Kitabı indirmek için tıklayınız - Eniva :: Enerji ve İklim Değişikliği Vakfi
Transkript
Kitabı indirmek için tıklayınız - Eniva :: Enerji ve İklim Değişikliği Vakfi
1 Bu çalışma, Kadir Has Üniversitesi’nde 2012-İK-02 nolu araştırma projesi olarak yürütülmüştür. ISBN NO: 978-605-64066-0-7 Editör: Volkan Ş. Ediger Yazarlar: Attila Çiner, Mehmet Akif Sarıkaya, Volkan Ş. Ediger, İzzet Arı, U. Serkan Ata, Aslı Özçelik Redaksiyon: Pınar Özdemir, Deniz Kozat, Çağrı Yıldırım Fotoğraf ve Şekiller: Alıntılar metin içinde yapılmıştır. Grafik: Fakülte İstanbul Baskı ve Cilt: A4 Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. / Sertifika No: 12168 Bu kitabın aşağıdaki şekilde atfedilmesi önerilmektedir: Volkan Ş. Ediger, editör, 2013. Türkiye’de İklim Değişikliği ve Sürdürülebilir Enerji, İstanbul, ENİVA-Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı, 145 s. ENİVA Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı Tarihçe ENİVA (Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı), enerji kaynaklarının aranması, üretimi, nakli ve tüketimi süreçlerinde verimliliğin artırılması, çevrenin korunması ve iklim değişikliğinin önlenmesine yönelik araştırma-geliştirme, bilgilendirme ve kamuoyu oluşturma faaliyetlerini yürütmek ve bu faaliyetlerin sonuçlarını hayata geçirmek amacıyla, Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, Av. Murat Yazıcı, Sn. Rıfat Sinan Erer, Dr. Rıza Kadılar, Sn. Orhan Duran, Sn. Haluk Aydemir ve Sn. Seyfettin Türkekul tarafından 27 Nisan 2010 tarihinde Ankara’da kurulmuştur. Faaliyetler Enerji kaynaklarından, kömür, petrol ve doğalgaz gibi geleneksel fosil yakıtlar ile asfaltit, petrol ve gaz şeyili ve petrol kumtaşı gibi geleneksel olmayan fosil yakıtların; biyokütle, hidrolik, jeotermal, hidrojen, rüzgâr, güneş, dalga, akıntı ve benzerlerinden oluşan yenilenebilir enerji kaynaklarının ve bu kaynaklardan ikincil olarak elde edilen elektrik enerjisinin aranması, rezerv ve potansiyellerinin belirlenmesi, geliştirilmesi, üretilmesi, işlenmesi, rafinajı, çevrimi, kara, hava, deniz yolları ve boru hatlarıyla taşınması, iletim ve dağıtım şebekeleriyle nakledilmesi, pazarlanması ve tüketimini kapsayan her türlü enerji faaliyeti ile bu faaliyetlerde verimliliği artırıcı, çevreyi koruyucu ve iklim değişikliğini önleyici tedbirlerin alınması konularında Ar-Ge projelerini yürütmek ve sonuçlarının hayata geçirilmesini sağlamak. Mütevelli Heyeti • Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, Kadir Has Üniversitesi • Nusret Cömert, Shell Enerji A.Ş. • Av. Murat Yazıcı, Yazıcı Hukuk Bürosu • Rıfat Sinan Erer, Palet İnşaat ve Ticaret A.Ş. • Dr. Rıza Kadılar, Natixis Pramex International • Orhan Duran, Genel Enerji A.Ş. • Seyfettin Türkekul, Soyak Enerji Yatırım A.Ş. • Yeşim Meltem Şişli, Soyak Enerji Yatırım A.Ş. • Haluk Aydemir, Opalit Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Yönetim Kurulu • Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, Başkan • Nusret Cömert, Başkan Yardımcısı • Av. Murat Yazıcı, Sayman • Dr. Rıza Kadılar, Üye • Yrd. Doç. Dr. Gökhan Kirkil, Üye 5 İÇİNDEKİLER Önsöz Volkan Ş. Ediger 9 Bölüm I Buzullar ve İklim Değişikliği: Geçmiş, Günümüz ve Gelecek Glaciers and Climate Change: Past, Present and Future Attila Çiner ve Mehmet Akif Sarıkaya 19 Bölüm II İklim Değişikliğinin Türkiye’deki Etkileri: Bilimsel Veriler Effects of Climate Change in Turkey: Scientific Evidences Volkan Ş. Ediger 61 Bölüm III Enerji Kaynaklı Emisyonların Tarihsel Gelişimi ve Ekonomisi Historical Development and Economics of Emissions from Energy İzzet Arı 81 Bölüm IV Sürdürülebilir Enerjinin Finansmanı Sustainable Energy Finance U. Serkan Ata 99 Bölüm V Türkiye İçin Karbon Piyasası Modeli Önerisi A Carbon Market Model Proposal for Turkey Aslı Özçelik 121 Bölüm VI Özgeçmişler 141 7 Önsöz Volkan Ş. Ediger1 Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi, Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölüm Başkanı, Strateji Geliştirme ve Araştırma Koordinatörü. ENİVA-Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı Kurucu Başkanı. [email protected], [email protected] 1 9 Küresel iklim değişikliği konusunda günümüze kadar gerçekleştirilmiş en başarılı uluslararası girişim olan Kyoto Protokolü, BMİDÇS (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) kapsamında görüşüldükten sonra 11.12.1997 tarihinde imzalanmış, daha sonra 55 ülkenin onaylamasıyla 16.02.2005’te yürürlüğe girmiştir. İlk defa karbondioksit salımına sınırlama getirerek salım azaltımını sağlayabilmek için çeşitli piyasa mekanizmaları uygulaması getiren bu protokolü günümüzde 191 ülke imzalamış ve parlamentolarında onaylayarak yürürlüğe koymuştur. Fakat bu ülkelerden sadece 37 tanesi sera gazı emisyon azaltma yükümlülüğü almış olup, 2008-2012 döneminde sera gazı emisyonlarını 1990 düzeyine göre toplam olarak %5,2 oranında azaltmayı kabul etmişlerdir. Günümüzde gelinen noktada ise, Ek-1 (Annex I) adı verilen bu sanayileşmiş ülkeler bu dönemde sadece %4,2’lik bir azaltım sağlayabilmişlerdir. Kyoto Protokolü’ne göre 2008-2012 protokolün ilk yükümlülük dönemi olup, ikincisi ise 2013-2020 arasında gerçekleşecektir. Fakat, 2012’de ikinci yükümlülük dönemi için protokolde değişiklik yapılmasına rağmen, bu değişiklik ülkelerce onaylanmadığı için henüz yürürlüğe girmemiştir. Üstelik, birinci dönemde yükümlülük altına girmiş bulunan 37 ülkeden Japonya, Yeni Zelanda ve Rusya ikinci dönemde yükümlülük almayacaklarını, Belarus, Kazakistan ve Ukrayna da protokolden çekilebileceklerini ya da ikinci dönemi ülkelerinde yürürlüğe koymayacaklarını açıklamışlardır. Gelişmiş ülkelerden ikinci dönem hedefleri bulunmayan iki ülke ise Kanada ve ABD’dir. Bunlardan Kanada, Kyoto Protokolü’nden resmen çekilen ilk ülke olmuştur. 13.12.2011 10 tarihinde Kanada’nın Kyoto Protokolü’nden 2012’den itibaren çekileceği konusunda bir açıklama yapan Kanada Çevre Bakanı Peter Kent, ülkenin bu kararıyla 7 milyar dolarlık tasarruf sağlayacağını öne sürmüştür. ABD ise protokolü hiçbir zaman onaylamamıştır. Başkan Bill Clinton 1998’deki “State of the Union” adlı halka seslenişinde, en büyük çevresel sorunun dünya çapındaki küresel iklim değişikliği sorunu olduğunu vurgulayarak protokolü imzalamasına rağmen, ABD Kongresi ekonomik gerekçelerle buna şiddetle karşı çıktığından Clinton tasarıyı hiçbir zaman onay için Senatoya gönderememiştir. Daha sonra göreve gelen Başkan George W. Bush da, ekonomilerini olumsuz yönde etkileyeceği ve işsizliği artıracağı gerekçesiyle, ABD’yi protokolden tamamen çekmiştir. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, uluslararası topluluğun özellikle AB’nin liderliğinde yoluna devam etmesi ilginç bir gelişme olmuştur. ABD gibi dönemin başat gücü konumundaki güçlü bir ülkenin hilafına uluslararası girişimlerde bulunulması hiç de alışılmış bir gelişme olmamış ve protokol ABD’siz de yürürlüğe sokularak görüşmeler sürdürülmüştür. Kyoto Protokolü’nün sona erdiği bu günlerde gelinen noktanın başarılı olup olmadığı ve iklim değişikliği konusunun geleceğinin ne olacağı geniş kesimlerce tartışılmaktadır. Birinci dönemde 37 ülke tarafından üstlenilen %5,2’lik hedefin %4,2’de kalmasının yanı sıra, salımların 1997’den beri %35 oranında artmış olması 16 yıldır gösterilen gayretlerin sonucu açısından oldukça düşündürücüdür. Söz konusu emisyon artışının nedeninin başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin enerji tüketimindeki hızlı artış olması da üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Çin, 20. yüzyılın başından beri dünyanın en büyük enerji tüketicisi konumunu koruyan ABD’yi Batı dünyasını derinden etkileyen 2008 krizinin hemen ardından tahtından ederek dünyanın en büyük enerji tüketicisi durumuna gelmiş ve sadece enerji tüketiminde değil aynı zamanda –büyük oranda kömür kullanımından kaynaklanan- sera gazı salımında da bir numaralı ülke olmuştur. Benzer şekilde Hindistan da sıralamada üçüncü konuma gelmiş, ABD ise her iki kategoride de ikinciliğe itilmiştir. Kyoto Protokolü’nün yürürlükten kalktığı 2012 sonrasında ciddi bir karmaşa başlamıştır. 28 Kasım-12 Aralık 2011 tarihleri arasında Durban’da gerçekleşen 17. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nda, AB temsilcileri Kyoto Protokolü’nü 2017’ye kadar uzatma isteklerini resmen açıklamışlarsa da, diğer ülkelerden yeterli karşılığı bulamamışlardır. Avrupa Birliği, bir yanda büyük bir kararlılıkla önceki tavrını sürdürürken, diğer yanda uluslararası alanda liderlik yapabilecek siyasi ve ekonomik gücünü büyük ölçüde yitirmiş görünmektedir. İklim değişikliği konusunun bir anlamda sahipsiz kaldığı düşünülebilir. Bu kitap işte böyle bir ortamda hazırlanarak Türk kamuoyuna sunulmuştur. İklim değişikliği konusundaki gayretlerin beyhude olduğu, bu tür çalışmaların artık anlamsız ya da gereksiz olduğunu düşünenler olabilir. Hatta, sayıları azınsanmayacak düzeyde olan bir takım görüşler gibi, “iklim değişikliği ülke olarak bizim sorunumuz değil, biz kirletmedik ki temizlemeye çalışalım” ya da “asıl sorumlu olanlar vebalini ödesin, biz zaten dünyanın en az salımlarından birini yapıyoruz” tezleri savunulabilir. Gerçekten de, Çin ve ABD atmosferdeki sera gazı salımının aşağı yukarı eşit olarak yaklaşık %40’ından sorumlu iken, Türkiye’nin salımı %1’in bile altındadır. Çeşitli kişi ve kuruluşlarca sıkça dile getirilen diğer bir husus da, Türkiye’nin önündeki en büyük sorunun enerji tüketerek havayı kirletmekten ziyade tüketecek enerji bulmak olduğudur. 2011’de 32,2 milyon tep (tonpetrol-eşdeğeri) yerli üretime karşılık 90,2 mtep’lik enerji ithal edilmiş ve dolayısıyla 114,4 mtep olan birincil enerji arzının % 78,9’u ithalatla karşılanmıştır. Enerji ithalatına ödenen meblağ da 60 milyar doları aşmış bulunmaktadır. Cari açığın enerji ithalatından kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusu tartışıla dursun, dış ticaret açığının %70’i enerji ithalatından oluşmaya başlamıştır. Bu kadar büyük orandaki ithal enerjiye bağımlılığın sürdürülebilir bir kalkınmayı imkansızlaştırmasa da çok zorlaştırdığı ortadadır. Türkiye bütün bu gerekçeleri açık veya kapalı bir şekilde düşünerek ya da hissederek ama daha çok OECD ülkesi olmasından dolayı Ek-1 listesine dahil edilmesini gerekçe göstererek, Kyoto Protokolü’nü onaylamayan ABD’den sonra ikinci ülke olma sıfatını yıllardır korumayı başarmıştır. 2001 yılında Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’nda (7th Conference of Parties) Ek-1 listesinden çıkarılmasından üç yıl sonra ancak 24.05.2004 tarihinde BMİDÇS’ye taraf olmuştur. 17.02.2009 tarihinde de 5836 sayılı kanunla Kyoto Protokolü’nü mecliste onaylamıştır. Onayın Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne sunulmasının ardından da 26.08.2009 tarihinde protokole resmen taraf olunmuştur. 11 Kyoto Protokolü’ne bu kadar geç taraf olunmasına rağmen ülke olarak iklim değişikliği konusunda bazı önemli adımlar atılmıştır. 2004’te Çevre ve Orman Bakanlığı’nın koordinasyonunda İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu’nun kurulmasının ardından, BM’ye iklim değişikliği konusunda ilk ulusal bildirim 2005’te yapılmış ve ilk Gönüllü Karbon Piyasası projesi gerçekleştirilmiştir. Bir çok benzer girişimden sonra 2010-2020 dönemini kapsayan Ulusal İklim Değişikliği Stratejisi de Mayıs 2010’da tamamlanmıştır. Yapılanlar eksik bulunabilir ama enerjide ithalata bağımlılığı azaltmanın en önemli yollarından biri olan enerjinin etkin ve verimli kullanılması konusunda bazı adımlar atıldığını inkar etmek mümkün değildir. En azından 21. yüzyılda sürdürülebilir bir kalkınma için gerekli olan enerji yoğunluğunun düşürülerek enerjinin daha verimli ve temiz tüketilmesi teşvik edilmektedir. Dolayısıyla, bu konuda yapılanları küresel iklim değişikliği çerçevesi yerine en azından Türkiye özelinde sürdürülebilir enerji gelişimine doğru atılan adımlar olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu çalışma, esas itibarıyla, bu görüşlerin paralelinde hazırlanmış ve özel olarak Türkiye’ye özgü verilerin sergilenmesi amaçlanmıştır. Böylece, uluslararası alanda birçok çalışma varken sadece Türkiye’ye özgü bir çalışma ilk defa gerçekleştirilmektedir. Bunun için de, kurucu başkanlığını üstlendiğim Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı’nın (ENİVA) seçilmesi tesadüf değildir. 27.04.2010 tarihinde bir grup arkadaşla birlikte kurduğumuz vakıf, esas itibarıyla “Enerji kaynaklarından, kömür, petrol ve doğalgaz gibi geleneksel fosil yakıtlar ile asfaltit, petrol ve gaz şeyili ve petrol kumtaşı gibi geleneksel olmayan fosil 12 yakıtların; biyokütle, hidrolik, jeotermal, hidrojen, rüzgâr, güneş, dalga, akıntı ve benzerlerinden oluşan yenilenebilir enerji kaynaklarının ve bu kaynaklardan ikincil olarak elde edilen elektrik enerjisinin aranması, rezerv ve potansiyellerinin belirlenmesi, geliştirilmesi, üretilmesi, işlenmesi, rafinajı, çevrimi, kara, hava, deniz yolları ve boru hatlarıyla taşınması, iletim ve dağıtım şebekeleriyle nakledilmesi, pazarlanması ve tüketimini kapsayan her türlü enerji faaliyeti ile bu faaliyetlerde verimliliği artırıcı, çevreyi koruyucu ve iklim değişikliğini önleyici tedbirlerin alınması konularında Ar-Ge projelerini yürütmek ve sonuçlarının hayata geçirilmesini sağlamak” amacıyla faaliyette bulunmaktadır. Bu çalışmayı gerçekleştirmemize izin veren ENİVA Yönetim Kurulu’na ve desteklerini eksik etmeyen Mütevelli Heyeti’ne vakfın kurucu başkanı, kitabın editörü ve yazarlarından biri olarak şükranlarımı sunarım. Ayrıca, konuyla ilgili 2012-İK-02 nolu araştırma projesinin oluşturularak, çalışmaların yürütülmesine olanak sağlayan Kadir Has Üniversitesi’nin Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aydın ve diğer ilgili personeline de teşekkür ederim. Bu değerli çalışmayı yoğun işlerinin arasında gerçekleştirerek, ülkemizin önemli bir açığının kapanması için yoğun emek harcayan, her biri konularında değerli bir uzman olan yazarlara ve editörlük görevim sırasında her konudaki en büyük destekçilerim olan Kadir Has Üniversitesi Strateji Geliştirme ve Araştırma Koordinatörlüğü personelinden Pınar Özdemir ve Deniz Kozat ile Misafir Araştırmacı Çağrı Yıldırım da her türlü övgüye layıktır. Türkiye’de İklim Değişikliği ve Sürdürülebilir Enerji başlığını taşıyan bu kitap, esas olarak ülkemizdeki iklim değişikliğini konu edinmektedir. Ian Morris’in, tarihin trendlerini inceleyerek geleceğe ışık tuttuğu Why the West Rules~For Now başlıklı kitabında ayrıntılı bir şekilde izah ettiği gibi, insanoğlunun emekleme döneminden modern birey oluşuna doğru gelişiminde iklim değişikliği çok önemli roller üstlenmiştir.2 Jeologların, 1830’lu yıllarda, Avrupa ve Kuzey Amerika’da görülen millerce uzunluktaki sedimanter oluşumların buzulların çekilmesiyle oluştuğunu bulmaları üzerine ortaya çıkan “buzul çağı” (ice age) kavramı, iklim değişikliği ve bu değişikliğin insanlık üzerindeki etkileri konusunu daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. Morris’e göre, Sırplı matematikçi Milankoviç’ten öğrendiğimiz kadarıyla, diğer gezegenlerin çekim güçleri nedeniyle dünyanın yörüngesi tam daire şeklinde olmayıp, her 100.000 yılda bir devresel olarak daireselden elipsele doğru değişmektedir; yörünge 100.000 yıl önce bugünkü gibi neredeyse daireseldi. Benzer şekilde dünyanın ekseninin açısı her 22.000 yılda, dünyanın eksen etrafındaki dönüş rotası da her 41.000 yılda bir değişmektedir. 100.000 yıllık Milakoviç döngüleri yüzünden dünyanın güneşten aldığı ortalama solar radyasyonun miktarı ve dağılımı değişmektedir. Yerküre, yörüngenin eliptik olduğu durumlarda normalden daha çok radyasyon alıp yeryüzünde düzensiz dağılırken, yörüngenin dairesel olduğu dönemlerdeki radyasyon daha az olup daha düzenli dağılmaktadır. Bu değişimlere iki önemli jeolojik trend eklenenince ortaya ciddi sonuçlar çıkmaktadır. Birincisi, son 50 milyon yılda plaka hareketleri nedeniyle karaların çoğu ekvatorun kuzeyinde toplanmış ve böylece kuzey yarımkürede 2 karaların, güney yarımkürede de denizlerin hakimiyeti artmıştır. Bu durum solar radyasyonun mevsimsel değişiminin etkilerini daha da artırmaktadır. İkincisi de, aynı dönemde volkanik faaliyetlerde görülen azalmalar nedeniyle atmosferdeki CO2 miktarında kaydadeğer düşüşler görülmüş olup, bu da yerkürenin soğumasını sağlamıştır. Jeolojik zamanın çoğunda, kış aylarında kutuplarda kar yağışıyla buzullar oluşmakta fakat yaz aylarındaki ısı onların hepsini eritecek yükseklikte olmaktadır. 14 milyon yıl önce, güney kutupta yerküre o kadar soğumuştur ki kutuplardaki buzulları yaz güneşi eritemez hale gelmiştir. Daha çok kara olan kuzey kutupta ise, buzullar daha kolay eriyordu ama burada da kış 2,75 milyon yıl önceki iklim buzulların yıl boyunca erimeden kalmasını sağlayacak kadar soğuk geçmişti. Bütün bu değişimlerin sonuçları insanlık için müthiş oldu. Milankoviç döngüleri yeryüzüne daha az solar radyasyon gelmesine ve dengeli dağılmasına neden olunca kuzey kutuptaki buzullar güneye, Avrupa’nın kuzeylerine, Asya’ya ve Amerika’ya doğru ilerlemeye başladı. Dünya artık, sayıları 40-50’yi bulan buzul çağlarına girmişti. Bunlardan, 190.000-90.000 yıl öncesinde görülen iki tanesinin insan evrimi için önemli büyüktü. Oldukça zor şartların oluştuğu bu dönemlerde insansı canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için mutasyona tabii kalarak, beyinlerini geliştirmek zorunda kaldılar. Proto-insanların çoğunun yok olması yüzünden az sayıda kalıntı bulabildiğimiz bu dönemde, bazılarına göre 100.000 yıl önce sadece 20.000 civarında Homo sapiens sağ kalmayı başarabilmişti. Fakat Homo sapiens’in bu kötü talihi 70.000 yıl önce değişti ve Afrika’nın doğusu ve güneyinde Ian Morris, 2010. Why the West Rules~For Now. Profile Books, Londra, s. 64-66. 13 daha sıcak ve yağışlı bir iklim hakim olmaya başladı. Artık avcılık ve toplayıcılık çok kolaydı ve bu sayede birkaç bin yılda ciddi gelişmeler sağlandı. İlk tarım toplumuna da yaklaşık 10.000 yıl önce, Güneydoğu Anadolu’nun da içinde olduğu ve “Bereketli Hilal” (Fertile Crescent) adı verilen bölgede geçildi. 14 Görüldüğü gibi iklim değişiklikleri, özellikle de buzul çağları insanoğlunun ilk günlerinden beri yaşamsal etkilere sahiptir. Bunun için önce genel olarak iklim değişikliği konsepti ile özel olarak jeolojik çağlar boyunca görülen iklim değişiklikleri ele alınmış, Türkiye’deki iklimin geçmişi, bugünü ve geleceği değerlendirilmiştir. Günümüzde Türkiye’de gözlenen iklim değişiklikleri ile geleceğe muhtemel uzantılarıyla birlikte değişimlerin etkileri de bilimsel veriler ışığında kitabın başlarında verilmiştir. Daha sonra iklim değişikliklerine neden olan sera gazı salımlarının tarihsel gelişimleri enerji tüketimi çerçevesinde incelenerek gelecek trendler hakkında yorumlar yapılmıştır. En sonunda da sera gazı salımlarını azaltacak enerji projelerin finansmanı ile karbon ticareti ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Her bölümün sonunda da sonuç ve önerilere yer verilmiştir. önemli veriler sunmaktadır. Dünyanın birçok yerindeki buzullarda yapılan sondajlar, özellikle son 700 bin yıllık dönemdeki iklime ışık tutmaktadır. Çiner ve Sarıkaya’nın bu çalışması Türkiye’nin özellikle son 25 bin yılda geçirdiği iklim değişikliklerini açıklaması bakımından çok önemlidir. Moren adı verilen buzul çökellerinden elde edilen kozmojenik yaş tayinlerine göre, 20-25 byö (bin yıl önce) hüküm süren son buzul maksimumunda ülkemiz, günümüzden 8-11°C daha soğuk bir iklimin etkisi altındadır. Geç Buzul Dönemi’nde (14-15 byö) sıcaklıklar, günümüze göre 4,5-6,4°C daha düşük, yağışlar ise günümüzden %50 daha fazladır. Erken Holosen Dönemi’nde (8-10 byö) yağış miktarı günümüze göre iki misli daha yüksek olup, sıcaklıklar yüzyılda 1,44°C olacak şekilde çok hızlı bir şekilde yükselmiştir. Son olarak, 4 byö kadar uzanan Geç Holosen Dönemi ise 2,4-3°C’lik bir sıcaklık düşüşünü ve günümüz şartlarına yakın bir yağış durumunu ortaya koymaktadır. Çiner ve Sarıkaya’nın çalışması bizlere, doğal olarak değişen iklimdeki insan kaynaklı değişimlerin önemine işaret ederek, gelecek planlamalarındaki iklim öngörülerinin ne kadar önemli olduğunu çok açık biçimde göstermektedir. Birinci bölümde Prof. Dr. Atilla Çiner ve Doç. Dr. Mehmet Akif Sarıkaya, “Buzullar ve İklim Değişikliği: Geçmiş, Günümüz ve Gelecek” konulu çalışmasıyla, jeolojik tarihçe boyunca yerkürenin geçirdiği iklim değişikliklerini buzullar temelinde gözler önüne sermektedir. Bilindiği gibi, buzullar, iklim değişikliklerine verdikleri ilerleme ve çekilme gibi doğrudan ve hızlı tepkilere ilaveten çok yaygın olarak bulunmaları nedeniyle, geçmiş iklim değişikliklerinin anlaşılması açısından çok İkinci bölümde Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, İklim Değişikliğinin Türkiye’deki Etkileri: Bilimsel Veriler” konulu çalışmasında konuyla ilgili olarak Türkiye hakkındaki mevcut bilimsel verileri sunmaktadır. Yazara göre, iklim değişikliği sorununun insan kaynaklı ve küresel olması, ülkeler arasında yardımlaşmanın sağlanmasını kolaylaştırarak uluslararası düzeyde çok önemli işbirliklerinin gerçekleşmesine neden olurken, ortaya çıkacak sorunlarla baş edilmesi esas olarak yerel çözümlerle olmak zorundadır. Olaya yeşil ekonomi çerçevesinden bakıldığında ise, küresel iklim değişikliğinden çok, sürdürülebilirliğin artırılması, doğal kaynakların daha verimli tüketilmesi ve sistemin daha etkin ve verimli işletilmesi konuları ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle, her ülke iklim değişikliği konsepti çerçevesinde ortaya çıkacak sosyal ve ekonomik etkileri ayrıntılı olarak değerlendirmek zorundadır. Fakat, Türkiye’ye özgü bilimsel veriler değerlendirildiğinde, gelişmiş ülkelere göre zaten az sayıda olan bilgilerin ulusal ve uluslararası dokümanlarda yeterince kullanılmadığı görülmektedir. Mevcut bilgilere göre, iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek ülkeler arasında gösterilen Türkiye’de bazıları olumlu ama pek çoğu olumsuz etkiler söz konusudur. Olumsuz etkilerin başında, kuraklık ve çölleşmeye bağlı olarak tahıl üretimindeki azalma gelmektedir. Bu nedenle, 21. yüzyılda daha güçlü olabilmek için, bilimsel ve teknik bilgilere dayanılarak oluşturulmuş uzun vadeli stratejilerin geliştirilerek uygulamaya konulması gerekmektedir. İklim değişikliği konusunda yürütülen faaliyetlere bilimsel ekipler de katılmalı ve onların çalışmalarına, belirli bir sistem dahilinde devletçe desteklenerek, strateji dokümanlarında daha fazla yer verilmelidir. İzzet Arı tarafından kaleme alınan “Enerji Kaynaklı Emisyonların Tarihsel Gelişimi ve Ekonomisi” başlıklı üçüncü bölümde, Türkiye’de 1990–2010 yılları arasında kullanılan birincil enerji kaynaklarının değişimi, bu kaynakların sektörel kullanımları ve buna bağlı olarak sera gazı emisyonlarının gelişimi incelenmiştir. Söz konusu dönemde, enerjiyi kullanan üç ana sektör olan çevrim ve enerji, imalat sanayi ve ulaştırmanın emisyon yoğunluğunun değişimi analiz edilmiştir. Ayrıca, ekonomik büyüme, enerji talebi ve nüfus artışının sera gazı emisyonları üzerindeki etkisi de incelenmiştir. Arı’nın çalışmasına göre, 1990-2010 döneminde, Türkiye’deki sera gazı emisyonlarının %98, enerji tüketiminin %100 ve gayri safi yurtiçi hasılanın da %92 oranında arttığı görülürken, enerji, emisyon ve karbon yoğunluklarında görülen değişim sınırlı olmuştur. Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelede emisyon ve karbon yoğunluğunu düşürmesi için yenilenebilir enerjiye ve enerji verimliliğine daha fazla yatırım yapması gerekmektedir. Kitabın finansmanla ilgili bölümü U. Serkan Ata tarafından “Sürdürülebilir Enerjinin Finansmanı” başlığıyla yazılmıştır. Türkiye’nin yenilenebilir enerjiye ilişkin hedeflerine ulaşması için önemli bir finansman ihtiyacının karşılanması gerekmektedir. Yazara göre, bunun için sermaye piyasaları, iki ve çok taraflı kalkınma bankaları, kamu finansman mekanizmaları, karbon piyasaları ve iklim değişikliği finansmanı gibi kaynaklar etkin olarak kullanılmalıdır. Özellikle yenilenebilir enerji santrallarının toplam kurulu gücünün artmasına bağlı olarak oluşacak finansman kısıtlarının ortadan kaldırılması ile güneş ve biyokütle enerjisi gibi maliyetleri yüksek teknolojilerin daha yaygın olarak kullanılması için bu tür finansman kaynaklarının ve yeni finansman modellerinin önemli bir katkısı olacaktır. Diğer taraftan, Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımları her ne kadar yüksek getiri oranlarına sahip olsa da istenilen düzeyde hayata geçirilememektedir. Ata’ya göre, bu durumun en önemli nedenlerinden biri de yatırımların finansmana erişiminin kısıtlı olmasıdır. Dolayısıyla, Türkiye’nin enerji yoğunluğunun 2023 yılı 15 itibarıyla %20 oranında azaltılmasına yönelik hedefinin hayata geçirilmesi için enerji verimliliği yatırımlarının finansmana erişimine yönelik engellerin ortadan kaldırılması ve E-nerji Verimliliği Danışmanlık (EVD) şirketlerini içeren finansman modellerinin etkin bir şekilde kullanılması gerekmektedir. Kitabın son bölümü ise özel olarak karbon piyasasına ayrılmıştır. Dr. Aslı Özçelik’in kaleme aldığı “Türkiye İçin Karbon Piyasası Modeli Önerisi” başlıklı çalışmada, Türkiye’nin özel şartları çerçevesinde ülkeye özgü bir karbon piyasası modelinin neleri içermesi gerektiği ve paydaşların kazanımlarının neler olabileceği sorularına yanıt aranmaktadır. Özçelik’e göre, iklim değişikliği çağımızın en ciddi ve karmaşık problemlerinden biri olup, problemin kaynağı olan, insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazlarının kontrolünde, “yasakla ve yönet” yaklaşımı yeterli sonuç vermemektedir. Bu nedenle, alternatif 16 ya da paralel olarak kullanılabilecek bir takım piyasa mekanizmaları geliştirilmiştir. Ekonomik göstergeleri aksini işaret ettiği halde, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin gelişmiş ülkeler listesi olan Ek-1 listesinde yer alan Türkiye, özel şartlara sahip ülke konumunun getirdiği bazı engellemeler nedeniyle, uyum piyasalarından hak ettiği şekilde yararlanamamıştır. Yazara göre, buna rağmen, gönüllü piyasalar için geliştirdiği emisyon azaltımları ile oyunun kuralları hakkında yeterince deneyim sahibi olunmuş ve böylece 2015 sonrası oluşacak yeni dönemde gerekli olabilecek kapasiteyi oluşturabilmiştir. Kyoto Protokolü sonrasındaki yeni döneme hazırlık olması bakımından ve sürdürülebilir bir ülke ekonomisi hedefi doğrultusunda, ülke şartlarına en uygun olan ve gelecekte uluslararası karbon piyasalarına entegre edilebilecek bölgesel bir karbon piyasası mutlaka gereklidir. 17 BÖLÜM I Buzullar ve İklim Değişikliği: Geçmiş, Günümüz ve Gelecek Attila Çiner1 ve Mehmet Akif Sarıkaya2 1 2 Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü, Beytepe, 06800 Ankara, [email protected]. Yrd. Doç. Dr., Fatih Üniversitesi, Coğrafya Bölümü, Büyükçekmece, 34500 İstanbul, [email protected] 19 Özet Buzullar ve İklim Değişikliği: Geçmiş, Günümüz ve Gelecek Buzullar, iklim değişikliklerine verdikleri doğrudan ve hızlı tepki (ilerleme ve geri çekilme) ve yaygın bulunmaları nedeniyle geçmiş iklim değişikliklerinin anlaşılması açısından en önemli veri kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu çalışma kapsamında yerkürenin geçirdiği çeşitli buzul dönemleri ve buna bağlı olarak iklimin değişimi ile gelecekte bizi ne gibi değişikliklerin beklediği konusu ele alınmış, gelecekle ilgili çeşitli önerilerde bulunulmuştur. Gerçekleştirilen buzul sondajları aracılığıyla dünya genelinde iklim değişikliklerinin çok detay bir şekilde ortaya konabildiği 700 bin yıllık dönem gözden geçirilmiş ve Türkiye’nin son 25 bin yılda yaşadığı buzul dönemleri ve iklim değişiklikleri açıklanmıştır. Buzul çökellerinden (moren) kozmojenik yüzey yaş tayini yöntemleri ve buzul modellemeleri kullanılarak elde edilen nicel verilere göre 20-25 byö gerçekleşen son buzul maksimumu’nda (LGM) ülkemiz, günümüzden 8-11°C daha soğuk bir iklimin etkisi altındadır. Daha sonraki Geç Buzul Dönemi’nde (14-15 byö), Erciyes buzul çökellerinden elde edilen verilere göre, sıcaklıklar günümüze göre daha düşük (4,5-6,4°C), yağış koşulları ise günümüzden %50 daha fazladır. Aladağlar’da bulunan Hacer Vadisi’ndeki buzul çökellerinden elde edilen veriler ise, Erken Holosen Dönemi’nde (8-10 byö) yağış miktarının günümüze göre iki misli kadar daha yüksek olduğunu ve sıcaklıkların çok hızlı bir şekilde yükseldiğini (1,44°C/yy) göstermektedir. Bu ısınma hızı, 20. yy’da gerçekleşen ve insanlığın CO2 gibi sera etkisi yapan gazları atmosfere salması sonucu ortaya çıkan yaklaşık 1°C’lik sıcaklık artışının bile üzerinde olup doğal sebeplerin de iklimi ne kadar hızlı değiştirebileceğinin önemli bir kanıtıdır. Erciyes buzulundan elde edilen iklim modelleme sonuçları da Geç Holosen Dönemi’nde (4 byö), 2,4-3°C’lik bir sıcaklık düşüşünü ve hemen hemen günümüz şartlarına yakın bir yağış durumunu ortaya koymaktadır. Günümüzde buzullar çok hızlı bir şekilde alan kaybına uğramaktadır. İklim bilimciler 21. yy’ın sonunda sıcaklık artışının en az 1-4°C arasında olabileceğini öngörmekte ve mevcut durumu devam ettirmemiz durumunda çok daha kötümser senaryolara hazır olmamız gerektiği uyarısını yapmaktadırlar. Sera etkisi yapan gazların salınımının hızlı bir şekilde azaltılması ve alternatif enerjilere yönelen insanlığın da küresel ısınmaya ayak uydurarak varlığını sürdürebilmesi dışında başka bir seçenek bulunmamaktadır. 20 Abstract Glaciers and Climate Change: Past, Present and Future Glaciers make up the primary source of information about the climate change because of their relatively fast reaction time (advance and retreat). This study reviews glacial periods and related climate changes that earth has undergone since its formation and tries to forecast expected future changes in the climate. The earth’s climatic changes record for the last 700.000 years (700 ka) obtained from glacial drilling programs and Turkey’s last 25 ka glacial and climatic fluctuations is also explained. Cosmogenic surface dating of glacial deposits (moraines) indicate that the Last Glacial Maximum (20-25 ka) climates was 8-11°C colder than today. Following Late Glacial (14-15 ka) climate was colder by 4,5°-6,4°C and 1.5 times wetter as indicated by Erciyes glacial deposits. Early Holocene (8-10 ka) was twice as wet compared to today and temperature rise was very fast (1,44°C/century) as calculated from Hacer Valley glacier retreat rates in Aladağlar. This is even faster than the 20th century global warming rate (approx. 1°C) presumably created by greenhouse gas emissions such as CO2 and indicates that natural causes can create fast climatic changes. Modeling results from Erciyes glacier shows that Early Holocene (4 ka) was 2,4-3°C colder and its precipitation amounts approached to similar conditions as today. As of today most of the glaciers around the world are retreating. Climate scientists expect a global warming rate of at least 1-4°C in the 21st century and warn about the need to reconsider the way we emit greenhouse gases in such unprecedented amounts. It seems that the only way out from a catastrophic scenario is to significantly slow down the greenhouse gas emissions in order to allow humans to cope with this warming trend. 21 1. Giriş Günümüzde bütün insanlığı doğrudan ilgilendiren en önemli kavramlardan biri haline gelen küresel iklim değişikliği, özellikle de küresel ısınma/soğuma, aslında yerkürenin milyarlarca yıldır gündeminde olan bir konudur. Gerçekten de dünya 4,6 milyar yıl öncesine uzanan oluşumundan beri çeşitli değişimlere uğrayarak bugünkü durumuna gelmiş ve bu gelişimi sırasında sadece kayaçların ve canlı hayatının değil iklimlerin de değişerek gelişimine ve çeşitliliğine tanıklık etmiştir. Geçmiş iklim (paleoclimate) ve ortam (environment) değişikliklerini bilim adamları çeşitli yöntemler aracılığıyla tahmin etmeye çalışmaktadırlar. Günümüzde kullanılan teknikler ve yöntemler sayesinde, birkaç bin yıldan (by) milyonlarca yıla (my) kadar uzanan bir veri tabanı oluşturulmuş durumdadır. Bunun yanı sıra, aletsel ölçümlerin alınmaya başlandığı son birkaç yüzyıldır elimizdeki nicel veriler de önemli ölçüde artmıştır. Günümüzün gelişmiş bilgisayar modelleri sayesinde bu verileri kullanan bilim insanları gelecekteki iklimlerin nasıl olabileceği üzerine varsayımlarda bulunabilmektedirler. Bu bölümün amacı geçmişte iklimin doğal nedenlerle nasıl değiştiğininin anlaşılmasına katkıda bulunarak gelecekte insanlığı nelerin bekleyebileceğine ışık tutmaktır. Özellikle 19. yy’ın ortalarından itibaren insanlığın iklime gittikçe artan olumsuz müdahalesinin doğurduğu sonuçları gözler önüne sermek ve bu gidişatı önlemek veya hiç değilse yavaşlatmak için yapılması gerekenleri dile getirmek de bir diğer amaçtır. Bu kapsamda giriş bölümünün aşağıdaki kısmında, bilim insanlarının geçmiş iklimi anlamakta ve ge-lecek iklimi öngörmekte 22 kullandıkları yöntemler kısaca anlatılmış ve iklimi değiştiren nedenler tartışılmıştır. Çalışmanın geri kalan bölümlerinde ise, iklim değişikliklerinin etkilerinin en açık biçimde gözlenebildiği buzullardaki değişimler, dünya ve özellikle de Türkiye’den verilen çeşitli örnekler aracılığı ile ele alınmıştır. 1.1. Geçmiş İklimi Belirleme Yöntemleri Geçmiş iklim değişikliklerine ışık tutan jeolojik ve biyolojik veriler, öncelikle denizlerde yapılan sondajlar sırasında yüzeye çıkarılan sedimanter kayalardan elde edilmektedir. Bu kayalardan alınan karotlar, sadece sedimanter birimlerin içerdiği litolojiler ve tabaka kalınlıkları değil, bu sedimanların içinde bulunan mikroskopik veya makroskopik (diatom, foraminifera, polen, mercan gibi) canlıların kavkılarında bulunan ve o günün atmosferik koşullarını yansıtan Oksijen (18O) ve Karbon (13C) izotop oranlarının da geçmişteki su kimyası ve sıcaklığı hakkında çok önemli bilgi verdikleri bilinmektedir. Karalardan toplanan veriler de en az denizlerinki kadar önemlidir. Özellikle kireçtaşlarında oluşmuş mağaralarda bulunan sarkıt ve dikit kesitlerinin incelenmesi sonucunda, her yıl oluşan katmanların sayısı ve bunların göreceli kalınlıkları Uranyum-serisi yaş tayin yöntemleri ile tarihlendirilebilmektedirler. Bu yöntemler sayesinde yağış (Fleitmann vd., 2004) ve ortalama sıcaklık (Frisia vd., 2003) ile nemli veya kurak geçen dönemler (Spötl vd., 2002) hakkında bilgi edinmek mümkündür. Ayrıca, 18 O izotop oranlarını kullanarak mağara ısısı ve yağış, 13C izotop oranlarını kullanarak da bitki örtüsünün türü veya yoğunluğu hakkında veri toplamak olanaklı hale gelmektedir (Dorale vd., 1998). İklim değişikliklerini belirlemede kullanılabilecek karasal verilerden bir diğeri özellikle buzul göllerinde oluşan ve sedimanter çökellerde “varv” olarak bilinen, lamina adı ince tabakalanmadır (Şekil 1). Yaz aylarında nispeten daha açık renkli ve silt-ince kum boyutundaki malzemeden oluşan varvlar, kış aylarında göllerin donması ve sediman getiriminin azalması sonucu daha koyu renkli ve kil boyutunda olmaktadırlar. Varv çiftlerinin her birinin bir yıllık çökelime işaret etmesi nedeniyle bunların sayımı ve göreceli kalınlıkları, oluşum zamanları ve geçmiş iklimler hakkında çok detay bilgi vermektedir (Wohlfarth, 1996). Şekil 1. Hitchcock Gölü varvları (Connecticut, ABD). S: Yaz ayları çökelimi, W: kış ayları çökelimi. Foto: K. Brickyard. Ülkemizdeki Tuz Gölü gibi kapalı havzalarda oluşmuş göllerin geçmiş kıyı şeridine ait teraslarının ve jeomorfik şekillerinin haritalanması ve çeşitli yöntemlerle yaşlandırılması son birkaç 10 by’a ait iklim salınımları hakkında önemli ipuçları vermektedir (Özsayın vd., 2013). Tuz Gölü örneğinde olduğu gibi kurak-yarı kurak göl kıyılarında ve çok kurak karasal ortamlarda oluşabilen çeşitli rüzgar kumulları (Kuzucuoğlu vd., 1998), lösler ile kalişeler (Küçükuysal vd., 2011) ve eski toprak kalıntıları (Küçükuysal vd., 2012) da jeolojide sık kullanılan iklim belirteçleridir. Sadece birkaç bin yıllık da olsa geçmiş iklimler hakkında detay veri sağlayan bir başka yöntem de dendrokronoloji olarak bilinen ağaç halkalarının sayılarına dayanılarak yapılan tarihlendirmedir. Halkaların morfolojik özellikleri o yıl içindeki sıcaklık ve yağış verilerini yansıtması bakımından önemli bilgiler içermektedir. Bunların yanı sıra tarihsel kayıtlar ve bilgisayar yardımı ile yapılan modellemeler de geçmiş iklim hakkında çalışan bilim insanlarının başvurduğu yöntemlerdendir. Yukarıda belirtilen yöntemlere ek olarak hiç kuşkusuz ki buzullar, iklim değişikliklerine verdikleri hızlı yanıt (erime veya buzul ilerlemesi) ve yaygın bulunmaları gibi nedenlerle, geçmiş iklim değişikliklerinin anlaşılması bakımından en önemli veri kaynaklarının başında gelmektedirler. Buzulların yayılımının zaman ve mekan içinde artması veya azalması, günümüzde çeşitli bilimsel yöntemlerle ölçülerek sadece geçmiş iklim değişiklikleri hakkında bilgi edinmemizi sağlamakla kalmayıp, gelecekte insanlığı nelerin beklediğine dair senaryoların geliştirilmesine de olanak sağlamaktadır. Günümüzde, özellikle buzul örtülerinin bulunduğu Antarktika (Vostok Gölü buzul sondajı verileri) veya Grönland’da gerçekleştirilmiş olan buzul sondajları aracılığıyla buzun içinde hapsolmuş bulunan hava kabarcıklarının içerdiği gazlar ile duraylı izotop oranlarının, metan yoğunluklarının ve buz tabakalarının içerdiği toz ve polen gibi malzemelerin incelenmesi sayesinde son 800 by’a ait çok önemli ve detay iklim bilgilerine ulaşılabilmiştir (Şekil 2). 23 patlamalar yüzünden atmosferin yoğun bir kül tabakasıyla kaplanması sonucunda görülen soğumadır. 1883 yılında Endonezya’nın Java adası yakınlarındaki Krakatoa volkanının patlaması sonucunda stratosfere kadar taşınan kül ve gazların rüzgarlar aracılığıyla tüm dünyayı kapladığı, dünyanın ortalama sıcaklığının 1,2°C azaldığı ve normal koşullara dönülmesinin yıllar aldığı bilinmektedir (Self ve Rampino, 1981). Şekil 2. Sondajlardan elde edilmiş buzul karotu. Foto: Emily Stone. Kıtaları kaplayan bu büyük buzul örtülerinin yanı sıra daha küçük boyutlu olmalarına rağmen Türkiye de dahil dünyanın çeşitli bölgelerinde gözlemlenebilen ve bu özelliklerinden ötürü yöresel bir veri kaynağı olan vadi buzulları da, son yıllarda gittikçe artan bir şekilde iklim indikatörü olarak kullanılmaktadırlar (Sarıkaya vd., 2011). Buzulların, iklim şartlarının gelişimine bağlı olarak erimesi ile üzerinde ve önünde taşıdıkları çeşitli boyuttaki sedimanları depolamasıyla oluşan yerşekillerine “moren” adı verilmektedir. “Bir buzul vadi boyunca ne kadar alçak noktalara inmişse, geçmişteki hava sıcaklıkları da günümüze göre o kadar daha soğuk olur” varsayımından hareketle morenleri oluşturan ve “til” olarak bilinen sedimanlar üzerinden yapılan kozmojenik (uzay kökenli) yüzey yaş tayinleri sonucu özellikle son buzul dönemi (takriben 100 by) hakkında çok detay verilere ulaşılmıştır (Sarıkaya vd., 2011). 1.2. İklim Değişiliklerinin Nedenleri İklimler kısa ve uzun dönemlerde çeşitli nedenlerle değişirler. Kısa sürede etkili olan nedenlerin başında güneş lekelerinin sayısının değişimi ve güneş patlamalarının salınımı gelmektedir. Bir başka neden ise, büyük ölçekli volkanik 24 Daha uzun dönemde ise, dünyanın astronomik eksenindeki döngüsel değişiklikler, yeryüzüne ulaşan güneş ışınlarının toplam değerlerini ve ışınların geliş açılarını değiştirerek, iklimlerin değişmesine yol açmaktadır. “Milankovitch döngüleri” (Milankovitch cycles) olarak da adlandırılan ve geçmiş iklim değişimlerini en iyi açıklayan teorilerden birisi olan Astronomik Döngüler Teorisi ilk defa olarak Sırp matematikçi Milutun Milankovitch tarafından ortaya atılmıştır (Hays vd., 1976). Bu teoriye göre üç farklı döngü söz konusudur. Bunlar, eksen yalpası (precession), eksen eğikliği (obliquity) ve yörünge dış merkezliği (eccentricity) olarak adlandırılırlar. Bu döngüler, sırasıyla her 19-24 by, 41 by ve 100 by’da bir gerçekleşmekte olup, bileşkeleri dünyamızın yaklaşık her 100 by’da bir soğuyup, tekrar ısınmasına neden olmaktadır (Şekil 3) Yüz milyonlarca yıllık çok daha uzun vadeli iklim değişiklikleri ise, kıtaların biraraya gelmesi ve okyanusların birleşerek hava ve deniz akıntılarının değişmesi sonucunu doğuran plaka tektoniği (plate tectonics) ile oluşurlar. Geçmişte Gondwana ve Pangea gibi süperkıtaların olduğu dönemlerde kıtaların birleşik olmasından dolayı kıta içlerinin genelde çok kurak, tersine okyanusa yakın yerlerde ise daha da nemli olduğu dönemlerin meydana geldiği bilinmektedir. bir süre içinde suyu sıvı halde barındırabilecek derecede soğuduğu tahmin edilmektedir. Günümüzde 15°C olan ortalama yeryüzü sıcaklığının 4 milyar yıl önce 25-28°C kadar olduğu hesaplanmaktadır (Saltzman, 2002). Şekil 3. Milankovitch döngüleri (IPCC, 2007). 2. Dünya’nın Geçirdiği Ana Buzul Dönemleri Dünya’nın, 4,6 milyar yıl önce oluşumunda çok yüksek olan sıcaklığının 100 milyon yıl (my) gibi jeolojik anlamda nispeten kısa sayılabilecek İnsan kaynaklı küresel ısınmanın yarattığı sorunlar tartışılırken göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir konu, doğanın kendi mekanizmalarını kullanarak ve insana ihtiyaç duymadan da iklimleri değiştirebildiği gerçeğidir (Zreda vd., 2011). Yerkürenin geçirdiği eski buzul dönemlerinden örnekler aşağıda ayrıntılı biçimde verilmiştir. Genel olarak günümüze göre daha sıcak koşullara sahip olunan geçmiş çağlarda, en azından beş büyük buzullaşma oluştuğu bilinmektedir. Bu dönemler, sırasıyla, Huronian, Cryogenian, Geç Ordovisyen, Geç Karbonifer ve son olarak da Kuvaterner’de gerçekleşmiştir (Şekil 4). Şekil 4. Yerkürenin yüzey sıcaklığının jeolojik tarihçe boyunca değişimi. Mavi çizgi güncel referans sıcaklık değeri olup yatay eksen ölçeksiz çizilmiştir (Saltzman, 2002). 2.1. Huronian Buzullaşması (2,2 milyar yıl önce) Buzul dönemlerinden en eskisi Huronian Buzullaşması olup, takriben 2,2 milyar yıl öncesine uzanan Erken Proterozoik Devri’nde meydana gelmiştir. Bu dönem, Kuzey Amerika’daki Büyük Göller Bölgesi ile Avustralya’nın batı kesimlerinde gözlenen ve tillit olarak bilinen taşlaşmış ve çok kalın buzul çökelleri ile temsil edilmektedirler. 25 2.2. Cryogenian Buzullaşması (710-640 myö) İkinci olarak meydana gelen ve yerkürenin geçirdiği en uzun ve en sert buzullaşma dönemi olan Cryogenian Buzullaşması da Prekambriyen’in sonlarına doğru 800 ile 630 my öncesinde oluşmuştur. “Kartopu Dünya” (Snowball Earth) olarak da bilinen bu dönemde yerkürenin, ekvatorlar da dahil olmak üzere, tamamen buzul örtüleri ile kaplandığı ve sıcaklıkların ortalama -20oC’lere kadar düştüğü tahmin edilmektedir (Hoffman vd., 1998). Bu konuda karşıt görüşler olmasına rağmen, eldeki çeşitli veriler, zaman içinde gerçekleşen volkanik patlamaların atmosfere bıraktığı CO2 (karbondioksit) gazının oluşturduğu sera etkisiyle buzulların eriyerek yeryüzünün günümüz koşullarına benzer iklimlere geri döndüğünü göstermektedir (Şekil 5). Buzullaşmanın hemen ardından “Kambriyen Patlaması” (Cambrian Explosion) olarak bilinen, canlıların hızla çeşitlenmesi ve evrimleşmesi gerçekleşmiştir. Şekil 5. Kartopu Dünya’nın oluşumu ve yokoluşu (Kaynak: Addison Wesley, Pearson Education).çizilmiştir (Saltzman, 2002). 2.3. Geç Ordovisiyen Buzullaşması (440-460 myö) Prekambriyen’de ortaya çıkan Huronian ve Cryogenian’dan sonraki üç buzullaşma Fanerozoyik’te görülmüştür (Şekil 6). Üçüncü buzullaşma, Afrika’nın merkezde olduğu ve Gondwana olarak bilinen süperkıtada, günümüzden takriben 440-460 my önce, Geç Ordovisiyen Dönemi’nde buzullaşmasıdır. Ülkemizde de özellikle Toros Dağları boyunca çeşitli yerlerde gözlenen tillit ile temsil edilen bu dönemin varlığı, Türkiye’nin Geç Ordovisyen’de Gondwana kıtasının KD kenarında bulunduğunun bir kanıtı olarak kullanılmaktadır (Monod vd., 2003; Ghienne vd., 2010). 26 Şekil 6. Oksijen izotop oranlarının Fanerozoik Devri (son 542 my) boyunca dağılımı (Veizer vd., 1999; 2000). Jeolojik zaman çizelgesi üzerindeki mavi kutular buzul dönemlerini işaret etmektedir. Sahra buzullaşması olarak da bilinen Geç Ordovisiyen Buzullaşması nedeniyle okyanus akıntılarının dolaşımında belirgin değişiklikler meydana gelmiş ve önemli miktarda suyun kara buzullarında depolanması sonucu küresel deniz seviyesi çok hızlı bir şekilde günümüzden 160 m kadar aşağılara düşmüştür. Bunun sonucu olarak kıtalar hızlı ve kuvvetli bir aşınım sürecine girmiş ve bu hızlı değişime ayak uyduramayan canlıların önemli bir kısmı yokolarak Ordovisiyen toplu canlı yokoluşları meydana gelmiştir (Marshall vd., 1997). 2.4. Geç Karbonifer Buzullaşması (290-300 myö) Devoniyen Dönemi ile birlikte gelişimlerini hızlandıran karasal bitkilerin zamanla dünyanın oksijen seviyesini artırıp CO2 seviyesini düşürmesiyle gelişen bu küresel buzullaşma, Güney Afrika’daki Karoo bölgesinde bulunan buzul çökelleri nedeniyle “Karoo Buzullaşması” olarak da adlandırılmaktadır (Şekil 6). 290-300 my kadar önce gerçekleşen bu buzullaşma Karbonifer Dönemi’nin sonuyla Permiyen Dönemi’nin başlarında gerçekleşmiş olup, Güney Amerika, Afrika, Arabistan, Hindistan, Antarktika ve Avustralya’nın bugünkü Güney Kutbu’nun olduğu yerde Gondwana Kıtası olarak birleşmesi sırasında gerçekleşmiştir. Kıtaların önceden birleşik olarak bulunduğunun kanıtlanması, jeoloji biliminde devrim yaratan Levha Tektoniği Teorisi’nin ortaya atılmasına neden olacak kadar önemli olmuştur. 2.5. Mesozoyik ve Tersiyer Dönemleri (250-2,58 myö) Dördüncü buzullaşmadan sonra Mesozoik Devri’ne giren dünyada, sıcaklıklar artarak iklim daha durağan bir hale gelmiştir. 250 myö ile 2,58 myö arasındaki bu dönemde, zaman zaman soğuk dönemler görülse de, küresel anlamda büyük bir buzullaşma oluşmamıştır (Ehlers vd., 2011). Erken Mesozoik’te (Trias Dönemi) tüm kıtaların birleşik halde bulunmasıyla ortaya çıkan süper kıta Pangea’nın iç kısımlarının çok kurak ve çöllerle kaplı olduğu düşünülmektedir. Günümüze kıyasla ortalama 10°C kadar daha yüksek olan sıcaklıklara rağmen kıtaların bir arada bulunmasından dolayı küresel deniz seviyesi düşük kalmıştır. Orta Mesozoik’te (Jura Dönemi) Pangea parçalanmaya başlamış ve bunun sonucu olarak da okyanus ortası sırtlarından kaynaklanan volkanizma nedeniyle bağıl deniz seviyesi yükselmiştir. Bu dönemde artmaya devam eden sıcaklıklara rağmen denizlerin, kıtaların sığ bölümlerini basması sonucu iklim daha nemli hale gelmiştir. Jura-Kretase geçişinde yaşanan soğumaya rağmen tam bir buzullaşma dönemi oluşmamış, Mesozoik’in sonuna doğru (Kretase Dönemi), CO2’nin günümüze oranla çok daha yüksek seviyelere çıkması nedeniyle yüzey sıcaklıkları önemli ölçüde (ortalama 27-28°C) artmaya başlamıştır. “Kretase Termal Optimumu” olarak bilinen bu dönemde deniz seviyesinin ve deniz suyu sıcaklıklarının da önemli ölçüde arttığı görülmektedir (Wilson vd., 2002). Isınma, Senozoik boyunca devam etmiş ve Eosen başında maksimuma ulaşmıştır (Eosen Optimumu). Eosen Klimatik Optimum’u sırasında kutuplar da dahil olmak üzere buzul örtülerinin bulunmayışı 18O izotop ölçümlerindeki oynamaların doğrudan sıcaklık değişimleri olarak kabul edilmesine olanak sağlamıştır (Şekil 7). Oligosen’de başlayan soğuma eğilimi ise Miyosen boyunca dönemsel olarak devam etmiştir. Miyosen sonunda Güney ve 27 Kuzey Amerika’nın birleşerek tek bir kıta halini alması sonucu Atlas Okyanusu ve Büyük Okyanus ayrışmıştır. Bunun sonucu olarak da Gulf Stream deniz akıntısı güçlenmiş ve kuzey yarımküre hızlı bir şekilde soğuyarak bugün Pleistosen Buzul Dönemi’ne geçilmiştir. Şekil 7. Son 65 my’da iklim değişimi. Veriler bentik foraminiferalarda gözlenen Oksijen izotop (∂18O) ölçümlerine dayanmaktadır (Zachos vd., 2001). Son 12 my için (sağdaki küçük kutu) Lisiecki ve Raymo (2005) tarafından verilen 18O izotop ölçümleri, Petit vd., (1999) tarafından verilen Vostok sondajından elde edilen Antarktika sıcaklık verileriyle karşılaştırılmıştır. Günümüz sıcaklığı 0°C olarak verilmiştir. 2.6. Kuvaterner Buzullaşması (2,58 möy - Günümüz) Kuvaterner Buzullaşması olarak bilinen, içinde bulunduğumuz son buzul dönemi 2,58 my önce başlamıştır. Günümüz iklimine ışık tutma potansiyelinin yüksek olması nedeniyle bu dönem aşağıda ayrı bir başlık altında detaylı olarak ele alınmıştır. 3. Kuvaterner Buzullaşmaları ve Günümüz İklimine Etkisi Genel olarak soğumayla karakterize olan yerkürenin bu son 2,58 my’lık döneminde buzul devirlerinin etkilerini son 900 by’da giderek arttırdığı görülmektedir. Önceleri 41 by’lık, daha sonraları ise 100 by’lık döngüler şeklinde kendini ifade eden buzul dönemlerinin Kuvater- 28 ner süresince toplam 21 kere tekrarlandığı hesaplanmıştır (Şekil 8). Dünya’nın güneş ve kendi etrafında dönmesi sırasında gerçekleşen ve Milankovitch Döngüleri olarak tanımlanan bu değişimler sırasında buzulların belirli aralıklarla maksimum seviyelerine ulaşması ile buzul dönemleri (glacial), nispeten daha sıcak dönemlerde geri çekilmeleri ile de ara buzul dönemleri (interglacial) oluşmaktadır. Holosen olarak bilinen son 11,7 by’dır bir buzul arası döneminden geçen dünyada hala bir önceki buzul dönemine ait kıta buzullarının kalıntıları (Antarktika ve Grönland) bulunmaktadır. Bazı buzul dönemlerinde kısa süreli (birkaç yüzyıl) ılıman ara dönemler (inter-stadial), buzul arası dönemlerde ise nispeten daha soğuk ara dönemler (stadial) de oluşabilmektedir. Kuvaterner Buzullaşması, Antarktika ve Grönland’da 3 km’yi bulan kalıcı buzul örtüleri ve Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’da benzer kalınlıklardaki buzul örtüleri ile tipiktir. Bu dönemde, diğer buzul dönemlerine benzer şekilde, suların kara buzullarında toplanmasının sonucu olarak, yaklaşık 21 by önce oluşan Son Buzul Maksimum’unda (LGM: Last Glacial Maximum) deniz seviyesinin küresel ölçekte 120 m kadar düştüğü tahmin edilmektedir. Altı bin yıl kadar önce, buzulların erimesiyle deniz seviyesi çok hızlı bir şekilde bugünkü konumuna yakın bir seviyeye geri dönmüştür. Gözlenen diğer morfolojik değişimler ise -Kanada’da olduğu gibi- çukur alanların göller tarafından doldurulması, nehirlerin akışlarının değişime uğraması ve buzul örtüsünün kalkması ile azalan basınç sonucu karaların yükselmesidir (isostatic rebound). Son 500 by’ın iklim verileri daha önceki dönemlerde olmadığı kadar detaylıdır. Bu veriler, Antarktika Vostok sondajı (2917 m’lik sondajda Şekil 8. Son 5,5 my’da bentik foraminifer kavkılarından elde edilen 18O izotop değerleri ve eşdeğer sıcaklık verileri. Soğuk dönemler MIS serilerinde çift rakamlarla, ılıman dönemler ise tek rakamlarla ifade edilmektedir (Lisiecki ve Raymo, 2005). 420 by’a ulaşan buzul delinmiştir; Petit vd., 1999) ve bundan 560 km uzakta EPICA (European Project for Ice Coring in Antarctica) sondajından gelmektedir (3190 m’lik sondajda 720 by’a ulaşan buzul delinmiştir; Augustin vd., 2004) (Şekil 9). Kuvaterner Buzul Dönemleri oluştukları zaman ve yere göre çeşitli isimler almaktadır. Örneğin, Alp Dağları’nda 200 by ile 130 by arasındaki döneme “Riss” adı verilirken, Amerika kıtasında benzer dönem “İllinoian” olarak bilinmektedir (Şekil 9). Kabaca 100 by yaşındaki, Alpler’de görülen en son buzul dönemi olan “Würm” buzullaşması ise, Amerika kıtasında “Wisconsin” olarak anılır. Buna karşın, kıtasal buzulların doğaları gereği bir önceki buzullaşmanın izlerini önemli ölçüde aşındırarak silmesi ve yeni buzul çökelleri bırakması nedeniyle günümüzde bu tür isimler fazla kullanılmamaktadır. Bunun yerine, deniz tabanında yapılan sondajlardan elde edilen Denizel İzotop Serileri (MIS: Marine Isotope Stage) gerek daha uzun yıllara inebilen eksiksiz kayıtları ve gerekse içerdikleri canlıların kavkılarından kesin yaş verilebilmesi nedeniyle çok daha yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu sistemde buzul arası dönemler tek sayılar, buzul dönemleri ise çift sayılarla belirtilmektedir. Günümüz koşullarını, yani Holosen’i 1 (MIS1) olarak kabul eden bu sisteme göre Kuvaterner içinde toplam 104 adet MIS ayırt edilmiştir (Andrews, 2000). Buzulların maksimuma ulaştığı ve deniz seviyelerinin düştüğü bu dönemlerde Avrupa kıtası İngiltere ile birleşmiş, Amerika ve Rusya arasındaki Bering Boğazı da kara olarak açığa çıkmıştır. Buzulların 40o enlemlerine kadar inmesi sonucu Pleistosen sonuna doğru, mamut gibi birçok büyük memeli de yeryüzünden silinmiştir. Kuvaterner Buzullaşması Türkiye’de önemli etkiler yaratmıştır. Buzullaşmanın sonucu olarak, İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ile bağlantısı kesilmiş ve Karadeniz bir tatlı su gölü haline gelmiştir. Holosen’de ise iklimin ısınması ile yükselen sular tekrar bu alanları tuzlu deniz suyla kaplamıştır. 29 Şekil 9. Son 450 by’daki iklim değişiklikleri (Augustin vd., 2004; Petit vd., 1999). 3.1. Erken-Orta Pleyistosen Erken Pleyistosen’de (2,58-0,781 myö) toplam 41 adet soğuk dönem tespit edilmiştir. Bunlardan sadece 14 tanesi buzullaşma çağı oluşturacak derecede önemli olup, bu dönemlerdeki denizel ∂18O‰ oranları 4,6-5,0’a kadar yükselmiştir (Ehlers vd., 2011). Erken ve Orta Pleyistosen buzul çağlarının periyotları, buzul dönemlerini kontrol ettiği kabul edilen 41 by’lık Milankovitch eksen eğikliği döngüleriyle çakışmaktadır. Milankovitch Döngüleri’ne ait 100 by’lık yörünge devinimi hareketleri, ancak 1,2 my öncesinden sonra etkili olmaya başlamış olup, bu dönem Orta Pleyistosen geçişi olarak bilinmektedir (Tziperman ve Gildor, 2003). Bu dönem içerisindeki 5 adet soğuk devirde, buzullar kutup bölgeleri dışında da geniş alanlar kaplamaya başlamıştır. Orta 30 Pleyistosen’in başlangıcında, MIS-22’de (1,03 myö) hüküm süren ve Tuna Buzullaşması olarak da adlandırılan büyük bir buzullaşma gerçekleşmiş ve bu dönemde denizel ∂18O‰ oranı 5,5’in üzerine çıkmıştır. Daha sonra, MIS-16, 12, 10, 6 dönemlerindeki Günz ve Mindel adı verilen buzullaşmalarda, bu sınırın da üzerinde değerlere sahip buzul dönemleri hüküm sürmüştür (Şekil 8). Kuzey yarımküredeki Alaska ve Kuzey Kanada’daki en eski Kuvaterner buzullaşmaları Erken Miyosen-Pleyistosen olarak tarihlendirilmiştir (Haug vd., 2005). Aynı şekilde Grönland, İzlanda ve Norveç gibi kuzey kutbuna yakın bölgelerde, Miyosen’de başlayan ve Erken Pleyistosen’e kadar devam eden buzullaşmalar görmek mümkündür. Avrupa’da, Orta Pleyistosen buzullaşmaları sadece denizel çökellerden ibarettir. O dönemde henüz dağlık bölgelerde ve Kuzey Avrupa düzlüklerinde buzullar gelişmemiştir (Ehlers vd., 2011). Güney yarımkürede ise, buzullaşma kuzeydekinden çok daha önceleri gelişmeye başlamıştır. Doğu Antarktika’da buzullaşmalar Geç Eosen-Erken Oligosen’de başlamış (Miller vd., 1987), bugünkü boyutlarına ancak Erken Pleyistosen’de (2,5 myö) ulaşmışlardır (Ingolfsson, 2004). Erken-Orta Pleyistosen geçişinde (1,20,8 myö) buzullaşmalar şiddetini ve süresini arttırarak devam etmiş, Kuvaterner’deki asıl büyük buzul çağları bu devirden sonra gelişmeye başlamışlardır. Bunun nedeni, 100 by’lık Milankovitch Döngüleri’nin etkinliklerini arttırmış olmalarıdır (Ehlers vd., 2011). Bu dönemdeki buzul çağlarından bazıları (MIS12, 10, 6 gibi) küresel çapta etkili olmaya başlamış ve buzul çökellerinin oluşturduğu yerşekilleri (morenler) çok geniş alanlar kaplamaya başlamıştır. Özellikle Kuzey Avrupa’da 780 by önce başlayan buzullaşma, alçak düzlükleri örtü gibi kaplayan ve ince taneli; Dağlık Avrupa’da ise Mindel ve Riss adı verilen buzul dönemlerinde vadi tabanları ve dağ önlerinde gelişen büyük bloklu sedimanlardan oluşmuş morenleri meydana getirmişlerdir (Husen, 2011). Benzer ve eş zamanlı buzullaşmaları Baltık Denizi’nde, Litvanya’da ve Polonya’da görmek mümkündür (Vorren vd., 2011). Alpler ve Güney Almanya’da da Orta Pleyistosen buzullaşmalarının (MIS-22) izleri görülmektedir (Giraudi, 2011). Aynı dönemde Tibet, Himalayalar, Güney ve Kuzey Amerika gibi yeryüzünün diğer bölgelerinde de büyük buzullar gelişmeye başlamıştır (Ehlers vd., 2011). 3.2. Geç Pleyistosen Geç Pleyistosen’de (126-11,7 byö) Würm olarak da bilinen iki adet büyük buzul dönemi (MIS-4 ve MIS-2) görülür (Şekil 8 ve 9). MIS-4 yaklaşık 71 byö, MIS-2 ise 24 byö meydana gelmiştir. Würm I ve Würm II buzullaşmaları sırasında, Avrupa ve birçok orta enlem bölgelerinde buzullar çok geniş boyutlara ulaşmışlardır. Kanada’nın doğusunda buzullar kıta yamacına kadar ilerlemiş, “Laurentide” ve “Cordilleran” adı verilen büyük kıta buzulları Kuzey Amerika’nın kuzeyini tamamen kaplamışlardır (Curry vd., 2011) (Şekil 10). Şekil 10. LGM dönemi buzullarının maksimum yayılım alanları. Siyah bölgeler buzul alanlarını göstermektedir (Sarıkaya, 2012). 31 Kuzey Avrupa’da ise buzullar en geniş konumlarına MIS-4’de ulaşmışlar ve Geç Kuvaterner’de buzullar Sibirya’nın kuzeyindeki Kara Deniz’ine kadar sokulmuşlardır (Vorren vd., 2011). Avrupa’nın güneyinde ise yüksek dağlarda gelişen dağ ve vadi buzulları bu dönemde yaygın bir şekilde gelişmişlerdir (Şekil 11). İtalya ve Yunanistan’da Orta Pleyistosen’de buzul izleri, Geç Pleyistosen’e göre daha belirgindir (Woodward ve Hughes, 2011). Buna karşın Romanya ve Türkiye gibi diğer Doğu Avrupa bölgelerde Geç Pleyistosen (MIS-2) buzullaşmalarına rastlanılmaktadır (Urdea vd, 2011; Sarıkaya vd., 2011). Bu farklılığın tarihlendirme yöntemlerinden mi yoksa farklı atmosferik koşullardan mı kaynaklandığı tartışmalıdır (Hughes ve Woodwards, 2008). Güney yarımküre için Geç Pleyistosen’de MIS-4’ün mü yoksa MIS-2’nin mi daha geniş alanlar kapladıkları da aynı şekilde tartışmalıdır (Ehlers vd., 2011). Şekil 11. İsviçre’nin Alp Dağları’nda geri çekilmekte olan bir dağ buzulu ile önünde gelişmiş ve üzerinde jeologların bulunduğu moren seddi. Foto: A. Çiner. LGM’deki en son buzullaşma, en şiddetli seviyelerine günümüzden 19-23 byö (ortalama olarak 21 byö) ulaşmıştır (Mix vd., 2001). Ülkemizde de izlerini gördüğümüz bu son buzullaşma günümüzden yaklaşık 14 by öncesine kadar devam etmiştir. Sıcaklıkların 32 günümüz koşullarına yaklaşmaya başladığı bu dönemde, dünya süratle kısa sürecek ve daha çok varlığını Kuzey Avrupa’da hissettirmiş Genç Dryas (Younger Dryas) denilen soğuk bir ara döneme (12,9-11,7 byö arası) girmiştir. Genç Dryas döneminde LGM sonrası eriyen buzulların özellikle Kuzey Atlantik Okyanusu’nda okyanus akıntılarını engelleyerek, Ekvatoral bölgelerden ısı transferini önlemeleri sonucu sıcaklıklar günümüze göre ortalama 12°C kadar düşmüş (Alley vd., 1993) ve bu dönemin son bulmasıyla günümüze yakın iklim koşullarının ortaya çıktığı Holosen devri başlamıştır (Carlson, 2010). 3.3. Holosen 11,7 byö Genç Dryas’ın son bulmasıyla başladığı kabul edilen Holosen buzul arası döneminde önemli bir buzullaşma meydana gelmemiş ancak kısa süreli de olsa soğuk ara dönemler oluşmuştur (Gibbard vd., 2010). Grönland Buzulu’ndan elde edilen GRIP ve GISP2 sondajları sayesinde tespit edilen 8 adet soğuk dönemden özellikle 8,2 byö oluşanı, Kuzey Amerika ve Alpler’de çeşitli boyutlarda buzullaşmalar meydana getirmiştir (Ehlers vd., 2011). Holosen’de başlayan bu ısınma nedeniyle insanlık ilk defa olarak yerleşik düzene geçebilmiş, avcı-toplayıcı toplumdan tarım toplumuna evrimleşmiştir. Geç Holosen içerisinde Küçük Buzul Çağı (Little Ice Age: LIA) olarak adlandırılan kısa süreli bir ara soğuk dönem daha meydana gelmiştir. 1550-1850 yılları arasında 300 yıl kadar devam eden bu soğuk dönem içerisinde, kutup bölgelerinde örtü buzulları ilerlemiş, dağlık bölgelerde ise vadi buzulları daha alçak bölgelere kadar inmişlerdir (Lamb, 1972). Daha çok Kuzey Avrupa ve Amerika’da etkili olan LIA buzullarını, Alpler’de, Himalaya’larda, Kayalık ve And Dağları’nda görmek mümkündür. Avrupa’da önemli kıtlık ve hastalıkların hüküm sürdüğü bu dönem, iklimin insanlığın gelişimi üzerindeki etkisini göstermesi bakımından çok önemlidir. Dağları (Zahno vd., 2009) ve Uludağ (Zahno vd., 2010) gibi çeşitli bölgelerdeki Geç Kuvaterner buzullarına ait kozmojenik yüzey yaşları ile bunların Grönland buz karotlarından (GISP2) elde edilmiş hava sıcaklıkları (Alley, 2000) ile karşılaştırmaları Şekil 12’de verilmiştir. 4. Türkiye’de Geç Kuvaterner Buzullaşmaları Türkiye’de bulunan yüksek dağların vadi ve zirvelerinde son buzul dönemine ait (özellikle son 40 by) önemli buzullaşma izlerine rastlamak mümkündür (Çiner, 2004; Sarıkaya vd., 2011). Bu alanlarda 19. yy’da Avrupalı gezginbilim adamları tarafından başlatılan çalışmalar (Örneğin, Ainsworth, 1842; Palgrave, 1872; Maunsell, 1901) daha sonra Türk araştırıcıların da katkısıyla hızlanmıştır (Örneğin, Erinç, 1944; İzbırak, 1951; Erinç, 1951, 1952, Doğu vd., 1993; 1999). Önceleri, yüzeye çıkmış kayalarda kozmojenik yollarla meydana gelen izotopların yaşlandırmalarına dayanan yöntemler, Kuvaterner yaşlı yüzeylerin tarihlendirilmesinde giderek daha fazla uygulanmaktadır. “Kozmojenik Yüzey Yaşlandırma” (Cosmogenic Surface Dating) olarak adlandırılan bu yöntemin Türkiye buzul çökellerine uygulanması sayesinde, daha önceleri, sadece, göreceli konumları, aşınma dereceleri ile toprak ve bitki örtüsünün gelişimi gibi nitel özelliklerine göre yaşlandırılan morenler, artık nicel olarak tarihlendirilmeye başlanmıştır (Örneğin, Akçar vd., 2007; 2008; Sarıkaya vd., 2008; 2009; Sarıkaya, 2009; Zahno vd., 2009; 2010; Zreda vd., 2011). Türkiye’de, Sandıras Dağı (Sarıkaya vd., 2008), Erciyes Dağı (Sarıkaya vd., 2009), Aladağlar (Zreda vd., 2011), Kaçkar Dağları (Akçar vd., 2007, 2008), Dedegöl Şekil 12. Türkiye’de çeşitli bölgelerdeki Geç Kuvaterner buzullarına ait kozmojenik yüzey yaşlarının Grönland buz karotlarından elde edilmiş hava sıcaklıkları ile karşılaştırılması. M: buzulların maksimum boyutlara ulaştığı zamanlar. Dikey gri kutular muhtemel buzullaşma sürelerini, kırmızı üçgenler LGM, lacivert kareler Geç Buzul Dönemi’ni, yeşil yuvarlaklar Erken Holosen’i, mavi eşkenar dörtgenler Geç Holosen’i temsil etmektedir (Sarıkaya vd., 2011). Türkiye’de, farklı yüksekliklerde konumlanmış 27 buzul alanı tanımlanmıştır (Şekil 13). Bu alanları üç ana bölgede toplamak mümkündür: (1) Toroslar, (2) Doğu Karadeniz kıyısı boyunca uzanan dağlar ve (3) Anadolu Platosu’ndaki yüksek dağlar ve volkanlar (Sarıkaya vd., 2011). Geç Kuvaterner buzullarının muhtemel maksimum yayılım alanları ile günümüz ve LGM daimi kar çizgilerinin karşılaştırılması Şekil 14’de verilmiştir. 33 Şekil 13. Türkiye’nin Kuvaterner buzul bölgelerinin dağılımı (Sarıkaya vd., 2011). Şekil 14. Geç Kuvaterner buzullarının muhtemel maksimum yayılım alanları ile günümüz ve LGM daimi kar çizgilerinin karşılaştırılması (Messerli, 1967; Sarıkaya vd., 2011). 34 4.1. Toros Dağları Türkiye’nin en büyük güncel buzullarını barındıran GD Toroslar’da Bobek (1940) ve Erinç (1953) tarafından yapılan çalışmalara göre, Hakkari il sınırlarındaki buzullar ile İkiyaka Dağları’ndaki Geç Pleyistosen’e (Würm) ait buzullar 1600 m yüksekliklere kadar inerek 9-10 km genişliğe ulaşmışlardır. Bunlara ait morenleri, Zap Suyu Vadisi’nde ve diğer komşu vadilerde görmek mümkündür (Erinç, 1953; Wright, 1962). Orta Toroslar’daki Geç Kuvaterner Buzulları’na yönelik çalışmalar genellikle Aladağlar ile Bolkar, Geyik ve Soğanlı Dağları’nda yoğunlaşmıştır. Özellikle Aladağlar’ın Yedigöller Platosu ve Hacer Vadisi’nde kozmojenik 36C1 izotopu kullanılarak yapılan çalışmalarda, 10,2±0,2 byö ile 8,6±0,3 byö arasında gelişen buzullara ait bazılarının yüksekliği 200 m’yi bulan 7 adet moren seddi gözlenmiştir (Zreda vd., 2011). Orta Toroslar’daki diğer bölgelerden Bolkarlar (Birman, 1968; Messerli 1967), Geyik Dağları (Çiner vd., 1999; Arpat ve Özgül, 1972) ve Soğanlı Dağları’nda da (Ege ve Tonbul, 2005) Kuvaterner Buzulları’na ait jeomorfoloji çalışmaları yapılmış olmakla birlikte, bu bölgelerde henüz sayısal yaş verisi bulunmamaktadır (Şekil 15 ve 16). Şekil 15. Bolkar Dağı’nda buzul tarafından taşınmış bir diabaz bloğu. Foto: M.A. Sarıkaya. 35 Şekil 16. Geyikdağı’ndaki tümseksi morenler. Foto: A. Çiner. Buna karşın, Batı Toroslar’da, özellikle Sandıras ve Dedegöl Dağları’nda kozmojenik yaşlandırma çalışmalarıyla elde edilen verilere göre, LGM’ye ait buzul çökellerinin, Sandıras Dağları’nda 20,4±1,3 byö (Sarıkaya vd., 2008), Dedegöl Dağları’nda ise 24,3±1,8 byö (Zahno vd., 2009) oluştukları tespit edilmiştir. Bu bölgelerde, daha sonraki Geç Buzul Dönemleri’nde de (Sandıras 16,2±0,5 byö, Dedegöl 17,7±1,4 byö ve 13,9±2,3 byö) buzullaşma izlerine rastlamak mümkündür (Şekil 17). Şekil 17. Sandıras Dağı’nda LGM’de oluşmuş bir moren ve buzulun erimesi ile meydana gelen Kartal Gölü. Foto: M.A. Sarıkaya. 36 Batı Toroslar’da Sandıras ve Dedegöl Dağları haricinde Akdağ (Onde, 1954; Doğu vd., 1999), Beydağı (Louis, 1944; Messerli, 1967), Honaz (Yalçınlar, 1954; Erinç, 1955; 1957), Barla (Ardos, 1977) ve Davraz (Monod, 1977; Atalay, 1987) Dağları’nda da Geç Kuvaterner buzullaşmaları bulunmaktadır. 4.2. Doğu Karadeniz Dağları Doğu Karadeniz Dağları’ndaki buzulların yayılımları ve zamanlaması diğer bölgeler ile benzerlikler göstermektedir. Kaçkar ve Verçenik Dağları’nda, 10Be ve 26Al kozmojenik izotopları kullanılarak yapılan yüzey yaşlandırmalarına göre, buzullar Geç Kuvaterner’de maksimum boyutlarına 21,5±1,6 byö ulaşmışlar, 15,6±1,2 byö’ye kadar da etkinliklerini korumuşlardır (Akçar vd., 2007; 2008). Bölgedeki daha genç morenler ise, 11,2±1,1 byö ve 10,0±1,1 byö depolanmışlardır (Zahno vd., 2009). Doğu Karadeniz kıyısındaki diğer bölgelerdeki Soğanlı, Bulut-Altıparmak, Karagöl, Karadağ ve Karaçal Dağları’nda da Geç Kuvaterner’e ait buzullaşma izlerine rastlamak mümkündür (Erinç, 1952; Doğu vd., 1993; Gürgen, 2003). 4.3. Anadolu’nun Yüksek Dağları ve Volkanlar Geç Kuvaterner buzullaşması, Türkiye’nin Ağrı, Erciyes, Süphan ve Uludağ gibi yüksek dağlarında da hüküm sürmüştür. Ülkenin tek güncel takke buzulunu barındıran Ağrı Dağı’nda yapılan gözlemler dağ yamaçlarının çok dik olması, morenleri oluşturacak yeterli sedimanın bulunmaması ve buzullaşma sonrası gelişen volkanik faaliyetler gibi nedenlerle Kuvaterner’e ait morenlerin korunamadığını ortaya koymaktadır (Blumenthal, 1958; Sarıkaya, 2012). Buna karşın, Türkiye’de Geç Kuvaterner buzullaşmasının izlerinin en iyi gözlemlendiği yerlerin başında, başka bir volkan olan Erciyes Dağı gelir (Şekil 18). Burada son buzul dönemine ait buzulların izlerini LGM’den itibaren görmek mümkündür. Sarıkaya vd., (2009)’un Erciyes Vadisi’ndeki iki ana vadide yaptığı çalışmaya göre, buzullar maksimum boyutlarına 21,3±0,9 byö ulaşmışlar, daha sonraları Geç Buzul Dönemi (14,6±1,2 byö), Erken Holosen (9,3±0,5 byö) ve Geç Holosen’de (3,8±0,4 byö) tekrar aktif hale gelerek bu dönemlere ait morenlerini depolamışlardır. LGM’den itibaren dört farklı buzullaşmanın izlerini gösteren Erciyes Dağı buzul vadileri (özellikle Aksu Vadisi) Türkiye’nin Geç Kuvaterner buzul kronolojisi için tip lokalite niteliğindedir. Türkiye’nin diğer tekil dağlarında da Geç Kuvaterner buzullarına ait morenler bulunmuş, bunlardan Uludağ’da yapılan kozmojenik yaşlandırma çalışmalarında, LGM buzullarının günümüzden 20,3±1,5 byö, daha sonraki dönemlerdeki buzulların ise 16,1±1,2 byö, 13,3±1,1 byö ve 11,5±1,0 byö geliştikleri belirlenmiştir (Zahno vd., 2010). Son yapılan çalışmalar, özellikle Uludağ ve Akdağ’da LGM öncesi buzullaşmaların da varlığını kanıtlar niteliktedir. Akçar (2012) Uludağ’ın KD’sunda bulunan Karagöl Vadisi’nde yaptığı çalışmada 37 byö, Sarıkaya vd., (2013) ise Akdağ’da bulunan Kuruova Vadisi’nde 40 byö çökeldikleri düşünülen moren sedleri tespit etmişlerdir. Mercan (Bilgin, 1972; Atalay, 1987; Türkünal, 1990), Esence (Atalay, 1987), Mescid (Yalçınlar, 1951), Süphan (Kesici, 2005) ve Ilgaz Dağları (Louis, 1944) ile Balık Gölü bölgesinde (Birman, 1968) de Geç Kuvaterner buzullarına ait izlere rastlanmış fakat bu bölgelerde henüz nicel yaş verisi elde edilmemiştir. 37 Şekil 18. Erciyes Buzulu ve dağın kuzeybatısında bulunan Aksu Vadisi ve buzul çökelleri (Sarıkaya vd., 2008). Özet olarak, eldeki verilerin, genel olarak, Türkiye Geç Kuvaterner buzullarının maksimum boyutlarına LGM Dönemi’nde ulaştıklarını gösterdiği söylenebilir. Türkiye’deki bu yaş verisi, küresel anlamdaki LGM zamanlaması (21 by) ile de çok uyumludur. Buna karşın Türkiye’de LGM öncesi buzullaşmalar, Uludağ (Akçar, 2012) ve Akdağ (Sarıkaya vd., 2013) haricinde bilinmemektedir. Bunun sebebi, yapılan bilimsel çalışmaların azlığı olabileceği gibi, bu dönemlere ait buzul çökellerinin daha sonradan gelen şiddetli buzullar ile aşındırılmış olması veya tamamen ortadan kaldırılması olabilir. Türkiye’nin çeşitli dağlarında görülen LGM buzullaşmalarındaki zamansal uyum, Geç Buzul Dönemi ve Erken Holosen’de görülmemektedir. Orta ve Batı Toroslar’da ise Geç Buzul Dönemi, Doğu Karadeniz Dağları’na göre birkaç bin yıl önce yaşanmıştır. Erken Holosen buzullarının izlerine ise şimdilik sadece Erciyes ve Aladağlar’da rastlanmıştır. Giderek artan 38 buzul çalışmaları ve kozmojenik yaşlandırma uygulamalarıyla, diğer bölgelerine ait yaş verileri elde edildikçe, Türkiye’nin Geç Kuvaterner buzul yayılım alanları ve zamanlamaları ile bunlardan elde edilen iklim verileri daha belirgin hale gelecektir. 5. Son 25 by’da Türkiye’deki İklim Değişiklikleri 5.1. LGM (20-25 byö) Doğu Akdeniz havzasından elde edilen çeşitli iklimsel verilere göre, LGM dönemindeki iklim günümüzden daha soğuktur (Robinson vd., 2006). İsrail’de bulunan Soreq Mağarası’ndaki sarkıt ve dikitlerde kaydedilen 18O ve 13C izotop değerleri, son 25 by’lık dönemde en soğuk dönemin LGM’e denk geldiğini göstermektedir (Bar-Matthews vd., 1997). Mağara çökellerindeki sıvı kapanımlarından yola çıkarak, bu dönemdeki hava sıcaklıklarının 8°C ile 12°C arasında olduğu tespit edilmiştir (McGarry vd., 2004). Bu kadarlık bir soğuma, günümüz değerlerinden yaklaşık 6-10°C daha soğuk bir iklime karşılık gelmektedir. Benzer sıcaklıklar, Akdeniz’de yapılan denizel sondajlardan da hesaplanmıştır. Emeis vd., (2000) tarafından Levant Havzası’ndaki derin deniz sondajlarından elde edilen alkenone ve 18O izotop değerleri, Akdeniz deniz suyu sıcaklıklarının LGM döneminde 12°C civarında olduğunu belirtmektedir. Öte yandan, Ege Denizi’nde planktonik foraminiferlerden elde edilen sıcaklıklar günümüzden 6-8°C daha soğuk bir iklime karşılık gelmektedir (Hayes vd., 2005). Bunun yanısıra çeşitli iklim verileri kullanılarak yapılan bilgisayar modellemeleri, Güney Avrupa’da sıcaklıkların 8-11°C (Barron vd., 2004), Anadolu’da ise 10-12°C (Robinson vd., 2006) daha soğuk olduğunu göstermektedir. Uludağ, Sandıras Dağı, Erciyes Dağı, Kaçkar Dağları ve Cilo Dağı’ndaki sıcaklık ve yağış durumaları Şekil 19’da verilmiş olmasına karşın LGM yağış oranları konusunda 2 farklı veri/yorum bulunmaktadır. Yaygın soğuk step bio-kütlesi ve ağaçların bulunmayışı (ender polen verileri) kurak bir iklime işaret ederken, yüksek göl seviyeleri daha nemli bir iklime işaret etmektedir. Bu tezat nedeni ile sadece sıcaklık verileri (8-11°C daha soğuk) LGM nem koşullarını belirlemede kullanılmıştır. Buna göre Sandıras Dağı günümüze göre 2 misli, Kaçkar Dağları çok daha kurak, iç bölgeler ise günümüze benzer nem seviyeleri göstermektedir (Sarıkaya, 2009). Özetle, LGM döneminde hesaplanan sıcaklık değerleri birbirleri ile genellikle uyumludur ve bu dönemde Türkiye’deki iklimin günümüzden 8-11°C daha soğuk olduğu söylenebilir. Şekil 19. Türkiye dağlarında gözlenen LGM ile Doğu Akdeniz’de gözlenen LGM’nin sıcaklık ve yağış durumlarının karşılaştırılması (Sarıkaya, 2009). LGM’de hava sıcaklıklarında görülen bu uyum, aynı dönemdeki yağış koşullarını belirten iklimsel kayıtlarda görülmemektedir. Bu dönemde havanın daha kurak olduğunu belirtenler olduğu gibi daha yağışlı olduğunu iddia eden araştırmacılar da bulunmaktadır. Van Zeist vd., (1975)’e göre step tarzı bitki örtüsü ve ağaçların seyrekleği, bu dönemde Akdeniz havzasındaki havanın günümüze göre nispeten daha kuru ve soğuk olduğunu göstermektedir. Elenga vd., (2000)’in pollen çalışmalarına göre Avrupa’nın güneyi ile kuzey Afrika’da bu dönemde kuru bir iklimin hüküm sürdüğü tespit edilmiştir. Eski Acıgöl (Jones vd., 2006) ve Soreq Mağarası’nda (Bar-Matthews vd., 1997) yapılan izotop çalışmaları da LGM’de havanın daha kurak olduğunu belirtir. Buna karşın, Orta Anadolu’daki bazı göllerin (Roberts, 1983; Kuzucuoğlu vd., 1999; Roberts vd., 1999; 2001; Jones vd., 2007) ve Ölüdeniz’in (Neev ve Emery, 1967; Begin vd., 1974) günümüzden daha yüksek olan su seviyeleri, bu dönemde havanın daha yağışlı olduğunun işaretleridir. Ancak su seviyelerinin yüksek olmasının, yağışın fazlalığından mı yoksa soğuk hava koşulları 39 ile azalan buharlaşma ve artan bulutluluk oranlarından mı kaynaklandığı henüz net olarak belirlenememiştir. Bu arada, LGM döneminde göl seviyelerinin 24 byö’ye kadar yüksek kaldığı, ondan sonraki dönemde ise giderek azaldığını belirtmekte fayda vardır (Tzedakis, 2007). Anadolu’daki LGM dönemi buzullarının fiziksel modellemelerinden elde edilen veriler ışığında, bu dönemde sıcaklıkların 8-10°C daha düşük, yağış koşullarının ise Anadolu’nun güneyinde, özellikle GB Toroslar’da bulunan dağlarda günümüzden yüksek, kuzeyde bulunan dağlarda (Doğu Karadeniz Dağları) ise daha düşük olduğu sonucuna ulaşılmıştır (Sarıkaya, 2009). Sandıras Dağı’ndaki LGM dönemi buzulları, günümüzden iki kat daha fazla yağış koşullarında oluştuğu öngörülmektedir (Sarıkaya vd., 2008). Aynı dönemde Doğu Karadeniz Dağları’ndaki buzullar (Akçar vd., 2006) Karadeniz’in soğuması ve buharlaşmanın azalmasıyla gelişen kurak şartlarda gelişmiş olmalıdırlar (Sarıkaya, 2009). lerde organik malzeme miktarı göreceli olarak artmıştır. “Henrick Olayları” olarak adlandırılan ve organik malzemenin bol olduğu denizel çökellere karşılık gelen Geç Buzul Dönemi’nde, Anadolu’nun birçok dağında buzullar zaman zaman duraylı kalarak, geri çekilmelerini sürdürmüşlerdir. Bu dönemde derin deniz sedimanlarında bulunan ve çok dayanıklı bir organik madde olan alkenonlardan elde edilen deniz suyu sıcaklıkları 14,5°C civarındadır. Bu da günümüzden yaklaşık 3-5°C daha soğuk bir iklime karşılık gelmektedir (Gogou vd., 2007). 5.2. Geç Buzul Dönemi (14-15 byö) LGM döneminde hüküm süren soğuk hava şartları, buzulların çok büyük boyutlara ulaşmalarını sağlamıştır ve buna bağlı olarak buzullar dağların yüksek kesimlerine geri çekilmişlerdir. LGM sonrası dönemde, hava sıcaklıklarının yükselmesinde zaman zaman duraksamalar olmuş, bu ara dönemlerde buzullar ya bir süre pozisyonlarını korumuş ya da hafifçe ilerlemişlerdir. Sıcaklıklarının nispeten soğuk ama sakin bir eğilim izlediği LGM’den sonra, genel olarak buzulların eriyerek küçüldüğü bu dönemde, eriyen buzullardan akan sular Akdeniz ve Karadeniz havzalarında kırıntılı sediman girişini arttırmış, buna bağlı olarak takip eden dönem- 40 Şekil 20. Erciyes buzulunun son 25 by’lık dönem içinde fiziksel modellemesi. LGM, Geç Buzul (LG), Erken Holosen (EH) ve Geç Holosen (LH) dönemi buzullarının uzunluklarına göre gerekli olan sıcaklık düşüşleri (yatay eksen) ve yağış çarpanları (düşey eksen) verilmiştir. Kalın siyah çizgilerle sınırlandırılmış koşullar, buzulların oluşması için gereken en uygun iklimsel koşulları yansıtmakta olup sağ üst köşede tam model çıktısı sunulmuştur (Sarıkaya vd., 2009). Kızıldeniz’de kaydedilen deniz suyu sıcaklıkları da benzer değerlere sahiptir (Arz vd., 2003). Eriyen buzul sularının nispeten ılık deniz suyuna karışması (Cacho vd., 1999) iç denizlerde buharlaşma miktarlarını düşürmüş ve bağıntılı olarak karasal bölgelerde yağışı olumsuz etkilemiştir (Kwiecien vd., 2009). Bu dönemde gerçekleşen Doğu Avrupa (Bartov vd., 2003) ve Anadolu’daki (Harrison vd., 1996) alçak göl seviyeleri Henrick-1 dönemindeki kurak koşullar ile açıklanabilir. Buna karşın, Acıgöl sondajlarından (Jones vd., 2006) ve Soreq Mağarası’ndan (Bar-Matthews vd., 1997) elde edilen bulgular, Geç Buzul Dönemi’nde hava koşullarının daha yağışlı olduğunu göstermektedir. Özet olarak, Geç Buzul Dönemi’nde hava sıcaklıkları günümüze göre daha düşük, yağış koşulları ise değişiklik arz etmekle birlikte günümüzden %50 daha fazladır. Erciyes buzulunun modellemesiyle elde edilen verilere göre, bu dönemde buzulların oluşması için sıcaklıkların 4,5-6,4°C daha düşük olması gerekmektedir (Şekil 20). 5.3. Erken Holosen Dönemi (8-10 byö) Erken Holosen Dönemi, son 25 by’lık dönem içinde genellikle en yağışlı dönemi ifade eder. Akdeniz havzasında yapılan çalışmalar sıcaklıkların günümüz koşullarına eriştiğini, ama yağış koşullarının günümüzden daha yüksek olduğunu belirtmektedir (Robinson vd., 2006). Bu bulguları destekleyen pek çok karasal ve denizel veri mevcuttur. Örneğin, Suriye’deki Ghab vadisinde fıstık ve meşe polenlerinin artması (Rossignol-Strick, 1995) ve İsrail kıyılarındaki eski toprak oluşumları (Gvirtzman ve Wieder, 2001) yüksek yağış koşullarıyla açıklamaktadır. Erken Holosen’deki ılık ve yağışlı koşullar Akdeniz’in daha batı bölgelerinde de mevcuttur. Örneğin Sicilya Adası’nda sarkıtlar (Frisia vd., 2006) ve gölsel karbonatlardan (Zanchetta vd., 2007) elde edilen, günümüzden 7-8 byö’ye ait yaş değerleri, yağışlı ve soğuk kış koşullarını ifade etmektedir. Bar-Matthews vd., (1997)’nin Soreq Mağarası’ndan elde ettiği izotop oranları, Erken Holosen’in (7-10 byö) günümüzden iki kat daha yağışlı ve 3°C kadar daha soğuk olduğunu belirtir. Birçok Akdeniz gölü, Genç Dryas’daki gerilemesinden sonra (Frumkin vd., 1994) Erken Holosen’e gelindiğinde yüksek seviyelerine geri dönmüştür (Harrison vd., 1996). Bunlardan, Zeribar ve Van Gölleri’nde yapılan çalışmalar (Landmann ve Reimer, 1996; Wick vd., 2003), Holosen’in ilk yarısında iklimin günümüzden daha yağışlı olduğunu göstermektedir (Jones ve Roberts, 2008). Eski Acıgöl’den elde edilen izotop değerleri, Erken Holosen’de (11 byö) yağışın günümüzden %40 daha fazla olduğunu gösterir (Roberts vd., 2008; Jones vd., 2007). Gölhisar Gölü’nden elde edilen duraylı izotop verileri de, Erken Holosen (10,68,9 byö) ikliminin daha yağışlı olduğunu belirtmektedir (Eastwood vd., 2007). Erken Holosen’de ülkemizde özellikle Aladağlar’da görülen büyük çapta buzullaşmalar, Türkiye Geç Kuvaterner’i için beklenmedik yeni bir bulgudur. Yapılan buzul modellemeleri 15 km uzunluğu bulan Hacer Vadisi buzulunun erimesinin özellikle son 500 yılında hızlandığı ve 1,44°C/yy’lık bir hıza eriştiği yönündedir (Zreda vd., 2011). Aynı model buzulun erimesi sırasında 9°C’yi bulan hızlı bir ısınmanın gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Olasılıkla yerel etmenlerin etkisi ile gerçekleşen bu ısınma değerleri Genç Dryas (Kerschner vd., 2000) ve Erken Holosen (Kerschner vd., 2003; Kelly vd., 2004; Hughes, 2007) için öngörülen <3,5°C’ye göre oldukça fazladır. Buna karşın 20. yy’da gerçekleşen yaklaşık 1°C’lik sıcaklık artışının (IPCC, 2007) bile üzerinde gerçekleşen bu ısınma, Türkiye için yerel de olsa anılan dönemle ilgili önemli bir veri kaynağı oluşturmaktadır. 41 5.4. Geç Holosen (Yeni Buzul Dönemi) (4 byö) Geç Holosen’de yapılan iklim çalışmalarının büyük bir çoğunluğu sıcaklık ve yağış koşullarının günümüz koşullarına yaklaştığını belirtmektedir. Bu dönemde Doğu Akdeniz’deki göl seviyeleri yüksek olmasına rağmen (Frumkin vd., 1994), İberya, Balkanlar ve Anadolu’da (Harrison vd., 1996) düşük göl seviyeleri gözlenmektedir. Holosen’in ikinci yarısında (5 byö) Gölhisar Gölü’nden elde edilen 18O ve 13C izotop değerleri kurak iklim koşullarını ifade etmektedir (Eastwood vd., 2007). Jones vd., (2007) ise son 1500 yıllık zaman diliminde Eski Acıgöl’deki yağış koşullarının modern değerlere ulaştığını rapor etmişlerdir. Jones vd., (2007)’ye göre bu dönemde yağış koşulları günümüze göre %12 daha fazla veya %13 daha kurak olmalıdır. Geç Holosen Erciyes buzullarının modellemesi ile elde edilen iklim koşulları ise 2,4-3°C’lik bir sıcaklık düşüşünü ve hemen hemen günümüz şartlarında bir yağışı gerektirmektedir (Şekil 21). 6. Türkiye’nin Güncel Buzulları ve İklimsel Değişimler Türkiye’deki buzullar 20. yy’ın başından beri, iklim değişikliğine bağlı nedenlerden dolayı önemli bir gerileme içindedirler (Şekil 22). En hızlı geri çekilme GD Toroslar Bölgesi ve Doğu Karadeniz Dağları’nda bulunan buzullarda gözlenmekte olup, ortalama gerileme hızı bu bölgelerde sırasıyla yılda 27,2 m/yıl ve 11,1 m/yıl’dır (Sarıkaya, 2011). Sözkonusu bölgelerde belirlenen buzul gerileme hızları, Erciyes (4,2 m/yıl) ve Süphan (7,2 m/yıl) gibi volkanik dağlardakinden daha fazladır. Ağrı Dağı’ndaki takke buzulu da 1976’dan beri toplam buzul alanının %30’unu kaybetmiştir (Sarıkaya, 2011). 42 Olasılıkla Türkiye’nin en uzun süredir gözlenen buzulu olan ve Erciyes Dağı’nın zirvesinin kuzeye bakan dik yamacında bulunan “Erciyes Buzulu”, Sarıkaya vd., (2003, 2009) tarafından yapılan ölçümlere göre, yaklaşık 0,055 km2’lik bir alan kaplamaktadır. Buzul, 3650 m yükseklikte derin buz yarıkları ile başlamakta ve 260 m uzunluğa erişerek 3450 m’de son bulmaktadır. Erciyes Buzulu ilk olarak Arnold Penther tarafından 1902 yılında ziyaret edilmiştir. Penther yaptığı çalışmada buzula ait bazı fotoğraflar yayınlamış ve buzulun uzunluğunu yaklaşık 700 m olarak belirtmiştir (Şekil 23). Penther (1905)’e göre buzul dili yaklaşık 3180 m’de son bulmaktadır. Daha sonraları Bartsch (1935), Erinç (1952), Klaer (1962), Messerli (1964), Güner ve Emre (1983), Sarıkaya vd., (2003; 2009) Erciyes Buzulu’na ait uzunluk ve dil yüksekliklerini ölçmüşlerdir. Buna göre, 1902-2008 yılları arasında Erciyes Buzulu yaklaşık olarak yılda 4,2 m geri çekilmiştir. Buzulun son yüzyıldaki geri çekilme miktarından yola çıkılarak yapılan iklimsel modellemelerden elde edilen hava sıcaklık artışı ile (Sarıkaya vd., 2009) son yüzyıldaki küresel ısınma artışı olan yaklaşık 1°C (IPCC, 2007) uyumlu gözükmektedir. Şekil 21. Son 25 by’lık dönemde Orta Anadolu’da öngörülen iklim değişiklikleri. Siyah kutular Sarıkaya vd., (2009)’un Erciyes buzulu modellemesini, açık gri ve koyu gri kutular ise sırasıyla, Soreq Mağarası (Bar-Matthews vd., 1997) ve Eski Acıgöl (Jones vd., 2007) verilerini göstermektedir. (Kaynak: Sarıkaya vd., 2009). Şekil 22. Türkiye’deki güncel buzul uzunluğunun yıllara göre değişimi (Sarıkaya, 2011). Şekil 23. Erciyes Buzulu’nun son yüzyıldaki gerilemesi. İçi boş daireler farklı tarihlerdeki fotoğraflar üzerindeki deneştirme noktalarını göstermektedir (Sarıkaya vd., 2008). 43 7. Gelecekte İklim Nasıl Olacak? İklim değişikliği konusuyla ilgilenen araştırmacıların önemli bir kesimi, yerküre ikliminde özellikle 1950’lerden sonra görülen hızlı değişimin, fosil yakıtları kullanarak CO2 ve diğer sera gazlarını atmosfere salan insanoğlundan kaynaklandığını öne sürmektedirler. Günümüz atmosferinde, endüstriyel dönem öncesine kıyasla üçte bir oranında daha fazla CO2 (1750 yılında 280 ppm olan atmosferdeki CO2 yoğunluğu 2005 yılı itibarı ile 370 ppm’dir) ve iki kat daha fazla metan gazı bulunmaktadır. Her ne kadar özellikle kömür ve petrol tüketimi iklim değişikliklerinin en önemli nedenleri olarak gösterilse de, sera etkisinin oluşumuna ağaçsızlandırma, atıkların bozulması, gübre ve çimento üretimi, çiftlik hayvanlarının artması gibi çok farklı etken de katkı sağlamaktadır. İklim değişiminin en önemli gözle görülebilir etkileri arasında buzullarda görülen değişimler gelmektedir. Kutuplardaki buzullar her 10 yılda yaklaşık %8 oranında alan kaybına uğramakta, kara buzulları da dünya genelinde erimeye devam etmektedir. Dünya genelinde buzulların erime ağilimleri gelişmiş teknolojiler sayesinde neredeyse günlük olarak takip edilir hale gelmiştir. Gözlemler, koparak veya eriyerek denize ulaşan buzulların ve dolayısıyla suyun oran olarak %40’ının Antarktika ve Grönland kıta buzullarından, geriye kalan %60’ının ise vadi buzulları ve takke buzullarından (Ağrı Dağı gibi) geldiğini ortaya koymaktadır (Meier vd., 2007). Ülkemizde bulunan vadi buzullarında yapılan ölçümler ve gözlemler (Erciyes ve Ağrı Dağları gibi) dünyadaki eğilime paralel olarak erimenin giderek artan bir şekilde devam ettiğini net olarak ortaya koymaktadır (Sarıkaya vd., 2009; Sarıkaya, 2012). 44 Isınmanın bir başka etkisi de Sibirya ve Kanada’nın kuzeyinde çok geniş alanlar kaplayan donmuş toprakların (permafrost) çözülmeye başlaması ile metan gazının açığa çıkmasıdır. CO2’den 20 kat daha etkili bir sera gazı olarak bilinen metan gazının bu kontrolsüz açığa çıkması insanlığı bekleyen önemli bir sorundur. Gelecekte de -tıpkı geçmişte olduğu gibiiklimdeki değişikliklerin devam edeceği açıktır. Bugün atmosferde fazladan bulunan sera etkisi yaratan gazların yoğunluklarının aynı seviyede tutulabilmesi için bile 100 ile 300 yıl arasında bir zamana ihtiyaç bulunmaktadır. Sıcaklığın dengelenmesi için ise birkaç yüzyıl gerekmektedir. Deniz seviyesinin de yükselmeye devam edeceği, 2100 yılına kadar deniz seviyesinin 23 ile 43 cm arasında yükseleceği öngörülmektedir (IPCC, 2007). Antarktika ve Grönland’daki buzulların tamamen erimesi durumunda ise küresel deniz seviyesinin 12 m artacağı matematiksel bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilinen bir diğer gerçek de, gelecekteki iklimin atmosfere salınan gaz miktarı ile yakından ilgili olmasıdır. Fosil yakıtlardan mümkün olduğunca kısa sürede vazgeçilmesi ve yeni ve alternatif enerjilere yönelinmesi durumunda bugün 400 ppm civarında olan CO2 yoğunluğunun 2100 yılına kadar 450 ppm civarında tutulabilme olasılığı halen mevcuttur (USGCRP, 2009). Tersi durumda ise içinde bulunduğumuz yüzyılın sonuna doğru CO2 yoğunluğunun 1.000 ppm’ye çıkması kaçınılmaz olacaktır. Benzer bir şekilde atmosferdeki CO2 yoğunluğunun son 800 by’da çevrimsel olarak ve düzenli bir şekilde nasıl değiştiğini ve endüstiyel katkının sonuçlarını da görmek mümkündür (Şekil 24). Antarktika’daki buzul sondajlarından elde edilmiş buz örneklerinin içindeki o günün atmosferik koşullarını içeren hava kabarcıklarından elde edilmiş 18O izotopu verileri bu süre içinde CO2 yoğunluğunun doğal nedenlerle 170 ile 300 ppm arasında ve 100 by’lık çevrimler halinde (buzul-bu- zul arası dönemleri) değiştiğini göstermektedir. 2008 yılı itibarı ile 385 ppm olan CO2 salınımının, insanlığın bu oranları az veya daha çok arttıracağı üzerine kurulmuş çeşitli senaryolara bağlı olarak 550-900 ppm arasında değiştirebileceğini ortaya koymaktadır. (Lüthi vd., 2008). Şekil 24. Antarktika buzul sondajlarından elde edilmiş verilere dayanan son 800 by’a ait CO2 yoğunlukları ve 2100 yılında oluşabilecek alternatif CO2 salınım senaryoları (Lüthi vd., 2008). Gelecek iklimlere CO2 salınım oranları yerine sıcaklık değişimleri açışından baktığımızda ise karşımıza benzer bir tablo çıkmaktadır. Ağaç halkaları, mercan resifleri ve buzul uzunlukları gibi veriler kullanılarak elde edilmiş sıcaklık senaryolarına göre (IPCC, 2000; 2007, Chapman ve Davis, 2010), 21. yy’da küresel sıcaklığın 1ºC ile 4ºC arasında artabileceğini ve bu değişimin son 10 by’da gözlemlenen değişimlerden daha hızlı olacaktır (Şekil 25). Eldeki veriler son bin yılda nispeten uyumlu bir şekilde giden sıcaklıkların, endüstriyel dönemin ve aletli sıcaklık ölçümlerin başladığı 1850’li yıllardan itibaren hızlı bir şekilde arttığını göstermektedir. 45 mektedir. İçinde bulunduğumuz son 11 by’dır devam eden Holosen buzul arası ılıman dönemin en azından bir 10 by ve belki 15 by kadar daha devam edeceği geçmiş buzul-ara buzul dönemlerinin bir çıkarımı olarak karşımızdadır. Bu süreç içinde doğal sebeplerin etkisinin yanı sıra insanlığın rolünün ne olacağını tahmin etmek de önemli bir soru olarak durmaktadır. 8. Sonuç ve Öneriler Şekil 25. 21. yy sıcaklık senaryoları (IPCC, 2000; 2007, Chapman ve Davis, 2010). Kesik siyah çizgi son yüzyılların ortalaması olan 1,1°C’yi temsil etmektedir. Şekil 25’te 2000 yılı temel alınarak IPCC (2007) tarafından yapılan senaryolar 0°C’yi temsil eden noktalı çizginin üzerinde çeşitli renklerle gösterilmiştir. Buna göre sarı çizgi ile ele alınan senaryo (C3) tüm dünyada CO2 salınımı birden bire durdurulsa bile -ki bu olasılık tamamen imkansızdır- okyanusların termal süredurumu (thermal inertia) nedeni ile sıcaklık artışının devam edeceğini ortaya koymaktadır (Matthews ve Weaver, 2010). A2 senaryosu ise, 2100 yılında dünya nüfusunun 15 milyar kişiyi bulması halinde sıcaklık artışının 4°C, 7 milyarda kalması ve fosil ve yenilenebilir yakıtların birlikte kullanılması halinde (A1B senaryosu) ise 2,5°C olacağını öngörmektedir. B1 senaryosu ise 7 milyarlık bir nüfusun çok daha etkin bir yenilenebilir enerji tüketimi üzerine kurulmuş olup, bu durumdaki sıcaklık artışı 2°C’nin de altında kalmaktadır. Bu iyimser senaryo bile geçmiş yüzyıllarda şahit olduğumuz (20. yy’daki sıcaklık artışı 1°C civarındadır) sıcaklık artışının neredeyse 2 katıdır. Tüm bu rakamların ortalama değerler olduğu ve yüksek enlemlerde sıcaklık artışının 3 katına kadar çıkabileceği gerçeği de gözardı edilmemelidir (Chapman ve Davis, 2010). Uzun dönemde ise iklimin ne şekilde değişeceğini kestirmek daha da zor gözük- 46 Yerkürenin 4,6 milyar yılı bulan geçmişinde çeşitli doğal nedenlerle gerçekleşen iklim değişiklikleri kendini en belirgin şekilde geçmişte gerçekleşmiş buzul dönemleri ile belli eder. Oluşumundan bu yana en az 5 adet önemli buzul dönemi geçiren dünyamız son 2,56 my’dır her biri 100 by kadar süren buzul ve daha kısa süreli ara buzul dönemlerinin çevrimlerinden oluşan Kuvaterner Buzul Dönemi içinde bulunmaktadır. Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’nin Toroslar ve Doğu Karadeniz Dağları ile yüksek volkanlarında da buzullarının günümüzden 2025 byö (LGM) maksimum boyutlarına ulaştıkları bilinmektedir. Kozmojenik yüzey yaşlandırması yönteminin Türkiye’deki buzul çökelleri (moren) üzerinde uygulanması sonucu elde edilen nicel veriler ve gerçekleştirilen modellemeler LGM’de iklimin günümüzden 8-11°C daha soğuk olduğunu ortaya koymaktadır. Çeşitli göl, foraminifera ve mağara çökellerinden elde edilen izotop verileri ile bilgisayar modellemeleri de benzer bir sıcaklık aralığına işaret etmektedir. LGM’yi takip eden dönemlerde sıcaklıklar göreceli olarak yükselmiş ve buzullar dağların yüksek kesimlerine geri çekilmişlerdir. Buna göre Geç Buzul Dönemi’nde (14-15 byö) sıcaklıklar günümüze göre daha soğuk, yağış koşulları ise daha kuraktır. Erciyes buzulunun modellemesinden elde edilen veriler bu dönemde sıcaklıkların 4,5-6,4°C daha düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Takip eden Erken Holosen Dönemi ise (8-10 byö), son 25 by’ın en yağışlı (günümüze göre 2 misli kadar) ve sıcaklıkların 3°C kadar daha düşük olduğu bir zaman aralığıdır. Aladağlar’da bulunan Hacer Vadisi’ndeki buzul çökellerinden elde edilen veriler ise sıcaklıkların bu dönem içinde çok hızlı bir bir şekilde yükseldiğini göstermektedir. Olasılıkla yerel ve tamamen doğal sebepler nedeniyle gerçekleşen ve model sonuçlarına göre 1,44°C/yy hızına ulaşan ısınma, 20. yy’da gerçekleşen ve insanlığın CO2 gibi sera etkisi yapan gazları atmosfere salması sonucu ortaya çıkan 1°C’lik sıcaklık artışının bile üzerindedir. Geç Holosen Dönemi’nde (4 byö) ise sıcaklık ve yağış koşulları günümüz koşullarına yaklaşmıştır. Erciyes buzulunun modellemesinden elde edilen iklim koşulları 2,4-3°C’lik bir sıcaklık düşüşünü ve hemen hemen günümüz şartlarında bir yağışı öngörmektedir. Günümüzde ise iklim değişiminin buzullar üzerindeki etkisi artık gözle görülebilecek düzeye varmış olup kutuplardaki buzullar her 10 yılda yaklaşık %8 oranında alan kaybına uğramaktadır. Her ne kadar dünyamız geçmişte doğal sebeplerle iklim değişikliklerine maruz kalmış olsa da, endüstriyel devrimin başından beri fosil yakıtları kullanarak, CO2 ve diğer sera etkisi yaratan gazları atmosfere salmaya giderek artan bir şekilde devam eden insanoğlunun bu davranış biçimini acilen gözden geçirmeye ihtiyacı vardır. Özellikle tropik bölgelerde sıcaklıkların artması sonucu su sıkıntısının ciddi boyutlara ulaşması, tropik hastalıkların artması, çölleşme ve insan topluluklarının iklimsel nedenlerle göçe maruz kalmaları günümüzün en önemli sorunları arasına girmiş bulunmaktadır. Sadece 300 yıl öncesine kıyasla 12 misli artmış olan insan sayısının ve bu insanların gittikçe artan enerji ihtiyacı düşünüldüğünde bu eğilimin sonsuza kadar bu şekilde gitmeyeceğini artık insanlığın anlaması ve harekete geçmesi gerekmektedir. Bunun için Kyoto protokolü örneğinde olduğu gibi, ülkeler biraraya gelerek -yeterli olmaktan uzak da olsa- ilk adımları atmış bulunmaktadırlar. Bu adımların daha da artan ivmelerle ve kesintisiz olarak devam ettirilmesi gerekmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de konu ile ilgili, yavaş da olsa, bir bilinçlenmenin oluşmaya başladığı görülmekle beraber daha proaktif politika ve eylemlere ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Günümüzde iklim bilimciler yaşanmakta olan iklim değişimini durdurmanın veya tersine döndürmenin mümkün olmadığını kabul etmekle birlikte sera etkisi yapan gazların salınımının azaltılmasının küresel ısınmayı yavaşlatılabileceği ve böylece insanlar da dahil olmak üzere tüm canlıların bu duruma ayak uydurabileceklerini ümit etmektedirler. Katkı Belirtme Bu çalışmaya konu olan fikirlerin gelişmesi ve nicel buzul verilerinin Türkiye’de ilk defa olarak elde edilmeye başlanması 2000 yılından beri desteğini gördüğümüz TÜBİTAK projeleri (101Y002, 107Y069, 110Y300 ve 112Y139) sayesinde olmuştur. Yazarlar ayrıca bizi bu makaleyi yazmaya davet eden ve yapıcı önerileri ile kalitesini yükselten Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger’e teşekkür ederler. 47 Kaynaklar Ainsworth, W.F., 1842. Travels and researches in Asia Minor, Mesopotamia. Chaldea and Armenia. J.W. Parker, London. Akçar, N., 2012. Quaternary glaciations at Uludag Mountain (NW Turkey). Quaternary International, 279-280, 13. Akçar, N., Yavuz, V., Ivy-Ochs, S., Kubik, P.W., Vardar, M., Schluchter, C., 2007. Paleoglacial records from Kavron Valley, NE Turkey: Field and cosmogenic exposure dating evidence. Quaternary International, 164-165, 170-183. Akçar, N., Yavuz, V., Ivy-Ochs, S., Kubik, P.W., Vardar, M., Schluchter, C., 2008. A case for a downwasting mountain glacier during Termination I, Verçenik Valley, Northeastern Turkey. Journal of Quaternary Science, 23(3), 273-285. Alley, R.B., 2000. The Younger Dryas cold interval as viewed from central Greenland. Quaternary Science Reviews, 19, 213-226. Alley, R.B., Meese, D.A., Shuman, A.J., Gow, A.J., Taylor, K.C., Grootes, P.M., White, J.W.C., Ram, M., Waddington, E.D., Mayewski, P.A., Zielinski, G.A., 1993. Abrupt accumulation increase at the Younger Dryas termination in the GISP2 ice core. Nature, 362, 527-529. Andrews, J.T. 2000. Dating Glacial events and correlation to global climate change, in Quaternary Geochronology: Methods and Applications, AGU Ref. Shelf, vol. 4, edited by J. S. Noller, J. M. Sowers, and W. R. Lettis, AGU, Washington, D. C., 447-455. Ardos, M., 1977. Barla Dağı civarının jeomorfolojisi ve Barla Dağı’nda Pleistosen glasyasyonu. İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, 20-21, 151-168. Arpat, E., Özgül., N., 1972. Orta Toroslar’da Geyik Dağı yöresinde kaya buzulları. MTA Bülteni, 80, 30-35. Arz, H.W., Lamy, F., Patzold, J., Muller, P.J. and Prins, M., 2003. Mediterranean moisture source for an early-Holocene humid period in the northern Red Sea. Science, 300(5616), 118-121. Atalay, I., 1987. Türkiye Jeomorfolojisine Giriş, Ege Üniversitesi Yayınları, İzmir. Augustin, L., Barbante, C., Barnes, P.R., Barnola, J.M., Bigler, M., Castellano, E., Cattani, O., Chappellaz, J., Dahl-Jensen, D., Delmonte, B., Dreyfus, G., Durand, G., Falourd, S., Fischer H., Flückiger, J., Hansson, M.E., Huybrechts, P., Jugie, G., Johns, S.J., Jouzel, J., Kaufmann, P., Kipfstuhl, J., Lambert, F., Lipenkov, V.Y., Littot, G.C., Longinelli, A., Lorrain, R., Maggi, V., Masson-Delmotte, V., Miller, H., Mulvaney, R., Oerlemans, J., Oerter, H., Orombelli, G., Parrenin, F., Peel D.A., Petit, J.R., Raynaud, D., Ritz, C., Ruth, U., Schwander, J., Siegenthaler, U., Souchez, R., Stauffer, B., Steffensen, J.P., Stenni, B., Stocker, T.F., Tabacco, I.E., Udisti, R., Van de Wal, R.S., Van den Broeke, M., Weiss, 48 J.,Wilhelms, F., Winther, J.G., Wolff, E.W., Zucchelli, M., 2004. Eight glacial cycles from an Antarctic ice core, 429, 623-628. Bar-Matthews, M., Ayalon, A., Kaufman, A., 1997. Late Quaternary paleoclimate in the Eastern Mediterranean region from stable isotope analysis of speleothems at Soreq Cave, Israel. Quaternary Research, 47, 155-168. Barron, E.J., van Andel, T.H., Pollard, D., 2004. Glacial environments II, reconstructing the climate of Europe in the last Glaciation. in: van Andel, T.H., Davies, S.W. (Eds.), Neanderthals and Modern Humans in the European Landscapes during the Last Glaciation. McDonald Institute for Archaeological Research, Cambridge, 57-78. Bartov, Y., Goldstein, S.L., Stein, M. and Enzel, Y., 2003. Catastrophic arid episodes in the Eastern Mediterranean linked with the North Atlantic Heinrich events. Geology 31(5), 439-442. Bartsch, G., 1935. Das gebiet des Erciyes Dagi und die stadt Kayseri in Mittel-Anatolien. Jahrbuch der Geographischen Gesellschaft zu Hannover für 1934 und 1935, 87-202. Begin, Z.B., Ehrlich, A., Nathan, Y., 1974. Lake Lisan, the Pleistocene precursor of the Dead Sea. Geological Survey of Israel Bulletin, 63, 30. Bilgin, T., 1972. Doğu Munzur Dağları’nın glasyal ve periglasyal morfolojisi. İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, 1757, 69. Birman, J.H., 1968, Glacial reconnaissance in Turkey. Geological Society of America Bulletin, 79, 1009-1026. Blumenthal, M.M., 1958. From Mount Ağrı (Ararat) to Mount Kaçkar (in German). Bergfahrten in nordostanatolsischen Glenzlanden. Die Alpen, 34, 125-137. Bobek, H., 1940. Recent and ice time glaciations in central Kurdish high mountains (in German). Zeitschrift für Gletscherkunde, 27(1-2), 50-87. Cacho, I., Grimalt, J.O., Pelejero, C., Canals, M., Sierro, F.J., Flores, J.A., Shackleton, N., 1999. Dansgaard-Oeschger and Heinrich event imprints in Alboran Sea paleotemperatures. Paleoceanography, 14, 689-705. Carlson, A.E., 2010. What caused the younger dryas cold event?, Geology, 38(4), 383-384. Chapman, David D.S., Davis, Michael M.G., 2010. Climate change: Past, present, and future. Eos Transactions of the American Geophysical Union, 91(37), 325-326. Curry, B.B., Grimley, D.A., McKay, E.D., 2011. Quaternary glaciations in Illinois, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 467-487. 49 Çiner, A., 2004. Turkish glaciers and glacial deposits, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, Part I: Europe. Amsterdam, Elsevier, s. 419-429. Çiner, A., Deynoux, M., Çörekçioğlu, E., 1999. Hummocky moraines in the Namaras and Susam Valleys, Central Taurids, SW Turkey. Quaternary Science Reviews, 18, 659-669. Doğu, A.F., Çiçek, İ., Gürgen, G., Tuncel, H., 1999. Akdağ’ın jeomorfolojisi ve bunun beşeri faaliyetler üzerine etkisi. Türkiye Coğrafyası Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ankara Üniversitesi, 7, 95-120 Doğu, A.F., Somuncu, M., Çiçek, İ., Tuncel, H., Gürgen, G., 1993. Kaçkar Dağında buzul şekilleri, yaylalar ve turizm. Türkiye Coğrafyası Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ankara Üniversitesi, 157-183. Dorale, J., Edwards, L., Ito, E., Gonzalez, L., 1998. Climate and vegetation history of the midcontinent from 75 to 25 ka: A speleothem record from Crevice Cave, Missouri, USA. Science, 282, 1871-1874. Eastwood, W.J., Leng, M.J., Roberts, N., Davis, B., 2007. Holocene climate change in the eastern Mediterranean region: a comparison of stable isotope and pollen data from Lake Gölhisar, southwest Turkey. Journal of Quaternary Science, 22(4), 327-341. Ege, İ., Tonbul., S., 2005. Soğanlı Dağında Karstlaşma-Buzullaşma İlişkisi. Türkiye Kuvaterner Sempozyumu, İstanbul Teknik Üniversitesi. Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D., 2011. Quaternary glaciations-extent and chronology, A closer look, in: Jaap, J.M., (Ed.), Developments in Quaternary Science, Vol. 15, Elsevier, Amsterdam, 1108 p. Elenga, H., Peyron, O., Bonnefille, R., Jolly, D., Cheddadi, R., Guiot, J., Andrieu,V., Bottema, S., Buchet, G., De Beaulieu, J.-L., Hamilton, A.C., Maley, J., Marchant, R., Perez-Obiol, R., Reille, M., G. Riollet, G., Scott, L., Straka, H., Taylor, D., Van Campo, E., 2000. Pollen-based biome reconstruction for southern Europe and Africa 18,000 yr BP. Journal of Biogeography, 27, 621-634. Emeis, K.C., Struck, U., Schulz, H.M., Rosenberg, R., Bernasconi, S., Erlenkeuser, H., Sakamoto, T., Martinez-Ruiz, F., 2000. Temperature and salinity variations of Mediterranean Sea surface waters over the last 16 000 years from records of planktonic stable oxygen isotopes and alkenone unsaturation ratios. Palaeogeography Palaeoclimatology Palaeoecology 158, 259-280. Erinç, S., 1944. Glazialmorphologhie Untersuchungen im Nordostanatolischen Randgebirge. Istanbul University Geography Inst. Pub., Ph.D. Series, 1, 56 p. Erinç, S., 1951. Glasiyal ve postglasiyal safhada Erciyes Glasiyesi. İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, 1(2), 82-90. Erinç, S., 1952. Glacial evidences of the climatic variations in Turkey: Geografiska Annaler, 34, 89-98. Erinç, S., 1953. Van’dan Cilo Dağlarına. İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, 3-4, 84-106. 50 Erinç, S., 1955. Honaz Dağı’nda periglasyal şekiller (GB Anadolu). İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi, 2, 185-187. Erinç, S., 1957. Honaz ve Bozdağ’da buzul izleri hakkında. Türkiye Coğrafya Bülteni, 8, 106-107. Esper, J., Cook, E.R., Schweingruber, F.H., 2002. Low-frequency signals in long tree-ring chronologies for reconstructing past temperature variability. Science, 295, 2250-2253. Fleitmann, D., Burns, S., Neff, U., Mudelsee, M. Mangini, A., Matter, A., 2004. Palaeoclimatic interpretation of high-resolution oxygen isotope profiles derived from annually laminated speleothems from Southern Oman. Quaternary Science Reviews, 23(7-8), 935-945. Frisia, S., Borsato, A., Mangini, A., Spotl, C., Madonia, G., Sauro, U., 2006. Holocene climate variability in Sicily from a discontinuous stalagmite record and the Mesolithic to Neolithic transition. Quaternary Research 66(3), 388-400. Frisia, S., Borsato, A., Preto, N., McDermott, F., 2003. Late Holocene annual growth in three Alpine stalagmites records the influence of solar activity and the North Atlantic Oscillation on winter climate. Earth and Planetary Science Letters, 216(3), 411-424. Frumkin, A., Carmi, I., Zak, I., Magaritz, M., 1994. Middle Holocene environmental change determined from the Salt Caves of Mount Sodom, Israel, in: Bar-Yosef, O., Kra, R.S. (Eds.), Late Quaternary Chronology and Paleoclimates of the Eastern Mediterranean. Radiocarbon. 315-332. Ghienne J.-F., Monod, O., Kozlu, H., Dean, W.T., 2010. Cambrian-Ordovician depositional sequences in the Middle East: A perspective from Turkey. Earth Science Reviews, 1010, 101-146. Gibbard, P.L., Head, M.J., Walker, M.J.C. and the Subcommission on Quaternary Stratigraphy, 2010. Formal ratification of the Quaternary System/Period and the Pleistocene Series/Epoch with a base at 2.58 Ma. Journal of Quaternary Science, 25, 96-102. Giraudi, C., 2011. Middle Pleistocene to Holocene glaciations in Italian Apennines, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe, Amsterdam, Elsevier, 15, 211-219. Gogou, A., Bouloubassi, I., Lykousis, V., Arnaboldi, M., Gaitani, P., Meyers, P.A., 2007. Organic geochemical evidence of Late Glacial-Holocene climate instability in the North Aegean Sea. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology 256(1-2) 1-20. Gürgen, G. 2003. Çapan Dağları kuzeyinin (Rize) glasyal morfolojisi. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, 23, 159-175. Gvirtzman, G., Wieder, M., 2001. Climate of the last 53,000 Years in the eastern Mediterranean, based on soil-sequence stratigraphy in the coastal plain of Israel. Quaternary Science Reviews 20(18), 1827-1849. 51 Harris, R.N., Chapman, D.S., 2001. Midlatitude (30°-60°N) climatic warming inferred by combining borehole temperatures with surface air temperatures. Geophys. Res. Letters, 28(5), 747-750. Harrison, S.P., Yu, G. and Tarasov, P.E., 1996. Late quaternary lake-level record from northern Eurasia. Quaternary Research 45(2), 138-159. Haug, H.H., Ganopolski, A., Sigman, D.M., Rossell-Mele, A., Swann, G.E.A., Tiedmann, R., 2005. North Pacific seasonality and the glaciations of North America 2.7 million years ago. Nature, 433, 881-825. Hays, J.D., Imbrie, J., Shackleton, N.J., 1976. Variations in the Earth’s orbit: Pacemaker of the ice ages”. Science, 194(4270), 1121-1132. Hayes, A., Kucera, M., Kallel, N., Sbaffi, L. and Rohling, E.J., 2005. Glacial Mediterranean sea surface temperatures based on planktonic foraminiferal assemblages. Quaternary Science Reviews, 24(7-9), 999-1016. Hegerl, G.C., Crowley, T.J., Hyde, W.T., Frame, D.J., 2006. Climate sensitivity constrained by temperature reconstructions over the past seven centuries. Nature, 440(7087): 1029-1032. Hoffman, P.F., Kaufman, A.J., Halverson, G.P., Schrag, D.P., 1998. A Neoproterozoic Snowball Earth. Science, 281(5381), 1342-1346. Huang, S., Pollack, H.N., Shen, P.-Y., 2000. Temperature trends over the past five centuries reconstructed from borehole temperatures, Nature, 403, 756-758. Hughes, P. D., Gibbard, P. L., Woodward, J. C., 2003. Relict rock glaciers as indicators of Mediterranean palaeoclimate during the Last Glacial Maximum (Late Würmian) in northwest Greece. Journal of Quaternary Science, 18(5), 431-440. Hughes, P.D., 2007. Recent behaviour of the Debeli Namet glacier, Durmitor, Montenegro: Earth Surface Processes and Landforms, 32, 1593-1602. Hughes, P.D., Woodwards, J.C., 2008. Timing of glaciation in the Mediterranean mountains during the last cold stage. Journal of Quaternary Science, 23, 575-588. Husen, D.V., 2011. Quaternary glaciations in Austria, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 15-28. Ingolfsson, O., 2004. Quaternary glacial and climate history of Antarctica, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L. (Eds.). Quaternary Glaciations-Extent and Chronology, Part III. Elsevier, Amsterdam, 3-33. IPCC, 200 0- Nakicenovic, N., Swart, R. (Eds.), 2000. Emissions Scenarios, Cambridge University Press, UK. 570 p. 52 IPCC, 2007. Climate change 2007. Synthesis report. Contribution of working groups I, II and III to the fourth assessment report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, in: Core writing team, Pachauri, R.K., Reisinger, A. (Eds.). IPCC, Geneva, Switzerland. İzbırak, R., 1951. Cilo Dağı ve Hakkari ile Van Gölü çevresinde coğrafi araştırmalar. Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yay., 67(4), 149 s. Jones, M. D., Roberts, C. N., Leng, M. J., Türkeş, M., 2006. A high-resolution late Holocene lake isotope record from Turkey and links to North Atlantic and monsoon climate. Geology 34, 361-364. Jones, M.D., Roberts, C.N., 2008. Interpreting lake isotope records of Holocene environmental change in the Eastern Mediterranean. Quaternary International 181(1), 32-38. Jones, M.D., Roberts, N.C., Leng, M.J, 2007. Quantifiying climatic change through the last glacial-interglacial transition based on lake isotope paleohydrology from central Turkey. Quaternary Research 67, 463-473. Kelly, M.A., Kubik, P.W., Blanckenburg, F.V., Schlüchter, C., 2004. Surface exposure dating of the Great Aletsch Glacier Egesen moraine system, western Swiss Alps, using the cosmogenic nuclide 10Be. Journal of Quaternary Science, 19, 431-441. Kerschner, H., Ivy-Ochs, S., Hertl, A., Sailer, R., Kubik, P., 2003. Glacier activity in the Central Alps during the Early Holocene: Insights from 10Be exposure dating. Geophysical Research Abstracts, 5, 13917. Kerschner, H., Kaser, G., Sailer, R., 2000. Alpine Younger Dryas glaciers as palaeo-precipitation gauges. Annals of Glaciology, 31, 80-84. Kesici, Ö., 2005. Küresel Isınma Çerçevesinde Süphan ve Cilo Dağlarında Buzul Morfolojisi Araştırmaları.TÜBİTAK Çevre, Atmosfer, Yer ve Deniz Bilimleri Araştırma Grubu (ÇAYDAG), Proje No:101Y131. Klaer, W., 1962. Untersuchungen zur klimagenetischen geomorphologie in den hochgebirgen Vorderasiens. Heidelberger Geographische Arbeiten 11, 1-135. Kuzucuoğlu, C., Bertaux, J., Black, S., Denefle, M., Fontugne, M., Karabıyıkoğlu, M., Kashima, K., Limondin-Lozouet, N., Mouralis, D., Orth, P., 1999. Reconstruction of climatic changes during the Late Pleistocene based on sediment records from the Konya Basin (Central Anatolia, Turkey). Geological Journal 34(1-2), 175-198. Kuzucuoğlu, C., Parish, R. Karabıyıkoğlu, M., 1998. The dune systems of the Konya Plain-Turkey: their relation to environmental changes in Central Anatolia during the Late Pleistocene and Holocene. Geomorphology, 23, 257-271. Küçükuysal, C., Engin, B., Türkmenoğlu, A. Aydaş, C., 2011. ESR dating of calcrete nodules from Bala, Ankara (Turkey): Preliminary results. Applied Radiation and Isotopes, 69, 492-499. 53 Küçükuysal, C., Türkmenoğlu, A. Kapur, S., 2012. Multiproxy evidence of Mid-Pleistocene dry climates observed in Calcretes in Central Turkey. Turkish Journal of Earth Sciences, 21, 1-17. Kwiecien, O., Arz, H.W., Lamy, F., Plessen, B., Bahr, A., Haug, G.H., 2009. North Atlantic control on precipitation pattern in the eastern Mediterranean/Black Sea region during the last glacial. Quaternary Research, 71(3), 375-384. Lamb, H.H., 1972. The Cold Little Ice Age Climate of About 1550 to 1800. Climate: Present, Past and Future. London, Methuen. 107 p. Landmann, G., Reimer, A., 1996. Climatically induced lake level changes at Lake Van, Turkey, during the Pleistocene/Holocene transition. Global Biogeochemical Cycles 10(4), 797-808. Lisiecki, L.E., Raymo, M.E., 2005. A Pliocene-Pleistocene stack of 57 globally distributed benthic 18O records. Paleoceanography, 20, 1-17. Louis, H.L., 1944. Evidence for Pleistocene glaciation in Anatolia (in German). Geologische Rundschau, 34(7-8), 447-481. Lüthi, D., Le Floch, M., Bereiter, B., Blunier, T., Barnola, J-M., Siegenthaler, U., Raynaud, D., Jouzel, J., Fischer, H., Kawamura, K., Stocker, T.F., 2008. High-resolution carbon dioxide concentration record 650,000-800,000 years before present. Nature, 453, 379-382. Mann, M.E., Jones, P.D., 2003. Global surface temperatures over the past two millennia, Geophys. Res. Letters, 30(15), 1820. Marshall, J.D., Brenchley, P.J., Mason, P., Wolff, G.A., Astini, R.A., Hints, L., Meidla, T., 1997. Global carbon isotopic events associated with mass extinction and glaciation in the Late Ordovician. Paleogeography, Paleoclimatology, Paleoecology, 195-210. Matthews, H.D., Weaver, A.J., 2010. Committed climate warming. Nat. Geosci., 3, 142-143. Maunsell, F.R., 1901. Central Kurdistan. The Geographical Journal, 18(2), 121-141. McGarry, S., Bar-Matthews, M., Matthews, A., Vaks, A., Schilman, B., Ayalon, A., 2004. Constraints on hydrological and paleotemperature variations in the Eastern Mediterranean region in the last 140 ka given by the δD values of speleothem fluid inclusions. Quaternary Science Reviews, 23, 919-934. Meier, M., Dyurgerov, M.B., Rick, U.K., O’Neel, S., Pfeffer, W.T., Anderson, R.S.,Suzanne P. Anderson, S.P., Glazovsky, A.F., 2007. Glaciers dominate eustatic sea-level rise in the 21st Century. Science, 317(5841), 1064-1067. Messerli, B., 1967. Die eiszeitliche und die gegenwartige Vergletscherung in Mittelmeerraum. Geographica Helvetica, 22, 105-228. 54 Messerli., B., 1964. Der gletscher am Erciyes Dagh und das problem der rezenten Schneegrenze im Anatolischen und Mediterranen Raum. Geographica Helvetica 19(1), 19-34. Miller. K.G., Fairbanks, R.G., Mountain, G.S., 1987. Tertiary oxygen isotope synthesis, sea level history, and continental margin erosion. Paleoceanography, 2, 1-19. Mix, A., Bard, A., Schneider, R., 2001. Environmental processes of the ice age, land, oceans, glaciers (EPILOG). Quaternary Science Reviews, 20, 627-657. Moberg, A., Sonechkin, D.M., Holmgren, K., Datsenko, N.M., Karlén, W., 2005. Highly variable Northern Hemisphere temperatures reconstructed from low- and high- resolution proxy data. Nature, 433, 613-617. Monod O., Kozlu H., Ghienne J-F., Dean W.T., Günay Y., Le Hérissé A., Paris F., Robardet M., 2003. Late Ordovician glaciation in Southern Turkey. Terra Nova, 15, 249-257. Monod, O., 1977. Geological Research in the Western Taurides South of Beyşehir, Turkey (in French). Unpublished thesis, University of Paris, 442 p. Neev, D., Emery, K.O., 1967. The Dead Sea; depositional processes and environments of evaporates. Geological Survey of Israel Bulletin, 41, 147. Oerlemans, J., 2005. Extracting a climate signal from 169 glacier records. Science, 308, 675-677. Onde, H., 1954. Forms of glaciers in the Lycien Massif of Akdağ (southwest Turkey) (in French). Congres Géologique International, 15, 327-335. Özsayın, E., Çiner, A., Rojay, B., Dirik, K., Melnick, D., Fernández-Blanco, D., Bertotti, G., Schildgen, T.F., Garcin, Y., Strecker, M.R., Sudo, M., 2013. Plio-Quaternary extensional tectonics of the Central Anatolian Plateau: A case study from the Tuz Gölü Basin, Turkey, in: Çiner, A., Strecker, M., Bertotti, G. (Eds.), Late Cenozoic Evolution of Central Anatolia Plateau, Turkish Journal of Earth Sciences, baskıda. Palgrave, W.G., 1872. Vestiges of the glacial period in northeastern Anatolia. Nature, 5, 444-445. Penther, A., 1905. Eine reise in das gebiet des Erdschias dagh (Kleinasien) 1902. Abhandlungen der k.k. Geographischen gesellschaft in Wien 6(1). Petit, J. R. Jouzel, J., Raynaud, D., Barkov, N. I., Barnola, J.-M., Basile, I., Bender, M., Chappellaz, J., Davis, M., Delaygue, G., Delmotte, M., Kotlyakov, V. M., Legrand, M., Lipenkov, V. Y., Lorius, C., Pépin, L., Ritz, C., Saltzman E., Stievenard, M., 1999. Climate and atmospheric history of the past 420,000 years from the Vostok ice core, Antarctica. Nature, 399, 429-436. Roberts, N., 1983. Age, paleoenvironments and climatic significance of Late Pleistocene Konya Lake, Turkey. Quaternary Research 19, 154-171. 55 Roberts, N., Black, S., Boyer, P., Eastwood, W.J., Leng, M., Parish, R., Reed, J., Twigg, D., Yiğitbaşıoğlu, H., 1999. Chronology and stratigraphy of Late Quaternary sediments in the Konya Basin, Turkey: results from the KOPAL Project. Quaternary Science Reviews 18, 611-630. Roberts, N., Jones, M.D., Benkaddour, A., Eastwood, W.J., Filippi, M.L., Frogley, M.R., Lamb, H.F., Leng, M.J., Reed, J.M., Stein, M., Stevens, L., Valero-Garces, B., Zanchetta, G., 2008. Stable isotope records of Late Quaternary climate and hydrology from Mediterranean lakes: the ISOMED synthesis. Quaternary Science Reviews 27(25-26), 2426-2441. Roberts, N., Reed, J.M., Leng, M.J., Kuzucuoğlu, C., Fontugne, M., Bertaux, J., Woldring, H., Bottema, S., Black, S., Hunt E., Karabıyıkoğlu, M., 2001. The tempo of Holocene climatic change in the eastern Mediterranean region: new high-resolution crater-lake sediment data from central Turkey. Holocene 11(6), 721-736. Robinson, S.A., Black, S., Sellwood, B.W., Valdes, P.J., 2006. A review of palaeoclimates and palaeoenvironments in the Levant and Eastern Mediterranean from 25,000 to 5000 years BP: setting the environmental background for the evolution of human civilization. Quaternary Science Reviews, 25(13-14), 1517-1541. Rossignol-Strick, M., 1995. Sea-land correlation of pollen records in the Eastern Mediterranean for the glacial-interglacial transition: Biostratigraphy versus radiometric time-scale. Quaternary Science Reviews 14(9), 893-915. Saltzman, B., 2002. Dynamical Paleoclimatology: Generalized Theory of Global Climate Change, Academic Press, New York. 354 p. Sarıkaya, M.A., 2009. Late Quaternary Glaciation and Paleoclimate of Turkey Inferred from Cosmogenic 36Cl Dating of Moraines and Glacier Modeling. Ph.D. Thesis, University of Arizona, Tucson, AZ, USA. 283 p. Sarıkaya, M.A., 2012. Recession of the ice cap on Mount Ağrı (Ararat), Turkey, from 1976 to 2011 and its climatic significance. Journal of Asian Earth Science, 46, 190-194. Sarıkaya, M.A. Çiner, A., Haybat, H., 2013. Last glacial maximum glaciers on Akdağ, southwest Turkey, inferred from cosmogenic Cl-36 dating of moraines, The 8th International Conference on Geomorphology of the International Association of Geomorphologists (IAG), Paris, France. Sarıkaya, M.A., 2011. Türkiye’nin Güncel Buzulları, in: Deniz Ekinci Ed.), Fiziksel Coğrafya Araştırmaları: Sistematik ve Bölgesel, Türkiye Coğrafya Kurumu Yayınları, 6, Istanbul, 527-544. Sarıkaya, M.A., Çiner, A., Zreda, M., 2011. Quaternary glaciations of Turkey, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 393-403. 56 Sarıkaya, M.A., Çiner, A., Zreda, M., 2003. Erciyes Volkani Geç Kuvaterner buzul çökelleri. Yerbilimleri, 27, 59-74. Sarıkaya, M.A., Zreda, M., Çiner, A., 2009. Glaciations and paleoclimate of Mount Erciyes, central Turkey, since the Last Glacial Maximum, inferred from 36Cl cosmogenic dating and glacier modeling. Quaternary Science Reviews, 28(23-24), 2326-2341. Sarıkaya, M.A., Zreda, M., Çiner, A., Zweck, C., 2008. Cold and wet Last Glacial Maximum on Mount Sandıras, SW Turkey, inferred from cosmogenic dating and glacier modeling. Quaternary Science Reviews, 27(7-8), 769-780. Self, S., Rampino, R.R., 1981. The 1883 eruption of Krakatau, Nature, 294, 699-704. Spötl, C., Mangini, A., Frank, N., Eichstädter, R. Burns, S., 2002. Start of the last interglacial period at 135 ka: Evidence from a high Alpine speleothem, Geology, 30, 815-818. Türkünal, S., 1990. Türkiye’nin dağları ve sıradağları. Türkiye Jeoloji Mühendisleri Odası Dergisi. 30, 42. Tzedakis, P.C., 2007. Seven ambiguities in the Mediterranean palaeoenvironmental narrative. Quaternary Science Reviews 26 (17-18), 2042-2066. Tziperman, E., Gildor, H., 2003. On the mid-Pleistocene transition to 100 kyr glacial cycles and the asymmetry between glaciation and deglaciation times. Paleoceanography, 18, 8. Urdea, P., Onaca, A., Ardelean, F., Ardelean, M., 2011. New evidence on the Quaternary Glaciation in the Romanian Carpathians, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 305-322. USGCRP (US Global Change Research Program), 2009. Second National Climate Assesment. Global change impacts in the US. http://www.globalchange.gov/publications/reports. van Zeist, W., Woldring, H., Stapert, D., 1975. Late Quaternary vegetation and climate of south western Turkey. Palaeohistoria 7, 53-143. Veizer, J., Davin, A., Azmy, K., Bruckschen, P., Buhl, D., Bruhn, F., Carden, G., Diener, A., Ebneth, S., Godderis, Y., Jasper, T., Korte, C., Pawellek, F., Podlaha, O., Strauss, H., 1999. 87Sr/86Sr, 13C and 18O evolution of Phanerozoic seawater. Chemical Geology, 161, 59-88. Veizer, J., Godderis, Y., Francois, L.M., 2000. Evidence for decoupling of atmospheric CO2 and global climate during the Phanerozoic eon. Nature, 408, 698-701. Vorren, T.O., Landvik, J.Y., Andreassen, K., Laberg, J.S., 2011. Glacial history of the Barents sea region, In: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 361-372. 57 Wick, L., Lemcke, G., Sturm, M., 2003. Evidence of Lateglacial and Holocene climatic change and human impact in eastern Anatolia: high-resolution pollen, charcoal, isotopic and geochemical records from the laminated sediments of Lake Van, Turkey. Holocene 13(5), 665-675. Wilson, P.A., Richard D.N, Matthew, J.C., 2002. Testing the Cretaceous greenhouse hypothesis using glassy foraminiferal calcite from the core of the Turonian tropics on Demerara Rise. Geology, 30(7), 607-610. Wohlfarth, B., 1996. The chronology of the Last Termination: A review of radiocarbon-dated, high-resolution terrestrial stratigraphies. Quaternary Science Reviews, 15, 267-284. Woodward, J.C., Hughes, P.D., 2011. Glaciation in Greece: A new record of cold stage environments in Mediterranean, in: Ehlers, J., Gibbard, P.L., Hughes, P.D. (Eds.), Quaternary Glaciations: Extent and Chronology, A Closer Look, Europe. Amsterdam, Elsevier, 15, 175-198. Wright, H.E., 1962. Pleistocene glaciation in Kurdistan. Eiszeitalter und Gegenwart, 12, 131-164. Yalçınlar, İ., 1951. Glaciations on the Soğanlı-Kaçkar mountains and Mescid Dağ (in French). Review of the Geographical Institute of the University of Istanbul, 1-2, 50-55. Yalçınlar, İ., 1954. On the presence of the Quaternary glacial forms on Honaz Dag-and-Boz Dag (western Turkey) (in French). Compte Rendu Sommaire de la Société Géologique de France, 13, 296-298. Zachos, J. Pagani, M., Sloan, L., Thomas, E., Billups, K. 2001. Trends, rhythms, and aberrations in global climate 65 Ma to present. Science, 292, 686-693. Zahno, C., Akçar, N., Yavuz, V., Kubik, P. W., Schlüchter, C., 2009. Surface exposure dating of Late Pleistocene glaciations at the Dedegöl Mountains (Lake Beysehir, SW Turkey). Journal of Quaternary Science, 24, 1016-1028. Zahno, C., Akçar, N., Yavuz, V., Kubik, P. W., Schlüchter, C., 2010. Chronology of Late Pleistocene glacier variations at the Uludağ Mountain, NW Turkey. Quaternary Science Reviews, 29, 1173-1187. Zanchetta, G., Borghini, A., Fallick, A.E., Bonadonna F.P., Leone, G., 2007. Late Quaternary palaeohydrology of Lake Pergusa (Sicily, southern Italy) as inferred by stable isotopes of lacustrine carbonates. Journal of Paleolimnology 38(2), 227-239. Zreda, M., Çiner, A., Sarıkaya, M.A., Zweck, C., Bayarı, S., 2011. Remarkably extensive glaciation and fast deglaciation and climate change in Turkey near the Pleistocene Holocene boundary. Geology, 39(11), 1051-1054. 58 59 60 BÖLÜM II İklim Değişikliğinin Türkiye’deki Etkileri: Bilimsel Veriler Volkan Ş. Ediger1 Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi, Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölüm Başkanı, Strateji Geliştirme ve Araştırma Koordinatörü. ENİVA-Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı Kurucu Başkanı. [email protected], [email protected] 1 61 Özet İklim Değişikliğinin Türkiye’deki Etkileri: Bilimsel Veriler İklim değişikliği, insanlığın sanayi devriminden sonra yarattığı en önemli sorunların başında gelmektedir. Sorunun insan kaynaklı ve küresel olması, ülkeler arasında yardımlaşmanın sağlanmasını kolaylaştırarak uluslararası düzeyde çok önemli işbirliklerinin gerçekleşmesine neden olmuştur. Buna karşın iklim değişikliğinin ortaya çıkaracağı sorunlarla baş edilmesi esas olarak yerel çözümlerle olmak zorundadır. Olaya yeşil ekonomi çerçevesinden bakıldığında ise, küresel iklim değişikliğinden çok, sürdürülebilirliğin artırılması, doğal kaynakların daha verimli tüketilmesi ve sistemin daha etkin ve verimli işletilmesi konuları ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle, her ülke iklim değişikliği konsepti çerçevesinde ortaya çıkacak sosyal ve ekonomik etkileri ayrıntılı olarak değerlendirmelidir. Türkiye’ye özgü bilimsel veriler değerlendirildiğinde, gelişmiş ülkelere göre zaten az sayıda olan bilgilerin ulusal ve uluslararası dokümanlarda yeterince kullanılmadığı görülmektedir. Mevcut bilgilere göre, iklim değişikliklerinden en fazla etkilenecek ülkeler arasında gösterilen Türkiye’de bazıları olumlu ama pek çoğu olumsuz etkiler söz konusudur. Olumsuz etkilerin başında, kuraklık ve çölleşmeye bağlı olarak tahıl üretimindeki azalma gelmektedir. Bu nedenle, 21. yüzyılda daha güçlü olabilmek için, bilimsel ve teknik bilgilere dayanılarak oluşturulmuş uzun vadeli stratejilerin geliştirilerek uygulamaya konulması gerekmektedir. İklim değişikliği konusunda yürütülen faaliyetlere bilimsel ekipler de katılmalı ve çalışmaları, belirli bir sistem dahilinde devletçe desteklenerek, strateji dokümanlarında daha fazla yer verilmelidir. 62 Abstract Effects of Climate Change in Turkey: Scientific Evidences Climate change is one of the leading problems created by human being after the industrial revolution. Being human-originated and global, the problem facilitated the countries to work together and maintain very important international cooperation. Tacling with the problems created by climate change, however, needs to be local solutions. On the other hand, when looking at the problem in a green economy point of view, increasing sustainability, consuming natural resources more efficiently and operating the systems more efficiently and effectively, become more important than the global climate change. For this reason, each country should evaluate the social and economic impacts of climate change. Evaluation of the scientific evidences on Turkey clearly show that data is insufficient compared to developed countries and not used adequately in national and international documents. Based on available data, Turkey, which is shown among the most affected-countries, will be affected little positively but largely negatively. Decreasing cereal yield as a result of droughtness and desertification will be the biggest negative effect. For this reason, long term strategies with a strong scientific and technical base should be developed and implemented to be able to be stronger in the 21st century. Scientific teams should be included into the climate change activities and their studies which are supported by the government agencies should be included more into the strategy documents. 63 1. Giriş İnsanoğlunun 21. yüzyılda karşı karşıya geldiği en büyük meydan okumalardan birisi, atmosferdeki –diğer zararlı gazlarla birlikte– karbondioksit (CO2) yoğunluğunun artmasıyla oluşan sera etkisinin ortaya çıkardığı uzun dönemli ve küresel çaplı iklim değişiklikleridir. Her ne kadar, jeolojik ve astronomik nedenlerden kaynaklanan önemli iklim değişiklikleri yerkürenin jeolojik tarihçesi boyunca çeşitli defalar görülmüşse de, günümüzde çok büyük oranda, başta fosil yakıt kullanımı olmak üzere, ormancılık, endüstri ve tarım gibi insan kaynaklı faaliyetlerden kaynaklandığı bilinmektedir (Ediger, 2008a; Ediger ve Çiftçi, 2011). Uzun zamandan beri ilk defa küresel çaplı bu kadar önemli bir insan kaynaklı sorunla yüz yüze gelinmiş ve sorunun küresel olması yüzünden, 1970’lerden bu yana uluslararası alandaki en büyük işbirliğinin gerçekleşmesi sağlanabilmiştir. Fakat ne kadar geniş kapsamlı olursa olsun ve ne kadar uluslararası işbirliği ve yardımlaşma sağlanırsa sağlansın, ortaya çıkacak sorunları her ülke büyük ölçüde kendi başına halletmek zorunda kalacak, bir anlamda, “her koyun kendi bacağından asılacaktır”. İkinci önemli husus da, iklim değişikliği konusunun sadece “insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının oluşturduğu küresel iklim değişikliklerinin ortaya çıkaracağı fiziksel sorunlar” çerçevesinde algılanmasının oluşturduğu dar çerçevedir. Oysa üzerinde durulması gereken asıl önemli husus, insan kaynaklı büyük fiziksel değişimlerin insan yaşamında oluşturacağı olumsuz etkilerdir. Küresel çaplı sorunun etkileri daha çok yerel olacak, her bölge kendi derdiyle başbaşa kalacaktır. Dolayısıyla, bir yanda makro düzey- 64 de uluslararası girişimler sürdürülürken, diğer yanda ülkesel, bölgesel, yerel ve hatta bireysel düzeyde gayretlerin gösterilmesi de gerekmektedir. Bu iki önemli hususun konjonktürel olarak içinde bulunulan dönemin özellikleriyle birleştirilmesi yerelin sorumluluklarını daha da ağırlaştırmaktadır. İklim değişikliği konusundaki gelişmeleri “yeşil ekonomi”ye geçişle ilgilendirmek daha doğru olacaktır. O zaman dünyanın sosyolojik-ekonomik-siyasi sisteminin temellerinin değişmekte olduğu ve belirli bir süre sonra bu değişimin iklim değişikliğinden tamamen bağımsız olarak devam edeceğini görmek mümkün olabilecektir. Kısacası, ülkeler için iklim değişikliği konusuna önem vermek kendi gelecekleri ve sürdürülebilirlikleri açısından bir zarurettir, kaçınılmaz bir trenddir. Aksi halde, ülkelerin güç kaybederek zayıflaması kaçınılmaz olacak ve bu durum çok önemli siyasi sonuçlar ortaya çıkarabilecektir (Ediger, 2008b; Ediger, 2009). Dolayısıyla konuya ülkelerin kendi sürdürülebilirliği açısından bakılması daha yerinde olacaktır. Bilindiği gibi sürdürülebilirlik, Our Common Future başlıklı Bruntland Raporu’nun 27. maddesinde belirtildiği gibi, “Günümüzün ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetlerine zarar vermeden karşılayacak şekilde kalkınmak” şeklinde tanımlanabilir (Bruntland, 1987). Sürdürülebilirliğin en önemli unsurlarından biri olan “Sürdürülebilir Enerji” de, “Günümüzün enerji ihtiyaçlarının, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetlerine zarar vermeden karşılanması”dır. (Ediger, 2009). Günümüzde iklim değişikliği konusunda yapılacak her şey, yerel kaynakların toplumun yararına en etkin biçimde değerlendirilmesi ve özellikle de enerji sistemlerinin verimliliğinin ve kalitesinin yükseltilemesi olarak değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi Türkiye, enerji, çevre ve küresel iklim değişikliğiyle ilgili ulusal ve uluslararası girişimleri 1980’li yılların başından beri sürekli olarak destekleyen bir ülke olmuş, gerek yasal gerekse yönetsel açıdan elinden geleni yapmıştır (Ediger ve Çiftçi, 2011). Fakat, Türkiye’nin dış politikasına genellikle hakim olan “temkinli” ve “istikrarlı” tavrının bu konuda da sergilenmiş olması “geç kalma” ve “edilgen olma”yı da beraberinde getirmiştir. Örneğin iklim değişikliği konusunda bugüne kadar gerçekleştirilmiş en önemli iki uluslararası anlaşma olan ve 21 Mart 1994’te yürürlüğe giren BMİDÇS’ye 24 Mayıs 2004’te, 16 Şubat 2005’te yürülüğe giren Kyoto Protokolü’ne ise 26 Ağustos 2009’da taraf olunmuştur. İklim değişikliği konusunda uzun dönemli, altyapısı güçlü ve iyi çalışılmış stratejiler hazırlanarak, kararlı bir şekilde uygulamaya konulması gerekmektedir. Bu çalışma, bütün bu düşünceler temel alınarak, iklim değişikliğinin Türkiye’deki etkileri konusundaki bilgi dağarcımızın değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır. Konuyla ilgili bir çok ulusal ve uluslararası raporun Türkiye ile ilgili bölümlerinde ülkeye özgü bilgiler yerine genel bilgilerin veriliyor oluşu ve çok az sayıdaki bilimsel çalışmadan da yetersiz oranda istifade edilmesi bu çalışmanın gerçekleştirilmesinin ana motivasyonlarından biri olmuştur. Mevcut bilgilerin envanterinin ortaya çıkarılmış olması eksikliklerin neler olduğunu açıkça gösterecek ve bundan sonra yapılması gerekenler konusunda önemli bir istikamet gösterecektir. Bu çalışma beş bölüm halinde ele alınmıştır. İkinci bölümde iklim değişikliği konsepti üzerinde durulmuş, konunun çerçevesinin yeterince anlaşılması sağlanmaya çalışılmıştır. Onu izleyen bölümde ise ulusal ve uluslararası raporlarda Türkiye hakkında verilen sınırlı bilgi incelenmiştir. Daha sonra, Türkiye hakkında kaleme alınmış çalışmalar değerlendirilerek iklim değişikliğinin Türkiye’deki muhtemel etkileri hakkındaki bilgilere yer verilmiştir. Son bölümde ise sonuçlar değerlendirilmiş, özellikle politika yapıcılarına ve uygulayıcılarına, Türkiye’nin 21. yüzyılda kaybeden ülkeler arasında olmaması için yapılması gerekenler konusunda önerilerde bulunulmuştur 2. İklim Değişikliği Konsepti İklim değişikliği konseptinin şematik gösterimi Şekil 1’de verilmiştir. Buna göre, atmosferdeki CO2 yoğunluğunun artması sera etkisi yaratarak solar radyasyonlardaki etkilerle yerkürenin yüzey sıcaklığın artmasına neden olmakta, sıcaklıktaki artışlar da -küresel ısınmanın yanı sıra- sıcaklık ekstremlerinin düzeyi, sıklığı ve süresi ile yağış rejimleri ve denizlerdeki su seviyelerini değiştirerek önemli iklim değişikliklerini ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak da, bütün bu değişimler sosyal ve ekonomik alanları derinden etkilemekte ve ülkelerin uluslararası siyasetinde ciddi sonuçlar doğurmaktadır. İklim değişikliği, esas olarak atmosferdeki doğal sera etkisinin insanlar tarafından bozulmasıyla ortaya çıkmaktadır. Milyarlarca yıllık jeolojik evrim sonucunda oluşan doğal sera etkisi, normal koşullarda yerküredeki canlı yaşamının sürekliliğini sağlayan en önemli etkenlerden biridir. Fakat sera gazları olarak adlandırılan gazlardan metan (CH4), karbondioksit (CO2) ve azot monoksitin (NO) insan kaynaklı nedenler yüzünden artması, yeryüzündeki canlı yaşamını ciddî biçimde tehdit etmektedir. Yaşadığımız çağlardaki iklim 65 değişiklikleri çok büyük oranda insan kaynaklı olduğundan, “antropojenik iklim değişikliği” adı da uygun görülmektedir (Ediger, 2008a). Atmosferdeki CO2 Artışı - Küresel Isınma - Sıcaklık Maks-Min Değişimleri - Yağış Rejimlerinin Değişimi Sosyolojik, Ekonomik ve Siyasi Sonuçlar Şekil 1. İklim Değişikliği Konsepti İklim değişikliği ile ilgili bilimsel bulguların yeterliliği konusunda bilim adamları arasında genelde bir görüş birliği oluşmuştur fakat bazı bilim adamları bilimsel kanıtların yeterli olmadığını, çelişkili olduğunu ya da çok sayıda belirsizliğin bulunduğunu savunmaktadır (Ediger, 2008a). Bir kısım bilim adamı ise, iklim değişikliklerinin en azından bir bölümünün, jeolojik tarih boyunca belirli aralıklarla tekrarlanan olaylar olduğunu savunmaktadırlar (Örn., Justus and Fletcher, 2006). Birkaç bin yıl yaşındaki buzul örneklerinden elde edilen bulgular ise, sera gazlarının atmosferdeki yoğunluğunun, sanayileşme öncesi değerlerine göre, yani 1750 yılından beri daha hızlı arttığını göstermektedir. Son 100 yılda atmosferdeki metan, karbondioksit ve azot- 66 monoksit miktarları sırasıyla %150, %31 ve %16 oranında artış göstermiştir (El-Fadel et al., 2003). Atmosferdeki CO2 artışından kaynaklanan iklim değişikliğinin en belirgin küresel sonucu yeryüzeyi sıcaklığındaki artışlar olacaktır. Dördüncü Değerlendirme Raporu’na göre, 1995-2006 arasındaki son 12 yılın 11’i, 1850’den beri gözlenen en sıcak yıllar olmuştur (IPCC, 2007a). 1906-2005 arasındaki 100 yıllık sıcaklık artış trendi 0,74 o C (0,56 oC-0,92 oC) olmuştur. Son 50 yılın lineer ısınma trendi olan her 10 yılda 0,13 oC ise 100 yıllık trendin neredeyse iki katı kadardır. 1850-1899’dan 2001-2005’e kadarki toplam sıcaklık artışı da 0,76 oC (0,57 oC- 0,95 oC) olarak gerçekleşmiştir. Sıcaklık değişimleri bazı önemli rüzgar patternlerini, o da yağışları etkilemektedir. Örneğin, Akdeniz ile birlikte Türkiye’deki iklimi yakından etkileyen Kuzey Atlantik Salınımı (NAO-North Atlantic Oscillation) ve Kuzey Yıllık Mod (NAMNorthern Annular Mode), atmosfer ve iklimdeki değişikliklerin büyük ölçüde bağlı olduğu patternler (modlar) arasında önemli olanlarıdır (IPCC, 2007a, s. 292). NAO, özellikle kış mevsimlerinde görülen, İzlanda’nın alçak basınç ve Azor Adaları’nın yüksek basınç alanları ile her ikisi arasındaki batı rüzgarlarının şiddetlerinin (strength) ölçümüne dayanmaktadır (Şekil 2). NAO, Kuzey Atlantik’ten Avrasya’ya doğru görülen fırtına, ısı ve yağış iniş çıkışlarıyla yakından alakalıdır. Kuzey kutbu ve dolayısıyla stratosfer ile bağlantısı bulunan NAM ise, kutuplar ve kuvvetli orta-enlem batı rüzgarlarının alçak yüzey basıncı tarafından karakterize edilen ve kışın görülen değişimlerdir. Şekil 2. NAO ve NAM’ın Pozitif Fazındaki Değişiklikler (IPCC, 2007a, s. 39). Küresel sıcaklığın ve buna bağlı olarak rüzgar ve yağış rejimlerindeki değişimin en önemli sonuçlarından bir tanesi buzulların eriyerek deniz seviyesinin yükselmesi ve okyanuslardaki sirkülasyonda değişikliklerin olmasıdır. Böylece yerkürenin önemli bir bölümünde ciddi iklimsel değişiklikler olmaktadır. Bütün bu değişikliklerde, levha tektoniği ve volkanizma gibi bazı jeolojik olaylar etkili oluyorsa da, en önemli nedenin insan kaynaklıdır ve kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların yakılmasından ortaya çıkan başta CO2 olmak üzere sera gazlarının atmosfere salınmasıdır. Bu nedenle iklim değişikliği, “bir bölgedeki ortalama şartlarda beklenilen hava koşullarında uzun dönemli ve kaydadeğer değişmeler” olarak tanımlanmaktadır. Başka bir deyişle bu değişiklikler “beklenmeyen” türden olmalı ve istatistiksel olarak doğrulanabilecek miktarda ve kalitede verilerle desteklenecek olmalıdır. Küresel iklim değişikliğinin etkileri tarımda, su kaynaklarında, insan sağlığında, enerjide, karasal ekosistem üretkenliğinde, ormanlarda, biyoçeşitlilikte ve deniz ekosisteminde görülecektir (Hitz ve Smith, 2004). Fakat küresel sıcaklık artışının bu alanlardaki etkileri birbirinden oldukça farklıdır ve bazı durumlarda ters etki bile olabilmektedir. Örneğin, küresel sıcaklık artışı kıyısal kaynaklar, biyoçeşitlilik ve deniz ekosistem üretkenliğinde ters etki yapmaktadır. Ayrıca, etkinin yapısı da farklı olmaktadır. Örneğin, tarım, karasal ekosistem üretkenliği ve muhtemelen ormanlarda, ısı artışı ile etki arasındaki ilişki parabolik iken su, sağlık ve enerji gibi sektörlerdeki ilişki belirsizdir. Küresel sıcaklık artışı 3-4 oC’den fazla olduğunda, orman hariç diğerlerinde ters etki yapmaktadır. 3-4 oC’ye kadarki artışlarda ise iklim değişikliği ile toplam etki arasında ilişki görülmemektedir. Bütün bu etkilerin sosyal, ekonomik ve dolayısıyla ciddi siyasi sonuçları olmaktadır. İklim değişikliğinden olumsuz etkilenen ülkelerde ortaya çıkacak olan ekonomik ve sosyal zaafiyet o ülkelerin uluslararası konumunu yakından etkileyerek ciddi güç kayıplarına neden olmaktadır. Bu nedenle iklim değişikliğinin olası sonuçlarını değerlendirerek şimdiden önlem alınması ülkelerin sadece kalkınma ve refah düzeyleri için değil ülke güvenlikleri için büyük önem kazanmaktadır. HİDP-Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC-Intergovernmental Panel on Climate Change) tarafından, iklim değişikliğinin bilimsel olarak anlaşılması amacıyla en son bilgileri içerecek şekilde 2007’de “Dördüncü Değerlendirme Raporu” (Fourth Assessment Report) hazırlanmıştır. Dünyada konu hakkında mevcut bütün bilgileri içeren bu rapor farklı çalışma grupları tarafından hazırlanan üç bölümden oluşmaktadır. “Bilimsel fiziki temel” (physical science basis) 67 ile ilgili konular birinci kısmında geçmektedir. Söz konusu raporun ikinci kısmı “etkiler, uyum ve hassasiyet” (impacts, adaptation and vulnerability), üçüncüsü de “iklim değişikliğinin azaltılması” (mitigation of climate change) konularına ayrılmıştır. 3. Ulusal ve Uluslararası Raporlarda Türkiye Hakkındaki Bilgiler İklim değişikliğinin Türkiye’yi nasıl etkileyeceği konusunda yeterli çalışma yapılmamış olup, az sayıdaki çalışma da resmi dokümanlara yeterince yansıtılmamıştır. Örneğin, TBMM Araştırma Komisyonu tarafından Nisan 2008’de hazırlanan raporda (TBMM, 2008), Türkiye küresel iklim değişikliğinin potansiyel etkileri açısından risk grubu ülkeler arasında yer aldığı, iklimde gözlenen ve öngörülen değişikliklerin özellikle su kaynaklarında azalma, orman yangınları, erozyon, tarımsal üretkenlikte değişiklik, kuraklık ve bunlara bağlı ekolojik bozulmalar, sıcak dalgalarına bağlı ölümler ve vektör kaynaklı hastalıklarda artışlar gibi yönlerden olumsuz etkileneceği belirtilerek yetinilmiştir (SB TSHGM, 2010, s. 124). Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından Eylül 2010’de hazırlanan “Türkiye’nin Hava Kirliliği ve İklim Değişikliği Sorunlarına Sağlık Açısından Yaklaşım” başlıklı raporda ise, hiçbir referansa atıfta bulunulmadan aşağıda görüşlere yer verilmiştir (SB TSHGM, 2010, s. 125): Genelde küresel iklim model simülasyonları kullanılarak hazırlanan IPCC’nin son raporundaki bilgilere göre ülkemiz bu yüzyılın başlarında (2020-2029) değişik senaryolara göre, 0,5 ile 1,5 oC arasında, yüzyılın sonlarında (2090-2099) ise yine değişik senaryolara göre, 2 ile 5 o C arasında sıcaklık artışına maruz kalacaktır. Yağışa baktığımızda, en kötümser senaryolardan birine göre yüzyılın sonlarına doğru kış yağışlarında Türkiye’nin 68 güney yarısında önemli azalmalar ve yaz yağışlarında ise yurt çapında önemli azalmaların tahmin edildiğini görebilmekteyiz. Küresel iklim modellerinin çözünürlükleri bütün küre için çalıştırıldıklarından düşüktür. Ülkemiz için gerçekleştirilen simülasyonlar mevcuttur. Nispeten kötümser bir senaryoya (IPCC’nin A2 emisyon senaryosu) göre gerçekleştirilen simülasyonun sonuçlarına baktığımızda, içinde bulunduğumuz yüzyılın sonlarına doğru, Türkiye’de sıcaklıkların 2 ile 6 derece arasında yükseleceği, en küçük artışın kış mevsiminde ve en yüksek artışın yaz mevsiminde olacağını görebiliriz. 2040’lı yıllara kadar sınırlı kalacak sıcaklık artışı, bu tarihlerden itibaren Türkiye ve bulunduğu bölgede hızla artacaktır. Artışlar bölgesel farklılıklar göstermekle beraber, bazı bölgelerde 6 oC’lere kadar ulaşacaktır. Yüzyılın sonlarına doğru gece-gündüz sıcaklık farklarında da artışlar meydana gelecektir. Yaz mevsiminde ardışık aşırı sıcak günlü dönemler, Akdeniz Bölgesi’nin kıyı kesiminde ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde artacaktır. 35 oC’den sıcak günlerin sayısı da, daha çok yaz ve güz mevsimlerinde ülkemizin önemli bir bölümünde artacaktır. Yağışlardaki değişim ise oldukça farklıdır. Mevsimsel olarak bakıldığında kış ve ilkbahar yağışlarında ülkemizin güney kesimlerinde ciddi azalışlar, kuzey kesimlerinde ise artışlar öngörülmektedir. Ancak ülkemize düşen toplam yağış miktarında azalma beklenmektedir. Ardışık kurak günler sayısında, ortalama yağış değişimine benzer değişiklikler olacaktır. 10 mm’den fazla yağışlı günler sayısı ise ülkemizin büyük bölümünde hemen her mevsim azalacaktır. Akdeniz bölgesinin kış yağışlarında yüzyılın ortalarından itibaren kalıcı ciddi bir azalma meydana gelecektir. Özellikle Fırat ve Dicle gibi büyük nehirlerimizi besleyen Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki kar örtüsünde sıcaklık artışından dolayı meydana gelecek azalma yüzey akışında önemli mevsimsel değişikliklere yol açacaktır. Kar birikme dönemi olan kış mevsiminde daha az kar birikecek, daha çok su akışa geçecektir. Kar erime döneminde ise daha az birikmiş kar olacağından, daha az yüzey akışı meydana gelecektir. Bu nedenle nehirlerdeki akış rejimi değişecektir. Kış aylarında debiler yükselirken, ilkbahar aylarında düşecektir. 2007’de yayınlanan “İklim Değişikliği Birinci Ulusal Bildirimi”nin ardından 2010’da yayınlanan “IDES-Ulusal İklim Değişikliği Strateji Belgesi”nde, “Temel Göstergeler” başlığı altında birçok sosyo-ekonomik gösterge verilmesine rağmen, bu konuyla ilgili olarak sadece aşağıdaki saptama ile yetinilmiştir (İDES, 2010, s. 4): nehirlerin akarsu rejimlerindeki muhtemel değişiklikler ortaya çıkarılabilmektedir. Türkiye için oluşturulan endeksler büyük ölçüde NAO değişimleriyle paralellik göstermekte olup, bu nehirlerin durumu yaygın olarak görülen 1984, 1989 ve 1990 kuraklıklarıyla örtüşmektedir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli Dördüncü Değerlendirme Raporu’na göre Türkiye, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden en çok etkilenecek bölgeler arasında bulunan Akdeniz Havzası’nda yer almaktadır. Dördüncü Değerlendirme Raporu’nun, etkiler, uyum ve hassasiyet konulu ikinci kısmında ise, Türkiye ile ilgili bilgiler daha da sınırlıdır (IPCC, 2007b, s. 187). Rapora göre, 1992 yılında yapılan IPCC IS92a emisyon senaryosunda -SRESA1 senaryosunda olduğu gibi- Avrupa’nın birçok yerindeki sel (flood) ve kuraklıkta (drought) ciddi değişiklikler beklenmektedir (Lehner ve diğ., 2005b). Fakat sel sıklıklarının (flood frequencies) en fazla aratacağı yer kuzeydoğu Avrupa olurken, güney ve güneydoğu Avrupa’da kuraklık sıklığının (drought frequencies) artması beklenmektedir. Hem ECHAM4 hem de HadCM3 GCMs modellerinin sonuçlarına göre, 2070’e kadar, bugünkü büyüklükteki 100 yıllık kuraklıkta geri dönüşler yaşanacak; özellikle de İspanya, Portekiz, Fransa, Polanya’nın Vistula Havzası ve Batı Türkiye’de, 10 yıllık dönemlerden daha sık kuraklıklar görülecektir. Strateji belgesindeki oldukça genel olan bu saptama, “Dördüncü Değerlendirme Raporu”nun bilimsel fiziki temel konularını kapsayan birinci kısmında geçmektedir (IPCC, 2007a, s. 292). Bu bölümde, NAO ve NAM’ın atmosferdeki nemin taşınması ve dağılımını etkilediği ve dolayısıyla buharlaşma ve yağışın dağılımını belirlediğini belirtilerek, “Yüksek NAO değerlerine sahip olan Gröndland ve Kanada’nın kutup bölgelerinin çoğu yerinde buharlaşma yağıştan fazladır; İzlanda ve İskandinavya arasındaki bölge kış aylarında normal yağıştan daha fazla yağış almaktadır; Akdeniz ve Orta Doğu’nun bazı kısımlarındaki şiddetli kuraklık (severe drought) ve doğuda Türkiye’ye kadar olan bölgedeki nehir gibi yüzey akışları NAO değişkenliğiyle büyük ölçüde benzeşim göstermektedir” denilmektedir. Söz konusu rapordaki Türkiye ile ilgili kısım, Cullen ve deMenocal (2000)’in Fırat ve Dicle Nehirlerinin akışındaki Kuzey Atlantik’in etkisi konulu çalışmasından alınmıştır. Yazarlara göre, bu nehirlerdeki akış rejimi NAO ile doğrudan ilintilidir. Türkiye’nin kış mevsimindeki sıcaklık ve yağış verilerinden oluşturulan kompozit endeksler yardımıyla belirlenen yıllık ve onar yıllık iklim değişiklikleri sayesinde bu önemli Aynı raporun “sosyo-ekonomik faaliyet için gerekli olan suyun mevcudiyeti” başlıklı bölümde, iklim değişikliklerinden kaynaklanan nehirlerdeki debi değişiklikleri üzerinde durulmaktadır (IPCC, 2007b, s. 193). Debi değişiklikleri hidroelektrik barajları, seyrüseferi, balıkçılığı ve rekreasyon alanlarını doğrudan etkileyecektir. IS92a emisyon senaryolarında, 2070’e kadar, mevcut barajların elektrik üretim potansiyellerinin İskandinavya ve Kuzey Rusya’da %15-30, Finlandiya’da %19, Norveç’te ise neredeyse %100 oranında artacak; Portekiz, İspanya, Ukrayna, Bulgaristan 69 ve Türkiye’de ise % 20-50 arasında azalacaktır (Lehner et al., 2005a). Hidroelektriğin payının %20 olduğu Avrupa’nın bütünündeki potansiyel azalması da %7-12 arasında değişecektir. Son olarak, IPCC (2007b, s. 227)’de Avrupa’nın ekosisteminin incelendiği bölümde, orta enlemlerdeki yaklaşık 3,4 Mkm2 alanı kaplayan ve genellikle sahil kesimleri ile birlikte besince zayıf topraklardan (nutrient poor soil) oluşan ekosistemler olan Akdeniz-tipi ekosistemler (MTEs-Mediterranean-type ecosystems) değerlendirilmiştir. Atmosferdeki CO2’nin artmasının, önümüzdeki birkaç 10 yıl içerisinde MTE’de önemli bir etki yapmayacağına –henüz elimizde yeterli veri olmamasında rağmen- giderek daha fazla inanılmaktadır. Bunun başlıca nedeni yağışların buralarda azalacak olmasıdır. CO2’nin artmasının -yağışların da artması durumunda- ormanların genişlemesine ve dolayısıyla örneğin Kaliforniya’da daha fazla karbonun depolanmasına neden olacağı tahmin edilmektedir. Yağışların azalmaması durumunda ise, Akdeniz ve Türkiye’de de ormanlar artarken Afrika’da çalılıklar artacaktır (Cheddadi et al., 2001). 70 yakın zamanlarda ise, örneğin MS 900’den beri, Türkiye, Yunanistan ve Levant’ı içine alan Doğu Akdeniz’de daha soğuk ve kuru hidroiklimsel koşullardan daha ılıman ve yağışlı koşullara geçildiği ve Türkiye’nin iç kısımlarında kış mevsimi yağışlarının günümüzden çok daha fazla olduğu hakkında kuvvetli veriler bulunmaktadır (Roberts et al., 2012). Türkiye’deki iklimin genellikle NAO, Nam ve EAWR (East Atlantic-West Russia) telekonneksiyon bağlantılı patternlerle ilgili olduğunu öne sürülmektedir (Örn., Cullen ve deMenocal, 2000; Oğuz et al., 2008; Kushnir ve Stein, 2010). Türkeş (2010 ve orada bahsedilen referanslar) ise, Türkiye’deki şiddetli ve geniş alanlı kış kuraklıklarının önemli bir bölümünün Azorlar bölgesi üzerindeki yarı tropik yüksek basınç ile Grönland ve İzlanda üzerindeki orta enlem alçak basıncı arasındaki geniş ölçekli atmosferik basınç dalgalanması olarak tanımlanan NAO’nun kuvvetli pozitif endeks evrelerine karşılık geldiğini belirtmektedir. 4. İklim Değişikliğinin Türkiye’deki Etkileri 4.a. Sıcaklık Artışı: Türkiye’deki sıcaklık artışlarıyla ilgili olarak gerçekleştirilen en son modelleme çalışmasına göre, 21. yüzyıl sonlarına doğru Türkiye’deki sıcaklıklar, batıda yaz aylarında 5-7 oC , doğuda kış aylarında ise 3,5 oC’lik artış gösterecektir (Şen et al., 2012). Günümüzde Akdeniz iklim kuşağında bulunan ve iç kısımlarda tipik karasal iklimin hakim olduğu Türkiye, özellikle son 2,5 milyon yıllık dönemi kapsayan Kuvaterner jeolojik çağında buzul döneminin etkisi altında kalmıştır. Halen son buzul döneminden sonra gelen buzul arası dönemde bulunulmakta olup, Erken Holosen’de soğuk iklimden günümüzdeki daha ılık iklime doğru bir değişim gözlenmiştir (Örn., Ergin et al., 2007; Doğan, 2011). Daha Altınsoy ve diğ. (2011) ise, gelecekte Akdeniz Havzası’nda ortalama hava sıcaklıklarında ve yağışlarda 1971-2000 dönemine göre 2071-2100 döneminde olabilecek iklimsel değişiklikleri inceledikleri çalışmalarında, yaz mevsiminde kuzeybatı Afrika, İber Yarımadası ve Türkiye’de sıcaklıkların benzer şekilde 3-7 o C arasında değişeceğini öngörmektedir. Yazarlara göre, genel olarak 2071-2100 döneminin ortalama sıcaklık artışları ele alındığında, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu Kuzeybatı Afrika ve İber Yarımadası gibi bölgeler en şiddetli artışların görüldüğü bölgeler arasında olacaktır. Küresel ortalama sıcaklığın 2100’e doğru 2-5 oC arasında artacağı dikkate alınırsa (IPCC, 2007a), Türkiye’nin küresel ısınmadan en fazla etkilenecek ülkeler arasında olacağı rahatlıkla söylenebilir. 4.b. Yağış Azalması ve Kuraklık: Türkiyede yağış rejimleri, en son çalışmalara göre, 7 ana yağış rejimi (main precipitation regime), 16 alt yağış rejim bölgesi (subprecipitation regime regions), 7 ana iklim bölgesi (main climate regions), 15 alt iklim bölgesine (sub-climate regions) ayrılarak incelenmektedir (Şahin ve Çigizoğlu, 2012). Şen et al. (2012), bu bölgelerden Güneydoğu Anadolu’daki yağışların 21. yüzyıl sonuna doğru %40 oranında azalacağını öngörmektedirler; fakat Karadeniz Bölgesi ile Kuzeydoğu Türkiye’deki yağışlar ise %25 oranında artacaktır. Yazarlar, 21. yüzyıl boyunca, batı ve güney sahillerinde kuraklıkların daha sık, daha yoğun ve daha uzun süreli olacağını; batı, güney ve merkezi bölgelerde ise iklim kuşaklarının daha kurağa doğru kayacağını beklemektedirler. Yağışlardaki en büyük değişim, beklendiği gibi, yağışın günümüz koşullarda çok düşük ya da yetersiz ve çok değişken olduğu kurak yaz mevsimlerinde görülecektir (Altınsoy ve diğ. 2011). Öte yandan, bugünkü iklim koşullarında yağışın en çok düştüğü ya da görece yeterli olduğu kış mevsiminde de, gelecekte yağış değişkenliğinde önemli artışların olması öngörülmektedir. Bu sonuçlar, Akdeniz Havzası’nda zaten yüksek olan iklimsel değişkenliğin gelecekte artacağını, bir başka deyişle ekstrem sıcaklıkların ve yağışların daha sık ve daha geniş bölgelerde etkili olabileceğini göstermektedir: Bu sonuçlardan, bütün Akdeniz havzası ve çevresi ülkelerin gelecekte iklim değişikliğinin sonuçlarından en çok ve olumsuz düzeyde etkilenecek bölgeler arasında yer alacağı anlaşılır. Sıcaklık artışının yanı sıra, bölgenin gitgide daha da kuraklaşacağı, daha sıcak ve daha kurak koşulların yaşanacağı öngörülmüştür. Dolayısıyla, Akdeniz havzası ve Türkiye’yi içine alan bu geniş bölge, gelecek insan kaynaklı iklim değişikliğine ve olası sonuçlarına karşı çok savunmasız ve açıktır. Altınsoy ve diğ. (2011) tarafından yapılan bu saptama, yani Akdeniz Havzası ve Türkiye’nin gelecekteki iklim değişikliklerinin hidroloji ve su kaynaklarına etkisi ile ekstrem hava ve iklim olayları açısından en çok etkilenecek bölgeler arasında olduğu, önceden de birçok araştırmacı tarafından vurgulanmıştır (Örn., Trigo ve diğ., 2006; Türkeş ve Tatlı, 2009; Türkeş ve diğ., 2009; Türkeç ve Tatlı, 2011). 4.c. Çölleşme: Sıcaklıkların artmasına karşılık yağışların azalmasının en somut sonucu kuraklıkların süresinin ve sıklığının artma eğilimine girmesi, yani çölleşmenin yaygınlaşmasıdır (Türkeş, 2010). Türkiye’de çölleşmeye meyilli yarı kurak ve kuru-yarı nemli arazilerin oranı %35 dolayında olup, yarı nemli iklim koşullarıyla birlikte bu oran %60’lara ulaşmaktadır. 1970’lerin başından itibaren görülen kuraklaşma eğilimi en fazla, Ege, Akdeniz, Marmara ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde görülmektedir ve son 40 yılda, en şiddetli ve yaygın kuraklık dönemleri 1971-1974, 1983-1984, 1989-1990, 1996, 2001 ve 2007-2008 yılları arasında yaşanmıştır (Türkeş ve Tatlı, 2009; Türkeş, 2010). Dolayısıyla kuraklaşma iklim değişikliği nedeniyle Türkiye’nin önüne gelen en büyük sorunların başında gelmektedir. 71 4.d. Buzul Erimesi ve Deniz Seviyesinin Yükselmesi: Küresel ısınmanın Türkiye’deki etkilerinden biri de buzullarda olmaktadır. Ağrı Dağı’ndaki buzul kütlesinin gerilemesini inceleyen Sarıkaya (2012), 1976’dan beri mevcut olan uydu verilerini kullanarak 2011’e kadarki gerilemeyi tespit etmiştir. Gerilemenin uzun dönemli atmosferdeki ısınma trendiyle uyumlu olduğunu gözleyen yazar, bu dönem zarfında sözkonusu buzulun yüzey alanının %29 oranında kaybolduğunu hesaplamıştır. Türkiye sahillerindeki iklim değişikliğine bağlı deniz seviyesi değişimleri hakkındaki bilgimiz yetersizdir. Desruelles et al. (2009)’un Yunanistan’daki adalar ile Türkiye’nin güney sahillerinin en doğusundaki Arsuz’a kadarki kıyıyı incelemesi sonucunda, 0,35 m yükselme ile 4,3 m düşme görülmüştür. Deniz seviyesindeki bu değişimleri 6000 yıldır bölgede etkin olan tektonizmaya bağlayan yazarlar, deniz seviyesi değişimlerdeki iklim değişikliği etkisini incelememişlerdir. Benzer şekilde Anzidei ve diğ. (2011) de, kıyıdaki arkeolojik alanlardaki deniz seviyesi değişimlerini inceleyerek, Türkiye kıyılarında günümüzden 2,3-1,6 ka arasında 2,41-4,50 m arasında yükselme olduğunu ve bunun da dikey tektoniğe bağlı olduğunu belirtmişlerdir. 4.e. Tarımdaki Etkiler: Küresel İklim Değişikliğinin en büyük etkisi hiç şüphesiz ki doğal ve sulamalı tarım alanında olacaktır. Doğal tarımdaki en olumsuz etkinin, özellikle yarı kurak alanlarda yetiştirilen ve büyük ölçüde kış yağışına bağlı olan buğday tarımında olacağı yaygın olarak bilinmektedir (Örn., Özdoğan, 2011). Bu etki, 21. yüzyıl boyunca özellikle kuzeybatı Türkiye’deki kışlık buğday rekoltesini önemli ölçüde düşürecektir. Öte yandan, mısır üretimindeki hasılat da ciddi oranda azalacaktır 72 (Şen et al., 2012). Bu nedenle Türkiye’de özellikle doğal sulamalı tarımın mutlaka kontrol altında yapılması gerekmektedir. Sulamalı tarım ile evlerde ve sanayide kullanılan akarsu ve yeraltı suyu kaynaklarında da ciddi azalmalar beklenmektedir (Türkeş, 2010). Yazara göre Türkiye’deki su sıkıntısı, yalnız tarım ve enerji üretimi açısından değil, sulama, içme suyu, öteki hidrolojik sistem ve etkinlikleri içeren su kaynakları yönetimi açısından da kritik bir noktaya ulaşmıştır. Yağışlarda, 2007-2008 yıllarının özellikle sonbahar ve kış aylarında görülen azalmalar, Türkiye’nin birçok yöresinde tarımsal ürün kayıplarına, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının zayıflamasına ve yetersiz kalmasına ve İstanbul başta olmak üzere özellikle Ankara gibi bazı büyük kentlerde içme suyu sıkıntısı ve su kesintilerinin yaşanmasına neden olmuştur. Nehirlerdeki hidrolojik çalışmalar bu durumu açıkça göstermektedir. Türkiye’deki nehirlerin akış rejimlerindeki en büyük etmenin yağışlar olduğu konusunda çeşitli çalışmalar yapılmıştır (Kalaycı ve Kahya, 2006; Hadjikakou et al., 2011). Kahya ve Kalaycı (2004), Türkiye’nin 26 su havzasındaki aylık su akışlarının 31 yıllık dönemini inceleyerek, Türkiye’nin batısın-daki havzalarda aşağıda doğru bir trend izlerken doğudakilerde herhangi bir trend gözlemişlerdir. Seyhan Nehri’ni çalışan Fujihara ve diğ. (2008), iklim değişikliği etkilerinin yanı sıra, su talebinin artmaması halinde gelecekte bir su sıkıntısı olmayacağı, fakat durumun böyle olmaması yüzünden, su miktarının azalması talebin de artması yüzünden sıkıntı olacağını ve ciddi şekilde su yönetimine ihtiyaç duyulduğunu belirtmektedir. Albek ve diğ. (2004) de, Seydi Suyu’nun verilerini inceleyerek, küresel ısınma nedeniyle oluşacak yıllık 3oC’lik artışın, nehir akışında %21’lik bir azalmayla sonuçlanacağını vurgulamaktadır. Vadi kenarlarında derin köklü bitki örtüsü olması durumunda ise, bu azalmada %37’lik bir artış olmaktadır. 4.f. Enerjideki Etkiler: İklim değişikliğinin Avrupa’nın hidroelektrik barajlarındaki etkilerini inceleyen Lehner ve diğ. (2005a), nehirlerdeki debi siteminin 2070’e kadarki iklim değişikliğinden ciddi ölçüde etkileneceğini ve özellikle güney ile güneydoğu Avrupa’nın potansiyelinde %25’e varan oranlarda azalma olacağını öne sürmektedir. Bu oran Avrupa genelinde ise %6 olarak belirlenmiştir. Hidroelektrik potansiyelindeki en fazla etki, % 20-50 arasındaki azalma ile Portekiz ve İspanya ile Ukrayna, Bulgaristan ve Türkiye’de olacaktır. 4.g. Şehrin Hava Kirliliğine Etkisi: Bütün bu etkilerin yanı sıra doğrudan insan sağlığını ilgilendirmesi ve büyük nüfusu barındırması nedeniyle en önemli etkilerden biri de özellikle büyük şehirlerdeki hava kirliliğidir. Türkiye’deki bu tür şehirlerin başında İstanbul gelmektedir (Im ve diğ., 2010; Im ve diğ. 2011; Im ve diğ, 2012). İstanbul, Kahire ve Atina’daki insan faaliyetleri yüzünden atmosfer kompozisyonundaki değişiklikleri inceleyen Kanakidou ve diğ. (2011), uzun mesafeli ve bölgesel çaptaki doğal ve antropojenik hava kirliliğinin taşınmasının yerel kirlilik kadar ve belki de daha önemli olduğunu göstermiştir. 5. Sonuç ve Öneriler Bu çalışmanın en önemli sonucu, genelde iklim değişikliği özelde ise iklim değişikliğinin Türkiye’ye ne gibi etkileri olabileceği konusundaki çalışmaların yetersiz olduğu ve mevcut çalışmaların da çeşitli neden- lerle politika yapıcıları tarafından yeterince değerlendirilmediğidir. İklim değişikliğinin olumsuz etkileri yanında olumlu etkilerinin de olabileceği gerçeğinden hareketle, tam bir etki muhasebesinin yapılabilmesi için, özellikle kamu kaynaklarından desteklenen bilimsel/ teknolojik çalışmalar mutlaka artırılmalı, bu tür çalışmaların eşgüdüm içinde yürütülebilmesi için gerekli koordinasyon sağlanmalıdır. Özellikle uluslararası anlaşmalarda belirlenen somut hedeflere ulaşmak için belirlenen uygulamaların ülkeye getireceği ekonomik ve sosyal yükler çok ciddi çalışmalarla incelenmelidir. Örneğin, az sayıdaki bu tür çalışmaların en önemlilerinden biri olan Telli ve diğ. (2008), hesap edilebilir genel denge modeli kullanarak, Kyoto Protokol’üne uyum konusunda 20062020 dönemi için geliştirilen senaryoların ekonomik etkilerini araştırmışlardır. Yazarlar, emisyon kontrol hedeflerine ulaşmanın ekonomideki yükünün oldukça fazla olduğunu ve bunun için önemli ölçüde finansmana ihtiyaç duyulduğu sonucuna varmışlardır. Çevrenin korunmasına yönelik politikalar çerçevesinde getirilecek karbon vergisi ya da enerji vergisi de işsizliğe ters etkisi olacağından yararlı görülmemektedir. Bu çalışmada en iyi politika, çevre vergileri getirilirken, aynı zamanda üreticilerin üzerlerindeki diğer vergi yüklerinin hafif-letilmesi olarak belirlenmiştir. Bu konuda politika yapıcılar kadar vatandaşların duyarlılığı da demokratik toplumlarda önem kazanmaktadır. Türkiye’deki şehirlerde yaşayan ailelerin CO2 emisyon azaltımı için vergi ödemeye ne kadar arzulu olduklarını araştıran Adaman ve diğ. (2011), genç ve eğitimli vatandaşların konu hakkında daha fazla bilgisi olduğu ve daha bilinçli olduklarını gözlemlemiş, 73 ama onların da büyük oranda kurumlara olan güvensizliklerinden dolayı herhangi bir vergi ödemeye hazır olmadıklarını saptamışlardır. Bu nedenle, bilgi eksikliklerinin üzerine giden poli-tikalar üretilmelidir. Katkı Belirtme Bu bölümün kaleme alınmasını değerli dostum, fiziki coğrafya, jeoloji, iklim bilimi ve meteoroloji uzmanı Prof. Dr. Murat Türkeş’ten rica etmiştim, fakat rahatsızlığı nedeniyle çok istemesine rağmen bu görevi üstlenemedi. Kendisine, literatür konusunda bana verdiği destekten ötürü teşekkürlerimi borç bilirim. 74 Kaynaklar Adaman, F., Karalı, N., Kumbaroğlu, G., Or, İ., Özkaynak, B., Zenginobuz, Ğ., 2011. What determines urban households’ willingness to pay for CO2 emission reductions in Turkey: A contingent valuation survey. Energy Policy, 39, 689–698. Albek, M., Öğütveren, Ü.B., Albek, E., 2004. Hydrological modeling of Seydi Suyu watershed (Turkey) with HSPF. Journal of Hydrology, 285, 260–271. Altınsoy, H., Öztürk, T., Türkeş, M., Kurnaz, M.L., 2011. Küresel iklim modeli kullanılarak Akdeniz Havzası’nın gelecek hava sıcaklığı ve yağış değişikliklerinin kestirilmesi. National Geographical Congress with International Participation, İstanbul, Turkey, 6-9 September. Anzidei, M., Antonioli, F., Benini, A., Lambeck, K., Sivan, D., Serpelloni, E., Stocchi, P., 2011. Sea level change and vertical land movements since the last two millennia along the coasts of southwestern Turkey and Israel. Quaternary International, 232, 13-20. Bruntland, G., ed., 1987. Our Common Future, The World Commission on Environment and Development, Oxford University Press, Oxford. Cullen, H. ve deMenocal, P.D., 2000. North Atlantic influence on Tigris-Euphrates stream flow. Int. J. Climatol., 20, 853–863. Desruelles, S., Fouache É., Ciner, A., Dalongeville, R., Pavlopoulos, K., Kosun, E., Coquinot, Y., Potdevin, J.-L., 2009. Beachrocks and sea level changes since Middle Holocene: Comparison between the insular group of Mykonos–Delos–Rhenia (Cyclades, Greece) and the southern coast of Turkey. Global and Planetary Change, 66, 19–33. Doğan, U., 2011. Climate-controlled river terrace formation in the Kızılırmak Valley, Cappadocia section, Turkey: Inferred from Ar–Ar dating of Quaternary basalts and terraces stratigraphy. Geomorphology, 126, 66–81. Ediger, V.Ş., 2008a. Küresel iklim değişikliğinin uluslararası ilişkiler boyutu ve Türkiye’nin politikaları. Mülkiye, 32(259), 133–158. Ediger, V.Ş., 2008b. Kyoto, enerji güvenliği açmazının da anahtarı mı? Yeşil Ufuklar, 4(2), 20. Ediger, V.Ş., 2009. Türkiye’nin sürdürülebilir enerji gelişimi. TÜBA Günce, 39, 18–25. Ediger, V.Ş. ve Çiftçi, S., 2011. Sürdürülebilir kalkınmanın iki temel unsuru: Enerji ve çevre, TÜBA Günce, 43, 21–29. El-Fadel, M, Chedid, R, Zeinati, M, Hamaidan, W., 2003. Mitigating energy-related GHG emissions through renewable energy. Renewable Energy, 28, 1257-1276. 75 Ergin, M., Kadir, S., Keskin, Ş., Turhan-Akyuüz, N., Yaşar, D., 2007. Late Quaternary climate and sea-level changes recorded in sediment composition off the Büyük Menderes River delta (Eastern Aegean Sea, Turkey). Quaternary International, 162–176. Fujihara, Y., Tanaka, K., Watanabe; T., Nagano, T., Kojiri, T., 2008. Assessing the impacts of climate change on the water resources of the Seyhan River Basin in Turkey: Use of dynamically downscaled data for hydrologic Simulations. Journal of Hydrology, 353, 33–48. Hadjikakou, M., Whitehead, P.G., Jin, L., Futter, M., Hadjinicolaou, P., Shahgedanova, M., 2011. Modelling nitrogen in the Yeşilirmak River catchment in Northern Turkey: Impacts of future climate and environmental change and implications for nutrient management. Science of the Total Environment, 409, 2404–2418. Hitz, S. ve Smith, J., 2004. Estimating global impacts from climate change. Global Environmental Change, 14, 201–218. IDES (Ulusal İklim değişikliği Satretji Belgesi), T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı, 2010. Türkiye Cumhuriyeti Ulusal İklim Değişikliği Strateji belgesi 2010-2020, Ankara. Yüksek Planlama Kurulu’nun 03.05.2010 tarihli 2010/8 sayılı kararı ile onaylanmıştır. Im, U., Markakis, K., Koçak, M., Gerasopoulos, E., Daskalakis, N., Mihalopoulos, N., Poupkou, A., Kındap, T., Ünal, A., Kanakidou, M., 2012. Summertime aerosol chemical composition in the Eastern Mediterranean and its sensitivity to temperature. Atmospheric Environment, 50, 164-173. Im, U., Poupkou, A., Incecik, S., Markakis, K., Kindap, T., Unal, A., Melas, D., Yenigun, O., Topcu, S., Odman, M.T., Tayanc, M., Guler, M., 2011. The impact of anthropogenic and biogenic emissions on surface ozone concentrations in Istanbul. Science of the Total Environment, 409, 1255–1265. Im, U., Markakis, K., Unal, A., Kindap, T., Poupkou, A., Incecik, S., Yenigun, O., Melas, D., Theodosi, C., Mihalopoulos, N., 2010. Study of a winter PM episode in Istanbul using the high resolution WRF/ CMAQ modeling system. Atmospheric Environment, 44, 3085-3094. IPCC, 2007a. Climate Change 2007: The Physical Science Basis. Contribution of Working Group I to the Fourth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change [Solomon, S., D. Qin, M. Manning, Z. Chen, M. Marquis, K.B. Averyt, M. Tignor and H.L. Miller (eds.)]. Cambridge University Press, Cambridge, United Kingdom and New York, NY, USA, 996 s. IPCC, 2007b. Climate Change 2007: Impacts, Adaptation and Vulnerability. Contribution of Working Group II to the Fourth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change, M.L. Parry, O.F. Canziani, J.P. Palutikof, P.J. van der Linden and C.E. Hanson, Eds., Cambridge University Press, Cambridge, UK, 976 s. Justus, J.R., Fletcher, S.R., Global Climate Change, CRS Issue Brief for Congress, IB89005, 2006. Kahya, E. ve Kalaycı, S. 2004, Trend analysis of streamflow in Turkey. Journal of Hydrology, 289, 128–144. 76 Kalaycı, S. ve Kahya, E. 2006. Assessment of streamflow variability modes in Turkey: 1964–1994. Journal of Hydrology, 324, 163–177. Kanakidou, M., Mihalopoulos a, N., Kindap, T., Im, U., Vrekoussis, M., Gerasopoulos, E., Dermitzaki, E., Unal, A., Koçak, M., Markakis, K., Melas, D., Kouvarakis, G., Youssef, A.F., Richter, A., Hatzianastassiou, N., Hilboll, A., Ebojie, F., Wittrock, F., von Savigny, C., Burrows, J.P., Ladstaetter-Weissenmayer, A., Moubasher, H., 2011. Megacities as hot spots of air pollution in the East Mediterranean. Atmospheric Environment, 45, 1223-1235. Kushnir, Y. ve Stein, M., 2010. North Atlantic influence on 19the20th century rainfall in the Dead Sea watershed, teleconnections with the Sahel, and implication for Holocene climate fluctuations. Quaternary Science Reviews, 29, 3843-3860. Lehner, B., Czisch, G., Vassolo, S., 2005a. The impact of global change on the hydropower potential of Europe: a model-based analysis. Energy Policy, 33, 839–855. Lehner, B., P. Döll, J. Alcamo, H. Henrichs and F. Kaspar, 2005b. Estimating the impact of global change on flood and drought risks in Europe: a continental, integrated assessment. Climatic Change, 75, 273-299. Oğuz, T., Dippner, J.W., Kaymaz, Z., 2006. Climatic regulation of the Black Sea hydro-meteorological and ecological properties at interannual-to-decadal time scales. Journal of Marine Systems, 60, 235–254. Özdoğan, M., 2011. Modeling the impacts of climate change on wheat yields in Northwestern Turkey, Agriculture. Ecosystems and Environment, 141, 1–12. Roberts, N., Moreno, A., Valero-Garcés, B.L., Corella, J.P., Jones, M., Allcock, S., Woodbridge, J., Morellón, M., Luterbacher, J., Xoplaki, E., Türkeş, M., 2012. Palaeolimnological evidence for an east–west climate see-saw in the Mediterranean since AD 900. Global and Planetary Change, 84-85, 23–34. Sarıkaya, M.A., 2012. Recession of the ice cap on Mount Ağrı (Ararat), Turkey, from 1976 to 2011 and its climatic significance. Journal of Asian Earth Sciences, 46, 190–194. SB TSHGM (Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü), 2010. Türkiye’nin Hava Kirliliği ve İklim Değişikliği Sorunlarına Sağlık Açısından Yaklaşım. Sağlık Bakanlığı yayın No. 811, 172 s. Şahin, S. ve Çigizoğlu, H.K., 2010. The sub-climate regions and the sub-precipitation regime regions in Turkey. Journal of Hydrology, 450–451, 180–189. Şen, B., Topçu, S., Türkeş, M., Şen, B., Warner, J.F., 2012. Projecting climate change, drought conditions and crop productivity in Turkey. Climate Research, 52, 175-191. 77 TBMM, 2008. Küresel Isınmanın Etkileri ve Su Kaynaklarının Sürdürülebilir Yönetimi Konusunda Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu. TBMM, 2008 Nisan. Telli, Ç., Voyvoda, E., Yeldan, E., 2008. Economics of environmental policy in Turkey: A general equilibrium investigation of the economic evaluation of sectoral emission reduction policies for climate change. Journal of Policy Modeling, 30, 321–340. Trigo, R., Xoplaki, E., Zorita, E., Luterbacher, J., Krichak, S., Alpert, P., Jacobeit, J., Saenz, J., Fernandez, J., Gonzales-Rouco, F., Garcia-Herrera, R., Rodo, X., Brunetti, M., Nanni, T., Maugeri, M., Türkeş, M., Gimeno, L., Ribera, P., Brunet, M., Trigo, I., Crepon, M., Mariotti, A., 2006. Relations between variability in the Mediterranean region and mid-latitude variability”, In: Chapter 3 of Mediterranean Climate Variability (Eds. Lionello, P., Malanotte-Rizzoli, P., and Boscolo, R.), Elsevier Developments in Earth & Environmental Sciences 4, Amsterdam, 179-226. Türkeş, M., 2010. BM Çölleşme ile Savaşım Sözleşmesi’nin iklim, iklim değişikliği ve kuraklık açısından çözümlenmesi ve Türkiye’deki uygulamalar. Çölleşme ile Mücadele Sempozyumu, 17-18 Haziran 2010. Türkeş, M., Tatlı, H., 2009. Use of the standardized precipitation index (SPI) and modified SPI for shaping the drought probabilities over Turkey. International Journal of Climatology, 29, 2270–2282. Türkeş, M., Koç, T., Sarış, F., 2009. Spatiotemporal variability of precipitation total series over Turkey. International Journal of Climatology 29: 1056-1074. Türkeş, M., TatlıI, H., 2011. Use of the spectral clustering to determine coherent precipitation regions in Turkey for the period 1929-2007. International Journal of Climatology, 31(14), 2055-2067. 78 79 80 BÖLÜM III Enerji Kaynaklı Emisyonların Tarihsel Gelişimi ve Ekonomisi İzzet Arı1 1 Planlama Uzmanı, Kalkınma Bakanlığı, [email protected]; Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Yer Sistem Bilimleri, Doktora Öğrencisi 81 Özet Enerji Kaynaklı Emisyonların Tarihsel Gelişimi ve Ekonomisi Bu çalışmada, Türkiye’de 1990–2010 yılları arasında kullanılan birincil enerji kaynaklarının değişimi, bu kaynakların sektörel kullanımları ve buna bağlı olarak sera gazı emisyonlarının gelişimi incelenmiştir. İncelenen dönemde, enerjiyi kullanan üç ana sektör olan çevrim ve enerji, imalat sanayi ve ulaştırmanın emisyon yoğunluğunun değişimi analiz edilmiştir. Ayrıca, ekonomik büyüme, enerji talebi ve nüfus artışının sera gazı emisyonları üzerindeki etkisi incelenmiştir. Bu çalışmada 1990-2010 döneminde, Türkiye’deki sera gazı emisyonlarının %98, enerji tüketiminin %100 ve gayri safi yurt içi hasılanın da %92 oranında arttığı görülürken, enerji, emisyon ve karbon yoğunluklarında görülen değişim sınırlı olmuştur. Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelede emisyon ve karbon yoğunluğunu düşürmesi için yenilenebilir enerjiye ve enerji verimliliğine daha fazla yatırım yapması gerekmektedir. 82 Abstract Historical Development and Economics of Emissions from Energy In this study, the change of primary energy sources and the usage of these sources by sectors and associated greenhouse gas emission were investigated between 1990 and 2010 for Turkey. In this period, the emission intensity of energy industries, manufacturing industry and transport sectors was analysed. Furthermore, the impacts of economic growth, energy demand and population growth were investigated. In Turkey, between 1990 and 2010, although the increase of greenhouse gas emissions, energy consumption and gross domestic product were 98%, 100% and 92%, respectively, the change in the intensity of emission, energy and carbon were not significant. Turkey needs to more investment for renewable energy and energy efficiency to decrease the emission and carbon intensity for combating climate change. 83 1. Giriş Sanayileşme, hızlı nüfus artışı ve kentleşme doğal kaynakların hızla tükenmesine ve çeşitli çevre kirliliklerine neden olmaktadır. Fosil kaynakların tüketilmesiyle ortaya çıkan en önemli çevresel problem, atmosferde biriken sera gazı emisyon miktarının artmasıdır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC: Intergovernmental Panel on Climate Change) 2007 yılında yayınladığı Dördüncü Değerlendirme Raporu’na (Fourth Assessment Report) göre sanayi devriminden önce 280 ppm2 olan CO2 (karbondioksit) konsantrasyonu 2005 yılında 379 ppm’e yükselmiştir (IPCC, 2007). Sera gazlarının atmosferde bulunması dünyayı yaşanabilir bir gezegen yapsa da, bu gazların oranının artması küresel iklimi değiştirmekte ve sonuçta küresel ısınmaya, deniz seviyesinde yükselmeye, buzullarda erimeye ve yağış rejimlerinde değişikliklere neden olmaktadır. Tüm bunlar küresel bir felaket olarak dünyayı derinden etkilemektedir (UNFCCC, 2006). İklim değişikliğinin bütün canlıları etkileyecek küresel bir sorun olması, iklim değişikliğiyle mücadelenin de küresel ölçekte yapılmasını gerektirmiştir. Bu bağlamda hazırlanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (BMİDÇS) amacı, atmosferdeki sera gazı birikiminin iklim sisteminin üzerindeki tehlikeli etkisini önlemeye yönelik olmuştur. Tedbirler arasında sera gazı emisyonlarının atmosfere salımının azaltılması büyük önem taşımaktadır (IEA, 2009). Dünyadaki enerji sektöründen kaynaklanan sera gazı emisyonları, toplam sera gazı emisyonlarının %80’inden fazlasını oluşturmaktadır. Artan enerji talebi, CO2 2 84 ppm (parts per million): milyonda bir birim emisyonlarının artmasına neden olmakta, sanayi devriminden beri giderek artan fosil yakıtların tüketimi sonucu açığa çıkan CO2 emisyonu miktarı 28 trilyon tona ulaşmış bulunmaktadır (IEA, 2009). Türkiye’nin 1990’da 187 milyon ton olan sera gazı emisyonları %98 oranında artarak 2010’da 402 milyon tona ulaşmıştır. Bu artışta nüfusun ve enerji talebinin artmasının ve ekonomik büyümenin etkili olduğu görülmektedir. Bu makalenin amacı 1990-2010 yılları arasında Türkiye’deki enerji kaynaklı sera gazı emisyonlarının gelişimini birincil enerji kaynakları ve sektörel enerji kullanımı, nüfus artışı ve ekonomik büyüme göz önünde bulundurularak analiz etmektir. Bu çalışmada, konuyla ilgili ulusal ve uluslararası kaynaklardan faydalanılmıştır. Başta Türkiye’nin BMİDÇS Sekretaryasına her yıl düzenli olarak sunduğu Ulusal Sera Gazı Emisyon Envanteri olmak üzere, Dünya Kalkınma Göstergeleri (WDI: World Development Indicators), Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA: International Energy Agency) verileri, enerji sektörüne ait denge tabloları ve Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panelinin (IPCC: Intergovernmental Panel on Climate Change) verileri kullanılmıştır. Türkiye’de enerji kaynaklarının kullanımının tarihsel olarak incelendiği ikinci bölümde, birincil kaynakların miktar ve yüzde değişimi ile sektörel enerji kullanımındaki gelişim ele alınmıştır. Bu çalışmada 1990 yılına ait enerji verilerinin baz alınması nedeniyle yüzde değişimler 1990 yılı verilerine göre endekslenerek ortaya konulmuştur. Sera gazı emisyonlarının gelişimini ortaya koyan üçüncü bölümde CO2 (karbondioksit), CH4 (metan) ve N2O (azot oksitlerin) toplam ve sektörel değişimi incelenmiştir. Her bir sektörün emisyonlarının payının yüzde değişimi 1990 yılına göre endekslenerek sektörel emisyon yoğunluğunun değişimi analiz edilmiştir. Dördüncü bölümde, gelişen bir ekonomiye (emerging economies) sahip olan Türkiye’nin sera gazı emisyonlarının değişimini tetikleyen nüfus artışı, ekonomik büyüme ve enerji talebi ilişkisi (nexus) için oluşturulan emisyon, karbon ve enerji yoğunluğu göstergeleri oluşturulmuştur. Sonuç bölümünde ise, bu çalışmada ortaya konulan bulguların iklim değişikliğiyle mücadele kapsamındaki önemi sunulmuştur. 2. Türkiye’de Enerji Kaynaklarının Kullanımı (1990-2010) Türkiye’de enerji sektöründe son yıllarda önemli ölçüde ilerlemeler kaydedilmiş, enerji arz güvenliği, ekonomik verimlilik ve çevreyi esas alan bir enerji politikası izlenmeye başlamıştır (IEA, 2005). Enerji mevzuatında 2001’de yapılan düzenlemeler ile devlet enerji sektöründe daha çok düzenleyici bir rol almaya başlamıştır. Bir yandan enerjide özelleştirmeye ağırlık verilirken, diğer yandan çevre açısından sektörü etkileyebilecek BMİDÇS ve Kyoto Protokolü gibi uluslararası sözleşmelere taraf olunmuştur. Ayrıca, enerji verimliliğinin iyileştirilmesi ve yenilebilir enerji kaynaklarından elektrik üretimini teşvik edici yeni mevzuat hazırlanmıştır. Enerji arz güvenliği bağlamında Türkiye doğu ile batı arasında önemli bir enerji koridoru olma politikasını hayata geçiren uygulamalar yapmıştır. Özellikle petrol ve doğal gaz boru hattı projelerine büyük önem vermiştir (IEA, 2005). 2002–2007 arasındaki dönemde hızlı ekonomik büyüme ve nüfus artışına bağlı olarak birincil enerji kaynaklarındaki talep artışı %35’i geçmiştir. Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda (2007–2013), ekonomik kalkınma ve sosyal gelişmenin ihtiyaç duyduğu enerjinin sürekli, güvenli ve asgari maliyetle temini temel amaçlardan biri olarak belirlenmiştir. Enerji talebi karşılanırken çevresel zararların en alt düzeyde tutulması, enerjinin üretiminden nihai tüketimine kadar her safhada verimli ve tasarruflu şekilde kullanılması esası getirilmiştir. Bunun için arz güvenliğinin artırılması amacıyla çoğu ithalatla temin edilen birincil enerji kaynakları bazında dengeli bir kaynak ve ülke çeşitlendirilmesine gidilmesi önerilmiştir. Dokuzuncu Kalkınma Planı’ndaki bu politika, 2007 Yılı Programında üretim sistemi içinde yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının payının azami ölçüde yükseltilmesi hedefiyle uygulamaya konulmaya başlanmıştır (DPT, 2007). 2.1. Birincil Enerji Kaynaklarının Tüketimi Türkiye’deki son 20 yıllık dönem incelendiğinde enerji tüketiminde petrol, doğal gaz, taşkömürü ve linyitin en önemli birincil enerji kaynakları olduğu görülmektedir. Tablo 1’den görüleceği üzere, 1990 yılında toplam 52.987 bin tep olan birincil enerji tüketimi yüzde 106 oranında artarak 2010 yılında 109.265 bin tep’e ulaşmıştır. 1990 yılında petrol 23.901 bin tep3 ile fazla tüketilen birincil enerji kaynağı iken, 2010 yılında 39.406 bin tep ile doğal gaz en fazla tüketilen kaynak olmuştur. 1990 yılında linyit %18,43 ile petrolden (%45,11) sonra en fazla kullanılan kaynak olmuştur (Şekil 1). Aynı yıl, Türkiye’nin en önemli yenilenebilir enerji kaynağı olan hidroliğin payı ise sadece %3,76 olarak kalmıştır. 2010 yılına gelindiğinde doğalgazın birincil enerji kaynakları içindeki payı yaklaşık %32’ye yükselmiştir (Şekil 2). 2010 yılında petrolün payı %26.74’e gerilerken, hidroliğin payı %4.08’e yükselmiştir. Tep (Ton-eşdeğeri-petrol): Enerji kaynaklarını ortak bir enerji birimi cinsinden ifade etmek için yakıtların ısıl değerleri esas alınarak hesaplanan birimdir. 3 85 Şekil 3’te birincil enerji kaynaklarının toplam enerji tüketimi içindeki paylarının 1990-2010 arasındaki değişimi gösterilmiştir. Bu dönemdeki en çarpıcı artış “diğer yenilenebilir” başlığı altında verilen rüzgar ve güneş kaynaklarında olmuştur. Bu kaynakların 1990 yılında toplam birincil enerji kaynakları içindeki payı sadece on binde 5 iken 2010 yılında binde 64’e kadar yükselmiştir. Aynı dönemde doğalgazın payı %444 oranında, jeotermalin payı da %120 oranında artış göstermiştir. 1990 yılında %82 olan fosil kaynakların birincil enerji kaynakları içindeki oranı 2010 yılında %89’a yükselmiştir. Bu artışta, 1990 yılında 3,110 milyon tep olan doğalgaz tüketiminin 2010 yılında 35,000 milyon tep civarına çıkmasının etkisi büyük olmuştur. Tablo 1. 1990-2010 Yılları Arasındaki Birincil Enerji Kaynakları Tüketimi (ETKB, 2012; DEKTMK, 2012) Şekil 1. Birincil Enerji Kaynak Tüketiminin 1990 Yılındaki Dağılımı (ETKB, 2012; DEKTMK, 2012) 86 Şekil 2. Birincil Enerji Kaynak Tüketiminin 2010 Yılındaki Dağılımı (ETKB, 2012; DEKTMK, 2012) Şekil 3. Birincil Enerji Kaynaklarının Toplam Tüketim İçindeki Paylarının 1990-2010 Arasındaki Değişimi. 2.2. Sektörel Enerji Tüketimi Enerji tüketimi sektörel olarak ele alındığında konut, sanayi ve çevrim sektörlerinin ilk sıralarda yer aldığı görülmektedir (Tablo 2). 1990 yılında 15,358 milyon tep enerji tüketen konut sektörü 2010 yılına kadar %88 oranında artarak 28,868 milyon tep’e yükselmiştir. Aynı dönemde sanayi sektörü tüketimi %110, çevrim sektörü tüketimi %127, ulaştırma sektörü tüketimi de %75 oranında artış göstermiştir. Şekil 4’te, 1990–2010 yılları arasında sektörel enerji tüketiminin toplam içindeki payının değişimi gösterilmektedir. Buna göre, enerji tüketiminde payı en çok artan sektör %63 ile enerji dışı olmuştur. Ulaştırmanın payı bu dönemde %16’dan %14’e, konut ve hizmetler sektörü %29’dan %26’ya gerilemiş, tarım sektörü ise %4’ten %5’e yükselmiştir. Tablo 2. 1990-2010 Yılları Arasındaki Sektörel Enerji Tüketimi (ETKB, 2012; DEKTMK, 2012) 87 Şekil 4. Sektörel Enerji Tüketiminin Toplam İçindeki Paylarının 1990-2010 Arasındaki Değişimi. 3. Türkiye’deki Toplam ve Enerji Kaynaklı Sera Gazı Emisyonları Türkiye’de artan enerji talebine bağlı olarak sera gazı emisyonları artmaktadır. 1990 yılında 187 milyon ton CO2 eşdeğeri olan sera gazı emisyonları %115 oranında artarak 2010 yılında yaklaşık olarak 402 milyon ton CO2 eşdeğere yükselmiştir. Bu bölümdeki grafik ve tablolarda kullanılan veriler Türkiye’nin BMİDÇS’ye sunduğu Ulusal Envanter Raporu’ndan (NIP: National Inventory Report) alınmış olup, aksi belirtilmedikçe 1990-2010 dönemini kapsamaktadır (UNFCCC, 2012). Şekil 5’te enerji, sanayi, tarım ve atık sektörlerinden kaynaklanan sera gazı emisyonları 1990-2010 arasındaki değişimi gösterilmektedir. 1994 ve 2001 yılındaki ekonomik kriz ile 2008-2009 küresel mali krizin etkilediği yıllar dışındaki tüm yıllarda sera gazı emisyonlarında artış gözlenmiştir. 1990 yılında enerjiden kaynaklanan emisyonların toplam emisyonlar içindeki payı 137 milyon tonla %71’dir. Bu yılda 88 enerjiyi %16 ile tarım takip ederken, sanayi ve atığın payları sırasıyla %8 ve %5 olmuştur. 2010 yılına gelindiğinde sanayinin payı %13’e ve atığın payı %9’a çıkarken, enerjinin payı değişmemekte, tarımın payı ise %7’ye gerilemektedir (Şekil 6). Yıllar içinde dört sektörün emisyonlarının toplam emisyonlar içindeki paylarının değişiminin yer aldığı Şekil 7 incelendiğinde atık ve tarım sektörünün en fazla değişim gösteren sektörler olduğu görülmektedir. Atık sektörü 1990 yılına göre 2010 yılında %72 oranında artmış, sanayi sektörü de özellikle son yıllardaki değişimi ile %62 oranında artış göstermiştir. Tarım sektörünün payı ise %58 oranında azalmıştır. 3.1. Sera Gazı Emisyonlarının Kaynağı ve Sektörel Değişiminin Analizi Türkiye her yıl düzenli olarak ulusal sera gazı emisyon envanterini BMİDÇS Sekretaryasına iletmektedir. Emisyon envanterinin enerji bölümünde CO2, CH4 ve N2O sera gazı emisyonları yer almaktadır. Şekil 5. Toplam Sera Gazı Emisyonları, 1990-2010. Şekil 6. Toplam Sera Gazı Emisyonlarının Sektörel Dağılımı, 1990-2010. 3.1.1. Enerji Kullanımından Kaynaklanan Karbondioksit (CO2) Emisyonları Daha önceki bölümde de belirtildiği üzere enerjiden kaynaklanan sera gazı emisyonlarının toplam emisyonlar içindeki payı %71’dir. 1990 yılında 126,7 milyon ton CO2 emisyonu 2010 yılına kadar %119 oranında artarak 277,4 milyon tona yükselmiştir (Şekil 8). 1990 yılında enerji kullanımından kaynaklı sektörel CO2 emisyonlarının 2010 yılına göre daha dengeli bir şekilde dağıldığı görülmektedir. 1990 yılında %30 ile imalat sanayi (37,5 milyon ton) ilk sırada yer alırken, ulaştırma %20 ile (25,9 milyon ton) son sırada yer almıştır. 2010 yılına gelindiğinde enerji sektörü %41 ile (112,4 milyon ton) ilk sırada ulaştırma ise %16’lık payla son sırada yer almıştır (Şekil 9). 89 Şekil 10’da 1990 yılına göre sektörlerin neden olduğu CO2 emisyonlarının toplam CO2 emisyon içindeki payının yüzde değişimi gösterilmektedir.1990-2010 yılları arasında sektörlerin toplam emisyon içindeki paylarındaki en büyük değişim enerji sanayinde gerçekleşmiştir. Enerji sanayinin payı 2010 yılında 1990 yılına göre %51 oranında artış göstermiştir. 3.1.2. Enerji Kullanımından Kaynaklanan Metan (CH4) Emisyonları 1990 yılında 143 bin ton olan metan emisyonları %23 oranında bir artışla 2010 yılında 176 milyon tona yükselmiştir (Şekil 11). Ancak bu artış düzenli olmamış, önce 2001’de en düşük değerine ulaştıktan sonra tekrar artarak günümüzdeki düzeyine erişmiştir. CH4 emisyonları en fazla diğer sektörlerden kaynaklamakta olup, 1990 yılında %95 olan diğer sektörlerin payı 2010 yılına gelindiğinde %91’e gerilemiştir. 1990 yılına göre 2010 yılına kadar sektörel metan emisyonun payındaki en fazla değişim enerji sektöründe olmuştur (Şekil 12). Ancak enerji sektörünün toplam metan emisyonları içindeki payının çok düşük olması enerji sektöründen kaynaklanan metan emisyonu artışını hissettirmemektedir. Şekil 7. Sektörel Emisyon Miktarlarının Toplam İçindeki Payının Değişimi, 1990-2010. Şekil 8. Enerji Kaynaklı CO2 Emisyonlarının Gelişimi, 1990-2010. 90 Şekil 9. Enerji Kaynaklı CO2 Emisyonların Sektörel Dağılımı, 1990 ve 2010. Şekil 10. Sektörel Enerji Kaynaklı CO2 Emisyonların Toplam İçindeki Paylarının Değişimi, 1990-2010. Şekil 11. Enerji Kaynaklı Metan Emisyonlarının Gelişimi, 1990-2010. 91 Şekil 12. Enerji Kaynaklı Metan Emisyonların Sektörel Dağılımının Toplam İçindeki Payının Değişimi, 1990-2010. 3.1.3. Enerji Kullanımından Kaynaklanan Azot oksit (N2O) Emisyonları Azot oksit gazları emisyon envanterinde kütle miktarı olarak çok düşük olmasına rağmen bu gazların küresel ısınma potansiyelinin çok yüksek olması nedeniyle iklim değişikliğini olumsuz etkilediği bilinmektedir (IPCC, 2012). 1990 yılında 3.210 ton olan N2O emisyonları 2010 yılına kadar %60 oranında artarak 5.140 tona yükselmiştir. 1990 yılında diğer sektörler %48’lik payla en fazla N2O salımı yapan sektör iken 2010 yılına gelindiğinde %36’lık payla Şekil 13. Enerji Kaynaklı N2O Emisyonların Gelişimi, 1990-2010. 92 ulaştırma sektörü en fazla N2O salımına neden olan sektör olmuştur (Şekil 13). 1990–2010 yılları arasında dört sektörün toplam emisyonlar içindeki payının yüzde değişimi ele alındığında enerji sektörünün %125 oranında artış ile en fazla değişim gösteren sektör olduğu görülmektedir. Diğer sektörlerin payında ise %44 oranında düşüş olmuştur (Şekil 14). Şekil 14. Enerji Kaynaklı N2O Emisyonların Sektörel Dağılımının Toplam İçindeki Payının Değişimi, 1990-2010. 3.2. Sektörlerin Emisyon Yoğunluğu 1990-2010 yılları arasında enerji tüketen üç ana sektördeki CO2 emisyon yoğunluğunun değişimi Şekil 15’te yer almaktadır. Türkiye’de 1990 yılında enerji sanayinin TJ başına CO2 emisyonları 70,64 ton iken 2010’da bu değer binde 9 oranında azalarak 70,51 tona gerilemiştir. Buna göre, Türkiye’de birim enerji tüketiminde açığa çıkan emisyon miktarında az da olsa bir düşme görülmüştür. Bununla birlikte ara yıllarda özellikle 1995 ve 2005 yıllarında 1990 yılına göre %5’e varan artışlar görülmüştür. Kümülatif olarak 1990-2010 yılları arasında enerji sektörünün emisyon yoğunluğunda %2’ye varan artış gerçekleşmiştir. Diğer enerji yoğun sektör olan imalat sanayinin emisyon yoğunluğu incelendiğinde, 1990 yılında 86,88 ton/TJ olan emisyon yoğunluğu 2010 yılında %4 oranında gerileyerek 83,38 ton/TJ’e düşmüştür. İmalat sanayinin 1990-2010 yılları arası kümülatif emisyon yoğunluğuna bakıldığında yaklaşık %5 oranında bir azalmanın gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu durum daha temiz ve iklim dostu bir üretim biçimine geçildiğinin işaretini vermektedir. Ulaştırma sektörünün 1990-2010 yılları arasında emisyon yoğunluğunda kümülatif olarak %1’e varan bir azalma görülse de 2010 yılına gelindiğinde bu sektörün 1990 yılındaki seviyeye tekrar yükseldiği görülmektedir. Bu üç sektör göz önünde bulundurulduğunda, 2010 yılında Türkiye’deki emisyon yoğunluğunun 1990 yılına göre %1,38 oranında azaldığı söylenebilir. Bir sonraki bölümde tüm ekonominin enerji tüketimi, nüfus ve milli gelirin bu azalmayla olan ilişkisi ele alınacaktır. 4. Enerji, Ekonomi ve Emisyon İlişkisinin Analizi 1990 yılında 55,120 milyon olan Türkiye nüfusu %31 oranında artarak 2009’da 72,050 milyona yükselmiştir. Aynı dönemde 2005 yılı sabit fiyatlarıyla Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) %92 oranında artarak 92 milyar TL’ye (2005 sabit fiyatları), enerji tüketimi de yaklaşık %100 artışla 106 milyon tep’e yükselmiştir. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, sera gazı emisyonları da aynı dönemde %98 oranında artmıştır (Şekil 16). 93 Şekil 15. Sektörel Emisyon Yoğunluğunun Değişimi, 1990-2010. Türkiye ekonomisinin emisyonlarındaki bu artışın temel nedenleri artan nüfus ve enerji tüketimidir. 1990-2010 yılları arasında enerji tüketimi, GSYH ve emisyon benzer eğilimler göstermiş olup, bu üç göstergede bir ayrışma (decoupling) gözlenememiştir. Türkiye gibi gelişen bir ekonomide bu yıllar arasında uygulanan enerji politikalarında enerji arz güvenliğinin baskın olması ile yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının ekonomik potansiyelinin hayata geçirilememesi ekonomi-enerjiemisyon üçlüsünün beraber (hand-in-hand) hareket etmesine neden olmuştur. Bununla beraber, yıllık birim emisyon değişimlerinde –ekonominin emisyon yoğunluğu (EmY), enerji tüketiminin karbon yoğunluğu (CarY), ekonominin enerji yoğunluğu (EnY) ve kişi başına emisyon miktarı (Kem)– yıllar bazında artma/ azalma gözlenmiştir (Şekil 17). Buna göre, 1990-2009 döneminde kişi başına GSYH %47, kişi başına emisyon (KGDP) da %51 oranında artış göstermiştir. Aynı dönemde 1 TL GSYH elde etmek için tüketilen enerji 94 miktarını gösteren enerji yoğunluğunda (EnY) %4 oranında artış görülmüştür. Diğer bir ifadeyle, Türkiye ekonomisinin enerji girdilerine bağımlılığında önemli bir değişme olmamıştır. Diğer bir endeks olan emisyon yoğunluğu (EmY) 1 TL GSYH elde ederken açığa çıkan sera gazı emisyon miktarını göstermektedir. Türkiye’nin emisyon yoğunluğunda (EmY) aynı dönemde sadece %2,96 oranında bir artış görülmüş, artan enerji talebi, nüfusu ve ekonomisine rağmen emisyon yoğunluğunda önemli bir artış gözlenmemiştir. Karbon yoğunluğu (CarY) tüketilen enerjinin neden olduğu emisyon miktarını ifade etmekte olup, ülkenin enerji portföyündeki fosil yakıtlara olan bağımlılığı hakkında bilgi vermektedir. 1990 yılına göre Türkiye’nin karbon yoğunluğu %1,4 oranında azalmış, artan enerji talebine rağmen Türkiye karbon yoğunluğu düşürmüştür. Bu gösterge iklim değişikliğiyle mücadelede elde edilmiş kısmi bir başarı olarak değerlendirilebilir. Şekil 16. Nüfus, Emisyon, Enerji Tüketimi ve GSYH Endeksinin Değişimi, 1990-2010 (WDI, 2012). Şekil 17. Kişi Başına GSYH (Endeks KGDP), Kişi Başına Emisyon (Endeks Kem), Enerji Yoğunluğu (Endeks EnY), Emisyon Yoğunluğu (EmY) ve Karbon Yoğunluğu’nun (Endeks CarY) Değişimi, 1990-2010 (WDI, 2012). 95 5. Sonuç ve Öneriler Türkiye’de artan nüfus, hızlı kentleşme ve kalkınma, enerji talebinde ve sera gazı emisyonlarında yüksek bir artışa neden olmuştur. 1990-2010 arasındaki son 20 yılda; nüfus %31,GSYH %92, enerji tüketimi %100, sera gazı emisyonları ise %98 oranında artmıştır. Enerji talebindeki söz konusu artışın yaklaşık %70’i ithalat yoluyla karşılanmıştır. Bu durum aynı zamanda enerjiyi yoğun olarak kullanan sektörlerin rekabet gücünü olumsuz yönde etkilemiştir. Bunun yanı sıra, enerji arzında fosil yakıtların payının yüksek olması Türkiye’nin çevre politikasının başarısını da olumsuz etkilemektedir (KB, 2012). Son 20 yılda Türkiye’de; kişi başına GSYH %47, kişi başına sera gazı emisyonları %51, enerji yoğunluğu %4, emisyon yoğunluğu %3, karbon yoğunluğu da %-1,4 oranında değişim göstermiştir. Karbon yoğunluğunun azalmış olması iklim değişikliğiyle mücadelede emisyon faktörü daha düşük yakıtlara doğru geçiş yapıldığını ve temiz enerji teknolojilerin yaygınlaştırıldığını gösterse de, ekonominin tüketim tarafında hala artan bir emisyon yoğunluğu söz konusudur. Bu artışta, özel- 96 likle tüketim alışkanlıklarında daha emisyon yoğun aktivitelerin yerleşmeye başladığını ve artan refahın sağladığı kolaylıkların özellikle kişi başına emisyon miktarındaki artışta etken olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan artan refahın sürdürülebilir kılınmasında önümüzdeki yıllarda izlenecek uzun dönemli politikalar ve bu politikaları hayata geçirecek araçlar daha önemli hale gelmektedir. Başta küresel iklim değişikliğiyle mücadele ve bunun gerektirdiği sera emisyonlarının sınırlandırılması ve uyum olmak üzere, Türkiye’nin enerji alanındaki gelişmeleri (yeni nesil nükleer reaktörler ve kaya gazı (shale gas/oil), vb.) uzun dönemli politikaların belirlenmesinde ve uygulamasında göz önünde bulundurması gerekmektedir. Kısa ve orta vadede yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının payının yükseltilmesi, enerji üretim ve tüketim süreçlerinde verimliliğin artırılması, konuyla ilgili araştırma ve geliştirme faaliyetlerine hız verilmesi için tüm fırsatların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu kapsamda, yenilenebilir enerji yatırımlarının daha fazla teşvik edilmesi, karbon, emisyon ve enerji yoğunluğunun azaltılması ve başta konut ve hizmet sektörü olmak üzere enerji verimliliği uygulamalarının tüm sektörlerde hayata geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Kaynaklar DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), 2007. Dokuzuncu Kalkınma Planı, Ankara. DEKTMK (Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi), 2012. http://www.dektmk.org.tr/incele. php?id=MTAw. Erişim Tarihi: 16.07.2012. ETKB (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı), 2012. http://www.enerji.gov.tr/index. php?dil=tr&sf=webpages&b=y_istatistik&bn=244&hn=244&id=398. Erişim Tarihi: 11.07.2012. IEA (International Energy Agency), 2005. Energy Policies of IEA Countries–Turkey 2005 Review, OECD, Paris. IEA (International Energy Agency), 2009. CO2 Emissions from Fuel Combustion 2009, OECD, Paris. IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change), 2007. IPCC-4: Report Working Group III contribution to the Intergovernmental Panel on Climate Change Fourth Assessment Report Climate Change 2007: Mitigation of Climate Change. IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change), 2012. http://www.ipcc.ch/ipccreports/far/wg_I/ ipcc_far_wg_I_chapter_02.pdf. Erişim Tarihi: 21.07.2012. KB (Kalkınma Bakanlığı), 2012. Türkiye Sürdürülebilir Kalkınma Raporu: Geleceği Sahiplenmek-2012, Ankara UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2006. Handbook, Bonn. UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2012 http://unfccc.int/national_reports/annex_i_ghg_inventories/national_inventories_submissions/ items/6598.php. Erişim Tarihi: 11.07.2012. WDI (World Development Indicators), 2012, http://data.worldbank.org/data-catalog/world-development-indicators. Erişim Tarihi: 04.09.2012. 97 98 BÖLÜM IV Sürdürülebilir Enerjinin Finansmanı U. Serkan Ata1 1 London Business School, [email protected]> 99 Özet Sürdürülebilir Enerjinin Finansmanı Türkiye’nin yenilenebilir enerjiye ilişkin hedeflerine ulaşması için önemli bir finansman ihtiyacının karşılanması gerekmektedir. Bunun için de; (1) sermaye piyasaları, (2) iki ve çok taraflı kalkınma bankaları, (3) kamu finansman mekanizmaları, (4) karbon piyasaları ve (5) iklim değişikliği finansmanı gibi kaynaklar etkin olarak kullanılmalıdır. Özellikle yenilenebilir enerji toplam kurulu gücünün artması ile oluşacak finansman kısıtlarının ortadan kaldırılması ve güneş enerjisi, biyokütle enerjisi gibi maliyetleri yüksek teknolojilerin daha yaygın olarak kullanılması için bu tür finansman kaynaklarının ve yeni finansman modellerinin önemli bir katkısı olacaktır. Diğer taraftan, Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımları her ne kadar yüksek getiri oranlarına sahip olsa da istenilen düzeyde hayata geçirilememektedir. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri de bahse konu yatırımların finansmana erişiminin kısıtlı olmasıdır. Dolayısıyla, Türkiye’nin enerji yoğunluğunun 2023 yılı itibarıyla %20 oranında azaltılmasına yönelik hedefinin hayata geçirilmesi için enerji verimliliği yatırımlarının finansmana erişimine yönelik engellerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bunun için de Enerji Verimliliği Danışmanlık (EVD) şirketlerini içeren finansman modellerinin etkin bir çözüm sunabileceği değerlendirilmektedir. 100 Abstract Sustainable Energy Finance In order to meet its renewable energy targets, Turkey would have to meet a significant financing need. To this end, various sources, including inter alia; (1) capital markets, (2) bilateral and multilateral development banks, (3) public finance mechanisms, (4) carbon markets and (5) climate finance should be effectively utilized. These sources and new financing models would particularly make a contribution to remove financing barriers that would arise as the total renewable energy installed capacity increases and to deploy renewable technologies with higher costs such as solar and biomass. On the other hand, energy efficiency investments in Turkey, although they have high returns, are not being implemented to a great extent, the main reason being their limited access to finance. In order to meet its objective of reducing the energy intensity by 20% by 2023, Turkey would also have to remove the barriers for energy efficiency investments’ access to finance and ESCO business models could provide an effective solution in this regard. 101 1. Giriş Türkiye’nin yenilenebilir kaynakların elektrik enerjisi üretimi içerisindeki payını 2023 yılında %30 seviyesine çıkarmaya yönelik hedefinin hayata geçirilmesi için önemli bir finansmana ihtiyaç duyulacaktır. Örneğin, sadece rüzgar enerjisi kurulu gücünün 2011 sonundaki 1.729 MW seviyesinden (TEİAŞ, 2012) 2023’te 20 bin MW seviyesine çıkarılması için gerekli yatırımların toplam tutarı -birim yatırım maliyetini yıllar itibarıyla sabit 1.250 ABD Doları ($)/kW kabul eden basit bir yaklaşımlayaklaşık 22,8 milyar $ olarak hesaplanabilir. Bu yatırımların %30 oranında özsermaye, %70 oranında kredi ile gerçekleştirileceği varsayımı altında ise, rüzgar enerjisine yönelik hedeflere ulaşılabilmesi için gerekli finansman ihtiyacı yaklaşık 16 milyar $ olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin 50 m yükseklik için hesaplanan toplam rüzgar enerjisi potansiyelinin yaklaşık 48 bin MW olduğu göz önünde bulundurulduğunda 20 bin MW’lık bu hedefin hiç de hayalci olmadığı görülecektir (Tablo 1). Ancak, toplam kurulu gücün artmasıyla birlikte yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için bazı kısıtların oluşacağı da dikkate alınmalıdır. Örneğin, rüzgar enerjisi toplam kurulu gücünün artması ile yatırımlar giderek rüzgar hızının daha düşük olduğu yerlerde gerçekleştirilmeye başlanacak ve dolayısıyla santrallerin kapasite faktörü de nispeten düşük olacaktır. Rüzgar enerjisi santrallerinin kapasite faktörü, ortalama rüzgar hızının yanı sıra, rüzgar hızı yoğunluk dağılımı ve kullanılan türbin tipi gibi çeşitli faktörlere bağlıdır. Örneğin, 1,8 MW’lık bir rüzgar türbinini esas alarak ve WEIBULL dağılımını kullanarak yapılacak basit bir hesaplama ile ortalama rüzgar hızının 8,5 m/s olduğu 102 durumda yaklaşık 0,41 seviyesinde olan kapasite faktörünün, ortalama rüzgar hızının 7,5 m/s olduğu durumda yaklaşık 0,35 seviyesine düştüğü görülmektedir. Bu da anılan yatırımın getiri oranının (özsermaye iç getiri oranı) yaklaşık %23’ten %16’ya düşmesi sonucunu doğuracaktır (Türkiye için örnek bir rüzgar enerjisi projesine ilişkin finansal hesaplamalar için Ek 1’e bakınız). Rüzgar enerjisi yatırımlarının getiri oranının düşmesiyle bu yatırımların finansmanına ilişkin iki önemli kısıt ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, rüzgar enerji projelerinin yatırımcıların getiri beklentilerini karşılayamamasıdır. Dünya Bankası’nın Özel Sektör Yenilenebilir Enerji ve Enerji Verimliliği Projesi dokümanına göre, Türkiye’deki rüzgar enerjisi yatırımları için talep edilen asgari özsermaye iç getiri oranı %15 seviyesindedir. Bu çerçevede, rüzgar hızının düşük olduğu bölgelerdeki projelerin yatırımcıların beklentilerini karşılayamayacağı sonucuna ulaşmak mümkündür. İkincisi ise, bankalar, borç karşılama oranı kriterlerini sağlamak amacıyla yatırımcılardan daha yüksek bir özsermaye katılımı talep edeceklerdir. Bu da yenilenebilir enerji yatırımları açısından hali hazırda önemli bir kısıt teşkil eden özsermaye yetersizliğinin daha da ciddi boyutlara ulaşması anlamına gelecektir. Yukarıda rüzgar enerjisi yatırımlarına ilişkin tanımlanan kısıtların diğer yenilenebilir enerji yatırımları için de geçerli olduğunu, hatta güneş enerjisi ve biyokütle enerjisi gibi teknolojiler için bu kısıtların daha da ciddi boyutlarda olduğunu ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, ülkemizdeki yenilenebilir enerji yatırımlarının hız kesmeden devam etmesi ve yenilenebilir enerjiye yönelik hedeflere ulaşılabilmesi için; proje finansmanı uygulamalarının Tablo 1. Türkiye Toplam Rüzgar Enerjisi Kurulu Güç Potansiyeli (ETKB, 2012) yaygınlaştırılması, finansmana erişime ilişkin kısıtların ortadan kaldırılması ve en önemlisi mevcut finansman kaynaklarına ilaveten yeni ve yenilikçi finansman araçlarının kullanılmaya başlanması gerekmektedir. kaldırılması için farklı finansman modellerinin uygulanabilirliği değerlendirilecektir. Ek’te ise Türkiye’deki örnek bir rüzgar enerjisi projesine ilişkin finansal hesaplamalara yer verilecektir. 2. Yenilenebilir Enerji Yatırımlarının Diğer taraftan, Türkiye’nin enerji verimliliği Finansmanı potansiyelinin etkin olarak değerlendirilmesi için de yeni finansman modellerine ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımlarının yüksek getiri oranları ve kısa geri ödeme dönemlerine rağmen istenilen ölçüde hayata geçirilememesinin en önemli nedenlerinden biri de finansmana erişim kısıtlarıdır. Bu kısıtların ortadan kaldırılması için bilhassa Enerji Verimliliği Danışmanlık (EVD) şirketlerini de içeren finansman modellerinin uygulamaya konulması gerekmektedir. Bu makalenin amacı esas olarak sürdürülebilir enerji yatırımlarının finansmanı konusunda yeni ve yenilikçi araçların incelenmesidir. Bunun için öncelikle yenilenebilir enerji yatırımlarına ilişkin finansman araçları; sermaye piyasaları, iki ve çok taraflı kalkınma bankaları, kamu finansman mekanizmaları, karbon piyasaları ve iklim değişikliği finansmanı başlıkları altında incelenecektir. Sonrasında da enerji verimliliği yatırımlarının finansmanına ilişkin mevcut kısıtlar tanımlanarak, bu kısıtların ortadan Yenilenebilir enerji yatırım finansmanı, aşağıda Sermaye Piyasaları, İki ve Çok Taraflı Kalkınma Bankaları, Kamu Finansman Mekanizmaları, Karbon Piyasaları ve İklim Değişikliği Finansmanı başlıkları altında incelenecektir. 2.1. Sermaye Piyasaları Sermaye piyasaları hisse senedi piyasaları ve tahvil piyasaları olarak ikiye ayrılmaktadır. 2.1.1. Hisse Senedi Piyasaları Hisse senedi piyasaları, yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için doğrudan finansman sağlamasa da enerji firmalarının yeni yatırımlarına ilişkin özsermaye ihtiyaçlarını karşılamaları için önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Ayrıca, enerji firmalarının yenilenebilir enerji projeleri için kurdukları şirketleri halka arz etme yoluna gittikleri ve hisse senedi piyasalarından yeni yatırımları için doğrudan finansman temin ettikleri de görülmektedir. 103 Sürdürülebilir enerji alanında dünyada faaliyet gösteren firmaların halka arz işlemleri, özel sermaye yatırımları ve hisse senedine dönüştürülebilir tahvil ihraçları ile temin ettikleri kaynakların toplam tutarı 2004 yılında 300 milyon $ seviyesinden, 2007 yılında yaklaşık 23 milyar $ seviyesine yükselmiştir. 2008 yılında bu işlemlerin toplam hacmi küresel krizin etkisiyle %48 gibi ciddi bir düşüş göstererek 12 milyar $ seviyesine gerilemiş, 2009–2011 yılları arasında ise, yıllık 10-12 $ aralığında seyretmiştir (FS–UNEP, 2012). Türkiye’de ise enerji firmalarının birincil halka arz işlemleri ile kaynak (özsermaye) sağlaması veya yenilenebilir enerji yatırımları için kurulan bağlı firmaların hisse senedi piyasalarından kaynak temin etmesi yaygın bir uygulama değildir. 2000-2012 yılları arasında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda (İMKB) işlem görmeye başlayan toplam 213 şirket arasında sadece 6 adet enerji üretimi alanında faaliyet gösteren şirket bulunmaktadır. 2008-2012 yılları arasında enerji firmalarının toplam sermaye artırımı da yaklaşık 91 milyon $ seviyesinde olmuştur2 (IMKB, 2012). 2.1.2. Tahvil Piyasaları Tahvil ihraçları, yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için giderek daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir yandan bankalar ve uluslararası kuruluşlar tarafından özel sektörün yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı amacıyla tahvil ihraçları gerçekleştirilirken, diğer yandan da enerji firmaları, hem kurumsal finansman sağlamak, hem de yatırımları için doğrudan finansman temin etmek amacıyla tahvil ihraç etme yoluna gitmektedirler. Örneğin, MidAmerican şirketi tarafından 2012 yılı başında 550 MW kurulu güce sahip bir fo2 104 Bu rakamlara enerji alanında yatırımı bulunan holdingler dahil değildir. tovoltaik güneş enerjisi projesinin finansmanı amacıyla toplam 850 milyon ABD Dolarlık tahvil ihracı gerçekleştirmiştir (FS-UNEP, 2012). Bu gelişme, bir yenilenebilir enerji projesinin doğrudan finansmanı için sermaye piyasalarının oynayabileceği rolün önemini ortaya koymak açısından önemlidir. Günümüzde, “iklim tahvilleri” (climate bonds) veya “yeşil tahviller” (green bonds) gibi yeni kavramlar finansman literatürüne artık iyice yerleşmiş olup, bankalar ve uluslararası kuruluşlar tarafından ihraç edilen tahviller genellikle bu şekilde adlandırılmaktadır. Diğer taraftan, yenilenebilir enerji firmaları tarafından son yıllarda yoğun olarak ihraç edilmeye başlanan tahvillerin de bu şekilde adlandırıldıkları görülmektedir. 2011 yılı itibarıyla, yeşil tahvillerinin dünya genelindeki toplam tutarı 243 milyar $ seviyesinde olup, bu tutarın 233 milyar ABD Dolarlık kısmı sürdürülebilir enerji şirketleri tarafından kurumsal finansman amacıyla, 10 milyar $’lık kısmı ise doğrudan proje finansmanı amacıyla çıkarılmıştır (FS–UNEP, 2012). Türkiye’de ise kamu borçlanmalarının dışlama etkisi başta olmak üzere çeşitli nedenlerle uzun yıllar boyunca özel sektör tarafından tahvil ihracı yaygın olarak kullanılamamıştır. Ancak, son dönemlerde ülkemizde ekonomik ve yasal koşulların iyileşmesiyle hem bankaların hem de özel sektörün tahvil ihraçlarında önemli bir artış gözlenmiştir. Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından kayda alınan özel sektör tahvil ve finansman bonosu ihraçları toplamı 2006–2009 yılları arasında yaklaşık 1 milyar TL seviyesinde iken, 2010 yılında bu rakam yaklaşık 3 milyar TL, 2011 yılında yaklaşık 8 milyar TL, 2012 yılının Kasım ayı itibarıyla da yaklaşık 26 milyar TL olarak gerçekleşmiştir (SPK, 2012). Ancak, bu ihraçlar ağırlıklı olarak finansal kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmiş olup, tahvil ihraçlarının ülkemizdeki yenilenebilir enerji yatırımlarının doğrudan finansmanı için etkin olarak kullanılan bir kaynak olduğunu söylemek henüz mümkün değildir. 2.2. İki ve Çok Taraflı Kalkınma Bankaları İki ve çok taraflı kalkınma bankaları; (1) büyük ölçekli projeler için doğrudan, küçük ve orta ölçekli projeler için ise mali aracılık kredileri vasıtası ile (yerel finansal kuruluşlar aracılığıyla) finansman sağlayarak, (2) kısmi risk garantileri gibi risk yönetimi araçları ile finansal kuruluşların yenilenebilir enerji projelerine finansman sağlamalarını teşvik ederek, (3) karbon fonları ile karbon piyasalarının gelişmesine katkı sağlayarak ve (4) teknik destek programları ile hem finansal kuruluşların hem de özel sektörün kapasite gelişimine katkıda bulunarak yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı açısından önemli bir rol oynamaktadırlar. İki ve çok taraflı kalkınma bankaları ve uluslararası fonlardan sağlanan krediler, ülkemizdeki sürdürülebilir enerji yatırımlarının finansmanı açısından bilhassa son yıllarda önemli bir kaynak teşkil etmektedir. 2008– 2010 yılları arasında yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımları için bahse konu bankalardan ve fonlardan sağlanan finansmanın toplam tutarı yaklaşık 4,95 milyar $’dır (Tablo 2). Bu tutarın yaklaşık %17’si özel sektörün temiz enerji yatırımlarına doğrudan aktarılırken, geri kalan %83’lük kısım ise mali aracılık sistemi çerçevesinde finansal kuruluşlar vasıtasıyla kullandırılmaktadır. Tablo 2. İki/Çok Taraflı Kalkınma Bankaları’nın 2008–2010 Arasında Sürdürülebilir Enerji Yatırımları İçin Sağladığı Finansman 105 106 * Hazine Geri Ödeme Garantisi ile sağlanmıştır. Not: Avro (€) cinsinden kredilerin parantez içerisinde ABD Doları ($) karşılığı yazılmadığı durumlarda ilgili yıllar için hesaplanan ortalama kur değerleri esas alınmıştır. Özel sektörün temiz enerji yatırımlarının finansmanı için ağırlıklı olarak tercih edilen mali aracılık sistemi, iki/çok taraflı kalkınma bankaları ve uluslararası fonlardan sağlanan finansmanın öncelikle aracı bankalar veya diğer finansal kuruluşlara aktarılması, sonrasında ise bahsi geçen finansal kuruluşlar vasıtasıyla genellikle küçük ve orta ölçekli özel sektör yatırımları için kullandırılması olarak tanımlanabilir. Bu sistem, ortalama mevduat vadeleri oldukça kısa ve fonlama maliyetleri de yüksek olan ticari bankaların yenilenebilir enerji yatırımlarını finanse etmelerini teşvik etmek açısından son derece etkilidir. Ayrıca, bankaların yenilenebilir enerji projelerini değerlendirmek için yeterli teknik kapasiteye ulaşmaları ve bu yatırımlara ilişkin risk algılamalarının azaltılması açısından da söz konusu sistemin önemli bir rolü bulunmaktadır. Diğer taraftan, ülkemizin ekonomik gelişmişlik seviyesinin artmasına paralel olarak, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlardan mezun olması gündeme gelecektir. Bu nedenle, yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için söz konusu kuruluşlara bağımlı olmayan, bir başka ifadeyle ticari açıdan sürdürülebilir bir piyasa yaratılması gerekmektedir. Bu geçişin sağlanması için ise, iki ve çok taraflı kalkınma bankaları tarafından sağlanan mali aracılık kredilerinin koşulları açısından giderek ticari kredilere yakınsaması, teknik destek programlarına ağırlık verilmesi ve temel sorunun likidite değil, risk algılamaları olduğu durumlarda mali aracılık kredileri yerine risk yönetimi araçlarının kullanılması uygun olacaktır. 2.3. Kamu Finansman Mekanizmaları Yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için sürdürülebilir bir piyasa yaratılması, bu yatırımlara ilişkin piyasa engellerinin ortadan kaldırılmasına bağlı bulunmaktadır. Bu çerçevede, yasal düzenlemeler ile yenilenebilir 107 enerji yatırımları için uygun bir yatırım ortamının oluşturulması kamu tarafından üstlenilmesi gereken son derece önemli bir roldür. Ancak, yasal düzenlemeler ve tarife garantileri gibi teşvikler, yenilenebilir enerji yatırımlarının yaygınlaştırılması için gerekli olmakla beraber yeterli görülmemektedir. Bu noktadan hareket eden birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke tarafından yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımlarının desteklenmesi amacıyla çeşitli Kamu Finansman Mekanizmaları (KFM) oluşturmuştur (Tablo 3). Bu mekanizmalar uluslararası kuruluşlar tarafından da desteklenmektedir. KFM’ler; (1) mali aracılık kredileri, (2) kredi garantileri, (3) proje kredileri, (4) nihai kullanıcı finansman programları, (5) Ar-Ge ve proje geliştirme destekleri, (6) özel sermaye ve girişim sermayesi fonları, (7) karbon fonları, (8) kredi destek programları, (9) Ar-Ge destekleri ve (10) teknik destek hibeleri gibi başlıklar altında incelenmektedir. Kredi Programları Tablo 3. Kamu Finansman Mekanizmaları (UNEP–SEFI, 2008) KFM Açıklama Yatırım Engelleri Finansal Kaldıraç Etkisi Dünya Uygulamaları Mali Aracılık Kredileri Bankalara sağlanan uygun koşullu krediler ile likidite ihtiyacının karşılanması ve özel sektörün yatırımları için uzun vade ve düşük faizli finansman imkanları yaratılması amaçlanmaktadır. (i) Bankaların likidite sıkıntısı yaşaması nedeni ile finansman imkanlarının yetersizliği ve (ii) Mevcut finansman imkanlarının düşük vade ve yüksek faize sahip olması Düşük – Orta Tayland: “Enerji Verimliliği Fonu”, Şili: “Ekonomik Kalkınma Kurumu” Mali Aracılık Kredileri (İkincil Borç) İkincil borç niteliğindeki mali aracılık kredileri ile özsermaye yapısı güçlü olmayan firmaların bankalar açısından riskliliği azaltılmaktadır. (i) Firmaların güçsüz özsermaye yapısı ve (ii) Firmaların borç/ özsermaye oranının yüksek olması Orta – Yüksek Fransa: “Yenilenebilir Enerji Piyasasının Desteklenmesi Programı” Özel bankalar tarafından verilen kredilere garanti sağlanarak sürdürülebilir enerji yatırımlarına ilişkin riskler paylaşılmakta ve bankaların bu yatırımlara verdiği kredilerin artırılması sağlanmaktadır. Bankaların yüksek risk algılamaları Kredi Garantileri Proje Kredileri 108 Kamu fonları veya finansal kuruluşları tarafından doğrudan proje finansmanı sağlanmaktadır. (i) Bankaların likiditelerinin az, temiz enerji projelerine ilişkin teknik kapasitelerinin yetersiz ve risk algılamalarının yüksek olması, (ii) Bankaların sürdürülebilir enerji projeleri için finansman sağlamak konusunda isteksiz davranmaları Orta – Yüksek Düşük – Orta Uluslararası Finans Kurumu (IFC) Kısmi Kredi Garantisi Programı, Macaristan: “Enerji Verimliliği Garanti Fonu” Bulgaristan: “Enerji Verimliliği Fonu”, Hindistan: “Yenilenebilir Enerji Geliştirme Ajansı” Kredi Programları Dünya Uygulamaları Nihai kullanıcıların küçük ölçekli yatırımları için finansman imkanlarının sınırlı olması Düşük – Orta Tunus Hükümeti Kredi Programı Ar-Ge ve proje geliştirme faaliyetleri için uygun koşullu krediler sağlanmaktadır. Ar-Ge ve proje geliştirme faaliyetleri için finansman imkanlarının yetersizliği Düşük – Orta Kanada: “Yeşil Belediye Yatırım Fonu” ABD – Massachusetts: “Sürdürülebilir Enerji Ekonomik Kalkınma Girişimi” Özel Sermaye Fonları Sürdürülebilir enerji firmalarına sermaye iştiraki yolu ile kaynak sağlanmaktadır (i) Firmaların güçsüz özsermaye yapısı ve (ii) Firmaların borç/ özsermaye oranının yüksek olması Orta- Yüksek Asya Kalkınma Bankası: “Temiz Enerji Özel Sermaye Yatırım Fonu” Girşim Sermayesi Fonları Temiz teknoloji geliştirme faaliyetlerinin desteklenmesi için gerekli başlangıç sermayesinin temini için kullanılır. (i) Firmaların güçsüz özsermaye yapısı, (ii) Firmaların borç/ özsermaye oranının yüksek olması, (iii) Teknoloji geliştirme faaliyetlerine ilişkin yüksek risk algılamaları Orta - Yüksek Çin Çevre Fonu Karbon Fonları Karbon fonları, sürdürülebilir enerji projelerinin karbon kredilerini peşin olarak satın almaktadır. (i) Proje geliştirme faaliyetleri için finansman imkanlarının yetersizliği, (ii) Başlangıç sermayesinin yetersizliği, (ii) Firmaların borç/ özsermaye oranının yüksek olması, (iii) Karbon ticareti gelirlerinin belirsizliği ve bu gelirlerin bir finansman aracı olarak kullanılamaması Orta - Yüksek Asya Kalkınma Bankası (ADB)’nın Asya – Pasifik Karbon Fonu Ar-Ge ve Proje Geliştirme Hibeleri Genellikle koşullu hibeler kullanılmak suretiyle Ar-Ge ve proje geliştirme faaliyetleri desteklenmektedir. Ar-Ge ve proje geliştirme faaliyetleri için finansman imkanlarının yetersizliği Düşük – Orta ABD – Connecticut: “Temiz Enerji Fonu – Proje Geliştirme Programı”, ABD – Massachusetss: “Proje Geliştirme Finansman Girişimi” Genellikle bankalara faiz sübvansiyonu sağlanmak suretiyle temiz enerji yatırımları için ticari kredi koşullarının iyileştirilmesine yönelik programlardır. (i) Bankaların likidite sıkıntısı yaşaması nedeniyle finansman imkanlarının yetersizliği ve (ii) Mevcut finansman imkanlarının yüksek faize sahip olması Orta Hindistan Yeni ve Yenilenebilir Enerji Bakanlığı Kredi Destek Programı Bankaların ve yatırımcı firmaların gerekli kurumsal kapasiteye ulaşması amaçlanmaktadır. Teknik bilgi ve kapasite yetersizliği Yüksek Gelişmekte olan ülkeler tarafından GEF, UNDP ve diğer uluslararası kuruluşlar ile ortaklaşa yürütülen programlar Açıklama Yatırım Engelleri Nihai Kullanıcı Finansman Programları Nihai kullanıcıların küçük ölçekli yatırımlarının desteklenmesi amaçlanmaktadır. Ar-Ge ve Proje Geliştirme Faaliyetleri için Kredi Programları Hibe Programları Karbon Ticareti Özsermaye Finansmanı Finansal Kaldıraç Etkisi KFM Kredi Destek Programları Teknik Destek Hibeleri 109 Türkiye’de KFM uygulamalarının yaygın olduğunu ifade etmek mümkün değildir. Bazı küçük ölçekli uygulamalar haricinde kamu kaynakları ile yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımlarının desteklenmesi için oluşturulan bir KFM bulunmamaktadır. Ancak, uluslararası kuruluşlar ve fonlardan Hazine geri ödeme garantisi altında sağlanan finansmanın mali aracılık kredileri ile özel sektörün yatırımları için kullandırılması oldukça yaygın bir uygulamadır. Ayrıca, yine uluslararası kuruluşlar ile ortaklaşa yürütülen bir çok teknik destek programı mevcuttur. Bunun dışındaki KFM’lerin uygulanabilmesi için ise bir çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkenin hali hazırda yapmış olduğu gibi sürdürülebilir enerji yatırımlarının finansmanı için bir kamu fonu kurulabileceği düşünülmektedir. 2.4. Karbon Piyasaları Karbon piyasalarından elde edilen karbon gelirleri sera gazı emisyon azaltımlarına bağlı olduğundan, bu gelirlerin yenilenebilir enerji yatırımlarının başlangıç yatırım maliyetlerinin karşılanması için bir finansman aracı olarak kabul edilmesi tam olarak doğru olmayacaktır. Diğer taraftan, yenilenebilir enerji projelerinin karbon kredilerinin ulusal veya uluslararası karbon fonları tarafından peşin olarak satın alındığı veya emisyon azaltımı satın alma sözleşmelerinin peşin ödemeye ilişkin hükümler içerdiği durumlar da mevcuttur. Buna rağmen, karbon gelirleri, yenilenebilir enerji yatırımlarının nakit akışlarını yıllar itibarıyla iyileştiren ve dolayısıyla bahse konu yatırımlara finansal açıdan katkı sağlayan bir kaynak olarak nitelendirilebilir. Karbon piyasaları yenilenebilir enerji projelerinin finansmanı açısından önemli roller oy3 110 nama potansiyeline sahiptir. Örneğin, kurulu gücü 10 MW olan bir rüzgar enerjisi santralinin birim yatırım maliyetinin 1.250 $/kW olması durumundaki toplam yatırım maliyeti 12.5 milyon $ olacaktır. Bu yatırım %30 özsermaye ve %70 kredi ile finanse edildiği takdirde 8,75 milyon ABD Dolarlık bir finansman ihtiyacı ortaya çıkacaktır. Karbon gelirleri, bu finansman ihtiyacının tamamını karşılamasa da kredi geri ödemelerinin karşılanmasına katkı sağlayacaktır. Santralin kapasite faktörü 0,35 olduğunda, santralin yıllık elektrik üretimi yaklaşık 30.660 MWs olacaktır. Yıllık elektrik satışının üretimin %97’si (29.740 MWs) olduğu ve şebeke emisyon faktörünü de 0,60 ton CO2/MWs olarak alındığında, yıllık emisyon azaltımı yaklaşık 17.844 ton CO2 eşdeğeri olacaktır. Türkiye’deki gönüllü karbon kredilerinin 2011 yılında 8 $/ton (BNEF, 2012) olan ortalama fiyatının sabit kalacağı varsayılırsa, rüzgar enerjisi yatırımının yıllık karbon geliri yaklaşık 143 bin $ olacaktır. Bu gelirlerle, %7 sabit faiz varsayımı altında, kredi anapara ve faiz ödemelerinin yaklaşık %8-10’lık kısmının karşılanması mümkün olabilecektir.3 Bu noktada dikkate alınması gereken önemli bir husus, Türkiye’nin, sadece işlem hacminin sınırlı, ortalama fiyatlarından da düşük olduğu gönüllü karbon piyasalarından yararlanabildiği ve bu nedenle de karbon gelirlerinin yenilenebilir enerji projelerine katkısının sınırlı kaldığıdır. 2.5. İklim Değişikliği Finansmanı Kopenhag Mutabakatı ile gelişmiş ülkeler tarafından gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik yatırımları için sağlanacak finansmanın 2020 yılı itibarıyla yıllık 100 milyar $ seviyesine çıkarılması taahhüt edilmiştir (UNFCCC, 2009). Faiz ödemelerinin yıllar itibarıyla azalması ile bu oran belirtilen aralıkta artacaktır. Cancun Anlaşmaları ile de bu taahhüt resmen tanınmıştır (UNFCCC, 2010). Bahse konu finansmanın gelişmekte olan ülkelere aktarılması için en önemli kanallardan biri de Yeşil İklim Fonu (YİF) olacaktır. Bu itibarla, ülkemizin anılan fona erişim sağlaması son derece önemlidir. Ancak, YİF’in mevcut erişim kriterlerine göre fondan sadece gelişmekte olan ülkeler yararlanabilmektedir (UNFCCC, 2011). Her ne kadar, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) ile gelişmekte olan ülkelere ilişkin net bir tanım getirilmese de iklim değişikliği rejimi açısından gelişmekte olan ülkelerin BMİDÇS’nin Ek–I listesinde yer almayan ülkeler olarak kabul edilmesine ilişkin genel bir kanı bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye, BMİDÇS’nin Ek–I listesinde yer alan bir ülke olarak, gelişmekte olan ülke tanımının dışında kalmaktadır. Yeşil İklim Fonu’nun erişim kritelerine ilişkin daha detaylı bir tanım, BMİDÇS 19. Taraflar Konferansı’nın yönlendirmeleri ile, YİF’nin yönetim kurulu tarafından yapılacaktır. Bu tanımın Türkiye’yi de içerecek şekilde yapılması, ülkemizdeki yenilenebilir enerji yatırımları için uygun koşullu finansman kaynakları temin edebilmek adına büyük önem arz etmektedir. 3. Enerji Verimliliği Yatırımlarının Finansmanı Türkiye’nin enerji tasarruf potansiyeline ilişkin olarak 2010 yılında hazırlanan Dünya Bankası raporuna göre, Türkiye’nin enerji tasarruf potansiyeli sanayide yıllık 8 milyon tep, binalarda da 7,16 milyon tep seviyesindedir. Aynı rapora göre, sadece sanayideki potansiyelin değerlendirilmesi ile sağlanabilecek enerji tasarruflarının parasal karşılığı yıllık 3 milyar ABD Dolarıdır (World Bank, 2010). Bu potansiyelin kullanılması için 25.02.2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan Enerji Verimliliği Strateji Belgesi’nin temel hedefi ülkemizin enerji yoğunluğunun 2023 yılında 2011 yılına göre en az %20 oranında azaltılması olarak belirlenmiştir. Enerji verimliliği yatırımları genel itibarıyla yüksek iç getiri oranlarına ve kısa geri ödeme dönemlerine sahiptir. Dünya Bankası’nın Özel Sektör Yenilenebilir Enerji ve Enerji Verimliliği Projesi dokümanına göre Türkiye’deki ortalama bir sanayi enerji verimliliği projesinin özsermaye iç getiri oranı %34 seviyesindedir (World Bank, 2009). Buna rağmen söz konusu yatırımların istenilen ölçüde hayata geçirilemediği de bir gerçektir. Bu durumun temel nedeni enerji verimliliği yatırımlarının yeterince yüksek getiri sağlamaması değil, en önemlisi finansmana erişim kısıtları olan çeşitli piyasa engelleridir. Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımlarına ilişkin finansmana erişim kısıtlarının arz ve talep olmak üzere iki yönlü olarak ele alınması gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, bilhassa sanayi sektöründeki enerji verimliliği yatırımlarının yaygınlaştırılması için hem finansal kuruluşlardan (finansman arzı) kaynaklanan, hem de firmalardan (finansman talebi) kaynaklanan kısıtların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Finansal kuruluşlarla ilgili kısıtların beş madde halinde özetlenmesi mümkün olup, bu kısıtlar: (1) bankaların (giderlerin azalmasını sağlayan) enerji verimliliği yatırımları yerine (gelirlerin artmasını sağlayan) üretime/genişlemeye yönelik yatırımları finanse etmeyi tercih ediyor olmaları ve enerji tasarruflarını genellikle soyut bir kavram olarak değerlendirmeleri, (2) enerji verimliliği yatırımları için proje finansmanı uygulamalarının yaygın 111 olmaması ve bankaların kredi kararlarını alırken genel olarak bilanço değerlerini esas alma yoluna gitmeleri, bunun da bilhassa KOBİ’lerin finansmana erişimini sınırlandırması, (3) enerji verimliliği projelerinin (bankaların bu tür projelere ilişkin teknik bilgilerinin yeterli olmaması gibi nedenlerle) olduğundan daha riskli olarak değerlendirilmesi, (4) özellikle KOBİ’lerin enerji verimliliği yatırımlarının tutarlarının düşük olması nedeniyle, bankaların bu alana yeterli ilgi göstermemeleri, yine aynı nedenle bankaların birim işlem maliyetlerinin yüksek olması, ve (5) enerji verimliliği yatırımlarının vade yapısına (tasarrufların yıllar itibarıyla seyrine) uygun finansman koşullarının mevcut olmamasıdır. Benzer şekilde firmalarla ilgili kısıtların da dört madde halinde özetlenmesi mümkün olup, bunlar: (1) enerji etüdlerinin ve enerji verimliliği danışmanlık hizmetlerinin enerji verimliliği yatırımları için bir işlem maliyeti yaratması ve çeşitli nedenlerle hayata geçirilemeyen yatırımlar için bu tür maliyetlerin bir kayıp olarak görülmesi, (2) enerji verimliliği yatırımları kapsamında süreçlerin iyileştirilmesine ve bazı parçaların değiştirilmesine yönelik çalışmaların üretimin geçici olarak durmasına neden olması, bunun da kısa vadede tolere edilmesi güç olan üretim/gelir kayıpları yaratması, (3) bankalar gibi firmaların da enerji verimliliği yatırımları yerine, üretimlerini artırmaya yönelik yatırım seçeneklerine öncelik vermeleri, sınırlı mali kapasitelerini bu yatırımlar için kullanmaları, ve (4) firmaların yeterli teknik kapasiteye sahip olmamaları nedeniyle, enerji verimliliği yatırımlarına ilişkin risk algılamalarının dolayısıyla da getiri beklentilerinin yüksek olması, veya bir başka ifadeyle, enerji verimliliği yatırımları değerlendirilirken kullanılan iskonto oranının yüksek olmasıdır. Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımlarının yaygınlaştırılmasına ilişkin bu kısıtların ortadan 112 kaldırılması için çeşitli yöntemler uygulanabilecektir. Her şeyden önce, bankaların -kendi pasiflerinin kısa vadeli olması nedeniyle- enerji verimliliği yatırımları için sağlayamadıkları uzun vadeli kredilerin sağlanabilmesi için uluslararası kuruluşlardan sadece enerji verimliliği yatırımlarının finansmanı için uzun vadeli kredilerin temin edilmesi ve bu kredilerin aracı bankalar vasıtasıyla firmalara kullandırılması yoluna gidilebilir. Bu yöntemin hali hazırda Türkiye’de bazı uygulamaları bulunmaktadır. Ancak, bu programların bilhassa KOBİ’lerin enerji verimliliği yatırımları için yapılandırılması ve EVD şirketleri için alt-programların oluşturulması ile bu tür uygulamaların etkinliğinin attırılması gerekmektedir. Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımlarının finansmanı için ticari açıdan sürdürülebilir bir piyasa yaratılması nihai amaç olmalıdır. Bu nedenle de uluslararası kuruluşlardan temin edilen uygun koşullu kredilere bağımlı ve kendi ayakları üzerinde duramayan bir piyasa sağlıklı görülmemektedir. Bu noktada yapılması gereken bankaların enerji verimliliği yatırımlarına ilişkin teknik kapasitelerinin artırılması ve buna bağlı olarak da risk algılamalarının azaltılmasıdır. Dolayısıyla, uluslararası kuruluşlarla olan işbirliğinin orta vadede iki temel eksene oturması gerekmektedir. Bunlardan birincisi teknik destek programları olup, ikincisi de kısmi risk garantileri gibi risk yönetim araçlarının kullanılmasıdır. Bilhassa, risk yönetim araçları ülkemizdeki enerji verimliliği yatırımlarının finansmanı için sürdürülebilir bir etki yaratma potansiyeline sahiptir. Ancak, bu risk yönetim araçları kullanılmadan önce sorunun doğru teşhis edilmesi gerekmektedir. Kısmi risk garantileri, bankaların likidite sorunu olmadığı, ancak enerji verimliliği yatırımlarına ilişkin risk algılamalarının yüksek olduğu durumlarda etkin bir çözüm sunmaktadır. Bankaların temel sorununun likidite olduğu durumlarda ise bu tür araçların kullanılması ile istenilen sonuçlar elde edilemeyecektir. Burada, dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise risk garantisinin kredinin tümünü karşılamaması ve bankaların da ihtiyatlı davranmalarının temin edilmesinin sağlanmasıdır. Enerji verimliliği yatırımlarının niteliklerine (enerji tasarruflarının seyrine) uygun kredi enstrümanlarının geliştirilmesi de önem taşıyan bir konudur. Bu çerçevede, kredi geri ödemeleri ile enerji tasarruflarının eşleşmesinin temin edilmesi için kredi geri ödemelerinin daha sık yapılması bir çözüm alternatifi sunmaktadır. Bu tür bir yapı, enerji tasarrufları yıl içinde sürekli gerçekleşmekte olduğundan firmalar için uygun olacaktır. Kredi geri ödemelerinin sıklaşması, enerji tasarrufları ile açığa çıkan ilave kaynağın firmalar tarafından başka amaçla kullanılmamasını temin edeceğinden, bu yapının bankaların risk algılamalarını aşağı çekeceğini de ifade etmek mümkündür (World Bank, 2008). Bankaların -KOBİ’lerin enerji verimliliği yatırımlarının küçük ölçekli olması nedeniyle- enerji verimliliği yatırımlarına sınırlı olan ilgisinin artırılması ve bu yatırımlara ilişkin birim işlem maliyetlerinin aşağıya çekilmesi için EVD şirketlerinin proje hazırlamanın ötesine geçerek, proje bütünleyici rolü üstlenmelerinin etkin bir çözüm olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, EVD şirketlerinin, proje geliştirmek ve enerji tasarruflarını garanti etmek suretiyle, bankaların ve firmaların enerji verimliliği yatırımlarına ilişkin kapasite açığının kapatılmasını ve bankaların enerji verimliliğini daha somut bir kavram olarak değerlendirmelerini temin etmeleri de mümkündür. Bu çerçevede, Türkiye’de enerji verimliliği yatırımları için ticari açıdan sürdürülebilir bir piyasa yaratılması için EVD şirketlerini de içeren yeni finansman modellerinin uygulanması gerektiği düşünülmektedir. EVD şirketlerini içeren finansman modellerinin, her ne kadar bugün itibarıyla çok çeşitli uygulamaları bulunsa da, temel olarak ikiye ayrılması mümkündür. “Tasarruf Paylaşım Modeli” olarak adlandırılabilecek, birinci finansman modeline göre; enerji verimliliği projelerinin geliştirilmesine yönelik (enerji etüdleri dahil) tüm faaliyetler EVD şirketleri tarafından gerçekleştirilmekte, proje finansmanı EVD şirketleri tarafından sağlanmakta ve proje uygulaması da yine fiilen EVD şirketleri tarafından gerçekleştirilmektedir (Şekil 1). Proje ile sağlanan tasarruflar da (belirli bir dönem için) proje sahibi firma ve EVD şirketi tarafından paylaşılmaktadır. Dolayısıyla, proje sahibi firma tarafından projeye ilişkin herhangi bir yük veya risk üstlenilmemekte olup, enerji verimliliği projeleri açısından son derece önemli bir piyasa engeli olan (firmaların ve bankaların) teknik kapasite yetersizliği ve yüksek risk algılamaları da böylelikle bir sorun olmaktan çıkmaktadır (World Bank, 2008). Bir diğer finansman modeli olan “Tasarruf Garantisi Modeli”ne göre ise; proje geliştirme ve uygulama faaliyetleri EVD şirketi tarafından gerçekleştirilmekte, proje için finansman EVD şirketi tarafından ayarlanmakta (ancak EVD şirketi doğrudan finansman sağlamamakta) ve proje ile sağlanacak enerji tasarrufları EVD şirketi tarafından Enerji Performans Sözleşmesi (EPS) ile garanti edilmektedir (Şekil 2). Bunun karşılığında ise proje sahibi firma tarafından EVD şirketine EPS ile belirlenen bir ücret ödenmektedir. Enerji verimliliği yatırımları ile elde edilecek tasarrufların, yani projenin performansının garanti edilmesiyle de 113 Şekil 1. EVD Şirketleri-Tasarruf Paylaşım Modeli Şekil 2. EVD Şirketleri Tasarruf Garantisi Modeli projeye ilişkin risk algılamaları hem firma hem de bankalar açısından aşağıya çekilmektedir (World Bank, 2008). Yukarıda bahsi geçen piyasa engellerinin ortadan kaldırılması için önemli bir potansiyele sahip olan EVD şirketlerinin ülkemizdeki gelişimine ilişkin de bazı sorunlar bulunmakta 114 olup, bu sorunlar; (1) KOBİ’lerin mali yapılarının güçlü olmaması nedeniyle, uzun dönemli enerji performans sözleşmelerinin riskli olarak değerlendirilmesi, (2) EVD şirketlerinin mali yapıları -güçlü bir bilançoya sahip olmamaları nedeniyle- doğrudan finansmana erişimlerinin kısıtlı olması, (3) Enerji Performans Sözleşmeleri için işlem maliyetlerinin yüksek olması ve (4) enerji tüketimi için bir baz senaryo oluşturmanın ve enerji tasarruflarını doğru olarak ölçme/doğrulama yapmanın zor olmasıdır. mütalaa edilmekte olup, bahse konu şirketlerin gelişiminin temini için uluslararası kuruluşlar ile ortaklaşa yürütülecek finansman ve teknik destek programlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sorunların ortadan kaldırılması için ise: (1) Enerji etüdleri yaygınlaştırılmalıdır. Bunun için bankaların EVD şirketleri ile işbirliği kurmaları teşvik edilmelidir. KOBİ’lerin enerji etüdleri için KOSGEB tarafından sağlanan destekler ile bankaların kredi programları arasındaki uyum sağlanmalıdır. İki ve çok taraflı kalkınma bankaları tarafından finanse edilen projeler kapsamında enerji etüdlerine ilişkin maliyetler bahse konu bankalar tarafından karşılanmalıdır. (2) Uluslararası kuruluşların ve kamu kurumlarının öncülüğünde teknik destek programları hayata geçirilmelidir. (3) EVD şirketlerine ilişkin piyasanın gelişimi için ilk etapta enerji arz sözleşmeleri gibi alternatif uygulamalar değerlendirmeye alınmalıdır. (4) Başarılı ilk uygulama projeleri ile ESCO (Energy Savings Company) modelinin hayata geçirilebileceği, Enerji Performans Sözleşmeleri’nin etkin olarak uygulanabileceği gösterilmelidir. (5) Enerji Performans Sözleşmeleri, ölçme ve doğrulama protokolleri vb. için standart formatların oluşturulması suretiyle işlem maliyetleri azaltılmalıdır. (6) İki ve çok taraflı kalkınma bankaları tarafından enerji verimliliği yatırımlarının finansmanı için temin edilen kredilerin EVD şirketlerini içeren modeller ile kullandırılması teşvik edilmelidir. 4. Sonuçlar ve Öneriler Bu çerçevede, Türkiye’de enerji verimliliği yatırımlarının yaygınlaştırılması için sorunun finansmandan ziyade, finansmana erişim olduğu düşünülmektedir. Söz konusu yatırımların finansmana erişimine yönelik engellerin ortadan kaldırılması için de bilhassa EVD şirketlerinin önemli bir rol oynayabileceği Türkiye’nin yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği hedeflerine ulaşması için yeni ve yenilikçi finansman araçlarının ve modellerinin kullanılması büyük önem taşımaktadır. Bu çerçevede; sermaye piyasaları, iki ve çok taraflı kalkınma bankları ile kamu finansman mekanizmaları etkin çözüm alternatifleri sunmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin karbon piyasalarına ve iklim değişikliği finansmanına erişimi de yenilenebilir enerji yatırımları için uygun koşullu kaynak yaratmak adına son derece önemlidir. Türkiye’nin yenilenebilir enerji kurulu gücünün artmasıyla oluşması muhtemel kısıtların ortadan kaldırılması ve ülkenin yenilenebilir enerji portföyünün güneş enerjisi, biyokütle enerjisi gibi daha az ticari nitelikteki yatırımları da içerecek şekilde genişletilmesi için bu finansman kaynaklarının önemi büyüktür. Diğer taraftan, Türkiye’deki enerji verimliliği yatırımları açısından da en kritik piyasa engellerinden biri finansmana erişimdir. Bu yatırımların getiri oranlarının yüksek olmasına rağmen istenilen ölçüde hayata geçirilememelerinin temel nedeni de budur. Dolayısıyla, enerji verimliliği yatırımlarının finansmana erişimini temin etmek adına EVD şirketlerini içeren finansman modellerinin uygulanması büyük önem taşımaktadır. 115 Kaynaklar BNEF (Bloomberg New Energy Finance), 2012. Developing Dimension: State of the Voluntary Carbon Markets 2012, New York, s. 56. ETKB (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı), 2012. ETKB ile Bağlı ve İlgili Kuruluşların Amaç ve Faaliyetleri (Mavi Kitap), Ankara, s. 62. FS (Frankfurt School), UNEP (United Nations Environment Programme) Collaborating Centre for Climate & Sustainable Energy Finance, 2012. Global Trends in Renewable Energy Investment 2012, Frankfurt, s. 11, 54-55, 76. İMKB (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası), Halka Arz Verileri, http://www.imkb.gov.tr/data/IPOData. aspx. Erişim Tarihi: 01.02.2012. SPK (Semaye Piyasası Kurulu), 2012. Yılı Kasım Ayı Aylık İstatistik Bülteni, http://www.spk.gov.tr/apps/ aylikbulten/index.aspx?submenuheader=0. Erişim Tarihi: 01.02.2012. TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim A.Ş.), 2012. Türkiye Elektrik Enerjisi Kapasite 10 Yıllık Üretim Kapasite Projeksiyonu 2012–2021, Ankara, s. 55. UNEP (United Nations Environment Programme), SEFI (Sustainable Energy Finance Initiative), 2008. Public Finance Mechanisms to Mobilize Investment in Climate Change Mitigation, New York, s. 27-28. UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2009. Copenhagen Accord: FCCC/CP/2009/11/Add.1, 2/CP.15. Erişim Tarihi: 01.02.2013. UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2010. Cancun Agreements: FCCC/CP/2010/7/Add.1, 1/CP.16. Erişim Tarihi: 01.02.2013. UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change), 2011. FCCC/CP/2011/9/ Add.1, 3/CP.17. World Bank, 2010. Tapping the Potential for Energy Savings in Turkey, Washington DC, s. 49. World Bank, 2009. Private Sector Renewable Energy and Energy Efficiency Project, Project Appraisal Document, Washington DC, s. 81. World Bank, 2008. Financing Energy Efficiency, Washington DC, s. 112, 132-133. 116 Ek 1. Yenilenebilir Enerji Projesi Finansman Örneği Bu bölümde bir rüzgar enerjisi projesinin finansal değerlendirilmesi yapılacak ve bu değerlendirme esas alınarak Türkiye’deki yenilenebilir enerji projelerinin finansmanına ilişkin bazı kısıtlar tanımlacaktır. Bir rüzgar enerjisi projesinin finansal değerlendirmesi için ilk ve belki de en önemli aşama tribünlerin kapasite faktörünün belirlenmesidir (Şekil 1). Bu örnekte, detaylı bir fizibilite çalışmasına yer verilmesi mümkün olmayacağından, örnek tribünün kapasite faktörünün belirlenmesi için WEIBULL dağılımı kullanılmış ve aşağıda yer verilen basit varsayımlar esas alınmıştır. Şekil 1. Kapasite Faktörü Hesaplamaları Buna göre 1,8 MW’lık tribünün kapasite faktörü 0,41 olarak belirlenmiştir. Bu rakam bir çok rüzgar enerjisi santraline göre oldukça yüksek olup, Türkiye’de kapasite faktörü bu seviyede olan rüzgar enerjisi santralleri de mevcuttur. Yüksek kapasite faktörlü projelerden düşük kapasite faktörlü projelere geçerken yaşanacak değişimi vurgulamak amacıyla örnek projenin kapasite faktörü yüksek seçilmiştir. Yatırımın ekonomik ömrü, birim yatırım maliyeti ve kurulu gücü gibi temel özellikleri Şekil 2’de verilmiştir. Şekil 2: Yatırımın Temel Özellikleri 117 Örnek projenin elektrik satış gelirlerinin hesaplanması Şekil 3’te verilmiştir. Burada hesaplamaları mümkün olduğunca basitleştirmek amacıyla 20 yıl olarak belirlenen yatırımın ekonomik ömrü boyunca elektrik satış fiyatı, Türkiye’deki alım garantisi uygulamaları ile uyumlu şekilde 7,3 ¢/ kWs olarak alınmıştır. Buna göre net elektrik satış geliri ikinci yıldan itibaren 2.543 bin $ olacaktır. Şekil 3. Elektrik Üretimi ve Gelir–Gider Hesaplamaları Örnek projenin finansman yapısı, Türkiye’deki mevcut finansman koşullarına uyumlu şekilde %30 özsermaye %70 kredi, faiz oranının da sabit bir şekilde %7 olarak belirlenmiştir (Şekil 4). Buna göre hesaplanan toplam nakit ve özsermaye nakit akışları da Şekil 5’te verilmiştir. Şekil 4. Finansman Yapısı ve Koşulları 118 Şekil 5. Nakit Akışları Yukarıdaki hesaplamalar çerçevesinde örnek projenin özsermaye iç getiri oranı %23 olarak ortaya çıkmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi bahse konu örnek proje son derece yüksek bir kapasite faktörüne sahiptir; ortalama rüzgar hızı 8,5 m/s, kapasite faktörü de 0,41 olarak alınmıştır. Ortalama rüzgar hızının 7.5 m/s ve dolayısıyla kapasite faktörünün de 0,35 olarak kabul edilmesi durumunda ise bu projenin özsermaye iç getiri oranı yaklaşık %16 olacaktır. Dünya Bankası tarafından hazırlanan Özel Sektör Yenilenebilir Enerji ve Enerji Verimliliği Projesi dokümanına göre Türkiye’deki rüzgar enerjisi yatırımları için talep edilen asgari özsermaye iç getiri oranı %15 seviyesindedir (World Bank, 2009). Bu da ortalama rüzgar hızının 7,5 m/s’nin altında olduğu bölgelerdeki yatırımlar için önemli bir kısıt teşkil etmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’de bu tür yatırımların ve bilhassa güneş enerjisi, biyokütle enerjisi gibi maliyetleri daha yüksek olan yenilenebilir enerji yatırımlarının hayata geçirilebilmesi için daha uygun koşullu finansman imkanlarının yaratılması önem taşımaktadır. 119 120 BÖLÜM V Türkiye İçin Karbon Piyasası Modeli Önerisi Aslı Sezer Özçelik1 1 Dr., Ekobil Çevre Hizmetleri Danışmanlık Ltd. Şti., [email protected] 121 Özet Türkiye İçin Karbon Piyasası Modeli Önerisi İklim değişikliği çağımızın en ciddi ve karmaşık problemlerinden biridir. Problemin kaynağı olan, insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazlarının kontrolünde, “yasakla ve yönet” yaklaşımı yeterli sonuç vermemektedir. Bu nedenle, alternatif ya da paralel olarak kullanılabilecek bir takım piyasa mekanizmaları gelişmiştir. Bu mekanizmaların neler olduğu olumlu ve olumsuz yanlarıyla bu bölümde ortaya konulmaktadır. Türkiye, ekonomik göstergeleri aksini işaret ettiği halde, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin gelişmiş ülkeler listesi olan Ek-1 listesinde, özel şartlara sahip bir ülke olarak görülmektedir. Bu konumun bazı engellemeleri nedeniyle, uyum piyasalarından hak ettiği şekilde yararlanamamıştır, ancak, gönüllü piyasalar için geliştirdiği emisyon azaltımlarıyla oyunun kuralları hakkında yeterince deneyim sahibi olunmuştur. Böylece, Türkiye, 2015 sonrası oluşacak yeni dönemde gerekli olabilecek kapasiteyi oluşturabilmiştir. Kyoto Protokolü sonrasındaki yeni döneme hazırlık olması bakımından ve sürdürülebilir bir ülke ekonomisi hedefi doğrultusunda, ülke şartlarına en uygun ve gelecekte uluslararası karbon piyasalarına entegre edilebilecek bölgesel bir karbon piyasası gereklidir. Bu çalışmada, Türkiye’nin özel şartları çerçevesinde, Türkiye’ye özgü bir karbon piyasası modelinin neleri içermesi gerektiği ve paydaşların kazanımlarının neler olabileceği sorularına yanıt aranmaktadır. 122 Abstract A Carbon Market Model Proposal for Turkey Climate change is one of the most serious and complex problem of our age. It is revealed that the “command and control” type of approach is insufficient to control anthropogenic green house gases that are the major sources of the problem. For this, some market mechanisms are developed to be used as alternatives or in parallel to command and control approach. “What are these mechanisms?” and “What are their advantages and disadvantages?” will be the question to be answered here. Turkey, although its economic indicators show otherwise, is considered as a developed Annex 1 country with special circumstances under the United Nations Framework Convention on Climate Change. Turkey was unable to benefit from the advantages of the compliance market due to this drawback but gained a lot of experience as a result of emission reduction applications in the voluntary carbon markets. At present Turkey has accumulated adequate experience and capacity and is ready for the post Kyoto period that is expected to shape up in 2015. For getting prepared to the post Kyoto period and for targeting a sustainable economy, a regional carbon market, which will fit to the country’s specific needs and will be integrated to the international markets, is needed for Turkey. In this study, within the framework of Turkey’s special circumstances, we tried to define the elements that should be included into a carbon market model for Turkey and we tried to explain the potential benefits of such a market to its stakeholders. 123 1. Giriş Türkiye Cumhuriyeti, dışişleri alanında yürüttüğü başarılı politikalar sayesinde kurulduğu günden beri etrafını kuşatan pek çok savaşa ve kargaşaya rağmen barıştan yana olan tutumunu korumayı başarmış, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler’in 51 kurucu üyesinden birisi olarak sadece dünya barışı için değil, gezegendeki insani ve çevresel sorunların çözülmesine yardım etme konusunda da her zaman aktif bir rol oynamıştır. Örneğin, Eylül 1987’de yürürlüğe giren, Ozon Tabakasını İncelten Maddelere İlişkin Montreal Protokolü’nü en iyi uygulayan ülkeler arasında yer alarak takdir toplamıştır. BMİDÇS-Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC: United Nations Framework Convention on Climate Change) ve buna bağlı Kyoto Protokolü’nün uygulanmasında ise, yaygın olarak dile getirilen çeşitli sorunlar yaşanmıştır. BMİDÇS’nin yürürlüğe girdiği tarih olan 21 Mart 1994’te Türkiye’nin OECD’nin üyesi olması nedeniyle adı Ek-1 listesinde yer almış ve benzer ekonomilere sahip Meksika ve Güney Kore gibi ülkeler TKM-Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM: Clean Development Mechanism) gibi proje tabanlı mekanizmaları uygulamaya koyarken, Türkiye sadece gönüllü piyasanın imkanlarından yararlanabilmiştir. Buna ek olarak, gönüllü piyasaya Türkiye’den satılan emisyon azaltım sertifikaları ile ülkedeki yenilenebilir enerji projeleri az da olsa desteklenebilmiştir. Günümüzde Türkiye, Çevre ve Şehircilik ile Dışişleri Bakanlıklarının 2000’li yıllarda yürüttüğü başarılı çalışmalar sayesinde, Doha’da gerçekleştirilen 18. BMİDÇS TK- 124 Taraflar Konferansı’nda (COP: Conference of Parties) yürürlüğü 2020’ye kadar uzatılan, ancak 2015’te daha çok tarafın katılımıyla yürürlüğe girecek olan iklim anlaşmalarında ve piyasalarda aktif bir oyuncu olmaya hazırlanmaktadır. Türkiye’nin gönüllü piyasada kazandığı deneyim sayesinde kendi şartlarına uygun olarak geliştireceği bir karbon piyasası modeli, doğru büyüme hedefleriyle uyumlu olarak, hem ülkenin düşük karbon ekonomisine geçişine yardımcı olacak, hem yenilenebilir enerji kaynaklarının çevreye duyarlı bir şekilde değerlendirilmesini kamu kaynaklarına dokunmadan destekleyecek, hem de Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde ve uluslararası iklim müzakerelerinde avantajlı bir pozisyon edinmesine katkı sağlayacaktır. Bu bölümde, insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük sorun olan iklim değişikliğine karşı dünyada emisyon azaltımı için geliştirilen bazı piyasa mekanizmaları ayrıntılarıyla incelenmiş, her birinin olumlu ve olumsuz yanları tartışılmıştır. Türkiye ile ilgili bölümde ise, iklim değişikliği konusundaki uluslararası girişimlerdeki ülkenin durumunun kısa bir tarihçesinden sonra Türkiye’nin özel şartları incelenmiş ve bu şartlar çerçevesinde, Türkiye’ye özgü modelin neleri içermesi gerektiği ve paydaşların kazanımlarının neler olabileceği sorularına yanıt aranmaya çalışılmıştır. 2. Dünyada Emisyon Azaltımı İçin Mevcut Piyasa Mekanizmaları Endüstriyel kaynaklı kirleticilerin azaltılması için uygulanacak yaptırımlar ya da mekanizmalar, endüstrinin söz konusu kirleticileri azaltmak ya da oluşmasını engellemek için bir bedel ödemek yerine (örneğin vergi ya da ceza) gerekli teknolojik tedbirleri alacak şekilde ayarlanmalıdır. Bir kirleticinin azaltılması söz konusu olduğunda kanun yapıcıların ilk tepkisi, yasaklamak ve yasağa uymayanlar için caydırıcı ceza hükümleri getirmek olmaktadır. Ancak, yasaklanan kirletici, hava kirliliği denilince akla ilk gelen ve kömürün yakılmasının bir yan ürünü olarak ortaya çıkan kükürt dioksit (SO2) gibi, bertaraf edilmesi nispeten kolay bir madde olduğunda, “yasakla ve yönet” yaklaşımıyla, engelenmesi ve başa çıkılması kolaydır. Oysa, karbondioksit (CO2) gibi atmosferdeki toplam konsantrasyonu arttığında sera etkisi yapan ve normalde zehirleyici ya da zararlı olarak algılanmayan ve oldukça kararlı yapıda bir madde söz konusu olduğunda bu yöntem işe yaramayabilir. Karbondioksit ve metan gibi sera gazlarının en önemli sorunu, günümüz dünya ekonomisinin ve toplumsal yaşam tarzının büyük çoğunlukla petrol ve türevleri başta olmak üzere fosil yakıtlara bağlı olmasından kaynaklanmaktadır. Günlük faaliyetlerin hemen her aşamasında –taşıma veya yolculuk yaparken, elektrik üretirken, ısıtırken, soğuturken, yemek pişirirken ve hatta çöp atarken- sera gazlarının oluşmasına sebep olunmaktadır. Bu nedenle, sera gazlarını yasaklamak ve atmosfere sera gazı salınımı yapanı cezalandırmak gibi seçenekler sorunun çözümüne katkı sağlamaktan uzak kalmaktadır. Bu durum, sera gazlarının azaltılmasını hedefleyen bazı mekanizmaların oluşmasına yol açmıştır. Bu mekanizmalardan dünyada halen geçerli olanları, Emisyon Ticareti-Tavan/Takas Sistemi, Proje Bazlı Mekanizmalar ve Diğer Mekanizmalar başlıkları altında incelenecektir. 2.1. Emisyon Ticareti-Tavan/Takas Sistemi Dünyadaki ilk emisyon ticaret sistemi, sera gazı emisyonları ile ilgili mekanizmalar 2 uluslararası anlaşmalara konu olmadan çok önce, kükürt dioksit emisyonlarının azaltılması için Temiz Hava Kanunu (Clean Air Act) çerçevesinde ABD’de kurulmuştur. Daha sonra, bu sistem sayesinde, ABD genelinde, SO2 emisyonlarının 1995 seviyesine kıyasla %45 azaltıldığı görülmüştür. Bu ülkedeki emisyon ticareti sisteminin ikinci aşaması ise 2000 yılında devreye girmiş ve daha da sıkılaştırılmış emisyon limitleri ile 2000 kuruluşu etkilemiştir.2 Emisyon ticaretinde, kanun yapıcının sisteme dahil olacak tesisler için bir üst limit, yani tavan belirlediği Tavan–Takas Sistemi uygulanmaktadır. Bu sistemde, emisyon hakları sisteme katılan tesisler arasında paylaştırılmaktadır. Bu paylaşım bedelsiz ve hakları atayarak olabildiği gibi, hakların tamamı ya da belirli bir yüzdesi için müzayede ile satış yoluyla da hak dağıtımı gerçekleştirilebilmektedir. Müzayede gelirleri de, genellikle, iklim değişikliğine adaptasyon ya da düşük karbon ekonomisine geçiş için gereken AR-GE ya da politika geliştirme çalışmalarının finansmanını karşılamakta kullanılmaktadır (Pew Center, 2011). Daha sonraki aşamada, emisyon haklarının belirlenmesinin ardından hak sahipleri emisyonlarını izlemekte, doğrulatmakta ve ilgili kurumlara bildirmektedir. Böylece, tedbirlerini alarak tavanın altında emisyonu olan tesisler tavana kadar olan haklarını tavanı aşan tesislere satabilmektedirler. Bir başka anlatımla, belirli bir ücret karşılığında haklarını takas etmektedirler; gerekli yenilemeleri yapamadığı için tavanı aşan tesisler ise ya tavanı aşmanın cezasını ödemekte ya da tavanın altında kalan tesislerden hak satın almaktadırlar. Bu uygulamada, ek olarak, belirli oranlarda sisteme proje bazlı kredilerin girmesine de müsaade SO2 ticareti ile ilgili daha fazla bilgi için bakınız: http://www.epa.gov/airmarkets/progsregs/arp/basic.html#phases. Erişim Tarihi: 30.09.2012. 125 edilebilmektedir. Tavan her yeni dönemde biraz daha aşağı çekildiği için gerçek emisyon azaltımlarının oluşması sağlanırken, yatırım yapamayanlar da zaman kazanıp düşük karbon ekonomisine geçişlerini planlayabilmektedir. Günümüzdeki en geniş emisyon ticaret sistemi, Avrupa Birliği üyesi 27 ülke ile üye olmayan Lihtenştayn, Norveç ve İzlanda’da uygulamada olan ABETS-Avrupa Birliği Emisyon Ticaret Sistemi’dir (EUETS: European Union Emissions Trading Scheme)3. ABETS, enerji faaliyetleri (yakma kapasitesi >20 MW olan tesisler, rafineriler ve fırınlar), demir metalleri ve yapı malzemeleri (çimento, tuğla, cam, selüloz ve kağıt üretimi) gibi sektörlerdeki emisyonlara yönelik olarak uygulanmaktadır. ABETS, hava taşımacılığı için ayrı bir direktif yayınlayarak üye olmayan ülkelere ait hava yolu şirketlerini de sisteme eklemiş ve böylece Türk Hava Yolları ve Pegasus gibi Türk havacılık şirketleri de oyuncu haline gelerek Avrupa Birliği havaalanlarına yaptıkları iniş ve kalkışlarla ilgili sera gazı emisyonlarını takip etmeye başlamışlardır. Bunun dışında, A.B.D., Danimarka ve Avustralya’da da benzer tavantakas sistemleri bulunmaktadır. 2.2. Proje Bazlı Mekanizmalar Proje bazlı mekanizmaların amacı, emisyon azaltımıyla sonuçlanan faaliyetlerin emisyon azaltım miktarlarının nicel olarak belgelenmesi ve yapılan emisyon azaltımı kadar üretilen emisyon azaltım sertifikasının satılmasıyla projeye ek gelir sağlanarak faaliyetlerin desteklenmesidir. Halen uygulamada olan proje bazlı mekanizmalar Şekil 1’de verilmiştir. Şekil 1. Proje Bazlı Mekanizmalar. TKM, OUM ve Gönüllü projelerin hangi bölgeden kaynaklanabileceği, hangi standardtlarda geliştirilebileceği, oluşacak 1 ton emisyon azaltımına ne ad verildiği ve oluşacak varlığın kimlere satılabileceğinin şematik bir gösterimi. Kyoto Protokolü altında tanımlanmış iki ana proje bazlı mekanizma, TKM-Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM: Clean Development Mechanism) ve OUM-Ortak Uygulama Mekanizması (JI: Joint Implementation) olarak belirlenmiştir. Her iki mekanizma da aynı yöntemleri kullanarak emisyon azaltımlarını hesaplayıp/ölçüp, Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilmiş üçüncü tarafın onay ve doğrulaması esasına dayanmaktadır. Bu mekanizmaların arasındaki en büyük fark, TKM’nin BMİDÇS’nin Ek-1’inde yer almayan ülkelerde (gelişmekte olan ülkelerde), diğerinin ise Ek-1 ülkelerinde (gelişmiş ülkelerde) uygu- ABETS ile ilgili daha fazla bilgi için bakınız: http://www.ab.gov.tr/files/ardb/evt/1_avrupa_birligi/1_6_raporlar/1_3_diger/environment/eu_emmissions_trading_scheme.pdf. Erişim Tarihi: 17.12.2012. 3 126 lanabilmesidir. Bu nedenle, Ortak Uygulama Mekanizmasına dayalı proje bazlı kredilerin iki kere sayılmasını önlemek için, OUM tarafından üretilen kredilerin satışı sırasında projeye ev sahipliği yapan ülkenin emisyon haklarından aynı miktarda emisyonun düşülmesi gerekmektedir. Bu mekanizmalarda, üretilen krediler, ülkelerin emisyon azaltım hedefleri ya da belirli oranlarda, tesislerin, ABETS gibi emisyon ticaret sistemlerindeki hedeflerini karşılamak için kullanılmakta ve emisyon azaltımını sağlayan proje faaliyetlerine ise katma değer sağlanmış olmaktadır. Bu iki mekanizma dışında proje bazlı emisyon azaltımları Kyoto Protokolü çerçevesi dışında gönüllülük esasına göre karbon ayak izlerini belirleyip azaltmak ya da tamamen sıfırlamak isteyen birey ve kurumlara da satılabilmektedir. Bu amaca yönelik olarak hazırlanan projeler, yine Birleşmiş Milletler’in onayladığı yöntemlere göre geliştirilmekte ve Birleşmiş Milletler tarafından akredite edilmiş denetleme kurumlarınca doğrulanıp onaylanmaktadır. Ancak bu kanaldan üretilen krediler ülkelerin ya da emisyon ticaret sistemlerinde yer alan kuruluşların resmi hedeflerini azaltmak maksadıyla kullanılamamaktadır. 2.3. Diğer Mekanizmalar Emisyon azaltımı sağlamak amacıyla dünyada en yaygın olarak kullanılan emisyon ticareti ve bundan bağımsız olan veya bununla bağlantılı yürütülen proje bazlı mekanizmalar dışında başka mekanizmalar da bulunmaktadır. Bunlardan en önemli dört tanesinin ayrıntıları aşağıda verilmiştir. 2.3.1. İklim Senetleri İklim senetleri sabit getirili olup iklim değişikliğiyle ilgili sorunların çözümüne bağlantısı olan finansal enstrümanlardır. Bu senetler, iklim değişikliğiyle ilgili çözümlere yani iklim değişikliğinin düzeltilmesi ya da iklim değişikliğine uyum konularında kapsamlı proje ya da programlara finansman bulmak amacıyla normal hisse senetleri gibi hükümetler, uluslararası bankalar ya da kurumlarca piyasaya arz edilebilmektedirler (Mackenzie ve Ascui, 2009). Söz konusu çözümler, enerji verimliliğinden temiz enerjiye kadar geniş bir yelpazede yer alan sera gazı emisyon azaltım projeleri olabileceği gibi, Nil Deltası’nda sele karşı korunma ya da kuraklığa dayanıklı tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi gibi iklim değişikliğine uyum çareleri arayan program ya da projeleri de kapsayabilmektedir. İklim senetleri uygulamasında, hisse senedini yayınlayan kurumlar senetleri belirli bir zaman diliminde sabit ya da değişken faizle geri ödemeyi taahhüt etmektedirler. İklim senetleri özelleşmiş fon toplama araçlarıdır. Bu senetlere yatırım yapmak isteyenlere, paralarının, iklim değişikliğiyle ilgili fon programlarına aktarılacağı bilgisi verilir. Bu programlar iklim değişikliği etkisinin doğrudan bertarafına yönelik fonlama programları ya da yenilenebilir enerji projeleri olabilir. Tıpkı normal senetlerde olduğu gibi, iklim senetleri de fon korumalı ya da varlığa dayalı tahvillerdir. İklim senetleri, yeşil senetlerden farklı olup, çevreyle ilgili projelerin finansmanı için piyasaya arz edilmiş olan yeşil senet kavramının bir uzantısıdır. Yeşil senetler bir çevre projesine finans bulmak, iklim senetleri ise emisyon azaltımına yatırım yapmak ya da iklim değişikliğine uyum sağlamak için gereken finansmanı temin etmek maksadıyla çıkarılmıştır (Mackenzie ve Ascui, 2009). 127 2.3.2. Net Önlenen Emisyon Mekanizması Koakutsu ve diğerleri (2013), 2012 yılında Doha’da gerşekleştirilen 18’inci Taraflar Konferansında (COP 18: Conference of Parties) önerilen yeni piyasa mekanizmalarını tek bir dokümanda derlemiştir. Henüz uygulamada olmayan NÖEM-Net Önlenen Emisyon Mekanizması da bunlardan birisidir ve (NAEM: Net Avoided Emissions Mechanism)4, gelişmekte olan ülkelere kendi fosil yakıt kaynaklarını kullanmadıkları için para ödenmesi mantığına dayanan bir mekanizmadır. Örneğin, Ekvador’un petrol kaynaklarının değerinin 10 milyar Amerikan doları olduğu tahmin edilmektedir ve kullanıldığı takdirde atmosfere milyarlarca ton sera gazı emisyonu salınımına neden olacaktır. NÖEM sisteminde fosil yakıtın kullanılmamasından ötürü önlenmiş olan emisyonların bağımsız bir kurum tarafından tahmin edilerek yönetilmesi düşünülmektedir. NÖEM söz konusu olduğunda, önceden çıkarılması pahalı olduğu için dikkate alınmayan, ancak petrol fiyatlarındaki artışla beraber çıkarılması ve kullanılması gündeme gelebilecek olan, Türkiye’ye ait bazı petrol ve benzeri fosil kaynaklar da bu kapsamda değerlendirilerek, iklim değişikliğinin finansmanında kullanılmak üzere bu kaynakların tamamı ya da bir bölümünün değerlendirilmesi gündeme gelebilecektir. 2.3.3. Sektörel Temiz Kalkınma Mekanizması S-TKM-Sektörel Temiz Kalkınma Mekanizması (S-CDM: Sectoral Clean Development Mechanism), 2015 ya da 2020 sonrası rejimlerde gelişmekte olan ülkelerin bölgesel, sektörel, alt-sektörel ya da sektörler arası konularda özgün sürdürülebilir kalkınma politikaları çerçevesinde gerçekleştirecekleri proje etkinliklerine imkan vererek, oluşacak emisyon azaltımlarının uluslararası pazarda satılması esasına dayanan bir mekanizmadır (Samaniego ve Figueres, 2002). Bu mekanizmada, bir S-TKM etkinliği, hükümet politikaları sonucu, örneğin bütün çimento sektörünün modernizasyonunu kapsayabileceği gibi sektörler arası bir etkinlik ya da uygulamaya konacak yeni bir standart neticesinde tüm elektrik motorlarında verimliliğin arttırılması olarak da karşımıza çıkabilmektedir. Sektörel S-TKM, yukarıdan aşağı doğru işleyen bir mekanizma olarak, gelişmekte olan ülkelerin zaman içinde enerji, çimento, ormancılık vb. gibi sektörlerde daha az karbon yoğun sistemlere geçebilmelerini sağlayacak bir yaklaşımdır. Böylelikle, S-TKM projelerini uygulayan ülkeler, iklim değişikliği konusunda dikkate alınması gerekenleri ekonomik büyüme modellerinin içine ana unsurlar olarak entegre edebilmek için teşvik edilecek ve bu amaca yönelik olarak hayata geçirilmesi gereken politikaları yürürlülüğe koymak için ek bir motivasyona sahip olacaklardır. S-TKM’yi öneren Samaniego ve Figueres (2002) gibi yazarlara göre, her proje ayrı ayrı değerlendirileceğinden, mevcut TKM bazı ülkeler ve bazı sektörler için mevcut haliyle aynen uygulanmaya devam edebileceği gibi S-TKM ile birlikte de yürütülebilecektir. Aynı yazarlar, istenirse, TKM’yi tamamlayıcı bir sistem olarak S-TKM’nin, politika geliştirmeye yönelik, sektörlere yaygınlaştırılabilen ve daha geniş kapsamlı proje faaliyetlerini de içine alacak şekilde, TKM’nin özelleşmiş bir versiyonu olarak ortaya konabileceğini önermektedir. Yazarlar ayrıca, BMİGÇS TKM Yürütme NÖEM kavramı Ekvador tarafından önerilmiştir. Bu konuyla ilgili daha fazla bilgiye şu linkten ulaşabilirsiniz. http://www.mmrree.gob.ec/2012/ proyecto%20ENE_ingles.pdf. Erişim Tarihi: 09.03.2013. 4 128 Kurulu’nun, özel sektörün proje başvurularını kabul ederken, bir ülkenin uygulamaya aldığı emisyon azaltımına yönelik politikalarından kaynaklanan projelerini de S-TKM penceresinden sunmasını sınırlanmaması gerektiğini savunmaktadır. Bu öneriye göre, özel sektör hatta kamu kurumları bir yandan özgün TKM projeleri ile, proje bazlı satılabilir kredileri geliştirmek üzere, BMİDÇS TKM Yürütme Kurulu’na başvuruda bulunurken bir yandan da hükümet -diğer projelerle örtüşmeyecek ve çifte sayılmaya izin vermeyecek şekilde- daha geniş kapsamlı politikalarıyla gerçekleştirdiği azaltımları ortaya koyan projeleri üretme yolunu seçebilecektir. Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni bir anlaşmanın imzalanabileceği 2015 ya da Kyoto Protokolü’nün uzatmalı 2. Taahhüt Dönemi’nin sona ereceği 2020 sonrası dönemlerde, sektörel S-TKM’nin gelişmekte olan ülkelere, bölgesel, sektörel, alt-sektörler ya da sektörler arası, özgün sürdürülebilir kalkınma politikaları sonucunda üretilecek ve oluşacak emisyon azaltımlarını ölçüp, doğrulatarak, karbon piyasalarında satabilecekleri proje faaliyetleri geliştirebilme olanağı tanıyacaktır. Bundan Türkiye de yararlanabilecek, En-Ver Kampanyası ve Enerji Verimliliği Yasası çerçevesinde verimlilikle sağlanan emisyon azaltımı ölçülerek, bu azaltımların satışıyla elde edilecek gelirler bu sektördeki Ar-Ge masraflarının ya da geçiş süreçlerinin finansmanında kullanılabilecektir. 2.3.4. Ulusal Olarak Uygun Yatıştırma Eylemleri UOUYE-Ulusal Olarak Uygun Yatıştırma Eylemi (NAMA: Nationally Appropriate Mitigation Action), ilk kez 2007 yılında, TK 13 çerçevesinde, Bali Eylem Planı’nın bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. İklim değişikliği konusunda eşit fakat farklılaşmış sorumluluk 5 ilkesi çerçevesinde ele alınan bu mekanizma, özellikle gelişmekte olan ülkelerin kendine özgü şartları ve kapasitesi çerçevesinde yapabileceklerini tanımlayarak, bunları ölçülebilir, raporlanabilir ve doğrulanabilir bir biçimde ortaya koyması ve bunun sonucunda kanıtlanan emisyon azaltımlarının ticaretinin yapılmasını öngörmektedir. UOUYE 2009 yılında Kopenhag’da gerçekleştirilen iklim müzakerelerinde (TK 15), bir kredilendirme mekanizması olarak kayda girmiş bulunmaktadır. Ancak Kopenhag belgelerinde mekanizmadan sadece Ek-1 dışı ülkelerin yararlandırılması durumuna yer verilirken, UOUYE’lerin ne olabileceği ve nelerin UOUYE olarak tanımlanabileceği tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Fakat, ortak bir anlayış olarak, UOUYE’lerin “ölçülebilir, raporlanabilir ve doğrulanabilir” olması gerektiği ve UOUYE’den elde edilebilecek bir ton CO2e5 nasıl oluşabileceği konusunun net olmamasına rağmen nelerin olabileceği konusunda çalışmalar yürütülmektedir (Olsen et al., 2009). Dolayısıyla, yukarıda bahsi geçenler, ölçülebilir, raporlanabilir ve doğrulanabilir ilkesine uyması koşuluyla UOUYE kredisi olarak tanımlanabilecektir. 3. Mekanizmaların Olumlu ve Olumsuz Yanları Bu makale hazırlanırken, İklim değişikliği ile mücadelenin müzakerelerinin gerçekleştiği BMİDÇS TK 18, 7 Aralık 2012’de Doha’da sona ermiştir. Toplantı gene beklentileri karşılayamamış ve tüm ülkelerin katılabileceği yeni bir anlaşmaya varılması 2015’e ertelenirken Kyoto Protokolü’nün 2. Taahhüt Dönemi 2020’ye kadar uzatılmıştır. TK 15, Kopenhag’dan beri yeni bir anlaşma CO2e, sera gazı eşleniği karbondioksit anlamına gelmekte olup, tüm sera gazlarının CO2 eşleniğine dönüştürülmüş olduğunu ifade etmektedir. 129 ve yeni kuralların konmasını bekleyen ve iklim değişikliğiyle ilgili politika ve kararlardan etkilenen “karbon yoğun” sektörlerin beklentileri, farklı ülkelerin farklı mekanizmalara ağırlık vermesi nedeniyle bir türlü cevap bulamamaktadır. Örneğin, Avrupa Birliği Emisyon Ticaret Sistemi’ni yaygınlaştırmaya çalışırken, Çin ve Hindistan gibi ülkeler önemli faydalar sağladıkları için proje bazlı mekanizmaların devamlılığı için mücadele etmektedirler. Avustralya, Tayland ve Çin gibi ülkeler de -iklim müzakerelerinden bağımsız olarak- kendi ülkelerinde kurdukları emisyon ticaret piyasalarının detaylarını açıklayarak müzakerelerdeki imajlarını kuvvetlendirmek istedikleri izlenimini vermektedirler. Bir yanda sera gazı emisyonlarının sınırlandırılması için piyasa mekanizmalarına önem verilirken, diğer yanda uluslararası müzakerelerde anlaşmaya varılamaması ve oyunun kurallarındaki belirsizlik, iklim değişikliğiyle mücadele konusunda, neslimizin gelecek nesillere karşı sorumluluğunu layıkıyla yerine getirebileceğine dair umutları büyük ölçüde kırmaktadır. Bu çerçevede, 2005 yılından günümüze kadar geliştirilen mekanizmaların olumlu ve olumsuz yanları aşağıda değerlendirilmiştir. 3.1. Emisyon Ticaret Mekanizması Gelinen noktada bu mekanizmada en fazla deneyime sahip olanı ABETS olarak karşımıza çıkmaktadır. ABETS, düşük karbon ekonomisine geçiş konusunun ciddiye alınmasına dair katkıları ve gerek Ar-Ge gerekse üretim planlamasıyla sera gazı emisyonlarının hesaba katılmasını sağlamasıyla başarılı bir girişim olarak değerlendirilmektedir. Fakat, iyi bir tavan-takas sisteminin işlemesi için -borsalarda olduğu gibi- gerekli olan çok sayıdaki katılımcı yeterince sağlanamamaktadır. 6 130 Ayrıca, sisteme katılan ülkelerde emisyon raporlarını hazırlayacak ve hazırlanan raporları doğrulayacak ekip ve teknik kapasitenin AB dışındaki ülkelerde bulunmaması da sistemin iyi işlemesini engellemektedir. Emisyon ticareti ile ilgili en önemli sorun, başlangıçta çok fazla emisyon hakkının “miras kalan hak” statüsüyle veya başka sebeplerden bedelsiz olarak dağıtılmış olmasıdır. Sistemin işlemesi için, Avrupa Birliği yürütme organları, ülkelerin UHDP-Ulusal Hak Dağıtım Planlarını (NAP: National Allocation Plan) onaylaması gerekmektedir. Bu haklar (UHDP’ler), miktar olarak onaylanırken, örneğin Polonya’nın kömür kaynaklarını kullanmak istemesi sonucu daha fazla bedelsiz hak talep etmesi gibi, sisteme arz edilen hak miktarında artış olduğu görülmüştür. ABETS sistemindeki emisyon haklarındaki artış, arz/talep dengesinin bozulmasına ve fiyatların, emisyonları azaltmak maksadıyla teknolojiye para harcamaya değmeyecek şekilde düşmesine sebep olmuştur.6 Dolayısıyla, emisyon azaltımları için yapılması gereken yatırımların daha ileri bir tarihe ertelenmesi söz konusu olmuştur. Bir başka söylemle, takas edilebilir ya da piyasadan alınabilir haklar o kadar artmıştır ki, oyuncular sınırın altında kalmak için enerji verimliliği ya da emisyon azaltıcı teknolojilere para harcamak yerine, bu hakların ticaretiyle daha çok meşgul olmuş ve bunun sonucunda ABETS sisteminin işleyişi aksamıştır. Bu durum, havacılık için yapılan düzenlemelerde emisyon haklarının müzayede yoluyla satılması ve proje bazlı kredilerin sisteme girişinin zorlaştırılması gibi bazı tedbirlerle giderilmeye çalışılmış olsa da, sistem, iklim değişikliği müzakerelerinde görülen genel gevşemenin de etkisiyle günümüzde sağlıklı işler durumda değildir. 16.12.2012 tarihli verilere göre 1 ton EUA 6,55 Euro, 1 ton CER ise 0,30 Euro kadar düşüktür. Bütün bu olumsuzlara rağmen, günümüzde, Çin, Avustralya ve ABD’nin bazı eyaletlerinde yerel tavan–takas sistemleri kurularak işletilmektedir. Uluslararası iklim müzakerelerinden bağımsız olarak geliştirilen bu sistemlerin birbiriyle ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceği hususu tartışılmaktadır. Öte yandan, kükürt dioksit gazı için ABD’de oluşturulan emisyon ticaret sistemi -SO2’yi ortadan kaldırma teknolojilerinin sera gazlarını bertaraf etmek için geliştirilen teknolojilere kıyasla çok daha kolay ve ekonomik olması nedeniyle- başarıyla yürütülmektedir. Öte yandan, ödül ve ceza mekanizmasının doğru ayarlanamaması durumunda endüstrinin düşük karbon ekonomisine geçişinin sağlanmasının ne kadar güç olacağı açıkça görülmektedir. 3.2. Proje Bazlı Mekanizmalar Proje bazlı mekanizmalar arasında eleştiriye en fazla maruz kalanı TKM’dir. Buna rağmen, 2009 verilerine bakıldığında, yaklaşık 5000 adet projenin TKM Yürütme Kurulu listelerinde yer aldığı, bu projelerin 2012 yılı itibarıyla 1,2 milyar ton CO2 eşleniği sera gazı emisyonun azaltımına eş sertifika ürettiği, bunun da tonu 15 ABD $’dan hesaplandığında 2 milyar ABD $’ı civarında bir parasal karşılığa sahip olduğu görülmektedir. TKM’nin ulaştığı bu iş hacmi, iklim değişikliği için Birleşmiş Milletler’in Küresel Çevre Fonu için ayırdığı rakamların çok üstündedir (Olsen et al., 2009). Bu mekanizmalar, ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde iklim değişikliği konusunun gündeme gelmesini de sağlamış, projelerin geliştirildiği ülkelerde insanların ve kurumların yeterliliklerini ve kapasitelerini arttırmaya yardımcı olmuştur. Bu mekanizmalar için günümüzde, iklim değişikliği konusunda bilinç düzeyinin arttırılmasına en fazla yardımcı olan ve piyasa mekanizmaları içinde en inovatif olanı değerlendirmesi yapılmaktadır. TKM başta olmak üzere proje bazlı mekanizmaların eleştirilen yönlerinin başında, proje geliştirmenin ton başına maliyetinin yüksek ve sürecin kompleks olması gelmektedir. Bazı uzmanlar da, TKM’nin etkisinin sınırlı kaldığına, tekil ve izole sonuçlara yol açan ve sınırlı bir çerçevede, sadece belirli bir tesis ya da işletmeye yönelik, ve sınırlı dönüşümsel etkide ve sorunu başından değil de son aşamada çözer nitelikte olduğunu öne sürmüştür (Cosbey, 2005). Örneğin, bir politika değişikliği, bir kanun düzenlemesiyle oluşabilecek enerji verimliliğine yönelik bir uygulama sektör veya ülke çapında, sorunu kaynağında ele alarak emisyon azaltımına sebep olurken, bir yenilenebilir enerji projesinin emisyon azaltımına etkisinin ürettiği elektrik miktarıyla ilişkili ve görece daha dar kapsamlı olarak değerlendirilebilir. Yine de, TKM projeleri kamu kaynaklarının kısıtlı olduğu gelişmekte olan ülkeler açısından, yenilenebilir enerji ve sürdürülebilir kalkınmanın desteklenmesi açısından önemli rol oynadığı da göz ardı edilmemelidir. TKM’nin en çok eleştirilen yanı, ek fayda sağlama kriterinin ters bir teşvik etkisi oluşturmasıdır. Öyle ki, TKM’den elde edilecek faydaları kaçırmamak için ev sahibi ülkelerin, enerji verimliliği ya da yenilenebilir enerji konularında uygulamaya koyabilecekleri yasa veya yönetmelikleri çıkarmakta isteksiz oldukları görülmüştür. Örneğin, düzenli Depolama Alanlarında oluşan metan gazından elektrik üretilmesi bir yasa ile zorunlu hale getirilmesi durumunda, çöp gazı projelerinin TKM kapsamında yapılabilirliği ortadan kalkacağı için, ülkelerin bu gibi yasaları çıkarmaktan kaçındığı düşünülmektedir. Ek 131 fayda sağlama kavramı, TKM projelerinin karbon geliri olmaksızın geliştirilemez olması şartını arayarak, bu kısıtlı finans kaynağının, zaten böyle gelmiş böyle gider senaryoya göre yapılacak projelere verilmesini engellediği için kaynağın verimli kullanılmasını sağlamaya çalışırken, iklim değişikliğine karşı çok daha olumlu etkisi olabilecek politik değişimleri de engelleyerek olumsuz bir etkiye yol açmıştır (Winkler, 2004). TKM’nin eleştirilen bir başka yanı da yürütme kurulunun kafasının karışık olduğu, teknik organları ile politika belirleyen organları arasında yeterince bağlantı olmadığı ve paydaşlarla iletişimin sınırlı olduğu yönündedir. Yakın zamanda proje geliştiriciler için sorularını iletebilecekleri bazı kanallar açılmış olsa da, yeterince iyi işlemediğine dair eleştiriler yaygındır. TKM sistemi tasarlanırken, projelerin sürdürülebilir kalkınmaya katkısı olacak şekilde, fiziksel ve sosyal çevreye duyarlı olarak geliştirilmesi düşünülmüş olsa da, TKM kapsamında geliştirilen pek çok projenin bu konuda etkisiz ve ya duyarsız olduğu da eleştiriler arasındadır. Bu endişe, gönüllü piyasa için üretilen, GEAGönüllü Emisyon Azaltım (VER: Voluntary Emission Reduction) projeleri sayesinde bir ölçüde giderilebilmiştir. TKM metotları kullanılarak hazırlanan GEA projeleri, ABETS ya da Kyoto Protokolü hedeflerine yönelik kullanılmamakta, ancak kurumlar ya da bireyler tarafından karbon ayak izlerini azaltmak ya da sıfırlamak için satın alınmaktadır. Bu alımların arkasındaki motivasyon, kurumsal sosyal sorumluluk ya da kurumun çevreci imajının desteklenmesi sonucu hizmet ya da ürünlerin pazarlanması olduğu için, GEA projelerinin gerçekleştirilen emisyon azaltımı yanı sıra, sürdürülebilir kalkınmaya olan katkılarının, ve projelerin çevreye duyarlı ve 132 içinde bulunduğu ortama sağladığı ek faydalar da önemli olduğu için TKM’de eksik görülen bu tip unsurlar, gönüllü piyasanın ürettiği projelerde giderilmiştir. Ayrıca, gönüllü piyasanın, TKM’nin henüz kabul etmediği proje yöntemlerinin gelişmesine izin veren ve yeni yöntemler geliştiren bir deneme ortamı olarak farklı olumlu özellikleri de bulunmaktadır. 3.3. Sektörel Temiz Kalkınma Mekanizması Sektörel TKM (S-TKM), Temiz Kalkınma Mekanizmaları’nın eleştirilen bazı hususlarına çözüm olarak karşımıza çıkmıştır. Örneğin, TKM’nin politikalarla ilgili ters teşvik yapıcı etkisi, politikalardan üretilecek emisyon azaltımını hesaplamaya yönelik olması nedeniyle sektörel TKM yaklaşımında tamamen giderilmektedir. S-TKM uygulamasında, sertifika üretimlerinin toplu halde değerlendirilmesi neticesinde birimler küçük olmamakta ve projelerde üretilen miktarlar büyük olduğu için ton başına maliyetler ciddi şekilde azalmaktadır. S-TKM konusundaki en büyük kaygı, henüz TKM uygulamasını yeni öğrenen gelişmekte olan ülkelerin, kurumsal yapı ve yönetimin son derece önemli olduğu böyle bir mekanizmanın yürütülmesi ve uygulaması sırasında çeşitli sorunlarla karşılaşabilecek olmalarıdır. S-TKM’nin uygulamasında YUO-Yetkilendirilmiş Ulusal Otorite’ye (DNA: Designated National Authority) TKM’de olduğundan daha fazla rol düşecektir. S-TKM, ülkede çıkarılacak kanunların ya da izlenecek politikaların da emisyon azaltım etkisini ölçmeye yönelik olacağından, YUO’nunda emisyonlarının dikkate alınması gerekecektir. YUO’nun bir devlet kurumu olması, emisyon azaltımlarını ve buna yönelik yatırımları teşvik edecek şekilde bilimsel ve teknik çalışmaların yapılmasının politikadan uzak bir şekilde yapılması oldukça güç olacaktır. Dolayısıyla, yanlış belirlenmiş veya güncellenmemiş referans senaryolar istenen etkiyi yapamayacağı için, bu süreçte teknik yeterliğe sahip doğru yaklaşımların oluşturulamaması riski S-TKM’nin zayıf bir yönü olarak değerlendirilmektedir. Bunun yanı sıra, bu mekanizmanın uluslararası boyutta işleyecek olması durumunda, özellikle bazı sektörler için kesinleşecek olan referans senaryoların teknik panellerde mi yoksa taraflar konferansında mı tespit edileceği konusu belirsizliğini korumaktadır. Karar vermede zaten güçlük çeken ve mevcut finansal krizler neticesinde iklimle ilgili hiçbir sektöre herhangi bir maliyet getirilmesini istemeyen ülkelerin bu konuda sağlıklı karar vermesi beklenmemektedir. S-TKM sürecinde en çok eleştirilen unsurlar şu şekilde sıralanabilir (Dutschke, 2005): (1) Ek fayda prensibine uymayabileceği ile ilgili endişeler (örneğin, ev sahibi ülkede zaten dış kaynaklı finansa gerek olmadan bir şeyler yapılabilir olup olmadığı konusu gibi). (2) S-TKM’nin teknoloji transferini teşvik etmeyeceği, tek bir büyük üreticinin sektörde çok büyük rol sahibi olabileceği. (3) Ulaşım ve elektrik üretimi gibi bazı sektörlerin sektörler arası etkisinin olabileceği. (4) Bir sektörle ilgili olumlu bir kararın diğer bir alanı olumsuz etkileyebileceği. (5) Biyogaz üretilmesi ya da tarım için arazi kullanımı örneğinde olduğu gibi sorunun kaynağıyla ilgili çare ararken kaynaktan sonraki paydaşların etkilenmesi ile ilgili sorunlar oluşturabileceği. (6) Sektörler arası hesaplamada gözden kaçabilecek sızıntıların oluşması ve bu nedenle de hesaplanacak emisyon azaltımlarında ciddi hataların olabilmesi. (7) Ülkelerin sektörler için referans senaryo belirlerken yapılacak işlemlerin çok karmaşık olmasından ötürü, danışmanlık ücretleri ya da doğrulatma ücretleri gibi önden ödenmesi gerekecek maliyetin büyük olabileceği. (8) Merkezi izlemenin zorlukları. (9) Devlet ve özel sektör arasında kredilerin ve bundan doğacak gelirlerin nasıl paylaşılacağı. 3.4. İklim Senetleri ve Diğer Yöntemler İklim senetleri gibi finansal araçlar iklim değişikliği için gerekli fonların toplanması konusunda uygun araçlar olsa da toplanan fonların amacına uygun kullanılıp kullanılmadığı ile ilgili her zaman bir belirsizlik ortaya çıkmaktadır. Bu durumda iklim değişikliği çalışmalarının finansmanı geri planda kalabileceği için bu yöntemin emisyon azaltımları konusunda işleyip işlemeyeceği tam olarak belirlenememektedir. İklim değişikliği ile ilgili müzakerelerde güven ortamı olmadığı ve ülkeler diğerlerinin iyi niyetine inanmadığı sürece kullanılmayan kaynakların ödüllendirilmesi yaklaşımının uygulamaya geçirilmesi mümkün olmayacaktır. Dahası, “kaynağımı kullanmayacağım” taahhütünde bulunan hükümetler, ülke şartlarında olumsuzlukların yaşanması durumunda, “kaynağımı kullanmayacağım” diyerek para aldığı halde sözünden cayıp, zorda kaldığını iddia etmesi durumunda bu kaynakları kullanıp kullanmayacağı, eğer kullanırsa tazminat ödeyip ödemeyeceği konusu da netliğe kavuşmamıştır. Yukarıda özetlenen mekanizmaların, bir arada veya tek tek değerlendirilmesiyle ortaya konacak bir karma mekanizma olan UOUYE’lerin ise, tek ve standart bir uygulama şekli olmaması bir olumsuzluk gibi görünse de, 133 ölçülebilir, raporlanabilir ve doğrulanabilir olma ilkesine bağlı kalınması durumunda, ülkelerin bazı katkılarını ölçerek ortaya koyabilmeleri açısından oldukça olumludur. 4. Türkiye’nin Özel Şartları Türkiye, OECD’nin kurucu üyeleri arasında yer alan bir ülke olması nedeniyle, 1992 yılında imzaya açılan BMİDÇS’de gelişmiş ülkelerle birlikte Ek-1 ve Ek 2 listelerinde yer almıştır. BMİDÇS’nin 2001 yılında Marakeş’te gerçekleşen TK 7’de alınan “Türkiye’nin özel şartlarının tanınarak, diğer EK-1 ülkelerinden farklı bir konumda olduğunun kabulüyle isminin EK-1’de kalması ve EK-1’ den çıkartılması” kararının ardından, 24 Mayıs 2004 tarihinde BMİDÇS’ye taraf olunmuştur. Bu özel şartlar, İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu’na sunulmak üzere hazırlanan raporda aşağıdaki şekilde ortaya konmuştur (Anonim, 2009): (1) Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP: United Nations Development Program) tarafından yayınlanan İnsani Kalkınma Endeksi listesinde Türkiye, 177 ülkeye kıyasla, 2005 verilerine göre 84, 2006 verilerine göre 76. sırada bulunmaktadır. (2) Kişi başına GSYİH bazında, Kyoto Protokolü̈ kapsamında sayısal sera gazı azaltım hedefleri bulunan Ek–1 Ülkeleri’nin tamamı, ekonomileri hızla gelişmekte olan Ek–1 Dışı Ülkeler’in birçoğu ile mukayese edildiğinde, Türkiye görece daha düşük bir refah düzeyine sahiptir. (3) Türkiye’nin nüfus artış hızı -son yıllarda azalmasına rağmen- tüm Ek–1 Ülkeleri’nden daha yüksektir. Bu durum, doğal kaynaklar üzerindeki baskının giderek artmasına ve çevre kirliliğiyle mücadele için daha fazla kaynak 134 ayrılmasına neden olmaktadır. (4) Kentsel nüfus oranının kırsal alandaki nüfus oranına göre daha hızlı artması sonucu, konut, içme suyu, atık su ve katı atık gibi altyapı hizmetlerine olan ihtiyaç ile kent içi ulaşım, ısınma ve elektrik talebinin artmakta ve buna paralel olarak sera gazı emisyonları da artış göstermektedir. (5) “Tarihsel sorumluluk” ilkesi göz önüne alındığında, Sanayi Devrimi’nin gerçekleştirildiği 1850’den günümüze kadarki dönemdeki kümülatif insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının %76’sının gelişmiş ülkeler tarafından, %24’ünün ise ülkemizin de içinde yer aldığı gelişmekte olan ülkelerden kaynaklandığı görülmektedir. Türkiye’nin söz konusu %24’lük dilimin içindeki payı ise sadece %0,4 olarak hesaplanmaktadır. (6) Kişi başına düşen sera gazı emisyonları açısından, Türkiye, Ek–1 ülkelerinin tamamı ile Meksika, Brezilya, Güney Kore ve Arjantin gibi ekonomileri hızla gelişmekte olan ve ekonomik yapıları bize çok benzeyen Ek–1 Dışı Ülkeler’den daha düşük bir değere sahiptir. (7) Kişi başına düşen toplam birincil enerji tüketimi de, Ek–1 Ülkeleri’nin tamamı ile ekonomileri hızla gelişmekte olan Güney Kore, İsrail, Arjantin, Brezilya ve Meksika gibi Ek–1 Dışı Ülkeler’den daha düşüktür. (8) AB’ye adaylık sürecinde bulunan Türkiye, 2012 sonrası dönemde de sürdürülebilir kalkınma hedeflerini devam ettirecektir ve bu hedeflere ulaşabilmek için sera gazı emisyonlarını arttırmak zorundadır. Diğer taraftan, önümüzdeki 15-20 yıl içinde Türkiye’nin kişi başı emisyon değerinin AB ülkelerinin değerine yaklaşması durumunda da, tarihsel sorumluluklar dikkate alınmalıdır. Değerlendirme yapılırken sadece kişi başına emisyon değeri değil, kişi başı gelir, gelişmişlik düzeyi, tarihsel sorumluluk, vb. gibi hususlar da dikkate alınmalıdır. Türkiye’nin emisyonların azaltım ya da sınırlamasına ilişkin hedefler ancak bu tür çok yönlü yaklaşımlarla belirlenmelidir. Ayrıca, Türkiye’nin üç tarafının denizlerle çevrili olması, Doğu Akdeniz Havzası’nda yer alması yüzünden Akdeniz iklim özelliklerinin geniş bir alanda görülmesi, kurak ve yarı kurak alanlarının yanında alçak konumlu kıyı alanlarının bulunması, sel gibi doğal afetlere açık bölgelerinin yaygın olması, kuraklığa ve çölleşmeye karşı hassas alanların bulunması ve dağlık alanlar gibi hassas ekosistemlere sahip olması yüzünden küresel iklim değişikliğinin olumsuz etkileri açısından yüksek risk grubu ülkeleri arasında kabul edilmekte ve bu nedenle iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı yürütülecek olan uyum çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye’nin Ek–1 ülkelerinden farklı şartlarda olduğunun kabulü göz önüne alınarak iklim değişikliği ile mücadelede daha etkin bir rol oynamak için oluşturulacak fon ve mekanizmalardan faydalanması büyük önem arz etmektedir. 5. Türkiye’de Uygulanan Gönüllü Piyasalar Türkiye’de iklim değişikliği konusunda 20072012 döneminde Gönüllü Piyasalar’da GSGold Standard ve VCS-Verified Carbon Standard gibi standardlarda başlıca dört alanda projeler geliştirilmektedir: (1) Yenilenebilir Enerji: Jeotermal, rüzgar ve hidroelektrik santraller için geliştirilen projeler. (2) Çöp Gazından Elektrik Eldesi: Düzenli depolama alanlarında biriken metan gazının gaz yakma motorlarıyla elektriğe çevrilmesiyle ilgili projeler. (3) Biogaz’dan Elektrik Eldesi: Tavuk gübrele- rindeki metan gazının ayrıştırılarak elektrik etme projeleri. (4) Enerji Verimliliği: Atık ısı geri kazanımı ve enerji eldesi projeleri. Gold Standard, VCS Standart’ın yanı sıra bir kaç proje de, gönüllü piyasalarda henüz yeterince yaygınlaşmadan akredite bir bağımsız denetim kuruluşu tarafından ortaya atılan VER+ standardında geliştirilmiştir. Özellikle Türkiye’de bilinen ilk gönüllü emisyon azaltım projesi olma özelliğini taşıyan Bares Rüzgar Enerji Santrali örneğinde olduğu gibi, hem standardı geliştiren denetim kuruluşu dışındaki denetim kuruluşlarının bu standartta proje denetlememesi hem de standardın uluslararası emisyon denkleştirme kuruluşlarının bir üst birliği sayılan Uluslararası Karbon Düşürme ve Denkleştirme Ajansı (ICROA: International Carbon Reduction and Offsetting Agency) tarafından desteklenmiyor oluşu nedeniyle, bu ve benzeri projeler, VCS standard’a ya da Gold Standard’a dönüştürülerek, VER+ kayıt sicil sistemine ya hiç dahil edilmemiş ya da oradan çıkarılmıştır. VCS, projelerin sadece emisyon azaltımını değerlendiren ve Gold Standard’dan farklı olarak projenin sürdürülebilir kalkınmaya katkısı gibi ek faydalarını ortaya koyan bir standart olmadığı için, projelerin bu yönlerini de ortaya koymak maksadıyla, bazı projeler VCS’ye ek tamamlayıcı bir standart olan “Sosyal Karbon Standardı” (SCS: Social Carbon Standard) etiketini de alarak gönüllü alıcıların ilgisine sunulmuştur. Tükiye’de 2007-2008 yıllarında, Gold Standard’ın ilk dönemlerinde geliştirilen özellikle rüzgar projeleri ton başına 10 Euro’dan fazla alıcı bularak, ya da daha proje geliştirilirken yapılan ödemelerle proje sahiplerini memnun 135 ederken, 2011-2012 dönemine geldiğimizde, özellikle Gold Standard rüzgar projelerinin daha az arandığını ve piyasadaki arz fazlası ve finansal kriz bahaneleri nedeniyle azalan taleplerin proje sahiplerinin karbon gelirlerini olumsuz etkilediği, Gold Standart rüzgar projelerinden elde edilen gelirlerin ton başına 3 Euro’lara kadar düştüğü gözlenmiştir. Bütün bunlara rağmen, Türkiye’de 2012 yılına kadar geliştirilen, 185’i Gold Standard, 50’si VCS olmak üzere toplam 235 proje bulunmaktadır (Tablo 1).7 Tablo 1. Türkiye’de Gold Standard ve VCS veri tabanlarında kayıtlı projeler. 6. Sonuçlar ve Öneriler Türkiye, yukarıda özetlenen durumu incelendiğinde, BMİDÇS’nin Ek-1’inde yer alan diğer ülkelerden oldukça farklı olduğu açıkça görülmektedir. Buna rağmen, Avrupa Birliği sürecinde kendi müktesebatını AB’ninki ile uyumlandırmaya çalışmaktadır. Fosil yakıtlara olan bağımlılığın biraz olsun azaltabilmesi, iklim değişikliği müzakerelerinin ya da Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin zorlaması olarak değil, ülkenin kendi menfaatleri için gerekmektedir. Türkiye’nin de önünde sonunda düşük karbon ekonomisine geçmesi kaçınılmaz olacaktır. Türkiye’de elektrik, doğalgaz, benzin ve motorin gibi enerji kaynakları üzerindeki dolaylı 7 8 136 vergilerin yüksek olması karbon emisyonları ile ilgili yeni bir vergi mekanizması getirilmesinin karşısındaki en büyük engeldir. Mevcut koşullarda karbon vergisinin toplamanın ve oluşan kaynağın emisyon azaltımı ya da emisyon artış hızının yavaşlatılması amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanılması oldukça zor görünmektedir. Türkiye’nin hem içerde enerjiye olan talebi yönetmesine yardımcı olacak ve kaynaklarını en verimli şekilde kullanmasını sağlayacak, hem de Avrupa Birliği’ne üyelik ve iklim müzakereleri süreçlerinde elini güçlendirecek bir piyasa mekanizması oluşturmaya ihtiyacı vardır. Dünyada uygulamada olan mekanizmalar ile Türkiye’de 2007-2012 yılları arasında uygulanan gönüllü piyasada kazanılan deneyimler https://gs2.apx.com/myModule/rpt/myrpt.asp?r=111 ve http://www.vcsprojectdatabase.org. Erişim Tarihi:17.12.2012. VCS Hidroelektrik projelerden dördü aynı zamanda SCS için de geliştirilmiştir. ışığında gelinen noktanın değerlendirilmesi aşağıdaki şekilde yapılabilir: (1) Türkiye, proje bazlı emisyon azaltımlarının ölçülmesi konusunda önemli tecrübeler kazanmış olup belirli bir kapasiteye ulaşmıştır. Uyum piyasaları için proje üretilmediği halde, merkezi Ankara olan ve BMİDÇS TKM Yürütme Kurulu tarafından akredite edilmiş bir Yetkilendirilmiş Denetleme Kuruluşu (DOE: Designated Operational Entity) oluşturulabilmiştir. Günümüzde Türk denetçiler sadece Türkiye’deki gönüllü projelerde değil aynı zamanda TKM kapsamına giren diğer ülkelerde de denetim hizmetleri vermektedir. (2) Türkiye, Dünya Bankası’nca düzenlenen “Piyasaya Hazırlık için İşbirliği Platformu”na faydalanan ülke olarak katılmış ve bu çalışmanın en önemli çıktısı olarak SGET-Sera Gazı Emisyonlarının Takibi hakkında yönetmelik 25.04.2012 tarih ve 28274 sayılı Resmi Gazete’de yayınlamıştır. (3) “Sera Gazı Emisyon Azaltımı Sağlayan Projelere İlişkin Sicil İşlemleri Tebliği” 07.08.2010 tarij ve 27665 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. (4) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de gönüllü piyasada kayıtlı çeşitli alanlardaki yaklaşık 65 adet projeden yıllık 60 Milyon ABD doları karbon geliri girdisi sağlanmıştır.9 2010 verilerine göre, ulusal elektrik şebekesine elektrik sağlayan yenilenebilir enerji santrallerinin 88 adedi gönüllü karbon finansı almaya hak kazanmış projelerdir. (5) Gold Standard ve Verified Carbon Standard’ın veri bankalarındaki bilgilere göre Türkiye’de toplam 235 kayıtlı proje bulunmaktadır. (6) Bu projeler genellikle yenilenebilir enerji ve az bir kısmı da enerji verimliliği konularını 9 kapsamaktadır. Henüz el atılmamış çeşitli alanlar bulunmakta olup, örneğin ormancılık gibi konularda önemli bir potansiyel bulunduğu bilinmektedir. Yukarıda özetlenen unsurlar göz önüne alındığında, Türkiye’nin 2012 sonrasındaki döneme ölçülebilir, raporlanabilir ve kanıtlanabilir olma kriteri de dikkate alınarak üç sistemi hayata geçirmeye hazır olduğu görülmektedir: (1) Tavan–takas sistemi, (2) Proje bazlı mekanizmalar ve (3) Sektörel yaklaşımlar. Bunların içinde en makul olanı, hem emisyon azaltımlarının artış hızını düşürecek olması, hem de yenilenebilir enerji, çöp gazı bertarafı ve hatta ormanların korunması konusunda ihtiyaç duyulacak finansal kaynakları oluşturmada kamu kaynaklarından tasarruf etmeye yarayacak olması nedeniyle tavantakas sitemidir. Mevcut proje bazlı kredilerin arz yoğunluğu da dikkate alınarak, bedava emisyon hakkı dağıtılmasına veya proje bazlı azaltımların belirli oranlarda sisteme girmesine izin verilmelidir. Sistem diğer ülkelerde olduğu gibi gönüllü ya da zorunlu olarak başlayıp, belirli aşamalarda geliştirilmelidir. Örneğin, zamanla, belirli bir miktar emisyon hakkı müzayede edilerek dağıtıldıktan sonra elde edilen gelir, adaptasyon fonlarına ya da karbon piyasalarını izleyecek ve koordine edecek EPDK (Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu) benzeri bir kurumun (örneğin, Karbon Piyasası Denetleme Kurumu) giderlerini karşılamada kullanılabilecektir. Aynı şekilde, mevcut şartlar altında gönüllü piyasa için geliştirilmiş kredilerin kayıt sicil sistemine girişleri sağlanıp, bunların sektörler tarafından satın alınmasıyla, “kirleten öder” prensibi çerçevesinde kredileri üreten tarafın ödüllendirilmesi, emisyon http://iklim.cob.gov.tr/iklim/Files/bilginotu/karbon%20piyasalari.pdf. Erişim Tarihi: 17.12.2012. 137 yaratan tarafın da bir nebze cezalandırılarak orta ve uzun vadede emisyonlarını azaltması da sağlanabilecektir. Bu sayede, yenilenebilir enerji yatırımları ek bir teşviğe kavuşurken, emisyonlarını ölçen ve raporlayan firmalar da projelerle karşılayamadıkları veya sistemden satın alamadıkları emisyonlar için ceza ödememek için, emisyonlarını sınırlamak ve gerekli yatırımları gündemlerine almak durumunda kalacaktır. Bu noktada sanayi sektörlerimizin emisyon envanterlerini bugünden SGET çerçevesinde ölçtürüp doğrulatmalarıy, ilerde bu alanda korktukları gibi ceplerinden para çıkması değil, aksine para kazanmaları dahi sözkonusu olabilecektir. Günümüzde mevcut gönüllü emisyon azaltım projeleri hali hazırda piyasaya emisyon azaltım kredileri sunmakta olduğu için, bu krediler uygun fiyatlı emisyon azaltım hakları olarak kullanılabilecektir. 138 Sistemin ayrıntılarının oluşturulmasında Verified Carbon Standard Association (VCSA) ya da Gold Standard Foundation (GSF) gibi kurumlardan ya da özel sektörden danışmanlık hizmeti alınabilir. Örneğin, VCSA, Kolombiya’nın emisyon piyasalarının kurulmasında önemli roller üstlenmektedir. Türkiye, mevcut insan kapasitesiyle bu tarz bir piyasa sistemini iki yıl içinde hayata geçirip, test edebilecek düzeydedir. Belirli bir aşamaya gelindikten sonra da, gerekli düzeltmeler yapılarak dünyadaki mevcut piyasalarla entegrasyonu gündeme gelmelidir. Artık kaçınılmaz olduğu konusunda itiraz edilmeyen “Yeşil Enerji Devrimi” sonrasında Türkiye’nin kazançlı çıkıp çıkmayacağı, halen içinde bulunduğumuz geçiş sürecinin ülke olarak nasıl değerlendirildiğine bağlı olarak değişecektir. Kaynaklar Anonim, 2009. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında Türkiye’nin durumunu değerlendirmeye yönelik rapor. http://iklim.cob.gov.tr/iklim/Files/Raporlar/TR%20Özel%20 Şartlar%20Raporu%20Yeni.pdf . Erişim Tarihi: 09.03.2013. Cosbey, A., Parry. J., Browne, J., Babu, Y. D., Bhandari, P. ,Drexhage, J. , and Murphy, D., 2005. Realizing the development dividend: Making the CDM work for developing countries, Published by the International Institute for Sustainable Development , Manitoba, Canada. http://www.iisd.org/pdf/2005/ climate_realizing_dividend.pdf. Erişim Tarihi: 09.03.2013. Dutschke, M., 2005. CDM opportunities and pitfalls, Conference on Financing Renewable Energy Projects in China, 19-20 Mayıs 2005, Brüksel. http://www.erec.org/fileadmin/erec_docs/ Projcet_Documents/RES_in_China/Dutschnke.pdf. Erişim Tarihi: 09.03.2013. Figueres, C., 2006. Sectoral CDM: Opening the CDM to the yet unrealized goal of sustainable development, International Journal of Sustainable Development Law & Policy, 2(1): 1-20. http:// figueresonline.com/publications/Sectoral_CDM_Intl_Journal_SD&Law.pdf Erişim Tarihi: 09.03.2013. Hampton, K., Gray, S., Barata, P., (2008): “Sectoral CDM.” A report by Center for Clean Air Policy, August 8.26 pp. Koakutsu, K., Usui, K. and Kuriyama, A., 2013, New Market Mechanisms in CHARTS, Version 3.1. the Market Mechanism Group of the Institute for Global Environmental Strategies (IGES) and Japanese ministry of Environment, 38pp. http://enviroscope.iges.or.jp/modules/envirolib/upload/3352/attach/ new_mech_charts.pdf (Erişim Tarihi 11.03.2013). http://www.ccap.org/docs/resources/695/Sectoral CDM.pdf Mackenzie, C. ve Ascui. F., 2009. Investor leadership on climate change: An analysis of the investment community’s role on climate change, and snapshot of recent investor activity, UNEP Finance Initiative and UNPRI, Londra. Olsen, K.H., Fenham, J. ve Hinostroza, M., Eds., 2009. NAMAs and the carbon market, nationally appropriate mitigation actions of developing countries, UNEP RISO Centre, CD4CDM, Danimarka. Pew Center, 2011. Climate change 101: Understanding and responding to global climate change, Pew Center on Global Climate Change. Published by the Pew Center on Global Climate Change and the Pew Center on the States., Washington, DC. http://www.pewtrusts.org/uploadedFiles/wwwpewtrustsorg/Reports/Global_warming/Climate101-FULL_121406_065519.pdf. Erişim Tarihi: 09.03.2013. Samaniego, J., and Figueres, C., 2002. Evolving to a sector-based clean development mechanism, in: Building on the Kyoto Protocol: Options for Protecting the Climate, Kevin Baumert, ed. World Resources Institute. Winkler, H., 2004. National policies and the CDM: Avoiding perverse incentive, Journal of Energy in Southern Africa, 15(4): 118-122. 139 140 BÖLÜM VI Özgeçmişler 141 VOLKAN Ş. EDİGER ODTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden 1976’da mezun olan Prof. Dr. Volkan Ş. Ediger, yüksek lisans derecesini yine aynı bölümden, doktora derecesini ise ABD Pennsylvania State Üniversitesi’nden summa cum laude ile almıştır. Ediger’in meslek yaşamı endüstri, devlet ve üniversitedeki eşzamanlı görevlerinden oluşmaktadır. Endüstri deneyimini, 1977-1998’de çalıştığı TPAO Araştırma Merkezi’nde elde etmiştir. 1998-2010’da T.C. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde ilk kez oluşturulan Enerji Danışmanlığı görevine atanarak, üç cumhurbaşkanıyla çalışma fırsatını elde etmiştir. Akademik kariyerine ise, 1976-1977’de ODTÜ’de başlamış; daha sonra, 1982-1986’da Penn State Üniversitesi’nde, 1987-2010 arasında da yine ODTÜ’de devam etmiştir. Şubat 2010’da İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde profesör olarak atanan Ediger, burada Araştırma ve Lisansüstü Politikalar Direktörlüğü görevini yürütmüş, enerji alanında sertifika ve lisansüstü programları başlatmıştır. Ağustos 2011’den itibaren Kadir Has Üniversitesi’nde Strateji Geliştirme ve Araştırma Koordinatörlüğü ile Enerji Sistemleri Mühendisliği Bölüm Başkanlığı görevlerini birlikte yürütmektedir. Ediger; 2006’da ODTÜ Yılın Tez Danışmanı Ödülü ve Osmanlı’da Neft ve Petrol adlı eseri ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü’ne, 2007’de de Türkiye Petrol Jeologları Derneği’nce ilk kez verilmeye başlanan Cevat Eyüp Taşman Ödülü’ne layık görülmüştür. 2000’de Who is Who in Turkey, 2008’de Who is Who in the World, 2009’da ise Marquis Who’s Who in the World ve IBC’s Top 100 Professionals listelerine dâhil edilen Ediger, 2000’de Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından Takdirname ile ödüllendirilmiştir. Halen Enerji ve İklim Değişikliği Vakfı’nın kurucu başkanı olarak görev yapmaktadır. ATTİLA ÇİNER Attila Çiner, 1960 tarihinde İstanbul’da doğmuş ve ortaokulu İzmir Saint Joseph, liseyi ise Galatasaray Lisesi’nde okuyarak 1980 yılında mezun olmuştur. ODTÜ Jeoloji Mühendisliği’nden 1985 yılında mezun olduktan sonra aldığı burs ile University of Toledo-Ohio, ABD’de Master of Science derecesi alarak Türkiye’ye dönmüş ve bir maden şirketinde bir yıl süre ile 142 çalışmıştır. Daha sonra Fransız hükümet bursu kazanarak Strasbourg Louis Pasteur Üniversitesi’nde sedimantoloji üzerine doktora çalışmasını tamamlamıştır. Türkiye’ye 1991 yılında dönerek Hacettepe Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent olarak göreve başlamış ve 1998 yılında Doçent, 2004 yılında da Profesör kadrosuna atanmıştır. Son 10 yıl içinde çeşitli Fransız Üniversiteleri’nde toplam 2 yıl, Hollanda Frei Üniversitesi’nde de 16 ay boyunca ders vermiş ve araştırma projeleri yönetmiştir. Birçok uluslararası ve TÜBİTAK projesinde yönetici, araştırmacı ve danışman olarak görev almış olup halen devam eden 3 projesi bulunmaktadır. İlgi alanları arasında sedimanter havza analizi ve buzul sedimanlarının kozmojenik yöntemler aracılığı ile yaşlandırılarak Türkiye’nin geçmiş ikliminin çalışılması gelmektedir. Çeşitli mesleki kuruluşlara üye olan Attila Çiner, Türkiye Jeoloji Bülteni editörlüğü, Erasmus koordinatörlüğü gibi görevleri de yürütmüştür. Evli ve 2 erkek çocuk babası olup İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca bilmektedir. M. AKİF SARIKAYA M. Akif Sarıkaya, 1976 tarihinde Ankara’da doğmuştur. Hacettepe Üniversitesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden 1998 yılında mezun olduktan sonra, aynı üniversitede yüksek lisansını tamamlamıştır. 2004 yılında doktora yapmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek, Arizona Üniversitesi Hidroloji ve Su Kaynakları Bölümü’nden 2009 yılında doktorasını almıştır. 2010 yılına kadar Arizona ve Nebraska Üniversiteleri’nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışmış ve bu üniversitelerde lisans düzeyinde dersler vermiştir. Türkiye’ye 2010 yılında dönerek Fatih Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nde Yardımcı Doçent olarak göreve başlamış ve halen bu görevini yürütmektedir. Çeşitli TÜBİTAK projelerinde yönetici, araştırmacı ve danışman olarak görev almış olup halen devam eden yürütücüsü olduğu 2 projesi bulunmaktadır. İlgi alanları arasında Kuvaterner jeolojisi, eski ve güncel buzullar ile iklim modellemeleri ve yerşekillerinin kozmojenik yöntemler aracılığı ile tarihlendirilmesi gelmektedir. Çeşitli mesleki kuruluşlara üye olan M. Akif Sarıkaya, Erasmus koordinatörlüğü görevini de yerine getirmektedir. Evli ve 2 erkek çocuk babası olup iyi derecede İngilizce bilmektedir. 143 İZZET ARI 2005 yılında ODTÜ Çevre Mühendisliğinden mezun olmuştur. Aynı yıl Kalkınma Bakanlığı’nda (Devlet Planlama Teşkilatı) Planlama Uzman Yardımcısı olarak göreve başlamıştır. “İklim Değişikliği ile Mücadelede Emisyon Ticareti ve Türkiye Uygulaması” isimli planlama uzmanlık teziyle 2010 yılında Planlama Uzmanlığına atanmıştır. Sosyal Sektörler ve Koordinasyon Genel Müdürlüğü Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma Dairesi Başkanlığı, Çevre Sektöründe çalışmakta olup, Dokuzuncu Kalkınma Planı (20072013), Yıllık Programlar (2006-2012) ve çevresel kamu yatırımları hazırlanmasında (2006-2012); AB Çevre Müktesebatına uyum sürecindeki çalışmalarda; Rio+20 için Türkiye Ulusal Raporu’nun oluşturulmasında; İklim Değişikliğiyle Mücadele Emisyon Azaltım Maliyetlerinin Hesaplanması Projesi’nde; Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında 2012 sonrası iklim değişikliği müzakerelerinde ve Sürdürülebilir Kalkınmanın Sektörel Politikalara Entegrasyonu Projesi’nde (DPT-UNDPEU) doğrudan görev almıştır. Aynı zamanda ODTÜ Çevre Mühendisliğinde “Türk Elektrik Sektörünün CO2 Emisyonunun ve Azaltım Potansiyelinin Araştırılması” konulu tezle yüksek lisansını tamamlamış olup, halen ODTÜ Yer Sistem Bilimleri’nde Doktora çalışmasına ve İngiltere University of Sussex’te Climate Change and Policy programında çalışmalarına devam etmektedir. İleri düzeyde İngilizce ve orta düzeyde Fransızca bilmekte olup, evli ve iki çocuk babasıdır. SERKAN ATA 144 U. Serkan Ata, akademik başarı bursu ile okuduğu, Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 2004 yılında yüksek şeref derecesi ile mezun olmuştur. Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS)’nda işletme alanındaki beş farklı puan türünde Türkiye 1.’si olan Ata, 2006-2012 yılları arasında Hazine Müsteşarlığı, Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğü’nde enerji ve çevre yatırımlarının finansmanından sorumlu olarak çalışmıştır. Aynı dönemde, Türkiye’nin iklim değişikliği müzakere heyetinde yer alan ve finansman müzakerelerini yürüten Ata, Hazine Uzmanlık Tezi’ni de sürdürülebilir enerji yatırımlarının ve iklim değişikliğinin finansmanı üzerine hazırlamıştır. Ata İngiltere Hükümeti’nin sağladığı Chevening Bursu ile halen London Business School’da finans üzerine yüksek lisans çalışmalarını sürdürmektedir. ASLI ÖZÇELİK ODTÜ Jeoloji Mühendisliğini 1994 yılında birincilikle bitirirken, Biyoloji Bölümü’nden de yandal diplomasını almıştır. ODTÜ’de Asistan olarak göreve başlayarak, “Ankara Kilinin Katı Atık Düzenli Depolama Sahalarında Ağır Metalleri Tutma Özelliği” ile ilgili ilk yüksek lisans çalışmasını yaparken, eş zamanlı olarak Ankara Üniversitesi Med-Campus Programı çerçevesinde “Çevre Yönetimi Master Programını” tamamlamıştır. 1998’de ODTÜ’de doktora çalışmasına başlamış, 1999’da da eşi Murat F. Özçelik’le birlikte Ekobil Çevre Danışmanlığı Firmasını kurmuştur. 2002 yılında MTA’nın Çevre Yönetimi ve ÇED Şubesi’nde çalışmaya başlamıştır. Doktora çalışmasının son yılında, Jean Monnet Bursu’nu kazanarak Oxford Üniversitesi’nde Çevresel Değişimin Yönetimi Master Programı’na kabul edilmiştir. 2006 yılında, hem bu master çalışmasını hem de “Altın Madenlerinde Asit-Maden Drenajının Belirlenmesi” konulu doktora çalışmasını tamamlayarak diplomalarını almıştır. 2008’de JPMorgan Bankası’na satılan İngiliz ClimateCare firmasının Türkiye Genel Müdürü olarak göreve başlamış ve bu görevini, Temmuz 2011’de ClimateCare yönetimi şirketi bankadan tekrar satın alıp Türkiye ofisini kapatana kadar sürdürmüştür. Bu tarihten sonra da, “amaca yönelik kar/profit for purpose” mantığıyla işletilen ve halen yaklaşık 40 farklı projeden elde edilen 1,8 milyon tonu hazır, 25,3 milyon tonu da geleceğe yayılmış gönüllü emisyon azaltımı varlığını yönetmekte olan Ekobil Çevre Danışmanlığı firmasında eşiyle beraber karbon projeleri geliştirmekte ve danışmanlık hizmeti vermektedir. Ekobil Ltd., elde ettiği gelirin büyük çoğunluğunu “Miras Irklar”ın korunmasına harcamakta olup, Sakız Koyunu ve Mavi Balkan Hindisi şirketin koruması altında geliştirilen ırklardan bazılarıdır. 145 146 147 148