri tak! Hacı
Dede beri bak! Kulağına deri tak!”
Tüm varını şeker yapıp çocuklara savuran,
beyazlara bürünmüş bir gönlü deliydi Hacı
Dede. Bir yayladan inip geçtiği tarlalara bereket bağışlayan ak köpüklü bir çağlayandı.
Pamuk gibiydi sakalları. Başındaki şapka,
ayaklarındaki naylon ayakkabılar, elbisesinin
üzerine giydiği uzun önlüğü, bisikleti, bisikletinin direksiyonuna bağladığı kurdeleler, ön
35
tekerleğin iki yanındaki rüzgârgülleri, çocuklara yağdırdığı akide şekerleri, söylediği ilahiler… hepsi beyazdı.
Çocukların ufkunda bembeyaz bir buluttu.
Geçtiği sokaklara şeker olup yağardı. O bulutun yağdırdığı şekerleri, kapabilmek için
delice koşardı çocuklar. Hacı Dede, elini cebine her daldırdığında, tekerlemeler söyleyen
çocukların sesi kesilirdi bir an. Yağmuru beklerlerdi. Hacı Dede, şekerleri havaya doğru
fırlattığında, çığlıklar yeniden yükselirdi. Çocuklar, cami avlusunda yem atılmış güvercinler gibi şekerlerin düştüğü yere üşüşürlerdi.
Yemleri toplayan güvercinler, “Hacı Dede beri
bak! Kulağına deri tak!” diye bağırarak yeniden bisikletin arkasına düşerlerdi. Çocukların
bu çığlıklarını duymuyormuş gibi ardına hiç
bakmazdı “kendisi giden.” Her gün başka bir
mahalleye yağan o bereketli, beyaz bulut, her
gelişinde arkasına şekerler ve mutlu çocuklar
serpiştirirdi… Çocuklar yorulduğunda onun
da sesi uzaklaşır, kollarını bir kuşun kanatları
gibi çırparak uçar; süzülür, kaybolurdu.
Hiç kimsesi yoktu Hacı Dede’nin. Tek başına
yaşardı. Şeker yağdırdığı mahallelerden eski
teyp, radyo, saat, gaz ocağı… ne bulursa satın alır, onları tamir ederek kasaba pazarında
satardı… Kazandığı tüm paraları şekere tahvil
eder, çocukların mutluluğu için harcardı.
Bazen bisikletinin arkasında kocaman bir limonata küpü ile gelirdi. Bir limonata sebili gibi
akardı. Okulların kapısında bekler, çocuklara limonata dağıtırdı. Teneffüs zili çaldığında
çocukların hücumuna uğrardı. Elindeki uzun
kepçesiyle bardakları doldurup doldurup
çocuklara verirdi. Öğrenciler onun etrafına
yığılır, her biri bir yanından çekiştirir, üstünü
başını yolarlardı. Yaramazlar, onun kollarına,
omzuna asılır; kimi sırtına biner, kimi eteğini
çekiştirirdi.
Tamir ettiği eşya, radyo olursa “kendisi konuşuyoooor!” Gaz ocağı olursa “kendisi yanıyooor!” diye bağırarak satardı. Tamir ettiği
eşyaları pazaryerine dizerdi. Bir kasete kendi
sesini kaydeder, teybin düğmesine basar, oradan uzaklaşırdı. Tamir edilen teyp, hem kendi
reklâmını hem de diğer eşyaların reklâmını
yapardı. Hacı Dede uzaklaşınca, akşamdan
kendi sesini kaydettiği kaset çalmaya başlardı. Tamir edilen teyp, meraklı alıcılara uzun
uzun anlatırdı.
“Ben konuşurum. Konuşmayı biliyorum. Türkü de söylerim, ilahi de. Hatta ezan okurum.
Bakın bu gaz ocağı da kendisi yanar. Bu saat,
vakti kendisi söyler. Bu radyo beş dil biliyor…
İsterseniz size bir ilahi söyleyeyim mi?”
Reklâm faslı bittiğinde Hacı Dede’nin sesinden bir ilahi başlardı.
Ben yürürüm yane yane Aşk boyadı beni kane Ne akılem ne divane Gel gör beni aşk neyledi.
Bazen gözden kaybolurdu. “Yine uçtu bizim
deli” derlerdi arkasından. Hacdan dönenler,
yemin billâh edip Hacı Dede’yi Kâbe’de gördüklerini anlatırlardı. Deli miydi? velî miydi?
Kimse bilmezdi ama o,“aklın sırdaşı deliliktir
ey canlar” derdi hep. Hac mevsiminde “uçtum
gittim, uçtum geldim. Kendim gittim, kendim
geldim” diye geçerdi mahalleden. Çocukların üstüne şeker yerine hurma yağdırırdı.
Ocak ayıydı. Kar, üç gün boyunca aralıksız
yağmıştı. İhtiyarlar, o güne kadar öyle bir kış
görmediklerini anlatıyordu. Rüzgâr hiç susmuyor, geceler boyu yağan karları savuruyordu. Evlerin kuzey tarafları dam boyu kar
olmuştu. Çatılar dahi görünmüyordu. Bütün
kasaba beyaz bir örtüye teslim olmuştu. Öğle
ezanından önce bir sala sesi yükseldi minarelerden… Beyaz bulut ölmüştü.
Bembeyaz gelirdi mahalleye. İri, beyaz bir
kuş gibi uçardı sokaklarda. Bir şeker yağmuruydu o. Kuşluk vakti, ılık bir rüzgârla, beyaz
bir sesle gelirdi. Bembeyaz bir günde, bir fırtınayla gitti ve bir daha hiç gelmedi kendisi
giden. Ne o ses geçti mahalleden ne de şeker
burcuna girdi mevsimler…
O günden sonra oyunlarını hiç ertelemedi çocuklar…
Kardeş Kalemler Haziran 2008
36
TÜRKİYE
Gelin
OSMAN ÇEVİKSOY
Acelesiz, sakin hareketlerle
damatlık giysilerini çıkardı.
Pahalı ipek kumaştan yapılmış damatlık pijamasını
giydi. Alışık olduğu bir işi
yapıyormuşçasına becerikli el hareketleriyle yatak
örtüsünü kaldırdı. Yatağa
girip benden yana arkasını dönerek yorganı başına
kadar çekti. Bu hareketi,
gelinliğimi rahatça çıkarıp
geceliğimi rahatça giyebilmem için yapmış olmalıydı.
Ben de tıpkı Nazif gibi hiç
acele etmeden hazırlandım. Yatağın bana bırakılmış tarafına yavaşça girip
yorganı üzerime çektim. Uyumamıştı.
“İyi geceler sultanım!” dedi.
“İyi geceler!” dedim çekingen bir sesle.
Yarım saat geçmeden uyudu. Sabaha kadar
hep uyudu. Bazen horladı, bazen öksürdü,
uyandı, sonra yine uyudu. Sanki uzaktan gelen, yorgun olan ben değildim de oydu.
Ben uyuyamamıştım. Şaşkınlığım geçince ağlamaya başlamış, sabaha kadar düşünmüş,
kıvranmış, ağlamıştım. Göğsümde sakladığım
mendil defalarca ıslanmış, defalarca kurumuştu. Sabah olunca dünya yeniden kuruldu
sanki. Nazif’in gece boyu uyumuş olmasına
sevindim.
Gün boyu gelin görmeye gelenlerin ardı arkası kesilmedi. Kayınvalidem, görümcelerim,
çalışanlar, gelenleri güler yüzle karşılıyorlar,
ikramda bulunuyorlar, gidenleri avlu kapısına
Kardeş Kalemler Haziran 2008
kadar uğurluyorlardı. Ben,
yıkanmış, giyinmiş, süslenmiş taze bir gelin olarak köşede oturuyordum. Görevim, gelen hanımlara güler
yüzlü görünmek, gençlere
sevgi, yaşlılara saygı göstermek, ne konuşulursa konuşulsun söze karışmamaktı. Gelinlik buysa kolaydı.
Sabah kahvaltısıyla öğle
yemeği tepsilere hazırlanmış olarak gelin evine
gelmişti. Akşam yemeğine
büyük eve, babamla ustasının yaptıkları üç katlı eve,
yani asıl konağa çağırıldık.
Konak girişinin çatıya yakın yerinde külünk
kabartması vardı. Bu da babamın ustasının
damgasıydı.
Mutfak bağlantılı büyükçe bir odaya iki sofra
hazırlanmıştı. Birine; Nazif, babası, enişteleri, söz kesimi duasını yapan, vekâletle dinî
nikâhımızı kıyan imam oturdu, diğerine; kadınlar ve çocuklar oturdu. Doğal olarak bana
ikinci sofrada yer ayrılmıştı. Bundan rahatsız
değildim. Bir yanımda kayınvalidem, bir yanımda bekâr görümcem, annem ve kardeşimmiş gibi bana yakın olmaya çalışıyorlardı.
Yatılı konukların kaldığı otele de yemek gönderildiğini konuşmalar sırasında öğrendim.
Yemekten sonra büyük evin büyük odasına
geçildi. Erkek kadın çoluk çocuk aynı odada
oturduk. Herhangi bir konuya bağlı kalınmadan, sohbet edildi. En çok düğünden konuşuldu. Söze, kayınvalidemin, görümcelerimin
hatta çocukların katıldığı da oldu. Onlar da
37
erkekler gibi dinlenildi. Ailede haremlik, selamlık olmayışı, kadın, erkek, çocuk, herkesin
söz hakkının bulunuşu, herkesin fikrine saygı
duyuluşu hoşuma gitti. Kayınpederim, sözünün torunları tarafından kesilişine bile kızmıyordu. Babam olsa kaşlarını çatar, surat eder,
bağırıverirdi.
Kayınvalidemin “Yoruldunuz, yatın!” ısrarıyla
gelin evine geçerken ilk yirmi dört saati geride bıraktığımı, ikinci yirmi dört saatten de neredeyse altı saat eksilttiğimi düşündüm. Geçmez sandığım zaman nasıl da geçmişti? Bu
eve, bu evdekilere alışabileceğim konusunda
kendime güvenmeye başladım.
Yatak odamıza girip de kapımızı mandallayınca:
“Yorgun görünüyorsun.” dedi Nazif.
“Evet, doğru!” dedim. “Ev bir dakika boş kalmadı. Akşama kadar ayaktaydım.”
“O hâlde iyi geceler!” dedi, sabahtan özenle katlayarak şaseye yerleştirdiğim pijamasını giydi, yatak örtüsünü kaldırmaya kalkıştı.
Buna izin vermedim. Ben dururken onun yatak açması uygun değildi. Örtüyü katlayarak
kaldırdım. Beni memnuniyetle, hayranlıkla
izledi, yattı. Bu, ikinci akşam arkasını dönmedi. Yorgundum ya dokunmadı da. Az yer
kapladığından yatağın büyük bölümü bana
kalıyordu. Çok geçmeden uyudu. İkinci gece
ağlamadım, fazla düşünmedim, ben de uyudum. Uyandığımda güneş çoktan doğmuş,
Nazif kalkmış, giyinmişti.
Ondan sonraki günlerde gelen giden sayısında belirgin bir azalma oldu. Hane halkıyla
daha çok baş başa kalmaya başladık. Günler
geçtikçe birbirimizi daha yakından tanıdık.
Kayınpederim, kayınvalidem, görümcelerim
bana bayılıyorlardı. Beni gelin gibi değil de
evin kızı gibi görüyorlardı. Bana yabancılığımı hiç hissettirmediler.
“Akkız’ım, sen bize Turan Ustamın emanetisin!” diyordu Sabit Ağa.
Konakta ilk Sabit Ağayı sevdim. Her zaman
dağ gibi arkamda durdu. İkinci olarak bekâr
görümcem Songül’ü sevdim. Beni, geldiğim ilk günden itibaren “abla” bildi, bana
öz ablalarına verdiği değerden daha fazlasını verdi. Sonra kayınvalidemi sevdim. Beni
Songül’den, öteki kızlarından hiç ayırmadı.
Bir gün olsun annelik yapmayı bırakıp da
kaynanalık yapmadı. Daha sonra tanıştığım,
konuştuğum akraba, eş, dost ve konakta, toprakta çalışanlardan hemen hepsini sevdim,
bir Nazif’i sevemedim. Kültürlüydü, kibardı,
mahcuptu, sabırlıydı, saygılıydı, “Sultanım!”
diyerek konuşuyordu, konuşurken gözlerimin
içine bakıyordu, ne desem yapmaya hazırdı
ama sevemedim. O evde yokken zaman su
gibi akıyor, o evdeyken zaman geçmek bilmiyordu. Nazif eve girince ben çıkıp gitmek
istiyordum. Onunla yalnız kalmak, baş başa
olmak, aynı yastığa baş koymak bir yana, başkalarının da bulunduğu mekânlarda bile ona
yakın olmak istemiyordum. Anneme, babama,
İlhan’a kızıyor, kimselere göstermeden gizli gizli ağlıyordum. Gözyaşlarımı, yüreğimin
üstünde sakladığım ipek mendille siliyordum.
Bazen ona acıdığım oluyordu. Mademki bu iş
gelmişti başıma, ona sabredeyim, onu kabulleneyim istiyordum. Olmuyordu. Onu kabullenemiyor, sevemiyor, İlhan’ın yerine koyamıyordum.
İlk zamanlar saatlerin, günlerin hesabını tutarken, haftalar aylar tükenmeye başladı. Konağa gelin geldiğim gün üzerinden tam dokuz
ay geçti. İkinci aydan sonra kayınpederim,
annemi babamı özleyip özlemediğimi sürekli
sormaya başladı. Ziyaretlerine gitmek istersem hemen gönderebileceğini söylüyordu.
“Hayır, özlemedim, gitmeyeceğim!” diyordum
her seferinde. “Siz bana değer veriyor, evladınıza nasıl davranıyorsanız öyle davranıyorsunuz. Annemden, babamdan farkınız yok!
Onları niye özleyecekmişim ki? Özlemedim!
Onlar beni özlerse gelirler, burada görürler.
Gitmeyeceğim!...”
Yalandı.
Köpekler gibi özlemiştim. Annem de babam
da burnumda tütüyorlardı. Babamın bastığı
yere yüz sürebilirdim. Azarlanmayı göze alıp
boynuna sarılabilir, saatlerce onu koklayıp
ağlayabilirdim. Azarlaması bile güzeldi canım babamın. Azar işitmeyi bile özlemiştim.
Hadi ben küsmüştüm de aramıyordum, gitmiKardeş Kalemler Haziran 2008
38
yordum. Ya o? O, niye aramaz, “Fikrini sormadan gurbet ellere attığım bir kızım var!” deyip
de niçin gelmez. Bir baba, biricik evladını
görmeden, sesini duymadan dokuz ay yaşayabilir mi?
Ya annem? Annem, babamın emir ve yasaklarına uymaktan ve gözyaşlarını saklayarak
ağlamaktan başka ne yapabilir ki… Garibim;
soranlara “Pek iyiymiş, pek rahatmış. Turan
gidip geliyor. Bir eli yağda, bir eli baldaymış.” diyordur. İyi ve rahat olduğuma belki
kendisi bile inanıyordur. Ah güzel annem,
biliyor musun, ben sana ne kadar çok benzedim. Aynen senin gibi her şeyi oluruna
bıraktım. Hayata hiç müdahale etmiyorum.
Zaman, beni nereye, nasıl sürüklerse oraya,
öyle sürükleniyorum. Seni ne kadar özlediğimi tahmin etsen, bir biçimde babamı mecbur
bırakır, kendini buraya taşıtırsın. Sen, sadece anneler özler sanıyorsun. Evlatlar da özler
güzel annem! Evlatlar da anneler kadar, belki
daha fazla özler, bunu düşünemiyorsun. Bağrına taş basma, yeter! Benim bağrım taş oldu,
gel gayri…
Ah İlhan! Ağırbaşlı yetim çocuk! Sabırlı, vefalı çocuk. Aşağıladığım, kıskandığım, düşman
olduğum ve sevdiğim çocuk, nerdesin? Var
mısın, yaşıyor musun? Ben her akşam ölüp
her sabah yeniden dirilirken sen hangi cehennemde yaşıyorsun? İnsan, iyi kurgulanmış
bir bahaneyle bunca zamandır bir kerecik olsun yüzünü göstermez mi? Sen beni unutmuş
olsan da ben seni unutmadım, âdi çırak!...
Gelinlik giydiğimde eylüldü, üç mevsim ağladıktan sonra, babam ziyaretime, haziran başında geldi. Yanında annem ve İlhan da vardı.
Avlu kapısından giriverdiklerinde ben henüz
gelin evinden konağa geçmemiştim. Konakta
kahvaltı için bekleniyorduk. Yatak odamın sonuna kadar açılmış penceresi önünde ya bir
örtü çırpıyordum ya temiz hava almak için öylece duruyordum. Rüya görüyorum sandım.
Hem de üçü birlikteydi. Babamla İlhan’ın
omuzlarında gözleri doldurulmuş süslü yün
heybeler vardı. Annem, düğünden önce aldığı yün atkısına bürünmüştü.
Rüya görmediğimden emin olunca koştum.
Onları, konak çalışanlarıyla birlikte karşılaKardeş Kalemler Haziran 2008
dım. Sevinçten ağlıyordum. Önce anneme
sarıldım. Kucakladım, bırakmadım. İçime
çeke çeke kokladım. Sonra babamın bağrına
koydum başımı.
“Nihayet hatırladınız mı? Uzaklarda bir evladınızın bulunduğunu bunca zaman sonra hatırladınız mı?” diye sitemde bulundum.
Babam duygusallıktan uzak sesiyle:
“Bu güne kısmetmiş kızım, iş güç…” dedi.
İçimden gelmesine rağmen tuttum kendimi,
İlhan’a sarılmadım. Annem babam gibi İlhan’ı
da kucaklasam, yanlış anlaşılmayacak, “Kardeşi sayılır, çok özlemiş.” yorumu yapılacaktı.
Özellikle kayınpederim, kesinlikle böyle düşünecekti. Ben, kayınpederinin akıllı, güzel ve
düşünceli gelini olarak İlhan’a tokalaşmak için
elimi bile uzatmadım. Bıraktığı damlacıklarla
yanaklarımı ıslatmaya devam eden gözlerimi,
İlhan’ın dolu dolu olmuş gözlerine dikerek:
“Sen de hoş geldin Çırak!” dedim.
Ardından bir kere daha, kelimelerin üstüne
basa basa:
“Çırak! Hoş geldin!” dedim.
O, “Seni unutmadım İlhan. Seni çok seviyorum!” demek istediğimi anlamış olmalıydı.
Konağa birlikte yürüdük. Kahvaltıda birlikte
olduk. Günü birlikte geçirdik. Benim sınırsız
sevincime kayınpederim, kayınvalidem, Songül de katıldı. Dışarıda önemli işleri bulunduğundan Nazif ancak yemek ve çay saatlerinde
bizimle birlikte olabildi. Bize katıldığı zamanlar dolaylı olarak beni övdü, anneme babama iltifatlar yağdırdı, az öksürmeye çalıştı,
genellikle mahcup çocuklar gibi yere baktı.
Akşam geç saatlere kadar oturduk. Babamla
kayınpederimin doyumsuz sohbetlerini dinledik. Gece yarısına doğru annemle babam,
konağın baş konuk odasına; ilhan, konuk gelen yakın akrabaların ağırlandığı, babamın
damgasını taşıyan ek binalardan soldakinin
üst katına buyur edildi. Çok geçmeden konak
ve çevresi sessizliğe gömüldü.
Işığı söndürdükten sonra Nazif:
39
“Evliliğimizin iyi yürümediğini sizinkilere anlatacak mısın?” diye sordu.
Cevap vermedim.
“Anlatma sultanım!” dedi.
Bu, açık bir yalvarmaydı.
Yine ses çıkarmadım.
Uyudu.
Benim aklımda İlhan vardı. Evli bir kadın, yatağında kocasıyla birlikteyken aklına bir başka
erkek düşmüşse, şeytandan bilinmeliydi. Ben
de öyle bildim, yine de yataktan sessizce çıkarak, pencere önündeki kadife koltuğa oturup
perdeyi araladım. Evet, o karşımdaydı. Şeytanın aklıma düşürdüğü gibi İlhan karşımdaydı.
Belli ki uyuyamamış, perdesini açarak pencere önüne oturmuş, güya geceyi seyrediyordu.
Bilerek ya da bilmeyerek yatak odamızın penceresine bakıyordu. Odasında lamba yandığından ben onu rahatlıkla görebiliyordum.
Hüzünlü görünüyordu. Dikkatle bakmadan
onun beni göreceğini sanmıyordum. “Kendimi göstermeliyim!” diye düşündüm. Bunca
zamandır unutmadığımı anlamalıydı. Uzandım pencereyi açtım. Bununla da yetinmeyip
yanımdan hiç eksik etmediğim ipek mendili
çıkardım, salladım. Gördü ve tanıdı. Görüp
tanıdığını belli etmek için yavaşça el salladı.
Bizi başka birilerinin görebileceğinden çekinmiş olmalıydı ki aceleyle kalktı, odasının ışığını söndürdü, döndü, yerine oturdu. Ben de
pencereyi kapattım. Şimdi onu, odaya yansıyan ay ışığında hayal meyal görebiliyordum.
O da beni hayal meyal görebiliyor olmalıydı.
Önemli olan birbirimizi görebiliyor olmamız
değil, birbirimizin pencere önündeki varlığını
hissedebilmemizdi. Sabaha kadar ne o ayrıldı
pencere önünden ne ben ayrılabildim. İpek
mendil kaç kez ıslandı, kaç kez kurudu, bilmiyorum.
Kayınpederimin, kayınvalidemin, Songül’ün
ısrarlarına rağmen bir gece daha kalmayı
kabul etmedi babam. Ben istedim, beni de
dinlemedi. Öğle yemeğinden sonra yola koyuldular. Önce Osmancık’a varacaklar, taşıt
bulabilirlerse hemen, bulamazlarsa orada da
bir gece kaldıktan sonra İskilip’e geçeceklerdi. İskilip’e varmak, köye varmak demekti.
Babamların gidişiyle konak halkında gözle
görünür bir durgunluk başladı. Neşeleri kaçmıştı. Az konuşuyorlar, çok düşünüyorlardı.
Onlar da benim gibi babama darılmış olabilirler miydi? Bunca zaman sonra, bunca
yoldan gelip de yirmi dört saat bile kalmadan
dönüşlerine içerlemiş olabilirler miydi? Böyle
bile olsa benim ne suçum vardı? Bana, önceden olduğu gibi yakın olmamaları gerçekten
anlaşılmazdı. Ne olduğunu anlamıyordum.
Sadece annem, kayınvalidemin yanında “Bebek var mı?” diye sormuş, ben de gülümsemeye çalışarak “yok” anlamında başımı sallamıştım. Yoktu, olmayan şeye var diyemezdim
ya… Bu yüzden bana tavır koymaları anlamsız olurdu.
Üç ay daha geçti.
Bu süre içinde konak halkının bana karşı
davranışları eski düzeyine yükselmedi. Araya
giren bu soğukluğun sebebini bir türlü öğrenemedim. Babamla kayınpederim tartışmışlar mıydı, annem mi bir şey söylemişti, yoksa
İlhan’la gece boyu bakışmalarımızı bir gören
mi olmuştu, çözemedim.
Evliliğimizin birinci yılını geride bıraktıktan bir
kaç gece sonraydı. Zaman zaman olduğu gibi
yine Nazif’in çenesi düştü. İçkiliydi. Bu gece
her zamankinden daha fazla içmişti. Susmak
bilmiyor, konuştukça konuşuyordu. Ayıkken
hiç girmediği, yanından bile geçmediği konulara cesaretle dalıyor, bazen duygusallaşıyor, bazen acımasızlaşıyor, bazen de sözü
nereye bağlayacağını unutuyor, saçmalıyordu. En sonunda:
“Sultanım, artık umudumu yitirmek üzereyim!”
dedi. Bütün dikkatimle ona yöneldim. O, büyük bir anlayışlılıkla devam etti:
”Sanırım biz bu evliliği kurtaramayacağız. Karar vermeyi sana bırakıyorum: Bir süre daha
deneyelim mi, bitirelim mi? Sen ne dersen
ben saygıyla karşılayacağım. Deneyelim dersen, böyle gitmez, bana karşı değişmelisin.
Bitirelim dersen, avukatla görüştüm, şiddetli geçimsizlikten bir celsede ayrılabilirmişiz.
Her ikisine de varım ben. Birkaç gün düşün,
kararını ver, tamam mı?”
Üzerimden bir dağ kalkmış gibi ferahladım.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
40
“Tamam, Nazif!” dedim.
mutlaka bir şeyler anlamış olmalıydı.
Utanmasam, hiç yapmadığımı yapıp onu kucaklayacak, iki solgun yanağından öpecektim. Tuttum kendimi.
“Rahat değil misin kızım?” diye sordu.
Ve sorular…
“Niye?”
Bu sözleri gerçekten Nazif mi söylemişti?
Böyle bir karardan ailenin haberi var mıydı?
Yoksa bu kararı aile almıştı da Nazif sadece
duyuruyor muydu? Bir oyunla ya da tuzakla
mı karşı karşıyaydım? Her şey meçhul olsa da
güzeldi. Hiçbir şey sormadım.
“Geçinemiyoruz. Herkesle iyiyiz, Nazif’le geçinemiyoruz.”
Zaten sormaya da fırsat bırakmadı. Günlük kıyafetini çıkarıp pijama giydi. Biraz öksürdü. Oldukça sarhoş görünüyordu. Yatağa girdi, sızdı.
Ben, kafesinin kapağı açılmış, istediği an özgürlüğü seçip sonsuzluğa doğru kanat çırpabilecek bir kuş gibiydim. Öyle hissediyordum
kendimi. Sevinçten uçuyordum desem abartmış olmam. Yine de her şeyi iyi düşünmeli, iyi
hesap etmeliydim. Bir yanda beni bekleyen,
ne zaman ve nasıl varırsam varayım, öylece
kabullenecek olan, babamın çırağı, yoksul
İlhan, diğer yanda çaba göstersem de sevemediğim, hasta ama para, mal, mülk sahibi
Nazif vardı.
Bir gün Songül’le hamamdan eve dönerken
çarşıda babamla karşılaştık.
O da biz de çok şaşırdık.
“Ben de size uğrayacaktım!” dedi.
“Değilim baba!” dedim.
Gözlerini benden kaçırıp uzak noktalara bakarak ve şakağını kaşıyarak düşündü, döndü,
sordu:
“Dövüyor mu yoksa?”
“Hayır!”
“Peki ne olacak?”
“Ayrılacağız.”
Babam çok şaşırdı. Şaşkınlığını sesine de yansıtarak:
“Ne diyorsun kızım sen?” diye adeta azarladı
beni.
“Konuştuk, ayrılacağız baba!” dedim.
Bu kez daha derin, daha uzun düşündü babam. Düşünürken sakinledi. Sakin, kararlı bir
sesle:
“O halde hazırlan götüreyim seni.” dedi.
Babamı, böyle önemli bir sorun karşısında ilk
kez bu kadar sakin ve anlayışlı görüyordum.
İlhan’la birlikte Gümüşhacıköy’den, hatırını
kıramadığı bir dostunun konağını tamirden
kereste kamyonuyla dönüyorlarmış. Babam
inmiş, İlhan yola devam etmiş.
“Olur!” dedim.
Konakta kayınpederim de kayınvalidem de
yoktu. Bunu fırsat bilerek babamı kendi evime (Gelin Evi) davet ettim. Oturma odasına
aldım. Elini öptükten sonra boynuna sarılıp
ağladım.
Ben yol hazırlığı yaparken babam, Nazif’e
uğrayıp beni götüreceğini söylemek ve taşıt
ayarlamak üzere çarşıya çıktı. Bir faytonla
geldiğinde ben hazırdım. Başka kimse bulunmadığından Songül’le, konak çalışanlarıyla vedalaştık. Avukata imza verip yola çıktık. Lâçin’e kadar faytonla, oradan sonrasını
da kömür kamyonu, çeltik kamyonu, pikap,
otobüs ne denk gelirse onunla gidecektik.
Hamamözü’nden ayrılırken gözlerim doldu.
“Niye ağlıyorsun kızım?” dedi.
“Sevinçten!” dedim.
Pek de inandırıcı bulmadığını kaşlarını kaldırarak boynunu büküşünden anladım. Karşılıklı
oturup konuşmadan, öylece bakıştık. Babam
Kardeş Kalemler Haziran 2008
Sonra her şeyi anlattım.
“Isınamadım baba, olmuyor!” dedim.
Şubat / 2008
41
KIRGIZİSTAN
Kederli Gün
CANIL BEGALİEVA
AKTARAN: MAYRAMGÜL DIYKANBAEVA
Ernist’in okuduğu “İstikbal” okulu, Gagarin
Caddesi’ne çok uzak değildi. Caddeye çıkar
çıkmaz, Lenin Sokağı’nda çok katlı apartmanlardan hemen sonra, “İstikbal” okulu geliyor.
Ernist, bu yıl dokuzuncu sınıfta okuyor.
Okula doğru acele adımlarla giderken Ernist,
aniden annesini görür gibi oldu. Sanki annesi, otobüse biniyordu. Ernist, gördüklerine
inanamamıştı. Mantosunu ve baş örtüsünü
annesininkine benzettiği bu kadın, onun yüreğini hoplatmıştı. “Anne, anne !” diye içinden
çağırası geldi. Var gücünü toplayıp, otobüsün
peşinden koşmaya başladı. Otobüs postanenin yanındaki durakta durdu. Kadın inmedi.
Otobüs devam etti; Ernist de peşinden koştu.
Bu sefer otobüs, sonraki durakta parkın yanında durdu; kadın inip yola doğru yürümeye
başladı. Ernist, Anne! Anne! diye seslenerek
kadının yanına yaklaştı.
- Affedesiniz! dedi Ernist; mahcubiyetten yüzü
bembeyaz oldu. Sonra avuçlarıyla yüzünü
kapatarak, büyük alış veriş merkezine doğru
yürüdü. Orada, köşede, bir duvara yaslanarak, içini döktü, ağladı. Eğer demin gördüğü
kadın, annesi olsaydı, yüzünden doya doya
öper onu evine götürürdü. Özlemini giderene kadar yanından hiç ayrılmazdı; annesinin
dediklerini geri çevirmeden yapardı.
- Hey delikanlı, niye ağlıyorsun? Biri mi dövdü
seni? diye seslendi, orta yaşlarda bir adam.
- Hayır, kimse dövmedi, dedi Ernist kekeleyerek, sonra çantasından mendilini çıkarıp gözyaşlarını sildi.
- Hangi okulda okuyorsun?
- “İstikbal”de.
- “Haa, çok iyi; ‘İstikbal’ ilçedeki en kaliteli
okul. Burada hiç Kırgız okulu yoktu, bakanlığa
yaza yaza bu okulu zar zor açtırdılar” dedikten
sonra, “Annen, baban var mı?” diye sordu.
- Babam Petrovka’da yaşıyor. Annem üç senedir kayıp, dedi ağlayarak Ernist.
- Ya öyle mi? Gagarin caddesinde bir genç
kadın kaybolmuştu. Yoksa o kadın, senin annen miydi? Daha bulunamadı mı, o? dedi,
Ernist’e bakarak.
- Hayır, dedi Ernist boynunu büküp.
- Vah, vah yavrum, bu ne talihsizlik! Peki,
şimdi ne düşünüyorsun? Büyümüş, kocaman
adam olmuşsun. Artık ağlamayı bırak. Sen
erkek adamsın, haydi şimdi dersinden geç
kalma, deyip, adam, alış veriş merkezinden
aşağı doğru gitti. Ernist ilçe adliyesine doğru
Kardeş Kalemler Haziran 2008
42
yürüdü. Binanın önüne gelince, yol kenarında bulunan küçük bir taşa oturdu. Düşüncelere daldı.
Bundan üç yıl önce, üç Eylül günü, Ernist yeni
giysilerini giymiş, çantasını alıp, sabah okula
gitmişti. Annesi iki küçük kardeşini alıp, adliye
binasının yanındaki kreşe gelmişti. Çocukları
kreşe bırakıp eve dönerken tam burada, arabadan inen iki adam, annesini zorla arabaya
bindirip kaçırmışlardı. Bağırış, çağırış seslerini duyan kreş öğretmeni, koşarak sokağa çıkmış ve Ernist’in annesini, iki kişi zorla arabaya
bindirirken görmüş.
O günden beri Ernist’in annesi evine dönememişti. Bu olay sadece Moskova ilçesinde
değil, bütün Kırgızistan’da duyuldu. “Ölmüştür” deyip bu acı olayı kapatmak mümkün olsa
da kadının cesedinin bulunamaması, hâlâ yaşadığına dair bir umudun var olmasını sağlıyordu. Birçok kişi, cesedinin bulunmasına dair
umutlarını yitirseler de Ernist hep, annesini
bekledi. Okulunu bitirince daha serbest kalacak ve annesini mutlaka bulacaktı. Bu hayalle
gözlerinden akan yaşı mendili ile silip, ayağa
kalkarken “Ernist!” diye bir ses duydu. Bu ses,
Ernist’in sınıf arkadaşı Bolot’un sesiydi. Bolot,
Ernist’i görünce durmuş ve beklemişti. Ernist,
hızlı adımlarla Bolot’a yaklaşıp selam verdi.
- Ernist, okula gitmedin mi? dedi Bolot.
- Geç kaldım da şimdi gideceğim, dedi Ernist.
- Dün babam eve gelmedi. Babamı arıyorum.
Gece çok korktum. Eve hırsız girdi. Yalnızdım,
uyuyakalmışım; mutfaktan sesler geliyordu,
ben de babam birileri ile geldi zannettim.
Yavaşça kalkıp kapıdan bakınca onların hırsız olduğunu anladım. O kadar çok korkmuştum ki, kanepenin altına kendimi atabilmişim,
dedi, Bolot.
- Polisi arasaydın ya, dedi Ernist endişeli bir
sesle.
- Telefon parasını ödeyemediğimiz için kapatmışlardı. Üstelik hırsızların ellerinde uzun
demirler vardı. Benim odamı da açıp baktılar.
Biraz sonra gittiklerini fark ettim. Kalkıp ışıkları yaktım; kapıların kilitlerini kırdıkları için,
tekrar kilitleyemedim. Neleri çaldılar, diye
Kardeş Kalemler Haziran 2008
baktım. Yemek yaptığımız tencereyi, çaydanlığı, kaşıkları ve sizin bana doğum günümde
hediye etiğiniz teybi çalmışlar, dedi, Bolot,
nerdeyse, ağlayacak bir sesle.
- Keşke, odana koysaydın onu, dedi, Ernist
üzülerek.
- Ernist biliyor musun? Annem öldükten sonra
bana verilen ilk hediyeydi o teyp. O günün
doğum günüm olduğunu unutmuştum bile. O
güne kadar hiç doğum günüm yapılmamıştı..
Babamı biliyorsun “Doğum günün”, diye dostları ile içer, öyle gelirdi. Oysa, o gün, hepiniz
para toplayıp, bana hediye almıştınız. Kızlar,
pasta getirmişlerdi. Çok mutlu olmuştum.
- Bolot üzülme, daha iyisini alırsın. Haydi derse gidelim, dedi, Ernist, Bolot’un elinden tutup.
- Ernist, haydi babamı arayalım, sarhoş olup
parkın bir yerinde kalmıştır, dedi Bolot Ernist’e
yalvarır gibi.
- Peki, dedi Ernist. İkisi Lenin caddesinin sol
tarafından geçerek parka geldiler. Parkın her
tarafını aradılar; babası hiçbir yerde yoktu.
Sonra Ernist ile Bolot heykellere doğru saptılar. Birden, babasının yerde yattığını gören
Bolot koşarak yanına gitti. Peşinden de Ernist
koşarak geldi. Bolot’un babası paltosuna kusmuş, hiçbir şey hissetmeden horlayarak uyuyordu. İki çocuk, onu yerinden kaldırıp, kollarını omuzlarına atarak, eve doğru sürüklemeye başladılar. Bolot’un evi, Belovodski’deki
postahanenin yanında bulunan dört katlı
apartmanın üçüncü katındaydı. İki zayıf çocuk, güçlerinin yetmemesine rağmen, zar zor
sürüklüyorlar ve arada yere yatırıp dinleniyorlardı. Nihayet sarhoş adamı eve getirdiler.
Şubat ayı olmasına rağmen, yerler fazla donmuş değildi. Bolot’un babasının giysileri pislik içindeydi. Pantolonuna çiş yapmış olmalı
ki, sertleşmiş, hafif donmuştu. Bolot ile Ernist,
adamın giysilerini çıkarıp, temizlerini giydirdiler. Kirli giysilerini de küvete koydular. Onu
kanepeye yatırdıktan sonra üstüne kalın yorgan örtüp mutfağa girdiler. Bolot, beyaz dolabı açıp, çiçekli çaydanlığı çıkardı.
- İlginç, gece hırsızlar bunu görmemişler,
dedi, Bolot, gülümseyerek ve ocağa çay koydu. Ernist düşüncelere dalmıştı; Bolot’un yap-
43
tıklarından memnundu.
- Gel, çay içelim, babam da içsin. Dün gece
patates kavurmuştum, ısıtayım, diye patatesi
ocağa koydu Bolot.
- Baban sonra evlenmedi mi? dedi Ernist.
ağladım. Babam önce, yüzümdeki kanı temizledi. Kolumu da gösterdim babama. Kollarımdan çekip hışımla mutfakta oturan üvey
annemin yanına götürdü.
- Ne yaptın, kaltak, deyip kadına bir tokat indirdi.
- Annemin “kırkından” sonra akrabalar Ak–
Torpoklu bir kadınla evlendirmişlerdi. O,
üç ay yaşadıktan sonra annemin kilimlerini,
halılarını, yorganlarını çalıp kaçmıştı. Sonra Belovodski’de hastanede temizlik işlerine
bakan, iki erkek çocuklu bir kadınla evlendi.
Çocuklarından birisi benimle yaşıttı. İkisi de
aşırı derecede yaramazdı. Hep benimle uğraşırlardı. Kitaplarımı karalar, defterlerimi yırtar,
bazen de saklarlardı. Kalemlerimi, cetvellerimi
alırlar, sahiplenirlerdi. Bazen de ikisi bir olup
beni döverlerdi. Anneleri, akşam işten dönünce, olmadık yere şikâyet ederlerdi. Üvey annem de “Sen böyle uğursuz olduğun için anneni yemiş, yutmuşsun”, deyip beni döverdi.
Yaklaşık bir sene yaşadık beraber. Bir kere,
üvey annem sarhoş gelmişti ve beni oklava ile
dövmüştü. O, geldiği zaman biz oynuyorduk,
hiç kavga falan yoktu. Beni yanına çağırdı,
elindeki çatalla, “gözlerini oyarım” diyerek
bana yaklaştı. Ben de korkudan başımı arkaya çekiverdim ki tam o sırada çatal kaşlarıma
batmış, kan durmadan akıyordu. İki çocuğu
da çok korkmuştu. Ben, korku içinde ağlıyordum. “Ağlama, gebermeyeceksin!” diye diye,
bir eliyle kollarımı tutarak, öbür elindeki oklava ile vurmaya devam etti. Canım çok yanıyordu. Dayanamayıp, kollarımı sert bir şekilde
çekmiştim ki oklavayla çok kuvvetli bir darbe
indirdi. Hemen kollarım uyuşup şişti.
- Ben bir şey yapmadım, okulda çocuklarla
kavga etmiş, deyip kendini savunmaya başladı. Babam, “Dur sen hele, acele etme; dönünce ben bunun hesabını senden sorarım ”
diyerek beni hastaneye götürmek için dışarı
çıktı. Hastaneye gelince, doktorlar kaşlarıma
dikiş attılar. Kolum iki yerinden kırılmış olduğu
için hemen alçıya aldılar. Eve döndüğümüzde üvey annem kaçmıştı. O günden sonra babam hiç evlenmedi. Benim kollarım iyileştikten
sonra anneme kuran okuttuk, köye mezarına
gittik, çiçek bıraktık, diyerek devam etti.
Üvey annemin iki çocuğu çok zor ayırdı bizi.
Ben hemen banyoya sığındım. Her tarafım
kan olmuştu ve giysilerim lime limeydi. Ernist
inanır mısın? Ben o gün intihar etmek istemiştim. Cebimde, kırık kurşun kalem vardı. Tuvalet kâğıdına “Baba ben öldüm, hoşça kal”,
yazdım, kapıya astım ve tekrar içeri girip kapıyı kapattım. Kana bulanmış gömleğimi çıkarıp, bir ucunu kapı koluna, diğer ucunu boynuma bağladım. Tam o sırada babamın sesi
duyuldu. Babam, “Bolot, Bolot!” diye çığlıklar
atarak kapıyı vurup açtı. Beni gören babamın
korkudan ödü patlamıştı. O gün babam yetişmeseydi, ölmüştüm. Babamı görünce çok
- Haydi oğlum, ne olursun, komşulara sor.
- Ernist biliyor musun? Annemin mezarını görünce sanki onu görmüş gibi oldum. Annemin
mezarına sarılarak çok ağladım; çektiğim eziyeti anlattım ona. Babam ve bizimle gelenler
da ağladılar. O zaman ben beşinci sınıftaydım diye sözünü bitirdi, Bolot.
Ernist, hiç ses çıkarmadan, gözyaşlarını akıtıp, Bolot’u dinliyordu. Tam bu sırada öbür
odadan Bolot’un babasının homurdanır gibi
sesi geldi. İkisi birden kalkıp yanına vardılar.
Bolot, babasına sıcak çay getirdi. Babası zor
nefes alarak “Çay içmem, en iyisi sen votka
getir, ölüyorum! diye inledi.
- Baba param yok, votka içmezseniz olmaz
mı? Bir de şu var ki, siz sarhoş olduğunuzda
arkadaşlarımdan utanıyorum.
- Dün komşulardan ekmek almak için para istedim, yok dediler.
- Haydi, Ernist tanıdık dükkânlara soralım, diyerek evden çıkıp, caddeden aşağıya doğru
ilerlerken, son model bir araba gelip, korna
çalarak çocukların yanında durdu. Arabadan
Ernist ile Bolot’un sınıf arkadaşları Azat indi.
- Oo, yeni araba mı aldın; hayırlı olsun, tebrik
ederiz, diyerek iki çocuk ellerini uzattılar.
- Dün babam getirdi. Yepyeni, kullanmayı öğKardeş Kalemler Haziran 2008
44
reniyorum, dedi Azat sevinçle.
- Dün neden derse gelmedin? dedi, Bolot gülerek.
- Ya siz nereye gidiyorsunuz? Siz de mi dersten kaçtınız? Haydi, atlayın arabaya da sizi
müdüre götürüyüm, diye Azat, şaka yaptı.
- Azat, bize on veya yirmi lira verebilir misin?
Babamın ayılıp iyileşmesi için votka almam lazım, dedi Bolot Azat’a bakarak.
- Haydi, gidelim, babamdan alır veririm, diyerek iki çocuğu arabaya bindirdi. Azat’ın evi
Belovodski’de yeni ve büyük bir evmiş. Onlar
geldiklerinde annesi ile babası yolda Azat’ı
bekliyorlardı. Azat, arabayı avlu kapısına kadar getirdi. Çocuklar arabadan inip, Azat’ın
anne ve babası ile merhabalaştılar.
- Ey sen nerdesin, bakalım. Trafik polisi yakalarsa ne olur? diye çıkıştı Azat’ın babası.
- Buraya gelir misiniz, diye babasını çağırdı Azat, “ Baba, Bolot’un babasına votka
lazımmış, dün çok içmiş. Para verebilir misiniz, dedi. “Evde votka var,” deyip evinden
bir şişe alıp çıktı Azat’ın babası. Çocukları
arabasına alıp, hep beraber Bolot’un evine
geldiler. Onlar geldiklerinde Bolot’un babası
kanepeden yere düşmüş, yüzükoyun yatıyordu. Azat’ın babası,” Abi, haydi beraber içelim,” deyip adamı kaldırmaya çalıştı. Bolot’un
babası mosmor olmuş, ağzından kan akmış,
nefessiz yatıyordu.” Baba, baba!” diye Bolot
sarılarak, uyandırmaya çalıştı fakat babası ses
vermedi. Azat’ın babası Kemel, Bolot’un elinden tutup kendine çekti, sarıldı. “Bir şey yok,
korkma; sabret, deyip onu sakinleştirmeye
çalıştı. Bolot yüksek sesle ağlamaya başladı.
“Baba, baba beni yapayalnız bırakma! Ben
sensiz yapamam. Baba, bak sana votka getirdim, içseydin de ölmeseydin,” diye ağlarken,
Ernist ile Azat da dayanamayıp Bolot’a sarıldılar. Hep birlikte ağlaştılar. Acil servis çağırdılar ama gecikmişledi. Doktorlar , “Morga
kaldırın,” deyip gittiler.
Bolot’un babasının Çeçerin köyünden olduğunu öğrenen Kemel, komşulara haber verdi. Cesedi köyüne götürmeye karar verdiler.
Bolot’un babasını keçeye sarıp, arabanın arkasına yatırdılar. Bolot durmadan ağlıyordu,
Kardeş Kalemler Haziran 2008
kimse onu avutamadı. Kemel, çocuklarla cesedi alıp kendi evine geldi. Araba evin önüne
gelir gelmez Kemel’in hanımı evden çıktı. Kemel hanımına, Bolot’un babasının öldüğünü,
onu kendi köyüne götüreceğini söyleyince
hanımı; “Ne, ne! Sen mi haber vereceksin?
Park et arabayı, çabuk. Senin hiç kafan çalışmıyor mu? Yepyeni arabayla ceset taşımak
nerde görülmüş!” diye bağırmaya başladı.
Kemel kızarak, “Gir eve kadın! Burada bir
adam ölüyor, çocuk yetim kalıyor, sense neler söylüyorsun, diyerek onu içeriye doğru itti.
Kemel’in hiddetlenmesine karşılık kadın pes
etmedi. “Gitmeyeceğim işte! Park et arabayı; yepyeni arabaya ceset koymana izin veremem. ahmaksın mısın, ne?!” deyip bağırıyordu. Anne ve babasının bu tartışmasından Azat
çok utandı: “Yeter artık anne”, dedi. Fakat annesi söz dinleyecek durumda değildi. Bunun
üzerine Kemel daha da öfkelenerek,
- Dırdır etme be kadın, git başımdan! Bağırıp durma orda! Gir içeri! Yarın, bir gün ben
ölürsem, bu araba sana kalır! deyip şiddetli
bir şekilde onu, içeri itti ve arabayı çalıştırdı.
Çeçerin köyüne doğru yola koyuldular; yol
boyunca kimse konuşmadı. Bolot’un gözyaşları yolculuk boyunca hiç dinmedi.
Nihayet, Çeçerin’e geldiler. Köylüler, akrabalar toplanıp Kırgız geleneğine göre çadır
kurdular. Bolot’un babasının ön yıkama işini
yaptılar, çadıra yatırdılar. Örf âdetlere göre,
erkekler dışarıda sesli ağladılar, kadınlar içeride ağıt yaktılar.
Kemel, emaneti bırakıp geri döndü. Azat,
Ernist’i evine bıraktı. Ernist, hep Bolot’u düşünüyordu. Annesini kaybettikten sonraki üvey
anneden çektiği eziyeti, şimdi de babasız yalnız kalmanın, Bolot için ne kadar zor olduğunu hissetti. “Artık ben yetimim”, diyerek ağlayan Bolot’un sözlerini hatırlayınca içi yandı.
Ernist, eve geldiğinde anneannesi dışarıdaydı. Ernist’i görünce çok sevindi.
- Geldin mi? Okuluna uğradım, yoktun. Çok
merak ettim seni. Hadi, içeri girelim, dedi anneannesi. Eve girdiler.
- Anneanne, anne ve baba nasıl da gerekmiş
bu hayatta; ben bundan sonra babama küsmeyeceğim, dedi, Ernist.
45
- A çocuğum, çocukluk yapıyor da babana
küsüyorsun, karı koca kavga eder, sonra barışırlar. Çocuğun koruyucusu, direği anne
babadır. İşte, görüyorsun ki Bolot yetim kaldı.
Şimdi ne olacak? Hangi akrabası bakacak da
onu büyütecek? Kendisi akıllıysa iyi de, değilse horlanıp durur. Bolot’a göre senin durumun iyi. En azından baban var, dedi anneannesi, Ernist’e.
- Ama anneanne, eğer o zaman babam annemle kavga etmeseydi biz buraya gelmezdik, annem de kaybolmazdı, dedi, Ernist.
- İyi ama senin baban alkol almıyor. Sana yardım ediyor. Annen olmasa da, senin hiçbir
şeyini eksik etmedi. Seni üniversitede okutmaya çalışıyor, sınavlarında yardım ediyor. Sen
çocuksun, babana küsemezsin. Zavallı baban
sana kaç kere geldi, yalvardı. O kadar yalvartmak da sana yakışmaz, dedi, anneannesi. Bu
sözlerin etkisinde kalan Ernist, içinden, babasına acıdı.
- Anneanne yarın babama gidip geleyim mi?
Haklısın, bir kere bile ona gitmedim. Beni görünce hem babam hem babaannem sevinir,
değil mi? dedi Ernist anneannesine.
- Git oğlum, iyi olur. Bir gün ben ölürsem,
nerde kalacaksın? Sana kim bakacak? Ben
ölmeden babana, akrabalarına git, dedi ve
masayı toplamaya başladı. Ernist, babasını
düşündüğü için mutlu oldu. Bolot’un yetim
kalışından dolayı içine düştüğü üzüntüden
bir nebze sıyrıldı. Kararını veren Ernist, yarın
babasına Petrovka’ya gidecekti. “Baba beni
affet! Affet beni! Bundan sonra ben seni hiç
yalvartmayacağım. “Petrovka’ya gel!” diye
kaç kere bana yalvardın. Artık kendim geldim.
Bolot, çalışmayan, alkol alan babası için ağlıyor. Onu sevdiğini söylüyor. Babam benim!
Alkol almayan, sigara içmeyen, hayvanlarına
bakıp, pancar eken babam! Artık sana yardım
edeceğim, hep yanında olacağım. Yarın beni
görünce çok sevineceksin. Bundan sonra dediklerini hep yapacağım”, diye kendi kendiyle
konuştu ve babasına içi ısındı. Onu, sevmeye
başladı. “Baba sen, bana lazımsın. Ben yarın
mutlaka sana geleceğim,” diye mırıldanırken
uykuya daldı.
Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA
Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53
e-posta: [email protected]
NOT: Bu hikâye yaşanmıştır.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
46
TÜRKİYE
Türk Dünyası Belediyeler Birliği
Başkanı Erol Kaya İle Sohbet*
MÜLAKAT: BEKİR SIDDIK SOYSAL
- Sayın başkan, muhtemelen bir yıl kadar
önce şehir ve şehirlilik üzerine kısa bir sohbetimiz olmuştu... Doğrusu şehircilik tasavvurlarımız beni derinden etkilemişti. Daha
sonra sizin konu çerçevesindeki kitaplarınızı
da okudum... Sizin diğer meslektaşlarınızdan
çok farklı bir yerde olduğunu düşünüyorum.
Kitaplarınızda ciddi, akademik bir tarz ve disiplin var. Bu konularla ilgili olanlar için istifade edilecek kitaplar... Bu itibarla şehircilik
ve şehirlilik meselelerinde bir kültür maslahatı
göreceğine inanıyorum. Konu çerçevesinde ilmi ve felsefi
arka plana sahip
ender rastlanan şehir
yöneticilerinden birinin bakış açısını yansıttığı için, özellikle
de akademik çevrelerde ilgi göreceğine
ve dolayısıyla Kardeş
Kalemler dergisinin
tarzına
müsemma
şeyler söyleyeceğinize gayet yürekten
inanıyorum.
Konumuzun asıl ağırlık tarafını Avrasya
boyutunda –dergimizin hedef kitlesini
göz önünde bulundurarak- değerlendirecek olursak; o
coğrafyanın hemen
hepsinde, hakikaten
ciddi bir sanat ve edebiyat dokusu var, siz de
mutlaka tespit etmişsinizdir. O alâkalara dair
sizin kuruluşunuzun bakış açısını öğrenmek
istiyorum... Ama öncelikle şehir yöneticileri
dışındaki -Avrasya bağlamında- genel kamuoyunun henüz tanıma fırsatı bulamadığı Türk
Dünyası Belediyeler Birliğinin teşekkülü üzerine konuşalım.
- 1994 yılları Türkiye’sinde yerel yönetim kültürü ve heyecanının getirdiği büyük bir hamle yaşandı. Medeni
ihtiyaçlardan
yoksun olan şehirler ve
devamlı yenilenmiş
şehirlerden, yaşanılabilir şehre çok kısa
zamanda bir dönüşüm süreciydi bu.
Özellikle 1994 yılında
Başbakanımız Tayyip
Erdoğan’la beraber
daha farklı neler yapabileceğimiz noktasında sorgulayabileceğimiz, merak ve
heyecanımıza cevap
verecek yerler üzerine yoğunlaşmış ve
arayışlar içine girmiştik.
Bu arayışlarla Orta
Asya
istikametinde
seyahatlerimiz
oldu...
Bunlardan bir bölümü de
* Pendik Belediye Başkanı
Kardeş Kalemler Haziran 2008
47
Azerbaycan’aydı. Onlar bizim 150 yıllık tecrübemizden, biz de onların kültür ve sanattaki, şehir planlamalarındaki başarılarından
istifade etmek istiyorduk. Karşılıklı görüşme ve
fikir alış-verişlerinde, herkesin tecrübelerini
aktaracağı ya da havuzda toplayacağı ve ihtiyacı olanların alacağı bir birliğin faydasından
bahsedildi. Oradaki toplantıya katılan milletvekilleri ve belediye başkanları “bu birlik kurulmalı ve hem de siz kurmalısınız” dediler...
“Siz Türkiye’de 150 yıllık bir yerel yönetim
geleneği ve tecrübesinden bahsediyorsunuz.
O zaman bu işe öncülük etmek Türkiye’ye yakışır” dediler.
Sanırım 2001 idi... Tayyip Bey’in tam o parti
kurma çalışmalarını başlattığı süreçte projeyi
kendisine açtım. Sıcak baktı, çok da hoşuna
gitti ve 2002 yılında projemizi daha somut
hale getirip Sayın Başbakanımıza arz ettiğimizde -o zaman genel başkandı kendisi- tamam dediler.
Türk dili ve lehçelerinin konuşulduğu ülke ve
coğrafyalar ve burasıyla ilgisi olan alanları
kapsayacak şekilde bir birlik kurduk. Ve adına
da Türk Dünyası Belediyeler Birliği dedik.
Türkiye’den on belediye başkanımızın katılımıyla kuruluş süreci başlatıldı. Kurucular;
Pendik, Bayrampaşa, Zeytinburnu, Çavuşbaşı, Kartal, Düzce, Trabzon, Hayrat, Bursa,
İznik belediyelerimizin başkanları... Farklı yer
ve partilerden belediye başkanları... Hatta
bize kuruluşta -sıkıntı olur diye- on belediye
bile çok demişlerdi. Neticede kuruluş aşaması
2003’te tamamlanınca, uluslararası bir teşekkül olarak Türk Dünyası Belediyeler Birliği kuruldu. Kuruluş amacı ve gayemizi bir bakıma
İstanbul uygulamalarındaki tesbit ve tecrübelerimiz belirledi...
Bugün birliğimizin; başta Türkiye olmak üzere
Moğolistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Dağıstan, Moldova, Bosna, Makedonya, KKTC ve
Kosova’dan 1080 belediyeyi kapsayan üyesi
var. Türkiye dışındaki her ülkede bir temsilciliğimiz ve aynı zamanda başkan yardımcılıklarımız var. Moldova’da Nikolay Dudoğlu Bey
(bir Gagavuz Türkü), Kırgızistan’da İskender
Gaipkulov Bey ( aynı zamanda ülkesinin Sayıştay Başkanı) ve KKTC’de Güzelyurt Beledi-
ye Başkanı Mahmut Öztuna Bey birliğimizin
başkan yardımcıları.
Farklı coğrafyalardan katılımlarla sürekli büyüyen bir yapı oluştu.
Hemen tanıtım faaliyetlerine başladık. Bu faaliyetleri entelektüel bir zemine oturtmak için
İstanbul’da iki sempozyum düzenledik. Ve
gerek Avrupa’dan gerekse Asya’dan belediye
başkanlarını bir araya getirdik... Bu toplantıların ana iki amacı vardı: Avrupa’ya kendimizi
tanıtmak, Asya’daki arkadaşlarımızla diyalogumuzu geliştirmek...
Avrupa yerel yönetimler ajansı Coppen (Avrupa Akdeniz Yerel Yönetimler İşbirliği Komitesi), CEMR (Avrupa Belediyeler ve Bölgeler
Konseyi) ve WALD’la (Dünya Yerel Yönetim ve
Demokrasi Akademisi), ortaklık ya da karşılıklı
işbirliği protokollerine imza atıldı. Ayrıca İtalya, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Danimarka gibi
ülkelerin ulusal yerel yönetimler ajanslarıyla
protokoller imzalandı. Ve Orta Asya’da ise bu
süreç, Azerbaycan ve Kırgızistan ile başlatıldı.
Bugün birliğimiz, hamdolsun artık hem hedeflediği amaca doğru yürüyen, hem de üyelerine inanılmaz katkılar sağlayan bir merhaleye
ulaştı.
– Doğuda ve batıda belediyecilik alanında
hizmet veren uluslararası kurum, kuruluş ve
belediye başkanları ile üzerinizdeki misyon
sebebiyle yoğun ilişkiler içindesiniz. Bu ilişkilere bakarak onların, yönetim anlayışları ve
müktesebatları ile uygulama tarzları üzerine
neler söylenebilir.
- Şunca zamandır belediye başkanlığı yapan
bir insan olarak şunu söyleyeyim dünyanın
hiçbir belediye başkanı bir başkalarından
üstün değildir. Ben bunu gördüm hep hayatımda... Her belediyenin kendine göre artıları
var. Ve her belediye başkanının da başkasından alacağı dersler var. Böyle bir anlayışla
biz bu birliği oluşturduk. Şehirlerdeki artı birikimlerimizi bir diğerine örf ve gelenek olarak,
bilgi deneyim paylaşımı adı altında aktarmak.
Ortak projeler yapmak, kardeş belediye ilişkilerini güçlendirmek ve tarihi mirasın gelecek
nesillere sağlıklı aktarılmasıyla ilgili en azından tahrip edilmemesiyle ilgili bir süreci koKardeş Kalemler Haziran 2008
48
ruma hedefleri ile faaliyetimizi başlattık.
Bişkek ve çeperlerinde 26’ya yakın gecekondu bölgesi oluşmuş... Bakü keza aynı şekilde aldığı göçlerle ve içerdeki yapılaşmada
düştüğü sıkıntılarla zorlanan bir şehir. Biz
1960’lı yıllarda İstanbul’un Anadolu Yakasında tramvayları sökerken, Bakü bunu 19961998 yıllarında yaptı. Yani 50 yıl sonra bizim
yaptığımız hataya düştü. Belki biz İstanbul’da,
Bişkek’in veya Marı’nın ya da işte Taşkent’in,
Buhara’nın, Semerkand’ın 50 yıl önce düştüğü herhangi bir hataya, bugün düşmekteyiz.
- Az önce söz ettiğiniz Avrupalı kuruluşların
temsil ettiği ülkelerdeki mütecanis yapıya nisbetle – zannediyorum bu alan özellikle Batı
Avrupa’yı kapsamaktadır- birliğinizin kapsamındaki üç kıtaya yayılmış irili ufaklı ve farklı
anlayıştaki belediye ilişkilerinin düzenlenmesi, standardize edilmesi oldukça zor görünüyor, ne dersiniz? - Yeni küresel süreç bütün dünyayı –Marshall
McLuhan’ın ifadesiyle- büyük bir köy haline
getirdi... Ve -ne kadar farklı bayraklarımız,
topraklarımız, devletlerimiz olsa bile- bu köyde hep birlikte yaşıyoruz ve bu birliktelikten
de gelecek nesillere aktaracağımız çok şeyler
doğmalıdır.
Bir başka husus çeyrek asrı aşan bir süre içinde
şunu gördük, artık ulusların yarışması, karşılaştırmalı üstünlüğü yerine şehirlerin karşılaştırmalı üstünlüğü var. Dolayısıyla şehirler artık
ülkelerini taşıyor... Şehirler bunu iki şekilde
gerçekleştiriyor. Rekabet ederek, ya da işbirliği içine girerek yapıyorlar. Yani Türkiye’nin
İtalya, Yunanistan ne bileyim Rusya rekabeti,
yerine bugün İstanbul‘un; Bakü’yle, Bağdat’la,
Atina’yla efendim Moskova’yla ya da Bişkek’le
veya Brüksel’le münasebeti söz konusu... Burada İstanbul bunu, ya rekabet ederek ya da
işbirliği içine girerek yapıyor... Dolayısıyla küçük ölçekli şehirlerimizin de hemen yanında
bulunanla bir rekabeti var. Mesela Pendik’in;
Kartal’la, Maltepe’yle, Beşiktaş’la, Kadıköy’le
bir rekabeti söz konusu... Herkes pastadan
daha fazla pay almaya çalışıyor.
Bu, ister deneyim paylaşma adı altında kendi
şehrine bir şey katmak, ister rekabet ederek bir
Kardeş Kalemler Haziran 2008
adım önde olmak şeklinde, daha fazla arz ve
talebin oluşturulmasını sağlamakla olabiliyor.
Biz bu anlamda öncelikle bir dizi konferansla hem kendimizi tanımak, hem de şehircilik
tecrübelerimizi alma ve verme gibi çalışmalar
yaptık.
- Bu çalışmalar hakkında bilgi verir misiniz?
- Eğitime yoğunlaştık. Asıl hedefimiz oydu...
Kırgızistan’da ilk demememizi yaptık ve buradan akademisyenlerimizin yanında -pratik ve
deneyimlerimizi paylaşmak amacıyla- belediye başkanlarımız ile konusunun uzmanı bürokratlarımızı da Bişkek’e gönderdik. Oradaki
öncelikli problemlere göre eğitim programı
formatlanmıştı. Çöpün toplanması, bertaraf
edilmesi, ayrıştırılması, yoğun kış şartlarıyla
mücadele, alt yapı problemleri, gecekondu
problemi ve planlama gibi konular tespit edilmişti.
Bişkek’teki eğitimin ardından gördük ki – oradan belediye başkanları, meclis üyeleri ve
bürokratlar katılmıştı- teorik olarak anlatılanların, uygulama pratiği olmadan anlaşılması
zor... İçişleri Bankalığımızın desteğiyle, Suriye yerel yönetimleriyle bir eğitim projesi de
Suriye’de gerçekleştirildi. Bunu, Avrupa birliği finanse etmişti ve Türk Dünyası Belediyeler
Birliği, proje ortaklarından biriydi.
Orada da aynı şeyle karşılaştık ve gördük ki
teorik olarak anlatılanlar yeterli olamıyor. Pratiğini görmeleri gerekiyor... Pratiğe dönük
bir işbirliğini nasıl yaparız diye düşündük ve
Tika’ya ihtiyaç ve amaca uygun bir proje teklif
ettik, onlar da bizi desteklediler sağ olsunlar.
İlk eğitimimizi geçen nisan ayı içerisinde
gerçekleştirdik. Kosova, Makedonya ve Batı
Trakya’daki belediyelerimizden 20 belediye
başkanımız geldi. Bu belediye başkanlarımız
teorik eğitimi birlik merkezindeki eğitim ofisimizde aldılar. Pratik eğitimleri yerinde (İSKİ
ve İSTAÇ’ta); birliğimizden görevli arkadaşlar, akademisyenler ile bu uygulama alanları
ve işletmelerde görevli uzmanlar nezaretinde
verildi. Bu eğitimlerin bazılarına ben de katıldım. Şehirle ilgili yaptığımız diğer uygulamaları da önce nazari olarak anlatıyor, sonra
uygulama alanlarında pratiğini gösteriyoruz.
49
Yani bir çevreyle ilgili eğitim veriyorsanız,
çevrenin uygulamasını yerinde göstermek,
orada sorulara cevap vermek ya da bizzat
onu fotoğraflamak, projelerini, planlarını almak isteyenlere bunları temin ederek, araziden geriye dönmek şeklinde olmalı...
Ülkelerine dönerlerken bu belediye başkanları ve diğer katılımcılarla görüştüm: “Biz umduğumuzun ötesinde istifade ettik, en uygun
eğitim programı yanında, çok iyi ve ileri teknolojiye sahip örneklerle karşılaştık” diye görüş belirttiler...
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin inanılmaz kalitedeki katkıları sayesinde ulaşılan bu
memnuniyet intibaı, birliğimize büyük bir itibar kazandırdı. Bizi de daha fazla sorumluluk
üstlenmek ve gayret etmek yönünde şevklendirdi.
Eğitim programlarımız on gün sürüyor. Şimdi
KKTC gelecek. Arkasından Moldova. Ondan
sonra üyelerimiz ağırlıkta olmak üzere Kırgızistan, Azerbaycan ile devam edecek.
Ayrıca bu faaliyetlerimizi bilimsel bir disipline
bağlamak için, birliğimizin üçüncü yılında bir
eğitim enstitüsü kurduk... Ve şu anda faaliyete
geçti.
- Eğitim işi bununla kurumsal bir nitelik kazanmış... Tebrik ederim. Enstitüsünüz planlamayı hangi şekilde yapıyor?
-Üç program şeklinde başlatıldı ama biz de
merak ediyorduk, nasıl bir program sürdürebileceğimizi... Mesela şunu gördük; belediye
başkanları için on günlük süreli bir programın
çok uzun olduğunu söylüyorlar... Beş ya da
yedi günle sınırlandırılması ve bürokratlarınsa 10-12 gün arasında olması daha uygun
sanki. İlk eğitimden edindiğimiz izlenim bu...
2008’de üç program şeklinde geçireceğiz
ama gördüğümüz tablo şunu gösterdi ki bizim bunu, üç yerine beş programa çıkarmamız gerekecek. Her halde bu tecrübelerin ve
artan taleplerin ışığında TİKA ile oturup, durumu yeniden müzakere edeceğiz.
- Mevcut uygulamada gruplar, kaç kişiden
oluşuyor ve hangi periyotlar halinde tekrar
ediyor eğitim süreci?
- 20 kişi geliyorlar ve 10 gün burada kalıyorlar.
- Bir kur tamamlandığında müteakip grup hemen arkasından mı geliyor?
Ayrıca eğitime gelenleri nasıl yerleştiriyorsunuz, eğitim merkezinin çevresinde mi kalıyorlar?
-Hayır, hemen değil... Belli bir süre sonra diğer grup geliyor. 2008 yılı eğitim planlaması
talep sahibi belediyelerimizin gelebilecekleri
tarihler belirlenerek, karşılıklı teyit ve koordine edilerek düzenlendi.
2009 yılı planlaması henüz yapılmadı ama
artan talepler göz önünde bulundurarak 40
kişilik gruplar halinde almayı düşünüyoruz.
Gelenler en yakın otellerde ve yine çevredeki
öğretmenevi ile resmi kuruluşların misafirhaneleri gibi yerlerde kalıyorlar.
- İşin bütçesini, yükünü kim karşılıyor. TİKA
mı?
- Sadece yol masrafları TİKA’ ya ait... İstanbul
Valiliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve üye
belediyelerimizden (özellikle İstanbul’daki
üye belediyelerimiz) destek alıyoruz. Yani
biz mümkün olduğu kadar birlik olarak, her
türlü paydaşımızın katıldığı bir organizasyon
gerçekleştiriyoruz. Ama tüm irade, planlama
ve uygulama bize ait... Yani birlik başkanlığı
bunu götürüyor ve üyelerimizden destek alıyoruz.
- Enstitü olarak vasıflandırdığımız faaliyet alanında eğitim dışında bu adlandırmanın içini
dolduracak başka hangi çalışmalarınız var?
- Kitap çalışması var şu anda... Yirmiye yakın
akademisyenimizin yaptığı bir çalışma bitti.
Şu anda baskı aşamasına geldi. Çağlar Boyu
Yerel Yönetimler adlı kent yönetimiyle ilgili bir
kitap çalışması. Biliyorsunuz yerel yönetimlerle ilgili batı tecrübesi; asırlarla ifade edilecek boyutta, ihatalı ve çok büyük bir birikim.
Çünkü orda, önce şehirler kurularak, devlete
daha sonra geçilmiş. Doğuda ise devletler kurulmuş, şehirler daha sonra, özerk bir yapıya
dönüştürülmüş. Bizim de 150 yıllık bir yerel yönetim tecrübemiz var. Bunu derken 1850’den
Kardeş Kalemler Haziran 2008
50
beri gelen bir tecrübeden söz ediyorum. Ama
öncesinde hiç şehir yönetimimiz yoktu gibi de
bir haksız ve yanlış anlayış söz konusu. Bunun
doğru olmadığını düşünüyorum.
- Bu 150 yıllık tecrübe ile batılı mânâda bir
yönetim tarzı kastediliyor olmalı... Muhakkak
ki klasik dönemlerde de şehirlerimize ait bir
yönetim tarzı, şehri tanzim eden bir yapı mevcuttu.
- Aynen böyle... Bununla ilgili olarak çalışmamızda; Halep, İstanbul, Tokat, Bahçesaray,
Saraybosna gibi şehirlerimizin, planlama,
su yönetimi, pazar denetimi gibi konularda,
özellikle kendi coğrafyamızda, Türklerin yönetimde bulunduğu yerlerde, nasıl bir yönetim tarzı oluşmuş sorularına cevap arandı.
Şehir-şehir bunların çalışması yapıldı... Şu
anda inanıyorum ki Türkiye’de yerel yönetim
kültürüne, farklı perspektiften bakış açısı oluşturacak veya geçmişteki tecrübemizi su yüzüne çıkaracak güzel bir çalışma kazandırıldı.
Türkistan bibliyografyası basıldı. 2500’e yakın
makale, doktora tezi, kitap, makale, belge vb.
kaynak eser taranarak, hakkındaki bilgiler bir
araya getirildi. Şimdi Türkistan’la ilgili çalışma yapacak olanlar bizim kitabımızı açtığında
hangi konuda ne çalışma yapılmış, kim yapKardeş Kalemler Haziran 2008
mış bunu görecekler.
Hicaz Almanakları (6 cilt), onun da çalışması
şu anda bir noktaya geldi. Hicaz eyalet olarak yönetilen bir şehirdi, buranın, idari, siyasi, hukuki, mali yapısını Osmanlı nasıl yapmış:
çok hoş bir çalışma... Sanıyorum Ağustos gibi
tamamlanır.
- Kaç yayın planlandı?
– 20008 yılı itibariyle dört.
- Söz konusu çalışmalar fevkalâde hacimli
şeyler. Görülüyor ki ciddi bir araştırma arka
planı da var. - E tabii yani, öyle olmak zorunda... Türkiye
ve Türkistan İlişkileri adlı çalışmamız da çok
önemli... 1600’lü yıllardan itibaren bizim bu
coğrafya ile ilgili, özellikle Orta Asya coğrafyasına dönük ilişkilerimiz hangi düzeyde olmuş ve neler bugüne kadar sorgulanmış ve
yapılmış, bu kitabımız da zannedersem ağustos sonu, eylül başı gibi çıkmış olacak.
Bu yayınlarımızla beraber kendi medeniyet
havzamızda üretilmiş olan geçmiş tecrübeleri
de gün yüzüne çıkarmış oluyoruz. Bu coğrafyayla olan bağlarların tesbiti ile geçmişten bu
güne ışık tutulması, bunlar çok heyecan verici
51
ve hoş şeyler...
Yine hocalarla yaptığım müzakerelerde bugün Türkiye’de bilinmeyen yapıları öğreniyorum... Mesela Osmanlı döneminde hac
sirkülâsyonu... Bunun güzergâhı Hazarın doğusundan başlıyor. Hazar’ı geçiyorlar, yine
gemilerle Kara Denizden İstanbul’a geliyorlar. İstanbul üzerinden güneye doğru işleyen
bir seyrüsefer... Geri dönüş de aynı güzergâh
üzerinden yapılıyor. Bu hac seyahatlerinde,
diğer bir çok görgü yanında, yönetim yapısına ait ilmi, bedii, idari, siyasi, hukuki ve
mali tecrübelerle geri dönme fırsatı sağlayan
bir bilgi, görgü ve kültür sirkülasyonu oluşmuş. Şu çıkıyor ki Türk Dünyası Belediyeler
Birliği’nin kuruluş amacı sadece, işte birliğe
üye olmak bu üyeler arasında kardeşlik bağlarını güçlendirmek değil. Bunun yanında
yerel yönetimlere, geçmişteki tecrübe ışığında, bu günkü yönetim tarzına farklı katkılarda
bulunacak çalışmayı vücuda getirmek... Ve
adım- adım buna yürüdüğümüzü söylemem
de mümkün.
Mevcut ilişkilerin sağladığı şevkle artık, Türk
dilinin ve lehçelerin konuşulduğu yerler dışında kalan, ancak ortak bir tarih yaşadığımız
çevrelere de açılarak yeni üyeler kazanıyoruz.
-.Eski Sovyet hinterlandındaki belediyecilik
formatı ile bizimki ya da batınınkini mukayese
edersek, ortaya nasıl bir sonuç çıkartırsınız?
- Şimdi tabii, mesela medeniyet havzamıza
tabi doğu toplumundaki durumu söyleyeyim:
Geçmişte, sivil toplumun daha ağırlıkta olduğu bir yönetim tarzı var: Vakıflar... Bugün
bunu Amerika yapıyor. Amerika’daki su yönetimi özerk bir yapı tarafından yönetiliyor. Yani
sanki bir devletmiş gibi özerk bir şirket yönetiyor. Tamamen yerel yönetimin dışında bir
yapı... Onlar böyle bazı şeyleri yönetimin dışına çıkartmaya başlamışlar. Biz görüyoruz ki
gerek Osmanlı’da gerekse ondan önce şehir
yönetimlerinde sivil toplumlar, vakıflar, dernekler inanılmaz görev yüklenmişler. Bugün
Batı bunu yapıyor aslında, bugün Batı’nın
ulaştığı en mükemmel nokta katılımcı ve paydaşların daha çok yer aldığı bir yönetim tarzı.
Sovyet Rusya’da ise merkezi otoritenin atadığı
bir yetkili ile (vali, icra başçısı, vb.) katı merke-
ziyetçi bir sistem işliyor. Katılımcı değil de, buyurgan bir yapı söz konusu... Türkiye’de sivil
toplum örgütlerinin kendi konseyleriyle beraber, paydaşların katıldığı farklı etkinlik alanları yanında, stratejik planlama gibi argümanlar
da geliştirildi. Ortak etkinlikler gibi... Batı tarzı
modeli kendimize almaya çalışıyoruz. Aslında
kendi değerlerimizin içinde zaten bunun var
olduğunu biliyoruz. Bu bir zaaf... Ancak kaybettiklerimiz ihtiyaç olarak varlığını hissettirince, başkalarından edinmenin vazgeçilmez
sürecini yaşıyoruz. Çok da bunun neden ve
niçinini sormak yerine -doğruya hangisi ile
gidersek gidelim- sonuçta, şehirde yönetime geniş katılımlar sağlayabiliyorsak bu iyi
bir şeydir. Çünkü Türk siyasi hayatında şunu
gördük ki -bütün dünyada da bu var- yerelde
ulaşılabilinir ve genelde ise moral değerlere
sahip olmak, bence en büyük başlangıç noktası... Türk yerel yönetimlerinde ulaşılabilinir
olmanın en önemli yolu da derneklerimizin,
vakıflarımızın sizinle arada bir buluşması ve sürece katılmaları... Türkiye şu anda
bunu yapıyor. Ama şu anda bunu Sovyetler
Birliği’nden ayrılan ülkelerde görmemiz çok
zor. Ne vakıflar var, ne de dernekler var.
- Bu çerçevelediğiniz yapıyı anlayabiliyorlar mı,
bunu kendi tarzlarına yakın görebiliyorlar mı?
- Şöyle söyleyeyim Rusya’yı eleştiriyoruz ama
şehir planlamasında adamlar güzel şeyler
yapmış. Yani bunu kabul etmek lâzım... Ha
bugün planlanan bu şehirler; daha ileriye
taşınma noktasında, çeperlerde yeni planlanacak alanlar açmak yerine, var olan şehir
içlerinde dokuda yoğunlaşma sağlanarak
tahrip ediliyor. Bu bir sıkıntı, bunu görüyor ve
söylüyoruz.
- Serbestlik dönemin getirdiği bir intibak
problemi olarak görmek lâzım biraz da...
- Evet öyle, yeni bir problem. Dolaysıyla da
Sovyet Rusya‘da bu coğrafyanın geçmişi,
kendilerine ait inkâr edilemez bir vak’adır.
Geçmişi reddetmek yerine bunun artı taraflarını alarak yeni şeyleri; örflerimizi, kültürümüzü, değer yargılarımızı yansıtacak şekilde
büyütmemiz gerekirken mevcudu zorluyorlar.
Mesela Bakü’de bunu çok iyi görüyorsunuz. 6
metrelik sokaklara 10 katlı 15 katlı binalar diKardeş Kalemler Haziran 2008
52
kilmeye başlandı. Bununla ortaya çıkan insan
ve ulaşım sirkülasyonunun getireceği problemi, mevcut alt yapının kaldırması asla mümkün görünmüyor...
- Evet Bakü çok cins bir örnek... Bu tesbitleriniz geçmişte yaşanan benzer doku uyuşmazlığı problemini hatırlattı... Geçtiğimiz asrın
başında Hazar’da ortaya çıkan petrol zenginliğini hortumlamak için -aceleci ve parçacı anlayışla- şehrin tenasübünü bozan, her
türlü ithal mimari tarzı uygulayarak eklektik,
çirkin bir yığın oluşturmuşlar...
Eski şehir (Köhne Bakü) ile mukayese ettiğinizde uyum estetiği açısından ciddi bir problem ilk bakışta görülebiliyor. Eski şehirde rahat, sıcak ve estetik bir bütünlük var. Sözünü
ettiğim yığında ise modern binalar bir karabasan şeklinde şehrin üstüne çöreklenmiş.
- Şimdi ise Türkmenistan ve Kazakistan’da modern şehirciliğin güzel örneklerini görüyoruz.
Yeni çeperlerdeki, açılımlar şehrin dokusunu
tahrip etmeden sizin tabirinizle ya da onların tabiriyle köhne şehir - teze şehir arasında
farklı ama yaşanabilir mekânlara dönüşebilen
bir yapı var. Mesela Türkmenistan bu anlamda iyi örnekler veriyor.
- Benim bir şey dikkatimi çekmişti Sayın Başkan Aşkabat’ta... O canım binaların yüzünü
mermerle kaplayıp, yeknesaklaştırarak, önceki sıcak havasını soğutmuşlar. Daha vahim
olanı, binaların taşıma kabiliyeti hesaplanmadan, deprem felaketi yaşamış zemin üzerine aşırı bir yükleme yapılmış. Birkaç senedir
gidemediğim için yeni gelişmelerden bihaberim. Yine şehrin sıkletini basan heykeller,
şadırvanlar, meydan tanzimleri vb. yapılarda
da aynı durum söz konusu... Oysa Aşkabat ilk
gördüğümde beni çok etkilemişti.
- Evet o yönüyle öyle... Görkemi gelmiş, ruhu
bitmiş.
- Nesiyle etkilenmiştim; mesela binaların girişlerindeki Selçuklu tarzı taç kapı uygulamaları
ile... Bu insan boyutundaki binaya abidevi bir
heybet sağlıyor ve hem de estetik cephe oluşturuyor. Binaların pencere ve kapı şekillerindeki bu yerli esinti, tekrara düşmeden ahenkli
bir doku oluşturmuş ve şehre kimlik sağlamışKardeş Kalemler Haziran 2008
tı. Bu bizim modern dönemlerde yapamadığımız bir şey... Aşkabat şimdiki yerinde ilk
defa 1881de kurulmuş... 1940’larda depremden sonra yeniden yapılmış. Kimi yazarların
kimliksiz diye bahsettiği bu şehirin dokusuna
bakarak, bizim kimlikli diye iddia ettiğimiz şehirlerimizden çok daha bizden yüze sahipti
orası... Ama işte bu dediğim anlayışla oranın ruhunu ve şehrin yüzüne sıcaklık intibaını
sağlayan o yerli rengi bozdular.
- Evet bu tarz müdahalelerle şehirleri aynı
zamanda kimlik bunalımına itiyoruz. Kimlik
bunalımına itince, içinde yaşayanlara da bir
başka sıkıntı getiriyor. Şimdi tabii biraz fazla o
coğrafyada kaldık, kendimize dönsek daha iyi
olacak. Biz ne yaptık?
- Birliğinizin ve dergimizin şümulünden dolayı o coğrafyalarda kaldık biraz da. Evet biz
ne yaptık?
- Şimdi bizim kendi şehirlerimize baktığımızda, mesela Birinci 5 Yıllık Kalkınma Planı’nda
Türkiye’de kır-kent dengesini değiştirmek için
göç devlet tarafından teşvik edilmiş. Ancak bu
göç kontrollü göç olsun diye de düşünülmüş.
Köydeki kasabaya, kasabadaki şehre gelsin
şeklinde bir hareket üzerinden. Bu düşünülürken, özellikle 50’li yıllarda ulaşımın biraz
daha rahatlaması, Türkiye’nin biraz daha özgür bir ortamının olmasıyla tetiklenen göçün,
batıya, büyük şehirlere doğru yöneldiğini görüyoruz. Sanayideki gelişme, yeni istihdam
sahaları, eğitim, sağlık kültür sanat alanlarındaki yeni ufuklar derken bakıyoruz İstanbul,
Ankara, İzmir, Antalya, Adana, Bursa nasibini
alan, dokusu ve ahengi bozulan şehirler olmuş. Bu kontrolsüz ve çılgın selin tahribatıyla
tarihi, tabii, kültürel ve sosyal doku, -bir manada söz konusu plan sayesinde- mahvolmuş.
İkinci ve Üçüncü 5 Yıllık Kalkınma Planı da
böyle... Dördüncü 5 Yıllık Kalkınma Planına
gelindiğinde, önceki planların hatasını tamir
derdine düşüldü... Sanayiyi batıda oluşturarak, doğurduğu taleple istihdamın doğudan
çekilmesi ile Türkiye’nin şehir dengelerini
bozduk, gibi bir sorgulamaya cevap ve çareler aranmaya başlandı. Ancak bozulan, tahrip
olunan yapıyı tamir ve ihya etmek pek kolay
bir iş değildi. Mevlana’nın dediği gibi “Dün
geçti cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek
53
lazım” noktasına gelinmişti ve İstanbul mahvolmuştu. İstanbul ki tarihin bize bıraktığı en
büyük mirastır. 80’li yıllarda artık bu akışın
önüne geçilemez olmuştu. Gelinen yer ile
varılan arasındaki farklardan kaynaklanan
intibak problemi baş edilmez bir hal almıştı.
Şehirlerimiz bir gerilim ortamına dönüşmeye
başladı. Hizmetin alınamadığı varoşlarda gettolaşmanın getirdiği korkunç bir çatışma kültürünü besleyen yapı ortaya çıktı.
- Bu işin tabiatına uygun bir sonuç... Her türlü
içe kapanma zaten giderek vahşileşmeye yol
açıyor.
- Evet aynen öyle. Şimdi 94’te belediye başkanı olduğum ilçemde işe başladığımız zaman
çok düz düşünen insanlardık, ama samimi ve
hakikaten şehre bir şeyler katma gayret ve
emelindeydik. İki temel problemli mahallemiz
vardı ve bu iki mahalle terörün beslendiği,
otobüslerin yakıldığı, polisin panzerlerle ya
da özel korumalı araçlarla girebildiği yerlerdi.
Ne yapabiliriz diye düşündüğümüzde gördük
ki, bizim bu iki mahallemiz uç noktamız, kör
noktamız... Bir çıkış noktası olmayan bu fiziki
kapalılıkta sorun gelişiyor... Birisinin Tuzla ile
diğerinin de Sultanbeyli ile çok basit bir operasyonla bağlantısını kurduktan sonra baktık
ki terör bitti. İnsanların medeni ihtiyaçlarını
karşılayıp, verdiğimiz sözleri tutma gayretinde
olunca halet-i ruhiye değişti.
95-96’da bizim şehrimizde ciddi bir fakirlik
vardı ve yerel yönetim ise güçsüzdü. Evleri
yanan insanlar vardı... Peş peşe evler yanıyordu... Ne yapmak gerekir diye düşündüğümüzde, yangın meclisleri yapmaya başladık.
Türkiye’de değil dünyada duyulmuş bir şey
değildi. (Kosovalı belediye başkanına anlattığımda “sizin hikâyenizin bizimkinden hiçbir
farkı yok. Sizin 15-20 yıl evvel yaşadıklarınızı
biz bu gün yaşıyoruz” demişti).
Sokakta su yok, yol yok, asfalt yok, her taraf
perişan bir şekilde, hercümerc... İlan edip,
insanları kendi ortamlarındaki kahvehanelerde topladık. Gönül okşayıcı bir söylemle
tek-tek soruyordum; eviniz yansa benden ne
istersin, komşudan ne beklersin filan... Herkes
diyordu ki her şey bekleriz. O zaman, muhtar
başkanlığında, oradakilerden birkaç kişi kata-
rak bir komisyon kuruyorduk... Bütün işleri bu
kurduğumuz komisyon yapıyordu, biz hiçbir
şeye karışmıyorduk... Bu gönüllü organizasyonla yanan evler imece usulü inşa edildiği
gibi evin her türlü ihtiyacı da bu yardımlarla
tamamlanıyor ve problem ortaya çıktığı yerin
imkânlarıyla hallediliyordu.
- Dayanışma kültürünü yeniden inşa ettiniz.
- İnanılmaz bir kültür ve bu, şehirlerimizin o
sertliğini yumuşatıp, gerilimini geri iterek, barış, anlayış ve asayişe zemin oldu. Biz onların karakterinde olan bir şeyi, dayanışma ve
hamiyet şuurunun üstündeki örtüyü kaldırdık.
Bu motivasyon şimdi artık en ücra ve en uç
noktalarda, gecenin en ıssız saatlerinde güvenle yürüyebileceğiniz medeni bir şehre has
huzuru tesis etti. Demek ki şehirlerimizin dokusu tahrip edilince, göç eden insanlar göç
ettikleri şehirle uyum problemi yaşayınca,
aidiyet ortadan kalkıyor. Kente gelen insanın
kentlileşmesiyle ilgili problemler yaşadık. Dolayısıyla bizim 50’li yıllardan itibaren yaşadığımızı Bişkek bugün yaşıyor. Güneyden inanılmaz göç alıyor... Bakü keza aynı durumda...
Karabağ’dan gelen insanlarını iskân edememişken bir de kırsaldan gelen göçle cedelleşiyor. 1800’lü yıllarda Batı’da Amerika’da kuzey
güney savaşıyla yok edilen şehirlerin yeniden
inşasında yaşananı, biz 50’lerde yaşadık. Yani
bizim bu yaşadığımız sürece ait tecrübemizi
birlik üyesi şehirlerle paylaşmak söz konusu...
Hepimizin birbirine öğreteceği o kadar çok
şey var ki... Birlik olarak işte bunu öğretelim
derken aynı zamanda kardeş belediye ilişkileri kuralım diye uğraşıyoruz. Şimdi ben kendi
ilçemden örnek vereyim. 23 Nisan nedeniyle
ülkemize 7 ülkeden Bulgaristan, Romanya,
Azerbaycan, Yemen, Çin ve Moldova’dan öğrenciler geldi; 19 Mayısta da zannedersem
bizim çocuklarımız Bulgaristan’a gidecekler.
Üye belediyelerimizle karşılıklı kabullerimiz
artarak sürecek.
Birliğimiz artık uluslararası ilişkilerin de
odağı durumunda. Benim iş adamlarım
Bulgaristan’ın Smolen bölgesindeki kardeş
belediyenin bulunduğu yerde yatırım için
gidiyorlar... Bir kaç tanesi de yatırım yapıyor.
İnsanlarımız başka bir ülkeye gittiklerinde
oradaki belediye başkanımız onlara rehberlik
Kardeş Kalemler Haziran 2008
54
yapmaya çalışıyor. Onlar buraya gelince de
bana yönlendiriyorlar. Artık dünyada belediyecilik yeni bir muhteva kazandı... Belediye
başkanlarımız da yurt dışına giderken yanında sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ve işadamlarıyla gidiyor.
Özetlersek artık Türk belediyeciliği kurum
yönetiminden, şehir yönetimine geçti. Şehir
yönetiminde de sadece klasik belediyecilik
anlamında fiziki bir kalkınma değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, ekonomik kalkınmayı
hedeflemek zorunda. Demokratik kalkınma,
katılımcı bir yapı... Şehirlerimizi yönetirken tek
başına değil, paydaşlarımız kabul ettiğimiz
üniversiteler, meslek odalarımız, sivil toplum
örgütlerimizle beraber yönetmemiz gereken
bir kültüre dönüştü. Biz bunu yeni öğreniyoruz... Avrupalılar bu konuda bizden epeyce
eski... Coğrafyamızın doğusunda ise henüz
bu anlayış için erken. Kurumsal yapı daha
yeni, hukuk yeni yerine oturuyor, statüler yeni
belirleniyor. Bizim 30’lu-40’lı yıllardaki güçsüz belediye yönetimlerimiz var şimdi oralarda. Devletin bürokrasisi daha güçlü yani...
Birlik ilişkileri ile edinilen bilgi ve görgü, öyle
anlaşılıyor ki bu yeniden yapılanma sürecini
hızlandıracak.
coğrafyanın tamamına yapıldı.
Gıda organizasyonları ile aşağı yukarı
500 fakir aileye yardım yapıldı. Mesela biz
Gürcistan’da, Acara bölgesindeki üç yetimhaneye el uzattık, iz bırakacak şekilde yetim
sırtı okşama fırsatı sağladık.
Şimdi tabii bunlar bizi bir devlet gibi görüyorlar. Diyorlar ki bunlar için, sizin bir kaynağınız mı var? Hayır diyoruz, bütün bunları,
müteşebbislerimiz, derneklerimiz, vakıflarımız
ve işadamlarımızın marifetiyle gerçekleştiriyoruz. Yani onlar için çok alışıldık olmayan, anlaşılamayan bir şey.
- Dernek kültürü yok... Yani gönüllü kuruluşlar
olmadan sivil irade teşekkül edemiyor.
- Evet böyle bir şey... Bu ülke binlerce yıllık
tarihi boyunca ürettiği değerleri ve yaşama
biçimiyle bence dünyada örnek ve önder bir
ülke. Bunun mensupları olarak yerel yönetimlerde de bu birikimi sadece kendi coğrafyamızda, ülke sınırlarında sıkışık tumanın bir
anlamı olmadığını biliyoruz... Bunu yaymak
zorundayız. Bir merkez ülke olmanın vizyon,
şuur ve sorumluluğuyla, üç kıtayı kapsayan
genişlikteki çevremizden gelen her türlü yardım ve destek talebini, hamiyet sahibi, fedakâr
- Belediyelerimizin sosyal yardımlaşma fa- insanlarımızdan aldığımız cesaret ile karşılıaliyetleri, ekonomik ilişkilerdeki öncü rolü, yoruz. Bunu genellikle Kızılay veya TİKA ile
eğitim-kültür faaliyetleri, üye belediyeler işbirliği içerisinde, gerçekleştiriyoruz.
nezdinde nasıl değerlendiriliyor... Çünkü bu
açılımlar bizim ülkemizde de henüz -bazı ke- - Şimdi bunlar çok olağan üstü şeyler hakisimlerce- anlaşılabilmiş değilken onların bu katen, hayal edilemeyecek gerçekler. Çünkü
meselelere yaklaşımını nasıl değerlendiriyor- böylesine bir gönüllü organizasyonun -kamu
şemsiyesi altında teşekkül etse bile - böylesunuz?
sine sınırları aşan fevkalade sürekli ve etkili
- Şöyle söyleyeyim, bir adım ötesini söyleye- faaliyetleri yüreğimi kabarttı... Ancak bütün
yim, Türk Dünyası Belediyeler Birliği 2006 bunların yeterince anlatılmadığını ve tanıtılyılından beri organizasyonlar yapıyor. Her madığını düşünüyorum. Demek ki iş yapmakyıl Avrasya boyutunda, 7-8 ülkede etkinlikler tan kendimizi tanıtmaya, anlatmaya fırsat bugerçekleştiriyoruz.
lamamışsınız.
Bu sene de nasip olursa biraz daha alanı büyüterek bu etkinlikleri sürdüreceğiz. Bu programlarda, karşılıklı sanatçılarımızın bir araya
geldiği, sanat gösterileri, konserler ile yardımlar organize ediyoruz. Mesela engelli araçlarıları sayesinde geçen sene Gürcistan’da,
-inanamazsınız- ilk defa evinden çıkan insanlar oldu... Bu tarz özürlü yardımları, bütün bu
Kardeş Kalemler Haziran 2008
- İyi ve doğru işler yapıyorsanız, anlatmak için
fırsata pek gerek kalmıyor. Çünkü iyi, doğru
ve güzel kendiliğinden anlaşılıyor.
- Sayın Başkan, bu bakış açınızı teyiden bazı
kültür faaliyetleriniz üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum: Geçtiğimiz günlerde
Dünya Şiir Günü münasebetiyle Ahmet Ok-
55
tay adına tertip ettiğiniz gecede, çeşitli çevrelerden şairliğini isbat etmiş genç 10 şair,
şiirimizin meselelerini konu alan panelde
görüşlerini belirttikten sonra bir de şiir matinesi sundular. Burada beni en çok etkileyen,
belediyenizin, şair Ali Ural Bey’in hocalık ve
yönetimindeki şiir atölyesinden yetişen 5 çocuğun okuduğu şiirlerdi. Hakikaten kaliteli ve
fevkalade özgün sesli şiirleriyle başta, şairliği
tescil edilmiş büyükleri olmak üzere herkesi
şaşırttılar. Adı-sanı olan şairlerin pabucunu
dama atacak seviyede -sağlam dokusu, öz ve
biçim estetiği, ve ruhaniyeti itibarıyla- ciddi
şiirler çıktı oradan... İnsanımız doğru eğitildiği, motive edilip, irade koyduğu zaman neler
olabiliyor diye düşündüm.
Bu şiir atölyenizin yanında, resim, müzik, tezhip, hat, ebru kursları da veriyorsunuz... Çini
ve halı atölyelerinizi gezdim. Bu atölyelerde
Hereke tarzı ipek halıcılığı ve İznik çiniciliğini
örnek alıp öğretmek suretiyle, bunlar üzerinden ilçe halkına maişet kapıları açarak, bu
rafine klasik sanatlarımızı yeniden ihya ediyorsunuz.
- Şehri inşa eden asıl doku, sanatın ve kültürel faaliyetlerin olmasıdır. Bir yeri şehir yapan
bunlardır. Demin saydığımız sosyal organizasyonlar, hizmet organizasyonları, alt yapı
çalışmaları gibi şeylerin, yani formel şeylerin
ötesinde enformel gibi görünen ve işin ruhunu tesis eden, toplumsal cevheri biçimleyen
asıl alan, entelektüel faaliyetlerdir. Çünkü şehirlilik vasıfları bu çerçevede ortaya çıkıyor.
Çünkü kavramın içini dolduracak yetkinlikte
şehirlisi yoksa, o yerin adına şehir denemez.
Orasını altından yapsanız, camdan yollar yapıp, altından masmavi ırmaklar akıtsanız veya
havasına misk-i amber katsanız da kokuya
bürünse bile şehir, neticede o yerde yaşayan
insan ruh inceliği ve olgunluğu edinememişse, yine kendi bildiği şekilde o ortamı kirletip, tahrip ederek ya da dejenerasyona sebep
olacaktır.
fı yani kimliği olmayacaktı... Peki, o kimliğin
arkasında şehir; ruhunu ve insanla buluşma
vasfını, nerede kazanıyor? İşte bu entelektüel
alanda kazanıyor...
- Birliğinizin entelektüeli destekleme noktasında bir irade aktarımı oluyor mu? Yani üyeniz
olan belediyelerin yöneticilerine: “Şehrinizdeki entelektüel çevreleri nasıl destekliyorsunuz? Bakın biz şunları yapıyoruz, siz de yapabilirsiniz” şeklinde bir telkin veya örnekleme
söz konusu olabiliyor mu?
- Şimdi şöyle söyleyeyim, rahmetli Faik Baysal,
Adapazarılı bir yazardı... Bir hatırasını nakletmişti, benim hayatım boyunca unutamayacağım bir hatıradır bu... “1960’lı yıllar, Paris’te
Şanzelize’de bir hanım arkadaşımla beraber
bir kafede sohbet ediyorduk. O sırada motosiklet eskortlu bir araba geçti. cumhurbaşkanı
ya da devlet ricalinden önemli biri geçmiş.
Kim olabilir üzerinde durulmamış, çevrenin
de ilgisini çekecek hiçbir tesir oluşmamıştı.
Siren sesi benden başka kimsenin dikkatini
çekmemişti... Bir süre sonra trafiğin durduğunu, insanların belli bir noktaya odaklandığını
gördüm, yani bir gariplik fark ettim. İnanılmaz bir şey oluyor caddede... Arkadaşıma ne
Şehir fiziki görüntüsü itibariyle de siluetinde
kimlik kazanır ki bu bizim İstanbulumuzun
dünya klasmanında en güzel belirleyicisidir.
Eğer Moskova’da Kremlin olmasaydı Kazan’da
Kremlin olmasaydı, bu iki Kremlin olmasaydı
o şehirlerin silueti, dolayısıyla belirleyici vasKardeş Kalemler Haziran 2008
56
oluyor diye sordum. Dedi ki ressam bilmem
kim karşıdan karşıya geçiyor. Ve sanki o anda
Paris’te hayat durmuştu” dedi.
Şimdi bizim şehirlerimizin geleceğinden bahsediyorsak bu şehirleri siyasilerin, idarecilerin
geleceğe taşıması mümkün değil. Şehirleri
geleceğe taşıyacak olan ancak sanatçılarıdır.
Entelektüel birikimidir. Eğer yerel yönetim
entelektüel birikimin yeşereceği zemini inşa
edemiyorsa, var olanı yaşatma noktasında ona
imkân sağlamıyorsa gelecekten bahsetmek
mümkün değildir. Bunun için biz kendi şehrimizde (Pendik’te) bir şeyi biliyoruz ki bu şehrin dünü yok. 1950’li yıllarda 3-5 bin nüfusu
olan, 70’te 20 bin, 80’de 50 bin, ama bugün
500 bin nüfusu olan bir şehir... Bu şehrin geleceğini benim inşa etmem mümkün değil...
Ben fiziki olarak yaparım, yarın herhangi bir
şey olur, hepsi hercümerc olup gidebilir. Ama
bu şehirde yaşayan her bir sanatçının, bunlar
yazar olabilir, şair olabilir, efendim romancı
olabilir, bir ressam, heykeltıraş, minyatürcü,
hattat, kim olursa olsun bu şehrin biçimlenmesine ve binlerce yıl sonra dahi anılmasına
sebep olacağına inanıyorum. Bu söylediklerimi en veciz şekilde delillendiren şehirlerden
bir tanesi İstanbul, yani tarihte inanılmaz izler
bırakan...
İşte yeni oluşan bir şehir olarak Pendik’i yöneten bizler; hemen yanı başımızdaki o muhteşem İstanbul’a bakarak, onun bu değerli
geleneğinden ilham alarak geleceğini, şehir
ve şehirlilik vasfı ekseninde inşa edebilmenin,
böyle bir entelektüel tecrübeye bağlı olduğunun bilincindeyiz.
- Üye belediyelerinizin mensubu olduğu ülkelerde bir hayat tarzı olarak entelektüel bir
gelenek tesis edilmişti... Motivasyon aleti veya
propaganda niyetiyle de olsa rejim, varlığını
sanatçıların ve yazarların üzerinden ifade etmişti.
- Köylere bile kültür merkezleri yapmışlar.
- Evet... Bu kültür ve sanat ortamlarından
başka bir de bizde olmayan bir şey var onlarda... Bütün şehirlerde “icadevi” diye yazar
ve sanatçı kampları yapmışlar... Sanatçıların
istediği zaman gidip iaşe ve ibate endişesi
Kardeş Kalemler Haziran 2008
taşımaksızın, kendini alelâde olandan, günlük hayattan tecrit edebilmesine, fırsat sağlamışlar... Üretip, ibda edebilecekleri, (özellikle
Özbekler bu işlevinden ötürü icat evi diyorlar)
yerler yapmışlar. Sovyetler Birliği yıllarında
bütün sanatçıları devlet istihdam ve himaye
etmiş.
Zaten klasik hayatımızda; Selçuklu ve Osmanlı asırlarında olsun, Orta Asya’da Timur,
Hüseyin Baykara, Harezmîler ya da Hint’te
Baburîler dönemlerinde olsun, o ihtişamlı dönemlerde, sanatçıları himaye eden bir yapı
var... Bu gün bize medeniyet mirası olarak
kalan da himaye gören o insanların eserleri...
Eğer o himaye olmasaydı, Türk Sanatı diye
bir tarzla dünyanın belli başlı orijinal sanatlarından birine ait böyle muhteşem bir birikim
olamazdı.
- E... tabii olamazdı. Çünkü sanatın gayesi
ve gereği güzele ulaşmaktır. Bu sebeple de
güzeli kavrayamadan medeniyet yaratmak
mümkün değil... Güzeli kavrayamadan insanı
anlamak da mümkün değil...
Geçmişte Sovyet Marksizm’i propaganda temelli de olsa işte sanatçılar üzerinden güzeli
tesis etme gayretine düşmüş, onları himaye
etmiş, istihdam etmiş. Biliyorum şimdi sahipsiz
kaldı o insanlar, yani himayesiz kaldılar. Sanatçılık vasıfları dışında başka bir iş yapmaları da pek mümkün değil galiba. Bizdeki gibi
ikinci bir meslekleri de yok... Eskiden sistem
bu insanların kitaplarını 100 bin basıp dağıtıyormuş. Şimdi geçiniz 100 binleri, bin basacak irade ve güç de yok arkalarında... Oysa
hakikaten oralarda müthiş bir birikim var.
- İşte tam burada sormak istiyorum: Bu ülkelerin çok yakın dönemde kaybettiği himaye ve
destek kültürüne örnek bir tarz oluşturabilir
misiniz? Oralardaki sanatçı ve yazarlara destek için... Özellikle birinci sınıf olanlara, hiç
olmazsa... Belki başlangıç olarak 100 yazar
ve şair üzerinden böyle bir proje düşünülebilir mi? - Valla tabii kuruluşumuz, henüz çok yeni...
Bu Birliğimizin; başta şehir yönetimlerimizin
kaliteli yönetilmesiyle, tecrübe ve birikim aktarımı yanında, sanatın ve kültürün korunması,
57
hele-hele var olan sanatçıların destek ve himayesi ile ilgili mutlaka yapılması gerekenler
üzerine, muhakkak ki ciddi projeleri olmalıdır.
Ancak şu an itibariyle böyle bir teklife cevap
teşkil edebilecek bizim gündemimizde -acaba neler yapılır diye- bir şey yok. Ama inşallah
yönetim kurulumuzun ilk toplantısında bu konuyu gündeme koyup görüşmeye açacağım...
Zaman içinde bir tarz oluştururuz inşallah...
Fakat sizin söylediklerinizden yola çıkarak, o
coğrafyadaki üye meslektaşlarımıza da; kendinizi tanıtma, ifade etme noktasında sıkıntı
çekebilirsiniz ama yanınıza bir şairinizi, yazarınızı, sanatçınızı alın, onunla yola çıkın...
Böyle bir entelektüel refakatin prestiji ile inanılmaz şeyler başaracağınıza inanıyorum
diyerek, kestirmeden bu hayati meseleye bir
çözüm teklifi ile başlayabiliriz. Belki bu yol
beraberliği ile şimdilerde ihmal edilen sanat
ve sanatçıya yönelik o eski alâka, daha sağlıklı
bir şekilde yenilenerek sistematik bir himaye
maslahatına dönüşür.
- Maşaallah... İşi hamasete bırakmıyorsunuz.
Anında çözüm üretiyorsunuz.
- Öyle, pratik akla hayat verir.
- Başarının ruhu bu zaten. Şimdi bu uzun
sohbetimizin ardından ortaya konan etkileyici iradeye bakarak ve bu ilhamla kendimce
-müsaade ederseniz- bir belediye başkanı
profili çıkarmak istiyorum.
bu az önce sözünü ettiğim karakter çözümlemesi; ibda eden ya da tasarlayan, geleneği
yaşatan, taşıyan ve gelecekle illiyetini kuran
ve güzeli tesis eden, irade adamının portresidir desem ne dersiniz?
- Bu ideal portreyi adeta gönlümden çıkarmış
gibisiniz desem siz ne dersiniz? Tabii ideal
olanla, olunan ayrı şeyler. Dünya ve mensubu olduğunuz ülke, ya da toplum konjonktürü, emanetinizdeki şehrin geleneği, o şehrin
maddi ve manevi imkânları ile siz ancak bu
ideal hedefe ulaşabiliyorsunuz. İnşallah şehirlerimiz, sözünü ettiğiniz vasıfları taşıyan ve
şehrinin çehresini de idealize edebilen yöneticileriyle buluşur. Ben başkanlığı kısaca şöyle
tanımlıyorum; aşk ve sabır arası bir şey...
- Evet böylece söze, sohbetimizi taçlandıran
bu son cümleniz ile hatime çekelim. Ülkemiz
ve soydaşlarımızın geleceğini, doğru ve kararlı bir şekilde inşa edecek, kutlu bir maslahatın önünde yer alıyorsunuz... Tebrik ve başarı dileklerimi sunuyor, açıklamalarınız için
teşekkür ediyorum.
-- Ben teşekkür ederim.
- Estağfirullah... Hoş bir profil çıkaracağınıza
inanıyorum...
- Belediye başkanı, şehrin hadimi ve –emaneten, süreli de olsa- sahibidir. Şehrin eminidir. Maddi alanıyla beraber, mânevî alanının
da sorumluluğunu taşımak zorundadır... Yani
şehri düzenleyen, inşa eden, koruyandır... Bu
inşa ve düzenleme maslahatı insan unsuru
için de geçerlidir ve hatta aslî olanıdır. Şehrin fiziki yapısından daha önemli ve öncelikli
olanı, şehirlilik vasfını haiz insanlarının olmasıdır. Şehrin ruhu işte bu vasıftadır. Ve dolayısıyla -işin önü ve arkası insan olunca- başkan,
şehrin vicdanı, yani manevi ve yüksek değerlerinin de sorumlusu olmak zorundadır. Olamadığı zaman şehrin alelâde, rutin işlerinin
düzenleyicisi durumunda kalacaktır. Çünkü
Kardeş Kalemler Haziran 2008
58
KIRIM
Türkolog N. K. Dimitriyev
(1898-1954)
LENİYARA SELİMOVA
AKTARAN: IŞILAY IŞIKTAŞ SAVA
2008 senesi büyük dil bilimci, Türkolog Nikolay Konstantinoviç Dimitriyev’in
doğumunun 110. yılıydı. Ünlü akademisyenin Kırım’daki ve diğer
Türk cumhuriyetlerindeki faaliyetlerini bu makalede anlatmak istedik.
HAYATI
VE FAALİYETLERİ
N. K. Dimitriyev 28 Ağustos günü 1898 senesi Moskova’da, bir memur ailesinin çocuğu
olarak dünyaya gelir. Altın madalya ile liseyi bitirdikten sonra, Moskova Üniversitesinin
tarih-filoloji fakültesine okumak için girer. Bu
üniversitenin üç ayrı bölümünde (Türk, Fars
ve Arap) dersler alır ve bu sahada en yüksek
başarılara erişir.1
N. K. Dimitriyev 40’tan fazla dil bildiğini,
bunların arasında 10 Türk ve 5 Batı -Avrupadili olduğunu söylemeliyiz.2
Şark bilimi mevzulu makaleleri İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa ve İsveç gibi ülkelerin
ilmî mecmualarında basılır.
1 Garipov. T., Korufey Oteçestvennogo Yazıkoznanya, Vatandaş,
1998, Nu: 7-S 192
2 Age. 1998, Nu: 7-S 192
Kardeş Kalemler Haziran 2008
N. K. Dimitriyev 32 yaşında iken iki ayrı üniversitenin -St. Petersburg üniversitesi ve Moskova üniversitesinin - profesörü olur.
1943 yılında N. K. Dimitriyev SSCB İlimler
Akademisi’nin muhbir azası (haberci üyesi)
olarak kabul edilir. 1945 yılında ise Rusya
Federasyonu’nun Pedagoji Akademisi’nin
faal azası seçilir.
Cenkten sonraki yıllarda Moskova Devlet Üniversitesinde (MGU) Türk filolojisi kürsüsünün
ve Şark bölümünün başkanı olur.
Bütün Türk halkları N. K. Dimitriyev’i usta pedagog olarak sayarlar. İz bırakan birçok Türk
bilimci onun talebesiydi.3
Akademisyen N. K. Dimitriyev, Kırım, Başkurdistan, Kırgızistan ve diğer memleketlerin dil
bilimi ve halk bilimi çalışmalarına büyük iler3 Age. 1998, Nu: 7-S 192
59
lemeler kattı.4 Uygur, Kazak, Kumuk ve diller
üzerine köklü gramatik çalışmalar meydana
getirir.5
Akademisyen N. K. Dimitriyev, 22 Aralık 1954
tarihinde Moskova’da kalp krizi sonucunda
vefat eder.6
Kırım Tatar Dil bilimine Katkıları
N. K. Dimitriyev Kırım Tatar dil bilimi sahasında, ilk kez faaliyet gösteren âlimlerin arasında
mühim bir yere sahiptir. Özellikle Kırım Tatar halk bilimi ve dil bilimi hakkında: “Folklor
bize verilen dilin tarihinde canlı olayları veren
tek edebî kaynaktır.” demişti.7 Bununla beraber Kırım’da halk edebiyatı ve ağız araştırmalarını geniş çapta ve acele başlatmak gerektiğini yazmıştı. Bu mevzuların daha evvel
elbette yapıldığını, ancak yetersiz kaldığını
söyler: “Kırımla ilgili yapılan ilmî çalışmalarda, etnografya, arkeoloji, müzik ve tiyatroda
büyük başarılara sahip olunmasına rağmen,
Kırım Tatar edebiyatının ve ağızlarının sistematik ve geniş olarak öğrenilmesinde yetersiz
kalınmaktadır.”8
20. yüzyılın 1920’inci senelerinde, N. K. Dimitriyev, Leningratlı âlime ve halk bilimci O. İ.
Şatskaya’yı Kırım’da halk bilim ve fonetik araştırmalar yapmaya teşvik ederek ilmî işlerine
eleştiriler yazar.9 Şatskaya kendi işini yüksek
seviyede yaparak 1926 senesinde, bir Fransız
Türloloji mecmuasında, Aluşta’nın Tuvak ağzı
hakkında geniş bilgi verir.10 Şatskaya makalesinde “Elif dedim be dedim”, “Araba hapu”,
“Sepet yumurta”, “Obana” gibi o devirde Tuvaklı Kırım Tatarları arasında meşhur olan şarkıları toplar ve bu materyal üzerinden Tuvak
ağzı fonetiğini yazar.11
Bu türkülerden birini merak edenler için
4 Dimitriyev. N.K., Gramatika Başkirskogo Yazıka M.L, 1950
5 Dimitriyev. N.K., Gramatika Kumukskogo Yazıka M.L, 1940
6 Garipov. T., Korufey Oteçestvennogo Yazıkoznanya, Vatandaş,
1998, Nu: 7-S 192
7 Dimitriyev. N. K., O Metodike İzuçeniya Krımsko-Tatarskix Dialektov i Folklora, Ekonomika i Kultura Krıma, 1934, Nu: 9-12. S. 29
8 Dimitriyev. N. K., Krımskaya Yazıkovaya Ekpeditsiya, Revolitsiya i
pismennost, 1936, Nu: 2. S.158
9 Garipov. T., Korufey Oteçestvennogo Yazıkoznanya, Vatandaş,
1998, Nu: 7-S 192
10 Chatskaya O.I. (Avec İntroduction N.K. Dimitriyev)., Chansons
Tatares De Crımée, Journal Asıatıque, 1926, Tome SSVII. Nu: 13, S.
343
11 Chatskaya O.I. (Avec İntroduction N.K. Dimitriyev)., Chansons
Tatares De Crımée, Journal Asıatıque, 1926, Tome SSVII. Nu: 13, S.
346-366
Şatskaya’nın kaydettiği Tuvak telaffuzu ile veriyoruz.
Mektup
Mektup yazdım oturup
Hoş selâmlar doldurup
Mektup gitti, ben kaldım
Yine sizi düşünüp.
Mendilimin ucuna
Hakikî sedef bağladım
Yârimin gittiği yollara
Figân edip ağladım.
Mendilim dalda kaldı
Gözlerim yolda kaldı
Candan seven yârim
Cenkte yaralı kaldı
O benim yârim
Asker içinde kaldı.
Gülizâr Mulla Ömer, Tuvak.12
1930’lu seneler gelince yalnız Kırım’da değil,
birçok cumhuriyette dil konferansları düzenlenir. Bu konferanslar genel olarak alfabe
değişimi (Arap harflerinden Kiril harflerine
geçme) üzerine yapılır ama diğer dil meseleleri de inceleniyordu.
Kırım’daki ilmî işlerin faal iştirakçisi olan N.
K. Dimitriyev, Kırım Tatar ağız çalışmalarını
Kırım’da nasıl yapılabileceğini ve nasıl başlatıldığını şöyle anlatır: “Bütün Kırım’da yapılan konferanslar büyük başarıyla geçmiş, bu
konferansların sonucunda Kırım Tatar dilinin,
edebiyatının ve halk biliminin nasıl öğrenileceği soruları gündeme gelmiştir.13 Folklorik
malzeme kimlerden ve nasıl toplanır, ne gibi
anekdot ve kayıtlar tutulması gerekir, hangi
yollar takip edilecek gibi her bir ince noktayı
Dimitriyev kendisi tek tek belirleyerek sebeplerini de açıklar.14
N. K. Dimitriyev ayrıca Akmescit Eğitim Enstitüsü öğrencilerine millî folklor nasıl toplanır, ka12 Chatskaya O.I. (Avec İntroduction N.K. Dimitriyev)., Chansons
Tatares De Crımée, Journal Asıatıque, 1926, Tome SSVII. Nu: 13, S.
359
13 Dimitriyev. N. K., O Metodike İzuçeniya Krımsko-Tatarskix Dialektov i Folklora, Ekonomika i Kultura Krıma, 1934, Nu: 9-12. S. 28
14 Dimitriyev. N. K., O Metodike İzuçeniya Krımsko-Tatarskix Dialektov i Folklora, Ekonomika i Kultura Krıma, 1934, Nu: 9-12. S. 2941
Kardeş Kalemler Haziran 2008
60
ideleri nedir, gibi mevzuları Kırım Tatar ağızlarının araştırmaları başlangıcında anlatır.15
Profesör N. K. Dimitriyev başkanlığında Kırım
dil araştırma seyehati 1935 senesi yazında
başlatılır. Bu seyahatin diğer başkanı İ. H.
Yumankulov idi. Bu araştırma seyahatinin tertibi hakkında şöyle bilgi görüyoruz: “Araştırma seyahatini yönetmek için VTSKNA’dan iki
kişi seçilir. Bilim bölümüne N. K. Dimitriyev,
mâli işler ve organizasyon işlerine de A. A.
Ahmedov.”16 Kırım’ın bütün cumhuriyet gazeteleri Krımnarkompros (Kırım Basın Kuruluşu)
tarafından davet edilen Leningratlı üç bilim
adamı ve bazı enstitü talebeleri bu araştırma
seyahatinde yer alarak çalışmaların yürütülmesinde yardım ederler.17
Bu kişilerden 4 ekip
güzergâhlara yollandılar:
oluşturarak
şu
1Seyitler-Canköy-İşuñ-Akşeyh-AkmeçitKezlev
2- Kerç-Kefe-İslâm Terek-Eski Kırım
3- a) Bahçesaray-Fötisala-Kökköz
b) Kefe-Eski Kırım-Karasubazar
4- Akyar-Baylar-Yalta-Aluşta-Sudak-Otız18
Ancak araştırma gezisi sırasında hatalar ve
noksanlar olur, bunların sebepleri Enstitü
Millî Kültür müdürü Asanov ve aynı esntitünün
çalışanı Batır-Mirzayev, diye kaydedilir.19
Kısacası bu araştırma, Kırım’ın bütün seyahatinde MTSleri, KrımSTİK ve halkının kendisi
yer aldı.
İlim nokta-i nazarından araştırma seyahati içinde beş ayrı ilmî grup çalıştı: Kelime hazinesianlam bilimi grubu, cümle bilgisi grubu, ses
bilimi ve şekil bilgisi grubu, halk arasında
edebî dili anlamayı tespit etme grubu.20
İki ay boyunca yürütülen bu araştırma seyahatinin neticesinde çok büyük malzeme toplanır. Bu malzeme Kırım Tatar ağızlarında demircilik, çamçakçılık, marangozluk, balıkçılık,
15 Dimitriyev. N. K., O Metodike İzuçeniya Krımsko-Tatarskix Dialektov i Folklora, Ekonomika i Kultura Krıma, 1934, Nu: 9-12. S. 28
16 Dimitriyev. N.K., Krımskaya Yazıkovaya Ekspeditsiya, Revolitsiya
i pismennost, 1936, Nu: 2. S.159
17 Age. 1936, Nu: 2. S.159
18 Age. 1936, Nu: 2. S.159
19 Age. 1936, Nu: 2. S.159
20 Age. 1936, Nu: 2. S.160
Kardeş Kalemler Haziran 2008
balcılık ve diğer ustalık ile meslekler hakkında
birçok Kırım Tatar özel terimlerin kullanıldığı
gösterildi. Yumankulov raporunda şöyle yazıyordu: “Toplam 20.000’e yakın terim bulundu.
Gerçek disiplinler, sanayi malzemeleri, sosyoekonomi terimleri vb. Akyar-Otuzlı köyüne kadar 5.300 terim toplandı, onların arasında %
35’i tamamen yeniydi ve daha önceki sözlüklerde yer almamışlardı.” Kendi makalesinde
Yumankulov hayvan bilimine ait bir tek terimin üzerinde farklı ağızlardaki telaffuzlarının
mevcudiyetini gösterir.21 Aşağıda bu terimin
ağızlara göre düzenlenmiş cetveli açıklaması
ile gösterilmiştir:
Çorgun Köyü
Kecertke
Değirmenköy
Kşofla
Üsküt
Koroçafla
Otuz
Kestankere
Gaspıra
Kecertke
Aluşta
Surka
Ayserez
Karaşafla
Dereköy
Karaşofla
Körbek
Kolokşafa
Taraktaş
Kecekere
Gurzuf
Kursofla
Küçük-Üzbek
Kşafla
Kultlak
Kortavnere
Ne yazık ki bugün o yıllardan kalma (bu araştırma seyahatinden netice olarak kalan) ne temel bir ağız sözlüğü ne de en azından köklü
bir ağız çalışmasını içeren makale basıldı. Bu
araştırma seyahatinin neticeleri, görüldüğü
gibi 1944 yılı faciasına takılarak uzak köşelere
atılmışa benziyor.
Dil âlimi Dimitriyev, bu araştırma seyahati
sırasında bazı meraklı noktaları da ortaya çıkarıyordu. Mesela, 1930’lu senelerde Kırım
Tatarlarının hâlâ eski yazıdan (Arap harfli
yazıdan) zor vazgeçtiklerini Yumankulov’un
makalesinde görüyoruz: “Hatta kolhoz ve köy
idaresinin yöneticileri de Kırım Tatar dilinde
eserleri okumuyorlardı. Bu durum Karasubazar, Eski Kırım bölgelerinde ve Kefe’den kaydedilmiştir. Bu bölgelerde gizli olarak Arap
alfabesi kullanılıyordu. Karasubazar, Eski Kırım bölgelerinde ve Kefe’de nüfusun en az %
25-30’u yeni kiril harfli Kırım Tatarcayı okumayı ve yazmayı bilmiyordu.”22 Ancak ne yazık ki, Yumankulov, herkes artık kiril alfabesine
geçsin diye bunu özellikle bir cahillik olarak
kaydediyordu. Halbuki Kırım Tatar halkı, okuma yazmada hiçbir zaman cahil olmamıştı.
21 Yumankulov. İ. X., K. İtogam Krımskoyk Peditsiya, Revolitsiya i
pismennost, 1936, Nu: 2. S.167
22 Age. 1936, Nu: 2. S.167
61
Dimitriyev, Türk-Tatar halkını incelerken kendi
ilmî araştırma ve çalışmalarında mühim kayıtlar
bırakır. Kazan Tatarlarının halk şarkıları olan
(Halk şarkıları türlerine giren çın, cır) bazı cır
(türkü, şarkı) türlerini araştırdığı sırada Kırım
Tatarları arasında yaşayan ve söylenen halk
yırları (türkü, şarkı) türlerine de değinir (çın,
yır, mane, ayneni, aytış). Yani Dimitriyev’in diğer Türk halklarının dili ve edebiyatı için yazdığı ve bastırdığı ilmî çalışmalarında, mutlaka
Kırım Tatar dili ve edebiyatı veya halk bilimine
bağlı bazı hususları görüyoruz.23
N. K. Dimitriyev, Kırım Tatar dili ve edebiyatı,
halk bilimi ve ağız araştırmaları üzerine çalışırken kendinden önce yapılan bütün mühim
çalışmaları göz önüne alır. Bu şekilde birtakım
ses bilgisi kıyaslamaları meydana getirerek,
ilmî açıdan açıklamalarını da yapar. Böylece
“Kırım Tatar dili tarihi” gibi mühim bir ilmin
kronolojisini çıkarıp, bu ilme şahsî katkısını
yapar.
Bu âlimin doğumunun 110. yılında adını anarak Kırım Tatar dil bilimciliğine katkısı bulunan diğer mühim şahısları ve N. K. Dimitriyev’i
de daima hatırlayacağız.
KAYNAKLAR
Battal-Taymas A., La Littirature Des Tatars
De Crımée, Philologiae Turcicae Fundamenta II., Wiesbaden, 1965, 785-792
Dermenci E., Şemseddinova A., Kırım Tatar
Dili Dersliği (Gramatika ve Doğru Yazma), Akmescit, Kırım, ASSR Devlet Neşriyatı, 1940
Doerfer G., Das Krımosmanische, Philologiae Turcicae Fundamenta I., Wiesbaden, F.
Steiner, 1959, 272-280
Doerfer G., Das Krim-Tatarische, Philologiae Turcicae Fundamenta I., Wiesbaden, F.
Steiner, 1959, 369-390
Doerfer G. (çeviren M.Argunşah), Kırım Tatarcası, Türk Dünyası Araştırmaları, 1995 Şubat, 177-203
Milıh M.K., Ob İzuçenii Karaçayevo-Blkarskih,
Krımskih i Nogayskih Govorov, Trudı I, Dialektologiçeskoy Konferentsii, Rostov, 1939
Radloff W., Proben Der Volkslitteratur Der
Nordlichen Türkischen Stämme, St. Petesburg, Akadémie İmperiale Sciences, 1896,
VII. Theil
Reşetov V.V., Monografiçeskoe İzuçeniye
Dialektov (Na Materiale Nekotorıh Türkskih
Yazıkov). Türk Dillerinin Dialekologiyası Meseleleri, Bakû, Azerbaycan SSP İlimler Akad.
Neşriyatı, 1960
Borhanova N., Yakupova G., Dialektologik
Süzlik, Kazan, Tatgosizdat, 1953
Samaylovıc A.N. (çeviren R. Uygun), KırımTürk Yazı Dili Tarihçesi, Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı Belleten, 1960, 373-379
Borhanova N., Mahmutova L.T., Sadıykova
Z.P., Tatar Tilinin Dialektologik Süzligi, Kazan, Tataristan Kitap Naşriyatı, 1969
Samoyloviç A.N., İzbrannıye Trudı O Krıme,
Akmescit, “Dola”, 2000
Budagov L., Sravitelniy Slovar TüretskoTatarskih Nareçiy (S Bklliçeniyem Upotrebitelneyşis Slov Arabskih i Persidskih i s ih Perevodom na Ruskiy Yazık). St. Petersburg: İmp
Akasemiya Navuk, 1869-1871
Camanaklı K. Kırım Tatar Folkorunun Birinci Toplantısı, Akmescit, 1936
23 Dimitriyev. N.K., Chansons Populaires Tatares. Et leur formation
(Recueıl d’Abdollah Mougınov), Journal Asıatıque, 1926, Tome
SSVII. Nu: 13, 331
Selimova L., Kırım Tatar Diyalektologiyası,
Yıldız, 2005, Nu: 5, S. 102-111
Sevortyan, E.V. (çeviren M. Aliyeva), Kırım
Tatarcası, E.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları, 2001, cilt 10, s. 329-355
Çobanzade B., Türk-Tatar Diyalektolojisi,
Bakû, Azerbaycan Tedkik ve Tetebbu Cemiyetinin Neşriyatı, 1927
Kardeş Kalemler Haziran 2008
62
UYGUR
Hunlarda Edebiyat
YUSUPCAN YASİN
Araştırma sonuçları ve arkeolojik buluntulardan Hun kültürüne ait bilgilerimiz gittikçe
çoğalmaktadır. Bilindiği gibi, herhangi bir
millette yazılı edebiyat ürünleri, yazının ortaya çıkması ve geniş mikyasta kullanılmasının
tabii bir sonucu olarak vuku bulmuştur. Esik
Kurganı’ndan elde edilen buluntular arasındaki gümüş tabak üzerine yazılan ve araştırmacılar tarafından Türk yazısının başlangıçı
olarak kabul edilmekte olan 26 harf, Türk yazısının 2500 yıllık bir tarihe sahip olduğunu
göstermektedir. Aynı harfle yazılan bir kaç satırlık bir kelime, Türk edebiyatının ilk ürünleri
olarak düşünülebilir.
M.ö. 3. asırda Orta Asya’da büyük bir imparatorluk kurmuş ve Türk soyundan gelmiş
kavimleri ilk defa tek bayrak altına toplamış
olan Hunların aynı yazıyı kullandıkları bilinmektedir. Moğolistan’da Noin-ula’da ve Baykal gölü dolaylarındaki Hun mezarlarından
çıkan buluntular arasında Türk yazısına benzeyen 20 tane oyma harf bulunmuştur. Bazı
araştırmacılar bu harflerin sonra geniş ölçüde
kullanılan Türk yazısına temel olduğunu ileri sürmektedir.(1) Orta Asya’daki büyük dağ
silsilerinin yamaçlarına işlenmiş ve tarih itibariyle m.ö. 4000 yıllarına kadar dayanan bazı
kaya resimleri içinde de bolca rastlanan ve
Türk damgalarını temel alan bu harflerin, milattan çok önceleri Türkler arasında bir çeşit
yazı olarak kullanılmaya başladığı şüphe ile
karşılanmaz. İlk belirtileri Batur (Türkiye yayınlarında yanlış olarak Mete denilmektedir.)
zamanında görülen Hun Tanrı kutlarının Çin
Kardeş Kalemler Haziran 2008
hükümdarlarına gönderdiği bazı mektuplarının muhtevası eski Çin yıllıklarına geçmiştir;
ama eski Çinli müellifler bahsi geçen mektupların hangi yazı ile yazıldığınından bahsetmemiştir. Kimi araştırmacılar tarafından aynı mektupların Çinçe yazıldığı ileri sürülmüş ise de,
bu doğru değildir; çünkü Hun İmparatorluğu
kurulup genişlediği sıralarda, Çinliler kültürce Hunları etki altına alabilecek bir duruma
yükselmiş değildir. Diğer bir bakımdan kendi
milli benliğinden çok gurur duyan Batur’un,
küçümsediği veya tahkir ettiği Çin hükümdarlarına Çinçe olarak mektup göndermesi hiç
düşünülmez. Batur’un haleflerinin de bunu
takip etmesi normal sayılır. Şayet, kimi araştırmacıların ileri sürdüğü gibi, Hunların mektupları Çinçe yazılmış olsaydı, bu Çin tarihinde büyük bir övgü konusu olarak zikredilirdi.
Çünkü, diğer kavimlerde görülen herhangi bir
kültür belirtisini menşe itibariyle kendi kültür
çevresine bağlamaya alışmış, Çin Kültürünün
ufak-tefek izlerini abartarak yabancı kavimlerin kültürünün temeli olarak göstermeyi geleneksel bir düşünce haline getirmiş olan Çinliler, böyle büyük bir olay karşısında bir türlü
susmazlardı. Hunların Türk yazısını kullandığı
son zamanlarda yaşayan Çinlilerce açık olarak belirtilmiştir. M.s. 250’de Kamboçya’ya
giden Çin elçilik heyetinin üyelerinden Kangtai, Kamboçyalıların kullandıkları yazının Hun
yazısına benzediğinden bahsetmiştir. Aynı
sıralarda Kamboçyalılar, Hint yazısını kullanıyordu. Hun yazısı ile Hint yazısının farkına
varamayan Kang-tai, bu iki tür yazıyı bir biri-
63
ne benzetmekle yetinmiş olabilir. Asıl mühim
olan şey, m.s. 3. asırda yaşayan Çinlilerin de
Hunların kendine özgü bir yazı kullanıldıkları
hakkında bilgi edinmiş olmasıdır.(2)
Bahsedildiği gibi, Türk yazısının ortaya çıkması ve üstelik Batur’un vücuda getirdiği
kuvvetli siyasi birlik, Türk dilinin büyük bir
edebî dil hüviyetini kazanmasını sağlamıştır.
Maden aletler üzerine hayvan tasvirlerini yaparak, Moğolistan’dan Tuna’ya kadar uzanan
bölgelerde ünlü bir “sanat stili”ni ortaya koyan Hunların, dikili taş, marmardan yapılmış
anıtlar veya maden eşyalar üzerine edebi bir
mahiyet taşıyan eserleri işledikleri düşünülebilir. Fakat günümüze kadar yapılan kazıların
ekseriyetle kurgan vaya mezarlık çevresine
merkezleştirilmiş nedeniyle, elde edilen buluntular çoğunlakla kurgan içine konmuş olan
ahiretlik eşyalardır. Dolayısıyla, Hunların, büyük bir edebi yadigâr olarak işlediği anıtlara
daha henüz rastlanmamaktadır. Böyle olmasına rağmen, Hun edebi ürünlerinin er geç
bulunabileceği kanaatindeyiz.
Günümüze dek Asya Hunlarının yazılı edebiyatı hakkında hiçbir şey elde edemesek de,
Çin yıllıklarında Hun sözlü (halk) edebiyatın
bazı örneklerine rastlamaktayız. Bu örnekler
de Hunların diğer kavimlerle yaptığı savaşlar
ile ilgili olarak oluşmuştur. Çin yıllıklarına dercolunan Hun sözlü edebiyatının ürünleri üç
tanedir. Biri, Hunlar ile Yue-çiler (Türkçe adı
“Yavçi”dir, fakat Tohar veya Tohri adını takmak isteyenler de vardır) arasında geçen bir
savaş dolayısıyla söylenmiştir. Diğeri, Hunların
Alçı dağlarını Çinlilere kaptırması nedeniyle
çok acılı bir biçimde söylenmiş bir türküdür.
Üçüncüsü ise savaş hazırlığı hakkındadır. Bu
üç şiirin muhtevasında büyük tarihî hâdiseler
ve kültür belirtilerinin barındığı bellidir.
Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre,
Yue-çilerin ana yurdu Kansu bölgesindeki
Dun-huang ile Chi-lien-shan (Uygur Türkleri
tarafından Tilev veya Tanrı dağları diye tercüme edilmektedir) arasındaydı ve kuzey’deki
Hunlarla komşu olarak yaşıyorlardı. Hunlar
daha imparatorluk haline gelmeden önce,
Tung-hular güçlüydü, Yue-çiler de gittikçe
kuvvetlenmekteydi. O devirde Yue-çilerin
100,000’den 200,000’e kadar varan okçuları
vardı. Hunları ihmal ediyorlardı. Sonra Hun
hükümdarı Tümen, Yue-çilere savaş açmıştır. M.ö. 209 da Batur, Hun tahtına geçmiş
ve önce doğuda yaşayan Tung-huları büyük
bir yenilgiye uğratmış. Ondan sonra batıya
saldırarak Yüe-çileri sürmüştür. Ağır darbe
sonucunda yerini terk etmek zorunda kalan
Yue-çilerin kalabalık bir grubu batıya doğru
göç etmiş, geride kalanlar ise güneye doğru kayarak Chianglar arasına sığınmıştır ve
Küçük Yue-çiler adı ile anılmıştır. (3) Araştırmalara göre, Yue-çiler Batı’ya göç ederken, o
sıralarda Dung-huang dolaylarında yaşayan
Usunların yerinden, çok şiddetli bir çarpışmalar yapmak suretiyle geçerek İli vadisine
gelmiş ve erken tarihlerden beri burada yaşayan Sakaları kovmuştur. Bu tazyikten sonra
Usunlar da batıya doğru sürülmüş ve Kumul,
Bariköl (Böriköl), Beşbalık, Cimsar ve Urumçi
dolaylarına kadar yayılmıştır. Kumul Hükümet
merkezi olmuştur.(4) Bu yüzden, Yue-çiler ile
Usunlar arasında derin bir düşmanlık oluşmuştur. Hunlara bağımlı bir kavim olarak yaşayan Usunlar, aynı mağlubiyetin öcünü Hunların himayesi ve desteği ile almak isteğinde
bulunuyorlardı. Hunlar ile Yue-çiler arasında da savaşlar bir türlü nihayet bulmamıştır.
M.ö.176’de Batur’un Çin hükümdarına gönderdiği mektuba göre, bu tarihten az bir zaman önce, Hunlar yine bir kez Yue-çileri ağır
hezimete uğratarak tarumar etmiş ve kılıçtan
geçirmiştir.(5)
M.ö.174’de Kayuk Hun tahta geçmiş. Kun
Beg ünvanı alan Usun kralının daveti üzerine
Kayuk, m.ö.161’de Hun ve Usunların müttefik bir ordusu ile gelerek Yue-çilere bir saldırı
yapmıştır. Neticede, müttefik ordu tarafından
ağır yenilgiye uğratılan Yue-çiler, yeniden
yurt tutuğu İli vadisinden ayrılmış ve Batı’ya
doğru göç ederek Baktırıye’ye yerleşmiştir.
Onların boşalttığı yerlere de ise Usunlar yerleşmiştir. Türk tarihinde büyük öneme hâiz bu
savaşta, Kayuk, Yue-çi hükümdarını öldürmüş
ve kafatasından kadeh yapmıştır. Bu kadeh
Hun sarayında iyice muhafaza edilmiş ve Hun
hükümdarları yemin ederken veya antlaşma
yaparken aynı kadehte kan karıştırılmış şarap
içerlerdi.(6)
Kardeş Kalemler Haziran 2008
64
Bu Tarihten sonra Yue-çiler, Hunlar ile hiçbir
ilişkileri olmamıştır. Çok şiddetli olduğu bilinen bu savaş, Orta Asya tarihinde derin bir
etki bırakmıştır. Çin Kaynaklarından öğrendiğimiz Hun koşmalarından biri, m.ö. 161’de
vuku bulan aynı savaş ile ilgili olarak söylenmiştir. Bu koşma şöyledir:
“içme oğlum nehir suyunu, eğer susasan da
belki, düşman nehir suyuna atmıştır zehir,
susarsan iç düşman kanını,
ölsen de eğme oğlum başını,
ölsen de, cesedini tabut içinde gösterme
bana,
zırh, miğfer içinde cesedin götürülsün bu
yana.”(7)
Savaşçılık, yiğitlik ve kahramanlık ideal hayat
tipi olarak kabul edilen Hunlarda, herkes savaşta gösterdiği çabaları ve başarılarıyla toplumda yerini bulurdu, Hunlar savaş alanında
can vermekten gurur duyarlardı. Bu, kavmine
ve vatanına olan bağlılığın en açık bir belirtisi
sayılırdı. Sözlü edebiyatın ikilik tarzında veya
günümüze kadar Doğu Türkistan’da Kumul
ve Turpan illerinde düğünlerde söylenmekte
olan beyitler şeklinde geçen koşmalar da yukarıda bahsedilen özellikler ifade edilmiştir.
Hun sözlü edebiyatının Çin yıllıklarında geçen diğer bir örneği, m.ö.121 de vuku bulan
büyük bir savaş ile ilgilidir. İlk meskunları Türklerden müteşekkil olan ve bu yüzden
Türkçe “geniş su” anlamında “Kansu” adı
verilen (sonradan Çinçeye Gan-su şeklinde
geçmiştir) bölgede, m.ö. 3. asırda Usun ve
Yue-çilerin yaşadığını biliyoruz. Hun Hükümdarlarından Batur ve Kayuk döneminde bu iki
kavim Batı’ya göç etmiştir. Bu tarihten sonra
aynı bölgeye Hunların Konşar ve Şutuk adlı
kabileleri yerleştirilmiştir. Bol suları ve geniş
yaylaklarıyla hayvancılık ekonomisinin gelişmesine çok elverişli olan Kansu bölgesi,
Çin’in Batı’ya doğru genişlemesi için ilk merhale sayılırdı. Aynı bölgeyi ele geçirmek Çin
için büyük öneme hâiz bir başarı zannedilirdi.
Ayrıca, Hun imparatorluğunun kurulmasıyla
Doğu ve Batı arasında yeniden canlılık gösteren ticaret ilişkilerinde Kansu bölgesi önemli
bir kavşak noktasını teşkil ediyordu. Böyle bir
durum da Çin’i kendine çekiyordu. Bu yüzKardeş Kalemler Haziran 2008
den Çin, Hunlara karşı üstünlük kazanmak ve
Kansu bölgesini ele geçirmek için etraflı bir
hazırlık yapmıştır.
Çoktan Hunlara haraç ödemek ve prenses
evlendirmek yoluyla varlığını koruyan Çin,
imparator Hen-Wu-Di döneminde (m.ö.1417-87) Hunlara karşı savaşa yapmıştır. M.ö.
121’de ünlü kumandan Ho-Chü-Ping’in komutanlığı altında harekete geçen Çin ordusu,
Kansu’daki Hunlar üzerine iki defa saldırmış,
savaş sonucunda Çin ordusu Hunları yenmiş
ve onları kuzeye sürüp Tilev ve Alçı dağlarını
ele geçirmiştir. Bu mağlubiyet Hun tarihinde
büyük bir dönüm noktası olmuştur; çünkü bu
tarihten sonra imparator tarafından burada
birkaç şehir kurulmuş ve Çin’in iç bölgelerinden göçmenler, suçlular ve yoksullar getirilip yeşleştirilmiştir. İmparator, bu yolla Kansu
bölgesini tam bir Çin eyaleti haline getirmek
istemiştir. Demek ki, bu savaş Hunların kaderine çok olumsuz bir etki göstermiş, neticede
bu olay Hunlarda acılı bir koşma olarak söylenmiştir. Bu koşma şöyledir:
“Kaybettik Tilev dağını,
Çoğalmaz oldu hayvanlarımız,
Kaybettik Alçı dağını,
Üzüldü, ağladı kadınlarımız.”(8)
Türkler arasında günümüze kadar gelen nazım tekniğine uygun bir tarzda söylenen ve
bilhassa ikinci ve dördüncü mısraları bir birine çok benzemekle Türk nazmının asıl vasıflarını gösteren bu koşmada ifade edildiği
gibi, Tilev ve Alçı dağları Hunların en önemli
hayvancılık bölgelerindendi. Böyle bir bölgeyi düşmana kaptırmak, asıl gücü hayvancılığa
dayanan Hunlar için ağır bir darbe ve büyük bir zarar sayılırdı. Ayrıca, Alçı dağlarının
ağaçlarından Hun kadınlarının süslenmesi
için lüzumlu olan bir çeşit pudra malzemesi elde edilirdi. Aynı malzemeden yapılmış
kırmızı renkli pudraya da alçı adı verilmiştir.
Bunu, yüzlerine süren Hun kadınları, daha da
güzel görünürdü. Hatta Tengri kut hatunlarına Alçı adı verilmiştir. Böyle bir yenilgi sonucunda güç kaynaklarını ve neşesini kaybeden
Hunlar, üzüntülerini acılı ve güzel bir koşma
ile bildirmiştir. Aynı zamanda bu koşmanın
şarkı olarak söylendiği de bildirilmektedir.(9)
65
Şunu belirtmek icap eder ki, bu koşma, yalnız
Hunların yenilgi karşısındaki hislerinin bir tür
ifadesi olmakla kalmamış, aynı zamanda vatanseverliğin ve kuvvetli bir millî vicdanın da
yankısıdır.
Eski Çin tarihçilerinden Pang-Xuan-Ling, m.s.
329.da geçen bir olay vesilesiyle Hintli rahip
Fo-Tu-Teng tafından kehanet olarak söylenen
iki mısra Hunca beyiti asıl telaffuzuna göre
Çin karakteriyle yazıya geçirilmiştir. Aynı zamanda Hun dili üzerinde çok önemli bir bilgi
verecek mahiyette olan bu koşmanın telaffuzu
ve anlamı hakkında P. Pelliot, B. Karelgren, E.
G. Pulleyblank, K. Shiratori, G. J. Ramestedt,
L. Bazin, A. Won Gabain, T. Tekin gibi birçok
bilim adamları tarafından ciddî araştırmaların
yapılmış olduğunu biliyoruz. Burada kendilerinin bu husustaki görüşlerini bir bir göstermeyi lüzumlu bulmuyoruz. Fakat P. Pelliot’un
ileri sürdüğü görüşü dile getirmekle yetineceğiz; çünkü onun ileri sürdüğü görüş kehanet
olarak söylendiği cümlenin ifade tarzına uygun gelmektedir. Ona göre, “Su gi ti lay gen,
Bu gu tura gan” şeklinde söylenen bu koşma
“Ordu sefere geçti, Bugu tutsak edildi” anlamına gelmektedir.(10)
Hunların sözlü edebiyatında destan türünün
de görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu hususta elimizde bir delil bulunmuyorsa da genel
Türk tarihi ve edebiyatının esas özelliği, bu
konu hakkında söz söylemek için yardımcı
olabilir. Bilindiği gibi, her çağda kahramanlık, bir destan edebiyatını yaratmıştır. Türk
tarihi kahramanlıkla başlamış ve öyle devam
etmiştir. Bu yüzden Türk edebiyatı da destanla başladığı gibi yine destanla gelişmiştir.
13. asırda Uygur harfleriyle kaleme alınmış
“Oğuzname”, Hun hükümdarı Batur’un fetihlerini anlatmakla en eski ve en büyük Türk
destanı olma vasfını kazanmaktadır. Destan
muhtevasının, ona temel olan vakıaları takip
ederek ortaya çıkmaya başladığı göz önüne
alırlarsa, “Oğuzname”nin de Batur zamanında söylenmeye başladığı düşünülebilir. Sonra
bu destana Türk tarihinin diğer büyük olayları
ve kahramanlıkları da eklenmiş ve kulaktan
kulağa sözlü olarak gelmiş, nihayet 13.asırda
yazıya geçmiştir. Gerçekten Hun edebiyatı
da destan türünün pek inkişaf ettiğini Avrupa
Hunlarının kültür hayatı da desteklemektedir.
4. Asrın son yarısında Avrupa’ya göç eden ve
Macaristan’ı merkez yaparak büyük siyasi ve
harbi gelişmeler gösteren Avrupa Hunlarında, sözlü ve yazılı edebiyatının paralel olarak geliştiği bilinmektedir. Bu hususta Priskos
(410-472) ve Jor Danes (6.asırda yaşamış)
değerli bilgiler vermiştir. Buna göre, Avrupa
Hunlarında destan, sagu ve piyes türleri oldukça gelişmiştir. Attila’nın sarayında özel şairlar bulunuyordu. Attila, şairlerin söyledikleri
kahramanlık destanlarını memnunlukla dinlerdi. M.s. 448’de Attila’nın başkentine giden
Bizans elçilik heyeti üyelerinden ünlü tarihçi Priskos, eserinin bir yerinde, büyük Hun
hükümdarının elçilik heyeti şerefine verdiği
ziyafeti tasvir ederken şunları anlatmaktadır:
“Akşam olunca meşaleleri yakmışlardı. İki Hun
içeri girip Attila’nın karşısında durdu ve kendi
hazırladıkları destanlarla hükümdarının zafer
ve cengâverliklerini terennüm ettiler. Davetliler gözlerini onlara dikmiş ve bazıları destanlardan zevk almış, bazıları da savaşı hatırlayarak düşüncelere dalmışlardı.”(11) Hun tarihinin edebi bir tasvirinden ibaret olmakla Hunların ilham kaynağını teşkil eden bu destanlar,
günümüze kadar ulaşamadığından, onların
Türk edebiyatı tarihindeki yerini tesbit etmek
hususunda fazlaca bir şey söyleyemeyeceğiz.
Ama Hunların ve destan edebiyatının Avrupa
milletlerinde destan edebiyatının doğmasına
vesile olduğu kesinlikle kabul edilmektedir.
Potanın isminde bir Rus âlimine göre, Slavların, Finlerin, Germenlerin ve Fransızların eski
halk edebiyatındaki “Destan, Epique” motiflerinin ilk nümuneleri Hunlar dâhil Türk ve Moğollara aiddir. Merkezî Avrupa kavimlerinin
vücuda getirdikleri destanların ilk esaslarını,
bu suretle Avrupa Hunları oluşturmuştur. Hakikatte de Attila’nın ve Hunların Avrupa’nın
orta çağdaki destanları üzerinde tesirleri o
kadar büyüktür ki, Alman edebiyatının bazı
tarihçileri onun German destanındaki ehemmiyetini Yunan destanındaki “Agamennon”a
benzetmektedirler.(12)
Got Tarihçisi Jordanes’a göre, Attila’nın ölümü
üzerine yapılmış çok büyük bir yuğ töreninde,
Hun şairleri sagu söylemiştir. Jordanes bunu
şöyle anlatmaktadır “Attila’nın cenazesi, kral
Kardeş Kalemler Haziran 2008
66
sarayının önünde kurulan büyük bir ipek çadırda süslü bir katafalk üzerine konulmuştur.
Yuğ töreni, en seçkin Hun yiğitlerinin katıldığı
savaş oyunlarıyla başlamıştır. Aynı zamanda
Hun şairleri güzel bir sagu söylemişlerdir.”
Jordanes, bu saguda ifade edilen düşünce
ve duyguları şöyle kaydetmektedir: “Hunların
en büyük kralı, Muncuk’un oğlu, en cesur kavimlerin hükümdarı Attila, kendisinden önce
hiç duyulmamış bir kuvvetle kendi başına
Skitya ve Germania ülkelerine sahip olmuştur. O, birçok şehirler ele geçirmek suretiyle
her iki Roma imparatorluğunu korkutmuştur.
Doğu ve Batı Roma, ellerindeki diğer topraklarının da onun eline geçmesi korkusundan
Attila’dan aman dilemişler ve yıllık vergi ödemek suretiyle Attila’yı yatıştırmışlardır. Attila,
bütün bunları talihin özel bir lütfu ile yaptıktan sonra, düşmanların darbeleri altında veya
kendi adamlarının hıyanetiyle değil, düğün
neşeleri içinde, kuvveti hiç bozulmamış olan
milleti arasında, en ufak bir acı duymadan
ölmüştür. Hiç kimsenin öç istemiyeceği bu
ölümü kim ölüm sayabilir.” Çadırın etrafında
bir daire teşkil eden Hun savaşçıları, bu saguyu elemli sesleriyle tekrar ediyorlardı. Attila bundan sonra gömülmüştür.(13) Ahenkli
ve üzüntülü bir tarzda söylenen bu sagular,
Hun şairlerinin bediî mahareti ve ifade sanatının oldukça ileri bir düzeye ulaştığını bildirmektedir. Şunu belirtmek icap eder ki, kültüre
ve okumuş adamlara yüksek derecede önem
veren Attila, edebî yeteneklere de sahip bir
adamdı. Şimdi elimizde bulunan konuşma
veya söylevleri ve hikmet savları bu hususta
teferruatlı bir bilgi vermektedir.
Türk medeniyet tarihi ile ilgili kaynaklarda,
yine Avrupa Hunlarında piyes eserlerinin de
ortaya çıktığı dile getirilmektedir. 1932’ de
Türkiye’de yayınlanan “Tarih” adlı kitapta, bu
husustan şöyle bahsedilmiştir: “Batı’ya Göç
eden Hunlarda, edebiyat bilhassa tiyatro türünde çok ileri gitmiştir. Pek çok piyesler ve
sanatçılar ortaya çıkmıştır.”(14) Bütün bunlar,
Avrupa Hunlarında sözlü edebiyatın yanı sıra
yazılı edebiyatın da ihmal edilmeyecek derecede inkişaf merhalesine kavuştuğunu göstermektedir.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
KAYNAKLAR:
(1)Yanoş Eckman, Orta Asya Medeniyeti Tarihi,
Çinçe, 2.cilt, 122.s, 2002, Pekin, Çin Dışişleri Tercüme Yayın Şirketi
(2) ELMAS, Turğun, Hun Kavmi Üzerinde Tarihsel Özet, Uygurca, 234.s, 1986, Kaşgar Uygur
Yayınevi.
(3) Si-Ma-Chian, Tarihî Anılar, Uygurca, 397,491.s, 1989, Urumçi, Şincang Halk Yayınevi.
(4) Su-Bei-Hai, Batı Ellerinin Tarihi Coğrafyası,
Çinçe, 368.s, 1990, Urumçi, Şincang Üniversitesi
Yayınevi
(5) Si-Ma-Chian, Tarihî Anılar, Uygurca, 407.s,
1989, Urumçi, Şincang Halk Yayınevi
(6) Ban-Gu, Henname, 784-902.s, 1994, Urumçi, Şin cang Halk Yayınevi.
(7) Chen-cheng-zhi, İli Dumanları Üzerine Hatıralar, Çinçe, 1945, Nan-jıng, zhong-hua Devlet
Kuruluş Yayınevi
(8) Lin-Gan, Umumî Hun Tarihi, Uygurca, 305.s,
2004, Urumçi, Şincang Halk Yayınevi. ELMAS,
Turgun, Hun Kavmi Hakkında Tarihsel Özet,
Uygurca, 236.s, 1986, Kaşgar Uygur Yayınevi
(9) Shue-Zong-Jing, Çin’e bağlı Şin cang’da
eski Toplumsal hayat, Çinçe, 90.s, 1997, Urumçi, Şincang halk Yayınevi.
(10) ELMAS, Turgun, Hun Kavmi Hakkında Tarihsel Özet, Uygurca, 227.s, 1986, Kaşgar Uygur
Yayınevi, AKAR, Ali, Türk Dili Tarihi, Türkçe, 62.s,
2005, İstanbul, Ötüken Neşriyat, B.ERCİLASUN,
Ahmet, Türk Dili Tarihi, 61.s, 2007, Ankara, Akçağ Yayınları.
(11) Türk Ansiklopedisi (“Attila” maddesi), Türkçe, 4.cilt, 204.s, 1950, Ankara, Milli Eğitim Yayınları.
(12) KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi,
Türkçe, 88.s, 2004, Ankara, Akçağ yayınları.
(13) Türk Ansiklopedisi (“Attila”maddesi), Türkçe, 4.cilt,194.s, 1950, Ankara, Milli Eğitim Yayınları
(14) KERİM, Hüseyin, Hun Musikisi Üzerinde
Denemeler, Şincang Sosyal Bilimler Araştırmaları, Uygurca, 1989, 4.sayı,180.s.
67
TÜRKİYE
Zaman ve Mekan Sınırlarından Taşan
NASREDDİN HOCA
Uluslar arası Nasreddin Hoca Sempozyumundan İzlenimler
ABDULVAHAP KARA
8-9 Mayıs 2008 tarihinde Konya Akşehirde “21.
Yüzyılı Nasrettin Hoca ile
Anlamak” konulu uluslar
arası bir sempozyum gerçekleştirildi. Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, Akşehir Kaymakamlığı,
Akşehir Belediyesi ve TİKA
tarafından
düzenlenen
sempozyuma 21 ülkeden
84 bilim adamı Nasreddin
Hoca ve fıkralarına çeşitli
açılardan bakan bildirilerini sundu. Üç ayrı salonda
22 oturumda dinlenen 84
bildirinin tamamını elbette
bir kişinin baştan sona takip etmesi imkansızdı.
Siz bir salonda otururken, diğer iki salonda başka iki bildiri daha okunmaktaydı. Demek ki, bir
kişi sempozyumun azami üçte birini takip etme
imkanına sahip oldu. Bu üçte birlik kısım bile
bize çok faydalı oldu. Ayrıca sempozyum ve
Akşehir’in manevi havasından çok istifade ettik.
Burada aldığımız izlenimlerimizi bu yazıda sizlerle
paylaşmaya çalışacağız.
Öncelikle Akşehir Belediyesi ve Kaymakamlığına
teşekkür etmek isterim.
Mütevazı imkanlarına rağmen bizi samimiyetle çok
güzel ağırladılar. Ellerinden geleni esirgemediler.
Nasreddin Hoca’nın yaşadığı mekan Akşehir’de
bulunmak başlı başına bir
ayrıcalıktı. Sultan Dağı’nın
yanıbaşında çok şirin bir
ilçe olan Akşehir’de Nasreddin Hoca varlığını hissetmemek imkansız. Parklarda çok güzel Nasreddin Hoca heykellerini gördük. Bir yerde Nasreddin Hoca fıkralarının heykellerle canlandırılmaya çalışıldığını müşahede ettik. Ayrıca sempozyum sonunda Akşehir’deki müzeleri gezdik.
Bunlar, Kurtuluş Savaşı’nda Büyük Taarruz’a
karargah olan ve şimdi Batı Cephesi Karargahı
Kardeş Kalemler Haziran 2008
68
adıyla müze haline getirilen bina ve içindeki tarihi eşyalar, belgeler, Nasreddin Hoca Arkeoloji
ve Etnografya Müzesi, Taş Eserler Müzesi’dir.
Hepsi çok değerli tarihi eserlerle dolu kıymetli
müzelerdi. Henüz yapım aşamasında olan Taş
Eserler müzesinde yüzlerce yıllık taş anıtlara
rastlamak mümkün. Neoloitik çağlardan beri var
olan ve Lidya döneminde Krallar Yolu’nun üzerinden geçtiği ve Roma döneminde Philomelium (Bal Sevenler Diyarı) olarak adlandırıldığını
bilinen Akşehir Selçuklu döneminde Nasreddin
Hoca gibi ölmez tarihi şahsiyete mekan, Kurtuluş Savaşı’nda da Büyük Taarruz’a karargah
olmuş. Yani şehrin kaderinde her döneme tarihe tanıklık etmek yazılmış sanki. Şehrin bu tarihi
zenginliklerinin sergilenmesi için bu müzelerin
ne kadar elzem olduğu aşikardır. Adı geçen
müzelerin kurulmasında ve zenginleştirilmesinde emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Bu sempozyumda, esnasında şahsıma özel bir
ayrıcalığım oldu. İstanbul’dan Konya yaptığım
seyahatlerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nin değerli hocalarından Prof. Dr.
Nuri Yüce ile yol arkadaşlığı etme fırsatı buldum.
Tüm yolculuk boyunca bugün 66 yaşında olan
ve Türkoloji sahasının bugün hayatta bulunmayan yerli yabancı büyük hocalarının bir çoğuyla
anıları bulunan Yüce hocamızın sohbetinden
feyiz aldık. Hocamızın da bizim gibi resim çekme merakı olması, kendisinden istifademizin ölçüsünü arttırdı.
Genel olarak sempozyumda Nasreddin Hoca
kültür hayatımızdaki yerinin sandığımızdan daha
fazla olduğunun ve buna karşılık Nasreddin
Hoca’ya layık olduğudan çok daha az ilgi ve alaka gösterildinin farkına vardım. Sempozyumdan
edindiğim izlenimleri, farklı oturumlarda ifade
edilen görüşleri ana başlıklar altında toplayarak
bir bütün halinde vermeye çalışacağım.
Sempozyum bugüne kadar yapılanların en
kapsamlısı
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nın belirttiğine göre,
ilk Nasreddin Hoca sempozyumu 1989 yılında
Ankara’da yapıldı. O günden bu güne geçen 19
yılda Konya, Ankara, İzmir ve Bulgaristan’da Nasreddin Hoca toplantıları yapıldı. Akşehirde yapılan sempozyum içlerinde en kapsamlı olanıydı.
Bu sempozyum ile ilgili bir ilginç bir yorum da
Kardeş Kalemler Haziran 2008
Prof. Dr. Fikret Türkmen’den geldi. Hocamızın
deyişine göre, abidevi tarihi şahsiyetler gelin,
toplanın, bir araya gelin dermiş. Toplanın da
hepinizi bir arada göreyim, sizler de birbirinizi
görün dermiş. Nasreddin Hoca abide şahsiyettir. O da bizi çağırdı bizleri, gelin toplanın diye.
İşte biz onun için bugün buradayız.
Mevlana ile Nasredin Hoca arasında rekabet
var mı?
Elbette bu iki büyük şahsiyetin kendi hayatlarında birbiriyle rekabet ettiğini söyleyemeyiz. Ama
günümüzde gizliden gizliye böyle bir şey var mı
diye sormamak elde değil. Çünkü, hoşgörünün
bu iki büyük abidesinin ikisinin de Konya şehrinde olması sanki rekabet ortamı doğuruyor.
Mevlana zamanımızda Konya ile bütünleşmiş
durumda. Konya deyince Mevlana, Mevlana
deyince Konya akla geliyor. Peki niçin Nasreddin Hoca gelmiyor? Oysa ikisi de aynı devirde
yaşamışlar. Mevlana Hazretleri sadece bir yaş
büyük Hocamızdan. Mevlana 1207’de, Nasreddin Hoca ise 1208’de doğmuş. İkisi de aynı dönemin şahsiyetleridir. Burada şunu da söylemek
gerekir, bu iki büyük şahsiyetten biri Belh’ten,
diğeri Eskişehir’in Sivrihisar Hortu Köyü’nden
Konya’ya geliyor. Yani, Konya’nın o dönemde
böyle büyük insanları kendine çekebilme özelliğini ayrıca değerlendirmek gerekir.
Günümüzde, Konya İl Yönetimi Mevlana’yı bağrına basarken, Nasreddin Hoca sanki üvey evlat
gibi görüyor. Çünkü Nasreddin Hoca sadece Akşehir ilçesinde var. Bunu Akşehir Belediye Başkanı Mustafa Baloğlu’nın açılışta yaptığı konuşmadan anlamak mümkün. Baloğlu, “Türkiye’de
Nasreddin Hoca’ya Akşehirli’den başka hiç
kimse sahip çıkmıyor. İlçe olduğumuz için bir
çok Nasreddin Hoca projemiz, ilçe için bir şey
istemek için bahane olarak görüldüğünden ciddiye alınmıyor. Reddediliyor.” diyor. O zaman
çözüm, Akşehir ayrı bir şehir yapmakta veya özel
statüye sahip bir ilçe yapmaktan geçiyor. Yani
bir şekilde Akşehir ve Nasreddin Hoca Konya ve
Mevlana’nın gölgesinden çıkarılmalıdır.
Nasreddin Hoca Mutluluk Dağıtıyor
Akşehir Kaymakamı Kenan Çiftçi söylediğine
göre, günümüzde Gayri Safi Milli Hasılanın
yanında Gayri Safi Milli Mutluluk Hasılası da
hesaplanmaya çalışılıyor. Ulusal arası kurumlar
69
Kardeş Kalemler Haziran 2008
70
insanlar ne kadar gülüyor, ne kadar mutlu, onu
da araştırmaya başlamışlar. Bu açıdan Nasreddin Hoca fıkralarına ihtiyacımız var. Hoca en
kötü durumlarda gülebiliyor. Bu da bize örnek
olabilir. Mutluluk maddi imkanlarla ölçülmez.
Mesela, dağda bayırda koyun otlatan ve soğan
ekmekle karın doyuran bir çoban, villada, yatta,
katta yaşayan insanlardan çok daha mutlu olabiliyor.
En çok Nasreddin Hoca Fıkrası Özbeklerde
Özbekistan’dan gelen gazeteci yazar Tahir
Kahhar, en çok Nasreddin Hoca fıkrasının
Özbekistan’da olduğunu söyledi. Özbekistan’da
700 civarında olan fıkra sayısı Nasreddin
Hoca’nın yurdu Türkiye’de bile 500’ü geçmediğini ifade etti. Özbeklerin sosyal ve siyasal olayları Nasreddin Hoca ile ifade etmekte pek mahir
oldukları aşağıdaki fıkra ile anlamak mümkün.
Nasreddin Hoca ile ilgili Özbekistan’da Sovyet
döneminde türetilen bir fıkraya göre, Komünist
Partisi’nin toplantısında herkesten parti için ne
yapabileceği soruluyormuş. Sıra Nasreddin
Hoca’ya gelince, “Ben parti için her şeyimi veririm. Bütün servetimi veririm. Bütün malımı veririm. Hatta canımı da veririm.” demiş. Toplantı
bittikten sonra, yakın arkadaşları Nasreddin
Hoca’nın yanına gelmişler. “Hocam ne yaptın?
Anladık, malını, mülkünü verebilirsin, ama ateist, komünistlere senin gibi bir hoca, din adamı
nasıl olur da canımı da veririm.” demişler. Nasreddin Hoca cevap vermiş: “Ne yapayım böyle
yaşamaktansa, canımı verip ölürüm daha iyi.”
En Eski Nasreddin Hoca Kitapları
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu Nasreddin Hoca konusunda ilk yazmanın 1480 tarihli olduğunu söyledi. Sakaoğlu Nasreddin Hoca üzerine bir araştırma merkezi veya enstitü kurulması gerektiğini
ifade etti. Hocanın bu fikrine katılıyoruz. En eski
eserlerden en yenisine tüm Nasreddin Hoca fıkraları bu merkezde toplanmalıdır. Fıkralarının
hangisinin hocaya ait, hangisinin ait olmadığı
ayıklanmalıdır. Aksi halde Sakaoğlu’nun deyişiyle, Cuha veya Ezop’un fıkralarını Hocaya mal
etmeye devam ederiz. Nasreddin Hoca eğitim
felsefesi üzerine 650 sayfalık bir kitapta Ezop’un
fıkralarını Nasreddin Hoca fıkraları diye ele alır
yorumlarsak yanlışlık yaparız.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
Nasreddin Hoca araştırmalarıyla tanınan Sabri
Koz de, Hocanın fıkraları konusunda XV. Yüzyıldan itibaren bir çok elyazması kitabın meydana
getirildiğini söyledi. Bunlardan biri olan 185556’da yazılan Azmi Efendi’nin Letaifnamesinde
505 latife vardır. Koz’un anlattığına göre, Hoca
külliyatlarında musiki meselesinin araştırılması
konusunda İTÜ’den müzikolog Süleyman Şenel
meşgul oldu. Şenel bu hususta önemli neticeler
elde etti. Ancak bu konudaki çalışmalar devam
ettirilmelidir. Ayrıca Koz’a göre XV-XX. yüzyıllar
arasındaki Nasreddin Hoca külliyatlarının kültür
özellikleri incelenmelidir. Saltukname’de geçtiği gibi, Nasreddin Hoca sıradan bir mizah kahramanı değildir, o bir aziz, bir bilge kişidir. Ona
en uygun kimlik evliyalıktır. Dünyada ilk Nasreddin Hoca kitabı 1837’de İstanbul’da basıldı.
Sabri Koz, konuşmasında Nasreddin Hoca’nın
Bilenler bilmeyenlere atsın fıkrasının çoğu kimsenin bilmediği dördüncü bölümünün var olduğunu söyledi. Onun anlattığına göre, dördüncü bölümde, cemaat anlaşır ve Hoca hutbeye
çıkıp, “Anlatacağım hutbeyi kim biliyor?” diye
sorunca, herkes susar ve hiçbir şey demez. Bunun üzerine hoca “Burada kimse yokmuş.” der
ve kürsüden iner.
Nasreddin Hoca mı Cuha’dan Çıktı, Cuha mı
Nasreddin Hoca’dan Çıktı?
Nasreddin Hoca araştırmalarında en büyük tartışma budur: Nasreddin Hoca mı Cuha’dan Çıktı, Cuha mı Nasreddin Hoca’dan Çıktı? Çünkü,
Nasreddin Hoca ve Cuha adına dolaşan fıkraların bir çoğu birbirisinin aynısıdır. Bu durum
doğal olarak kimin kimden aldığı konusunu
gündeme getirimşitir. Bu konuda özellikle Avrupalı araştırmacılar tarafından şu görüşler ortaya
atılmaktadır:
1. Aslında Nasreddin Hoca diye biri yaşamamıştır. IX. Asırda Araplar arasında yaşayan
Cuha’nın fıkralarını Türkler Nasreddin Hoca’ya
mal ederek anlatmaktadır.
2. Cuha ve Nasreddin Hoca ayrı ayrı kişilikler
değil, ikisi de bir kişidir.
3. Cuha ve Nasreddin Hoca ayrı ayrı şahsiyetlerdir. Ama Cuha, Nasreddin Hoca’dan beş asır
önce yaşamıştır. Türkler onun fıkralarını Nasreddin Hoca’ya mal etmişlerdir.
71
Bu tartışmalar yıllardır tartışılır durulur. Nasreddin Hoca ile Cuha’nın ayrı kişiler olduğu bilinse de, kimin kimden aldığı bugüne kadar tespit
edilememişti. İşte bu tartışmalara son noktayı
sempozyumda Nasreddin Hoca araştırmalarıyla tanınan Mustafa Duman koydu ve Nasreddin
Hoca fıkralarının Cuha’dan alınmadığını ve hatta aksine Cuha’nın Nasreddin Hoca’dan fıkralar
aldığını tartışmaya mahal bırakmayacak bir biçimde ortaya koydu.
Duman’ın ifadesine göre, Polonyalı Simeon
1618’de Akşehir’i Nasreddin Hoca’nın türbesini ziyaret etti. Anılarını yazdı. 1638’de Evliya
Çelebi Akşehir’i ziyaret etti. Türbeyle ilgili gördüklerini yazdı. Evliya Çelebi seyahatnamesinde Cuha’nın mezarının Mekke’de, Nasreddin
Hoca mezarının Akşehir’de olduğunu yazar.
Demek ki, ikisi de yaşamış şahsiyetlerdir. Cuha
ile Nasreddin Hoca arasında 500 yıl var. İddia
edildiği gibi, Nasreddin Hoca Cuha’dan değil,
Cuha Nasreddin Hoca aldı. Cuha, Arapların
fıkra kahramanı olup VIII. yüzyılda yaşamış gerçek bir kişidir. İlk Cuha kitabı 908 yılında Kitab-ı
Nevadir-i Cuha adıyla yazılmıştır. Mevlana’nın
Mesnevi’sinde de dört Cuha hikayesi vardır.
Nasreddin Hoca ve Cuha fıkraları XIX. yüzyıla
kadar birbirinden bağımsız gelişti. Nasreddin
Hoca Karadeniz, Kırım ve Orta Asya ülkelerinde
yayılırken, Cuha da güneyde Arap ülkelerinde
revaç buldu.
1837’de yazılan Letaif adlı ilk Nasreddin Hoca
kitabı 1868’de Arapçaya çevrildi. Ancak kitap
çevrilirken Nasreddin Hoca ismi değiştirilerek
yerine Cuha yazılmıştır. Böylece kitap Cuha’nın
Latifeleri olup çıktı. Kitapta yer alan 238 fıkranın 100’ü Nasreddin Hoca’ya aittir. Hatta kitabın
sonunda yer alan Akşehir’deki Nasreddin Hoca
türbesinin resmi alt yazıda Cuha türbesi olarak
gösterilmektedir.
Bu Arapça kitap daha sonra Farsça’ya çevrildi.
Çevirmen bu fıkraların Cuha’nın değil, Molla
Nasreddin’in olduğunu fark etti ve kitabın ismini
Cuha’nın Fıkraları yerine Nasreddin Hoca’nın
Fıkraları olarak değiştirdi. Böylece Nasreddin
Hoca’nın Letaif’ten alınıp Cuha’ya mal edilen
fıkraları Farsça’da tekrar Molla Nasreddin olarak geri döndü. Ancak bu durum iki karakterin
Kardeş Kalemler Haziran 2008
72
fıkralarının birbirine karışmasına yol açtı.
Mustafa Duman’ın belirttiğine göre, bu karışıklığı
XXI. yüzyılda bazı Türk yayıncıları daha beter karıştırmaya devam ediyor. Hepiniz bilirsiniz, Nasreddin Hoca fıkralarının çeşitli dillerdeki tercümeleri turistik yerlerde satılır. İngilizce, Almanca,
Fransızca ve hatta Rusça tercümelerde Nasreddin Hoca fıkraları olarak satılırken, ne hikmetse
Nasreddin Hoca fıkralarının Arapça tercümelerinde Cuha Fıkraları olarak satılmaktadır. Böylece XIX. Yüzyılda başlayan karışıklığı ve Nasreddin Hoca fıkralarını Cuha’ya mal etme yanlışlığını
turistik yayınlar yoluyla XXI. yüzyılda Nasreddin
Hoca’nın bazı torunları kendi eliyle devam ettirmektedir. Duman bundan dolayı, “Bunlar hangi
akla hizmetle böyle yapmaktadır? Anlaya bilene
aşk olsun.” demekten kendini alamadı.
Duman’ın ifadesine göre, Nasreddin Hoca ile
Cuha fıkraları birbirinden farklıdır. Çünkü, bir
milletin folkloru toplum kültürünün ifadesidir.
Cuha fıkraları Arap toplumunun kültürel özelliklerini yansıtırken, Nasreddin Hoca da Türk toplumunun özelliklerini yansıtır.
Bu konuda ilginç bir tespit de İlhan Başgöz’den
geldi. Fıkra kahramanlarını halk yaratır. Ancak
Nasreddin Hoca fıkraları Türk halkını yaratmıştır. Türk halkının dünya görüşü, hayat tarzı
Nasreddin Hoca fıkralarıyla beş yüz yıldır yoğrulmuştur. SSCB döneminde Komünist Partisine
üye yapılan Nasreddin Hoca 21 yüzyılda çıkacak fıkralarda internet kafelerde chat yapacak,
cep telefonlarıyla konuşacak, çok katlı binalarda
asansörde kalacaktır.
Nasreddin Hoca Siyasete Alet Ediliyor
Türkmenistan’dan sempozyuma katılan Orazdurdı Yağmurov’un fikrine göre, Nasreddin
Hoca’nın en etkili propaganda aracı olduğunu
keşfeden Komünist Partisi’dir. Yağmurov’a göre,
Türkmenler arasında fıkra anlatımı II. Dünya
Savaşı’ndan önce yaygın değildir. Çünkü Türkmenler boş konuşan insanları “ağzı boş, boş
konuşuyor” diye sevmezler. Bu sebeple bugün
Türkmenlerde yaygın olan Kemine fıkraları da
1940’tan önce yoktu. Sonradan uydurulmuştur.
Yağmurov’un belirttiğine göre, 1940’larda
Türkmenistan’da Komünist Partisi yetkilileri bilim adamlarını köylere yolladı. Fıkra bulun diye.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
Bunun için onlara yol parası ve yolluklar verildi.
Çünkü Sovyet dönemine has deyişler, atasözleri
ve fıkralar icat etmek gerekiyordu. Bilim adamları da fıkra bulamadıkları zaman, aldıkları yollukları hak etmek için fıkra uydurmaya mecbur
oldular. Bu meyanda halk arasındaki Nasreddin
Hoca fıkraları da toplandı. İsa Özkan 1999’da
yayınladığı Nasreddin Hoca fıkraları isimli eserinde Türkmenlerdeki Nasreddin Hoca fıkralarının normalden uzun olduğuna dikkat çekmektedir. Yağmurov’a göre, bunu sebebi basittir.
Komünist Partisi fıkra toplayan ilim adamlarına
ayrıca sayfa başına telif ödüyordu. Dolayısıyla,
fazla telif almak için o dönemdeki araştırmacılar
buldukları fıkraları uzattıkça uzatıyorlardı. Bu
dönemde fıkralar Sovyet ideolojisi için araç olarak kullanıldı. Toplanan fıkralarda tarihi şahsiyetler, özellikle hanlar, beyler zalim ve acımasız
gösterilmeye çalışıldı. Zenginler de kötü gösterildi. Bunun dışında dine karşı unsurlar yerleştirildi. Böylece halktaki din inancı zayıflatılıp
ateizmi yaymaya etkili propaganda aracı olarak
fıkralar kullanıldı.
Özbek bilim adamı Tahir Kahhar da aynı konuya temas ederek SSCB döneminde Nasreddin
Hoca ile Timur arasında geçen uydurma fıkraların çokça üretildiğine dikkat çekti. Bununla
toplumun tarihi kişilikleri yıpratılmak istenmiştir.
Bağımsızlıktan sonra, Özbek aydınları bu tip
ideolojik uydurma fıkraları ayıklama sürecini
başlattılar.
Nasreddin Hoca’yı siyasete alet edilmesi
Bulgaristan’da da yaşandı. Özellikle II. Dünya
Savaşı’ndan sonra bunun için özel bir gayret
gösterildiği dikkatleri çekiyor. Bulgaristan Komünist Partisi ideolojik amaçlı fıkra üretme hususunda karar almış ve bu dönemde Kurnaz Petre
diye fıkra kahramanı, aynen Türkmenistan’da olduğu gibi Bulgar halk araştırmacıları tarafından
üretilmiştir. Bu fıkralarda zaman zaman Kurnaz
Petre Nasreddin Hoca ile karşılaştırılır. Diyaloglarda Kurnaz Petre Nasreddin Hoca’yı hep gülünç duruma düşürür. Böylece Bulgaristan’daki
fıkralar, ideolojinin de ötesine taşarak, Bulgar
– Türk düşmanlığına alet edilmiştir. Bu fıkralarda Türklere karşı hasmane duyguların Kurnaz
Petre’nin önünde Nasreddin Hoca küçük düşürülerek devam ettirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu fıkralar Rusya’daki Nasreddin Hoca
kitaplarına da girmiştir. Maalesef bunlardan
73
birisi geçen sene Kazak Türkçesine çevrilerek
Astana şehrinde yayınlanmıştır. Bu durumun
Kazakistan’da Nasreddin Hoca’nın doğal tarihi
karakterine zarar vereceği aşikardır. Bu sebeple, Akşehir’de bir Nasreddin Hoca Araştırmaları
Merkezi’nin kurulması elzemdir. Dünyadaki tüm
fıkralar burada toplanmalı ve incelenmelidir.
Gerekirse, başka dillere sahih, orijinal Nasreddin Hoca fıkraları burada çevrilerek dağıtılmalıdır. Böylece bir dönemin ideolojik ve başka
amaçlarla üretilen sahte Nasreddin Hoca fıkralarının yayılmasına fırsat verilmemelidir.
Nasreddin Hoca Türk Dünyasının ortak şahsiyeti
Sempozyumda sunduğumuz bildiride, Nasreddin Hoca’nın Kazakistan’da bir Kazak,
Özbekistan’da Özbek, Türkmenistan’da Türkmen, Kırgızistan’da Kırgız ve Tataristan’da da
bir Tatar gibi algılandığını söyledik. Bizim bu
görüşümüzü destekleyen bir olay, 1994 yılında
Prof. Dr. Ali Berat Alptekin’in başından geçmiş. Alptekin Hoca, Kazakistan’da Yesevi Üniversitesinde hoca ve öğrencilerle yaptığı bir
toplantıda, söz Nasreddin Hoca’dan açılınca,
Türkiye’de yaşamış Akşehirli bir şahsiyet olduğundan bahseder. Bunun üzerine, bir Özbek
öğrenci atılarak, “Amma yaptınız ha, size kalırsa, her şey Türkiye’den geliyor. Bu kadarı da
fazla. Nasreddin Hoca’yı kendinize mal edemezsiniz. O öz be öz Özbektir. Herşeyi kabul
ederim, ama Nasreddin Hoca’yı Türk yapmanızı asla” diyerek itiraz etmiş. Daha sonra aynı
öğrenci Alptekin Hocayı Buhara’ya götürerek
“İşte bizde Nasreddin Hoca heykeli var, bizim
olmasa onun heykelini yapar mıydık?” şeklinde
konuşarak Nasreddin Hoca’nın Özbek olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Değerli hocamız Orazdurdı Yağmurov’un şu
teklifine de katılmamak mümkün değil: “Nasreddin Hoca sempozyumlarını hep Türkiye’de
yapmayalım. Her sene başka bir Türk ülkesinde
yapalım. Böylece Türk Dünyası’nın ortak şahsiyeti olduğunu gösterelim.”
Sempozyum sonunda bir çağrı:
Sempozyumun kapanışında söz alan Akşehir
Nasreddin Hoca ve Turizm Derneği Başkanı
Taner Serin “Derneğimizin 2006 yılında Akşehir
Dünyanın Merkezi patentini aldığını kıvançla
duyurmak isterim. Ayrıca derneğimiz her sene
Akşehir’de Nasreddin Hoca şenlikleri düzenlemektedir. İlkini 1959’da yaptığımız şenliklerin
bu sene 49.su 5-10 Temmuzda yapılacaktır.
Herkesi bekliyoruz.” dedi.
İşte tüm bunlar bizim 21. Yüzyılı Nasreddin
Hoca ile Anlamak Sempozyumundan aldığımız
izlenimlerdir. Ümidimiz, bu sempozyumundan
sonra, Nasreddin Hoca araştırmaları ve yayınlarında yeni bir dönemin başlamasıdır.
Özbekistan’dan sempozyuma katılan Mahmut
Yoldaş bu konuda en doğru tespiti yapıyor.
Diyor ki: “Nasreddin Hoca ne Özbek, Türk, ne
Kazaktır. O Türk Dünyasının ortak şahsiyetidir.
Herkes Nasreddin Hoca çok sevdiği için kendisinin olmasını istiyor.”
Azerbaycan’dan Kamil Veli Nerimanoğlu’nun
tespiti de yerindedir: “Nasreddin Hoca zamanı
ve mekanı olmayan bir şahsiyettir. Akşehir onun
sembolik vatanıdır. Bilgeliğin ve mizahın merkezidir.”
Kardeş Kalemler Haziran 2008
74
Mahtumkulu’nun Anıt Mezarı - İRAN
Kardeş Kalemler Haziran 2008
75
TÜRKİYE
Mahtumkulu Ferâğî ve
Hikmet Bulakları
ÖMER KAYIR
Mahtumkulu Ferâğî, yalnız Türkmen Edebiyatının değil, aynı zamanda Türk dilli halkların edebiyatlarının ve hatta bütün doğu edebiyatının
parlak yıldızlarındandır.
Mahtumkulu Ferâğî’nin şiir burcunda bulunduğu yeri anlamak için onun yaşadığı dönemdeki
Türkmen elinin ruh dünyasına bakmak gerekir.
Türkmen elinin o günkü ruh dünyasında İslam’ın
ve tasavvufun bütün güzellikleri vardır. Bu güzellikler Türkmen yiğitliği ve onun sade tabiatı ile
birleşip daha önceki şiir mirasının üzerine oturunca dünyada Türk/Türkmen var oldukça söylenecek Mahtumkulu şiirleri ortaya çıkmıştır.
Mahtumkulu’nu anlamak için Ahmet Yesevî, Yunus Emre gibi ona öncülük eden mutasavvıf şairlerin oluşturduğu geleneğe bakmamız gerekir.
Mutasavvıf şair sözünü bilerek ve ısrarla kullandım. Gerçekten de Mahtumkulu Ferâğî sadece
bir söz ustası ve şair değil, aynı Hoca Ahmet
Yesevî ve Yunus Emre gibi ilim ve irfan sahibi,
hikmet sahibi, Allahın velî bir kuludur.
Tasavvuf ve şiir… Şiir ve tasavvuf… Türkmen ve
Türkistan kocalarından akıp gelen ve Türk boylarının kimliğine mührünü vuran iki ana direk. Birbirbirini besleyerek Türk boylarının varlıklarını
şekillendiren omurgalar.
Tasavvuf büyükleri, mutasavvıf Türkmen kocaları (pirleri) şiire neden bu kadar önem verdiler?
Bunun temelinde Hz. Peygamberin şiirle ilgili
hadîsleri ve Türkmen ve diğer Türk boylarının
insanların ruhî ve manevî eğitimlerinde şiirin ve
aydımın (türkünün) kullanılmasına izinleri yatmaktadır.
Peygamber Efendimiz (SAV) Ebu Davud’dan nakledilen bir hadîsi şerifinde: “Nice şiirler vardır
ki içinde hikmet pırıltılarını saklar” demiştir.
Peygamber Efendimizin (SAV) bu hadîsi şerifle-
rinde şiiri hikmetle birlikte anması Türkistan ve
Türkmen kocalarını derinden etkilemiştir. Hikmetli şiir (hikemi şiir) buradan çıkmıştır.
Peki hikmet nedir? Bu bahiste söylenecek söz o
kadar çok ki… 14 asırdır İslam âlimleri hikmet
üzerine kütüphaneler dolduracak söz söylemiş
ve yazmışlardır. Türkiyeli büyük müfessir Elmalılı
Hamdi Yazır meşhur tefsirinde hikmetin 23 manası olduğunu yazmıştır.
Cenab-ı Hak Nahl suresinin 125. ayetinde
“Rabbinin yoluna hikmetli sözlerle çağır”
buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de (SAV)
Darimi’den nakledilen hadîsi şeriflerinde “Hikmete sarıl. Çünkü hayır hikmettedir” buyurmuştur. Ayrıca, Tirmizi ve İbn-i Mace’nin naklettiği hadîslerinde: “Hikmet müminin yitiğidir”
ve “Ben hikmet eviyim. Ali onun kapısıdır”
buyurmuşlardır.
Hikmet, kişinin söz ve işte isabetli olması, yaptığı
işin ve konuştuğu kelamın dine uygun ve yerli
yerinde olmasıdır.
İslam ahlâkında en önemli fazilet hikmet sahibi
olmaktır ve bunu sırasıyla şecaat, iffet ve adalet
sahibi olmak takip eder.
İslam’da hikmet sadece çalışmakla ve gayretle
elde edilecek bir şey değildir. Allah vergisidir.
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “Allah hikmeti dilediğine verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir”
(Bakara,269) buyurmuştur.
Hikmet her şeyin en doğrusunu, en isabetlisini
ve etkileyici olanını, tam olması gerektiği şekilde
tespit edebilme yeteneğidir. Hikmet sahibi insan
bu özelliği ile diğer kişilerden hemen ayırt edilir.
Böyle bir kişinin konuşması, aldığı kararlar, tüm
hali ve tavırları olabilecek en akılcı ve isabetli
şekilde olur. Allah bir insana hikmet verdiyse, o
Kardeş Kalemler Haziran 2008
76
insan bir konuyu en doğru, en özlü, en akılcı, en
vurucu şekilde tam olarak anlatabilir. Teşhisleri
de gösterdiği yollar da isabetlidir.
İşte bu noktada altını çize çize tekrar ve tekrar söylemek gerekir ki: Mahtumkulu kelimenin tam manasıyla Allah’ın hikmet verdiği seçkin bir kuldur.
Bizim kültürümüzde hikmetle şiiri bütünleştiren
güzel bir deyim var: “Hikmet bulakları (pınarları)” deyimi… Bu deyimin Arapçası da meşhur:
Yenâbî-i Hikmet…
Bu deyimin kaynağı tasavvuf ehlinin büyük
itibar gösterdiği birbirini tamamlayan hadîsler
zinciridir.
Peygamber Efendimiz (SAV) Darekutnî’nin naklettiği bir hadîsi şeriflerinde: “Her kim Allah için
kırk gün ihlaslı olursa, dilinde hikmet bulakları (pınarları) zuhur eder” buyurmuştur. Peygamberimizin hikmet bulaklarına ilişkin hadîsi şerifleri
çoktur. Bütün bu hadîslerde geçen ihlaslı olmak,
içinin ve dışının temiz olması, helâl yeyip, içmek,
sadece Allah rızasını gözeterek ibadet etmek gibi
fiillerin 40 gün boyunca devam etmesi “hikmet
bulaklarını” akıtmaya başlar. Gönülden dile
hikmet pınarlarının akması için kalp temizlenerek
pak bir aynaya dönüşmeli ki Rabbânî ilhamların
tecelligahı olmalı.
de ve o sözü nakledenden de bîzârım, Allah
katında şikayetçiyim…”
Mahtumkulu’nun şiirlerinin bu kadar yayılması
ve sevilmesi, 200’den fazla türküye güfte olması,
275 yıl sonra binlerce, onbinlerce insanı kabrinin başına toplaması, böyle toplantılara konu olması onun kerametlerindendir.
Bugün Ferâğî’yi siz din ve dil kardeşlerimizle birlikte anıyoruz.
Ne mutlu Türkmen kardeşlerimize ki Mahtumkulu Ferâğî gibi bir Allah dostu şaire sahipler… Hiç
şüpheniz olmasın ki Ferâğî’yi söyleyip, dinlediğiniz sürece dininiz de diliniz de yaşayacaktır…
Diliniz ortadan kalksa geri getirmek için Ferâğî
yeter. Türkmenistan gibi dinin kaldırıldığı bir yerde sadece Ferâğî’nin şiir ve aydımları dini yaşatmaya yetmiştir. Hiç şüpheniz olmasın Ferâğî’nin
şiirleri insanlara İslam’ı öğretecek niteliktedir.
Mahtumkulu Ferâğî yalnız Türkmenlere ve Türk
dünyasına seslenen bir şair değildir. Onun şiirleri dünya dillerine çevrildikçe onun her dilden ve
dinden insanın kalp ve ruh dünyasına hitap ettiği
kolayca görülecek ve onun büyüklüğü bütün insanlık tarafından anlaşılacaktır.
Mahtumkulu
Ferâğî’nin
dilinden
dökülen hikmet pınarlarının haddi hesabı yoktur.
Mahtumkulu’nun her şiiri hikmettir. En iyi Türkmenlerin bildiği bu hikmetlerden ben bahsetmeyeceğim.
Günümüz dünyasında Türk dillerini ustalıkla kullanan şairlerimiz Allah’a şükür hiç de az değil.
Ancak Türk dillerinde kaleme alınan şiirlerde
hikmet neredeyse kaybolmak üzere… Hikmetin
neredeyse kaybolmasının, hikmet pınarlarının
kurumasının acısını bütün Türk dilli toplumlar
çekiyor. Ahlakî çözülme, mâneviyattan kopuş,
özden uzaklaşma ve yozlaşma bizim coğrafyamızda artık kol geziyor. Hikmetin kaybolmasıyla
İslâmın bütün Türk dünyasında zayıflamasının ve
tasavvufun ortadan çekilmesinin çok yakından
bir ilgisi var. Haram dolu kursaklardan, içi başka dışı başka olanlardan, ihlassız dudaklardan,
Allah rızasını unutanlardan hikmet sadır olmayacağı ortadadır.
Ancak bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Birisi
çıkıp derse ki Ferâğî’nin şiirlerinde İslam’a aykırı tek bir mısra var… Buna katiyen inanmayın.
Ferâğî’den Allah’ın kitabına ve Rasûlüne aykırı tek bir söz sadır olmaz. Kim ki ondan Allah’a
ve Rasûlüne aykırı bir söz naklederse Mevlana
Celaleddin-i Rûmî’nin ölçüsünü aynen kullanmak
gerekir: “Ben Ahmed-i Muhtar’ın Muhammed
Mustafa’nın ayağının tozuyum. Kim ki benden ona aykırı bir söz naklederse o sözden
Kazak kardeşlerimizin bir atasözünde: “Söz bilmesen köhnelerdin sözün söyle.” deniyor.
Türkiye Türkçesi ile: “Söz bilmiyorsan, eskilerin
sözünü söyle.” demek. Kazak kardeşlerimizin bu
atasözü hepimize yol göstermeli… Yitirdiğimiz
hikmeti geçmişin büyük ustalarından devşirmeliyiz... Yeni çağın Ahmed Yesevî’lerini, Yunus
Emre’lerini, Mahtumkulu’larını beklerken geçmişin ustalarından süzülüp gelen hikmet pınarlarından içmeye devam ediyoruz. İyi ki onlar var.
Mahtumkulu gibi dilinden bir ömür boyu hikmet
bulakları dökülen büyük zatlar, bir ömür boyu sıdk
ve ihlasla Allah’a ibadet etmiş, helal yiyip, helal içmiş, zahirini ve batınını temiz tutmuşlardır.
Mahtumkulu Ferâğî dilinde hikmet bulakları olan
mutasavvıf bir şairdir.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
77
BOSNA
Sarayeva (Saraybosna)
HACER ÖZTÜRK
Şehirler de insanlar gibi, kimi çekingen, kimi
kibirli, kimi cana yakın, kimi mağrur… Bazısı
sana kucağını açmaya hazırdır. İlk kez geliyor olmana rağmen eski bir dost gibi karşılar
seni… Rahatsızlık duymaz, yabancılık hissetmezsin. Sanki evinden çok evindir senin.
Mekke ve Medine gibi… Kimi mağrurdur.
Farkındadır güzelliğinin ve değerinin. Derinlere götürür seni. Senden de bunu bekler.
Kendini ispatlayamazsan tutunamazsın onda.
Öylece eğreti bırakır seni. Kimsenin ona sahip
çıkamayacağını göstermek ister. Şehirler şahı
İstanbul gibi… Bazıları mesafeli ve soğuktur.
Sevmek zorunda kaldıkça iter sizi. Süsüyle
gururlanan bir kadın gibi yukardan bakar.
Konuşmaz sizinle, yokmuş gibi davranır. Sanki
onun bağrında yürümüyorsunuzdur. Ayrılana
dek rahat vermez size. Londra gibi…
Kimi biraz çekingen ve gariptir. Acının olgunlaştırdığı yetim bir çocuk gibi. Kimsesiz,
kırgın ama sıcak… İlk karşılaştığınızda hafif
bir ürperti uyandırır sizde. Ancak yağmurunu
teninizde hissettiğinizde, güneşine gülümsediğinizde yakınlığını gösterir. Sonra sıcacık
sarmaş dolaş olursunuz. Sarayeva’yla benim
tanışmam da tıpkı böyle oldu. Tabii bu yakınlığın çabuk olmasında şehrin baharı hissetmesinin de etkisi çoktu. Sarayevo’da bahar,
kimi ağaçlara yeşil bir toz olarak serpilmiş,
kimisine ortasından akan Milyaçka gibi beyaz köpükler kondurmuştu. Ağaçlardaki yeşil
Kardeş Kalemler Haziran 2008
78
tozların ne ara parlak, narin yapraklara dönüştüğünü anlamadığım gibi şehre bir anda
alışmış oluverişimi de hayretle hatırlıyorum.
Buraya eğer uçakla gelmişseniz şehre tepeden bakmayı ve Milyaçka’nın uzun ince endamıyla salınışını seyretmeyi ihmal etmeyin.
Kendisi gibi nehrin çıkış yerinin güzelliği de
bir ayrıdır. Cennet’in varlığına şahitlik eden
bu yerde, su sesine eşlik eden yaprak hışırtılarına tüm dertlerinizi bir iç rahatlığıyla bırakabilirsiniz. Milyaçka, küçük damarların birleşmesiyle büyüyerek koca, güçlü bir nehre
dönüşür. Sonra kimi yerde camilere selam
vererek, kimi yerde kiliselere göz kırparak
akar da akar… Kenarındaki ıhlamur ağaçlarının sağlık, huzur vadeden kokuları ve serinliği
altında nehri takip etmenin zevki ise ayrı bir
yaşam sevinci verir.
Tüm bu güzelliklerin yanında insanı hüzne sürükleyen şeyler de vardır. Mesela nehrin üzerindeki şirin köprülerden biri…1.Dünya savaşının ve milyonlarca insanın ölümünün başlangıcı sayılan katlin yapıldığı taş köprü... Köprüden
baktığınızda nehir, Cihan harbini anlatan bir
tarih kitabının sayfaları gibi serilir karşınıza. Hemen sonrasında, çok da uzak olmayan Bosna
savaşının, duvarlardaki kurşun yaralarında görülen derin izleri... Kış mevsiminde daha hazin
bir görüntüye sebep olan bu izler baharda dikilen renk renk çiçeklerle görünmez olur. Belki
de bu sebeple Sarayeva pazarlarında sebze
ve meyveden çok çiçek bulmanız mümkündür.
Ayrıca barışın simgesi olan çiçeklerin yanı sıra
barış ateşi de sarı bir zambak gibi şehrin ortasında sürekli yanmaktadır.
Ve Sarayeva’nın bizim açımızdan en önemli
kısmı, Osmanlı mirası… Özellikle şehrin en
önemli merkezi de olan Başçarşı’da camisinden şadırvanına pek çok Osmanlı eseri tüm
yıkımlara ve kıyımlara rağmen ayaktadır. Gazi
Hüsrev Bey(Begova) Camii içinde ayrı, etrafı
güvercinlerle dolu şadırvanında ayrı hissedilir Osmanlı. Anadolu gibi, Bursa gibi, Eminönü gibi, Göynük gibi… Osmanlı’yı yaşatır
Avrupa’da. Hele Camiin avlusundaki yüz yıllık
çınarların iri gövdelerine sarılıp geçmiş ve yurt
özlemini gidermeye çalışmak işten bile değildir. Beni bir başka etkileyen yer ise İmparator
Camiinin küçük avlusundaki huzur oldu. Belki
Kardeş Kalemler Haziran 2008
küçük bir bahçede elliyi aşkın sarıklı mezarın,
belki de farklı bir geometrik şekilde yapılmış
minik şadırvanının derinlere götüren şırıltının
sağladığı bu huzuru mutlaka tatmalısınız.
Yine çarşının etrafındaki eski handa, şu an
kahvehane olarak işletildiği için, geleneksel
Boşnak kahvesinden içebilirsiniz. Küçük, bakır cezvesi ve kulpsuz fincanlarıyla ikram edilen kahvelerin yanında taze gül kokulu lokumları da keyfinize keyif katacaktır.
Bu Osmanlı hatıralarını yüksek ve gösterişli binalarla çevreleyerek kapatmaya çalışan
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bu konuda pek de başarılı olamamıştır. Bu yapılar
tüm süsüne ve gösterişine rağmen, belki de
tarumar ederek yerine geçtiği eserlerin etkisiyle, kasvetli bir görüntüye sahiptir. Bu binaların biraz ilersinde nehre bakan Sarayevo
Kütüphane binası ise, savaşın sadece insanları ve tarihi eserleri değil kültürü de yok etmeye
çalıştığının acı bir göstergesidir. Osmanlının
yazma eserleri açısından zenginliğiyle ünlü
bu bina, içindeki eşsiz hazinesiyle beraber
yanmış olmasına rağmen, ışığını kaybetmiş
kara gözleriyle hala nehre bakmaya devam
etmektedir.
Sarayeva’yı çevreleyip havasını güzelleştiren
uzun çam ağaçlarının bulunduğu tepelere çıkarsanız, nehir boyu uzana şehri tam olarak
görebilirsiniz. Yeşilliğinin dışında dikkatinizi celbeden şey, bazısı büyük bir uzantı halinde bulunan, bazısı tek tek serpiştirilmiş beyaz kümeler
olacaktır. Renkte yeni açan bahar çiçekleriyle
aynı; şekil ve manada göğe uzanan minarelerle
bir mezar taşları… İnsanlığın kara ayıbının beyaz lekeleri olan mezar taşları… Çokluğuyla insanı suçlu hissettiren, hüzünlendiren mezar taşları… Huzuru getirmek uğruna kanlarını akıtan
şehitlerin mübarek mezar taşları… Osmanlının
sarıklı mezarlarıyla kucak kucağa olan uzun,
beyaz mezar taşları…
Sarayeva hüznün ve mutluluğun, felaketlerin
ve yaşama sevincinin; kiliseleri, sinagogu ve
camileriyle farklı ırk ve kültürlerin bir arada
yaşadığı kozmopolit bir yerdir.
79
Kırgız Şiiri ve Süyünbay Eraliyev
HÜSEYİN ÖZBAY
Oşol tilde ulu Manas söylögön
Bu til menen cazam okuym üyrönöm
Rahmetli Cemil Meriç, Fransız edebiyatını anlamak için birçok Fransız yazarını okumak yerine
sadece Balzac’ı iyi okumanın daha yararlı olduğunu hem beyanıyla hem de Fransız edebiyatına olan derin hâkimiyetiyle bize göstermiştir.
Bence Kırgız şiirini iyi anlamak için de Süyünbay Eraliyev temel alınmalıdır. Çünkü Eraliyev
20. yüzyıl Kırgız şiirini bütün yönleriyle temsil
etmiştir ve etmektedir. Yani o temsili bir şairdir.
Sembol ve marka değeri yüksektir. Kırgız edebi
dilinin oluşmaya başladığı yılların içinde (1921)
doğmuş ve hemen ikinci nesilde yazan şairler
arasında bu gün hala devam eden yerini almıştır. Represiya dönemini atlatması ve ikinci dünya
savaşına katılmış olup yaralanması ve olgunluk
eserlerini Stalin sonrası dönemde vermesi, Aali
Tokombayev gibi bir kraldan fazla kralcı, rejim-
den fazla rejimci bir Molla Kasım’ın elinden kurtularak yol alması gerçekten de hem Kırgız şiiri
hem de Türk dünyası şiiri için bir şans olmuştur.
( Kasım Tınıstanov, Sıdık Karaçev gibi yazar ve
şairlerin öldürülmelerine karşı Süyünbay Eraliyev, gençliğinden ve savaşa katılmasından, A.
Osmonov ise sürekli verem hastalığıyla boğuşmasından dolayı kurtulmuşlardır. Yoksa Aali Tokombayev onlarla da az uğraşmamıştır )
Bugün Kırgızistan’ın güzel başkenti Bişkek’te
eşiyle birlikte mütevazı ve örnek bir hayat sürdüren Süyünbay Eraliyev’i Türkiye’de tanıtmak
benim için hem bir görev hem de bir şereftir.
Kırgız şiiri başta Manas olmak üzere çok güçlü bir şifahi (oogzagi) edebiyatın ve kültürün
Kardeş Kalemler Haziran 2008
80
üzerinde inşa olunmakla şanslıdır. Bu şansın
iyi kullanılıp iyi kullanılmadığına dair tabii ki
edebî analizler yapılabilir.( İlk yazılı örnekleri
veren şairler hakkında Salican Cigitov’un isabetli analizleri dikkate alınmalıdır) Bazen çok
yüksek bir sözel edebiyatın üzerine aynı derecede paralel bir yazılı edebiyatı koymak zordur.
Sözel edebiyatın en güçlü kaynaklarından biri
olan türküler üzerine türkü, yine bu alanın en
güçlü ve içli örneklerinden biri olan ağıtlar üzerine bir ağıt yazmaya benzer bu. Anonim türkü
ve ağıt ayarında güçlü şiir yazmak çok zordur.
Duyguların kendiliğinden etkileyici bir olayla
ortaya çıkması ve tarihi süreç içinde rafine hale
gelmesi bu türlerin gücünü gösterir. Hele hele
Manas destanının büyük etkisini canlı olarak yaşayan ve yaşatan bir toplumda edebî dil henüz
kurulma aşamasındayken büyük şiirin doğması
zordur. Böyle bir Kırgız edebiyatının prestij ve
moral olarak da içten içe güçlü Rus dili, edebiyatı ve şiiriyle boy ölçüşmek sorumluluğunda olması gerektiğini de unutmamak gerekir.
Sovyetler Birliği kuruluş aşamasında sancılı ve
şaşkındır. Ne var ki gittikçe güçlenen, otokratik
ve bürokratik bir ideolojik imparatorluğa doğru
gitmektedir. 1937–38 sürgün, vurgun ve kırgın
yıllarından sonra bütün Sovyetler Birliğinde yaşanan savaş korkusu ve yenilme tehlikesi Batının
ve bilhassa Amerikanın Almanları durdurmasıyla şanslı bir şekilde bitmiştir. Milyonlarca insan
kaybına rağmen bu savaş Sovyetler Birliği için
şanslı bitmiş, bu ülke süper bir güç olmuştur.
Böyle bir gücün kendisine bağlı minimal ülkeler
için sadece siyasî bir otorite olarak değil aynı
zamanda dil, sanat ve kültür bakımından da
etkili olmaması imkânsızdır. Bu etki ikinci dünya savaşından sonra o kadar güçlüdür ki artık
sistem övgüsü kısmen Rus övgüsüne dönüşmüştür. Özbekistan’ın milli marşından Rus’un büyük
ağabeyliği övülür. Hikâyelerde, romanlarda Rus
bir kurtarıcı kahraman olarak işlenir. Stalin tanrılaştırılır. Öyle bir savaş sonrası imajı samimi ya
da gayri samimi olarak böyle bir övgü edebiyatını doğurmuştur. Kırgız Edebi dilinin ilk büyük
şairi olan ve genç yaştaki talihsiz ölümünün de
etkisiyle Kırgızlar arasında çok sevilen ve vatanı
için “Süyöm seni süygöndügüm süttön ak/ Seni
süygön tagdırıma ıraxmat/ Ölgöndö da senin
tattu cıtıngdı/ Catkım kelet kökürökke kuçaktap”
diyebilen lirik romantik şair Aalikul Osmanov
bile “Ey Rossiya bir boor enem/ Men öndü too
Kardeş Kalemler Haziran 2008
kuşuna koynun kenen/ Çın sözdü tura aytuuda
taymana albaym/ Biz elbiz, biz kişibiz, seni menen demiştir.
Böyle baskın bir sosyal ve kültürel akımda tarihin en önemli olayları cereyan ederken henüz 1920’lerde yeni bir yazı diline sahip olan
Kırgızlar’ın kısa bir süre sonra Kasım Tınıstanov,
Sıdık Karaçev, Aalikul Osmanov, Süyünbay Eraliyev, C. Turusbekov, Mukay Elebayev, Ümötaliyev
gibi güçlü şairleri yetiştirmeleri dikkat çekicidir.
13. yüzyılda henüz yeni bir yazı diline kavuşmuş
olan Batı Türklüğü’nün hemen Yunus Emre gibi
dahi bir şairi yetiştirmiş olmasına benziyor bu.
Sovyetin ilk dönemini çocukluk, ikinci dönemini gençlik, Stalin sonrası dönemini olgunluk ve
bağımsız Kırgızistan dönemini aksakal olarak
gören Eraliyev, yaşayan ve daima kalem oynatan bu büyük yazar tabii ki Kırgız şiirini temessül
mevkindedir. A.Osmonov’la birlikte bu iki büyük
şairin bin yıldan beri Kırgızca söyleyen ama yazmayan bir soyun temsilcileri olduğunu unutursak
değerlendirmemiz noksan kalır. Moskova’nın
otoritesine ve müdahale edilmedik alanın kalmamasına rağmen Kırgız şiirinin şansı Kırgızca
ile yazılmış olmasıdır. Üniveresitelerde, devlet
dairelerinde, aydınlar kesiminde hatta hemen
her yerde büyük oranda kullanılan Rusça’nın şiirde kullanılmamasına dikkat çekmek istiyorum.
Sadece Kırgız edebiyatında değil diğer soydaş
edebiyatlarında da durum aynıdır. Kanaatimce
bu durum şiirin özelliğinden kaynaklanır. Şiir
özel ve hassas bir dilidir. Bir milletin genetik şifresi gibidir. Bu türün dili, adeta imbikten geçmiştir ve büyük bir geleneğin üzerine inşa olunmuştur. Elbette Aytmatov dışında başta Kasım Tınıstanov olmak üzere, birçok Kırgız nesir yazarı
da edebî dil olarak Kırgızca’yı kullanmıştır. Bu
takdir edilmesi gereken bir süreçtir. Bu konuda
şu tespitte yanılmam her halde. Diğer soydaş ülkelerinde olduğu gibi Kırgızistan’da da iletişim
ve bilim dili Rusça olmakla birlikte edebiyat dili
büyük oranda millîdir.
Rahmetli Hocamız, büyük insan Salican Cigitov,
hem bireysel hem de sosyal olarak bir şiirin ve
edebiyatın gelişmesini “tohum metaforuyla” izah
eder. Şiir bir yazarın ya da bir toplumun içine
atılmış tohum gibidir. Tarlaya atılmış tohumun
uç verip yeşermesi, güllenmesi ve meyve vermesi nasıl belirli sebep ve şartların sonucuysa
81
şiir de böyledir. Yirminci yıllarda ilk toprağın
üstüne çıkıp yeşeren ve kısa bir müddet sonra
meyveye duran Kırgız yazılı şiiri tarihi, siyasi
ve sosyal şartların ve süreçlerin bir sonucudur.
Cigitov’un bu süreçte Süyünbay Eraliev için
söylediklerini onunla aynı zamanı ve edebî kaderi yaşayan diğer yazarlar için de düşünmek
mümkündür. Cigitov’a göre Eraliev doğuştan
şair olarak dünyaya gelmiştir. Milletin zengin şiir
geleneği üzerine oturmuştur. Eraliev kullandığı
ince, rafine dili sadece mekteplerde okuyarak
ya da kitaplardan öğrenemez. Onun dili geleneksel söyleyişle kitap dilinin bir sentezidir. Ama
S. Eraliev, edebi Kırgız dilinin teşekkül aşamasından önce yaşasaydı birçok benzeri gibi saz
çalan ve söz söyleyen bir folklorist şair olurdu.
(Süyünbay Eraliyev, Tandangan Çıgarmalar 1,
Frunze 1981)
İşte devrin, sürecin etkisi ve edebi kader budur.
Kırgız edebî dilinin formalaşmasına yakın bir
dönemde yetişip ilk harcı atanlar arasında ismi
unutulmayacak kişiler: Moldo Niyaz, Moldo Kılıç,
Togolok Moldo ve Toktogul’dur. Rahmetli Cigitov, bu şairleri siyasî propagandanın yükseltip
teklin ettiğine inanır. Bunca şöhretlerinin edebi
başarılarından ziyade Sovyet Sisteminin ideolojik tutumundan kaynaklandığına dair eleştiriyel
görüş, diğer Türk soydaşlarımızın edebiyatlarında da görülmektedir. Kazak edebiyatında
Cambıl, Özbek Edebiyatı’nda Hakimzade Niyazi buna örnek olarak gösterilebilir.
Eğitime önem verilmesi ve yeni tarz okulların
kurulmasıyla (özellikle Yerli Okullar ve Rus Tuzem okulları) yetişen yeni bir nesil 20.yüzyılın
başlarında “Zamana” adı verilen bir heyecanlı
akım yarattılar. Motivasyonları daha çok cahillikle mücadele ve sosyal problemler oldu. Bir nevi
cedidcilik olarak da yüz gösteren bu hareket
sosyalizmin Çarlığa, esarete, cahilliğe ve açlığa
karşı başlattığı büyük ideolojik hareketle renk
değiştirdi. Bu dönemde gerek irticali-şifahi, gerekse yazılı olarak gördüğümüz örnekler, daha
çok Devrimi, Lenin’i ve Komunist Partisini öven
propaganda şiirleridir. Toktogul Satılganov,
Togolok Moldo, Barpı, Moldo Kılıç, Aldaş Moldo, İsak Şaybekov, Osmonaalı Sıdık Uulu gibi
isimleri bunlar arasında sayabiliriz. Bu temsilcilerin genel olarak anlayışlarını göstermek
bakımından; Toktogul Saatılganov’un “Kanday
Ayal Tuudu Eken Lenindey Uulu” ve “Caşagın
Kengeş Ökmöt; Barpı Alıkulov’un, “Irımdın Atı
Oktyabr”, “Lenin Ata”, “Erkindik Kedeylerge”,
Togolok Moldo’nun “Nasıykat” ve “Erkindik”,
İsak Şaybekov’un “Bolişevikter Partiyasında
(1919-Kömekte çıkan ilik Kırgızca şiir) şiirleri örnek verilebilir.
1926 yılında Özerk Kırgızistan Cumhuriyeti
kurulunca edebî vasıtalarla birlikte edebî faaliyetler de hızlandı. 1924 yılında Erkin Too (Şimdiki Kırgız Tuusu), 1926 yılında Lenincil Caş,
Cangı Madaniyat Colunda, Kommunist gibi
gazete ve dergiler neşredildi. Kırgızistanda ilk
yazılı şiirler de bu organlarda yayımlandı. Aalı
Tokombayev’in “Oktyabırdın Kelgen Kezi” Lenin
ölünce aynı yazarın “Lenin Tuuralı” şiir kitabı ile
1929’da neşredilen Ayaldar Aynegi, Abdulkasım Cutakayev’in Lenin Koşogu, Üç Door, Cangı Ökmöt, Kırgızistan’da basılan ilk eserlerdendir. Kasım Tınıstanov’un, 1920’lerin başlarında
yazdığı Ala Too şiiri ile Cangıl Mırza Poeması
henüz Kırgızistan’da matbaa olmadığı için
Kazakistan’da basılmıştır. Aynı yazardan “Kasım
Irlarının Cıynagı” seçmesi ise 1925 tarihinde
Moskova’da basılıp yayınlanmıştır.
Kırgız yazılı edebiyatı ve şiiri kısa bir müddet içinde çok gelişti. Okullu yazarların çoğalması, yeni
sistemin bir az daha kurumsallaşması, Rusça yoluyla Rus ve Avrupa şiirinin öğrenilmesi bunda
şüphesiz etkili oldu. Öncekilere oranla çok sayıda şiir yazıldı ve hatta şiir kitabı yayımlandı. Rus
şiirinin etkisine örnek teşkil etmesi bakımından
ilk kuşak şairlerinden Coomart Bökönbayev’in,
ünlü Rus şairi Mayakovski hakkında yazdığı uzun
şiirden bir bölüm çeviri yazıyla şöyledir:
MAYAKOVSKİ AMERİKA’DA
Köçö körköm,
Carkıragan
Taştarı.
Tütün taptap,
Bulut
Baksan asmandı.
Kök tiregen
Biyik üylör
Zanggırap,
Köz cetpestey
Alıs ketken katmarı…
Kardeş Kalemler Haziran 2008
82
Eç bilinbeyt
Kayda
Bara catkanı.
Birde
Şanduu,
Birde
Katuu ugulat,
Uzun boylu
ir kişinini baskanı…
(C.Bökönbayev, Bir Tomduk Çıgarmalar,
Frunze 1960)
Bu devirde kendini geliştiren şairlerle, yeni yazmaya başlayan şairleri, bir arada görüyoruz. Kırgız şiirinin büyük şairleri boy ve kalite gösterdiler:
Bunlar arasında M. Elebayev’i A. Tokombayev’i,
C. Turusbekov’u, C. Bökönbayev’i, T. Şemşiyev’i,
A. Osmonov’u, T. Ümötaliyev’i vb. sayabiliriz.
Emek, emeğin değeri, emekçiler, Sovyet üretimi genel olarak işlenen temalardır. Bu dönemde de edebiyat Sovyet Sistemini öven bir araç
olarak kullanıldı. Adı geçen yazarlar bu sebeple şiir dışında da aşağı yukarı her türe el attılar. Bu durum bizim Tanzimat edebiyatçılığına
benzer. Kırgız edebiyatının doğuşu ve ilk cazgıç
şairler hakkında ünlü bilim adamı ve edebiyat
eleştirmeni Salican Cigitov’un değerlendinmesi
şöyledir. “Bizim ilk yazarlarımız hem eğitim açısından hem de yazarlık denilen mesleğe bakış
açıları bakımında gereken kıstasların çok uzağında bir çizgide edebî ürünler ortaya çıkarma
gayreti içerisine girmişlerdir. Aslında bu kalemler yazarken de; sanat eseri yaratmak, millî edebiyatın temellerini atmak ya da isimlerini ortaya
koydukları eserler vasıtasıyla ölümsüzleştirmek
gibi ideallerden ziyade, kendilerine yeni bir hayatın başlangıcını veren Sovyet yönetimine hizmet etmek, karanlıkta kalan halkı aydınlatmak,
fakirlerin kederi ile kederlenip şarkısını söylemek şeklinde ifade edebileceğimiz ideallerle
yola çıkmışlardır.” (S.Cigitov, Adabiyatka Adal
Kızmat, nakleden Kemal Göz). Böyle olunca da
bir türün istenildiği ölçüde gelişmesi beklenemez. Buna rağmen, güçlü Kırgız şifahi (oozogı)
edebiyatının ve şiirinin etkisiyle başarılı ve tema
olarak farklı örnekler de görülmeye başlandı.
Turusbekov’un “ Enem”, Malikov’un “Capar
Menen Şaripa” Temirkul Ümötaliyev’in “Aysulu”
adlı poemaları örnek olarak gösterilebilir.
1940’lar Kırgız edebiyatı ve şiiri diğer Sovyet
Kardeş Kalemler Haziran 2008
edebiyatları gibi ikinci dünya savaşı, Sovyet vatanseverliği ve enternasyonalizme odaklandı.
Savaş korkusu ortak bir dayanışma ruhu sağladı.
Kırgız şiirinin en büyükleri arasında sayabileceğimiz birçok yazar cepheye gönderildi. Kırgız
şiirinde bir ekol yaratmış olan Aalikul Osmonov,
Süyünbay Eraliyev, Temirkan Ümötaliyev, C.
Turusbekov, Mukay Elebayev, savaşa katılan şairler arasındaydı. Muhakkak ki savaş insanı, duygularının en uç ve karmaşık noktalarına kadar
götürüp getiren bir süreçtir. Açlık, yokluk, propaganda, korku, endişe, hastalık, ölüm, gurbet,
hasret, dayanışma vb. temalar bizatihi savaşı
yaşayan hatta Eraliyev gibi yaralanan şairlerde
büyük etki ve iz bırakmıştır. Hem savaşın bizatihi kendisi ve hem de savaş sonrası dünya, bu
devir şiirinin temel motivasyonu oldu. Diğerleri
yanında savaş sonrası genç ve yetenekli şairler
bu temaları işlediler. Bunlar arasında A. Kılıçev,
S. Eraliyev, N. Baytemirov, Ş.Beyşenaliyev gibi
şairleri sayabiliriz.
1960 sonrası yeni ve genç şairler arasında; C.
Urmatbetov, E. Tursunov, T. Moldobayev, M.
Abdılkasımova, C.Turgunbayeva, S. Şatmanov,
R. Rıskulov, O. Sultanov, G. Momunova, T. Koşomberdiyev, M. Bularkayeva, K. Taşbayev, C.
Mamıt’u sayabiliriz. Bunlar arasında gelecek kuşakları da etkileyecek derecede başarılı olanlar
ve iz bırakanlar ise R. Rıskulov, O. Sultanov, T.
Koşomberdiyev, M. Abdılkasımova, C. Turgunbayeva ve C. Mamıtov olmuştur. Sovyet sisteminin nisbeten yumuşadığı bu dönemde klasik
Lenin, Devrim, Sosyalist gerçekçilik temalarının
yanında büyük ölçüde lirik şiire dönüldüğünü,
şiirin hem biçim hem de tema bakımından bariz
olarak gelişip değiştiğini söyleyebiliriz. Beşeri istekler, peyzaj, felsefi derinlik, gerçekçilikle
kurmaca gerçekçilik, köy, kır ve şehir hayatı, kafiyede geleneklik ve serbestlik bu şairlerde görülür. (Kırgız Poeziyasının Antologiyası 1, Giriş,
Bişkek, 1999)
1970–80 arası Kırgız edebiyatına yeni bazı şairlerin eklendikleri ve bu edebiyatın kuruluşundan
beri yazmaya devam eden şairlerin yeni hayat
tarzına doğru edebi eser ürettikleri dönemdir.
90 öncesi Soyetlerin en liberal zamanıdır. T.
Samudinov, C. Akmatbekova, A. Ömürkanov,
C. Bekniyazov, O. Koçkonov, R. Mukaşeva, R.
Karagulova, K. Sabırov, A. Ruskulov ilk şiirlerini
bu devirde yazdılar.
83
1990 sonrası Kırgız şiiri, tabir caizse “fetret
devri”ndedir. 1990’da gelen bağımsızlık, hazırlığı yapılmış, gençliği, aydınları, siyasetçileri ve
halkı tarafından istenmiş bir hareketin sonucunda gerçekleşmediği için daha çok bir karmaşa
ve şaşkınlık yaratmıştır. Devlet tarafından beslenen edebiyat kaynakları kuruyunca edebi üretim
de azalmıştır. Özellikle genç yazarlar birliğinde
ve üniversite öğrencileri arasında yeni döneme
ve dünya gerçekçiliğine uygun temalar yerine
sosyal konulara ağırlık veren bir şiir anlayışı zorunlu olarak benimsenmiştir. Sosyal problemler
ve ekonomik sıkıntılar böyle bir zarureti ne yazık
ki doğurmuştur.
SÜYÜNBAY ERALİYEV:
YÜZYILA SIĞMAYAN ADAM
Süyünbay Eraliyev, Kırgız şiirinde yaptığı yeniliklerle de tartışma yaratmış kişidir. Bu yönüyle
bizdeki 1.Yeni Hareketinin ve özellikle de Orhan
Veli’nin misyonunu taşır. Ak Möör, Col, Atam,
Cerim Cana Men, Kosmos Poeması, Ak Cıttar,
Ayıl Irları gibi gibi önemli poemaları arasında
Cıldızlarga Sayakat ve Zamanga Sayakat bilhassa üzerinde durulması gereken dönüm noktası
destansı şiirleridir. Alıkul Osmonov’u üstat bilen
Eraliyev, Onun 1950 yılında daha 35 yaşındayken vefat etmesi üzerine Kırgız şiirinde esaslı
yenilik yapan şair oldu. Sürekli ölüm düşüncesiyle birlikte yaşayan ve bunun getirdiği bir
psikolojiyle içli ve felsefi şiirler yazan Osmonov
biçim bakımından yenilik getirmedi. Onun yeniliği daha çok kullanmış olduğu dille lirik felsefi
temalarda oldu.Eraliyev’in Osmonov’la ülfetine,
Osman Arıcan şöyle temas etmektedir:
Eraliyev’in şiirlerinde Alıkul Osmanov’un tesiri
vardır. Zaten Eraliyev Alıkul Osmanov’u üstadı
olarak kabul eder. Konuyla ilgili olarak Eraliyev şöyle der: “Yazdığım şiirlerimi hemen Alıkul
Osmanov’a gösterirdim. O bunları çok beğenirdi. Böyle yazmaya devam et derdi”.(Arıcan,
Osman; Süyühbay Eraliyev’in Lirik Şiirlerinde
Kelime Dünyası, Kırgız Türk Manas Üni. Sosyal
Bilimler Ens. Basılmamış Yüksek Lisans tezi Bişkek 2006)
Osman Arıcan, adı geçen çalışmasını yaparken
S. Eraliyev’in poetikasını da onun ağzından şöyle aktarmıştır :
“Şairliğinin temellerini iyi atan Eraliyev aynı
zamanda Kırgız nazmının yenilikçi şahsiyetlerinin başında gelir. Bu yenilikçilik hem şekil hem
içerik anlamındadır. İçerik açısından şairinden
birbirinden orijinal temalara sahip poemaları
(Cıldızlarga Sayakat, Ak Möör, Kök Suluu, Cañıl
Mırza…) vardır. Şekil olarak ise, yenilikçiliği kafiye konusundadır. O dönemlerdeki kafiyeli şiir
yazma anlayışını kırmış ve bu sebepten dolayı
dönemin önde gelen şairlerinden büyük tepki
görmüştür. Bazı şairler ve dönemin önde gelenleri tenkitle yetinmemiş tehdit de etmişler ve
parti yönetimine de şikâyet etmişlerdir. Konuyla
ilgili görüşlerine başvurduğumuz şair “Serbest
tarzda (kafiyesiz) şiir yazdığım için başta Alı Tokombayev olmak üzere dönemin önde gelen
yazar ve şairler beni parti yönetimine şikâyet
ettiler. Tehditler de bulundular. Sen, Kırgız nazmını bozuyorsun, halkı aykırı düşüncelere sevk
ediyorsun diye olmadık girişimlerde bulundular.
Parti temsilcileri geldi, şiirleri incelediler ve son
karar olarak beni haklı buldular. Bu haksız saldırılara son verdiler” der. Konuyla ilgili belgeleri
arşivlerden bulduğunu söyleyen şair, her zaman
yenilik tarafında olduğunu, kendi fikirlerini bu
yeni formada yazıya döktüğünü her fırsatta dile
getirmektedir.
Süyünbay Eraliyev kafiyeli ve kafiyesiz şiir konusunda şöyle demektedir. “Eğer kafiye şiirinizde
ön planda olursa yani şiirin gücünü kafiyeyle
vermek isterseniz her zaman sağlam kafiyeyle
yola çıkmalı. Eğer serbest tarzda şiir yazacaksanız burada önemli olan kelimelerdir. Vurgu ve
düşünce şiirin her tarafına yayılmalıdır. İşte böyle şiirler kelimelerin de iyi seçilmesiyle gerçek
anlamda başarılı şiirlerdir” der
Modern bir şiir nasıl olmalıdır? Sorusuna cevap
olarak Eraliyev şöyle der: “İlk önce şiir çok güzel
olmalı. Daha sonra insanı içine çekmeli. Hatta
insanı şaşırtmalı. Hem de çok şaşırtmalı. Karnı aç
insanı bile ekmeğe değil kendi sözlerine, şiirin
içine çekmeli. Bir düşünce böyle de dile getirilemez! Dedirtmeli. Güzel bir şiir insanda güzel
düşünceleri de beraberinde getirir… İşte modern, gerçek şiir gönülde yer edinendir” der.
Gerçek bir şiiri yazmak her zaman zordur. Bazen saatlerce, günlerce bazen yıllarca o şiir
üzerinde uğraşmak gerektirir. Belki de sanatın
Kardeş Kalemler Haziran 2008
84
gerçekliği budur. Bu durumla ilgili olarak Eraliyev , bazen bir şiiri bir oturuşta tamamlarım, bazen günlerimi, haftalarımı, aylarımı alır. Bazen
de yıllarca uğraştığım olur, der.”
Lira Turdumambetova Cıldızlarga Sayakat şiiriyle ilgili şu tespiti yapıyor. “‘Cıldızlarga Sayakat’
adlı uzun şiirin önemi, yazılış şeklinin özelliği ve
içeriğinde yer alan (Sadece Kırgızlara ait değil)
bütün insanoğluna ait ebedî konuların varlığıdır. Ayrıca şiir ortaya çıkınca büyük tartışma ve
tenkitlere uğramış ve geniş okuyucu çevresine
ulaşmasında zorluklar çıkmıştır” (L. Turduumambetova, Süyünbay Eraliyev ‘in Cıldızlarga
Sayakat Adlı Uzun Şiiri ve Üzerinde Yapılan
Tartışmalar”adlı basılmamış yüksek lisans tezi,
Manas Üniversitesi, Bişkek)
Bir bakıma yazılı Kırgız şiirini; biçimi, uzay düşüncesiyle birleştirilen varlık, yokluk, bu dünya,
öbür dünya, ölüm gibi felsefi sembolleri ile Cıldızlarga Sayakat’tan Önceki Kırgız şiiri ve Cıldızlarga Sayakat’tan Sonraki Kırgız şiiri olarak da
tasnif edebiliriz. Bir kere bu şiirde düzgün kafiye
ve vezin kullanılmamış buna karşılık ahenk temin
edilmiştir. Adeta biçimin serbestliğiyle birlikte
tema da serbest bırakılmış ve kendi içinde bir
prozodi sağlanmıştır. Bu şiirdeki duygular çok
değişik semboller arkasından başarıyla verilmiştir. Bir anlamda bu şiir başarılı bir mizantropi
örneğidir. Çünkü kasavetli dünyadan kaçılabilecek en iyi mekân sonsuz ferahlığı ve özgürlük
havasıyla gökkubbe ve yıldızlardır. Yıldızlar hem
güzelliğin hem de sihirli bir âlemin etkisini yaratır. İnsanoğlu, düşüncesiyle, duygusuyla, kendisini reddetmeyen bu sihirli güzellik mekânına
göç etmek ister, oraya sığınır. Uzay çalışmalarının güzel bir ülkeye göç hevesi ve heyecanından daha çok uzay çatışmasına dönüşmesi, bu
konuda büyük hayak kırıklığı hatta karamsarlık
yaratmıştır. Hayat yaşanılan yer olmaktan çıkıp
öldürülen yere dönüşünce şair de şöyle bir metafor kurgular. Cıldızlarga Sayakat’tan bir bölüm:
...
solmuş ağaçlar
matem tutuyorlar,
başlarını eğerek
bir dalı üzülmüş gibi kendinden.
Bağırıp sular geliyor
Yaş akıp gözlerinden.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
.. karardı bütün dünya
güneş nerede?
Bakıyorum güneş yerinde değilmiş.
Mezarlık ağzı gibi apaçık
Sadece simsiyah tek bir delik.
Yer karadır, evler kara, kara kara…
Yıldızsız gece,
Ateşsiz gece v.s.
Kozmonot’un dünyayı perişan görmesi uzay bakışının getirdiği bir açıdır. Eraliyev en çok bu
yüzden eleştiri aldı. “ Vay sen Sovyet’i beğenmiyorsun” dediler. Sevginin, insanın, sevgilinin
ölümü ve dünyanın çökmesi Eraliyev’in yeni bir
dünya manzarası yorumudur.
Perişan dünyam yoldan çıkmış
Sevgim ise dönüşmüş harabeye,
Onların yanından geliyorum yalnız
Sesleniyorum
Ah kutsal yer!
Niçin böyle erken ölüyorsun?
Cengiz Aytmatov romanda neyse Eraliyev şiirde
odur. Keza yazılı Kırgız şiirinde en beğendiği
şair Süyünbay Eraliyev’dir. Onu modern Kırgız
şiirinin dünya çapında şairi ve ressamı olarak
görür. Eraliyev’in bilhassa poemalarındaki renkli ve ayrıntılı tasvirler onu şiirin ressamı yaptı. Şiirinin hikâyesi, hayatının hikâyesidir. Süyünbay
Eraliyev’in lirik şiirlerinde armoni, ritim, duygu,
düşünce, çağrışım birleşir. Serbest şiirlerinde
de ahenk ve aramoni vazgeçilmez unsurdur.
Süyünbay Eraliyev şiirlerinde şahsî duygu ve
hayallerine, düşünce ve hatıralarına da geniş
yer vermiştir. O aynı zamanda büyük bir duygu
ve hayal şairidir. Tecrübeleri benimseyerek hem
de kendi başına şiir yolunu araştırmayı amaçladı. “Birinçi Cañırık” 1949 yılında basılmıştır.
Bu ilk şiir kitabından sonra “San Toolor”, “Kırgız Canı”, “Ayıl Irları”, “Kıştak Keçteri,” “Düynö”,
“Süygongo Kat” adlı eserleri yayımlanmıştır. Ak
Cıttar, Suluu, Cangıl Mırza’nın Kereezi, Ak Mör
gibi poemaları Kırgız edebiyatının başeserleri
arasındadır. Mezgil Vokzalı, Koşoydung Ceri ile
birlikte bu şiirler, aşkı, insanı, onun problemlerini, felsefi düşünceleri, tabiatı ve onun türlü reenklerini başarıyla anlatır. Onun derin lirik duyarlılığını, aşağıdaki mısralar ne güzel anlatır.
………Biz adamdar
Kelatabız tıvıştardan,
Ündördön,
85
Kelatabız
Te bayırkı kündördön.
Tamandan tartıp, mına bul
“Manday” attu
Kubattu oylorgo çeyin tınımsız.
Bul kiçine aralıktı biz anda
Ming-mingdegen
cıldar boyu basakanbız,,,
(Ak Cıttar’dan, Tandalgan Çıgarmalar )
1964 yılında Ala Too dergisinde yayımlanan
ve birçok yabancı dillere tercüme edilen “Cıldızdarga Sayakat” poeması 1964 yılında basılmıştır. Basılır basılmaz olumlu olumsuz tepkiler
alamış daha sonraları adeta bir fenomen olmuştur. Tvardovskiy’den çevirdiği, “Vasiliy Terkin”
tercümesi diğerleri arasında çok önemli bir
çalışmasıdır. Bu eserin tercümesine, aslını aratmayan hatta bazı yönleriyle onu geçen bir paye
verilmiştir. S. Eraliyev’in eserlerinin çoğu Rus,
Ukrayna, Moldova, Kazak, Özbek, Tacik, İngiliz,
Çek ve Polonya dillerinde yayımlandı. Ak-Möör
bir poemadır ve Sovyetler birliği çapında aşk
konusunda yazılmış en önemli eserler arasındadır. Adeta aşkın ve Kırgız milli sanatının remezi
gibidir. “Cangıl Mırza’nın Keerezi” adlı poema
tarihî bir destansı kahramanı yansıtıyor. Bu eserde sadece lirik kahraman değil her insanoğlunu
ilgilendiren evrensel duyum ve duyarlılıklar son
derece başarılı bir şiir diliyle anlatılmıştır. O bir
taraftan, köyü, toprağı, vatanı, onun üstünde her
türlü kaderi yaşayan insanı ele alıp işlemiş diğer
taraftan da yüzünü, kulaklarını ve gözlerini sonsuz hürriyetler ülkesi olan uzaya dikmiştir. Ayıl
Irlarını, Kıştak Keçteri’ni yazan da o, metaforik
bir felsefi dille dile getirdiği Cıldızlarga Sayakat, Zamanga sayakat poemalarını yazan da.
Onu gök yere, yer göğe; her ikisi de geleneğe
ve zamaneye bağlar.
Dünya edebiyatında 19. yüzyıl şiirinin; gerek
temasında gerekse şeklinde büyük değişmeler
oldu. İçeriği yani meali ve mesajı hallettik diyen
kimi Sovyet yazarları 1950’lerde Rus Formalizmi
denilen bir akım yarattılar. “İçerik sorunumuz olmadığına göre şiirin biçiminde değişiklik yaratabiliriz” anlayışı bu akımın teemel açıklaması ve
motivasyonudur. Bizdeki serbest müstezata benzeyen şekiller, basamak mısralar, uzun şiirlerde
değişen temaya uygun değişik ritmik mısralar,
kısaca klasik kafiye ve ölçüyü ya değiştiren ya da
hiç kullanmayan bir biçimicilik anlayışı aslında
Batıdaki toplumsal ve siyasal evrimin sonucudur.
Toplum dinamizminin, her türlü farklılıkların,
yeni duyuş ve düşünce şekillerinin temsilinde,
yeni ve hayatta olan bitenle paralel bir biçim anlayışı, büyük ölçüde gelişmelerin kendiliğinden
sonucudur. Formalizm, Moskova’da Sovyetler
Birliğinin ideolojisi olan Proleterya ile bağdaştırılarak açıklandı. Dünyada ve Rusya’daki bu yeni
akımlar daha sonra onları izleyen bazı Kırgız aydınları ve yazarlarını da etkiledi. Henüz 25–30
yıllık yazılı şiir geçmişi olan Kırgız edebiyatında
Eraliyev’in bu akımı Kırgızcayı adeta bir sihirli
dile çevirerek temessül ettiğini görüyoruz. Bazı
yarı serbest denemeler daha once de (Mesela, R. Şükürbekov, M.Alıbayev gibi) yapılmakla
birlikte bu akımı Kırgızistan’da en iyi S. Eraliyev
gerçekeleştirdi. O. Sooronov ve R. Rıskulov’u da
Eraliyev’in şiir yoldaşları arasına koyabiliriz Keza
Rıskulov sadece biçim bakımından ounun yoldaşı değil tema bakımından da Kosmos Manifesti adlı şiiriyle onunla uzaydaşlık göstermiştir.
1960’laardaki uzay faaliyetlerinin ve özellikle
de Gagarin adındaki astronotun uzaya gönderilmesinin bu tip temaları hem gerçek hem de
metaforik temsiliyle uyandırdığını söyleyebiliriz.
Uzayda yıldızların etrafında işlenen; uzay, sonsuzluk, hayat, dünya, tabiat, ölüm, korku, vatan,
insan gibi fikirleri işleyen Cıldızlarga Sayakat
poemasını, Atam, Cerim Cana Men (1967) Col
(1968), Ak Cıttar (1968) poemaları izledi.
S. ERALİYEV’İN MAHKEMESİNDE
HAMİLER VE RAKİPLER: ‘AYTMATOVTOKOMBAYEV’
Cıldızlarga Sayakat birçok şeyi temsil eden bir
şiirdir. Adeta temsili bir istiaredir. Dünyayı ve insanları anlamanın ve kuşatan problemleri farkına varmanın ilginç bir yolu uzaydan bakıştır. Bir
hali veya hengâmeyi yaşarken insane dramı fark
etmiyor. Dramı ya da problemi onu gözleyen
iinsan fark eder. Uzay sonsuzluğu ve hürriyetiyle hem heyecan uyandıran bir bir mekân hem
de oradan dünyaya bakılan yerdir. Buna “uzay
fonu” diyebiliriz ki rahmetli Osman Türkay şiirlerinde bu fonu bol bol kullanmıştır. “Cıldızdarga
Sayakat” şiirinin tema ve şekil ile onu yaratan
yazarın ülfeti bakımından eleştiriilecek yönleri
bulunmuştur. Yaşadığı hayat ve bunun kendisine verdiği imkân ve fırsatlar bakımından S. Eraliyev yıldızlar ve uzay konusuyla aynileşmemişKardeş Kalemler Haziran 2008
86
tir. Sadece kitabi düşüncenin, hayalin ve buna
odakalanmanın yetmeyeceği de açıktır. Bu şiirin
evrensel prolemidir. Şair yazdığı her temayla
aynileşemez ki. O zaman edebi ürünler yaşanan hayat kadar olurdu ve sınırlanırdı. Onun
için uzayla aynileşmemekle birlikte Eraliyev’i iki
şey şiiri için motive etti. Birincisi, uzay alegori
olarak kullanılmaya müsait evresnel bir kavramdı; ikincisi ise şiirini sağmak için bir hayale veya
ütopyaya yönelme ihtiyacıydı.
“...çektiğimde uçarcasına roketimi –
yerin kanı dökülüp
Ümitlerin yumuşak elinin yönettiği şırınga gibi
yıldızlara doğru yönelip
zaman damlamadan tam yerinde donarak
mesafeler çakılan taş gibi
hızla arkaya düşüyor.
...
“ yerin kanı gibi tek bir damla olup
Gökada (galaksi) damarlarında
hızla koşuyorum,
arayarak onun kalbini”
Şair kendisi hakkındaki büyük destanı gökyüzünde yazıyor. Destan gibi gökyüzü de büyüktür, sınırsızdır. Yükseklik ve ufuk genişliği darlaştırmaları ve duygusal esareti yok eder. Yıldızların gelecekteki varlığı yazarın özgün projeksiyonudur.
“Ben gökyüzüne kendim hakkında
büyük epope yazmaya başladım,
İşte, onun şu satırları, benim izlerimdir.
Dikkati çeken izlerdir onlar tarihte.
yıldızlar, yarınki benim...
Geceyi söküyorum nazlanan bembeyaz şafak
olup...
Gece, baykuştur,
kapkara gözlerini alevlendirip,
kanadıyla dalgalanarak
oturuyor her yerde.
Yıldızlar hem söner, hem yanarlar
çekirge gibi cıvıldayıp”
Gökkubbe ile yeryüzünü şair güçlü tasvirlerle
birleştiriyor.
“...Yer Annem,
uzaktaki benim yıldızım
Kardeş Kalemler Haziran 2008
neredesin sen şimdi?
Beni dinliyor musun?
Evet,
evet,
ben de seni dinlemeye başladım”
“Yıldızlar, yerküredir.”
Bu şiir önemi derecesinde tartışılmışıtır. Rejim
muhafızı A. Tokombayev şiiri sapma olarak görür. Şiirdeki büyü, ufuklu ve evrensel duyarlılıkları burjuvazi duyaralılık olarak suçlar. Proleter
akımla çatıştırır. Yazarı Dekadanlıkla suçlar.
Serbest şiirin devrimci ruhu öldürdüğünü, sınıf
çatışmasını yok saydığını, geri ve karşı devrimci
fikirleri özendirdiğini yazar.(Aalı Tokombayev,
Dekadent cana anın cıyıntıktarı, 1964)
A. Tokombayev şiiri; karamsarlık yaratmak,
gerçekleri gizlemek, Sovyet gücünü azaltmaya
kalkmak, İslami motiflere yüz verme, materyalist
düşünceye karşı dini mistisizmi savunmak gibi
gerekçelerle suçlar. Suçlayıcı yedi sorusu aşağıdadır.
1. Yazar, kendi eserinin başkahramanı olarak
kozmonotu gösterirken niçin onun gerçek şeklini vermiyor. O kozmonot kime, hangi ülkeye
bağlıdır?
2. Kozmonotun ölen kıza karşı olan sevgisi ne
sevgidir? Yazar bu sembolle neyi söylemek istedi? Olay nerede ve ne zaman geçer?
3. Bu haşmetli cenaze, korkunç cenaze alayı
nedir? Yerin, insanoğlunun, güneşin, sevginin
ölümü töreniyle neyi düşünüyor?
4. Bu yıkıntı, bozulma, karanlık, bütün tebiyatın
ağlayışı nedir?
5. Yıkılmış dünyada doğan, ağlayan çocuk kimdir, o neyi istedi?
6. Bu eser hangi gerçekçi malzemeden meydana geldi?
7. Niçin yazar olayın geçtiği yerini, vatanını,
kahramanın ideallerini ima etmekten bile korktu?
Tokombayev ikinci bir yazısında da şiiri yerden
yere vurur. Bir yerde şunu söyler:
“Komunist Eraliyev’in şiirinde ise bizim sovyet
vatanımız, partimiz ve halkımızla ilgili ima bile
yoktur. Eğer bu şiir burjuvazi ideologların eline
geçerse mutlaka seve seve dekadan edebiyatının devam edicisi olarak övgüyle yayımlayacaklardır.”
87
“Serbest eserin” koruyucuları için bunun gibi
olgu özgüdür. Tartışmaya kadar daha çok önce
yazarın eline C. Aytmatov ve Saliyev şiiri kimse
daha eleştirmediği takdirde koruma mesajını
göndermişler. Onlar gelecek eleştiricileri kötüleyici olarak saydılar. Mesajın yazarları bu
şiirin fikir yönünden yanlış olduğunu, edebiyat
bakımından ise çaresiz olduğunu ve şüphesiz
toplum tarafından eleştiriye uğrayacağını önceden bildikleri mantıklı olarak ortaya çıkıyor. Bu
yüzden onlar böyle öfkeli ve vakitsiz korunmaya
hazırlanmışlar. Bu programlı mesajlar iki yazarın adından törenle ve gösteriyle okundu:
Bu “serbest eserin’’ birbirini izleyen ve sırnaşık
koruyucuları olarak Kırgız edebiyatı adından C.
Aytmatov, A. Saliyev, S. Eraliyev söz alıyorlar.
Aslına bakılırsa onlar çeşitli toplantı ve görüşmelerde, cumhuriyet ve merkez basınlarda kendini övmeye, karşılıklı birbirini övmeye, başka
namuslu ünlü yazarları inkâr etmeye ve yerini
kötülemeye çalışıyorlar. Bunu tastiklemek için
bir örnek getirebiliriz.”
Sovyet ideolojisinin Molla Kasım’ı olan A. Tokombayev; hem Eraliyev’i ve onun gerçekten
çığır açan şiiri Cıldızlarga Sayakat’ı, hem de
onu savunan ünlü yazar Cengiz Aytmatov’u
eleştirimekle kalmıyor doğrudan doğruya Kominist Partisi vasıtasıyla tehdit de ediyor.Aynı makalesinden devam edelim :
“Cumhuriyet ideolojik teşkilatları Kırgız Yazarlar
Kurulu hariç C. Aytmatov’un bilerek “Pravda’’
gazetesini aldatmasına isyan ediyorlar. Eninde
sonunda eminim ki “serbest eser’’ teorisini taşıyanlara ve bunları koruyanlara parti cezası
verilecektir”
Aalı Tokombayev’in yukarıdaki makalesine,
eserin savunuculuğunu yaparak olumlu fikirler
belirten ünlü yazar Cengiz Aytmatov karşıt bir
makale ile cevap verir. (AYTMATOV, C, Akın
cönündö (Şair hakkında), Kırgızistan madaniyatı, 1981) Cengiz Aytmatov’un bu makalesi, ”
25.11.1964 tarihli Pravda gazetesinde “Otkrıtiye berega” (Yeni ufukların açılışı) adıyla yer
almıştır. Aytmatov bu polemik makalesinde
kısaca şu tespitleri yapmaktadır :
“Sisli uzaklıkta bilinmedik kıyının gizli olduğu
ve silueti daha net olmadığı kayıkta bulunanlar
arasında mutlaka tartışılacaktır . O kıyı mı ? Öyleyse ona yanaşmak gerekir mi? Orada kayalık
ve tehlike var mı ? Orada duralım mı yoksa yolumuza devam mı edelim Geri dönmek isteyen de var mı ?. O sırada kim uyanık ve gözü
açıksa ve kendi gücüne güvenip cesareti varsa,
o başkaları için kendisini feda edereke istediği amaca ulaşır. Yani yeni bir kıyıyı keşfeder. Kâşif, yoldayken büyük sıkıntılara uğrar, çünkü
keşif zordur.
Böyle bir zorluğu S. Eraliyev de çekmiştir. O sadece Kırgız şiir sanatının değil bütün Türk dilli
edebiyatın yeni ufuk çizgisini keşfetti. Bu yüzden benim gönlümde büyük sevinç yaşıyor. Ben
gerçek ve yüce şiiri sevenler için S. Eraliyev’in
bu eserinin her satırıyla, her harfiyle bütün gönüllere girmesini istiyorum.. Bütün halka, eski
Kırgız şiirinin yeni şekilli sesini duyması için bu
şiiri ezbere okumak istiyorum. Kırgız şiirinin bu yetenekli ressamı hakkında bir şeyler söylemek
istersem önce onun tecrübeli, olgun bir şair
olduğunu beliritmeliyim.. Şairimiz, daha çok
gençken, ikinci dünya savaşa katıldı. Bu onun
gözlerinde o yılların sert mühürü olarak kazındı.
Belki bu savaş insanı, vatanı ve hayatı ona derin
bir duyguyla sevmeyi öğretti.
S. Eraliyev yeni serbest nazım şeklini büyük bir
cehtle yarattı.. Çünkü o da daha önce geleneksel lirik epik tarzda yazıyordu. Onun her satırı
ezgili ve her dokunuşta güzel ses veren nazlıbir tel gibi sağlam kafiyeli aşk efsanesini anlatan
“Ak Möör” adlı uzun şiirini Kırgız okuyucuları
iyice bilirler. Geleneksel şiir yapısını güzel kullanan ve benimseyen bir şairin; heyecanını,
duygusunu, düşüncesini, çağdaş zamanın yeni
konusunu derinlikle, heyecanla ifade etmek için
Kırgız şiirinin biçimini, duyarlılığını ve ritmini
değiştirmesi tabii ki kolay değildir.
S. Eraliyev’in “Yıldızlara Seyahatı”, uzayı fetheden adamın şahsında bir destandır. Daha doğrusu XX. yy’ın büyük adamının monologudur,
onun düşüncesidir, onun dünyaya olan ilişkisi,
felsefisi ve ruhsal niteliğidir. Bu adam, bilimin
zirvesine ulaşmıştır. İçtenlikle o bize kendi dünyasını açınca, onun ne kadar sade, akıllı ve açık
olduğunu; vatanına, tabiata, insanlara olan
sevgisinin ne kadar büyük olduğunu öğreniriz.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
88
Biz onun ruhuyla kuvvetli ve güçlü olduğunu bu
şiirle anlıyoruz. Çünkü insanoğlunun çok zor
tarihinde uzaya uçuşu, onun tarihi devam ettirdiğini belli ediyor. S. Eraliyev’in bu eseri genel
poetik ve teknik bakımından çok cesurdur.. Bu
şiirin değeri, insanlığın timsali olan lirik kahramanın bilgisinde ve duygusunda saklıdır. Aynı
zamanda biz her birimiz bu kahramandan kendimizi ve kendi çağımızı öğreniriz……”
Kırgız Şiiri ve Süyünbay Erayliyev’le ilgili bu değerlendirmemi , Kırgız edebiyatında “serbest
şiir”in ilk örneği olan Cıldızlarga Sayakat şiirinin girişinden bir bölümü paylaşarak bitirmek
istiyorum.
YILDIZLARA SEYAHAT
I
1Start verildi: Kalk! diye./Kırıldı sonsuz yer kösteği./ Ve başladı derin özgürlük!/Bir az sağa
sola sallanarak/Çektiğimde uçarcasına roketimi
/yerin kanı döküldü./Ümitlerin yumuşak elinin
yönettiği şırınga gibi/ yıldızlara doğru yönelıp/
zaman damlamadan tam yerinde donarak/mesafeler çakılan taş gibi hızla arkaya /düşüyor./
Araziler sanki şimdi bitecek/Göğsümle çarpılacak gibi yerın öbür tarafına /kayıp oluyorum
gökyüzünde/ kanadsız yer üstünde yatıyorum/ güçsüzlüğüm/ eskimiş kurallarla karışık/
kıpkırmızı alev olarak vücudumdan düşüyor
soyunup../.Ansızın yenı âlem açılıp yönümden/
tanıdığım âlem kaldı/
/boşlukları sıkarak.
II
Tam sessizlık,/tam sükûnet,/karanlık,/yüreği
üsüten ıssızlık/ sanki kaplayacak gibi beni,/
sanki yutacak gibi beni/Ben ilk önce irkilirim /
buzlu soğuk geceyi vücuduma dökmüş gibi,/
sonra/yine ısınırım/kucağımdan uyanırlar yerde
alışmış yankılar:/yaprak otlar hışırtısı,/yel fısıltısı.../Ezgi söyleyen dağa dönüşürüm,/yine şarkı
söyleyen su olacağım ben./Taşıyın, doğal afet!/
Savrul kaynayıp,/vurarak yeşil gözlü yıldızları./
Neredesiniz, kabiliyet arayan şairler,/dalga kanadında uçan büyük çalgıcılar!/Dinleyın etiri! /
güneş candır,/yıldızlar ufak/çanlardır,/şuleler
kıllardır,/çarpılıp dalgalarına gökyüzünün/yankılanıyorlar./dönüşüp/dünyaca büyük gürültüye/çalınıyor ebedi huzurun senfonisi,/Dinleyin
hepiniz etiri!
Kardeş Kalemler Haziran 2008
III
Yerin kanı gibi tek bir damla/Galaksi damarlarında/hızla koşuyorum,/arayıp onun kalbini.
IV
Yer Annem,/benim uzaktaki yıldızım/neredesin
sen şimdi?/Beni dinliyor musun?
Evet,/evet,/ben de seni dinlemeye başladım:/
Kutsallığın kutsalısın anneciğim,/sevincinden
neyi söyleyeceğini bilemeyip/şaşarak acele ediyorsun./Benim de karıncalanıp tüm bedenim
eriyor,/Az kalsın sana damlayacağım/bu dünyada değerli olan ancak/tek bir senin müphem
çizgindir./Gidecekken kendin uğurlayıp/başımı dilber tutup göğsüne/ne direnir, ne azap
çeker demiştin/“Çocuğu annesini bırakır mı?/
İnsanoğlu hiç gitmeyen zor yoldur/ne olacak
kaderin?!/gönderirim seni, fakat/hayatım nasıl
geçecek?!”/Fakat ben ısrarla demiştim:/“Bir şey
olmaz hiç korkma Anne!”/Ben kendinden yükselmeye başlarken/Yine korktun kaderimden
diyerek:/“Hayır oğlum, hayır seni göndermem!/
dökmüş gibi bedenime kurşunu/hep arkaya /
büyük güçle çekilir/Fakat benim şaşırtıcı düşüncem/Hücûm ederek çevremi/yıldızlardan inerek/yükarıya çekiyor./Bedeninde bütün benim
damarlar/hep devamlı çatırdayıp/kesilmeden
uzuyor./Benimse sevgilerim sana ait,/uzaklaşınca/yağmur gibi/yine sana dökülüyor./o sırada
sana dönen yüreğim/uzaklarda alıyordu nefesi./Affet, Anne, affedin,/gittiğim için bırakıp/ya
Ama anla, insanoğlu/gök altında doğar, büyür/
gök altında cesedini defneder./“Bu dünya nedir?” diye/bilmek için ileriye atıldım.
Defalarca ileriye atılıp
Defalarca düşmüştüm./Hep pencereye “pırr”
diye vurup kendini/dışarıyı isteyen kuş gibi/her
an ümitlerim hücûm ederek/kalbur gibi deliyor
gökyüzünü,/Alp doğurduğun için beni sen/bin
defa yenilsem de/tek bir düşüncem vardı yenilmez./Anlamıştım, Anne, ben de/ilk olarak yol
açmak/her şeyden korkunç olacak,/her şeyden
zor olacak,/ilk olarak yol açmak/Büyük iftihar
olacak
Kırgızca’dan Türkiye Turkçesine uyarlayan
Lira Turdumambetova
89
Sovyetler Birliği Dönemi Folklor
Politikalarının Manas Destanı
Çalışmalarına Etkileri
NEZİR TEMUR*
Richard M. Dorson 20. yüzyılda folklora yönelik politik yaklaşımları “İdeolojik Folklor
Kuramı”1
çerçevesinde
değerlendirmiştir. Dorson’a göre, halk şiirinin millî kimliği
ön plana çıkaran ve koruyucu rolüne dikkat çeken Johann G. Von Herder’in izindeki
Avrupa’nın her ülkesinden bilim adamları yerel ağızlarla söylenen halk masalları ve halk
şarkılarında, halkbilimi konularını geliştiren
edebiyatta ve millî kahramanları anlatan tarih
eserlerinde açığa çıkan halk ruhunu aramışlardır. Folklor, Nazi Almanyasında ve Sovyet
Rusya’da olduğu gibi faşist ve komünist politik
ideolojilerle bütünleştirilmiş ve halkbilimi bu
ideolojilerin geniş halk kitlelerini etkilemesinde propaganda aracı olarak kullanılmıştır.2
Almanya’da Hitler, Sovyetler Birliğinde Lenin
ve Stalin, İtalya’da Musolini, İspanya’da Franco 20. yüzyılda, folkloru yaratmak istedikleri
yeni toplum modelinde bir araç olarak kullanmışlar ve bu liderler folklor ürünlerinde âdeta
kutsanmışlardır.
Çarlığın ve kilisenin folklor ürünlerine karşı
bu yaklaşımı Rusya’da folklora olan ideolojik
yaklaşımın ilk örneği olarak kabul edilebilir.
Bolşeviklerin iktidarda olduğu dönemde ise
folklor ürünleri Sosyalist sistemle çatışmadığı
ölçüde kabul görmüş ve yayımlanmıştır.
Rusya’da halkbilimine ve halk edebiyatına
karşı ilgi diğer Avrupa ülkelerinde olduğu
gibi romantik akımla başlar. Ancak Propp,
kendilerinin romantik akımın görüşleriyle yönlendirilmeye ihtiyaçları olmadığını vurgulayarak kendi çağına ve ülkesinin şartlarına uygun
yeni bir disiplin yaratmanın gerekliliği üzerinde durmuştur. Ayrıca Propp, folklorun politize
edilmesine karşı olduğu yönünde görüşler
öne sürmüştür.3 Rus aydınlarında millet olma
bilinci Napoleon savaşları ile birlikte ortaya
çıkmıştır. Halk edebiyatı ürünlerine Ortodoks
kilisesi mesafeli yaklaşmıştır. Bu eserler Çarlık
ve kiliseyle çatışmadığı sürece yayımlanmıştır.
Rusya’da Türk boylarının folklor ürünlerine
yönelik çalışmaları iki ana döneme ayırmak
mümkündür. İlki Çarlık dönemi; ikincisi ise
Sovyetler Birliği dönemidir. Çarlık Rusyası’nın
Türk topluluklarının folkloruna olan ilgisi bilimsel amaçlardan ziyade, izlediği milliyetler
politikası çerçevesinde işgal etmiş olduğu
veya işgal etmeyi planladığı topraklardaki
Türklerin kültürel yapılarını daha yakından
tanımak istemesidir. Bu bölgelerdeki Türkoloji çalışmalarının şekillenmesinde İlminsky ve
onun öğrencilerinin büyük rolü olmuştur.
1 Richard M. Dorson, Günümüz Folklor Kuramları, Çev. Selcan
Gürçayır, Yeliz Özay, Geleneksel Yay., Ankara 2007 s.25.
2 Doç. Dr. Özkul Çobanoğlu, Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yay. Ankara 1999.
3 Miller, Folklore for Stalin: Russian Folklore and Pseudofolklore of the Stalin Era, M. E Sharpe Armonk, London 1990, s.xi.
Türkistan coğrafyasının 19.yüzyılın sonlarında
Ruslar tarafından tamamen işgalinden sonra
burada yaşayan toplulukların hem daha iyi
tanınması hem de Rus kültürüne ve Ortodoksluğa entegrasyonunun sağlanması amacıyla
bunların kültürel unsurları mercek altına alınmaya başlanmıştır. Bu amaçla Türk topluluklarının sözlü gelenekleriyle ilgili geniş çaplı
ilk derleme çalışmaları seyyahlar ve misyonerlerin de içinde olduğu heyetler tarafından
gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalar neticesinde
Türk halk edebiyatına ait birçok ürün derlenmiş ve Sovyetler Birliği dönemi folklor çalışmaları için zengin bir halk edebiyatı arşivi
miras kalmıştır.
Misyonerlerin çalışmaları neticesinde Eski
Tös ve Ongunlar yerlerini Ortodoks azizlerine
bırakmıştır. Çarlık Rusya’nın misyonerler aracılığıyla sokmak istediği Hristiyanlığa mahsus
kültler -bunların yerini Sovyetler Birliği dö-
∗
Gazi Üniversitesi Türk Dili Okutmanı
Kardeş Kalemler Haziran 2008
90
neminde Lenin, Stalin ve diğer parti liderleri
alacaktır- eski kamlık dini tarafından benimsenip yeni bir şekil almıştır. Kamlık inancının
taşıyıcısı ve koruyucusu olan kamlar bile “Rus
ilhanlarının tahripkâr faaliyetleri karşısında
aciz kaldıklarını” ifade etmişlerdir. Ayrıca
çeşitli Türk boylarının halk edebiyatı ürünlerinde Rus istilasının doğurduğu acılar da dile
getirilmiştir.4 Bunun yanı sıra Manas Destanı hakkında önemli çalışmalarda bulunan
Radloff, destanda adı geçen ak padişah’a
ve Manas’ın ona itaatine(padişah değenge
batır Manas baş koydu.) dair parçaların sırf
Rus memurunu memnun edebilmek için Kırgız halk şairi tarafından uydurulmuş olabileceğini iddia etmiştir.5 Radloff’un derlediği
Manas Destanı’nda Ruslarla ilgili şu ifadeler
geçmektedir:
Cardı barıp bayıgan,
Cılanaç barıp kiyingen,
Açka barıp toyungan
Arık barıp semirgen.
Orustun curtu booruker
Orustan barıp cay algın,
Kiyimin çeçip berüüçü
Orustan catıp olut al.6
Fakir gitti zenginleşti,
Çıplak gitti giyindi,
Aç gitti doydu,
Zayıf gitti tavlandı.
Rus’un yurdu yardımsever
Rus’tan gidip ev alırsan
Giysisini çıkarıp verir
Rus’tan gidip yer al.
Rus işgalinin halk edebiyatına ait türlerin içeriğine olan olumsuz etkisinin yanında, söz
konusu dönemde Türk boylarının halk edebiyatına dair ilk çalışmalar da yapılmıştır. Bu
dönemde Manas Destanı dünya kültür hazinesine dahil edilmiştir.
Manas Destanı’nın derlenmesi ve incelenmesi
sürecini Ekim Devrimine kadarki ve Sovyetler
Birliği devrindeki çalışmalar şeklinde iki safhaya ayırmak mümkündür. Manas’tan ilk olarak 16. yüzyılda Ferganalı Seyfeddin Aksıkenti
ve oğlu Nooruz Muhammed’in7 kaleme almış
olduğu tarihî menkıbeler efsaneler ve dinî nitelikli hikâyelerden oluşan Tarıhtardın Cıynagı adlı eserde bahsedilmiştir. Ayrıca burada
9. ve 15. yüzyıllar arasında meydana gelen
tarihî olaylar anlatılmıştır. Bu eserde Manas’ın
bir destan kahramanı olmadığı tarihî bir kişilik
4 Abdulkadir İnan, “Türk Kavimlerinin Halk Edebiyatında Rus İstilasının Yankıları”, Makaleler ve İncelemeler, C. II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991, s.119.
5 İnan, a.g.e., s.117
6 S. Ibikeyev, Kırgız Elinin Oozeki Adabiyatındagı Ateizmdin
Elementteri, Kırgızstan Basması, Frunze 1966, s.55.
7 Bak. Tarıhtardın Cıynagı (Macmu Atut – Tavorih), (Hazırlayanlar: Moldo Mamasabır Dosbolov ve Omor Sooronov), Bişkek
1996.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
olduğu vurgulanmıştır. Çarlık Rusyası döneminde Manas Destanı’nın derlenmesi ve incelenmesi konusunda iki isim ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki Ç. Velihanov diğeri ise
W. Radloff’tur.
1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi’yle
iktidara gelen Komünist Parti önceliği, kendisine Çarlık Rusyası’ndan miras kalan milliyetler problemine vermiştir. Bu çerçevede kurulan Milliyetler Komiserliği’nin başına Stalin
getirilmiştir. Devrimden önce ve devrimin ilk
yıllarında bu konuda iyimser mesajlar veren
Komünist Parti ve yöneticilerinin daha sonraki
uygulamaları bu iyimser havanın yok olmasına
sebep olmuştur. Milliyetler politikası konusunda 1920’li yılların başında daha hoşgörülü bir
tutum sergilenirken Sovyet merkeziyetçiliğinin
daha da belirginleşmesiyle 1920’lerin sonunda bu tutum katılaşmıştır. Siyaset bilimciler tarafından Stalin diktatörlüğü olarak tanımlanan
Stalinizm kavramı, Marksizm ve Leninizm’in
önüne geçmiştir. Stalin’in önemli amaçlarından birinin de bütün kültürel kimliklerin içerisinde eridiği yeni bir Sovyet Kimliği ya da
Sovyet İnsanı yaratmak olduğu söylenebilir.
Stalin’e göre bu kimliğin dili Rusça olmalıydı.
Sovyetler Birliği’nin izlediği Milliyetler Politikası diğer kültürel ürünlere ve folklora olan
bakış açısını da belirlemiştir. Sovyetler Birliği
döneminde milliyetler politikası çerçevesinde
farklı ulusal kimliklerin oluşturulması yönündeki çalışmalar içerisinde Türklüğün ortak
geçmişinde meydana getirdiği sözlü ve yazılı edebî ürünlerin değişik topluluklara mal
edilmesi önemli bir yer tutmaktadır. Azerî millî
kimliği Dede Korkut Destanı, Nizamî, Fuzulî;
Kırgız millî kimliği Manas Destanı; Türkmen
millî kimliği Köroğlu Destanı, Magtımgulı; Özbek milli kimliği Alpamış Destanı ve Ali Şir Nevai etrafında şekillendirilmeye çalışılmıştır.8
Sovyet dönemi yöneticilerinin “Halk edebiyatı
geçmişteki iktidar tabakasına ait unsurları ihtiva etmektedir. Söz konusu edebiyat sosyalist
topluma karşıt iki güçten, din ve milliyetçilik
8 Doç. Dr. Mehmet Aça, “Orta Asya’da Uluslaşma Süreci ve Türkiyat Araştırmalarında Rus İlminskiy ve Ardıllarının Rolü”, Orta
Asya’nın Sosyo – Kültürel Sorunları: Kimlik, İslâm, Milliyet ve
Etnisite, Haz. Dr. Pınar Akçalı, Dr. Ertan Efegil, Gündoğan Yay., İst.
2003, s.39.
91
akımlarından derin izler taşımaktadır. Rus
masalları ise Çarı ve Çariçeyi gerçek olmayan çizgilerle kahramanlaştırmaktadır.” şeklindeki yaklaşımının bilhassa Türk toplulukları
söz konusu olunca daha da belirginleştirildiği
gözlemlenmiştir. İktidarın folklor ürünlerine
müdahalesinin olmadığı bir dönemde (1917–
1924) Azeri, Başkurt, Kazak, Kırgız, Türkmen
destan külliyatları toplanmış bu dönemde Manas Destanı’ndan iki milyon dize, Özbek halk
hikâyelerinden de 200 tanesi derlenmiştir.9
Ancak 1924’ten sonraki folklor çalışmalarında
iktidarın müdahalesi kendisini hissettirmeye
başlamıştır. Bu tarih aynı zamanda sınırların
çizilmeye ve her topluluğa farklı ulusal kimliklerin dayatılmaya başlandığı bir tarihtir.
Sovyet yönetiminin ilk yıllarında Manas
Destanı’nın araştırılmasında devrime değin
yapılan derlemelerdeki materyaller temel
alınmıştır. 1922 yılında Türkolog P. A. Falev’in
“Kara Kırgızların Destanları Nasıl Oluştu?”10
adlı çalışması “Nayka i Prosveşeniye” adlı gazetede yayımlanmıştır. Falev bu çalışmasında
destanların farklı edebî özellikleri, değişik
Türk boylarının destanları ile karşılaştırarak
incelemiştir. Ayrıca 1920’li yıllarda Manas
Destanı K. Miftakov ve I. Abdırahmanov tarafından derlenmiştir. İ. Abdırahmanov, dört yıl
boyunca usta manasçı Sagımbayla birlikte yaşayarak bu usta manasçıya ait varyantı yazıya
geçirmiştir.
1940’lı yıllarda Manas Destanı’nı inceleme ve
değerlendirme faaliyetleri yoğun şekilde yürütülmüştür. K. Rahmatulin, A. N. Bernştam,
S. M. Abramzom, V. M. Jirmunskiy, M. İ. Bogdanova, Ö. Cakişev, I. Abdırahmanov v.b.
araştırmacıların incelemeleri destanın günlük
meselelere ilişkin yönleridir. 1957 yılında Kırgız SSSR İlimler Akademisinin Dil ve Edebiyat
Enstitüsünde Manas bölümü kurularak, destan
ait materyalleri bir sisteme dâhil edip basıma
hazırlama ve ilmî açıdan destanı inceleme faaliyetlerini yürütmekle görevlendirilmiştir.
1940’lı yılların başından itibaren Manas serisi adı altında bir dizi kitap yayımlanmıştır. Bu
9 Azadovski, a.g.e., s.21
10 Bak. P. A. Falev, Kak Stroitsya Karakirgizskaya Blina, Taşkent
1922.
serinin ilk kitabı “Kanıkeydin Comogu”11 adlı
çalışmadır. I. Abdırahmanov tarafından 1941
yılında hazırlanan ve 228 mısradan oluşan
söz konusu çalışma Sayakbay Karalayev’in
varyantı göz önünde tutularak yazılmıştır.
Aynı yıl yayımlanan başka bir kitap ise “Manastın Balalık Çagı”12 adlı çalışmadır. Togolok Moldo’nun varyantına göre hazırlanan söz
konusu kitapta Manas’ın doğumu, ata binmesi
gibi olaylar kısaca anlatılmıştır.
1941 yılında yine bu seriye ait birçok kitap
hazırlanmıştır. Ibırayım Abdırahmanov tarafından hazırlanan çalışmalar “Alooke Kan”13,
“Makel Döö”14, “Ürgönç”15, “Semeteydin Bukardan Talaska Kelişi”16 adlı kitaplardır. 1474
mısradan oluşan Alooke Kan adlı bölümde
Alooke Kan’ın Kırgız ve Kazaklar’a yaptığı
zulümler anlatılmıştır. Makel Döö adlı kitapta “Çoñ Kazat” epizotunda adı geçen Makel
Döö’nün Manas’la mücadelesi konu edilmiştir.
Ürgönç adlı çalışmada ise Ayçürök’ün hileyle
Semetey’in Akşumkarı’nı alması, Semetey’in
arkadaşları Kançoro ve Külçoro’yu yanına
alıp Akşumkar’ı bulması anlatılmıştır. Kitabın
son bölümünde destanda geçen bazı kelimelerin açıklaması verilmiştir. Bu çalışmada Akmat Rısmendeyev’in varyantı esas alınmıştır.
“Semeteydin Bukardan Talaska Kelişi” adlı
çalışmada Togolok Moldo’nun varyantı esas
alınmış ve Semetey’in diğer varyantlarıyla karşılaştırmalar yapılmıştır.
Manas Destanı’nın etnografik açıdan incelenme işi Rus araştırmacılar tarafından hızla
yürütülmüştür. Etnograf S. M. Abramzon Kırgızların etnografyasının araştırılmasında bir
hayli emek harcayan bilim adamlarındandır.
S. M. Abramzon “Kırgızların Yaratıcılığı”17,
“Kırgızlardaki Askerlik Teşkilatının ve Tekniği11 Bak. Kanıkey’in Comogu, Manas Serisi, Sayakbay Karalayev’in
Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze
1941.
12 Bak. Manastın Balalık Çagı, Manas Serisi, Sagımbay
Orozbakov’un Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1940.
13 Bak. Alooke Kan, Manas Serisi, Sagımbay Orozbakov’un Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1941.
14 Bak. Makel Döö, Manas Serisi, Sagımbay Orozbakov’un Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1941.
15 Bak. Ürgönç, Manas Serisi, Akmat Rısmendeyev’in Varyantına
Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1941.
16 Bak. Semeteydin Bukardan Talaska Kelişi, Manas Serisi,
Bayımbet Abdırahmanov’un Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I.
Abdırahmanov, Frunze 1941.
17 Bak. S. M. Abramzon, Tvorçestvo Kirgizkogo Naroda, Soviet
Etnografiya, 1940.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
92
nin Özellikleri”18, “Manas Destanı’nın Etnografik Muhtevası” adlı çalışmalarında Kırgızların geleneklerini, âdetlerini ve asker toplum
döneminde kullandıkları hukuk kurallarını,
yağmacılara karşı mücadeleleri, giyimleri,
günlük hayattaki araç-gereçlerini araştırmacı
destandan çıkarmıştır. Abramzon, araştırmalarında, Kırgızların Orta Asya ve Güney Sibirya halklarıyla etnogenetik, tarih ve sosyokültürel bağları konuları üzerinde özellikle
durmuştur. Ayrıca 1926-1955 yılları arasında
Kırgızistan’da yapılan çalışmalara çok büyük
katkıları olmuştur. Abramzon, çalışmalarında
sık sık komünizmi övmüş ve Kırgızların komünizm sayesinde medenî bir halk olmaya
başladıklarını söyleyip yazmışsa da, devrin
Kırgızistan Komünist Partisi birinci sekreteri T.
U. Usubaliyev tarafından Kırgızları ve Kırgız
kültürünü bilim âlemine yanlış tanıttığı için
sert bir dille eleştirilmiştir. Usubaliyev’i takip
eden tarihçilerden K. K. Orozaliyev, S. İ. İlyas
ve A. G. Zima da, onu, parti karşıtı çalışmalar
yapmakla suçlamışlardır. Çünkü onlara göre,
boyların-urukların ve halkların sosyo-kültürel
yapılarını, geçmişlerini incelemek, gençlerin
Sovyet vatandaşı olmalarını engelleyici bir
faktördür. Abramzon’a göre Çarlık Rusya’sı,
Rus olmayan milletleri Ruslaştırma siyaseti
yapıyordu. Ancak aynı Abramzon şunları da
yazarak kendisiyle çelişkiye düşer:
“Ekim İhtilâliyle geleneksel Kırgız ailesi yeni
sisteme ayak uydurmaya başlamıştır. Ekim
İhtilaliyle Kırgızların geleneksel çocuk yetiştirme anlayışlarının yerini, Rus kültürü almaya
başlamıştır. Böylece Kırgız köylerinde Sovyet
ailesi oluşmaya başlamıştır. Gençler Rusça
öğrenmeye çok çaba harcıyorlardı. Bazıları
arkadaşları ve tanıdıklarıyla Rusça mektuplaşıyorlardı. Ekim İhtilâli Kırgız hayatını kökten
değiştirdi. Sosyalist düzen çağdaş Kırgız hayatını ortaya çıkarmıştır. Şüphesiz Ekim İhtilâli
Kırgız ekonomisine önemli katkılar yapmıştır.
Çünkü bunun örneklerini, çeşitli şehirlerdeki
fabrika kalıntılarından anlıyoruz.”19
Bütün Avrupa’yı derinden etkileyen ve
1939’da patlak veren İkinci Dünya Savaşı,
18 Bak. S. M. Abramzon, Çertı Voennoy Organizatsii i Tehniki u
Kirgizov, AN SSSR, Frunze 1944.
19 Zekeriya Karadovut, Mustafa Aksoy, “Kırgız Gelenekleri ve Abramzon”, ???
Kardeş Kalemler Haziran 2008
Sovyetler Birliği’nde sosyal bilimlerin bütün
dallarında olduğu gibi folklor çalışmalarına
ve halk edebiyatı ürünlerine de yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu durum Sovyetler Birliği içinde yer alan Türk boylarının folkloruna
yeni bir bakış açısı getirmiştir. Bu dönemde
propaganda konuları değişmiş, Nazilere karşı
savaşan askerleri motive etmek amacıyla halk
şairlerinden vatanseverlik ve kahramanlık temalarının öne çıkarıldığı destan geleneğine
bağlı olarak oluşturulan destanlar ve bunlara
benzetilerek üretilmiş destanlar derlenmeye başlanmıştır. Bu dönemde halk edebiyatı
ürünleri socialist realizm (toplumcu gerçekçilik) anlayışı ile üretilmeye başlanmıştır. Savaş
süresince halk edebiyatı ürünlerinde rejimin
ideolojisinden ziyade kahramanlık ve vatanseverlik motifleri ön plana çıkartılmıştır. Bu
dönemde Sovyet Patriotizm’i (Sovyet Vatanseverliği) icat edilmeye çalışılmıştır. Özellikle
büyük destan kahramanlarının vatanseverlikleri değerlendiren çalışmalar yapılmıştır.
Bu amaçla yapılan çalışmalara örnek olarak
1942 yılında Türkmenistan’da yayımlanan
Dede Korkut, Yusuf – Ahmet, Köroğlu destanları20; Kırgızistan’da Rahmatulin’in, “Uluu Patriot Ukmuştuu Manas (Büyük Vatansever Manas)” adlı kitabı gösterilebilir. Bunların yanı
sıra destan kalıpları içerisinde şiirler yazılmış
ve bu şiirlerde askerler destan kahramanları
ile özdeşleştirilmiştir:
Alıp – Manaş baatırdıy Alıp-Manaş bahadır gibi
Öştüge kilebes katu bol! Düşmana acıma sert ol!
Altay – Buuçay baatırdıy, Altay-Buuçay bahadır gibi
Ölbös möñkü iydelü bol! Ölümsüz ebedî güçlü ol!21
...
Almambettey aybattuu
Almambet gibi heybetli
Çolponbay çıktı kırgızdan.
Colponbay çıktı Kırgız’dan.
Külçorodoy küülöngön
Külçoro gibi kükreyen
Düyşönkül çıktı kırgızdan.
Düyşöngül çıktı Kırgız’dan
Kocoçaştay közgö atar
Kocoçaş gibi gözden vuran
Mergen çıktı kırgızdan.
Nişancı çıktı Kırgız’dan.22
1950’li yıllar büyük Türk destanlarına(Dede
Korkut, Alpamış, Manas Destanı...) halkçı olmadıkları için, daha doğru bir ifadeyle Pantürkist ve Panislamist ideolojileri ihtiva ettikleri
iddiasıyla yapılan karalama kampanyalarının
yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde Sovyet
Bilimler Akademisi, Yazarlar Birliği üyeleri
20 Özkan, a.g.e., s. 172.
21 İbrahim Dilek, Altay Türkleri Edebiyatı, Türk Dünyası El Kitabı,
IV. C., Ankara 1998, s. 451-483.
22 C. Taştemirov, S. Zakirov, Kırgız Elinin Oozeki Çıgarmaçılık
Tarıhının Oçerki (Kırgız Halkının Sözlü Edebiyatının Tarihine
Bakış), İlim Basması, Frunze 1973, s.659.
93
söz konusu destanları mercek altına almış ve
büyük bir titizlikle destanlardaki hakim ideolojiye ters düşünceler taşıdıklarına inanılan
unsurlar(Panislamist ve Pantürkist) ayıklanmıştır. Bu çalışmalar sonucunda harmonize
metinler ortaya çıkarılmıştır.
1952 yılında Manas Destanı ile ilgili büyük
bir konferans düzenlenmiş ve bu konferansta destanın halkçı unsurlar taşıyıp taşımadığı
tartışılmıştır. 6–10 Haziran 1952 tarihinde toplanan konferansta, belirlenen bilim adamlarının ve yardımcılarının hazırladıkları raporlar
doğrultusunda konferansın en önemli meselesi, destanın halkçı olup olmadığı konusunda
yoğunlaşmıştır. Bu konudaki raporlar iki grupta toplanmıştır:
1. Destanın halkçılığı hakkındaki raporlar
2. Manas Destanı’nın varyantlarından tanzim
edilmiş yeni bir metnin (Kurama Varyant) hazırlanması gerektiği konusundaki raporlar23
Konferanstan çıkan önemli kararlardan biri
de Manas Destanı’nın çeşitli varyantlarından
müteşekkil yeni bir Kurama Varyantı’nın
oluşturulmasıdır. Bu doğrultuda 1958 yılında
Kurama Varyant hazırlanarak yayımlanmıştır.
Sagımbay’ın varyantında Türkler’den oluşan
ordu Pantürkist unsur olarak algılandığı için
rejim tarafından Kurama Varyant’ta dağıtılmıştır. Söz konusu varyant her ne kadar şiir
estetiği açıdan bazı bilim adamları tarafından beğeni kazanmışsa da sonuçta bir folklor
metni olmaktan çıkmıştır. Çünkü söz konusu
eser sistem tarafından oluşturulan bir heyet
tarafından hazırlanmış ve çeşitli manasçıların
varyantlarından ayıklamalar yapılarak oluşturulmuştur.
Söz konusu konferansın bizim için asıl ilgi çekici yönü bir folklor metninin sisteme adapte edilmesi için bu kadar büyük bir tartışma
konusu olmasıdır. Fakat aradan geçen zaman
baskıcı bir rejimin bile bir folklor metnini tamamen değiştiremeyeceğini ortaya koymuştur.
1991’den sonra Manas Destanı üzerine yapılan çalışmalarda hiç şüphesiz metnin orijinal
olanı araştırmacılar tarafından tercih edilmiş
ve bundan sonra da tercih edilecektir.
23 Naciye Yıldız , Manas Destanı (W. Radloff) ve Kırgız Kültürü ile
İlgili Tespit ve Tahliller, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,
Türk Dil Kurumu Yayınları: 623, Ankara, 1995.
Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA
Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53
e-posta: [email protected]
Kardeş Kalemler Haziran 2008
KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI
94
Avrasya Yazarlar Birliği
UNESCO -T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı-TÜRKSOY
Doğumunun 1000. Yılı Dolayısı ile
2008 KAŞGARLI MAHMUD YILI
KAŞGARLI MAHMUD
ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI
Türkçenin ilk ansiklopedik sözlüğünü hazırlayan büyük bilgin Kaşgarlı Mahmut’un
Doğumunun 1000. Yılı vesilesiyle, Türkçenin değişik lehçe ve şivelerinin konuşulduğu
ülkelerde yapılmak üzere bir hikâye yarışması düzenlenmiştir.
Yarışma, “UNESCO 2008 Kaşgarlı Mahmut Yılı” programı kapsamında Türkçe
konuşan bütün ülkelerde eş zamanlı olarak yürütülecektir.
“Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması”, Avrasya Yazarlar Birliği’nin
eşgüdümünde, Azerbaycan, Balkanlar (Batı Trakya, Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Romanya) Başkurtistan, Çin, Gagauz Yeri, Irak, İran, Kazakistan, Kırım,
Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Tataristan, Türkiye, Türkmenistan, Çuvaşistan,
Sibirya (Hakasya, Yakutistan, Altay, Tuva) ülke ve bölgelerinde bulunan edebiyat dergileri veya yazarlar birliklerinin işbirliği ile gerçekleştirilecektir.
Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması birinci kademe değerlendirmeleri,
17 jüri ile yapılacaktır. Avrupa’da ve diğer ülkelerde yaşayan Türkler, Türkiye jürisine,
diğer lehçeleri konuşanlar ise dünyanın hangi ülkesinde yaşarlarsa yaşasınlar, hikâye
yazdıkları lehçenin jürisine müracaat edebileceklerdir.
Ayrıca, yarışmaya katılmak için, hikâye yazarının ana dilinde yazması gerekmemektedir; Türk dilinin her hangi bir lehçesini sonradan öğrenenler de kendi yazdıkları lehçenin jürisi aracılığı ile yarışmaya müracaat edebilirler.
Dolayısı ile, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, Kaşgarlı Mahmut Uluslararası
Hikâye Yarışması’na katılmak isteyen, Türk dilinin herhangi bir lehçesini bilen herkese
yarışma açıktır.
Her ülkede, belirtilen dergiler, birlikler aracılığı ile yarışmanın duyuruları yapılacak,
jürileri teşekkül ettirilecek, dereceye girenler belirlenecek ve ödül törenleri yapılacaktır.
Ülkesel derecelendirmelerde ilk üç dereceye girenlere ödül verilecektir. Ayrıca, bir esere
mansiyon verilecektir.
Ülkelerde dereceye girenler belirlendikten sonra, her bölgenin birincileri arasında,
uluslararası bir jürinin yeni bir değerlendirmesi ile UNESCO 2008 Kaşgarlı Mahmut Yılı
Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması dereceleri açıklanacaktır. Uluslararası
değerlendirmede ilk üç ve üç mansiyon ödülü verilecektir.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI
KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI
95
Hikâyelerin uluslararası değerlendirilmesinde şu yol takip edilecektir: 17 jüride dereceye giren birincilerin hikâyeleri, Türkiye Türkçesine çevrilecek ve yarışmanın yapıldığı değişik ülkelerden Türkiye Türkçesi bilen yazarlar arasında kurulacak uluslararası
jüri tarafından değerlendirme yapılacaktır.
Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması
Konu : “Serbest”
Türkiye’de Son Teslim Tarihi: 30 Ekim 2008
Türkiye Derecelerinin Açıklanması: 30 Kasım 2008
Türkiye Türkçesi ile Yazılmış Hikayelerin Gönderileceği Adres:
Avrasya Yazarlar Birliği
Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45. Sokak 13/2 Balgat- Ankara
TEL: +90 312 287 80 43
www.ayb.org.tr
www.kasgarlimahmut.org
e-posta: [email protected]
Türkiye Ödülleri
Birinciye : 500 EU
İkinciye : 300 EU
Üçüncüye : 200 EU
Mansiyon : 100 EU
JÜRİ
1. Emir Kalkan
2. Osman Çeviksoy
3. Aysun Demirez Güneri
4. İmdat Avşar
5. Hüseyin Özbay
YARIŞMA ŞARTNAMESİ
1. Yarışmaya katılacak eserler belirtilen adreslere elden, e posta veya posta yolu ile teslim edilecektir.
2. Yarışmaya katılacak olan eserlerin daha önce hiçbir yarışmada ödül almamış ve herhangi bir yerde yayımlanmamış olması gerekmektedir.
3. Hikâye konusu serbesttir.
4. En çok iki ayrı hikâye ile katılmanın mümkün olduğu yarışmada, gönderilecek
hikâyelerin her birinin en az 300 (üç yüz) en çok 35.000 (otuz beş bin) kelimeden
oluşması gerekmektedir.
5. Yarışmaya gönderilecek hikâyelerin üzerinde sadece rumuz bulunacaktır; rumuz dıKardeş Kalemler Haziran 2008
KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI
KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI
96
şında yarışmacının kimliğini belirten her hangi bir işaret bulunması halinde hikâye
yarışma dışı bırakılacaktır.
6. Yarışmacı, kimliğini, açık adresini ve biyografisi ile birlikte 1 adet fotoğrafını ayrı
bir zarfa koyarak üzerine sadece rumuzunu yazıp, hikâyenin yer aldığı büyük zarfın
içine koyacaktır.
7. Bilgisayarla 12 punto olarak yazılacak hikâyeler, 6 nüsha olarak gönderilecektir.
Ayrıca, daha sonra dereceye giren hikâyeler kitaplaşacağı için, word formatında hazırlanacak hikâye dosyası, CD veya diskete yüklenerek hikâye nüshalarının gönderileceği zarfa konacaktır..
8. Yarışmaya katılan hikâye metinleri, kesinlikle geri verilmeyecek ve metin sahibi, bu
konuda hiçbir hak iddia edemeyecektir.
9. Yarışmada ödül kazanan eserlerin her türlü hakları, Avrasya Yazarlar Birliği
Derneği’ne ait olacaktır.
Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması
Uluslararası Değerlendirme Jürisi
1. Azerbaycan : Anar
2. Balkanlar : Zeynel Beksaç
3. Irak : M. Ömer Kazancı
4. Kazakistan : Fadıl Ali
5. Kırgızistan : Egenberdi Askarov
6. Özbekistan : Tahir Kahhar
7. Türkiye : Ali Akbaş
8. Türkmenistan: Oraz Yağmur
9. Uygurlar : Yusupcan Yasin
Uluslararası ÖDÜLLER
Birinciye : 6.000 EU
İkinciye : 4.000 EU
Üçüncüye : 2.000 EU
Üç Mansiyon : 1.000 EU
Uluslararası ödüller Ankara’da basın toplantısıyla açıklanacaktır.
ÖNEMLİ NOT: Türkiye Türkçesinden farklı lehçelerle yazılan hikayeler, eğer kendi
lehçe jürilerine ulaştırılamaz ise
Avrasya Yazarlar Birliği’ne veya
[email protected] adresine gönderilebilir.
Bu durumdaki hikayeler AYB tarafından ilgili jüriye ulaştırılacaktır.
Kardeş Kalemler Haziran 2008
KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI

Benzer belgeler