Kitabı indirmek için tıklayınız - Eniva :: Enerji ve İklim Değişikliği Vakfi

Transkript

Kitabı indirmek için tıklayınız - Eniva :: Enerji ve İklim Değişikliği Vakfi
1
Bu çalışma, Kadir Has Üniversitesi’nde 2012-İK-02
nolu araştırma projesi olarak yürütülmüştür.
ISBN NO: 978-605-64066-0-7
Editör: Volkan Ş. Ediger
Yazarlar: Attila Çiner, Mehmet Akif Sarıkaya, Volkan Ş. Ediger, İzzet Arı,
U. Serkan Ata, Aslı Özçelik
Redaksiyon: Pınar Özdemir, Deniz Kozat, Çağrı Yıldırım
Fotoğraf ve Şekiller: Alıntılar metin içinde yapılmıştır.
Grafik: Fakülte İstanbul
Baskı ve Cilt: A4 Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. / Sertifika No: 12168
Bu kitabın aşağıdaki şekilde atfedilmesi önerilmektedir:
Volkan Ş. Ediger, editör, 2013. Türkiye’de İklim Değişikliği ve Sürdürülebilir Enerji,
İstanbul, ENİVA-Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı, 145 s.
ENİVA
Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı
Tarihçe
ENİVA (Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı), enerji
kaynaklarının aranması, üretimi, nakli ve
tüketimi süreçlerinde verimliliğin artırılması,
çevrenin korunması ve iklim değişikliğinin
önlenmesine yönelik araştırma-geliştirme,
bilgilendirme ve kamuoyu oluşturma faaliyetlerini yürütmek ve bu faaliyetlerin
sonuçlarını hayata geçirmek amacıyla, Prof.
Dr. Volkan Ş. Ediger, Av. Murat Yazıcı, Sn.
Rıfat Sinan Erer, Dr. Rıza Kadılar, Sn. Orhan
Duran, Sn. Haluk Aydemir ve Sn. Seyfettin
Türkekul tarafından 27 Nisan 2010 tarihinde
Ankara’da kurulmuştur.
Faaliyetler
Enerji kaynaklarından, kömür, petrol ve
doğalgaz gibi geleneksel fosil yakıtlar ile asfaltit, petrol ve gaz şeyili ve petrol kumtaşı
gibi geleneksel olmayan fosil yakıtların; biyokütle, hidrolik, jeotermal, hidrojen, rüzgâr,
güneş, dalga, akıntı ve benzerlerinden
oluşan yenilenebilir enerji kaynaklarının ve
bu kaynaklardan ikincil olarak elde edilen
elektrik enerjisinin aranması, rezerv ve potansiyellerinin belirlenmesi, geliştirilmesi,
üretilmesi, işlenmesi, rafinajı, çevrimi,
kara, hava, deniz yolları ve boru hatlarıyla
taşınması, iletim ve dağıtım şebekeleriyle nakledilmesi, pazarlanması ve tüketimini kapsayan her türlü enerji faaliyeti ile bu faaliyetlerde verimliliği artırıcı, çevreyi koruyucu ve
iklim değişikliğini önleyici tedbirlerin alınması
konularında Ar-Ge projelerini yürütmek ve
sonuçlarının hayata geçirilmesini sağlamak.
Mütevelli Heyeti
• Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, Kadir Has
Üniversitesi
• Nusret Cömert, Shell Enerji A.Ş.
• Av. Murat Yazıcı, Yazıcı Hukuk Bürosu
• Rıfat Sinan Erer, Palet İnşaat ve Ticaret A.Ş.
• Dr. Rıza Kadılar, Natixis Pramex International
• Orhan Duran, Genel Enerji A.Ş.
• Seyfettin Türkekul, Soyak Enerji Yatırım A.Ş.
• Yeşim Meltem Şişli, Soyak Enerji Yatırım A.Ş.
• Haluk Aydemir, Opalit Ticaret ve Sanayi
Ltd. Şti.
Yönetim Kurulu
• Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, Başkan
• Nusret Cömert, Başkan Yardımcısı
• Av. Murat Yazıcı, Sayman
• Dr. Rıza Kadılar, Üye
• Yrd. Doç. Dr. Gökhan Kirkil, Üye
5
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Volkan Ş. Ediger
9
Bölüm I
Buzullar ve İklim Değişikliği: Geçmiş, Günümüz ve Gelecek
Glaciers and Climate Change: Past, Present and Future
Attila Çiner ve Mehmet Akif Sarıkaya
19
Bölüm II
İklim Değişikliğinin Türkiye’deki Etkileri: Bilimsel Veriler
Effects of Climate Change in Turkey: Scientific Evidences
Volkan Ş. Ediger
61
Bölüm III
Enerji Kaynaklı Emisyonların Tarihsel Gelişimi ve Ekonomisi
Historical Development and Economics of Emissions from Energy
İzzet Arı
81
Bölüm IV
Sürdürülebilir Enerjinin Finansmanı
Sustainable Energy Finance
U. Serkan Ata
99
Bölüm V
Türkiye İçin Karbon Piyasası Modeli Önerisi
A Carbon Market Model Proposal for Turkey
Aslı Özçelik
121
Bölüm VI
Özgeçmişler
141
7
Önsöz
Volkan Ş. Ediger1
Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi, Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölüm Başkanı, Strateji Geliştirme ve Araştırma Koordinatörü.
ENİVA-Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı Kurucu Başkanı. [email protected], [email protected]
1
9
Küresel iklim değişikliği konusunda günümüze
kadar gerçekleştirilmiş en başarılı uluslararası
girişim olan Kyoto Protokolü, BMİDÇS
(Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve
Sözleşmesi) kapsamında görüşüldükten
sonra 11.12.1997 tarihinde imzalanmış,
daha sonra 55 ülkenin onaylamasıyla
16.02.2005’te yürürlüğe girmiştir. İlk defa
karbondioksit salımına sınırlama getirerek
salım azaltımını sağlayabilmek için çeşitli piyasa
mekanizmaları uygulaması getiren bu protokolü günümüzde 191 ülke imzalamış ve
parlamentolarında onaylayarak yürürlüğe
koymuştur. Fakat bu ülkelerden sadece 37
tanesi sera gazı emisyon azaltma
yükümlülüğü almış olup, 2008-2012 döneminde
sera gazı emisyonlarını 1990 düzeyine göre
toplam olarak %5,2 oranında azaltmayı
kabul etmişlerdir. Günümüzde gelinen
noktada ise, Ek-1 (Annex I) adı verilen bu
sanayileşmiş ülkeler bu dönemde sadece
%4,2’lik bir azaltım sağlayabilmişlerdir.
Kyoto Protokolü’ne göre 2008-2012 protokolün
ilk yükümlülük dönemi olup, ikincisi ise
2013-2020 arasında gerçekleşecektir. Fakat,
2012’de ikinci yükümlülük dönemi için
protokolde değişiklik yapılmasına rağmen,
bu değişiklik ülkelerce onaylanmadığı için
henüz yürürlüğe girmemiştir. Üstelik, birinci
dönemde yükümlülük altına girmiş bulunan
37 ülkeden Japonya, Yeni Zelanda ve Rusya
ikinci dönemde yükümlülük almayacaklarını,
Belarus, Kazakistan ve Ukrayna da protokolden
çekilebileceklerini ya da ikinci dönemi ülkelerinde
yürürlüğe koymayacaklarını açıklamışlardır.
Gelişmiş ülkelerden ikinci dönem hedefleri
bulunmayan iki ülke ise Kanada ve ABD’dir.
Bunlardan Kanada, Kyoto Protokolü’nden
resmen çekilen ilk ülke olmuştur. 13.12.2011
10
tarihinde Kanada’nın Kyoto Protokolü’nden
2012’den itibaren çekileceği konusunda bir
açıklama yapan Kanada Çevre Bakanı Peter
Kent, ülkenin bu kararıyla 7 milyar dolarlık
tasarruf sağlayacağını öne sürmüştür.
ABD ise protokolü hiçbir zaman onaylamamıştır. Başkan Bill Clinton 1998’deki
“State of the Union” adlı halka seslenişinde,
en büyük çevresel sorunun dünya çapındaki
küresel iklim değişikliği sorunu olduğunu vurgulayarak protokolü imzalamasına rağmen,
ABD Kongresi ekonomik gerekçelerle
buna şiddetle karşı çıktığından Clinton
tasarıyı hiçbir zaman onay için Senatoya
gönderememiştir. Daha sonra göreve gelen
Başkan George W. Bush da, ekonomilerini olumsuz yönde etkileyeceği ve işsizliği
artıracağı gerekçesiyle, ABD’yi protokolden
tamamen çekmiştir.
Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen,
uluslararası topluluğun özellikle AB’nin
liderliğinde yoluna devam etmesi ilginç bir
gelişme olmuştur. ABD gibi dönemin başat
gücü konumundaki güçlü bir ülkenin hilafına
uluslararası girişimlerde bulunulması hiç de
alışılmış bir gelişme olmamış ve protokol
ABD’siz de yürürlüğe sokularak görüşmeler
sürdürülmüştür.
Kyoto Protokolü’nün sona erdiği bu günlerde
gelinen noktanın başarılı olup olmadığı ve
iklim değişikliği konusunun geleceğinin ne
olacağı geniş kesimlerce tartışılmaktadır.
Birinci dönemde 37 ülke tarafından üstlenilen
%5,2’lik hedefin %4,2’de kalmasının yanı
sıra, salımların 1997’den beri %35 oranında
artmış olması 16 yıldır gösterilen gayretlerin
sonucu açısından oldukça düşündürücüdür.
Söz konusu emisyon artışının nedeninin başta
Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte
olan ülkelerin enerji tüketimindeki hızlı artış
olması da üzerinde hassasiyetle düşünülmesi
gereken önemli bir konudur. Çin, 20. yüzyılın
başından beri dünyanın en büyük enerji
tüketicisi konumunu koruyan ABD’yi Batı
dünyasını derinden etkileyen 2008 krizinin
hemen ardından tahtından ederek dünyanın
en büyük enerji tüketicisi durumuna gelmiş ve
sadece enerji tüketiminde değil aynı zamanda
–büyük oranda kömür kullanımından kaynaklanan- sera gazı salımında da bir numaralı
ülke olmuştur. Benzer şekilde Hindistan da
sıralamada üçüncü konuma gelmiş, ABD
ise her iki kategoride de ikinciliğe itilmiştir.
Kyoto Protokolü’nün yürürlükten kalktığı
2012 sonrasında ciddi bir karmaşa başlamıştır.
28 Kasım-12 Aralık 2011 tarihleri arasında
Durban’da gerçekleşen 17. İklim Değişikliği
Taraflar Konferansı’nda, AB temsilcileri
Kyoto Protokolü’nü 2017’ye kadar uzatma
isteklerini resmen açıklamışlarsa da, diğer
ülkelerden yeterli karşılığı bulamamışlardır.
Avrupa Birliği, bir yanda büyük bir kararlılıkla
önceki tavrını sürdürürken, diğer yanda
uluslararası alanda liderlik yapabilecek siyasi
ve ekonomik gücünü büyük ölçüde yitirmiş
görünmektedir. İklim değişikliği konusunun
bir anlamda sahipsiz kaldığı düşünülebilir.
Bu kitap işte böyle bir ortamda hazırlanarak
Türk kamuoyuna sunulmuştur. İklim değişikliği konusundaki gayretlerin beyhude olduğu,
bu tür çalışmaların artık anlamsız ya da gereksiz olduğunu düşünenler olabilir. Hatta,
sayıları azınsanmayacak düzeyde olan bir
takım görüşler gibi, “iklim değişikliği ülke
olarak bizim sorunumuz değil, biz kirletmedik
ki temizlemeye çalışalım” ya da “asıl sorumlu
olanlar vebalini ödesin, biz zaten dünyanın
en az salımlarından birini yapıyoruz” tezleri
savunulabilir. Gerçekten de, Çin ve ABD atmosferdeki sera gazı salımının aşağı yukarı
eşit olarak yaklaşık %40’ından sorumlu iken,
Türkiye’nin salımı %1’in bile altındadır.
Çeşitli kişi ve kuruluşlarca sıkça dile getirilen
diğer bir husus da, Türkiye’nin önündeki en
büyük sorunun enerji tüketerek havayı kirletmekten ziyade tüketecek enerji bulmak
olduğudur. 2011’de 32,2 milyon tep (tonpetrol-eşdeğeri) yerli üretime karşılık 90,2
mtep’lik enerji ithal edilmiş ve dolayısıyla
114,4 mtep olan birincil enerji arzının
% 78,9’u ithalatla karşılanmıştır. Enerji ithalatına ödenen meblağ da 60 milyar doları aşmış bulunmaktadır. Cari
açığın enerji ithalatından kaynaklanıp
kaynaklanmadığı konusu tartışıla dursun,
dış ticaret açığının %70’i enerji ithalatından
oluşmaya başlamıştır. Bu kadar büyük orandaki ithal enerjiye bağımlılığın sürdürülebilir
bir kalkınmayı imkansızlaştırmasa da çok
zorlaştırdığı ortadadır.
Türkiye bütün bu gerekçeleri açık veya
kapalı bir şekilde düşünerek ya da hissederek ama daha çok OECD ülkesi olmasından
dolayı Ek-1 listesine dahil edilmesini gerekçe göstererek, Kyoto Protokolü’nü onaylamayan ABD’den sonra ikinci ülke olma
sıfatını yıllardır korumayı başarmıştır. 2001
yılında Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar
Konferansı’nda (7th Conference of Parties)
Ek-1 listesinden çıkarılmasından üç yıl sonra
ancak 24.05.2004 tarihinde BMİDÇS’ye
taraf olmuştur. 17.02.2009 tarihinde de
5836 sayılı kanunla Kyoto Protokolü’nü
mecliste onaylamıştır. Onayın Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne sunulmasının
ardından da 26.08.2009 tarihinde protokole
resmen taraf olunmuştur.
11
Kyoto Protokolü’ne bu kadar geç taraf
olunmasına rağmen ülke olarak iklim değişikliği konusunda bazı önemli adımlar atılmıştır.
2004’te Çevre ve Orman Bakanlığı’nın
koordinasyonunda İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu’nun kurulmasının ardından,
BM’ye iklim değişikliği konusunda ilk ulusal
bildirim 2005’te yapılmış ve ilk Gönüllü Karbon Piyasası projesi gerçekleştirilmiştir. Bir
çok benzer girişimden sonra 2010-2020
dönemini kapsayan Ulusal İklim Değişikliği
Stratejisi de Mayıs 2010’da tamamlanmıştır.
Yapılanlar eksik bulunabilir ama enerjide
ithalata bağımlılığı azaltmanın en önemli
yollarından biri olan enerjinin etkin ve verimli
kullanılması konusunda bazı adımlar atıldığını
inkar etmek mümkün değildir. En azından
21. yüzyılda sürdürülebilir bir kalkınma için
gerekli olan enerji yoğunluğunun düşürülerek
enerjinin daha verimli ve temiz tüketilmesi
teşvik edilmektedir. Dolayısıyla, bu konuda
yapılanları küresel iklim değişikliği çerçevesi
yerine en azından Türkiye özelinde sürdürülebilir enerji gelişimine doğru atılan adımlar
olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Bu çalışma, esas itibarıyla, bu görüşlerin paralelinde hazırlanmış ve özel olarak Türkiye’ye
özgü verilerin sergilenmesi amaçlanmıştır.
Böylece, uluslararası alanda birçok çalışma
varken sadece Türkiye’ye özgü bir çalışma
ilk defa gerçekleştirilmektedir. Bunun için
de, kurucu başkanlığını üstlendiğim Enerji ve
İklim Değişikliği Vakfı’nın (ENİVA) seçilmesi
tesadüf değildir. 27.04.2010 tarihinde bir
grup arkadaşla birlikte kurduğumuz vakıf,
esas itibarıyla “Enerji kaynaklarından, kömür, petrol ve doğalgaz gibi geleneksel fosil yakıtlar ile asfaltit, petrol ve gaz şeyili ve
petrol kumtaşı gibi geleneksel olmayan fosil
12
yakıtların; biyokütle, hidrolik, jeotermal, hidrojen, rüzgâr, güneş, dalga, akıntı ve benzerlerinden oluşan yenilenebilir enerji kaynaklarının
ve bu kaynaklardan ikincil olarak elde edilen
elektrik enerjisinin aranması, rezerv ve potansiyellerinin belirlenmesi, geliştirilmesi,
üretilmesi, işlenmesi, rafinajı, çevrimi,
kara, hava, deniz yolları ve boru hatlarıyla
taşınması, iletim ve dağıtım şebekeleriyle
nakledilmesi, pazarlanması ve tüketimini
kapsayan her türlü enerji faaliyeti ile bu faaliyetlerde verimliliği artırıcı, çevreyi koruyucu ve
iklim değişikliğini önleyici tedbirlerin alınması
konularında Ar-Ge projelerini yürütmek ve
sonuçlarının hayata geçirilmesini sağlamak”
amacıyla faaliyette bulunmaktadır.
Bu çalışmayı gerçekleştirmemize izin veren
ENİVA Yönetim Kurulu’na ve desteklerini
eksik etmeyen Mütevelli Heyeti’ne vakfın kurucu başkanı, kitabın editörü ve yazarlarından
biri olarak şükranlarımı sunarım. Ayrıca,
konuyla ilgili 2012-İK-02 nolu araştırma
projesinin oluşturularak, çalışmaların yürütülmesine olanak sağlayan Kadir Has
Üniversitesi’nin Rektörü Prof. Dr. Mustafa
Aydın ve diğer ilgili personeline de teşekkür
ederim. Bu değerli çalışmayı yoğun işlerinin
arasında gerçekleştirerek, ülkemizin önemli
bir açığının kapanması için yoğun emek harcayan, her biri konularında değerli bir uzman
olan yazarlara ve editörlük görevim sırasında
her konudaki en büyük destekçilerim olan
Kadir Has Üniversitesi Strateji Geliştirme
ve Araştırma Koordinatörlüğü personelinden Pınar Özdemir ve Deniz Kozat ile Misafir Araştırmacı Çağrı Yıldırım da her türlü
övgüye layıktır.
Türkiye’de İklim Değişikliği ve Sürdürülebilir
Enerji başlığını taşıyan bu kitap, esas olarak
ülkemizdeki iklim değişikliğini konu edinmektedir. Ian Morris’in, tarihin trendlerini inceleyerek geleceğe ışık tuttuğu Why the West
Rules~For Now başlıklı kitabında ayrıntılı bir
şekilde izah ettiği gibi, insanoğlunun emekleme döneminden modern birey oluşuna
doğru gelişiminde iklim değişikliği çok önemli
roller üstlenmiştir.2 Jeologların, 1830’lu
yıllarda, Avrupa ve Kuzey Amerika’da görülen
millerce uzunluktaki sedimanter oluşumların
buzulların çekilmesiyle oluştuğunu bulmaları
üzerine ortaya çıkan “buzul çağı” (ice age)
kavramı, iklim değişikliği ve bu değişikliğin
insanlık üzerindeki etkileri konusunu daha iyi
anlamamızı sağlamaktadır.
Morris’e
göre,
Sırplı
matematikçi
Milankoviç’ten öğrendiğimiz kadarıyla, diğer gezegenlerin çekim güçleri nedeniyle dünyanın yörüngesi tam daire şeklinde
olmayıp, her 100.000 yılda bir devresel olarak daireselden elipsele doğru
değişmektedir; yörünge 100.000 yıl önce
bugünkü gibi neredeyse daireseldi. Benzer
şekilde dünyanın ekseninin açısı her 22.000
yılda, dünyanın eksen etrafındaki dönüş
rotası da her 41.000 yılda bir değişmektedir.
100.000 yıllık Milakoviç döngüleri yüzünden dünyanın güneşten aldığı ortalama
solar radyasyonun
miktarı ve dağılımı
değişmektedir. Yerküre, yörüngenin eliptik olduğu durumlarda normalden daha
çok radyasyon alıp yeryüzünde düzensiz dağılırken, yörüngenin dairesel olduğu
dönemlerdeki radyasyon daha az olup
daha düzenli dağılmaktadır. Bu değişimlere
iki önemli jeolojik trend eklenenince ortaya
ciddi sonuçlar çıkmaktadır. Birincisi, son
50 milyon yılda plaka hareketleri nedeniyle karaların çoğu ekvatorun kuzeyinde
toplanmış ve böylece kuzey yarımkürede
2
karaların, güney yarımkürede de denizlerin
hakimiyeti artmıştır. Bu durum solar radyasyonun mevsimsel değişiminin etkilerini daha
da artırmaktadır. İkincisi de, aynı dönemde
volkanik faaliyetlerde görülen azalmalar
nedeniyle atmosferdeki CO2 miktarında
kaydadeğer düşüşler görülmüş olup, bu da
yerkürenin soğumasını sağlamıştır. Jeolojik
zamanın çoğunda, kış aylarında kutuplarda kar yağışıyla buzullar oluşmakta fakat
yaz aylarındaki ısı onların hepsini eritecek
yükseklikte olmaktadır. 14 milyon yıl önce,
güney kutupta yerküre o kadar soğumuştur
ki kutuplardaki buzulları yaz güneşi eritemez
hale gelmiştir. Daha çok kara olan kuzey kutupta ise, buzullar daha kolay eriyordu ama
burada da kış 2,75 milyon yıl önceki iklim
buzulların yıl boyunca erimeden kalmasını
sağlayacak kadar soğuk geçmişti.
Bütün bu değişimlerin sonuçları insanlık
için müthiş oldu. Milankoviç döngüleri
yeryüzüne daha az solar radyasyon gelmesine ve dengeli dağılmasına neden olunca
kuzey kutuptaki buzullar güneye, Avrupa’nın
kuzeylerine, Asya’ya ve Amerika’ya doğru
ilerlemeye başladı. Dünya artık, sayıları
40-50’yi bulan buzul çağlarına girmişti.
Bunlardan, 190.000-90.000 yıl öncesinde
görülen iki tanesinin insan evrimi için önemli
büyüktü. Oldukça zor şartların oluştuğu
bu dönemlerde insansı canlılar yaşamlarını
sürdürebilmek için mutasyona tabii kalarak,
beyinlerini geliştirmek zorunda kaldılar.
Proto-insanların çoğunun yok olması yüzünden az sayıda kalıntı bulabildiğimiz bu
dönemde, bazılarına göre 100.000 yıl önce
sadece 20.000 civarında Homo sapiens
sağ kalmayı başarabilmişti. Fakat Homo
sapiens’in bu kötü talihi 70.000 yıl önce
değişti ve Afrika’nın doğusu ve güneyinde
Ian Morris, 2010. Why the West Rules~For Now. Profile Books, Londra, s. 64-66.
13
daha sıcak ve yağışlı bir iklim hakim olmaya başladı. Artık avcılık ve toplayıcılık çok
kolaydı ve bu sayede birkaç bin yılda ciddi
gelişmeler sağlandı. İlk tarım toplumuna
da yaklaşık 10.000 yıl önce, Güneydoğu
Anadolu’nun da içinde olduğu ve “Bereketli
Hilal” (Fertile Crescent) adı verilen bölgede
geçildi.
14
Görüldüğü gibi iklim değişiklikleri, özellikle
de buzul çağları insanoğlunun ilk günlerinden beri yaşamsal etkilere sahiptir. Bunun
için önce genel olarak iklim değişikliği konsepti ile özel olarak jeolojik çağlar boyunca görülen iklim değişiklikleri ele alınmış,
Türkiye’deki iklimin geçmişi, bugünü ve
geleceği değerlendirilmiştir. Günümüzde
Türkiye’de gözlenen iklim değişiklikleri ile
geleceğe muhtemel uzantılarıyla birlikte değişimlerin etkileri de bilimsel veriler
ışığında kitabın başlarında verilmiştir. Daha
sonra iklim değişikliklerine neden olan sera
gazı salımlarının tarihsel gelişimleri enerji
tüketimi çerçevesinde incelenerek gelecek
trendler hakkında yorumlar yapılmıştır. En
sonunda da sera gazı salımlarını azaltacak
enerji projelerin finansmanı ile karbon ticareti
ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Her bölümün
sonunda da sonuç ve önerilere yer verilmiştir.
önemli veriler sunmaktadır. Dünyanın birçok
yerindeki buzullarda yapılan sondajlar, özellikle son 700 bin yıllık dönemdeki iklime
ışık tutmaktadır. Çiner ve Sarıkaya’nın bu
çalışması Türkiye’nin özellikle son 25 bin
yılda geçirdiği iklim değişikliklerini açıklaması
bakımından çok önemlidir. Moren adı verilen
buzul çökellerinden elde edilen kozmojenik yaş tayinlerine göre, 20-25 byö (bin yıl
önce) hüküm süren son buzul maksimumunda ülkemiz, günümüzden 8-11°C daha
soğuk bir iklimin etkisi altındadır. Geç Buzul
Dönemi’nde (14-15 byö) sıcaklıklar, günümüze göre 4,5-6,4°C daha düşük, yağışlar
ise günümüzden %50 daha fazladır. Erken
Holosen Dönemi’nde (8-10 byö) yağış
miktarı günümüze göre iki misli daha yüksek olup, sıcaklıklar yüzyılda 1,44°C olacak
şekilde çok hızlı bir şekilde yükselmiştir.
Son olarak, 4 byö kadar uzanan Geç Holosen Dönemi ise 2,4-3°C’lik bir sıcaklık
düşüşünü ve günümüz şartlarına yakın bir
yağış durumunu ortaya koymaktadır. Çiner
ve Sarıkaya’nın çalışması bizlere, doğal
olarak değişen iklimdeki insan kaynaklı
değişimlerin önemine işaret ederek, gelecek
planlamalarındaki iklim öngörülerinin ne kadar önemli olduğunu çok açık biçimde göstermektedir.
Birinci bölümde Prof. Dr. Atilla Çiner ve Doç.
Dr. Mehmet Akif Sarıkaya, “Buzullar ve İklim
Değişikliği: Geçmiş, Günümüz ve Gelecek”
konulu çalışmasıyla, jeolojik tarihçe boyunca
yerkürenin geçirdiği iklim değişikliklerini buzullar temelinde gözler önüne sermektedir.
Bilindiği gibi, buzullar, iklim değişikliklerine
verdikleri ilerleme ve çekilme gibi doğrudan
ve hızlı tepkilere ilaveten çok yaygın olarak
bulunmaları nedeniyle, geçmiş iklim
değişikliklerinin anlaşılması açısından çok
İkinci bölümde Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, İklim Değişikliğinin Türkiye’deki Etkileri: Bilimsel Veriler” konulu çalışmasında
konuyla ilgili olarak Türkiye hakkındaki
mevcut bilimsel verileri sunmaktadır. Yazara göre, iklim değişikliği sorununun insan kaynaklı ve küresel olması, ülkeler
arasında yardımlaşmanın sağlanmasını
kolaylaştırarak uluslararası düzeyde çok
önemli işbirliklerinin gerçekleşmesine neden olurken, ortaya çıkacak sorunlarla
baş edilmesi esas olarak yerel çözümlerle
olmak zorundadır. Olaya yeşil ekonomi
çerçevesinden bakıldığında ise, küresel
iklim değişikliğinden çok, sürdürülebilirliğin
artırılması, doğal kaynakların daha verimli
tüketilmesi ve sistemin daha etkin ve verimli
işletilmesi konuları ön plana çıkmaktadır. Bu
nedenle, her ülke iklim değişikliği konsepti
çerçevesinde ortaya çıkacak sosyal ve ekonomik etkileri ayrıntılı olarak değerlendirmek
zorundadır. Fakat, Türkiye’ye özgü bilimsel
veriler değerlendirildiğinde, gelişmiş ülkelere
göre zaten az sayıda olan bilgilerin ulusal
ve uluslararası dokümanlarda yeterince
kullanılmadığı görülmektedir. Mevcut bilgilere göre, iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek ülkeler arasında gösterilen Türkiye’de
bazıları olumlu ama pek çoğu olumsuz
etkiler söz konusudur. Olumsuz etkilerin
başında, kuraklık ve çölleşmeye bağlı olarak
tahıl üretimindeki azalma gelmektedir. Bu
nedenle, 21. yüzyılda daha güçlü olabilmek
için, bilimsel ve teknik bilgilere dayanılarak
oluşturulmuş uzun vadeli stratejilerin
geliştirilerek uygulamaya konulması gerekmektedir. İklim değişikliği konusunda yürütülen faaliyetlere bilimsel ekipler de katılmalı
ve onların çalışmalarına, belirli bir sistem
dahilinde devletçe desteklenerek, strateji
dokümanlarında daha fazla yer verilmelidir.
İzzet Arı tarafından kaleme alınan “Enerji
Kaynaklı Emisyonların Tarihsel Gelişimi
ve Ekonomisi” başlıklı üçüncü bölümde,
Türkiye’de 1990–2010 yılları arasında
kullanılan birincil enerji kaynaklarının değişimi, bu kaynakların sektörel kullanımları ve
buna bağlı olarak sera gazı emisyonlarının
gelişimi incelenmiştir. Söz konusu dönemde,
enerjiyi kullanan üç ana sektör olan çevrim
ve enerji, imalat sanayi ve ulaştırmanın
emisyon yoğunluğunun değişimi analiz
edilmiştir. Ayrıca, ekonomik büyüme, enerji
talebi ve nüfus artışının sera gazı emisyonları
üzerindeki etkisi de incelenmiştir. Arı’nın
çalışmasına göre, 1990-2010 döneminde,
Türkiye’deki sera gazı emisyonlarının %98,
enerji tüketiminin %100 ve gayri safi yurtiçi
hasılanın da %92 oranında arttığı görülürken,
enerji, emisyon ve karbon yoğunluklarında
görülen değişim sınırlı olmuştur. Türkiye’nin
iklim değişikliğiyle mücadelede emisyon ve
karbon yoğunluğunu düşürmesi için yenilenebilir enerjiye ve enerji verimliliğine daha
fazla yatırım yapması gerekmektedir.
Kitabın finansmanla ilgili bölümü U. Serkan Ata tarafından “Sürdürülebilir Enerjinin Finansmanı” başlığıyla yazılmıştır.
Türkiye’nin yenilenebilir enerjiye ilişkin
hedeflerine ulaşması için önemli bir finansman ihtiyacının karşılanması gerekmektedir.
Yazara göre, bunun için sermaye piyasaları,
iki ve çok taraflı kalkınma bankaları, kamu
finansman mekanizmaları, karbon piyasaları
ve iklim değişikliği finansmanı gibi kaynaklar etkin olarak kullanılmalıdır. Özellikle yenilenebilir enerji santrallarının toplam kurulu
gücünün artmasına bağlı olarak oluşacak
finansman kısıtlarının ortadan kaldırılması
ile güneş ve biyokütle enerjisi gibi maliyetleri yüksek teknolojilerin daha yaygın
olarak kullanılması için bu tür finansman
kaynaklarının ve yeni finansman modellerinin
önemli bir katkısı olacaktır. Diğer taraftan,
Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımları her
ne kadar yüksek getiri oranlarına sahip olsa
da istenilen düzeyde hayata geçirilememektedir. Ata’ya göre, bu durumun en önemli
nedenlerinden biri de yatırımların finansmana erişiminin kısıtlı olmasıdır. Dolayısıyla,
Türkiye’nin enerji yoğunluğunun 2023 yılı
15
itibarıyla %20 oranında azaltılmasına yönelik hedefinin hayata geçirilmesi için enerji
verimliliği yatırımlarının finansmana erişimine
yönelik engellerin ortadan kaldırılması ve
E-nerji
Verimliliği
Danışmanlık
(EVD)
şirketlerini içeren finansman modellerinin etkin bir şekilde kullanılması gerekmektedir.
Kitabın son bölümü ise özel olarak karbon
piyasasına ayrılmıştır. Dr. Aslı Özçelik’in kaleme aldığı “Türkiye İçin Karbon Piyasası
Modeli Önerisi” başlıklı çalışmada, Türkiye’nin
özel şartları çerçevesinde ülkeye özgü bir
karbon piyasası modelinin neleri içermesi
gerektiği ve paydaşların kazanımlarının neler
olabileceği sorularına yanıt aranmaktadır.
Özçelik’e göre, iklim değişikliği çağımızın
en ciddi ve karmaşık problemlerinden biri
olup, problemin kaynağı olan, insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazlarının kontrolünde, “yasakla ve yönet” yaklaşımı yeterli
sonuç vermemektedir. Bu nedenle, alternatif
16
ya da paralel olarak kullanılabilecek bir takım
piyasa mekanizmaları geliştirilmiştir. Ekonomik göstergeleri aksini işaret ettiği halde,
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve
Sözleşmesi’nin gelişmiş ülkeler listesi olan
Ek-1 listesinde yer alan Türkiye, özel şartlara
sahip ülke konumunun getirdiği bazı engellemeler nedeniyle, uyum piyasalarından
hak ettiği şekilde yararlanamamıştır. Yazara göre, buna rağmen, gönüllü piyasalar
için geliştirdiği emisyon azaltımları ile oyunun kuralları hakkında yeterince deneyim
sahibi olunmuş ve böylece 2015 sonrası
oluşacak yeni dönemde gerekli olabilecek
kapasiteyi oluşturabilmiştir. Kyoto Protokolü
sonrasındaki yeni döneme hazırlık olması
bakımından ve sürdürülebilir bir ülke ekonomisi hedefi doğrultusunda, ülke şartlarına en
uygun olan ve gelecekte uluslararası karbon
piyasalarına entegre edilebilecek bölgesel
bir karbon piyasası mutlaka gereklidir.
17
BÖLÜM I
Buzullar ve İklim Değişikliği:
Geçmiş, Günümüz ve Gelecek
Attila Çiner1 ve Mehmet Akif Sarıkaya2
1
2
Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü, Beytepe, 06800 Ankara, [email protected].
Yrd. Doç. Dr., Fatih Üniversitesi, Coğrafya Bölümü, Büyükçekmece, 34500 İstanbul, [email protected]
19
Özet
Buzullar ve İklim Değişikliği: Geçmiş, Günümüz ve Gelecek
Buzullar, iklim değişikliklerine verdikleri doğrudan ve hızlı tepki (ilerleme ve geri çekilme) ve yaygın bulunmaları nedeniyle
geçmiş iklim değişikliklerinin anlaşılması açısından en önemli
veri kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu çalışma kapsamında
yerkürenin geçirdiği çeşitli buzul dönemleri ve buna bağlı
olarak iklimin değişimi ile gelecekte bizi ne gibi değişikliklerin
beklediği konusu ele alınmış, gelecekle ilgili çeşitli önerilerde
bulunulmuştur. Gerçekleştirilen buzul sondajları aracılığıyla
dünya genelinde iklim değişikliklerinin çok detay bir şekilde
ortaya konabildiği 700 bin yıllık dönem gözden geçirilmiş
ve Türkiye’nin son 25 bin yılda yaşadığı buzul dönemleri ve
iklim değişiklikleri açıklanmıştır. Buzul çökellerinden (moren)
kozmojenik yüzey yaş tayini yöntemleri ve buzul modellemeleri kullanılarak elde edilen nicel verilere göre 20-25 byö
gerçekleşen son buzul maksimumu’nda (LGM) ülkemiz,
günümüzden 8-11°C daha soğuk bir iklimin etkisi altındadır.
Daha sonraki Geç Buzul Dönemi’nde (14-15 byö), Erciyes
buzul çökellerinden elde edilen verilere göre, sıcaklıklar günümüze göre daha düşük (4,5-6,4°C), yağış koşulları ise günümüzden %50 daha fazladır. Aladağlar’da bulunan Hacer
Vadisi’ndeki buzul çökellerinden elde edilen veriler ise, Erken
Holosen Dönemi’nde (8-10 byö) yağış miktarının günümüze
göre iki misli kadar daha yüksek olduğunu ve sıcaklıkların çok
hızlı bir şekilde yükseldiğini (1,44°C/yy) göstermektedir. Bu
ısınma hızı, 20. yy’da gerçekleşen ve insanlığın CO2 gibi sera
etkisi yapan gazları atmosfere salması sonucu ortaya çıkan
yaklaşık 1°C’lik sıcaklık artışının bile üzerinde olup doğal sebeplerin de iklimi ne kadar hızlı değiştirebileceğinin önemli
bir kanıtıdır. Erciyes buzulundan elde edilen iklim modelleme
sonuçları da Geç Holosen Dönemi’nde (4 byö), 2,4-3°C’lik
bir sıcaklık düşüşünü ve hemen hemen günümüz şartlarına
yakın bir yağış durumunu ortaya koymaktadır. Günümüzde
buzullar çok hızlı bir şekilde alan kaybına uğramaktadır. İklim
bilimciler 21. yy’ın sonunda sıcaklık artışının en az 1-4°C
arasında olabileceğini öngörmekte ve mevcut durumu devam ettirmemiz durumunda çok daha kötümser senaryolara
hazır olmamız gerektiği uyarısını yapmaktadırlar. Sera etkisi
yapan gazların salınımının hızlı bir şekilde azaltılması ve alternatif enerjilere yönelen insanlığın da küresel ısınmaya ayak
uydurarak varlığını sürdürebilmesi dışında başka bir seçenek
bulunmamaktadır.
20
Abstract
Glaciers and Climate Change: Past, Present and Future
Glaciers make up the primary source of information about
the climate change because of their relatively fast reaction
time (advance and retreat). This study reviews glacial periods
and related climate changes that earth has undergone since
its formation and tries to forecast expected future changes in
the climate. The earth’s climatic changes record for the
last 700.000 years (700 ka) obtained from glacial drilling
programs and Turkey’s last 25 ka glacial and climatic
fluctuations is also explained. Cosmogenic surface dating
of glacial deposits (moraines) indicate that the Last Glacial
Maximum (20-25 ka) climates was 8-11°C colder than today.
Following Late Glacial (14-15 ka) climate was colder by
4,5°-6,4°C and 1.5 times wetter as indicated by Erciyes
glacial deposits. Early Holocene (8-10 ka) was twice as wet
compared to today and temperature rise was very fast
(1,44°C/century) as calculated from Hacer Valley glacier
retreat rates in Aladağlar. This is even faster than the 20th
century global warming rate (approx. 1°C) presumably
created by greenhouse gas emissions such as CO2 and
indicates that natural causes can create fast climatic changes.
Modeling results from Erciyes glacier shows that Early Holocene
(4 ka) was 2,4-3°C colder and its precipitation amounts
approached to similar conditions as today. As of today
most of the glaciers around the world are retreating. Climate
scientists expect a global warming rate of at least
1-4°C in the 21st century and warn about the need to
reconsider the way we emit greenhouse gases in such
unprecedented amounts. It seems that the only way out from
a catastrophic scenario is to significantly slow down the
greenhouse gas emissions in order to allow humans to cope
with this warming trend.
21
1. Giriş
Günümüzde bütün insanlığı doğrudan ilgilendiren en önemli kavramlardan biri haline gelen
küresel iklim değişikliği, özellikle de küresel
ısınma/soğuma, aslında yerkürenin milyarlarca yıldır gündeminde olan bir konudur.
Gerçekten de dünya 4,6 milyar yıl öncesine
uzanan oluşumundan beri çeşitli değişimlere
uğrayarak bugünkü durumuna gelmiş ve
bu gelişimi sırasında sadece kayaçların ve
canlı hayatının değil iklimlerin de değişerek
gelişimine ve çeşitliliğine tanıklık etmiştir.
Geçmiş iklim (paleoclimate) ve ortam
(environment) değişikliklerini bilim adamları
çeşitli yöntemler aracılığıyla tahmin etmeye
çalışmaktadırlar.
Günümüzde
kullanılan
teknikler ve yöntemler sayesinde, birkaç bin
yıldan (by) milyonlarca yıla (my) kadar uzanan bir veri tabanı oluşturulmuş durumdadır.
Bunun yanı sıra, aletsel ölçümlerin alınmaya
başlandığı son birkaç yüzyıldır elimizdeki nicel
veriler de önemli ölçüde artmıştır. Günümüzün
gelişmiş bilgisayar modelleri sayesinde bu verileri kullanan bilim insanları gelecekteki iklimlerin nasıl olabileceği üzerine varsayımlarda
bulunabilmektedirler.
Bu bölümün amacı geçmişte iklimin doğal
nedenlerle nasıl değiştiğininin anlaşılmasına
katkıda bulunarak gelecekte insanlığı nelerin
bekleyebileceğine ışık tutmaktır. Özellikle 19.
yy’ın ortalarından itibaren insanlığın iklime gittikçe artan olumsuz müdahalesinin doğurduğu
sonuçları gözler önüne sermek ve bu gidişatı
önlemek veya hiç değilse yavaşlatmak için
yapılması gerekenleri dile getirmek de bir
diğer amaçtır. Bu kapsamda giriş bölümünün
aşağıdaki kısmında, bilim insanlarının geçmiş
iklimi anlamakta ve ge-lecek iklimi öngörmekte
22
kullandıkları yöntemler kısaca anlatılmış ve iklimi değiştiren nedenler tartışılmıştır. Çalışmanın
geri kalan bölümlerinde ise, iklim değişikliklerinin
etkilerinin en açık biçimde gözlenebildiği buzullardaki değişimler, dünya ve özellikle de
Türkiye’den verilen çeşitli örnekler aracılığı ile
ele alınmıştır.
1.1. Geçmiş İklimi Belirleme Yöntemleri
Geçmiş iklim değişikliklerine ışık tutan jeolojik
ve biyolojik veriler, öncelikle denizlerde yapılan
sondajlar sırasında yüzeye çıkarılan sedimanter kayalardan elde edilmektedir. Bu kayalardan alınan karotlar, sadece sedimanter birimlerin içerdiği litolojiler ve tabaka kalınlıkları değil,
bu sedimanların içinde bulunan mikroskopik
veya makroskopik (diatom, foraminifera, polen, mercan gibi) canlıların kavkılarında bulunan ve o günün atmosferik koşullarını yansıtan
Oksijen (18O) ve Karbon (13C) izotop oranlarının
da geçmişteki su kimyası ve sıcaklığı hakkında
çok önemli bilgi verdikleri bilinmektedir.
Karalardan toplanan veriler de en az denizlerinki kadar önemlidir. Özellikle kireçtaşlarında
oluşmuş mağaralarda bulunan sarkıt ve dikit
kesitlerinin incelenmesi sonucunda, her yıl
oluşan katmanların sayısı ve bunların göreceli
kalınlıkları Uranyum-serisi yaş tayin yöntemleri ile tarihlendirilebilmektedirler. Bu yöntemler sayesinde yağış (Fleitmann vd., 2004) ve
ortalama sıcaklık (Frisia vd., 2003) ile nemli
veya kurak geçen dönemler (Spötl vd., 2002)
hakkında bilgi edinmek mümkündür. Ayrıca,
18
O izotop oranlarını kullanarak mağara ısısı ve
yağış, 13C izotop oranlarını kullanarak da bitki
örtüsünün türü veya yoğunluğu hakkında veri
toplamak olanaklı hale gelmektedir (Dorale
vd., 1998).
İklim değişikliklerini belirlemede kullanılabilecek
karasal verilerden bir diğeri özellikle buzul göllerinde oluşan ve sedimanter çökellerde “varv”
olarak bilinen, lamina adı ince tabakalanmadır
(Şekil 1). Yaz aylarında nispeten daha açık renkli ve silt-ince kum boyutundaki malzemeden
oluşan varvlar, kış aylarında göllerin donması
ve sediman getiriminin azalması sonucu daha
koyu renkli ve kil boyutunda olmaktadırlar.
Varv çiftlerinin her birinin bir yıllık çökelime
işaret etmesi nedeniyle bunların sayımı ve göreceli kalınlıkları, oluşum zamanları ve geçmiş
iklimler hakkında çok detay bilgi vermektedir
(Wohlfarth, 1996).
Şekil 1. Hitchcock Gölü varvları (Connecticut, ABD). S: Yaz ayları
çökelimi, W: kış ayları çökelimi. Foto: K. Brickyard.
Ülkemizdeki Tuz Gölü gibi kapalı havzalarda oluşmuş göllerin geçmiş kıyı şeridine
ait teraslarının ve jeomorfik şekillerinin
haritalanması
ve
çeşitli
yöntemlerle
yaşlandırılması son birkaç 10 by’a ait iklim
salınımları hakkında önemli ipuçları vermektedir (Özsayın vd., 2013). Tuz Gölü örneğinde
olduğu gibi kurak-yarı kurak göl kıyılarında ve
çok kurak karasal ortamlarda oluşabilen çeşitli
rüzgar kumulları (Kuzucuoğlu vd., 1998), lösler
ile kalişeler (Küçükuysal vd., 2011) ve eski toprak kalıntıları (Küçükuysal vd., 2012) da jeolojide sık kullanılan iklim belirteçleridir.
Sadece birkaç bin yıllık da olsa geçmiş iklimler
hakkında detay veri sağlayan bir başka yöntem de dendrokronoloji olarak bilinen ağaç
halkalarının sayılarına dayanılarak yapılan
tarihlendirmedir. Halkaların morfolojik özellikleri o yıl içindeki sıcaklık ve yağış verilerini
yansıtması bakımından önemli bilgiler içermektedir. Bunların yanı sıra tarihsel kayıtlar ve
bilgisayar yardımı ile yapılan modellemeler de
geçmiş iklim hakkında çalışan bilim insanlarının
başvurduğu yöntemlerdendir.
Yukarıda belirtilen yöntemlere ek olarak hiç
kuşkusuz ki buzullar, iklim değişikliklerine verdikleri hızlı yanıt (erime veya buzul ilerlemesi)
ve yaygın bulunmaları gibi nedenlerle, geçmiş
iklim değişikliklerinin anlaşılması bakımından
en önemli veri kaynaklarının başında gelmektedirler. Buzulların yayılımının zaman ve mekan
içinde artması veya azalması, günümüzde
çeşitli bilimsel yöntemlerle ölçülerek sadece
geçmiş iklim değişiklikleri hakkında bilgi
edinmemizi sağlamakla kalmayıp, gelecekte
insanlığı nelerin beklediğine dair senaryoların
geliştirilmesine de olanak sağlamaktadır.
Günümüzde, özellikle buzul örtülerinin
bulunduğu Antarktika (Vostok Gölü buzul sondajı verileri) veya Grönland’da
gerçekleştirilmiş olan buzul sondajları
aracılığıyla buzun içinde hapsolmuş bulunan
hava kabarcıklarının içerdiği gazlar ile duraylı
izotop oranlarının, metan yoğunluklarının ve
buz tabakalarının içerdiği toz ve polen gibi
malzemelerin incelenmesi sayesinde son 800
by’a ait çok önemli ve detay iklim bilgilerine
ulaşılabilmiştir (Şekil 2).
23
patlamalar yüzünden atmosferin yoğun bir
kül tabakasıyla kaplanması sonucunda görülen soğumadır. 1883 yılında Endonezya’nın
Java adası yakınlarındaki Krakatoa volkanının
patlaması sonucunda stratosfere kadar
taşınan kül ve gazların rüzgarlar aracılığıyla
tüm dünyayı kapladığı, dünyanın ortalama
sıcaklığının 1,2°C azaldığı ve normal koşullara
dönülmesinin yıllar aldığı bilinmektedir (Self ve
Rampino, 1981).
Şekil 2. Sondajlardan elde edilmiş buzul karotu. Foto: Emily Stone.
Kıtaları kaplayan bu büyük buzul örtülerinin yanı
sıra daha küçük boyutlu olmalarına rağmen
Türkiye de dahil dünyanın çeşitli bölgelerinde
gözlemlenebilen ve bu özelliklerinden ötürü
yöresel bir veri kaynağı olan vadi buzulları da,
son yıllarda gittikçe artan bir şekilde iklim indikatörü olarak kullanılmaktadırlar (Sarıkaya
vd., 2011). Buzulların, iklim şartlarının
gelişimine bağlı olarak erimesi ile üzerinde ve
önünde taşıdıkları çeşitli boyuttaki sedimanları
depolamasıyla oluşan yerşekillerine “moren”
adı verilmektedir. “Bir buzul vadi boyunca ne
kadar alçak noktalara inmişse, geçmişteki
hava sıcaklıkları da günümüze göre o kadar
daha soğuk olur” varsayımından hareketle
morenleri oluşturan ve “til” olarak bilinen sedimanlar üzerinden yapılan kozmojenik (uzay
kökenli) yüzey yaş tayinleri sonucu özellikle son
buzul dönemi (takriben 100 by) hakkında çok
detay verilere ulaşılmıştır (Sarıkaya vd., 2011).
1.2. İklim Değişiliklerinin Nedenleri
İklimler kısa ve uzun dönemlerde çeşitli nedenlerle değişirler. Kısa sürede etkili olan nedenlerin başında güneş lekelerinin sayısının değişimi
ve güneş patlamalarının salınımı gelmektedir.
Bir başka neden ise, büyük ölçekli volkanik
24
Daha uzun dönemde ise, dünyanın astronomik
eksenindeki döngüsel değişiklikler, yeryüzüne
ulaşan güneş ışınlarının toplam değerlerini ve
ışınların geliş açılarını değiştirerek, iklimlerin
değişmesine yol açmaktadır. “Milankovitch
döngüleri” (Milankovitch cycles) olarak da
adlandırılan ve geçmiş iklim değişimlerini en
iyi açıklayan teorilerden birisi olan Astronomik
Döngüler Teorisi ilk defa olarak Sırp matematikçi Milutun Milankovitch tarafından ortaya
atılmıştır (Hays vd., 1976). Bu teoriye göre
üç farklı döngü söz konusudur. Bunlar, eksen
yalpası (precession), eksen eğikliği (obliquity)
ve yörünge dış merkezliği (eccentricity) olarak
adlandırılırlar. Bu döngüler, sırasıyla her 19-24
by, 41 by ve 100 by’da bir gerçekleşmekte
olup, bileşkeleri dünyamızın yaklaşık her 100
by’da bir soğuyup, tekrar ısınmasına neden
olmaktadır (Şekil 3)
Yüz milyonlarca yıllık çok daha uzun vadeli iklim değişiklikleri ise, kıtaların biraraya
gelmesi ve okyanusların birleşerek hava
ve deniz akıntılarının değişmesi sonucunu
doğuran plaka tektoniği (plate tectonics) ile
oluşurlar. Geçmişte Gondwana ve Pangea
gibi süperkıtaların olduğu dönemlerde kıtaların
birleşik olmasından dolayı kıta içlerinin genelde
çok kurak, tersine okyanusa yakın yerlerde ise
daha da nemli olduğu dönemlerin meydana
geldiği bilinmektedir.
bir süre içinde suyu sıvı halde barındırabilecek
derecede soğuduğu tahmin edilmektedir.
Günümüzde 15°C olan ortalama yeryüzü
sıcaklığının 4 milyar yıl önce 25-28°C kadar
olduğu hesaplanmaktadır (Saltzman, 2002).
Şekil 3. Milankovitch döngüleri (IPCC, 2007).
2. Dünya’nın Geçirdiği Ana Buzul
Dönemleri
Dünya’nın, 4,6 milyar yıl önce oluşumunda çok
yüksek olan sıcaklığının 100 milyon yıl (my) gibi
jeolojik anlamda nispeten kısa sayılabilecek
İnsan kaynaklı küresel ısınmanın yarattığı sorunlar tartışılırken göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir konu, doğanın kendi mekanizmalarını kullanarak ve insana
ihtiyaç duymadan da iklimleri değiştirebildiği
gerçeğidir (Zreda vd., 2011). Yerkürenin
geçirdiği eski buzul dönemlerinden örnekler
aşağıda ayrıntılı biçimde verilmiştir. Genel
olarak günümüze göre daha sıcak koşullara
sahip olunan geçmiş çağlarda, en azından
beş büyük buzullaşma oluştuğu bilinmektedir.
Bu dönemler, sırasıyla, Huronian, Cryogenian,
Geç Ordovisyen, Geç Karbonifer ve son olarak
da Kuvaterner’de gerçekleşmiştir (Şekil 4).
Şekil 4. Yerkürenin yüzey sıcaklığının jeolojik tarihçe boyunca değişimi. Mavi çizgi güncel referans sıcaklık değeri olup yatay eksen ölçeksiz
çizilmiştir (Saltzman, 2002).
2.1. Huronian Buzullaşması (2,2 milyar
yıl önce)
Buzul dönemlerinden en eskisi Huronian
Buzullaşması olup, takriben 2,2 milyar yıl öncesine uzanan Erken Proterozoik Devri’nde
meydana gelmiştir. Bu dönem, Kuzey
Amerika’daki Büyük Göller Bölgesi ile
Avustralya’nın batı kesimlerinde gözlenen ve
tillit olarak bilinen taşlaşmış ve çok kalın buzul
çökelleri ile temsil edilmektedirler.
25
2.2. Cryogenian Buzullaşması (710-640 myö)
İkinci olarak meydana gelen ve yerkürenin
geçirdiği en uzun ve en sert buzullaşma
dönemi olan Cryogenian Buzullaşması da
Prekambriyen’in sonlarına doğru 800 ile
630 my öncesinde oluşmuştur. “Kartopu
Dünya” (Snowball Earth) olarak da bilinen bu dönemde yerkürenin, ekvatorlar da
dahil olmak üzere, tamamen buzul örtüleri ile kaplandığı ve sıcaklıkların ortalama
-20oC’lere kadar düştüğü tahmin edilmektedir
(Hoffman vd., 1998). Bu konuda karşıt görüşler
olmasına rağmen, eldeki çeşitli veriler, zaman
içinde gerçekleşen volkanik patlamaların atmosfere bıraktığı CO2 (karbondioksit) gazının
oluşturduğu sera etkisiyle buzulların eriyerek
yeryüzünün günümüz koşullarına benzer iklimlere geri döndüğünü göstermektedir (Şekil 5).
Buzullaşmanın hemen ardından “Kambriyen
Patlaması” (Cambrian Explosion) olarak bilinen,
canlıların hızla çeşitlenmesi ve evrimleşmesi
gerçekleşmiştir.
Şekil 5. Kartopu Dünya’nın oluşumu ve yokoluşu (Kaynak: Addison Wesley, Pearson Education).çizilmiştir (Saltzman, 2002).
2.3. Geç Ordovisiyen Buzullaşması
(440-460 myö)
Prekambriyen’de ortaya çıkan Huronian
ve Cryogenian’dan sonraki üç buzullaşma
Fanerozoyik’te görülmüştür (Şekil 6). Üçüncü
buzullaşma, Afrika’nın merkezde olduğu ve
Gondwana olarak bilinen süperkıtada, günümüzden takriben 440-460 my önce, Geç Ordovisiyen Dönemi’nde buzullaşmasıdır. Ülkemizde de özellikle Toros Dağları boyunca çeşitli
yerlerde gözlenen tillit ile temsil edilen bu dönemin varlığı, Türkiye’nin Geç Ordovisyen’de
Gondwana kıtasının KD kenarında bulunduğunun bir kanıtı olarak kullanılmaktadır
(Monod vd., 2003; Ghienne vd., 2010).
26
Şekil 6. Oksijen izotop oranlarının Fanerozoik Devri (son 542 my)
boyunca dağılımı (Veizer vd., 1999; 2000). Jeolojik zaman çizelgesi
üzerindeki mavi kutular buzul dönemlerini işaret etmektedir.
Sahra buzullaşması olarak da bilinen Geç
Ordovisiyen Buzullaşması nedeniyle okyanus
akıntılarının dolaşımında belirgin değişiklikler
meydana gelmiş ve önemli miktarda suyun
kara buzullarında depolanması sonucu küresel deniz seviyesi çok hızlı bir şekilde günümüzden 160 m kadar aşağılara düşmüştür.
Bunun sonucu olarak kıtalar hızlı ve kuvvetli
bir aşınım sürecine girmiş ve bu hızlı değişime
ayak uyduramayan canlıların önemli bir kısmı
yokolarak Ordovisiyen toplu canlı yokoluşları
meydana gelmiştir (Marshall vd., 1997).
2.4. Geç Karbonifer Buzullaşması
(290-300 myö)
Devoniyen Dönemi ile birlikte gelişimlerini
hızlandıran karasal bitkilerin zamanla dünyanın
oksijen seviyesini artırıp CO2 seviyesini
düşürmesiyle gelişen bu küresel buzullaşma,
Güney Afrika’daki Karoo bölgesinde bulunan
buzul çökelleri nedeniyle “Karoo Buzullaşması”
olarak da adlandırılmaktadır (Şekil 6). 290-300
my kadar önce gerçekleşen bu buzullaşma
Karbonifer Dönemi’nin sonuyla Permiyen
Dönemi’nin başlarında gerçekleşmiş olup,
Güney Amerika, Afrika, Arabistan, Hindistan,
Antarktika ve Avustralya’nın bugünkü Güney
Kutbu’nun olduğu yerde Gondwana Kıtası
olarak birleşmesi sırasında gerçekleşmiştir.
Kıtaların önceden birleşik olarak bulunduğunun
kanıtlanması, jeoloji biliminde devrim yaratan
Levha Tektoniği Teorisi’nin ortaya atılmasına
neden olacak kadar önemli olmuştur.
2.5. Mesozoyik ve Tersiyer Dönemleri
(250-2,58 myö)
Dördüncü buzullaşmadan sonra Mesozoik
Devri’ne giren dünyada, sıcaklıklar artarak
iklim daha durağan bir hale gelmiştir. 250 myö
ile 2,58 myö arasındaki bu dönemde, zaman
zaman soğuk dönemler görülse de, küresel
anlamda büyük bir buzullaşma oluşmamıştır
(Ehlers vd., 2011).
Erken Mesozoik’te (Trias Dönemi) tüm kıtaların
birleşik halde bulunmasıyla ortaya çıkan süper
kıta Pangea’nın iç kısımlarının çok kurak ve
çöllerle kaplı olduğu düşünülmektedir. Günümüze kıyasla ortalama 10°C kadar daha yüksek olan sıcaklıklara rağmen kıtaların bir arada
bulunmasından dolayı küresel deniz seviyesi
düşük kalmıştır. Orta Mesozoik’te (Jura Dönemi) Pangea parçalanmaya başlamış ve bunun
sonucu olarak da okyanus ortası sırtlarından
kaynaklanan volkanizma nedeniyle bağıl deniz
seviyesi yükselmiştir. Bu dönemde artmaya
devam eden sıcaklıklara rağmen denizlerin, kıtaların sığ bölümlerini basması sonucu
iklim daha nemli hale gelmiştir. Jura-Kretase
geçişinde yaşanan soğumaya rağmen tam bir
buzullaşma dönemi oluşmamış, Mesozoik’in
sonuna doğru (Kretase Dönemi), CO2’nin
günümüze oranla çok daha yüksek seviyelere çıkması nedeniyle yüzey sıcaklıkları
önemli ölçüde (ortalama 27-28°C) artmaya
başlamıştır. “Kretase Termal Optimumu”
olarak bilinen bu dönemde deniz seviyesinin
ve deniz suyu sıcaklıklarının da önemli ölçüde
arttığı görülmektedir (Wilson vd., 2002).
Isınma, Senozoik boyunca devam etmiş ve
Eosen başında maksimuma ulaşmıştır (Eosen Optimumu). Eosen Klimatik Optimum’u sırasında
kutuplar da dahil olmak üzere buzul örtülerinin bulunmayışı 18O izotop ölçümlerindeki
oynamaların doğrudan sıcaklık değişimleri
olarak kabul edilmesine olanak sağlamıştır
(Şekil 7). Oligosen’de başlayan soğuma
eğilimi ise Miyosen boyunca dönemsel olarak
devam etmiştir. Miyosen sonunda Güney ve
27
Kuzey Amerika’nın birleşerek tek bir kıta halini alması sonucu Atlas Okyanusu ve Büyük
Okyanus ayrışmıştır. Bunun sonucu olarak da
Gulf Stream deniz akıntısı güçlenmiş ve kuzey
yarımküre hızlı bir şekilde soğuyarak bugün
Pleistosen Buzul Dönemi’ne geçilmiştir.
Şekil 7. Son 65 my’da iklim değişimi. Veriler bentik foraminiferalarda
gözlenen Oksijen izotop (∂18O) ölçümlerine dayanmaktadır (Zachos
vd., 2001). Son 12 my için (sağdaki küçük kutu) Lisiecki ve Raymo
(2005) tarafından verilen 18O izotop ölçümleri, Petit vd., (1999)
tarafından verilen Vostok sondajından elde edilen Antarktika sıcaklık
verileriyle karşılaştırılmıştır. Günümüz sıcaklığı 0°C olarak verilmiştir.
2.6. Kuvaterner Buzullaşması (2,58
möy - Günümüz)
Kuvaterner Buzullaşması olarak bilinen, içinde
bulunduğumuz son buzul dönemi 2,58 my
önce başlamıştır. Günümüz iklimine ışık tutma
potansiyelinin yüksek olması nedeniyle bu
dönem aşağıda ayrı bir başlık altında detaylı
olarak ele alınmıştır.
3. Kuvaterner Buzullaşmaları ve
Günümüz İklimine Etkisi
Genel olarak soğumayla karakterize olan
yerkürenin bu son 2,58 my’lık döneminde buzul devirlerinin etkilerini son 900 by’da giderek
arttırdığı görülmektedir. Önceleri 41 by’lık, daha
sonraları ise 100 by’lık döngüler şeklinde kendini ifade eden buzul dönemlerinin Kuvater-
28
ner süresince toplam 21 kere tekrarlandığı
hesaplanmıştır (Şekil 8). Dünya’nın güneş ve
kendi etrafında dönmesi sırasında gerçekleşen
ve Milankovitch Döngüleri olarak tanımlanan
bu değişimler sırasında buzulların belirli
aralıklarla maksimum seviyelerine ulaşması ile
buzul dönemleri (glacial), nispeten daha sıcak
dönemlerde geri çekilmeleri ile de ara buzul
dönemleri (interglacial) oluşmaktadır. Holosen
olarak bilinen son 11,7 by’dır bir buzul arası
döneminden geçen dünyada hala bir önceki
buzul dönemine ait kıta buzullarının kalıntıları
(Antarktika ve Grönland) bulunmaktadır. Bazı
buzul dönemlerinde kısa süreli (birkaç yüzyıl)
ılıman ara dönemler (inter-stadial), buzul arası
dönemlerde ise nispeten daha soğuk ara
dönemler (stadial) de oluşabilmektedir.
Kuvaterner Buzullaşması, Antarktika ve
Grönland’da 3 km’yi bulan kalıcı buzul örtüleri
ve Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’da benzer kalınlıklardaki buzul örtüleri ile tipiktir. Bu
dönemde, diğer buzul dönemlerine benzer
şekilde, suların kara buzullarında toplanmasının
sonucu olarak, yaklaşık 21 by önce oluşan Son
Buzul Maksimum’unda (LGM: Last Glacial
Maximum) deniz seviyesinin küresel ölçekte
120 m kadar düştüğü tahmin edilmektedir. Altı
bin yıl kadar önce, buzulların erimesiyle deniz
seviyesi çok hızlı bir şekilde bugünkü konumuna
yakın bir seviyeye geri dönmüştür. Gözlenen
diğer morfolojik değişimler ise -Kanada’da
olduğu gibi- çukur alanların göller tarafından
doldurulması, nehirlerin akışlarının değişime
uğraması ve buzul örtüsünün kalkması ile
azalan basınç sonucu karaların yükselmesidir
(isostatic rebound).
Son 500 by’ın iklim verileri daha önceki dönemlerde olmadığı kadar detaylıdır. Bu veriler, Antarktika Vostok sondajı (2917 m’lik sondajda
Şekil 8. Son 5,5 my’da bentik foraminifer kavkılarından elde edilen 18O izotop değerleri ve eşdeğer sıcaklık verileri. Soğuk dönemler MIS
serilerinde çift rakamlarla, ılıman dönemler ise tek rakamlarla ifade edilmektedir (Lisiecki ve Raymo, 2005).
420 by’a ulaşan buzul delinmiştir; Petit vd.,
1999) ve bundan 560 km uzakta EPICA
(European Project for Ice Coring in Antarctica)
sondajından gelmektedir (3190 m’lik sondajda 720 by’a ulaşan buzul delinmiştir; Augustin
vd., 2004) (Şekil 9).
Kuvaterner Buzul Dönemleri oluştukları zaman
ve yere göre çeşitli isimler almaktadır. Örneğin,
Alp Dağları’nda 200 by ile 130 by arasındaki
döneme “Riss” adı verilirken, Amerika
kıtasında benzer dönem “İllinoian” olarak bilinmektedir (Şekil 9). Kabaca 100 by yaşındaki,
Alpler’de görülen en son buzul dönemi olan
“Würm” buzullaşması ise, Amerika kıtasında
“Wisconsin” olarak anılır. Buna karşın,
kıtasal buzulların doğaları gereği bir önceki buzullaşmanın izlerini önemli ölçüde
aşındırarak silmesi ve yeni buzul çökelleri
bırakması nedeniyle günümüzde bu tür isimler
fazla kullanılmamaktadır. Bunun yerine, deniz
tabanında yapılan sondajlardan elde edilen
Denizel İzotop Serileri (MIS: Marine Isotope
Stage) gerek daha uzun yıllara inebilen eksiksiz kayıtları ve gerekse içerdikleri canlıların
kavkılarından kesin yaş verilebilmesi nedeniyle
çok daha yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
Bu sistemde buzul arası dönemler tek sayılar,
buzul dönemleri ise çift sayılarla belirtilmektedir. Günümüz koşullarını, yani Holosen’i 1
(MIS1) olarak kabul eden bu sisteme göre
Kuvaterner içinde toplam 104 adet MIS ayırt
edilmiştir (Andrews, 2000).
Buzulların maksimuma ulaştığı ve deniz seviyelerinin düştüğü bu dönemlerde Avrupa
kıtası İngiltere ile birleşmiş, Amerika ve Rusya
arasındaki Bering Boğazı da kara olarak açığa
çıkmıştır. Buzulların 40o enlemlerine kadar inmesi sonucu Pleistosen sonuna doğru, mamut gibi birçok büyük memeli de yeryüzünden
silinmiştir. Kuvaterner Buzullaşması Türkiye’de
önemli etkiler yaratmıştır. Buzullaşmanın sonucu olarak, İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ile
bağlantısı kesilmiş ve Karadeniz bir tatlı su gölü
haline gelmiştir. Holosen’de ise iklimin ısınması
ile yükselen sular tekrar bu alanları tuzlu deniz
suyla kaplamıştır.
29
Şekil 9. Son 450 by’daki iklim değişiklikleri (Augustin vd., 2004; Petit vd., 1999).
3.1. Erken-Orta Pleyistosen
Erken Pleyistosen’de (2,58-0,781 myö) toplam 41 adet soğuk dönem tespit edilmiştir.
Bunlardan sadece 14 tanesi buzullaşma çağı
oluşturacak derecede önemli olup, bu dönemlerdeki denizel ∂18O‰ oranları 4,6-5,0’a kadar
yükselmiştir (Ehlers vd., 2011). Erken ve Orta
Pleyistosen buzul çağlarının periyotları, buzul dönemlerini kontrol ettiği kabul edilen 41
by’lık Milankovitch eksen eğikliği döngüleriyle
çakışmaktadır. Milankovitch Döngüleri’ne ait
100 by’lık yörünge devinimi hareketleri, ancak 1,2 my öncesinden sonra etkili olmaya
başlamış olup, bu dönem Orta Pleyistosen
geçişi olarak bilinmektedir (Tziperman ve Gildor,
2003). Bu dönem içerisindeki 5 adet soğuk
devirde, buzullar kutup bölgeleri dışında da
geniş alanlar kaplamaya başlamıştır. Orta
30
Pleyistosen’in başlangıcında, MIS-22’de (1,03
myö) hüküm süren ve Tuna Buzullaşması
olarak da adlandırılan büyük bir buzullaşma
gerçekleşmiş ve bu dönemde denizel ∂18O‰
oranı 5,5’in üzerine çıkmıştır. Daha sonra,
MIS-16, 12, 10, 6 dönemlerindeki Günz ve
Mindel adı verilen buzullaşmalarda, bu sınırın
da üzerinde değerlere sahip buzul dönemleri
hüküm sürmüştür (Şekil 8).
Kuzey yarımküredeki Alaska ve Kuzey
Kanada’daki
en
eski
Kuvaterner
buzullaşmaları Erken Miyosen-Pleyistosen
olarak tarihlendirilmiştir (Haug vd., 2005).
Aynı şekilde Grönland, İzlanda ve Norveç gibi
kuzey kutbuna yakın bölgelerde, Miyosen’de
başlayan ve Erken Pleyistosen’e kadar devam eden buzullaşmalar görmek mümkündür.
Avrupa’da, Orta Pleyistosen buzullaşmaları
sadece denizel çökellerden ibarettir. O
dönemde henüz dağlık bölgelerde ve Kuzey
Avrupa düzlüklerinde buzullar gelişmemiştir
(Ehlers vd., 2011). Güney yarımkürede ise,
buzullaşma kuzeydekinden çok daha önceleri
gelişmeye başlamıştır. Doğu Antarktika’da
buzullaşmalar Geç Eosen-Erken Oligosen’de
başlamış (Miller vd., 1987), bugünkü
boyutlarına ancak Erken Pleyistosen’de (2,5
myö) ulaşmışlardır (Ingolfsson, 2004).
Erken-Orta Pleyistosen geçişinde (1,20,8 myö) buzullaşmalar şiddetini ve süresini arttırarak devam etmiş, Kuvaterner’deki
asıl büyük buzul çağları bu devirden sonra
gelişmeye başlamışlardır. Bunun nedeni, 100
by’lık Milankovitch Döngüleri’nin etkinliklerini
arttırmış olmalarıdır (Ehlers vd., 2011). Bu
dönemdeki buzul çağlarından bazıları (MIS12, 10, 6 gibi) küresel çapta etkili olmaya
başlamış ve buzul çökellerinin oluşturduğu
yerşekilleri (morenler) çok geniş alanlar kaplamaya başlamıştır. Özellikle Kuzey Avrupa’da
780 by önce başlayan buzullaşma, alçak düzlükleri örtü gibi kaplayan ve ince taneli; Dağlık
Avrupa’da ise Mindel ve Riss adı verilen buzul
dönemlerinde vadi tabanları ve dağ önlerinde
gelişen büyük bloklu sedimanlardan oluşmuş
morenleri meydana getirmişlerdir (Husen,
2011). Benzer ve eş zamanlı buzullaşmaları
Baltık Denizi’nde, Litvanya’da ve Polonya’da
görmek mümkündür (Vorren vd., 2011). Alpler
ve Güney Almanya’da da Orta Pleyistosen
buzullaşmalarının (MIS-22) izleri görülmektedir (Giraudi, 2011). Aynı dönemde Tibet,
Himalayalar, Güney ve Kuzey Amerika gibi
yeryüzünün diğer bölgelerinde de büyük buzullar gelişmeye başlamıştır (Ehlers vd., 2011).
3.2. Geç Pleyistosen
Geç Pleyistosen’de (126-11,7 byö) Würm
olarak da bilinen iki adet büyük buzul dönemi
(MIS-4 ve MIS-2) görülür (Şekil 8 ve 9). MIS-4
yaklaşık 71 byö, MIS-2 ise 24 byö meydana
gelmiştir. Würm I ve Würm II buzullaşmaları
sırasında, Avrupa ve birçok orta enlem
bölgelerinde buzullar çok geniş boyutlara
ulaşmışlardır. Kanada’nın doğusunda buzullar
kıta yamacına kadar ilerlemiş, “Laurentide” ve
“Cordilleran” adı verilen büyük kıta buzulları
Kuzey Amerika’nın kuzeyini tamamen
kaplamışlardır (Curry vd., 2011) (Şekil 10).
Şekil 10. LGM dönemi buzullarının maksimum yayılım alanları. Siyah bölgeler buzul alanlarını göstermektedir (Sarıkaya, 2012).
31
Kuzey Avrupa’da ise buzullar en geniş
konumlarına MIS-4’de ulaşmışlar ve Geç
Kuvaterner’de buzullar Sibirya’nın kuzeyindeki Kara Deniz’ine kadar sokulmuşlardır
(Vorren vd., 2011). Avrupa’nın güneyinde ise
yüksek dağlarda gelişen dağ ve vadi buzulları
bu dönemde yaygın bir şekilde gelişmişlerdir
(Şekil 11). İtalya ve Yunanistan’da Orta
Pleyistosen’de buzul izleri, Geç Pleyistosen’e
göre daha belirgindir (Woodward ve Hughes,
2011). Buna karşın Romanya ve Türkiye gibi
diğer Doğu Avrupa bölgelerde Geç Pleyistosen
(MIS-2) buzullaşmalarına rastlanılmaktadır
(Urdea vd, 2011; Sarıkaya vd., 2011). Bu
farklılığın tarihlendirme yöntemlerinden mi yoksa
farklı atmosferik koşullardan mı kaynaklandığı
tartışmalıdır (Hughes ve Woodwards, 2008).
Güney yarımküre için Geç Pleyistosen’de
MIS-4’ün mü yoksa MIS-2’nin mi daha geniş
alanlar kapladıkları da aynı şekilde tartışmalıdır
(Ehlers vd., 2011).
Şekil 11. İsviçre’nin Alp Dağları’nda geri çekilmekte olan bir dağ
buzulu ile önünde gelişmiş ve üzerinde jeologların bulunduğu moren
seddi. Foto: A. Çiner.
LGM’deki en son buzullaşma, en şiddetli
seviyelerine günümüzden 19-23 byö (ortalama olarak 21 byö) ulaşmıştır (Mix vd.,
2001). Ülkemizde de izlerini gördüğümüz bu
son buzullaşma günümüzden yaklaşık 14 by
öncesine kadar devam etmiştir. Sıcaklıkların
32
günümüz koşullarına yaklaşmaya başladığı
bu dönemde, dünya süratle kısa sürecek
ve daha çok varlığını Kuzey Avrupa’da
hissettirmiş Genç Dryas (Younger Dryas) denilen soğuk bir ara döneme (12,9-11,7 byö
arası) girmiştir. Genç Dryas döneminde LGM
sonrası eriyen buzulların özellikle Kuzey Atlantik Okyanusu’nda okyanus akıntılarını
engelleyerek, Ekvatoral bölgelerden ısı transferini önlemeleri sonucu sıcaklıklar günümüze
göre ortalama 12°C kadar düşmüş (Alley vd.,
1993) ve bu dönemin son bulmasıyla günümüze yakın iklim koşullarının ortaya çıktığı Holosen devri başlamıştır (Carlson, 2010).
3.3. Holosen
11,7 byö Genç Dryas’ın son bulmasıyla
başladığı kabul edilen Holosen buzul arası
döneminde önemli bir buzullaşma meydana
gelmemiş ancak kısa süreli de olsa soğuk ara
dönemler oluşmuştur (Gibbard vd., 2010).
Grönland Buzulu’ndan elde edilen GRIP ve
GISP2 sondajları sayesinde tespit edilen
8 adet soğuk dönemden özellikle 8,2 byö
oluşanı, Kuzey Amerika ve Alpler’de çeşitli
boyutlarda buzullaşmalar meydana getirmiştir
(Ehlers vd., 2011). Holosen’de başlayan bu
ısınma nedeniyle insanlık ilk defa olarak yerleşik
düzene geçebilmiş, avcı-toplayıcı toplumdan
tarım toplumuna evrimleşmiştir.
Geç Holosen içerisinde Küçük Buzul Çağı
(Little Ice Age: LIA) olarak adlandırılan kısa süreli
bir ara soğuk dönem daha meydana gelmiştir.
1550-1850 yılları arasında 300 yıl kadar devam eden bu soğuk dönem içerisinde, kutup
bölgelerinde örtü buzulları ilerlemiş, dağlık bölgelerde ise vadi buzulları daha alçak bölgelere
kadar inmişlerdir (Lamb, 1972). Daha çok
Kuzey Avrupa ve Amerika’da etkili olan LIA
buzullarını, Alpler’de, Himalaya’larda, Kayalık
ve And Dağları’nda görmek mümkündür.
Avrupa’da önemli kıtlık ve hastalıkların hüküm
sürdüğü bu dönem, iklimin insanlığın gelişimi
üzerindeki etkisini göstermesi bakımından çok
önemlidir.
Dağları (Zahno vd., 2009) ve Uludağ (Zahno
vd., 2010) gibi çeşitli bölgelerdeki Geç Kuvaterner buzullarına ait kozmojenik yüzey
yaşları ile bunların Grönland buz karotlarından
(GISP2) elde edilmiş hava sıcaklıkları (Alley,
2000) ile karşılaştırmaları Şekil 12’de verilmiştir.
4. Türkiye’de Geç Kuvaterner
Buzullaşmaları
Türkiye’de bulunan yüksek dağların vadi ve
zirvelerinde son buzul dönemine ait (özellikle
son 40 by) önemli buzullaşma izlerine rastlamak mümkündür (Çiner, 2004; Sarıkaya vd.,
2011). Bu alanlarda 19. yy’da Avrupalı gezginbilim adamları tarafından başlatılan çalışmalar
(Örneğin, Ainsworth, 1842; Palgrave, 1872;
Maunsell, 1901) daha sonra Türk araştırıcıların
da katkısıyla hızlanmıştır (Örneğin, Erinç, 1944;
İzbırak, 1951; Erinç, 1951, 1952, Doğu vd.,
1993; 1999).
Önceleri, yüzeye çıkmış kayalarda kozmojenik yollarla meydana gelen izotopların
yaşlandırmalarına dayanan yöntemler, Kuvaterner yaşlı yüzeylerin tarihlendirilmesinde
giderek daha fazla uygulanmaktadır. “Kozmojenik Yüzey Yaşlandırma” (Cosmogenic
Surface Dating) olarak adlandırılan bu yöntemin Türkiye buzul çökellerine uygulanması
sayesinde, daha önceleri, sadece, göreceli
konumları, aşınma dereceleri ile toprak ve
bitki örtüsünün gelişimi gibi nitel özelliklerine
göre yaşlandırılan morenler, artık nicel olarak
tarihlendirilmeye başlanmıştır (Örneğin, Akçar
vd., 2007; 2008; Sarıkaya vd., 2008; 2009;
Sarıkaya, 2009; Zahno vd., 2009; 2010;
Zreda vd., 2011). Türkiye’de, Sandıras Dağı
(Sarıkaya vd., 2008), Erciyes Dağı (Sarıkaya
vd., 2009), Aladağlar (Zreda vd., 2011), Kaçkar Dağları (Akçar vd., 2007, 2008), Dedegöl
Şekil 12. Türkiye’de çeşitli bölgelerdeki Geç Kuvaterner buzullarına
ait kozmojenik yüzey yaşlarının Grönland buz karotlarından elde
edilmiş hava sıcaklıkları ile karşılaştırılması. M: buzulların maksimum
boyutlara ulaştığı zamanlar. Dikey gri kutular muhtemel buzullaşma
sürelerini, kırmızı üçgenler LGM, lacivert kareler Geç Buzul Dönemi’ni,
yeşil yuvarlaklar Erken Holosen’i, mavi eşkenar dörtgenler Geç
Holosen’i temsil etmektedir (Sarıkaya vd., 2011).
Türkiye’de, farklı yüksekliklerde konumlanmış
27 buzul alanı tanımlanmıştır (Şekil 13). Bu
alanları üç ana bölgede toplamak mümkündür:
(1) Toroslar, (2) Doğu Karadeniz kıyısı boyunca
uzanan dağlar ve (3) Anadolu Platosu’ndaki
yüksek dağlar ve volkanlar (Sarıkaya vd.,
2011). Geç Kuvaterner buzullarının muhtemel
maksimum yayılım alanları ile günümüz ve
LGM daimi kar çizgilerinin karşılaştırılması
Şekil 14’de verilmiştir.
33
Şekil 13. Türkiye’nin Kuvaterner buzul bölgelerinin dağılımı (Sarıkaya vd., 2011).
Şekil 14. Geç Kuvaterner buzullarının muhtemel maksimum yayılım alanları ile günümüz ve LGM daimi kar çizgilerinin karşılaştırılması
(Messerli, 1967; Sarıkaya vd., 2011).
34
4.1. Toros Dağları
Türkiye’nin en büyük güncel buzullarını
barındıran GD Toroslar’da Bobek (1940) ve
Erinç (1953) tarafından yapılan çalışmalara
göre, Hakkari il sınırlarındaki buzullar ile İkiyaka
Dağları’ndaki Geç Pleyistosen’e (Würm) ait
buzullar 1600 m yüksekliklere kadar inerek
9-10 km genişliğe ulaşmışlardır. Bunlara ait
morenleri, Zap Suyu Vadisi’nde ve diğer
komşu vadilerde görmek mümkündür (Erinç,
1953; Wright, 1962).
Orta Toroslar’daki Geç Kuvaterner Buzulları’na
yönelik çalışmalar genellikle Aladağlar ile Bolkar,
Geyik ve Soğanlı Dağları’nda yoğunlaşmıştır.
Özellikle Aladağlar’ın Yedigöller Platosu ve
Hacer Vadisi’nde kozmojenik 36C1 izotopu
kullanılarak yapılan çalışmalarda, 10,2±0,2
byö ile 8,6±0,3 byö arasında gelişen buzullara
ait bazılarının yüksekliği 200 m’yi bulan 7 adet
moren seddi gözlenmiştir (Zreda vd., 2011).
Orta Toroslar’daki diğer bölgelerden Bolkarlar
(Birman, 1968; Messerli 1967), Geyik Dağları
(Çiner vd., 1999; Arpat ve Özgül, 1972)
ve Soğanlı Dağları’nda da (Ege ve Tonbul,
2005) Kuvaterner Buzulları’na ait jeomorfoloji
çalışmaları yapılmış olmakla birlikte, bu bölgelerde henüz sayısal yaş verisi bulunmamaktadır
(Şekil 15 ve 16).
Şekil 15. Bolkar Dağı’nda buzul tarafından taşınmış bir diabaz bloğu. Foto: M.A. Sarıkaya.
35
Şekil 16. Geyikdağı’ndaki tümseksi morenler. Foto: A. Çiner.
Buna karşın, Batı Toroslar’da, özellikle
Sandıras ve Dedegöl Dağları’nda kozmojenik yaşlandırma çalışmalarıyla elde edilen
verilere göre, LGM’ye ait buzul çökellerinin,
Sandıras Dağları’nda 20,4±1,3 byö (Sarıkaya
vd., 2008), Dedegöl Dağları’nda ise 24,3±1,8
byö (Zahno vd., 2009) oluştukları tespit
edilmiştir. Bu bölgelerde, daha sonraki Geç
Buzul Dönemleri’nde de (Sandıras 16,2±0,5
byö, Dedegöl 17,7±1,4 byö ve 13,9±2,3 byö)
buzullaşma izlerine rastlamak mümkündür
(Şekil 17).
Şekil 17. Sandıras Dağı’nda LGM’de oluşmuş bir moren ve buzulun erimesi ile meydana gelen Kartal Gölü. Foto: M.A. Sarıkaya.
36
Batı Toroslar’da Sandıras ve Dedegöl Dağları
haricinde Akdağ (Onde, 1954; Doğu vd.,
1999), Beydağı (Louis, 1944; Messerli, 1967),
Honaz (Yalçınlar, 1954; Erinç, 1955; 1957),
Barla (Ardos, 1977) ve Davraz (Monod, 1977;
Atalay, 1987) Dağları’nda da Geç Kuvaterner
buzullaşmaları bulunmaktadır.
4.2. Doğu Karadeniz Dağları
Doğu Karadeniz Dağları’ndaki buzulların
yayılımları ve zamanlaması diğer bölgeler ile
benzerlikler göstermektedir. Kaçkar ve Verçenik
Dağları’nda, 10Be ve 26Al kozmojenik izotopları
kullanılarak yapılan yüzey yaşlandırmalarına
göre, buzullar Geç Kuvaterner’de maksimum
boyutlarına 21,5±1,6 byö ulaşmışlar, 15,6±1,2
byö’ye kadar da etkinliklerini korumuşlardır
(Akçar vd., 2007; 2008). Bölgedeki daha
genç morenler ise, 11,2±1,1 byö ve 10,0±1,1
byö depolanmışlardır (Zahno vd., 2009).
Doğu Karadeniz kıyısındaki diğer bölgelerdeki
Soğanlı, Bulut-Altıparmak, Karagöl, Karadağ
ve Karaçal Dağları’nda da Geç Kuvaterner’e
ait buzullaşma izlerine rastlamak mümkündür
(Erinç, 1952; Doğu vd., 1993; Gürgen, 2003).
4.3. Anadolu’nun Yüksek Dağları ve
Volkanlar
Geç Kuvaterner buzullaşması, Türkiye’nin
Ağrı, Erciyes, Süphan ve Uludağ gibi yüksek dağlarında da hüküm sürmüştür. Ülkenin tek güncel takke buzulunu barındıran
Ağrı Dağı’nda yapılan gözlemler dağ
yamaçlarının çok dik olması, morenleri
oluşturacak yeterli sedimanın bulunmaması
ve buzullaşma sonrası gelişen volkanik faaliyetler gibi nedenlerle Kuvaterner’e ait morenlerin korunamadığını ortaya koymaktadır
(Blumenthal, 1958; Sarıkaya, 2012).
Buna karşın, Türkiye’de Geç Kuvaterner
buzullaşmasının izlerinin en iyi gözlemlendiği
yerlerin başında, başka bir volkan olan Erciyes Dağı gelir (Şekil 18). Burada son buzul dönemine ait buzulların izlerini LGM’den
itibaren görmek mümkündür. Sarıkaya vd.,
(2009)’un Erciyes Vadisi’ndeki iki ana vadide yaptığı çalışmaya göre, buzullar maksimum boyutlarına 21,3±0,9 byö ulaşmışlar,
daha sonraları Geç Buzul Dönemi (14,6±1,2
byö), Erken Holosen (9,3±0,5 byö) ve
Geç Holosen’de (3,8±0,4 byö) tekrar aktif hale gelerek bu dönemlere ait morenlerini
depolamışlardır. LGM’den itibaren dört farklı
buzullaşmanın izlerini gösteren Erciyes Dağı
buzul vadileri (özellikle Aksu Vadisi) Türkiye’nin
Geç Kuvaterner buzul kronolojisi için tip lokalite niteliğindedir.
Türkiye’nin diğer tekil dağlarında da Geç Kuvaterner buzullarına ait morenler bulunmuş,
bunlardan Uludağ’da yapılan kozmojenik
yaşlandırma çalışmalarında, LGM buzullarının
günümüzden 20,3±1,5 byö, daha sonraki
dönemlerdeki buzulların ise 16,1±1,2 byö,
13,3±1,1 byö ve 11,5±1,0 byö geliştikleri
belirlenmiştir (Zahno vd., 2010). Son yapılan
çalışmalar, özellikle Uludağ ve Akdağ’da LGM
öncesi buzullaşmaların da varlığını kanıtlar niteliktedir. Akçar (2012) Uludağ’ın KD’sunda
bulunan Karagöl Vadisi’nde yaptığı çalışmada
37 byö, Sarıkaya vd., (2013) ise Akdağ’da bulunan Kuruova Vadisi’nde 40 byö çökeldikleri
düşünülen moren sedleri tespit etmişlerdir.
Mercan (Bilgin, 1972; Atalay, 1987; Türkünal,
1990), Esence (Atalay, 1987), Mescid
(Yalçınlar, 1951), Süphan (Kesici, 2005) ve Ilgaz
Dağları (Louis, 1944) ile Balık Gölü bölgesinde
(Birman, 1968) de Geç Kuvaterner buzullarına
ait izlere rastlanmış fakat bu bölgelerde henüz
nicel yaş verisi elde edilmemiştir.
37
Şekil 18. Erciyes Buzulu ve dağın kuzeybatısında bulunan Aksu Vadisi ve buzul çökelleri (Sarıkaya vd., 2008).
Özet olarak, eldeki verilerin, genel olarak, Türkiye Geç Kuvaterner buzullarının maksimum
boyutlarına LGM Dönemi’nde ulaştıklarını
gösterdiği söylenebilir. Türkiye’deki bu yaş
verisi, küresel anlamdaki LGM zamanlaması
(21 by) ile de çok uyumludur. Buna karşın
Türkiye’de LGM öncesi buzullaşmalar, Uludağ
(Akçar, 2012) ve Akdağ (Sarıkaya vd., 2013)
haricinde bilinmemektedir. Bunun sebebi,
yapılan bilimsel çalışmaların azlığı olabileceği
gibi, bu dönemlere ait buzul çökellerinin daha
sonradan gelen şiddetli buzullar ile aşındırılmış
olması veya tamamen ortadan kaldırılması olabilir. Türkiye’nin çeşitli dağlarında görülen LGM
buzullaşmalarındaki zamansal uyum, Geç Buzul Dönemi ve Erken Holosen’de görülmemektedir. Orta ve Batı Toroslar’da ise Geç Buzul
Dönemi, Doğu Karadeniz Dağları’na göre
birkaç bin yıl önce yaşanmıştır. Erken Holosen
buzullarının izlerine ise şimdilik sadece Erciyes
ve Aladağlar’da rastlanmıştır. Giderek artan
38
buzul çalışmaları ve kozmojenik yaşlandırma
uygulamalarıyla, diğer bölgelerine ait yaş verileri elde edildikçe, Türkiye’nin Geç Kuvaterner
buzul yayılım alanları ve zamanlamaları ile bunlardan elde edilen iklim verileri daha belirgin
hale gelecektir.
5. Son 25 by’da Türkiye’deki İklim
Değişiklikleri
5.1. LGM (20-25 byö)
Doğu Akdeniz havzasından elde edilen çeşitli
iklimsel verilere göre, LGM dönemindeki iklim
günümüzden daha soğuktur (Robinson vd.,
2006). İsrail’de bulunan Soreq Mağarası’ndaki
sarkıt ve dikitlerde kaydedilen 18O ve 13C izotop değerleri, son 25 by’lık dönemde en
soğuk dönemin LGM’e denk geldiğini göstermektedir (Bar-Matthews vd., 1997). Mağara
çökellerindeki sıvı kapanımlarından yola
çıkarak, bu dönemdeki hava sıcaklıklarının
8°C ile 12°C arasında olduğu tespit edilmiştir
(McGarry vd., 2004). Bu kadarlık bir soğuma,
günümüz değerlerinden yaklaşık 6-10°C
daha soğuk bir iklime karşılık gelmektedir.
Benzer sıcaklıklar, Akdeniz’de yapılan denizel
sondajlardan da hesaplanmıştır. Emeis vd.,
(2000) tarafından Levant Havzası’ndaki derin deniz sondajlarından elde edilen alkenone
ve 18O izotop değerleri, Akdeniz deniz suyu
sıcaklıklarının LGM döneminde 12°C civarında
olduğunu belirtmektedir. Öte yandan, Ege
Denizi’nde planktonik foraminiferlerden elde
edilen sıcaklıklar günümüzden 6-8°C daha
soğuk bir iklime karşılık gelmektedir (Hayes
vd., 2005). Bunun yanısıra çeşitli iklim verileri kullanılarak yapılan bilgisayar modellemeleri, Güney Avrupa’da sıcaklıkların 8-11°C
(Barron vd., 2004), Anadolu’da ise 10-12°C
(Robinson vd., 2006) daha soğuk olduğunu
göstermektedir.
Uludağ, Sandıras Dağı, Erciyes Dağı, Kaçkar
Dağları ve Cilo Dağı’ndaki sıcaklık ve yağış
durumaları Şekil 19’da verilmiş olmasına
karşın LGM yağış oranları konusunda 2 farklı
veri/yorum bulunmaktadır. Yaygın soğuk step
bio-kütlesi ve ağaçların bulunmayışı (ender
polen verileri) kurak bir iklime işaret ederken,
yüksek göl seviyeleri daha nemli bir iklime
işaret etmektedir. Bu tezat nedeni ile sadece
sıcaklık verileri (8-11°C daha soğuk) LGM nem
koşullarını belirlemede kullanılmıştır. Buna göre
Sandıras Dağı günümüze göre 2 misli, Kaçkar
Dağları çok daha kurak, iç bölgeler ise günümüze benzer nem seviyeleri göstermektedir
(Sarıkaya, 2009). Özetle, LGM döneminde hesaplanan sıcaklık değerleri birbirleri ile genellikle uyumludur ve bu dönemde Türkiye’deki
iklimin günümüzden 8-11°C daha soğuk
olduğu söylenebilir.
Şekil 19. Türkiye dağlarında gözlenen LGM ile Doğu Akdeniz’de
gözlenen LGM’nin sıcaklık ve yağış durumlarının karşılaştırılması
(Sarıkaya, 2009).
LGM’de hava sıcaklıklarında görülen bu
uyum, aynı dönemdeki yağış koşullarını belirten iklimsel kayıtlarda görülmemektedir. Bu
dönemde havanın daha kurak olduğunu belirtenler olduğu gibi daha yağışlı olduğunu iddia eden araştırmacılar da bulunmaktadır. Van
Zeist vd., (1975)’e göre step tarzı bitki örtüsü
ve ağaçların seyrekleği, bu dönemde Akdeniz
havzasındaki havanın günümüze göre nispeten daha kuru ve soğuk olduğunu göstermektedir. Elenga vd., (2000)’in pollen çalışmalarına
göre Avrupa’nın güneyi ile kuzey Afrika’da
bu dönemde kuru bir iklimin hüküm sürdüğü
tespit edilmiştir. Eski Acıgöl (Jones vd., 2006)
ve Soreq Mağarası’nda (Bar-Matthews vd.,
1997) yapılan izotop çalışmaları da LGM’de
havanın daha kurak olduğunu belirtir.
Buna karşın, Orta Anadolu’daki bazı göllerin (Roberts, 1983; Kuzucuoğlu vd.,
1999; Roberts vd., 1999; 2001; Jones vd.,
2007) ve Ölüdeniz’in (Neev ve Emery, 1967;
Begin vd., 1974) günümüzden daha yüksek olan su seviyeleri, bu dönemde havanın
daha yağışlı olduğunun işaretleridir. Ancak
su seviyelerinin yüksek olmasının, yağışın
fazlalığından mı yoksa soğuk hava koşulları
39
ile azalan buharlaşma ve artan bulutluluk
oranlarından mı kaynaklandığı henüz net olarak
belirlenememiştir. Bu arada, LGM döneminde göl seviyelerinin 24 byö’ye kadar yüksek
kaldığı, ondan sonraki dönemde ise giderek
azaldığını belirtmekte fayda vardır (Tzedakis,
2007). Anadolu’daki LGM dönemi buzullarının
fiziksel modellemelerinden elde edilen veriler ışığında, bu dönemde sıcaklıkların 8-10°C
daha düşük, yağış koşullarının ise Anadolu’nun
güneyinde, özellikle GB Toroslar’da bulunan
dağlarda günümüzden yüksek, kuzeyde bulunan dağlarda (Doğu Karadeniz Dağları) ise
daha düşük olduğu sonucuna ulaşılmıştır
(Sarıkaya, 2009). Sandıras Dağı’ndaki LGM
dönemi buzulları, günümüzden iki kat daha
fazla yağış koşullarında oluştuğu öngörülmektedir (Sarıkaya vd., 2008). Aynı dönemde
Doğu Karadeniz Dağları’ndaki buzullar
(Akçar vd., 2006) Karadeniz’in soğuması ve
buharlaşmanın azalmasıyla gelişen kurak
şartlarda gelişmiş olmalıdırlar (Sarıkaya, 2009).
lerde organik malzeme miktarı göreceli olarak
artmıştır. “Henrick Olayları” olarak adlandırılan
ve organik malzemenin bol olduğu denizel
çökellere karşılık gelen Geç Buzul Dönemi’nde,
Anadolu’nun birçok dağında buzullar zaman zaman duraylı kalarak, geri çekilmelerini
sürdürmüşlerdir. Bu dönemde derin deniz
sedimanlarında bulunan ve çok dayanıklı bir
organik madde olan alkenonlardan elde edilen
deniz suyu sıcaklıkları 14,5°C civarındadır. Bu
da günümüzden yaklaşık 3-5°C daha soğuk
bir iklime karşılık gelmektedir (Gogou vd.,
2007).
5.2. Geç Buzul Dönemi (14-15 byö)
LGM döneminde hüküm süren soğuk hava
şartları, buzulların çok büyük boyutlara
ulaşmalarını sağlamıştır ve buna bağlı olarak
buzullar dağların yüksek kesimlerine geri
çekilmişlerdir. LGM sonrası dönemde, hava
sıcaklıklarının yükselmesinde zaman zaman
duraksamalar olmuş, bu ara dönemlerde buzullar ya bir süre pozisyonlarını korumuş ya da
hafifçe ilerlemişlerdir.
Sıcaklıklarının nispeten soğuk ama sakin bir
eğilim izlediği LGM’den sonra, genel olarak
buzulların eriyerek küçüldüğü bu dönemde,
eriyen buzullardan akan sular Akdeniz ve
Karadeniz havzalarında kırıntılı sediman girişini
arttırmış, buna bağlı olarak takip eden dönem-
40
Şekil 20. Erciyes buzulunun son 25 by’lık dönem içinde fiziksel
modellemesi. LGM, Geç Buzul (LG), Erken Holosen (EH) ve Geç
Holosen (LH) dönemi buzullarının uzunluklarına göre gerekli olan
sıcaklık düşüşleri (yatay eksen) ve yağış çarpanları (düşey eksen)
verilmiştir. Kalın siyah çizgilerle sınırlandırılmış koşullar, buzulların
oluşması için gereken en uygun iklimsel koşulları yansıtmakta olup
sağ üst köşede tam model çıktısı sunulmuştur (Sarıkaya vd., 2009).
Kızıldeniz’de kaydedilen deniz suyu sıcaklıkları
da benzer değerlere sahiptir (Arz vd., 2003).
Eriyen buzul sularının nispeten ılık deniz suyuna karışması (Cacho vd., 1999) iç denizlerde
buharlaşma miktarlarını düşürmüş ve bağıntılı
olarak karasal bölgelerde yağışı olumsuz
etkilemiştir (Kwiecien vd., 2009). Bu dönemde
gerçekleşen Doğu Avrupa (Bartov vd., 2003)
ve Anadolu’daki (Harrison vd., 1996) alçak
göl seviyeleri Henrick-1 dönemindeki kurak
koşullar ile açıklanabilir. Buna karşın, Acıgöl
sondajlarından (Jones vd., 2006) ve Soreq
Mağarası’ndan (Bar-Matthews vd., 1997) elde
edilen bulgular, Geç Buzul Dönemi’nde hava
koşullarının daha yağışlı olduğunu göstermektedir. Özet olarak, Geç Buzul Dönemi’nde
hava sıcaklıkları günümüze göre daha düşük,
yağış koşulları ise değişiklik arz etmekle birlikte
günümüzden %50 daha fazladır. Erciyes buzulunun modellemesiyle elde edilen verilere
göre, bu dönemde buzulların oluşması için
sıcaklıkların 4,5-6,4°C daha düşük olması gerekmektedir (Şekil 20).
5.3. Erken Holosen Dönemi (8-10 byö)
Erken Holosen Dönemi, son 25 by’lık dönem içinde genellikle en yağışlı dönemi ifade
eder. Akdeniz havzasında yapılan çalışmalar
sıcaklıkların günümüz koşullarına eriştiğini,
ama yağış koşullarının günümüzden daha
yüksek olduğunu belirtmektedir (Robinson
vd., 2006). Bu bulguları destekleyen pek çok
karasal ve denizel veri mevcuttur. Örneğin,
Suriye’deki Ghab vadisinde fıstık ve meşe
polenlerinin artması (Rossignol-Strick, 1995)
ve İsrail kıyılarındaki eski toprak oluşumları
(Gvirtzman ve Wieder, 2001) yüksek yağış
koşullarıyla açıklamaktadır.
Erken Holosen’deki ılık ve yağışlı koşullar
Akdeniz’in daha batı bölgelerinde de mevcuttur. Örneğin Sicilya Adası’nda sarkıtlar (Frisia
vd., 2006) ve gölsel karbonatlardan (Zanchetta
vd., 2007) elde edilen, günümüzden 7-8
byö’ye ait yaş değerleri, yağışlı ve soğuk kış
koşullarını ifade etmektedir. Bar-Matthews vd.,
(1997)’nin Soreq Mağarası’ndan elde ettiği
izotop oranları, Erken Holosen’in (7-10 byö)
günümüzden iki kat daha yağışlı ve 3°C kadar daha soğuk olduğunu belirtir. Birçok Akdeniz gölü, Genç Dryas’daki gerilemesinden
sonra (Frumkin vd., 1994) Erken Holosen’e
gelindiğinde
yüksek
seviyelerine
geri
dönmüştür (Harrison vd., 1996). Bunlardan,
Zeribar ve Van Gölleri’nde yapılan çalışmalar
(Landmann ve Reimer, 1996; Wick vd., 2003),
Holosen’in ilk yarısında iklimin günümüzden
daha yağışlı olduğunu göstermektedir (Jones
ve Roberts, 2008). Eski Acıgöl’den elde edilen izotop değerleri, Erken Holosen’de (11
byö) yağışın günümüzden %40 daha fazla
olduğunu gösterir (Roberts vd., 2008; Jones
vd., 2007). Gölhisar Gölü’nden elde edilen
duraylı izotop verileri de, Erken Holosen (10,68,9 byö) ikliminin daha yağışlı olduğunu belirtmektedir (Eastwood vd., 2007).
Erken
Holosen’de
ülkemizde
özellikle Aladağlar’da görülen büyük çapta
buzullaşmalar, Türkiye Geç Kuvaterner’i için
beklenmedik yeni bir bulgudur. Yapılan buzul
modellemeleri 15 km uzunluğu bulan Hacer
Vadisi buzulunun erimesinin özellikle son 500
yılında hızlandığı ve 1,44°C/yy’lık bir hıza eriştiği
yönündedir (Zreda vd., 2011). Aynı model buzulun erimesi sırasında 9°C’yi bulan hızlı bir
ısınmanın gerçekleştiğini ortaya koymaktadır.
Olasılıkla yerel etmenlerin etkisi ile gerçekleşen
bu ısınma değerleri Genç Dryas (Kerschner
vd., 2000) ve Erken Holosen (Kerschner vd.,
2003; Kelly vd., 2004; Hughes, 2007) için
öngörülen <3,5°C’ye göre oldukça fazladır.
Buna karşın 20. yy’da gerçekleşen yaklaşık
1°C’lik sıcaklık artışının (IPCC, 2007) bile üzerinde gerçekleşen bu ısınma, Türkiye için yerel
de olsa anılan dönemle ilgili önemli bir veri
kaynağı oluşturmaktadır.
41
5.4. Geç Holosen (Yeni Buzul Dönemi)
(4 byö)
Geç Holosen’de yapılan iklim çalışmalarının
büyük bir çoğunluğu sıcaklık ve yağış
koşullarının günümüz koşullarına yaklaştığını
belirtmektedir.
Bu
dönemde
Doğu
Akdeniz’deki göl seviyeleri yüksek olmasına
rağmen (Frumkin vd., 1994), İberya, Balkanlar ve Anadolu’da (Harrison vd., 1996) düşük
göl seviyeleri gözlenmektedir. Holosen’in
ikinci yarısında (5 byö) Gölhisar Gölü’nden
elde edilen 18O ve 13C izotop değerleri kurak
iklim koşullarını ifade etmektedir (Eastwood
vd., 2007). Jones vd., (2007) ise son 1500
yıllık zaman diliminde Eski Acıgöl’deki yağış
koşullarının modern değerlere ulaştığını rapor
etmişlerdir. Jones vd., (2007)’ye göre bu
dönemde yağış koşulları günümüze göre %12
daha fazla veya %13 daha kurak olmalıdır.
Geç Holosen Erciyes buzullarının modellemesi
ile elde edilen iklim koşulları ise 2,4-3°C’lik bir
sıcaklık düşüşünü ve hemen hemen günümüz
şartlarında bir yağışı gerektirmektedir (Şekil 21).
6. Türkiye’nin Güncel Buzulları ve
İklimsel Değişimler
Türkiye’deki buzullar 20. yy’ın başından beri,
iklim değişikliğine bağlı nedenlerden dolayı
önemli bir gerileme içindedirler (Şekil 22). En
hızlı geri çekilme GD Toroslar Bölgesi ve Doğu
Karadeniz Dağları’nda bulunan buzullarda
gözlenmekte olup, ortalama gerileme hızı bu
bölgelerde sırasıyla yılda 27,2 m/yıl ve 11,1
m/yıl’dır (Sarıkaya, 2011). Sözkonusu bölgelerde belirlenen buzul gerileme hızları, Erciyes
(4,2 m/yıl) ve Süphan (7,2 m/yıl) gibi volkanik
dağlardakinden daha fazladır. Ağrı Dağı’ndaki
takke buzulu da 1976’dan beri toplam buzul alanının %30’unu kaybetmiştir (Sarıkaya,
2011).
42
Olasılıkla Türkiye’nin en uzun süredir gözlenen
buzulu olan ve Erciyes Dağı’nın zirvesinin kuzeye bakan dik yamacında bulunan “Erciyes Buzulu”, Sarıkaya vd., (2003, 2009) tarafından
yapılan ölçümlere göre, yaklaşık 0,055 km2’lik
bir alan kaplamaktadır. Buzul, 3650 m yükseklikte derin buz yarıkları ile başlamakta ve 260 m
uzunluğa erişerek 3450 m’de son bulmaktadır.
Erciyes Buzulu ilk olarak Arnold Penther tarafından 1902 yılında ziyaret edilmiştir. Penther
yaptığı çalışmada buzula ait bazı fotoğraflar
yayınlamış ve buzulun uzunluğunu yaklaşık
700 m olarak belirtmiştir (Şekil 23). Penther
(1905)’e göre buzul dili yaklaşık 3180 m’de
son bulmaktadır. Daha sonraları Bartsch
(1935), Erinç (1952), Klaer (1962), Messerli
(1964), Güner ve Emre (1983), Sarıkaya vd.,
(2003; 2009) Erciyes Buzulu’na ait uzunluk
ve dil yüksekliklerini ölçmüşlerdir. Buna göre,
1902-2008 yılları arasında Erciyes Buzulu
yaklaşık olarak yılda 4,2 m geri çekilmiştir. Buzulun son yüzyıldaki geri çekilme miktarından
yola çıkılarak yapılan iklimsel modellemelerden
elde edilen hava sıcaklık artışı ile (Sarıkaya vd.,
2009) son yüzyıldaki küresel ısınma artışı olan
yaklaşık 1°C (IPCC, 2007) uyumlu gözükmektedir.
Şekil 21. Son 25 by’lık dönemde Orta Anadolu’da öngörülen iklim
değişiklikleri. Siyah kutular Sarıkaya vd., (2009)’un Erciyes buzulu
modellemesini, açık gri ve koyu gri kutular ise sırasıyla, Soreq
Mağarası (Bar-Matthews vd., 1997) ve Eski Acıgöl (Jones vd., 2007)
verilerini göstermektedir. (Kaynak: Sarıkaya vd., 2009).
Şekil 22. Türkiye’deki güncel buzul uzunluğunun yıllara göre değişimi (Sarıkaya, 2011).
Şekil 23. Erciyes Buzulu’nun son yüzyıldaki gerilemesi. İçi boş daireler farklı tarihlerdeki
fotoğraflar üzerindeki deneştirme noktalarını göstermektedir (Sarıkaya vd., 2008).
43
7. Gelecekte İklim Nasıl Olacak?
İklim
değişikliği
konusuyla
ilgilenen
araştırmacıların önemli bir kesimi, yerküre ikliminde özellikle 1950’lerden sonra görülen hızlı
değişimin, fosil yakıtları kullanarak CO2 ve diğer
sera gazlarını atmosfere salan insanoğlundan
kaynaklandığını öne sürmektedirler. Günümüz
atmosferinde, endüstriyel dönem öncesine
kıyasla üçte bir oranında daha fazla CO2
(1750 yılında 280 ppm olan atmosferdeki CO2
yoğunluğu 2005 yılı itibarı ile 370 ppm’dir) ve
iki kat daha fazla metan gazı bulunmaktadır.
Her ne kadar özellikle kömür ve petrol tüketimi iklim değişikliklerinin en önemli nedenleri
olarak gösterilse de, sera etkisinin oluşumuna
ağaçsızlandırma, atıkların bozulması, gübre ve
çimento üretimi, çiftlik hayvanlarının artması
gibi çok farklı etken de katkı sağlamaktadır.
İklim değişiminin en önemli gözle görülebilir
etkileri arasında buzullarda görülen değişimler
gelmektedir. Kutuplardaki buzullar her 10 yılda
yaklaşık %8 oranında alan kaybına uğramakta,
kara buzulları da dünya genelinde erimeye devam etmektedir. Dünya genelinde buzulların
erime ağilimleri gelişmiş teknolojiler sayesinde neredeyse günlük olarak takip edilir hale
gelmiştir. Gözlemler, koparak veya eriyerek
denize ulaşan buzulların ve dolayısıyla suyun
oran olarak %40’ının Antarktika ve Grönland
kıta buzullarından, geriye kalan %60’ının ise
vadi buzulları ve takke buzullarından (Ağrı Dağı
gibi) geldiğini ortaya koymaktadır (Meier vd.,
2007). Ülkemizde bulunan vadi buzullarında
yapılan ölçümler ve gözlemler (Erciyes ve Ağrı
Dağları gibi) dünyadaki eğilime paralel olarak
erimenin giderek artan bir şekilde devam
ettiğini net olarak ortaya koymaktadır (Sarıkaya
vd., 2009; Sarıkaya, 2012).
44
Isınmanın bir başka etkisi de Sibirya ve
Kanada’nın kuzeyinde çok geniş alanlar
kaplayan donmuş toprakların (permafrost)
çözülmeye başlaması ile metan gazının açığa
çıkmasıdır. CO2’den 20 kat daha etkili bir sera
gazı olarak bilinen metan gazının bu kontrolsüz açığa çıkması insanlığı bekleyen önemli bir
sorundur.
Gelecekte de -tıpkı geçmişte olduğu gibiiklimdeki değişikliklerin devam edeceği açıktır.
Bugün atmosferde fazladan bulunan sera
etkisi yaratan gazların yoğunluklarının aynı
seviyede tutulabilmesi için bile 100 ile 300 yıl
arasında bir zamana ihtiyaç bulunmaktadır.
Sıcaklığın dengelenmesi için ise birkaç yüzyıl
gerekmektedir. Deniz seviyesinin de yükselmeye devam edeceği, 2100 yılına kadar deniz
seviyesinin 23 ile 43 cm arasında yükseleceği
öngörülmektedir (IPCC, 2007). Antarktika ve
Grönland’daki buzulların tamamen erimesi
durumunda ise küresel deniz seviyesinin 12
m artacağı matematiksel bir gerçek olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Bilinen bir diğer gerçek de, gelecekteki iklimin
atmosfere salınan gaz miktarı ile yakından ilgili
olmasıdır. Fosil yakıtlardan mümkün olduğunca
kısa sürede vazgeçilmesi ve yeni ve alternatif
enerjilere yönelinmesi durumunda bugün 400
ppm civarında olan CO2 yoğunluğunun 2100
yılına kadar 450 ppm civarında tutulabilme
olasılığı halen mevcuttur (USGCRP, 2009). Tersi durumda ise içinde bulunduğumuz yüzyılın
sonuna doğru CO2 yoğunluğunun 1.000
ppm’ye çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Benzer bir şekilde atmosferdeki CO2 yoğunluğunun son 800 by’da çevrimsel olarak
ve düzenli bir şekilde nasıl değiştiğini ve
endüstiyel katkının sonuçlarını da görmek
mümkündür (Şekil 24). Antarktika’daki buzul
sondajlarından elde edilmiş buz örneklerinin
içindeki o günün atmosferik koşullarını içeren
hava kabarcıklarından elde edilmiş 18O izotopu verileri bu süre içinde CO2 yoğunluğunun
doğal nedenlerle 170 ile 300 ppm arasında
ve 100 by’lık çevrimler halinde (buzul-bu-
zul arası dönemleri) değiştiğini göstermektedir. 2008 yılı itibarı ile 385 ppm olan CO2
salınımının, insanlığın bu oranları az veya daha
çok arttıracağı üzerine kurulmuş çeşitli senaryolara bağlı olarak 550-900 ppm arasında
değiştirebileceğini ortaya koymaktadır.
(Lüthi vd., 2008).
Şekil 24. Antarktika buzul sondajlarından elde edilmiş verilere dayanan son 800 by’a ait CO2 yoğunlukları ve 2100 yılında oluşabilecek alternatif
CO2 salınım senaryoları (Lüthi vd., 2008).
Gelecek iklimlere CO2 salınım oranları yerine
sıcaklık değişimleri açışından baktığımızda ise
karşımıza benzer bir tablo çıkmaktadır. Ağaç
halkaları, mercan resifleri ve buzul uzunlukları
gibi veriler kullanılarak elde edilmiş sıcaklık
senaryolarına göre (IPCC, 2000; 2007,
Chapman ve Davis, 2010), 21. yy’da küresel
sıcaklığın 1ºC ile 4ºC arasında artabileceğini
ve bu değişimin son 10 by’da gözlemlenen
değişimlerden daha hızlı olacaktır (Şekil 25).
Eldeki veriler son bin yılda nispeten uyumlu
bir şekilde giden sıcaklıkların, endüstriyel
dönemin ve aletli sıcaklık ölçümlerin başladığı
1850’li yıllardan itibaren hızlı bir şekilde arttığını
göstermektedir.
45
mektedir. İçinde bulunduğumuz son 11 by’dır
devam eden Holosen buzul arası ılıman dönemin en azından bir 10 by ve belki 15 by kadar
daha devam edeceği geçmiş buzul-ara buzul
dönemlerinin bir çıkarımı olarak karşımızdadır.
Bu süreç içinde doğal sebeplerin etkisinin yanı
sıra insanlığın rolünün ne olacağını tahmin etmek de önemli bir soru olarak durmaktadır.
8. Sonuç ve Öneriler
Şekil 25. 21. yy sıcaklık senaryoları (IPCC, 2000; 2007, Chapman
ve Davis, 2010). Kesik siyah çizgi son yüzyılların ortalaması olan
1,1°C’yi temsil etmektedir.
Şekil 25’te 2000 yılı temel alınarak IPCC (2007)
tarafından yapılan senaryolar 0°C’yi temsil
eden noktalı çizginin üzerinde çeşitli renklerle
gösterilmiştir. Buna göre sarı çizgi ile ele alınan
senaryo (C3) tüm dünyada CO2 salınımı birden bire durdurulsa bile -ki bu olasılık tamamen imkansızdır- okyanusların termal süredurumu (thermal inertia) nedeni ile sıcaklık
artışının devam edeceğini ortaya koymaktadır
(Matthews ve Weaver, 2010). A2 senaryosu
ise, 2100 yılında dünya nüfusunun 15 milyar
kişiyi bulması halinde sıcaklık artışının 4°C,
7 milyarda kalması ve fosil ve yenilenebilir
yakıtların birlikte kullanılması halinde (A1B senaryosu) ise 2,5°C olacağını öngörmektedir.
B1 senaryosu ise 7 milyarlık bir nüfusun çok
daha etkin bir yenilenebilir enerji tüketimi üzerine kurulmuş olup, bu durumdaki sıcaklık artışı
2°C’nin de altında kalmaktadır. Bu iyimser senaryo bile geçmiş yüzyıllarda şahit olduğumuz
(20. yy’daki sıcaklık artışı 1°C civarındadır)
sıcaklık artışının neredeyse 2 katıdır. Tüm bu
rakamların ortalama değerler olduğu ve yüksek enlemlerde sıcaklık artışının 3 katına kadar
çıkabileceği gerçeği de gözardı edilmemelidir
(Chapman ve Davis, 2010).
Uzun dönemde ise iklimin ne şekilde
değişeceğini kestirmek daha da zor gözük-
46
Yerkürenin 4,6 milyar yılı bulan geçmişinde
çeşitli doğal nedenlerle gerçekleşen iklim
değişiklikleri kendini en belirgin şekilde
geçmişte gerçekleşmiş buzul dönemleri ile
belli eder. Oluşumundan bu yana en az 5
adet önemli buzul dönemi geçiren dünyamız
son 2,56 my’dır her biri 100 by kadar süren
buzul ve daha kısa süreli ara buzul dönemlerinin çevrimlerinden oluşan Kuvaterner Buzul
Dönemi içinde bulunmaktadır.
Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’nin Toroslar ve Doğu Karadeniz Dağları ile yüksek
volkanlarında da buzullarının günümüzden 2025 byö (LGM) maksimum boyutlarına ulaştıkları
bilinmektedir. Kozmojenik yüzey yaşlandırması
yönteminin Türkiye’deki buzul çökelleri (moren)
üzerinde uygulanması sonucu elde edilen
nicel veriler ve gerçekleştirilen modellemeler
LGM’de iklimin günümüzden 8-11°C daha
soğuk olduğunu ortaya koymaktadır. Çeşitli
göl, foraminifera ve mağara çökellerinden
elde edilen izotop verileri ile bilgisayar modellemeleri de benzer bir sıcaklık aralığına işaret
etmektedir.
LGM’yi takip eden dönemlerde sıcaklıklar göreceli olarak yükselmiş ve buzullar dağların
yüksek kesimlerine geri çekilmişlerdir. Buna
göre Geç Buzul Dönemi’nde (14-15 byö)
sıcaklıklar günümüze göre daha soğuk, yağış
koşulları ise daha kuraktır. Erciyes buzulunun modellemesinden elde edilen veriler bu
dönemde sıcaklıkların 4,5-6,4°C daha düşük
olduğunu ortaya koymaktadır.
Takip eden Erken Holosen Dönemi ise (8-10
byö), son 25 by’ın en yağışlı (günümüze göre
2 misli kadar) ve sıcaklıkların 3°C kadar daha
düşük olduğu bir zaman aralığıdır. Aladağlar’da
bulunan Hacer Vadisi’ndeki buzul çökellerinden elde edilen veriler ise sıcaklıkların bu dönem içinde çok hızlı bir bir şekilde yükseldiğini
göstermektedir. Olasılıkla yerel ve tamamen
doğal sebepler nedeniyle gerçekleşen ve
model sonuçlarına göre 1,44°C/yy hızına
ulaşan ısınma, 20. yy’da gerçekleşen ve
insanlığın CO2 gibi sera etkisi yapan gazları atmosfere salması sonucu ortaya çıkan 1°C’lik
sıcaklık artışının bile üzerindedir.
Geç Holosen Dönemi’nde (4 byö) ise sıcaklık
ve yağış koşulları günümüz koşullarına
yaklaşmıştır. Erciyes buzulunun modellemesinden elde edilen iklim koşulları 2,4-3°C’lik
bir sıcaklık düşüşünü ve hemen hemen günümüz şartlarında bir yağışı öngörmektedir.
Günümüzde ise iklim değişiminin buzullar üzerindeki etkisi artık gözle görülebilecek
düzeye varmış olup kutuplardaki buzullar her 10 yılda yaklaşık %8 oranında alan
kaybına uğramaktadır. Her ne kadar dünyamız
geçmişte doğal sebeplerle iklim değişikliklerine
maruz kalmış olsa da, endüstriyel devrimin
başından beri fosil yakıtları kullanarak, CO2
ve diğer sera etkisi yaratan gazları atmosfere
salmaya giderek artan bir şekilde devam eden
insanoğlunun bu davranış biçimini acilen gözden geçirmeye ihtiyacı vardır.
Özellikle tropik bölgelerde sıcaklıkların artması
sonucu su sıkıntısının ciddi boyutlara ulaşması,
tropik hastalıkların artması, çölleşme ve insan
topluluklarının iklimsel nedenlerle göçe maruz
kalmaları günümüzün en önemli sorunları
arasına girmiş bulunmaktadır. Sadece 300 yıl
öncesine kıyasla 12 misli artmış olan insan
sayısının ve bu insanların gittikçe artan enerji
ihtiyacı düşünüldüğünde bu eğilimin sonsuza
kadar bu şekilde gitmeyeceğini artık insanlığın
anlaması ve harekete geçmesi gerekmektedir. Bunun için Kyoto protokolü örneğinde
olduğu gibi, ülkeler biraraya gelerek -yeterli
olmaktan uzak da olsa- ilk adımları atmış
bulunmaktadırlar. Bu adımların daha da artan
ivmelerle ve kesintisiz olarak devam ettirilmesi
gerekmektedir.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de
konu ile ilgili, yavaş da olsa, bir bilinçlenmenin
oluşmaya başladığı görülmekle beraber daha
proaktif politika ve eylemlere ihtiyaç duyulduğu
ortadadır. Günümüzde iklim bilimciler
yaşanmakta olan iklim değişimini durdurmanın
veya tersine döndürmenin mümkün olmadığını
kabul etmekle birlikte sera etkisi yapan gazların
salınımının azaltılmasının küresel ısınmayı
yavaşlatılabileceği ve böylece insanlar da dahil olmak üzere tüm canlıların bu duruma ayak
uydurabileceklerini ümit etmektedirler.
Katkı Belirtme
Bu çalışmaya konu olan fikirlerin gelişmesi ve
nicel buzul verilerinin Türkiye’de ilk defa olarak
elde edilmeye başlanması 2000 yılından beri
desteğini gördüğümüz TÜBİTAK projeleri
(101Y002, 107Y069, 110Y300 ve 112Y139)
sayesinde olmuştur. Yazarlar ayrıca bizi bu
makaleyi yazmaya davet eden ve yapıcı
önerileri ile kalitesini yükselten Kadir Has
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger’e
teşekkür ederler.
47
Kaynaklar
Ainsworth, W.F., 1842. Travels and researches in Asia Minor, Mesopotamia. Chaldea and Armenia. J.W.
Parker, London.
Akçar, N., 2012. Quaternary glaciations at Uludag Mountain (NW Turkey). Quaternary International,
279-280, 13.
Akçar, N., Yavuz, V., Ivy-Ochs, S., Kubik, P.W., Vardar, M., Schluchter, C., 2007. Paleoglacial records
from Kavron Valley, NE Turkey: Field and cosmogenic exposure dating evidence. Quaternary
International, 164-165, 170-183.
Akçar, N., Yavuz, V., Ivy-Ochs, S., Kubik, P.W., Vardar, M., Schluchter, C., 2008. A case for a
downwasting mountain glacier during Termination I, Verçenik Valley, Northeastern Turkey. Journal of
Quaternary Science, 23(3), 273-285.
Alley, R.B., 2000. The Younger Dryas cold interval as viewed from central Greenland. Quaternary
Science Reviews, 19, 213-226.
Alley, R.B., Meese, D.A., Shuman, A.J., Gow, A.J., Taylor, K.C., Grootes, P.M., White, J.W.C., Ram, M.,
Waddington, E.D., Mayewski, P.A., Zielinski, G.A., 1993. Abrupt accumulation increase at the Younger
Dryas termination in the GISP2 ice core. Nature, 362, 527-529.
Andrews, J.T. 2000. Dating Glacial events and correlation to global climate change, in Quaternary
Geochronology: Methods and Applications, AGU Ref. Shelf, vol. 4, edited by J. S. Noller, J. M. Sowers,
and W. R. Lettis, AGU, Washington, D. C., 447-455.
Ardos, M., 1977. Barla Dağı civarının jeomorfolojisi ve Barla Dağı’nda Pleistosen glasyasyonu. İstanbul
Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, 20-21, 151-168.
Arpat, E., Özgül., N., 1972. Orta Toroslar’da Geyik Dağı yöresinde kaya buzulları. MTA Bülteni, 80,
30-35.
Arz, H.W., Lamy, F., Patzold, J., Muller, P.J. and Prins, M., 2003. Mediterranean moisture source for an
early-Holocene humid period in the northern Red Sea. Science, 300(5616), 118-121.
Atalay, I., 1987. Türkiye Jeomorfolojisine Giriş, Ege Üniversitesi Yayınları, İzmir.
Augustin, L., Barbante, C., Barnes, P.R., Barnola, J.M., Bigler, M., Castellano, E., Cattani, O.,
Chappellaz, J., Dahl-Jensen, D., Delmonte, B., Dreyfus, G., Durand, G., Falourd, S., Fischer H.,
Flückiger, J., Hansson, M.E., Huybrechts, P., Jugie, G., Johns, S.J., Jouzel, J., Kaufmann, P., Kipfstuhl,
J., Lambert, F., Lipenkov, V.Y., Littot, G.C., Longinelli, A., Lorrain, R., Maggi, V., Masson-Delmotte, V.,
Miller, H., Mulvaney, R., Oerlemans, J., Oerter, H., Orombelli, G., Parrenin, F., Peel D.A., Petit, J.R.,
Raynaud, D., Ritz, C., Ruth, U., Schwander, J., Siegenthaler, U., Souchez, R., Stauffer, B., Steffensen,
J.P., Stenni, B., Stocker, T.F., Tabacco, I.E., Udisti, R., Van de Wal, R.S., Van den Broeke, M., Weiss,
48
J.,Wilhelms, F., Winther, J.G., Wolff, E.W., Zucchelli, M., 2004. Eight glacial cycles from an Antarctic ice
core, 429, 623-628.
Bar-Matthews, M., Ayalon, A., Kaufman, A., 1997. Late Quaternary paleoclimate in the Eastern
Mediterranean region from stable isotope analysis of speleothems at Soreq Cave, Israel. Quaternary
Research, 47, 155-168.
Barron, E.J., van Andel, T.H., Pollard, D., 2004. Glacial environments II, reconstructing the climate
of Europe in the last Glaciation. in: van Andel, T.H., Davies, S.W. (Eds.), Neanderthals and Modern
Humans in the European Landscapes during the Last Glaciation. McDonald Institute for Archaeological
Research, Cambridge, 57-78.
Bartov, Y., Goldstein, S.L., Stein, M. and Enzel, Y., 2003. Catastrophic arid episodes in the Eastern
Mediterranean linked with the North Atlantic Heinrich events. Geology 31(5), 439-442.
Bartsch, G., 1935. Das gebiet des Erciyes Dagi und die stadt Kayseri in Mittel-Anatolien. Jahrbuch der
Geographischen Gesellschaft zu Hannover für 1934 und 1935, 87-202.
Begin, Z.B., Ehrlich, A., Nathan, Y., 1974. Lake Lisan, the Pleistocene precursor of the Dead Sea.
Geological Survey of Israel Bulletin, 63, 30.
Bilgin, T., 1972. Doğu Munzur Dağları’nın glasyal ve periglasyal morfolojisi. İstanbul Üniversitesi
Coğrafya Enstitüsü Dergisi, 1757, 69.
Birman, J.H., 1968, Glacial reconnaissance in Turkey. Geological Society of America Bulletin, 79,
1009-1026.
Blumenthal, M.M., 1958. From Mount Ağrı (Ararat) to Mount Kaçkar (in German). Bergfahrten in
nordostanatolsischen Glenzlanden. Die Alpen, 34, 125-137.
Bobek, H., 1940. Recent and ice time glaciations in central Kurdish high mountains (in German).
Zeitschrift für Gletscherkunde, 27(1-2), 50-87.
Cacho, I., Grimalt, J.O., Pelejero, C., Canals, M., Sierro, F.J., Flores, J.A., Shackleton, N., 1999.
Dansgaard-Oeschger and Heinrich event imprints in Alboran Sea paleotemperatures.
Paleoceanography, 14, 689-705.
Carlson, A.E., 2010. What caused the younger dryas cold event?, Geology, 38(4), 383-384.
Chapman, David D.S., Davis, Michael M.G., 2010. Climate change: Past, present, and future. Eos
Transactions of the American Geophysical Union, 91(37), 325-326.
Curry, B.B., Grimley, D.A., McKay, E.D., 2011. Quaternary glaciations in Illinois, in: Ehlers, J., Gibbard,
P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe.
Amsterdam, Elsevier, 15, 467-487.
49
Çiner, A., 2004. Turkish glaciers and glacial deposits, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L. (Eds.), Quaternary
Glaciations: Extent and Chronology, Part I: Europe. Amsterdam, Elsevier, s. 419-429.
Çiner, A., Deynoux, M., Çörekçioğlu, E., 1999. Hummocky moraines in the Namaras and Susam
Valleys, Central Taurids, SW Turkey. Quaternary Science Reviews, 18, 659-669.
Doğu, A.F., Çiçek, İ., Gürgen, G., Tuncel, H., 1999. Akdağ’ın jeomorfolojisi ve bunun beşeri faaliyetler
üzerine etkisi. Türkiye Coğrafyası Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ankara Üniversitesi, 7,
95-120
Doğu, A.F., Somuncu, M., Çiçek, İ., Tuncel, H., Gürgen, G., 1993. Kaçkar Dağında buzul şekilleri, yaylalar ve turizm. Türkiye Coğrafyası Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ankara Üniversitesi, 157-183.
Dorale, J., Edwards, L., Ito, E., Gonzalez, L., 1998. Climate and vegetation history of the midcontinent
from 75 to 25 ka: A speleothem record from Crevice Cave, Missouri, USA. Science, 282, 1871-1874.
Eastwood, W.J., Leng, M.J., Roberts, N., Davis, B., 2007. Holocene climate change in the eastern
Mediterranean region: a comparison of stable isotope and pollen data from Lake Gölhisar, southwest
Turkey. Journal of Quaternary Science, 22(4), 327-341.
Ege, İ., Tonbul., S., 2005. Soğanlı Dağında Karstlaşma-Buzullaşma İlişkisi. Türkiye Kuvaterner
Sempozyumu, İstanbul Teknik Üniversitesi.
Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D., 2011. Quaternary glaciations-extent and chronology, A closer
look, in: Jaap, J.M., (Ed.), Developments in Quaternary Science, Vol. 15, Elsevier, Amsterdam, 1108 p.
Elenga, H., Peyron, O., Bonnefille, R., Jolly, D., Cheddadi, R., Guiot, J., Andrieu,V., Bottema, S.,
Buchet, G., De Beaulieu, J.-L., Hamilton, A.C., Maley, J., Marchant, R., Perez-Obiol, R., Reille, M., G.
Riollet, G., Scott, L., Straka, H., Taylor, D., Van Campo, E., 2000. Pollen-based biome reconstruction
for southern Europe and Africa 18,000 yr BP. Journal of Biogeography, 27, 621-634.
Emeis, K.C., Struck, U., Schulz, H.M., Rosenberg, R., Bernasconi, S., Erlenkeuser, H., Sakamoto, T.,
Martinez-Ruiz, F., 2000. Temperature and salinity variations of Mediterranean Sea surface waters over
the last 16 000 years from records of planktonic stable oxygen isotopes and alkenone unsaturation
ratios. Palaeogeography Palaeoclimatology Palaeoecology 158, 259-280.
Erinç, S., 1944. Glazialmorphologhie Untersuchungen im Nordostanatolischen Randgebirge. Istanbul
University Geography Inst. Pub., Ph.D. Series, 1, 56 p.
Erinç, S., 1951. Glasiyal ve postglasiyal safhada Erciyes Glasiyesi. İstanbul Üniversitesi Coğrafya
Enstitüsü Dergisi, 1(2), 82-90.
Erinç, S., 1952. Glacial evidences of the climatic variations in Turkey: Geografiska Annaler, 34, 89-98.
Erinç, S., 1953. Van’dan Cilo Dağlarına. İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, 3-4, 84-106.
50
Erinç, S., 1955. Honaz Dağı’nda periglasyal şekiller (GB Anadolu). İstanbul Üniversitesi Coğrafya
Enstitüsü Dergisi, 2, 185-187.
Erinç, S., 1957. Honaz ve Bozdağ’da buzul izleri hakkında. Türkiye Coğrafya Bülteni, 8, 106-107.
Esper, J., Cook, E.R., Schweingruber, F.H., 2002. Low-frequency signals in long tree-ring chronologies
for reconstructing past temperature variability. Science, 295, 2250-2253.
Fleitmann, D., Burns, S., Neff, U., Mudelsee, M. Mangini, A., Matter, A., 2004. Palaeoclimatic
interpretation of high-resolution oxygen isotope profiles derived from annually laminated speleothems
from Southern Oman. Quaternary Science Reviews, 23(7-8), 935-945.
Frisia, S., Borsato, A., Mangini, A., Spotl, C., Madonia, G., Sauro, U., 2006. Holocene climate variability
in Sicily from a discontinuous stalagmite record and the Mesolithic to Neolithic transition. Quaternary
Research 66(3), 388-400.
Frisia, S., Borsato, A., Preto, N., McDermott, F., 2003. Late Holocene annual growth in three Alpine
stalagmites records the influence of solar activity and the North Atlantic Oscillation on winter climate.
Earth and Planetary Science Letters, 216(3), 411-424.
Frumkin, A., Carmi, I., Zak, I., Magaritz, M., 1994. Middle Holocene environmental change determined
from the Salt Caves of Mount Sodom, Israel, in: Bar-Yosef, O., Kra, R.S. (Eds.), Late Quaternary
Chronology and Paleoclimates of the Eastern Mediterranean. Radiocarbon. 315-332.
Ghienne J.-F., Monod, O., Kozlu, H., Dean, W.T., 2010. Cambrian-Ordovician depositional sequences
in the Middle East: A perspective from Turkey. Earth Science Reviews, 1010, 101-146.
Gibbard, P.L., Head, M.J., Walker, M.J.C. and the Subcommission on Quaternary Stratigraphy, 2010.
Formal ratification of the Quaternary System/Period and the Pleistocene Series/Epoch with a base at
2.58 Ma. Journal of Quaternary Science, 25, 96-102.
Giraudi, C., 2011. Middle Pleistocene to Holocene glaciations in Italian Apennines, in: Ehlers, J.,
Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look,
Europe, Amsterdam, Elsevier, 15, 211-219.
Gogou, A., Bouloubassi, I., Lykousis, V., Arnaboldi, M., Gaitani, P., Meyers, P.A., 2007. Organic
geochemical evidence of Late Glacial-Holocene climate instability in the North Aegean Sea.
Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology 256(1-2) 1-20.
Gürgen, G. 2003. Çapan Dağları kuzeyinin (Rize) glasyal morfolojisi. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, 23,
159-175.
Gvirtzman, G., Wieder, M., 2001. Climate of the last 53,000 Years in the eastern Mediterranean, based
on soil-sequence stratigraphy in the coastal plain of Israel. Quaternary Science Reviews 20(18),
1827-1849.
51
Harris, R.N., Chapman, D.S., 2001. Midlatitude (30°-60°N) climatic warming inferred by combining
borehole temperatures with surface air temperatures. Geophys. Res. Letters, 28(5), 747-750.
Harrison, S.P., Yu, G. and Tarasov, P.E., 1996. Late quaternary lake-level record from northern Eurasia.
Quaternary Research 45(2), 138-159.
Haug, H.H., Ganopolski, A., Sigman, D.M., Rossell-Mele, A., Swann, G.E.A., Tiedmann, R., 2005.
North Pacific seasonality and the glaciations of North America 2.7 million years ago. Nature, 433,
881-825.
Hays, J.D., Imbrie, J., Shackleton, N.J., 1976. Variations in the Earth’s orbit: Pacemaker of the ice
ages”. Science, 194(4270), 1121-1132.
Hayes, A., Kucera, M., Kallel, N., Sbaffi, L. and Rohling, E.J., 2005. Glacial Mediterranean sea surface
temperatures based on planktonic foraminiferal assemblages. Quaternary Science Reviews, 24(7-9),
999-1016.
Hegerl, G.C., Crowley, T.J., Hyde, W.T., Frame, D.J., 2006. Climate sensitivity constrained by
temperature reconstructions over the past seven centuries. Nature, 440(7087): 1029-1032.
Hoffman, P.F., Kaufman, A.J., Halverson, G.P., Schrag, D.P., 1998. A Neoproterozoic Snowball Earth.
Science, 281(5381), 1342-1346.
Huang, S., Pollack, H.N., Shen, P.-Y., 2000. Temperature trends over the past five centuries
reconstructed from borehole temperatures, Nature, 403, 756-758.
Hughes, P. D., Gibbard, P. L., Woodward, J. C., 2003. Relict rock glaciers as indicators of
Mediterranean palaeoclimate during the Last Glacial Maximum (Late Würmian) in northwest Greece.
Journal of Quaternary Science, 18(5), 431-440.
Hughes, P.D., 2007. Recent behaviour of the Debeli Namet glacier, Durmitor, Montenegro: Earth
Surface Processes and Landforms, 32, 1593-1602.
Hughes, P.D., Woodwards, J.C., 2008. Timing of glaciation in the Mediterranean mountains during the
last cold stage. Journal of Quaternary Science, 23, 575-588.
Husen, D.V., 2011. Quaternary glaciations in Austria, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.),
Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15,
15-28.
Ingolfsson, O., 2004. Quaternary glacial and climate history of Antarctica, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L.
(Eds.). Quaternary Glaciations-Extent and Chronology, Part III. Elsevier, Amsterdam, 3-33.
IPCC, 200 0- Nakicenovic, N., Swart, R. (Eds.), 2000. Emissions Scenarios, Cambridge University
Press, UK. 570 p.
52
IPCC, 2007. Climate change 2007. Synthesis report. Contribution of working groups I, II and III to the
fourth assessment report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, in: Core writing team,
Pachauri, R.K., Reisinger, A. (Eds.). IPCC, Geneva, Switzerland.
İzbırak, R., 1951. Cilo Dağı ve Hakkari ile Van Gölü çevresinde coğrafi araştırmalar. Ankara Üniversitesi
Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yay., 67(4), 149 s.
Jones, M. D., Roberts, C. N., Leng, M. J., Türkeş, M., 2006. A high-resolution late Holocene lake
isotope record from Turkey and links to North Atlantic and monsoon climate. Geology 34, 361-364.
Jones, M.D., Roberts, C.N., 2008. Interpreting lake isotope records of Holocene environmental change
in the Eastern Mediterranean. Quaternary International 181(1), 32-38.
Jones, M.D., Roberts, N.C., Leng, M.J, 2007. Quantifiying climatic change through the last
glacial-interglacial transition based on lake isotope paleohydrology from central Turkey. Quaternary
Research 67, 463-473.
Kelly, M.A., Kubik, P.W., Blanckenburg, F.V., Schlüchter, C., 2004. Surface exposure dating of the Great
Aletsch Glacier Egesen moraine system, western Swiss Alps, using the cosmogenic nuclide 10Be.
Journal of Quaternary Science, 19, 431-441.
Kerschner, H., Ivy-Ochs, S., Hertl, A., Sailer, R., Kubik, P., 2003. Glacier activity in the Central Alps
during the Early Holocene: Insights from 10Be exposure dating. Geophysical Research Abstracts,
5, 13917.
Kerschner, H., Kaser, G., Sailer, R., 2000. Alpine Younger Dryas glaciers as palaeo-precipitation
gauges. Annals of Glaciology, 31, 80-84.
Kesici, Ö., 2005. Küresel Isınma Çerçevesinde Süphan ve Cilo Dağlarında Buzul Morfolojisi
Araştırmaları.TÜBİTAK Çevre, Atmosfer, Yer ve Deniz Bilimleri Araştırma Grubu (ÇAYDAG), Proje
No:101Y131.
Klaer, W., 1962. Untersuchungen zur klimagenetischen geomorphologie in den hochgebirgen
Vorderasiens. Heidelberger Geographische Arbeiten 11, 1-135.
Kuzucuoğlu, C., Bertaux, J., Black, S., Denefle, M., Fontugne, M., Karabıyıkoğlu, M., Kashima, K.,
Limondin-Lozouet, N., Mouralis, D., Orth, P., 1999. Reconstruction of climatic changes during the Late
Pleistocene based on sediment records from the Konya Basin (Central Anatolia, Turkey). Geological
Journal 34(1-2), 175-198.
Kuzucuoğlu, C., Parish, R. Karabıyıkoğlu, M., 1998. The dune systems of the Konya Plain-Turkey:
their relation to environmental changes in Central Anatolia during the Late Pleistocene and Holocene.
Geomorphology, 23, 257-271.
Küçükuysal, C., Engin, B., Türkmenoğlu, A. Aydaş, C., 2011. ESR dating of calcrete nodules from
Bala, Ankara (Turkey): Preliminary results. Applied Radiation and Isotopes, 69, 492-499.
53
Küçükuysal, C., Türkmenoğlu, A. Kapur, S., 2012. Multiproxy evidence of Mid-Pleistocene dry climates
observed in Calcretes in Central Turkey. Turkish Journal of Earth Sciences, 21, 1-17.
Kwiecien, O., Arz, H.W., Lamy, F., Plessen, B., Bahr, A., Haug, G.H., 2009. North Atlantic control on
precipitation pattern in the eastern Mediterranean/Black Sea region during the last glacial. Quaternary
Research, 71(3), 375-384.
Lamb, H.H., 1972. The Cold Little Ice Age Climate of About 1550 to 1800. Climate: Present, Past and
Future. London, Methuen. 107 p.
Landmann, G., Reimer, A., 1996. Climatically induced lake level changes at Lake Van, Turkey, during
the Pleistocene/Holocene transition. Global Biogeochemical Cycles 10(4), 797-808.
Lisiecki, L.E., Raymo, M.E., 2005. A Pliocene-Pleistocene stack of 57 globally distributed benthic 18O
records. Paleoceanography, 20, 1-17.
Louis, H.L., 1944. Evidence for Pleistocene glaciation in Anatolia (in German). Geologische Rundschau,
34(7-8), 447-481.
Lüthi, D., Le Floch, M., Bereiter, B., Blunier, T., Barnola, J-M., Siegenthaler, U., Raynaud, D., Jouzel, J.,
Fischer, H., Kawamura, K., Stocker, T.F., 2008. High-resolution carbon dioxide concentration record
650,000-800,000 years before present. Nature, 453, 379-382.
Mann, M.E., Jones, P.D., 2003. Global surface temperatures over the past two millennia, Geophys.
Res. Letters, 30(15), 1820.
Marshall, J.D., Brenchley, P.J., Mason, P., Wolff, G.A., Astini, R.A., Hints, L., Meidla, T., 1997. Global
carbon isotopic events associated with mass extinction and glaciation in the Late Ordovician.
Paleogeography, Paleoclimatology, Paleoecology, 195-210.
Matthews, H.D., Weaver, A.J., 2010. Committed climate warming. Nat. Geosci., 3, 142-143.
Maunsell, F.R., 1901. Central Kurdistan. The Geographical Journal, 18(2), 121-141.
McGarry, S., Bar-Matthews, M., Matthews, A., Vaks, A., Schilman, B., Ayalon, A., 2004. Constraints
on hydrological and paleotemperature variations in the Eastern Mediterranean region in the last 140 ka
given by the δD values of speleothem fluid inclusions. Quaternary Science Reviews, 23, 919-934.
Meier, M., Dyurgerov, M.B., Rick, U.K., O’Neel, S., Pfeffer, W.T., Anderson, R.S.,Suzanne P. Anderson,
S.P., Glazovsky, A.F., 2007. Glaciers dominate eustatic sea-level rise in the 21st Century. Science,
317(5841), 1064-1067.
Messerli, B., 1967. Die eiszeitliche und die gegenwartige Vergletscherung in Mittelmeerraum.
Geographica Helvetica, 22, 105-228.
54
Messerli., B., 1964. Der gletscher am Erciyes Dagh und das problem der rezenten Schneegrenze im
Anatolischen und Mediterranen Raum. Geographica Helvetica 19(1), 19-34.
Miller. K.G., Fairbanks, R.G., Mountain, G.S., 1987. Tertiary oxygen isotope synthesis, sea level history,
and continental margin erosion. Paleoceanography, 2, 1-19.
Mix, A., Bard, A., Schneider, R., 2001. Environmental processes of the ice age, land, oceans, glaciers
(EPILOG). Quaternary Science Reviews, 20, 627-657.
Moberg, A., Sonechkin, D.M., Holmgren, K., Datsenko, N.M., Karlén, W., 2005. Highly variable
Northern Hemisphere temperatures reconstructed from low- and high- resolution proxy data. Nature,
433, 613-617.
Monod O., Kozlu H., Ghienne J-F., Dean W.T., Günay Y., Le Hérissé A., Paris F., Robardet M., 2003.
Late Ordovician glaciation in Southern Turkey. Terra Nova, 15, 249-257.
Monod, O., 1977. Geological Research in the Western Taurides South of Beyşehir, Turkey (in French).
Unpublished thesis, University of Paris, 442 p.
Neev, D., Emery, K.O., 1967. The Dead Sea; depositional processes and environments of evaporates.
Geological Survey of Israel Bulletin, 41, 147.
Oerlemans, J., 2005. Extracting a climate signal from 169 glacier records. Science, 308, 675-677.
Onde, H., 1954. Forms of glaciers in the Lycien Massif of Akdağ (southwest Turkey) (in French).
Congres Géologique International, 15, 327-335.
Özsayın, E., Çiner, A., Rojay, B., Dirik, K., Melnick, D., Fernández-Blanco, D., Bertotti, G., Schildgen,
T.F., Garcin, Y., Strecker, M.R., Sudo, M., 2013. Plio-Quaternary extensional tectonics of the Central
Anatolian Plateau: A case study from the Tuz Gölü Basin, Turkey, in: Çiner, A., Strecker, M., Bertotti, G.
(Eds.), Late Cenozoic Evolution of Central Anatolia Plateau, Turkish Journal of Earth Sciences, baskıda.
Palgrave, W.G., 1872. Vestiges of the glacial period in northeastern Anatolia. Nature, 5, 444-445.
Penther, A., 1905. Eine reise in das gebiet des Erdschias dagh (Kleinasien) 1902. Abhandlungen der
k.k. Geographischen gesellschaft in Wien 6(1).
Petit, J. R. Jouzel, J., Raynaud, D., Barkov, N. I., Barnola, J.-M., Basile, I., Bender, M., Chappellaz, J.,
Davis, M., Delaygue, G., Delmotte, M., Kotlyakov, V. M., Legrand, M., Lipenkov, V. Y., Lorius, C., Pépin,
L., Ritz, C., Saltzman E., Stievenard, M., 1999. Climate and atmospheric history of the past 420,000
years from the Vostok ice core, Antarctica. Nature, 399, 429-436.
Roberts, N., 1983. Age, paleoenvironments and climatic significance of Late Pleistocene Konya Lake,
Turkey. Quaternary Research 19, 154-171.
55
Roberts, N., Black, S., Boyer, P., Eastwood, W.J., Leng, M., Parish, R., Reed, J., Twigg, D.,
Yiğitbaşıoğlu, H., 1999. Chronology and stratigraphy of Late Quaternary sediments in the Konya Basin,
Turkey: results from the KOPAL Project. Quaternary Science Reviews 18, 611-630.
Roberts, N., Jones, M.D., Benkaddour, A., Eastwood, W.J., Filippi, M.L., Frogley, M.R., Lamb, H.F.,
Leng, M.J., Reed, J.M., Stein, M., Stevens, L., Valero-Garces, B., Zanchetta, G., 2008. Stable isotope
records of Late Quaternary climate and hydrology from Mediterranean lakes: the ISOMED synthesis.
Quaternary Science Reviews 27(25-26), 2426-2441.
Roberts, N., Reed, J.M., Leng, M.J., Kuzucuoğlu, C., Fontugne, M., Bertaux, J., Woldring, H.,
Bottema, S., Black, S., Hunt E., Karabıyıkoğlu, M., 2001. The tempo of Holocene climatic change in
the eastern Mediterranean region: new high-resolution crater-lake sediment data from central Turkey.
Holocene 11(6), 721-736.
Robinson, S.A., Black, S., Sellwood, B.W., Valdes, P.J., 2006. A review of palaeoclimates and
palaeoenvironments in the Levant and Eastern Mediterranean from 25,000 to 5000 years BP: setting
the environmental background for the evolution of human civilization. Quaternary Science Reviews,
25(13-14), 1517-1541.
Rossignol-Strick, M., 1995. Sea-land correlation of pollen records in the Eastern Mediterranean for the
glacial-interglacial transition: Biostratigraphy versus radiometric time-scale. Quaternary Science
Reviews 14(9), 893-915.
Saltzman, B., 2002. Dynamical Paleoclimatology: Generalized Theory of Global Climate Change,
Academic Press, New York. 354 p.
Sarıkaya, M.A., 2009. Late Quaternary Glaciation and Paleoclimate of Turkey Inferred from Cosmogenic
36Cl Dating of Moraines and Glacier Modeling. Ph.D. Thesis, University of Arizona, Tucson, AZ, USA.
283 p.
Sarıkaya, M.A., 2012. Recession of the ice cap on Mount Ağrı (Ararat), Turkey, from 1976 to 2011 and
its climatic significance. Journal of Asian Earth Science, 46, 190-194.
Sarıkaya, M.A. Çiner, A., Haybat, H., 2013. Last glacial maximum glaciers on Akdağ, southwest Turkey,
inferred from cosmogenic Cl-36 dating of moraines, The 8th International Conference on
Geomorphology of the International Association of Geomorphologists (IAG), Paris, France.
Sarıkaya, M.A., 2011. Türkiye’nin Güncel Buzulları, in: Deniz Ekinci Ed.), Fiziksel Coğrafya Araştırmaları:
Sistematik ve Bölgesel, Türkiye Coğrafya Kurumu Yayınları, 6, Istanbul, 527-544.
Sarıkaya, M.A., Çiner, A., Zreda, M., 2011. Quaternary glaciations of Turkey, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L.,
Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe.
Amsterdam, Elsevier, 15, 393-403.
56
Sarıkaya, M.A., Çiner, A., Zreda, M., 2003. Erciyes Volkani Geç Kuvaterner buzul çökelleri. Yerbilimleri,
27, 59-74.
Sarıkaya, M.A., Zreda, M., Çiner, A., 2009. Glaciations and paleoclimate of Mount Erciyes, central
Turkey, since the Last Glacial Maximum, inferred from 36Cl cosmogenic dating and glacier modeling.
Quaternary Science Reviews, 28(23-24), 2326-2341.
Sarıkaya, M.A., Zreda, M., Çiner, A., Zweck, C., 2008. Cold and wet Last Glacial Maximum on Mount
Sandıras, SW Turkey, inferred from cosmogenic dating and glacier modeling. Quaternary Science
Reviews, 27(7-8), 769-780.
Self, S., Rampino, R.R., 1981. The 1883 eruption of Krakatau, Nature, 294, 699-704.
Spötl, C., Mangini, A., Frank, N., Eichstädter, R. Burns, S., 2002. Start of the last interglacial period at
135 ka: Evidence from a high Alpine speleothem, Geology, 30, 815-818.
Türkünal, S., 1990. Türkiye’nin dağları ve sıradağları. Türkiye Jeoloji Mühendisleri Odası Dergisi. 30, 42.
Tzedakis, P.C., 2007. Seven ambiguities in the Mediterranean palaeoenvironmental narrative.
Quaternary Science Reviews 26 (17-18), 2042-2066.
Tziperman, E., Gildor, H., 2003. On the mid-Pleistocene transition to 100 kyr glacial cycles and the
asymmetry between glaciation and deglaciation times. Paleoceanography, 18, 8.
Urdea, P., Onaca, A., Ardelean, F., Ardelean, M., 2011. New evidence on the Quaternary Glaciation in
the Romanian Carpathians, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations:
Extent and Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 305-322.
USGCRP (US Global Change Research Program), 2009. Second National Climate Assesment. Global
change impacts in the US. http://www.globalchange.gov/publications/reports.
van Zeist, W., Woldring, H., Stapert, D., 1975. Late Quaternary vegetation and climate of south
western Turkey. Palaeohistoria 7, 53-143.
Veizer, J., Davin, A., Azmy, K., Bruckschen, P., Buhl, D., Bruhn, F., Carden, G., Diener, A., Ebneth, S.,
Godderis, Y., Jasper, T., Korte, C., Pawellek, F., Podlaha, O., Strauss, H., 1999. 87Sr/86Sr, 13C and 18O
evolution of Phanerozoic seawater. Chemical Geology, 161, 59-88.
Veizer, J., Godderis, Y., Francois, L.M., 2000. Evidence for decoupling of atmospheric CO2 and global
climate during the Phanerozoic eon. Nature, 408, 698-701.
Vorren, T.O., Landvik, J.Y., Andreassen, K., Laberg, J.S., 2011. Glacial history of the Barents sea
region, In: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and
Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 361-372.
57
Wick, L., Lemcke, G., Sturm, M., 2003. Evidence of Lateglacial and Holocene climatic change and
human impact in eastern Anatolia: high-resolution pollen, charcoal, isotopic and geochemical records
from the laminated sediments of Lake Van, Turkey. Holocene 13(5), 665-675.
Wilson, P.A., Richard D.N, Matthew, J.C., 2002. Testing the Cretaceous greenhouse hypothesis using
glassy foraminiferal calcite from the core of the Turonian tropics on Demerara Rise. Geology, 30(7),
607-610.
Wohlfarth, B., 1996. The chronology of the Last Termination: A review of radiocarbon-dated,
high-resolution terrestrial stratigraphies. Quaternary Science Reviews, 15, 267-284.
Woodward, J.C., Hughes, P.D., 2011. Glaciation in Greece: A new record of cold stage environments
in Mediterranean, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and
Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 175-198.
Wright, H.E., 1962. Pleistocene glaciation in Kurdistan. Eiszeitalter und Gegenwart, 12, 131-164.
Yalçınlar, İ., 1951. Glaciations on the Soğanlı-Kaçkar mountains and Mescid Dağ (in French). Review of
the Geographical Institute of the University of Istanbul, 1-2, 50-55.
Yalçınlar, İ., 1954. On the presence of the Quaternary glacial forms on Honaz Dag-and-Boz Dag
(western Turkey) (in French). Compte Rendu Sommaire de la Société Géologique de France, 13,
296-298.
Zachos, J. Pagani, M., Sloan, L., Thomas, E., Billups, K. 2001. Trends, rhythms, and aberrations in
global climate 65 Ma to present. Science, 292, 686-693.
Zahno, C., Akçar, N., Yavuz, V., Kubik, P. W., Schlüchter, C., 2009. Surface exposure dating of Late
Pleistocene glaciations at the Dedegöl Mountains (Lake Beysehir, SW Turkey). Journal of
Quaternary Science, 24, 1016-1028.
Zahno, C., Akçar, N., Yavuz, V., Kubik, P. W., Schlüchter, C., 2010. Chronology of Late
Pleistocene glacier variations at the Uludağ Mountain, NW Turkey. Quaternary Science
Reviews, 29, 1173-1187.
Zanchetta, G., Borghini, A., Fallick, A.E., Bonadonna F.P., Leone, G., 2007. Late Quaternary
palaeohydrology of Lake Pergusa (Sicily, southern Italy) as inferred by stable isotopes of
lacustrine carbonates. Journal of Paleolimnology 38(2), 227-239.
Zreda, M., Çiner, A., Sarıkaya, M.A., Zweck, C., Bayarı, S., 2011. Remarkably extensive glaciation and
fast deglaciation and climate change in Turkey near the Pleistocene Holocene boundary. Geology,
39(11), 1051-1054.
58
59
60
BÖLÜM II
İklim Değişikliğinin Türkiye’deki
Etkileri: Bilimsel Veriler
Volkan Ş. Ediger1
Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi, Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölüm Başkanı, Strateji Geliştirme ve Araştırma Koordinatörü. ENİVA-Enerji ve
İklim Değişikliği Vakfı Kurucu Başkanı. [email protected], [email protected]
1
61
Özet
İklim Değişikliğinin Türkiye’deki Etkileri: Bilimsel Veriler
İklim değişikliği, insanlığın sanayi devriminden sonra
yarattığı en önemli sorunların başında gelmektedir. Sorunun insan kaynaklı ve küresel olması, ülkeler arasında
yardımlaşmanın sağlanmasını kolaylaştırarak uluslararası
düzeyde çok önemli işbirliklerinin gerçekleşmesine neden
olmuştur. Buna karşın iklim değişikliğinin ortaya çıkaracağı
sorunlarla baş edilmesi esas olarak yerel çözümlerle olmak
zorundadır. Olaya yeşil ekonomi çerçevesinden bakıldığında
ise, küresel iklim değişikliğinden çok, sürdürülebilirliğin
artırılması, doğal kaynakların daha verimli tüketilmesi ve
sistemin daha etkin ve verimli işletilmesi konuları ön plana
çıkmaktadır. Bu nedenle, her ülke iklim değişikliği konsepti
çerçevesinde ortaya çıkacak sosyal ve ekonomik etkileri
ayrıntılı olarak değerlendirmelidir. Türkiye’ye özgü bilimsel
veriler değerlendirildiğinde, gelişmiş ülkelere göre zaten az
sayıda olan bilgilerin ulusal ve uluslararası dokümanlarda
yeterince kullanılmadığı görülmektedir. Mevcut bilgilere göre,
iklim değişikliklerinden en fazla etkilenecek ülkeler arasında
gösterilen Türkiye’de bazıları olumlu ama pek çoğu olumsuz
etkiler söz konusudur. Olumsuz etkilerin başında, kuraklık ve
çölleşmeye bağlı olarak tahıl üretimindeki azalma gelmektedir. Bu nedenle, 21. yüzyılda daha güçlü olabilmek için, bilimsel ve teknik bilgilere dayanılarak oluşturulmuş uzun vadeli
stratejilerin geliştirilerek uygulamaya konulması gerekmektedir. İklim değişikliği konusunda yürütülen faaliyetlere bilimsel
ekipler de katılmalı ve çalışmaları, belirli bir sistem dahilinde
devletçe desteklenerek, strateji dokümanlarında daha fazla
yer verilmelidir.
62
Abstract
Effects of Climate Change in Turkey: Scientific Evidences
Climate change is one of the leading problems created
by human being after the industrial revolution. Being
human-originated and global, the problem facilitated the
countries to work together and maintain very important
international cooperation. Tacling with the problems created
by climate change, however, needs to be local solutions. On the
other hand, when looking at the problem in a green
economy point of view, increasing sustainability,
consuming natural resources more efficiently and
operating the systems more efficiently and effectively,
become more important than the global climate change.
For this reason, each country should evaluate the social and
economic impacts of climate change. Evaluation of the
scientific evidences on Turkey clearly show that data is
insufficient compared to developed countries and not used
adequately in national and international documents. Based
on available data, Turkey, which is shown among the most
affected-countries, will be affected little positively but
largely negatively. Decreasing cereal yield as a result of
droughtness and desertification will be the biggest negative
effect. For this reason, long term strategies with a strong
scientific and technical base should be developed and
implemented to be able to be stronger in the 21st century.
Scientific teams should be included into the climate change
activities and their studies which are supported by the
government agencies should be included more into the
strategy documents.
63
1. Giriş
İnsanoğlunun 21. yüzyılda karşı karşıya geldiği
en büyük meydan okumalardan birisi, atmosferdeki –diğer zararlı gazlarla birlikte– karbondioksit (CO2) yoğunluğunun artmasıyla oluşan
sera etkisinin ortaya çıkardığı uzun dönemli ve
küresel çaplı iklim değişiklikleridir. Her ne kadar,
jeolojik ve astronomik nedenlerden kaynaklanan önemli iklim değişiklikleri yerkürenin jeolojik
tarihçesi boyunca çeşitli defalar görülmüşse
de, günümüzde çok büyük oranda, başta
fosil yakıt kullanımı olmak üzere, ormancılık,
endüstri ve tarım gibi insan kaynaklı faaliyetlerden kaynaklandığı bilinmektedir (Ediger,
2008a; Ediger ve Çiftçi, 2011).
Uzun zamandan beri ilk defa küresel çaplı
bu kadar önemli bir insan kaynaklı sorunla
yüz yüze gelinmiş ve sorunun küresel olması
yüzünden, 1970’lerden bu yana uluslararası
alandaki en büyük işbirliğinin gerçekleşmesi
sağlanabilmiştir. Fakat ne kadar geniş kapsamlı
olursa olsun ve ne kadar uluslararası işbirliği
ve yardımlaşma sağlanırsa sağlansın, ortaya
çıkacak sorunları her ülke büyük ölçüde kendi
başına halletmek zorunda kalacak, bir anlamda, “her koyun kendi bacağından asılacaktır”.
İkinci önemli husus da, iklim değişikliği konusunun sadece “insan kaynaklı sera gazı
emisyonlarının oluşturduğu küresel iklim
değişikliklerinin ortaya çıkaracağı fiziksel sorunlar” çerçevesinde algılanmasının
oluşturduğu dar çerçevedir. Oysa üzerinde
durulması gereken asıl önemli husus, insan
kaynaklı büyük fiziksel değişimlerin insan
yaşamında oluşturacağı olumsuz etkilerdir.
Küresel çaplı sorunun etkileri daha çok yerel
olacak, her bölge kendi derdiyle başbaşa
kalacaktır. Dolayısıyla, bir yanda makro düzey-
64
de uluslararası girişimler sürdürülürken, diğer
yanda ülkesel, bölgesel, yerel ve hatta bireysel
düzeyde gayretlerin gösterilmesi de gerekmektedir.
Bu iki önemli hususun konjonktürel olarak
içinde bulunulan dönemin özellikleriyle
birleştirilmesi yerelin sorumluluklarını daha da
ağırlaştırmaktadır. İklim değişikliği konusundaki gelişmeleri “yeşil ekonomi”ye geçişle ilgilendirmek daha doğru olacaktır. O zaman
dünyanın sosyolojik-ekonomik-siyasi sisteminin temellerinin değişmekte olduğu ve belirli bir
süre sonra bu değişimin iklim değişikliğinden
tamamen bağımsız olarak devam edeceğini
görmek mümkün olabilecektir. Kısacası, ülkeler için iklim değişikliği konusuna önem
vermek kendi gelecekleri ve sürdürülebilirlikleri açısından bir zarurettir, kaçınılmaz bir
trenddir. Aksi halde, ülkelerin güç kaybederek
zayıflaması kaçınılmaz olacak ve bu durum çok
önemli siyasi sonuçlar ortaya çıkarabilecektir
(Ediger, 2008b; Ediger, 2009).
Dolayısıyla
konuya
ülkelerin
kendi
sürdürülebilirliği açısından bakılması daha
yerinde olacaktır. Bilindiği gibi sürdürülebilirlik, Our Common Future başlıklı Bruntland
Raporu’nun 27. maddesinde belirtildiği gibi,
“Günümüzün ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin
kendi ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetlerine zarar
vermeden karşılayacak şekilde kalkınmak”
şeklinde tanımlanabilir (Bruntland, 1987).
Sürdürülebilirliğin en önemli unsurlarından biri
olan “Sürdürülebilir Enerji” de, “Günümüzün
enerji ihtiyaçlarının, gelecek nesillerin kendi
ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetlerine zarar vermeden karşılanması”dır. (Ediger, 2009). Günümüzde iklim değişikliği konusunda yapılacak
her şey, yerel kaynakların toplumun yararına
en etkin biçimde değerlendirilmesi ve özellikle
de enerji sistemlerinin verimliliğinin ve kalitesinin yükseltilemesi olarak değerlendirilmelidir.
Bilindiği gibi Türkiye, enerji, çevre ve küresel
iklim değişikliğiyle ilgili ulusal ve uluslararası
girişimleri 1980’li yılların başından beri sürekli
olarak destekleyen bir ülke olmuş, gerek
yasal gerekse yönetsel açıdan elinden geleni yapmıştır (Ediger ve Çiftçi, 2011). Fakat,
Türkiye’nin dış politikasına genellikle hakim
olan “temkinli” ve “istikrarlı” tavrının bu konuda
da sergilenmiş olması “geç kalma” ve “edilgen
olma”yı da beraberinde getirmiştir. Örneğin
iklim değişikliği konusunda bugüne kadar
gerçekleştirilmiş en önemli iki uluslararası
anlaşma olan ve 21 Mart 1994’te yürürlüğe
giren BMİDÇS’ye 24 Mayıs 2004’te, 16 Şubat
2005’te yürülüğe giren Kyoto Protokolü’ne ise
26 Ağustos 2009’da taraf olunmuştur. İklim
değişikliği konusunda uzun dönemli, altyapısı
güçlü ve iyi çalışılmış stratejiler hazırlanarak,
kararlı bir şekilde uygulamaya konulması gerekmektedir.
Bu çalışma, bütün bu düşünceler temel
alınarak, iklim değişikliğinin Türkiye’deki
etkileri konusundaki bilgi dağarcımızın
değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır. Konuyla
ilgili bir çok ulusal ve uluslararası raporun Türkiye ile ilgili bölümlerinde ülkeye özgü bilgiler
yerine genel bilgilerin veriliyor oluşu ve çok
az sayıdaki bilimsel çalışmadan da yetersiz oranda istifade edilmesi bu çalışmanın
gerçekleştirilmesinin ana motivasyonlarından
biri olmuştur. Mevcut bilgilerin envanterinin
ortaya çıkarılmış olması eksikliklerin neler
olduğunu açıkça gösterecek ve bundan sonra
yapılması gerekenler konusunda önemli bir istikamet gösterecektir.
Bu çalışma beş bölüm halinde ele alınmıştır.
İkinci bölümde iklim değişikliği konsepti
üzerinde durulmuş, konunun çerçevesinin
yeterince anlaşılması sağlanmaya çalışılmıştır.
Onu izleyen bölümde ise ulusal ve uluslararası
raporlarda Türkiye hakkında verilen sınırlı bilgi
incelenmiştir. Daha sonra, Türkiye hakkında
kaleme alınmış çalışmalar değerlendirilerek
iklim değişikliğinin Türkiye’deki muhtemel etkileri hakkındaki bilgilere yer verilmiştir. Son
bölümde ise sonuçlar değerlendirilmiş, özellikle politika yapıcılarına ve uygulayıcılarına,
Türkiye’nin 21. yüzyılda kaybeden ülkeler
arasında olmaması için yapılması gerekenler
konusunda önerilerde bulunulmuştur
2. İklim Değişikliği Konsepti
İklim değişikliği konseptinin şematik gösterimi
Şekil 1’de verilmiştir. Buna göre, atmosferdeki
CO2 yoğunluğunun artması sera etkisi yaratarak solar radyasyonlardaki etkilerle yerkürenin
yüzey sıcaklığın artmasına neden olmakta,
sıcaklıktaki artışlar da -küresel ısınmanın yanı
sıra- sıcaklık ekstremlerinin düzeyi, sıklığı ve
süresi ile yağış rejimleri ve denizlerdeki su seviyelerini değiştirerek önemli iklim değişikliklerini
ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak da, bütün
bu değişimler sosyal ve ekonomik alanları
derinden etkilemekte ve ülkelerin uluslararası
siyasetinde ciddi sonuçlar doğurmaktadır.
İklim değişikliği, esas olarak atmosferdeki doğal sera etkisinin insanlar tarafından
bozulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Milyarlarca yıllık jeolojik evrim sonucunda oluşan
doğal sera etkisi, normal koşullarda yerküredeki canlı yaşamının sürekliliğini sağlayan en
önemli etkenlerden biridir. Fakat sera gazları
olarak adlandırılan gazlardan metan (CH4),
karbondioksit (CO2) ve azot monoksitin (NO)
insan kaynaklı nedenler yüzünden artması,
yeryüzündeki canlı yaşamını ciddî biçimde
tehdit etmektedir. Yaşadığımız çağlardaki iklim
65
değişiklikleri çok büyük oranda insan kaynaklı
olduğundan, “antropojenik iklim değişikliği” adı
da uygun görülmektedir (Ediger, 2008a).
Atmosferdeki
CO2 Artışı
- Küresel Isınma
- Sıcaklık Maks-Min Değişimleri
- Yağış Rejimlerinin Değişimi
Sosyolojik, Ekonomik ve Siyasi
Sonuçlar
Şekil 1. İklim Değişikliği Konsepti
İklim değişikliği ile ilgili bilimsel bulguların
yeterliliği konusunda bilim adamları arasında
genelde bir görüş birliği oluşmuştur fakat
bazı bilim adamları bilimsel kanıtların yeterli
olmadığını, çelişkili olduğunu ya da çok sayıda
belirsizliğin bulunduğunu savunmaktadır
(Ediger, 2008a). Bir kısım bilim adamı ise, iklim
değişikliklerinin en azından bir bölümünün,
jeolojik tarih boyunca belirli aralıklarla tekrarlanan olaylar olduğunu savunmaktadırlar (Örn.,
Justus and Fletcher, 2006). Birkaç bin yıl
yaşındaki buzul örneklerinden elde edilen bulgular ise, sera gazlarının atmosferdeki yoğunluğunun, sanayileşme öncesi
değerlerine göre, yani 1750 yılından beri daha
hızlı arttığını göstermektedir. Son 100 yılda
atmosferdeki metan, karbondioksit ve azot-
66
monoksit miktarları sırasıyla %150, %31 ve
%16 oranında artış göstermiştir (El-Fadel et
al., 2003).
Atmosferdeki CO2 artışından kaynaklanan iklim değişikliğinin en belirgin küresel sonucu yeryüzeyi sıcaklığındaki artışlar
olacaktır. Dördüncü Değerlendirme Raporu’na
göre, 1995-2006 arasındaki son 12 yılın
11’i, 1850’den beri gözlenen en sıcak
yıllar olmuştur (IPCC, 2007a). 1906-2005
arasındaki 100 yıllık sıcaklık artış trendi 0,74
o
C (0,56 oC-0,92 oC) olmuştur. Son 50 yılın
lineer ısınma trendi olan her 10 yılda 0,13 oC
ise 100 yıllık trendin neredeyse iki katı kadardır.
1850-1899’dan 2001-2005’e kadarki toplam
sıcaklık artışı da 0,76 oC (0,57 oC- 0,95 oC)
olarak gerçekleşmiştir.
Sıcaklık değişimleri bazı önemli rüzgar patternlerini, o da yağışları etkilemektedir. Örneğin,
Akdeniz ile birlikte Türkiye’deki iklimi yakından
etkileyen Kuzey Atlantik Salınımı (NAO-North
Atlantic Oscillation) ve Kuzey Yıllık Mod (NAMNorthern Annular Mode), atmosfer ve iklimdeki değişikliklerin büyük ölçüde bağlı olduğu
patternler (modlar) arasında önemli olanlarıdır
(IPCC, 2007a, s. 292).
NAO, özellikle kış mevsimlerinde görülen,
İzlanda’nın alçak basınç ve Azor Adaları’nın
yüksek basınç alanları ile her ikisi arasındaki
batı rüzgarlarının şiddetlerinin (strength) ölçümüne dayanmaktadır (Şekil 2). NAO, Kuzey
Atlantik’ten Avrasya’ya doğru görülen fırtına,
ısı ve yağış iniş çıkışlarıyla yakından alakalıdır.
Kuzey kutbu ve dolayısıyla stratosfer ile
bağlantısı bulunan NAM ise, kutuplar ve kuvvetli orta-enlem batı rüzgarlarının alçak yüzey
basıncı tarafından karakterize edilen ve kışın
görülen değişimlerdir.
Şekil 2. NAO ve NAM’ın Pozitif Fazındaki Değişiklikler (IPCC,
2007a, s. 39).
Küresel sıcaklığın ve buna bağlı olarak rüzgar
ve yağış rejimlerindeki değişimin en önemli
sonuçlarından bir tanesi buzulların eriyerek
deniz seviyesinin yükselmesi ve okyanuslardaki sirkülasyonda değişikliklerin olmasıdır.
Böylece yerkürenin önemli bir bölümünde
ciddi iklimsel değişiklikler olmaktadır. Bütün
bu değişikliklerde, levha tektoniği ve volkanizma gibi bazı jeolojik olaylar etkili oluyorsa da, en önemli nedenin insan kaynaklıdır
ve kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların
yakılmasından ortaya çıkan başta CO2 olmak
üzere sera gazlarının atmosfere salınmasıdır.
Bu nedenle iklim değişikliği, “bir bölgedeki ortalama şartlarda beklenilen hava koşullarında
uzun dönemli ve kaydadeğer değişmeler”
olarak tanımlanmaktadır. Başka bir deyişle bu
değişiklikler “beklenmeyen” türden olmalı ve
istatistiksel olarak doğrulanabilecek miktarda
ve kalitede verilerle desteklenecek olmalıdır.
Küresel iklim değişikliğinin etkileri tarımda,
su kaynaklarında, insan sağlığında, enerjide,
karasal ekosistem üretkenliğinde, ormanlarda,
biyoçeşitlilikte ve deniz ekosisteminde görülecektir (Hitz ve Smith, 2004). Fakat küresel
sıcaklık artışının bu alanlardaki etkileri birbirinden oldukça farklıdır ve bazı durumlarda
ters etki bile olabilmektedir. Örneğin, küresel
sıcaklık artışı kıyısal kaynaklar, biyoçeşitlilik
ve deniz ekosistem üretkenliğinde ters etki
yapmaktadır. Ayrıca, etkinin yapısı da farklı
olmaktadır. Örneğin, tarım, karasal ekosistem
üretkenliği ve muhtemelen ormanlarda, ısı
artışı ile etki arasındaki ilişki parabolik iken su,
sağlık ve enerji gibi sektörlerdeki ilişki belirsizdir. Küresel sıcaklık artışı 3-4 oC’den fazla
olduğunda, orman hariç diğerlerinde ters etki
yapmaktadır. 3-4 oC’ye kadarki artışlarda ise
iklim değişikliği ile toplam etki arasında ilişki
görülmemektedir.
Bütün bu etkilerin sosyal, ekonomik ve
dolayısıyla ciddi siyasi sonuçları olmaktadır.
İklim değişikliğinden olumsuz etkilenen ülkelerde ortaya çıkacak olan ekonomik
ve sosyal zaafiyet o ülkelerin uluslararası
konumunu yakından etkileyerek ciddi güç
kayıplarına neden olmaktadır. Bu nedenle iklim
değişikliğinin olası sonuçlarını değerlendirerek
şimdiden önlem alınması ülkelerin sadece
kalkınma ve refah düzeyleri için değil ülke
güvenlikleri için büyük önem kazanmaktadır.
HİDP-Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC-Intergovernmental Panel on
Climate Change) tarafından, iklim değişikliğinin
bilimsel olarak anlaşılması amacıyla en
son bilgileri içerecek şekilde 2007’de
“Dördüncü Değerlendirme Raporu” (Fourth
Assessment Report) hazırlanmıştır. Dünyada
konu hakkında mevcut bütün bilgileri içeren
bu rapor farklı çalışma grupları tarafından
hazırlanan üç bölümden oluşmaktadır. “Bilimsel fiziki temel” (physical science basis)
67
ile ilgili konular birinci kısmında geçmektedir. Söz konusu raporun ikinci kısmı “etkiler,
uyum ve hassasiyet” (impacts, adaptation and
vulnerability), üçüncüsü de “iklim değişikliğinin
azaltılması” (mitigation of climate change)
konularına ayrılmıştır.
3. Ulusal ve Uluslararası Raporlarda
Türkiye Hakkındaki Bilgiler
İklim değişikliğinin Türkiye’yi nasıl etkileyeceği
konusunda yeterli çalışma yapılmamış olup,
az sayıdaki çalışma da resmi dokümanlara
yeterince yansıtılmamıştır. Örneğin, TBMM
Araştırma Komisyonu tarafından Nisan
2008’de hazırlanan raporda (TBMM, 2008),
Türkiye küresel iklim değişikliğinin potansiyel
etkileri açısından risk grubu ülkeler arasında
yer aldığı, iklimde gözlenen ve öngörülen
değişikliklerin özellikle su kaynaklarında azalma, orman yangınları, erozyon, tarımsal üretkenlikte değişiklik, kuraklık ve bunlara bağlı
ekolojik bozulmalar, sıcak dalgalarına bağlı
ölümler ve vektör kaynaklı hastalıklarda artışlar
gibi yönlerden olumsuz etkileneceği belirtilerek
yetinilmiştir (SB TSHGM, 2010, s. 124).
Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel
Müdürlüğü tarafından Eylül 2010’de hazırlanan
“Türkiye’nin Hava Kirliliği ve İklim Değişikliği
Sorunlarına Sağlık Açısından Yaklaşım” başlıklı
raporda ise, hiçbir referansa atıfta bulunulmadan aşağıda görüşlere yer verilmiştir (SB
TSHGM, 2010, s. 125):
Genelde küresel iklim model simülasyonları kullanılarak
hazırlanan IPCC’nin son raporundaki bilgilere göre ülkemiz bu yüzyılın başlarında (2020-2029) değişik senaryolara göre, 0,5 ile 1,5 oC arasında, yüzyılın sonlarında
(2090-2099) ise yine değişik senaryolara göre, 2 ile 5
o
C arasında sıcaklık artışına maruz kalacaktır. Yağışa
baktığımızda, en kötümser senaryolardan birine göre
yüzyılın sonlarına doğru kış yağışlarında Türkiye’nin
68
güney yarısında önemli azalmalar ve yaz yağışlarında ise
yurt çapında önemli azalmaların tahmin edildiğini görebilmekteyiz. Küresel iklim modellerinin çözünürlükleri
bütün küre için çalıştırıldıklarından düşüktür. Ülkemiz
için gerçekleştirilen simülasyonlar mevcuttur. Nispeten kötümser bir senaryoya (IPCC’nin A2 emisyon senaryosu) göre gerçekleştirilen simülasyonun sonuçlarına
baktığımızda, içinde bulunduğumuz yüzyılın sonlarına
doğru, Türkiye’de sıcaklıkların 2 ile 6 derece arasında
yükseleceği, en küçük artışın kış mevsiminde ve en yüksek artışın yaz mevsiminde olacağını görebiliriz. 2040’lı
yıllara kadar sınırlı kalacak sıcaklık artışı, bu tarihlerden
itibaren Türkiye ve bulunduğu bölgede hızla artacaktır.
Artışlar bölgesel farklılıklar göstermekle beraber, bazı
bölgelerde 6 oC’lere kadar ulaşacaktır. Yüzyılın sonlarına
doğru gece-gündüz sıcaklık farklarında da artışlar meydana gelecektir. Yaz mevsiminde ardışık aşırı sıcak
günlü dönemler, Akdeniz Bölgesi’nin kıyı kesiminde ve
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde artacaktır. 35 oC’den
sıcak günlerin sayısı da, daha çok yaz ve güz mevsimlerinde ülkemizin önemli bir bölümünde artacaktır.
Yağışlardaki değişim ise oldukça farklıdır. Mevsimsel
olarak bakıldığında kış ve ilkbahar yağışlarında ülkemizin
güney kesimlerinde ciddi azalışlar, kuzey kesimlerinde
ise artışlar öngörülmektedir. Ancak ülkemize düşen toplam yağış miktarında azalma beklenmektedir. Ardışık
kurak günler sayısında, ortalama yağış değişimine benzer değişiklikler olacaktır. 10 mm’den fazla yağışlı günler sayısı ise ülkemizin büyük bölümünde hemen her
mevsim azalacaktır. Akdeniz bölgesinin kış yağışlarında
yüzyılın ortalarından itibaren kalıcı ciddi bir azalma meydana gelecektir. Özellikle Fırat ve Dicle gibi büyük nehirlerimizi besleyen Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki kar
örtüsünde sıcaklık artışından dolayı meydana gelecek
azalma yüzey akışında önemli mevsimsel değişikliklere
yol açacaktır. Kar birikme dönemi olan kış mevsiminde
daha az kar birikecek, daha çok su akışa geçecektir. Kar
erime döneminde ise daha az birikmiş kar olacağından,
daha az yüzey akışı meydana gelecektir. Bu nedenle
nehirlerdeki akış rejimi değişecektir. Kış aylarında debiler
yükselirken, ilkbahar aylarında düşecektir.
2007’de yayınlanan “İklim Değişikliği Birinci Ulusal Bildirimi”nin ardından 2010’da
yayınlanan “IDES-Ulusal İklim Değişikliği
Strateji Belgesi”nde, “Temel Göstergeler” başlığı altında birçok sosyo-ekonomik
gösterge verilmesine rağmen, bu konuyla
ilgili olarak sadece aşağıdaki saptama ile
yetinilmiştir (İDES, 2010, s. 4):
nehirlerin akarsu rejimlerindeki muhtemel
değişiklikler ortaya çıkarılabilmektedir. Türkiye
için oluşturulan endeksler büyük ölçüde NAO
değişimleriyle paralellik göstermekte olup, bu
nehirlerin durumu yaygın olarak görülen 1984,
1989 ve 1990 kuraklıklarıyla örtüşmektedir.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli Dördüncü
Değerlendirme Raporu’na göre Türkiye, iklim
değişikliğinin olumsuz etkilerinden en çok etkilenecek
bölgeler arasında bulunan Akdeniz Havzası’nda yer
almaktadır.
Dördüncü Değerlendirme Raporu’nun, etkiler,
uyum ve hassasiyet konulu ikinci kısmında
ise, Türkiye ile ilgili bilgiler daha da sınırlıdır
(IPCC, 2007b, s. 187). Rapora göre, 1992
yılında yapılan IPCC IS92a emisyon senaryosunda -SRESA1 senaryosunda olduğu
gibi- Avrupa’nın birçok yerindeki sel (flood)
ve kuraklıkta (drought) ciddi değişiklikler
beklenmektedir (Lehner ve diğ., 2005b).
Fakat sel sıklıklarının (flood frequencies) en
fazla aratacağı yer kuzeydoğu Avrupa olurken,
güney ve güneydoğu Avrupa’da kuraklık
sıklığının (drought frequencies) artması
beklenmektedir. Hem ECHAM4 hem de HadCM3 GCMs modellerinin sonuçlarına göre,
2070’e kadar, bugünkü büyüklükteki 100
yıllık kuraklıkta geri dönüşler yaşanacak; özellikle de İspanya, Portekiz, Fransa, Polanya’nın
Vistula Havzası ve Batı Türkiye’de, 10 yıllık
dönemlerden daha sık kuraklıklar görülecektir.
Strateji belgesindeki oldukça genel olan
bu saptama, “Dördüncü Değerlendirme
Raporu”nun bilimsel fiziki temel konularını
kapsayan birinci kısmında geçmektedir
(IPCC, 2007a, s. 292). Bu bölümde, NAO
ve NAM’ın atmosferdeki nemin taşınması ve
dağılımını etkilediği ve dolayısıyla buharlaşma
ve yağışın dağılımını belirlediğini belirtilerek, “Yüksek NAO değerlerine sahip olan
Gröndland ve Kanada’nın kutup bölgelerinin
çoğu yerinde buharlaşma yağıştan fazladır;
İzlanda ve İskandinavya arasındaki bölge kış
aylarında normal yağıştan daha fazla yağış
almaktadır; Akdeniz ve Orta Doğu’nun bazı
kısımlarındaki şiddetli kuraklık (severe drought)
ve doğuda Türkiye’ye kadar olan bölgedeki
nehir gibi yüzey akışları NAO değişkenliğiyle
büyük ölçüde benzeşim göstermektedir” denilmektedir.
Söz konusu rapordaki Türkiye ile ilgili kısım,
Cullen ve deMenocal (2000)’in Fırat ve Dicle
Nehirlerinin akışındaki Kuzey Atlantik’in etkisi
konulu çalışmasından alınmıştır. Yazarlara göre,
bu nehirlerdeki akış rejimi NAO ile doğrudan
ilintilidir. Türkiye’nin kış mevsimindeki sıcaklık
ve yağış verilerinden oluşturulan kompozit
endeksler yardımıyla belirlenen yıllık ve onar
yıllık iklim değişiklikleri sayesinde bu önemli
Aynı raporun “sosyo-ekonomik faaliyet için
gerekli olan suyun mevcudiyeti” başlıklı
bölümde, iklim değişikliklerinden kaynaklanan nehirlerdeki debi değişiklikleri üzerinde
durulmaktadır (IPCC, 2007b, s. 193). Debi
değişiklikleri hidroelektrik barajları, seyrüseferi,
balıkçılığı ve rekreasyon alanlarını doğrudan
etkileyecektir. IS92a emisyon senaryolarında,
2070’e kadar, mevcut barajların elektrik üretim potansiyellerinin İskandinavya ve Kuzey
Rusya’da %15-30, Finlandiya’da %19,
Norveç’te ise neredeyse %100 oranında artacak; Portekiz, İspanya, Ukrayna, Bulgaristan
69
ve Türkiye’de ise % 20-50 arasında azalacaktır
(Lehner et al., 2005a). Hidroelektriğin payının
%20 olduğu Avrupa’nın bütünündeki potansiyel azalması da %7-12 arasında değişecektir.
Son olarak, IPCC (2007b, s. 227)’de
Avrupa’nın ekosisteminin incelendiği bölümde,
orta enlemlerdeki yaklaşık 3,4 Mkm2 alanı
kaplayan ve genellikle sahil kesimleri ile birlikte
besince zayıf topraklardan (nutrient poor soil)
oluşan ekosistemler olan Akdeniz-tipi ekosistemler (MTEs-Mediterranean-type ecosystems) değerlendirilmiştir. Atmosferdeki CO2’nin
artmasının, önümüzdeki birkaç 10 yıl içerisinde
MTE’de önemli bir etki yapmayacağına –henüz
elimizde yeterli veri olmamasında rağmen- giderek daha fazla inanılmaktadır. Bunun başlıca
nedeni yağışların buralarda azalacak olmasıdır.
CO2’nin artmasının -yağışların da artması
durumunda- ormanların genişlemesine ve
dolayısıyla örneğin Kaliforniya’da daha fazla karbonun depolanmasına neden olacağı
tahmin edilmektedir. Yağışların azalmaması
durumunda ise, Akdeniz ve Türkiye’de de ormanlar artarken Afrika’da çalılıklar artacaktır
(Cheddadi et al., 2001).
70
yakın zamanlarda ise, örneğin MS 900’den
beri, Türkiye, Yunanistan ve Levant’ı içine alan
Doğu Akdeniz’de daha soğuk ve kuru hidroiklimsel koşullardan daha ılıman ve yağışlı
koşullara geçildiği ve Türkiye’nin iç kısımlarında
kış mevsimi yağışlarının günümüzden çok
daha fazla olduğu hakkında kuvvetli veriler
bulunmaktadır (Roberts et al., 2012).
Türkiye’deki iklimin genellikle NAO, Nam
ve EAWR (East Atlantic-West Russia) telekonneksiyon bağlantılı patternlerle ilgili
olduğunu öne sürülmektedir (Örn., Cullen ve
deMenocal, 2000; Oğuz et al., 2008; Kushnir
ve Stein, 2010). Türkeş (2010 ve orada bahsedilen referanslar) ise, Türkiye’deki şiddetli ve
geniş alanlı kış kuraklıklarının önemli bir bölümünün Azorlar bölgesi üzerindeki yarı tropik
yüksek basınç ile Grönland ve İzlanda üzerindeki orta enlem alçak basıncı arasındaki geniş
ölçekli atmosferik basınç dalgalanması olarak
tanımlanan NAO’nun kuvvetli pozitif endeks
evrelerine karşılık geldiğini belirtmektedir.
4. İklim Değişikliğinin Türkiye’deki
Etkileri
4.a. Sıcaklık Artışı: Türkiye’deki sıcaklık
artışlarıyla ilgili olarak gerçekleştirilen en son
modelleme çalışmasına göre, 21. yüzyıl
sonlarına doğru Türkiye’deki sıcaklıklar, batıda
yaz aylarında 5-7 oC , doğuda kış aylarında ise
3,5 oC’lik artış gösterecektir (Şen et al., 2012).
Günümüzde Akdeniz iklim kuşağında bulunan ve iç kısımlarda tipik karasal iklimin hakim
olduğu Türkiye, özellikle son 2,5 milyon yıllık
dönemi kapsayan Kuvaterner jeolojik çağında
buzul döneminin etkisi altında kalmıştır. Halen son buzul döneminden sonra gelen buzul arası dönemde bulunulmakta olup, Erken
Holosen’de soğuk iklimden günümüzdeki
daha ılık iklime doğru bir değişim gözlenmiştir
(Örn., Ergin et al., 2007; Doğan, 2011). Daha
Altınsoy ve diğ. (2011) ise, gelecekte Akdeniz
Havzası’nda ortalama hava sıcaklıklarında
ve yağışlarda 1971-2000 dönemine göre
2071-2100 döneminde olabilecek iklimsel
değişiklikleri inceledikleri çalışmalarında, yaz
mevsiminde kuzeybatı Afrika, İber Yarımadası
ve Türkiye’de sıcaklıkların benzer şekilde 3-7
o
C arasında değişeceğini öngörmektedir. Yazarlara göre, genel olarak 2071-2100 döneminin ortalama sıcaklık artışları ele alındığında,
içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu Kuzeybatı
Afrika ve İber Yarımadası gibi bölgeler en
şiddetli artışların görüldüğü bölgeler arasında
olacaktır. Küresel ortalama sıcaklığın 2100’e
doğru 2-5 oC arasında artacağı dikkate alınırsa
(IPCC, 2007a), Türkiye’nin küresel ısınmadan
en fazla etkilenecek ülkeler arasında olacağı
rahatlıkla söylenebilir.
4.b. Yağış Azalması ve Kuraklık: Türkiyede yağış rejimleri, en son çalışmalara
göre, 7 ana yağış rejimi (main precipitation
regime), 16 alt yağış rejim bölgesi (subprecipitation regime regions), 7 ana iklim bölgesi (main climate regions), 15 alt iklim bölgesine
(sub-climate regions) ayrılarak incelenmektedir (Şahin ve Çigizoğlu, 2012).
Şen et al. (2012), bu bölgelerden Güneydoğu
Anadolu’daki yağışların 21. yüzyıl sonuna
doğru %40 oranında azalacağını öngörmektedirler; fakat Karadeniz Bölgesi ile Kuzeydoğu
Türkiye’deki yağışlar ise %25 oranında
artacaktır. Yazarlar, 21. yüzyıl boyunca, batı
ve güney sahillerinde kuraklıkların daha sık,
daha yoğun ve daha uzun süreli olacağını;
batı, güney ve merkezi bölgelerde ise iklim
kuşaklarının daha kurağa doğru kayacağını
beklemektedirler.
Yağışlardaki en büyük değişim, beklendiği
gibi, yağışın günümüz koşullarda çok düşük
ya da yetersiz ve çok değişken olduğu kurak
yaz mevsimlerinde görülecektir (Altınsoy
ve diğ. 2011). Öte yandan, bugünkü iklim
koşullarında yağışın en çok düştüğü ya da görece yeterli olduğu kış mevsiminde de, gelecekte yağış değişkenliğinde önemli artışların
olması öngörülmektedir. Bu sonuçlar, Akdeniz Havzası’nda zaten yüksek olan iklimsel
değişkenliğin gelecekte artacağını, bir başka
deyişle ekstrem sıcaklıkların ve yağışların daha
sık ve daha geniş bölgelerde etkili olabileceğini
göstermektedir:
Bu sonuçlardan, bütün Akdeniz havzası ve çevresi ülkelerin gelecekte iklim değişikliğinin sonuçlarından en
çok ve olumsuz düzeyde etkilenecek bölgeler arasında
yer alacağı anlaşılır. Sıcaklık artışının yanı sıra, bölgenin
gitgide daha da kuraklaşacağı, daha sıcak ve daha
kurak koşulların yaşanacağı öngörülmüştür. Dolayısıyla,
Akdeniz havzası ve Türkiye’yi içine alan bu geniş
bölge, gelecek insan kaynaklı iklim değişikliğine ve olası
sonuçlarına karşı çok savunmasız ve açıktır.
Altınsoy ve diğ. (2011) tarafından yapılan bu
saptama, yani Akdeniz Havzası ve Türkiye’nin
gelecekteki iklim değişikliklerinin hidroloji ve
su kaynaklarına etkisi ile ekstrem hava ve
iklim olayları açısından en çok etkilenecek
bölgeler arasında olduğu, önceden de birçok
araştırmacı tarafından vurgulanmıştır (Örn.,
Trigo ve diğ., 2006; Türkeş ve Tatlı, 2009;
Türkeş ve diğ., 2009; Türkeç ve Tatlı, 2011).
4.c. Çölleşme: Sıcaklıkların artmasına
karşılık yağışların azalmasının en somut sonucu kuraklıkların süresinin ve sıklığının
artma eğilimine girmesi, yani çölleşmenin
yaygınlaşmasıdır (Türkeş, 2010). Türkiye’de
çölleşmeye meyilli yarı kurak ve kuru-yarı
nemli arazilerin oranı %35 dolayında olup,
yarı nemli iklim koşullarıyla birlikte bu oran
%60’lara ulaşmaktadır. 1970’lerin başından
itibaren görülen kuraklaşma eğilimi en fazla,
Ege, Akdeniz, Marmara ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde görülmektedir ve son 40
yılda, en şiddetli ve yaygın kuraklık dönemleri 1971-1974, 1983-1984, 1989-1990,
1996, 2001 ve 2007-2008 yılları arasında
yaşanmıştır (Türkeş ve Tatlı, 2009; Türkeş,
2010). Dolayısıyla kuraklaşma iklim değişikliği
nedeniyle Türkiye’nin önüne gelen en büyük
sorunların başında gelmektedir.
71
4.d. Buzul Erimesi ve Deniz Seviyesinin
Yükselmesi: Küresel ısınmanın Türkiye’deki
etkilerinden biri de buzullarda olmaktadır. Ağrı
Dağı’ndaki buzul kütlesinin gerilemesini inceleyen Sarıkaya (2012), 1976’dan beri mevcut
olan uydu verilerini kullanarak 2011’e kadarki
gerilemeyi tespit etmiştir. Gerilemenin uzun
dönemli atmosferdeki ısınma trendiyle uyumlu
olduğunu gözleyen yazar, bu dönem zarfında
sözkonusu buzulun yüzey alanının %29
oranında kaybolduğunu hesaplamıştır.
Türkiye sahillerindeki iklim değişikliğine bağlı
deniz seviyesi değişimleri hakkındaki bilgimiz yetersizdir. Desruelles et al. (2009)’un
Yunanistan’daki adalar ile Türkiye’nin güney
sahillerinin en doğusundaki Arsuz’a kadarki
kıyıyı incelemesi sonucunda, 0,35 m yükselme
ile 4,3 m düşme görülmüştür. Deniz seviyesindeki bu değişimleri 6000 yıldır bölgede
etkin olan tektonizmaya bağlayan yazarlar,
deniz seviyesi değişimlerdeki iklim değişikliği
etkisini incelememişlerdir. Benzer şekilde
Anzidei ve diğ. (2011) de, kıyıdaki arkeolojik
alanlardaki deniz seviyesi değişimlerini inceleyerek, Türkiye kıyılarında günümüzden 2,3-1,6
ka arasında 2,41-4,50 m arasında yükselme
olduğunu ve bunun da dikey tektoniğe bağlı
olduğunu belirtmişlerdir.
4.e. Tarımdaki Etkiler: Küresel İklim Değişikliğinin en büyük etkisi hiç şüphesiz ki doğal
ve sulamalı tarım alanında olacaktır. Doğal
tarımdaki en olumsuz etkinin, özellikle yarı
kurak alanlarda yetiştirilen ve büyük ölçüde kış
yağışına bağlı olan buğday tarımında olacağı
yaygın olarak bilinmektedir (Örn., Özdoğan,
2011). Bu etki, 21. yüzyıl boyunca özellikle
kuzeybatı Türkiye’deki kışlık buğday rekoltesini
önemli ölçüde düşürecektir. Öte yandan, mısır
üretimindeki hasılat da ciddi oranda azalacaktır
72
(Şen et al., 2012). Bu nedenle Türkiye’de özellikle doğal sulamalı tarımın mutlaka kontrol
altında yapılması gerekmektedir.
Sulamalı tarım ile evlerde ve sanayide kullanılan
akarsu ve yeraltı suyu kaynaklarında da ciddi azalmalar beklenmektedir (Türkeş, 2010).
Yazara göre Türkiye’deki su sıkıntısı, yalnız
tarım ve enerji üretimi açısından değil, sulama,
içme suyu, öteki hidrolojik sistem ve etkinlikleri içeren su kaynakları yönetimi açısından
da kritik bir noktaya ulaşmıştır. Yağışlarda,
2007-2008 yıllarının özellikle sonbahar ve kış
aylarında görülen azalmalar, Türkiye’nin birçok
yöresinde tarımsal ürün kayıplarına, yeraltı
ve yerüstü su kaynaklarının zayıflamasına
ve yetersiz kalmasına ve İstanbul başta olmak üzere özellikle Ankara gibi bazı büyük
kentlerde içme suyu sıkıntısı ve su kesintilerinin
yaşanmasına neden olmuştur.
Nehirlerdeki hidrolojik çalışmalar bu durumu
açıkça göstermektedir. Türkiye’deki nehirlerin
akış rejimlerindeki en büyük etmenin yağışlar
olduğu konusunda çeşitli çalışmalar yapılmıştır
(Kalaycı ve Kahya, 2006; Hadjikakou et al.,
2011). Kahya ve Kalaycı (2004), Türkiye’nin
26 su havzasındaki aylık su akışlarının 31
yıllık dönemini inceleyerek, Türkiye’nin
batısın-daki havzalarda aşağıda doğru bir
trend izlerken doğudakilerde herhangi bir
trend gözlemişlerdir. Seyhan Nehri’ni çalışan
Fujihara ve diğ. (2008), iklim değişikliği etkilerinin yanı sıra, su talebinin artmaması halinde
gelecekte bir su sıkıntısı olmayacağı, fakat durumun böyle olmaması yüzünden, su miktarının
azalması talebin de artması yüzünden sıkıntı
olacağını ve ciddi şekilde su yönetimine ihtiyaç duyulduğunu belirtmektedir. Albek ve diğ.
(2004) de, Seydi Suyu’nun verilerini inceleyerek, küresel ısınma nedeniyle oluşacak yıllık
3oC’lik artışın, nehir akışında %21’lik bir azalmayla sonuçlanacağını vurgulamaktadır. Vadi
kenarlarında derin köklü bitki örtüsü olması
durumunda ise, bu azalmada %37’lik bir artış
olmaktadır.
4.f. Enerjideki Etkiler: İklim değişikliğinin
Avrupa’nın hidroelektrik barajlarındaki etkilerini inceleyen Lehner ve diğ. (2005a), nehirlerdeki debi siteminin 2070’e kadarki iklim
değişikliğinden ciddi ölçüde etkileneceğini ve
özellikle güney ile güneydoğu Avrupa’nın potansiyelinde %25’e varan oranlarda azalma
olacağını öne sürmektedir. Bu oran Avrupa
genelinde ise %6 olarak belirlenmiştir. Hidroelektrik potansiyelindeki en fazla etki, % 20-50
arasındaki azalma ile Portekiz ve İspanya ile
Ukrayna, Bulgaristan ve Türkiye’de olacaktır.
4.g. Şehrin Hava Kirliliğine Etkisi: Bütün bu
etkilerin yanı sıra doğrudan insan sağlığını ilgilendirmesi ve büyük nüfusu barındırması
nedeniyle en önemli etkilerden biri de özellikle
büyük şehirlerdeki hava kirliliğidir. Türkiye’deki
bu tür şehirlerin başında İstanbul gelmektedir
(Im ve diğ., 2010; Im ve diğ. 2011; Im ve diğ,
2012). İstanbul, Kahire ve Atina’daki insan
faaliyetleri yüzünden atmosfer kompozisyonundaki değişiklikleri inceleyen Kanakidou
ve diğ. (2011), uzun mesafeli ve bölgesel
çaptaki doğal ve antropojenik hava kirliliğinin
taşınmasının yerel kirlilik kadar ve belki de
daha önemli olduğunu göstermiştir.
5. Sonuç ve Öneriler
Bu çalışmanın en önemli sonucu, genelde
iklim değişikliği özelde ise iklim değişikliğinin
Türkiye’ye ne gibi etkileri olabileceği konusundaki çalışmaların yetersiz olduğu
ve mevcut çalışmaların da çeşitli neden-
lerle politika yapıcıları tarafından yeterince
değerlendirilmediğidir. İklim değişikliğinin
olumsuz etkileri yanında olumlu etkilerinin de
olabileceği gerçeğinden hareketle, tam bir
etki muhasebesinin yapılabilmesi için, özellikle
kamu kaynaklarından desteklenen bilimsel/
teknolojik çalışmalar mutlaka artırılmalı, bu tür
çalışmaların eşgüdüm içinde yürütülebilmesi
için gerekli koordinasyon sağlanmalıdır.
Özellikle uluslararası anlaşmalarda belirlenen
somut hedeflere ulaşmak için belirlenen
uygulamaların ülkeye getireceği ekonomik ve
sosyal yükler çok ciddi çalışmalarla incelenmelidir. Örneğin, az sayıdaki bu tür çalışmaların en
önemlilerinden biri olan Telli ve diğ. (2008), hesap edilebilir genel denge modeli kullanarak,
Kyoto Protokol’üne uyum konusunda 20062020 dönemi için geliştirilen senaryoların
ekonomik etkilerini araştırmışlardır. Yazarlar,
emisyon kontrol hedeflerine ulaşmanın ekonomideki yükünün oldukça fazla olduğunu ve
bunun için önemli ölçüde finansmana ihtiyaç
duyulduğu sonucuna varmışlardır.
Çevrenin korunmasına yönelik politikalar çerçevesinde getirilecek karbon vergisi ya da
enerji vergisi de işsizliğe ters etkisi olacağından
yararlı görülmemektedir. Bu çalışmada en iyi
politika, çevre vergileri getirilirken, aynı zamanda üreticilerin üzerlerindeki diğer vergi
yüklerinin hafif-letilmesi olarak belirlenmiştir.
Bu konuda politika yapıcılar kadar vatandaşların
duyarlılığı da demokratik toplumlarda önem
kazanmaktadır. Türkiye’deki şehirlerde yaşayan ailelerin CO2 emisyon azaltımı için vergi
ödemeye ne kadar arzulu olduklarını araştıran
Adaman ve diğ. (2011), genç ve eğitimli
vatandaşların konu hakkında daha fazla bilgisi
olduğu ve daha bilinçli olduklarını gözlemlemiş,
73
ama onların da büyük oranda kurumlara olan
güvensizliklerinden dolayı herhangi bir vergi
ödemeye hazır olmadıklarını saptamışlardır.
Bu nedenle, bilgi eksikliklerinin üzerine giden
poli-tikalar üretilmelidir.
Katkı Belirtme
Bu bölümün kaleme alınmasını değerli dostum, fiziki coğrafya, jeoloji, iklim bilimi ve meteoroloji uzmanı Prof. Dr. Murat Türkeş’ten
rica etmiştim, fakat rahatsızlığı nedeniyle çok
istemesine rağmen bu görevi üstlenemedi.
Kendisine, literatür konusunda bana verdiği
destekten ötürü teşekkürlerimi borç bilirim.
74
Kaynaklar
Adaman, F., Karalı, N., Kumbaroğlu, G., Or, İ., Özkaynak, B., Zenginobuz, Ğ., 2011. What determines
urban households’ willingness to pay for CO2 emission reductions in Turkey: A contingent valuation
survey. Energy Policy, 39, 689–698.
Albek, M., Öğütveren, Ü.B., Albek, E., 2004. Hydrological modeling of Seydi Suyu watershed (Turkey)
with HSPF. Journal of Hydrology, 285, 260–271.
Altınsoy, H., Öztürk, T., Türkeş, M., Kurnaz, M.L., 2011. Küresel iklim modeli kullanılarak Akdeniz
Havzası’nın gelecek hava sıcaklığı ve yağış değişikliklerinin kestirilmesi. National Geographical Congress
with International Participation, İstanbul, Turkey, 6-9 September.
Anzidei, M., Antonioli, F., Benini, A., Lambeck, K., Sivan, D., Serpelloni, E., Stocchi, P., 2011. Sea level
change and vertical land movements since the last two millennia along the coasts of southwestern
Turkey and Israel. Quaternary International, 232, 13-20.
Bruntland, G., ed., 1987. Our Common Future, The World Commission on Environment and
Development, Oxford University Press, Oxford.
Cullen, H. ve deMenocal, P.D., 2000. North Atlantic influence on Tigris-Euphrates stream flow. Int. J.
Climatol., 20, 853–863.
Desruelles, S., Fouache É., Ciner, A., Dalongeville, R., Pavlopoulos, K., Kosun, E., Coquinot, Y.,
Potdevin, J.-L., 2009. Beachrocks and sea level changes since Middle Holocene: Comparison
between the insular group of Mykonos–Delos–Rhenia (Cyclades, Greece) and the southern coast of
Turkey. Global and Planetary Change, 66, 19–33.
Doğan, U., 2011. Climate-controlled river terrace formation in the Kızılırmak Valley, Cappadocia section,
Turkey: Inferred from Ar–Ar dating of Quaternary basalts and terraces stratigraphy. Geomorphology,
126, 66–81.
Ediger, V.Ş., 2008a. Küresel iklim değişikliğinin uluslararası ilişkiler boyutu ve Türkiye’nin politikaları.
Mülkiye, 32(259), 133–158.
Ediger, V.Ş., 2008b. Kyoto, enerji güvenliği açmazının da anahtarı mı? Yeşil Ufuklar, 4(2), 20.
Ediger, V.Ş., 2009. Türkiye’nin sürdürülebilir enerji gelişimi. TÜBA Günce, 39, 18–25.
Ediger, V.Ş. ve Çiftçi, S., 2011. Sürdürülebilir kalkınmanın iki temel unsuru: Enerji ve çevre, TÜBA
Günce, 43, 21–29.
El-Fadel, M, Chedid, R, Zeinati, M, Hamaidan, W., 2003. Mitigating energy-related GHG emissions
through renewable energy. Renewable Energy, 28, 1257-1276.
75
Ergin, M., Kadir, S., Keskin, Ş., Turhan-Akyuüz, N., Yaşar, D., 2007. Late Quaternary climate and
sea-level changes recorded in sediment composition off the Büyük Menderes River delta (Eastern
Aegean Sea, Turkey). Quaternary International, 162–176.
Fujihara, Y., Tanaka, K., Watanabe; T., Nagano, T., Kojiri, T., 2008. Assessing the impacts of climate
change on the water resources of the Seyhan River Basin in Turkey: Use of dynamically downscaled
data for hydrologic Simulations. Journal of Hydrology, 353, 33–48.
Hadjikakou, M., Whitehead, P.G., Jin, L., Futter, M., Hadjinicolaou, P., Shahgedanova, M., 2011.
Modelling nitrogen in the Yeşilirmak River catchment in Northern Turkey: Impacts of future climate and
environmental change and implications for nutrient management. Science of the Total Environment,
409, 2404–2418.
Hitz, S. ve Smith, J., 2004. Estimating global impacts from climate change. Global Environmental
Change, 14, 201–218.
IDES (Ulusal İklim değişikliği Satretji Belgesi), T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı, 2010. Türkiye Cumhuriyeti
Ulusal İklim Değişikliği Strateji belgesi 2010-2020, Ankara. Yüksek Planlama Kurulu’nun 03.05.2010
tarihli 2010/8 sayılı kararı ile onaylanmıştır.
Im, U., Markakis, K., Koçak, M., Gerasopoulos, E., Daskalakis, N., Mihalopoulos, N., Poupkou, A.,
Kındap, T., Ünal, A., Kanakidou, M., 2012. Summertime aerosol chemical composition in the Eastern
Mediterranean and its sensitivity to temperature. Atmospheric Environment, 50, 164-173.
Im, U., Poupkou, A., Incecik, S., Markakis, K., Kindap, T., Unal, A., Melas, D., Yenigun, O., Topcu, S.,
Odman, M.T., Tayanc, M., Guler, M., 2011. The impact of anthropogenic and biogenic emissions on
surface ozone concentrations in Istanbul. Science of the Total Environment, 409, 1255–1265.
Im, U., Markakis, K., Unal, A., Kindap, T., Poupkou, A., Incecik, S., Yenigun, O., Melas, D., Theodosi,
C., Mihalopoulos, N., 2010. Study of a winter PM episode in Istanbul using the high resolution WRF/
CMAQ modeling system. Atmospheric Environment, 44, 3085-3094.
IPCC, 2007a. Climate Change 2007: The Physical Science Basis. Contribution of Working Group I to
the Fourth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change [Solomon, S., D.
Qin, M. Manning, Z. Chen, M. Marquis, K.B. Averyt, M. Tignor and H.L. Miller (eds.)]. Cambridge
University Press, Cambridge, United Kingdom and New York, NY, USA, 996 s.
IPCC, 2007b. Climate Change 2007: Impacts, Adaptation and Vulnerability. Contribution of Working
Group II to the Fourth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, M.L.
Parry, O.F. Canziani, J.P. Palutikof, P.J. van der Linden and C.E. Hanson, Eds., Cambridge University
Press, Cambridge, UK, 976 s.
Justus, J.R., Fletcher, S.R., Global Climate Change, CRS Issue Brief for Congress, IB89005, 2006.
Kahya, E. ve Kalaycı, S. 2004, Trend analysis of streamflow in Turkey. Journal of Hydrology, 289,
128–144.
76
Kalaycı, S. ve Kahya, E. 2006. Assessment of streamflow variability modes in Turkey: 1964–1994.
Journal of Hydrology, 324, 163–177.
Kanakidou, M., Mihalopoulos a, N., Kindap, T., Im, U., Vrekoussis, M., Gerasopoulos, E., Dermitzaki,
E., Unal, A., Koçak, M., Markakis, K., Melas, D., Kouvarakis, G., Youssef, A.F., Richter, A.,
Hatzianastassiou, N., Hilboll, A., Ebojie, F., Wittrock, F., von Savigny, C., Burrows, J.P.,
Ladstaetter-Weissenmayer, A., Moubasher, H., 2011. Megacities as hot spots of air pollution in the
East Mediterranean. Atmospheric Environment, 45, 1223-1235.
Kushnir, Y. ve Stein, M., 2010. North Atlantic influence on 19the20th century rainfall in the Dead Sea
watershed, teleconnections with the Sahel, and implication for Holocene climate fluctuations.
Quaternary Science Reviews, 29, 3843-3860.
Lehner, B., Czisch, G., Vassolo, S., 2005a. The impact of global change on the hydropower potential
of Europe: a model-based analysis. Energy Policy, 33, 839–855.
Lehner, B., P. Döll, J. Alcamo, H. Henrichs and F. Kaspar, 2005b. Estimating the impact of global
change on flood and drought risks in Europe: a continental, integrated assessment. Climatic Change,
75, 273-299.
Oğuz, T., Dippner, J.W., Kaymaz, Z., 2006. Climatic regulation of the Black Sea hydro-meteorological
and ecological properties at interannual-to-decadal time scales. Journal of Marine Systems, 60,
235–254.
Özdoğan, M., 2011. Modeling the impacts of climate change on wheat yields in Northwestern Turkey,
Agriculture. Ecosystems and Environment, 141, 1–12.
Roberts, N., Moreno, A., Valero-Garcés, B.L., Corella, J.P., Jones, M., Allcock, S., Woodbridge, J.,
Morellón, M., Luterbacher, J., Xoplaki, E., Türkeş, M., 2012. Palaeolimnological evidence for an
east–west climate see-saw in the Mediterranean since AD 900. Global and Planetary Change, 84-85,
23–34.
Sarıkaya, M.A., 2012. Recession of the ice cap on Mount Ağrı (Ararat), Turkey, from 1976 to 2011 and
its climatic significance. Journal of Asian Earth Sciences, 46, 190–194.
SB TSHGM (Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü), 2010. Türkiye’nin Hava Kirliliği
ve İklim Değişikliği Sorunlarına Sağlık Açısından Yaklaşım. Sağlık Bakanlığı yayın No. 811, 172 s.
Şahin, S. ve Çigizoğlu, H.K., 2010. The sub-climate regions and the sub-precipitation regime regions in
Turkey. Journal of Hydrology, 450–451, 180–189.
Şen, B., Topçu, S., Türkeş, M., Şen, B., Warner, J.F., 2012. Projecting climate change, drought
conditions and crop productivity in Turkey. Climate Research, 52, 175-191.
77
TBMM, 2008. Küresel Isınmanın Etkileri ve Su Kaynaklarının Sürdürülebilir Yönetimi Konusunda Kurulan
Meclis Araştırması Komisyonu Raporu. TBMM, 2008 Nisan.
Telli, Ç., Voyvoda, E., Yeldan, E., 2008. Economics of environmental policy in Turkey: A general
equilibrium investigation of the economic evaluation of sectoral emission reduction policies for climate
change. Journal of Policy Modeling, 30, 321–340.
Trigo, R., Xoplaki, E., Zorita, E., Luterbacher, J., Krichak, S., Alpert, P., Jacobeit, J., Saenz, J.,
Fernandez, J., Gonzales-Rouco, F., Garcia-Herrera, R., Rodo, X., Brunetti, M., Nanni, T., Maugeri, M.,
Türkeş, M., Gimeno, L., Ribera, P., Brunet, M., Trigo, I., Crepon, M., Mariotti, A., 2006. Relations
between variability in the Mediterranean region and mid-latitude variability”, In: Chapter 3 of
Mediterranean Climate Variability (Eds. Lionello, P., Malanotte-Rizzoli, P., and Boscolo, R.), Elsevier
Developments in Earth & Environmental Sciences 4, Amsterdam, 179-226.
Türkeş, M., 2010. BM Çölleşme ile Savaşım Sözleşmesi’nin iklim, iklim değişikliği ve kuraklık açısından
çözümlenmesi ve Türkiye’deki uygulamalar. Çölleşme ile Mücadele Sempozyumu, 17-18 Haziran 2010.
Türkeş, M., Tatlı, H., 2009. Use of the standardized precipitation index (SPI) and modified SPI for
shaping the drought probabilities over Turkey. International Journal of Climatology, 29, 2270–2282.
Türkeş, M., Koç, T., Sarış, F., 2009. Spatiotemporal variability of precipitation total series over Turkey.
International Journal of Climatology 29: 1056-1074.
Türkeş, M., TatlıI, H., 2011. Use of the spectral clustering to determine coherent precipitation regions in
Turkey for the period 1929-2007. International Journal of Climatology, 31(14), 2055-2067.
78
79
80
BÖLÜM III
Enerji Kaynaklı Emisyonların
Tarihsel Gelişimi ve Ekonomisi
İzzet Arı1
1
Planlama Uzmanı, Kalkınma Bakanlığı, [email protected]; Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Yer Sistem Bilimleri, Doktora Öğrencisi
81
Özet
Enerji Kaynaklı Emisyonların Tarihsel Gelişimi ve Ekonomisi
Bu çalışmada, Türkiye’de 1990–2010 yılları arasında
kullanılan birincil enerji kaynaklarının değişimi, bu kaynakların
sektörel kullanımları ve buna bağlı olarak sera gazı
emisyonlarının gelişimi incelenmiştir. İncelenen dönemde,
enerjiyi kullanan üç ana sektör olan çevrim ve enerji, imalat
sanayi ve ulaştırmanın emisyon yoğunluğunun değişimi analiz edilmiştir. Ayrıca, ekonomik büyüme, enerji talebi ve nüfus
artışının sera gazı emisyonları üzerindeki etkisi incelenmiştir.
Bu çalışmada 1990-2010 döneminde, Türkiye’deki sera
gazı emisyonlarının %98, enerji tüketiminin %100 ve gayri
safi yurt içi hasılanın da %92 oranında arttığı görülürken,
enerji, emisyon ve karbon yoğunluklarında görülen değişim
sınırlı olmuştur. Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelede
emisyon ve karbon yoğunluğunu düşürmesi için yenilenebilir enerjiye ve enerji verimliliğine daha fazla yatırım yapması
gerekmektedir.
82
Abstract
Historical Development and Economics of Emissions
from Energy
In this study, the change of primary energy sources and
the usage of these sources by sectors and associated
greenhouse gas emission were investigated between
1990 and 2010 for Turkey. In this period, the emission
intensity of energy industries, manufacturing industry and
transport sectors was analysed. Furthermore, the impacts of
economic growth, energy demand and population growth
were investigated. In Turkey, between 1990 and 2010,
although the increase of greenhouse gas emissions,
energy consumption and gross domestic product were
98%, 100% and 92%, respectively, the change in the
intensity of emission, energy and carbon were not
significant. Turkey needs to more investment for renewable
energy and energy efficiency to decrease the emission and
carbon intensity for combating climate change.
83
1. Giriş
Sanayileşme, hızlı nüfus artışı ve kentleşme
doğal kaynakların hızla tükenmesine ve
çeşitli çevre kirliliklerine neden olmaktadır.
Fosil kaynakların tüketilmesiyle ortaya
çıkan en önemli çevresel problem, atmosferde biriken sera gazı emisyon miktarının
artmasıdır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği
Paneli’nin (IPCC: Intergovernmental Panel
on Climate Change) 2007 yılında yayınladığı
Dördüncü Değerlendirme Raporu’na (Fourth
Assessment Report) göre sanayi devriminden önce 280 ppm2 olan CO2 (karbondioksit) konsantrasyonu 2005 yılında 379 ppm’e
yükselmiştir (IPCC, 2007). Sera gazlarının
atmosferde bulunması dünyayı yaşanabilir
bir gezegen yapsa da, bu gazların oranının
artması küresel iklimi değiştirmekte ve sonuçta küresel ısınmaya, deniz seviyesinde yükselmeye, buzullarda erimeye ve yağış rejimlerinde
değişikliklere neden olmaktadır. Tüm bunlar
küresel bir felaket olarak dünyayı derinden etkilemektedir (UNFCCC, 2006).
İklim değişikliğinin bütün canlıları etkileyecek
küresel bir sorun olması, iklim değişikliğiyle
mücadelenin de küresel ölçekte yapılmasını
gerektirmiştir. Bu bağlamda hazırlanan
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve
Sözleşmesi’nin (BMİDÇS) amacı, atmosferdeki
sera gazı birikiminin iklim sisteminin üzerindeki
tehlikeli etkisini önlemeye yönelik olmuştur.
Tedbirler arasında sera gazı emisyonlarının
atmosfere salımının azaltılması büyük önem
taşımaktadır (IEA, 2009).
Dünyadaki enerji sektöründen kaynaklanan sera gazı emisyonları, toplam sera
gazı emisyonlarının %80’inden fazlasını
oluşturmaktadır. Artan enerji talebi, CO2
2
84
ppm (parts per million): milyonda bir birim
emisyonlarının artmasına neden olmakta,
sanayi devriminden beri giderek artan fosil yakıtların tüketimi sonucu açığa çıkan CO2
emisyonu miktarı 28 trilyon tona ulaşmış
bulunmaktadır (IEA, 2009). Türkiye’nin
1990’da 187 milyon ton olan sera gazı
emisyonları %98 oranında artarak 2010’da
402 milyon tona ulaşmıştır. Bu artışta nüfusun ve enerji talebinin artmasının ve ekonomik
büyümenin etkili olduğu görülmektedir.
Bu makalenin amacı 1990-2010 yılları
arasında Türkiye’deki enerji kaynaklı sera
gazı emisyonlarının gelişimini birincil enerji
kaynakları ve sektörel enerji kullanımı, nüfus
artışı ve ekonomik büyüme göz önünde bulundurularak analiz etmektir. Bu çalışmada,
konuyla ilgili ulusal ve uluslararası kaynaklardan
faydalanılmıştır. Başta Türkiye’nin BMİDÇS
Sekretaryasına her yıl düzenli olarak sunduğu
Ulusal Sera Gazı Emisyon Envanteri olmak
üzere, Dünya Kalkınma Göstergeleri (WDI:
World Development Indicators), Uluslararası
Enerji Ajansı’nın (IEA: International Energy
Agency) verileri, enerji sektörüne ait denge
tabloları ve Hükümetlerarası İklim Değişikliği
Panelinin (IPCC: Intergovernmental Panel on
Climate Change) verileri kullanılmıştır.
Türkiye’de enerji kaynaklarının kullanımının tarihsel olarak incelendiği ikinci bölümde, birincil
kaynakların miktar ve yüzde değişimi ile sektörel enerji kullanımındaki gelişim ele alınmıştır.
Bu çalışmada 1990 yılına ait enerji verilerinin
baz alınması nedeniyle yüzde değişimler
1990 yılı verilerine göre endekslenerek ortaya
konulmuştur. Sera gazı emisyonlarının gelişimini
ortaya koyan üçüncü bölümde CO2 (karbondioksit), CH4 (metan) ve N2O (azot oksitlerin)
toplam ve sektörel değişimi incelenmiştir. Her
bir sektörün emisyonlarının payının yüzde
değişimi 1990 yılına göre endekslenerek sektörel emisyon yoğunluğunun değişimi analiz
edilmiştir. Dördüncü bölümde, gelişen bir
ekonomiye (emerging economies) sahip olan
Türkiye’nin sera gazı emisyonlarının değişimini
tetikleyen nüfus artışı, ekonomik büyüme ve
enerji talebi ilişkisi (nexus) için oluşturulan emisyon, karbon ve enerji yoğunluğu göstergeleri
oluşturulmuştur. Sonuç bölümünde ise, bu
çalışmada ortaya konulan bulguların iklim
değişikliğiyle mücadele kapsamındaki önemi
sunulmuştur.
2. Türkiye’de Enerji Kaynaklarının
Kullanımı (1990-2010)
Türkiye’de enerji sektöründe son yıllarda
önemli ölçüde ilerlemeler kaydedilmiş, enerji
arz güvenliği, ekonomik verimlilik ve çevreyi
esas alan bir enerji politikası izlenmeye
başlamıştır (IEA, 2005). Enerji mevzuatında
2001’de yapılan düzenlemeler ile devlet
enerji sektöründe daha çok düzenleyici bir
rol almaya başlamıştır. Bir yandan enerjide
özelleştirmeye ağırlık verilirken, diğer yandan çevre açısından sektörü etkileyebilecek
BMİDÇS ve Kyoto Protokolü gibi uluslararası
sözleşmelere taraf olunmuştur. Ayrıca, enerji
verimliliğinin iyileştirilmesi ve yenilebilir enerji
kaynaklarından elektrik üretimini teşvik edici
yeni mevzuat hazırlanmıştır.
Enerji arz güvenliği bağlamında Türkiye doğu
ile batı arasında önemli bir enerji koridoru
olma politikasını hayata geçiren uygulamalar
yapmıştır. Özellikle petrol ve doğal gaz boru
hattı projelerine büyük önem vermiştir (IEA,
2005). 2002–2007 arasındaki dönemde hızlı
ekonomik büyüme ve nüfus artışına bağlı
olarak birincil enerji kaynaklarındaki talep artışı
%35’i geçmiştir.
Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda (2007–2013),
ekonomik kalkınma ve sosyal gelişmenin ihtiyaç duyduğu enerjinin sürekli, güvenli ve asgari maliyetle temini temel amaçlardan biri
olarak belirlenmiştir. Enerji talebi karşılanırken
çevresel zararların en alt düzeyde tutulması,
enerjinin üretiminden nihai tüketimine kadar her safhada verimli ve tasarruflu şekilde
kullanılması esası getirilmiştir. Bunun için arz
güvenliğinin artırılması amacıyla çoğu ithalatla
temin edilen birincil enerji kaynakları bazında
dengeli bir kaynak ve ülke çeşitlendirilmesine
gidilmesi önerilmiştir. Dokuzuncu Kalkınma
Planı’ndaki bu politika, 2007 Yılı Programında
üretim sistemi içinde yerli ve yenilenebilir
enerji kaynaklarının payının azami ölçüde yükseltilmesi hedefiyle uygulamaya konulmaya
başlanmıştır (DPT, 2007).
2.1. Birincil Enerji Kaynaklarının Tüketimi
Türkiye’deki son 20 yıllık dönem incelendiğinde
enerji tüketiminde petrol, doğal gaz,
taşkömürü ve linyitin en önemli birincil enerji
kaynakları olduğu görülmektedir. Tablo 1’den
görüleceği üzere, 1990 yılında toplam 52.987
bin tep olan birincil enerji tüketimi yüzde 106
oranında artarak 2010 yılında 109.265 bin
tep’e ulaşmıştır. 1990 yılında petrol 23.901
bin tep3 ile fazla tüketilen birincil enerji kaynağı
iken, 2010 yılında 39.406 bin tep ile doğal gaz
en fazla tüketilen kaynak olmuştur.
1990 yılında linyit %18,43 ile petrolden
(%45,11) sonra en fazla kullanılan kaynak
olmuştur (Şekil 1). Aynı yıl, Türkiye’nin en
önemli yenilenebilir enerji kaynağı olan
hidroliğin payı ise sadece %3,76 olarak
kalmıştır. 2010 yılına gelindiğinde doğalgazın
birincil enerji kaynakları içindeki payı yaklaşık
%32’ye yükselmiştir (Şekil 2). 2010 yılında
petrolün payı %26.74’e gerilerken, hidroliğin
payı %4.08’e yükselmiştir.
Tep (Ton-eşdeğeri-petrol): Enerji kaynaklarını ortak bir enerji birimi cinsinden ifade etmek için yakıtların ısıl değerleri esas alınarak hesaplanan
birimdir.
3
85
Şekil 3’te birincil enerji kaynaklarının toplam
enerji tüketimi içindeki paylarının 1990-2010
arasındaki değişimi gösterilmiştir. Bu dönemdeki en çarpıcı artış “diğer yenilenebilir” başlığı
altında verilen rüzgar ve güneş kaynaklarında
olmuştur. Bu kaynakların 1990 yılında toplam
birincil enerji kaynakları içindeki payı sadece
on binde 5 iken 2010 yılında binde 64’e kadar
yükselmiştir. Aynı dönemde doğalgazın payı
%444 oranında, jeotermalin payı da %120
oranında artış göstermiştir.
1990 yılında %82 olan fosil kaynakların birincil enerji kaynakları içindeki oranı 2010 yılında
%89’a yükselmiştir. Bu artışta, 1990 yılında
3,110 milyon tep olan doğalgaz tüketiminin
2010 yılında 35,000 milyon tep civarına
çıkmasının etkisi büyük olmuştur.
Tablo 1. 1990-2010 Yılları Arasındaki Birincil Enerji Kaynakları Tüketimi (ETKB, 2012; DEKTMK, 2012)
Şekil 1. Birincil Enerji Kaynak Tüketiminin 1990 Yılındaki Dağılımı (ETKB,
2012; DEKTMK, 2012)
86
Şekil 2. Birincil Enerji Kaynak Tüketiminin 2010 Yılındaki Dağılımı (ETKB,
2012; DEKTMK, 2012)
Şekil 3. Birincil Enerji Kaynaklarının Toplam Tüketim İçindeki Paylarının 1990-2010 Arasındaki Değişimi.
2.2. Sektörel Enerji Tüketimi
Enerji tüketimi sektörel olarak ele alındığında
konut, sanayi ve çevrim sektörlerinin ilk
sıralarda yer aldığı görülmektedir (Tablo 2).
1990 yılında 15,358 milyon tep enerji tüketen
konut sektörü 2010 yılına kadar %88 oranında
artarak 28,868 milyon tep’e yükselmiştir. Aynı
dönemde sanayi sektörü tüketimi %110,
çevrim sektörü tüketimi %127, ulaştırma
sektörü tüketimi de %75 oranında artış
göstermiştir.
Şekil 4’te, 1990–2010 yılları arasında sektörel enerji tüketiminin toplam içindeki payının
değişimi gösterilmektedir. Buna göre, enerji
tüketiminde payı en çok artan sektör %63
ile enerji dışı olmuştur. Ulaştırmanın payı bu
dönemde %16’dan %14’e, konut ve hizmetler
sektörü %29’dan %26’ya gerilemiş, tarım
sektörü ise %4’ten %5’e yükselmiştir.
Tablo 2. 1990-2010 Yılları Arasındaki Sektörel Enerji Tüketimi (ETKB, 2012; DEKTMK, 2012)
87
Şekil 4. Sektörel Enerji Tüketiminin Toplam İçindeki Paylarının 1990-2010 Arasındaki Değişimi.
3. Türkiye’deki Toplam ve Enerji
Kaynaklı Sera Gazı Emisyonları
Türkiye’de artan enerji talebine bağlı olarak
sera gazı emisyonları artmaktadır. 1990 yılında
187 milyon ton CO2 eşdeğeri olan sera gazı
emisyonları %115 oranında artarak 2010
yılında yaklaşık olarak 402 milyon ton CO2
eşdeğere yükselmiştir. Bu bölümdeki grafik
ve tablolarda kullanılan veriler Türkiye’nin
BMİDÇS’ye sunduğu Ulusal Envanter
Raporu’ndan (NIP: National Inventory Report)
alınmış olup, aksi belirtilmedikçe 1990-2010
dönemini kapsamaktadır (UNFCCC, 2012).
Şekil 5’te enerji, sanayi, tarım ve atık sektörlerinden kaynaklanan sera gazı emisyonları
1990-2010 arasındaki değişimi gösterilmektedir. 1994 ve 2001 yılındaki ekonomik kriz ile
2008-2009 küresel mali krizin etkilediği yıllar
dışındaki tüm yıllarda sera gazı emisyonlarında
artış gözlenmiştir.
1990
yılında
enerjiden
kaynaklanan
emisyonların toplam emisyonlar içindeki payı 137 milyon tonla %71’dir. Bu yılda
88
enerjiyi %16 ile tarım takip ederken, sanayi
ve atığın payları sırasıyla %8 ve %5 olmuştur.
2010 yılına gelindiğinde sanayinin payı %13’e
ve atığın payı %9’a çıkarken, enerjinin payı
değişmemekte, tarımın payı ise %7’ye gerilemektedir (Şekil 6).
Yıllar içinde dört sektörün emisyonlarının toplam emisyonlar içindeki paylarının değişiminin
yer aldığı Şekil 7 incelendiğinde atık ve tarım
sektörünün en fazla değişim gösteren sektörler
olduğu görülmektedir. Atık sektörü 1990 yılına
göre 2010 yılında %72 oranında artmış, sanayi
sektörü de özellikle son yıllardaki değişimi ile
%62 oranında artış göstermiştir. Tarım sektörünün payı ise %58 oranında azalmıştır.
3.1. Sera Gazı Emisyonlarının Kaynağı
ve Sektörel Değişiminin Analizi
Türkiye her yıl düzenli olarak ulusal sera gazı
emisyon envanterini BMİDÇS Sekretaryasına
iletmektedir. Emisyon envanterinin enerji bölümünde CO2, CH4 ve N2O sera gazı emisyonları
yer almaktadır.
Şekil 5. Toplam Sera Gazı Emisyonları, 1990-2010.
Şekil 6. Toplam Sera Gazı Emisyonlarının Sektörel Dağılımı, 1990-2010.
3.1.1. Enerji Kullanımından Kaynaklanan
Karbondioksit (CO2) Emisyonları
Daha önceki bölümde de belirtildiği üzere
enerjiden kaynaklanan sera gazı emisyonlarının
toplam emisyonlar içindeki payı %71’dir. 1990
yılında 126,7 milyon ton CO2 emisyonu 2010
yılına kadar %119 oranında artarak 277,4 milyon tona yükselmiştir (Şekil 8).
1990 yılında enerji kullanımından kaynaklı sektörel CO2 emisyonlarının 2010 yılına göre daha
dengeli bir şekilde dağıldığı görülmektedir.
1990 yılında %30 ile imalat sanayi (37,5 milyon ton) ilk sırada yer alırken, ulaştırma %20
ile (25,9 milyon ton) son sırada yer almıştır.
2010 yılına gelindiğinde enerji sektörü %41
ile (112,4 milyon ton) ilk sırada ulaştırma ise
%16’lık payla son sırada yer almıştır (Şekil 9).
89
Şekil 10’da 1990 yılına göre sektörlerin
neden olduğu CO2 emisyonlarının toplam CO2 emisyon içindeki payının yüzde
değişimi gösterilmektedir.1990-2010 yılları
arasında sektörlerin toplam emisyon içindeki
paylarındaki en büyük değişim enerji sanayinde gerçekleşmiştir. Enerji sanayinin payı
2010 yılında 1990 yılına göre %51 oranında
artış göstermiştir.
3.1.2. Enerji Kullanımından Kaynaklanan
Metan (CH4) Emisyonları
1990 yılında 143 bin ton olan metan
emisyonları %23 oranında bir artışla 2010
yılında 176 milyon tona yükselmiştir (Şekil 11).
Ancak bu artış düzenli olmamış, önce 2001’de
en düşük değerine ulaştıktan sonra tekrar
artarak günümüzdeki düzeyine erişmiştir.
CH4 emisyonları en fazla diğer sektörlerden
kaynaklamakta olup, 1990 yılında %95 olan
diğer sektörlerin payı 2010 yılına gelindiğinde
%91’e gerilemiştir.
1990 yılına göre 2010 yılına kadar sektörel
metan emisyonun payındaki en fazla değişim
enerji sektöründe olmuştur (Şekil 12). Ancak
enerji sektörünün toplam metan emisyonları
içindeki payının çok düşük olması enerji sektöründen kaynaklanan metan emisyonu
artışını hissettirmemektedir.
Şekil 7. Sektörel Emisyon Miktarlarının Toplam İçindeki Payının Değişimi, 1990-2010.
Şekil 8. Enerji Kaynaklı CO2 Emisyonlarının Gelişimi, 1990-2010.
90
Şekil 9. Enerji Kaynaklı CO2 Emisyonların Sektörel Dağılımı, 1990 ve 2010.
Şekil 10. Sektörel Enerji Kaynaklı CO2 Emisyonların Toplam İçindeki Paylarının Değişimi, 1990-2010.
Şekil 11. Enerji Kaynaklı Metan Emisyonlarının Gelişimi, 1990-2010.
91
Şekil 12. Enerji Kaynaklı Metan Emisyonların Sektörel Dağılımının Toplam İçindeki Payının Değişimi, 1990-2010.
3.1.3. Enerji Kullanımından Kaynaklanan
Azot oksit (N2O) Emisyonları
Azot oksit gazları emisyon envanterinde kütle
miktarı olarak çok düşük olmasına rağmen
bu gazların küresel ısınma potansiyelinin çok
yüksek olması nedeniyle iklim değişikliğini
olumsuz etkilediği bilinmektedir (IPCC, 2012).
1990 yılında 3.210 ton olan N2O emisyonları
2010 yılına kadar %60 oranında artarak 5.140
tona yükselmiştir. 1990 yılında diğer sektörler
%48’lik payla en fazla N2O salımı yapan sektör iken 2010 yılına gelindiğinde %36’lık payla
Şekil 13. Enerji Kaynaklı N2O Emisyonların Gelişimi, 1990-2010.
92
ulaştırma sektörü en fazla N2O salımına neden
olan sektör olmuştur (Şekil 13).
1990–2010 yılları arasında dört sektörün
toplam emisyonlar içindeki payının yüzde
değişimi ele alındığında enerji sektörünün
%125 oranında artış ile en fazla değişim
gösteren sektör olduğu görülmektedir. Diğer
sektörlerin payında ise %44 oranında düşüş
olmuştur (Şekil 14).
Şekil 14. Enerji Kaynaklı N2O Emisyonların Sektörel Dağılımının Toplam İçindeki Payının Değişimi, 1990-2010.
3.2. Sektörlerin Emisyon Yoğunluğu
1990-2010 yılları arasında enerji tüketen üç
ana sektördeki CO2 emisyon yoğunluğunun
değişimi Şekil 15’te yer almaktadır. Türkiye’de
1990 yılında enerji sanayinin TJ başına
CO2 emisyonları 70,64 ton iken 2010’da
bu değer binde 9 oranında azalarak 70,51
tona gerilemiştir. Buna göre, Türkiye’de birim enerji tüketiminde açığa çıkan emisyon
miktarında az da olsa bir düşme görülmüştür.
Bununla birlikte ara yıllarda özellikle 1995
ve 2005 yıllarında 1990 yılına göre %5’e
varan artışlar görülmüştür. Kümülatif olarak
1990-2010 yılları arasında enerji sektörünün
emisyon yoğunluğunda %2’ye varan artış
gerçekleşmiştir. Diğer enerji yoğun sektör
olan imalat sanayinin emisyon yoğunluğu
incelendiğinde, 1990 yılında 86,88 ton/TJ olan
emisyon yoğunluğu 2010 yılında %4 oranında
gerileyerek 83,38 ton/TJ’e düşmüştür. İmalat
sanayinin 1990-2010 yılları arası kümülatif
emisyon yoğunluğuna bakıldığında yaklaşık
%5 oranında bir azalmanın gerçekleştirildiği
görülmektedir. Bu durum daha temiz ve iklim
dostu bir üretim biçimine geçildiğinin işaretini
vermektedir. Ulaştırma sektörünün 1990-2010
yılları arasında emisyon yoğunluğunda kümülatif olarak %1’e varan bir azalma görülse
de 2010 yılına gelindiğinde bu sektörün 1990
yılındaki seviyeye tekrar yükseldiği görülmektedir.
Bu üç sektör göz önünde bulundurulduğunda,
2010 yılında Türkiye’deki emisyon yoğunluğunun 1990 yılına göre %1,38 oranında
azaldığı söylenebilir. Bir sonraki bölümde tüm
ekonominin enerji tüketimi, nüfus ve milli gelirin
bu azalmayla olan ilişkisi ele alınacaktır.
4. Enerji, Ekonomi ve Emisyon
İlişkisinin Analizi
1990 yılında 55,120 milyon olan Türkiye nüfusu %31 oranında artarak 2009’da 72,050
milyona yükselmiştir. Aynı dönemde 2005
yılı sabit fiyatlarıyla Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla
(GSYH) %92 oranında artarak 92 milyar TL’ye
(2005 sabit fiyatları), enerji tüketimi de yaklaşık
%100 artışla 106 milyon tep’e yükselmiştir.
Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, sera gazı
emisyonları da aynı dönemde %98 oranında
artmıştır (Şekil 16).
93
Şekil 15. Sektörel Emisyon Yoğunluğunun Değişimi, 1990-2010.
Türkiye ekonomisinin emisyonlarındaki bu
artışın temel nedenleri artan nüfus ve enerji
tüketimidir. 1990-2010 yılları arasında enerji
tüketimi, GSYH ve emisyon benzer eğilimler
göstermiş olup, bu üç göstergede bir ayrışma
(decoupling) gözlenememiştir. Türkiye gibi
gelişen bir ekonomide bu yıllar arasında
uygulanan enerji politikalarında enerji arz
güvenliğinin baskın olması ile yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının ekonomik potansiyelinin hayata geçirilememesi ekonomi-enerjiemisyon üçlüsünün beraber (hand-in-hand)
hareket etmesine neden olmuştur.
Bununla beraber, yıllık birim emisyon
değişimlerinde –ekonominin emisyon yoğunluğu
(EmY), enerji tüketiminin karbon yoğunluğu
(CarY), ekonominin enerji yoğunluğu (EnY)
ve kişi başına emisyon miktarı (Kem)– yıllar
bazında artma/ azalma gözlenmiştir (Şekil 17).
Buna göre, 1990-2009 döneminde kişi başına
GSYH %47, kişi başına emisyon (KGDP) da
%51 oranında artış göstermiştir. Aynı dönemde
1 TL GSYH elde etmek için tüketilen enerji
94
miktarını gösteren enerji yoğunluğunda (EnY)
%4 oranında artış görülmüştür. Diğer bir ifadeyle, Türkiye ekonomisinin enerji girdilerine
bağımlılığında önemli bir değişme olmamıştır.
Diğer bir endeks olan emisyon yoğunluğu
(EmY) 1 TL GSYH elde ederken açığa çıkan
sera gazı emisyon miktarını göstermektedir.
Türkiye’nin emisyon yoğunluğunda (EmY) aynı
dönemde sadece %2,96 oranında bir artış
görülmüş, artan enerji talebi, nüfusu ve ekonomisine rağmen emisyon yoğunluğunda önemli
bir artış gözlenmemiştir. Karbon yoğunluğu
(CarY) tüketilen enerjinin neden olduğu emisyon miktarını ifade etmekte olup, ülkenin enerji portföyündeki fosil yakıtlara olan bağımlılığı
hakkında bilgi vermektedir. 1990 yılına göre
Türkiye’nin karbon yoğunluğu %1,4 oranında
azalmış, artan enerji talebine rağmen Türkiye
karbon yoğunluğu düşürmüştür. Bu gösterge
iklim değişikliğiyle mücadelede elde edilmiş
kısmi bir başarı olarak değerlendirilebilir.
Şekil 16. Nüfus, Emisyon, Enerji Tüketimi ve GSYH Endeksinin Değişimi, 1990-2010 (WDI, 2012).
Şekil 17. Kişi Başına GSYH (Endeks KGDP), Kişi Başına Emisyon (Endeks Kem), Enerji Yoğunluğu (Endeks EnY),
Emisyon Yoğunluğu (EmY) ve Karbon Yoğunluğu’nun (Endeks CarY) Değişimi, 1990-2010 (WDI, 2012).
95
5. Sonuç ve Öneriler
Türkiye’de artan nüfus, hızlı kentleşme
ve kalkınma, enerji talebinde ve sera gazı
emisyonlarında yüksek bir artışa neden
olmuştur. 1990-2010 arasındaki son 20
yılda; nüfus %31,GSYH %92, enerji tüketimi
%100, sera gazı emisyonları ise %98 oranında
artmıştır. Enerji talebindeki söz konusu artışın
yaklaşık %70’i ithalat yoluyla karşılanmıştır. Bu
durum aynı zamanda enerjiyi yoğun olarak
kullanan sektörlerin rekabet gücünü olumsuz yönde etkilemiştir. Bunun yanı sıra, enerji
arzında fosil yakıtların payının yüksek olması
Türkiye’nin çevre politikasının başarısını da
olumsuz etkilemektedir (KB, 2012).
Son 20 yılda Türkiye’de; kişi başına GSYH
%47, kişi başına sera gazı emisyonları %51,
enerji yoğunluğu %4, emisyon yoğunluğu
%3, karbon yoğunluğu da %-1,4 oranında
değişim göstermiştir. Karbon yoğunluğunun
azalmış olması iklim değişikliğiyle mücadelede
emisyon faktörü daha düşük yakıtlara doğru
geçiş yapıldığını ve temiz enerji teknolojilerin yaygınlaştırıldığını gösterse de, ekonominin tüketim tarafında hala artan bir emisyon
yoğunluğu söz konusudur. Bu artışta, özel-
96
likle tüketim alışkanlıklarında daha emisyon
yoğun aktivitelerin yerleşmeye başladığını ve
artan refahın sağladığı kolaylıkların özellikle
kişi başına emisyon miktarındaki artışta etken
olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan artan
refahın sürdürülebilir kılınmasında önümüzdeki
yıllarda izlenecek uzun dönemli politikalar ve
bu politikaları hayata geçirecek araçlar daha
önemli hale gelmektedir. Başta küresel iklim
değişikliğiyle mücadele ve bunun gerektirdiği
sera emisyonlarının sınırlandırılması ve uyum
olmak üzere, Türkiye’nin enerji alanındaki
gelişmeleri (yeni nesil nükleer reaktörler ve
kaya gazı (shale gas/oil), vb.) uzun dönemli
politikaların belirlenmesinde ve uygulamasında
göz önünde bulundurması gerekmektedir. Kısa ve orta vadede yerli ve yenilenebilir
enerji kaynaklarının payının yükseltilmesi,
enerji üretim ve tüketim süreçlerinde verimliliğin
artırılması, konuyla ilgili araştırma ve geliştirme
faaliyetlerine hız verilmesi için tüm fırsatların
değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu kapsamda, yenilenebilir enerji yatırımlarının daha fazla teşvik edilmesi, karbon, emisyon ve enerji
yoğunluğunun azaltılması ve başta konut ve
hizmet sektörü olmak üzere enerji verimliliği
uygulamalarının tüm sektörlerde hayata
geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
Kaynaklar
DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), 2007. Dokuzuncu Kalkınma Planı, Ankara.
DEKTMK (Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi), 2012. http://www.dektmk.org.tr/incele.
php?id=MTAw. Erişim Tarihi: 16.07.2012.
ETKB (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı), 2012. http://www.enerji.gov.tr/index.
php?dil=tr&sf=webpages&b=y_istatistik&bn=244&hn=244&id=398. Erişim Tarihi: 11.07.2012.
IEA (International Energy Agency), 2005. Energy Policies of IEA Countries–Turkey 2005 Review, OECD,
Paris.
IEA (International Energy Agency), 2009. CO2 Emissions from Fuel Combustion 2009, OECD, Paris.
IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change), 2007. IPCC-4: Report Working Group III
contribution to the Intergovernmental Panel on Climate Change Fourth Assessment Report Climate
Change 2007: Mitigation of Climate Change.
IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change), 2012. http://www.ipcc.ch/ipccreports/far/wg_I/
ipcc_far_wg_I_chapter_02.pdf. Erişim Tarihi: 21.07.2012.
KB (Kalkınma Bakanlığı), 2012. Türkiye Sürdürülebilir Kalkınma Raporu: Geleceği Sahiplenmek-2012,
Ankara
UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2006. Handbook, Bonn.
UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2012
http://unfccc.int/national_reports/annex_i_ghg_inventories/national_inventories_submissions/
items/6598.php. Erişim Tarihi: 11.07.2012.
WDI (World Development Indicators), 2012,
http://data.worldbank.org/data-catalog/world-development-indicators. Erişim Tarihi: 04.09.2012.
97
98
BÖLÜM IV
Sürdürülebilir Enerjinin Finansmanı
U. Serkan Ata1
1
London Business School, [email protected]>
99
Özet
Sürdürülebilir Enerjinin Finansmanı
Türkiye’nin yenilenebilir enerjiye ilişkin hedeflerine ulaşması
için önemli bir finansman ihtiyacının karşılanması gerekmektedir. Bunun için de; (1) sermaye piyasaları, (2) iki ve çok taraflı
kalkınma bankaları, (3) kamu finansman mekanizmaları,
(4) karbon piyasaları ve (5) iklim değişikliği finansmanı gibi
kaynaklar etkin olarak kullanılmalıdır. Özellikle yenilenebilir
enerji toplam kurulu gücünün artması ile oluşacak finansman kısıtlarının ortadan kaldırılması ve güneş enerjisi, biyokütle enerjisi gibi maliyetleri yüksek teknolojilerin daha
yaygın olarak kullanılması için bu tür finansman kaynaklarının
ve yeni finansman modellerinin önemli bir katkısı olacaktır.
Diğer taraftan, Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımları her
ne kadar yüksek getiri oranlarına sahip olsa da istenilen
düzeyde hayata geçirilememektedir. Bu durumun en önemli
nedenlerinden biri de bahse konu yatırımların finansmana erişiminin kısıtlı olmasıdır. Dolayısıyla, Türkiye’nin enerji
yoğunluğunun 2023 yılı itibarıyla %20 oranında azaltılmasına
yönelik hedefinin hayata geçirilmesi için enerji verimliliği
yatırımlarının finansmana erişimine yönelik engellerin ortadan
kaldırılması gerekmektedir. Bunun için de Enerji Verimliliği
Danışmanlık (EVD) şirketlerini içeren finansman modellerinin
etkin bir çözüm sunabileceği değerlendirilmektedir.
100
Abstract
Sustainable Energy Finance
In order to meet its renewable energy targets, Turkey would
have to meet a significant financing need. To this end,
various sources, including inter alia; (1) capital markets,
(2) bilateral and multilateral development banks, (3) public
finance mechanisms, (4) carbon markets and (5) climate
finance should be effectively utilized. These sources
and new financing models would particularly make a
contribution to remove financing barriers that would arise
as the total renewable energy installed capacity increases
and to deploy renewable technologies with higher costs
such as solar and biomass. On the other hand, energy
efficiency investments in Turkey, although they have high
returns, are not being implemented to a great extent, the main
reason being their limited access to finance. In order to
meet its objective of reducing the energy intensity by 20%
by 2023, Turkey would also have to remove the barriers for
energy efficiency investments’ access to finance and ESCO
business models could provide an effective solution in this
regard.
101
1. Giriş
Türkiye’nin yenilenebilir kaynakların elektrik
enerjisi üretimi içerisindeki payını 2023 yılında
%30 seviyesine çıkarmaya yönelik hedefinin
hayata geçirilmesi için önemli bir finansmana ihtiyaç duyulacaktır. Örneğin, sadece
rüzgar enerjisi kurulu gücünün 2011 sonundaki 1.729 MW seviyesinden (TEİAŞ, 2012)
2023’te 20 bin MW seviyesine çıkarılması için
gerekli yatırımların toplam tutarı -birim yatırım
maliyetini yıllar itibarıyla sabit 1.250 ABD
Doları ($)/kW kabul eden basit bir yaklaşımlayaklaşık 22,8 milyar $ olarak hesaplanabilir. Bu
yatırımların %30 oranında özsermaye, %70
oranında kredi ile gerçekleştirileceği varsayımı
altında ise, rüzgar enerjisine yönelik hedeflere
ulaşılabilmesi için gerekli finansman ihtiyacı
yaklaşık 16 milyar $ olarak ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’nin 50 m yükseklik için hesaplanan toplam rüzgar enerjisi potansiyelinin yaklaşık 48 bin MW olduğu göz önünde
bulundurulduğunda 20 bin MW’lık bu hedefin
hiç de hayalci olmadığı görülecektir (Tablo 1).
Ancak, toplam kurulu gücün artmasıyla birlikte
yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için
bazı kısıtların oluşacağı da dikkate alınmalıdır.
Örneğin, rüzgar enerjisi toplam kurulu gücünün
artması ile yatırımlar giderek rüzgar hızının
daha düşük olduğu yerlerde gerçekleştirilmeye
başlanacak ve dolayısıyla santrallerin kapasite
faktörü de nispeten düşük olacaktır.
Rüzgar enerjisi santrallerinin kapasite faktörü,
ortalama rüzgar hızının yanı sıra, rüzgar hızı
yoğunluk dağılımı ve kullanılan türbin tipi gibi
çeşitli faktörlere bağlıdır. Örneğin, 1,8 MW’lık
bir rüzgar türbinini esas alarak ve WEIBULL
dağılımını kullanarak yapılacak basit bir hesaplama ile ortalama rüzgar hızının 8,5 m/s olduğu
102
durumda yaklaşık 0,41 seviyesinde olan kapasite faktörünün, ortalama rüzgar hızının 7,5
m/s olduğu durumda yaklaşık 0,35 seviyesine
düştüğü görülmektedir. Bu da anılan yatırımın
getiri oranının (özsermaye iç getiri oranı)
yaklaşık %23’ten %16’ya düşmesi sonucunu
doğuracaktır (Türkiye için örnek bir rüzgar
enerjisi projesine ilişkin finansal hesaplamalar
için Ek 1’e bakınız).
Rüzgar enerjisi yatırımlarının getiri oranının
düşmesiyle bu yatırımların finansmanına ilişkin
iki önemli kısıt ortaya çıkmaktadır. Bunlardan
birincisi, rüzgar enerji projelerinin yatırımcıların
getiri beklentilerini karşılayamamasıdır. Dünya
Bankası’nın Özel Sektör Yenilenebilir Enerji
ve Enerji Verimliliği Projesi dokümanına göre,
Türkiye’deki rüzgar enerjisi yatırımları için talep edilen asgari özsermaye iç getiri oranı
%15 seviyesindedir. Bu çerçevede, rüzgar
hızının düşük olduğu bölgelerdeki projelerin
yatırımcıların beklentilerini karşılayamayacağı
sonucuna ulaşmak mümkündür. İkincisi ise,
bankalar, borç karşılama oranı kriterlerini
sağlamak amacıyla yatırımcılardan daha yüksek bir özsermaye katılımı talep edeceklerdir.
Bu da yenilenebilir enerji yatırımları açısından
hali hazırda önemli bir kısıt teşkil eden özsermaye yetersizliğinin daha da ciddi boyutlara
ulaşması anlamına gelecektir.
Yukarıda rüzgar enerjisi yatırımlarına ilişkin
tanımlanan kısıtların diğer yenilenebilir enerji
yatırımları için de geçerli olduğunu, hatta güneş
enerjisi ve biyokütle enerjisi gibi teknolojiler için
bu kısıtların daha da ciddi boyutlarda olduğunu
ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, ülkemizdeki yenilenebilir enerji yatırımlarının hız
kesmeden devam etmesi ve yenilenebilir
enerjiye yönelik hedeflere ulaşılabilmesi
için; proje finansmanı uygulamalarının
Tablo 1. Türkiye Toplam Rüzgar Enerjisi Kurulu Güç Potansiyeli (ETKB, 2012)
yaygınlaştırılması, finansmana erişime ilişkin
kısıtların ortadan kaldırılması ve en önemlisi
mevcut finansman kaynaklarına ilaveten yeni
ve yenilikçi finansman araçlarının kullanılmaya
başlanması gerekmektedir.
kaldırılması için farklı finansman modellerinin
uygulanabilirliği değerlendirilecektir. Ek’te ise
Türkiye’deki örnek bir rüzgar enerjisi projesine
ilişkin finansal hesaplamalara yer verilecektir.
2. Yenilenebilir Enerji Yatırımlarının
Diğer taraftan, Türkiye’nin enerji verimliliği Finansmanı
potansiyelinin etkin olarak değerlendirilmesi
için de yeni finansman modellerine ihtiyaç
duyulmaktadır. Türkiye’deki enerji verimliliği
yatırımlarının yüksek getiri oranları ve kısa geri
ödeme dönemlerine rağmen istenilen ölçüde
hayata geçirilememesinin en önemli nedenlerinden biri de finansmana erişim kısıtlarıdır.
Bu kısıtların ortadan kaldırılması için bilhassa
Enerji Verimliliği Danışmanlık (EVD) şirketlerini
de içeren finansman modellerinin uygulamaya
konulması gerekmektedir.
Bu makalenin amacı esas olarak sürdürülebilir
enerji yatırımlarının finansmanı konusunda yeni
ve yenilikçi araçların incelenmesidir. Bunun
için öncelikle yenilenebilir enerji yatırımlarına
ilişkin finansman araçları; sermaye piyasaları,
iki ve çok taraflı kalkınma bankaları, kamu finansman mekanizmaları, karbon piyasaları
ve iklim değişikliği finansmanı başlıkları altında
incelenecektir. Sonrasında da enerji verimliliği
yatırımlarının finansmanına ilişkin mevcut
kısıtlar tanımlanarak, bu kısıtların ortadan
Yenilenebilir enerji yatırım finansmanı, aşağıda
Sermaye Piyasaları, İki ve Çok Taraflı Kalkınma
Bankaları, Kamu Finansman Mekanizmaları,
Karbon Piyasaları ve İklim Değişikliği
Finansmanı başlıkları altında incelenecektir.
2.1. Sermaye Piyasaları
Sermaye piyasaları hisse senedi piyasaları ve
tahvil piyasaları olarak ikiye ayrılmaktadır.
2.1.1. Hisse Senedi Piyasaları
Hisse senedi piyasaları, yenilenebilir enerji
yatırımlarının finansmanı için doğrudan finansman sağlamasa da enerji firmalarının
yeni yatırımlarına ilişkin özsermaye ihtiyaçlarını
karşılamaları için önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Ayrıca, enerji firmalarının yenilenebilir enerji projeleri için kurdukları şirketleri
halka arz etme yoluna gittikleri ve hisse senedi
piyasalarından yeni yatırımları için doğrudan finansman temin ettikleri de görülmektedir.
103
Sürdürülebilir enerji alanında dünyada faaliyet gösteren firmaların halka arz işlemleri,
özel sermaye yatırımları ve hisse senedine
dönüştürülebilir tahvil ihraçları ile temin ettikleri
kaynakların toplam tutarı 2004 yılında 300 milyon $ seviyesinden, 2007 yılında yaklaşık 23
milyar $ seviyesine yükselmiştir. 2008 yılında
bu işlemlerin toplam hacmi küresel krizin etkisiyle %48 gibi ciddi bir düşüş göstererek
12 milyar $ seviyesine gerilemiş, 2009–2011
yılları arasında ise, yıllık 10-12 $ aralığında
seyretmiştir (FS–UNEP, 2012).
Türkiye’de ise enerji firmalarının birincil halka
arz işlemleri ile kaynak (özsermaye) sağlaması
veya yenilenebilir enerji yatırımları için kurulan
bağlı firmaların hisse senedi piyasalarından
kaynak temin etmesi yaygın bir uygulama
değildir. 2000-2012 yılları arasında İstanbul
Menkul Kıymetler Borsası’nda (İMKB) işlem
görmeye başlayan toplam 213 şirket arasında
sadece 6 adet enerji üretimi alanında faaliyet
gösteren şirket bulunmaktadır. 2008-2012
yılları arasında enerji firmalarının toplam sermaye artırımı da yaklaşık 91 milyon $ seviyesinde olmuştur2 (IMKB, 2012).
2.1.2. Tahvil Piyasaları
Tahvil ihraçları, yenilenebilir enerji yatırımlarının
finansmanı için giderek daha yaygın olarak
kullanılmaktadır. Bir yandan bankalar ve
uluslararası kuruluşlar tarafından özel sektörün
yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı
amacıyla tahvil ihraçları gerçekleştirilirken,
diğer yandan da enerji firmaları, hem kurumsal
finansman sağlamak, hem de yatırımları için
doğrudan finansman temin etmek amacıyla
tahvil ihraç etme yoluna gitmektedirler.
Örneğin, MidAmerican şirketi tarafından 2012
yılı başında 550 MW kurulu güce sahip bir fo2
104
Bu rakamlara enerji alanında yatırımı bulunan holdingler dahil değildir.
tovoltaik güneş enerjisi projesinin finansmanı
amacıyla toplam 850 milyon ABD Dolarlık
tahvil ihracı gerçekleştirmiştir (FS-UNEP,
2012). Bu gelişme, bir yenilenebilir enerji
projesinin doğrudan finansmanı için sermaye
piyasalarının oynayabileceği rolün önemini ortaya koymak açısından önemlidir.
Günümüzde, “iklim tahvilleri” (climate bonds)
veya “yeşil tahviller” (green bonds) gibi yeni
kavramlar finansman literatürüne artık iyice yerleşmiş olup, bankalar ve uluslararası
kuruluşlar tarafından ihraç edilen tahviller genellikle bu şekilde adlandırılmaktadır. Diğer taraftan, yenilenebilir enerji firmaları tarafından son
yıllarda yoğun olarak ihraç edilmeye başlanan
tahvillerin de bu şekilde adlandırıldıkları görülmektedir. 2011 yılı itibarıyla, yeşil tahvillerinin
dünya genelindeki toplam tutarı 243 milyar $
seviyesinde olup, bu tutarın 233 milyar ABD
Dolarlık kısmı sürdürülebilir enerji şirketleri
tarafından kurumsal finansman amacıyla, 10
milyar $’lık kısmı ise doğrudan proje finansmanı
amacıyla çıkarılmıştır (FS–UNEP, 2012).
Türkiye’de ise kamu borçlanmalarının dışlama
etkisi başta olmak üzere çeşitli nedenlerle
uzun yıllar boyunca özel sektör tarafından tahvil ihracı yaygın olarak kullanılamamıştır. Ancak,
son dönemlerde ülkemizde ekonomik ve yasal
koşulların iyileşmesiyle hem bankaların hem
de özel sektörün tahvil ihraçlarında önemli
bir artış gözlenmiştir. Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından kayda alınan özel sektör
tahvil ve finansman bonosu ihraçları toplamı
2006–2009 yılları arasında yaklaşık 1 milyar
TL seviyesinde iken, 2010 yılında bu rakam
yaklaşık 3 milyar TL, 2011 yılında yaklaşık 8
milyar TL, 2012 yılının Kasım ayı itibarıyla da
yaklaşık 26 milyar TL olarak gerçekleşmiştir
(SPK, 2012). Ancak, bu ihraçlar ağırlıklı olarak
finansal kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmiş
olup, tahvil ihraçlarının ülkemizdeki yenilenebilir enerji yatırımlarının doğrudan finansmanı
için etkin olarak kullanılan bir kaynak olduğunu
söylemek henüz mümkün değildir.
2.2. İki ve Çok Taraflı Kalkınma
Bankaları
İki ve çok taraflı kalkınma bankaları; (1) büyük
ölçekli projeler için doğrudan, küçük ve orta
ölçekli projeler için ise mali aracılık kredileri
vasıtası ile (yerel finansal kuruluşlar aracılığıyla)
finansman sağlayarak, (2) kısmi risk garantileri
gibi risk yönetimi araçları ile finansal kuruluşların
yenilenebilir enerji projelerine finansman
sağlamalarını teşvik ederek, (3) karbon fonları
ile karbon piyasalarının gelişmesine katkı
sağlayarak ve (4) teknik destek programları
ile hem finansal kuruluşların hem de özel sektörün kapasite gelişimine katkıda bulunarak
yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı
açısından önemli bir rol oynamaktadırlar.
İki ve çok taraflı kalkınma bankaları ve
uluslararası fonlardan sağlanan krediler, ülkemizdeki sürdürülebilir enerji yatırımlarının
finansmanı açısından bilhassa son yıllarda
önemli bir kaynak teşkil etmektedir. 2008–
2010 yılları arasında yenilenebilir enerji ve
enerji verimliliği yatırımları için bahse konu
bankalardan
ve
fonlardan
sağlanan
finansmanın toplam tutarı yaklaşık 4,95 milyar
$’dır (Tablo 2). Bu tutarın yaklaşık %17’si özel
sektörün temiz enerji yatırımlarına doğrudan
aktarılırken, geri kalan %83’lük kısım ise
mali aracılık sistemi çerçevesinde finansal
kuruluşlar vasıtasıyla kullandırılmaktadır.
Tablo 2. İki/Çok Taraflı Kalkınma Bankaları’nın 2008–2010 Arasında Sürdürülebilir Enerji Yatırımları İçin Sağladığı Finansman
105
106
* Hazine Geri Ödeme Garantisi ile sağlanmıştır.
Not: Avro (€) cinsinden kredilerin parantez içerisinde ABD Doları ($) karşılığı yazılmadığı durumlarda ilgili yıllar için hesaplanan ortalama kur
değerleri esas alınmıştır.
Özel sektörün temiz enerji yatırımlarının
finansmanı için ağırlıklı olarak tercih edilen mali
aracılık sistemi, iki/çok taraflı kalkınma bankaları
ve uluslararası fonlardan sağlanan finansmanın
öncelikle aracı bankalar veya diğer finansal
kuruluşlara aktarılması, sonrasında ise bahsi
geçen finansal kuruluşlar vasıtasıyla genellikle küçük ve orta ölçekli özel sektör yatırımları
için kullandırılması olarak tanımlanabilir. Bu
sistem, ortalama mevduat vadeleri oldukça
kısa ve fonlama maliyetleri de yüksek olan ticari bankaların yenilenebilir enerji yatırımlarını
finanse etmelerini teşvik etmek açısından
son derece etkilidir. Ayrıca, bankaların yenilenebilir enerji projelerini değerlendirmek
için yeterli teknik kapasiteye ulaşmaları ve bu
yatırımlara ilişkin risk algılamalarının azaltılması
açısından da söz konusu sistemin önemli bir
rolü bulunmaktadır.
Diğer taraftan, ülkemizin ekonomik gelişmişlik
seviyesinin artmasına paralel olarak, Dünya
Bankası gibi uluslararası kuruluşlardan mezun
olması gündeme gelecektir. Bu nedenle, yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için
söz konusu kuruluşlara bağımlı olmayan, bir
başka ifadeyle ticari açıdan sürdürülebilir bir
piyasa yaratılması gerekmektedir. Bu geçişin
sağlanması için ise, iki ve çok taraflı kalkınma
bankaları tarafından sağlanan mali aracılık kredilerinin koşulları açısından giderek ticari kredilere yakınsaması, teknik destek programlarına
ağırlık verilmesi ve temel sorunun likidite
değil, risk algılamaları olduğu durumlarda mali
aracılık kredileri yerine risk yönetimi araçlarının
kullanılması uygun olacaktır.
2.3. Kamu Finansman Mekanizmaları
Yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı
için sürdürülebilir bir piyasa yaratılması, bu
yatırımlara ilişkin piyasa engellerinin ortadan
kaldırılmasına bağlı bulunmaktadır. Bu çerçevede, yasal düzenlemeler ile yenilenebilir
107
enerji yatırımları için uygun bir yatırım ortamının
oluşturulması kamu tarafından üstlenilmesi
gereken son derece önemli bir roldür. Ancak, yasal düzenlemeler ve tarife garantileri
gibi teşvikler, yenilenebilir enerji yatırımlarının
yaygınlaştırılması için gerekli olmakla beraber yeterli görülmemektedir. Bu noktadan
hareket eden birçok gelişmiş ve gelişmekte
olan ülke tarafından yenilenebilir enerji ve enerji
verimliliği yatırımlarının desteklenmesi amacıyla
çeşitli Kamu Finansman Mekanizmaları (KFM)
oluşturmuştur (Tablo 3). Bu mekanizmalar
uluslararası kuruluşlar tarafından da desteklenmektedir. KFM’ler; (1) mali aracılık kredileri,
(2) kredi garantileri, (3) proje kredileri, (4) nihai
kullanıcı finansman programları, (5) Ar-Ge ve
proje geliştirme destekleri, (6) özel sermaye
ve girişim sermayesi fonları, (7) karbon fonları,
(8) kredi destek programları, (9) Ar-Ge
destekleri ve (10) teknik destek hibeleri gibi
başlıklar altında incelenmektedir.
Kredi Programları
Tablo 3. Kamu Finansman Mekanizmaları (UNEP–SEFI, 2008)
KFM
Açıklama
Yatırım Engelleri
Finansal Kaldıraç
Etkisi
Dünya Uygulamaları
Mali Aracılık Kredileri
Bankalara sağlanan
uygun koşullu
krediler ile likidite ihtiyacının
karşılanması ve
özel sektörün
yatırımları için
uzun vade ve düşük
faizli finansman
imkanları yaratılması
amaçlanmaktadır.
(i) Bankaların likidite
sıkıntısı yaşaması
nedeni ile finansman imkanlarının
yetersizliği ve (ii)
Mevcut finansman
imkanlarının düşük
vade ve yüksek faize
sahip olması
Düşük – Orta
Tayland: “Enerji Verimliliği Fonu”,
Şili: “Ekonomik Kalkınma
Kurumu”
Mali Aracılık Kredileri (İkincil Borç)
İkincil borç
niteliğindeki mali
aracılık kredileri ile
özsermaye yapısı
güçlü olmayan
firmaların bankalar
açısından riskliliği
azaltılmaktadır.
(i) Firmaların güçsüz
özsermaye yapısı ve
(ii) Firmaların borç/
özsermaye oranının
yüksek olması
Orta – Yüksek
Fransa: “Yenilenebilir Enerji Piyasasının Desteklenmesi
Programı”
Özel bankalar tarafından
verilen kredilere
garanti sağlanarak
sürdürülebilir enerji
yatırımlarına ilişkin
riskler paylaşılmakta
ve bankaların bu
yatırımlara verdiği
kredilerin artırılması
sağlanmaktadır.
Bankaların yüksek
risk algılamaları
Kredi Garantileri
Proje Kredileri
108
Kamu fonları veya
finansal kuruluşları
tarafından doğrudan
proje finansmanı
sağlanmaktadır.
(i) Bankaların likiditelerinin az, temiz
enerji projelerine
ilişkin teknik kapasitelerinin yetersiz ve
risk algılamalarının
yüksek olması, (ii)
Bankaların sürdürülebilir enerji projeleri
için finansman
sağlamak konusunda
isteksiz davranmaları
Orta – Yüksek
Düşük – Orta
Uluslararası Finans Kurumu (IFC)
Kısmi Kredi Garantisi Programı,
Macaristan: “Enerji Verimliliği
Garanti Fonu”
Bulgaristan: “Enerji Verimliliği
Fonu”,
Hindistan: “Yenilenebilir Enerji
Geliştirme Ajansı”
Kredi Programları
Dünya Uygulamaları
Nihai kullanıcıların
küçük ölçekli
yatırımları
için finansman
imkanlarının sınırlı
olması
Düşük – Orta
Tunus Hükümeti Kredi Programı
Ar-Ge ve proje
geliştirme faaliyetleri için uygun
koşullu krediler
sağlanmaktadır.
Ar-Ge ve proje
geliştirme faaliyetleri
için finansman
imkanlarının
yetersizliği
Düşük – Orta
Kanada: “Yeşil Belediye Yatırım
Fonu”
ABD – Massachusetts: “Sürdürülebilir Enerji Ekonomik Kalkınma
Girişimi”
Özel Sermaye Fonları
Sürdürülebilir
enerji firmalarına
sermaye iştiraki
yolu ile kaynak
sağlanmaktadır
(i) Firmaların güçsüz
özsermaye yapısı ve
(ii) Firmaların borç/
özsermaye oranının
yüksek olması
Orta- Yüksek
Asya Kalkınma Bankası: “Temiz
Enerji Özel Sermaye Yatırım
Fonu”
Girşim Sermayesi
Fonları
Temiz teknoloji
geliştirme faaliyetlerinin desteklenmesi için gerekli
başlangıç sermayesinin temini için
kullanılır.
(i) Firmaların güçsüz
özsermaye yapısı,
(ii) Firmaların borç/
özsermaye oranının
yüksek olması, (iii)
Teknoloji geliştirme
faaliyetlerine
ilişkin yüksek risk
algılamaları
Orta - Yüksek
Çin Çevre Fonu
Karbon Fonları
Karbon fonları,
sürdürülebilir
enerji projelerinin
karbon kredilerini
peşin olarak satın
almaktadır.
(i) Proje geliştirme
faaliyetleri için finansman imkanlarının
yetersizliği, (ii)
Başlangıç sermayesinin yetersizliği, (ii)
Firmaların borç/
özsermaye oranının
yüksek olması, (iii)
Karbon ticareti
gelirlerinin belirsizliği
ve bu gelirlerin bir finansman aracı olarak
kullanılamaması
Orta - Yüksek
Asya Kalkınma Bankası
(ADB)’nın Asya – Pasifik Karbon
Fonu
Ar-Ge ve Proje
Geliştirme Hibeleri
Genellikle koşullu
hibeler kullanılmak
suretiyle Ar-Ge ve
proje geliştirme
faaliyetleri desteklenmektedir.
Ar-Ge ve proje
geliştirme faaliyetleri
için finansman
imkanlarının
yetersizliği
Düşük – Orta
ABD – Connecticut: “Temiz
Enerji Fonu – Proje Geliştirme
Programı”, ABD – Massachusetss:
“Proje Geliştirme Finansman
Girişimi”
Genellikle bankalara
faiz sübvansiyonu
sağlanmak suretiyle
temiz enerji
yatırımları için ticari kredi koşullarının
iyileştirilmesine yönelik programlardır.
(i) Bankaların likidite
sıkıntısı yaşaması
nedeniyle finansman imkanlarının
yetersizliği ve (ii)
Mevcut finansman
imkanlarının yüksek
faize sahip olması
Orta
Hindistan Yeni ve Yenilenebilir
Enerji Bakanlığı Kredi Destek
Programı
Bankaların ve
yatırımcı firmaların
gerekli kurumsal
kapasiteye ulaşması
amaçlanmaktadır.
Teknik bilgi ve kapasite yetersizliği
Yüksek
Gelişmekte olan ülkeler tarafından
GEF, UNDP ve diğer uluslararası
kuruluşlar ile ortaklaşa yürütülen
programlar
Açıklama
Yatırım Engelleri
Nihai Kullanıcı Finansman Programları
Nihai kullanıcıların
küçük ölçekli
yatırımlarının
desteklenmesi
amaçlanmaktadır.
Ar-Ge ve Proje
Geliştirme Faaliyetleri için Kredi
Programları
Hibe Programları
Karbon Ticareti
Özsermaye Finansmanı
Finansal Kaldıraç
Etkisi
KFM
Kredi Destek
Programları
Teknik Destek
Hibeleri
109
Türkiye’de KFM uygulamalarının yaygın
olduğunu ifade etmek mümkün değildir.
Bazı küçük ölçekli uygulamalar haricinde
kamu kaynakları ile yenilenebilir enerji ve
enerji verimliliği yatırımlarının desteklenmesi
için oluşturulan bir KFM bulunmamaktadır.
Ancak, uluslararası kuruluşlar ve fonlardan
Hazine geri ödeme garantisi altında sağlanan
finansmanın mali aracılık kredileri ile özel
sektörün yatırımları için kullandırılması oldukça yaygın bir uygulamadır. Ayrıca, yine
uluslararası kuruluşlar ile ortaklaşa yürütülen
bir çok teknik destek programı mevcuttur. Bunun dışındaki KFM’lerin uygulanabilmesi için
ise bir çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkenin
hali hazırda yapmış olduğu gibi sürdürülebilir
enerji yatırımlarının finansmanı için bir kamu
fonu kurulabileceği düşünülmektedir.
2.4. Karbon Piyasaları
Karbon piyasalarından elde edilen karbon gelirleri sera gazı emisyon azaltımlarına
bağlı olduğundan, bu gelirlerin yenilenebilir
enerji yatırımlarının başlangıç yatırım maliyetlerinin karşılanması için bir finansman
aracı olarak kabul edilmesi tam olarak doğru
olmayacaktır. Diğer taraftan, yenilenebilir
enerji projelerinin karbon kredilerinin ulusal
veya uluslararası karbon fonları tarafından
peşin olarak satın alındığı veya emisyon azaltımı
satın alma sözleşmelerinin peşin ödemeye
ilişkin hükümler içerdiği durumlar da mevcuttur. Buna rağmen, karbon gelirleri, yenilenebilir
enerji yatırımlarının nakit akışlarını yıllar itibarıyla
iyileştiren ve dolayısıyla bahse konu yatırımlara
finansal açıdan katkı sağlayan bir kaynak
olarak nitelendirilebilir.
Karbon piyasaları yenilenebilir enerji projelerinin finansmanı açısından önemli roller oy3
110
nama potansiyeline sahiptir. Örneğin, kurulu
gücü 10 MW olan bir rüzgar enerjisi santralinin
birim yatırım maliyetinin 1.250 $/kW olması
durumundaki toplam yatırım maliyeti 12.5
milyon $ olacaktır. Bu yatırım %30 özsermaye ve %70 kredi ile finanse edildiği takdirde 8,75 milyon ABD Dolarlık bir finansman
ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Karbon gelirleri, bu
finansman ihtiyacının tamamını karşılamasa
da kredi geri ödemelerinin karşılanmasına
katkı sağlayacaktır. Santralin kapasite faktörü
0,35 olduğunda, santralin yıllık elektrik üretimi
yaklaşık 30.660 MWs olacaktır. Yıllık elektrik
satışının üretimin %97’si (29.740 MWs) olduğu
ve şebeke emisyon faktörünü de 0,60 ton
CO2/MWs olarak alındığında, yıllık emisyon
azaltımı yaklaşık 17.844 ton CO2 eşdeğeri
olacaktır. Türkiye’deki gönüllü karbon kredilerinin 2011 yılında 8 $/ton (BNEF, 2012) olan
ortalama fiyatının sabit kalacağı varsayılırsa,
rüzgar enerjisi yatırımının yıllık karbon geliri
yaklaşık 143 bin $ olacaktır. Bu gelirlerle, %7
sabit faiz varsayımı altında, kredi anapara ve
faiz ödemelerinin yaklaşık %8-10’lık kısmının
karşılanması mümkün olabilecektir.3
Bu noktada dikkate alınması gereken önemli
bir husus, Türkiye’nin, sadece işlem hacminin
sınırlı, ortalama fiyatlarından da düşük olduğu
gönüllü karbon piyasalarından yararlanabildiği
ve bu nedenle de karbon gelirlerinin yenilenebilir enerji projelerine katkısının sınırlı kaldığıdır.
2.5. İklim Değişikliği Finansmanı
Kopenhag Mutabakatı ile gelişmiş ülkeler
tarafından gelişmekte olan ülkelerin iklim
değişikliğiyle mücadeleye yönelik yatırımları
için sağlanacak finansmanın 2020 yılı itibarıyla
yıllık 100 milyar $ seviyesine çıkarılması
taahhüt
edilmiştir
(UNFCCC,
2009).
Faiz ödemelerinin yıllar itibarıyla azalması ile bu oran belirtilen aralıkta artacaktır.
Cancun Anlaşmaları ile de bu taahhüt resmen
tanınmıştır (UNFCCC, 2010).
Bahse konu finansmanın gelişmekte olan ülkelere aktarılması için en önemli kanallardan
biri de Yeşil İklim Fonu (YİF) olacaktır. Bu itibarla, ülkemizin anılan fona erişim sağlaması son
derece önemlidir. Ancak, YİF’in mevcut erişim
kriterlerine göre fondan sadece gelişmekte
olan ülkeler yararlanabilmektedir (UNFCCC,
2011). Her ne kadar, Birleşmiş Milletler İklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) ile
gelişmekte olan ülkelere ilişkin net bir tanım
getirilmese de iklim değişikliği rejimi açısından
gelişmekte olan ülkelerin BMİDÇS’nin Ek–I listesinde yer almayan ülkeler olarak kabul edilmesine ilişkin genel bir kanı bulunmaktadır.
Dolayısıyla, Türkiye, BMİDÇS’nin Ek–I listesinde yer alan bir ülke olarak, gelişmekte
olan ülke tanımının dışında kalmaktadır.
Yeşil İklim Fonu’nun erişim kritelerine ilişkin
daha detaylı bir tanım, BMİDÇS 19. Taraflar
Konferansı’nın yönlendirmeleri ile, YİF’nin yönetim kurulu tarafından yapılacaktır. Bu tanımın
Türkiye’yi de içerecek şekilde yapılması, ülkemizdeki yenilenebilir enerji yatırımları için uygun
koşullu finansman kaynakları temin edebilmek
adına büyük önem arz etmektedir.
3. Enerji Verimliliği Yatırımlarının
Finansmanı
Türkiye’nin enerji tasarruf potansiyeline ilişkin
olarak 2010 yılında hazırlanan Dünya Bankası
raporuna göre, Türkiye’nin enerji tasarruf potansiyeli sanayide yıllık 8 milyon tep, binalarda da 7,16 milyon tep seviyesindedir. Aynı
rapora göre, sadece sanayideki potansiyelin değerlendirilmesi ile sağlanabilecek enerji
tasarruflarının parasal karşılığı yıllık 3 milyar
ABD Dolarıdır (World Bank, 2010). Bu potansiyelin kullanılması için 25.02.2012 tarihinde
Resmi Gazete’de yayımlanan Enerji Verimliliği
Strateji Belgesi’nin temel hedefi ülkemizin
enerji yoğunluğunun 2023 yılında 2011 yılına
göre en az %20 oranında azaltılması olarak
belirlenmiştir.
Enerji verimliliği yatırımları genel itibarıyla yüksek
iç getiri oranlarına ve kısa geri ödeme dönemlerine sahiptir. Dünya Bankası’nın Özel Sektör
Yenilenebilir Enerji ve Enerji Verimliliği Projesi
dokümanına göre Türkiye’deki ortalama bir
sanayi enerji verimliliği projesinin özsermaye iç
getiri oranı %34 seviyesindedir (World Bank,
2009). Buna rağmen söz konusu yatırımların
istenilen ölçüde hayata geçirilemediği de bir
gerçektir. Bu durumun temel nedeni enerji
verimliliği yatırımlarının yeterince yüksek getiri
sağlamaması değil, en önemlisi finansmana
erişim kısıtları olan çeşitli piyasa engelleridir.
Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımlarına
ilişkin finansmana erişim kısıtlarının arz ve talep olmak üzere iki yönlü olarak ele alınması
gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, bilhassa sanayi sektöründeki enerji verimliliği
yatırımlarının yaygınlaştırılması için hem finansal kuruluşlardan (finansman arzı) kaynaklanan, hem de firmalardan (finansman talebi)
kaynaklanan kısıtların ortadan kaldırılması
gerekmektedir. Finansal kuruluşlarla ilgili
kısıtların beş madde halinde özetlenmesi
mümkün olup, bu kısıtlar: (1) bankaların (giderlerin azalmasını sağlayan) enerji verimliliği
yatırımları yerine (gelirlerin artmasını sağlayan)
üretime/genişlemeye yönelik yatırımları finanse etmeyi tercih ediyor olmaları ve enerji
tasarruflarını genellikle soyut bir kavram olarak
değerlendirmeleri, (2) enerji verimliliği yatırımları
için proje finansmanı uygulamalarının yaygın
111
olmaması ve bankaların kredi kararlarını alırken
genel olarak bilanço değerlerini esas alma
yoluna gitmeleri, bunun da bilhassa KOBİ’lerin
finansmana erişimini sınırlandırması, (3) enerji
verimliliği projelerinin (bankaların bu tür projelere
ilişkin teknik bilgilerinin yeterli olmaması gibi
nedenlerle) olduğundan daha riskli olarak
değerlendirilmesi, (4) özellikle KOBİ’lerin enerji
verimliliği yatırımlarının tutarlarının düşük olması
nedeniyle, bankaların bu alana yeterli ilgi göstermemeleri, yine aynı nedenle bankaların
birim işlem maliyetlerinin yüksek olması, ve
(5) enerji verimliliği yatırımlarının vade yapısına
(tasarrufların yıllar itibarıyla seyrine) uygun finansman koşullarının mevcut olmamasıdır.
Benzer şekilde firmalarla ilgili kısıtların da dört
madde halinde özetlenmesi mümkün olup,
bunlar: (1) enerji etüdlerinin ve enerji verimliliği
danışmanlık hizmetlerinin enerji verimliliği
yatırımları için bir işlem maliyeti yaratması
ve çeşitli nedenlerle hayata geçirilemeyen
yatırımlar için bu tür maliyetlerin bir kayıp
olarak görülmesi, (2) enerji verimliliği yatırımları
kapsamında süreçlerin iyileştirilmesine ve bazı
parçaların değiştirilmesine yönelik çalışmaların
üretimin geçici olarak durmasına neden
olması, bunun da kısa vadede tolere edilmesi güç olan üretim/gelir kayıpları yaratması,
(3) bankalar gibi firmaların da enerji verimliliği
yatırımları yerine, üretimlerini artırmaya yönelik yatırım seçeneklerine öncelik vermeleri,
sınırlı mali kapasitelerini bu yatırımlar için
kullanmaları, ve (4) firmaların yeterli teknik
kapasiteye sahip olmamaları nedeniyle, enerji
verimliliği yatırımlarına ilişkin risk algılamalarının
dolayısıyla da getiri beklentilerinin yüksek
olması, veya bir başka ifadeyle, enerji verimliliği
yatırımları değerlendirilirken kullanılan iskonto
oranının yüksek olmasıdır.
Türkiye’deki
enerji verimliliği yatırımlarının
yaygınlaştırılmasına ilişkin bu kısıtların ortadan
112
kaldırılması için çeşitli yöntemler uygulanabilecektir. Her şeyden önce, bankaların -kendi
pasiflerinin kısa vadeli olması nedeniyle- enerji
verimliliği yatırımları için sağlayamadıkları uzun
vadeli kredilerin sağlanabilmesi için uluslararası
kuruluşlardan sadece enerji verimliliği
yatırımlarının finansmanı için uzun vadeli kredilerin temin edilmesi ve bu kredilerin aracı bankalar vasıtasıyla firmalara kullandırılması yoluna
gidilebilir. Bu yöntemin hali hazırda Türkiye’de
bazı uygulamaları bulunmaktadır. Ancak,
bu programların bilhassa KOBİ’lerin enerji
verimliliği yatırımları için yapılandırılması ve EVD
şirketleri için alt-programların oluşturulması ile
bu tür uygulamaların etkinliğinin attırılması gerekmektedir.
Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımlarının
finansmanı için ticari açıdan sürdürülebilir bir
piyasa yaratılması nihai amaç olmalıdır. Bu
nedenle de uluslararası kuruluşlardan temin
edilen uygun koşullu kredilere bağımlı ve kendi
ayakları üzerinde duramayan bir piyasa sağlıklı
görülmemektedir. Bu noktada yapılması gereken bankaların enerji verimliliği yatırımlarına
ilişkin teknik kapasitelerinin artırılması ve buna
bağlı olarak da risk algılamalarının azaltılmasıdır.
Dolayısıyla, uluslararası kuruluşlarla olan
işbirliğinin orta vadede iki temel eksene
oturması gerekmektedir. Bunlardan birincisi
teknik destek programları olup, ikincisi de
kısmi risk garantileri gibi risk yönetim araçlarının
kullanılmasıdır. Bilhassa, risk yönetim araçları
ülkemizdeki enerji verimliliği yatırımlarının
finansmanı için sürdürülebilir bir etki yaratma
potansiyeline sahiptir. Ancak, bu risk yönetim
araçları kullanılmadan önce sorunun doğru
teşhis edilmesi gerekmektedir. Kısmi risk garantileri, bankaların likidite sorunu olmadığı,
ancak enerji verimliliği yatırımlarına ilişkin risk
algılamalarının yüksek olduğu durumlarda etkin bir çözüm sunmaktadır. Bankaların temel
sorununun likidite olduğu durumlarda ise bu
tür araçların kullanılması ile istenilen sonuçlar
elde edilemeyecektir. Burada, dikkat edilmesi
gereken bir diğer husus ise risk garantisinin
kredinin tümünü karşılamaması ve bankaların
da ihtiyatlı davranmalarının temin edilmesinin
sağlanmasıdır.
Enerji verimliliği yatırımlarının niteliklerine
(enerji tasarruflarının seyrine) uygun kredi enstrümanlarının geliştirilmesi de önem
taşıyan bir konudur. Bu çerçevede, kredi geri
ödemeleri ile enerji tasarruflarının eşleşmesinin
temin edilmesi için kredi geri ödemelerinin
daha sık yapılması bir çözüm alternatifi
sunmaktadır. Bu tür bir yapı, enerji tasarrufları
yıl içinde sürekli gerçekleşmekte olduğundan
firmalar için uygun olacaktır. Kredi geri ödemelerinin sıklaşması, enerji tasarrufları ile açığa
çıkan ilave kaynağın firmalar tarafından başka
amaçla kullanılmamasını temin edeceğinden,
bu yapının bankaların risk algılamalarını aşağı
çekeceğini de ifade etmek mümkündür (World
Bank, 2008).
Bankaların -KOBİ’lerin enerji verimliliği
yatırımlarının küçük ölçekli olması nedeniyle- enerji verimliliği yatırımlarına sınırlı olan ilgisinin artırılması ve bu yatırımlara ilişkin birim
işlem maliyetlerinin aşağıya çekilmesi için EVD
şirketlerinin proje hazırlamanın ötesine geçerek, proje bütünleyici rolü üstlenmelerinin etkin
bir çözüm olabileceği düşünülmektedir.
Ayrıca, EVD şirketlerinin, proje geliştirmek
ve enerji tasarruflarını garanti etmek
suretiyle, bankaların ve firmaların enerji verimliliği yatırımlarına ilişkin kapasite
açığının kapatılmasını ve bankaların enerji
verimliliğini daha somut bir kavram olarak
değerlendirmelerini temin etmeleri de mümkündür. Bu çerçevede, Türkiye’de enerji
verimliliği yatırımları için ticari açıdan sürdürülebilir bir piyasa yaratılması için EVD şirketlerini
de içeren yeni finansman modellerinin
uygulanması gerektiği düşünülmektedir.
EVD şirketlerini içeren finansman modellerinin, her ne kadar bugün itibarıyla çok
çeşitli uygulamaları bulunsa da, temel olarak
ikiye ayrılması mümkündür. “Tasarruf Paylaşım
Modeli” olarak adlandırılabilecek, birinci finansman modeline göre; enerji verimliliği projelerinin geliştirilmesine yönelik (enerji etüdleri
dahil) tüm faaliyetler EVD şirketleri tarafından
gerçekleştirilmekte, proje finansmanı EVD
şirketleri tarafından sağlanmakta ve proje uygulaması da yine fiilen EVD şirketleri
tarafından gerçekleştirilmektedir (Şekil 1). Proje ile sağlanan tasarruflar da (belirli bir dönem
için) proje sahibi firma ve EVD şirketi tarafından
paylaşılmaktadır. Dolayısıyla, proje sahibi firma
tarafından projeye ilişkin herhangi bir yük veya
risk üstlenilmemekte olup, enerji verimliliği
projeleri açısından son derece önemli bir piyasa engeli olan (firmaların ve bankaların) teknik
kapasite yetersizliği ve yüksek risk algılamaları
da böylelikle bir sorun olmaktan çıkmaktadır
(World Bank, 2008).
Bir diğer finansman modeli olan “Tasarruf Garantisi Modeli”ne göre ise; proje geliştirme ve
uygulama faaliyetleri EVD şirketi tarafından
gerçekleştirilmekte, proje için finansman EVD
şirketi tarafından ayarlanmakta (ancak EVD
şirketi doğrudan finansman sağlamamakta)
ve proje ile sağlanacak enerji tasarrufları
EVD şirketi tarafından Enerji Performans
Sözleşmesi (EPS) ile garanti edilmektedir
(Şekil 2). Bunun karşılığında ise proje sahibi
firma tarafından EVD şirketine EPS ile belirlenen bir ücret ödenmektedir. Enerji verimliliği
yatırımları ile elde edilecek tasarrufların, yani
projenin performansının garanti edilmesiyle de
113
Şekil 1. EVD Şirketleri-Tasarruf Paylaşım Modeli
Şekil 2. EVD Şirketleri Tasarruf Garantisi Modeli
projeye ilişkin risk algılamaları hem firma hem de bankalar açısından aşağıya
çekilmektedir
(World
Bank,
2008).
Yukarıda bahsi geçen piyasa engellerinin
ortadan kaldırılması için önemli bir potansiyele sahip olan EVD şirketlerinin ülkemizdeki
gelişimine ilişkin de bazı sorunlar bulunmakta
114
olup, bu sorunlar; (1) KOBİ’lerin mali yapılarının
güçlü olmaması nedeniyle, uzun dönemli
enerji performans sözleşmelerinin riskli olarak
değerlendirilmesi, (2) EVD şirketlerinin mali
yapıları -güçlü bir bilançoya sahip olmamaları
nedeniyle- doğrudan finansmana erişimlerinin
kısıtlı olması, (3) Enerji Performans Sözleşmeleri
için işlem maliyetlerinin yüksek olması ve
(4) enerji tüketimi için bir baz senaryo
oluşturmanın ve enerji tasarruflarını doğru
olarak ölçme/doğrulama yapmanın zor
olmasıdır.
mütalaa edilmekte olup, bahse konu şirketlerin
gelişiminin temini için uluslararası kuruluşlar
ile ortaklaşa yürütülecek finansman ve teknik
destek programlarına ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu sorunların ortadan kaldırılması için ise:
(1) Enerji etüdleri yaygınlaştırılmalıdır. Bunun için bankaların EVD şirketleri ile işbirliği
kurmaları teşvik edilmelidir. KOBİ’lerin enerji
etüdleri için KOSGEB tarafından sağlanan
destekler ile bankaların kredi programları
arasındaki uyum sağlanmalıdır. İki ve çok taraflı
kalkınma bankaları tarafından finanse edilen
projeler kapsamında enerji etüdlerine ilişkin
maliyetler bahse konu bankalar tarafından
karşılanmalıdır. (2) Uluslararası kuruluşların
ve kamu kurumlarının öncülüğünde teknik
destek programları hayata geçirilmelidir.
(3) EVD şirketlerine ilişkin piyasanın gelişimi
için ilk etapta enerji arz sözleşmeleri gibi
alternatif
uygulamalar
değerlendirmeye
alınmalıdır. (4) Başarılı ilk uygulama projeleri
ile ESCO (Energy Savings Company) modelinin hayata geçirilebileceği, Enerji Performans
Sözleşmeleri’nin etkin olarak uygulanabileceği
gösterilmelidir. (5) Enerji Performans Sözleşmeleri, ölçme ve doğrulama protokolleri vb.
için standart formatların oluşturulması suretiyle işlem maliyetleri azaltılmalıdır. (6) İki ve çok
taraflı kalkınma bankaları tarafından enerji
verimliliği yatırımlarının finansmanı için temin
edilen kredilerin EVD şirketlerini içeren modeller ile kullandırılması teşvik edilmelidir.
4. Sonuçlar ve Öneriler
Bu çerçevede, Türkiye’de enerji verimliliği
yatırımlarının yaygınlaştırılması için sorunun finansmandan ziyade, finansmana
erişim olduğu düşünülmektedir. Söz konusu
yatırımların finansmana erişimine yönelik
engellerin ortadan kaldırılması için de bilhassa
EVD şirketlerinin önemli bir rol oynayabileceği
Türkiye’nin yenilenebilir enerji ve enerji
verimliliği hedeflerine ulaşması için yeni ve
yenilikçi finansman araçlarının ve modellerinin kullanılması büyük önem taşımaktadır.
Bu çerçevede; sermaye piyasaları, iki ve
çok taraflı kalkınma bankları ile kamu finansman mekanizmaları etkin çözüm alternatifleri sunmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin karbon
piyasalarına ve iklim değişikliği finansmanına
erişimi de yenilenebilir enerji yatırımları için uygun koşullu kaynak yaratmak adına son derece önemlidir.
Türkiye’nin yenilenebilir enerji kurulu gücünün
artmasıyla oluşması muhtemel kısıtların
ortadan kaldırılması ve ülkenin yenilenebilir
enerji portföyünün güneş enerjisi, biyokütle
enerjisi gibi daha az ticari nitelikteki yatırımları
da içerecek şekilde genişletilmesi için bu finansman kaynaklarının önemi büyüktür.
Diğer taraftan, Türkiye’deki enerji verimliliği
yatırımları açısından da en kritik piyasa engellerinden biri finansmana erişimdir. Bu yatırımların
getiri oranlarının yüksek olmasına rağmen istenilen ölçüde hayata geçirilememelerinin temel
nedeni de budur. Dolayısıyla, enerji verimliliği
yatırımlarının finansmana erişimini temin etmek
adına EVD şirketlerini içeren finansman modellerinin uygulanması büyük önem taşımaktadır.
115
Kaynaklar
BNEF (Bloomberg New Energy Finance), 2012. Developing Dimension: State of the Voluntary Carbon
Markets 2012, New York, s. 56.
ETKB (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı), 2012. ETKB ile Bağlı ve İlgili Kuruluşların Amaç ve Faaliyetleri
(Mavi Kitap), Ankara, s. 62.
FS (Frankfurt School), UNEP (United Nations Environment Programme) Collaborating Centre for Climate
& Sustainable Energy Finance, 2012. Global Trends in Renewable Energy Investment 2012, Frankfurt,
s. 11, 54-55, 76.
İMKB (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası), Halka Arz Verileri, http://www.imkb.gov.tr/data/IPOData.
aspx. Erişim Tarihi: 01.02.2012.
SPK (Semaye Piyasası Kurulu), 2012. Yılı Kasım Ayı Aylık İstatistik Bülteni, http://www.spk.gov.tr/apps/
aylikbulten/index.aspx?submenuheader=0. Erişim Tarihi: 01.02.2012.
TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim A.Ş.), 2012. Türkiye Elektrik Enerjisi Kapasite 10 Yıllık Üretim Kapasite
Projeksiyonu 2012–2021, Ankara, s. 55.
UNEP (United Nations Environment Programme), SEFI (Sustainable Energy Finance Initiative), 2008.
Public Finance Mechanisms to Mobilize Investment in Climate Change Mitigation, New York, s. 27-28.
UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2009. Copenhagen Accord:
FCCC/CP/2009/11/Add.1, 2/CP.15. Erişim Tarihi: 01.02.2013.
UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2010. Cancun Agreements:
FCCC/CP/2010/7/Add.1, 1/CP.16. Erişim Tarihi: 01.02.2013.
UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2011. FCCC/CP/2011/9/
Add.1, 3/CP.17.
World Bank, 2010. Tapping the Potential for Energy Savings in Turkey, Washington DC, s. 49.
World Bank, 2009. Private Sector Renewable Energy and Energy Efficiency Project, Project Appraisal
Document, Washington DC, s. 81.
World Bank, 2008. Financing Energy Efficiency, Washington DC, s. 112, 132-133.
116
Ek 1. Yenilenebilir Enerji Projesi Finansman Örneği
Bu bölümde bir rüzgar enerjisi projesinin finansal değerlendirilmesi yapılacak ve bu değerlendirme
esas alınarak Türkiye’deki yenilenebilir enerji projelerinin finansmanına ilişkin bazı kısıtlar
tanımlacaktır.
Bir rüzgar enerjisi projesinin finansal değerlendirmesi için ilk ve belki de en önemli aşama tribünlerin kapasite faktörünün belirlenmesidir (Şekil 1). Bu örnekte, detaylı bir fizibilite çalışmasına
yer verilmesi mümkün olmayacağından, örnek tribünün kapasite faktörünün belirlenmesi için
WEIBULL dağılımı kullanılmış ve aşağıda yer verilen basit varsayımlar esas alınmıştır.
Şekil 1. Kapasite Faktörü Hesaplamaları
Buna göre 1,8 MW’lık tribünün kapasite faktörü 0,41 olarak belirlenmiştir. Bu rakam bir çok
rüzgar enerjisi santraline göre oldukça yüksek olup, Türkiye’de kapasite faktörü bu seviyede
olan rüzgar enerjisi santralleri de mevcuttur. Yüksek kapasite faktörlü projelerden düşük kapasite faktörlü projelere geçerken yaşanacak değişimi vurgulamak amacıyla örnek projenin kapasite faktörü yüksek seçilmiştir. Yatırımın ekonomik ömrü, birim yatırım maliyeti ve kurulu gücü
gibi temel özellikleri Şekil 2’de verilmiştir.
Şekil 2: Yatırımın Temel Özellikleri
117
Örnek projenin elektrik satış gelirlerinin hesaplanması Şekil 3’te verilmiştir. Burada hesaplamaları
mümkün olduğunca basitleştirmek amacıyla 20 yıl olarak belirlenen yatırımın ekonomik ömrü
boyunca elektrik satış fiyatı, Türkiye’deki alım garantisi uygulamaları ile uyumlu şekilde 7,3 ¢/
kWs olarak alınmıştır. Buna göre net elektrik satış geliri ikinci yıldan itibaren 2.543 bin $ olacaktır.
Şekil 3. Elektrik Üretimi ve Gelir–Gider Hesaplamaları
Örnek projenin finansman yapısı, Türkiye’deki mevcut finansman koşullarına uyumlu şekilde
%30 özsermaye %70 kredi, faiz oranının da sabit bir şekilde %7 olarak belirlenmiştir (Şekil 4).
Buna göre hesaplanan toplam nakit ve özsermaye nakit akışları da Şekil 5’te verilmiştir.
Şekil 4. Finansman Yapısı ve Koşulları
118
Şekil 5. Nakit Akışları
Yukarıdaki hesaplamalar çerçevesinde örnek projenin özsermaye iç getiri oranı %23 olarak ortaya çıkmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi bahse konu örnek proje son derece yüksek
bir kapasite faktörüne sahiptir; ortalama rüzgar hızı 8,5 m/s, kapasite faktörü de 0,41 olarak
alınmıştır. Ortalama rüzgar hızının 7.5 m/s ve dolayısıyla kapasite faktörünün de 0,35 olarak
kabul edilmesi durumunda ise bu projenin özsermaye iç getiri oranı yaklaşık %16 olacaktır.
Dünya Bankası tarafından hazırlanan Özel Sektör Yenilenebilir Enerji ve Enerji Verimliliği Projesi
dokümanına göre Türkiye’deki rüzgar enerjisi yatırımları için talep edilen asgari özsermaye iç
getiri oranı %15 seviyesindedir (World Bank, 2009). Bu da ortalama rüzgar hızının 7,5 m/s’nin
altında olduğu bölgelerdeki yatırımlar için önemli bir kısıt teşkil etmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’de
bu tür yatırımların ve bilhassa güneş enerjisi, biyokütle enerjisi gibi maliyetleri daha yüksek
olan yenilenebilir enerji yatırımlarının hayata geçirilebilmesi için daha uygun koşullu finansman
imkanlarının yaratılması önem taşımaktadır.
119
120
BÖLÜM V
Türkiye İçin Karbon Piyasası
Modeli Önerisi
Aslı Sezer Özçelik1
1
Dr., Ekobil Çevre Hizmetleri Danışmanlık Ltd. Şti., [email protected]
121
Özet
Türkiye İçin Karbon Piyasası Modeli Önerisi
İklim değişikliği çağımızın en ciddi ve karmaşık problemlerinden biridir. Problemin kaynağı olan, insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazlarının kontrolünde, “yasakla ve
yönet” yaklaşımı yeterli sonuç vermemektedir. Bu nedenle,
alternatif ya da paralel olarak kullanılabilecek bir takım piyasa mekanizmaları gelişmiştir. Bu mekanizmaların neler
olduğu olumlu ve olumsuz yanlarıyla bu bölümde ortaya
konulmaktadır. Türkiye, ekonomik göstergeleri aksini işaret
ettiği halde, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve
Sözleşmesi’nin gelişmiş ülkeler listesi olan Ek-1 listesinde,
özel şartlara sahip bir ülke olarak görülmektedir. Bu konumun bazı engellemeleri nedeniyle, uyum piyasalarından hak
ettiği şekilde yararlanamamıştır, ancak, gönüllü piyasalar için
geliştirdiği emisyon azaltımlarıyla oyunun kuralları hakkında
yeterince deneyim sahibi olunmuştur. Böylece, Türkiye,
2015 sonrası oluşacak yeni dönemde gerekli olabilecek
kapasiteyi oluşturabilmiştir. Kyoto Protokolü sonrasındaki
yeni döneme hazırlık olması bakımından ve sürdürülebilir
bir ülke ekonomisi hedefi doğrultusunda, ülke şartlarına en
uygun ve gelecekte uluslararası karbon piyasalarına entegre edilebilecek bölgesel bir karbon piyasası gereklidir. Bu
çalışmada, Türkiye’nin özel şartları çerçevesinde, Türkiye’ye
özgü bir karbon piyasası modelinin neleri içermesi gerektiği
ve paydaşların kazanımlarının neler olabileceği sorularına
yanıt aranmaktadır.
122
Abstract
A Carbon Market Model Proposal for Turkey
Climate change is one of the most serious and complex
problem of our age. It is revealed that the “command
and control” type of approach is insufficient to control
anthropogenic green house gases that are the major
sources of the problem. For this, some market
mechanisms are developed to be used as alternatives or in
parallel to command and control approach. “What are these
mechanisms?” and “What are their advantages and
disadvantages?” will be the question to be answered here.
Turkey, although its economic indicators show
otherwise, is considered as a developed Annex 1 country
with special circumstances under the United Nations
Framework Convention on Climate Change. Turkey was
unable to benefit from the advantages of the
compliance market due to this drawback but gained a lot of
experience as a result of emission reduction applications in the
voluntary carbon markets. At present Turkey has
accumulated adequate experience and capacity and
is ready for the post Kyoto period that is expected to shape
up in 2015. For getting prepared to the post Kyoto period
and for targeting a sustainable economy, a regional carbon
market, which will fit to the country’s specific needs and
will be integrated to the international markets, is needed for
Turkey. In this study, within the framework of Turkey’s special
circumstances, we tried to define the elements
that should be included into a carbon market
model for Turkey and we tried to explain the
potential benefits of such a market to its stakeholders.
123
1. Giriş
Türkiye Cumhuriyeti, dışişleri alanında yürüttüğü başarılı politikalar sayesinde kurulduğu
günden beri etrafını kuşatan pek çok savaşa
ve kargaşaya rağmen barıştan yana olan tutumunu korumayı başarmış, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler’in 51
kurucu üyesinden birisi olarak sadece dünya
barışı için değil, gezegendeki insani ve çevresel sorunların çözülmesine yardım etme konusunda da her zaman aktif bir rol oynamıştır.
Örneğin, Eylül 1987’de yürürlüğe giren, Ozon
Tabakasını İncelten Maddelere İlişkin Montreal
Protokolü’nü en iyi uygulayan ülkeler arasında
yer alarak takdir toplamıştır.
BMİDÇS-Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC: United
Nations Framework Convention on Climate
Change) ve buna bağlı Kyoto Protokolü’nün
uygulanmasında ise, yaygın olarak dile getirilen çeşitli sorunlar yaşanmıştır. BMİDÇS’nin
yürürlüğe girdiği tarih olan 21 Mart 1994’te
Türkiye’nin OECD’nin üyesi olması nedeniyle
adı Ek-1 listesinde yer almış ve benzer ekonomilere sahip Meksika ve Güney Kore gibi
ülkeler TKM-Temiz Kalkınma Mekanizması
(CDM: Clean Development Mechanism)
gibi proje tabanlı mekanizmaları uygulamaya koyarken, Türkiye sadece gönüllü
piyasanın imkanlarından yararlanabilmiştir.
Buna ek olarak, gönüllü piyasaya Türkiye’den
satılan emisyon azaltım sertifikaları ile ülkedeki yenilenebilir enerji projeleri az da olsa
desteklenebilmiştir.
Günümüzde Türkiye, Çevre ve Şehircilik
ile Dışişleri Bakanlıklarının 2000’li yıllarda
yürüttüğü başarılı çalışmalar sayesinde,
Doha’da gerçekleştirilen 18. BMİDÇS TK-
124
Taraflar Konferansı’nda (COP: Conference
of Parties) yürürlüğü 2020’ye kadar uzatılan,
ancak 2015’te daha çok tarafın katılımıyla
yürürlüğe girecek olan iklim anlaşmalarında
ve piyasalarda aktif bir oyuncu olmaya
hazırlanmaktadır. Türkiye’nin gönüllü piyasada
kazandığı deneyim sayesinde kendi şartlarına
uygun olarak geliştireceği bir karbon piyasası
modeli, doğru büyüme hedefleriyle uyumlu
olarak, hem ülkenin düşük karbon ekonomisine geçişine yardımcı olacak, hem yenilenebilir enerji kaynaklarının çevreye duyarlı bir
şekilde değerlendirilmesini kamu kaynaklarına
dokunmadan destekleyecek, hem de Avrupa
Birliği’ne uyum sürecinde ve uluslararası iklim
müzakerelerinde avantajlı bir pozisyon edinmesine katkı sağlayacaktır.
Bu bölümde, insanlığın karşı karşıya olduğu
en büyük sorun olan iklim değişikliğine karşı
dünyada emisyon azaltımı için geliştirilen bazı
piyasa mekanizmaları ayrıntılarıyla incelenmiş,
her birinin olumlu ve olumsuz yanları tartışılmıştır.
Türkiye ile ilgili bölümde ise, iklim değişikliği
konusundaki uluslararası girişimlerdeki ülkenin durumunun kısa bir tarihçesinden
sonra Türkiye’nin özel şartları incelenmiş ve
bu şartlar çerçevesinde, Türkiye’ye özgü modelin neleri içermesi gerektiği ve paydaşların
kazanımlarının neler olabileceği sorularına yanıt
aranmaya çalışılmıştır.
2. Dünyada Emisyon Azaltımı İçin
Mevcut Piyasa Mekanizmaları
Endüstriyel kaynaklı kirleticilerin azaltılması için
uygulanacak yaptırımlar ya da mekanizmalar,
endüstrinin söz konusu kirleticileri azaltmak
ya da oluşmasını engellemek için bir bedel
ödemek yerine (örneğin vergi ya da ceza)
gerekli teknolojik tedbirleri alacak şekilde
ayarlanmalıdır. Bir kirleticinin azaltılması söz
konusu olduğunda kanun yapıcıların ilk tepkisi, yasaklamak ve yasağa uymayanlar için
caydırıcı ceza hükümleri getirmek olmaktadır.
Ancak, yasaklanan kirletici, hava kirliliği denilince akla ilk gelen ve kömürün yakılmasının
bir yan ürünü olarak ortaya çıkan kükürt dioksit (SO2) gibi, bertaraf edilmesi nispeten kolay bir madde olduğunda, “yasakla ve yönet”
yaklaşımıyla, engelenmesi ve başa çıkılması
kolaydır. Oysa, karbondioksit (CO2) gibi atmosferdeki toplam konsantrasyonu arttığında
sera etkisi yapan ve normalde zehirleyici ya da
zararlı olarak algılanmayan ve oldukça kararlı
yapıda bir madde söz konusu olduğunda bu
yöntem işe yaramayabilir.
Karbondioksit ve metan gibi sera gazlarının en
önemli sorunu, günümüz dünya ekonomisinin
ve toplumsal yaşam tarzının büyük çoğunlukla
petrol ve türevleri başta olmak üzere fosil
yakıtlara bağlı olmasından kaynaklanmaktadır.
Günlük faaliyetlerin hemen her aşamasında
–taşıma veya yolculuk yaparken, elektrik üretirken, ısıtırken, soğuturken, yemek pişirirken ve
hatta çöp atarken- sera gazlarının oluşmasına
sebep olunmaktadır. Bu nedenle, sera
gazlarını yasaklamak ve atmosfere sera gazı
salınımı yapanı cezalandırmak gibi seçenekler
sorunun çözümüne katkı sağlamaktan
uzak kalmaktadır. Bu durum, sera gazlarının
azaltılmasını hedefleyen bazı mekanizmaların
oluşmasına yol açmıştır. Bu mekanizmalardan dünyada halen geçerli olanları, Emisyon
Ticareti-Tavan/Takas Sistemi, Proje Bazlı Mekanizmalar ve Diğer Mekanizmalar başlıkları
altında incelenecektir.
2.1. Emisyon Ticareti-Tavan/Takas
Sistemi
Dünyadaki ilk emisyon ticaret sistemi,
sera gazı emisyonları ile ilgili mekanizmalar
2
uluslararası anlaşmalara konu olmadan çok
önce, kükürt dioksit emisyonlarının azaltılması
için Temiz Hava Kanunu (Clean Air Act) çerçevesinde ABD’de kurulmuştur. Daha sonra,
bu sistem sayesinde, ABD genelinde, SO2
emisyonlarının 1995 seviyesine kıyasla %45
azaltıldığı görülmüştür. Bu ülkedeki emisyon
ticareti sisteminin ikinci aşaması ise 2000
yılında devreye girmiş ve daha da sıkılaştırılmış
emisyon limitleri ile 2000 kuruluşu etkilemiştir.2
Emisyon ticaretinde, kanun yapıcının sisteme dahil olacak tesisler için bir üst limit,
yani tavan belirlediği Tavan–Takas Sistemi
uygulanmaktadır. Bu sistemde, emisyon
hakları sisteme katılan tesisler arasında
paylaştırılmaktadır. Bu paylaşım bedelsiz
ve hakları atayarak olabildiği gibi, hakların
tamamı ya da belirli bir yüzdesi için müzayede ile satış yoluyla da hak dağıtımı
gerçekleştirilebilmektedir. Müzayede gelirleri
de, genellikle, iklim değişikliğine adaptasyon ya da düşük karbon ekonomisine geçiş
için gereken AR-GE ya da politika geliştirme
çalışmalarının finansmanını karşılamakta
kullanılmaktadır (Pew Center, 2011).
Daha sonraki aşamada, emisyon haklarının
belirlenmesinin ardından hak sahipleri
emisyonlarını izlemekte, doğrulatmakta ve ilgili
kurumlara bildirmektedir. Böylece, tedbirlerini
alarak tavanın altında emisyonu olan tesisler
tavana kadar olan haklarını tavanı aşan tesislere satabilmektedirler. Bir başka anlatımla,
belirli bir ücret karşılığında haklarını takas etmektedirler; gerekli yenilemeleri yapamadığı
için tavanı aşan tesisler ise ya tavanı aşmanın
cezasını ödemekte ya da tavanın altında kalan
tesislerden hak satın almaktadırlar. Bu uygulamada, ek olarak, belirli oranlarda sisteme
proje bazlı kredilerin girmesine de müsaade
SO2 ticareti ile ilgili daha fazla bilgi için bakınız: http://www.epa.gov/airmarkets/progsregs/arp/basic.html#phases. Erişim Tarihi: 30.09.2012.
125
edilebilmektedir. Tavan her yeni dönemde biraz daha aşağı çekildiği için gerçek emisyon
azaltımlarının oluşması sağlanırken, yatırım yapamayanlar da zaman kazanıp düşük karbon
ekonomisine geçişlerini planlayabilmektedir.
Günümüzdeki en geniş emisyon ticaret sistemi, Avrupa Birliği üyesi 27 ülke ile üye olmayan Lihtenştayn, Norveç ve İzlanda’da uygulamada olan ABETS-Avrupa Birliği Emisyon
Ticaret Sistemi’dir (EUETS: European Union
Emissions Trading Scheme)3. ABETS, enerji
faaliyetleri (yakma kapasitesi >20 MW olan
tesisler, rafineriler ve fırınlar), demir metalleri
ve yapı malzemeleri (çimento, tuğla, cam,
selüloz ve kağıt üretimi) gibi sektörlerdeki
emisyonlara yönelik olarak uygulanmaktadır.
ABETS, hava taşımacılığı için ayrı bir direktif yayınlayarak üye olmayan ülkelere ait hava
yolu şirketlerini de sisteme eklemiş ve böylece Türk Hava Yolları ve Pegasus gibi Türk
havacılık şirketleri de oyuncu haline gelerek
Avrupa Birliği havaalanlarına yaptıkları iniş ve
kalkışlarla ilgili sera gazı emisyonlarını takip etmeye başlamışlardır. Bunun dışında, A.B.D.,
Danimarka ve Avustralya’da da benzer tavantakas sistemleri bulunmaktadır.
2.2. Proje Bazlı Mekanizmalar
Proje bazlı mekanizmaların amacı, emisyon
azaltımıyla sonuçlanan faaliyetlerin emisyon
azaltım miktarlarının nicel olarak belgelenmesi
ve yapılan emisyon azaltımı kadar üretilen
emisyon azaltım sertifikasının satılmasıyla projeye ek gelir sağlanarak faaliyetlerin desteklenmesidir. Halen uygulamada olan proje bazlı
mekanizmalar Şekil 1’de verilmiştir.
Şekil 1. Proje Bazlı Mekanizmalar. TKM, OUM ve Gönüllü projelerin hangi bölgeden
kaynaklanabileceği, hangi standardtlarda geliştirilebileceği, oluşacak 1 ton emisyon azaltımına
ne ad verildiği ve oluşacak varlığın kimlere satılabileceğinin şematik bir gösterimi.
Kyoto Protokolü altında tanımlanmış iki
ana proje bazlı mekanizma, TKM-Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM: Clean
Development Mechanism) ve OUM-Ortak
Uygulama Mekanizması (JI: Joint Implementation) olarak belirlenmiştir. Her iki mekanizma da aynı yöntemleri kullanarak emisyon
azaltımlarını hesaplayıp/ölçüp, Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilmiş üçüncü tarafın
onay ve doğrulaması esasına dayanmaktadır.
Bu mekanizmaların arasındaki en büyük fark,
TKM’nin BMİDÇS’nin Ek-1’inde yer almayan
ülkelerde (gelişmekte olan ülkelerde), diğerinin
ise Ek-1 ülkelerinde (gelişmiş ülkelerde) uygu-
ABETS ile ilgili daha fazla bilgi için bakınız:
http://www.ab.gov.tr/files/ardb/evt/1_avrupa_birligi/1_6_raporlar/1_3_diger/environment/eu_emmissions_trading_scheme.pdf. Erişim Tarihi:
17.12.2012.
3
126
lanabilmesidir. Bu nedenle, Ortak Uygulama
Mekanizmasına dayalı proje bazlı kredilerin iki
kere sayılmasını önlemek için, OUM tarafından
üretilen kredilerin satışı sırasında projeye ev
sahipliği yapan ülkenin emisyon haklarından
aynı miktarda emisyonun düşülmesi gerekmektedir. Bu mekanizmalarda, üretilen krediler,
ülkelerin emisyon azaltım hedefleri ya da belirli oranlarda, tesislerin, ABETS gibi emisyon
ticaret sistemlerindeki hedeflerini karşılamak
için kullanılmakta ve emisyon azaltımını
sağlayan proje faaliyetlerine ise katma değer
sağlanmış olmaktadır.
Bu iki mekanizma dışında proje bazlı emisyon
azaltımları Kyoto Protokolü çerçevesi dışında
gönüllülük esasına göre karbon ayak izlerini
belirleyip azaltmak ya da tamamen sıfırlamak
isteyen birey ve kurumlara da satılabilmektedir.
Bu amaca yönelik olarak hazırlanan projeler,
yine Birleşmiş Milletler’in onayladığı yöntemlere göre geliştirilmekte ve Birleşmiş Milletler tarafından akredite edilmiş denetleme
kurumlarınca doğrulanıp onaylanmaktadır.
Ancak bu kanaldan üretilen krediler ülkelerin ya da emisyon ticaret sistemlerinde yer
alan kuruluşların resmi hedeflerini azaltmak
maksadıyla kullanılamamaktadır.
2.3. Diğer Mekanizmalar
Emisyon azaltımı sağlamak amacıyla dünyada
en yaygın olarak kullanılan emisyon ticareti ve
bundan bağımsız olan veya bununla bağlantılı
yürütülen proje bazlı mekanizmalar dışında
başka mekanizmalar da bulunmaktadır.
Bunlardan en önemli dört tanesinin ayrıntıları
aşağıda verilmiştir.
2.3.1. İklim Senetleri
İklim senetleri sabit getirili olup iklim
değişikliğiyle ilgili sorunların çözümüne
bağlantısı olan finansal enstrümanlardır. Bu
senetler, iklim değişikliğiyle ilgili çözümlere
yani iklim değişikliğinin düzeltilmesi ya da iklim
değişikliğine uyum konularında kapsamlı proje
ya da programlara finansman bulmak amacıyla
normal hisse senetleri gibi hükümetler,
uluslararası bankalar ya da kurumlarca piyasaya arz edilebilmektedirler (Mackenzie ve
Ascui, 2009). Söz konusu çözümler, enerji
verimliliğinden temiz enerjiye kadar geniş bir
yelpazede yer alan sera gazı emisyon azaltım
projeleri olabileceği gibi, Nil Deltası’nda sele
karşı korunma ya da kuraklığa dayanıklı
tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi gibi iklim
değişikliğine uyum çareleri arayan program ya
da projeleri de kapsayabilmektedir.
İklim senetleri uygulamasında, hisse senedini
yayınlayan kurumlar senetleri belirli bir zaman diliminde sabit ya da değişken faizle geri
ödemeyi taahhüt etmektedirler. İklim senetleri
özelleşmiş fon toplama araçlarıdır. Bu senetlere
yatırım yapmak isteyenlere, paralarının,
iklim değişikliğiyle ilgili fon programlarına
aktarılacağı bilgisi verilir. Bu programlar iklim
değişikliği etkisinin doğrudan bertarafına
yönelik fonlama programları ya da yenilenebilir
enerji projeleri olabilir. Tıpkı normal senetlerde
olduğu gibi, iklim senetleri de fon korumalı
ya da varlığa dayalı tahvillerdir. İklim senetleri,
yeşil senetlerden farklı olup, çevreyle ilgili
projelerin finansmanı için piyasaya arz edilmiş
olan yeşil senet kavramının bir uzantısıdır.
Yeşil senetler bir çevre projesine finans bulmak, iklim senetleri ise emisyon azaltımına
yatırım yapmak ya da iklim değişikliğine uyum
sağlamak için gereken finansmanı temin etmek maksadıyla çıkarılmıştır (Mackenzie ve
Ascui, 2009).
127
2.3.2. Net Önlenen Emisyon Mekanizması
Koakutsu ve diğerleri (2013), 2012 yılında
Doha’da gerşekleştirilen 18’inci Taraflar
Konferansında (COP 18: Conference of
Parties) önerilen yeni piyasa mekanizmalarını
tek bir dokümanda derlemiştir. Henüz uygulamada olmayan NÖEM-Net Önlenen Emisyon Mekanizması da bunlardan birisidir ve
(NAEM: Net Avoided Emissions Mechanism)4,
gelişmekte olan ülkelere kendi fosil yakıt
kaynaklarını kullanmadıkları için para ödenmesi mantığına dayanan bir mekanizmadır.
Örneğin, Ekvador’un petrol kaynaklarının
değerinin 10 milyar Amerikan doları olduğu
tahmin edilmektedir ve kullanıldığı takdirde
atmosfere milyarlarca ton sera gazı emisyonu
salınımına neden olacaktır. NÖEM sisteminde fosil yakıtın kullanılmamasından ötürü
önlenmiş olan emisyonların bağımsız bir kurum tarafından tahmin edilerek yönetilmesi
düşünülmektedir.
NÖEM söz konusu olduğunda, önceden çıkarılması pahalı olduğu için dikkate alınmayan, ancak petrol fiyatlarındaki
artışla beraber çıkarılması ve kullanılması
gündeme gelebilecek olan,
Türkiye’ye
ait bazı petrol ve benzeri fosil kaynaklar
da bu kapsamda değerlendirilerek, iklim
değişikliğinin finansmanında kullanılmak üzere
bu kaynakların tamamı ya da bir bölümünün
değerlendirilmesi gündeme gelebilecektir.
2.3.3. Sektörel Temiz Kalkınma Mekanizması
S-TKM-Sektörel Temiz Kalkınma Mekanizması
(S-CDM: Sectoral Clean Development
Mechanism), 2015 ya da 2020 sonrası rejimlerde gelişmekte olan ülkelerin bölgesel,
sektörel, alt-sektörel ya da sektörler arası
konularda özgün sürdürülebilir kalkınma
politikaları çerçevesinde gerçekleştirecekleri
proje etkinliklerine imkan vererek, oluşacak
emisyon azaltımlarının uluslararası pazarda
satılması esasına dayanan bir mekanizmadır
(Samaniego ve Figueres, 2002). Bu mekanizmada, bir S-TKM etkinliği, hükümet politikaları
sonucu, örneğin bütün çimento sektörünün
modernizasyonunu kapsayabileceği gibi sektörler arası bir etkinlik ya da uygulamaya konacak yeni bir standart neticesinde tüm elektrik
motorlarında verimliliğin arttırılması olarak da
karşımıza çıkabilmektedir.
Sektörel S-TKM, yukarıdan aşağı doğru
işleyen bir mekanizma olarak, gelişmekte
olan ülkelerin zaman içinde enerji, çimento,
ormancılık vb. gibi sektörlerde daha az karbon
yoğun sistemlere geçebilmelerini sağlayacak
bir yaklaşımdır. Böylelikle, S-TKM projelerini
uygulayan ülkeler, iklim değişikliği konusunda dikkate alınması gerekenleri ekonomik
büyüme modellerinin içine ana unsurlar olarak
entegre edebilmek için teşvik edilecek ve bu
amaca yönelik olarak hayata geçirilmesi gereken politikaları yürürlülüğe koymak için ek bir
motivasyona sahip olacaklardır.
S-TKM’yi öneren Samaniego ve Figueres
(2002) gibi yazarlara göre, her proje ayrı ayrı
değerlendirileceğinden, mevcut TKM bazı
ülkeler ve bazı sektörler için mevcut haliyle
aynen uygulanmaya devam edebileceği gibi
S-TKM ile birlikte de yürütülebilecektir. Aynı
yazarlar, istenirse, TKM’yi tamamlayıcı bir
sistem olarak S-TKM’nin, politika geliştirmeye
yönelik, sektörlere yaygınlaştırılabilen ve daha
geniş kapsamlı proje faaliyetlerini de içine
alacak şekilde, TKM’nin özelleşmiş bir versiyonu olarak ortaya konabileceğini önermektedir. Yazarlar ayrıca, BMİGÇS TKM Yürütme
NÖEM kavramı Ekvador tarafından önerilmiştir. Bu konuyla ilgili daha fazla bilgiye şu linkten ulaşabilirsiniz. http://www.mmrree.gob.ec/2012/
proyecto%20ENE_ingles.pdf. Erişim Tarihi: 09.03.2013.
4
128
Kurulu’nun, özel sektörün proje başvurularını
kabul ederken, bir ülkenin uygulamaya aldığı
emisyon azaltımına yönelik politikalarından
kaynaklanan projelerini de S-TKM penceresinden sunmasını sınırlanmaması gerektiğini
savunmaktadır. Bu öneriye göre, özel sektör hatta kamu kurumları bir yandan özgün
TKM projeleri ile, proje bazlı satılabilir kredileri geliştirmek üzere, BMİDÇS TKM Yürütme
Kurulu’na başvuruda bulunurken bir yandan
da hükümet -diğer projelerle örtüşmeyecek ve
çifte sayılmaya izin vermeyecek şekilde- daha
geniş kapsamlı politikalarıyla gerçekleştirdiği
azaltımları ortaya koyan projeleri üretme yolunu seçebilecektir.
Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni bir
anlaşmanın imzalanabileceği 2015 ya da Kyoto
Protokolü’nün uzatmalı 2. Taahhüt Dönemi’nin
sona ereceği 2020 sonrası dönemlerde, sektörel S-TKM’nin gelişmekte olan ülkelere, bölgesel, sektörel, alt-sektörler ya da sektörler
arası, özgün sürdürülebilir kalkınma politikaları
sonucunda üretilecek ve oluşacak emisyon
azaltımlarını ölçüp, doğrulatarak, karbon
piyasalarında satabilecekleri proje faaliyetleri
geliştirebilme olanağı tanıyacaktır. Bundan Türkiye de yararlanabilecek, En-Ver Kampanyası
ve Enerji Verimliliği Yasası çerçevesinde verimlilikle sağlanan emisyon azaltımı ölçülerek, bu
azaltımların satışıyla elde edilecek gelirler bu
sektördeki Ar-Ge masraflarının ya da geçiş
süreçlerinin finansmanında kullanılabilecektir.
2.3.4. Ulusal Olarak Uygun Yatıştırma Eylemleri
UOUYE-Ulusal Olarak Uygun Yatıştırma
Eylemi (NAMA: Nationally Appropriate
Mitigation Action), ilk kez 2007 yılında, TK 13
çerçevesinde, Bali Eylem Planı’nın bir parçası
olarak karşımıza çıkmaktadır. İklim değişikliği
konusunda eşit fakat farklılaşmış sorumluluk
5
ilkesi çerçevesinde ele alınan bu mekanizma,
özellikle gelişmekte olan ülkelerin kendine
özgü şartları ve kapasitesi çerçevesinde yapabileceklerini tanımlayarak, bunları ölçülebilir,
raporlanabilir ve doğrulanabilir bir biçimde ortaya koyması ve bunun sonucunda kanıtlanan
emisyon azaltımlarının ticaretinin yapılmasını
öngörmektedir.
UOUYE
2009
yılında
Kopenhag’da
gerçekleştirilen iklim müzakerelerinde (TK
15), bir kredilendirme mekanizması olarak
kayda girmiş bulunmaktadır. Ancak Kopenhag belgelerinde mekanizmadan sadece
Ek-1 dışı ülkelerin yararlandırılması durumuna yer verilirken, UOUYE’lerin ne olabileceği
ve nelerin UOUYE olarak tanımlanabileceği
tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Fakat,
ortak bir anlayış olarak, UOUYE’lerin “ölçülebilir, raporlanabilir ve doğrulanabilir” olması
gerektiği ve UOUYE’den elde edilebilecek bir
ton CO2e5 nasıl oluşabileceği konusunun net
olmamasına rağmen nelerin olabileceği konusunda çalışmalar yürütülmektedir (Olsen et
al., 2009). Dolayısıyla, yukarıda bahsi geçenler,
ölçülebilir, raporlanabilir ve doğrulanabilir ilkesine uyması koşuluyla UOUYE kredisi olarak
tanımlanabilecektir.
3. Mekanizmaların Olumlu ve
Olumsuz Yanları
Bu makale hazırlanırken, İklim değişikliği ile
mücadelenin müzakerelerinin gerçekleştiği
BMİDÇS TK 18, 7 Aralık 2012’de Doha’da
sona ermiştir. Toplantı gene beklentileri
karşılayamamış ve tüm ülkelerin katılabileceği
yeni bir anlaşmaya varılması 2015’e ertelenirken Kyoto Protokolü’nün 2. Taahhüt Dönemi 2020’ye kadar uzatılmıştır. TK
15, Kopenhag’dan beri yeni bir anlaşma
CO2e, sera gazı eşleniği karbondioksit anlamına gelmekte olup, tüm sera gazlarının CO2 eşleniğine dönüştürülmüş olduğunu ifade etmektedir.
129
ve yeni kuralların konmasını bekleyen ve
iklim değişikliğiyle ilgili politika ve kararlardan etkilenen “karbon yoğun” sektörlerin
beklentileri, farklı ülkelerin farklı mekanizmalara ağırlık vermesi nedeniyle bir türlü cevap
bulamamaktadır. Örneğin, Avrupa Birliği
Emisyon Ticaret Sistemi’ni yaygınlaştırmaya
çalışırken, Çin ve Hindistan gibi ülkeler
önemli faydalar sağladıkları için proje bazlı
mekanizmaların devamlılığı için mücadele etmektedirler. Avustralya, Tayland ve Çin gibi
ülkeler de -iklim müzakerelerinden bağımsız
olarak- kendi ülkelerinde kurdukları emisyon
ticaret piyasalarının detaylarını açıklayarak
müzakerelerdeki imajlarını kuvvetlendirmek
istedikleri izlenimini vermektedirler. Bir yanda
sera gazı emisyonlarının sınırlandırılması için
piyasa mekanizmalarına önem verilirken, diğer
yanda uluslararası müzakerelerde anlaşmaya
varılamaması ve oyunun kurallarındaki belirsizlik, iklim değişikliğiyle mücadele konusunda, neslimizin gelecek nesillere karşı
sorumluluğunu layıkıyla yerine getirebileceğine
dair umutları büyük ölçüde kırmaktadır. Bu
çerçevede, 2005 yılından günümüze kadar
geliştirilen mekanizmaların olumlu ve olumsuz
yanları aşağıda değerlendirilmiştir.
3.1. Emisyon Ticaret Mekanizması
Gelinen noktada bu mekanizmada en fazla
deneyime sahip olanı ABETS olarak karşımıza
çıkmaktadır. ABETS, düşük karbon ekonomisine geçiş konusunun ciddiye alınmasına
dair katkıları ve gerek Ar-Ge gerekse üretim planlamasıyla sera gazı emisyonlarının
hesaba katılmasını sağlamasıyla başarılı bir
girişim olarak değerlendirilmektedir. Fakat, iyi
bir tavan-takas sisteminin işlemesi için -borsalarda olduğu gibi- gerekli olan çok sayıdaki
katılımcı
yeterince
sağlanamamaktadır.
6
130
Ayrıca, sisteme katılan ülkelerde emisyon
raporlarını hazırlayacak ve hazırlanan raporları
doğrulayacak ekip ve teknik kapasitenin AB
dışındaki ülkelerde bulunmaması da sistemin
iyi işlemesini engellemektedir.
Emisyon ticareti ile ilgili en önemli sorun,
başlangıçta çok fazla emisyon hakkının “miras
kalan hak” statüsüyle veya başka sebeplerden
bedelsiz olarak dağıtılmış olmasıdır. Sistemin
işlemesi için, Avrupa Birliği yürütme organları,
ülkelerin UHDP-Ulusal Hak Dağıtım Planlarını
(NAP: National Allocation Plan) onaylaması
gerekmektedir. Bu haklar (UHDP’ler), miktar olarak onaylanırken, örneğin Polonya’nın
kömür kaynaklarını kullanmak istemesi sonucu daha fazla bedelsiz hak talep etmesi
gibi, sisteme arz edilen hak miktarında artış
olduğu görülmüştür. ABETS sistemindeki
emisyon haklarındaki artış, arz/talep dengesinin bozulmasına ve fiyatların, emisyonları
azaltmak maksadıyla teknolojiye para harcamaya değmeyecek şekilde düşmesine sebep
olmuştur.6 Dolayısıyla, emisyon azaltımları için
yapılması gereken yatırımların daha ileri bir
tarihe ertelenmesi söz konusu olmuştur. Bir
başka söylemle, takas edilebilir ya da piyasadan alınabilir haklar o kadar artmıştır ki, oyuncular sınırın altında kalmak için enerji verimliliği
ya da emisyon azaltıcı teknolojilere para harcamak yerine, bu hakların ticaretiyle daha çok
meşgul olmuş ve bunun sonucunda ABETS
sisteminin işleyişi aksamıştır. Bu durum,
havacılık için yapılan düzenlemelerde emisyon
haklarının müzayede yoluyla satılması ve proje
bazlı kredilerin sisteme girişinin zorlaştırılması
gibi bazı tedbirlerle giderilmeye çalışılmış olsa
da, sistem, iklim değişikliği müzakerelerinde
görülen genel gevşemenin de etkisiyle günümüzde sağlıklı işler durumda değildir.
16.12.2012 tarihli verilere göre 1 ton EUA 6,55 Euro, 1 ton CER ise 0,30 Euro kadar düşüktür.
Bütün bu olumsuzlara rağmen, günümüzde,
Çin, Avustralya ve ABD’nin bazı eyaletlerinde yerel tavan–takas sistemleri kurularak
işletilmektedir. Uluslararası iklim müzakerelerinden bağımsız olarak geliştirilen bu sistemlerin birbiriyle ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceği
hususu tartışılmaktadır. Öte yandan, kükürt
dioksit gazı için ABD’de oluşturulan emisyon ticaret sistemi -SO2’yi ortadan kaldırma
teknolojilerinin sera gazlarını bertaraf etmek
için geliştirilen teknolojilere kıyasla çok daha
kolay ve ekonomik olması nedeniyle- başarıyla
yürütülmektedir. Öte yandan, ödül ve ceza
mekanizmasının doğru ayarlanamaması durumunda endüstrinin düşük karbon ekonomisine geçişinin sağlanmasının ne kadar güç
olacağı açıkça görülmektedir.
3.2. Proje Bazlı Mekanizmalar
Proje bazlı mekanizmalar arasında eleştiriye
en fazla maruz kalanı TKM’dir. Buna rağmen,
2009 verilerine bakıldığında, yaklaşık 5000
adet projenin TKM Yürütme Kurulu listelerinde
yer aldığı, bu projelerin 2012 yılı itibarıyla 1,2
milyar ton CO2 eşleniği sera gazı emisyonun
azaltımına eş sertifika ürettiği, bunun da tonu
15 ABD $’dan hesaplandığında 2 milyar ABD
$’ı civarında bir parasal karşılığa sahip olduğu
görülmektedir. TKM’nin ulaştığı bu iş hacmi,
iklim değişikliği için Birleşmiş Milletler’in Küresel Çevre Fonu için ayırdığı rakamların çok
üstündedir (Olsen et al., 2009). Bu mekanizmalar, ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde iklim
değişikliği konusunun gündeme gelmesini
de sağlamış, projelerin geliştirildiği ülkelerde
insanların ve kurumların yeterliliklerini ve kapasitelerini arttırmaya yardımcı olmuştur. Bu mekanizmalar için günümüzde, iklim değişikliği
konusunda bilinç düzeyinin arttırılmasına en
fazla yardımcı olan ve piyasa mekanizmaları
içinde en inovatif olanı değerlendirmesi
yapılmaktadır.
TKM başta olmak üzere proje bazlı
mekanizmaların eleştirilen yönlerinin başında,
proje geliştirmenin ton başına maliyetinin yüksek ve sürecin kompleks olması gelmektedir.
Bazı uzmanlar da, TKM’nin etkisinin sınırlı
kaldığına, tekil ve izole sonuçlara yol açan ve
sınırlı bir çerçevede, sadece belirli bir tesis ya da
işletmeye yönelik, ve sınırlı dönüşümsel etkide
ve sorunu başından değil de son aşamada
çözer nitelikte olduğunu öne sürmüştür
(Cosbey, 2005). Örneğin, bir politika değişikliği,
bir kanun düzenlemesiyle oluşabilecek enerji
verimliliğine yönelik bir uygulama sektör veya
ülke çapında, sorunu kaynağında ele alarak
emisyon azaltımına sebep olurken, bir yenilenebilir enerji projesinin emisyon azaltımına etkisinin ürettiği elektrik miktarıyla ilişkili ve görece
daha dar kapsamlı olarak değerlendirilebilir.
Yine de, TKM projeleri kamu kaynaklarının
kısıtlı olduğu gelişmekte olan ülkeler açısından,
yenilenebilir enerji ve sürdürülebilir kalkınmanın
desteklenmesi açısından önemli rol oynadığı
da göz ardı edilmemelidir.
TKM’nin en çok eleştirilen yanı, ek fayda sağlama kriterinin ters bir teşvik etkisi
oluşturmasıdır. Öyle ki, TKM’den elde edilecek faydaları kaçırmamak için ev sahibi ülkelerin, enerji verimliliği ya da yenilenebilir
enerji konularında uygulamaya koyabilecekleri
yasa veya yönetmelikleri çıkarmakta isteksiz
oldukları görülmüştür. Örneğin, düzenli Depolama Alanlarında oluşan metan gazından
elektrik üretilmesi bir yasa ile zorunlu hale
getirilmesi durumunda, çöp gazı projelerinin TKM kapsamında yapılabilirliği ortadan
kalkacağı için, ülkelerin bu gibi yasaları
çıkarmaktan kaçındığı düşünülmektedir. Ek
131
fayda sağlama kavramı, TKM projelerinin
karbon geliri olmaksızın geliştirilemez olması
şartını arayarak, bu kısıtlı finans kaynağının,
zaten böyle gelmiş böyle gider senaryoya
göre yapılacak projelere verilmesini engellediği
için kaynağın verimli kullanılmasını sağlamaya
çalışırken, iklim değişikliğine karşı çok daha
olumlu etkisi olabilecek politik değişimleri de
engelleyerek olumsuz bir etkiye yol açmıştır
(Winkler, 2004). TKM’nin eleştirilen bir başka
yanı da yürütme kurulunun kafasının karışık
olduğu, teknik organları ile politika belirleyen organları arasında yeterince bağlantı
olmadığı ve paydaşlarla iletişimin sınırlı olduğu
yönündedir. Yakın zamanda proje geliştiriciler
için sorularını iletebilecekleri bazı kanallar
açılmış olsa da, yeterince iyi işlemediğine dair
eleştiriler yaygındır.
TKM sistemi tasarlanırken, projelerin sürdürülebilir kalkınmaya katkısı olacak şekilde, fiziksel
ve sosyal çevreye duyarlı olarak geliştirilmesi
düşünülmüş olsa da, TKM kapsamında
geliştirilen pek çok projenin bu konuda etkisiz
ve ya duyarsız olduğu da eleştiriler arasındadır.
Bu endişe, gönüllü piyasa için üretilen, GEAGönüllü Emisyon Azaltım (VER: Voluntary
Emission Reduction) projeleri sayesinde
bir ölçüde giderilebilmiştir. TKM metotları
kullanılarak hazırlanan GEA projeleri, ABETS
ya da Kyoto Protokolü hedeflerine yönelik
kullanılmamakta, ancak kurumlar ya da bireyler tarafından karbon ayak izlerini azaltmak ya da sıfırlamak için satın alınmaktadır.
Bu alımların arkasındaki motivasyon, kurumsal sosyal sorumluluk ya da kurumun çevreci
imajının desteklenmesi sonucu hizmet ya
da ürünlerin pazarlanması olduğu için, GEA
projelerinin gerçekleştirilen emisyon azaltımı
yanı sıra, sürdürülebilir kalkınmaya olan
katkılarının, ve projelerin çevreye duyarlı ve
132
içinde bulunduğu ortama sağladığı ek faydalar da önemli olduğu için TKM’de eksik
görülen bu tip unsurlar, gönüllü piyasanın
ürettiği projelerde giderilmiştir. Ayrıca, gönüllü
piyasanın, TKM’nin henüz kabul etmediği proje yöntemlerinin gelişmesine izin veren ve yeni
yöntemler geliştiren bir deneme ortamı olarak
farklı olumlu özellikleri de bulunmaktadır.
3.3. Sektörel Temiz Kalkınma Mekanizması
Sektörel TKM (S-TKM), Temiz Kalkınma
Mekanizmaları’nın eleştirilen bazı hususlarına
çözüm olarak karşımıza çıkmıştır. Örneğin,
TKM’nin politikalarla ilgili ters teşvik yapıcı etkisi, politikalardan üretilecek emisyon azaltımını
hesaplamaya yönelik olması nedeniyle sektörel
TKM yaklaşımında tamamen giderilmektedir.
S-TKM uygulamasında, sertifika üretimlerinin
toplu halde değerlendirilmesi neticesinde birimler küçük olmamakta ve projelerde üretilen
miktarlar büyük olduğu için ton başına maliyetler ciddi şekilde azalmaktadır.
S-TKM konusundaki en büyük kaygı, henüz
TKM uygulamasını yeni öğrenen gelişmekte
olan ülkelerin, kurumsal yapı ve yönetimin son
derece önemli olduğu böyle bir mekanizmanın
yürütülmesi ve uygulaması sırasında çeşitli
sorunlarla
karşılaşabilecek
olmalarıdır.
S-TKM’nin uygulamasında YUO-Yetkilendirilmiş Ulusal Otorite’ye (DNA: Designated
National Authority) TKM’de olduğundan daha
fazla rol düşecektir. S-TKM, ülkede çıkarılacak
kanunların ya da izlenecek politikaların da
emisyon azaltım etkisini ölçmeye yönelik
olacağından, YUO’nunda emisyonlarının dikkate alınması gerekecektir. YUO’nun bir devlet kurumu olması, emisyon azaltımlarını ve
buna yönelik yatırımları teşvik edecek şekilde
bilimsel ve teknik çalışmaların yapılmasının
politikadan uzak bir şekilde yapılması oldukça
güç olacaktır. Dolayısıyla, yanlış belirlenmiş
veya güncellenmemiş referans senaryolar
istenen etkiyi yapamayacağı için, bu süreçte
teknik yeterliğe sahip doğru yaklaşımların
oluşturulamaması riski S-TKM’nin zayıf bir
yönü olarak değerlendirilmektedir.
Bunun yanı sıra, bu mekanizmanın uluslararası
boyutta işleyecek olması durumunda, özellikle
bazı sektörler için kesinleşecek olan referans
senaryoların teknik panellerde mi yoksa taraflar konferansında mı tespit edileceği konusu
belirsizliğini korumaktadır. Karar vermede zaten güçlük çeken ve mevcut finansal krizler
neticesinde iklimle ilgili hiçbir sektöre herhangi
bir maliyet getirilmesini istemeyen ülkelerin bu
konuda sağlıklı karar vermesi beklenmemektedir.
S-TKM sürecinde en çok eleştirilen unsurlar
şu şekilde sıralanabilir (Dutschke, 2005):
(1) Ek fayda prensibine uymayabileceği ile ilgili endişeler (örneğin, ev sahibi ülkede zaten
dış kaynaklı finansa gerek olmadan bir şeyler
yapılabilir olup olmadığı konusu gibi).
(2) S-TKM’nin teknoloji transferini teşvik
etmeyeceği, tek bir büyük üreticinin sektörde
çok büyük rol sahibi olabileceği.
(3) Ulaşım ve elektrik üretimi gibi bazı sektörlerin sektörler arası etkisinin olabileceği.
(4) Bir sektörle ilgili olumlu bir kararın diğer bir
alanı olumsuz etkileyebileceği.
(5) Biyogaz üretilmesi ya da tarım için arazi
kullanımı örneğinde olduğu gibi sorunun
kaynağıyla ilgili çare ararken kaynaktan sonraki paydaşların etkilenmesi ile ilgili sorunlar
oluşturabileceği.
(6) Sektörler arası hesaplamada gözden kaçabilecek sızıntıların oluşması ve bu nedenle
de hesaplanacak emisyon azaltımlarında ciddi
hataların olabilmesi.
(7) Ülkelerin sektörler için referans senaryo
belirlerken yapılacak işlemlerin çok karmaşık
olmasından ötürü, danışmanlık ücretleri ya da
doğrulatma ücretleri gibi önden ödenmesi gerekecek maliyetin büyük olabileceği.
(8) Merkezi izlemenin zorlukları.
(9) Devlet ve özel sektör arasında kredilerin ve
bundan doğacak gelirlerin nasıl paylaşılacağı.
3.4. İklim Senetleri ve Diğer Yöntemler
İklim senetleri gibi finansal araçlar iklim değişikliği
için gerekli fonların toplanması konusunda uygun araçlar olsa da toplanan fonların amacına
uygun kullanılıp kullanılmadığı ile ilgili her zaman
bir belirsizlik ortaya çıkmaktadır. Bu durumda
iklim değişikliği çalışmalarının finansmanı geri
planda kalabileceği için bu yöntemin emisyon
azaltımları konusunda işleyip işlemeyeceği
tam olarak belirlenememektedir. İklim
değişikliği ile ilgili müzakerelerde güven ortamı
olmadığı ve ülkeler diğerlerinin iyi niyetine
inanmadığı sürece kullanılmayan kaynakların
ödüllendirilmesi yaklaşımının uygulamaya
geçirilmesi mümkün olmayacaktır. Dahası,
“kaynağımı
kullanmayacağım”
taahhütünde bulunan hükümetler, ülke şartlarında
olumsuzlukların yaşanması durumunda,
“kaynağımı kullanmayacağım” diyerek para
aldığı halde sözünden cayıp, zorda kaldığını
iddia etmesi durumunda bu kaynakları
kullanıp kullanmayacağı, eğer kullanırsa tazminat ödeyip ödemeyeceği konusu da netliğe
kavuşmamıştır.
Yukarıda özetlenen mekanizmaların, bir arada
veya tek tek değerlendirilmesiyle ortaya konacak bir karma mekanizma olan UOUYE’lerin
ise, tek ve standart bir uygulama şekli
olmaması bir olumsuzluk gibi görünse de,
133
ölçülebilir, raporlanabilir ve doğrulanabilir olma
ilkesine bağlı kalınması durumunda, ülkelerin
bazı katkılarını ölçerek ortaya koyabilmeleri
açısından oldukça olumludur.
4. Türkiye’nin Özel Şartları
Türkiye, OECD’nin kurucu üyeleri arasında
yer alan bir ülke olması nedeniyle, 1992
yılında imzaya açılan BMİDÇS’de gelişmiş
ülkelerle birlikte Ek-1 ve Ek 2 listelerinde yer
almıştır. BMİDÇS’nin 2001 yılında Marakeş’te
gerçekleşen TK 7’de alınan “Türkiye’nin özel
şartlarının tanınarak, diğer EK-1 ülkelerinden
farklı bir konumda olduğunun kabulüyle isminin
EK-1’de kalması ve EK-1’ den çıkartılması”
kararının ardından, 24 Mayıs 2004 tarihinde
BMİDÇS’ye taraf olunmuştur.
Bu özel şartlar, İklim Değişikliği Koordinasyon
Kurulu’na sunulmak üzere hazırlanan raporda
aşağıdaki şekilde ortaya konmuştur (Anonim,
2009):
(1) Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
(UNDP: United Nations Development
Program) tarafından yayınlanan İnsani
Kalkınma Endeksi listesinde Türkiye, 177 ülkeye kıyasla, 2005 verilerine göre 84, 2006
verilerine göre 76. sırada bulunmaktadır.
(2) Kişi başına GSYİH bazında, Kyoto Protokolü̈
kapsamında sayısal sera gazı azaltım hedefleri
bulunan Ek–1 Ülkeleri’nin tamamı, ekonomileri hızla gelişmekte olan Ek–1 Dışı Ülkeler’in
birçoğu ile mukayese edildiğinde, Türkiye görece daha düşük bir refah düzeyine sahiptir.
(3) Türkiye’nin nüfus artış hızı -son yıllarda
azalmasına rağmen- tüm Ek–1 Ülkeleri’nden
daha yüksektir. Bu durum, doğal kaynaklar
üzerindeki baskının giderek artmasına ve çevre
kirliliğiyle mücadele için daha fazla kaynak
134
ayrılmasına neden olmaktadır.
(4) Kentsel nüfus oranının kırsal alandaki nüfus
oranına göre daha hızlı artması sonucu, konut, içme suyu, atık su ve katı atık gibi altyapı
hizmetlerine olan ihtiyaç ile kent içi ulaşım,
ısınma ve elektrik talebinin artmakta ve buna
paralel olarak sera gazı emisyonları da artış
göstermektedir.
(5) “Tarihsel sorumluluk” ilkesi göz önüne
alındığında, Sanayi Devrimi’nin gerçekleştirildiği
1850’den günümüze kadarki dönemdeki kümülatif insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının
%76’sının
gelişmiş
ülkeler
tarafından,
%24’ünün ise ülkemizin de içinde yer aldığı
gelişmekte olan ülkelerden kaynaklandığı
görülmektedir. Türkiye’nin söz konusu
%24’lük dilimin içindeki payı ise sadece %0,4
olarak hesaplanmaktadır.
(6) Kişi başına düşen sera gazı emisyonları
açısından, Türkiye, Ek–1 ülkelerinin tamamı
ile Meksika, Brezilya, Güney Kore ve Arjantin
gibi ekonomileri hızla gelişmekte olan ve ekonomik yapıları bize çok benzeyen Ek–1 Dışı
Ülkeler’den daha düşük bir değere sahiptir.
(7) Kişi başına düşen toplam birincil enerji
tüketimi de, Ek–1 Ülkeleri’nin tamamı ile ekonomileri hızla gelişmekte olan Güney Kore,
İsrail, Arjantin, Brezilya ve Meksika gibi Ek–1
Dışı Ülkeler’den daha düşüktür.
(8) AB’ye adaylık sürecinde bulunan Türkiye, 2012 sonrası dönemde de sürdürülebilir kalkınma hedeflerini devam ettirecektir ve bu hedeflere ulaşabilmek için sera
gazı emisyonlarını arttırmak zorundadır.
Diğer taraftan, önümüzdeki 15-20 yıl içinde
Türkiye’nin kişi başı emisyon değerinin AB
ülkelerinin değerine yaklaşması durumunda
da, tarihsel sorumluluklar dikkate alınmalıdır.
Değerlendirme yapılırken sadece kişi başına
emisyon değeri değil, kişi başı gelir, gelişmişlik
düzeyi, tarihsel sorumluluk, vb. gibi hususlar
da dikkate alınmalıdır. Türkiye’nin emisyonların
azaltım ya da sınırlamasına ilişkin hedefler ancak bu tür çok yönlü yaklaşımlarla belirlenmelidir.
Ayrıca, Türkiye’nin üç tarafının denizlerle
çevrili olması, Doğu Akdeniz Havzası’nda yer
alması yüzünden Akdeniz iklim özelliklerinin
geniş bir alanda görülmesi, kurak ve yarı
kurak alanlarının yanında alçak konumlu kıyı
alanlarının bulunması, sel gibi doğal afetlere
açık bölgelerinin yaygın olması, kuraklığa ve
çölleşmeye karşı hassas alanların bulunması
ve dağlık alanlar gibi hassas ekosistemlere sahip olması yüzünden küresel iklim değişikliğinin
olumsuz etkileri açısından yüksek risk grubu
ülkeleri arasında kabul edilmekte ve bu nedenle iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı
yürütülecek olan uyum çalışmalarına ihtiyaç
duyulmaktadır. Türkiye’nin Ek–1 ülkelerinden
farklı şartlarda olduğunun kabulü göz önüne
alınarak iklim değişikliği ile mücadelede daha
etkin bir rol oynamak için oluşturulacak fon ve
mekanizmalardan faydalanması büyük önem
arz etmektedir.
5. Türkiye’de Uygulanan Gönüllü
Piyasalar
Türkiye’de iklim değişikliği konusunda 20072012 döneminde Gönüllü Piyasalar’da GSGold Standard ve VCS-Verified Carbon Standard gibi standardlarda başlıca dört alanda
projeler geliştirilmektedir:
(1) Yenilenebilir Enerji: Jeotermal, rüzgar ve
hidroelektrik santraller için geliştirilen projeler.
(2) Çöp Gazından Elektrik Eldesi: Düzenli depolama alanlarında biriken metan gazının gaz
yakma motorlarıyla elektriğe çevrilmesiyle ilgili
projeler.
(3) Biogaz’dan Elektrik Eldesi: Tavuk gübrele-
rindeki metan gazının ayrıştırılarak elektrik
etme projeleri.
(4) Enerji Verimliliği: Atık ısı geri kazanımı ve
enerji eldesi projeleri.
Gold Standard, VCS Standart’ın yanı sıra
bir kaç proje de, gönüllü piyasalarda henüz
yeterince yaygınlaşmadan akredite bir
bağımsız denetim kuruluşu tarafından ortaya atılan VER+ standardında geliştirilmiştir.
Özellikle Türkiye’de bilinen ilk gönüllü emisyon azaltım projesi olma özelliğini taşıyan
Bares Rüzgar Enerji Santrali örneğinde
olduğu gibi, hem standardı geliştiren denetim kuruluşu dışındaki denetim kuruluşlarının
bu standartta proje denetlememesi hem de
standardın uluslararası emisyon denkleştirme
kuruluşlarının bir üst birliği sayılan Uluslararası
Karbon Düşürme ve Denkleştirme Ajansı
(ICROA: International Carbon Reduction and
Offsetting Agency) tarafından desteklenmiyor oluşu nedeniyle, bu ve benzeri projeler,
VCS standard’a ya da Gold Standard’a
dönüştürülerek, VER+ kayıt sicil sistemine ya
hiç dahil edilmemiş ya da oradan çıkarılmıştır.
VCS, projelerin sadece emisyon azaltımını
değerlendiren ve Gold Standard’dan farklı
olarak projenin sürdürülebilir kalkınmaya
katkısı gibi ek faydalarını ortaya koyan bir
standart olmadığı için, projelerin bu yönlerini
de ortaya koymak maksadıyla, bazı projeler
VCS’ye ek tamamlayıcı bir standart olan “Sosyal Karbon Standardı” (SCS: Social Carbon
Standard) etiketini de alarak gönüllü alıcıların
ilgisine sunulmuştur.
Tükiye’de 2007-2008 yıllarında, Gold
Standard’ın ilk dönemlerinde geliştirilen özellikle rüzgar projeleri ton başına 10 Euro’dan
fazla alıcı bularak, ya da daha proje geliştirilirken
yapılan ödemelerle proje sahiplerini memnun
135
ederken, 2011-2012 dönemine geldiğimizde,
özellikle Gold Standard rüzgar projelerinin
daha az arandığını ve piyasadaki arz fazlası
ve finansal kriz bahaneleri nedeniyle azalan
taleplerin proje sahiplerinin karbon gelirlerini olumsuz etkilediği, Gold Standart rüzgar
projelerinden elde edilen gelirlerin ton başına 3
Euro’lara kadar düştüğü gözlenmiştir. Bütün
bunlara rağmen, Türkiye’de 2012 yılına kadar
geliştirilen, 185’i Gold Standard, 50’si VCS olmak üzere toplam 235 proje bulunmaktadır
(Tablo 1).7
Tablo 1. Türkiye’de Gold Standard ve VCS veri tabanlarında kayıtlı projeler.
6. Sonuçlar ve Öneriler
Türkiye,
yukarıda
özetlenen
durumu
incelendiğinde, BMİDÇS’nin Ek-1’inde yer
alan diğer ülkelerden oldukça farklı olduğu
açıkça görülmektedir. Buna rağmen, Avrupa
Birliği sürecinde kendi müktesebatını AB’ninki
ile uyumlandırmaya çalışmaktadır. Fosil
yakıtlara olan bağımlılığın biraz olsun azaltabilmesi, iklim değişikliği müzakerelerinin ya
da Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin zorlaması
olarak değil, ülkenin kendi menfaatleri için
gerekmektedir. Türkiye’nin de önünde sonunda düşük karbon ekonomisine geçmesi
kaçınılmaz olacaktır.
Türkiye’de elektrik, doğalgaz, benzin ve motorin gibi enerji kaynakları üzerindeki dolaylı
7
8
136
vergilerin yüksek olması karbon emisyonları
ile ilgili yeni bir vergi mekanizması getirilmesinin karşısındaki en büyük engeldir. Mevcut
koşullarda karbon vergisinin toplamanın ve
oluşan kaynağın emisyon azaltımı ya da emisyon artış hızının yavaşlatılması amaçlarına
hizmet edecek şekilde kullanılması oldukça
zor görünmektedir. Türkiye’nin hem içerde
enerjiye olan talebi yönetmesine yardımcı
olacak ve kaynaklarını en verimli şekilde
kullanmasını sağlayacak, hem de Avrupa
Birliği’ne üyelik ve iklim müzakereleri süreçlerinde elini güçlendirecek bir piyasa mekanizması
oluşturmaya ihtiyacı vardır.
Dünyada uygulamada olan mekanizmalar ile
Türkiye’de 2007-2012 yılları arasında uygulanan gönüllü piyasada kazanılan deneyimler
https://gs2.apx.com/myModule/rpt/myrpt.asp?r=111 ve http://www.vcsprojectdatabase.org. Erişim Tarihi:17.12.2012.
VCS Hidroelektrik projelerden dördü aynı zamanda SCS için de geliştirilmiştir.
ışığında gelinen noktanın değerlendirilmesi
aşağıdaki şekilde yapılabilir:
(1) Türkiye, proje bazlı emisyon azaltımlarının
ölçülmesi konusunda önemli tecrübeler
kazanmış olup belirli bir kapasiteye ulaşmıştır.
Uyum piyasaları için proje üretilmediği halde, merkezi Ankara olan ve BMİDÇS TKM
Yürütme Kurulu tarafından akredite edilmiş
bir Yetkilendirilmiş Denetleme Kuruluşu
(DOE: Designated Operational Entity)
oluşturulabilmiştir. Günümüzde Türk denetçiler sadece Türkiye’deki gönüllü projelerde
değil aynı zamanda TKM kapsamına giren
diğer ülkelerde de denetim hizmetleri vermektedir.
(2) Türkiye, Dünya Bankası’nca düzenlenen
“Piyasaya Hazırlık için İşbirliği Platformu”na
faydalanan ülke olarak katılmış ve bu
çalışmanın en önemli çıktısı olarak SGET-Sera
Gazı Emisyonlarının Takibi hakkında yönetmelik 25.04.2012 tarih ve 28274 sayılı Resmi
Gazete’de yayınlamıştır.
(3) “Sera Gazı Emisyon Azaltımı Sağlayan
Projelere İlişkin Sicil İşlemleri Tebliği”
07.08.2010 tarij ve 27665 sayılı Resmi
Gazete’de yayınlanmıştır.
(4) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de gönüllü piyasada kayıtlı
çeşitli alanlardaki yaklaşık 65 adet projeden
yıllık 60 Milyon ABD doları karbon geliri girdisi
sağlanmıştır.9 2010 verilerine göre, ulusal elektrik şebekesine elektrik sağlayan yenilenebilir
enerji santrallerinin 88 adedi gönüllü karbon
finansı almaya hak kazanmış projelerdir.
(5) Gold Standard ve Verified Carbon
Standard’ın veri bankalarındaki bilgilere
göre Türkiye’de toplam 235 kayıtlı proje
bulunmaktadır.
(6) Bu projeler genellikle yenilenebilir enerji
ve az bir kısmı da enerji verimliliği konularını
9
kapsamaktadır. Henüz el atılmamış çeşitli
alanlar bulunmakta olup, örneğin ormancılık
gibi konularda önemli bir potansiyel bulunduğu
bilinmektedir.
Yukarıda özetlenen unsurlar göz önüne
alındığında, Türkiye’nin 2012 sonrasındaki döneme ölçülebilir, raporlanabilir ve kanıtlanabilir
olma kriteri de dikkate alınarak üç sistemi
hayata geçirmeye hazır olduğu görülmektedir: (1) Tavan–takas sistemi, (2) Proje bazlı
mekanizmalar ve (3) Sektörel yaklaşımlar.
Bunların içinde en makul olanı, hem emisyon azaltımlarının artış hızını düşürecek
olması, hem de yenilenebilir enerji, çöp gazı
bertarafı ve hatta ormanların korunması konusunda ihtiyaç duyulacak finansal kaynakları
oluşturmada kamu kaynaklarından tasarruf
etmeye yarayacak olması nedeniyle tavantakas sitemidir. Mevcut proje bazlı kredilerin
arz yoğunluğu da dikkate alınarak, bedava
emisyon hakkı dağıtılmasına veya proje bazlı
azaltımların belirli oranlarda sisteme girmesine
izin verilmelidir.
Sistem diğer ülkelerde olduğu gibi gönüllü ya
da zorunlu olarak başlayıp, belirli aşamalarda
geliştirilmelidir. Örneğin, zamanla, belirli bir
miktar emisyon hakkı müzayede edilerek
dağıtıldıktan sonra elde edilen gelir, adaptasyon fonlarına ya da karbon piyasalarını
izleyecek ve koordine edecek EPDK
(Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu) benzeri bir kurumun (örneğin, Karbon Piyasası
Denetleme Kurumu) giderlerini karşılamada
kullanılabilecektir. Aynı şekilde, mevcut şartlar
altında gönüllü piyasa için geliştirilmiş kredilerin kayıt sicil sistemine girişleri sağlanıp,
bunların sektörler tarafından satın alınmasıyla,
“kirleten öder” prensibi çerçevesinde kredileri üreten tarafın ödüllendirilmesi, emisyon
http://iklim.cob.gov.tr/iklim/Files/bilginotu/karbon%20piyasalari.pdf. Erişim Tarihi: 17.12.2012.
137
yaratan tarafın da bir nebze cezalandırılarak
orta ve uzun vadede emisyonlarını azaltması
da sağlanabilecektir. Bu sayede, yenilenebilir
enerji yatırımları ek bir teşviğe kavuşurken,
emisyonlarını ölçen ve raporlayan firmalar da
projelerle karşılayamadıkları veya sistemden
satın alamadıkları emisyonlar için ceza ödememek için, emisyonlarını sınırlamak ve gerekli yatırımları gündemlerine almak durumunda
kalacaktır. Bu noktada sanayi sektörlerimizin
emisyon envanterlerini bugünden SGET çerçevesinde ölçtürüp doğrulatmalarıy, ilerde
bu alanda korktukları gibi ceplerinden para
çıkması değil, aksine para kazanmaları dahi
sözkonusu olabilecektir. Günümüzde mevcut
gönüllü emisyon azaltım projeleri hali hazırda
piyasaya emisyon azaltım kredileri sunmakta
olduğu için, bu krediler uygun fiyatlı emisyon
azaltım hakları olarak kullanılabilecektir.
138
Sistemin ayrıntılarının oluşturulmasında Verified
Carbon Standard Association (VCSA) ya da
Gold Standard Foundation (GSF) gibi kurumlardan ya da özel sektörden danışmanlık hizmeti alınabilir. Örneğin, VCSA, Kolombiya’nın
emisyon piyasalarının kurulmasında önemli
roller üstlenmektedir. Türkiye, mevcut insan
kapasitesiyle bu tarz bir piyasa sistemini iki yıl
içinde hayata geçirip, test edebilecek düzeydedir. Belirli bir aşamaya gelindikten sonra da,
gerekli düzeltmeler yapılarak dünyadaki mevcut piyasalarla entegrasyonu gündeme gelmelidir. Artık kaçınılmaz olduğu konusunda itiraz
edilmeyen “Yeşil Enerji Devrimi” sonrasında
Türkiye’nin kazançlı çıkıp çıkmayacağı, halen
içinde bulunduğumuz geçiş sürecinin ülke
olarak nasıl değerlendirildiğine bağlı olarak
değişecektir.
Kaynaklar
Anonim, 2009. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında Türkiye’nin
durumunu değerlendirmeye yönelik rapor. http://iklim.cob.gov.tr/iklim/Files/Raporlar/TR%20Özel%20
Şartlar%20Raporu%20Yeni.pdf . Erişim Tarihi: 09.03.2013.
Cosbey, A., Parry. J., Browne, J., Babu, Y. D., Bhandari, P. ,Drexhage, J. , and Murphy, D., 2005.
Realizing the development dividend: Making the CDM work for developing countries, Published by the
International Institute for Sustainable Development , Manitoba, Canada. http://www.iisd.org/pdf/2005/
climate_realizing_dividend.pdf. Erişim Tarihi: 09.03.2013.
Dutschke, M., 2005. CDM opportunities and pitfalls, Conference on Financing Renewable Energy
Projects in China, 19-20 Mayıs 2005, Brüksel. http://www.erec.org/fileadmin/erec_docs/
Projcet_Documents/RES_in_China/Dutschnke.pdf. Erişim Tarihi: 09.03.2013.
Figueres, C., 2006. Sectoral CDM: Opening the CDM to the yet unrealized goal of sustainable
development, International Journal of Sustainable Development Law & Policy, 2(1): 1-20. http://
figueresonline.com/publications/Sectoral_CDM_Intl_Journal_SD&Law.pdf Erişim Tarihi: 09.03.2013.
Hampton, K., Gray, S., Barata, P., (2008): “Sectoral CDM.” A report by Center for Clean Air Policy,
August 8.26 pp.
Koakutsu, K., Usui, K. and Kuriyama, A., 2013, New Market Mechanisms in CHARTS, Version 3.1.
the Market Mechanism Group of the Institute for Global Environmental Strategies (IGES) and Japanese
ministry of Environment, 38pp. http://enviroscope.iges.or.jp/modules/envirolib/upload/3352/attach/
new_mech_charts.pdf (Erişim Tarihi 11.03.2013). http://www.ccap.org/docs/resources/695/Sectoral
CDM.pdf
Mackenzie, C. ve Ascui. F., 2009. Investor leadership on climate change: An analysis of the investment
community’s role on climate change, and snapshot of recent investor activity, UNEP Finance Initiative
and UNPRI, Londra.
Olsen, K.H., Fenham, J. ve Hinostroza, M., Eds., 2009. NAMAs and the carbon market, nationally
appropriate mitigation actions of developing countries, UNEP RISO Centre, CD4CDM, Danimarka.
Pew Center, 2011. Climate change 101: Understanding and responding to global climate change, Pew
Center on Global Climate Change. Published by the Pew Center on Global Climate Change and the
Pew Center on the States., Washington, DC. http://www.pewtrusts.org/uploadedFiles/wwwpewtrustsorg/Reports/Global_warming/Climate101-FULL_121406_065519.pdf. Erişim Tarihi: 09.03.2013.
Samaniego, J., and Figueres, C., 2002. Evolving to a sector-based clean development mechanism, in:
Building on the Kyoto Protocol: Options for Protecting the Climate, Kevin Baumert, ed. World
Resources Institute.
Winkler, H., 2004. National policies and the CDM: Avoiding perverse incentive, Journal of Energy in
Southern Africa, 15(4): 118-122.
139
140
BÖLÜM VI
Özgeçmişler
141
VOLKAN Ş. EDİGER
ODTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden 1976’da mezun olan
Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, yüksek lisans derecesini yine aynı
bölümden, doktora derecesini ise ABD Pennsylvania State
Üniversitesi’nden summa cum laude ile almıştır. Ediger’in meslek
yaşamı endüstri, devlet ve üniversitedeki eşzamanlı görevlerinden oluşmaktadır. Endüstri deneyimini, 1977-1998’de çalıştığı
TPAO Araştırma Merkezi’nde elde etmiştir. 1998-2010’da
T.C. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde ilk kez oluşturulan Enerji
Danışmanlığı görevine atanarak, üç cumhurbaşkanıyla çalışma
fırsatını elde etmiştir. Akademik kariyerine ise, 1976-1977’de
ODTÜ’de başlamış; daha sonra, 1982-1986’da Penn State
Üniversitesi’nde, 1987-2010 arasında da yine ODTÜ’de devam etmiştir. Şubat 2010’da İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde
profesör olarak atanan Ediger, burada Araştırma ve Lisansüstü
Politikalar Direktörlüğü görevini yürütmüş, enerji alanında sertifika ve lisansüstü programları başlatmıştır. Ağustos 2011’den
itibaren Kadir Has Üniversitesi’nde Strateji Geliştirme ve
Araştırma Koordinatörlüğü ile Enerji Sistemleri Mühendisliği
Bölüm Başkanlığı görevlerini birlikte yürütmektedir. Ediger;
2006’da ODTÜ Yılın Tez Danışmanı Ödülü ve Osmanlı’da Neft
ve Petrol adlı eseri ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi
Sosyal Bilimler Ödülü’ne, 2007’de de Türkiye Petrol Jeologları
Derneği’nce ilk kez verilmeye başlanan Cevat Eyüp Taşman
Ödülü’ne layık görülmüştür. 2000’de Who is Who in Turkey,
2008’de Who is Who in the World, 2009’da ise Marquis Who’s
Who in the World ve IBC’s Top 100 Professionals listelerine dâhil
edilen Ediger, 2000’de Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği
tarafından Takdirname ile ödüllendirilmiştir. Halen Enerji ve İklim
Değişikliği Vakfı’nın kurucu başkanı olarak görev yapmaktadır.
ATTİLA ÇİNER
Attila Çiner, 1960 tarihinde İstanbul’da doğmuş ve ortaokulu
İzmir Saint Joseph, liseyi ise Galatasaray Lisesi’nde okuyarak
1980 yılında mezun olmuştur. ODTÜ Jeoloji Mühendisliği’nden
1985 yılında mezun olduktan sonra aldığı burs ile University
of Toledo-Ohio, ABD’de Master of Science derecesi alarak
Türkiye’ye dönmüş ve bir maden şirketinde bir yıl süre ile
142
çalışmıştır. Daha sonra Fransız hükümet bursu kazanarak
Strasbourg Louis Pasteur Üniversitesi’nde sedimantoloji üzerine doktora çalışmasını tamamlamıştır. Türkiye’ye 1991 yılında
dönerek Hacettepe Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent olarak
göreve başlamış ve 1998 yılında Doçent, 2004 yılında da Profesör kadrosuna atanmıştır. Son 10 yıl içinde çeşitli Fransız
Üniversiteleri’nde toplam 2 yıl, Hollanda Frei Üniversitesi’nde de
16 ay boyunca ders vermiş ve araştırma projeleri yönetmiştir.
Birçok uluslararası ve TÜBİTAK projesinde yönetici, araştırmacı
ve danışman olarak görev almış olup halen devam eden 3
projesi bulunmaktadır. İlgi alanları arasında sedimanter havza
analizi ve buzul sedimanlarının kozmojenik yöntemler aracılığı
ile yaşlandırılarak Türkiye’nin geçmiş ikliminin çalışılması gelmektedir. Çeşitli mesleki kuruluşlara üye olan Attila Çiner, Türkiye
Jeoloji Bülteni editörlüğü, Erasmus koordinatörlüğü gibi görevleri de yürütmüştür. Evli ve 2 erkek çocuk babası olup İngilizce,
Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca bilmektedir.
M. AKİF SARIKAYA
M. Akif Sarıkaya, 1976 tarihinde Ankara’da doğmuştur.
Hacettepe Üniversitesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden 1998
yılında mezun olduktan sonra, aynı üniversitede yüksek lisansını
tamamlamıştır. 2004 yılında doktora yapmak üzere Amerika
Birleşik Devletleri’ne giderek, Arizona Üniversitesi Hidroloji ve
Su Kaynakları Bölümü’nden 2009 yılında doktorasını almıştır.
2010 yılına kadar Arizona ve Nebraska Üniversiteleri’nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışmış ve bu üniversitelerde
lisans düzeyinde dersler vermiştir. Türkiye’ye 2010 yılında dönerek Fatih Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nde Yardımcı Doçent
olarak göreve başlamış ve halen bu görevini yürütmektedir.
Çeşitli TÜBİTAK projelerinde yönetici, araştırmacı ve danışman
olarak görev almış olup halen devam eden yürütücüsü olduğu 2
projesi bulunmaktadır. İlgi alanları arasında Kuvaterner jeolojisi,
eski ve güncel buzullar ile iklim modellemeleri ve yerşekillerinin
kozmojenik yöntemler aracılığı ile tarihlendirilmesi gelmektedir.
Çeşitli mesleki kuruluşlara üye olan M. Akif Sarıkaya, Erasmus
koordinatörlüğü görevini de yerine getirmektedir. Evli ve 2 erkek
çocuk babası olup iyi derecede İngilizce bilmektedir.
143
İZZET ARI
2005 yılında ODTÜ Çevre Mühendisliğinden mezun olmuştur.
Aynı yıl Kalkınma Bakanlığı’nda (Devlet Planlama Teşkilatı) Planlama Uzman Yardımcısı olarak göreve başlamıştır. “İklim Değişikliği
ile Mücadelede Emisyon Ticareti ve Türkiye Uygulaması” isimli
planlama uzmanlık teziyle 2010 yılında Planlama Uzmanlığına
atanmıştır. Sosyal Sektörler ve Koordinasyon Genel Müdürlüğü
Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma Dairesi Başkanlığı, Çevre Sektöründe çalışmakta olup, Dokuzuncu Kalkınma Planı (20072013), Yıllık Programlar (2006-2012) ve çevresel kamu yatırımları
hazırlanmasında (2006-2012); AB Çevre Müktesebatına uyum
sürecindeki çalışmalarda; Rio+20 için Türkiye Ulusal Raporu’nun
oluşturulmasında; İklim Değişikliğiyle Mücadele Emisyon Azaltım
Maliyetlerinin Hesaplanması Projesi’nde; Birleşmiş Milletler İklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında 2012 sonrası
iklim değişikliği müzakerelerinde ve Sürdürülebilir Kalkınmanın
Sektörel Politikalara Entegrasyonu Projesi’nde (DPT-UNDPEU) doğrudan görev almıştır. Aynı zamanda ODTÜ Çevre
Mühendisliğinde “Türk Elektrik Sektörünün CO2 Emisyonunun
ve Azaltım Potansiyelinin Araştırılması” konulu tezle yüksek
lisansını tamamlamış olup, halen ODTÜ Yer Sistem Bilimleri’nde
Doktora çalışmasına ve İngiltere University of Sussex’te Climate
Change and Policy programında çalışmalarına devam etmektedir. İleri düzeyde İngilizce ve orta düzeyde Fransızca bilmekte
olup, evli ve iki çocuk babasıdır.
SERKAN ATA
144
U. Serkan Ata, akademik başarı bursu ile okuduğu, Bilkent
Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 2004 yılında yüksek şeref
derecesi ile mezun olmuştur. Kamu Personeli Seçme Sınavı
(KPSS)’nda işletme alanındaki beş farklı puan türünde Türkiye
1.’si olan Ata, 2006-2012 yılları arasında Hazine Müsteşarlığı,
Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğü’nde enerji ve çevre
yatırımlarının finansmanından sorumlu olarak çalışmıştır. Aynı
dönemde, Türkiye’nin iklim değişikliği müzakere heyetinde yer
alan ve finansman müzakerelerini yürüten Ata, Hazine Uzmanlık
Tezi’ni de sürdürülebilir enerji yatırımlarının ve iklim değişikliğinin
finansmanı üzerine hazırlamıştır. Ata İngiltere Hükümeti’nin
sağladığı Chevening Bursu ile halen London Business School’da
finans üzerine yüksek lisans çalışmalarını sürdürmektedir.
ASLI ÖZÇELİK
ODTÜ Jeoloji Mühendisliğini 1994 yılında birincilikle bitirirken,
Biyoloji Bölümü’nden de yandal diplomasını almıştır. ODTÜ’de
Asistan olarak göreve başlayarak, “Ankara Kilinin Katı Atık
Düzenli Depolama Sahalarında Ağır Metalleri Tutma Özelliği” ile
ilgili ilk yüksek lisans çalışmasını yaparken, eş zamanlı olarak Ankara Üniversitesi Med-Campus Programı çerçevesinde “Çevre
Yönetimi Master Programını” tamamlamıştır. 1998’de ODTÜ’de
doktora çalışmasına başlamış, 1999’da da eşi Murat F.
Özçelik’le birlikte Ekobil Çevre Danışmanlığı Firmasını kurmuştur.
2002 yılında MTA’nın Çevre Yönetimi ve ÇED Şubesi’nde
çalışmaya başlamıştır. Doktora çalışmasının son yılında, Jean
Monnet Bursu’nu kazanarak Oxford Üniversitesi’nde Çevresel Değişimin Yönetimi Master Programı’na kabul edilmiştir.
2006 yılında, hem bu master çalışmasını hem de “Altın Madenlerinde Asit-Maden Drenajının Belirlenmesi” konulu doktora
çalışmasını tamamlayarak diplomalarını almıştır. 2008’de JPMorgan Bankası’na satılan İngiliz ClimateCare firmasının Türkiye
Genel Müdürü olarak göreve başlamış ve bu görevini, Temmuz
2011’de ClimateCare yönetimi şirketi bankadan tekrar satın alıp
Türkiye ofisini kapatana kadar sürdürmüştür. Bu tarihten sonra
da, “amaca yönelik kar/profit for purpose” mantığıyla işletilen
ve halen yaklaşık 40 farklı projeden elde edilen 1,8 milyon tonu
hazır, 25,3 milyon tonu da geleceğe yayılmış gönüllü emisyon
azaltımı varlığını yönetmekte olan Ekobil Çevre Danışmanlığı
firmasında eşiyle beraber karbon projeleri geliştirmekte ve
danışmanlık hizmeti vermektedir. Ekobil Ltd., elde ettiği gelirin
büyük çoğunluğunu “Miras Irklar”ın korunmasına harcamakta
olup, Sakız Koyunu ve Mavi Balkan Hindisi şirketin koruması
altında geliştirilen ırklardan bazılarıdır.
145
146
147
148

Benzer belgeler