Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a

Transkript

Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a
Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup
izinsiz çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka sitelerde kullanılamaz.
© Copyright 2008 Talat Turhan
TALAT TURHAN'IN AMACI*
Talat Turhan TSK'dan yetişen devrimci kimlik ve kişiliği ile öne çıkanlardan birisidir.
Onun amacı ve düşünce-davranış çizgisini çeşitli faaliyetleri arasında görmek ve
tanımlamak mümkündür. Bu kitap Talat Turhan'ın amaç ve evrimini doğrudan
belgeleyen bir içeriğe sahiptir. Devrimci bir kimlik ve kişilik taşıyanların amaç-araç
diyalektiğini ne ölçüde gözettiği, hangi süreçte neler yaptığı doğrudan yaptığı işlerde
görünür-aranır. TSK'dan gelen devrimcilerde öne çıkan en belirgin nitelik, Türkiye'nin
sorunlarına "çözüm" üretilmesi ve emperyalizme karşı mücadeledeki tutarlılıkta
aranır.
Elimizdeki kitap, aynı zamanda askeri-sivil bürokrasi hakkında Sol'un politikasızlığına
da işaret ediyor... Devrimci ve Marksist Sol'un günümüzde sıçrama ve kopuş
sürecinde yığınağı nereye yapmalı soru ve sorununa cevap arayanların, TSK'dan
gelen Talat Turhan'ın düşünsel evriminden öğretici ders ve sonuçlar çıkarması
gerekiyor.
Kuşkusuz "yurt ve dünya" sorunlarına çözüm konusu tartışılırken, bilimsel bir yöntem
ve sınıfsal bir bakış gereklidir. Tutarlılık bu zeminde gözlenir. Talat Turhan eylemini
yazıya döktüğü için, hakkındaki değerlendirme her türlü spekülasyonun dışındadır.
Hele emperyalizmin insana ve insanlığa saldırdığı bir süreçte (gericilik döneminde)
ezilen ve sömürülenlerden yana tavır almak, Özgür, eşitlikçi, demokratik bir dünya
idealini kendine Özgü taktik yöntemlerle saptamak, önerilerde bulunmak, insanlığın
genel ilerici-devrimci cephesinde çeşitli etkinliklerle saf tutmak çok önemlidir.
Ulusal-sosyal kurtuluşunu bir türlü gerçekleştirememiş Türkiye'nin "düze çıkması"
konusu tartışılırken 27 Mayıs'tan 28 Şubat'a
(*) Ayrıntılı bilgi için bakınız;
1. S.Ö., 12 Mart 1971’den Portreler, C 1,6. Baskı, s. 307-347, Sorun Yayınları, 1999.
2. S.Ö. Devrimci Siyasi Terbiye-Diplomasi-Ahlâk. s. 131–137, Sorun Yayınlan 2001.
sarkan süreçteki olayları yerli yerine koymak gerekiyor. Bilimsel inceleme ve
araştırma yapmaya aday genç insanlarımızın yararlanacağı pek çok malzeme bu
kitapta fazlasıyla mevcuttur.
Elimizdeki kitap Talat Turhan arkadaşımızın bin bir emekle oluşturduğu arşivinden
belli bir sistematiğe göre derlenerek hazırlandı. "27 Mayıs'tan 28 Şubat'a... Devrimci
Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri" adıyla okurlarımıza sunulan 1. Kitap'tan sonra, 2. ve
3. kitaplarda gereken ilgiye kavuşunca, yazarın arşivindeki malzemelerin ayrıca gün
ışığına çıkarılarak kitaplaştırılması planlanmaktadır.
Neden mi?
Söz ve sıra "neden"lere gelince bilince çıkarılması gereken pek çok nedenden söz
edebiliriz; gerek Talat Turhan'ın gerekse onun gündeme taşıdığı konulan gündeme
taşıyarak, asıl sahibi okurlarımızla buluşturmak yolunda Sorun Yayınları Kolektifi'nin
projesi birbirine denk düşmüştür. Ünlü bilginin özdeyişindeki, "İnsanım, insani olan
hiçbir şey bana yabancı değil" dediği gibi, bizler de kapitalizme-emperyalizme karşı
mücadelede tutarlı tavır alan herkesin kavgasının yanındayız; bu türden kavgaların
asla yabancısı değiliz; ister "tutarlı bir demokrasi mücadelesinde" ve ister işçi sınıfı ve
tüm ezilen ve sömürülen emekçi halkların haklı ulusal ve sosyal kurtuluş
mücadelesinde sorumluluk alan, riskler üstlenen kişi, grup ve örgütlü mücadeleleri
yalnız bırakmıyoruz.
Devrimci ve Marksist Sol Kadro olabilmenin vazgeçilmez ilke-sellikleri bize böyle
davranmayı öğretiyor: Devrimci Hareket’te görev ve ödevlerini yapma çabası içinde
olanları, İlkin anlamaya çalışmalı, ardından tanımalı, sahiplenmeli ve eleştirel katkı
yapmalıyız.
Talat Turhan devrimci bir kurmay subay olarak gerek TSK'da gerekse "sivil" olarak
yaşamında kimliği ve kişiliği bilinen biridir. 40 yıla varan yazı hayatında, önüne
devrimci bir iş koymuştur. İş ve emek sevgisiyle Önüne iş olarak koyduğu şeyin
hakkını vermeye çalışmaktadır. Devrimci mücadelede bu türden Özellik ve niteliklere
sahip insanlara büyük oranda ihtiyaç vardır. Mesleğinde, özel yaşamında, üretiminde;
düzgün, ilkeli, samimi ve dürüst olanlar, Önünde sonunda amaçlarına ulaşmışlardır.
Kapitalist anarşinin kol gezdiği bu coğrafyada, hakim gerici sınıfların açtığı
bataklıklarda temiz ve lekesiz kalmak öyle kolay değildir. Namuslu, ahlaklı, direngen
olanların hak bildiği yolda savaşması, her-şeyden önce kapitalizmin işleyişine ve
mantığına terstir. Hakim gerici sınıflar avantalar ve yağmalar ülkesine dönüşen bu
ülkede ayakta kalabilmiş, doğruların ve hakikatin kavgasında isyan edip ayağa
kalkmış, davasına ihanet edip dönmemiş, giderek bilenmiş, bilendikçe kavgasına
renkler katmış devrimcilerden korkarlar. Elini insan kanına ve emeğine bulaştırmış
olanların korkması doğaldır. Dünya nimetlerini elinin tersiyle itmiş devrimci
insanlarımızın korkusuzluğu, bilinç ve kararlılığı pek çok şeyi süzgeçlerinden
geçirdiklerindendir.
Kapitalizmin açtığı kanallarda yarım-doğruları geveleyen yarım-aydınların risk ve
sorumluluk almayan kaçak güreşindense, Talat Turhan gibi inandığı, bilincinde tartıp,
ölçüp biçtiği yolda yürüyen ve gerektiğinde başkaldıran insanlarımız bize daha
yakındır.
Bilindiği gibi Talat Turhan, TSK'dan gelip tutarlı bir anti-emperyalist mücadeleye
katılan hemen hemen biricik isimdir. O, ayrıca mücadelesini zigzaglara sapmadan,
inandığı, doğru bildiği yönde götüren, sürekliliğini koruyan, inatçı bir kişiliğe sahiptir.
Devrimci mücadelede, inat, ısrar, kararlılık ve süreklilik çok değerli nitelikler olarak
anılır.
Talat Turhan, TSK'da "sisteme karşı oluşan" tüm örgütlenmelerin içinde, yanında
veya merkezindeki tanık ve sanık olarak bulunan ilginç bir örnektir,
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 surecine verdiği değerli
malzemelerle renk katan Talat Turhan ismi en önde anılacaktır. Çünkü o, bu sürecin
doğrudan içinde olmuştur. Ayrıca, devrimci kimliği ile, anılan tarihlerde TSK'daki
faşist veya faşizan Örgütlenmelerin bilinen angajmanlarıyla kurduğu "cuntacı" ve
"darbeci" ilişkilerin açığa vurulmasında kimi roller ve sorumluluklar da üstlenmiştir.
Talat Turhan süreçten etkilenmiş ve o günkü bilinç ve donanımıyla "Genç Kemalistler
Ordusu" isimli bir örgütün içinde yer almış, tutuklanmış, yargılanmış, işkence görmüş,
mesleğinden
uzaklaştırılmış,
yaşamı
boyunca
izlenmiş,
kışkırtma
ve
provokasyonlarla yüzleşmiş, kücükburjuva "sol"ların ihanetine uğramış, verdiği
sözlerden dönmemiş, "ahde vefa" gibi günümüzde pek "lüks" sayılan niteliklerini
ısrarla korumuş, örgütsel yeminine asla ters düşmemiş, organize olmayı, donanımlı
bulunmayı ne 9 Mart’çıların ve ne de 12 Mart’çıların "darbe" ve "cunta" mantığına
yeğlemiştir.
Türkiye'deki sınıflar mücadelesinde Devrimci Hareket'in etkinlikleri derece derece
TSK'yi da etkilemişti, doğallıkla. TSK'da tekelci sermayenin, faşizmin etki alanında
olanlar da, onlara karşı olanlar da şarlarım almıştı. Talat Turhan'ın yeri ilerici-devrimci
ve yurtseverlerin yanındaydı. Nitekim bir "vitrin dava" olan "Bomba Davası" faşist
tertiplerle tezgâhlanmıştı. Talat Turhan bir kurmay subay titizliği ile faşizmin çirkin
yüzünü bu davadaki savunmalarıyla açığa vuruyordu. O'nun 8.6.1973 günkü,
Duruşma Tutanağı (D.T.)'na geçirdiği sözlerini bu vesileyle anmak yerinde olur: (D.T.
s.15) "İhtilâl yapmak yürek ister!", (D.T. s. 16) 'İhtilâlciyim, bunu inkâr etmiyorum;
ama ben ihtilâl yaparım, bomba atmam!", (D.T. s. 17) "Atatürk'e de Bolşevik denmişti;
Askeri Savcı benim ihtilâlciliğimden bahsediyor, eğer bunu geçmişteki hareket ve
faaliyetlerime dayandırıyorsa haklıdır; zaten bunu inkâr etmiyorum!", (D.T. s. 18) "Bu
dava şişirilmiş bir balondan başka bir şey değildir. Açıklamalarımla balonu patlatmak
bir yana, kalbura çevireceğim! Bu dava, Türkiye'deki bir iktidar kavgasıdır. Kuvvet
Komutanlarına dayanmaktadır." ve son cümle olarak da: (D.T. s. 18) "Ya onlar beni
vuracaklar, ya ben onları!" şeklindedir.
Talat Turhan devrimci kişilik ve kimliği ile "tutarlı bir demokrasi mücadelesinde" ve
yine "tutarlı bir anti-emperyalist" olarak yerini bireysel olarak almıştır. Bu kavgada
başarılı olmak ve son sözleri söyleyebilmek için yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz
ezilen ve sömürülenlerden yana olmanın gereğine inanmıştır. Bu duruş,
Kolektif’imizin yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfından yana olan konumuyla
örtüşmektedir. Bu duruş, ayrıca günümüzdeki sınıflar mücadelesinde dağınık özne ve
nüvelerin bir türlü bulunamadığı bir süreçte doğru bir tavırdır.
Çünkü günümüzdeki mücadelede emperyalizm "yeni" yöntemler geliştirmiş, bunda da
kimi başarılar kazanmıştır. SSCB'nin içinden ve dışından yapılan kuşatma ve
kışkırtmalarla Sovyet örneği çözülmüştür. Sosyalizmin bilimsel analizleri ve yöntemi
çözülmemiş, daha bir anlam kazanmıştır.
İnsanın ve insanlığın emperyalizmin "YDD" ve "Globalleşme Çağı" denilen baskı,
tehdit ve sömürüsünden yine sosyalizme sarılarak "çıkış hattı" üretilecektir. Eskiyip
aşınmış teorik/pratik donanımlar yerine yeni olana ihtiyaç vardır. Yeni'nin işbaşı
yapabilmesi hegemonların gündemini bilince çıkarmakla mümkündür. Ezilen ve
sömürülen emekçi halkların ulusal ve sosyal kurtuluşu yolunda başka bir yöntem ve
silah bulunmamaktadır.
Sovyet deneyiminin çözülüp başka bir yapıya dönüşmesiyle emperyalizm asla bir
meydan muharebesi kazanmamıştır. Asıl ve nihaî meydan muharebesi, kapitalizmin
gelip dayandığı çürüme ve çözülme sınırında verilecektir; verilmektedir. Tarihsel
Ömrünü tamamlamış bir sistemin yeryüzünden kazınması sürecinde "ulusal kurtuluş",
"tam bağımsız ve demokratik Türkiye" slogan ve özdeyişlerine sarılanlar oldukça
fazladır. Bu yöneliş eleştirel katkıya muhtaç olduğu kadar, san ve kirli "sonatın
sömürüsüne de açılmıştır. Bu alana devrimci bir müdahale şarttır. Hele
bulunduğumuz coğrafyada henüz "Türk aydınlanması" tamamlanamamışla, ne Gazi
Mustafa Kemal Paşa ve ne de Atatürk olgusu ve TC Devleti'nin 78 yıllık serüveni
henüz özgür bir ortamda bilimsel olarak tartışılamamışsa buna müdahale daha bir
önem kazanmıştır. "Kemalizm" herkesin ağzında çiğnenen bir sakıza dönüşmüştür.
Resmi tarih ve resmi ideolojilerin kuşatması yarılıp aşılamamıştır. "Marksizm’in
yorumu ve teorik yeniden üretimi" söz yerindeyse "Sosyalist Aydınlanma" ve
bilinçlenme bu noktada öne çıkarılmalıdır.
Talat Turhan da 40 yıllık emek ve çabalarına karşı daima "suskunluk kumkuması" ve
"sinsi kuşatma" yöntemleriyle karşılaşmıştır; kitaplarından yapılan aşırmalarla kimileri
'"tez" yazmış, alıntı dahi gösterme inceliğini göstermemiştir. Hele bu kitaplar Sorun
Yayınlan Kolektifi'nce üretilmiş ise anılan kuşatmalar daha da renklenmiştir. Oysa
hakikatin ve doğruların kavgasını verenler, farklı kulvarlardan gelmiş obalar dahi,
bunun önünü kesmek asla mümkün değildir.
Günümüzde yarım-aydınların, yarım-doğruları tekrarlaması, verilen kavgamızın yok
sayılmak istenmesi, birilerinin yalnızca "hüsnü kuruntusu"dur; hiçbir işe yaramamıştır.
Doğruların ete kemiğe bürünmesinin sevindirici işaretini her olay ve olguda
görüyoruz.
Talat Turhan'ın bu kitabı hem ciddi tarihçilere, hem de emperyalizme karşı
mücadelede gardım alan her eğilimden insanlarımıza çok şeyler öğretecektir. Yazarın
kendisi de görüşlerinin, saptama ve yorumlarının eleştirel katkıya açık ve muhtaç
olduğunu ifade etmektedir. .Her ilerici, devrimci, yurtsever, sosyalist ve komünistin
Marksist Eleştirel katkıya ihtiyacı vardır. Talat Turhan da kitaplarıyla bu türden bir
eleştirel katkıyı hale edebilecek eylemlerin insanıdır. O, konumuyla Devrimci
Hareket'in, cenahımızın bir parçasıdır. O'nu var eden tarihsel-sosyal koşul ve ortamı
iyi ve doğru değerlendirmek gerekiyor. TSK'nın yapısı Talat Turhan gibi bir devrimciyi
hazmedememiş dışlamışsa, cenahımız yetenekli bir devrimciyi kazanmasını bilmiştir.
Hangi kesimden gelirse gelsin, hangi düşünce-davranış farklılıkları taşırsa taşısın,
devrimciler birbirinin dilinden anlamak, deney aktarımı yapmak, yan yana durmak,
tarih olmuş, sosyal pratikte asla doğrulanmamış teori/pratiklerden (düşünce
hamallıklarından) kurtulmak zorundadır. Zira emperyalizmin insana ve insanlığa karşı
savaşı çirkin sol demagojilerle bezenmiştir; hegemonlar bu kez liberal, post modern
sol oportünizmin daha tehlikeli silahlarıyla karşımızdadır. "YDD"nin, "Globalizm
Çağı''nın emperyalist ikiyüzlülüğü ancak kolektif kurumlaşmalarla, yani PARTİ ile
geriletilip aşılabilecektir.
Talat Turhan yaşamı boyunca emperyalizmin gündemini doğru olarak kavrayabilmek
ve açığa vurmak İçin bütün enerjisini bu alanda yoğunlaştırmıştır. Bu süreçte hem
öğrenmiş ve hem de öğretmeyi başarmıştır. Kimileri anmak istemese de
emperyalizmin-kapitalizmin ne olduğunun bilince çıkarılmasında onun da çok büyük
bir katkısı ve emeği vardır. Devrimci mücadelede "politik açığa vurma"ların önemi
inkâr edilemez. Burjuva diktatörlüğünün açık ya da yarı-açık faşizme çevrildiği
dönemlerde "politik açığa vurma" görevimizi yeterince yerine getiremediğimiz için
cenahımız oldukça kusurludur. 12'li faşist askeri darbeler döneminde yaşanılan
yenilgi ve bozgunlar bu görevimizi yeterince yerine getiremediğimiz için bu ölçüde
boyutlanabilmiştir; ayrıca faşizme karşı mücadelede halk düşmanı politikalarla
hesaplaşacak ve lokomotif görevini üstlenebilecek yapıları, PARTİ'yi üretemediğimiz
için de kıyım ve kırımların bu düzeyde boyutlanması kaçınılmaz ve kolay olmuştur.
Bu coğrafyanın yetiştirdiği bütün namuslu insanlar, milliyet farkı gözetmeden, işçi,
emekçi, işsiz, öğrenci, aydın, sivil, asker, vb. her kesimden ilerici, devrimci, demokrat,
yurtsever, sosyalist, komünist herkes emperyalizme karşı mücadelede tutulacak
"hattı" doğru biçimde saptamak ve tavır belirlemek zorundadır. Sağlı "sol"lu burjuva
partilerinin sıfırları tükettiği bir ortamda, AB ve ABD'den ısmarlanıp getirtilen "kayyım"
ve parti siparişleri yerine alternatif çözüm yöntemleri üretebilecek yapıların
oluşturulması gündeme gelmiştir. İkiyüzlü ve çeşitli sol demogojlerle emekçi
halkımızın arayış ve yönelişleri saptırılmak istenmektedir. Emperyalizmin kiralık
sözcülerini bu alana yerleştirmemek, oynanan oyunları bozup emekçi halkımızın
gözünü açabilmek ve yığınağı mümkün olan tek bir yere yapabilmek İçin seferber
olmak gerekiyor.
Talat Turhan'ın bu kitabı, geçmişten geleceğe uzanan süreçte, bilgilerimizin
yenilenmesinde, tutulacak "ana halka"nın bilince çıkarılmasında önemli bir işlevi daha
yerine getiriyor.
Bu kitabın üretilmesiyle yazarın devrimci çabalarının yanında olduğumuzu bir kez
daha tekrarlıyoruz.
Sorun Yayınları Kolektifi
1 Mayıs 2001
GİRİŞ
Kitabımı alıp okuma gereksinimi duydukları için öncelikle okuyuculara teşekkür etmek
istiyorum. Bugünkü konumumu dost okurların bilinçli katkılarına borçluyum.
Aslında bu kitap da eski okuyucularımın sürekli isteklerini yerine getirmek için yazıldı.
1965 yılından beri çeşitli yayın organlarında makale, dizi yazı, inceleme ve araştırma
türü yazılar ve söyleşilerim yayınlandı. 1986 yılından bu yana da kitaplarım
yayınlanmaya başladı. Bu süreçte çeşitli yurt içi ve yurt dışı konferanslara, tv ve
radyo programlarına katıldım ve diğer etkinliklerimi sürdürdüm. Bunu yaparken bolca
dipnot ve kaynak kullanmam nedeniyle okuyuculardan eleştiri de aldım. Çünkü bu
yöntem okuyucu açısından hem sıkıcı oluyor hem de kaynaklara ulaşmak isteyenler
için güçlük yaratıyordu. Elinizdeki kitaplarla bu güçlüğü aşabilirsem mutlu olacağım.
"27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Devrimci Bir Kurmay Subay'ın Etkinlikleri"
başlığını taşıyan bu kitapta ve sürmesini umut ettiğim diğer kitaplarda tüm
etkinliklerimi okuyuculara yansıtmak ve onlarla paylaşmak isliyorum.
Ülkemizde bazı önemli günler tarihsel sürecimizin kilometre taşlarını oluşturuyorlar.
Kanımca 27 Mayıs ve 28 Şubat günlerinin bu bağlamda önemleri yadsınamaz.
Gerçekte 28 Şubat 1997'den sonra da etkinliklerimi sürdürmeye devanı ediyorum.
Görüldüğü gibi, özellikle 1990'lı yıllardan sonra çalışmalarımı
1. Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz yayıncılık, Haziran 1999, İstanbul (s.: 443-509).
2. Örneğin: l3 Mart 2001 günü, Bursa Eczacılar Odası'nda "Küreselleşmenin Perde Arkası" ve 15 Mart
2001 günü. Bursa Çağdaş Gazeteciler Derneği'nde; "Küreselleşmenin Mililer ve Paramiliter Boyutu"
konulu konferanslar...
"küreselleşme" n\n belki de en çok üzerinde durulması gereken paramiliter boyutu
başta olmak üzere, -ulus devletlerin yer altılarının soğuk savaş sürecinde emperyalist
devletlerce ele geçirilmesi- "Küreselleşmenin Gizli Örgütleri" üzerinde yoğunlaştırdım.
Kuşkusuz 1960'lardan önce de birçok tarihsel olayın tanığıyım. Daha sonraki
evrelerde yaşadığım olayların hem mağduru, hem tanığı hem de sanığı oldum.
Sürgünler, işkenceler, cezaevleri yaşamımın bir parçası haline geldi. Emperyalizme
karşı tutarlı bir mücadelede aydın olarak risk ve sorumluluk almak, her şeyden önce,
sağlı "sol"lu burjuva parti ve anlayışlarına angaje olmamaktan geçiyordu. Ülkemizi
1947'den bu yana emperyalist güdüme sokan iktidarlarla benimsediğim "Kurtuluş
Savaşı'mızın ilkeleri çatışıyordu. Ülkeyi dışa bağımlı hale getiren ulusal onur ve
değerlerimizi aşındırıp son çözümde ortadan kaldırmayı amaçlayan dış güçler ve
onların işbirlikçileriyle hep çatıştım. Bu misyonu yerine getirebilmek için "düzen
dışında kalmak" ve de dolayısıyla "bağımsız ve özgür" olmak gerektiği bilinciyle
emekli olduktan bu yana yaşadığım gerçeklerden hareketle tanığı ve sanığı olduğum
tarihsel olayları kamuoyuna yansıtmaya çalışıyorum. Bu süreli uğraş içinde Zihni
Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü'nden CIA ve Pentagon'a giden izleri saptadım.
Kontrgerilla gerçeğinden, Ergenekon Örgütü’ne ulaşan emperyal işbirlikçi ağlarının
ayırdına vardım. Ulusal bağımsızlığımıza yöneltilen bu hıyanet girişimlerini hem
açıkladım hem de yasal platformlarda kavgasını verdim. Kuşkusuz tüm bu uğraşıyı
tek başıma yaptığım savında da değilim. Benzeri ve paralel kavga veren örgüt ve
kişilerin pişirdiği aşta benim de tuzum oldu. Aslında emperyalist sızmanın toplumun
her alanına egemen olmasına katkıda bulunmayı iktidarda kalmalarının ön koşulu
gören işbirlikçiler dışında tüm örgütler zamanında kendilerine düşen kolektif eylemi
örgütleme görevini yapmış olsalardı bugünkü duruma düşülmezdi...
1990'lı yıllarda İtalya'da ortaya çıkan "Gladio" Örgütlenmesi masonik destekle 1970'Ii
yıllardan bu yana öne sürdüğümüz savlar doğrultusunda, ABD emperyalizminin
ulusal çıkarlarını garanti altına almak için tüm ülkelerin yeraltına yerli işbirlikçilerden
kurulan paramiliter ağla egemen olmaya çalıştığım kanıtladı. Avrupa'da bu işlevi
NATO'nun üstlendiği de belgeleriyle açıklandı, kanıtlandı...''
Soğuk Savaş döneminde ABD emperyalizmi, müttefiki olan ülkelerde
* Ayrıntılı bilgi için bakınız; Sorun Yayınlan, Emperyalizmin Gizli Örgütleri Dizisi’nin tüm kitapları.
işbirlikçi sermaye + ABD çıkarlarına hizmet eden dini gruplar + ABD ve istihbarat
örgütlerinin denetiminde şoven milliyetçi örgütlerin altyapısını oluşturan "Anti
Komünist Cephe” dolarlarla finanse edildi, örgütlendi ve indoktrine edildi. Bu
cephenin iç desteğiyle yaşatılan iktidar "liberal ekonomi" söylemi yanında kimi zaman
milliyetçi, kimi zaman milliyetçi-muhafazakâr, kimi zaman Milliyetçi Cephe vb. gibi
söylemlerle kamuoyunun önüne sunuldular... Bu amaçla "Psikolojik Savaş”ın her
türlü yöntemi her geçen gün etkinliği arttırılıp sürdürüldü, sürdürülmeye devam ediyor
ve de sürdürülecek... 24 saat, 30 gün, bir yıl, bir yüzyıl, sonsuza dek...
Propagandayla ulusal değerlerimizden uzaklaştırılan halkımız küresel değerleri
benimseyip uydulaşıp, gerçek kimliği eriyene dek... Bu süreçte -Soğuk Savaş- dış
dinamiklerin dayatmalarıyla oluşturulan yapay iktidarlar, ABD çıkarlarını korumakla
güçlük çektiğinde ya da depolitizasyon, demagnetizasvon yöntemleri kullanılıp terörle
güçsüz bırakıldığında, askeri darbeler ile düzen ABD'nin çıkarlarını koruyacak bir
yapıda şekillendirildi... 12'li darbelerin ardında CIA'nın bulunmasının amacı bu idi...
Bu faşist darbelerin Yunanistan, Arjantin, Brezilya, Şili vb. ülkelerde aynı yöntemleri
uygulaması kuşkusuz rastlantıyla açıklanamaz... Sosyalizmle mücadele maskesi
altında ulusal çıkarları emperyal çıkarların önünde tutan tüm kişi ve örgütler “Temizlik
Operasyonu”nun hedefi oldular. Türkiye'de gerçek Atatürkçüler de bu
operasyonlardan nasiplerini aldılar...
1990'lı yıllardan sonra "küreselleşme" (globalizm) söylemleri öne çıkarıldı. Aslında
Sovyetlerin dağılması emperyalizmi bir üst aşamaya ulaştırmış,''küreselleşme"
söylemiyle de ABD'nin dünya liderliği ve egemenliği özlemi dile getiriliyor ve "Dünya
Hükümetinin kurulmasının önkoşulları hazırlanıyor ve dünyada akıl almaz bir değişim
ve dönüşüm yaşanıyor, ülke düzenleri ekonomik, mali, politik, sosyolojik, kültürel,
askerî bir dönüşümle patron ülkenin (!) (hegemonların) istemleri doğrultusunda
şekillenmesi için işbirlikçi iktidarlar zorlanıyordu, Aslında ABD yönetimi de çok uluslu
şirketler ve holdinglerin denetiminde olduğu için dönüşümün arkasındaki güç
onlardı... ÇUŞ (Çok uluslu şirket) ve ÇUH (Çok uluslu holding)'ları da yöneten güç
ise, "Küreselleşmenin Gizli Örgütleri" idi…
Yaygın kanının tersine "küreselleşme"nin, 1990'h yıllarda başladığını söyleyenleri
tarihsel bir yanılgı içinde görüyorum. Çünkü
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/2
ABD uzun erimli hedefini 1 doların (kağıt) arkasına koyduğa masonik amblemle
açıklıyordu. 1876"lara kadar inen bu yapılanmada dolar üzerindeki amblemde Latince
"Novus Ordo Seclorum" yazılıyor. Anlamı "Çağların Yeni Düzeni" ya da "Yeni Dünya
Düzeni" Şimdi internete; "New World Order", Bilderberg Group, Mossad ile ilgili
sitelere lütfen girin; 1 dolar üzerindeki amblemleri ve benzerlerini bulacaksınız. Tüm
bu ayrıntıları 1999 yılında yayınladığım bir kitapta açıkladım.(4) Küresel denetim
içinde psikolojik savaş aygıtı olarak kullanılan düzen medyasından denetim içinde
psikolojik savaş aygıtı olarak kullanılan düzen medyasından ses çıkmadı... Ne lehte
ne de aleyhte... Kuşkusuz ABD'yi kınamaya hakkimiz yok. Teknolojik üstünlüklerini
de kullanıp önceden saptadıkları "Dünya Egemenliği" hedefine adım adım ilerlediler
ve de dünyayı kendi çıkarlarına uygun bir şekle dönüştürmek için tam bir Makyavelist
anlayış içinde her yola başvuruyorlar. Kınanması gerekenler Kurtuluş Savaşı
kazanımlarımızı mirasyedi hovardalığı içinde, tam bir teslimiyet içinde emperyalistlere
ve "Yeni Dünya Düzenline peşkeş çeken "gaflet, dalalet ve hıyanet" içindeki işbirlikçi
iktidarlardır.
Dünyanın az gelişmiş yörelerinde yoksul halklar ile ''Küreselleşme kapsamı içine
alınmamış ülkelerin işçileri, köylüleri, dar gelirlileri, esnafı açlık ve sefalet içinde
yoksullaşıyorlar, işsiz kalıyorlar ve eziliyorlar. Bu haksız, eşitsiz, insafsız, vicdansız,
ahlâksız savaşa ve dayatmalara karşın her gruptan ve örgütten insanlar "küresel
başkaldırıyı başlattılar. Küreselleşmeci örgütlerin ve kuruluşların her toplantısında
protestolar sürmeye devam ediyor.
Bu eylemler daha şimdiden meyvelerini vermiş olmalı ki,
Bangkok'taki UNCTAD toplantısında İngiliz Ticaret Bakanı Richard Caborn;
"DTÖ'nün işleyişinde modernleşme gerekiyor, bu kuruluşta bir başka başarısızlığın
altından kalkamayız. Azgelişmiş konumdaki ülkeler müzakere sürecine dahil edilmeli,
dışlanmamalıdır"' derken, Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Horst Köhler Der
Spiegel dergisinde açıklanan söyleşisinde:
"Beş yıllık görev donemi içinde, aşırı liberalleşmenin bir sonucu olan spekülatif
amaçlı küresel para hareketlerini azaltmak amacıyla
4. Talat Turhan, age.
5. "Eşitsizlik yeniden masada" Cumhuriyet, 12 Şubat 2000.
hükümetlere daha çok yetki vermek için çalışacağını"(6) açıklamıştır.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak konuyu dağıtmak istemiyorum.
Sosyalizm kuramsal açıdan enternasyonal -uluslararası- olmasına karşın, Sovyet
örneğinde görüldüğü gibi uygulamaya geçemedi. Buna karşın kapitalizm küreselleşti.
Yani kapitalizm enternasyonal leşti. Bilindiği gibi ulusalcılık -millicilik- ile
uluslararasıcılık karşıt kavramlardır. Oysa ki dünyamızda ulusal olduğunu iddia eden
birçok iktidar küreselleşmenin değirmenine su taşıyor... Bu olguyu bir turnusol kağıdı
gibi algılayıp işbirlikçi iktidarları saptayabilirsiniz.
Ülkemizdeki düzenin kapitalizme daha da entegre olabilmesi için Atatürk mitinin
ortadan kaldırılması gerekiyordu. İnönü'nün Atatürk'ten sonra cumhurbaşkanı
olduğunda Türk paralan üzerine kendi resimlerini bastırmasının bu doğrultuda atılmış
ilk adım olduğunu söylemek olanaklı ise de, bu olguyu tarihsel bir yanılgı diye
algılayıp Demokrat Parti dönemine geçebiliriz. Anılan parti ABD uydusu, liberal
görünümlü, emperyalizme kölece bağlı bir politikayı uygulamak için Atatürk karşıtı
dinsel yapılanmalardan, tarikatlardan, tarikat şeyhlerinden destek aldı. Ancak 1980
yılına kadar geçen süreç içinde gelip geçen siyasi partilerin tüm çabalarına karşın
Atatürk devrimleri azalarak da olsa etkinliğim sürdürdü; ta ki 12 Eylül 1980 darbesine
kadar... Bu darbe O'nun partisini (CHP) kapattığı gibi çocuğu gibi üzerine titrediği
"Türk Tarih Kuruma" ve "Türk Dil Kurumu"na kalıtsal hukukî hakları bile göz ardı edip
müdahale etti.
Aslında darbe sonrası ABD'li yetkililer arasındaki konuşma 12 Eylül'ün niteliğini çok
açık bir şekilde ortaya koyuyordu.(7)
"Ankara- 0330 (Washington-yerel saatle 20.00)
Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze .......Beyaz Saray'ın
"Situation Room" …..bölümünü aradı.........:
- Paul seninkiler nihayet yaptı (.... your hoys have done it).
— Kim benimkiler, neden bahsediyorsun?
— Senin generaller Türkiye'de darbe yaptılar,
—Ooo, öyle mi? Çok memnun oldum."
Bunun gibi, 12'1İ darbelerin ardındaki gücün CIA (Amerikan
6. Köhler, "Aşırı Liberalleşme Tehlikeli",,Milliyet, 3 Nisan 2000.
7. M. Ali Birand, 12 Eylül: 04.00, Karacan Yayınlan, II. Baskı, Nisan 1985, s. 286.
Merkezi Haber alma Örgütü) olduğu da çok yazıldı. Örnek vermek gerekirse: (8)
CIA'nın Türkiye istasyon şefi Paul Henze'nin anılarında:
"12 Eylül ABD'nin tercihiydi" denilmektedir...
Daha sonra, 12 Eylül'cülerin açtığı çığırda "Atatürk" diye diye Atatürkçülük ortadan
kaldırılırken gene Paul Henze ve yandaşları tarafından Kemalizm’in devrinin
tamamlandığı Türkiye'deki düzenin "Ilımlı İslâm" olması gerektiği önerildi.
Önerilmekle de kalınmadı, bu amacın gerçekleşmesi için kimi okullar ABD desteğiyle
dünyanın her yerinde konuşlandırıldı. (9)
Fethullah Gülen'in ABD'de özel bir himaye altında tutulmasının nedeni nedir?
Başbakan Ecevit'in hakkında soruşturma açılan bu kişiyi koruması nasıl açıklanabilir?
Yazın yaşamıma başladığım 1965 yılından bu yana Atatürk devrimleri karşıtı bu
gelişmelere ve bu çerçevede yapılan demogojilere, sömürücülere hep dikkatleri
çekmeye çalıştım. Örneğin bu oluşumda karşı devrimci girişimlerin iktidara tam
anlamıyla egemen olduğu, koalisyon ortaklarının yangından mal kaçırırcasına
yandaşlarını bürokrasinin, KİT'ierin, yönetim kurulu başkan ve üyeliklerine
doldurulduğu 1. ve 2. MC -Milliyetçi Cephe- iktidarları o dönemde "iktidarların
Çeteleşmesi ve Bürokrasi" başlıklı bir yazı dizisiyle eleştirmiştim: (10)
"Kontrgerilla Örgütlenmesinin, amaçlan dışında kullanılmasına karşı çıkmak güç ve
yeteneğine sahip olmayan iktidarlar, askerleri politika içine çekmekte ve askeri
darbelere açık bir ortam hazırlamakla da Anayasa suçu işlemekte, iktidarların örtülü
veya açık askeri nitelik kazanmasına yardımcı olmakla, emperyalist işbirlikçiliklerini
hıyanete dönüştürmektedirler, Bu olguyu, iktidarların çeteleşmesi olarak
niteliyoruz." şeklindeki kanımı açıklıyordum. İktidarların akıl almaz aymazlığı bir
anlamda öngörüm doğrultusunda 12 Eylül 1980 darbesine davetiye çıkardı...
Bunun gibi aynı yazı dizisinde:
Hilafetçi, tarikatçı, Abdülhamitçi politikacılar; Atatürk devrimlerine
8. Aktüel, No.: 179, 8-14 Aralık 1994.
9. 1 'de age, s. 43–45 Said-i Nursi ve s, 150–153 Fethullah Gülen.
10. 7 Gün Dergisi: 3 Ağustos - 14 Aralık 1977.
Y.n.: Yazı dizisi sürerken dergi yayın hayalına son verdi.
o'nun ilke ve devrimlerinin savunucusu güçlere, özgürlükçü parlamenter düzene ve
bu düzeni/ı çatısını oluşturan Anayasa'ya karşıdırlar. Bit gün Anayasa çatısı altında
yer almaları, geriye dönük hayallerini gerçekleştirmek için, İktidarı araç olarak
kullanmak art niyetinden kaynaklanmakladır" diye yazıyordum.
1976 yılında ise bir gazetede yayınlanan yazı dizisinde: (11)
"... Nakşibendilik tarikatı'nın kökenini, boyutlarını, niteliklerini ve bu gün ulaştığı
düzeyi algılamayanların Türkiye'nin politik olaylarını teşhiste güçlük çekmeleri
olasıdır.,.." şeklinde bu konuda görüş açıklıyordum.
12 Eylül 1980 darbesi baskı, zulüm ve zor kullanıp ülke düzenini daha da emperyalist
güçlerin arzu ettiği konuma getirdi. 1975 yılında yargılanırken Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi'ne vererek kamuoyuna mal ettiğim CIA kaynaklı bir kitapta darbecilere
yol gösterilmektedir. (12) Bu bağlamda 7 adımlık kademeli bir uygulama
önerilmektedir. 4. adımda da: Başkaldıranların ''siyasi örgütünün ortadan
kaldırılması" İstenilmektedir. CHP bu istek doğrultusunda kapatıldı. (13) 7. adımda ise
"Bir partinin kurulması" öngörülüyor… Kuşkusuz bu partinin liderinin denenmesi de
gerekmekteydi. 6. adıma göre... ANAP bu amaçla kuruldu... Darbe artığı bir parti
olarak askerî darbecilerin temel uygulamalarını sivil görünümünde uygulamak için...
Bu partinin liderinin ABD'nin tüm değer yargı [arını benimsemesi yanında Nakşibendi
kimliği de biliniyordu. Ev ödevlerini yapmakta başarılı olduğu için
Cumhurbaşkanlığı’na getirildi. Bu dönemde basında "Türkiye'nin kucağa oturtulma
planı"ndan söz ediyordum; ama uydulaşma süreci ivme kazanmış, 1976'lı yıllarda
dikkatleri üzerine çektiğim tarikat 17 yıl sonra Çankaya'ya kadar tırmanmıştı.
Atatürk'ün kemikleri sızlıyor olmalıydı... (Özal, 24 Ocak 1980'deki kararların da
mimarlarından ve aynı zamanda uluslararası ticari çevrelerinin önemli örgülü Dünya
Bankası mensubuydu, Türkiye’ye gelmeden önce...)
İktidarların ilticaya ödün verme sabıkası ve aymazlığı her geçen
11. Talat Turhan, "Terazinin Kefesi ve DGM'ler", Politika, 28 Eylül, 4 Ekim 1976.
12. David Galula. Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri, Gn. Kur. Basımevi. 1965,
13. Talat Turhan. Çeteleşme. s. 46–49.
Y.n.: 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin ünlü savcısı Süleyman Takkeci bir dergide yer alan söyleşisinde
bu konudaki niyetini açıkladı; "Bütün CHP'lileri hapse atacaktım",Nokta, 19 Temmuz 1992.
gün dozajını artırarak sürdü. Bu süreç Atatürkçü geçinenlerin elbirliği ile
gerçekleştirildi. Onlar oy depolarını sağlayan tarikat şeyhlerinin destekleri yanında
işbirlikçi sermaye ve bu güçlerin dış bağıntılarının desteği ile iktidarlarını sürdürme
adına Atatürk ilkelerinden, ulusal bağımsızlıktan, ulusal onurdan ödün vermekten hiç
sakınmadılar. 28 Şubat (1997) süreci bu gidişin ivmesini azalttı...
Yıllarca önce Şellefyan'la başlayan ekonomik çıkar ilişkileri, yeğenlerden birinin
"Mobilya yolsuzluğu" ile İlk kez kamuoyunun öğrendiği "Hayali İhracat" olgusu, Özal
iktidarı döneminde inanılmaz boyutlara ulaştı. Ne idüğü belirsiz ithal prenslerin
yönetimine bırakılan ekonomi, işini bilen memurlar yanında, "Hayali ihracat"a bilinçli
olarak göz yumuldu. Bu pastadan pay kapmak isteyen şirketler ve saygın iş
adamları(!) soyguna katıldılar... Ekonomimiz kan kaybetmeye devam ederken
soyguncular palazlandıkça palazlandılar...
Türkiye avantalar ve yağmalar ülkesine-cennetine dönüştürüldü...
Rant ekonomisi uyuşturucu, kara para, fuhuş vb. gibi desteklerle beslenip "kayıtdışı
ekonomi" olgusu ekonominin önemli bir bölümünü oluşturdu. Bu bataklık her türlü
sahtekârlık yanında, kumar rüşvet, soygun, haraç, tahsilat çetelerine uygun bir ortam
oluşturdu... Tüm bu pislikler içinde kamu görevlilerinin de yer aldığı açıkça görüldü.
Sistem mafyalaştırıldı... Olayın ucu giderek TBMM'ye kadar uzandı. Dokunulmazlık
duvarı bu pisliğin tüm boyutlarının ortaya çıkmasını engelliyor... Politikacılar nerede
ise "istifa" kelimesini sözlüklerden çıkartacaklar. Politikacılarla, hukukçular meydan
muharebesi veriyor... Her liderler zirvesinde yeni bir aklama-paklama "antlaşması"
yapılıyor, uygulanıyor.
1950'Ii yıllardan bu yana ekonomiyi ABD çıkarlarına uygun bir şekle dönüştürmek için
dış destek ve finansmanla oluşturulan ve palazlandırılan işbirlikçi sanayi
burjuvazisinin büyük çoğunluğu özel uçaklar, lüks arabalar, yatlar, villalar vb. gibi
üretken olmayan yatırımlarla kaynaklarımızı tükettiler... Çocukları ise tam bir
mirasyedi bonkörlüğü içinde zevk ve sefa alemi içinde sonradan görme ilkel burjuva
sosyetenin doymak bilmez isteklerini karşılıyorlar... Halkımız, onlar soyup
sömürdükçe fakirleştikçe fakirleşti... Kapitalist anarşi, Türkiye'nin yeraltı ve yerüstü
bütün servetlerini emperyalist sömürü uzantısında yağmaladı; insanımızı,
değerlerimizi yabancılaştırma yöntemleriyle çürütmeye başladı... Açlık, yokluk ve
yoksulluk.
inanılmaz boyutlara ulaştı. Asgari ücret ayda' 100 dolunu gerisine düştü. "Sosyal
Adalet" Anayasa'da kaldı. Toplumun ekonomik açıdan üstte bulunan katmanlarıyla en
alttakiler arasındaki uçurum dünya rekoruna(!) koşuyor... (14) Ülkemiz tüm uluslararası
istatistiklerin olumsuz göstergelerinin başını çekiyor... (15)
Türkiye kanımızca bu acıklı duruma emperyalizmin bilinçli bir politikası sonucunda
getirildi. Nerede ise bütçesinin tümünü dış ve iç borç faizlerine yatıran bir ülkede
siyasal-ekonomik krizlerin birbirini izlemesinden daha doğal ne olabilirdi?
Ülkemiz "Borç Tuzağı"na "Küreselleşme"nin gizli örgütlerinin lider kadrosunun
denerimde olan işbirlikçi iktidarlar eliyle düşürüldü.
Ekonomist olmaya gerek yok, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası tefeci finans
kuruluşları hakkında burjuva medyada yer alan haberleri gözden geçiren herkes
ekonomik krize sürüklendiğimizi algılayabilir. Aslında Dünya genelinde borç alıp
ekonomisini düzlüğe çıkaran ülke yok gibi. Aksine IMF dayatmaları borçlu ülkeleri
krizden krize sürüklüyor. (16) Bu politikalar uzamasında; Rusya sonuçta
küreselleşmecilerin dayattığı ödünler kopartılıp "Ulus Devlet'ler küreselleşmecilerin
haritasından silinmek isteniyor. Örneğin: 1997 yılında yayınlanan bir BM raporunda
(17)
dünya ekonomisi "pusulasız ve haritasız" yol alan yelkenliye benzetilip:
"Dillerden düşmeyen globalleşme, rekabet gücü bulunmayan ülkeleri felakete
sürüklüyor" denilmektedir.
Kuşkusuz bu oluşumda kapitalist anarşide palazlanan herkesin, kiralık kalemlerin,
yeğenlerin, aile fotoğrafı içine girenlerin, manevi evlatların, dost çevresinin
ekonomimizi hortumlayanların katkısı yadsınamaz. Aileden Örnek alan hortumcular
ekonominin kanını, iliğini
14. "Türkiye'deki hanelerin yansına yakını aylık 150 milyon lininin altında gelirle ayakta duruyor."
TÜBİTAK araştırması, Radikal, 26 Ocak 2001.)
15. 7 Aralık 2000 yünlü "OECD Yolsuzlukla Mücadele Raporu"ndan: "Yolsuzluk ve rüşvet, o ülkelerin
uluslararası alandaki güvenilirliğini yerle bir ediyor. Bunun sonucunda, o ülkeye yabancı sermaye
gelmez oluyor."
"Yolsuzluk, demokrasiyi ve insani değerleri kemirir. Rekabeti öldürür, serbest pazar ekonomisini
çökertir, şeffaflığı önler. Biz, o ülkelere gitmeyiz." Bataklık... Alın, başınıza çalın!..." Milliyet, 18 Ocak
2001, Yalçın Doğan.
16. "IMF gittiği her ülkeyi batırıyor", Cumhuriyet, 23 Şubat 2001. (Meksika, 1994–95. Endonezya,
1997–98, Güney Kore, 1997–38, Tayland ve Malezya, 1997–98, Rusya, 1998, Brezilya, 1999)
17. Radikal, 12 Haziran 1997.
sömürdüler. Nerede ise vurgun ve soygunları yanlarına kâr kalacaktı...
Havadan para çarpan bu dolandırıcılar, partilerin seçim masraflarını finanse edip
suçlarım perdelemeye çalıştılar. Bu çirkin alışveriş politikayı ve politikacıları daha da
kirletti ve onlara olan "güveni" hepten tüketti.
Bugün ülkemizde ilerici, demokrat ulusalcı güçler küreselleşmeye karşı direniyor.
Belirli bir küresel plan içerisinde yaratılan ekonomik krizi kullanıp sosyal muhalefet ve
ulusal direniş kırılmak isteniyor. Küreselleşmecilerin tüm istekleri yerine getirilince
"can suyu" verilip krizdeki ekonominin yaşatılması küresel çıkarlarla örtüşüyor...
Ekonominin kanını emen hortumcularla gittiği yere kadar mücadele edip bu kişilerin
çarptığı paraların yedi sülaleleri de dahil olmak üzere burunlarından fitil fitil
çıkarılması ve sistemin sorgulanması ülkemizin düzlüğe çıkarılmasının Önkoşulu gibi
görünüyor... Bu görevin sanıldığından da güç okluğu bilinmelidir. Nitekim, sorun
derindedir. Prof. Dr. Emre Kongar bir makalesinde(18) hortumculuğun evrelerini
açıklıyor:
“1950–1960 hazırlık dönemi.
1965–1980 geçiş dönemi.
1983'ten günümüze egemenlik dönemi."
Görüldüğü gibi 19501i yıllarda DP iktidarının ABD emperyalizminin uydusu ekonomik
politikalarının bir sonucu olarak başlayan hortumculuk 27 Mayıs 1960 harekelinin
gölgesiyle gerilemiş, 1965-1980 özellikle AP iktidarı dönemlerinde palazlanmış,
1983'ten soma Özal döneminde de kök salmıştır.
Bu süreçte iktidarda bulunan tüm partilerin ve liderlerinin
hortumculardan tam anlamı ile hesap sorulabilir mi? Çok güç
ülkemizin kurtuluşunun bir anlamda bu hesabın sorulmasına
düşünüyorum. Bu konuda Bahadır Kale-ağası'yla ayni görüşü
Kuşkusuz Gene! Kurmay Başkanımız
destekçilerinden
olmasına karşın
bağlı olduğunu
paylaşıyoruz. (19)
18. Emre Kongar, 'Tanzimatçılar, Cumhuriyetçiler ve Hortumcular". Cumhuriyet, 9 Nisan 2001.
19. "1990'ların başında dünya basınında 'yükselen yıldız' olarak söz edilen Türkiye Çinili şunlarla
anılıyor: Köhneleşmiş siyaset, çökmüş ekonomi, insan hakları sorunları, gelir dağılımı uçurumu...",
Radikal, 24 Nisan 2001.
Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun bu konudaki tanısının ağırlığı yadsınamaz...
Kıvrıkoğlu:
(20)
"Yolsuzluklarının üzerine gidilmediği İçin ekonomik krizin patlak verdiği" kanısındadır.
Ülkemizde yıllardan beri yönetim krizi yaşanıyor. "Türkiye'yi kim, kimler yönetiyor ya
da yönlendiriyor?" sorusunun yıllarca yanıtını arıyorum ve bu konuya katıldığım
etkinliklerde de yanıt aradım. Kanımca en doğru tanıyı Bülent Ecevit koyuyor. (21)
"Dış dünya, İç politikamızı da kendi güdümüne aldı. Hükümet Çalışmaları, aslında
Washington ve Brüksel'den yürütülüyor."
Ecevit'in muhalefette iken açıkladığı bu görüş kuşkusuz gerçeği yansıtıyor... Bu
noktada sorulması gereken yaşamsal soru, Ecevit iktidarında bu dış güdümden
kurtulmak için neler yapıldığıdır.
Kanımızca içine düşünü düğümüz acıklı durumun, düzenin sosyal yapısına ilişkin,
yönetsel ve siyasal sorumlularının suçları ortaya çıkarılmadan ekonomik kriz
aşılamaz. Sorunların "umut insanlarla" aşılacağına inananlar dün olduğu gibi
gelecekte de yanılabilirler... 1975'Ii yıllarda Ecevit "umut", olarak halkımıza
sunulmamış mıydı?
Dünyanın mazlum ulusları adına ilk "Kurtuluş Savaşı"nı verip bağımsızlık ve
özgürlüğünü kazanan bir ülke uzun erimli emperyalist bir plan sonucu krizden krize
sürüklenirken, ABD Büyükelçisi Robert Pearson'un "Kurtuluş Savaşandan söz
etmesini(22) onurlu hiç bir vatandaşımızın içine sindirebileceğini sanmıyorum.
ABD Büyükelçisi'nin söylemini bir ay sonra Ecevit yineliyor: (23)
"Ekonomimiz uğradığı kazadan kısa sürede kurtulacaktır ve enflasyon yeniden düşüş
sürecine girecektir. Ekonomide çekilen sıkıntıların yükünü isçiler de en az girişimciler
kadar ve onlarla birlikle çekerler..... Eğer ağır koşullar altında, en çetin savaşları
kazanmış olan Türk Ulusu, ekonomik savaşı da elbirliği ile kazanacak ve kısa sürede
hakça bir düzenini yolunu açacaktır."
1975'lerden bu yana çeyrek asırdır Ecevit'ten benzer söylemleri
20. "Krizin nedeni hortum". Radikal, 24Nisan 2001.
21. Ecevit: 'Dışından yönetiliyoruz,' Cumhuriyet, 28 Aralık İ995.
22. "ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Pearson Türkiye'nin ekonomik alandaki mücadelesini Kurtuluş
Savaşı'na benzeterek 'ABD arkanızda' mesajı verdi." Radikal, 25 Şubat 2001.
23. "Ecevit: Kurtuluş Savaşı veriyoruz.", Hürriyet 22 Mart 2001.
duyuyoruz. Peki, ne değişti? Ekonomik sıkıntı açısından işçilerle patronları aynı
potaya koymadaki yanılgı aslında Ecevit'teki sol demogojik değişime ışık tutuyor...
Daha da Önemlisi işgalci ya da siyasal-ekonomik krize girmemize neden olan güçler
kim ki onlarla savaş verelim?
Eğer Ecevit'in 1995'lerde söylediği gibi(21) "iç politikamız Washington ve Brüksel
tarafından yürütülüyorsa" bağımsızlığımızı elde etmek için, Ecevit, siyasal-ekonomik
krize kadar "ulusal çıkarlar" için ne yaptı? Bundan sonra neler yapmayı düşünüyor?
Bizi "ekonomik savaş" verme konumuna düşüren Dünya Bankası ve IMF politikalarını
güz ardı edip ayrı kuruluşların istediği ödünleri verip, borcu borçla Ödemek kısır
döngüsünü bu ulusa "Ekonomik Savaş" diye nasıl sunabiliyorsunuz? (24)
Tam bu dönemde DSP milletvekili Ali Arabacı'nın Kopenhag Kriterleri'ne gönderme
yapıp bazı yasalardan "Atatürk ilkelerine bağlılık şartının kaldırılması"(25) için yasa
teklifi hazırlamasının bir rastlantı mı, yoksa küreselleşmecilerin bir isteği mi olduğunu
da Ecevit'ten soruyorum?
Ecevit, ideolojik-teorik-örgütsel hangi hakla ve hâlâ "Demokratik Sol" literatürünü
kullanmaktadır?
Özetle: Siyasal-ekonomik krizin birincil sorumluları 1950'den bu yana "Washington ve
Brüksel güdümünde" Türkiye'yi yöneten iktidarlardır. Hesap onlardan sorulmalıdır.
Ekonomik krizin faturasını da hortumcular yanında 1950-2000 yılı döneminde
palazlanan ticaret, sanayi ve mali sermaye burjuvazisi ödemelidir. İşçi, emekçi,
yoksul köylü, memur, esnaf, dar ve sabit gelirlilerle ezilen ve sömürülen halk değil.
Yukarıda yer alan açıklamalarında Zihnipaşa İşkence Köşkünden(26) CIA ve
Pentagon'a giden izleri saptadığımı, "Kontrgerilla Gerçeği"nden Ergenekon
Örgütü'ne(27) 1990'daki İtalya'da ortaya çıkan Gladio örgütünün arkasında CIA
işbirlikçisi yerli istihbarat örgütleriyle
24. Osman Ulugay, "Siyasetçi 3. şoku da yaşatmaya niyetli," Milliyet, 22 Nisan 2001.
25. Atatürk ilkeleri şartı kalkmalı mı? Milliyet, 15 Nisan 2001.
26. Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 1 ve 2. 1986.
İlhan Selçuk, Ziverbey Köşkü, Çağdaş Yayınları,
27. Can Dündar, Celal Kazdağlı, Ergenekon "Devlet İçinde Devlet", İmge Yayınevi.
1997.
P-2 Mason Locası desteğinde NATO'nun yeraltı örgütleri kurup ABD çıkarlarına göre
iç politikaya yön verdiğini açıklamıştım.
Peki CIA'yı kim yönetiyordu? Görünürde ABD, gerçekte CFR (Commission of Foreign
Relation) -Dış İlişkiler Komisyonu- 1975 yılında Nelson Rockefeller Commission,
ABD'nin bütün istihbarat örgütlerini CFR denetimine alma kararı aldı. (28) 1972'de
falakadan geçirilen bir kurmay subay olan ben, Zihni Paşa Köşkü işkencecilerini,
onları yüreklendiren emperyalist işbirlikçisi güç, örgüt ve iktidarların yıllarca izini
sürüp Kapitalist Enternasyonalin en üst örgütü olan CFR'e ulaştım. Bu emperyalist
yapılanma anlaşılmadan küreselleşme hıyanetinin dünya halklarını soyma, sömürme
girişimlerine doğru tanılar konulamaz. ABD'nin Dünya Egemenliği niyeti de tüm
boyutları ile saptanamaz.
Uluslararası Kapitalizmin Örgütleri, hegemonik sömürücü ilkelerini masonizmden
almıştır. Tüm dünyada etkinliğini sürdüren, kapitalist değer yargılarını benimseyen
Mason Locaları bu tür yapılanmanın temelini oluşturmuştur. Bu tür örgütlerin tüm
Üyeleri ismen saptanıldığında savımız kesinlikle doğrulanabilir.
ABD emperyalizmi Masonluk baz alınarak üst ve alt (premasonik örgütler) kurmak ve
her sektörden -siyaset, ticaret, sanayi, bankacılık, bürokrat, basın mensubu,
akademisyen, asker, istihbaratçı, meslek örgütü yöneticisi vb. gibi- kişileri kendi
denetimindeki Örgütlere üye etmek suretiyle işbirlikçiler ağını kurmak yöntemiyle
küreselleşmiştir. Buna karşılık küreselleşmenin işbirlikçilerine iktidar, itibar, şöhret,
makam, para vb. gibi olanaklar sağlanmaktadır. Küreselleşen medya kendi
adamlarını öne çıkarmakta, işbirlikçi ve işbirlikçi iktidarları desteklemektedir. Tüm bu
örgütlenme Mason yeminine sadık kalınarak halktan gizlenmekte, örgütler
hiyerarşisinde
yukardan-aşağı
küreselleşmecilerin
emperyalist
çıkarları
doğrultusunda alınan kararlar uygulanmaktadır.
Kağıt 1 ABD dolarının arkasındaki amblemden söz etmiştim. Şimdi de seçilmiş
kişilerden oluşan ve 1907 yılında ABD'de kurulan "Skulls & Bonnes Society"den(29)'
söz etmek İstiyorum. Bu yılın başında sinemalarımızda gösterime giren "Saklı
Seçilmişler" adlı filmde bu örgütün içyüzü açıklandı. Filmin adı yanlış tercüme
edilmişti.
28. Halid Özkul, Yeni Dünya Dikeni.
29. Kafatasları ve Kemikler Topluluğu (örgütü). Bilindiği gibi "kafatası" Mason Localarının demirbaşları
arasındadır.
Eleştirmenler Örgülün içyüzü hakkında bilgi sahibi olmadıkları için gördükleriyle
yetindiler. Bu arada açıklanan tek gerçek dört ABD Başkanı'nın "Kafatasları ve
Kemikler Örgütüne" üye olmalarıydı. Bu yönü ile "Skull & Bonnes Society"ye ABD
emperyalizminin ilk üst gizli örgütü diyebiliriz. Gerçekleri yansıtan filmde yemin
sahnesi ve seremonisinin geçtiği taştan yapılma bir mekânın duvarında 2metre kadar
büyüklükte War -Savaş- yazıyordu. Kuşkusuz emperyalist canavarın palazlanması
için savaşa gereksinimi vardı.
Küreselleşmenin Gizli Örgütleri(30)
1. Commission of Foreing Reiation = CFR -Kuruluşu: -1921-Dış İlişkiler
Komisyonu.
2. Bilderberg Group = BG -Kuruluşu: 1954,
3. Trilateral Commission = TC -Kuruluşu: 1971, Üçlü Komisyon.
CFR "Dış İlişkiler Komisyonu"nun fikir babası Rockefeller olup 1921 yılında
Newyork'ta siyonist-üniversal mali sermaye oligarşisinin Önderliğinde kurulmuştur.
Örgüte seçilmiş ABD vatandaşları üye olabilir. Dünyada tek istisna Rahmi Koç'tur.
Geçen yıl David Rockefeller Türkiye'yi ziyaret ettiğinde bu üyelik açıklandı. (31)
21 CFR üyesinden oluşan heyet politik gelişmeler, insan hakları, hükümetin yeniden
yapılanması, özelleştirme, enflasyon, nüfus artışı, depremin tahribatı, konularında
bilgi aldılar...
Bu arada Demirci, CFR Onursal Başkanı David Rockefeller'e bilgi verip "Yeni Türkiye
Cumhuriyeti"nden söz etti... (32)
BG (Bilderberg Group): CFR'nin alt Örgütü olarak küreselleşmenin Avrupa ayağını
oluşturmak üzere Hollanda Prensi Bernard başkanlığında, Yahudi asıllı Polonyalı
Joshep Rettinger'in fikir babalığı yaptığı bu örgüt Hollanda'nın Dosterbeek Bilderberg
Otelinde CIA denetiminde ilk toplantısını yapmıştır. Adını otelden almaktadır. Örgüte
30. Talat Turhan, Çeteleşme, agy.
E. Dz. Bnb. Erol Bilbilik, "Dış İlişkiler Konseyi Dünya Gladyosunun Merkezi” Aydınlık, 25 Şubat 2001.
31. Zenginlerin Türkiye Zirvesi, Rahmi Koç en zengin üye". Milliyet. 21 Ekim 1999. Kadife Şahin'in
haberi.
32. "Demirel Rockefeller'e Türkiye'yi anlattı" Milliyet, 23 Ekim 1999.
seçilenler her yıl bir ülkede toplanıp CFR paralelinde gizli kararlar alıp uyguluyorlar.
Örgüte ABD'li, Avrupa'lı, Türkiye'li seçilmişler üye olabilir.
TC (Trilateral Commission) Üçlü Komisyon: 1971 yılında Zbigniew Brzezinski'nin fikir
babalığında kurulmuştur. Küreselleşmenin gizli örgütlenmesi içine Japonya da dahil
edilmiştir.
Örgüte üye olabilmek için seçilmiş ABD'li, Avrupalı ve Japon olmak gerekiyor.
Küresel Seçkinlerin Hiyerarşisi(33)
Bu kişiler kendi aralarında: Dış halka, merkez halka, iç halka ve Boğanın
Gözbebeği'nde "Center Of the Bulls Eye" şeklinde yer almakta ve küreselleşmenin
gizli kararlarından bir oranda haberli kılınmaktadır. Tıpkı masonik hiyerarşide olduğu
gibi...
Küreselleşmenin liderleri seçilmişlerin seçilmişleri olan "Center Of ıhe Bull's Eye"m
lideri. CFR örgütünün onursal başkanı David Rockefeller bu anlamda "Dünya
İmparatora" olup ABD Başkanı dahil tüm devlet kuruluşları, çok uluslu şirketler ve
küresel coğrafyadaki tüm örgütlerin patronu konumundadır. D. Rockefeller'in karar
organına üye olmak için CFR+TC+BB örgütlerinin her üçüne de üye ABD
vatandaşları içinde seçilmiş olmak gerekiyor. Birkaç örnek vermek gerekirse: George
Bush" Bili Clinton, Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski sayılabilir.
Henry Kissinger,(35) Bilderberg Örgütü'nün hemen hemen bütün toplantılarına katılıp
CFR adına alınan kararlan empoze eden bir kişi olup örgüt bağlamında özellikle
Türkiye'nin lideri konumundadır. Bu hüviyetiyle Münir Ertegün, Süleyman Demirel,
Bülent Ecevit, Turgut Özal, Selahattin Bayazıt(36) hatta Ayşegül Nadir'le kişisel
dostluk ilişkileri kurmuştur...
33. Adams James, "Bull's Eye", New York, Time Books, 1992.
34. George Bush şu anda Süleyman Demirel'in de üyesi olduğu "Eisenhower Exchange Fellowship"
Örgülü lideridir.
35. Bakınız: "TÜSİAD'ın girişimleri ve Henry Kissinger'in iç yüzü", Talat Turhan'ın Basın Açıklaması,
12 Ekim 1996.
Talat Turhan, Orhan Gökdemir, Mehmet Eymür-Ziverbey'den Susurluk'a Bir MİT’çinin Portresi, Sorun
Yayınları, Dördüncü Baskı, Mart 2000, s. 271-287,
36. Bilderberg Örgütü Türkiye duayeni.
1995 yılı kayıtlarına göre Henry A. Kissinger, David Rockefeller'in Chase Manhattan
Bank, N.A'nın danışmanıdır, (counsellor) Anılan bankanın yönetim kurulu üyeleri
içinde Rahmi M. Koç'un yanında Lord Carrington'da (NATO eski Genel Sekreteri) yer
almakta...
Rahmi Koç bir gazetede yayınlanan açıklamasında: (37)
"Amerika bugün patron. O ne derse o olur ....Güç onda. Amerika bir şey dediği
zaman, hepimiz boyun eğeceğiz." demiştir.
Rahmi Koç bir vatandaş sıfatıyla bu görüşte olabilir, Ama o şu anda Rotaryen +
Bilderberger(38) +CFR üyesi olduğu için küreselleşmecilerin Türkiye'deki lideri
konumunda olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle de iktidardaki Bilderberger'ler yasaları
zorlayıp ormanları, fabrika arsaları olarak sunuyorlar. Küresel medyada Koç'lar daha
da parlatılıyor. (39)
''Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir" diyen Atatürk'ün ülkesinde bu
anlayışın yaygınlaşmasına tüm yurtseverler karşı çıkmalıdır.
Tüm bu uzun açıklamaları Süleyman Demirel'le Bülent Ecevit'in konumlarına ve
birlikteliğine gelebilmek için yapmak zorunda kaldım. 1960'lardan günümüze dek
politikaya damgasını vuran bu kişilerin emperyalist küreselleşme olgusu içindeki
konumlan bilinmeden ülkemizin düşürüldüğü bugünkü duruma doğru tanıların
konulabileceğini sanmıyorum. Gerek Süleyman Demirel ve gerekse Bülent Ecevit
Bilderberg Örgütü üyesidir.40 Sorunun en ilginç boyutu her ikisi de 1975 yılında
Çeşme Altınyunus Oteli'nde(41) yapılan Bilderberg toplantısına katılıp Bilderberger
olmuşlardır.
O günleri anımsayanlar bilirler; isteyenler gazete arşivlerini karıştırabilirler.
Türkiye'nin iki "karşıt" parti lideri konumlarıyla Demirel ve Ecevit kamuoyu önünde
çok sert biçimde birbirlerini suçlamış ve bu tavırları yıllarca sürdürmüşlerdir. Acaba
bu tavır küresel bir
37. Yeni Yüzyıl, 7 Şubat 1998.
38. Bilderberg Örgütü üyelerine Bilderberger denilmektedir.
39. Erol Bilbilik, "CFR Türkiye Yönelimi Rahmi Koç ta' Aydınlık, 25 Mart 2001.
40. Talat Turhan, Çeteleşme, s. 192'de Türk Bilderberg'lerinin isimlerini açıklıyorum.
41. Altınyunus Oteli'nin 1975 yılındaki o günkü sahibi Selçuk Yaşar da aynı toplantıda Bilderberger's
olmuştur. Halen batık bankacılar arasında bulunan bu kişiden bu günlerde ses seda çıkmıyor!?
takiyye miydi? Yoksa değişen koşullar içinde iki lider birbirini daha iyi mi anlamıştı?
Bu yakınlaşmada birinin cumhurbaşkanı diğerinin başbakan olmasının etkisi var
mıydı? Bu sorulara gerçekçi yanıt verebilmek için her ikisinin küresel özgeçmişlerine
bakmamız gerekiyor.
Demirel'in Mason olduğuna dair ilk belge İlk kez bir gazetede yayınlandı." Demirel o
güne kadar loca mensubiyetini geçiştiriyordu. Oysa yayınlanan belge "Masonların
Ankara Bilgi Locasına" ait olup 15. sayfasının 43 sıra no.'ya Süleyman Demirel'in
kayıtlı olduğunu gösteriyordu.
Bu belge inkâr edildi, karşıt belge sunuldu, Mason Localarında konu tartışıldı, Necdet
Egeran devreye girdi. Konu dalgalanmaya bırakılıp unutuldu.
1989 yılında Demirel'e bu konuda bir gazete soru sorduğunda: (43)
"Benim Mason Locasına mensup olup olmadığım 25 senedir tartışıldı. Bu tartışmayı
yapanlara ben 'Sizi niye alakadar ediyor?' diye sordum. Yani bu ülkenin hangi
meselesini çözüyor? 28 Kasım 1964'te Adalet Partisi'nin Büyük Sinema'daki
kongresinde aynı soru soruldu. Ben bu kongreye belge verdim. Gidin bakın o belgeye
ister inanın ister inanmayın."
Demirel'in Mason olmadığını varsayalım. Bu konu bizi küreselleşme bağlamında
ilgilendiriyor. Küreselleşmenin Lideri ABD'nin ilk başkanı George Washington'dan
itibaren çoğunun Mason olması nedeniyle ilgilendiriyor. (44)
İngiliz parlamentosu konuya fırsat ve imkân eşitliği yönüyle yaklaşıyor. (45) Nitekim
"Lord Nolan başkanlığında kurulan bir komisyon, masonların hükümetteki etkisini
araştırmaya hazırlanıyor."
"Independent Gazetesi'nin haberine göre, İngiltere'de ilk kez masonlar üst düzey bir
kurulca araştırılacak.
Haberde 300 bin erkek üyesi bulunan Mason Localarının emniyet,
42. "Bu vesika karşısında lütfen saygı ile eğiliniz sayın Demirel", Yeni İstanbul, 26 Ocak 1968.
43. "Demirel'i kızdıran soru:"Mason musunuz?", Hürriyet, 8 Haziran 1989. Alime: Allan, "Mason
musunuz?, Hürriyet, 10 Haziran 1989.
44. ABD Başkanlarının tümünün (Reagan hariç) Masonların en üst örgütü olan ABD çıkarları
doğrultusunda Küreselleşmenin kararlarını alan CFR üyesi olduğunu bildiğimiz için ''ulusalcılık'' karşıtı
girişimler bizi ilgilendiriyor…
45. "İngiltere'de Masonlar Araştırılacak", Hürriyet, 22 Ocak 1998.
yargı, bankacılık, siyaset ve sistemin diğer alanlarında üst düzey konumda oldukları
belirtildi."
İngiliz örneğine özellikle yer verdim. Çünkü Türk Bilderberger'lerin ilk duayeni
Selahattin Beyazıt İskoç Locasına bağlı en üst düzeyde bir Mason olduğu için İngiliz
Kraliyet protokolüne dahil edilmiştir ("İngiliz Asili Beyazıt", Ekonomik Panorama, 4
Haziran 1989).
Mason'luk bir diğer yönü ile de bizi ilgilendiriyor. Dünyadaki tüm devrim, darbe,
karşıdevrim, terör ve anarşinin (İtalya'da P-2 örneğinde olduğu gibi) çoğunun ardında
emperyalist-kapitalist Mason parmağı görüyoruz da ondan...
Demirel'e dönelim. 1954'e Demire! ABD'deki "Eisenhower Exchange Fellowship"
Örgütüne katılan ilk Türk vatandaşıdır. (46) Uluslararası bu programa bu yıla kadar
ülkemizden seçilmiş 40 kişi katıldı. Tüm dünyada da katılımcı sayısı 1200 kişi
kadardır.
Liderlik yeteneği bulunanlar arasında seçilen bu kişilerin İngilizce bilmeleri, seçkin ve
sivrilmiş olmaları aranır. Tüm dünyaya yayılan Fellowship'lerden dayanışma içinde
bulunmaları istenir. Örgütün başkanı George Bush'tur...
İlk kursa katılan Süleyman Demîrel'e de ABD'de onbir ay otomobille ülkenin her tarafı
gezdirilip ABD tanıtıldı.
Süleyman Demirel 1975 yılında da Çeşme'de yapılan Bilderberg Örgütü toplantısına
katılıp Bilderberg olmuş "Küresel Seçkinler" arasına girmiştir. (47) Ecevit'e gelince(48)
ilginç bir rastlantı sonucu O'da USIS(49) tarafından North Carolina'nın Winston-Salem
kentinde yayınlanan bir gazetede staj görmek üzere Demirel gibi, 1954 yılında
ABD'ye çağrıldı. Ecevit de ABD'ye çağrılan ilk Türk gazetecisiydi. Staj bitince
Amerikan Eğitim Mübadele Programı gereğince 30 gün dolaşacaktı. Stajdan sonra
Boston'da 20 gün kadar kalıp Harvard Üniversitesi'nin Ortadoğu Enstitüsü'nde bölge
sorunlarını inceledi.
Mayıs 1957'de Bülent Ecevit 'Rockefeller Vakfının yazarlara
46. Talat Turhan, Çeteleşme, agy.
-Gerekli bilgilere İnternet aracılığı ile de ulanabilirsiniz.
47. "Le monde secret de Bilderberg-Comment la haute finance et les tenhnocrates dominent les
naitons"
48. Kayhan Sağlamer'in Ecevit Olay: 1 adlı kitabından aktaran: E. Dz. Bnb. Erol Bilbilik, "İik
Rockefeller Bursiyeri, Bülent Ecevit", Aydınlık, 16 Ocak 2000.
49. Y.n.: USIS= United State İnformation Service=Amerikan Haberler Merkezi.
mahsus bir yıllık bursundan yararlanmak için ABD'ye çağrıldı. Harvard
Üniversitesi'nde Osmanlı Siyasi Tarihi üzerine incelemeler yaptı. Ayrıca, Uluslararası
Basın Enstitüsü'nün New York'taki Birleşmiş Milletler (BM) konulu seminerine Türk
temsilcisi olarak davetliydi.
Ecevit, ABD'de bir yıl sürecek bursu dokuz ayda kesip, genel seçimlere 27 gün kala
alelacele yurda döndü ve seçime katılıp 27 Ekim 1957'dc milletvekili oldu... 32
yaşında, gelecek vaad eden yetişmiş genç bir milletvekili...
USIS de tıpkı EEF örgütünde olduğu gibi bursiyerlerini benzer ve paralel ölçütlerle,
"özellikle geri kalmış ülkelerin yükselme, liderlik yeteneği sezilen, iyi İngilizce bilen
genç gazeteciler"i seçiyor, bunların bilinçlerinin altında bir amerikan hayranlığı
yaratılmaya çalışılıyordu.
Ecevit'in Henry Kissinger'le yakınlaşması da bu döneme rastlar.
Ecevit'te tıpkı Süleyman Demirel gibi 1975 yılında Çeşme'de yapılan Bilderberg
Örgütü toplantısına katılıp Bilderberger olmuş, "Küresel Seçkinler" arasına girmiştir.
Özetle:
Demirel: (Masonluk) + EEF üyeliği + Bilderberg üyeliği + ...
Ecevit: USIS stajı + ABD Eğitim Mübadele Programı +
Harvard Üniversitesi’nde çalışma + Rockefeller Vakfı'nın bursuyla Harvard Üniversitesi'nde çalışma +
...
Bu iki liderin altyapısını oluşturmuş ve Türk politikasının değişmezleri konumuna
getirmiştir.
Sağdan da gidilse, "sol"dan da gidilse her yol ABD'ye çıkmış, ABD'de de hep aynı
adresle karşılaşılmış: David Rockefeller... Yeni Dünya Düzeni'nin İmparator'u...
Türkiye bağımlılık ve borç batağı içinde kıvranırken ülke Başbakan Bülent Ecevit'in
bir dayatmasıyla karşılaştı. Cumhurbaşkanı Demirel'in cumhurbaşkanlığı süresini
uzatma formülü gündeme oturdu. Ecevit bu konuya o kadar angaje oldu ki "Ya
Demirci ya kaos"(50) diyerek bu formüle karşı çıkanları baskı altına almaya çalıştı.
Medya soruna kilitlendi.
Ama gerçekçi yorumu hiç bir kalem yapmadı, yapamadı. Kanunca Ecevit'in bu
dayatması örgüt birlikteliğinden kaynaklanıyordu. Ne
50. Milliyet, 13 Mart 2000.
51. Darbe dönemlerinde bile...
Demirel, ne de Ecevit değişmişti aslında... Her ikisi de 1975 yılında küreselleşmenin
gizli Örgütlerinden Bilderberg'e üye olmamışlar mıydı? Belki de dayanışmaları
isteniyordu... Hesap tutmadı Demirel seçilemedi. Tüm planlar altüst oldu.
Türkiye'de birileri düğmeye basit Aile fotoğrafının yarım yüzyılı bulan foyası ortaya
çıktı. Banka soyguncuları, hortumcular yargıya teslim edildiler. "Temiz eller
operasyonu" başlatıldı iş işten geçtikten sonra...
Küresel seçkinlerin örgütlerine üye olan kişilerin nerede ve hangi konumda olurlarsa
olsun görünmez bir dokunulmazlığı olmuştur. (51) Örneğin; 1976 yılında Prens
Bernhardt'ın Lockheed skandalına adı karıştığı için, o yıl Bilderberg Toplantısı iptal
edilmiştir.
1993 yılında yayınladığım bir kitapta düzenin adını "Kontrgerilla Cumhuriyeti" diye
tanımlamıştım. (52) Susurluk olayından sonra Mesut Yılmaz'dan düzenin tanımlaması
konusunda önemli bir katkı geldi. Yılmaz; "Mafya Cumhuriyeti" diyordu. Bu konudaki
çalışmalarımı sürdürürken acaba "Bilderbergerler Cumhuriyeti" adlı bir yapıt üretebilir
miyim diye düşünüyordum ki bütün planlarım altüst oldu. Demirel
Cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra Bilderberg Örgütü üyeleri sapır sapır
dökülmeye başladılar. Selçuk Yaşar (1975) (53)' Rüştü Saraçoğlu (1993), Gazi Erçel
(1996 ve 97), Dinç Bilgin (1997)...
Oysaki şu anda koalisyonu oluşturan üç partiden ikisinin liderinin Bilderberger olduğu
biliniyor... [ Bülent Ecevit (1975), Mesut Yılmaz (1990)...]
Demek ki Bilderberg Örgütü'nde belirgin bir güç kaybı var. Oysaki örgüt üyeleri
arasındaki dayanışma ile bu kişilerin yeri geldiğinde küreselleşen düzenin
medyasında parlatılmasına dair yüzlerce örnek verebilirim.
"Bilderbergerler Cumhuriyeti" adlı bir kitap yazmayı düşündüğüm zaman.
Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı (Hikmet Çetin-1995) ve Başbakan Bilderberg Örgütü
üyesi idiler...
Ecevit'in 1995 yılında ifade ettiği gibi gerçekten "Dışardan yönetiliyor." (54) isek
geçmişi sorgulayıp uluslararası örgütsel bağlantıları gözden geçirmemiz gerekmez
mi?
52. Talat Turhan, Kontrgerilla Cumhuriyeti, Tümzamanlar Yayıncılık, 1. Basım.
1993.
53. Örgüte üye olduğu yıl. Hükümet Yaşar'ı yine korudu", Cumhuriyet, 1992.
54. bkz.: 21. dipnot.
Küreselleşmecilerin Coğrafyası
Küreselleşmenin üç gizli Örgütünün yayıldığı ABD, Avrupa ve Japonya'nın kapsadığı
alanda yaşayan ülkelerin bulunduğu alanı "küreselleşmenin coğrafyası" diye
niteleyebiliriz. Bu bölgede yaşayanlar birincil öncelikle ABD liderliğinde küresel
çıkarları paylaşıyorlar.
1990 yılı Kasım ayında "Paris Şartı" imzalandığında bu ayrım dile getirildi. Zengin
kuzeyle-yoksul güney arasında olası çatışmalardan söz edildi. Güneyde başta petrol
kaynaklan olmak üzere hammaddelere egemen olma gerektiği bilinciyle bu bölgede
küresel potaya girmek istemeyen liderlere savaş açıldı. Bu süreç işliyor.
"Küresel Coğrafya" dışında kalan Güney Amerika, Asya, Afrika ülkelerinden bir kaçı
hariç, ülke düzenleri Mason örgütü üyelerinin liderliğinde o ülkelerde örgütlenen
premasonik örgüt elemanlarınca denetleniyor. Bu anlamda ABD'nin dünya
egemenliğinde oldukça mesafe aldığını söyleyebiliriz. Teknolojik üstünlük kuşkusuz
bu oluşumu hızlandırıyor...
Türkiye'nin bu altüst oluşta özel konumu var. İki arada bir derede... ABD İle Avrupa
arasında... Küresel Seçkinlerimiz olmasına karşın "Küresel Coğrafya"dan
dışlanıyoruz. Bazı alanlarda ABD'ye bağımlı konuma düşürülüp siyasat-ekonomik
krizden krize sürüklenirken, Avrupa Birliği kapısında bekletiliyoruz.
Hem ABD hem de AB ödün üzerine ödün istiyor. Halk bitkin ve bezgin, geleceğinden
umutsuz, iktidarlar aciz... Bu durumdan kurtulmanın bir yolu yöntemi olmalı... Ne
burjuvazi ve ne de onun baskı ve sömürüsünü aşma iddiasında olan siyasî güçlerin
aktörleri sahnedeki yerlerini almıştır... Politikadaki başarı hakiki aktörlerin rollerini almasıyla ölçülür. İlerici-yurtsever-demokrat-devrimci-sosyalist ve Marksist güçlerin
çözüm yöntemi üretemediği, kurum ve kadrolarını hazırlayamadığı koşullarda.
ABD'den "kayyım" ve parti sipariş ve tayinleri gecikmeden gelecektir!
***
Bu sürecin daha iyi kavranabilmesi açısından bazı olay ve tanıklıkları aktarmak
gereksinimini duyuyorum:
27 Mayıs 1960'ta Kurmay Binbaşı idim. İskenderun 39. Tümen'de Harekat ve Eğitim
Şube Müdürlüğü (G-3) görevine vekalet ediyordum. Tümen Komutanım her yönüyle
üstün nitelikleri olan Tümg. Cemil Uluçevik'ti. Sabah erken saatlerde radyodan
okunan bildiriyi duyar duymaz görevimin başına gittim ve MBK'ye bağlılık mesajını
hazırladım. Komutanın yanında Kurmay Başkanı ile Kıbrıs Alay Komutanı Turgut
Sunalp vardı. Sunalp, Demokrat Parti'nin 10 yıllık döneminin yedi yılını yurtdışında
geçirdiği için DP yandaşı idi ve ihtilâle karşı çıkıyordu. Aslında hepimiz tam bir
belirsizlik içinde bulunmamıza karşın 27 Mayıs'ın yanında anında yer almıştık. Halk
da coşku içinde idi...
Uluçevik imzaya götürdüğüm mesajın doğrudan MBK'ye çekilmesine karşı çıktı. Bağlı
bulunduğumuz 7. Kor. K.lığına gönderilmesini emretti. Direttimse de başarılı
olamadım. Sunalp'ten etkilenmişti. Kuşkusuz normal koşullar içinde hiyerarşiye
uygun bir şekilde gönderilmeliydi; ama bir ihtilâl rejiminde hiyerarşi sökmezdi. Kolordu
Komutanı General Kemal Yükep ile Kur. Bşk. Kur. Alb. Şinasi Osman arazide dolaşıp
zaman kazanmaya çalışıyorlar, durumun aydınlığa kavuşmasını bekliyorlardı. Bu
koşullarda bizim mesajın Ankara'ya ulaşması gecikti. O gün Ankara'da bulunan Tüm.
Kom. Muavini Tuğg. Yahya Okçu'nun Tümen komutanıyla arası açıktı. Ankara'da 39.
Tüm. harekâta katılmadı havasını sezince orada ne söyledi ise 28 Mayıs öğlene
doğru Ankara'dan refakatine verilen bir kaç subayla tümeni teslim alma girişiminde
bulundu. Gelen subayları konuk edip Gen. Yahya Okçu'yu evinde istirahata
gönderdik. Ama hâlâ mesajımız MBK'ye ulaşmamıştı... Tümende görevli subaylar
galeyan halinde idiler.
28 Mayıs Öğleden sonra komutan beni çağırdı. Yanında Tuğa. Haydar Olcaynoyan,
Kur. Bşk. Kur. Alb. Kazım Gürkan ve Kur. Alb. Turgut Sunalp vardı. Alınması gereken
tedbirler üzerinde tartışılırken Sunalp bana hitap ederek; "Binbaşı, binbaşı seni
ezerim" demek cüretini gösterdi. Kendisini daha ağır biçimde yanıtladım.
Komutandan özür dileyip oradan ayrıldım. Oduma döndüğümde Bnb. ve daha ait
rütbede 15 kadar genç subay benî bekliyordu. Bana hitaben "Ya iradeyi eline al ya da
biz müdahale ederiz" diyorlardı. İlk önce bir buçuk gün nerede okluklarının hesabım
sordum onlardan, çünkü ben 32 saat görevimin başında idini. İsteklerini protokole
bağlayıp imzalattırdım. Turgut Sunalp'ı öldürmeyi bile düşünüyorlardı. Çünkü, 27 Mayıs sabahı Sunalp'in 'Türkiye'de ihtilâl olamaz, Sovyetler Türkiye'yi karıştırmak için
aynı frekanstan yayın yapıyorlar" dediği duyulmuş, karşı tepkiler yoğunlaşmıştı...
Subay odamda iken içeri Tümen Tabibi Yarbay girdi, ağlıyordu... Kendi emrinde de
bir sıhhiye bölüğü bulunduğunu, görev almaya hazır olduğunu açıklıyordu.
Subayların tüm istekleri yerine getirilecek cinsten değildi; ancak onları yatıştırmak için
protokole son imzayı da ben atmıştım.
Ne yapacağımı düşünürken odama sınıf arkadaşım P. Bnb. Ziya Belibağlı girdi.
Ankara'dan MBK üyesi Dündar Taşer'den selam gelirdi ve oradaki havayı yansıttı.
Taşer'in(55) o an içişlerini yönettiğini öğrendim. İskenderun postahanesi Mu. Ütğm.
Necati Urgunlu tarafından denetime alınmıştı. Şehirlerarası santral bölümünde iki
genç kız vardı. Urgunlu'dan bana Taşer'i bulmasını ve santralı boşaltmasını rica
ettim. Santralden Taşer'le konuştum. 39. Tümen'den emin olmalarını ilettim ve
protokol’ü tümüyle dikte ettirip, ondan yapılabileceklerin değişik aralıklarla MBK emri
olarak 39. Tümene gönderilmesini istedim. MBK'dan mesaj yağmaya başladı, işler
rayına oturdu, 'icraat başladı', tepkiler yatıştı...
O sırada bölgeden dört kişinin gözaltına alınıp Ankara'ya gönderilmesi emredildi.
Adana Valisi, Adana Emniyet Müdürü (Zülfü Ağar), Antakya'dan Abdullah Çilli ve
soyadı Kuseyri olan bir kişi. Bu kişilerin uygar bir şekilde Ankara'ya gönderildiğini
biliyorum. Abdullah Çilli'yle uzun süre sohbet ettiğimi anımsıyorum.
Bir olayı ayrıntı da olsa açıklamak istiyorum. O günlerde bir beyefendi odama geldi.
Adana'dan Ankara'ya uçakla gitmek için izin istiyordu. Kendisine uçuşların serbest
olduğunu söyledim. Adını ve sanım öğrenecek zamanım yoklu. Yarım saat sonra
MBK'dan uçuşların izine bağlandığı konusunda emir geldi. Devlet adına vatandaşı
yanıltmanın ağırlığım taşıyamazdım. Meçhul kişinin Adana'ya iki saatten önce
gidemeyeceğini bildiğim için bir topçu keşif uçağı ile görevlendirdiğim bir subayı boş
İzin belgesiyle Adana Hava Alanı'na gönderdim. Tarifime göre yolcu bulunmuş,
uçması sağlanmıştı. Ankara dönüşü teşekkür için ziyaretime geldi. Hatay'ın tanınmış
ailelerinden Mürsaloğlu ailesindendi. Bu ailelerin bir bölümünün CHP'yi, bir
bölümünün de DP'yi tuttuğunu Öğrendim. Kendisine yardımcı olduğum kişi CHP'li
imiş sonra dost olduk. Yönetim anlayışımı hep bu duyarlılık içinde sürdürmeye
çalıştım; ama bu tarz yadırganıyordu...
İskenderun’da 27 Mayıs sonrası cereyan eden olayları, özellikle
55 Taşer'de sınıf arkadaşımdı 27 Mayıs'tan bir hafta sonra, bir gün Arsuz'da ailece
birlikte olduk. O gün yaptığı Antakya valiliği önerisini reddettim, çünkü mesleğimi
seviyordum.
Turgut Sunalp'ın durumunu saptamak İçin Genel Kurmay, Yargıç Yüzbaşı Turgut
Akan'ı soruşturma için Tümen'e gönderdi. Sanırım Akan 15 günde görevini
tamamladı; bana teşekkür edip bir kaç klasörle ayrıldı. Soruşturma sonucu o günün
koşullarında Turgut Sunalp'ın kesinlikle emekli edilmesi gerekiyordu. Ancak MBK
üyesi Kur. Alb. Sezai Okan onu kurtardı. Sunalp bu olayı hiç unutmadı; 12 yıl sonra
Zihni Paşa Köşkü'nde bana işkence yapılırken seyirciler arasında bulunduğunu daha
sonra öğrendim. (56)
Kuşkusuz 27 Mayıs ve ona ilişkin anılarım bu kitabın kapsamı içerisinde değildir. 27
Mayıs için yüzlerce kitap yazılmıştır. Bunların en sonuncusu Cüneyt Akalın'ın özgün
çalışmasıdır; merak edenler alıp okuyabilir. (57)27 Mayıs'a ilişkin anılarımdan kesitler
verip emekliye ayrılmamdaki kişisel kin ve ihtirasları açıklayıp yazın yaşamıma
geçişimi, mücadelelerimi sürdürmeye devam etmeye çalıştığım etkinliklere derinlik
kazandırmak amacındayım.
Ancak sırası gelmişken 27 Mayıs'ın üzerinde hiç durulmamış bir yönüne dikkatleri
çekmek istiyorum. 27 Mayıs'tan sonra harekâtın lideri başlangıçta iki tür kuşatmayla
denetime alınmıştı ve işin İlginç yönü, uzun şiire o günün havasında bu kuşatmaların
ayırdında bile değildi...
27 Mayıs hükümetinin önemli bakanları mason idi. (58) Başyaver Hv. Kur. Alb. Agasi
Şen de mason idi. Başbakanlık müsteşarlığına Kur. Alb. Alpaslan Türkeş
kendiliğinden oturmuş, başlangıçta da Özel Kalem Müdürlüğü'ne yakını P. Bnb. Rıfat
Baykal'ı yerleştirmişti. Daha sonra 6 Haziran 1961 Tansel olayında Silahlı Kuvvetler
Birliği gizli örgütü, Gürsel'e ültimatom verip imzasını geri aldırdığında Gürsel'in gücü
sembolik duruma düşürülmüştü. Gerçekte 27 Mayıs sonrasındaki dalgalanmalara
doğru tanılar konabilmesi için, kişi ve grupların iktidarı ele geçirme ihtirasları yanında
masonik, şoven milliyetçi ve SKB'nin temsil etmeye çalıştığı ütopik Atatürkçülük
anlayışı arasındaki çelişki-çatışmaların mercek altına alınması gerektiğini
düşünüyorum.
27 Mayıs'tan bir kaç ay sonra TSK'da büyük çaplı bir tasfiye yapıldı.
56. Bkz: Marmara Brifingi, Kaynak Yayınlan, 1. Basım, Nisan 1995.
57. Cüneyt Akalın, Askerler ve Dış güçler, Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayı, Cumhuriyet kitapları.
Kasım 2000.
58. Bunlardan birinin kızı, 6 Ocak 1961 'de Kurucu Meclis'in açılış günü MBK üyelerine "katiller" diye
bağıracak kadar uçtaydı...
238 general ve 5000 kadar subay bir gecede emekliye ayrıldı. 39. Tüm. Komutanı
Tümgeneral Vahit Kıratlı'yı bir gece yarısı uyandırıp emekliliğini tebliğ etmek bana
düşmüştü. Kanımca bu utanç verici ve aşırı bir uygulama idi. Yıllarca devletine
şerefle hizmet etmiş bir generale emekliliği pekala gündüz de bildirilebilirdi...
Bu hatanın daha sonra bu kişilerin bazılarının Adalet Partisi kadrolarında yer
almasına neden olduğu konusunun da günümüze değin irdelendiğini sanmıyorum.
Ancak 27 Mayıs sonrası emekliye ayrılan Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın Adalet
Partisi başkanlığına getirilmesi 27 Mayıs'a karşı başlatılan politik başkaldırının
Önemli bir kilometre taşım oluşturdu...
1960 yılının Eylül ayında Ankara'ya, Genel Kurmay Başkanlığı, Harekât Daire
Başkanlığı'nda plan kısım amirliğine atandım. Görevimin çok önemli olduğunu işime
girer girmez anladım. Mesai saatleri içinde işimi arzu ettiğim gibi bitirmem
olanaksızdı. Eve dosya da götürmek yasaktı. Benden önce bu görevde bulunan
Turgut Sunalp dahil hiç kimsenin şikayeti olmamıştı. Daire Başkanım Kur. Alb İsmail
Hakkı Güngör eşine az rastlanır değerde ve yetenekteydi. Onunla çalıştığım dönemi
askerlik yaşamımın altın ayları diye anımsarım. İznini aldım, görevimi değiştirdim. Bu
arada, başta Cevdet Sunay olmak üzere Genel Kurmay'ı tanımış oldum.
Yeni görevim Milli Savunma Bakanlığı Kara Emir Subaylığı idi; ama Özel Kalem
Müdürü olmadığı için bu göreve vekâlet ettim.
Özel Kalem Müdürlüğü'nde ilk kez Örtülü ödenekle tanıştım. DP döneminden kalan
5.500 TL.'yi teslim aidim. Gerçekte MSB'nin yıllık Örtülü Ödenek miktarı 500.000 TL.
idi; bu para yetmezse Başbakanlık Müsteşarlığı'ndan daha da istenilebiliyordu. İki yıl
bu görevde kaldım. En az 1.000.000 TL'yi istediğim gibi kullanabilirdim. Ben
Başbakanlıktan iki yıl hiç para istemedim. Bana devredilen 5.500 TL ile çalıştığım
dört bakam idare edip, ayrılırken de 1.500 TL. kadar devrettim. Bizim felsefemizde
"Devlet malı deniz yemeyen domuz" anlayışı yoktu. 1905 yılından 1943 yılına kadar
38 yıl savcı ve yargıçlık yapan babam ancak borçla köhne bir ev satın alabilmişti...
Oysa ki DP döneminde örtülü ödenek hortumcularının Yassıada duruşmalarında
domuzlukları ortaya çıkmıştı... (60) Zaman içinde iktidarlar
59. O dönemde bir daire 30–35 bin TL idi.
60. Yasıada Duruşma Tutanaklarına bakınız.
ülkeyi domuz çiftliğine çevirdiler. Örtülü ödenek hortumcuları "Domuz Şirketleri"
kurdular... Zamanla "Domuzlar mafyası" düzene egemen oldu. Böyle bir düzenin
dışında yaşamayı becerebildiğim için mutluyum...
Bir gün bakanlıkta otururken Hv. Emir Sb. Nevzat Dereli'ye İstanbul'dan bir konuk
geldi. Öğle üzeriydi. Hep beraber Bulvar Palas'a(61) yemeğe gittik, Konuğumuzu İK'ye
tüm otel ve restoran personeli tarafından bakanlara bile gösterilmeyen ilgi
gösteriliyordu. Kimliğini merak ettiğimde DP döneminde bir süre MSB'de Emir
Subaylığı ve Özel Kalem Müdürlüğü yaptığını öğrendim. Şaşırmıştım, muhatabım
devam etti. Görevde bulunduğu sürede; bir süit daireyi, Bulvar Palas'ta hem de
İstanbul Park Otel'de emrinde tuttuğunu, her hafta uçak ya da resmî araçla İstanbul'a
gittiğini ve de bu olanaklarından arkadaşlarını da yararlandırdığını söyledi...
Şaşırmıştım! Diğer harcamalar da buna görevdi... Bizim domuzlar hortumlarıyla
denizi bile tükettiler... Uluslararası finans kuruluşlarının kapılarını aşındırıyorlar.
Karşılığında ödün üzerine ödün veriyorlar... Ülkemizi bu duruma düşürenlere lanet
olsun!...
İlk bakanım Em. Korg, Hüseyin Ataman'dı. Değerli, onurlu ve şerefli bir generaldi,
İstanbul'daki evinde görevliler bakan olduğunu tebliğ ettiklerinde onu evine aldığı
odunu, odunluğuna yerleştirirken görmüşlerdi. Üzerinde sadece bir takım sivil elbisesi
vardı. Düzene uyamadığı belirgin bir şekilde görünüyordu.
Bir gün Başbakanlık'tan gelen zarfı açtığımda içinde 1000 TL çıktı. Yan falan yoktu,
Bu işlerin acemisi olduğum için Başbakanlık Özel Kalem Müdürü'nden(62) sordum.
"Sayın bakanın elbisesi olmadığını biliyoruz. O parayı bu amaçla kullanınız” dedi.,.
Bakanlara Kemal Milaslı adlı ünlü bir terzi elbise dikerdi o günlerde. Kumaşı dahil
250TL'ye... Bakanımın sivil elbisesi giderek beş tane olmuştu.
Hüseyin Ataman’la çok uyumlu bir birliktelik içinde çalıştık. Sonra bakanlık
görevinden ayrıldı, 22 Şubat 1962 gecesi ziyaretime gelmişti. Kendisim tanıtmasına
karşın nizamiyeden yanıma göndermiyorlardı. Telefonla orda olduğunu öğrendim,
odama çıkardım, perişan
61. O dönemde Ankara'nın en iyi otel ve restoranı olduğu için politikacıların devam
ettiği bir mekândı.
62. Belleğim beni yanıltmıyorsa, Necdet Calp'ti.
bir durumda idi. Çünkü oğlu Harp Okulu Öğrencisi olduğu için başkaldıranlar
arasındaydı. Kendisini yatıştırdım ve rahatlattım. Daha sonra oğul Oktar Ataman'ın
general olduğunu öğrendim.
İkinci bakanım Em. Org. Muzaffer Alankuş'tu. Onun döneminde Eskişehir'deki Emekli
Sandığı'na ait otelin mefruşatıyla 6 milyon TL'ye alınıp Hava Kuvvetleri'ne
devredildiğinin tanığı oldum. Halen orduevi olarak hizmet veriyor.
Bugünkü Harbiye Orduevi'nin bulunduğu yerde kapalı manej vardı. Bir sabah
buluştuğumuzda gece rahat edip etmediğimi sorması özerine yattığım yeri
gösterdiğimde utanmıştı. Yattığım yer şimdi açıklaması gereksiz bir ilkellikte idi.
Benim yanımda 1. Ordu Kom. Cemal Tural'a kapalı manej'in yıkılarak orduevi
yapılması emrini verdi. Bir gün birlikte 28. Tümen Komutanlığı bölgesinde yapılmasına karar verilen ceza ve tutukevinin yerini görmeye gittik. Bana yerin uygun olup
olmadığını sorduğunda, olumsuz yanıtladım. Bugün ünlü Mamak Askeri Ceza ve
Tutukevi'nin yerini birlikte saptadık. İki yıl sonra o hapishanenin konuklan
arasındaydım...
Gene Alankuş döneminde yeni GATA binasının inşası gündemde idi. Genel kanı
binanın Harp Okulu ile bugünkü Özel Kuvvetler Komutanlığı arasında inşaatın
yapılması yönünde idi.
Bir arkadaşım(63) Etlik'te İnzibat Karakolu Komutanıydı. İzimi kaybettirmek
gerektiğinde oraya sığınırdım. Karakolun önünde göz alabildiğince büyük, düz bir
arazi bulunuyordu. Bakana bu araziyi gösterdim. Yerin uzak olduğunu söyleyen oldu.
Sonuçta Gülhane binası bu arazide inşa edildi, geliştikçe gelişti. Övünç duyulan bir
düzeye ulaştı... Gülhane'nin oluşmasına yaptığım bu küçük katkıdan onur
duymuşumdur. Konuya ilgi duyanlarla giderayak bu anımı paylaşmak istedim.
Bakanlıkta çalışma bakan gidinceye kadar sürer. Alankuş genellikle saat 22.00'den
Önce bakanlıktan ayrılmıyordu. Bakanlık kadrosunda iki sivil memurdan birisi nöbete
kalıyordu. Fazla mesai ücreti veremiyorduk. DP döneminde örtülü ödenekten bu
haksızlık karşılanıyormuş. O kapıyı kapadığıma göre, bu haksızlığı gidermek için
bakanlık kadrosunda bulunan iki sekreteri de nöbet listesine aldım. Yaptığım iş
yasaldı. Dört günde bir her çalışan bakan makamım terk edinceye kadar görevini
sürdürecekti.
63. P. Yzb. Hulusi Sayın.
Nöbete dahil ettiğim bir sekreter, birkaç gün mesaiden sonra be-tahsis KKK
koridorlarında dolaşmaya başlıyor. Amacı, bu durumu K. K Kur. Bşk. Tümg. Memduh
Tağmaç'a şikayet etmek olduğu için O'nun çıkışını bekliyor. Tağmaç çıkınca o saatte
karargâhta benzerine rastlamadığı şekilde sekreter hanımı görünce nedenini soruyor.
Sekreter ağlayıp beni şikayet ediyor. Ertesi gün öfkeyle odama girdi. Kendisinden
beklemediğim bir üslupta sekreterleri nöbetten çıkarmamı istedi. Kendisine yaptığım
işin yasal olduğunu, amirim olmadığını bu nedenle bana emir veremeyeceğini
anımsatıp ilk amirim olan MSB Müsteşarı Gn. Nusret Bulca'yla görüşmesini söyledim.
Sunalp'tan soma ikinci bir düşman daha edinmiştim Tağmaç'ın kini yaşamı boyunca
sürdü. Tüm yetkilerini kullanıp benimle uğraştı. Sonradan öğrendiğime göre Tağmaç
beni hem müsteşara hem de bakana şikayet ediyor. Ancak verdiğim emir yasal
olduğu için bana bu konuda bir şey söylemiyorlardı.
Bir gün bakan odasından, imzadan bir piyade binbaşısı çıktı. Sevinçliydi, bana
hitaben 10 gün süreyle görevli olarak Paris'teki NATO Karargâhı'nda bir toplantıya
katılacağımızı söyledi. Kurmaylık yaşamımda ilk ve son kez yurtdışına çıkışımdı.
Paris'e gittiğimde görevin turistik olduğunu ve beni susturmak için yemleme amacını
güttüğünü anladığımda pişman oldum. Daha önce fark etseydim bu seyahati kabul
etmezdim.
Yurda dönüşümde sekreterlerin nöbetten çıkarıldığını gördüm. Kişiliğimin
zedelendiğini sezinledim. Sekreterleri yeniden nöbete yazdım. Müsteşar ve bakan bu
konuda sessiz kalmayı yeğlediler. Çünkü o dönemde makam ve rütbesi ne olursa
olsun görevliler birbirine kuşkulu bir tedirginlik İçerisinde yaklaşıyorlardı. MBK'nın,
Cunta'nın (Silahlı Kuvvetler Birliği) adamı gibi algılanmak insanlara görünmez bir
dokunulmazlık kazandırıyordu. Gerçekte devrim havasını koklamak bile insanları
daha onurlu ve kişilikli yapıyordu...
Bir gün bakanım Muzaffer Alankuş, o dönemin teknolojisi içinde diafon yardımıyla
GKB, GKB II. Bşk, KKK, K.K. Kur. Bşk. ve müsteşarla mikrotelefonu eline almadan
konuşmak istediğini bu amaçla girişimde bulunmamı emretti. Yasal formaliteleri
yerine getirip işe başladığımda özellikle Org. Cevdet Sunay ile Tümg. Memduh
Tağmaç tedirgin oldular. Bakanı muhatap almıyorlardı. Benim Cunta
27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/4
adına (SKB) (64) makam odalarına alet koyup kendilerini dinleyeceğim kuşkusuna
kapılmışlardı...
Üçüncü düşmanımı da böylece kapanmıştım: Cevdet Sunay.
Sorunun en fazla üzerinde durulacak yönü o dönemde bana dokunamayacak
derecede güçsüz olmalarıydı...
Alankuş'un özel İstekleri bitmiyordu. Makam odasına bir teyp konulmasını istedi.
Teyp istenildiği anda telefondan kayıl yapabilecek, makam odasının değişik
yerlerinde gerektiğinde ayakla da komuta edilip konuşulanlar kayda alınacaktı. Bu
istek de tüm yasal işlemler yerine getirildikten sonra Muhabere Ana Deposu'na emir
verilip yerine getirildi. Bakanın teybi kullanmaya ömrü yetmedi. 6 Haziran 1961
Tansel Olayı'ndan sonra ültimatomla görevine son verildi.
Yerine aynı zamanda Başbakanlık(65) görevinde bulunan Fahri Özdilek atandı.
Bakanlık Dz. Emir Subayı'ndan. Özdilek'i teybin varlığından haberdar etmesini ve
istiyorsa kullanma şeklini göstermesini rica ettim.
Özdilek'in de kuşkuya kapılıp kendisinin cunta tarafından dinlenmek için odasına teyp
yerleştirildiğinden kuşkulandığım yıllar sona öğrenecektim. Bu konudaki girişimlerimi
daha sonraki sayfalarda okuyacaksınız.
Bilmeden dördüncü düşmana sahip olmuştum.
Oysaki Özdilek'le de samimi görünen mesafeli bir dostluk ve uyum içinde çalışmıştık.
Aslında belki de tek sucum eski emir subayları gibi mesai dışı zamanımın çoğunu
evinde geçirmemem idi...
1961 yılı Temmuz ayında Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan kıtlık haberleri geliyordu.
Başbakan Fahri Özdilek, Tarım Bakanı Prof. Osman Şahin, Ticaret Bakanı Mehmet
Baydur'un da bulunduğu bir heyetle 10 gün bölgeyi denetledik; havadan ve karadan
10 il, 20 ilçeye uğradık. Gerçekten durum içler acısı idi, Vatandaştan 380 dilekçe
topladığımı anımsıyorum. Başbakanlıkla bu dilekçelerin gereğini yapmak için bir büro
kurmama karşın tam anlamıyla sonuç aldığımı söyleyemem. 27 Mayıs'a karşın devlet
çarkı işlemiyordu; işletilemiyordu.
Erciş'in bir köyüne geldiğimizde köy, herkes tarlada çalışmakta olduğu için bomboştu.
Evler toprak damlı, yeraltında ve mağara görünümündeydi
64. O tarihte SKB üyesi değildim.
65. Cemal Gürsel hastalandığı için
ve de kapıları açıktı. Özgün ve yetkin bir kişilik olan Prof. Osman Şahin tek tek evlere
girip bir şey arıyordu. Sonuçta buldum diye bir tarım aleti getirmişti. Açıklaması bizleri
dehşete düşürmüştü... Bu aletin M.Ö. 2000 yılında da bu bölgede kullanıldığım
söylüyordu... DP'nin görülmemiş kalkınma edebiyatı boşlukta kalıyordu... O dönemde
Erciş'in köyüne traktör girmemişti.
Dönüşte Fahri Özdilek'le uçakta yan yana oturuyorduk. Umutsuzdu... "Memleketin
halinin ne olacağını" soruyordu. "Çare bulacak makamda oturuyorsunuz" yanıtını
verdiğimde yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ne zamana kadar bu soruyu birbirimize
soracağız?!
O dönemde Silahlı Kuvvetler Birliği Örgütü kurulmuştu. Ben de bu örgüte üye
olmuştum. Bu konunun da bir kısım ayrıntısını kitapta bulacaksınız.
Türkiye'nin gündemini Yüksek Adalet Divanı'ndan çıkan idam kararlarının infazı uzun
süre işgal etti. Yetkili makamlara imzasız tehdit mektupları yağıyordu. Şahsen
MSB'ye gelen imzasız hiç bîr mektubu okuduğumu anımsamıyorum. Şu kadarını
ifade etmeliyim ki, bu kampanyayı yürütenlerin silahlan ters tepmiş ve belki de bir
ölçüde infazları hızlandırmıştır.
İnfazlardan soma 15 Ekini 1961 günü seçim yapıldı. Seçim sandığından karşıdevrim
çıkmıştı. SKB seçimleri iptal karan aldı. Sonuçta komutanlarla siyasi parti liderleri
pazarlığa oturdu. 26 Ekim 1961 günü "Çankaya Protokolü" imzalanıp, TBMM açıldı.
Bu kez Milli Savunma Bakanı İlhami Sancar olmuştu. Gerçek bir devlet adamının tüm
niteliklerini taşıyordu. Birlikte çalıştığımız dönemde karşılıklı sevgi, saygı ve uyum
içinde bulunduk.
Dostluğumuz vefatına kadar sürdü. Kaldı ki, 27 Mayıs'tan sonra CHP'den beklediğini
bulamayan subaylarla SKB örgütü üyeleri CHP'ye de karşı tavır alınışlardı. Buna
rağmen SKB, CHP'li bir bakanla dost olmayı başarmıştı.
Seçimlerden sonra TSK'daki dalgalanma bitmedi. Özellikle 27 Mayıs'a karşı olan
politikacılar orduyu tahrik için her yolu deniyorlardı. Bu oluşum TSK'yı yeniden
TBMM'ye müdahale karan almaya itti. 9 Şubat 1962 "Balmumcu Protokolü" ile
ordunun bu niyeti açığa çıktı, Özellikle İstanbul'dan kaynaklanan müdahale girişimleri
içinde en üst rütbeli kişi olan dönemin İstanbul Valisi Refik Tulga'nın da mason
olması üzerinde bugüne kadar durulmamıştır. Oysa "Balmumcu Protokolü"
doğrultusunda ve paralelinde eyleme geçen Kur. Alb. Talat Aydemir'in sırtında
yumurta sepeti vardı. Yani genç subaylar onun hiyerarşisini kabullendiğinde attığı
adımlardan geri dönemezdi. İstanbul'daki protokolcülerin böyle bir derdi yoktu. 9
Şubat 1962 günü attıkları imzanın arkasında duramadıkları için, Talat Aydemir'in
liderliğinde 22 Şubat 1962 kalkışması başarısızlıkla sonuçlandı...
O dönemde hem bakanlıktaki görevimi sürdürüyor, hem de Ordu Dil Okulunda
İngilizce programına devam ediyordum. Ankara kaynıyordu; herkes belirgin bir kuşku
içinde safını belirlemek için bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Bu nedenle 22
Şubat'tan bir hafta Önce Ordu Dil Okulu'nun öğretmeni olan subaylar Kur. Yb. Sadri
Karakoyunlu'yla(66) ve benimle konuşup' aydınlanmak gereksinimi duymuşlardı.
Sonuçta arkası gelmeyen somlardan bunaldığımdan; ''27 Mayıs'ta operasyon yapan
cerrah midede makas unutmuş, hastanın sağlığına kavuşması için yeni bir operasyon
gerekiyor" deyip tartışmayı noktaladım. Bir anlamda 22 Şubat'ın geleceğini
açıklamıştım.
Sonra Sadri'yle baş başa kaldık. Bana Öğretmen arkadaşlara verdiğim yanıttan
tatmin olmadığını ifade edip gerçek niyetimi sordu. Ben de, "bak Sadri, önümüzde bir
harekât kaçınılmaz görünüyor. Her ikimiz de karargâhta olduğumuz için bu eylem
içinde bulunmamız düşünülemez. Ama SKB örgütü üyesi olduğumuz için, herkes
bizleri Harp Okulu safında görüyor. Bildiğim kadarıyla her ikimizin de karakterinde
döneklik yok. Bu yapımızın gereğine uymaya çalışacağız" deyince, Sadri susmayı
yeğledi...
Benim gençliğimde Sabetaycı ünlü bir gazeteci vardı. Mübarek herif(!) rüzgar gülü
gibi durmadan dönerdi, çıkarına göre... Gazeteci X fıkra konusu olmuşlu: "Dönerle
gazeteci arasında ne fark var?" diye sorup yanıtlarlardı: "Döner döndükçe kızarır,
gazeteci X döner fakat kızarmaz..."
Ankara'nın 27 Mayıs sonrası siyasal kargaşası içinde ve olaylar çığırından çıktığı,
herkesin bir şeyler beklediği bir günde -18 Şubat 1962- Naci Aşkım yine ziyaretime
geldi. Benimle görüş alışverişi yapmak niyetinde olduğunu anladım ve arka odaya
aldım. Koridorda dolaşarak konuşmamızı yeğledi. Onun gibi deneyimli bir istihbaratçı
bunu
66. K.K.K.'lığı Erkân Şube Müdürü idi ve O da kursa devam ediyordu, 22 Şubat olayından sonra
İzmit'e sürgün edildi. Daha sonra general oldu.
nasıl yapmıştı, bugün dahi anlamış değilim... Bana göre sorun yoktu. MSB'den KKK
koridoruna geçtik, O benim koluma girdi. Koridorda U çizerek tam bir saat mevcut
durumu tartıştık, iki asker gibi değil, iki dost gibi önerilerimi söyledim ve ayrıldık. Ama
tüm Kara Kuvvetleri Komutanlığı karargâhı subayları dehşet içinde idiler. Herkesin
kara kara geleceğini düşündüğü bir dönemde sivil elbiseli bir tümgeneral, resmi
elbiseli bir yarbayla kol kola bir şeyler tartışıyor. Acaba ne konuşuluyordu? Kapılar
açılıp kapanıyor, dikkatli, çekingen ve kaçamak bakışları fiskoslar izliyordu...
Ayrıldık... (67)
Aynı gece (38 Şubat 1962) evime, çok değer verdiğim arkadaşlarım ziyaretime geldi.
Ben daha önce SKB örgütüne üye olduğumu bu örgütte onların desteğiyle temsilci
gibi çalışacağımı açıklayıp onaylarını almıştım. Zaman zaman da fikir alışverişinde
bulunuyorduk. Arkadaşlarım. "Sunay'ın safına geçtiklerini" benim de "kendilerine
katılmamı" öneriyorlardı. Kendilerini "yollarımız ayrıldı, arkadaşlığımız devam
edecektir" şeklinde yanıtladım, onları lojmanın kapısına kadar da uğurladım.
22 Şubat'tan iki gün önce 17 yıllık MSB şoförü Yusuf Efendi Bakan İlhami Sancar'ı bir
yere götürmektedir. Arabada Dz. Yzb. Vedat Alkışlar da vardır. Yusuf Efendi,
Bakan'dan söz ister: "Baa bak bakan bey ortalık karışayi sonra baa kalleşlik yaptın
demeyesun, Talat Yarbay nereyeyse ben de orayayım." ilk yandaşım Yusuf Efendi
açıkça tavrını koymuştu.
22 Şubat olayı patlak verince Bakan arabasını istediğinde Yusuf Efendi bir asker
şoförle başka bir arabayı göndermiş, kendisi emrime girmek için aracını Bakanlık
Önüne çekmiş, bana ulaşmaya çalışıp başarılı olamayınca evime gidip, bana telefon
edip, emrimde olduğunu açıklamıştır. Teşekkür edip evine gitmesini salık verdim.
Bu olayı anlatmamın iki nedeni var; Birincisi döneklerin kol gezdiği ve itibar gördüğü
bir ortamda Yusuf Efendi gibi sınıf ahlâkına sahip kişilerin varlığını açıklayıp geç
kalmış bir teşekkür borcunu yerine getirmek. Konunun ikinci yönü daha önemli: Yusuf
Efendi'nin bu tavrını MSB İlhamı Sancar yok saymış, 22 Şubat olayından sonra da
Yusuf Efendi yıllarca makam şoförlüğü yapıp emekli olmuştur.
22 Şubat 1962 olayı geldi çattı, İki seçeneğim vardı: Ordu Dil Okulu'na gidip etliye
sütlüye karışmadan öğrencilerle birlikte geceyi geçirmek
67. Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütlen, Sorun Yayınları, 1999, s. 34-35.
ve sorumluluktan kaçmak karakterime uymazdı. Bakanlıkta görevimin başında
bulunmayı yeğledim. Tüm anılarım ciltlere sığmaz, kitapta 22 Şubat olayına ilişkin bir
bölüme yer verdim. 22/23 Şubat gecesi yaşadığım ve yaşamımda olumsuz bir dönüm
noktası oluşturan bir olayı yinelemek istiyorum:
18 Şubat günü" MAH Başkanı Tümg. Naci Aşkun'la görüştüğümü açıklamıştım. 22
Şubat saat 22.00 sıralarında telefon etli. Aramızda ilginç bir diyalog oluştu. Odamda
bulunan en az 15 kişi bu konuşmaya tanık oldu;
—Naci Aşkun: "Memleket batıyor, çare bul!"
—Talat Turhan: "Benim emrimde dört sivil memur, iki hademe var, bunlarla mı çare
bulacağım?"
—N.A.: "Benimle bu şekilde konuşma!"
—T.T.: "Ben yarbayım, siz omuzu çaprazlı yarbaysınız (Tümgeneral olduğunu
değişik bir biçimde açıklıyorum). Türkiye'nin en etkin örgütünün basındasınız."
—N.A.: "Ne yapabilirim?"
—T.T.: "Ne yapılması gerektiğini size 19 Şubat günü açıklamıştım. Önerimi dikkate
alsaydınız bu olay oluşmazdı."
—N.A.: "Çözüm Önerisi istiyorum..."
—T.T.: "Olayın patlamasına atamalar neden oldu. Atamaları durdurun. Sonra ben
başkaldırının liderleriyle görüşüp olayın büyümesini engellemeye çalışırım."
—N.A.: "Sana nasıl yardımcı olabilirim?"
—T.T.: "Önerimi Gn. Kur. 2. Başkanı Memduh Tağmaç'la görüşün(68) kabul ediyorsa
ayrıntıyı onunla görüşürüm."
—N.A.: "Memduh Paşa'yla görüşüp seni tekrar arayacağım."
Yarım saat sonra telefon geldi:
—N.A.: "Memduh Paşa'ya ulaşamadın!. Zeki Paşa'yla(69) görüştüm. Seni bekliyor.
Kendisiyle GKB'ye git önerini benim adıma kendisine ilet."
—T. T.: "Arabuluculuk mu öneriyorsunuz?"
—-N.A.: "Evet."
KKK’Iığı ve GKB'de panik yaşanıyordu. Tanığı olduğum bu paniği batan bir
denizaltındaki denizcilerin psikolojisine benzetirim.
Çok değer verdiğim eski komutanımın isteğini kabul etmem aslında
68. O gece Gn. Kur. Bşk. Org. Cevdet Sunay ortada yoktu. Sonrakin Bartın'da Deniz Üssü'ne sığındığı
söylendi; ama doğrulanamadı.
69. K.K. Kur. Bşk. Tümg. Zeki İlter.
hayatımın en büyük halalarından biriydi. Çünkü Tağmaç beni hasım kabul ediyordu.
Aramız açıktı...
İlk önce Tuğg. Zeki İlter'in makam odasına gittim. Oda kalabalıktı. İçerde belirgin bir
panik havası yaşanıyordu. Birlikte Genel Kurmay'a geçtik. Memduh Tağmaç
koridorda makam odasının önündeydi. Etrafında Alb. ve Yb. rütbesinde 8–10 kurmay
subay vardı. Aşkun'un önerisini kendisine aktardım. Aslında demoralize durumda
olan Tağmaç beni görünce tepesine kan hücum etmiş bir durumda bana hitaben:
-"Sen ne biçim kurmaysın" diye yanıt verdi. Aynı tonla:
-"Ben bu etrafınızdaki kurmaylara benzemem, ST101-5 talimnamesinde yazılı olan
kurmay niteliklerini taşıyorum. Fikir ve kanaatlerini açıkça söylüyorum. Siz bana bu
şekilde hitap edemezsiniz. Ancak önerimi kabul ya da reddedersiniz" diyerek GKB 'yi
Zeki İlter'le birlikte terk ettim. Daha sonraki dönemde yakın çevresine o gece
kendisini öldürmek için GKB'ye gittiğimi, sonra etrafındakileri görünce vazgeçtiğimi
söylediğini öğrendim. Oysa önerimden saatlerce sonra Ekrem Alican'dan arabulucu
olarak yararlanmıştı...
24 Şubat günü emekliye ayrılan kişiler arasında benim ismim de onaylaması için
MSB İlhami Sancar'ın önüne konulduğunda Sancar tepki göstermiş, en yakın mesai
arkadaşının kendisine sorulmadan emekli edilmeye çalışılmasını kınamış, ismimi
listeden silmiş, daha da ileri giderek; "Talat Turhan'dan başka önüme kimi getirirseniz
imzalarım" demiş, emekli edilmemi engellemişti. Bunun üzerine Afyon'a sürgün
edildim. Derhal Ankara'yı terk etmem isteniyordu. 28 Şubat 1962 günü Afyon'da yeni
görevime başladım.
Bu arada Ankara'da ne oldu sorusunu yanıtlamak, gerek... Aslında neler olmadı ki
şeklinde sormamız daha doğru olurdu. Bu soruyu tümüyle yanıtlamak için bir kaç
kitap yazmak gerekir. Bu nedenle bir kaç çarpıcı örnekle durumu açıklamak
istiyorum.
SKB örgütü döneminde seçimlerden önce, 20 general 80 kurmay albaydan oluşan bir
emekli listesi hazırlanmıştı. Sunay bu listeden 10-15 kişinin emekliliğini onadı.
"Ardakalanları seçimlerden sonra parti parti emekli edelim" demişti. 22 Şubat'da Talat
Aydemir ve arkadaşları tasfiye edilince bir ölçüde rahatlamıştı TSK'daki
dalgalanmaların kökünü kazımak için yeni bir Örgütlenmenin gerektiğine inanıyordu,
Tağmaç'la paralel düşünüyorlardı.
Formül bulundu; bu kesimin emekliye ayrılması için teke tek temas edilip karşıt bir
örgütlenmenin temeli atılmaya çalışıldı. Aslında bu anlayış 12'li darbelerde
meyvelerini verdi.
Üç general bir ay süreyle Türkiye'yi dolaşıp emekli edilmesi düşünülen general ve
kurmay albaylarla ilişki kurup "Talat Aydemir sizi emekli edecekti: ama Sunay paşa
sizi kurtardı" teması işlenip bu kişilerin canla başla işe sarılmaları sağlandı. Bir
anlamda Sunay-Tağmaç cuntası oluşturuldu...
22 Şubat'dan sonra Memduh Tağmaç bir ay süreyle sadece muhbirleri kabul etti.
Odasında özel bir düzenleme yapılmış, bir paravana arkasına silahlı iki subay
yerleştirilmiş ve teyp konulmuştu. Muhbirleri ürkütmemek için aratmadan içeri
aldırıyordu. Eğer silahlı bir eyleme kalkışacak olan olursa, muhbirin görmediği
subaylar onu öldüreceklerdi. Muhbirin oturacağı yer de bana göre düzenlenmişti.
Akşamlan teyp çözülüyor, zapta bağlanıyor ve odadaki subaylar imza atıyorlardı.
Odadaki subayların biri benim dostumdu... Çok yakın bir sınıf arkadaşımın benim
hakkımdaki suçlamalarına tanık olmuş ve bu durumu bana ulaştırmıştı. Böylece
Sunay-Tağmaç cuntasının(!) alt kadroları da muhbirlerden sağlanmıştı. Türkiye
bölgelere ayrıldı. Bu muhbirler üçer kişilik gruplara bölündü. Altlarına birer jip ve
harcırah verildi. Görevleri garnizonları dolaşmak, kişisel arkadaşlık ilişkilerini kullanıp
yemekli içkili toplantılar düzenleyip, 22 Şubat'a yandaş olanlarla karşıt olanları
saptamaktı. Böylece Sunay-Tağmaç cuntasının üçüncü halkası oluşturuldu, karşıtlar
saptandı. Bir taşla bir kaç kuş vurulmak isteniyordu. Batı bölgesindeki ekibin başında
benim muhbirim vardı.
Afyon'u atlayıp Denizli'ye geçtiler. Oradaki yemekli toplantıda muhbir aleyhimde
konuşmaya başlayınca bir yargıç üsteğmen muhbire hitaben; "bu gibi konular içki
sofralarında konuşulmaz, bizler sizi tanımıyoruz; ama Talat Turhan'ı tanıyoruz. Yarın
duruşmam yok. Mahkeme salonunda bu konuyu tartışmak üzere sizleri -muhbirlerive durumu uygun olan sofradaki arkadaşları toplantıya çağırıyorum" diye hitap etmiş,
ertesi gün muhbir ekibi toz olmuştu... Bizimkiler Batı Anadolu bölgesinde aradıklarım
bulamadan Ankara'ya döndüler.
22 Şubat'tan sonra GKB Orgeneral Cevdet Sunay, MAH Başkanı Tümgeneral Naci
Aşkun'u çağırır. Aralarında ilginç bir diyalog geçer:
-Cevdet Sunay: "22 Şubat belası senin yüzünden başımıza geldi.
-Naci Aşkun: Ne demek istiyorsunuz?
-C.S.: Ben kaç defa sana MAH'ı TSK'nın peşine tak dedim, ama beni dinlemedin.
Ordudan haberimiz olsaydı tedbir alırdık.
-N.A.: Bir harekât olacağından haberiniz yok muydu?
-C.S.: ........ Şimdi sana emir veriyorum. Milli Emniyet'in yüzde 60'ını TSK'nın peşine
takacaksın.
-N.A.: Yarından itibaren emrinizi uygulamaya başlayacağım. Yalnız unutmayınız ki,
sizde Sili. K. Terin bir mensubusunuz onun için izlemeye sizden başlayacağım."
Ben ise, bu konuyu "Genç Kemalistler Ordusu" davası ve "Bomba Davası"nda dile
getirmiş: "MİT'in Silahlı Kuvvetler mensuplarını takip ettiğini bu yöndeki girişimlerinin
her geçen gün artacağını ve MİT'in görevini kötüye kullanan parazitlerden
temizlenmesi gerektiğini, Anayasa'yı ihlal ettiğini ve 'Genç Kemalistler Ordusu
olaylarında tıpkı bu günkü gibi yasadışı olarak sorguların MİT'te yapıldığım"
belirtmiştim.*
Açıkladığım diyalogu Naci Aşkun bana anlatmış o arada Örgütüne yayınladığı emrin
el yazılı aslını bana vermişti. O dönemdeki üst düzeydeki ilişkilere ışık tutan bu
tarihsel belgeyi kamuoyuna maletmek için yayınlıyorum.
Afyon'da Batı menzil komutanlığı yeni kurulmuştu. Komutan, 27 Mayıs Öncesi ünlü
"dokuz subay olayı" nedeniyle hapse girmiş ve beraat etmişti. İlk anda ortak geçmiş
nedeniyle beni olumlu karşıladı. Bu tavır çalışmalarıma daha da güç kattı. Üç ay
sonra çok sevgili Tümgeneral İlhami Barut'la baba-evlat ilişkisi içine girmiştik.
Öylesine ki, gerektiğinde yetkilerini kendisine sormadan kullanıyordum. Kuşkusuz bu
itimadı hiçbir zaman da kötüye kullanmadım. Bu birliktelikten asker, sivil herkes
memnundu; Tağmaç'ın ajanlarından başka!..
Uzun süre Afyon, Batı Anadolu'da sürgün yeri olarak kullanıldığı için sivil halkın
sürgün edilen kişiye karşı sempatisi vardı. Öylesine bana sahip çıkmışlardı ki pey
verip ev kiraladığını halde, "ev sahibi sana layık değil" deyip peyimi yakmışlardı.
Bana Diş Tabibi Ahmet Karayiğit'in(70) evini uygun görmüşlerdi. Karayiğit ölünceye
* 8 Eylül 1964 günü "Genç Kemalistler Olayı" nedeniyle GKB Askeri Mahkemesi'nde
yılığım savunma 1975 yılında "Bomba Davası" savunmasına aktarılmıştır. (Bomba
Davası Savunması Klasör 8).
70. Daha sonra AP Milletvekili ve Köy İşleri Bakanı.
MİLLİ EMNİYET REİSİ
NACİ AŞKUN'UN EMRİ
Ankara, 03 Temmuz 1962
1. Servisin üst kademelerinden bir arkadaş ile Genelkurmay Başkanlığı arasında
vuku bulan illegal bir liyezonun servise faydalı hizmetleri olmuş arkadaşlara zarar
verdiğine şahit oldum. Bu liyezonun* tezahürü karşısında üst makam açıklamada
bulundu. Fakat yapılan beyanın hakikatle de ilgisi olmadığını da gördüm.
Bir ihbar mektubu vesilesiyle servis örf ve adeti dışında, askeri icaplar ve talimatlar
dışında yeni bir atlama daha oldu.
2- Yukarıdaki olayları ve rol sahiplerini tahkike lüzum görmüyorum. Böyle bir tutumu
abesle iştigal addederim. Bütün bu olaylara sırtımı çevirip servisi bugünkü imkân ve
şartlar içerisinde mümkün olanı yapmaya esas vazife edinirim. Gerek servis
içerisindeki ve gerekse dışındaki erkeklik dışı davranış ile bağdaşamayacağımdan
esasasen sıhhi durumum da bozuk olduğundan en geç Ağustos’ta ayrılmayı
kararlaştırdım.
3- Merkez amirlerinden ricam şudur:
Bu emir merkez, yuva amirlerine kadar duyurulacak, bu süre içerisinde teşkil, tesis,
teçhiz ve talimatlanma bakımından teklifleri ve destekleme ihtiyaçlarını....
kademelerinden almak isterim.
Yapılacak tekliflerde arkadaşlarımın şahsi ve hissi ihtiyaçları dışında bulunmalarını
rica edeceğim.
Gereğini rica ederim.
Naci Aşkun
Tümgeneral
Milli Emniyet Hizmet Reisi
Dağıtım:
A, B,Tek, srv.ve
merkez şefliklerine
* Y.n.: ilişki, bağlantı (Fr.).
kadar yaşamımın en kötü dönemlerinde hep yanımda oldu. Kardeşten daha yakındı,
Afyon'daki cenaze töreninde O'na gösterilen iç-tenlikli sevginin başka bir politikacıya
nasip olduğunun tanığı olmadım. Karayiğit'i ve Afyon'da tanıştığını kişilerin
dostluğunu kazanmak şansımdı. 39 yıl geçti. Hâlâ Sayıoğlu ve Alimoğlu aileleriyle
dostluğumuz sürüyor, bundan da onur duyuyorum.
TSK'nın genç kademesindeki kaynama devam ediyordu. 22 Şubat olayından sonra
emekli edilen Talat Aydemir'in bir darbe hazırlığı içinde olduğunu Öğrenmiştim. Talat
Aydemir'in girişiminin başarılı olamayacağını, ülkedeki ilerici potansiyeli heder
edeceğini ve son çözümlemede karşıdevrim sürecine katkıda bulunacağım öngördüğüm için tedirgindim. Bu nedenle kendisi, eşi, oğlu nezdinde sürdürdüğüm
girişimlerden olumlu sonuç alamadım.(71)
Kütahya Er Eğitim Tugayı'nda da genç subaylar Hv. P. Yzb. Salih Zeki Yılmaz'ın
önderliğinde bir araya gelmişlerdi. Salih Zeki Yılmaz yaşıtlarını 5-10 kez katlayacak
ölçüde kültürlü, sürekli okuyan, okuduğunu Özümseyen, liderlik yeteneğinde, ilerici
yurtsever bir halk çocuğu idi. (72) ABD'de kursa gitmişti. Orada bilinci daha da ışımış,
ABD'nin emperyalist emelleri ve ulusal çıkarları için yabancı subaylardan
yararlanmak istediğini algılayan ve bu kanısını açıkça ifade etme yürekliliğini
gösteren belki de tanıdığım ilk subaydı. Türkiye'deki yönetimden memnun değildi. Bir
şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu. Bu inançla özünde Atatürkçülüğü benimseyen
"Genç Kemalistler Ordusu" adlı bir bildin hazırlamış bu düşünce etrafında subay,
astsubay, sivil herkesi toplayıcı, İttihat Terakki benzeri bir yapılanma düşlüyordu.
Bir gün Afyon'da bana geldi. Bildirisini okuttu, üzerinde birkaç satırlık düzeltme
yaptım. Aslında Salih Zeki Yılmaz'ın bildirisinin altına imza atmayacak Atatürkçü,
devrimci, ilerici bir kişi düşünülemezdi. Bana liderlik teklif etti. "Bir alay kadar
güçlenin, sonra konuşalım" dedim. (73) Salih Zeki Yılmaz'ın önerisi karsısında iki tür
davranış
71. Talat Aydemir'le en son 16 Mart 1963 gecesi görüşmüştüm. Kullandığımız araba Ahmet
Karayiğit'indi. Siyasi görüşlerimiz farklı olmasına karşın, benim ülkü aleyhine bir girişim içinde
bulunmayacağıma inanıyordu.
72. Sivas'ın Şarkışla ilçesinin Harun köyünden...
73. Alb. ve Yrb. bir alaya komuta edebilirdi. Bir alayda birkaç bin kişi bulunurdu. Amacım O'nun şevkini
kırmadan zaman kazanmaktı. Aslında deşifre olmuş, arkasına ajanlar takılmış bir kişinin geride
durması daha mantıklı idi. Gerçekte Salih Zeki Yılmaz'ı hem koruyor, hem taraflar kazanması için
yüreklendiriyordum.
biçimini sergileyebilirdim. İlki ihbar etmek ki, bu tavır bizim kitabımızda yazmazdı.
İkincisi onu içtenlikli girişimlerinde serbest bırakmak... Bu yolu önerdim.
Aslında ben de ordudaki benzer ve paralel bir çaba içinde tüm Batı Anadolu'daki
kaynaşmayı algılayıp gerektiğinde yönlendirmeyi düşlüyordum. Gerek Komutanla
dostluğum ve gerekse görev icabı bölgeyi sık sık dolaşmam bölgedeki aynı amaçlı
çabalarla örtülüyordu.
Bir gün, Isparta’da bulunan Eğitim Tümen Komutanı, Harp Akademisi'nden sınıf
arkadaşım Tümg. Hayati Savaşçı'yı ziyarete gittiğimde kuşkulu ve tedirgin olduğunu
gördüm. 22 Şubat sonrası bir kısım genç subaylar da Isparta'ya sürülmüştü.
Aralarında bir yemekli toplantı düzenleyip komutanlarını da davet etmişlerdi.
Tümgeneral K. muavininin ihbarından çekindiği için davete icabet edememişti. O
dönemde genç subaylara yakın durmak Komutanın geleceğini karartabil irdi. Aslında
genç subayların hiç birini şahsen tanımıyordum; ama onlar kendileri gibi sürgün
edilmiş yüksek rütbeli bir kurmay subaya içten saygı ve hayranlık duyuyorlardı.
Tümg. Hayati Savaşçı'ya bir öneri getirdim... "Arzu ederseniz emrinizdeki genç
subaylarla aranızdaki kopukluğu gidereyim" dediğimde hemen kabullendi. Çünkü bu
durumda kendisini denetlemek için görevlendirildiğinden kuşku duyduğu muavini
karşısında güçlü olacaktı. Eğitim tümeninde görevli Top. Bnb. L.P.'ye bu görevi
önerdiğimde' duraksamadan kabullendi... Bir ay sonra Tümen Komutanı ile emrindeki
genç subaylar zoraki değil gönüllü birliktelik içine girmişlerdi... Her ne kadar
yaşadığım bu olaylar disiplinle bağdaşmasa da, o günlerin gerçeği böyleydi... Daha
sonra Gn. Hayati Savaşçı'yı farklı kulvarlarda görecektik. Cuntacılık batağında bu tür
sürprizler olağandı...
Girişimlerim
sonuçsuz
kalmış,
Talat
Aydemir'i
darbe
düşüncesinden
vazgeçirememiştim. 22 Şubat'ta yapılanları içine sindirememişti. İntikam duygulan
taşıyordu. Harp Okulu'nun bir bölümü ile genç subayların kendisine olan sempatisi
devam ediyordu. Harp Okulu Öğrencileri mezun olup dağıldığında gücünü yitirecek,
darbe yapma şansı azalacaktı.
Bir şeyler yapabilmek, bu olumsuz gidişi engellemek için zamana gereksinim vardı.
Komutanlık Emir Subayı Ulş. Bnb. Ferhan Yırtlaz olağanüstü bir yetenekti. Her
yönden anlaşıyorduk. Birlikte İzmir'de ameliyat olup hava değişimi almaya karar
verdik. Bu arada hareketliliğimiz dikkat çekmiş, Genç Kemalistler Ordusu
Bildirisi'nden bir suret ele geçirilmiş. MİT soruşturması başlamış ve aranan fırsat
bulunmuştu.
Ameliyat sonrası İzmir Askeri Hastanesi'nde 19 Nisan 1963 günü gözaltına alınıp
uçakla Ankara'ya götürüldük. Konu 21 Mayıs'a kadar basının gündemini oluşturdu. (74)
Sunay-Tağmaç ikilisi aradıkları fırsatı yakalamıştı. Genelkurmay Başkanlığı'nın
yayınladığı emirde bu niyet açıkça görülüyor. Yaşadığım dönemde hukuktaki
"masumiyet karinesine" saygı duyan bir yetkiliye rastlamadım. Ayrıca bu bildiri yargıyı
etkileyici nitelikle idi. Ama burası da Türkiye idi... (75)
Bir ay süreyle Ankara Merkez Komutan Muavini'nin odasında ayrıcalıklı bir konumda
gözaltında tutuldum. Soruşturma sürdürüldü. Suç unsuruna rastlanılmadığı için
"Soruşturmaya mahal olmadığı kararı" verildi. Bu müjdeyi vermek üzere GKB'de As.
Yargıç Yüzbaşı Afyon'dan dostum Durmuş ..... 20 Mayıs 1963 gecesi Ankara'da
Bahçelievler'de 65. sokakta arkadaşım Turgut Ulusoy'un evinde kalan eşimi ziyarete
gidip, G.K.O. davasında "Soruşturmaya mahal olmadığı" kararı verildiğini, bu kararı
bütün kademelere İmzalattığını Gn. Kur. Bşk.'ını bulamadığı için de ertesi gün (21
Mayıs 1963) onayını alacağını, tahliye olacağımı ve de davanın kapanacağını
açıkladı... Türkiye'de dürüst ve ilkeli yargıçlar vardı...
O gece Talat Aydemir'in 21 Mayıs başkaldırısı başarısızlıkla sonuçlandı. Yaşamım
altüst oldu. Tabii sıkıyönetim ilan edildi; Ankara Komutanlığına Orgeneral Cemal
Tural getirildi. Bizim karar rafa kaldırıldı. Tural'ın bu konudaki ilk emri; "Bunlar da 21
Mayıs'çılarla birlikte hareket etmişlerdir. Davaları birleştirin ve Talat Turhan'a da idam
karan verin" şeklindeydi. Tüm koşullar değişti. Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi'ne
alındım, Orada benimle birlikte dokuz kişinin Genç Kemalistler Ordusu davası
nedeniyle tutuklandığını öğrendim. Bu kişilerden dördünü hiç tanımıyordum. Bir ay
süreyle sorgulanmışlardı. Gelişmeleri bana aktarıyorlardı... Sonuçla isteğimi
kendilerine
74. "Genç Kemalistler Ordusu Davası" üç buçuk yıl sürmüş ilginç bir dava olduğu için ayrı bir kitaba
konu olabilir. Bu konuyu kitaplaştırmayı iki yıl önce üstlenen bir arkadaşım daha sonra vazgeçti. Bu
nedenle; elinizdeki kitaptaki yazıların alt yapısını oluşturan ortamı yarışılacak kadar konuyu
açıklamakla yetiniyorum...
75. Örneğin bildiride adları geçen Ulş. Bnb. Ferhan Yırtlaz ve Prs. Bnb. İsmet Şahin beraat edip
albaylığa kadar yükseldi. Ferhan Yırtlaz Kıbrıs'ta sancaktarlık yaptı.
T.C.
M. S. B.
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI KARARGÂHI
ANKARA
ACELE
PR
: 7200.63 DİSPMOR 1. Ks.-362
KONU: DİSİPLİN.
24 Nisan 1963
1. Orduyu parçalayıcı, Devlet nizamını yıkıcı fikirleri ihtiva eden bir beyannamenin
bazı subaylar tarafından dağıtılması üzerine duruma el konularak gerekli adli
tahkikata başlanmış ve alâkalı görülenlerin sorgularını müteakip tevkif edilmişlerdir.
Bu subaylar, 22 Şubat 1962 olayından sonra Afyon Batı Menzil Komutanlığına
atanan Kur. Yb. Talat Turhan ile Ulş. Bnb. Ferhan Yırtlaz, Prs. Bnb. İsmet Şahin, Mu,
Ütğm. Halil Hatipoğlu ve J. Ütğm. Sedat Özbek'tir.
2. İstanbul'da bazı disiplin dışı hareketlerden dolayı beş deniz subayı da tevkif
edilmiş ve haklarında gerekli adli tahkikat başlamıştır.
3. Büyük ve yekpare Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir kaç subayın bu hareketleri,
asıl ordu kitlesinin birlik ve beraberliğini asla sarsamayacağını ve aziz Vatanımızın
bekçisi, güven ve istikrar unsuru ordumuzu haleldar etmeyeceğine inancımız tamdır.
Silahlı Kuvvetlere mensup bütün arkadaşlarımın inancını yıkacak her türlü teşebbüs
ve davranışın karşısında olduklarına güvenim vardır.
Yıkıcı her türlü teşebbüs ve hareketin nereden ve ne zaman gelirse gelsin en şiddetli
kanuni takibata maruz kalacağım bütün ordu mensubu şahısların bilmesini ve
komutanların bu hususta çok dikkatli ve hassas bulunmalarını önemle rica ederim.
DAĞI TIM:
GEREĞİ
BİLGİ
K.K.K
M.S.B.
Dz. K.K.
Hv. K.K.
J. Gn. K.
Gn. Kur. Mrk. Teşkilatına
İmza
CEVDET SUNAY
ORGENERAL
GENELKURMAY BŞK.
ulaştırdım: "Buradan kurtulmak için istediğiniz kadar bana yüklenebilirsiniz. Ama
buradaki dokuz kişinin ona çıkarılmaması koşuluyla..." Amacım Kütahya'daki asıl
nüveyi korumaktı, Öyle de oldu... Asımda soruşturmayı yürüten Askeri Savcı Zeki
Güngör, sanıkları, "Bizim sizinle işimiz yok, patrondan söz edin kurtulun" diye
yönlendirmeye çalışmıştı.
21 Mayıs'ın lider kadrosu uzun süre birbirinden ayrı "ihtilattan men" tutulmuştu. Bu
evrede benimle ilgili soruşturma hızlandırıldı. Sonuçta alman ifadelerin tümünde 21
Mayıs Olayı ile ilgimin bulunmadığı, aksine olayın oluşunu engellemek için çaba
gösterdiğim ortaya çıktı. Cemal Tural'ın niyeti kursağında kalmıştı. Astığı astık,
kestiği kestik korkunç bir baskı rejimi uyguluyordu. Öylesine ki hapishanenin
mutfağına kadar karışıyordu. Ispanak yemeği piştiği vakit karavanının dibinde bir
parmak çamur tortusu görülürdü. Çünkü komutan(!) sebzelerin yıkanmasını da
yasaklamıştı...
Mamak Askeri Ceza ve Tutukevinde 21 Mayıs Olayı sanıklarıyla kalıyorduk. Tural'ın
dilekçe verenlere çok kızdığını bildiğim için her gün bir konuda boşluk bulup dilekçe
gönderip yasa dışı uygulamaları belgelemek istiyordum. Bu tavrımın O'nu müthiş
huzursuz ettiğini bildiğim için bir tür öç alıp keyifleniyordum. Tural, en sonunda
patladı. Cezaevi Komutan Yardımcısı P. Bnb. Necdet Erzeren'i yanma çağırıp "bir
daha dilekçe kabul etmemesini" emretti. Onurlu bir subay olan Erzeren direndiği için
sürüldü. Amasya'nın Carcurum garnizonuna gönderildi. Cezaevi konusunu da burada
bırakıyorum... Tural yargıçlara emir verdi: "Ayrı bir dava açın bu adanılan mahkûm
edin" diye...
Turgut Sunalp, Memduh Tağmaç, Fahri Özdilek, Cevdet Sunay'dan oluşan
hasımlarıma bir de Cemal Tural eklenmişti. Görünürde hepsi de ağır toptu (!)
Kendilerine şans getiriyordum. Benimle uğraştıkça rütbe ve makamları büyüyordu. Bu
kural kullandıkları adanılan için de geçerliydi. Bana karşı adeta bir "sektör"
oluşmuştu. Geriye bakıp düşündüğümde bugüne kadar yaşamımı sürdürebilmeyi
kendi adıma beceri ve basan olarak değerlendiriyorum.
5 Eylül 1963 günü 21 Mayıs Olayları için mahkeme kararını verip sanıklar ölüm
hücrelerine alındığında Mamak hapishanesinde kurşun gibi bir hava vardı. Tam bu
sırada Cezaevi Müdürü Koğuşumuza geldi. Genç Kemalistler Ordusu sanıklarının
tahliye kararını
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/5
tebliğ etli... İki gün sonra sabah saat 10.00'da Sıkıyönetim Komutanlığı As.
Savcılığı'nda olmamız isteniliyordu.
Askeri Savcı İskenderun'da tanıştığımız Turgut Akan idi. 2İ Mayıs Olaylarında da
savcıydı. Bize Genç Kemalistler Ordusu iddianamesini (!) tebliğ etti. Benimle başbaşa
kalmak gereksinimi duydu. Arkasındaki kara tahtada 21 Mayıs kararlarının şematik
dökümü vardı. Ne düşündüğümü öğrenmek istiyordu. Topu kendisine attım. Bana
"Savcının isteğini aşan kararların nadir olduğunu, 21 Mayıs Olayları Davası kararının
bunlardan biri olduğunu" açıkladı.
Böylece hakkında "'soruşturmaya mahal olmadığı karan" verildiğini bildiğim bir yapay
davada üç buçuk yıl yargılama süreci başladı... Yekta Güngör Özden, Teoman
Evren, Suphi Artuk ücret almaksızın savunmamızı kabul ettiler. Minnet ve şükran
duygularımı sırası gelmişken yineliyorum.
Tam bu sırada bir tayin emri aldıra: "Afyon Askerlik Şubesi nezdinde misafir." Afyon'a
gittim. Durumu öğrenmeye çalıştım. "Evimde oturacağımı, Afyon'u terk etmeyeceğimi
aydan aya şubeden maaş alacağımı" öğrendim. Aslında gene birileri beni kollamış
fam maaş alabilmem için bu formülü bulmuştu. Fakat ben bu onursuzluğu kabul
edemezdim, Sanırım Türkiye'de ilk kez belki de son kez bir kurmay subay -sağlık
nedeni dışında- Askerlik Şubesi'ne atanmıştı. Yasalara göre açığa alınıp yarı maaş
almam gerekiyordu... İlgili makamları dilekçe bombardımanına tuttum. Ya açığa alınmamı ya da görevime atanmamı istedim. Bu yasal kavga aylarca sürdü. Afyon'da
eski görevime döndüm. Ama defterimin dürüleceğini bile bile inanılması güç bir
şevkle işime koyuldum. Tüm yaşamım boyunca çok hızlı, üretken, yapıcı ve yaratıcı,
zaman sının tanımayan bir tempoda çalışmayı şiar edindim. Bu tavrım askerliğin sıkı
disiplin kurallarına rağmen bana bir ayrıcalık tanınmasına neden oldu, özgürlüğümü
son sınırına kadar kullanmaya çalıştım. Bugün geriye baktığımda yaptıklarımdan
pişmanlık duymuyorum.
Göreve başladığımda bir sürprizle karşılaştım. Cezaevinde ve Askerlik Şubesi'nde
bulunduğum şiire içinde Batı Menzil Komutanlığı karargâhındaki odam kapalı
tutulmuş ve kapı üzerindeki isim levham sökülmemişti. Hayatınım en mutlu
anlarından birini yasıyordum. Komutan ve mesai arkadaşlarımın Özellikle şube
müdürüm Kur. Alb. Hayrettin Erdoğan'ın bu tutumu askerlikle göze alınacak türden
bir risk değildi...
30 Ağustos geliyordu. Tüm bu olumsuz, koşullara karsın olumlu sicil almıştım.
Albaylığa yükselmem gerekiyordu. Bu kadarına hamlarım tahammül edemezdi, Çare
arandı; 42 sayılı yasa ile 14 Ağustos 1964 günü emekliye ayrıldığıma dair emir bana
tebliğ edildi Emekliye ayrıldığımda kıdem sıra kitabında devremdeki kurmay
subayların en başında bulunuyordum.
1960 yılında çıkarılan anti demokratik bir yasa olan 42 sayılı yasanın beş yıl
yürürlükte kalması öngörülmüştü. Bu yasaya göre 27 Mayıs'tan sonra toplu emeklilik
gerçekleştirilmişti. Aslında yürürlük süresi geçmediği halde bu yasa bana
uygulanamazdı. Çünkü 27 Mayıs'tan sonra istenilen emekli dilekçesini vermemiştim.
Danıştay'a açtığım dava geri döndü. O dönemde davama bakan kanun sözcüsüne bir
yerde rast geldim. "Talat Bey davanız bende, sizi orduya döndürmekle meslek
yaşamımın en şerefli hizmetini yapacağım" diyordu, -ismi bende saklı- Aslında
kendisinin davama baktığını bile bilmiyordum. Bunun yanında bir hukukçu olduğu için
''ihsası rey" yapmaya da hakkı yoktu. Dava aleyhime sonuçlandı... idari yargıyı da bu
olayla değerlendirme olanağını bulmuştum.
Avukatım Suphi Artuk, Danıştay'da açtığı ikinci bir davada albaylığa yükseltilmemi
istemişti. Bu kez de aldığını yanıt ''müşteki albay olmaya hak kazanmıştır: ama yasal
süresi olan 90 gün içinde başvurmadığı için dava düşmüştür" şeklinde idi.
Peki TSK'da yükselme otomatik olduğuna göre kazandığım hak neden verilmemişti'.'
Bu sorunun yanıtını hiç bir devirde öğrenemedim; çünkü hukuk zorlanmıştı.
Avukatıma, "neden 90 gün içinde dava açmadın" diye sordum, O'nun yanıtı, "nasıl
olsa beraat edip tüm haklarımızı alacaktık" oldu. Sonuçta bu kadar yıl süre
küçümsenemeyecek boyutta maddi kayba uğradım.
Başvuracağım son makam TBMM dilekçe komisyonu idi. Bu kadar adaletsizliğin
yaşandığı ülkemizde maddi bir sorunum için TBMM'ye başvurmayı içime
sindiremedim.
Emekli olduktan sonra işadamı bir dostum, Afyon'da kalmamı ve birlikte çalışmamızı
önerdi. Kabul ettim, ancak, arkadaşımın benden uzak durduğunu görünce ve durumu
araştırınca Ankara'dan aleyhimde korkunç suçlamalar içeren bir mektubun Afyon
Valiliği, Emniyet Müdürlüğü ve sonuçta Batı Menzil Komutanlığı'nca
soruşturulduğunu öğrendim. Gerçi suçlamaların gerçek olmadığı Ankara'ya
bildirilmişti; ama daha soruşturma evresinde mektup işadamı arkadaşıma gösterilip
istenilen amaç elde edilmişti.
Bu arada, Genç Kemalistler Ordusu Davası Ankara'da devam ediyordu. Mahkemeler
bu uydurma davaya bakmak istemiyorlardı. Hukukî ihtilaf, selbi ihtilaf diye paslaştıkça
paslaşıyorlardı.
Mahkeme Başkanı Tuğg. Faik Türün'dü; Cevdet Sunay ile Memduh Tağmaç'a yakın
olduğu biliniyordu. Aslında onu 1960'tan bu yana tanıyordum. Dünya görüşlerimiz
farklıydı.
Süregelen adaletsizlikler başkaldırı güdümü öne çıkarmış, her şeyi göze alan,
inceldiği yerden kopsun tavrı içinde mahkemede sert bir tutum sergiliyordum. Beni
uyarmakla görevli Mahkeme Başkanı sessiz kalacak kadar akıllıydı. Çünkü müdahale
ettiği anda aynı tonda karşılık vereceğimi anlamıştı. Böyle bir durumda itibarı
sarsılacak ve daha üst rütbelere çıkması tehlikeye düşecekti. Hasımlarıma bir kişi
daha katılmıştı: Faik Türün.
Türün sabırlı adamdı, bekledi. Orgeneralliğe kadar yükselip 12 Mart 1971 Muhtırasal
Darbesi'nden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanı oldu. Ünlü Zihni Paşa işkence
köşkünde beni bir ay konuk(!) edip hem kendi adına hem de ülküdaşları Sunay'lar,
Tağmaç'lar, Sualp’lar adına öcünü aldığını sandı. Tüm gücümü, aklımı ve yeteneğimi
kullanıp Türün'ü kamuoyunun tanımasını sağlamaya çalıştım. Yaptıklarına bin
pişman olduğunu düşünüyorum.
Mahkeme sürerken Afyon'dan İstanbul'a taşınıp babamın mütevazı evine sığındım.
1965 yılında Ankara'daki bir şirketin muhasebe müdüründen -Nezih Topçu- masonluk
önerisi aldım, şiddetle reddettim... Ulusallığı ve devrimciliği ilke edinmiş bir kişinin
uluslararası emperyalist bir örgüte üye olması düşünülemezdi... Aynı yıl Sanayi
Bakanı Mehmet Turgut'tan iş teklifi aldım. Kabul etmedim. Günümüzde hiç
gereksinimleri olmadığı halde bankaların yönetim kurullarında görev almış üst düzey
generalleri, amiralleri anlamakta güçlük çekiyorum. Eriştiğim son rütbenin onurunu
korumak için 37 yıldır emekli maaşıyla yaşıyorum. Bu nedenle, Mehmet Turgut'un
bana önerdiği görevleri açıklarsam iki kuruş para uğruna sanık durumuna düşen
kişiler utanırlar diye düşünüyorum.
İstanbul, Kuzguncuk'ta oturuyordum. O günlerde çok daha tenha, sessiz sakin bir
semtti. Ama beni izlemek için 6 polis görevlendirmişlerdi. Tüm eski Kuzguncuk Tular
görevlileri tanıyordu. Karargâh kurdukları berber hariç, tüm esnaf onların
davranışlarını anında bana yansıtıyordu. Biri hariç hepsi insan evladıydı. Daha
karşılaşmamızda elimi öpmeye çalıştıklarını anımsıyorum. İzledikleri kişinin daha
öncekilerine benzemediğinin ayırdına varmışlardı ama görev görevdi... Bir gün bir iş
kazası(!) sonucu açık verdiler. Evime ziyarete gelen İstanbul Eski Emniyet Müdürü
Kur. Alb. Muammer Şahin'i izlediklerini saptadım. Şahin'in İçişleri Bakanı Faruk
Sükan’la dost olduğunu bildiğim için iznini alıp bu durumu Bakan'a yansıttım.
Daha sonra Faruk Sükan gerçeği açıkladı. Org. Cemal Tural, MİT'ten benim
izlenmemi istemiş, MİT'de İstanbul Emniyeti'ne emir verdiği İçin uygulama başlamış...
Faruk Sükan Diyarbakır'a giderken kendisine verilen mektubumu birkaç kez okuyup
etkilenmiş ve telefonla durumu öğrendiğinde İstanbul Emniyeti'ne emir verip
uygulamayı durdurmuştu... Mektubumu kitapta bulacaksınız.
Her yerde Cemal Tural karşıma çıkıyordu...
Bu dönemde Cemal Tura!, Sıkıyönetim Komutanlığı'ndan kazandığı deneyimleri
sürdürüyordu. Darbe yapma hevesine kapılmış, sivil kurulları denetliyor, TRT Genel
Müdürü'nü demeçlerinin tümünü yayınlamadığı için "Büyük adamların konuşmaları
sansür edilmez" diye azarlıyordu. Bu arada 21 Mayıs hükümlülerinin affına da karşı
çıkıyordu. Bizler de o dönemde af için girişimlerimizi sürdürüyorduk. Tural'a Kur. Alb.
Selçuk Alakanla ortak imzalı bir açık mektup yazdık.(76) Bu mektup kuşkusuz
zamanın hükümetini memnun etmişti.
Bir gece saat 24.00'te Ankara'da kaldığım otele Emniyet Müfettişi Hakkı Kütük geldi.
Bakanın benimle konuşmak istediğini söyledi. Zamanını sorduğumda makamında
beklediğini söyledi. İçişleri Bakanlığı'na gittim. Saatlerce konuştuk. Sonuçta sadede
gelindi. Cemal Tural'ı emekli etmeye karar verdiklerini, bu konuda kendilerine
yardımcı olmamı istiyorlardı... Nereden nereye... TSK'nın bu durumda tepkisini
Ölçmek istiyordu. Verdiğim yanıtla bakanı rahatlattım. O geceki konuşmanın tümünü
açıklarsa sevinirim. Çünkü aralarının açık olduğunu bilmediğim halde Başbakanı
Süleyman Demirel'i yermiştim. Şellefyan'dan söz etmiştim.
76. Akşam, 6 Aralık 1965.
Y.n.: Bu mektupla emekli oldukları sonra ilk kez yazmaya başladım.
Daha sonra 21 Mayıs’çıların affı ve hatta onlara iş bulunması konusunda da
yardımlarını gördüm. Bu konuya ilişkin mektupları da kitapta bulacaksınız.
Faruk Sükan'a halk "zehir hafiye" ismini takmıştı. "Solcuların nefesini dinliyorum"
dediği için... Ama ideolojik farklılığımıza karşın uygarca ilişki kurabilmeyi başarmıştık.
Bu arada Genç Kemalistler Ordusu Davası devam ederken, Ankara'da Kızılay'da bir
Askeri Yargıç dostça yaklaştı. Hatırımı sordu. Muhabere Subayı iken As. Yargıç
olmuştu. 1950 yılında İzmir, Gaziernir'de motor kursuna birlikle katılmıştık. Kursta her
sınıftan 50 subay vardı. Bunlardan 16'sı ulaştırma sınıfındandı. O kursla birinci
olmam olay olmuştu. Söylenildiğine göre bu olay tek örnek olarak kaldı. Bu nedenle
müşterek kurs gördüğümüz subaylar -ulaştırma sınıfı dışında- bana sürekli saygı
duymuşlardır. B.Ö. onlardan biri idi. Kendisine ilgisi için teşekkür ettim ve izlendiğim
için uyardım. Caddede bağırıyordu:
"Talat abi hepsinin anasını..........ben onları da bilirim seni de, kimseden korkum
yok!.."
B.Ö.'ye nerede olduğunu sordum. Çankırı'da görevli olduğunu öğrendim.
Bir yıl sonra Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesi"nin yargıçlığına B.Ö.
atanmıştı. Ve ben bu mahkemede yargılanıyordum. Mahkeme olumlu bir seyir izliyor.
Prof. Yavuz Abadan, Prof. İlhan Arsel ve Doç. Dr. Feyyaz Gölcüklü'den oluşan
bilirkişi heyeti "Genç Kemalistler Ordusu Bildirisi"nde suç olmadığı hakkında iki kez
rapor vermişlerdi. B. Ö. öldü gitti... Kendisini bu şekilde anmak istemezdim.
Mahkeme kararını verdi. Askeri Ceza Kanunu'nun 148. maddesi uyarınca 4 ay ile
cezalandırılmıştım. Eğer o günden bu yana TSK'da siyaset yapanlar varsa hepsinden
alacağım var. Çünkü onlar adına da "günah keçisi" seçilip, mahkûm edilmiştim.
Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı, Memduh Tağmaç Genelkurmay Başkam, Faik Türün
1. Ordu Komutanı olmuştu. Bu koşullarda okumak ve yazmaktan başka seçeneğim
yoktu; bu işe koyuldum, çok da iyi oldu. Şimdi tüm etkinliklerimi bu kitapla sizlere
sunmaya başlıyorum...
DP'nin "Küçük Amerika" olma maskesi ardına sığınan, ABD kaynaklı destekle
beslenen, Atatürk karşıtı, mandacı, uydu kapitalist emperyalist politikası iflas etti.
DP'nin devamı olduğunu iddia eden ve iflas ettiği kesinleşen bir politikayı ısrarla
sürdürdüler. Ülkeyi batırdıkça hatırdılar.
12'li darbeleri uluslararası kapitalizmin gizli örgütleri ve onların emrindeki istihbarat
örgütleri yönlendirdi. Bugün yaşanan kaosun baş sorumluları kanımca dünyadan
haberi olmayan faşist cuntacılardır. Onlar yönettiklerini sandılar ancak, belki de
bilmeden yönetiliyorlardı!..
12 Mart'ta Özellikle Org. Faik Türün dönemindeki tüm belgeleri inceleyiniz, Atatürk'ün
ağza alındığını belki göremezsiniz. Türün'ün tarikatlara sempati duyduğu, militan
boyutlarda AP sempatizanı olduğu daha sonraki evrede ortaya çıktı.
12 Eylülcülerin lideri fetva verir gibi söylevlerle bazı çevrelere göz kırpıp sempati
toplamaya çalışırken, öte yandan heykel ve rozetçilere para kazandırıyordu. Atatürk
ilkelerini yozlaştırmayı gerçekten çok iyi becerdiler.
1973-1974'lerde "umut" olarak önümüze sürülenlerin pili bitti. 1974 yılında Ecevit "çok
şeyi değiştireceğini" açıklıyordu. Gerçekten de çok şeyi değiştirdi. Herhalde becerisini
onaylayan güçler var ki hâlâ kutup yıldızı gibi yerinde duruyor.
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel hastalandığında o zaman doğal prosedür işletilmiş bir
sağlık kurulu raporu alınıp görevinden uzaklaştırılıp yerine başkası seçilmişti...
Politika piyasasına durmaksızın umut pompalayanlar halkı kandırıyorlar. Ecevit bile
umudu tükendiğinde nevzuhur bir başka umuda sarıldı...
"Dört katlı apartman"(!) kuruldu. Made in USA patentli prenslere ekonomimiz teslim
edildi; talan, soygun, rüşvet düzeninden paylarını alanlar paçaları sıkışınca
"Anavatan"larına kaçtılar. Rantiye sınıfı türedi, tüm etik değerler yozlaştırıldı. Bakan
rüşvetleri, TBMM soygunu ve benzerlerine -'dört katlı apartman" anlayışı eşlik etti;
tarikat mensubu bir kişinin iktidara egemen olması irticaya ivme kazandırdı... 1990'lı
yıllarda Özal Silivri'de Uluslararası Lions Örgütü tarafından Amerika'dan gönderilen
"Melvin Jones Fellow" adına verilen dostluk Ödülünü aldığı zaman yaptığı
konuşmada;
"Türkiye'nin çıkış yolunun kendisine Amerika gibi ülkeleri örnek almasında olduğuna
inanıyorum" diye konuşmuştu. (77)
ABD pekâlâ ikinci bir by-pass ameliyatı ile Özal'ı bir süre daha yaşatabilirdi. Ama üç
ay önce birilerine haber gönderdi. "Hazırlığını yap" diye.
17 Nisan 1993 günü Malatya'da SHP'nin düzenlediği bir panelde konuşmacıydım.
SHP il başkanı Mahmut Alikaşifoğlu, Özal'ın ölümünden beni haberdar etti.
Yukarıdaki senaryoyu daha değişik biçimde kendisine yansıttım. Daha sonra
medyada bu doğrultuda haberler çıktı...
Tam bu sırada Mesut Yılmaz'ın "Modern felsefenin dışlayıcı ve ayrıştırıcı karakteri
rehabilite edilerek İslâmi içerikle hizmet şemsiyesi altına alınmalıdır" görüşü basında
"Özal tipi Müslümanlık" şeklinde yorumlandı. (78)
ABD korumacılığında Müslümanlığın din adına yapılan en büyük takiyye olduğunu
düşünüyorum. Açık konuşalım Nakşibendilik mi yoksa Fethullahçılık mı öne
çıkarılmak isteniyor? Bir kaç günde Cavit Çağlar'ı palas pandıras Türkiye'ye iade
eden ABD, Fethullah Gülen'i neden bağrına basıyor. Hıristiyan bir ülkenin himayesini
dini bütün hoca efendi nasıl içine sindirebiliyor?
—Başbakan Ecevit neden hâlâ Fethullah Gülen'e arka çıkmaya devam ediyor?
—Fethullah Gülen'in yurda getirilmesi için yasal girişim başlatılmış mıdır?
—Gerçekten de yazıldığı gibi Fethullah Gülen'e koruma verilmiş midir?
—Mevcut hükümet 28 Şubat sürecine karşın Nakşibendi tarikat şeyhi Prof. Esat
Çoşan'ı Süleymaniye Camisi avlusuna gömme kararını nasıl alabilmiştir?
Bir zaman geldi politikaya baba imajı pompalandı. Kardeşler, yeğenler, enişteler,
manevi evlatlar, aile çevresinden oluşan ahbap çavuş kapitalizminin bugünlerde iyice
ipliği pazara çıktı...
Cavit Çağlar'ın 28 Nisan 2001 günü DGM'deki sorgusunda Murat Demirel'i suçladığı
medyada yer aldı...
Bir ara "bacı" imajıyla toplum oyalandı. Sonuçta deniz bitti...
Aslında "Sorun'un kapitalist düzende" olduğunu, küresel işbirlikçi
77. Hürriyet, 3 Haziran 1990.
78. "Hedef Özal tipi Müslümanlık", Milliyet, 8 Mart 2001.
aymaz politikacılara anlatamazsınız. "Küresel coğrafya" dışında bırakılmış
coğrafyadaki politikacılar akıl almaz bir aymazlık içinde "Yeni Dünya Düzeni"nin
patronlarının değirmenine su taşımayı iktidarlarının önkoşulu sayıyorlar. Bu anlayışla
süregelen kriz periyodundan çıkmayı olası görmüyorum. Küreselleşmişler dünya
hükümetine doğru(80) adım adım yürüyorlar. Az gelişmiş ülke iktidarları eli kolu bağlı
bu anlayışa taşeronluk yapıyor.
Soğuk savaş döneminde ABD gizli servislerinin yönlendirmesi ve finansmanıyla
politik, ekonomik, sosyal, kültürel vb. gibi... alanlarda örgütlenen "Antikomünist"
yapılanma bugün küreselleşmeci oldu, baş kal aştı...
Bazıları iki Bilderberg üyesinden oluşan bu iktidarda ne işi var diye soruyorlar. MC
iktidarlarından itibaren süregelen kadrolaşmanın parti politikasına yaran olgusu
kuşkusuz tartışılmaz...
Ancak gelmiş geçmiş parti liderlerinin astronomik servetlerinin, yoksul halkın
siyasetten soğumasına neden olan etkenlerin başında geldiği de bir gerçektir.
Bu bağlamda MHP, Başbuğlarının servetini mercek altına almak zorundadır. Sorun
aile içi bir miras kavgası şekline indirgenemez. MHP, Türkeş'in servetinin kaynağını
halka açıklamak yükümlülüğü ile karşı karşıyadır. (81)
1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yaptığım Savunmada da benzer
düşünceler açıklıyordum:
"Amerikan yanlısı bir iktidardan ulusal çıkarlara uygun çözüm beklemek boşunadır...
Amerikan çıkarlarım koruyan iktidarlar yaşatılacak, ona karşı olanlar devrilecektir.
CIA'ya ajanlık yapanlar politik ve idari kadroların kilit noktalarını koruyacak bir yandan
Amerikan dolarları ile beslenecek, devrimciler, yurtseverler hapishanelerde,
mahkemelerde sürünecektir. Ne zamana kadar?
Gerçek demokrasi kuruluncaya kadar..." (82)
Kuzey Irak'ta .500 ajanı olan CIA'nın Türkiye'de kaç ajanı olduğunu hiç düşündünüz
mü?
Ülkemizde özellikle Demokrat Parti iktidarından bu yana dinin
80. "BM, 2000'de yapılacak zirve öncesi ulusal demokrasi yetine küresel demokrasi çağrısında
bulundu" Cumhuriyet, 17 Ağustos 1999.
81. Neo Nazism Dossier, Patrick Sharoffe.
82. Talat Turhan'ın Savunması 8. Klasör.
politikaya alet edildiği yadsınmaz. DP liderleri Atatürk düşmanı bir tarikat liderinin elini
öpmekten inanmamışlardır.
Saidi Nursi bir risalesinde;"
"Amerika gibi din lehinde ciddi çalışan muazzam bir devleti kendine hakiki dost
yapmak, iman ve İslamiyetle olabilir" şeklinde fetva vermektedir(l)..
ABD yanlısı iktidarın, ABD hayranı bir tarikat şeyhinin birlikteliği doğaldı. Kuşkusuz
ABD'nin kendisinden yana olan bu dini cemaate her bakımdan(!) destek olması da
doğaldı... Bu nedenle Nurcuların etkisi arttıkça arttı.
Fethullah Gülen'in görüşlerinin Saidi Nursi'yle örtüşmesinin kuşkusuz bir anlamı
olmalıdır.
Fethullah Gülen daha açık kart oynuyor, ABD'den aldığı destekle okullar açtığını itiraf
ediyor... (84)
Tüm bu gerçeklere karşın propaganda etkisinde kalmış saf ve temiz halk çoğunluğu
Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle ibadet özgürlüğünün serbest kaldığına
inanmaktadır.
Acaba Demokrat Parti gerçekte İslâmdan yana mıydı?
1958 yılında Lübnan'daki Müslümanlarla Hıristiyan Araplar arasında süregelen iç
savaşta Demokrat Parti'nin Hıristiyanlara silah ve cephane yardımı yaptığını bu
operasyona katılan Pilot Yüzbaşı Hüseyin Avni Güler'den" öğrendiğimde şaşırmıştım.
Tüm uğraşıma karşın medyaya konuyu yansıtamadım.
Güler'den yaşadığı bu tarihsel olayı bir mektupla bildirmesini rica ettim:
"1958 yılında Lübnan'da iç savaş başlamıştı. Müslüman Araplarla, Hıristiyan Araplar
zaman zaman bu ülkede çatıştıkları için ve ABD de Hıristiyan Araplardan yana
olduğu için Türkiye'de Amerika'nın kararı ile bu ülkeye silah verme kararı almıştı.
"Celal Bayar-Adnan Menderes yönetimindeki Türkiye'de halkın, Türkiye Büyük Millet
Meclisinin ve hükümetin haberi olmadan Bayar-Menderes-Zorlu ekibinin gizli karan ile
Amerika'nın bu emri uygulanmıştır.
83. "Beyanat ve Tenvirler." Saidi Nursi.
84. Nevval Sevindi, ''Fethullah Gülen ile Newyork Sohbeti," Sabah Kitapları, 1997.
85. Em. Hv. Alb., eski milletvekili.
"Ben Ankara Etimesgut'ta 12'nci Hava Ulaştırma\Üssünde görevli Hv. Uçucu
Seyrüseferci Yzb. rütbesinde bulunmaktaydım.
"Bahis konusu bu askeri silah ve malzemeler üssümüzdeki C-47 Dakota uçakları ile
Lübnan'ın Beyrut üssüne taşındı.
"Uçaklarımız Etimesgut'ta yüklenirken, ilk sortilerde Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu
nezaret ediyordu. Ve kararı halktan gizlemek için geceleri uçuyorduk. Mart ayının
kötü hava şartlarında ve korsan uçuş olarak görev yapıyorduk.
"Her uçak iki ton kadar yükü ile Beyrut havaalanına iniyor, yükümüzü Lübnanlılar
boşaltırken ve yakıt ikmâli alırken. Türk düşmanı Ermenilerin sabotajı için uçak
başından ayrılmıyorduk.
''1958'deki bu savaşta, egemen güçler tarafından Lübnan halkı zaman zaman bu
durumlara düşürülüyordu. Demokrat Parti hükümetleri kendisini milliyetçi ve
muhafazakâr, hatta mukaddesatçı olarak millete takdim ettiği halde nasıl oluyor da
Müslümanların öldürülmesi için Hıristiyanlara silah veriyordu?"
Sorumu yineliyorum. Demokrat Parti iktidarı Müslüman mıydı?
Kitabımın "Giriş" bölümünde başlangıçta küreselleşmenin gizli örgütlerinden,
yandaşlarından söz ettim. Emperyalist hıyanet ağını oluşturan örgütler sayılmakla
bitmez. Bu dönemde NGO'ların kum gibi çoğalması nasıl açıklanabilir? "Küresel
Soygunu" göz ardı ederseniz; her türlü örgütü kurabilir, istediğinizi yapabilirsiniz. Hem
de dünya çapında örgütlen örgüte akçalı ilişkilerden pay da alabilirsiniz. Bunu
başaramazsanız Örgütler arası toplantılara çağrılıp bedava turistik gezi
seçeneğinden yararlanabilirsiniz...
Bu bölümde 27 Mayıs 1960'tan itibaren yaşamımdan kesitler vermeye çalıştım ki,
uğraşlarımın değerlendirilmesi kolaylaşsın, kitapta yer alan yazılar arasında bağ
kurutabilsin.
27 Mayıs'ı gerçekleştiren güçler, 141er, 22 Şubatçılar, 11'ler, Genç Kemalistler, 21
Mayısçılar, boykot ve işgalle üniversite ve tüm eğitim sorunun düzeltilmesini isleyen
öğrenciler, kendisi için sınıf olma mücadelesi veren bilinçli işçiler, inançları uğruna
sokaklarda kurşunlanan gençler, mütegallibenin toprağım işgal eden yoksul köylüler,
yargıçlar, boykottaki polis öğrencileri, iktidara alet polisin kurşununu yiyen emekçiler,
bütün yurtta boykot eylemini yürüten öğretmenler, direnen memurlar, aydınlar,
yazarlar, "dokuzlar" ve bu güçlerin düşün ve eylem çizgisinde olan bütün vatandaşlar,
gerçekte bilinçli ya da bilinçsiz "İkinci Kurtuluş Savaşı"nın birer eri olarak görevlerini
yapıyorlar...
Kitabın son bölümüne tarihsel bir sürece damgasını vuran belgeleri ekledim ki
gerektiğinde başvurulsun. Bu belgelerin bile tek başına ülkemizde demokrasinin
yerleşmediğini kanıtlamaya yeterli olduğunu sanırım...
Aydın olabilmek çabası içinde, tanığı ve sanığı olduğum süreçte gerek eylem gerekse
düşünce bağlamında katılımcı olmayı bir misyon olarak algıladım.
Okuyucularıma yararlı olabilirsem mutlu olacağım...
Talat Turhan
Kuzguncuk, 30 Nisan 2001
SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ
VE
21 MAYIS*
Türkiye'de yıllar yılı cunta hareketlerinin bil memesinde, bütün ordu tarihiyle birlikte
27 Mayıs'ın da özel bir önemi vardır. 27 Mayıs'tan sonra, yönetimi sivillere
devretmemekten yana olan 14'lerin tasfiyesinin hemen ardından. "Silahlı Kuvvetler
Birliği" kurulmuş ve fosa zamanda asıl gücü eline geçirmişti. Şubat ve Mayıs
girişimlerinde, bu yarı gizli örgütün üyeleri etkindi. Aydemir'in asılmasından sonra,
hukukta yeri olmayan bir ayrım pratikte yerleşti. Ordu müdahalesi emir-komuta zinciri
içinde gerçekleşirse "cunta" olmaz. 12 Mart'ta bu ayrımın nasıl etkili olduğunu birçok
yerde, ama en net biçimiyle Celil Gürkan'ın Cumhuriyet gazetesine anlattığı anılarda
görüyoruz. 60-70 arasının çalkantılarım, hemen hemen hepsine taraf olmuş, su anda
cunta etkinliğini eleştiren ve böylece kendi eleştirisini veren emekli yarbay Talat
Turhan'ın ağzından sunuyoruz..
Yeni Gündem: Silahlı Kuvvetler Birliği nasıl kuruldu?
Talat Turhan: Şimdi efendim, şöyle söyleyebiliriz Milli Birlik Komitesi Slh. K.'ler adına
ordunun vekili olarak 27 Mayıs'ta iktidara e! koydu. Ama Komite kendi arasında
parçalandığı andan itibaren, bir anlamda yasallığını yitirmiş oldu. Ve olası yeni
bölünmelerin de ortamı hazırlandı. O zaman genel bir kanı doğdu. MBK üyelerinde
bu durumda 'vekalet görevini yapamıyor, asiller işe sahip olsun' kanısı yerleşmeye
başladı. Genelde şöyle düşünülebilir: Mîllî Birlik Komitesi üyesi olması gereken kişiler
yanında, bu nitelikten yoksun kişiler çoğunlukta idi. Bu oluşum bir anlamda Silahlı
Kuvvetler Birliği Örgütü'nün kurulmasını kolaylaştırdı. Burada kişisel
* Y.n.: - Dili düzeltilerek sadeleştirilmiş ve yeniden düzenlenmiştir.
-Yeni Gündem dergisinin 15–28 Kasım 1585 günlü sayısında yapılan söyleşi.
ihtirasların rolü düşünülebilir. Yukarıdan aşağı bir oluşum değil, ama aşağıdan yukarı
bir oluşum. O zaman MBK'da kalan 23'ler bu oluşumun farkına varıyorlar ve bu
oluşumun zaman içinde kendi aleyhlerinde sonuçlanacağını anladıklarında teyakkuza
geçiyorlar. Silahlı Kuvvetler Birliği 6 Haziran 1961'e kadar Hv. K. K. Orgeneral İrfan
Tansat'e ulaşmış ve Tansel'i örgüte almıştı. Karşıdaki güçler ve MBK, eğer Silahlı
Kuvvetler Birliği örgütünün tepesindeki adamı budarsak, örgütü dağıtmamız
kolaylaşır anlayışıyla Tansel'i Washington'a tayin ediyorlar ve gerekli kararname de
çıkıyor. Cumhurbaşkanı da Cemal Gürsel. Bu olay üzerine Silahlı Kuvvetler Birliği bir
ültimatom veriyor Cumhurbaşkanı'na. Aslında bu kararı alanlar legaliteyi temsil
ediyorlar, karşı taraf illegal. Bu kararı alan İşgal güçlere karşı SKB örgütü altı
maddelik ültimatom veriyor: Buna İmza koyan Milli Savunma Bakanı' ve buna karşı
çıkan Kara Kuvvetleri Komutam1 emekliye sevk edilecek. Bu olacak, şu olacak
şeklinde. O arada jetler Çankaya'yı ütülüyor, bütün herkes tükürdüğünü yalıyor ve
Silahlı Kuvvetler Birliği fiilen sahneye çıkıyor. Ve böylece Silahlı Kuvvetler Birliği gizli
örgülü legaliteyi teslim aldığı andan itibaren iktidar, illegaliteyi temsil eden Silahlı
Kuvvetler Birliği'ne geçiyor. Neden o zaman MBK'yi dağılıp da SBK'nın iktidara
oturmadığı sorulabilir? Bunu anlamak mümkün değil "Nikah birinin üzerinde,
bacakları başkasının üzerinde". Belki de dış dünyaya karşı öyle darbe üzerine darbe
görüntüsü vermemek için böyle arkada kalıp öndekileri gütmeyi yeğlediler.
Y.G.: Her rütbeden adam var mıydı?
T.T.: Yarbaydan aşağısı yok. Bütün generaller örgütün içinde... Ve bu arada tabii
Org. Cevdet Sunay giriyor devreye. Bakıyor, çok önemli bir güç, kendini emniyete
almak için SKB örgütüne üye oluyor."'
1.Emekli Orgeneral Muzaffer Alankuş ültimatom sonucu emekliye ayrıldı,
2.Korgeneral Celal Alkoç ültimatom sonucu emekliye ayrıldı.
3.Oysaki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay SKB Gizli Örgütü'nün Tansel olayı nedeniyle
vermiş olduğu ültimatomun muhataplarından biriydi, İrfan Tansel'in Washington'a atama
kararnamesine imza koyan da Sunay. Ültimatomu kabullenip K.K.K, Korgeneral Celal Alkoç'un
emeklilik kararnamesine imza koyan da yine Sunay...
Genelkurmay Başkanlığı düzeyinde yaşanan bu tarihi çelişkiyi göz ardı edip, bu kişinin güce boyun
eğme niteliğini herkes kullanmakta sakınca görmedi... AP ve Demirel desteğiyle Cumhurbaşkanı bile
yapılan Sunay, 12 Mart 1971 günü Demirel'i Başbakanlıktan alacağı eder muhtıra verildiği gün
çaresizdi...
Y.G.: Başına da geçiyor...
T.T.: Evet. Bu sırada Genelkurmay Başkanı çıkarını gayet iyi hesap eden bir adam
gerçekte. Bir yerlerde kalmasını bilmek kolay değil Türkiye'nin o günkü koşullarında.
Genelkurmay Başkanı bu Örgütün prensiplerini yaysın dedik. Resmen, yazılı olarak
yaydı. O anda gizli örgütten de bahsedilemez artık; Silahlı Kuvvetler'e Genelkurmay
Başkanı 'nın emriyle mal olmuş benzeri bulunmayan bir Örgütlenme...
Bu arada seçimler oldu. Seçimler sonucunda, İstanbul'da bulunan komitenin başında
Gn. Faruk Gürler(4) ile yirmi-otuz general, albay protokol imzaladılar. Bu yapıdaki bir
meclisin 27 Mayıs felsefesine, 27 Mayıs Anayasasına sahip çıkamayacağını karara
bağlayıp, seçimleri geçersiz sayıp TBMM'nin açılmasını önleme karan aldılar.
Protokol imzalandı. Örneğin Battır 21 Ekim protokolü için İstanbul'a çağrıldığını, ama
gitmediğini söylüyor. Zaten bu örgüte üye olmadığım, ama toplantılarına katıldığını
belirtmiş. Oysa üye olunmadan bir gizli Örgüt toplantısına katılmak olanaksızdır.
Ayrıca İstanbul'daki protokolün koşutu Mürted Protokolü'nde İmzası var. Demek ki
demokrat görünmeyi bugün için daha yararlı görüyor.
Neyse, bu sırada İsmet Pasa araya girdi. Çankaya'da bir toplantı yapıldı; generallerle
politikacılar dört madde üzerine pazarlığa oturdular...
Y.G.: Bu sizin Uğur Mumcu'yla konuşmanızda saydığınız maddeler mi?
T.T.: Evet. Yalnız orada bu olayı anlatmadım, maddeleri saydım. Pazarlık sonucu
generaller geriledi, TBMM açıldı. Şimdi sorun
4. Tuğa. Faruk Gurlar Silahlı Kuvvetler Bitliği Gizli Örgütü'nün başkanlığını yapmış, İstanbul'dan
kaynaklanan ültimatom ve müdahale protokollerine öncülük etmiş, Ankara'daki örgüt üyeleri bu
girişimleri ciddiye almış ancak İstanbul Grubu sonra yan çizmiştir. Örneğin: İstanbul Grubu'nun 9
Şubat 1962 günlü protokolü olmasaydı, Kur, Alb Talat Aydemir 22 Şubat 1962'de başkaldırın azdı.
Faruk Gürler'in ürkek ve ikircikli tavrı sonunu hazırlamış ve de Bomba Davası'nda Marksist-Leninist bir
cuntanın başkanı olarak iddianameyle sanık ilan edilmiştir...
5. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur'un "Anılar ve Görüşler" adlı kitabında yer
alan ve gerçeği yansıtmayan bu açıklamayı "Silahlı Kuvvetler Birliği Gizli Örgülü ve Muhsin Batur"
ballıklı yazı ile yanıtladım- Bu yazıyı kitapta bulacaksınız.
şu: TSK ile politikacılar anlaşmışlar, karşı taraf anlaşmayı bozarsa protokolde imzası
bulunan komutanlar imzasına sahip çıkar. Ben protokolde yer alan ilkelere sahip
çıktım. Generallerin imzalarının arkasında durmaması T. Slh. K.lerinde daha sonraki
dalgalanmalara neden oldu.
TBMM açılınca generaller Sunay'a doğru kaymaya başladılar. Albaylar da, Aydemir'e
doğru, Generaller "Silahlı Kuvvetler Birliği"ni bitmiş saydı, Albaylar sürdüğünü kabul
etti. Üç ay sonra, 19 Ocak 1962'de ortak bir toplantı yapıldı. (6) Bu toplantıdan Sunay,
"Ben, Silahlı Kuvvetler'in İsmet Paşa'nın emrinde olduğunu söylemeye gidiyorum."
diyerek ayrıldı. Yirmi gün sonra İstanbul SKB Örgütü İhtilâl kararı aldı. Başlarında da
Gn. Faruk Gürler var. Bu karar alınmasa 22 Şubat'ta Kur. Alb. Talat Aydemir ortaya
atılmazdı.' Ama İstanbul SKB Örgütü geri çekildi Aydemir açıkta kaldı.
Gürler'in karakterini bildiğim için, Gn. Celil Gürkan(7) Ankara'ya atandığında Gürler
konusunda kendisini bilgilendirdim. Başka memlekette adamı ipe çekerler, burada
yalnız emekli ediyorlar. Onun için burası darbeci cenneti. 22 Şubat'ta ben de emekli
listesine alınmıştım. Ama Milli Savunma Bakanı İlhami Sancar, beni korumuş.
Afyon'a sürdüler. Gn. Memduh Tağmaç da arkama ajanlarım koydu. Gene de
Afyon'da çabalarımı sürdürdüm. Bu meyanda Aydemir'le de görüştüm. (8) "Harekete
geçmeyin Slh. K.'lerdeki potansiyeli deşarj edersiniz." dedim. İkna edemedim. "Sen
merak etme. Orada sen bizim Garp Cephesi Kumandanımızsın" diye yanıtladı. Darbe
yapacağını bildiğim İçin, belki etkisi olur diye eşimi Ankara'ya Aydemir'in
6. Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı'ndaki bu toplantıya Ankara'da bulunan tüm generaller ile SKB
üyeleri katıldılar. Bu toplantıda ben de vardım...
7. Tümgeneral Celil Gürkan’la 1969–70 yıllarında birlikte olduk, 1970'te Ankara'ya giderken o zaman
K.K.K. olan Orgeneral Faruk Gürler'in ikircikli karakteri hakkında kendisini ikaz etliğimi anımsıyorum.
1970–1971 yıllarında. Ankara'daki Cunta sivil İhtilâlcilerle ilişkiyi kesme kararı aldı. Aslında bu karar bir
anlamda onların sonunu hazırladı. Bu dönemde Gen. Celil Gürkan’la bir iki temasımız oldu. 12 Mart
sağdan geldiği için soldan vurmak isteyen Cuntacılar yargılanmak istendi. Dengeler buna izin vermedi.
Bomba Davası adlı 'vitrin' bir davada 12 Mart'ın sol kanadının hesabım vermek bana düştü. Cuntacılar
da benim davada tanıklık yaptılar... Küçük burjuva’nın kaynak tavrı dedikleri bu olsa gerek...
8. 16 Mart 1963 gecesi Ankara'da hareket halinde bir araba içinde gerçekleşen bu buluşmada Em.
Kur, Alb. Aydemir'den başka Cevat Kırca (Em. Kur. Alb.) ve Fethi Gürcan (Em. Sv. Bnb), Bahtiyar
Yalta (Em. Kur. Bnb'da bulundular.
evine gönderdim. İzmir'e gittim oğlu, Hv. Lisesi öğrencisi Metin Aydemir'i uyardım.
Ama sonuç değişmedi.
O sıra "Genç Kemalistler Ordusu" diye bir bildiri yayınlamaktan gözaltına alınmıştım.
Tam salıverileceğim akşam 21 Mayıs 1963 darbe girişimi oldu. Bunun üzerine beni
de Org. Cemal Tural'ın emriyle içeride tuttular. İdam kararları verildiğinde(9) idam
hücrelerini dolaşarak arkadaşların mesajlarım alıp ailelerine götürdüm.
9. 5 Eylül 1963 günü 21 Mayıs olayları için mahkeme karar vermişti. Bu kararda idamlar da olduğu
için, Talat Aydemir. Fethi Gürcan... idam hücrelerine alınmıştı. Mamak Hapishanesi’nde hava kurşun
gibi ağırdı... Bütün hücre ve koğuş kapılan kilitlenmişti. Bu ortamda "Genç Kemalistler Ordusu"
davasından İçerde yatım iten ve sekiz kişiye tahliye kararı geldi. Bana izin verdiler. Arkadaşlarım-la
görüştüm. Aslında bu 'izin' bana verilmek istenilen bir gözdağı idi...
KARA KUVVETLERİ ESKİ KOMUTANI KORG.
CELAL ALKOÇ'UN GAZETECİ BEDİİ FAİK'E YANITI
Dünya, 29 Aralık 1966
Sayın Bedii Faik,
"İhtilalciler arasında bir gazeteci" başlıklı yazılarınızı dikkatle okumaktayım.
20, 21 Aralık 1966 tarihli Dünya gazetesinde, sırf adımdan bahsedildiği için buna ait
bir iki hususu açıklayacağım. Şöyle ki:
1- 27 Mayısl960 İhtilalinden sonra Orduda, en sorumlu görev almış olanlardan biri
sıfatıyla yürekten inandığım demokratik düzenin yeniden kurulması ve ordunun
politika dışına çıkarılması için bütün gücüm ile çalıştım. Bunun aksini hiç kimse ispat
edemez.
2- Hiç kimse ile, hiç bir şahıs veya zümre aleyhine bir ittifak ve anlaşma yapmadım.
Bahsettiğiniz yirmi havacı subaydan Agasi Şen(1) hariç hiç birini tanımam.
3- İrfan Tansel'in(2) tayinini, her şey olup bittikten sonra ben de, 1 Haziran 1961 günü
pek çok kimselerle beraber öğrendim. Bu tarihte orduda gizli bir teşkilatın mevcudiyeti
hakkında, bu teşkilat mensupları dışında kimsenin bilgisi yoktu. Tansel'in bu teşkilatın
bir mensubu olduğunu sonradan öğrendim. Tansel'in bu gizli teşkilatın bir mensubu
olduğu için değil, başka sebepten dolayı görevinden alındığım da sonradan
Öğrendim.
4- Kara Kuvvetleri Kumandanlığına geldikten kısa bir müddet sonra 1961 Nisan ayı
başlarında, İstanbul ve Ankara'da Subaylar arasında gizli bir yeminleşmenin
yapıldığını haber verdiler. O tarihlerde ihbarlar salgın bir hastalık halindeydi, ben
böyle bir şeye ihtimal vermedim. Çünkü Türk Ordusu 27 Mayıs sabahı, demokratik
nizamı yeniden kuracağına dair millete şeref sözü vermişti. O tarihten bu yana bunu
önlemek isteyen engeller bertaraf edilmişti. Kurucu Meclis kurulmuştu. Anayasa
çıkmak üzereydi. Yeni seçim elle tutulur bir hale gelmişti. Artık bu gidişe mani olmak,
kimsenin kudreti dahilinde ve haddi değildi.
Nitekim kendilerine, büyük bir kuvvet, kudret ve hamiyet ifade edilen "Silahlı
Kuvvetler Birliği Teşkilatı" mensupları dahi, 21 Ekim 1961
1. Hv. Kur. Alb. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in başyaveri, Mason...
2. Hv. K.K. Orgeneral İrfan Tansel.
İstanbul, Ekim 1961 Mürted, 9 Şubat 1962 Balmumcu protokollerine imza ve başlarını
koymalarına rağmen bu gidişe mani olamamışlardır.
5- "Silahlı Kuvvetler Birliği Teşkilatı"nın varlığını, bu teşkilata girmem hususunda
bana çok büyük şeyler vaad edilerek yapılan teklif üzerine, 3 Haziran 1961 günü
Öğrendim.
Böyle bir teşkilatın, Orduyu politika batağına büsbütün batıracağına, Ordu disiplininin
temelinden yıkacağına, Kumandanlık otoritesini, şeref ve haysiyetini ayaklar altına
alacağına inandığım İçin bu teklifi şiddetle reddettim.
Bütün askerlik hayatımda hiç kimsenin önünde eğilmedim. Hangi şartlar altında
olursa olsun astlarımın önünde eğilmeyi ise, maslahat icabı bir dirayet ve kiyaset
saymayı, benim askerlik anlayışım ve havsalam asla kabul etmedi.
İşte ben bundan dolayı emekli oldum.
Bunu yaptığımdan dolayı asla pişman değilim. Bugün başım yukarıda emekli bir
asker olarak huzur içinde yaşamaktayım.
Saygılarımla.
Celal Alkoç
Kara Kuvvetleri Eski K.
General Celal Alkoç'un Açıklamasına Bedii Faik'in Yanıtı:
Sayın Celal Alkoç'un mektubunda şahsına ait öne sürdüğü noktalara aykırı bir şey
yazmamış olmama rağmen, göndermek zahmetine katlandığı açıklamaya, teşekkür
ederim. Tansel olayı sırasında Kara Kuvvetleri Kumandanı bulunan Sayın Alkoç'un
Agasi Şen dışındaki diğer havacılarla bir ittifak yapması esasen bahis konusu değildi.
Mektubunda da belirttiği gibi O, meselenin prensibine ve dolayısıyla temeline karşı idi
ve böyle olduğu için de başka düşüncelerle aynı meseleye karşı olanlarla bir
paralelde gözükmüştür. Bununla bir ittifak arasında karlı dağlar olduğunu ise biraz
dikkati olanlar bile, hemen görebilirler!..
Bedii Faik
Not:
21 Mayıs 1963 kalkışması başarısızlıkla sonuçlanmış, sabah aydınlığı başlamış
durumdadır. Hv. K. Kom.. Org. îrfan Tansel'in makam odası Emniyet Genel
Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı'nın bulunduğu caddeyi olduğu gibi
görmektedir. Cadde üzerinde Hava K. Komutanlığı Karargah binası yönünde bir
birliğin geldiğini görünce havada bulunan uçakları bizzat bu birlik üzerine
yönlendirerek hiç gerek olmadığı halde ateş ettirir; ateş sonucunda hükümet
kuvvetlerine mensup kişiler de ölür.
Tansel'in bu tavrını anlamak güçtür. Açıklandığı gibi aslında Tansel'i 6 Haziran 1961
olaylarında kurtaranların başında Talat Aydemir bulunmaktadır. Bitmiş bir olayda
insan hayatına kasteden bu tavrının hesabı kendisinden ne yazık ki, sorulamamıştır.
Bunun gibi 22 Şubat 1962 gecesinin basın tarafından kahramanı gösterilen bu kişi o
gece Eskişehir'e sığınmıştır. O geceden kalan kompleksini tatmin için mi kraldan
ziyade kralcı bir tavırla vatan evlatlarının şehit olmasına sebep olmuştur?
Bu nedenle Tansel'in ilişikteki bu emri, bu bilgiler ışığında değerlendirilmelidir...
27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/10
ABDULLAH YILMAZ'İN MEKTUBU(1)
Ankara, 14 Kasım 1966
Muhterem Yarbayım,
Zatıalinizin bugün Akşam gazetesinde, karakter Ölçüsü her zaman tartışılabilen
çürümüş bir paşanın, 22 Şubat olayları üstüne yaptığı açıklamaya karşı cevap
yayımlamıştır. Doğruluğu apaçık bu cevabi yazınızdaki olayları çocuk yaşta yaşadım.
Kuşku yok ki politikacı tiplerini ve çürümüş yaşlı asker zihniyetini en iyi
yansıtmışsınız.
Ama ben bu satırları gerçek Atatürkçülüğün ne olduğunu açık kapı bırakmadan
anlattığınız için yazıyorum. Ve ben zaman olduğu üzere saygılarımın kabulünü
diliyorum.
Muhterem yarbayım, Atatürkçülük artık 1966'Iarda kalın çizgilerle ortadadır. Siz bunu,
kendinize has ölçü içinde, yine kalın çizgilerle yazdınız, kamuoyuna duyurdunuz.
Anti-emperyalizmi, iktisadi yapıdaki değişikliğin gereğini, din sömürgenliğini ve
düzenin bozuk olduğunu ağza alamayan, ağır sayılabilecek vartalar atlatan Atatürkçü
geçinenlerimiz var aramızda. Bu gardrop Atatürkçüleri, hiç bir zaman devrimci
olamamış ve abesin savunucuları olmuşlardır. Aydemir'in hatıratı arasında
"Kemalizm doktrininin" yorumu, bu tip insanların gayretkeşliği ile yayımlanmamıştır.
Bu konuda İstanbul'dan bir arkadaşım -doğruysa- aydınlatıcı bilgiler vermiştir bana
mektubuyla. Aman bize aşın damgası vurulmasın
1. O dönemde yazdıklarım gerçekte, 27 Mayıs 1960, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 olayları
nedeniyle TSK'dan tasfiye edilmiş binlerce genç subay ve Harp Okulu öğrencisini ilgilendirmesine
karşın sadece değerli bir genç subay olan Abdullah Yılmaz duygulandığım yazılı olarak açıklamak
cesaretini gösterebilmiştir. Çünkü o dönemde 6 emniyet görevlisi tarafından izleniyordum ve mektuplarını kontrol ediliyordu...
kuşkusu sarmış bünyelerimizi. Türkiye gerçeği, bu arada katakulli yollarla
savsaklanmak eğilimine kayılmıştır. Zatıaliniz, bu tür sömürmeleri Önleyici
önemdesinizdir.
1966'da artık iyice anlaşılan, Türkiye'nin vardığı berbat çizgidir. Statükocu
şampiyonlarının, çıkmaya felah yolu bulacak en ufak eğilimleri görülmemektedir.
Devrimciler burada çıplak gerçeği ifade edemiyorsa, durumu daha da karanlıklasın
Devrimci, her zaman en önde ve en ilerde sayıldığına göre...
Davasına her zaman bağlı bir genç insan olarak, büyüklerimizden böyle gerçeğe dair
ilerici bilimsel atılımları derin saygıyla karşılıyorum. Karınca kaderince yararlılığım
dokunursa, onu yapmaya çalışmakla şeref duyarım.
Muhterem yarbayım, başarılar temenni eder, derin saygılarımın kabulünü bilhassa
istirham ediyorum. (2)
Abdullah Yılmaz"
Adres:
Simel Limited Sirkeli
ZiyaGökalp Cad. No.: 19
Yıldızhan Kat:5 Personel Servisi
YENİŞEHİR-ANKARA
Y.n.: Abdullah Yılmaz, halen Londra'da yaşamakladır.
2. Abdullah Yılmaz'ın duyarlılığını yansıtan bu mektubunu 22 Şubat 1967 günü yanıtladım.
İHTİLALCİLER ARASINDA BİR GAZETECİ
(BEDİİ FAİK'İN KİTABI-1967-)(1)
Paltomun içinde büzülerek, insanın nefesim kesen tipi altında, Merkez
Kumandanlığı'nın kapısına geldiğim zaman, motoru çalışır vaziyette ve arka kapısı
ardına kadar açık siyah bir otomobilden Selçuk Atakan'ın gür sesi geldi:
- Atla..atla..çabuk!
Karanlıkta sadece sesi vardı. Ve biner binmez tipiye dalan otomobilde az sonra
arabayı kullanan erden gayrı üç kişi olduğumuzu fark ettim. Albay Selçuk, dizi üzerine
çektiği battaniyenin bir ucunu da bana uzatırken, önde şoförün yanında dimdik oturan
arkadaşını tanıttı:
— Kurmay Yarbay Talat Turhan.
—Tabii biliyorsun, Talat Turhan Milli Savunma Bakanının emir subayıdır. (2)
Talat Turhan'la el sıkıştık ve az sonra gördüm ki, o da gittikçe artmakta olan ordu içi
gerginliklerden azap duyanlar arasındadır. O da had dereceye varmak üzere
olduğunu gördüğü bölünmelerden yakınmakta ve Ordunun parçalara ayrılmasındaki
tehlikeyi belirtmekteydi. Az önce doğru Selçuk Atakan'a gelmiş ve:
—En kötü durumdasınız, çünkü kararsızsınız. Bir karara varın ve durumu aydınlatın.
Ama unutmamalı ki, İsmet Paşa ve etrafındakiler yekpare bir ordu kütlesini
mütemadiyen bölerek, bizi birbirimize vurdurmaya kadar işi vardırabileceklerdir, size,
bize, hepimize düşen her şeyden önce bunu önlemek, bu ayrılıkları kaldırmaktır!.,
demişti.
1. Aktarılan bu konuşma 21-22 Şubat 1962 gecesi yapılmıştır.
2. Özel Kalem Müdürlüğü görevin deydim.
Atakan, bunun üzerine benim de Ankara'da okluğumu ve şimdi kendisine geleceğimi
bildirerek bütün bunları birlikte konuşmamızı daha uygun görerek, şu tipi altında
semtlerini büsbütün şaşırıp karıştırdığım Ankara'yı otomobille dolaşmak yolunu
seçmişti.
Talat Turhan'ı da ilk defa tanıyordum. Ama onun en çok ordu içi bölünmelerden
kaygılandığı ve o sıralarda asıl görevin bu ayrılıkları süratle ortadan kaldırmak
olduğuna inandığı konuşur konuşmaz anlaşılıyordu. (1)
Atakan'a:
—Şimdi Avni Doğan beyle konuştum. Üzerinizdeki tazyikin, bunu yapanlar tarafından
bir sonuç alınmadan kalkacağın: sanmıyor. Bilakis Hava Kuvvetleri'nden bir kısmıyla.
İnönü'nün bugünlük en yakınlarından olan Turhan Feyzioğlu ve arkadaşlarının, şu
sıralarda hâlâ toplantı halinde bulunmalarrıa bakılırsa, bu tazyikin bilhassa bu gece
büsbütün artacağına inanmak kolaylaşır zannederim.
Albay Selçuk, Talat Turhan'a dönerek:
—Gördün mü? dedi, Havacıların bir koluyla mütemadiyen bizi zorlamaktadırlar, ama
böyle bir zorlanmaya bizim dayandığımız kadar, o zorlamanın ortadan kalkmasına da
çalışmak lazım geldiğini düşünen yok. Sanki sadece bizim dayanma gücümüzü
ölçmeye kalkışmışlardır.
Talat Turhan fevkalade üzgün bir sesle, bana dönerek:
- Bu nifakçılık bitmezse, Ordu içi bölünmeler çok uzayabilir, yazık, dedi.
Selçuk Atakan'a sordum:
—Bana öyle geliyor ki, ilk tedbir olarak sizleri yerlerinizden koparıp almayı
deneyeceklerdir. O takdirde ne yapacaksınız?
Karanlıkta yüzünü pek iyi göremiyordum ama, susmasından, bir bildiğim olup
olmadığını daha iyi anlayabilmek için yüzümü seçmeye çalıştığını fark ediyordum. Bir
süre sonra:
—Evet dedi, denemeleri mümkündür ama. bunun artık bütün bağlan kopana ve bütün
namus sözlerini yerle bir edici pek açık bir manası olur ki, (4) o takdirde varılacak bir
karan benim şimdiden bilmem
3. Tüm bu girişlerimize karşın ertesi gece (22/23 Şubat 1962) Kara Kuvvetlerimle Hava Kuvvetleri
karşı karşıya getirilmiş iktidar bu dehşet dengesi üzerinde yaşamını sürdürebilmişti.
4. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, dönemin kudretli albaylarına hiçbir zarar
verilmeyeceğine dair namus sözü vermişti...
mümkün değildir. Böyle bir karar ancak hep birlikte verilebilir. Talat Turhan'la adeta
bir ağızdan:
—inşallah buna lüzum kalmaz demiştik ama, işin oraya dayanmasının ne kadar
pamuk ipliğine bağlı bir halde durduğunu görmemek de gerçekten güçtü.
Selçuk Atakan:
—Şimdi dedi senden ricamız şu, İstanbul'a varır varmaz, burada sarılı olduğumuz
müşkülat çemberini arkadaşlara anlat. Bilsinler ki, zorlayan değil zorlanan bizleriz.
Lütfen, Mucip Ataklı ile Haydar Tunçkanat'ın resmi elbiselerini giyerek, (5) Halim
Menteş ve Feyzi Arsın'la birlikte Hava Kuvvetleri karargâhında olduklarını,
Genelkurmay Başkanı'na bir hareketin başlamak üzere olduğu haberinin ısrarla
iletildiğini, Meclis'teki Muhafız Birliği'ne havacılar tarafından alarm emri verildiğini
anlat ve bütün bunlara rağmen henüz tahammül gücümüzü tüketmediğimizi de
söyle...
Kolunu tutarak:
—Tanrı sabrınızı arttırsın dedim, bildiklerimin ve gördüklerimin hepsini söyleyeceğim.
(6)
İnşallah bütün bunlar bir kabus gibi gelip geçecek ve ilerde sadece boşuna
endişelenmiş insanlar olarak hepsini hatırlayıp güleceğiz.
Düğüm Noktası İsmet Paşa'da
Talat Turhan:
—Evet dedi, herkes tehlikeleri görüp bunları önlemek hususundan üzerine düşeni
yapsa ve bir takım hırslı tahrikçilikleri bırakırsa. yavaş yavaş iyilik emareleri başlar
ama...
—Bence dedim, meselenin düğüm noktası İsmet Paşa'dadır. Ordu içinde karacıhavacı gibi bir ayrılığın yaratacağı tehlikeleri, açacağı yaraları, İsmet Paşa'nın iyi
bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Bana öyle geliyor ki, ya durum bütün vahametiyle
ona gösterilmemektedir, yahut da kendisi kavrayamadığımız bir hesabın içindedir.
İnönü gibi tecrübeli bir adamın, bugün kendisini destekler durumda
5. O tarihte bu iki kişi Tabii Senatördü.
6. Bedii Faik'in 9 Şubat 1962 tarihli protokole imza koyan İstanbul'daki komutanlarla da ilişkisi vardı.
Kendisinden Ankara'da gözlemlediği havayı yansıtması isteniliyor.
görünenlerin yarın pekala karşı bir güç teşkil edebileceklerini hiç değilse bir üstünlük
duygusu içinde yanlışlıklar, haksızlıklar yapabileceklerini ve bu sefer onlara karşı da
yepyeni bir grup teşekkül ederek bunun sürüp gideceğini düşünemez olması akim
kolay alacağı işlerden değildir. (7)
Ve birden Talat Turhan'a sordum:
— İlhami Sancar(8) acaba ne düşünüyor?
— Şu anda ben de onu düşünüyorum, dedi. Bunun üzerine Atakan ona dönerek:
—Galiba senin oraya yaklaşıyoruz dedi, bütün bunları ağa'na olduğu gibi
anlatmalısın, paşasıyla konuşsun ve her şeyden Önce ne yaparlarsa yapsınlar şu
bölünmeyi önlesinler.
Bir iki dakika sonra, karanlıklar içinde yükselen bir binanın önünde karları savurarak
güçlükle duran arabadan atlarken. Talat Turhan dostça bağırıyordu:
— Allah memleketi korusun.
Araba beni yoluma yetiştirmek üzere Ankara Palas'a dönerken Talat Turhan yaveri
olduğu Milli Savunma Bakanı İlhami Sancar'ın huzuruna varmıştı bile. Bakan sırtında
yünlü bir ropdöşambr olduğu halde karşıladığı yarbayın:
—Beyefendi buraya yanınızda görevli bir subay olarak değil, bir küçük kardeşiniz
olarak geldim. Bizi birbirimize vurdurtmak istiyorlar, bilhassa Hava Kuvvetlerine nifak
sokanlara dikkat ediniz, bu adamlar yekpare bir kütleyi bölmekte ve orduyu birbirine
kırdırtmak istemektedirler. Allah aşkına bunu enleyiniz.
Deyişini dikkatle dinlemiş ve derhal hazırlanarak, hiç vakit kaybetmeden durumu
bildirmek üzere İsmet Paşa'nın evine koşmuştu.
7. Nitekim zamanla Hava Kuvveti erinden 11 Subay tasfiye edildi.
8. Milli Savunma Bakanı.
TALAT TURHAN'IN AFYON'A YAPILAN TAYİNİNİN
DURDURULMASINA İLİŞKİN BAŞVURU DİLEKÇESİ
EK-1
Kıtası
Rütbesi
: Batı Menzil K.lığı Kh.* AFYON
: Top. Kur. Yb. 5 MART 1962
Adı ve Soyadı
Baba Adı
Memleketi
Doğumu
Duhulü
Nasbi
Sicili
: Talat Turhan
: Şefik
: Elazığ
: 1924
: 1 Ağustos 1942
: 30 Ağustos 1960
: 1944-8
Özü:
: Tayin emrinin iptali ve kursa devamının sağlanması Hk.
Kumandanlık önüne
İlgi a) Anayasa
b) 1966 Nolu Ordu mensuplarının nakil ve tayinleri hakkında kanun.
c) 1108 Sayılı maaş kanunu.
d) Askeri ceza kanunu.
e) Ordu mensuplarının nakil ve tayinleri hakkında talimat name (Gn. Kur. Başkanlığı
talimatnamesi No:34–2).
f) 1961–1962 senelerine ait kurslar kitabı.
(K.K.K.lığının OPS: 4013 1–61 KRS Sayı ve 1 Mart 1961 sayılı emri)
g) Ordu Dil Okulu Talimatı.
* Y.n.; Yazıldığı gibi bırakılmıştır. 1962'den 2001 yılma geçen süreçte dilimizdeki değişimi bu dilekçe
somut bir şekilde gösteriyor.
— Anayasal dilekçe hakkımı kullanmama karşın ilgili makamlar dilekçeme yanıt vermemişlerdir. Bu
durumda anayasal suç işlenmiş ve de dolaylı da olsa haklılığım kam! lanmış Ur.
— Daha sonra Danıştay'a dava açıp Ordu Dil Okulu'ndaki kursu bıraktığım yerden devam kararı aldım.
Bu olgu da idarenin şahsımla ilgili tasarrufunun ne kadar haksız olduğunun kanıtıdır...
h) K.K.K.lığının Per. 4013-62 Kur. Sayı ve 25 Şubat 1962
tarihli emri (Tayin emri)
i) K.K.K.lığının Per.3208-62 İCSB.lığı Sayı ve 25 Şubat 1962 tarihli emri. (Kurs iptal
emri).
1. İlgi (h) emir gereğince 28 Şubat 1962 günü görevime katıldım.
2. 22/23 Şubat olaylarına takaddüm eden günlerde ve olaylar esnasında durumuma
kıymetlendirmeğe imkân verecek faaliyetlerini
aşağıdadır;
a. 22/23 Şubat olaylarından önce ve olaylar esnasında M.S.B.Tığı emir subaylığı
görevime ilaveten M.S.E.'lığı hususi kalem müdürlüğüne vekalet ediyor ve Ordu Dil
Okulu tedrisatına devam ediyordum.
b. Bu meşgaleler her gün 08.00: 20.00 arasında Ordu Dil Okulu ve M.S.B.'lığında
bulunmamı zaruri kılıyordu ki bu hususun Ordu Dil Okulu ve Bakanlıkta görevli
personelden tahkiki mümkündür. Ordu Dil Okulu tedrisatı devamlı bir çalışmayı icap
ettirdiğinden 20.00/24.00 arasını da çalışmakla geçiriyordum.
c. Hadiselerden bir kaç gün evvel ve hadiseler esnasında Bakanlıkta görevimin
başında bulunuyordum. (21 Şubat. 21/22 Şubat, 22 Şubat ve 22/23 Şubat) Bu süre
içerisinde rütbe ve kapasitemin de fevkine çıkmak sureti ile müsbet faaliyet sarf
ederek müessif hadiselerin zuhurunu önlemeye çalıştım. Bu cümleden olarak 21
Şubat 1962 saat 22.00'de kendi inisiyatifimi kullanarak M.S.B Sayın İlhamı Sancar'a
gittim ve durumu arz ederek 22/23 Şubat hadiselerinin olmaması, için alınması
gereken tedbirleri izah ettim. Beni haklı gören Sayın Bakan hemen Başbakana gittiler
ve ben vazifeme dönerek geceyi Bakanlıkta geçirdim,
d. 22 Şubat günü saat 13.30 da eski Komutanım olan Milli Emniyet Hizmeti Reisi
Sayın Tümg. Naci Aşkun fikirlerimi sorduklarında bütün heyecanımla böyle bir
müessif hadisenin doğmaması için alınması gereken tedbirleri arz ve izaha çalıştım.
e. 22 Şubat 1962 günü saat 20.30 sıralarında Sayın Tümg Naci Aşkun durumu
telefonla sordular. Arz ettim ve benden bir şeyler yapmamı istediler, aynı talebi ben
kendilerine tekrarladımsa da ısrarla arabuluculuk yapmamı talep ettiler ve K.K.Kur.
Bşk. Sayın Tuğg. Zeki İlter ve Gn. Kur. II. Reisi Tümg. Memduh Tağmaç'a telefon
edeceklerini söylediler. 5-10 dakika sonra tekrar telefon ettiklerinde K.K.Kur. Başk. ile
görüştüklerini fakat II. Reisi bulamadıklarını bu sebeple K.K.Kur. Bşk. ile kendilerine
gitmenin uygun olacağını bildirdiler. Durumu K.K. Kur. Bşk.’ına arz ettim, ve
beraberce Gn. Kur. II. Reisine giderek arabuluculuk teklifinden bulundum. Kabul
buyurmadılar. Fakat müteakiben Ekrem Alican'ında bulunduğu değişik bir kaç heyetle
aynı şey yaptırıldığına göre durumu en erken görmüş ve cesaretle hakikati ifade eden
bir subay sıfatıyla bu işleme tabi tutulacağım yerde, taltif edilmem gerekirdi.
f. e, fıkrasında izaha çalıştığım "Arabuluculuk" teklifinin Gn. Kur. Bşk.lığı
Karargâhında görevli ve durumu haklı olarak bilmeyen bir kısım zevat tarafından
bilahare aleyhimde kıymetlendirildiğini ve şayia ve dedikodular çıkarıldığını maalesef
öğrendim. Bunun neticesi olarak 23 Şubat 1962 saat 03.30 raddelerinde Sayın
Müsteşar Tuğg. Nusret Bulca Gn. Kur.'dan gelerek beni çağırdılar ve dediler ki
"Genelkurmay'da bir söylenti var, siz Bakanlık kapısının anahtarını saklamışsınız
Harbiyeliler gelirse hurdan içeri sokacakmışsınız" hayretler içinde kaldım. Hemen
durumu kendilerinin huzurunda tetkik ettirdim. Anahtar evinden celp edilen hademe
tarafından bulundu ve keyfiyeti bir zabıtla tespit ettirdim ve kendilerine arz ettim,
ispatı da mümkündür.
3. 2’nci Maddede kısaca arz ettiğim duruma karşılık hakkımda yapılan işlem mevcut
kanun ve talimatnameleri ihlâl etmiş bulunmaktadır.
a. Yapılan tayin ilgi (b) ve (e) nin mana, lafz ve ruhuna tamamen mugayirdir. Ancak
ilgi (e)nin 9. maddesi böyle bir tayine cevaz verebileceği ifade edilebilirse de bu
takdirde maddede ifade edilen unsurların mevcut olması icap ve iktiza eder.
Askerlik hayatı boyunca amir ve üstlerimin takdirini kazanmış son olarak çalıştığım
dört Milli Savunma Bakanının takdir teveccüh ve iltifatlarına mazhar olmuş bu güne
kadar hiç ceza almamış bir subayın "Disiplinsizliğinden bahs etmek varidi hatır
olmayacağı gibi "idari" bir sebebe istinat da mevcut hukuk düzeni muvacehesinde
mümkün olamayacağı kanaatindeyim.
b. İlgi (c)’nin 2. ve 4. ve İlgi(d)nin 65. maddelerindeki sarahatten anlaşılacağı veçhile
tayin olunan bir memura 15 gün mehil müddeti tanınmakta ve bu süre yalnız
seferberlikte muayyen bir miktar kısaltılmaktadır.
1) Halbuki ilgi (h) emre; (İlişkileri derhal kesilerek mehil kullanmadan yeni
görevlerine katılmaları sağlanacaktır,) kaydı ilave edilmiştir.
2) Asker olmam sebebiyle ilgi (h) emrin icabını yerine getirerek görevime
başlamış bulunuyorum.
3)Bu emir ilgi (c) ve (d) kanunlara mugayir olduğu gibi, Anayasa ile teminat
altına alman kişi hürriyeti nin açıkça ihlâlidir.
c. ilgi (h) emri aldığımda gene K.K.K.. lığının emri ile 6 Kasım 1961 'den beri Ordu Dil
Okulu tedrisatına devam ediyordum. Normal olarak bu tedrisata devam etmem iktiza
ederken ilgi (i) emirle bundan da men edilmiş bulunuyorum,
Her hangi bir kurstan hangi şartların tekenvünü halinde iade olunacağı ilgi (i) emrin
1L. Maddesinde sarahaten açıklandığı gibi bu husus Ordu Dil Okulu'nun özel
talimatında da belirtilmiştir. Bu şartların hiç birine durumumun uymasına imkân olmadığı halde ilgi(i) emirle kursa devamdan men olunmam ilgi (f) ve g) ile tezat halinde
bulunmaktadır.
4. Bir suçtan dolayı birden fazla ceza verilmemesi ceza hukukunun ana prensibi
olmasına rağmen mevzuata uymayan bir tayin, kanunları ihlâl eden bir (derhal
katılma) kaydı ve gene emirlere aykırı olarak kurstan alıkonularak üç defa
cezalandırılmış bulunuyorum Kaldı ki ortada şahsıma izafe edilebilecek bir suçta
mevcut değildir.
5. Yukarda arz; etmeye çalıştığım gayri kanuni ve hukuki tasarruflar silsilesi
sonucunda Anayasa'nın 10 ve 11’ci maddeleri ile teminat altına alınmış olan şahsi
huzur, kişi dokunulmazlığım ve diğer kişiliğe bağlı kanuni bak "ve hürriyetlerim ihlâl
edilmiş bulunmaktadır.
Bu itibarla, Anayasa ve ilgi (b), (c), (d) kanunların lafız ve ruhuna açıkça muhalif olan,
şahsımı ve ailemi maddi zarar ve manevi ezaya maruz kılan tasarrufların iptaline
delalet buyurmasını arz ve istida ederim.
EK–1: 1108 Sayılı Kanun (İlgi-c)
EK–2: Askeri Ceza Kanunu (İlgi-d)
EK–3: İlgi (h) tayin emri
EK–4: İlgi (i) kurs iptal emri.
III. BÖLÜM
YASSIADA YÜKSEK ADALET DİVANI'NIN
VERMİŞ OLDUĞU İDAM KARARLARININ İNFAZI
İNFAZLARLA İLGİLİ AÇIKLAMA*
Sayın Emin Aytekin'in anıları. (1) Silahlı Kuvvetler Birliği'nin kuruluş nedenlerini ve
çoğunlukla İstanbul grubunun çabalarını açıklaması yönünden bu konudaki
gerçeklere ışık tuttu. İtiraf etmeliyim ki aynı örgülün Ankara grubunda aktif rol almış
bir kişi olmama karşın bu ilginç açıklamadan faydalanmış bulunuyorum.
Kanımca Silahlı Kuvvetler Birliği'nin kuruluş felsefesi ve çabalarını eleştirmek bir
dönemin aydınlanmasına katkıda bulunabilir. Bu inancımın etkisi nedeni ile bu
açıklamayı uygun buldum.
Çok karmaşık ve kritik bir dönemde tarih sahnesinde rol almış bu örgütü açıklığa
kavuşturmak savında da değilim. Amacım tanığı olduğum döneme ilişkin gerçekçi bir
eleştiri yapmaya çalışıp bazı hususların aydınlığa kavuşmasına yardımcı olmaktır.
Silahlı Kuvvetler Birliği'nin Kurtuluşu
Silahlı Kuvvetler adına geçici olarak yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi bu
görevini başarılı yapsa idi böyle bir kuruluşa gerek olmayacaktı. Oysaki çok kısa bir
sürede birbirini yemeye başlayan bu ekip daha 13 Kasım 1960’da bölünüp, kendi
geçici anayasalarına ters düşmüştü. Gerçi ihtilâl bir kedi gibi evlatlarını boğardı ama
27 Mayıs başlangıçta öyle görünmüyordu. Bu ihtilâl beyaz ve centilmen olduğu
savında idi. Tarihi ve sosyal gerçekleri önemsemeyen böyle bir ihtilâl, yıktığı zihniyeti
ve onun temsilcilerini yiyemediği3 için de kendi evlatlarım yemesi ihtilâllerin yasasına
uygundu...
(*) Y.n.: Tarafımdan yazılan Yassıada'daki idamlara ilişkin bu açıklama 8 Mayıs
1967 talihli Dünya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
-Dili düzeltilerek sadeleştirilmiş ve yeniden düzenlenmiştir.
1. Emin Aytekin, ihtilâl Çıkmazı, 1967.
O halde Silahlı Kuvvetler, emanete sahip çıkmalı idi. Bize göre Örgütün kuruluş
nedeni bu noktada düğümlenir...
235 generalin bir gecede emekliye ayrıldığı bir dönemde ve henüz aradan dört ay
bile geçmemişken, Slh. K.'lerde bırakılan bir avuç generalden direnme beklemek düş
olurdu. Onlar, tersine komitenin benimsenmesine olanak olmayan bazı yasa dışı
tutumları karşısında sessiz kalmayı kendileri için daha emniyetli görüyorlar ve bas
eğiyorlardı. İşte bu nedenle de Silahlı Kuvvetler Birliği'de aşağıdan-yukarı bir girişim
sonucu kuruldu.
Bu örgütü kuranlar başlangıçta içtenlikle işe koyulmuşlardır. Ama, zaman içinde örgüt
güç kazanınca sızmalar da başlamıştır. Sırf çıkarlarını ön planda tutan bazı kişilerin
yönetici kadroya girmesi ve yapılanmayı kişisel çıkarlarına uygun bulmayan
politikacıların girişimleri örgütün iyi niyetli çabalarını engelledi.
Bu ortam içinde Silahlı Kuvvetler Birliği yöneticileri arasına idealistlerin yanında,
Silahlı Kuvvetler'in CHP'nin dümen suyunda olmasından başka düşüncesi
olmayanlardan tutun da, Milli Birlik Komitesi üyesi olmak fırsatını kaçırmış ve o
özlemi duyanlara varıncaya kadar bir çoklan yer aldılar. Hatta bu örgütte olmayı kendi
çıkarları için daha uygun gören bazı Milli Birlik Komitesi üyeleri bile Silahlı Kuvvetler
Birliği'ne üye olmuşlardı. Bu etkenlerle kuruluş amacından uzaklaştırılan bu örgüt
belirli dünya görüşüne sahip olmaksızın yüzeysel çabalar sürdürüp 2. Milli Birlik
Komitesi'ni gütmüş ve Silahlı Kuvvetler'in milletine verdiği şeref sözünün
gerçekleşmesine çalışmakla yetinmiştir. Ancak yakın tarihimizden bile ders
almaksızın gölge iktidar olmayı yeğlediği için, kendi sonunu hazırlamıştır.
Kuşkusuz 2. Milli Birlik Komitesi'nin en büyük tarihsel suçu iktidarı üzerinde gölge bir
iktidar olan Silahlı Kuvvetler Birliği'ne katlanmasıdır.
Bazı Tabii Senatörlerin zaman zaman ve özellikle infazlar konusunda bu gerçeği ikrar
etmiş olmaları kendileri adına büyük bir talihsizlik olmuştur. Elbette her iktidarın
hesabı Yüksek Adalet Divanı önünde sorulmaz. Ama her iktidar tarihe hesap vermek
zorundadır. Tarihçi İse iktidarı üzerinde kuvvet ve hatta şüphe bulunmayan iktidarları
onurlu olmakla nitelendirebilir.
Tarihin lanetinden kurtulmak için elindeki istifa silahını kullanmak
2. 27 Mayıs 1960 sabahı Demokrat Parti'nin önde gelenlerinin gözaltına alınmak yerine halka teslim
edilmeleri halinde tarihte benzeri görülmeyen bir linç olayı yaşanacağını o günlerdeki ortamı bilenler
kabul ediyorlar...
fırsatını kaçıran iktidar sahiplerinin yakınmalarının değersiz ve o ölçüde önemsiz
olduğunu düşünüyorum.
2. Silahlı Kuvvetler Birliği-Komutanlar
Bu ilişkide zaman, zaman gerçeği değiştirmek ya da konuyu hafife almaktan fayda
uman bazı çevrelerce ahlaksız bir tutumla yadsınmıştır. Bu döneme ilişkin belgeler
zaman geldiğinde açıklanacak ve sahte kahramanların maskeleri çöplüklere
fırlatılacaktır. Şimdilik şu kadarını açıklamalıyım ki, Silahlı Kuvvetler Birliği'nde görev
alanlar, bugün en üst kademelerde bulunan komutanlarla sıkı bir işbirliği içinde
bulunmuş ve bu ilişkilerini sürdürmüşlerdir.
Silahlı Kuvvetler Birliği İlkeleri'nin, Genelkurmay Başkanlığınca o tarihlerde emir
olarak tüm Slh. K.'lere yayınlanması gerçeği, bu ilişkinin belirgin bir örneği
sayılmalıdır.
İnfazlar ve Silahlı Kuvvetler Birliği
Yassıada kararlarının İnfazı konusu da zaman zaman çeşitli amaçlarla, değişik
hesapların gerçekleşmesi için Silahlı Kuvvetler Birliği'ni yermek için kullanılmıştır.
Hatta bazı çevreler, bu yergiyi kin ve ihtiraslarını tatmin için sömürerek kendilerine
şeref sözü verdikleri eski silah arkadaşlarının ipe gitmelerine seyirci kalmayı
yeğlemişlerdir.
Yanlış ve yersiz bu kanıyı gidermek için Silahlı Kuvvetler Birliği'nin üç tutumunu
açıklamakta yarar görürüm.
Bu konuda en yetkili ve sorumlu makamlarda oturan kişilerin hukuku ve mahkeme
kararlarını hiçe sayıcı ilkel tutumlarına karşılık, Silahlı Kuvvetler Birliği hukuka saygılı
olmak prensibini benimsemiştir. Şöyle ki; infazlardan önceki dönemde durumu
tartışan Silahlı Kuvvetler Birliği, Yüksek Adalet Divanını vicdanı ile baş başa
bırakmak kararını almış ve bu karan arasından seçtiği bir heyetle (Kur. Alb. Talat
Aydemir, Kur. Alb. Emin Arat, Dz. Alb. Nazım Orkan) Genelkurmay Başkanı'na
duyurmuştur.
Genelkurmay Başkanı; Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve Gn. Kur.
2. Başkanı'nın bulunduğu bir toplantı düzenlemiş ve arkadaşlarımız Silahlı Kuvvetler
Birliği'nin bu kararını arz ederek, Genelkurmay Başkanı'nı Yüksek Adalet Divanı
Başkanı'na bir mektup yazmaya ikna etmiştir. Bu mektup yazılmış, Silahlı Kuvvetler'in
görüşünün hukuka saygı olduğu Yüksek Adalet Divanı Başkanı'na bildirilmiştir. Bu
gerçek karşısında Silahlı Kuvvetler Birliği baskısından bahsedenler infazlar
konusunda da gerçeği saptırıyorlar.
Yassıada kararlarının onaylanmasından birkaç gön önce CHP ve Milli Birlik
Komitesi'nde bu partiyle birlik halinde olanlarla, Silahlı Kuvvetler Birliği içinde bulunan
CHP yandaşı üyelerle birlikte ortaya konulan çabalar sonucu Komiteden Gn. Kur.
Başkanlığına bir öneri yapıldı.
Bu öneride, Yassıada kararlarının onaylanmasına Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet
Komutanlarının katılması İsteniliyordu. Teklifin Devlet yönetimi yönünden anlamı
açıktı. Komite, sorumluluktan kaçınmak için. bir yandan iktidarı üzerindeki gücü
kabullenirken diğer yandan Slh. K.'leri infazlara katıp sorumluluğuna ortak etmek
istiyordu. (3)
Genelkurmay Başkanı'nın Silahlı Kuvvetler Birliği'ne ulaştırdığı bu öneri tartışıldı ve
fakat kabul edilmedi...
Öneri. Silahlı Kuvvetler Birliği'nin (Orduyu politikadan uzaklaştırmak) kuruluş
ilkelerine ve adalete saygı kararına uymadığı gibi milletle orduyu karşı karşıya
getirmek gibi basiretsiz bir çıkar hesabının ürünü olduğu için reddedilmişti.
Politik çıkar amaçlı bu öneri kabul edilmemiştir ama, zaman içinde oyunlarının
sürmesi de önlenemedi.
“Ordu+CHP=Değişmez iktidar” formülünü benimseyenlerin ihtirasları sınır
tanımıyordu. Silahlı Kuvvetler Birliği dolayısıyla Slh. K.'ler tarafsız bir tutumdan yana
olduğu için CHP, yandaşları çoğunluk elde edinceye kadar ordu ile oynamalı idi.
Kurucu Meclis bu formüle uygun kurulmalı, seçim kanunları bu amaca hizmet etmeli
idi vs...
Gözleri iktidar ihtirasıyla yuvalarından fırlamış çirkin politikacıların oyunları. Silahlı
Kuvvetler Birliği'nin bütün çabalarına karşın, önlenememiş Çankaya Protokolüne
politikacılar yanında imza koymak yanlışına düşen Komutanlar, Slh. K.'leri politikanın
kucağına almış olduklarını algılayamadıkları gibi, politikacı da, bu belge İle
kumandanlı demokrasinin' temelini attığının ayırdına varamamıştır.
3. Yassıada'da verilen idam kararlarının onaylanması ya da onaylanmaması Milli Birlik Komitesinin
yetkisindeydi...
4. 12 Eylül 1980 döneminde ABD'nin Ankara Büyükelçisi Spain 3 Ocak 1985 günü Ufuk Güldemir'le
yaptığı söyleşide: "Kanımca Türkler ekonomik istikrar sağlanabildiği ve kademeli bir yumuşama
getirildiği sürece bu Disiplinli Demokrasi'den memnun olmayı sürdüreceklerdir..." diyordu.
—18 yıl sonra Spain benim söylediklerime varıyor, Kumandanlı ya da Disiplinli Demokrasi'nin ülkemize
getirdiği krizleri sürekli biçimde hep yaşıyoruz... Kasım 2000, Şubat 2001'de olduğu gibi...
Yassıada kararlarının onaylanacağı gün (15 Eylül 1961) Silahlı Kuvvetler Birliği Genel
Kurulu, olağanüstü bir toplantı için Jandarma Subay Okulu'nda toplandı. Bu toplantı
önemli kararlar alınmasını gerektiren bir güne rastlıyordu. Ancak sorumluluktan
kaçınmayı çıkarlarına uygun görenler toplantıya katılmamışlardı. Onlar dönmeye
başlıyorlardı. Döndüler de, fakat kızarmadılar...
Yassıada'dan alınan ve doğruluğu saptanamayan bîr haber üzerine uzun uzun
tartıştık. Bu haber, Yüksek Adalet Divanının verdiği kararlar Komitece tasdik
edilmezse Yassıada'da beklenilmeyen olayların meydana gelebileceği şeklinde idi. (5)
Durum tartışıldı ve Silahlı Kuvvetler Birliği adına infazların sonuna kadar Yassıada'da
kalmak ve orayı kontrol etmek görevi ile bir Kurul seçildi. Bu Kurul; Kur. Alb. Emin
Arat, Kur. Alb Ahmet Önde ve o zaman Kur. Yb. olan benden oluşturuldu.
Emrimize tahsis edilen özel bir uçakla İstanbul'a geldik. SKB Örgütü üyesi, Yassıada
İrtibat Bürosu Başkam Kur. Alb. Namık Kemal Ersun'a durumu bildirip Adaya gitmek
için bot istedik.
Silahlı Kuvvetler Birliği'nin almış olduğu karar, hareketimizden hemen sonra,
Genelkurmay Başkanı'na duyuruluyor, heyetimizi yeterli bulmayan Başkan, aynı
amaçla görevlendirdiği Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Necdet Tiran'ı hemen
peşimizden ikinci bir uçakla İstanbul'a gönderiyor. Dz. K.K. bizim ekiple Yassıada
İrtibat Bürosunda buluştu. Ve durumu açıkladı. Bizim Kurul geri döndü, kendileri
aldıkları görev gereği Yassıada'ya gitti ve infazların sonuna kadar orada kaldı.
Açıkladığım gerçekler Silahlı Kuvvetler Birliği'nin infazlardaki duyarlılığını ve
içtenliğini göstermesi yönünden ilginçtir.
Yalan ve yanlış haberler ve iğrenç kulis oyunları sonucu vicdanları yanıltılmış olanlar,
bu açıklamam karşısında hangi çıkarcı çevrelerin gerçek dışı ve amaçlı çabalan
sonucu önyargılı olanlar gerçekleri algılamalı, tarihi gerçekleri çarpıtmak isteyenlerin
maskeleri düşürülmelidir.
Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, s. 229-234(6)
5. Kitapta bulacağınız Hv. Plt. Yzb. Remzi Ora!'in açıklamaları yıllar sonra bizi doğrulayıcı nitelikledir.
6. Emin Aytekin'in kitabına aktarılan bu açıklamam, olduğu gibi alınmasına karşın bir yanlışlık
sonucu(!) adını yazılmamıştır!...
27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/13
Y.n.; İngiliz Kraliçesi Elizabet Commonwealth ülkelerini ziyaretinin dönüşünde bir saat kadar
Esenboğa'ya indi. Bu ziyaretle Yassıada'da yargılanan Demokrat Partililer için verilecek idam
kararlarının uygulanmamasını istedi. İngiliz istihbaratı Kraliçe'yi yanıltmıştı!... Çünkü Devlet ve Milli
Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel'in gücü bu isteği yerine getirmeye yetmezdi.
Nitekim bu bölümde yazılanlardan açıkça görüldüğü gibi doğrudan doğruya "Havacılar Cuntası"ndan
emir alan Hv. Plt. Yzb. Remzi Oral, Orgeneral Cemal Gürsel'i ve hatla 1. Ordu Komutanı Orgeneral
Cemal Tural'ı atlatıp infazı gerçekleştirmiştir.
AYDEMİR İNFAZ ÖNCESİ OLAYLARINI AÇIKLIYOR
Aksam, 11 Ekim 1966
Talat Aydemir'in hatıratı dört takdim yazısından sonra gazetemizde aslına sadık
kalınarak yayınlanacaktır. Bu takdim yazıları okuyucuların, hatıratı daha iyi takip
edebilmesi amacıyla hazırlanmıştır. Ayrıca yine hatıratın; büyük bir hakikate ışık
tutacak olan "Menderes'i Kimler Astırdı?" kısmını kronolojik sıradan çıkararak ayrı
olarak yayınlıyoruz.
27 Mayıs sonrasının en Önemli olaylarından biri olan "Menderes'in İdamı"nın içyüzü,
hâtıraları gazetemizde yayınlanmakla ulan Talât Aydemir'in bu konuda yaptığı ifşaat
ile açıklığa kavuşmuş bulunmaktadır.
İdam kararlarının Milli Birlik Komitesi'nde görüşülmesi sırasında "Albaylar Cuntası"nın
en kuvvetli adamı olan Aydemir, idamlardan sonra CHP çevrelerince MBK'ni idamları
tasdike zorlamakla suçlandırılmış, bunun üzerine 21 Mayıs İhtilâli Lideri askeri
cezaevinde idamların kimlerin zoru ile MBK'nın hangi üyeleri tarafından
onaylandığını, Menderes'in idamının durdurulması için ne gibi teşebbüsler yapıldığını
ve idamı, durdurmak için verilen emre rağmen infazın kimler tarafından nasıl yerine
getirildiğini bütün teferruatıyla açıklamıştır. Aydemir'in açıklaması şöyledir:
1. Adnan Menderes'in asılması için o zaman orduda bulunan cunta ısrar etmemiştir.
Milli Birlik Komitesi üyeleri kararın verilmesinden 48 saat Önce vicdanları ile baş başa
bırakılmış hiçbir surette onlarla askerler, subaylar temas ettirilmemiştir. Bu karan
bizzat '"Cunta" dedikleri grup almıştır. Cunta'nın başı o zaman C. Sunay ve kuvvet
kumandanlarıdır.
2. Milli Birlik Komitesi'nde idam hükümlerinin tasdiki için ısrar edenler, CHP kanadına
hizmet eden Ekrem Acuner grubudur. Komitede C. Gürsel idamların yapılmaması için
çok çaba göstermiştir. Kararda idam hükmüne karşı oy kullananlar şunlardır: C.
Gürsel, F. Özdilek, Sıtkı Ulay, Osman Koksal, Ahmet Yıldız, Suphi Gürsoytrak,
Selâhattin Özgür, Sami Küçük.
Bu durum 15 Eylül 1961 saat 18.00'de Milli Birlik Komitesi'nin yapmış olduğu toplantı
zabıtlarından tetkik edilebilir.
3. Üç idamdan İkisi H. Polatkan, F. Rüştü Zorlu derhal sabaha karşı İmralı Adası'nda,
Dz. Kr. Alb. Bülent Tarkan tarafından infaz savcısı Egesel huzurunda icra ettirilmiştir.
4. Adnan Menderes hasta olduğu için iyileşinceye kadar idamı geri bırakılmıştır. Bu
arada, İ. İnönü, C. Sunay'a müracaat ederek randevu istemiş, o zamanın Hariciye
Vekili Selini Sarper'in Hariciye Vekâleti'nde, C. Sunay ile İ. İnönü 17 Eylül 1961 saat
10.00 da buluşmuşlardır. İ. İnönü, Adnan Menderes'in asılmasına mâni ol paşa, diye
C. Sunay'a teklifte bulunmuştur. (Selim Sarper'in huzurunda). C. Sunay da iğne deliği
kadar hukukun geçeceği bir yer gösterin, teşebbüs edelim, demiştir. İ. İnönü ile
birlikte saat 11.00 de Çankaya'da C. Gürsel'e gitmişlerdir. Aynı mevzu orada üçü
arasında görüşülmüş. C. Gürsel Adnan Menderes'i kurtarmak için Yassıada'ya yeni
bir doktorlar heyeti gönderip akli muvazenesi bozuktur, diye rapor verilsin, infaz
durdurulsun demiştir. Bu karar uygun bulunmuş. Buraya kadar geçen hâdiseyi bizzat
C. Sunay anlatmıştır. (7 kişinin huzurunda. O isimler de mahfuzdur).
"Dur" Emrine rağmen idam
Bunun üzerine C. Gürsel, Yassıada Komutanı Top, Yb. Tarık Güryay'a telefon
etmiştir. (Telefonu Hv. Bnb. Remzi de dinlemiştir.)
— İnfaz durdurulsun, yeni bîr doktorlar heyeti gönderilecek.
Bunun üzerine derhal Tank Güryay durumu Egesel'e bildirmiş. (Saat 15.00'dir).
Egesel hemen telaşlanmış, "Aman kurtaracaklar, götürüp asalım" demiş. O zamanın
Örfî İdare Kumandanı Cemal Tu-ral ve Garnizon K. General Faruk Güventürk'e
vaziyet bildirilmiş. Onlar da, acele edin, demişler. Derhal iki tane hücumbot
hazırlanmış. Hatta hücumbotlardan birine bir darağacı kurulmuş, ne olur ne olmaz,
İmralı'ya gidinceye kadar yolda telsiz ile bir emir gelirse (idamın durdurulması için).
Egesel o zaman hemen yolda hücumbotta infaz ederiz diye bu tertibatı aldırmış. C,
Gürsel saat başı durumu Örfî İdare K. C. Tural 'dan sormakta imiş. En nihayet C.
Tural daha Adnan Menderes asılmadan asıldı, diye telsizle C. Gürsel'e bildirmiştir. Ve
kanuna aylan olarak da acele ile sabaha karşı idam hükümlerinin infazı gerekirken
pazar günü saat 18,00'de Adnan Menderes'i asmışlardır.
Bu bilgiler, C- Sunay, Tank Güryay, Hv. Bnb. Remzi, Dz. Kur. Alb. Bülent Tarkan,
Egesel, irtibat Bürosu Bşk. (şimdi Tuğg.) Namık Kemal Ersun'dan bizzat dinlenmiştir.
Buna göre Adnan Menderes'in asılmasında çaba gösterenlerin kimler olduğu açıkça
meydandadır. Hadise böyle değil ise, isimleri geçen şahısların tekziplerini bekliyoruz.
Milleti kandırmakta fayda uman CHP'liler artık herkese iftira etmekten biraz olsun,
utansınlar. Tarih bir gün gelecek, her şeyi açıklığı ile meydana koyacaktır. Bundan
başka söylenenlerin hepsi yalandır."
TARİHİ AÇIKLAMA
YASSIADA GÜVENLİK GÖREVLİSİ YÜZBAŞI
REMZİ ORAL, İLK KEZ KONUŞTU;*
MENDERESİ NASIL ASTIK?
Milliyet, 24 Ağustos 1986
Dünyanın en uzun ömürlü devlet adımı 104'lük Celal Bayar'ın ölümü, bundan 25 yıl
önceki "ölümden dönüşü" nü yeniden gündeme getirdi.
O dönemde Yassıada da Milli Birlik Komitesi'nin irtibat subayı olarak görevli bulunan
Hara Yüzbaşısı Remzi Oral, Bayar ve Menderes'in idamları kamışlında şimdiye kadar
kamuoyuna yansımayan ilginç açıklamalar yaptı.
Hava Kuvvetleri'nde "Deli Remzi" diye tanınan o zamanki rütbesiyle Yüzbaşı Remzi
Oral. Yassıada'nın güvenlik ve savunması için doğrudan doğruya Milli Dirlik Komitesi
tarafından görevlendirilmişti.
13 Kasım iç darbesiyle Orhan Erkanlı'ın yurtdışına gönderilmesinden sonra yetkileri
arttırılan Oral, yazarımız Orsan Öymen'e bugün başlayan "Bir İhtilal Daha Var"
başlıklı yazı dizisi ile ilgili söyleşi sırasında şunları söyledi:
Dış Baskı Vardı, Gürsel idamlara Karşıydı
"Yassıada kararlarından Önce ordunun içinde çeşitli cuntalar oluşmaya başlamıştı.
Yönetim, 'Silahlı Kuvvetler Birliği' adlı örgütün elindeydi. Bu birliğe Milli Birlik
Komitesi'nin havacı kanadı ve Ekrem Acuner de dahildi. Bir ara Ekrem Acuner acele
İstanbul'a geldi. Yassıada Komutanı Tank Güryay ile birlikte benim Suadiye'deki
evimde buluktu. Ada Komutanı Tank Güryay Başkan Gürsel’in
* Y.n.: Remzi Oral ABD'ye yerleşti. Orada varsıl bir yaşam sürdürürken vefat etti…
kendisini Florya'ya çağırdığını ve Yüksek Hakimler Kurul, üzerinde baskı yapmasını
istediğini söyledi. Ada Komutanı Gür yay'ın anlattıklarına göre, Gürsel Yassıada'dan
idam cezası çıkma sına karşı imiş. Dış. baskılar varmış. Hatta idam cezası çıkar da
Komite bu cezalan onaylarsa Milli Birlik Komitesi'ni feshedeceğin bile söylemiş
Gürsel. Bunun üzerine durumu görüştük, Acuner, Tarık Güryay'a Gürsel'i
dinlememesini söyledi. Gerekirse karşı devrimcilere karşı yeni bir Örgüt
oluşturulacağını bildirdi.
"Yassıada'dan idam cezalan çıktıktan sonra Ankara'nın Ada Komutam üzerindeki
baskılar aitti.
"Ada Komutanı Tarık Güryay, o sırada Çankaya'dan gelen telefonlardan tedirgin
oluyordu. İdam cezalarının infaz edilmeyeceği yolundaki söylentiler de yoğunlaşmıştı.
Yassıada'ya ulaşan bu söylentiler, genç subaylar arasında sert tepkilere yol açmıştı.
O sıralarda Çankaya üzerindeki dış ülke baskılarını biliyorduk. Amerikan
Cumhurbaşkanı Kennedy, bizzat Komite'ye başvurmuştu, idam cezalarının Komite'de
üçe indirilmesinden sonra, Yassıada'daki hücumbotta toplanan subaylar, bir ara
cezaların komite kararına rağmen toplu halde infazını bile önermişlerdi.
" 'Biz bu ihtilâli niçin yaptık, Yassıada'da gardiyanlık yapmak için mi' diye söylenenler
vardı.
"Ben arkadaşları yatıştırmaya çalışıyordum:
“ 'Arkadaşlar' dedim. 'Kabadayılıksa, içinizde herhalde en kabadayınız benim. Baş
kaldırılacaksa başınıza ben geçerim. Ama Komite kararlarına karşı gelip idamları
toptan uygulamak, cinayetten başka bir şey değildir. Biz elimizi kana bulamayız',
"Öfkeler nispeten yatıştı. Hasan Polatkan'la Fatin Rüştü Zorlu'nun ölüm cezalarını
İmralı'da hemen infaz ettik. Başbakan Menderes, intihara teşebbüs nedeniyle
Yassıada'da hekimlerin gözetimi altındaydı.
"O sırada Celal Bayar da dahil olmak üzere ölüm cezalan müebbet hapse çevrilen
öteki mahkûmları İmralı Cezaevi'nin hücrelerine elleri arkalarından kelepçeli olarak
teker teker yerleştirdik. Polatkan ve Zorlu'nun cezalan infaz edilinceye kadar, Celal
Bayar’ın ileri arkadan kelepçeli kaldı. Kelepçeleri sabaha karşı Polatkan ve Zorlu'nun
infazından sonra çözdük. Bayat'ın cezasının ömür boyu hapse çevrildiğini bildirdik ve
Zorlu ve Polatkan'ın idamından hiç söz etmedik. Bayar, ölümden döndüğüne çok
sevindi. Birden heyecanlandı .
" 'Doğrusu bu karan beklemiyordum' dedi.
"Milli Birlik Komîtesi'ne muhabbetlerini iletmemizi istedi. Biz İmralı dan Yassıada'ya
döndük.
"Tam bu sırada Ankara'dan yeni haberler gelmeye başladı. Menderes'in infazı
durdurulacaktı. Adadaki subayların Öfkesi yeniden deşilmiş oldu. Eğer Menderes'in
cezalı uygulanmamış olsaydı, adadaki üzücü olaylara engel olamayacaktık,
"Ada Kumandanı'nın Ankara'dan arandığı haberi gelince telefona ben çıktım.
Gürsel'e;
" 'Buyurun Komutanım, ben Yüzbaşı Remzi' dedim. Gürsel telaşlıydı. Hâlâ, Ada
Kumandanıyla konuştuğunu sanıyordu.
" 'Tank' dedi. 'Beni dinle, çok önemli!' Gürsel. Adnan Menderes'in idamını
geciktirmemizi İstedi, "Korktuğumuz başımıza gelmişti. Gürsel'e bir kere daha kendimi tanıtıp, Ada Kumandanının Menderes'i alıp İmralı'ya götürdüğünü ve cezasının da
büyük bir ihtimalle infaz edilmiş olabileceğini söylemek zonanda kaldım.
"Gürsel'in üzüntüsünü ses tonundan anladım:
" ‘Eyvaah’ diyerek telefonu kapattı!
"Durumu Ada Komutanı Tarık Güryay'a bildirdim. Adnan Menderes'i alelacele
hücumbota bindirip İmralı'ya gönderdik. Sonu malûm, idam cezalarının sabaha karşı
uygulanması geleneği de ilk kez Menderes'le bozulmuş oldu. Adnan Menderes, saat
13.30'da idam edildi."
Yassıada'yı uçurma planı*
27 Mayıs'ın havacı silahşorlarından olan Remzi Oral, daha üsteğmen rütbesi
taşırken, Dündar Seyhan aracılığı ile ihtilâl örgütüne katılmıştı, Kendi deyişiyle
"erkeklik uğruna..." Daha sonra Albay Halim Menteş'in izinde "havacılar cuntası"nda
sürdürmüştü silahşorluğunu
* Y.n.: Kitapta yer alan ''İnfazlarla ilgili açıklama." başlıklı yazıma bakınız.
Gözünü budaktan esirgemeyen bu jet pilotunun elinde ilginç bir "yetki belgesi" vardı.
Yassıada'nın güvenlik ve savunması emirlerinin Remzi Oral'dan alınacağı
bildiriliyordu.
Deli Remzi, bu yetkiyi 13 Kasım operasyonu ile 14'lerin yurt dışına postalanmasından
önce almıştı. Almış ve Yassıada'da gizli bir planın hazırlıklarına girişmişti.
Neydi bu plan?
Kendisinden dinleyelim:
Türkeş'in Niyeti?
"Biz Komite içinde havacı kanada bağlıydık. Türkeş'in siyasal bir planından kuşku
duyuluyordu. Türkeş'in Komite'de bir iç darbe yaptıktan sonra Yassıada'daki
demokratları affettirip Demokrat Parti'nin oy tabanı üzerine oturan bir siyasal parti
kurma girişimleri söz konusuydu. 27 Mayıs'ı bir siyasal parti yörüngesine oturtmak
istiyordu.
"Biz böyle bir olasılığa karşı kendi planımızı yaptık. Yassıada'daki tüm binalara tahrip
kalıplan yerleştirdik. Eğer Türkeş ve ekibi önceden davranıp da bizim ekibi tasfiye
etseydi Yassıada'yı havaya uçuracaktık. Tabii kendimiz de birlikte uçacaktık."
On dörtlerin postalanışı ve Menderes'in idamından sonra, bu jet pilotunun son
uçuşuna da gerek kalmadı.
Yassıada'yı havaya uçurma projesi, sadece ufak bir "tatbikatta" kaldı.
13 Kasım 1960 ya da 6 Haziran 1961 gibi, Komite içi sesli ve sessiz darbelerden
önceye rastlayan bu ufak, ama sesli tatbikatın öyküsünü de, o dönemin rütbesi küçük
ama yetkisi büyük komutanı Deli Remzi'den dinleyelim:
"Yassıada'nın güvenliğinden sorumlu uçaklar Bandırma'da Albay Emin Alpkaya'ya
bağlıydı, ama emirleri benden alıyorlardı. Roket ve makineli tüfek mermisi yüklü bu
uçaklar, arada bir adanın üzerinde alçak uçuş yapıyorlardı. Bir keresinde şöyle bir
emir verdim:
" 'Dikkat, dikkat. Akbaşlar! Hedef Sivriada. Roket ve makineli atışı!'
"Şimdi ikisi Türk Hava Yolları'nda görevli olan dört pilot Sivriada'ya doğru dalarak
roket ve makineli atışıyla öylesine bir cayırtı kopardılar ki, sesi Çankaya Köşkü'nde
yankılandı. Benim ada güvenliği konusundaki özel yetkimden İstanbul Sıkıyönetim
Komutanı'nın da haberi yoktu," Bandırma Üs Komutanı Emin Alpkaya'nın da. Gürültü
kopunca Ankara'ya şikayet edildim.
"Haber, Çankaya tepesine garip bir biçimde yansıtıldı: 'Deli Remzi Yassıada'yı
bombardıman ettiriyor' diye. Gürsel, bu işin aslı nedir diye Hava Kuvvetleri Komutanı
Tansel’i aramış, o da Bandırma'dan Emin Alpkaya'yı. Albay Alpkaya bana veryansın
etti.
" 'Yahu Remzi, beni mahvettin, emekliye sevk edecekler diye tir tir titriyordu.
"Acele Ankara'ya çağırmışlar. Yeşilköyde buluşup birlikte gittik. Komite'den Mucip
Ataklı Paşa durumu bildiği için idare etti. Mucip Paşa'nın araya girmesiyle Hava
Kuvvetleri Komutanı İrfan Paşa sırtımı sıvazladı. Fakat bu olay, İrfan Paşa'ya karşı
olanları harekete geçirdi:
" 'Yüzbaşı rütbesindeki Deli Remzi'ye böylesine yetki verilir mi' diyerek Paşa'yı
yıpratmaya başladılar,
"Oysa yetkimin kaynağı Komite idi. Eğer 13 Kasım 1960'ta Komite içindeki temizlik
harekatında olaylar tersine gelişseydi, ben de üzerinde insan yaşamayan Sivriada
yerine Yassıada'yı bombalatacaktım. O Kaman, demokrasiye geçmek de kolay
olmayacaktı."
(*) Y.n.: Org. Cemal Tural.
YASSIADA GÜVENLİK SORUMLUSU
YÜZBAŞI REMZİ ORAL'IN İKİNCİ AÇIKLAMASI
"MENDERES'İ ASMASAYDIK TALAT İHTİLAL YAPACAKTI"
Orsan Öymen Milliyet, 28 Ağustos 1986
• Emekli Albay Oral'ın, Falın Rüştü ile ilgili anısı da şöyle: "İmralı'da aptes almak için
ellerinin çözülmesini istemişti. Savcı Egesel, izin vermedi. Ben müdahale ettim. Zorlu,
son mektubunu benim kalemimle yazdı."
Yassıada'daki MBK güvenlik ve savunma görevlisi emekli Albay (o zamanki
rütbesiyle Yüzbaşı) Remzi Ora!, eski Başbakan Adnan Menderes'in asılmasına ilişkin
açıklamalarına yeni boyutlar getirdi.
Hava Kuvvetleri'nde "Deli Remzi" takma adıyla bilinen Yassı-ada irtibat subayı Remzi
Oral, Menderes'in idamının durdurulma olasılığına karşı Cumhurbaşkanı Gürsel'e
telefonla yanlış bilgi vererek, cezanın alelacele infaz edilmesi olayı ardında, o günün
koşullarına göre bazı zorunlu nedenler bulunduğunu söyledi.
Remzi Oral, "Bir İhtilâl Daha Var" başlıklı kitabı hazırlayan Milliyet Yazarı Orsan
Öymen'in sorularına şu yanıtları verdi:
Öymen: "Başkan Gürsel, Adnan Menderes'in idam cefasının durdurulması için
Yassıada Komutanlığı'na telefon ettiği zaman, siz kendisine, gerçeği yansıtmadınız
ve Menderes'in İmralı'ya götürülüp, cezasının infaz edildiğini söylediniz. Oysa
Menderes, o sırada İmralı'da değil, Yassıada önünde hücumbotta idi... Buna niçin
gerek duydunuz?"
Remzi Oral: "Bir kere şunu söyleyeyim. Ben cellat değilim. Adnan Menderes'in
asılmasını çabuklaştırmanın ardında demokrasiye geçiş açısından hayati önemde
bazı nedenler vardı ve bunun kararını da tek başıma ben vermiş değilim. Bir kez, o
günlerin koşullarını iyi bilmek lazım. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, orduyu siyasetten
uzak tutmak için benim de üyesi bulunduğum bir birlik kurulmuştu. Adı Silahlı
Kuvvetler Birliği... Bu birlik üyelerinin yemininde Yassıada'da Yüksek Adalet
Divanı'ndan çıkacak olan kararların uygulanması da yer alıyordu. Silahlı Kuvvetler
Birliği'nde yönetim kısa zamanda, Talat Aydemir Cuntasının güdümüne geçmişti,
Talat Aydemir, Babıali Baskını benzeri bir ihtilâl yapıp, diktatörlüğünü kurmak için
bahane arıyordu. Eğer Milli Birlik Komitesi, Yassı-ada'dan çıkan idam basarlarım
onaylamasaydı, Talat, ihtilâl yapacaktı. Komitenin o günkü toplantısı sırasında
Meclis'i, birliklerine kuşattırmıştı. O sırada Talat'tan kopan Havacılar Cuntası olarak
da biz, Aydemir'in bu planına karşı çıkıyoruz. Cuntanın havacı yöneticisi Halim
Menteş de, kendi subaylarıyla Meclis'te tertibat almış, Talat'ın emrindeki Muhafız
Birliği'ni enterne etmişti. Talat, bir darbe yapıp, Milli Birlik Komitesi üyelerini tevkif
ederek, yönetimi ele almaya kalksa. Kurmay Albay Halim Menteş birlikleri, silahlı müdahale edeceklerdi. Biz, Talat Aydemir'in ihtilâl niyetini biliyoruz! Bu ihtilâlin gerekçesi
de hazır, Silahlı Kuvvetler Birliği yeminine sadakat... Bunu önlemek için komitede
tasdik edilen idam cezalarını bir an önce infaz ettik ve Adnan Menderes konusunda
da Gürsel'e gerçeği tam olarak yansıtmadık!"*
Öymen: "Eğer siz Başkan Gürsel'e, Adnan Menderes'in cezasının İmralı'da infaz
edildiğini söyleyerek yanlış bilgi vermeseydiniz, belki cezası affa uğrayacaktı ve Celal
Bayar gibi belki öldükten sonra o da bir devlet töreni ile gömülecekti!"
Remzi Oral: "Sanmıyorum, cezası Milli Birlik Komitesi'nce onaylanmıştı. Olsa olsa,
infaz ertelenirdi. O da Talat Aydemir'e yeni bir ihtilâl fırsatı yaratmış olurdu!"'
Öymen: "Siz şimdi idam cezalarına karşı mısınız?" Remzi Oral: "Ben öteden beri bir
insan olarak idam cezalarına karşıyım. Her bakımdan karşıyım. Bakın, Sokrat ölüme
mahkum ediliyor, ama yüzyıllar sonra dünyanın her köşesinde saygı ile anılıyor. İlim
dünyamızı süslüyor."
Öymen: "Menderes'in idamı şuasında siz İmralı'da yanında bulundunuz mu?"
Y.n,: Kitabın tümü değerlendirildiğinde gerçeğin böyle olmadığını algılanacağını düşünüyorum.
Özellikle ''Havacılar Cuntası"nın CHP'yle işbirliği olayları yönlendirmiş, 21 Mayıs 1963 darbe
girişiminden sonra Aydemir'le Mamak Askeri Cezaevine alınan Em. Kur. Alb. Halini Menteş yanılgısını
ban açıklamıştır.
Remzi Oral: "Hayır, ben İmralı'ya şevkini sağladım. Ben Fatin Rüştü Zorlu'nun
infazında bulundum."
Öymen: "Nasıldı Fatin Bey?"
Remzi Oral: "Son derece metindi. Bakın, bir anımı anlatayım: Fatin Bey, infazdan
ünce ellerinin çözülmesini istedi, aptes almak istiyordu. Savcı Egesel, buna karşı
çıkınca şiddetle bağırdım. Dedim ki, 'Burada bu kişi film çevirmeye değil, idama
gidiyor, kaçacak hali mi var?' Savcıya karşı geldim ve ellerinin çözülmesi için emri
ben verdim. Fatin Bey, aptes aldı ve eşine yazdığı mektubu benim Pelikan
dolmakalemimle yazdı. Bu ilgim üzerine Fatin Bey. Ölüme giderken boynuma sarıldı
ve ben orada en büyük üzüntümü duydum. Fatin Bey, ilmik boynuna geçirildikten
sonra da bana, : Allahaısmarladık yüzbaşım, seni yanlış tanımışım' diye seslendi."
Öymen: "Peki, Ada Komutanı Tarık Güryay o sırada neredeydi?"
Remzi Oral: "O, hücumbotta kararları beğenmeyen subaylarla birlikteydi. Bu İnfazda
yalnız ben vardım, irtibat subayı olarak bir de foto film merkezinden asker olarak
astsubay vardı. Tabii Savcı Egesel de vardı. Hatta Fatin Bey bir ara Egesel'e dönüp,
'Sayın savcı, sen vazifeni yaptın, kimseye bir kinim yoktur' dedi. Sonra kendini
boşluğa bıraktı. Boyu uzundu, iskemle çekilince ayaklan masaya değdi. Cellada,
oğlum masayı çek dedim. Masa çekilince Zorlu, boşlukta kaldı."
Öymen: "Bugünkü koşullar altında yeniden benzeri bir görevde bulanabilir misiniz?"
Remzi Oral: "Hayır. Dedim ya, kişisel olarak idam cezalarına karşıyım. O günün
koşulları başkaydı."
IV. BOLUM
21 MAYTS 1963 -BAŞKALDIRI VE AF KONUSU
SAYIN CEMAL TURAL'A AÇIK MEKTUP*
(E. KUR. ALB. SELÇUK ATAKAN, E. KUR. YRB. TALAT TURHAN)
Giriş
Sayın Cemal Tural'ın "22 Şubat ve 21 Mayıs suçlularının affını doğru bulmadığına"
dair gazetelerde çıkan açıklamasını okuduğumuzda hayret ve dehşet içinde irkildik.
Haberin doğruluğuna inanmadık, inanmak islemedik. Ancak, Sayın Başbakan
Süleyman Demirel'in haberi doğrulayıcı demeçleri karşısında bazı hususları aydın,
uyanık ve saygın vatandaşlarımıza açıklamak için kendimizi görevlendirdik.
Şu hususu (incelikle belirtmek isteriz ki, açıklayacağımız fikirlerin yanında ve safında
pek çok in san vardır. Zamanın darlığı nedeni ile onlarla ilişki kurmak olanağı
bulamadığımızdan bildiri imzamızı taşımaktadır. Fakat biz onların da düşüncelerine
tercüman olduğumuza dair kesin İnanç taşıdığımızdan emin bulunmaktayız.(1)
Bizi bu bildiriyi yazmaya iten neden, demokrasiden, adaletten ve haktan yana
olmamızdır. Yoksa bir grubun veya zümrenin savunmasını yapmak savında değiliz.
Kuvvetimizi de anılan evrensel kavramları rehber edinmekten alıyoruz.
Muhatabımız Sayın Cemal Tural'dır. KKK Org. Cemal Tuval değil...
Sayın Cemal Tural'ın onaylamadığımız tulum ve davranışlarına yıllardan beri karşı
olduğumuzu bizleri tanıyanlar bükler. Bundan
* y.n.: Talat Turhan'ın Savunması-1975 1. Klasör, 00250-00264 no’lu sayfalarına konulmuş ve
Sıkıyönetim As. Mah. verilmiştir.
-Bu açık mektubun altı çizili olan bölümleri aynen veya mealen 6 Aralık 1965 tarihli Akşam
gazetesinde yayınlanmıştır.
-Dili düzeltilerek sadeleştirilmiş ve yeniden düzenlenmiştir.
1. K.K.K. Org. Cemal Tural'ın mektubu, 4 Aralık 1965 günü basında yer almıştı.
daha önemlisi, bizler kamlarımızı demir parmaklıklar gerisinde çeşitli ve yasa dışı
manevi baskı ve işkence altında ve yargı önünde de söyleyebilmek yürekliliğini
gösterebilmiş kişiler olduğumuz için bu gün de konuşmayı kendimizde hak olarak
görmekteyiz.
Anayasa Nizamı
Sayın Cemal Tural'ın bu mektubu yazmaya yetkili olup olmadığı hususu ilk ele
alacağımız konu olacaktır.
Sayın Turarl’a aynı akademik kariyere mensup bulunmaktayız. Ancak kendisine hak
vermek olanağına da sahip değiliz.
Çünkü; 27 Mayıs, "Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu
kaybetmiş bir iktidara karşı"(2) yapılmış ve 1961 Anayasa'sı bütün kurumlarıyla gerçek
demokrasiyi getirdiğinden halkımızca onaylanmıştır.
1961 Anayasası'na karşın 1960–1965 evresi bir geçiş dönemi olmak vasfından
kurtulamamış ihtilâllerin kanunları hükmünü yürütmüş, "ihtilâl kendi evlatlarını yemiş"
ve bu oluşumda en büyük kaybı ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetleri vermiştir. (3)
1965 seçimleri yeni yapılmış ve sonuç alınmıştır. Türkiye'mizin kaybedecek zamanı
yoktur. Bu nedenle yaralan sarmak zamanı çoktan gelmiş ve geçmiştir.
Bugün en ağır şekilde suçlanılan insanların hapishane koğuşlarında sabahlara kadar
yurt sorunlarını tartıştıklarının tanığı olduğumuzdan onlardan yana çıkıyoruz.
İnsanlar ne kadar önemli görevlerde bulunurlarsa bulunsunlar zaman zaman
duygularının esiri oldukları bir gerçektir. Bırakalım bu konuyu da tarih yargılasın.
Ancak sırası gelmişken konuya ilişkin önemli bir tarihsel gerçeği anımsamak
durumundayız:
Sayın Suphi Karaman, 21 Mayıs olaylarından önce Milli Emniyetin haberi olduğunu
Parlamentoda açıklamıştır: (4)
"Devleti her türlü teşebbüse ve komploya karşı korumakla görevli olan Milli Emniyet
Teşkilatının başında bulunan bir şahsın* bu tutumunu tarih önünde tespitte fayda
görüyorum. Bunun sorumluluğunun
2. 1961 Anayasası başlangıç kısmı.
3. İhtilallerin Kanunu Andre...
4. Cumhuriyet, 16 Aralık 1964 C. Senatosu Tutanağı: 15 Aralık 1964.
Y.n.: Korg. Fuat Doğu.
da kime ait olduğunun da açıklanmasını istiyorum."
21 Mayıs darbe girişiminin Sayın Alpaslan Türkeş tarafından Önceden haber alınıp
ilgililere bildirildiği 21 Mayıs Duruşma Tutacaklarına geçmiştir.
Türkiye'nin demokrasiden başka bir yönetimle idare edilemeyeceği tartışma
götürmeyecek kadar açıktır. Farklı yorum ve yaklaşımlar bu devletin kurucusu büyük
Atatürk'e karşı olmakla eşanlamlı sayılmalıdır. Atatürk eserlerini Türk Gençliği'ne
emanet etmiş ve gençlik sınavını başarıyla vermiş, emanete layık olduğunu
kanıtlamıştır.
Demokrasilerde parlamentoların ve ulusal egemenliğin değerini Atatürk kadar özlü
ifade eden bir kimsenin bulunabileceğini sanmıyoruz. O diyor ki:
"Milletin irade ve emeline uymayanların talihi hüsrandır, izmihlaldir."
Büyük önderimiz annesi Zübeyde hanımın mezarı başında da milli irade için canım
vermeye and içmiş ve bize yönümüzü göstermiştir.
"... Hâkimiyeti milliye ilelebet devam edecektir.
Validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna müteahhit olduğum vicdan yeminini tekrar
edeyim. Validemin medfeni önünde ve Allah'ın huzurunda aht ve peyman ediyorum.
Bu kadar kan dökerek milletin istihsal ve teşbih ettiği hakimiyetin muhafaza ve
müdafaası için icap ederse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim..
Hâkimiyeti milliye uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun."'
Aziz Ata'nın namus borcunun bugünkü sahiplerinin gücüne inancımız tek tesellimiz
olmaktadır.
Sayın Prof. Dr. İlhan Arsel: (6)
"İktidarı, fiili meşru ve hukuka uygun" deyimleri ile ayırdıktan sonra G.Ferrero'nun "
The Principles of Power" adlı kitabına gönderme yapıyor ve "şayet hükümet edenlerle
idare edilenler iktidarın sınırları ve kullanılması konusunda belli prensipler ve kaideler
üzerinde böyle bir mutabakata vasıl olmuşlarsa iktidarın meşruluğundan
bahsedilebilir" diye yazıyor.
5. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri C.II, 1959, s. 76.
6. Anayasa Hukuku (Demokrasi) s. 28, 1964.
Ve nihayet Pierre Mendes France: (7)
"Gerçek demokrasi kurmak için şekli bir demokrasi yerleştirmek yetmez. Yardımcı
bütün şartların bulunması gerekir." diye yazmakta...
Tabii bu örnekleri çoğaltmak olanaklı... Biz bu yolla sizin son mektubunuzu
belirttiğimiz bilimsel görüşlere uygun bulmadığımızı belirtmekle yetiniyoruz. Bu
kanımızın yanlış olmasını da demokrasi adına gönülden dilemekteyiz. Yoksa bugün
hapishanede yatan ve affına karşı olduğunuz kişiler kadar sorumlu olmanız
yasalarımızın hükmü gereği olduğu gerçektir.
Sizin bizce bilinen ve duyarlılıkla izlenmekte olan, bir kısım davranışlarınız
hakkınızda ulaştığımız kanıları onaylamamamıza karşın konuyu kişiselliğe
dökmemek için, burada sadece basına yansıyan(8) kamuoyunun büyük bir duyarlılıkla
ilgilendiği Kara Kuvvetlerine yayınladığınız emirde grev hakkındaki görüşünüzün de
Anayasa düzeniyle bağdaşmadığını anımsatmakla yetineceğiz.
Demokrasilerde baskı gruplarına gereksinim vardır. Bunların rollerinin tartışma
götürmediği de bilinen bir gerçektir. Bu gruplar dışında ve parlamento üzerinde
Demokles'in kılıcı gibi duran gizli güçlerin(9) var olduğu bir ülkede demokrasiden söz
edilemeyeceği gerçeğini bizlerden daha iyi bilmek durumunda olduğunuzu da
anımsatıyoruz.
Hiyerarşi
Bizler Silahlı Kuvvetler'den ayrıldıktan sonra eğer bir değişiklik olmadı ise siz emir
komuta zinciri içinde Genelkurmay Başkanı'na bağlı bir makamda bulunuyorsunuz.
Bu gerçeğe karşın yetkinizi aşıp doğrudan M.S.B.'lığına mektup göndermeniz; Yüce
Meclisin yetkisi İçinde olan bir konuda dolaylı da olsa politik bir baskı yapma yetkiniz
olmadığını bilmiyor musunuz?
Hükümet demokratik yoldan işbaşına gelmiş ve affı programına almış olduğuna ve
kanun yapma görevi yüce meclisin olduğuna göre girişiminiz nasıl açıklanabilir?
Adalet tarihinden dünyadaki af konusu incelendiğinde görülecektir ki,
7. Çağımızın Cumhuriyeti, 1965, (La Republique Modeme).
8. Milliyet, (27 Ocak 1965, 1 Şubat 1965) Cumhuriyet, 1 Şubat 1965.
9. Bu açık mektup yazılalı 36 yıl oldu ama ''Devlet üzerinde devlet" ve önün gizli örgütleri tartışması
hâlâ bitmedi. Parlamentoda bu konudaki girişimlerden sonuç alınamadı!..
atlarda öncelik her durumda siyasi mahkûmlara ait olmuştur. Bu gerçeğe karşın
siyasi suçluları kapsamayan bir af düşünmeniz ve bu konuda görüş açıklamanız
doğru mudur? Siyasi suçlar yasalarımızda yer almaktadır. 21 Mayıs olayları
suçlularının da siyasi suçlu oldukları mahkeme hükmü İle saptandığına göre, hangi
yetki ve hukuki bilginizle suç vasfını değiştirmek istiyorsunuz?
22 Şubat suçlusu tanımlamanız da hukukla bağdaşmıyor. Yüce meclisten çıkan bir
yasayla 22 Şubat'a katılanların affedildiğini bilmiyor musunuz?
Anayasamız devleti ''sosyal bir hukuk devletidir" (birinci kısım, madde: 2) diye
tanımlamakta ve kişilere "sosyal adalet" (ikinci kısım madde: 10) vaad etmektedir.
Darbe girişimi bilindiği halde önlem almayıp suçun oluşmasına göz yuman ve
sonuçlarından politik çıkar sağlayan iktidarın tarihsel suçu göz ardı ediliyor. Ama
darbeye katılanlara af çok görülüyor. İnsafla bağdaşır mı?
Bu millet Silahlı Kuvvetler'in siyasete karışmasının sakıncalarını yakın tarihinde
görmüş, 1912 Balkan Harbi'nde Çatalca önlerine kadar gelen Bulgarlara yenilgiyi asla
unutamamıştır. İç Hizmet Kanunu'nda; “Türk Silahlı Kuvvetleri her türlü siyasi tesir ve
düşüncelerin dışında ve üstündedir. Bundan ötürü Silahlı Kuvvetler Mensuplarının
siyasi parti ve demeklere girmeleri, bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette
bulunmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlerine karışmaları ve bu maksatla nutuk
ve beyanat vermeleri ve yazı yazmaları yasaktır." (10) Hükmü yer almaktadır. Silahlı
Kuvvetler mensubu olduğunuz için Askeri Ceza Kanunu'nun 148. maddesine göre
suçlu konuma düşmüyor musunuz?
Silahlı Kuvvetlerin siyasetten uzak tutulması gerekçesi ile cezalandırılarak kanı, cam,
iliği, kemiği ile bağlı olduğu ocağından ilişkileri kesilenler, 'Tasalar Önünde kişilerin
eşit" olduğu kuralını anımsatırlar. Bizi As. C. K. 148. Madde ile suçlayan organları
göreve çağırıyoruz.
Bundan yüzyıllarca önce söylenmiş fikirlerle bu kısmı tamamlamak istiyoruz."
"Suçları önlemek istiyor musunuz? Öyle ise, hürriyeti ilmin meşalesi altında yürütün!..
10. TSK İç Hizmet Kanunu (211 no’lu kanun) madde:43.
11. Beccaria, Suçlar ve Cezalar, 1964, Fasıl XLI.
Şayet siz, ilmin meşalesini uzatır ve onu cömertçe aydınlatırsanız, cehalet ve iftiranın
bu nurdan kaçacağını göreceksiniz! Adaletsiz idarecilerin titremeye başladığını ve
ortada müthiş bir korku ve kuvvet membaı olarak, sadece kanunların kaldığını
müşahede edeceksiniz. Münevver insan, ahkâmı sarih, nimetleri vazıh ve temeli
ammenin selameti olan kanunların meydana gelmiş olduğunu görmekle kalbi sevinçle
dolacaktır."
Görüldüğü gibi bizler hukuku ve yasallığı savunuyoruz.
Sayın Gürsel'in Tarihi Mektubu İle Karşılaştırma
Stratejinin ana ve değişmez kurallarım biliyoruz. Asker olduğumuz için bilmemiz
gereken diğer bir husus da bir muharebenin kendinden öncekilerin koşullarına
benzemediği gerçeğidir. Bir muharebede basan nedeni olan etkeni örnek almak
hatasına düşen kumandanlar çoğunlukla yanılırlar.
Bu kuramın yaşamın her alanında uygulanabileceğini düşünüyoruz.
Sayın Cemal Gürsel'in, K.K.K. iken kaleme alıp zamanın MSB'na gönderdiği tarihi
mektubu(12) anımsatmak isteriz (3 Mayıs 1960).
O mektup, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin "Silahlı
Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye
Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamaktır." uygulama zamanının geldiğine inanıldıktan
sonra yazılmıştır.
O mektubu yazan Sayın Gürsel, Emir Komuta Zinciri içinde bağlı bulunduğu zamanın
Genelkurmay Başkanı'nın üzerine düşen görevi yerine getirmediği kanısıyla
sorumluluğunu üstlenip yazmıştır.
Sonucunda da Sayın Gürsel, mektubu kaleme aldıktan sonra politikaya karıştığını
kabullenip bulunduğu makamı kendiliğinden terk edebilmek büyüklüğünü
göstermiştir.
Sayın Gürsel'in öngörüsü bizleri 27 Mayıs'a getirmedi mi? Bugünkü Anayasa 27
Mayıs'ın eseri değil mi? Anayasa'ya evet diyen vatandaş 27 Mayıs'ı onaylamış
olmuyor mu?
Bugün 3 Mayıs 1960'ın şartlarından bahsetmemiz olanaklı mıdır?
12. Avni Elevli, Hürriyet İçin, 1960, s.16. 218
Geçmişe Bakış
Sayın Tural, 1958 yılında 66. Tüm K. iken sizi ziyarete gelen ve 27 Mayıs'ı
hazırlayanların görevlendirdiği ve sizin düşüncenizi öğrenmek isteyen subaya
verdiğiniz yanıtı her halde anımsıyorsunuz. (13)
O gün verdiğiniz yanıt nedeniyle bugün pişman mısınız?
1960'dan sonraki davranışlarınızda bu pişmanlığınızın rolü oldu mu?
Dikkat buyurursanız pişman olmamız halini düşünmek bile istemiyoruz.
27 Mayıs 1960 günü siz de habersizler arasında bulunuyordunuz. Onaylayacağız gibi
habersizleri çeşitli bölümlere ayırmak olanaklı... Fakat 1958'de size yapılan
yoklamaya karşın vermiş olduğunuz yanıt karşısında haberli olmamanız da
düşünülemezdi. Ancak o gün 2. Kolordu'dan İstanbul'a geldiğinizde ihtilâli yapanlara
söylediklerinizi de şimdilik açıklamıyoruz. (14)
Konuya ilişkin önemli bir olaydan söz etme durumundayız.
İstanbul'da 27 Mayıs'ta emir aldığınız iki komite üyesini 21 Mayıs'tan sonra yurda
dönerken ta Kapıkule'de karşılayıp gözaltına aldırıp hapishaneye göndermenizle, 27
Mayıs günü davranışınızı size yakıştıramadığımızı sırası gelmişken vurgulamak
isteriz...
21 Ekim 1961: 22 Şubat 1962 evresi hakkında herkes bir şeyler biliyor. Bizler içinde
yaşadığımız için takdir edeceğiniz gibi daha fazlasını biliyoruz.
Bu dönemde, ünlü Balmumcu Protokolü’nde (9 Şubat 1962) zamanın İstanbul Valisi
Korg. Refik Tolga başta olmak üzere emri komutanız altında bulunan hemen hemen
bütün komutanların imzaları yar. Fakat sizinkisi yok.
13. Kur. Alb. Faruk Ateşdağlı Tural'ı komiteye davet etmiş ancak önerisini Tural kabul etmemiştir.
14. Şimdi açıklayabilirim: 27 Mayıs olduğunda 2, Kolordu Komutanı olan Tural, "derhal" kaydı ile ihtilali
yapanlar tarafından İstanbul'a çağrılır. Ancak ikircikli bir ruh hali içinde bulunduğu için, kulağı aracının
telsizinde olmak üzere zaman kazanmak ve ihtilalin başarısından emin olmak için birkaç kez Koru
Dağı'na (eskiyol) aracıyla iner çıkar. İstanbul'a geç kaldığı için de kuşkuludur. Harbiye'deki Atatürk
heykeli önünde duran iki komite üyesi (biri Kur. Yb., diğeri Kur. Bnb.) karşısında Korgeneral Cemal
Tural, esas duruşa geçip: "İnkilabı yapanlar kumandanımdır" der. Kuşkusuz daha sonraki
davranışlarında -karşı devrimci olmasında- düştüğü bu acıklı durumun etkisi yadsınamaz.
Bu durumda iki olasılık düşünebilir:
1) Haberiniz yoktu. O zaman siz 1. Or. K. olarak askıda kalan bir Kumandan
durumuna düşmüyor musunuz? Eğer bu olasılık doğru ise sonraki tutumunuzda bu
yenilginizin hissi payı düşünülemez mi?
2) Haberiniz vardı. Bu durumda siz 22 Şubat'ın olmasını onaylamış olmuyor
musunuz? Eğer böyle ise 22 Şubat'a kininiz neden?
22 Şubat öncesi bugün çok yakını olduğunuz bir kimse Cunta'ya sizin emekli
edilmeniz gerektiğine dair raporlar gönderirdi ve ne yazık ki, bildiğiniz üzere bu kimse
bugün olduğu gibi o günde mahiyetinizde bulunuyordu.
Bugün, bu raporlara itibar etmeyen 22 Şubat'ın lider kadrosu sayesinde makamınızı
işgal ettiğinizi niçin unutuyorsunuz? Bildiğiniz gibi o devirde ünlü Cunta sizin
hakkınızda olduğu gibi, başkaları hakkında da düşük karakterli insanların verdiği
raporlara dayanıp bir çok kıymetli general ve subayı emekli edip büyük bir hata
işlemiştir. Aynı hatayı sizin için de işleyemez miydi?
22 Şubat'tan sonra karargâhınıza atanan bazı subaylara hakaret ettiğiniz bir
gerçektir. Bu subayların o zaman sizi mahkemeye vermiş olmalarının 22 Şubat ve 21
Mayıs'a olan kininizde rolü olmuş mudur?
21 Mayıs'tan sonraki tutumunuza çok ayrıntılı olduğu için şimdilik girmeyeceğiz.
Ancak şu kadarını söylemeden de geçemeyeceğiz.
Mamak Hapishanesi'nde mensubu olmaları ile her zaman onur duydukları okulun
marşını, (Harbiye Marşı) söyledikleri için, dünkü silah arkadaşlarınıza üç hafta ziyaret
yasağı koyduğunuzu unutamıyoruz.
Hapishaneye emrinizdir diye İngilizce ders kitabını dahi sokmayan Hapishane
Müdürü P. Bnb. Nurettin Işıldar'ı da unutmamız olanaksız...
Ordunun Disiplini Konusu
Mektubunuzda "Affın 22 Şubat ve 21 Mayısçılar' a teşmili halinde, ordu düzenindeki
disiplinin sarsıntıya uğrayacağını" belirtiyorsunuz.
Bu konuda da size hiç katılmıyoruz. Çünkü: 21 Mayıs suçluları Harbiydiler dahil 200
kişi kadardır. Silahlı Kuvvetlerin büyük kitlesi karşısında bu rakam hesaba
katılmayacak kadar küçüktür. Silahlı Kuvvetlerin disiplinine karşı ileri sürülen bu
nedenin çok hafif kaldığını her halde şimdi anlamış olmalısınız...
Yassıada ve İdamlar
Bu günlerde fısıltı gazetesinin sizin mektubunuzda savunduğunuz fikirleri başka bir
yönüyle yaydığım duymaktayız. Onlar derler ki: "Bunlar (21 Mayısçılar) idamları
yapan ve yaptıran insanlardır. Siz bunları nasıl affedebilirsiniz" Biz bu haberin
kaynağını henüz saptamış değiliz. Bu nedenle, söz konusu çabaların sizin mektubunuzla eşzamanlı olup olmadığını da şimdilik bilmiyoruz. Ancak oklar bumeranga
dönüşebilir.
Sonuç
Bizler demokrasiden, adaletten ve yasallıktan yana olduğumuz için bugüne kadar
susmamıza karşın bu açıklamayı yapmayı görev bildik.
Kamuoyunun da bizim gibi düşündüğüne inanıyoruz. Basında bugünlerde yayınlanan
yazılar ve gençlik örgütlerinin bizim gibi düşündüğünü öğrenmiş olmaktan mutluyuz.
Gerçek demokrasi istiyor ve demokrasiden yana tavır koyuyoruz. Demokratik düzen
içinde herkesin kendi sorumluluk ve yetkisinin bilincinde, yarının kurulmasına katkıda
bulunmasını mutlu, huzurlu ve gelişmiş Türkiye'sinin kurulmasına katkıda
bulunmasını diliyoruz.
Bu hedefe ulaşabilmek için eski hesapların kapanması gerektiğini, dünün kini ile dolu
olmanın ve bu yöndeki davranışların yararına inanmamaktayız. "Az gelişmiş" veya
kibar deyimi ile "gelişmekte olan ülke" olmaktan kurtulmamızın; geçmişten ders alıp
geleceği düşünmek, planlamak ve bu yönde çaba sarf etmekten geçtiğine inanıyoruz.
Selçuk Alakan Em. Kur. Alb.
Talat Turhan Em. Kur. Yb.
TUĞĞ. FARUK GÜVENTÜRK'ÜN EMRİNDE BULUNDUĞU
1. OR. K. CEMAL TURAL HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
Güventürk'ün Heyecanı*
Protokolün imzalanmasından sonra, toplantıyı terk eden subayları General Faruk
Güventürk, çevirerek kendileri ile bir konuşma yapmış ve General Cemal Tural
hakkında kesin bir karara varılmasını İsteyerek:
"Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz. Cemal Tural hakkında gereken karan vermediğiniz
takdirde ben protokolün altındaki imzamı geri alıyorum diyerek bir karara varılmasını
istemiş.
Güventürk 21 Ekim Protokolünü" imzaladığı halde sonradan imzasını geri alan Birinci
Ordu Kumandanı Cemal Tural hakkında mutlak bir karara varılması gerektiğini teklif
ederek herkesin fikrini sormaya başlamış,
Bütün kumandanlar ayakta nasıl bir karara varılması gerektiğini bir süre tartışmışlar,
bu sırada yine Güventürk'ün sesi yükselmiş: "Arkadaşlar ben size daha evvelden
söylememiş miydim? En kısa zamanda ikimizden birisinin kansı dul kalacak diye, işte
o gün geldi." demiş bu sözler üzerine İlk Önce Dündar Seyhan "İmzaladığımız
protokolün tatbikatına muhalefet ettiği takdirde bertaraf edilir." demiş.
Aynı konuda, Refik Tulga ise "Bertaraf edilmekle Öldürülecek mi demek istiyorsunuz"
demiş.
Dündar Seyhan, Refik paşaya cevaben; "Bertaraf edilme sözü
* Y.n.: Talat Aydemir'in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968. İstanbul, s. 123-124.
** Y.n.: 21 Ekim 1961 Müdahale Protokolü.
içine mutlaka öldürmek girer iddiasında değilim. Enterne edilir, zararsız hale getirilir.
Bunun uygulama şeklini madem ki istiyor, Garnizon Komutanı General Güventürk'ün
takdirine bırakalım o anda ordu kumandanının davranışına göre hareket eder" demiş
ve bu teklif kabul edilmiş.
Bu sırada Ankara temsilcilerinden Necati Ünsalan, Faruk Güventürk'e: "İstediğin oldu.
Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun" diye sormuş, aldığı cevap şu olmuş. "O... kazığa
oturtacağım." Ünsalan dayanamamış; "Paşam size bu düşünceyi yakıştıramadım.
Küfür ettiğiniz ve kazığa oturtacağınızı söylediğiniz zat bu ordunun Korgeneral
rütbesini taşır ve Birinci Ordu Kumandanıdır, dâvaya davet edilir. Kabul ettiği takdirde
her zaman başımızdır. Etmediği takdirde makam ve rütbesine lâyık olarak enterneye
tabi tutulur."' demiş. Fakat Güventürk Tural'ın 21 Ekim'de imzasını geri aldığını, onun
bu hareketini hiç bir zaman affedemeyeceğini ve dediğini mutlaka yapmak için kesin
karar verdiğini söyleyerek sözlerinde ısrar etmiş.
Y.n,; Protokolden tanı dört ay sonra 22/23 Şubat gecesini, 1. Ordu Komutanı
Orgeneral Cemal Tural ile emrindeki 66, Tümen Komutanı Tuğgeneral Faruk
Güventürk düşün ve eylem birlikteliği içinde geçirdiler(!)...
GİZLİ
T.C.
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI
ANKARA
9 Temmuz 1966
PER
KONU
: 7202.1.66 DİSİPMOR.1.Ks.(514)
: Bölücü Propaganda faaliyetleri.
1. Alıştıkları metotlardan ayrılamayan bazı çevreler var ki bunlar Cumhurbaşkanı
seçiminden bu yana Orduya da musallat olmaya koyulmuşlardır.
Önceleri Ordudan adam ayarmaya, daha sonra alt ve üst kademeleri birbirine karşı
göstermeye biraz sonra Komutanları birbiri karşısında imiş gibi yaymaya koyulan bu
kişiler bunda da muvaffak olamayınca teker teker üst kademedeki komutanları Ordu
ve Halk gözünden düşürmeye yönelmişlerdir.
İşte son Cumhurbaşkanı seçiminden sonra tutulan yol bu yoldur. Askerlik gibi millet
şuurunda mukaddesleşmiş bir ocaktan gelen Cumhurbaşkanını küçümsemeye ve
gözden düşürmeye matuf davranışlar aynı şerefli ocağın Komutanlarına da
yöneltilmiştir. Böylece; Çankaya da Komutanlara Devlet evi olarak henüz başlamış
olan evler veliahtlar ve şehzadelere kâşaneler yapılıyor edası ile ilan edilmiş,
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları'nın ecnebi kulu oldukları yayılmaya
savaşılmış, ecnebileri himaye etmek onların silah taşımalarına müsaade etmek gibi
yalanlarla da efkarı umumiyenin zehirlenmesi denemesine girişilmiştir.
2. Türkiye'yi her zaman türlü yerlerden gelen tehlikelere karşı korumuş 27 Mayıs
inkılabından sonra içeride yapılmak istenen oyunları 22 Şubat'ı ile 21 Mayıs'ı ile
bertaraf etmiş ve kendi kışlasında Vatanın muhafaza ve müdafaa vazifesine
koyulmuş olan Silahlı Kuvvetler, rahat normal ve ciddi bir mesai devresinden
alıkonulmak sureti ile şimdide Komutanları yıpratmak oyunu ile uğraştırılmak
istenmektedir.
Bu gibi adi davranışlara müracaat edenler, bunları kendi akılları ile yapmakta iseler
şaşkınlıklarını bir dereceye kadar mazur görmek mümkündür.
(*) Y.n.: Gizlilik derecesi GK Başkanlığı'nın 6.8.1966 gün ve per. 7202-2-66 disiplin lks(514) sayılı
emirleri ile kaldırılmıştır.
Fakat ısrarlı ve devamlı olarak Ordu ile uğraşmak mutlaka özel bir maksat taşır. Bu
özel maksatta, Ordu gibi bir varlığı parçalamaktır ki, Anayasaya da, Vatana ihanet
denecek bir durumu ortaya koyar.
Durum böyle olunca kime ve nereye alet olarak çalışıldığını düşünmek zaruri olur. O
halde, bu davranışlar uzaktan ve gazetelerde görüldüğü kadar basit ve bir takım
boyalara boyanarak gösterilmek istendiği gibi değil tamamen aksine ve memleketi
yıkmaya matuf davranışların sahneye konuşudur.
İşi bu cepheden de mütaala edersek şeref imzalan koyarak NATO, !ENTO gibi
Paktlar imzaladığımız devletlerin haysiyetsiz ve muahedeleri şerefle tatbik eden
bizlerin de aynı şerefsizlikle itham edilerek Memlekete ihanet ediyormuş gibi
gösterilmesindeki sebebin bir başka kaynaktan idare edildiği neticesine varmak güç
değildir.
Görülüyor ki böylece perdenin önünde ve Komutanlara Sayın Cumhurbaşkanına
taarruz eder görülenler perdenin arkasında başkaları tarafından kendi mukaddes
müesseselerine karşı sevk ve idare edilmektedir.
Bu itibarla uyanık bulunmak, Ordu gibi Anayasanın diğer müesseseleri gibi muhterem
ve mukaddes müesseseleri hürmetkar olmak lüzumunu herkese anlatmak bu gibi
mukaddesatı tanımayanları da böylece tanımak ve her türlü kanuni karşılığını buna
göre tartıp ortaya koymak lazımdır.
3. Silahlı Kuvvetleri Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak vazifesini gelmiş
geçmiş bütün nesiller gibi Sancak önünde merdane verdiği şeref ve namus sözüne
sadık olarak ve hiç bir politikaya kapılmadan disiplin ruhu içinde hizmet etmek
suretiyle yapacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Bütün arkadaşlarımın daima bu yolda uyanık olmalarını ve şerefli vazifelerinde
başarılarını dilerim.
İmza
Cemal Tural
Orgeneral
Genelkurmay Başkanı
Dağıtım
:
Gereği
:
Kara Kuvvetleri K.
Dz. Kuvvetleri K.
Hv. Kuvvetleri K.
Jandarma Genel K.
Gn. Kur. Kh. Teşkilatı.
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/15
21 MAYIS 1963 KALKIŞMA GİRİŞİMİNE KATILAN
21 MAYIS HÜKÜMLÜLERİ İÇİN YAZILAN MEKTUP*
İstanbul, 16 Aralık 1967
Sayın………………
"Bir tek kişiye tevcih edilen adaletsizlik umuma yöneltilen bir tehdittir."
Montesquieu
Cezaevlerinin demir parmaklıkları ardında terk edilen 23 subay, 1 Harp Okulu
öğrencisinin toplumumuza kazandırılması zamanının gelmiş ve geçmiş olduğuna
inanarak, konu hakkındaki görüşlerimizi açıklayıp, af kampanyamıza katılmanızı
diliyoruz.
Bilindiği gibi, 3 Ağustos 1966'da kabul olunan 780 sayılı (Bazı suç ve cezaların affı
hakkındaki kanun)'da 21 Mayıs hükümlülerinden 24'ü af dışı bırakılmıştı.
Af, 1961 seçimlerinden sonra memleketimizin en güncel konusu olarak bütün politik
yatırımlar için malzeme yapıla gelmektedir. Bu nedenle yıllarca çeşitli çevrelerin
eğilimlerine uygun şekilde eleştirilmiş bulunmaktadır. Gerçekçi bir inceleme sonucu
çıkarılan afların, ilmi verilerden daha çok duygusal etkenlere dayandığı anlaşılabilir.
Politik bünyemizin olumsuz bir özelliği olarak karşıt fikir gruplarının birbirlerinden
kopardıkları ödün ölçüsünde çıkarılan af kanunları ile parça parça istenilen hedefe
gidilmiştir. Bu yönelişin galiplerinin kimler olduğu da bilinmektedir.
Bir ihtilâl döneminin sosyal, ekonomik ve politik koşullan içinde, kendi değer yargıları
ve görüşleri uğruna, hayat ve geleceklerini hiçe sayabilecek kadar yurtsever kişilerin
kıymetlendirme hatalarının, 27 Mayıs'a karşı olan güçlerin kuvvetlenmesine yaradığı
bir gerçektir. Bu dönemde politik çıkar gruplarının devrimci güçleri parçalamaya
çalıştığı ve bu çabalarında başarılı oldukları da bugün yeterince anlaşılmış
bulunmaktadır.
(*) Y.n.: Milletvekillerine ve Senatörlere gönderilmiştir.
—Dili sadeleştirilmiş ve yeniden düzenlenmiştir.
780 sayılı kanun, 1960 sonrasının bütün siyasi suçlarına sünger çekmiş, kamu
vicdanında haklı kuşkular doğurmasına karşın bir kısım adi suçları affetmiş ve fakat
yurtseverliklerinden kimsenin kuşkusu bulunmayan 24 devrimciyi rehine olarak
içeride bırakmıştır. Daha, önceleri konu, Parlamentoda, Üniversitelerde, Basında,
Gençlik kuruluşlarında ve diğer baskı gruplarında tartışılıp, 21 Mayıs hükümlülerinin
de af kapsamına girmesi ilmi bir zorunluluk olarak kamu vicdanına yerleşmiş
olmasına karşın beklenilen sonuca ulaşılamamıştır.
Affın, hukuki ve ilmi bir kavram gibi algılanması gerekirken, 'Memleket gerçekleri'
paravanası ardında politik, grupsal ve hatta kişisel görüşlerin etkisi ile duygusal
etkenlere dayandırılması tipik bir adaletsizlik örneği sayılabilir.
Biçimsel demokrasilere özgü böyle bir uygulamaya karşı çıkmak, adaletsizliğin
giderilmesine çalışmak, gerçek demokrasiye inanan, tam anlamıyla Batı kültür ve
uygarlığını benimseyen, çıkarlarının ötesinde bulunan aydına yaraşan bir tutum
olacaktır.
"Her rejimin temeli adalettir. Bir halka hürriyet, ahlak ve şeref miyarını veren o' dur."
E.A. Roth
Toplumda adaletsizlik yaratan veya var olan adaletsizlikleri gizlemekte yarar uman
yöneticilerin bu tip çabaları günü gün etmek deyimi ile tanımlanabilir. Oysaki, yönetici
tarihe hesap vermek zorunluluğunu vicdanında hissettiği ölçüde topluma yararlı
olabilir.
780 sayılı Af Kanununun hazır] anışındaki görüşmeler, açıklamalar yetkisiz kişilerin
gizli yazışmaları ile ilmi görüşleri yansıtan yayınlar arasındaki belirgin çelişmelerin
giderilmesi olanaksız görünmektedir.
TCK'nın 146. maddesine göre aynı suçtan mahkûm edilen iki gruptan birini siyasi
suçlu sayarken diğerini saymamanın hukuk ilmine ve mantığa uyamayacağına
inanmaktayız.
21 Mayıs olayının, bütün yönleriyle 'Siyasi suç' olduğu yargı organlarınca kabul
edildiği gibi, başarı halinde politik hayat ve kadrolarında ekonomik ve sosyal bünyede
değişiklikler getirmeyi öngördüğü belgelerle kanıtlanmıştır.
O günlerin koşullarına döndüğümüzde görülecektir ki: 27 Mayıs'ın getirdiği düzenle
bağdaşamayan çevrelerle bu düzenin sahibi olan kuvvetler karşı karşıya
bulunuyorlardı. Bir tahliyeyi bahane edip(1) Genelkurmay Başkanlığına doğru sallanan
eller ve kollar ile sarf edilen sözlerin olumsuz etkisi altında bunalımlara sürüklenenler
olduğu gibi, sabırsızlıkla beklenilen ekonomik ve sosyal reformların sözde kalışı ve
27 Mayıs düşmanlarının ardı arkası kesilmeyen kışkırtmaları sonucu, 27 Mayıs
idealine küçük hesaplar düşünmeksizin gönül veren devrimci güçler içinde mevcut
duruma son vermek üzere kendilerini görevli sayan gruplar çıkmıştır. Suç işleme
kastı olmaksızın ulvi bir maksadın sağlanması için takdir hatasına düşmüş olanlara
bunun bedeli fazlası ile ödettirilmiş bulunmaktadır.
Böylece özet ifadesini bulan politik bir olayı demagojik yöntemlerle basit ve adi suç
olarak tanımlama çabalan hukuka aykırı olduğu kadar ahlakla da bağdaştırılamaz.
Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle belirli bir adaletsizliğin kurbanı olarak cezaevi
zindanlarında tutulan 21 Mayıs hükümlülerine uygulanan cezadan toplumun beklediği
fayda dayanaklarım yitirmiştir. Cumhuriyet döneminde Harbiyeliden-Albaya kadar
çeşitli rütbelerdeki Slh. Kuv. mensuplarının cezaevlerinde süründürüldüğü
görülmemiştir. Çeşitli çıkar ortaklıklarının birbirine kenetlenmeye çalıştığı bir ortamda
bu sorunu küçümsemek demokrasi ve hürriyetler kavramlarına göre
onaylanamayacağı gibi bu durumun sürmesi bazı çevrelerdeki huzursuzlukların
artması sonucunu doğurabilir.
Sırası gelmişken arkadaşlarımızın bugüne kadar 55 ay cezaevlerinde yatmalarına
karşılık, on yıllık bir iktidar süresinin sorumluları olarak Yassıada'da mahkum
edilenlerin protokollerde tersi yer almış olmasına karşın, (2) 52 ay yattıktan sonra af
edildiklerini anımsatmak isteriz. Bir karşılaştırmaya girişmekten çok, aynı kanunun
aynı maddesine
1. Celal Bayar Kayseri Ceza ve Tutukevi 'nden tahliye edildikten sonra eski Demokrat Partililer TSK'yı
hedef alan kışkırtıcı eylemlerim Gn. Kur. Bşk.lığına yöneltmek aymazlığına düşmüşlerdir. Bu olay daha
sonraki Slh. K'lerdeki başkaldırılara azın sanamayacak boyutta gerekçe oluşturmuştur.
2. 26 Ekim 1961 günü siyasi parti liderleriyle komutanlar arasında imzalanan "Çankaya Protokolü"nde
siyasi parti başkanları Yassıada Mahkemesinde hüküm giyen Demokrat Partililere af çıkarmama sözü
vermişlerdi. Kuşkusuz bu sözü verirken içtenlikli değillerdi. O günün koşulları içinde komutanları
pasifize edip TBMM'yi açmak ve zaman kazanmak istiyorlardı. Nitekim koşullar elverdiğinde eski
D.P.'lilere af çıkarılmıştır.
göre mahkûm edilen iki grubun cezaevlerinde farklı kalış sürelerini gözler ve
vicdanlar önüne sermek istiyoruz.
1960'dan bu yana Anayasa düzeninin sürmesi için sarf edilen çabalar karşısında,
bugün 21 Mayıs hükümlülerinin affında bir sakınca olmadığına inanıyoruz. Bu
inançla, yüce Meclise bu adaletsizliğe son vermek üzere verilmiş olan Af Kanunu
tasarısının bir an önce gerçekleşmesi için ilginizi istirham ederken, saygılarımızı
sunarız.
21 Mayıs Hükümlüleri
Af Komitesi Adına
Talat Turhan
21 MAYISÇILARIN AFFI İÇİN YAZILAN MEKTUBA
YANIT
T.C.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI
BAKAN
05.06.1967
Sayın Talat Turhan, Yenigün Sokak No.: 11 Kuzguncuk/İstanbul
Mektubunuzu aldım. Hakkımda izhar buyrulan teveccüh ve hissiyatınızdan dolayı
teşekkürlerimi sunarım.
Bahsettiğiniz konu, günün hadiseleri içerisinde çok taraflı olarak ehemmiyet arz
etmektedir. Mesele üzerinde hassasiyetle durmaktayız.
Size iyi haberler verebilmek gayreti içerisinde bulunduğumu ifade etmek isterim.
Selam ve saygılarımı sunarım.
Dr. Faruk Sükan
İçişleri Bakanı
V. BÖLÜM
ORGENERAL FAHRİ ÖZDİLEK İLE İLİŞKİ
SAVUNMA BAKANLIĞINDAKİ TEYP
(ORGENERAL, MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ ÜYESİ,
MİLLİ SAVUNMA BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI
FAHRİ ÖZDİLEK'İN 27 MAYIS ANILARI)*
Milli Savunma Bakanı istifa etmişti. Bu görevi de yapmaklığım istendi. Makam
odasına gittiğim zaman odada yerleştirilmiş bir teyp, bunun ses alma aparatının
dışardan ayarlanacak gibi düzenlenmiş olduğunu gördüm.
Cunta'nın açıktan açığa bakanlıkta da haber alma çalışması düzenlediği görülüyordu.
Sonraki günlerde Milli Savunma Bakanlığı hizmetini Başbakanlık yardımcılığı makam
odasında bitiriyordum.
Tabiplerin öğüdü üzerine dinlendirilen Cemal Gürsel Bakanlar Kurulu toplantısına
gelemiyordu. Bu yüzden ben de Milli Savunma Makam odasına gidemez oldum.
Vatan, 7 Haziran 1976
Y.n.: Gerçekle uzaktan ve yakından ilgisi olmayan, "cunta" kelimesinin ardına sığınılıp kişiliğimi hedef
alan anılardaki bu bölüm 19 Ağustos 1976 günü bir mektupla yanıtlanmış, ancak Fahri Özdilek ne
bana yanıt verebilmiş ne de gerçeği araştırma uğraşısı içine girmiştir...
VI. BÖLÜM
CUMHURBAŞKANI ORG. CEVDET SUNAY
SAYIN SUNAY'A AÇIK MEKTUP (1)
Sayın Cevdet Sunay,
Yeni yıl nedeniyle yayınlanan mesajınızda diyorsunuz ki:
"Türk milleti, Milli Kurtuluş Savaşını, büyük kurtarıcımız aziz Atatürk önderliğinde kırk
sekiz yıl önce yaptı, ve kazandı. Bugün ikinci bir kurtuluş savaşında söz edilmesi,
hem Atatürk' ün, hem şehitlerimizin ölümsüz hatıralarına hem de devletime karşı bir
saygısızlıktır."
Atatürk'ün "Tam Bağımsızlık" ilkesinin yeniden gerçekleşmesi için, tek çıkar yolun bir
ikinci kurtuluş savaşı vermek olduğuna inanan, yıllardan beri hayatı ve geleceği
pahasına bu davanın kavgasını verenlerden biri olarak, sizi uyarmak için kendimi
görevli saydım.
"Tam Bağımsızlık demek, elbette siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür... gibi
her alanda tam bağımsızlık, tam özgürlük demektir.
1. Bu açık mektup yazıldığı tarihte Sunay Cumhurbaşkanı idi.
a) Bomba Davası Savunma 1,1986- adlı kitabımın 237–244. sayfalarında da yayınlandı. Dili
sadeleştirip yeniden düzenlenmiştir.
b) Aslında bu açık mektubu yazmanın bana getirebileceği olumsuzlukları önceden kestirip yazmıştım.
Amacım Cumhurbaşkanına hakaretten içeri girmek ve yargılama ve savunma sürecinden yararlanıp
Sunay'ı teşhir etmekti. Bu karan almamda duygusal nedenlerin etkisi olduğu söylenemez. O dönemde
Cumhurbaşkanı'nın Iran ziyaretinde hediye alış verişinde yaşanan protokol skandalı basına
yansımıştı. Bir bölümü Türkiye'de çekilen "Paralı-Askerler" filmi için Köşk Süvari grubunun tahsis
edildiği ve bu olay nedeniyle, Sunay'ın yakın çevresinde çıkar ilişkileri nedeniyle tartışma çıktığı
TBMM'ye kadar yansımış, sonuçta başyaver T.Ö. köşkten uzaklaştırılıp İstanbul'a, MİT'e atanmıştı.
Çankaya'da Cumhurbaşkanının eşinin düzenlediği çay partilerinde diplomat eşlerine satış yapıldığı
söyleniyordu.
Özetle Çankaya'dan çevreye pis kokuların yayılmasından tedirgin olduğum için hapse girip
kamuoyunun dikkatini yaşanan olay ve olgular üzerine çekip, aslında sayılmakla bitmeyecek
olumsuzlukları açıklamak istiyordum.
—Devrim, 20 Ocak 1970, Sayı: 14.
Bu saydıklarımızın her hangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk ulusun ve ülkenin
gerçek anlamıyla bütün bağımsızlıktan yoksunluğu demektir." (2)
Atatürk'ün tanımlanması ile günümüzün somut gerçeklerinin tam bir zıtlaşma içinde
bulunduğu, yıllardan beri çeşitli çevrelerce ortaya konmuş ve kanıtlanmış bir
gerçektir.
Elimizi kolumuzu bağlayan ikili anlaşmalar yürürlükte kaldıkça politik bağımsızlıktan;
bir yılda 450 milyon borç faizi ödemek durumunda kalan ve 2014 yılına kadar borçlu
bir ülkede mali bağımsızlıktan; yeraltı ve yerüstü servetleri dünya kapitalistemperyalizminin işbirlikçisi kompradorlarca sömürtülen, endüstrileşmesi montaj ve
ambalaj sanayii uyduluğuna terk edilen bir ülkede ekonomik bağımsızlıktan; yabancı
makamlara yargı kapitülasyonu tanınan bir ülkede adli bağımsızlıktan; ABD eski
Cumhurbaşkanı Johnson'un mektubunda açıkça belirtildiği gibi elindeki silahı milli
hedefler için kullanmak hakkından yoksun bir ülkede askeri bağımsızlıktan; ve
sonuçta nüfusunun yarısı okuma-yazma bilmeyen bir ülkede ABD 'barış' gönüllüleri
kol gezer ve yabancı uzmanlar Milli Eğitim Bakanlığında tünerken kültürel
bağımsızlıktan söz açmak, hem Atatürk'e hem Milli Kurtuluş Savaşı şehitlerine, hem
devletimize karşı bir saygısızlıktır.
Atatürk'ün "Tam Bağımsızlık" ilkesiyle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin
Sunay niyetimi anladı. Soruşturma açtırmadı, zamanım bekledi. O zaman 12 Mart 1971 muhtırasından
sonra geldiğinde kendimi Ziverbey İşkence Köşkü'nde buldum. Orada işkence seansında en az on
dakika filmim çekildi. Bu filimin izleyicileri arasında Sunay'ın da bulunmasının büyük bir olasılık
olduğunu düşünüyorum.
Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde MİT'İ ve dönemin İstanbul MİT Bölge Başkanı olan Turan Deniz'i
ağır ölçüde eleştirmem üzerine Turan Deniz avukatım Hidayet Ilgar'la görüşme gereğini duymuştu.
Gerek T. Deniz ve gerekse ben doğal ömrümüzü tamamladık. Bazı tarihsel gerçeklerin aydınlanması
için Turan Deniz'in avukatıma söylediklerini açıklaması onurlu bir davranış olabilir...
c) Sunay aslında gerektiğinde yaşamı boyunca saf değiştirip kişisel konumunu hep gözetip
Cumhurbaşkanlığı'na kadar yükselme becerisini göstermiştir. Onu bulunduğu makama getirenler ise
kendilerine Sunay'dan bir zarar gelmeyeceği anlayışı içinde olmuşlardır.
Örneğin 12 Mart 1971 sonrasında Başbakan Yardımcılığı yapan Sadi Koçaş, "Sunay, 12 Mart
Muhtırasından sonra en olumsuz yolu seçti. Derhal muhtırayı verenlere iltihak, daha doğrusu iltica etti.
Eğer 12 Mart Muhtırası doğru ise o duruma neden engel olmamıştı? Yanlış ise bu delalet nedendi?"
(Milliyet, 14 Nisan 1978) diye kanısını açıkladı.
Görüldüğü gibi Sunay'a açık mektup yazdığım 1970 yılından sekiz yıl sonra Koçaş bu değerlendirmeyi
yapabilmiştir...
2. Muammer Aksoy, Atatürk' ün Işığında Tam Bağımsızlık ilkesi, Abadan a Armağan, AÜSBF, 1969.
bekçiliğini gençliğe emanet edilmişti. Basiretsiz, yeteneksiz, ödüncü ve oportünist
politikacıların eliyle yaratılan bugünkü ortam karşısında, emanetin bekçileri "Tam
Bağımsız Türkiye" sloganıyla kavga veriyorlar. Bu kavganın adıdır İkinci Kurtuluş
Savaşı... Gerçek Atatürkçülerin zaferine dek bu mücadele sürecektir. Bizim kişisel
yargımız değil tarihi determinizmin verisi böyledir.
Bu çok yönlü ve karmaşık savaşı anlamak yeteneğini kazanmalıyız. Bu mücadelede
düşman hem içerde, hem dışarıda bulunur. Dış düşman, emperyalizmin ve
sömürünün her türlüsü ile onun uygulayıcısı mihraklardır. İç düşman ise bu
sömürünün yurttaki maşa ve işbirlikçisi olan kompradorlar, onların gerici destekçisi
ırkçı, faşist ve dinci kara gericiliktir; bu desteklerle yaşayan karşı-devrimci iktidar
güçlendir.
27 Mayıs'ı gerçekleştiren güçler, 14'ler, 22 Şubat’çılar 11'ler, Genç Kemalistler, 21
Mayıs'çılar, boykot ve işgalle üniversite ve tüm eğitim sorununun düzeltilmesini
isteyen öğrenciler, inançları uğruna sokaklarda kurşunlanan gençler, mütegallibenin
toprağını işgal eden köylüler, emekçiler, işçiler, işsizler, yargıçlar, boykottaki polis
öğrencileri, iktidara alet polisin kurşununu yiyen emekçiler, bütün yurtta boykot
eylemini yürüten öğretmenler, direnen memurlar, aydınlar, yazarlar, 69'lar(3) ve bu
güçlerin düşün ve eylem koşutunda olan tüm namuslu insanlar, bütün vatandaşlar,
gerçekte bilinçli, ya da bilinçsiz "İkinci Kurtuluş Savaşı"nın birer eri olarak görevlerini
yapıyorlar.
"Türkiye Amerikalılarındır!"
Sayın Sunay,
Kişiliğinizi bilenlerden biriyim. Sizi eleştirirken 1950–1960 döneminde Genelkurmay
sorumlu makamlarında bulunduğunuzu ve bu dönemin sonlarında Genelkurmay 2.
Başkanı olduğunuzu saptamanız şarttır. O günlerde Genelkurmay Başkanınız Org.
Rüştü Erdelhun idi. Ve siz, onun karşı oy notu yazmadığınız tüm uygulamalarından
sorumlu bulunuyordunuz. O dönemin aşırı teslimiyeti içinde, Erdelhun'un 1958'lerde,
İzmir'de SIX ATAF(4) Karargâhında yapılan bir toplantıda Amerikan generallerine,
3. O dönemde bir bildiriyle öne çıkan 69 genç deniz subayı, 12 Mart 1971 darbesinden sonra İstanbul
Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde açılan 84 sanıklı davayla TSK'dan tasfiye edilmiştir.
4. 6. Taktik Hava Kuvveti.
27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/17
"Bu memleket bizim değil, sizindir!"dediğini biliyoruz.
İşte böyle bir ortamda tezgâhlanan ikili anlaşmalara -ki bağımsızlığımıza gölge
düşürdüğü artık açıkça belirgindir- bugün karşı çıkmasını bilenler gerçek
vatanseverlerdir.
27 Mayıs'ı kendi deyiminizle "Fırsatı bir daha kaçırmam"
karşıladığınız biliniyor. Bir takım olaylar, emekli olmanızı önlediği
kadar getirdi. O günlerde sizi gerçek bir 27 Mayıs'çı havası içinde
olarak altında imzanız bulunan ve Kara Kuvvetinin durumunu
herhalde anımsayacaksınız. Bu emirde en ilericiden daha
bulunuyordunuz.
duygusu içinde
gibi sizi K.K.K.'ya
görüyoruz. K.K.K.
eleştiren emrinizi
ilerde ve solda
M.B.K. devrinde bazı Komite üyelerinin kişiliğinize yönelik davranışlarından müteessir
olmuştuk. İçlerinde masanıza yumruk atacak kadar cesur olanlar vardı. (5) Ve ben bu
olayın tanığı olmak üzüntüsünü tatmıştım. Daha sonra makamınıza yaraşır bir güç
kazandırmak için Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri olarak size yapılan yardımlarımızı
unutmuş olacağınızı tahmin etmiyorum.
"Silahlı Kuvvetler Birliği" Gizli Örgütü Başkanı idiniz
6 Haziran 1961(6) olayından sonra gücünü fiilen gördüğünüz ve bulunduğunuz
makama rağmen karşı çıkmaya cesaret edemediğiniz ve sonradan "Albaylar Cuntası"
diye kınanan örgüte girdiniz. Yani bizim "Silahlı Kuvvetler Birliği"nin Başkanı oldunuz.
Bu Başkanlığa "evet" derken arkadaşlarımıza "şeref sözü" verdiğinizi de herhalde
anımsıyorsunuz. Bertrand Russell'in deyimiyle o sıra "Şehvet tutkusu kadar iktidar
tutkusu"(7) içinde bulunan Sayın İnönü'nün ve CHP ileri gelenlerinin bütün iyi
niyetimize karşın bizleri bölmek ve hatta karacı-havacı diye ikiye ayırıp birbirine karşı
kırdırma tertiplerine engel olmadığınızı da herhalde kabul edersiniz.
30 Ağustos 1961 saat 15.00'de sayın İnönü ile yaptığınız gizli görüşmeyi Silahlı
Kuvvetler Birliği örgütüne bildirmenizin bir tek, anlamı vardı: İnönü'ye rağmen bizim
safımızda olmak...
5. Yüzbaşı rütbesinde bir komite üyesinin GKB Cevdet Sunay'ın masasına yumruk atıp tehdit
etmesine tanık oldum. Ne yazık ki Sunay makamına ve kişiliğine yönelik bu tavır karşısında tepkisiz
kalmıştı.
6. Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel'in Washington'a atanmasının Silahlı Kuvvetler
Birliği Örgütünün ültimatomuyla geri alınması.
7. Y.n.: İktidar adlı yapıttan.
Seçimlerden sonra "Mürted"de aldığımız kararları(8) Silahlı Kuvvetlerin başı olarak
parti liderlerine "Çankaya Protokolü" adı altında dikte ettiren sizsiniz. Olayların garip
cilvesine bakınız ki, bugün protokolün son hükmünün kaldırılması -yani siyasi affın
gerçekleşmesi-sizin Çankaya'da oturduğunuz bir döneme rastlamış, dün tam tersini
savunduğunuz ilkeleri bugün Anayasa değişikliği halinde onaylamak zorunda
kalmışsınız... (9) Dünden bugüne bu kadar çelişkili bir duruma düşmenizin anlamı
üstünde lütfen kendiniz düşününüz.
19 Ocak 1962'de saat 17.00'de Genelkurmay'daki tarihi toplantıda ben de vardım.
Birkaç gün önce bizim yanımızda bulunan birtakım sayın generallerle birlikte siz de
susarken gerçeği birkaç albayın sesi dile getirmişti. Ama oportünist politikacı
entrikalarında başarıya ulaşmıştı ve siz yeni bir safa geçişinizi:
"Ben sizin namınıza İnönü'ye kendisini desteklediğinizi söyleyeceğim" tümcesiyle
belirtip toplantıyı terk etmiştiniz. (10)
Gene o dönemde Silahlı Kuvvetler'in bütününe kumanda edecek makamda
bulunmanıza karşın Genelkurmay Kışla Komutanlığı'ndan kişisel emniyetinizi
sağlamak için özel bir bölük kurduğunuzu da anımsamalısınız.
Bu noktada bilginiz dışında bulunan husus, özel bölüğünüz kumandanının hakkınızda
uygulanacak işlem için emir konusunda bize başvurmasıdır.
22 Şubat 1963 ile 21 Mayıs 1963 ve ondan sonraki dönemde Silahlı Kuvvetler
üzerinde aldığınız tertiplerden söz açmayacağım. Hatta 21 Mayıs'ın şahsımızla ilgili
talihsiz öyküsü de şimdilik bizde saklı kalsın. Bugün işgal ettiğiniz mevki bakımından
bu olayların açıklanmasını daha ilerdeki bir tarihe bırakmak düşüncesi bulunduğunuz
makama duyduğum saygıdan ileri gelmektedir.
1961'de Sayın Em. Korg. Hüseyin Ataman'dan boşalan Milli Savunma
8. 21 Ekim 1961'de İstanbul'da alman "Müdahale Kararı" Ankara Grubunca "Mürted Protokolü”yle
onanmıştır. Özetle: Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra
gelecek yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantısından evvel duruma fiilen müdahale" etme kararı
almıştır.
9. Çankaya Protokolü için bkz.
a- Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, s. 155–160.
b- Talat Aydemir, Talat Aydemir Konuşuyor, s. 108–109.
c- Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, s.134–135.
d- Can Kaya İsen, Geliyorum Diyen İhtilâl, s. 168.
e- Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s. 168.
10. a- Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, s. 155–160.
b- Can Kaya İsen, Geliyorum Diyen İhtilâl, s. 168.
Bakanlığı, Devlet Başkanı Sayın Gürsel tarafından Sayın Org. Muzaffer Alankuş ve
size Hariciye Köşkünde aynı anda önerilmişti. Anımsıyorsanız bu olayın tek tanığı
bendim. Milli Savunma Bakanlığını kabul etmemenizin ağzınızdan çıkan ifade ve
gerekçesini de gene bugün işgal ettiğiniz makama duyduğum saygıdan
açıklamayacağım.
Daha sonraki bir tarihte de Silahlı Kuvvetler Birliği'nden üç üye, size Devlet
Başkanlığı önerdiğinde "kandil yağlarından" ve "kabaktan" söz etmiştiniz(11) ama
bugünkü soyut demokrasiye olan tutkunuzu dile getirmemiştiniz.
İşte bu noktadan başlayıp gelmiş bulunduğuz Cumhurbaşkanlığı makamı eşiğinde
politikacıların her biri kendi çıkar hesabını yapıp art niyetlerinin gerçekleşmesi için
sizin vaktiyle taşımış bulunduğunuz apoletlerden yararlanmayı düşünüyordu.
1960'lardan sonra da Devlet Planlama Teşkilatının konforu içinde askerlik yapmanın
yolunu bulan Bay Süleyman Demirel ve arkadaşları emperyalizmin karşı-devrim
stratejisinin gerçekleşmesinde en büyük engel olarak Slh. K.'leri görüyorlardı. Sizin
Cumhurbaşkanlığı makamına getirilmeniz, Slh. K'leri yatıştıracak bir önlem olarak
düşünülüyordu. Slh. K. ise kendi içinden çıkmış, 27 Mayıs'tan beri eylemlerinde çeşitli
görevlere getirilmiş bir eski askerin Çankaya'da bulunmasında olumlu bir hava
seziyordu. Sizin Genelkurmay Başkanlığı makamından Cumhurbaşkanı makamına
geçişiniz, soyut demokrasi koşullarına değil, ihtilâl şartlarına göre yürürlüğe girmiştir.
(12)
Bu konudaki gerçekleri Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı kamuoyu
önünde açıklamıştır.
Ne var ki, sizin Çankaya'ya yerleşmenizden sonra Bay Süleyman Demirel karşıdevrimin edebiyatını yoğunlaştırmak cesaretini bulmuş ve hatta "200.000 sivilin bir
günde silahlanmasından" söze-der olmuştur.
Karşı-devrimi teşvik
Sayın Cevdet Sunay,
27 Mayıs 1960'tan bu yana gelişen çizginizde bugün bulunduğunuz yer ilgi çekicidir.
Türkiye ise bugün gerçek bir bunalımın içinde
11. "Ben mi Devlet Başkanı olacağım? Ben içi boş bir kabağım, kandilimin yağı çoktan tükendi"
demişti Cevdet Sunay.
12. O dönemde Paris Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü'nün oğlunun düğününde bağlı olduğu çevrelerin
Sunay'a yaptığı önerinin kabulü sonucu İtalya'ya uğramasının Sunay'ın Cumhurbaşkanı olmasına
etkisi Loca Sırrı olduğu için hâlâ karanlıktadır.
kıvranıyor. Sosyoloji bilimine göre, bir toplumda bu ölçüde huzursuzluk işaretleri
görülürse o toplum bazı geleceklere gebedir. Bu doğum suçlamalarla önlenemez.
Sosyal olayları suçlamayla önlemek gibi bir formül henüz keşfedilmemiştir. (13) Siz ise
çelişme içinde bulunmakta ısrar ediyorsunuz. Hem demeçlerinizde "köy sahipliği
toprak köleliği" kurumunun varlığını itiraf ediyorsunuz, (14) hem de toprak reformu için
bilinçli mücadele verenleri kınıyorsunuz; bir yandan irticadan şikayet ediyor, öte
yandan da ilticaya karşı çıkanları suçluyorsunuz. Yaşama kavgası veren işçi sınıfı ve
emekçiler, öğretmen, memuru kınamak yerine, onlara devlet istatistiklerindeki asgari
geçimi sağlamak yolunda ağırlığınızı kullanmalısınız. Bugün Türkiye öyle bir haldedir
ki, Anadolu köylüsü açlık ve sefaletin pençesinde kırılırken İstanbul'un jet sosyetesi
yılbaşını yurt dışında dünya jet sosyetesi ile kucak kucağa geçiriyor. (15) Bu durum
içinde Anayasa'da 'sosyal adalet' ilkesi bulunmasının bir anlamı yok bizce. Gerçek bir
'ülkücülük' içinde, vatanseverlik anlayışıyla, yurt ve emekçi halk çıkarları için öne
atılanları suçlamakla, ister istemez karşı-devrimci saflara destek verir duruma
düşüyorsunuz.
Bu durum, makamınızın tarafsızlığı ile bağdaşmadığı gibi, yukarıda grafiğini, kabaca
çizdiğimiz 1960'dan bu yana gelişinizle de ters düşüyor.
Öyle anlaşılıyor ki danışmanlarınız ve istihbaratçılarınız bulundukları yerlerdeki
konumlarını sürdürmek için sizi gerçeklerden uzaklaştıracak bilgileri taşımakta
kendilerince yarar bulmaktadırlar. Bizler kulaklara hoş gelmeyecek gerçekleri
pervasız söyleyecek kişileriz. Uyanlarımızdan yararlanmanız umudunu saygılarımla
sunarım.
Talat Turhan
13. 12 Mart ve 12 Mart faşist darbeleri, 28 Şubat "Postmodern darbesi" IMF'ye verilen niyet
mektupları, ekonomik krizden krize sürükleniş ne yazık ki savlarımı öngörüye dönüştürdü...
14. a- Cumhuriyet, 21 Ekim 1968, Kemal Aydar'a verilen demeç,
b- İlhan Selçuk, Masrafa Kemal'in Saati, s.127–201.
15. Günümüzde alt ve üst gelir grupları arasında ekonomik uçurum o derecede belirgin bir konuma
gelmiştir ki, içte ve dışta en yetkili kişi ve kurumlar yeniden "Sosyal Adalet"e(!) sahip çıkmak zorunda
kaldı. Sosyolojik açıdan bu olgunun "sosyal patlama"yı beraberinde getirebileceği daha da sıkça
söylenir hale geldi...
SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN
BASINDAKİ YANKILARI
ASKER DOSTLARIN İLGİNÇ AÇIKLAMALARI (1)
Çetin Akan
Akşam, 22 Ocak 1970
Asker dostların zaman zaman yaptıkları açıklamaları izlerken çokcası:
— Yahu bizim şu Türkiye'de olup bitenlerden hiç mi hiç haberimiz olmuyor, gibi bir
duyguya düşerim. Ve bir kere daha görürüm ki birçok perde arkası önemli olayları
bilenler yine asker dostlardır. Binde bir bu kalın perdeyi araladıkları zaman
kamuoyuna gösterdikleri gerçekler, hepimizi afallatacak niteliktedir.
Örneğin son Devrim'de birçok olaya karışmış ve genç yaşta emekliye ayrılmış yiğit bir
kumandan olan Talat Turhan'ın Sayın Sunay'a yazdığı bir açık mektup vardı. Hiç
haberimizin olmadığı ilginç açıklamalar taşıyan bu mektuptan bazı kısımları
aktarıyorum: (2)
Biz de başlangıçta Sayın Sunay'ın Cumhurbaşkanı olmasını çok istemiş ve bu
konuda yazılar yazmıştık. Ama sonra Sayın Sunay'ın AP'ye doğru fazla bir eğilim
gösterdiğini işaret etmek zorunda kaldık... Ve hakkımızda dört dava birden açıldı...
Neyse... Biz umut bağladığımız kişilerin politika harmanında olmadık sürprizler
yaratmasına alışığız.
Yine son Devrim'de eski kumandanlardan Dündar Seyhan'ın da bir yazısı var. Onun
da emekliye çıkartılan beş genç teğmenle ilgili olarak yazdığı şu satırlar dikkatimizi
çekti:
"Gençlerin emekliliğini bu gün gözünü kırpmaksızın, vicdanı sızlamaksızın onaylayan
kalemin, 1961 yılı 21 Ekim'inde Parlamentoyu toplamadan iktidara el koymak için
düzenlenen protokolü büyük bir istekle imza attığını hatırladığımız zaman, bazı
kişilerin mevki, rütbe ve ikbal uğruna ne durumlara geldiğini görmek, insanın kanını
donduruyor."'
Bütün bunlar hiç bilmediğimiz olaylar bizim... Ve yine herhalde ne bilmediğimiz
olaylar olmakta şu sıralarda... Bir gün gelir belki onları da yine şaşa şaşa öğreniriz.
1. Yazıldığı gibi yayınlanıyor.
2. Açık mektubumu Çetin Altan olduğu gibi sütununa aktardığından tekrar olması için bu bölüm boş
bırakılmıştır.
3. Cevdet Sunay kastediliyor.
SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN
BASINDAKİ YANKILARI
BU VATAN KİMİN? (1)
İlhami Soysal
Akşam, 10 Şubat 1970
Yazının başlığına bakıp, kocaman bir hoppalaaa çekebilir, bu da nereden çıktı?
diyebilirsiniz. Elbette bu vatan bizim, başka kimin olabilir ki, diye düşünebilirsiniz.
Doğrudur da... Ama gelin, doğrudur hükmünü hemen basmadan önce, Mithat Cemal
Kuntay'ın ünlü şiirinin şu beytini hatırlayalım:
"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır."
Şecaat ve sirkat
"Bu vatan kimin?" sorusunun nereden çıktığını söylemeden önce, gelin size bir de
çok bilinen bir tekerleme nakledelim: "Merd-kıpti, şecaat arz ederken sirkatin söyler"
Tamam mı? Şayet tamam diyorsanız şimdi gelin Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde
orgeneralliğe kadar yükselmiş, yıllarca ve yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir
eski askerin şecaat arz ederken sirkatini söylemesini görün:
Öyle değil de böyle
Haftalık "Devrim" Gazetesinde bundan bir süre önce, Emekli Yarbay Talat Turhan'ın,
Cumhurbaşkanına hitaben bir açık mektubu yayınlandıydı. Bu mektubunda bir
devrimci olarak Talat Turhan, Cumhurbaşkanına, pek ilgi çekici bazı hatırlatmalar
yapıyordu. Bunlardan biri de Sayın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın Genelkurmay
İkinci Başkanı olduğu 27 Mayıs öncesi günlerinde Genelkurmay Başkam olan
Orgeneral Rüştü Erdelhun'un, İzmir'de Amerikalı general ve subaylara karşı yaptığı
bir konuşmaydı.
Bizim değil, sizindir
Talat Turhan o günlerin Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü
Erdelhun'un İzmir'de Six Ataf denilen NATO Hava Kuvvetleri Karargahında bir
brifingde 1958 yılında Amerikan generallerine, "Bu memleket bizini değil sizindir"
dediğini yazıyordu. Bu iddia üstüne, Devrim'in geçen haftaki sayısında, emekli
orgeneral Erdelhun'un bir açıklaması çıktı. 27 Mayıs'ın alaşağı ettiği bu eski
Genelkurmay başkanı mızrağı çuvala sokmaya çalışarak şöyle diyor:
Hoca Ali-Ali Hoca2
…
Şimdi söyleyin
Evet Türk Silahlı Kuvvetlerinin başında, yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış,
orgeneralliğe kadar yükselmiş bir askerin şöyle, ya da böyle bu vatan savunması için
söylediğini itiraf ettiği söz bu sabık Genelkurmay Başkanı Orgeneral, "Bunu", diyor,
"Sadece Amerikalı generallere değil, Six Ataf Karargahını teşkil eden Türk, Amerikan,
İtalyan ve Yunan general ve subaylarına hitaben söyledim." İyi mi? Türkiye'nin şu ya
da bu alandaki savunması konusu, bu vatanın çocuklarına değil de Yunanlısından
İtalyanına, Amerikalısından bilmem nesine kadar yetmiş iki millete kalmış. Şimdi nasıl
olur da sormazsınız, bu vatan kimin? diye ve nasıl olur da hatırlamazsınız Mithat
Cemal'in, "Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır" mısraını?
1. Yayınlandığı gibi yineleniyor.
2. Rüştü Erdelhun'un açıklamasını İlhamı Soysal özetleyip sütununa aktardığından tekrar olmaması
için bu bölüm boş bırakılmıştır.
SUNAY'A YAZILAN AÇIK MEKTUBUN
BASINDAKİ YANKILARI
Devrim Gazetesi 16 Şubat 1970
ERDELHUN'UN AÇIKLAMASI (1)
Devrim gazetesinin 20 Ocak 1970 Salı günkü nüshasında Sayın Talat Turhan'ın
(Sayın Sunay'a açık mektup) yazısında benim Genelkurmay Başkanı iken İzmir'de
SIX AT AF Karargahında Amerikan Generallerine "Bu memleket bizim değil sizindir"
yolunda bir ifadede bulunduğum yazılıdır. Genel efkârda yanlış bir iz bırakmaması
için bunu açıklamayı zaruri gördüm.
1- Sayın yazarın milli hassasiyetini takdir eyler fakat sübjektif yorumunu red ederim.
2- 1958 yılında Genelkurmay Başkanı iken İzmir'de SIX AT AF denilen NATO Hava
Kuvvetleri Karargâhında bir Brifingde bulundum. Bana SIX ATAF'ın Hava harekâtı ve
Türkiye'nin Hava Savunması hakkında planları üzerinde esaslı bilgiler verilmişti.
Brifingden sonra sorumlu personelin görevlerinin önemini belirtmek suretiyle aziz
yurdumuzun Hava Savunmasının pekleştirmek maksadıyla bir komutanın Astlarına
yüklediği ağır görevin şeref ve sorumluluğunu göz önüne koyma kabilinden (Hava
Savunma babında bu memleket sizindir), yolunda bir ifadede bulunduğumu
hatırlamaktayım.
3- Yazıda olduğu gibi karşımda Amerikan Generalleri değil SIX ATAF karargâhını
teşkil eden Türk, Amerikan, İtalyan ve Yunan General ve subayları vardı. Bu
Karargâh NATO Güney doğu kanadının Hava harekatından sorumlu idi. (2)
4- İfadelerimin muhatabı Şahıs veya devlet değil Türkiye'nin dahil bulunduğu
müşterek Savunma sistemi içinde bir teşekkül olan SIX ATAF idi.
5- Fikir ve ifade itibarıyla bunun her türlü aşağılık duygularından (inferiority complex)
ari olduğunu Sayın Yazara ve bu yazıları koyanlara arz ederim.
Saygılarımla.
Rüştü Erdelhun
Em. Orgeneral
Eski Genelkurmay Bşk.
1. Yayınlandığı gibi yineleniyor.
—Aslında kanımca Erdelhun'un bu yanıtı bir yönüyle de olsa savlarımı doğrular niteliktedir
—Yanıt yazısı, D.P. dönemi Genelkurmay Başkam ağzından bağımlılık politikasının açıklanması
açısından da bize göre tarihsel önem taşıyor.
2. Askeri Bağımlılık'a da karşı olan Atatürk'ün Türkiye’sinin özellikle Demokrat Parti döneminde ne
duruma düşürüldüğünü göstermesi yönünden de ibret vericidir.
—Erdelhun bu açıklamasıyla tevil yolu ile de olsa savlarımı doğrulamıştır.
VII. BÖLÜM
İŞKENCE VE KONTRGERİLLA
SON HAVADİS GAZETESİ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ'NE(1)
(TALAT TURHAN'IN AÇIKLAMASI)
5 Aralık 1974 günlü gazetenizin î ve 7'nci sayfalarında Muhsin Batur'u eleştiren
yazınıza benim duruşmadaki açıklamalarımın bir kısmını almak gereğini
duymuşsunuz.
Takdir buyuracağınız gibi bir metin içerisindeki bir pasajı almak, diğerlerini göz ardı
etmek gerçeğin ortaya çıkarılmasında uygulanan sakıncalı bir yöntemdir.
Oysa siz, bir yandan açıklamalarıma yer verirken, diğer yandan da Org. Faik
Türün'ün beyanlarını almak suretiyle kendi tezinizi kuvvetlendirmek amacıyla hatalı
olan bu yolu seçmiş bulunuyorsunuz. Halbuki ben Faik Türün'ün bu açıklamalarını
mahkeme huzurunda eleştirmiş ve belgeler gösterip yalanlamış bulunuyorum.
Örneğin; Bomba Davası'nda 8 Haziran 1973 tarihli duruşmadaki sorgumda: "Bugün
İstanbul'da işkence şebekesi vardır. Şebeke Faik Türün tarafından yürütülmektedir.
Orada General Ünlütürk'te vardır. İşkencelerle tespit olunmuş ifadelerle burada icrai
adalet yapılamaz." (Ek-1'deki Duruşma Tutanağı, s. 16'ya bakınız).
Bilindiği gibi bu dönemde Faik Türün İstanbul Sıkıyönetim Komutanıdır ve
açıklamaları bir suç ihbarı niteliğinde ve kamu görevlilerini doğrudan doğruya
harekete geçirecek mahiyetteydi. Bununla da yetinmeksizin 12 Haziran 1973 tarihli
bir dilekçeyi Başbakanlığa sunarak işkenceci Faik Türün hakkında bir Parlamento
Komisyonu kurulup savımın araştırılmasını istedim. O günün ağır koşullan altında bu
çabalarım dahi Parlamentoya olan saygımın ifadesidir. (2)
Eğer olay bu kadarla kalsaydı bugüne kadar olduğu gibi susma yolunu şimdilik
kaydıyla yeğleyebilirdim. Fakat gazeteniz duruşmadaki bir kısım açıklamalarımı
aslına bağlı kalmaksızın değiştirmiş ve beni Parlamentoya karşı çıkan bir kişi olarak
göstermiştir. Bu durumda düzeltme hakkımın bulunduğunu takdir edersiniz. Şimdilik
bu yola başvurmaksızın açıklamamın aynen yayınlanmasını diliyorum.
Bu konuda size yardımcı olabilmek için (Ek–2) de duruşma tutanağının 15. sayfasının
fotokopisini sunuyorum.
Tutanakta görüleceği gibi Parlamento konusundaki açıklamalarım aynen şöyle:
"Mevcut Parlamentoda esrar kaçakçısı, eroin kaçakçısı, hırsız gibi kimseler varsa
ben bu parlamentoyu kabul etmiyorum."
Sanırım bu nitelikteki kişilerden oluşmuş bir Parlamentoyu kabul edecek aklı başında
bir vatandaş düşünülemez. Doğal olarak gazetenizin de bu görüşte olduğunu kabul
ediyorum.
Bu inançtan hareketle gazetenizin ilk çıkacak sayısında açıklamalarımın
yayınlanmasını rica ediyorum. Esasen bildiğiniz gibi yayınınızın Anayasa'mızın 132.
maddesine ve yasalara da aykırı nitelikte olması bu sayede önlenmiş olacaktır. (3)
M. Talat Turhan
Ekler:
Ek–1 Bomba Davası Duruşma Tutanağı, s.16 (İşkenceci Faik Türün'le ilgili
açıklamalarım).
Ek–2 Bomba Davası Duruşma Tutanağı, s. 15 (Parlamento ile ilgili açıklamalarım).
1 a) Bir bölümü gazetenin 9 Aralık 1974 günlü sayısında manşetten yayınlandı, b) Dili sadeleştirilip,
yeniden düzenlenmiştir.
2. 1973 yılından günümüze değin savlarım doğrultusunda T.B.M.M.'ye yaptığım aynı doğrultudaki
sayısız girişimlere karşın sonuç alınamamıştır. Bu olgu bile tek başına savlarımın doğruluğunun kesin
kanıtıdır.
3. Son Havadis Gazetesi'nde Muhsin Batur'la ilgili bir yayında adım geçmesi üzerine bu düzeltme
yazısı yazılmış ve gazeteye gönderilmiştir.
Son Havadis gazetesi basma örnek oluşturacak bir duyarlılıkla düzeltme yazımı manşete taşımış ve
yayınlamıştır.
Buna karşın işkenceye ilişkin savımızı o dönemde yayın yapan tüm sağcı gazeteler gibi "Cunta ve
işkence edebiyatı" başlığı altında göz ardı edip gerçeği yadsımıştır. Günümüzde de ülkemiz, insan
haklarındaki olumsuzluklar nedeniyle tüm uluslararası kuruluşlar tarafından kınanmakta ve AB
kapısında bekletilmektedir.
Kuşkusuz zaman en iyi ayraç görevi de görmektedir. Bu bakımdan o dönemde işkenceyi reddedip
işkenceciye arka çıkanların bu utancın ağırlığı altında eğer vicdanları varsa ezilmeleri gerekecektir.
“KONTRGERILLA İTHAMLARI AÇIKLIK KAZANIYOR"
Günaydın-Haber
28 Ocak 1978
"Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) çalışmaları ve 'Kontrgerilla' konusu, bütçe
görüşmeleri sırasında ele alındıktan sonra kamuoyunda büyük bir tartışma konusu
oldu. Bu konuda değişik görüş sahipleri ortaya çeşitli iddialar attılar. Konuya adlan
karışan kişilerin birbiri peşinden yaptıkları açıklamalarla tartışma büyüdü. Kontrgerilla
konusunda öne sürülen değişik görüşleri ve tartışmaları, bu konuyu bir ölçüde de olsa
aydınlığa çıkartır düşüncesiyle aşağıda sunuyoruz...
Kontrgerilla nedir?
"Kontrgerilla bu konuda iç ve dış yayınlardan edinilen bilgiye göre, az gelişmiş
ülkelerde gerilla eylemlerinde bulunan kişilere karşı mücadele amacıyla kurulan
örgütlerdir. Bu örgütlerin kuruluş biçimi ve uygulama yöntemlerinin Amerika'da tespit
edilerek yayıldığı belirtilmektedir. Kontrgerilla örgütlerinin insan haklarına ve
uluslararası anlaşmalara aykırı yöntemler benimsediği de bu konudaki görüş
sahiplerince öne sürülmektedir...
Turhan: 'Kontrgerilla tüm az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de
uygulanmıştır!
Türkiye'de Kontrgerilla tartışmasını genişliğine ilk defa açan kişi 21 Mayıs
olaylarından sonra emekliye ayrılan Kurmay Yarbay
1. Yazıldığı gibi yayınlanıyor.
—Gazete o dönemde bu konuda adı geçen kişiler içinde: Süleyman Genç, Suphi Karaman, Cihat
Akyol, Sadi Koçaş, Faik Türün'ün görüşlerini yansıtıyor ve özellikle "Türkiye'de Kontrgerilla
tartışmasını genişliğine ilk defa açan kişi" olduğumu vurguluyordu.
Talat Turhan; Yedigün dergisinde yayınlanan yazılarında bu konuda şu iddialara yer
verdi:
"Amerika'da geliştirilen, gerillalarla mücadeleyi amaçlayan Kontrgerilla yöntemleri
Türkiye'de ve tüm az gelişmiş ülkelerde uygulamaya koyulmuştur. Bu anlayışla,
teknik sorgulama timleri kurulmuş ve 12 Mart döneminde özel sorgular yapılmıştır.
Zamanın İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün bu gerçeği itiraf etmiştir.
Erenköy işkence köşkünde "teknik sorgulama" yöntemleri uygulanmıştır. Esirlerin
sorguya çekilmeleri uluslararası anlaşmalarla tespit edildiği halde, tüm az gelişmiş
ülkelerde teknik sorgulama yöntemleri askeri ve polis okullarının eğitim programına
dahil edilmiştir."
Genç: "Kontrgerilla örgütü 'özel savaş grubu' adı altında kuruldu"
Kontrgerilla konusu Millet Meclisi'ne CHP İzmir Milletvekili ve bu parti içindeki
"Demokratik Sol" grubunun önde gelen isimlerinden Süleyman Genç tarafından
getirildi. Evine atılan bombadan da Kontrgerilla'yı sorumlu tutan Genç, bütçe
görüşmelerinde şöyle konuştu:
"1965 yılında Genelkurmayın 'Ayaklanmayı Bastırma Talimatı(2) ve Sahra
talimatnamesiyle Kontrgerilla örgütü "Özel Savaş Grubu" adı altında kuruldu. Bu
örgüt silahlı kuvvetlerin emir-komuta zinciri dışında kaldı. Türkiye'de Kontrgerilla'nın
kurucusu General Cihat Akyol'dur, Akyol 1975'den sonra birinci MC hükümetince Sivil
Savunma Sekreterliğine getirildi ve burada Kontrgerilla yöntemlerini uyguladı. Ayrıca
12 Mart döneminin Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş, anılarında o dönemde yasa
dışı operasyonlara girişildiğini belirtiyor. Bazı konular karanlıkta kaldı diyor. Bunlar
açığa çıkartılmalıdır."
Karaman: "12 Mart'tan sonra yapılan bir brifinge katılan ve görev alanlar kimdi?"
Millet Meclisi Bütçe komisyonu görüşmelerinde söz alan Tabii Senatör Suphi
Karaman, CHP Milletvekili Süleyman Genç'le birlikte Kontrgerilla konusuna değindi.
27 Mayıs devriminin yapıcılarından
2. Talimatı değil "Hareketleri" ('Kontrgerilla Cumhuriyeti' adlı kitabıma bakınız).
biri olan Emekli Albay Suphi Karaman, bütçe görüşmeleri sırasında şöyle konuştu:
"12 Mart'tan sonra galiba Nisan sonlarında Ankara'daki Marmara Köşkünde bir brifing
yapılmıştı. (3) Bir Cumartesi günüydü. Brifingden çıkanlar ellerinde listelerle bütün
Anadolu'ya yayılmışlardı. Ertesi gün Senato'daki grup arkadaşlarımı toplayıp durumu
anlattım. Bugün, yarın önemli olaylar cereyan edebilir dedim. Bir kaç gün sonra
radyodan yayınlanan hükümet bildirisiyle büyük tevkifat başladı. Bütün valiler kollan
sıvamış en çok tevkifi kendi bölgelerinde yaptırmak için yarışa girmişlerdi. Bu brifingi
yapanlar ve katılanlar kimlerdi? O günlerde Elrom'u öldürenler kimlerdi? Bunların
aydınlanması lâzım.."
Akyol: "Ben Kontrgerilla kurucusu değil savunma uzmanıyım!" Meclisteki bütçe
görüşmeleri sırasında CHP Milletvekili Süleyman Genç tarafından Kontrgerilla
örgütünün kurucusu olarak takdim edilen Emekli General Cihat Akyol, kendisine
yöneltilen suçlamalarla ilgili olarak bir gazeteye verdiği demeçte ve dün yaptığı basın
toplantısında özetle şunları söyledi:
"Bana suçlamalar yönelten CHP'li Milletvekili Kontrgerilla dairesi olarak tanımladığı
"Özel Harp" dairesinin 1964 yılında kurulduğunu söyledi. Ben o tarihte Moskova'da
askeri ataşeydim. Ben Kontrgerilla'nın kurucusu değil 12 Mart döneminde
Lüleburgaz'da görev yaptım. 1975'den sonra İçişleri Bakanlığı'nda görev yaptığım 14
ay süresince yalnızca sivil savunma işleriyle uğraştım. Bunun Kontrgerilla ile hiç ilgisi
yoktur. Beni sol çevrelere boy hedefi halinde sağcı olarak takdim ediyorlar. Bunu adi
bir oyun olarak niteliyorum."
Koçaş: "Kontrgerilla" 12 Mart'ta Genelkurmay Başkanı'nın emriyle kuruldu"
12 Mart döneminin Başbakan Yardımcısı Emekli Kurmay Albay Sadi Koçaş,
anılarında(4) o dönemin bazı uygulamalarına değindiği için bütçe görüşmelerinde
onun da adı geçti. Sadi Koçaş kontrgerilla konusunda bilgilerini şöyle açıkladı:
"Kontrgerilla 12 Mart döneminde Genelkurmay Başkanının emri üzerine İstanbul
Sıkıyönetim Komutanı ve MİT yetkililerinin birlikte
3. Marmara Brifingi Kaynak yayınları tarafından 1995 yılında yayınlandı.
4. Sadi Koçaş, Atatürk'ten 12 Mart'a, Beş ciltlik kitap.
çalışacakları bir soruşturma örgütü olarak kuruldu, İstanbul’daki Zihnipaşa Köşkü'nde
birtakım soruşturmalar yaptı. Yasa dışı bu örgütün bazı ilgilileri, üst kademelerden
yasa dışı emirler alarak uygulamışlardır. Kontrgerilla'da ifadeleri alınmış tutuklu
subaylarla konuştum. Onlardan geniş bilgi aldım. Bu anayasa ve yasalara aykırı bir
kuruluştu. Halen faal durumda olduğunu sanmıyorum..."
Türün: "Kontrgerilla" diye bir örgüt kurulmamıştır. MİT özel görevler yüklenmiştir."
Sadi Koçaş'ın ve Talat Turhan'ın Kontrgerilla örgütünün kurucuları arasında saydığı
12 Mart döneminin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı ve şimdiki AP Manisa Milletvekili
Faik Türün, bu yoldaki suçlamalarla ilgili olarak şöyle konuştu:
"Kontrgerilla diye bir örgüt kurulmamıştır. 12 Mart döneminde MİT güvenlik için özel
görevler yapmıştır. Buna özel mahiyet verilemez. O tarihte Erenköy'de Ziverbey
Köşkü'nde yapılan sorgulamaya bir kez yarım saat katıldım. Burada MİT'ten gelen
müşavirler görev yapıyordu. Bu güvenlik kuruluşlarının yaptığı ve yapmakta oldukları
bir görevdir. Normal bir polisin bilgisiyle komünizm eylemlerinin sorgusunu yapmak
imkânsızdır. Bu yüzden MİT müşavirleri görev almıştır. MİT'te çok sayıda sivil
giyinmiş asker görev yapmaktadır. Bu yüzden sanıkların gözleri bağlanmıştır..." (5)
5. Geçen süre içinde Faik Türün'ün gerçeği yansıtmadığını kamuoyu öğrendi. Eğer öyle olmasaydı.
'Basın Toplantısı' davetimi kabul ederdi.
VIII. BÖLÜM
İŞKENCE
İŞKENCENİN ULUSLARARASI BOYUTU
İlerici-devrimci ve yurtsever bir asker olarak sorumluluk üstlendiğim dönemlerde
Türkiye'nin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, etnik, coğrafî, vb. pek çok sorununu
yakından gözlemlemek, öğrenmek, tartışmak, bazı analizlerde bulunmak için "Asker
Ocağı", önemli imkân ve fırsatlar sunuyordu. Askerî okullardaki eğitimimiz, kurmaylık
öğrenimimiz bizlere temel bazı bilgiler vermişti, kuşkusuz. Her ne kadar resmî tarih ve
resmî ideolojilerin etkisinde kalanlar olduğu gibi, bu kanaldan esinlenen bilgilerle
yetinmeyerek genel kültürünü, bilgisini, araştırma ve bilinçlenmesini geliştiren nitelikli
insanlarımızı da görmek mümkündü, bu "Asker Ocağı"nda.
"Asker Ocağı" aynı zamanda ülkenin her yöresinden gelen insanlarımızı
(Mehmetçiği) tanıma, onları sevme ve eğitilmeleri sırasında onlarla kaynaşma
olanakları sunuyordu. İlerici-devrimci ve yurtsever bir kurmay subayın Mehmetçik ile
diyalogu taraflara, karşılıklı etkileşim ve yeni nitelikler kazandıran ve çok yönlü
zenginliklerle dolu bir ortam veya zemin de hazırlıyordu.
Gerek bilgi birikimimizi, gerekse bilinçlenmemizi hazırlayıp yoğuran "Asker Ocağı"na
çok şeyler borçlu olduğumu söylemeliyim. Eğer bugünkü bilgi ve bilinçlenmemizle
insana ve insanlığa yararlı olmaya çabalıyorsak, kuşkusuz bunu bu coğrafyanın
yetiştirdiği insanlara ve değerlere borçluyuz. Bizlerin sosyal bilimlerle, sanat ve
estetikle, siyasal-ekonomiyle, felsefeyle tanışmamızda önemli etken olan insanımıza
karşı borcumuzu ödememiz gerekiyor.
"Asker Ocağı" kapitalist enternasyonalin çok yönlü kuşatmaları karşısında "boy
hedefi" olarak seçtiği alanlardan biridir. Çünkü bu ocakta ülke gerçekleriyle,
insanımızla tanışan biri, eğer akıl, mantık, namus, ahlâk vb. gibi niteliklerini
kaybetmemişse, mutlaka ilerici bir
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/21
grafik çizgisine sahip olacaktır. Kaldı ki, insanı insan yapan kimlik ve kişilik konusu
sağlam ise, yukarda sayılan özellikleriyle her insan mutlaka bir tavır geliştirmek
durumundadır.
Ordu'daki subay, astsubay ve erler arasında, gerek bilgi ve bilinçleri, gerekse kimlik
ve kişilikleriyle öne çıkmış insanlarımızın daha ilerde risk ve sorumluluk üstlenmeleri
tek başlarına onların elinde değildir. Sosyal hayatta, üretimde rol alanların
bilinçlenerek iktidarları zorlamaları, kapitalist anarşiye karşı tutarlı bir tavır
belirlemeleri, işçi sınıfı, emekçiler, ezilen ve sömürülen insanlarımızın daha donanımlı
örgütsel güvencelere kavuşmasıyla doğru orantılı olarak "Asker Ocağı"ndaki ilerici
unsurlar halkın bilinçli desteğini yanlarına almış oldukları için, onların bulundukları
yerlerde işlevsel olmaları bir güvenceye bağlanmış demektir. "Asker Ocağı"ndaki
bilinçlenmenin kalıcı olması ve yeni nitelikler kazanması siyasî iktidarların destek ya
da kösteği ile de ilişkilidir.
Gerek dünyadaki gerekse ülkemizdeki tüm gelişmelerin politikayla çok yakından
ilişkili olduğunu burada tekrar etmeye herhalde gerek yoktur. Yasal ve anayasal
çerçevelere karşın, "Asker Ocağı" da politikayla yakından ilgilenir.
Türkiye'de 1908 Meşrûtiyet'in ilanından bu yana askerler politikada etkindir; söz ve
karar sahibidir. Askerlerin Osmanlı'nın çöküş sürecindeki etkinliği, Cumhuriyet'in
kurulması süreciyle Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın önderliği ile günümüze taşınmıştır.
Günümüz, ne Osmanlı'nın çöküşü ve ne de Cumhuriyet'in kuruluş günüdür.
Günümüzde neler sürekliliğini korumuştur, neler bu süreklilik ve kopuş sürecinde
nicelik ve nitelik değiştirmiştir? Tarihsel ve sosyal açıdan benzerlikler, farklılıklar
nelerdir? Türkiye neden siyasi-ekonomik kriz dönemlerini yaşamaktadır? Sağlı "sol'lu
burjuva partileri bu yapısal krize neden çözüm yöntemleri üretemiyorlar? Sistemi,
düzeni, rejimi köklü reformlarla temelden değiştirip dönüştürmek isteyenler, tarihsel
haklılıklarına karşın, neden işlevsel olamıyorlar? Uluslararası sermaye, hegemonlar
ve onların gizli örgütleri insanı ve insanlığı neden yeni sömürgeci yöntemlerle tutsak
etmek istiyorlar? Egemen gerici sınıflar, uluslar ötesi emperyalizmin uzantısında
neden hâlâ kaba güce ve zora başvuruyorlar? Kapitalist anarşi neden zora
başvurmadan iktidarda kalamıyor? İnsanın insanlaşma sürecinde düşünen, isyan
eden, ayağa kalkan, taleplerini haykıran, ihtiyaçlarının gerçekleşmesi için mücadele
eden insan, neden yeniden yere düşürülmek isteniyor? Sosyal mücadelede
insanlığın kazandığı ve kat ettiği bunca yola ve ilerici değer yargıları yaratmalarına
karşın, neden egemen gerici sınıflar işkenceden yarar umuyor ya da sistematik
işkenceyi sürdürebiliyorlar? Sovyet deneyiminin çözülüp gerilemesiyle birlikte,
"yenidünya düzeni", "küreselleşme" söylemleriyle öne çıkan egemen gerici sınıflar ve
onların satılık sözcüleri insana nasıl oluyor da "refah, bolluk, bereket, özgürlük"
türküleri söyleyebiliyorlar?
Yaşamım boyunca bu ve benzeri soru ve sorunların nedenlerine bilimsel yanıtlar
aradım. Çözüm yöntemleri üzerine zihin talimleri yaptım. Tekrarına gerek var mıdır?
Biliyorsunuz işkenceyi en hayasızca biçimde bizzat yaşadım; iliklerime kadar
işkenceyi hissederken, daima işkencecileri, onları bu kirli ve aşağılık işe zorlayıp
kullanan-lan, bu çürümüş insan müsvettelerinin arkasındaki kişi, grup ve örgütleri,
dahası, kapitalist enternasyonali, onların gizli örgütlerini, cinayet şebekelerini gördüm;
değerlendirmelerimi ulusal boyuttan uluslararası boyuta taşımak gerektiğini
öğrendim. Şimdi de hayat ve mücadelenin bana öğrettiği onurlu bir görevi yerine
getiriyorum. Kapitalist enternasyonalin gizli-açık tüm örgütleriyle pisliklerini ve onların
yerli ortaklarını zevkle açığa vuruyorum... Dünyanın sahipleri hegemonlar çok yönlü
uluslararası kurumlara dayanarak baskı ve sömürüsünü sürdürüyordu. Baskı, sömürü
(artı-değer sömürüsü) üretim, mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinde, daha adil, daha eşit,
daha özgürlükçü, daha demokratik bir dünya ideali için savaşım verenlere karşı
uygulanıyordu. Sosyalistler, komünistler daha henüz enternasyonalist olamamış,
mevcut
sosyalist
kuruluşlarını
koruyamamışlardı;
fakat
hegemonlar
enternasyonalizmi keşfedivermişlerdi. Ulusal kurtuluş savaşımı veren "Üçüncü Dünya
Halkları"na "geri kalmış" ya da "gelişmemiş" sıfatları uygun görülüyordu. Bu halklar
da ne ulusal ve ne de sosyal kurtuluşlarını tamamlayabilmişti. "Küreselleşme" yöntemleriyle günümüzde hem eski sosyalist ülkeler, hem de "geri kalmış" veya
"gelişmemiş" sıfatına layık görünen ülkeler hegemonların çıkarları doğrultusunda ve
yeni sömürgecilik anlayış ve bağlantılarıyla daha geri bir konuma getirilmişlerdir.
Egemen gerici güçler, "Aydınlanma Çağı"nın, bilimsel bilgi ve bilinçlenme sürecinin
ve toplumsal kurtuluş çağının bütün kazanımlarını baskı, tehdit, işkence, keyfî ve fiilî
infaz vb. yöntemleriyle geri almayı düşünmektedir. Toplumsal devrimleri, "sosyal
devlet" ve "sosyal adalet" değer yargılarını hegemonlar bugün "YDD" adına birer birer
geri almanın hesabı içindedir.
Hegemonlar bir yandan gizli cinayet şebekeleriyle, yerel ve mevzii savaşlar çıkarma
yöntemleriyle, ezilen ve sömürülen emekçi halkları birbirine karşı kışkırtarak
kullanmaktadır; öte yandan insanlığın kazanımları olan özgürlük, gerçek demokrasi,
eşitlik vb. gibi kavramları asıl anlamlarından soyutlamaktadır; "Küreselleşme Çağı"nın
zorunlu bir aşama veya süreç olduğunu vurgulayan hegemonlar, sistematik
işkencenin başka biçimde devamı için okullar açmakta, eleman yetiştirmekte en hain
yöntemleri denemektedir.
İşkence olgusu, evrensel ölçekteki egemen gerici sermayenin gücünün kırılmasıyla,
insanı insan yapan eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum ütopyasının ete kemiğe
bürünmesiyle ancak ortadan kalkabilecektir. Kapitalist anarşi yerli yerinde kalacak
sermayenin mafyalaşması, talan ve yağma düzenlerine dokunulmayacak, "YDD"nin
yeni sömürgeci emperyalist niyeti kınlamayacak, ölüm tüccarlarının fabrikaları
üretime devam edecek ve fakat işkence yeryüzünden kalkacak?!
İşkencenin ideolojik ve sınıfsal karakterine değinmeden sözüm ona yapılan "işkence
karşıtı" söylemler bize hiçbir şey anlatmıyor. Çünkü bizzat en büyük işkencecileri
eğitip yetiştiren ABD, "İnsan Haklan" ve "İşkenceye karşı" örgütleri doğrudan finanse
ediyor, CIA ve AID kanalıyla... Emperyalizmin bu ikiyüzlülüğünü açığa vurmadan,
anılan örgütler ağıyla ne insan haklan savunulur, ne medenî haklar ve ne de
işkenceye karşı savaşım yerli yerine oturur. Egemen gerici güçlerin ideolojik, sınıfsal
kimliği araştırılıp sorgulanmadan yapılan insan haklan ve işkence karşıtı savaşımların
sonuç alması düşünülemez. Tutarlı bir savaşım, ancak egemen gerici güçlerin
sınıfsal yapısı karşıya alınarak yapılmalıdır. Bu savaşım çok yönlü ve karmaşık, fakat
anlaşılabilinir açıklıkta ve onurlu biçimde verilmektedir.
Düzenin sistematik bir uygulaması olan işkence olgusuna bireysel bir olgu olarak
bakamayız. Emperyalizm, oltasına taktığı bütün ülkelerde, hegemonyasını sürdürmek
ve çıkarlarını korumak için gerektiğinde her yola başvurmaktadır. İşkence, fiilî
infazlar, insanların ortadan kaldırılması, terör olayları, başvurulan yöntemlerden
sadece birkaçıdır. Türkiye'deki işkence uygulamaları dünya genelindeki
uygulamalarla benzerlik- göstermektedir. Çünkü sistem ve mekanizma aynı amaca
kurguludur. Emperyalizmin ya da bugünün deyimiyle "küreselleşme"cilerin
denetimindeki okullarda, istihbarat örgütleri denetiminde ve finansmanında tüm
dünya ülkelerine darbeci, provokatör, sabotajcı, devlet teröristi, "Teknik
Sorgulayıcılar, işkenceciler yetiştiriyor. Tüm dünyaya işkence aletleri pazarlıyorlar...
Pek çok kitabımda tekrarladığım kimi konulan burada özetlemek istiyorum:
Genel deyimiyle bu okullara "School of the America' s" SOA denilmesine karşın
başka isimlerle kurulmuş olanları da vardır.
—İlk okul Panama'da 1946 yılında kurulmuş olup 1984 yılına kadar Latin
Amerika'daki tüm faşist darbecileri, sağcı AAA simgeli ölüm mangası liderlerini ve
işkenceli sorgulama timlerini yetiştirmiştir.
—Panama’daki okul ABD'de Columbus kentinde Fort Benning garnizonunda bulunan
ABD piyade okulu içine taşınmıştır. Fort Benning'teki SOA'da aynı türden insanlar
tüm ABD kıt'asını içine alacak şekilde işlevini sürdürmektedir.
—Bu amaçla kurulan okulların en büyüğü ve etkin olanı ABD'nin Kuzey Caroline
bölgesi'nde Fort Bragg'ta konuşlandırılan J.F. Kenedy Özel Savaş Okulu olup tüm
dünyaya hitap etmektedir.
Bu tür okulların
Oberammergau'da:
Avrupa
ayağı
Almanya'nın
küçük
bir
kasabası
olan
—Ayaklanmaları Bastırma Okulu ve
—İstihbarat Okulu adı altında NATO ülkelerine hitap etmektedir.
Dünya Medyası'nda bu okullara:
—Darbeci, suikast ve cinayet okulları da denilmektedir.
ABD'de yoğunlaşan tepkiler üzerine Temsilciler Meclisi ve Senato'da yapılan tüm
girişimler sonuçsuz kalmıştır.
Dünyada ve ülkemizde işkence sürüyor. Küreselleşmeciler işledikleri cinayetlere
yasal kılıf uydurma girişimlerini sürdürecek kadar azgınlaştılar.
Dünyada pek çok devrimci insan, kırda, kentte, cezaevinde, işyerinde, üretimde,
okulda, çeşitli ve çok yönlü baskı, tehdit ve işkence altındadır. İşkenceye karşı
savaşımda risk ve sorumluluk alanlara sahip çıkmamız, onları kavgalarında yalnız
bırakmamamız gerekiyor.
Burada güncel olduğu için yalnızca birine yer vermek istiyorum; bu konuda
kavgamıza omuz veren herkesi yüreklendirmek ve selamlamak istiyorum:
Türkiye'de bu konuya ilk kez ciddiyetle eğilen "TBMM İnsan Haklan İnceleme
Komisyonu" başkanı Dr. Sema Pişkinsüt görevden alınmış, 1974'lü yıllarda işkenceyi
engellemek vaadi ile iktidara gelen "Karaoğlan" Ecevit yandaşlarınca 29 Nisan 2001
günü yapılan DSP kongresinde tartaklanarak susturulmuştur.
TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Eski Başkanı Dr. Sema Pişkinsüt ve
arkadaşlarının onur savaşımlarının kutluyor, daha ileri adımlar atmalarını diliyor ve
destekliyorum.
Dr. Sema Pişkinsüt'ün rol ve sorumluluk aldığı değerli çalışmaları, şöyle sıralanabilir:
TBMM İnsan Haklan İnceleme Komisyonu Raporu:
1. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Şanlıurfa raporu, 1998–2000.
2. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzincan raporu, 1998–2000.
3. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Erzurum raporu, 1998–2000.
4. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Elazığ raporu, 1998–2000.
5. Soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı Tunceli raporu, 1998–2000.
6. Soruşturma ve Kovuşturma İstanbul raporu, 2000.
7. Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi raporu 1998–2000.
8. Elazığ Çocuk Islahevi raporu, 1998–2000.
KURMAY SUBAYA İŞKENCE(*)
(...) Evet, Talat Turhan Atatürk devrimcisi idi. Satılmıyordu; evinde otursa iyi idi...
Büyüklerimize zaman zaman dil de uzatıyordu. Hesabına bakılmalı idi. Fırsat bu
fırsattı...
İstanbul'un tüm yetkili kademelerinde oturan kişilerin çoğuyla, Harp Okulu ve Kara
Harp Akademisi mezunu olarak ya da "Silahlı Kuvvetler Birliği'nden" ortak yanımız
vardı.
Ve de evim 3-4 Temmuz 1972 gecesi, bir işgal ordusunun yapamayacağı kadar
çirkin, ayıp, utanç verici bir aramaya tabi tutuluyordu. Tüm Harp Okulu ve de tüm
Harp Akademileri mezunlarının ve de eski "Silahlı Kuvvetler Birliği" örgütü
arkadaşlarımızın bilgilerine...
Arabamız gecenin sessizliğinde çabuk erişti Kadıköy'e. Kaymakamlık binasının
önünde indik. Burada arkası kapalı, tenteli bir kamyonet bekliyordu. Bu kamyonete
bindirildim. Gözlerim siyah bezden bu amaçla yapılmış, bir bantla kapatıldı. Ellerim
kelepçelendi. Daha Önce de iki er silahlarını üzerime doğrultmuşlardı esasen... O
sırada bir ses duydum. Bu sesin sahibi evimde arama yapanlardan biriydi. Oldukça
içerlemişti bana adam... Nasıl olur da, hem de Sıkıyönetim içinde bize haktan,
hukuktan, kanundan bahseder diye... Tabii bu kadar yüzeysel de değil. Belki bir
şebekenin adamıydı ve belki de o şebeke bana karşı idi; belki, karşı-devrimciydi,
belki faşist veya hilafetçiydi... Anlaşılıyordu ki bir görevli değil, bir intikamcı, bir
düşmandı...
Ne olduğu bilinmeyen kişi erlere soruyordu:
—Kıpırdıyor mu?" ve ekliyordu.
(*) Bknz.: -Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 2 İşkence, s. 91-146, 1986. Talat Turhan'ın
Savunması, Klasör: 2-1975.
- "Kıpırdarsa parayla mı verdiler vurursunuz..."
Bu birinci fasıl...
Araba hareket etti. Ve beni "Milli İstihbarat Teşkilatı"na ait olduğunu ve "Erenköy"de
bulunduğunu sandığım eski bir köşke sorgulama bürosuna getirdi. Onlar bunun
farkına varmayayım diye gecenin karanlığında, kapalı bir araba içinde gözlerimi
bantlamışlardı ama...
Burada, aylardan beri, özellikle Mahir Cayan ve arkadaşlarının hapishaneden kaçma
olayından sonra, insanlık dışı, çağ dışı bir işkence sürdürülüyordu. Uğraşı Türkiye'nin
sorunları üzerine düşünmek ve davranmak olan bir kimse için, bu barbarlığın ve bu
yerin bilinmemesi olanaksızdı.
Esasen, ta 1961'lerde bana MİT'in İstanbul Bölgesi Başkanlığı önerilmişti. Buna ait
belgeyi sicil dosyamda bulmak mümkündür. Ben bu görevi kabul etmemiştim. Ne
büyük öngörü değil mi? Belli olmaz, eğer o zaman peki deseydim, bugün belki bende
işkenceciler arasında bulunacaktım.
Evet, şimdi bu yerde bana işkence yapılıyordu... Nereden, nereye değil mi? Ama ben
yine de memnundum yerimden. Bu asırda işkence yapanlar safında bulunmaktansa,
işkence görenler arasında olmayı yeğ tutardım.
İki el kıskaç gibi kollarımı sıkıyordu. Her hareket bilinerek yapılıyor ve yapıcıları
rollerini doğrusu çok iyi öğrenmiş bulunuyorlardı.
Birkaç merdivenden çıkarıldım. Sağımda solumda bulunanlar rahat yürüyorlardı.
Sonradan gördüğüme göre beyaz mermerli giriş merdivenleri idi bunlar... Sonra dar
merdivenlerden indirilip bodrumda bir odaya götürüldüm. Gözlerim açıldı.
İçeride sivil elbiseli iki yeni insan vardı. Ellerimdeki kelepçeler çözüldü. Biri uzun
boylu, Boşnak tipli, kır saçlı, sfenks gibi bir adamdı. Yaptığı işten memnun muydu
değil miydi, anlaşılması olanaksızdı. Saat 01.00 günlerden 4 Temmuz 1972... Ve beni
bu çilehanede Amerikan Kurtuluş Bayramı'nı kutlamaya getirmişlerdi herhalde...
Bir siyah levha üzerine, tebeşirle tarih ve ismim yazılmıştı. Tarihte 3 Temmuz 1972
yazıyordu. Oysa gün 4 Temmuz 1972 olmuştu. Değiştirilmesini istedim, gün tarihi
olsun diye(!).. Ama sanırım karşımdakinin kültürü ne demek istediğimi anlamaya
yeterli değildi... Aslında kültürü ve insanlığı olsaydı herhalde ekmek parasının
böylesine tenezzül etmezdi...
Elime bir levha tutuşturuldu, göğsüme koymam istenildi, "Bay Sfenks" fotoğrafımı
çekti. Daha sonra bu kişinin başka görevleri de olduğunu görecektim.
Fotoğraf bir cepheden, bir de yandan çekildi. Tabii yandan çekilirken levha
konulamıyordu. Bay Sfenks'in görevi bitmiş ve gitmişti. Odaya bir berber girdi.
Saçlarımı bir no’lu makineye vurdu. Berber gitti. Burada mesai 24 saatti... Doğrusu
gece gündüz "vatan kurtarmak için"(!) çalışıyorlardı. Ona göre ödenekleri vardı. Ama
bu ödeneklerden berbere bir pay düşmezdi. Çünkü o, bir ere benziyordu. Onun da
baş tıraşı benim gibiydi. Kafasının içindekiler tabii bilinemezdi. Görevini bitirdi ve gitti.
Öteki sivil şahıs, benim boyumda, zayıf, yaptığı işten pek memnun görünmeyen, çok
içtiği anlaşılan, sigaradan dişleri paslanmış hatta çürümüş bir insandı.
Daha sonra köşk görevlileri içinde bu adamı beğenecektim. Ceplerimde ne varsa
boşlatmamı istedi ve öyle de yaptım. Bir zabıt ta tuttu. Sonra askerlere hastanede
verilen cinsten pijama getirdiler. Bana soyun dediler. Bir don ve bir gömlek kaldım. Bu
pijamaları giyecektim. Oysa ne olur ne olmaz diye, evden ayrılırken bir küçük bavul
hazırlanmış içerisine pijama da konulmuştu. Fakat buranın kendine özgü bilimsel(!)
işkence metotları vardı. Bunlar, ara nağmeleri idiler. Pijamaları giydim. Bu arada bir
soru sormam gerekti karşımdakine. Beni tersliyordu: "Sen askersin, buranın da askeri
bir yer olduğunu anladın herhalde, bana kumandanım diyeceksin(!)" Biz Türk Silahlı
Kuvvetleri'nden ayrılalı doğrusu epeyce mesafe alınmıştı anlaşılan... Ama ben,
buranın hâlâ askeri bir yer olduğuna inanmak istemiyordum.
Asker pijamalarını giydim. Ne de olsa eski bir askerdim. Askerin hâlâ her şeyini
severdim. Hatta bu eski, kirli pis ve en adi cins bezden yapılmış pijamasını bile... Bu
seremoniyi bir diğeri izledi. Ellerime zincir, ayaklanma pranga vurulması...
Bir zincir getirildi. Bu zincir 3 mm kalınlığında ve 3 cm Tik birbirine geçen 18 halkadan
oluşmuştu. Tüm uzunluğu 45 cm kadar idi. Arta kalan uzunluk zincir baklalarının
birbirine geçmesinden azalıyordu. Bu zincir, bir 8 yaparak bileklerime sarıldı ve iki
bilek arasına bir kilit vuruldu. Normal büyüklükteki bir asma kilitti bu. Markasını
bulamadım. Katmer katmer maden parçalarından yapılmıştı.
Üzerine bir kağıt ve bant yapıştırılmıştı. Kilidin numarası 18 idi. Savcıya böyle bir
zincir takarak bir saatlik bir deney yapmasını salık veririm. Bilekler ve kemikler,
zaman geçtikçe sızım sızım sızlayacak yatma pozisyonum buna uydurulacaktı. Tabii,
insan deneyle en iyisini buluyordu. Akıl bu deney için yaratılmamıştı ama, buna da
yarıyordu. Sonra da odada bulunan tek kişilik somya üzerindeki, nasıl olacağı
kolayca tahmin edilen bir yatağa yatmam istendi. Daha sonra, bu yatağın pek
konforlu(!) olduğunu anlayacaktım. Yattığımda yeni bir zincir getirildi. Bu zincir
ellerimdekilerle aynı cins idi. Uzunluğu 105 cm kadardı; fakat biraz daha büyük bir
asma kilitle bağlandı. Kilidin öteki ucu sol ayağıma dolanıyordu. Dolanan kısım 30 cm
kadardı; ayaktaki kilidin numarası 49 idi. Böylece, peşrev kabilinden sayılan ikinci
işkence aracını görmüş oldum. Bilekleri birbirine bağlayan zincir, zincirleri birbirine
bağlayan 18 no’lu kilit ve de ayağa bağlanan pranga...
Oda korkunç bir rutubet ve küf kokuyordu. Bu mevsimde bodrum katı da olsa böyle
rutubet olmazdı ama dışarıdan bu amaçla devamlı su dökülürse neden olmasındı.
Burada da öyle yapılıyordu herhalde!..
İçerdeki kişi, yanımdaki komedin üzerinde duran plastik, üstü açık sürahiden suyu bu
rutubetli yerin, köhneleşmiş ahşap tabanına bir güzel serpti. Herhalde serinlememi
düşünmüyordu. Komedin üzerinde duran plastik, pis küçük bir su bardağının yarısını
da bana bıraktı... Besbelli bu da bir yöntemdi. Kapı üzerime kilitlendi. Kapatıldığım
odada yapayalnızdım.
İlk önce arka üstü yatmayı denedim, gözlerimi yumdum. Bütün geçmişimi düşündüm
bir şerit gibi, bir noktada takıldım kaldım. Evdeki korkunç arama sahnesine... Hadi
ben çekiyordum, daha da çekecektim. Bir kısım insanlar kendi iktidar yollarında beni
engel görmüşlerdi; onların kimliksiz ve kişiliksizliklerinden, ahlâksızlıklarından ve
hırsızlıklarından her yerde söz ediyordum. Onlar beni hasım sayıyorlardı, icabıma
bakacaklardı. Demokratik hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içinde ve
Erenköy'deki eski, ahşap, 3 katlı bir köşkte... Peki, o manzaranın korkunçluğunu
benimle beraber yaşayanlar ne yapıyorlardı şimdi? Bu vahşet onlara gösterilmeden
gözaltına alınamaz mıydım? Elbette olurdu, bir davet yetmez miydi, benim yetkili
mercilere başvurmamı söyleseler, olmaz mıydı? Fakat bu sahne de, onlarca yazılmış
bir senaryonun sadece bir bölümü idi. (1)
Beni bu daldığım hayalden, kapıya vurulan madeni bir eşyanın gürültüsü uzaklaştırdı.
Dışarıdaki ses, yüzümü kapıya dönmemi emrediyordu. Zorunlu olarak sol yanıma
döndüm. Sol ayağım karyolaya bağlı idi ve sol tarafa dönmüştüm. Bakın Savcıya bir
malzeme daha... Bir adamın solcu olduğunun bundan büyük bir kanıtı olur mu?
Sıra odayı incelemeye gelmişti. Aslında bir kısmını daha önce söyledim. Rutubetli idi,
hem de çok. Tahminen 2.5x3.5 m boyutunda ve 2.5m kadar yükseklikte idi. İçersinde
bir somya, bir komedin, bir şifoniyer, 3 koltuk vardı. Hep eski cinsten görülmeye
değer hani... Köşk eski olmasına eskiydi ama besbelli bir zamanlar umur da görmüştü. Şimdi işkence hane olarak kullanılıyordu. Zaten eşyalarla içinde olanın ilgisi
olamazdı. Çünkü biliyorsunuz ayağımdan bağlanmıştım. Yattığım yerin tam
karşısında bir pencere vardı. Sıkı sıkı perdelenmişti. Tavanda yüz mumluk bir ampul
devamlı yanıyordu. Ampulün sönmesi için ya cereyan kesilmesi, ya da ampul
yanmalıydı. Gece gündüz bu böyleydi. Denemeye değer doğrusu. Bu da bir başka
işkence yöntemiydi.
Duvarların döşenmeden, 2.10m kadar yükseklikte olan kısmı rutubetten mavidenmora, mordan-maviye, mordan-eflatuna kadar değişen bir renk armonisi teşkil
ediyordu. Hangi niyetle baksan, o niyete yanıt veren bir tablo görünümü veriyordu.
Tabii yer yer sıvalar da dökülmüştü. (Odanın krokisi mahkemeye verildi). (2)
1. Her ne kadar Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu'nda aramanın kuralları açıklanmış ise de, bu
kurallar yasa egemenliğine saygılı bir yönetim için geçerlidir. Oysa o dönemde Sıkıyönetim Komutanı
olan Org. Türün'ün mantığı farklıdır. Türün, Kore'de komünistlerle çarpıştığından aynı işi Türkiye'de
yaptığını sanmakta ve yeni bir iç düşman kavramı geliştirmektedir. (Bakınız: Tercüman 6–25 Aralık
1985 "Faik Türün Anlatıyor: 'Kore'den 12 Mart'a" , Yazan: Ergun Göze) Bu durumda yasalar değil,
talimnameler yürürlüğe konulmuştur. Nitekim ST 31–15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât
talimnamesinin 18. maddesi konuya aydınlık getirmektedir.
"... Arama ve müsadere gece ve gündüz, her saatte yapılır, a) Bir arama ve müsadere faaliyeti, ilgili
topluluğa, kontrollü bir rahatsızlık verme maksadını güder. Evi, barkı aranan, eşyası müsadere edilen
kimseler, gayri nizami kuvvet üyelerini ileride barındırmaya veya desteklemeye cesaret edemeyecek
şekilde heyecanlandırılmak ve sindi/ilmelidir..."
Bu madde gerek 12 Mart sonrasının arama uygulamalarına ışık tuttuğu gibi, Faik Türün'ün Fırtına I ve
II Tatbikatları düzenleyerek toplu arama yapmasının amacını da kesinlikle belirtmektedir.
Evet, "Arama kontrollü bir rahatsızlık verme maksadını güder"miş. Benim evde de bu yapıldı.
Diğerlerinde olduğu gibi...
2. Mahkemeye verilmiştir.
Bu oda, bodrumdaydı, iniş merdiveninin tam karşısına denk geliyordu. Gözler kapalı
olsa da insan bazı şeyleri anlayabiliyordu. Tıpkı körler gibi. Kapının bulunduğu
duvarda Atatürk'ün "Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü
yerde ezilmeli" cümlesi bir kartona yazılıp asılmıştı. Demek ki, işkenceciler komünistlerle savaşa girmişlerdi. Bu amaçla her yöntemi ve kalleşliğin her türlüsünü
deniyorlardı. Ama komünist kavramı neye göre saptanılıyordu? İşin orasını en iyi Kel
Eyüp biliyordu. Yıllarca MİT'in K masasında çalışmıştı ve burada, şimdi de Teknik
Sorgulama Timine(!) başkanlık yapıyordu.
Komedinin üzerinde, kirli boş bir plastik sürahi, pis yarım bardak su ve de bir küçük
cep kitabı vardı. Kırmızı zemin içinde elips şeklinde ATA'nın bir resmi ve üzerinde
"Atatürk, Türk Gencinin El Kitabı" yazıyordu. Biz kitap görünce okumamazlık
edemezdik. Hele bu kitap Atatürk'e ait olursa. Bir de Rıza Nur'unkiler var. Ondan da
zamanı gelince söz ederiz. El kitabını Başbakanlık Basın. Müdürlüğü basmıştı. Ciddi
bir araştırma ürünü olmalıydı. Bileklerimden bağlı ellerle aldım ve okumaya başladım.
Bir kere yetmedi, bir daha. Sanırım okumam birkaç saat sürdü... Okuma arzumuzu
burada kaldıkça, bu el kitabını yeniden okuyarak giderdim ve adeta ezberledim.
Böylece işkenceciler, Atatürkçü olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı(!)
Kitap bir girişle başlıyordu. Ondan sonraki kısmı derleme idi. Esasen bütün mesele
de önsözde idi. "2, Kurtuluş Savaşına"(3) çatıyordu. Tıpkı savcı gibi... (4) Egemen
güçler gerçekten kurtulmuşlardı. Onların
3. 1970 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a yazdığım açık mektupta "2. Kurtuluş Savaşı"ndan söz
ediyordum. (Kitaba alınmıştır).
4. Atatürk -Türk Gençliğinin El Kitabı - Önsöz'den seçmeler: "Sol kanat propagandalarının" Tam
bağımsızlıktan anladıkları, NATO'dan ve CENTO'dan çıkmak, Ortak Pazar'a girmemek, Amerika
Birleşik Devletleri'yle ve Batı Blokuna mensup ülkelerle sıcak ve soğuk bir savasın içinde olmaktır."
"Atatürk'ün 'inkılapçılığı' Marksistlerin anladığı şekilde bir 'Devrim'cilikten de çok farklıdır. O, gelişmeyi
Türk toplumunun yönetimindeki temel felsefe olarak gösteriyor ve ihtilâlciliği reddediyordu."
"istiklâli tam" sözünü diledikleri gibi yorumlayarak II. Kurtuluş Savaşı, sloganları ile ortaya çıkanlar,
Atatürk'ü olduğu gibi değil, kendi ideolojik açılarından "olması lazım geldiği" gibi göstermek
isteyenlerdir."
Oysa ben, "Tam Bağımsızlık" ve "İkinci Kurtuluş Savaşçılığı"nı savunan, antiemperyalizm ve antikapitalizmi benimsemiş ve bu uğurda kavgaya girmiş bir insandım. Emperyalizmin maşalığım yapan
işkencecilerin boy hedefi olmamdan daha doğal ne olabilirdi? Kitap Atatürk'ün ihtilâlciliğini ret edecek
ölçüde tarihi gerçeklere sırt çevirmişti.
kurtuluşa gereksinmeleri yoktu elbette. Tabii, Kurtuluş Savaşı isteyenler ölümlerden
ölüm, işkencelerden işkence beğeneceklerdi... emperyalist uşaklarına göre onlar
komünistti ve başlan ezilmeliydi.. İşkenceciler bu kutsal görev(!) için iş başındaydı...
Kitabın ikinci bölümü, Atatürk'ten derleme sözleri kapsıyordu. Doğrusu, Başbakanlık
adına üzülecek bir durumdu bu... Atatürk böyle bir derleme ile, gençliğe üstünkörü
sunulamazdı. Hakkında binlerce cilt eser yazılan Atatürk, bu cahil kalem sahiplerinin
eli ile, gençliğe yeniden sunuluyordu. Bu görevi Sayın Prof. Enver Ziya Karal çok
daha önceleri (Atatürk'ten Düşünceler) adlı kitabında yapmıştı. Dünya'yı yeniden
keşfetmek gerekmezdi. Ama anlaşılan o idi ki, bunu Atatürk sevgisinden değil,
birçokları gibi Atatürk'ü kendilerine göre sömürmek için yapıyorlardı.
Kitabı okuduğum sürece, düzensiz aralarla, herhalde bu amaç için yapılmış bir kapı,
bütün gücü ile açılıp kapatılıp gürültü yapılıyordu. Bu sesi, Mehmet'in kapıya vurduğu
süngü sesi izliyordu.
Kapı kapalı idi ama üzerinde kapı dürbünü vardı. Mehmet, sık sık oradan bakmakla
görevliydi. Tek battaniye vardı, Temmuz sıcaklarından söz ettiğimi sanmayın. Burada
insan gece gündüz üşüyor ve bazen titriyordu. Peki, her şey iyi güzel ama gerçekten
her güç anında "Vatanı Kurtaran" bu dünyada eşi bulunmaz kahramanlık, insanlık ve
erdem simgesi Mehmetçik bu işlerde nasıl kullanılıyordu? Türk Milletinin töresinden
gelen niteliklerini bozmağa kimsenin hakkı olmamalıydı değil mi? Ne yazık ki burada,
durum böyle değildi. Mehmet'e köşke getirilen herkesin "Komünist" olduğu öğretilmiş
ve beyni yıkanmıştı. Diyalog kurmak ne mümkün... Tek sözcük etmek olanağı yoktu.
Komünist; ırz düşmanı, din düşmanı, mal düşmanı idi... Öyleyse ezilmeli idi...
Büyükler de komünistlerin başını ezmek için gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar da bu
kutsal görevde kendilerine düşeni yapmalıydılar. Peki, nerde kalmıştı Mehmet'in öz
cevherleri... Acıma duygusu, soyluluğu... Hani bu ulus, düşmanına karşı dahi hoş
görülü, bağışlayıcı bir karaktere sahipti?
Belki onlar beyinleri yıkandığı halde, komüniste dahi hoşgörülü davranırlardı. Ama
köşkün yöntemleri böyle bir davranışı olanaklı kılmıyordu.
Zorbalık; insanları korkak, alçak ve bağışlamasız yapardı. Burada her gün insanlara
akla, mantığa ve hayale gelmeyen işkenceler uyguluyorlardı.
Mehmet bir açık verdiği an başına gelecekleri biliyordu. Doğrusu başka türlü de
davranamazdı... Mehmet, gene aynı Mehmet idi.
Ben, geceleri onların koğuşlarına girip üstü açılanların üstünü örtmüştüm. Evladım
gibi sevip okşadığım, kızdığım günler olmuştu. Ama onun hakkını yememiş ve
yedirtmemiştim... Eğitmiş, kafasının ışımasına çalışmıştım. Böyle bir dekor içinde de
olsa hasrettim ona... Çünkü Mehmet'i postalının kokusundan, çorabının kokusuna
kadar severdim.
El kitabını okurken sızmışım. Ne kadar sonra uyandım bilmiyordum. Çünkü saatimi
de almışlardı. Bunu, bileğimin bağlı olmasından dolayı yapmamışlardı. Komedinin
üstüne koyarlardı isteselerdi. Bu da ayrı bir yöntemdi. Zaman kavramının yitirilişi ayrı
bir psikolojik baskı yöntemi idi.
Savcının Marksist-Leninist, Komünist kelimelerini bolca kullanması karşısında,
işkence Köşkü'yle ilişkisi konusunda kuşkuya düşmemek olanaksız. Ama hiç
Tanrı'nın adaletini, yer yüzünde gerçekleştirmekle görevli, eline adalet terazisi
verilmiş bir kişi böylesine şerefsiz, alçak, yüz kızartıcı tertiplere girer mi? Hakimlik
mesleğinin kutsal geleneğini kirletir mi?
Hem benim bu mesleğe sonsuz saygım bir anlamda duygusaldı. Çünkü: Babam da
hakimdi... Evde hep hak, hukuk, adalet kavramlarının kutsallığı hakkında duyduğum
telkinlerle büyümüştüm.
Uyandığımda tuvalete çıkmak ihtiyacında olduğumu hissettim.
Mehmet'e seslendim. Okkalı bir küfürle yanıtladı beni. Peki, ne yapmalı idim?
Beklemeliydim ama ne kadar? Dayanabildiğim kadar... Bu da bir başka işkence idi.
Ama Mehmet gene mazurdu... Neden mi? Tuvalete gitmem için, yetkili kişiye haber
vermesi gerekti. Kimse o kişi... Çünkü karyolaya bağlanmış ayaklarımdaki pranganın
kilit anahtarı onda idi. Eğer, bu gereksinim uygun bir saatte değilse Mehmet'in bana
ettiğinden daha fazla bir küfürle karşılaşması işten bile değildi. Bu istek ne kadar
sürdü bilemem. Sonuçta kapı açıldı. Söylemeye gerek yok, kapının anahtarı da
Mehmet'te değildi; içeri giren Mehmet ilk karşılaştığımız işkence aracı ile (siyah
bezden, gözleri kapayan bir bant) gözlerimi kapattı. Kenarlardan belki görebilirim diye
pamukları da yerleştirdi. Bundan sonra, somyanın ayağına sarılı kilit açıldı, sağ
ayağımı zincire vurup, bu kilitle bağladılar. Yürümeye başladım. Tabii, bu şekilde
yürümek olanaksızdı. Ayağımdaki pranganın uzunluğuna göre ki ancak her ayak
sürüyüşümde 15 cm. kadar ilerleyebiliyordum. Kapının yanında bir er daha kolumu
tuttu. Yöntem aynı idi kollarımı iki er kıskaç gibi kavramış olduğu halde, ayaklarımı
sürüyordum. Böyle atılan 20 adımdan sonra (bir ayak boyu tahriben 30cm olduğuna
göre ve ayaktaki pranga 15cm'lik bir harekete izin verdiğine göre, her adım 45cm'lik
oluyordu) yürütüldüğüm uzunluk 9metre idi. Bu bölümün tabanı mozaikti. Sonraları
bant kenarlarından gördüğüme göre, burası pis bir koridordu. Sağında solunda
kovalar, fenerler, bir kısım öteberi vardı. Bir tarafına alçak bir somya uzatılmış,
üzerine pis bir yatak konmuştu. (5)
Evet, 9metre idi bu koridor. Sonra "merdiven" dedi birisi; her seferinde bir merdiven
çıkıyorduk. Yedi merdiven böylece çıkıldı. Sonra "sola" dediler. Döndük. "Düz"
dediler; iki adım daha attım. Burası merdiven sahanlığı idi. Demek ki bu sahanlık ta
(bir-birbuçuk) metre idi. Sonra tekrar "merdiven" dendi ve altı merdiven daha çıkıldı.
13 Merdiven ile çıkılmıştı. Normal olarak bir merdiven 17cm. olduğuna göre
13x17=251 cm ediyor ve bu bodrumun yüksekliğini gösteriyordu. (6) Sonra sekiz adım
daha düz götürüldüm. Demek ki holün genişliği 3 metre 60 cm. idi. Sonra "sağa
dediler, döndük, bir merdiven aşağı indik. "Sola" dendi, iki adım daha yürüdük. Burası
1,5 metrelik bir yerdi. Gözlerim açıldı. 75x75 cm'lik, tam karşıda yukarısında küçük bir
penceresi olan, pis bir yerdi burası... Kapı açık bırakılacaktı. Tabii öyle yapıldı;
ayaklardaki zincirler ve kilitler alaturka tuvaletin tüm pisliklerine sürünüyordu. Şu anda
bunlar önemli değildi elbette... Beni bağışlayın tuvalete çıkmanın insanı bu ölçüde
mutlu edebileceğini düşünemezdim tuvalette öyle istediğiniz kadar kalamazdınız.
Tüm gereksiniminizi Mehmet'in saptadığı kısa süre içinde tamamlamanız gerekti...
Yoksa kapı yüzünüze doğru tekmelenir, her türlü hakaretin hedefi olabilirdiniz.
Peki, bizim törelerimiz tahareti gerektirirdi. O nasıl olacaktı? Ellerdeki zincir buna izin
vermiyordu. Buraya gelen "Vatan Hainleri"nin(!) taharet etmesi gereksizdi. Çünkü
onlar komünistti, gâvurdu. Gâvurlar taharet etmezlerdi. Peki, aşağıya indirdiğiniz kilot
ve pijamayı nasıl yukarı çekecektiniz. O da oldukça zor bir işti. Tuvaletten çıkar
çıkmaz, karşımda bir dolap, solda açık bir kapı gördüm. Bulaşık
5. Tüm bu ayrıntıyı, daha sonra yasal makamlara başvurmayı tasarladığım için saptamaya
çalışıyordum.
6. Daha önce ben de yattığım odanın yüksekliğini 2.50m. olarak tahmin etmiştim.
kokuları geliyordu solumdan. Burası bir bulaşıkhane idi. Sağda küçük bir lavabo
vardı; el yüz yıkamak için izin istedim. Mehmet'in gözlerinde biraz acıma, biraz
hoşgörü hissettim. Mehmet, benim kim ve ne olduğumu bilmiyordu. Ona, içeri alman
herkesin komünist olduğu söylenmişti. Sabun istedim. Bu bir cesaretti. Sabun
verilmesi yasaktı. Geceden beri, bana bırakılan yarım bardak su ile yetinmek zorunda
kalmış ve susamıştım. Musluktan su içtim. Bu berbat bir şeydi. Şebeke suyuna
benzemiyordu. Acı bir kuyu suyuydu... Artık ben işi epeyce uzatmıştım. Ama
Mehmet'le aramda duygusal bir bağ kurmalı idim. Onun hareketinden kurtulma
çarelerini bulmalıydım. Bir atak daha yaptım. Abdest almama izin verilmesini istedim.
Şöyle bir yaşıma başıma baktı. Babası yaşındaydım. Belki de gerçekten komünist
değildim. Hem de onun anlayışına göre abdest almak isteyen bir kimseye karşı
gelmek günahtı... İstemeyerekte olsa izin verdi; ancak başına gelebileceklerden
korkup sağı solu kollamağa başladı. Ben abdestimi aldım. Düşünemiyordu ki, taharet
etmemiş bir insanın abdesti geçerli sayılmazdı. Ne günahı vardı Mehmet'in, kafasını
aydınlatmamışlardı. Onun bilgisizliğini kendi çıkarlarına uygun görenler düzene
egemendi ve o düzeni korunmak için işkence köşkleri kurulmuştu.
Peki, prangalı çıplak ayaklarla nasıl abdest alınırdı? Mes, yapmak var ya... Zincirli
bileklerimle, prangalı ayaklanma mes yaptım. Daha önce söylemeye unutmuşum,
ayaklarımda şöyle iyice eskimiş, pis, tokyo denilen lastik terlikler vardı. Tabii, çorap
giymek de yasaklar arasında bulunuyordu.
İşim bitmişti, acı su kursağımı yakarak mideme oturdu. Gözler pamuklandı, bandandı.
Gelirkenki seremoni tersten uygulandı. Ama bir değişiklik vardı. Sağımdaki,
solumdaki Mehmet'ler daha insancıl tutuyorlardı kollarımı. Seslerinde belirgin bir
yumuşama olduğunu algılamıştım. Öyle ya, bazen "yaşın yanında kuru da" yanmaz
mıydı? Belki bu adam komünist değildi. Bak abdestte almıştı... Tabii nöbet tutan
Mehmet'ler hep aynı kişiler değildi. Fakat ne de olsa fiskosla birbirleriyle dertleşirlerdi
her halde, zaman zaman. Bu yolla, Mehmet'in ilkel hakaretinden geniş ölçüde
kendimi kurtarmayı başarmıştım.
Diğer işkencecilerin, yaptıkları işten elde etmek istedikleri bir sonuç vardı ve bunu
bilerek uyguluyorlardı. Onlarla başa çıkılamazdı bu şartlar içinde... Başa gelen
çekilecekti...
Odaya döndürüldüm ve gözlerim açıldı. İlk gelişimde olduğu gibi somyaya bağlandım.
Burada gece gündüz belli olmuyordu ama tuvalette iken günün ışıdığını anlamıştım.
Biraz sonra, akşam beni karşılayanlardan biri kaldığım odaya girdi. Erler bu kişiye
Yüzbaşım diyorlardı. Herkesin bir konuda pratiği vardı tabii. Bu adamın yüzbaşı
olmadığını anlamıştım. Fakat işkencelerin Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapılmış
olduğu izlenimini vermek ve bu suretle Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, milletle karşı karşıya
getirmeye çalışıp, bundan kendi stratejilerine göre çıkar umulduğunu ve gerçekte
polis veya MİT görevlisi olan bu kişinin ve diğerlerinin rütbeli olarak tanıtılmasında,
yarar görüldüğünü sezinlemiştim.
Kanıma göre, burası Devletin çeşitli güçlerinden oluşan ve onları gerçekten kontrol
altına alan bir sağ Cunta'nın işkence ve sorgu merkezi idi.
Bay yüzbaşı, ayağımın kilidini açtı, ayaklarımı birbirine bağladı ve oda değiştireceğimi
bildirdi. (7) Çıkarıldım, sola döndürüldüm, bir iki adım attıktan sonra tekrar sola, 3–4
adımdan sonra yine sola... Gözlerimi açtılar; artık her zaman belirtmeye gerek yok,
odadan her çıkarılışta gözler bağlanıyordu. Bu kural bir ay boyunca hep aynı şekilde
uygulanacaktı... Tekrar gözler açıldı. Burası bundan önce kaldığım odanın yanındaki,
başka bir oda idi. 4x3.5m büyüklüğünde denilebilirdi. Solda köşede, yaylı eski ve
köhne bir yatak, sağda köşede bir şifoniyer, girince tam karşıda tek kişilik bir masa ve
de üzerinde 3 şey, plastik sürahi, plastik bardak ve daha önce bahsettiğim el kitabı.
Yerde 1.5x1.5 m boyutunda ve tam masanın altında bordo renkli bir hah...
Rutubet ve küf kokusu, birinci odaya taş çıkartacak cinstendi. Sonra bunun
deneyimini yapmak fırsatını bulacaktım. Ne ile mi? Tuzla... Getirttiğim tuz, üzerinden
bir gün geçmeden su gibi olmuştu bu Temmuz sıcağında. Bu rutubetin ne ölçüde
olduğunu, bir meteoroloji uzmanları, bir de buralarda yatan bilirdi. Islak bir soğukluk,
insanın bedenini yalıyor, bu odanın rutubeti inceden inceye adamın gerçekten
iliklerine işliyordu. Bu arada, iki Mehmet içeri girip şöyle birkaç sürahi su dökerek
süpürdü odamı. Tabii beni düşünüyorlardı. Kirli yerde yatmamı arzu etmiyorlardı(!)
Yatağa yatırıldım. Tam karşımda
7. Gözaltında olan kişi üzerinde kuşku ve güvensizlik yaratıp sürekli diken üzerinde oturuyormuş
izlenimini vermek için bu yer değiştirme yöntemine baş vurulmakta idi.
27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/22
yine bir levha vardı. Hani şu komünistler hakkındaki levhalardan. İzin isteyip
masadaki sürahi, bardak ve el kitabını yere, yanıma koydum. Çünkü yataktan
kalmanın yasak olduğu söylenmişti... Odanın penceresi yukarda ve soldaydı. Gece
ve gündüzü anlayabilmek olanaksızdı. Duvarların dekoru ilkininkine benziyor
tavandaki ampul süresiz yanıyordu...
Somya olmadığı için, ayaklarımın birini onun ayağına bağlamak mümkün olmamıştı
bu nedenle ayaklarım zincirle birbirine bağlandı. Sol ayağımdaki zinciri bağlayan
kilidin numarasının 7 olduğunu da bu arada görmüştüm. Kendi kendime bir formül
bulmuştum: Sol ayağım 7, sağ ayağım 49, 7x7=49 etmez miydi? Dahası da vardı. 497=42 ederdi. Bu sayı ayağımda pranga olarak kullanılan zincirin bakla adedinin sayısı
idi. Hani şu 26 milyon kredinin bölümüne dair bir hikaye dolaşmıştı ya fısıltı
gazetesinde, onun gibi bir şey... (8)
İlgililer işlerini bitirdiler ve gittiler. Şimdi ben yeni gözlemler yapmalıydım. Tabii ilk
gözlem, yatağı tanımakla başladı. Buna, gerçekte yatak denilemezdi. Eski ve yaylı bir
somyanın üzerine, ince bir bez örtülmüştü sadece. Dikeyliğini kaybeden eskimiş
yaylar, sırtımı bir başka şekilde acıtıyordu. Aslında, bunun üzerine bir yatak konularak, yer divanı olarak kullanılabilirdi. Uzatmayalım, o eski demir yaylar halka halka
bir vantuz gibi sırtıma yapışmıştı. Yan dönmeye çalıştım. Kollarım bağlı olduğuna
göre, insan bu manevrayı ancak sırtı ile yapabilirdi. Yaylar öyle sesler çıkartıyordu ki;
Mehmet'i alarme etti. Gözünü kapı dürbününe yapıştırdı. Tetikte idi Mehmet... Derhal
emrini verdi: "Arka üstü yatacaksın ve hiç kıpırdamayacaksın." Hani kural vardı ya,
Mehmet dürbünden baktığında yüzünü görmeliydi... Emri yerine getirip, sırtımı
yayların masajına terk ettim. İnsanlar her şeye alışmalıydı. Hint fakiri olsaydım, bu
somyadan belki de zevk alırdım. Neden daha önce Hint fakirliğini denememiştim ki?
Bu emri yapmamak aslında olanaksızdı. Kıpırdasan yayların sesi Mehmet'i
uyarıyordu. Sonra ne yapılacağı belli olmazdı. (9)
Ne de olsa, emekli bir subaydım... Az mı esas duruşta durmuştuk. Birden ta 19 Mayıs
1944'e gittim. Ankara'da Harp Okulu Öğrencisi
8. 1970'li yıllarda 26 milyonluk kredi yolsuzluğu kamu vicdanını zedeledi. Daha sonraki yıllarda
milyarlık bankerlik skandalları, hayali ihracat ve kurtarma operasyonlarına tanık olunacak "Serbest
Piyasa Ekonomisi" adına tüm bu yolsuzluklar toplumda eskisi gibi tepki uyandırmayacaktı.
9. Oda planı mahkemeye verilmiştir.
olarak, 19 Mayıs Stadyumunda merasim için toplanmıştık. Milli şef konuşuyordu. Bize
Atatürk'ün en yakın arkadaşı diye öğretmişlerdi' onu. At gezintilerinde Harp Okulu'na
uğramayı ihmal etmez, hatırımızı sorardı. Okulda 26 ders gösterirlerdi. İçinde ipe
sapa geleni pek yoktu. İkinci Dünya Savaşı bütün şiddeti ile devam edip, harp tekniği
büyük ilerleme gösterdiği bir dönemde, bizler Kirazlı Dere'de talim yapardık.10 At
arabasının parçalarını öğretirlerdi bize. Hiç unutmam, ön düzen-arka düzen-sandık
diye... Ama askerlikte disiplin gerekti. Kıpırdamadan durmayı iyi başarırdık. Esas
duruş derlerdi bizim zamanımızda buna."
Milli Şef konuşurken, tüm Harbiye heykel gibi olmuştu. Pek konuşmalarından
anladığımız yoktu ama kımıldamıyorduk. Bayılanlar oluyor, kaldırıp götürüyorlardı.
Fakat yine kıpırdamıyorduk.
Şefimiz o sıra, Turancılık üzerinde duruyordu. Bu konuşma iki saat sürmüştü. O
deney geldi aklıma birden. Bir tek farkı vardı. O zaman ayakta iken, şimdi yatarken
kıpırdanmayacaktım... Ne de olsa deney deneydi, yararlandım.
Bir süre sonra, insan bulunduğu yere alışıyor... Bir ara su içmeyi denedim. Sürahideki
sıvı sudan başka her şeye benziyordu. Çünkü içine ilaç katılmıştı. Herhalde ilacın ne
olduğunu bu örgütün doktoru bilirdi.12 Doktor işkencelerin bilimsel olması için(!) sağlık
gözetiminde bulunurmuş.
3 Temmuz 1972 de akşam yemeğini, isteksiz evde yemiştim. 48 saat aç bırakıldıktan
sonra, 5 Temmuz 1972 akşamı iki lokma, öldürmeyecek kadar yemek vermişlerdi...
Bir ara nöbetçinin değiştiğini hissettim. Oturmayı denedim. Daha sert bir emirle arka
üstü yatmam istenildi. Yatağımın sağında, duvarda, bir el büyüklüğünde sıva
kopukluğu
10. Harp Okulu'nun eğitim alam.
11. 1942–1944 yıllan arasında Kara Harp Okulu'nda öğrenim gördüm.
12. Ceza ve tutukevinden çıktıktan sonra yaptığım araştırmalarda, Hakikat Serumu da denilen bu
ilaçların ne olduğunu saptadım ve bir dergide yayınladım.
a) SCOPOLAMINE
b) SODIUM AMYTAL
c) SODIUM PENTOTHAL
(Bakınız: Amerika FM 19–20, Department of the Army Field Manual, "Modern Sorgu Tekniği"
Öğretmen Em. Md. Ertuğrul Korhan'ın polis ders kitabı).
d) MESCALIN
(Bakınız: "Emniyet örgütündeki yayınlar ve eleştirileri" - Talat Turhan 7 Gün Dergisi: 22 Haziran 1977
ve 29 Haziran 1977).
görüyordum. Onun üzerine bir işkence kurbanı "of anam!" diye yazmıştı. Burası han
duvarı değildi. Herkes istediğini yazamazdı. Bu zavallı nasıl olmuşsa cesaret
göstermişti. Burada kaldığı sürece insanın tırnaklan da kestirilmezdi. Bu uzun
tırnaklar işe yarıyordu demek...
Derken büyük bir hışımla içeriye, 4–5 adam girdi. Bay Sfenks'te bunlar arasında
bulunuyordu. Aldılar beni, ilk önce zemin kata çıkardılar, sonra sola, daha sonra,
birkaç adım atıldı ve 20–25 merdiven çıkıldı. Çıkılırken, eğil-kalk v.s. gibi komutlar
veriyorlardı. Bunlar manevi baskı yöntemleriydi. Çünkü kollarımı tutanların
hareketlerinden benimle beraber eğilmedikleri anlaşılıyordu. Kör olmanın kendine
özgü duygulan olmalıydı.
Ayaklarımdaki prangalar, tangur tungur bir ahşap döşemede ses çıkarıyordu ki,
durduruldum. Doğrusunu söylemek gerekirse, bundan önceki aşağılık
uygulamalardan pek heyecan duymamıştım. Şimdi kalbim 60'tan 100'e fırlamış gibi
çarpıyordu. Bir süre öylece tutuldum. Tok bir ses:
- "Gel bakalım Talat Turhan" diyordu. "Bir ucu kuvvet komutanlarına, bir ucu
İstanbul'un en karanlık batakhanelerine kadar dayanan, Türkiye'deki bütün şiddet
hareketlerinde ve soygunlarda parmağı olan adam."
İstanbul'un namlı kabadayılan arasına yenisini ekliyorlardı. Hoş biz ölsek,
cenazemize ne "Bakan" ne de "başkaları" çelenk gönderirdi. (13) Ama herhalde
onlardan iyi bilemezdim. Yeni gangster yaratıyorlardı. Fakat ucu Kuvvet
Komutanlarına dayalı olanlarını. Her halde başka türlüsü de vardı. (14)
Birkaç adım attırıldım ve bir iskemleye oturtuldum. Sağ ve sol omzuma birer namlu
dayanmıştı. Konuşan ses devam etti:
"- Nerede olduğunu biliyor musun?"
"- Hayır," dedim tabii.
13. O dönemde ölen ünlü mafya babasının cenazesine gönderilen çelenkler ABD'de bile yankı
uyandırmış hatta The Heroine Trail adlı kitaba fotoğraf konulmuştu, s.30.
14 Ağustos 1972'de Oflu Hasan ölmüş cenazesine Çalışma Bakanı katılmış ve zamanın
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın oğlu Dr. Atilla Sunay'da çelenk göndermişti. Cenaze resimleri
basında yer aldı. Daha sonra Amerika'da 1974 yılında basılan The Heroin Trail adlı kitapta bu resme
yer verilecek ve Oflu Hasan hakkında ilginç savlar öne sürülecektir, (s. 30-31).
"- Burası Genelkurmay Başkanlığına bağlı Kontrgerilla örgütü."
Anlamıştık ama bizde de biraz kurmaylık vardı. Türk Silahlı Kuvvetlerindeki
değişiklikleri, emekli olmama karşın izlerdim.
Emekli olduktan sonra böyle bir örgüt kurulmadığını biliyordum TSK'yla organik
ilişkim kopmamıştı. Çünkü bir seferberlik halinde Kurmay Yarbay rütbesi ile emir
aldığımda, 48 saat içinde 15. Kolordu İstihbarat Şubesindeki görevime katılacaktım.
"Sefer Görev Emri" cebimde duruyordu. Seferde Türk Silahlı Kuvvetleri'nde görev
alacak olan ve geçmişinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin şerefini temsil eden bir kişi
olarak, işkenceye tabii tutulmuştum. Yapanlar ve yaptıranlardan tarih önünde hesap
sormak Türk Silahlı Kuvvetleri'ne düşer... Bu örgütü, Anayasa, kurulu düzen ve Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin örgütlenmesi ile karşılaştırdım. Yasa dışı bir Sağ Cunta'nın
amacına hizmet için kurulduğu kanısına vardım.
Acaba bilerek mi yapılıyordu bu kavram karışıklığı? Genelkurmay ile Orgeneral
Memduh Tağmaç'ı eş anlamlı mı tutuyorlardı? Acaba bu yasa dışı gizli örgütün lideri,
Tağmaç mı diye düşündüm. Nasıl olurdu. O, böyle tertipler içinde bulunabilir miydi?
Muhtıradan önce, Demirel hükümetinin desteğinde ve yanında bulunan Tağmaç,
nasıl olmuştu da onun hükümetine karşı muhtıra vermişti? Ve sonra nasıl olmuştu da,
Demirel'in istemleri paralelinde Anayasa değişiklikleri yapılması için, aynı Tağmaç,
Erim hükümetini zorlamıştı. (15)
Tabii bir anda aklımdan geçen bu sorulara, gerçekçi yanıtlar verebilmek olanaksızdı.
Buna karşın, gerçek olan da, bu gizli örgütte Genelkurmay Başkanlığı'nın adının
kullanılması idi.
Meçhul kişi konuşmasını sürdürdü:
"Hasan Cevahir was a patron. He made his fortune and acquired his influences as a profiteer in the
heroin business. (Hasan Cevahir bir patron idi. O eroin işinden yararlanarak servetini ve etkinliğini
kazandı).
Sunay'larla Oflu Hasan ailesinin yakınlığını bilmeyen kalmamıştı ve de İşkenceci'ler Sunay ve ekibine
hizmet ediyorlardı. Tabii bu ekibin iç ve dış bağlantıları da vardı. Bizi sorgulayacak olanlar işte
bunlardı... Tüm bunları bildiğim içinde, 16 Haziran 1973 günkü duruşmadaki sorgumda: "İstanbul
Mafyası olarak nitelenen tertipçilerin ta Sunay Çankaya'sına kadar uzanan delillerini...........tertipçilerin
yüzüne fırlatacağım" diyordum. (Duruşma Tutanağı: s,39)
15. Kurtul Altuğ, 12 Mart ve Nihat Erim Olayı.
—Ben Albayım..." (16)
—"Burada, Anayasa, kanun falan geçmez..." arkasından küfürler savurdu ve
devamla:
—Harp esiri muamelesine tabi tutulacaksın."
Oysa harp esirlerine, Uluslararası Cenevre Anlaşması hükümlerine göre davranılırdı.
Buradaki muamele çok daha ağırdı aslında...
Ben, kendi yurdumda, kendi insanlarımca esir alınmıştım. (17)
Politik tutkuları ve iktidarı ellerinden kaçırmamak için beni tehlikeli sayan bir çete
elinde rehine olduğumu kabullenmek daha doğru olurdu.
Bu barbarlığı, tüm yetkili organlara, Türk ve dünya basınına, ve insan hak ve
hürriyetlerine ilişkin çaba gösteren dünyanın tüm örgütlerine duyururum.
Daha sonra, Türkiye'nin iç ve dış durumuna ilişkin bir panoroma çizildi. Benim gibi,
jeopolitik ve jeostratejiyi iyi kötü bilen bir kimse için bunlar pek yavandı. Ama zorunlu
olarak Albayı(!) onayladım. Tartışılacak yer değildi burası. Eğer güçleri yeterse,
Ankara'dakiler bu örgütün gerçek niteliğinin ne olduğunu öğrenirler. Ama (Le Monde)
adresini verdi Ocak 1973'lerde. Bu köşkte yapılanlar ise, ülke sınırlarını aşmış yılın
aktüel konusu olarak batıda 236 kitaba konu teşkil etmişti. Yetkililer yalanlamaya
devam ededursunlar...
Sonra bir başka ses söze karıştı:
-"Burası Cibali Karakolu değil" diyordu.
"Komandolarımız adamın hamurunu
çıkartırlar." o sırada tak tuk sesler oldu odada... Komandolar(!) emre hazır olduklarını
bildiriyorlardı herhalde...
Bay Albay, sözü yeniden aldı:
-"Suçlarını söyledim, istersen bir daha söyleyeyim" diye devam etti. "Faruk Gürler,
Muhsin Batur, Kemal Kayacan ile senin ve arkadaşlarının
16. Daha sonra bu kişinin Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrılmış uzun süre MİT'in Komünist masasında
görev yapmış Top. Bnb. (E) Eyüp Özalkuş olduğunu saptayacak, ilk kez adını duruşma tutanağına
geçirecek ve yetkililere duyuracaktım.
17. Sorgulayıcılar Esir Sorgulama Yöntemi olan "Teknik Sorgulama" yapıyorlardı. Bu amaçla onlar için
işkence dahil her türlü tertibe başvurmak olağandı. Bomba Davası -Savunma 2'de (Ek–9) da örneğini
sunduğum bir yüksek askeri okulumuzda okutulan İstihbarat Ders Notları'nı incelediğimde neden
Kontrgerilla Gizli Örgütü'nce esir alındığımı daha iyi algıladım.
kudaslarının tüm ilişkilerini, 12 Mart'ın nasıl yapıldığını, Taksim soygununu nasıl
yaptırdığını, bütün örgütlerle olan ilişkilerini, bunların içinde bulunan bütün
tanıdıklarını, evinde yapmış olduğun toplantılarda vermiş olduğun soygun ve
patlatma direktiflerini, 84 sanıklı davayı nasıl arzu ettiğiniz yöne çevirdiğini, Milli
Birlikçilerle cunta irtibatını, Boğaz Köprüsünü nasıl havaya uçuracağını, bir günde
300 generali nasıl öldüreceğini... Şimdi sana kalem kağıt vereceğiz, bütün bunları
aşağı inip odanda yazacaksın."
Masaya oturduğum zaman zorla bir su içirtmişler bu arada bir-şeyler koklatmışlardı.
Burnumdaki rahatsızlık nedeniyle pek koku almazdım. Fakat bu öylesine bir kokuydu
ki, ben bile hissetim. Kıpırdanmak olanaksızdı. Malum: Gözler, bilekler ve eller ve de
ayaklar bağlı idi. Namluların uçlarını omuzlarımda hissediyordum.
Birden bayılmıştım. Ne kadar öyle kaldım bilmiyorum. Bunun bir narko analiz olup
olmadığından da haberim yoktu. Ancak yüzüme vurulan sayamadığım kadar çok
sayıda tokatla kendime geldim.
Bay Albay:(!)
-"Numara yapma ulan." diyordu.
Bütün vücudumun yanmakta olduğunu ve bir ter boşaldığını hissediyordum.
Kendime gelmem için biraz beklenildi. Bay Albay emir verdi:
-"Hepiniz dışarı çıkın" diye.
Bay Albay'ın sesi daha yumuşaktı şimdi:
-"Bak Talat, ben senin eski bir arkadaşınım. Ne de olsa senin fenalığını istemem.
Örgüt seni öldürme kararı aldı. Ben seni kurtarmaya çalışacağım. Bana yardımcı ol."
dedi ve birden sertleşti:
-"Komandolarımız adamı haşat etmek için hazır bekliyor. Şunu da söyleyeyim ki, ben
seni sevdiğim için başkalarının vurmasına dayanamadım. Onun için suratına ben
vurdum. Sakın üzülme..."
Dışarıdakiler, patır patır içeri girdiler ve namlular omuzlarımdaki yerini buldu.
Sonraları gerçekten anlayacaktım ki, bu adam, beni çok iyi tanıyordu. Bu iki başlı bir
tanıma idi. Söylediği anıların bir kısmı Çocukluğum ve gençliğime ait olanlar idi... MİT
adamın çocukluğunu bilmezdi. Meçhul kişi, anamı babamı da tanıyor gibi rol
yapıyordu. Sorgudan önce bu amaçla hazırlık yapmıştı18 sonra bir zaman gelecek:
-"Sen 1959'da İskenderun’da Saray Lokantası’nın önünden geçerken bir gün de
burada biz yemek yiyeceğiz demedim mi?"
Diye soracak ve anlayacaktım ki; MİT o zamanlardan beri, benimle ilgilenmeye
başlamıştı.
Böyle bir cümle kullanıp kullanmadığımı anımsamam olanaksızdı. Ama bir gerçek
vardı. Demek ki 1959'larda ben Kurmay Binbaşı olarak, Saray Lokantası'nda yemek
yiyebilmek maddi olanağına sahip değildim. Derken Bay Albay söze devam etti:
-"Şimdi sana kağıt kalem vereceğiz, suçlarını bize yazacaksın." İçirilen ilaç nedeniyle
gerçekten kişiliğimde bir farklılık hissediyordum. Dışarı çıkarıldım. Aynı yöntemle
odama getirildim. Oyunun birinci perdesi bitmişti.
Beccaria diyor ki: "Bir adama, hakimin hükmünden önce suçlu gözü ile bakılamaz.
Ortada suç ya vardır, ya yoktur. Varsa o suça ancak kanunun tespit ettiği ceza
verilecektir ki, bu takdirde işkence faydasızdır. Şayet suç yoksa bir masuma eza ve
cefa etmek, müthiş bir vahşet olmaz mı?"
Şimdi ben ne yapacaktım? Yazacağım yazılar 5 Temmuz 1972 sabahına yetişecekti.
Fakat ben bildiğiniz gibi, bu odada zaman kavramını yitirmiştim.
Masaya oturdum ve yazmaya başladım.
Bileklerim, ayrıntılarını açıkladığım biçimde zincirlenmiş ve kilitlenmiş, sızım sızım
sızlamağa başlamıştı. Aradaki kilidin fazla geldiğini hisseder olmuştum. Ve böyle elim
zincirli olarak bana yükletilen tüm uydurma suçlamalar için bir şeyler yazacaktım.
Peki, neyi, nasıl yazmalıydım? Aslında işkencecilerin senaryolarına göre benden
istenilenler belirli bir baskı içinde açıklanmıştı.
Varsayalım ki, bütün bu suçlamaların bir kısmı gerçek ve ben bunları kabulleniyorum.
Gerçek olmayanlar için, kalem gücüme göre inandırıcı birer senaryo uydurmalıydım.
Peki, henüz ayaklarından başka hiçbir kısmı yapılmayan Boğaz Köprüsü'nü nasıl
tahrip edecektim?
İktidar kavgası için kurban olarak seçildiğimi anlamıştım. Anti
18. Bu yönteme Esir Sorgulamada Yakınlık Gösterme Usulü denilmektedir.
"Bu usulü kullanan, sorguya çektiği esire karşı arkadaşça davranır, ona ilgi gösterir, doğup büyüdüğü
şehri söyler, oradaki gazino ve eğlence yerlerinden bahseder."
emperyalist ve Tam Bağımsızlıkçı inançlarımdan korkanlar ve emperyalist uşağı
kodamanlar kinlerini tatmin için, bir daha belimi doğrultamamacasına bir darbe
indirmek istiyorlardı bana. Hiçbir sonuç alamazlarsa, attıkları çamurla Türkiye'nin
geleceğinde söz sahibi olmamı engellemek istiyorlardı. "At bir çamur, yapışmazsa
bile lekesi kalır" sözü vardı ya. Vicdanen müsterih ve kendimden emin olmanın
huzuru içindeydim. Balık üzerinde nasıl su durmazsa, bize atılan çamurlar da ne
yapışır, ne de iz bırakırdı. Fakat buradan nasıl kurtulacaktım? Beterin beteri vardı. O
sıralarda aydınlanmamış üç olay olmuştu. Büyükada'da kendini asan iki kişi ile bavul
cinayeti ve sabotaj olayları... Bunların da faili olabilirdim onlarca...
Hatta beni mafya lideri gibi, uluslararası şöhrete ulaştırmak istiyorlardı bunlar...
"Boğaz Köprüsünü havaya uçuracak adam" diye.
Sonraları ceza ve tutukevinde benim gibi(!) bu işin birçok isteklisi olduğunu öğrenerek
üzüldüm doğrusu. Köprü provokasyonu suçlamasının tekelini elimden kaçırdığım
için... Çünkü Köprüyü havaya uçurmak isteyenlerin sonu gelmiyordu.
Bir gün gazeteler, "Köprünün 400 metreden atılan füzelerle havaya uçurulacağım"
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca 23 Kasım 1972 tarihinde yapılan brifinge
dayanarak açıkladılar. (19)
El elden üstündü. Anarşistler füze imal etmişti fakat keratalar akıllarını iyiye
kullanmıyorlardı. Mısır'ın kendi füzesi vardı. "El Nasır" derlerdi adına, Mısır'lı benim
füzem var diyebiliyordu. Bize ise, büyük dost ve müttefikimiz verirse alırdık. Bazen
verdiklerini geriye aldığı da olurdu. Böyle, hem verici, hem de alıcı dostumuz(!) vardı.
Küba krizi sonucu Türkiye'ye sorulmadan Kennedy-Kruşçev'le pazarlığa oturmuş,
Türkiye adına da karar vermişti. Dostlukta böyle şeyler olurdu(!) Jüpiter füzeleri geri
çekilmişti. (20) Daha sonra Edward Kennedy yazdığı anılarında bu olaydan söz edince
Türk kamuoyu gerçeği öğrenmişti...
"Tam Bağımsızlık" ilkesini Atatürk ortaya koymuş ve uygulamıştı.
19. Daha sonra "Sabotaj Davası"nda Mahir Cayan ve Ömer Ayna imzalı bir mektup okundu:
"... Boğaz Köprüsü'nün bir ayağı da yakın gelecekte havaya uçacak, izin verirseniz onu söylemeyelim"
Milliyet: 8 Haziran 1973, Son Havadis: 8 Haziran 1973, Tercüman: 8 Haziran 1973.
20. Türkiye'de konuşlandırılan bu füzeler hükümete haber verilmeksizin geri alındı... Tıpkı bugün
İncirlik Üssü'nün kullanıldığı gibi...
Ama şimdi komünistler sahip çıkmıştı... NATO'cular CENTO'cular, TOTO'cular artık
"Tam Bağımsızlık" istemiyorlardı. Onlar dünün Amerikan mandacılığını milliyetçilik
diye ulusa yutturmaya çalıyorlardı.
Bizim füzecileri alıp, milli füzemizi yaptırmak ne kadar isabetli olurdu değil mi?
Füzeciler ortaya çıktığı için, biz köprü işinden kendimizi kurtarmış sayıyorduk ki,
Savcının iddianamesi elimize geçti. Gördük ki gençliğin "En Büyük Devrimci Eylemi"
olacak nitelenen bu iş gene bizim üstümüzde kalmış.
Gönlümüz isterdi ki, tüm savcıların sıfatı Cumhuriyet Savcısı olsun ve de teminatı
bulunsun. Fakat bizim Savcının sıfatı "Sıkıyönetim Savcısı." İyi ama Savcı,
sıkıyönetim komutanından daha mı iyi biliyordu bu işleri? Herhalde öyle ki,
iddianamesi ile komutanı yalanlıyordu.
"Ya Yüksek Mahkemenize sunulan bu iddianame doğrudur, ya da İstanbul
Sıkıyönetim Komutanlığınca yapılan 23 Kasım 1972 tarihli açıklama."
Nerede kalmıştık? İşkenceciler tarafından suçlandığım konularda, yönlendirme ve
baskı yapılarak odaya indirilmiş ve masa başına oturtulmuştum. Gelen, verilen kağıt
kalemle görevimi yapmalıydım. Bileklerim zincirli olarak, yeni bir yazı yöntemi
bulmam gerekiyordu.
Bu düşünceler içinde kıvranırken, bodrumun koridorunda bir şarjör mermi boşaltıldı.
Patlamalar, ahşap, köhne köşk içinde yankılandı...
Bu silah tehdidi de, bütünüyle bana yönelikti. Çünkü bir defa daha aynı tarzda
davranıldığının tanığı olacaktım.
Yazmaya başladım, işi uzatıyor, nöbetçi baktıkça yazar gibi yapıyordum. Çünkü
burada oturmak, yatmaktan daha iyi idi. Bir şeyler karaladım.
İçeri, Bay Yüzbaşı girdi. Her halde bu yoklama idi. Tuvalete gitmemin ne kadar güç
bir iş olduğunu anlamıştım.
—Yüzbaşım, sizden bir dileğim var." dedim. Ve ekledim; "Ben prostat hastasıyım (21)
sık sık tuvalete çıkarım. Bunun için mümkünse bir plastik kabın, bedeli karşılığı
alınmasını istirham ediyorum" dedim.
Bay Yüzbaşı:
21. İşkencecilerden ödün alabilmek için doğallıkla yalan söylüyordum. Çünkü burada tuvalete gitmek
her seferinde ayrı bir işkence idi.
—Peki" dedi.
Rahatlamıştım. İşkence köşkünde kopardığım ilk ödündü bu. Şu anda hiçbir şey beni
bu ölçüde mutlu edemezdi. Çünkü kapıda nöbet tutan Mehmet'in ilkel hakaretinden,
kendimi kurtarıyordum bir anlamda.
İcabında ötekini bir iki gün tutardı insan. Bu suretle de Mehmet'le ilişkiyi en azına
indirmiş oluyordum.
Kap geldi. İnsan bazen nelere sevinebiliyordu. Yazı yazmaya başladığımda, 2. katta
bulunan işkence odasındaki sesler, inilti halinde geliyordu. Odadan ormandaki
hayvanlarda belki benzerine rastlanan insan çığlıkları yükseliyor ve komşu odalardan
iniltiler duyuyordum. Kapıların çarptırılması, oda kapılarına süngü ve tekme ile
vurulması ise değişmeyen yöntemlerdi.
Yazdıklarım bana göre bitmişti. Ne yazdığımın da gerçekten farkında değildim. Ama
şu kadarını biliyordum ki, orda bulunduğum süre içinde el yazımla yazdığım bu
notlarda, gene Türkiye'nin sorunlarını kendi bakış açımdan dile getirmeye
çalışmıştım. Ve sanırım, bunların meraklı okuyucuları da çıktı.
Yorulmuş ve uyumuştum. Tabii sırt üstü... Fakat soğuktan titriyordum. Tarih 4–5
Temmuz 1972 gecesi olmalıydı.
Ertesi gün yazdıklarımı alıp götürdüler. Anladığıma göre, sabah ve akşam bir-iki kişi
yoklamaya geliyordu. Bunların hepsinin sivil kişiler olduğu anlaşılıyordu. Aralarında
çok temiz yüz hatları olan kişiler görüyor ve sasıtıyordum.
Benden daha irice, aklaşmış saçlı, bir Bay Yarbay vardı. Gözlerine renkli numaralı
gözlük takıyordu. Efendi ve terbiyeli bir adama benziyordu. Bir gün bana, işlerinin
idari olduğunu, sorgulama işi ile ilgisi olmadığını açıklamak gereğini duymuştu.
Herhalde ima yoluyla bir şeyler anlatmak istiyordu. Bir başkası, gene alaburos tıraşlı,
kır saçlı, ufak tefek efendi bir insandı. Merhametli görünüyordu. Yaptığı işten pek
memnun değildi görünüşe göre.
Daha başkaları da vardı, bu idareci personel içinde. Odama girdiklerinde hepsini
görüyor ve tanıyordum. Bugün de onları tek tek teşhis edebilirim.
Fakat sorgulama yapan Bay Albay, Bay Yarbay, Bay Binbaşı'yı görmek mümkün
değildi. Onlar, kendilerini nedense gizliyorlardı. Bir müddet sonra, gene birkaç kişi
içeri girdi. Bay Yüzbaşı, Bay Sfenks'te vardı içlerinde. Pamuk ve bantlı gözlükten
nereye gideceğimi anlamıştım. Bilinen yöntem ile yukarı çıkartıldım ve oturtuldum.
Bay Albay söze başladı:
-"Bize hikaye anlatıyorsun. Kül yutturmaya çalışıyorsun. Örgütümüz bütün Türkiye'ye
hakim, bilmediğimiz tek şey yok. Bak sen akıllı bir Kurmay'sın. Şimdi sana şablon da
vereceğiz, sorularımızı yeniden cevaplandıracaksın."
Kendilerinden bana yardımcı olmalarını, suçlamaların soyut olduğunu ve somut
sorular şeklinde sorgulama yapılması dileğinde bulundum.
Gene o, ikinci ses: "Burası Cibali Karakolu değil" diyordu. Nedense Cibali Karakolu
ile çok zora vardı; aklını bir kere takmıştı...
Bay Albay devam etti:
-"Ya Talat Turhan, sen Kontrgerilla Örgütünü uyuyor mu sanıyorsun? Bu memleketi
size mi bırakacaktık? Bizi bırakın da, rahat rahat memleketi idare edelim."
Bu sözleri ancak bir "Faşist Cunta" yetkilisi söyleyebilirdi. Gerçekten anlaşılıyordu ki,
çeşitli güçlerden oluşturulan ve cuntalaşan bir örgüt, İstanbul'u ve belki de Türkiye'nin
bir kısım bölgelerini kontrol altına almıştı. Benim kanıma göre, bunlar ister subay,
ister MİT elemanı, ister polis görevlisi isterse sivil olsunlar, bu örgüt içinde, sıfatlarını
yitirirler ve örgüt hiyerarşisine göre sıralanırlardı. Bu bir "Faşist Cunta" idi ve
gerçekten Anayasa'yı, tebdil ve tağyir fiilini işleyen ve işleten, bir gizli örgüttü; tıpkı
"Halaskar zabitan grubu" gibi. Bu gizli örgütün baskılan ile Anayasa durmadan
değişiyordu. (22)
Bence, (23) bu gizli örgütün iktidar olmaya yönelen bir hedefi olduğu anlaşılıyordu. Bu
amaçla insanlara işkence yapılıyor ve gereksinme duydukları bazı "itirafnameler"
alınıyordu. Ben de seçilen bu insanların
22. Bu nedenle yasal organlara sürekli yazılı olarak dilekçeyle başvurup bu Sağ Cunta'nın
saptanılmasını istedim. Bugün de istemimi yineliyorum. İşlenen suç TCK 146/1'dir ve Af Yasası
dışındadır.
23. Bu savımın doğruluğunun saptanılması için 12 Haziran 1973 günü mahkeme aracılığıyla
Başbakanlığa, GKB'ye ve KKK'ya bir dilekçe verip Parlamento Araştırması istedim. Aradan 28 yıl
geçti. Benden sonra TBMM'de aynı doğrultuda yapılan girişimler sonuçsuz kaldı. Anayasasında
"Demokratik Hukuk Devleti" yazan Türkiye’de...
—1997 yılında yayınlanan "Ergenekon" -Devlet İçinde Devlet- (Can-Dündar, Celal Kazdağlı, İmge
Yayıncılık) adlı kitapta işkenceci tosuncukların Pentagon'un hizmetindeki vatanseverlerden(î) oluştuğu
yazıldı...
önde geleni sayılıyordum onlarca. Kuşkusuz sahte Albay, Yarbay, Binbaşı kendi
başlarına bu tertiplere girmiyorlardı. Başlarında Generalleri olmalıydı. O generallerin
de dayandığı güçler vardı. Ve belliydi ki, onlara kendi kendilerine rütbe verip bu işlerin
Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapıldığı izlenimini yaratıyorlardı.
Bizce olayın en korkunç yönü buydu.
Bay Albay devam etti:
-"Bizim burada 21 kurmayımız var." diye.
Biz ayrılalı, kurmay görevleri çeşitlenmişti herhalde... Tüm kurmaylarımızın
bilgilerine... Kurmayların ismini de işkenceciler kullanarak yıpratıyorlardı. Gerçekten
de burada her şey vardı, her istenilen bir saniyede bulunuyordu. Kıdem sıra kitapları,
General, Amiral albümleri, kişilere ait dosyalar v.s. Bu bina elbette MİT'e aitti. İşkenceciler içinde de MİT görevlileri bulunuyordu. Ancak bu kişiler MİT İstanbul Bölgesi
Başkanı Turan Deniz'in denetiminden çıkmışlardı. Tümg. Memduh Ünlütürk
yönetiminde Org. Faik Türün hiyerarşisi içinde çalışmaktaydılar. Bazı sorularla, beni
istedikleri doğrultuda ikrara zorluyorlardı.
Direndiğimde, omzumdaki namlular daha sertçe basılır gibi oluyordu. Gene ilaçlı su
içirilmiş ve burnuma bir şeyler koklatılmıştı.
Tanıdığım kimselerin bir kısım itiraflarında söz ediliyor:
-"Enayiliğin anlamı yok, herkes her şeyi söyledi, bilmediğimiz tek şey yok. Bak işte
filanın ifadesi, bak ne diyor. Başkalarının ifadesi de belli. İstersen bu adamları
getirelim buraya, konuşsunlar senin yanında."
Gibi sözler sarf ediyorlardı.
Israrla Orgeneral Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ile
olan ilişkilerimden, 12 Mart'tan söz ediyorlar ve bu konudaki örgütsel çabalarımın ne
olduğunu öğrenmek istiyorlardı.
Özellikle, 84 Sanıklı Dava'da Mahkemeye nasıl etki yapıp, davayı çökerttiğimi
soruyorlar, bu konuda da bazı kişilerin ifadelerinden bölümler okuyorlardı. Ve Taksim
Soygunu'nun direktifim altında yapıldığını söylüyorlardı.
Artık çok ileri gitmiştim. Benimle uğraşacak halleri mi vardı? Bileklerim bağlı iken
yazamadığımı, mümkünse yazı yazarken kilidin Çözülmesini rica ettim. Ama bu istek
kabul edilmedi.
Odama gönderilirken, baskılar devam ediyordu. Masa başına oturdum. Kağıtlar ve
kalem yine gelmiş, bu defa şablon da vardı. Çünkü anlatırken unuttum; işkencecilere
göre bir sıfatım vardı. "İstanbul ve Trakya bölgesi komutam" diye. Şimdi kuvvet
dökümünü de benden istiyorlardı.
Çoğu kez yazdıklarım yine Türkiye'nin hayatî sorunlarını içeriyordu.
İlk yemek, 48 saat sonra 5 Temmuz akşamı verildi. Bu iki küçük dilim ekmekle, 1/4
porsiyon nohuttu. Gece yine soğuktu. Rutubet aynı rutubetti, işkence sesleri devam
ediyordu, nöbetçiler acımasız kontrollerinde hiç sektirmiyordu insanı. 6 Temmuz 1972
günü sabah kahvaltısı 3 tek zeytin, bir küçük dilim ekmekti. Bundan sonra yemekler
hep böyle öldürmeyecek kadar verilecekti. Zeytin 3–6–9 adet olarak değişiyordu.
Kahvaltıda bazen pek küçük bir parça peynir ile bir küçük dilim ekmek veriyorlardı.
Hiç unutmam bir gün, akşam yemeği olarak 50gram ekşimiş karpuz ile bir küçük dilim
ekmek verilmişti.
Hani rejim yapanların işine gelirdi burası. Yeni bir zayıflama türü keşfetmişlerdi. İnsan
yerinden kıpırdamadığı halde zayıflıyordu. (24)
1 Ağustos 1972'de, Selimiye'deki Asayiş Bölüğüne geldiğimde, bel kemerim yasak
diye alındı. Kemersiz pantolonumu elle tutup ancak yürüyebiliyordum. Sonra eve
gönderip 12cm daraltılmasını istedim. 12cm göbek, kaç kilo eder bilemem tabii. Ama
iyice zayıflamıştım.
6 Temmuz 1972 günü bilinenlerin dışında yeni bir şey olmadı. Bütün gün sırtüstü
yatmak durumundaydım. Sıkıldıkça el kitabını okuyordum. Tabii bu arada,
yazdıklarımı alıp götürdüler. Ama bütün gün işkence sesleri, derinden derine geldi.
Bu korkunç sesler bir insan için ıstırapların en büyüğü idi.
7 Temmuz 1972 günü, sabahleyin sorguya götürmek için geldiler ve yukarı
çıkarıldım. Bay Albay:
-"Sen artık çok ileri gittin. Bize gene kül yutturmaya kalkmışsın" dedi.
24. Zihni Paşa İşkence köşkünde bir ay misafir edilip daha sonra serbest bırakılan bir kişi zayıflama
nedenini soran arkadaşlarına Faktürün(!) ilacı kullandığı söylüyordu. (Samim Akay, Yeni Gündem, sayı
40, 7–20 Şubat 1986). Çok kişi eczanelerde bu ilacı aramıştı. Oysa Samim Akay, Faik Türün isminden
bu ilacı üretmişti(!)..
İkinci adamın tekerlemesi değişmiyordu:
-"Burası Cibali Karakolu değil." diyordu.
Sorgular, sorgular. Hep aynı tehditler... Nihayet anlaşılmıştı. Komandolara görev
düşüyordu. Esasen Komandolar vatani görevleri yapmak için bekliyorlardı(!)
-"Yatırın şu adamı", emri verildi.
Ellerimin kilidi açılıp kollarım serbest bırakıldı. Sonra başladı meşhur falaka sahnesi...
Bütün dünyam yıkılmıştı sanki o anda. Mahvolmuştum. Komandolar şevkle görev
yapmaya devam ediyorlardı. Bu işkence ne kadar devam etti, bilemezdim tabii.
O anda neler söylediğimin farkında değilim. Ayaklanma indirilen sopa darbelerinin
acısını artık duymaz olmuştum.
Birden "Cibali Karakolu"nu pek çok seven ses haykırdı.
-"Burası cami değil ulan!" diye. İşkence durdu.
-"Biz adamı konuşturmasını biliriz. Daha dur bakalım, bu gördüğün hiçbir şey değil.
Komandolarımız adamın hamurunu çıkarırlar." gibi sözler söylendi. Konuşup
konuşmayacağım yeniden soruldu.
O sırada Bay Albay'ın sesi duyuldu:
-"Sana işkence yapılmasına dayanamadığım için dışarı çıkmıştım, yazık ediyorsun
kendine."
Bay Albay'a; yaptıklarından utanmaları gerektiğini söyledim ve öldürülmemi istedim.
Bunu eğer kendileri yapmayacaklarsa intihara hazır olduğumu bildirdim. Arzu edildiği
şekilde mektup bırakmaya da razıyım dedim.
Yanıtı:
-"Biz adamı ne zaman öldüreceğimizi biliriz." oldu.
Daha sonra, benden istenilenlerin biraz daha açılmasını ve yardımcı olunması
dileğimi yineledim.
Benden önce gözaltına alınan, bazı tanıdığım kişilerin ifadelerini okudular.
Anlaşılıyordu ki, aynı koşullar altında, gerçek olmayan bu itirafları almayı başarmışlar
ve bu ikrarnameleri doğrulamamı istiyorlardı.
Bu arada, yeni bir suçumu daha öğrendim: Gn. Sedat Kirtetepe'yi
Emniyet Genel Müdürlüğüne ve Gn. Nihat Aslantürk'ü İstanbul Emniyet Müdürlüğüne
nasıl tayin ettirmiştik? (23)
-"Nihat Aslantürk Trabzonludur. Sunay tayin ettirmiş olabilir" dedim.
-"O bizim adamımız değil." yanıtını aldım.
-Hımmm...
Bir gerçeği daha anlamıştım ki; evime gelen polisler şeklen onun emrinde idiler, ama
bu örgütün elemanı olarak görev yapıyorlardı...
O anda sanki hayatım anlamını yitirmişti; intihar etmeliydim. Ama bunu nasıl
yapabilirdim?
Bu açıklamalarımı, dün birisi gelip anlatsaydı kolay kolay inanmazdım doğrusu...
Ayaklarım şişmişti, yürüyemiyordum. Sürüklene sürüklene odaya götürüldüm.
Beş dakika sonra yine mermiler atılıyordu koridorda. Bu varan ikiydi. Hemen
sorgudan geldiğime göre, bu tehditler herhalde bana yapılıyordu.
Sakalım, uzadıkça uzuyordu, kokmaya başlamıştım. Taharet edemiyordum. El ve
ayak kemiklerim sızlıyor, rutubetin tüm olumsuz etkilerini hissediyordum. Sırtım yara
olmuş olmalıydı ki, sızım sızım sızlıyordu.
Biraz sonra Bay Yüzbaşı girdi içeri. Bir şey yazacak düşünecek halde değildim.
Kalem kağıt getirmişti.
Ancak, yarın yazabileceğimi söyledim ve bir istirhamda bulundum.
-"Mümkünse çamaşır değiştirmek istiyorum" diye.
Ne de olsa insandı, halimi görüp üzülmüş olmalıydı. Yüz hatlarından
25. İstanbul Emniyetine Elrom'un öldürüleceği hakkında ciddi ihbar yapılmıştı. Bu ihbarlar üzerinde
durulmamış ve olay gerçekleşmişti. Bu durumu incelemek için, o dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü
Teftiş Kurulu Başkanı olan Adnan Çakmak görevlendirilmiş ve verdiği rapor sonucu, Elrom'un
öldürülmesi'nde İstanbul Emniyeti'nin ihmali görüldüğü için, Em. Md. Muzaffer Çağlar, Emniyet 1. Şube
Müdürü Ilgız Aykutlu v.b. görevden alınmışlardı. Adnan Çakmak arkadaşım olduğu için, işkenceciler
kendi adamlarının görevden uzaklaştırılmasını bana bağlıyorlar ve bunun da intikamını almak
istiyorlardı. Adnan Çakmak'ta bir bahane ile Zihni Paşa Köşkü'nde işkenceye alınmıştı...
alkolik olduğunu sezinliyordum. Kalender olurdu böyleleri. Bir kere düşmüştü
buraya... Görev, görevdi...
Evden ayrılırken bir el çantası hazırlanmıştı. Bay Yüzbaşı bu çantayı getirdi. Tabii bu
kadarı yetmezdi. Çamaşırlarımı değiştirmek için el ve ayaklarımdaki zincirlerin
sökülmesi gerekti.
Önce ellerim çözüldü. Fanila değiştiriyordum ki, Yüzbaşı'nın gözü sırtıma takıldı.
Herhalde somyanın demir yaylarının, halka halka izlerini görmüştü.
Ayaklarımı çözüp, dışarıya çıkmak nezaketini gösterdi. İğrenç bir kilottu çıkardığım.
Çantamda bulunan tıraş makinesinden bir jilet çıkartıp, yattığım yerin sağında,
duvardaki sıva çatlağının içine yerleştirdim.
Bay Yüzbaşı içeri girmişti.
Eski çamaşırlarımı, çantama tıktım. Yüzbaşı el ve ayaklarımı zincirledi ve kilitledi...
Bu birkaç dakikalık serbestlikten ve isteğimin yerine getirilmesinden memnun
olmuştum.
Yanında iki Mehmet'te vardı. Biri çavuş olmalıydı. Bazen denizci elbisesi(26) bazen
karacı elbisesi giyiyor, bazen de sivil giyiniyordu. Ordu'luydu sanırım. Soyadının Kara
olduğunu tahmin ediyorum.
Yüzbaşı, birisine bit battaniye getirmesini emretti battaniyeyi iki kat yapıp, yayların
üzerine konulmasını sağladı.
Bu arada, sırtım çok ağrıdığı için, yatak üzerinde oturup oturamayacağımı sordum.
İzin verdi. Fakat buraya belli bir saatten sonra Mehmet'ler hükmediyordu. Bu hususu
garantilemek için:
-"Nöbetçiler müsaade etmiyorlar da" demiş bulundum.
Bu konuşmama, nöbetçi eri içerledi. Sanki kendisini şikayet ediyormuşum gibi geldi
ona...
Bay Yüzbaşı, sürahideki suyu her zamanki gibi döşemeye serpti. Yaptığı iyilik yeterli
idi. Rutubetin biraz daha artması için, sabah akşam
26. Daha sonra Zihni Paşa İşkence Köşkü'nde görev yapan askerlerin çoğunun 1951 doğumlu
olduğunu, Gölcük Donanma Üssü'nden Donanma Komutanı Amiral Kemal Kay acar? Tarafından
burada görevlendirildiğini öğrendim. Amiral Kemal Kayacan aynı zamanda İstanbul Sıkıyönetim
Komutan muaviniydi. Ama bu işkence köşkünde O'nun da aleyhinde ifade alıyorlardı. Bu köşkte görev
yapanların bir ödülle konuşturulması olanaklı olabilirdi. Bunun yapılmamasının ayıbı hepimizindir...
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/23
bu rutin hizmet aksatılmıyordu. Her ne olursa olsun, işkence köşkünde bu kadar ilgi
insana yeter de, artardı bile...
Sonraları, aynı tezgâhtan geçen arkadaşlarımın öykülerini dinleyecek ve bunların
birer özel işlem olduğunu anlayacaktım.
Bay Yüzbaşı Mehmet'ten yeni su getirmesini istedi. Kızdığını anladığım Çavuş Kara,
suyu biraz gecikerek getirdi.
Kapı tekrar kapanmıştı.
Şimdi vicdan muhasebesine sıra gelmişti. İntihar etmeli miydim, etmemeli miydim?
Jilet elimin altında idi.
İntihara karar verseydim, uygulaması oldukça zordu. Bileklerim bağlı idi, ellerimi
kullanamazdım. Yazı yazarken açmaya başlamışlardı ama o araya sığmazdı bu iş...
Çünkü Mehmet tetikte, iki dakikada bir durumu kolaçan ediyordu. İstanbul'un
elektrikleri sık sık kesilirdi ya, böyle bir anı beklemeliydim.
Sonra, intihar etmenin bir bakıma suçluluğu kabul anlamına geleceği ve bir dava
adamına yakışmayacağını, istençsizlik (iradesizlik) olduğunu düşündüm ve bu
saplantıdan vazgeçtim.
Tabii, bu o kadar kolay olmadı. Bu karan dört günde alabildim. Daha sonra jileti
tuvalete atarak yok ettim.
Sorgular sektirmeden her gün devam ediyordu. Tüm düşünsel gücümü toparladım ve
bir durum muhakemesi yaptım:
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde iki grup Gn. Kur. Bşk.'lığı ve Kuvvet Komutanlıkları'nı ele
geçirmek için kıyasıya bir çatışma içindeydiler. Bu kavgada benim, Orgeneral Faruk
Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ve arkadaşları safında
olduğum varsayılıyor, ilk önce ve en kolay hesabı görülecek adam olarak seçildiğim
çok net biçimde anlaşılıyordu.
Arkadaşlık ve tanışma ilişkileri saptırılarak, seçilen kişilerden, her türlü işkence
yöntemleriyle beni suçlayan, aslı esası olmayan ifadeler almışlardı.
Benden istenilen bunların onaylanması idi. İlk evrede Org. Faruk Gürler'in
Genelkurmay Başkanı olmasını engellemek, daha sonra Org. Muhsin Batur ve Org.
Kemal Kayacan ve yakınlarını temizleyip Türk Silahlı Kuvvetleri'ne tümüyle egemen
olmak istiyorlardı. Ama tüm tertiplere karşın, Ağustos 1972 ortalarında Org. Faruk
Gürler Genelkurmay Başkanı oluyor, "Rövanş almak" isteyenler Bomba Davası'nı
kullanıp oyunlarına devam ediyorlardı.
Bunun için Emekli Tümgeneral Celil Gürkan'la olan arkadaşlığımdan yararlanmak
istiyorlardı. Beni Gürkan'a, onu ise diğerlerine bağlamayı planladıkları anlaşılıyordu.
Daha sonra bu kanımı doğrulayan olaylara tanık olduk.
Bunlardan önde geleni 24 Ağustos 1972'den sonra bu örgütün hiyerarşik ilişkisini
yeniden düzenlediğini, Zihni Paşa Köşkü'nden Selimiye Ceza ve Tutukevine
gelenlerden öğrenmemdi.
Bu tarihten sonra "Genelkurmaya bağlı Kontrgerilla Örgütü" "İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığına bağlı Kontrgerilla Örgütü" şeklinde değiştirilmişti. Yani işkenceciler
Org. Tağmaç'ın27 hiyerarşisini kabul ediyorlar, buna karşın Org. Gürler hiyerarşisini
kabul etmedikleri için doğrudan doğruya Org. Türün hiyerarşisinin içine girerek,
Gürler'in Cumhurbaşkanı olmasını engellemek için provokasyonlarını sürdürüyorlardı.
Bomba Davası bu tertibin manivelası olarak kullanılmak isteniliyordu. (28)
Bir şebekenin karşısında bulunduğumu ve bir iktidar kavgası içinde her türlü
ahlâksızlığın geçerli olabileceğini ve bu anlayış içinde de, kurmaylık donanımıyla,
bana yapılan işkencelerin az bile olduğu sonucuna vardım.
Bu noktada en acı gözlemimi açıklamalıyım: Bütün bunların bana yapıldığı sırada,
aynı örgütte bulunduğum iddia edilen kişiler, Ankara'nın ünlü kokteyllerinde viskilerini
yudumluyorlardı...
Eğer, iddia edildiği gibi gerçekten bu Komutan'larla ilişkim olsaydı, her halde hiç bir
güç bana işkence yapamazdı.
Bu durumda, hayatımı kurtarmak için benden önce kimilerinden alman ifadeleri kabul
etmekte bir sakınca görmedim. Çünkü yasalarımızda Emniyet ifadesinin tek başına
delil değeri taşımadığını biliyordum.
27. Org. Memduh Tağmaç'ın yerine silah zoruyla ya da uçak zoruyla Org. Faruk Gürler 30 Ağustos
1972'de GKB oldu. Bu tarihten önce hasımı Org. Faik Türün, Gürler ve ekibini suçlayan ifadeler
aldırmıştı ve Bomba Davası'ndaki tertiplerini sürdürmeye devam etti. Arkasında Cumhurbaşkanı
Sunay ve AP vardı.
28. Bu nedenle Muhsin Batur, Nazlı Ilıcak'la yaptığı söyleşide: "Faruk Paşa Kara Kuvvetlerine hakim
değil" diyordu, o dönemi değerlendirirken... (Tercüman: 29 Mart 1986).
Senaryo işkenceciler ve onların destekçilerinin istedikleri yönde sonuçlanırsa,
benimle birlikte yüzlerce general, subay ve aydının defterini dürmeye kararlı
olduklarını anlamıştım.
Seçilen hedeflerden biri de İrfan Solmazer idi. Üzerimdeki işkenceyi hafifletmek için
ona yüklenmekte hiçbir sakınca görmedim. Çünkü yurt dışında olduğunu biliyordum.
Tabii artık kül yutturmadığımı anlayıp, pek memnun olmuşlardı. Eğer İrfan
Solmazer'in yurt dışında olduğunu bilmeseydim, oradan sağ çıkacağımdan emin
olamazdım.
84 sanıklı davayı yeniden canlandırmayı düşünüyorlardı. 1 no'lu Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesinin lağvı, kızgınlıklarının geçmesine yetmemişti.
Suçlarım öyle altından kalkılacak gibi değildi. "Kurulu düzen"e karşı gelmiştim.
Halbuki bu düzenin içine girip nimetlerinden payını alsaydın ya Talat Turhan!..
Çok çok, payların bölünmesinde bazen kavga ederlerdi kurulu düzenciler...
Ama birbirlerinin ayıbını bilenler, ne kadar düşman olsalar susmasını bilirler ve
öğrendikleri gerçek ölçüsünde de, sus payı verilirdi düzenden yana olanlara...
Arpalıklar bu nedenle işbirlikçi iktidar elinde tutulur. Yemlenmesi gerekenlere
sunulurdu. Avantalar ve yağmalar düzeninin kuralları böyle işletiliyordu.
Susamıştım. Bir bardak su içeyim dedim. Bir defada içtim. İçtiğim su lağım suyuydu.
İlk önce, kendisini şikayet ettiğimi sanan, Mehmet'in getirmiş olduğunu düşündüm.
Fakat bizim Mehmet, bu kadar insafsız ve vicdansız olamazdı.
Bu uygulama, duyduklarıma göre, bana özgü yeni bir işkence yöntemi idi... Ertesi
gün, sürahinin yanında ve dibinde pis bir tortu bulunduğunun farkına varmış, gelen
görevliye de göstermiştim.
Gece olmuş, yeterli zaman geçmişti ki, karnımdaki burkulmalardan, ishal olduğumu
anladım. Mehmet'ler tuvalete çıkarmıyordu. Bu gerçekten, bir insanın duyabileceği
işkencelerin en büyüğü idi.
Affedersiniz sabaha kadar, altımı kirletmeden durmayı başarmıştım.
Sabah Bay Yüzbaşı geldi. Durumu söyledim. Prangalı ayaklarımla, 100m'lik koşuya
girmiş olsaydım, bu durumda şampiyon olurdum. Tuvalet kapısını, her zaman olduğu
gibi açık bıraktım. Kapı önünde bekleyenler içinde Bay Yüzbaşı da vardı. İshal olup
olmadığımı öğrenmek istiyordu herhalde.
Durumum yürekler açışıydı, hiç böylesini görmemiştim. Dışarıdakiler şaşırmış
olmalıydılar. Bu sahne, çağımızda utanılacak bir insanlık dramı idi, Türkiye için...
Saklamaya gerek yok. Çıkan sesleri duyuyorlardı.
Dışarı çıktığımda, acıyan gözlerle bana bakıyorlardı. Küçük lavabonun sabunluk
kısmına, deterjan dökmüşlerdi. Deterjanla el yüz yıkanmazdı ama bir deneyeyim
dedim. Doldurdum ellerimi yüzümü bir güzel yıkadım. Sakallı yüzüm günlerce sızladı
durdu. Acılanma bir yenisini katmıştım. 8 Temmuz Cumartesi günündeydik. Deterjan
da, su ve yemeklere katılan 'malzemeler' gibi kuşkusuz benim için hazırlanmış bir
tuzaktı.
Odama döndürüldüm. Bay Yüzbaşı'dan ricalarım oldu.
Tuvalete gitmem konusunda güçlük çıkarılmamasını istedim. Tabii, gece çıkarmadılar
diyemedim Mehmet'lerin yanında. Mümkünse "Siosteran Geigy" adlı ilacın alınmasını
istedim.
Her ikisini de yerine getirdi. Bu hastalığım, dört gün bütün şiddetiyle devam etti. İlk
gün, getirilen hiçbir şeyi yemedim. Daha sonraki günler, istediğim haşlanmış patates
ve pirinç lapası getirdiler. Karavanacılar iyi çocuklardı. İnsanın yüzüne buruk bir sevgi
ile bakıyorlardı. Odanın rutubetini tespit için, meşhur tuz deneyini bu arada yine
yaptım.
Daha önce kullandığım o ilaç olmasaydı, paratifo olmam işten bile değildi.
Yüzbaşı ilacımı getirdi. Bu arada da, sorulan yanıtlamak gerektiğini anımsattı.
Yazarken bileklerimi bağlayan zincirin çözülmesine izin verilmişti. 8.9.10 Temmuz
günleri, sorguya alınmadım. Fakat pazar günü dışında, diğer günler gönderilen
pusulalarla yönlendiriliyordum.
Solmazer'in yurt dışında bulunması çok işime yaramıştı.
11 Temmuz 1972 günü, tekrar sorguya çıkarıldım. 12 Mart'tan önce, Türk Silahlı
Kuvvetleri içindeki hareketler üzerinde duruluyor ve bu olaylar içerisindeki etkinliğimin
saptanmasına çalışılıyordu.
12 Mart'ın TSK'nın bir hareketi olduğunu, kendi iç çelişmeleri sonucu, değişik bir
sonuçla sahneye konulduğunu dile getirmek istedim. Eğer sıra bunun hesabının
sorulmasına gelmiş ve TSK adına bu hesabı vermem benden isteniyorsa, buna hazır
olduğumu TSK'nın, "Cumhuriyeti Korumak ve Kollamak" görevini zaman zaman
yaptığını ifade ettiğimde; Bay Albay köpürdü:
-"27 Mayıs bir komünist hareketiydi. 12 Mart'ta da aynısını getirecektiniz, önledik." (29)
Her konuşmadan bir sonuca ulaşıp, karşımdakileri daha iyi tanıyordum.
Birden, Sunay'ın damadı Sadi Önel'in babasını hatırladım. Hani şu, 26/27 Mayıs
1960 gecesi, Menderes'i Eskişehir'den kaçırıp da kurtarmayı deneyen Tümg.Hakkı
Önel'i... Nereden nereye...
Tabii, Savcının iddianamesindeki eksikliklerin nedenleri vardı. Ona göre benim ilişkili
olduğum cuntanın, Ankara'da bir üst kademesi var ama onlar şimdilik yerlerinde
otursunlar. Sıra bir gün onlara da gelecek. Şimdilik ise Talat Turhan ile yetiniliyor. Bu
bizim bilmediğimiz yeni bir hukuk kuralı olsa gerek.
Bizce davanın düğüm noktası buradaydı...
Bugün için bu dava açılamadığından, şimdiden hazırlık yapılmak isteniliyor ve adımın
tüm olaylara bulaştırılmasına özen gösteriliyor.
Böylece, davanın üzerimdeki siyasal niteliği belirleniyor.
Bu oluşumdan bir sonuç daha çıkıyor: Sürdürülen iktidar kavgasında şimdilik güçler
denk durumda. Org. Faruk Gürler'e oyun hazırlayanların basan kazanması, bir kısım
çevrelerin cesaretini arttırmış görünüyorsa da, Türkiye'nin geleceği çeşitli olasılıklara
gebe görünüyor. (30)
27 Mayıs'tan sonra, sokakta bir tanıdığıma rastladım. Selamlaştık, konuştuk.
Dertliydi, boşalmak gereksinimi duyuyordu. Kendisini dinledim. Emekli edildiğinden
yakmıyor. Bir tek suçunun olduğunu söylüyordu.
29. Eyüp Özalkuş bu sözleri 1972 yılının Temmuz ayında söylüyordu. Faik Türün ise bakınız 13 yıl
sonra ne diyor:
"Türkiye'de komünizmi su üstüne çıkaran hadiselerin bir tanesi 27 Mayıs'tır." "Nitekim 27 Mayıs'tan
sonra komünizm, Türkiye'de barajını yıkmış bir sele dönmüştür" (Tercüman: 13 Aralık 1985).
Ben ise bugün bile 27 Mayıs'tan yana olmaktan kıvanç duyuyorum. Bu inançlarım 27 Mayıs
düşmanlarım rahatsız etmiş ve onlar 27 Mayıs'ın hıncını benden alıyorlardı.
30. 12 Eylül bu olasılıklardan biri olarak yazdıklarımdan sekiz yıl sonra gündeme geldi.
-"Nedir?" diye sordum
- "9 Subay Olayı'nda savcı olmak," (31) diye cevaplandırdı beni... "Kişi noksanını
bilmek kadar irfan olamaz" derler. Fakat kendini suçlayan bir savcı da, elbet emekli
edilmeliydi...
Sorgular devam etti böylece. Yazdıklarımın arasına, özellikle "uygulanan insanlık dışı
metotların muhatabı olmamak için arzulanan şekilde yazmak zorunda kaldım."
cümlesini sıkıştırıyordum.
Bay Albay niyetimi anlamış, sinirlenmişti... Bir daha böyle bir-şey yazmamamı
emretti. Halbuki istedikleri yeri karalamaları, işten bile değildi. 15 Temmuz günü, bir
dönüm noktasıydı benim için ve çok değişik olaylarla doluydu.
Sorgu için yukarı çıkarıldım. Doğrusu günlerden beri bana ayna göstermemişlerdi.
Bitmiş tükenmiştim adeta... Bir yandan işkence, bir yandan insanların ıstıraplarının
tanığı olmak, bir yandan açlık ve bir yandan da hastalık, beni tüketmişti. Bunun
yanında, başka nedenler de vardı tabii.
13 günlük sakalım uzamıştı. Üstümdeki kirli olan asker pijamaları, leş gibi olmuştu.
Her zaman olduğu gibi eller, ayaklar, gözler bağlıydı.
Sorgu odasında olağanüstü bir durum olduğunu hissettim. Sonunda anladım ki bu
durumda filmimi çekiyorlardı. Kamera en az on dakika çalıştırıldı.
Gerçekten Türkiye'nin "çağdaş uygarlık düzeyine" çıktığının bu olaydan daha iyi bir
kanıtı bulunamazdı(!)
Abdülhamit'i inandırmak için, Mithat Paşa'nın kesik başını kendisine getirmişlerdi.
Günümüzde bu işi filmle yapıyorlardı. Ve de Sunay çalışmalarını Florya Köşkünde
sürdürüyordu...
Bilindiği gibi, Mithat Paşa, anayasacı idi. Ben, Mithat Paşa anlayışının safındayım
ama Abdülhamit gibi düşünen, onun savunuculuğunu yapan hilafet ve saltanatçılar
da var bugün...
Film çekimi tamamlanınca sorgulama başladı. Özellikle, bir kısım insanlarla dostluk
ilişkilerimin üzerinde duruluyordu. Bildiğim bazı provokasyonlar vardı. Bunları
açıklayınca, oyunlarının bozulduğunu anlayıp susuyorlardı.
31. 27 Mayıs'tan önce dokuz subay "ihtilâl girişimi" suçlamasıyla tutuklanmış, yargılanmış ve beraat
etmişlerdi. Mahkeme Başkanı Kur. Alb. Cemal Tural'dı. Bu olaydaki olumlu tutumunun 27 Mayıs'tan
sonra O'nun korunup kollanmasında etken olduğunu sanıyorum...
En önemlisi, bu köşkü bir Tümgeneralin yönettiğini duymuştum. Bu durumu
saptayabilmek için dengine getirip, o kişiden söz ettim. Sorgulayıcılar uzun zaman
kendilerine gelemediler.
Demek ki, duyduklarım doğruydu! (32)
Sonra hapishaneye geldiğimde, işkence görenlerden gözleri açık sorgulananlar, bu
generali 6 Temmuz 1972 tarih ve 28 sayılı Hayat dergisinde çıkan bir resminden
görüp tanımış ve adını sanını öğrenmişlerdi.
Durumumu görmüş olmalılar ki, öğleden sonra odamı değiştirdiler ve iki teneke sıcak
su getirerek, yıkanmama izin verdiler. Bunun yanında ellerim bu tarihten sonra hep
çözük kaldı.
Bay Yüzbaşı'nın gözetiminde, tıraş olmama da izin verildi. İlk kez ayna yüzü görüyor
ve tanınmayacak bir duruma getirildiğimi algılıyordum... Bu kadar kısa bir zamanda
saç ve sakallarımın büyük bir kısmı ağarmıştı.
Tıraşım bitti, kendi pijamalarımı giymeme de izin verildi. Konulduğum oda köşkün 3.
katında konforlu odalardan biri sayılabilirdi, karyola ve yatak tek kelime ile
mükemmeldi. Hele o demir yaylar üzerinde bu kadar yattıktan sonra...
Banyosundaki eski termosifon pek su yetiştiremiyordu ama bir eski paşa konağı
olduğu anlaşılan bu köşkün banyosundaki Avrupa malı eski fayanslar düzenliydi.
Banyonun yanındaki 2.75x1.00 m. boyutundaki tuvaletin döşemesinde, 2.00x1.00 m.
boyutunda olan kısmında 200 adet 10x10 mavi renkli karo yer döşemesi bulunuyordu. Kenar kısımları bordürlerle bezenmişti. Duvarları 10 adet 15x15 cm.
büyüklüğünde Avrupa malı beyaz fayansla kaplanmış olup, 9 fayanstan sonra da
5cm'lik siyah bir şeritle süslenmişti. Penceresi kapının tam karşısında idi. Köşkün
yüksek ağaçları buraya kadar uzanmış olmalı ki, dalların silueti görünüyordu.
Lavabosu girişte sağda olan bu tuvalet alaturka idi. (33)
Ayaklarımdaki zincirler duruyordu. Gene soruların yanıtlanması evresi hariç, yataktan
çıkmak yasaktı.
Burada da bir başka işkence vardı. Temmuz sıcağı olduğu gibi odanın içindeydi.
Penceresi dıştan ve içten kapatılmıştı.
32. Bu kişinin Tümgeneral Memduh Ünlütürk olduğunu, gerek Org. Faik Türün ve gerekse Org. Turgut
Sunalp'ın açıklamalarından öğrenmiş bulunuyoruz.
33. Tüm bu ayrıntıyı ilerde İşkence Köşkü'nde keşif istemeyi tasarladığım için savlarımı kanıtlamak için
belleğimde tutuyordum.
Bu odada, bodrumdaki odayı aratacak derecede insanı kahreden ikinci bir işkence
daha vardı. Bütün gün devam eden işkence seslerini olduğu gibi duyuyordum. (34)
Sorgulama ve işkencelerin bir kısmının uygulandığı yer 2. kattaydı. Konulduğum oda
ise 3. katta olduğuna göre, ahşap bir binada seslerin duyulması olağandı. Hele, 31
Temmuz 1972 gününü ömrümde unutamayacağım. O gün, yapılan işkence süresiz
devam etti. Kulaklarımı tıkamak için her türlü yöntemi denedim, fakat başarılı
olamadım.
17 Temmuz günü, içeri Bay Yüzbaşı girdi. Gözlerimi bağladı ve beklememi istedi.
Biraz sonra Bay Albay odama geldi ve konuşmaya başladı.
-"Bak Talat, Rafet Kaplangı35 konuşmuyor. Kalp hastası, daha fazla vurursak
elimizde kalacak, seni dinler. Şimdi seni aşağı indireceğiz, kendisine söyle
konuşsun."
Yapılacak başka bir şey yoktu. Ölüm bin kere daha iyiydi bu katlanılmaz ıstıraptan...
Peki dedim. Aşağı indirdiler. Tabii gözler bağlıydı.
-"Rafet" dedim.
Ölü gibi bir ses cevap verdi "Efendim" diye.
-"Ne istiyorlarsa konuş, ben de arzuladıkları gibi konuşmak zorunda kaldım. Konuş ta
bu iş bitsin, buradan kurtulalım," dedim.
Bundan sonrasını herhalde kendisinden dinleyeceksiniz.
Aynı gün, 8 maddelik el yazısı istekte bulundu Bay Albay. Onları yanıtladım. El yazılı
bu belgeyi, belki dalgaya gelirler de saklarım diye düşündüm. Ama gerçekten kül
yutmuyorlardı. Geri istediler.
İshal olduğum günden beri, ilaçlara ve perhize devam ettiğim halde, 18 Temmuz
1972 günü gene ishal olmuştum. Bir hafta sürdü bu hastalığım. Bu sefer, şekersiz
çay da veriyorlardı zaman zaman.
19 Temmuz 1972 günü sabah yoklamasına, daha önce tanımadığım iki idareci geldi.
Birinin renkli gözlükleri vardı. Yarbay diyorlardı ona. Kibar ve efendi bir adamdı.
Sağlığımla ilgilendi. Buranın doktoru olduğu halde, bütün hastalığım boyunca hiç
görmedim kendisini. Belli olmaz, belki de tanıdığım bir adamdı.
Sabah beni tuvalete çıkarmayan nöbetçinin ağır hakaretlerine katlanmak zorunda
kalmıştım.
34. Oda plânı mahkemeye verildi.
35. Em. Mu. Bnb. ve Emniyet Müdürü Rafet Kaplangı.
Mehmet'in yanında, onu Yarbay'a(!) şikayet ettim.
11 Yıl önce bana teklif edilen, MİT görevini kabul etmediğimi, şimdi yapılanlardan
MİT'in bile utanç duyması gerektiğini ve TSK'nın emekli bir subayı olduğumu
anımsattım. Mehmet'in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Yarbay duygulanmıştı:
-"Hepsini biliyoruz efendim, bizim görevimiz idari" demekle yetindi.
Akşama doğru Bay Yüzbaşı girdi içeri, çektiğim sıkıntıları görmüş ve gerçekten
acımış olmalıydı. Bir şeyler yapmak istiyordu. Çamlıca sigarası içmemi önerdi. Hiç
sigara kullanmadığımı söyledim. O kadar ısrar etti ki, sigarasını aldım ve içtim.
Sohbet ediyor, bir gereksinmem olup olmadığını, samimiyetle soruyordu.
Acaba sabun, kolonya, pamuk ve çamaşır aldırmam mümkün mü diye istekte
bulundum.
Ertesi gün bunların hepsi karşılandı.
Aynı kişi, bir başka günün akşamı, çay getirmiş, yatıştırıcı ilaca gereksinmem olup
olmadığını sormuştu.
Yanıt olarak: yatıştırıcı kullanmak alışkanlığım olmadığını söylememe karşın, ısrar
ediyordu. Acaba bunda bir şey var mı, diye düşünüyordum ki, ne ilacı vereceğini
sordum: Serepax diye yanıtladı. İlacı tanıyordum, sorun kalmamıştı. Arzusunu yerine
getirdim. (36)
Bir insan için kolonya ve pamuk, birçok şeye yarar tabii. Fakat ben kolonya ve
pamuğu bir başka amaçla kullanıyordum.
Ne için mi?
Tuvalete gidip dönünce, ayaktaki zincir ve kilitler tuvalet ve yerin bütün pisliğine
bulaşıyordu ve bu durumda yatakta yatmak zorunluluğu vardı.
Onun için tuvaletten döndüğümde, kolonya ve pamukla bu zincirleri her seferinde
siliyor ve aralarında birikmiş ve katmerleşmiş pislikleri temizliyordum. Ayrıldığımda,
zincir pırıl pırıl ve tam dezenfekte edilmişti. Benden sonraki yeni sahibi, tabii farkına
bile varmayacaktı bu temizliğin.
36. Zihni Paşa İşkence köşküne girinceye kadar yatıştırıcı kullanmamıştım ama Ceza ve Tutukevine
girdiğim günden bu yana ilaçla yaşamımı sürdüyorum.
Bugün dahi ayaklarımda, bu prangaların izlerini taşıyorum. Bilindiği gibi, demire
vurma cezası kanunlarımıza göre, sadece hükümlülere ceza olarak verilebilir.37 Bu
ceza dahi, Anayasa Mahkemesi'nce kaldırılmıştır. Hâlbuki bugün, Anayasa'dan söz
edilirken, gözaltına alınanların ayaklarına zincir vuruluyor. Sistemin mantığına göre
sormak lâzım: Anayasa'yı tebdil ve tağyir edenler bizler mi? Bunları yapanlar mı?
20-28 Temmuz tarihleri arasında, Pazar günü hariç, tam 8 gün sabah 09.00 dan
akşam 18.00'e kadar sorguların daktiloda yazılması evresi başladı.
Bütün gün gözler kapalı olarak çoğunlukla Bay Albay ve diğerleri, bazen Bay Binbaşı,
ifadeyi bazen el yazısıyla yazdırdıklarının da dışına taşarak, bildikleri gibi
yazıyorlardı. El yazısı ile isteklerine uygun olarak aldıkları itiraflarla yetinmiyorlardı.
Bildikleri gibi, istediklerini ekleyip, tanıdığım herkesi suçluyorlardı. Direnmek faydasızdı. Bu arada verilen çayı içmeye mecburdum. Söylemeye gerek yok. Çay'a ilaç(12)
katıyorlardı.
Özellikle, Türkiye'deki tüm güçlerin karşıma getirilmesine özen gösteriliyor ve kendi
arkadaşlarımı suçlayıcı cümleler seçilerek ifadeye yerleştiriliyordu.
Örneğin: Sorgu icabı 5-6 generalle olan ilişkilerimi soruyorlardı.
-Bu generalleri ismen tanıdığımı, fakat bugüne kadar kendileriyle hiçbir ilişkim
olmadığı- yanıtını verdiğimde:
Bay Albay yazdırıyordu:
-Her ne kadar bu generalleri şahsen tanımıyor samda, onların ne olduğu malûmdu.
Devrim meselelerinin kendileriyle konuşulamayacağını biliyordum.
Bir başka kez Bay Albay:
-"İlhan Selçuk'u seversin tabii" diyordu. Yanıtım kesinlikle:
-"Evet," oluyordu.
-"Boşver ulan enayimisin, kendini kurtarmaya bak" deyip, yazdırmaya devam
ediyordu.
-İlhan Selçuk... vb. ile... evinde toplantılar yapardık. Fakat onlar Marksist-Leninist
olduğu için...
37. As. C.M.U.K 353 sayılı kanun Madde: 76, C.M.U.K Madde: 116. Anayasa Mahkemesi’nin
15.6.1967 tarih ve 34/18 sayılı kararı.
Bu espri içinde yürütülüyordu buradaki sorgular...
Bay Albay:
-Biz misyoner çalışması yapıyoruz", diyordu ara sıra. Bu tür yöntemlerin MİT
görevlilerince uygulandığını bildiğim için, karşımdaki şahsın bir MİT elemanı
olduğunu anlıyordum.
Gerçekten oynanan oyun belliydi. Tüm ilerici-devrimci güçlere karşı gibi gösterilerek,
onlardan gelmesi olası bir destek söz konusu olursa, onu önlemek için bu itiraflardan
yararlanmayı düşünüyorlardı.
İkincisi, bunlar tüm gözaltına alınan kişilere uygulanan bir yöntemdi.
Sorguya alınan kişiden, kendi arkadaşlarım suçlayıcı ikrarlar alınıyor, sonra bu
ikrarlar onlara okunuyordu. Bu yöntemle ifadede adı geçen diğer kişilerin ifadesi
yönlendiriliyordu.
Sorgulamanın tümünün, karşılıklı ikrarname şekline dönüşmemesi için de, bazı
çelişkiler özellikle bırakılıyordu.
Bay Albay'ın ifadesine göre, İşkence Köşkünde görev yapan 21 Kurmay Subay bu
sorgulamaların koordinasyonunu sağlıyordu.
Kurmayların böylesine aşağılık bir görevi yapıp yapmadıklarını bilemem ama köşkteki
çalışma kendi amaçlarına uygun düzendeydi. Tertip senaryolarına göre seçilen bir
kurbandan bir ikrar alındığında %100 doğru olduğu varsayılarak, o kişi ile ilişkili diğer
şahısların ifadelerine, alman ikrar aktarılıyordu. Bu kadarla da kalınmıyor, buradaki
sorgu ile, savcılıktaki sorgu arasında bir kısım çelişki bulunmasında yarar gören
ilgililer, buna göre yönerge vermeyi de ihmal etmiyorlardı.
İşkence Köşkü'nden ayrılan her kişiye:
"Savcılıkta burada verdiğin ifadeyi aynen kabul etmezsen, yeniden buraya
getirileceğini ve gördüğün işkencenin 10 misline tabi tutulacağını unutma" tehdidi
yapılıyordu.
Bazı sanıklara, şu kısımları inkar edebilirsin, izni de veriliyordu.
Bu suretle, Emniyetteki (Kontrgerilla örgütündeki) sorgu ile, savcılıktaki sorgunun,
ikrarname niteliği taşımamasına da dikkat olunuyordu.
Faik Türün'ün bir sözünü anımsadım:
"İlk zamanlar bazı acemiliklerimiz oldu. Sonra birçok şeyleri öğrendik." (mealen)
Açıklamaya çalıştığım bu yöntemler içinde, sorgular sürdükçe sürdü.
Bu dönemde bir gün bana, tıraş olacaksın, dediler ve sorgu odasını boşalttılar.
Sağımda bir pencere vardı. Bu pencerenin perdelerini kapattılar. Fakat dışardan
gelen sesler duyuluyordu. Bir seferinde, Boğazköy-Şan Sinemasının reklamı
yapılıyordu, hoparlörle... Bir başka gün, çok güzel sesli bir müezzinin okuduğu öğle
ezanım duymuştum. Demek ki köşkün yakınında bir cami bulunuyordu.
Arkamı göremiyordum ama sorgulama odasının döşemesi tahta olup, takriben 3.5x8
m. büyüklüğündeydi, iki kapısı bulunuyordu. Birisi, sorgulanacaklar için kullanılıyordu.
Diğer kapı, bir salona açılıyor olmalıydı. Önünde yaklaşık 0.80x1.50x0.80 cm
boyutlarında köşeleri yuvarlak, eski tip ceviz kaplama bir masa ve üzerinde 5 mm.
kalınlığında cam vardı. Uzun şaryolu daktilo makinesi üzerinde duruyordu.
Sol köşede, uzun bir sehpa üzerinde, bir Atatürk büstü, arkasında bayrak göze
çarpıyordu. Tam karşıdaki duvarda "Biz ne bolşevik, ne de komünist olabiliriz, ne o
ne de ötekisi. Biz Milliyetperver ve dinimize hürmetkarız" Atatürk'ün olduğu iddia
edilen bir sözün yazıldığı karton vardı.
Sağımdaki pencereyi örten güneşlik perde adi cinstendi.
Tıraşım bitti, gözlerim kapandı ve sorgulama başladı.
Şimdi sıra, Boğaz Köprüsü'ne gelmişti. Bu suçlamayı tinsel (manevi) bir baskı unsuru
olarak kullandıklarını sanıyorum. El yazımla yazmamak için direndiğim tek suçlama
bu idi.
Bu sefer bu işi nasıl planladığımız bana anlatıldı. E.E. adlı bir kişiden söz ediyorlardı.
Birden isyan etmiştim. E.E. ile yüzleştirilmemi istedim. O kadarla da kalmadım.
Eğer 10 kişi arasında Talat Turhan olduğumu tanıyabilirse, intihar ederim dedim.
Tabii bu bir ihtiyatsızlıktı. Dışarıda fotoğrafım gösterilip, içerde tanınmam
sağlanabilirdi. Buradaki koşullar altında E.E. bu işi rahatlıkla yapardı. Hayatımda
böyle bir isim duymamıştım ve ben bu kişiyle, köprüyü havaya uçurmak için toplantı
yapmıştım. (38)
Bir süre daha direndim. Dr. Memduh Eren'in ikrar ettiğini söylediler. Karşımdakiler,
ben istekte bulunmadan; "Memduh Eren'i şimdi aşağıya indireceğiz, o konuşacak sen
susacaksın sesini çıkartırsan başına gelecekleri bilirsin." dediler.
Biraz sonra, Dr. Memduh Eren aşağıda idi. Gözlerimiz bağlı olduğundan birbirimizi
göremiyorduk. Ben onun sesini duyuyordum, o ise benim varlığımdan habersizdi.
"Köprünün havaya uçurulma toplantısının kendi evinde, kimlerin katılması ile
yapıldığını, kendisinin zaman zaman odaya girip çıktığını ve özellikle..." (Benden
başka bir şahsın ismini vermişti).
-"Yeter!" emri verildi ve Memduh odasına götürüldü. (39)
Sıra bana gelmişti. Karşımdakiler iyice sertleşmişti. Komandoların ayak sesleri
duyuldu. Dayak yiyip, işkence çekilse de çekilmese de, bu provokasyon için, benim
seçilmeme karar alınmış olduğunu anladım. Çünkü bu konudaki baskı 20 gündür
sürdürülüyordu.
Bir an düşündüm, Atatürk'e dahi, "Bombalı suikast" olayı diye suç yüklememişlerdi.
Kaldı ki yapılmamış bir tesisin tahribini düşünmenin suç olmayacağı gibi, suçlama
akla-mantığa bile aykırı idi. Onların amacı Boğaz Köprüsü'ne yönelik sol eleştiriye
kişiliğimde kara çalmaktı. Bu olayda da günah keçisi olarak ben seçilmiştim...
Bunu kabullenmek işime bile geldi. Bu sayede düzenlenen senaryonun ortaya
Çıkması olanaklı olabileceği gibi, diğer suçlamaların da buna göre değerlendirilmesini
istemek olanağını kazanmış olacaktım.
İstihkâmcılık dersleri arasında, köprücülük ve tahrip okumuştum. Fakat böylesini
göstermemişlerdi, asma köprüydü bu.
"Akıl için yol birdir" derler ama, eylem nasıl yapılacaktı? Eksik olmasınlar bu işin nasıl
yapılacağını anlatıyorlardı.
İsteklerine uygun olarak ifade yazıldı.
Bay Binbaşı bu evrede pek memnun görünüyordu. Görevini yapmış insanların rahat
ve huzuruna kavuşmuştu(')
38. Daha sonra tehlikeli bir oyun oynadığımın farkına vardım. Çünkü E.E.'yi ismen tanımamama karşın
o beni Dr. Memduh Eren'in evinde gördüğü için tanıyormuş...
- Ayrıntılı bilgi için bkz: Sim Öztürk, 12 Mart 1971''den Portreler C. II, 1994, Sorun Yayınlan, s. 101–
132.
39. Bu ikrara karşın Dr. Memduh Eren'i iddianamede Boğaz Köprüsü'nü havaya uçurmayı planlamak(!)
suçuna bulaştırmışlardı.
Ben ise düzmeceyi kanıtlamak için bir dayanak bulduğumda, içimden kıs kıs
gülüyordum ki;
Bay Albay cümleyi patlattı:
"Her ne kadar köprüyü havaya uçurmayı planladıksa da, inşaatın bitiminde evvel
yapılacak eylemin yeteri kadar tahripkâr olmayacağına inanıp, bu işi köprünün
tamamlanmasından sonraya bıraktık." (40)
Bu suretle, kendisi düşüncede kalan suç yaratıyor ve onu suçlamış oluyordu.
Önemli olan, bu savın ortaya atılması ve bu olayın yankılarının bizlere ve tüm sola
kara çalmak için kullanılmasıydı. Onlarında amaçlan zaten buydu...
Sorgu sırasında bir yolunu bulup, başımı yukarı kaldırmış, göz-bağının altından
daktilo yazan kişiyi görmüştüm. Bu şahıs 25–30 yaşlarında, iri yapılı, arkaya taralı
siyah saçlı ve yuvarlak çehreli bir kimse idi.
Üst kattaki odaya çıktıktan sonra, özellikle çalışma saatleri dışında, saatlerce keserle
bir yerlere vurulup, sesler çıkartılıyordu. Teyple yapılma olasılığı da bulunan sürekli
gürültü bir başka işkence numarasıydı.
28 Temmuz 1972 günü akşamı sorgulama bitmişti. Bu arada sorgulayıcılarla aramda,
gerek yazılı ve gerekse sözlü olarak, sosyal, kültürel, ekonomik, politik, sosyolojik ve
tarihi konularda zaman zaman tartışmalar da oluyordu. Ve bunlar bazen sohbete de
dönüşüyordu.
Bu asırda, "İttihat Terakki"nin komitacılık metotlarının uygulanamayacağını onlara
anımsattım. O yöntemlerle ittihatçıların sonuçta başarılı olamadığım söyledim.
Kendilerinin de benzeri yöntemlerle bir yere varamayacaklarını örnekleriyle
açıkladım.
Bir başka kez, "Gölge İktidar" olmanın sakıncaları üzerinde tartıştım. Tarihten
örnekler verdim. "Bab-ı Ali Baskınından", "Silahlı Kuvvetler Birliği" örgütünden söz
ettim. Bu yolların denenmiş olduğunu ve olumlu sonuç alınmadığını, yinelenmesinde
yarar olmayacağım anımsattım.
Yine bir kez, bu uygulamada insanları hangi ölçüye göre gözaltına aldıklarını sordum.
Bu anlayışla olayların altından kalkılamayacağını
40. Y.n.: Bu ifade Temmuz 1972'de alındı. Boğaz Köprüsü 29 Ekim 1973 günü açıldığında bizler
cezaevindeydik...
anımsatıp, 27 Mayıs'ın yanılgılarından söz edip sorunun siyasal ve ekonomik
olduğunu ortaya koymak istedim.
Yanıtları: "Büyük kaçakçıların, vergi kaçakçılarının da hesaplarını görecekleri"
şeklinde idi.
Bu konuşmalarla, karşımdakilerin kültür düzeyi ve dünya görüşlerini bir ölçüde de
olsa öğrenmek olanağını bulmuştum.
29 Temmuz 1972 günü Bay Yüzbaşı odama geldi. Elinde bir tomar kağıt vardı, bunlar
imzalamam gereken sözde Emniyet ifadeleriydi.
İki tip sorgu hazırlanmıştı anımsadığıma göre: Birinci tertip 36 sayfa idi ve 6 kopya
çıkarılmıştı, 36x6=216 imzayı okumadan attım. (41)
İkinci tertip, 14 sayfa idi ve yine 6 kopya olarak hazırlanmıştı. 14x6=84 imza da
bunlara atmıştım.
Sorgu zabıtlarının altında, Komiser: İbrahim Tuncer ve Polis Memuru: Orhan Özmen
imzalarını okumuştum.
Kalem kağıt bulunmadığı için ve orada anı yazılamayacağı için bu anlattıklarımın
tümünü belleğime yerleştirip, sonra ceza ve tutukevine gelince, sıcağı sıcağına
tuttuğum günceye aktarmıştım.
Bu bölümde çok önemli tarihi bir açıklama yapmakla da kendimi görevli sayıyorum.
Alınan bu ifadelerin iki tertibe ayrılmasında elbette bir amaç var: di. Bir kısmı (14
sayfalık olanı) savcının iddianamesinde malzeme olarak kullanıldı. Ya diğer kısmı,
yani (36 sayfalık) tam metin niçin huzurunuza getirilmedi? Getirilmedi çünkü ilk
aşamada Temmuz ve Ağustos ayları içinde yapılması düşünülen iktidar kavgası için
Ankara'da etkili çevrelerde ve politika kulislerinde şantaj malzemesi olarak kullanıldı.
Düşünülen bir başka husus ta: 12 Mart'ın radikal varsayılan kanadına Türk Silahlı
Kuvvetleri içinden temizlenmesi zamanı geldiğinde, bu ifadelerden yararlanmaktı. Bu
nedenle de, Savcının iddianamesinde bir boşluk açıkça göze çarpmaktadır.
Cunta'dan söz ediyor, fakat cuntacıları huzurunuza getirmiyor... Bu gerçek dahi
savlarımızın doğruluğunu kanıtlayıcı niteliktedir. Yargılama bir bütün olup "Yasa
önünde eşitlik" ilkesi çiğnenemez.
41. Gerek daktiloyla yazılan bu ifade, gerekse el yazısıyla açıkladığım koşullar altında yazdırılanlar
tüm istemlerimize karşın mahkemeye getirilmedi.
12 Mart öncesindeki iktidarın, olaylara egemen olmak yeteneğini yitirmesi ve
Parlamento'nun Hükümeti denetlemekte yeterli olamaması karşısında, Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin Anayasal görevini yapmak için, hiyerarşik bir Örgütlenme içinde olduğu
basma kadar yansımış bulunuyordu.
Böyle bir müdahale beklenirken, "Muhtırasal yan müdahale" ile yetinildi ve Türk
Silahlı Kuvvetleri içindeki prensip anlaşmazlıkları nedeni ile bazıları emekli edildi ve
bu arada da geniş ölçüde atamalar yapıldı.
Benden alman ifadelerde, emekli olan ve atanan bu kişiler üzerinde de duruldu.
Düşünülen ilerde onların da hesabını görmekti.
Bu dava bir başlangıçtır. Eğer koşullar elverirse Gürler, Batur ve Kayacan ile 9 Martçı
olarak bilinen tüm muvazzaf ve emekli subaylar bizimle yargılamaya alınacaktır.
Bu amaçla iddianamede, Celil Gürkan'la dostluk ilişkilerim ustalıkla işlenmeye
çalışılmıştır. Bu suretle benim adım, çeşitli olaylara bulaştırılıp, Celil Gürkan'la
irtibatım hakkında belirti (karine) yaratılıp, 12 Mart'tan önce Gürkan'la hiyerarşi içinde
çalışmalarda bulunan tüm Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının hesabı görülmek istenmektedir. (42)
Oynamak istenen büyük oyun budur.
Tarihe hesap vermek zorunluluğu yanında, tarihsel görevimi yapmak için bu
açıklamayı yapmaya zorunlu hissetim kendimi. (43)
29 Temmuz günü önüme konulanları imzaladıktan sonra, Bay Yüzbaşı bir isteğim
olup olmadığım sordu. Ne cins olursa olsun kitap istedim.
Biraz sonra üç kitap geldi.
1. TBMM'nin 50 yılı (15 sayfa),
2. Barzani Dosyası (175 sayfa),
3. Sovyet Rusya'da Tarım İşçilerinin 50. Yılı (175 sayfa, Robert Conquist). (44)
42. Nitekim bizlerden on bir ay sonra Gen. Celil Gürkan ve altı arkadaşı Ziverbey İşkence Köşkü'nde
gözaltına alınmıştır. Ancak bir hafta sonra bir güç onları serbest bırakınca "Bomba Davası" üstümüzde
kaldı...
43. Daha sonraki tarihlerde Bomba Davası'nı açıkladığım boyut içinde sürdürme girişimlerine tanık
olduk. Ancak tertibi düzenleyen Sağ Cunta amacını gerçekleştiremedi.
44. Bu tarihten 13 yıl sonra yazılan Gn. Celil Gürkan'ın anılarından (12 Mart'a Beş Kala, s. 83) aynı
kitabın kendilerine de verildiğini öğreniyoruz. "Türkçe kitap da, "Rusya'da iflas eden Kolhoz teşkilatı"
gibi bir ad taşıyordu.
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/24
Kitapları yutar gibi okudum, sonunda kitapsız kaldım.
30 Temmuz 1972 günü, iki tertip halinde olan Emniyet ifadelerinin(!) teybe
okunmasına ayrılmıştı. Günlerden Pazar'dı ama burada gerektiğinde süresiz
çalışılırdı.
Bu görev bir gün sürdü. Hayatımın en sıkıntılı anlarından biri olarak bu günü de
unutamayacağım...
36+14=50 sayfanın okunması ve teybe kaydedilmesi oldukça zaman almıştı.
Teybin ve bantların saklandığı oda, zemin katta, kapının tam karşısındaydı. Yerden
1m. yükseklikte bir oda. 5–6 mermer merdivenden sonra bir hole, buradan da ikinci
bir hole giriliyordu. Bu hol büyük bir salon şeklindeydi. Merdivenin karşısındaki bu
odanın büyüklüğü, 2.5x2 m. olabilirdi. Girince sol köşesinde, küçük bir masa
üzerinde, Amerikan malı Revere marka bir teyp, 5 inçlik(45) bantlar ve bu bantların
saklandığı, girince sağ köşede gürgen ağacından yapılma dolaplar vardı.
Okuyabilmem için zorunlu olarak gözlerim açıldı.
Bu fasıl, öğleden önce Bay Sfenks, öğleden sonra Bay Yüzbaşı gözetiminde
sürdürüldü. Zaman zaman çay ve ıhlamur ikram ettiler.
Akşama doğru teybe okuma işi bitti. Bay Yüzbaşı bir aydan beri hava, güneş yüzü
görmediğim için beni bahçeye çıkaracağından söz etti. Prangalı ayaklarımla 30 adım
attığımı anımsıyorum. Demek ki 30x45=13.5m. idi bu salon. Sonra bir basamak
indim, birkaç adım daha attım, gözlerimi kapatan bantların altından 5–6 eski mermer
merdiven gördüm. Bu anda, işim bittiğinden "Kaçarken vurulmuştur" diyebilmek için
bahçeye çıkarıldığıma dair bir duyguya kapılmıştım. Toprakta 50 adım atıp eski bir
bahçe masasının yanındaki, eski bir sandalyeye oturtuldum. Bay Yüzbaşı'nın
yanında teyp odasında gördüğüm bir ikinci şahıs da bizimle beraberdi. Bay Yüzbaşı
sormadan, beyaz peynir, ekmek ve çay ısmarladı benim için.
Açık hava tabii bir başka idi ama ben nedense kuşkulanmıştım. Getirilenleri yiyip
içtikten sonra, gözlerim kapalı bulunduğu için rahatsız olduğumu ve mümkünse içeri
götürülmemi istedim. Odama çıkarıldım.
Kuşkum dağılmıştı.
31 Temmuz 1972 gününden daha önce söz etmiştim.
3. kattaki birkaç olayı daha anlatmazsam, işkence köşkündeki
45. İngiliz uzunluk ölçü birimi, bir inç, 2.54cm.
anılarım eksik kalır.
Bir gecede yanımdaki 5 no'lu odada yatan (Ben 4 numaralı odadaydım) Rafet
Kaplangı rahatsızlanmıştı. Köşke gelirken yanında getirdiği kalp ilaçlarını istiyordu. (46)
Mehmet'e özellikle geceleri dert anlatmak olanaklı değildi. Kaplangı'nın yalvaran sesi
karşısında nöbetçi er, taş gibi duyarsızdı; Rafet'in ısrarına içerlemiş bağırıyordu:
-"Ölürsen ne olacakmış. Senin gibi kaç komünist burada geberdi." Doğru muydu,
yanlış mıydı bilinmezdi. Fakat Mehmet böyle konuşuyordu.
Bir başka gün akşam yoklamasında bir adam geldi odama. Korkunç bir tipti. Babasını
verseniz gözünü kırpmadan kesecek türden... Gözüme yiyecekmiş gibi kinle
bakıyordu.
İnsan azmanı, katmer göbekli, kemeri göbeğinin altında kaybolan, tabancalı asık
suratlı, yuvarlak çehreli, 35 yaşlarında, siyah saçlı bir adamdı...
Hangi filmci görse, kötü adam rolleri için duraksamadan tutardı herifi...
Ertesi gün sabah erken saatlerde, sağımdaki solumdaki odalarda kalanlar tuvalete
çıkmak istiyorlardı. O kadar üstelemişlerdi ki, artık Mehmet dayanamamıştı. Tabii oda
anahtarı nöbetçi olan görevli kişide idi. Görevli dün akşamki kişiydi. Uykudan
kaldırıldığına sinirlenmişti. Uzun süre ağza alınmayacak küfürler ettikten sonra, oda
kapılarım tek tek açıp içerdekileri tuvalete götürdü. Bu arada benim odamı da
açmıştı. Böyle bir gereksinmem olmadığını söyledim. Buna da içerledi. Kapıyı bir
çarpışı vardı ki görülmeye değerdi. Küfür ettiği kişilerden biri babası yaşındaki
Mareşal Fevzi Çakmak'ın yeğeni eski Emniyet Teftiş Kurulu Başkanı Adnan
Çakmak'tı.
O gün sorgulanmaya götürüldüğümde, bu olayı çok ağır bir dille sorgulayıcılara
anlattım. Bay Binbaşı özür diledi ve bu herifi yanımda payladı.
Bir başka gün, bir soru sormak için Bay Binbaşı odama gelmişti. Zamanı varsa
oturmasını ve beni dilemesini kendisinden istedim. Oturdu:
27 Mayıs'tan sonraki olayların kısa bir eleştirisini yaptım, 12 yıl
46. Gerçekten de Rafet Kaplangı kalp hastası idi. Yaşadığı olumsuz olaylar hastalığını artırdı.
Cezaevinden çıkınca Hollanda by-pass ameliyatı olmasına karşın vefat etti...
- Ayrıntılı bilgi için bkz: Sırrı Öztürk, 12 Mart 1971'den Portreler C. I, Sorun Yayınları, 6. Baskı, 1999, s.
348–353.
önce benim de binbaşı olduğumu, 11 yıl önce ise Yarbay rütbesi ile "Silahlı Kuvvetler
Birliği" içinde etken bir üye olarak bulunduğumu, vurduğu yerden ses getiren bu
örgütün, sonradan birbirlerini sehpalara götürecek kadar dağıldığını ve bu tip
örgütlenmelerle bir yere ulaşılamayacağını açıkladım.
Türkiye'nin sosyal ve ekonomik alanda yeni oluşumlar içinde, kendi düzenini
bulmanın doğum sancılan içinde bulunduğunu, sosyal gruplar ve sınıfların öz
çıkarlarını korumak için örgütlendiklerini ve demokratik bir düzen içinde bunun doğal
olduğunu, oysa kendilerinin sürdürmeye çalıştığı baskı ve sömürü düzeninin, günün
birinde korktuklarını başlarına getirecek oluşumu hızlandırmaktan başka bir sonuç
vermeyeceğini" anlatmaya çalıştım. Sözüme devamla:
"12 sene önce ben de binbaşıydım. Bugün ülkemde ve elinizde, sizin deyiminizle,
esir olarak bulunduruluyorum. Eğer gerçekten Binbaşı iseniz, siz benim geçmişim
olduğunuz gibi bende sizin geleceğiniz olabilirim.
Eğer kendi geleceğinize ve insanlığa saygınız varsa bu kadar acımasız olmayınız.
Yarın benim gördüğümden daha çoğunu görmeyeceğinize size hiç kimse güvence
veremez. Bugün sizleri yüreklendirenler, bir anda sizi yapa yalnız bırakabilirler."
"Adnan Menderes ve arkadaşları asıldı, bir şey değişmedi. Sonra arkadaşlarım Talat
Aydemir ve Fethi Gürcan'ı astılar, yine hiç bir şey değişmedi. Şimdi de gençleri
asıyorsunuz. Bir şey değişmeyecektir. Gencini asan toplum, suçludur bence... Bu
toplum, tüm bireyleri ile utanmalı ve bu sosyal hastalıkların çaresini başka
yöntemlerde aramalıdır."
"Ülkedeki sıkıntı yapısaldır; yapı değişmeden hiçbir şey değişmez. Eğer Türkiye
bugün, dünden iyiye gitseydi, o zaman asılanlar içinde en yakın arkadaşım Fethi
Gürcan olduğu halde, hiç sıkıntı duymaz O, kendini vatanına adamıştı diye
düşünürdüm."
"Kraldan ziyade kral taraftarı olmayınız. Eğer dinlerseniz benim size önerilerim
bunlar..."
Bay Binbaşı gitmişti.
Konuşmadan etkilenip etkilenmediğini bilmem olanaksız. Çünkü gözlerim yine
kapalıydı.
1 Ağustos 1972 günü saat 10.00 sıralarında tıraş olmam istendi. Sonra elbiselerim ve
eşyalarım getirildi. Hani o ilk gün çıkardığım elbiseler, ceketimin içine konulmuş
kollarından düğümlenmişti. Ceket ve eşyalar tümden küflenmiş, kırış kırış olmuştu.
Eşyalarım içinde ikinci bir paket olduğunu fark ettim. Bunun benim olmadığını açıklamama karşın onlar direndiler. Gerçekten de içinde çamaşırlarım vardı. Ne yoldan,
nasıl buraya ulaştığını daha sonraları öğrenecektim. Ama gereksinmem olmasına
karşın bana bunları vermemişler, üstelik isteğim üzerine paramla çamaşır almışlardı.
Çift Kaplan marka... (47)
Sonra Bay Yüzbaşı içeri girip, alman paramın hesabını verdi. Bazı giderlerim
olmuştu. Ellerim kelepçelendi. Aşağıya indirildim. Bay Albay beni bekliyordu. Sesinde
sahte bir yumuşaklık sezinlemiştim:
-"Şimdi seni Selimiye'ye gönderiyoruz. İnşallah oradan kurtulursun. Şunu unutma ki
çıksan dahi elimizden kurtulamazsın. Kıpırdadığın anda seni vururuz. Burada
verdiğin ifadeleri Savcılıkta inkar etmeyeceksin. Kontrgerilla uyumuyor. Bu memleketi
kimseye bırakmayacağız. Sana karşı kötü muamelemiz oldu ise bizi bağışla, hepsini
Vatanım ve Bayrağım için yapıyorum."
Evet, Bay Albay'ın vatanı ve bayrağına sanki biz hizmet vermemiştik. Ancak Bay
Albay'ın faşist görüşlerine göre vatan görevi yapılabilirdi. Başka türlü düşünenler
haindi.
-"İstersen evine telefon edebilirsin."
Peki, dedim. Bir komşu telefonundan Selimiye'ye götürüldüğümü eve duyurdum.
Şunu da söyleyeyim ki, İşkence Köşkü'nde kaldığım süre içinde 2 satırlık 2 tane
sağlık haberine ilişkin mektubun evime gönderilmesine de yardımcı olunmuştu. Bunu
özellikle postahaneyi saptamak için istemiştim. Adamlar gerçekten uyanıktılar. İlkini
Şişli'den postaya vermişler, ikincisini ise hiç göndermemişlerdi. Evimde arama
yapanlardan birisi burada görevliydi ve bana karşı sürekli düşmanca bir tutum içinde
bulundu...
Gözler bağlı, eller kelepçeliydi. Bir station wagon arabaya bindirildim.
Birinci sırada şoför oturuyordu.
İkinci sırada bir sivil memur ve sorgulaması biten bir Hava Harp Okulu öğrencisi,
üçüncü sırada bir sivil memur ve ben vardım.
47. Bu konuda gerekli açıklama Bomba Davası-Savunma 2- adlı kitabımın Ek-6'da-ki Merhum Em.
Kür. Albay Faruk Ateşdağlı'nın Beşiktaş 3. Noteri tarafından 16 Temmuz 1974 günü alınan ifadesinde
yapılmaktadır.
Arabanın yanlan açık ve pencereli idi. Tabii gözleri bağlı insanların dışardan
görülmesini istemiyorlardı. Bu nedenle sıralara yatıp, başlarımızı sivil memurların
bacaklarının üstüne koymamız emredildi. Görevli kişiyi rahatsız etmemek için başımı
dizine tam yaslamayıp bütün yükü boynuma verdim. Yattığım yerden ve kapalı
gözlerin altından çok az görebiliyordum. Birkaç dakika bir bahçe içinden geçtik, sonra
araba durdu. Sağda taştan örülme bir nöbetçi kulübesi gördüm. Büyücek bir
kulübeydi bu. Sonra nöbetçi demir kapıları açtı. Demek ki bu köşk oldukça büyük bir
bahçe içinde bulunuyordu. Bazı sokaklar ve bahçeli evler arasından geçtik. Dışarıda
güneşli bir gün vardı. Göz bantlarının altından görünen evler, bahçeler, ağaçlar ve
çiçekler, gerçek bir renk uyumu içinde tatlı bir rüya gibi görünüyorlardı.
Sonra arabanın Göztepe-Ankara asfaltı üzerinde olduğunun farkına vardım. Biraz
sonra Göztepe kavşağından sola sapıp, Ankara asfaltına girdik. Araba içinde yatmış
olduğumuz için, dışardan küçük arabalar tarafından görünmüyorduk. Ama ara sıra
yanımızdan kamyon ve otobüsler geçiyordu. Kucağa yatırılmış elleri kelepçeli, gözleri
bağlı insanları gördüklerinde her halde şaşkına dönüyor olmalıydılar.
Arabamız Selimiye Kışlası'nın deniz tarafına bakan kapısından içeri girip, sola saptı
ve sağ yapıp durdu. Oturmamıza izin verildi. Gözlerimiz açıldı. Önümdeki Hava Harp
Okulu öğrencisini görünce kendimi unutmuştum. Benim evladım olabilirdi ancak. 30
yıl önce, ben de Harp Okulu öğrencisi idim çünkü... Ne büyük vatan sevgisi ve hizmet
anlayışı içinde bulunuyorduk. Bu çocuk, bizden ayrımlı (farklı) olamazdı. Ağır bir
işkencenin izleriyle 10 yaş ihtiyarlamıştı. Yanındaki memur, 20–25 yaşlarında ve
onun kuşağından biri idi. İlginç bir üzgü (dram) yaşanıyordu. Görevli memurun
Harbiyeliye acımış olduğu her tavrından belliydi. Bir sigara verdi ve nereli olduğunu
sordu. Akhisarlıyım diye yanıt verdi. Kumral Harbiydi... Memur, esmer, ufak tefek,
terbiyeli bir insan evladı idi. Çocuğu aldılar götürdüler. Zavallı o kadar bitkin, yorgun
ve şaşkındı ki arkada birisinin bulunduğunun farkına bile varmamıştı belki de... Veya
korkudan bakamamıştı.
Benim yanımdaki sivil memur da aynı yaşlarda gösteriyordu. Karadenizli olduğu
anlaşılıyordu. O da insan yanları olan bir çocuktu. Boynumun ağrımaması için,
başımı bacağının üstüne koymamı birkaç defa içtenlikle istemişti, yolda gelirken.
Fakat tek kelime konuşmamıştı. Selimiye Kışlası'nın Harem'e bakan yüzünde 9x6 m.
boyutunda bir koğuşa yerleştirdiler beni. Marmara, Topkapı Sarayı ve Haliç ağzı bir
şahane kartpostal gibi görünüyordu... Burada tek başıma üç gün kaldım.
Bu suretle 3/4 Temmuz 1972'den, 1 Ağustos 1972'ye kadar süren gözaltı süresi
bitmişti. (48)
48. Bu işkence güncesini yazıp mahkemeye verip belgeleyerek insanlık onuruna sahip çıkmıştım. O
günden beri 28 yıl geçti. Hiçbir şey değişmedi. Ülkemiz bir yandan sistematik işkencecilik suçlamasıyla
AİHM’de astronomik rakamlara ulaşan rakamlarda tazminat ödemeye mahkûm edilirken diğer yandan
tüm dünyada insan haklan ihlalciliği sabıkasıyla suçlanıp AB kapısında bekletiliyor... Gerçekten de
zamanın Adalet Bakanı Oltan Sungurlu'nun dediği gibi; "İşkence yapan vatan hainidir!" (Yeniyüzyıl, 21
Aralık 1997).
DR. TURHAN TEMUÇİN'İN MEKTUBU(*)
Ankara, 12. A.1911
Sayın Turhan,
Ortak bir savaş veriyoruz. Bunda kimsenin payı ne eksik, ne fazla. Ama bu savaş
sırasında size yapılanlar, size yapılan alçaklıklar hepimizinkinden fazla.
Çocuklarımıza, alçaklardan arınmış, katillerden, soygunculardan, sahtekârlardan,
vatan satıcılarından kurtulmuş bir ülke sağlayabilirsek, ne güzel!
Kavgamız bunun için.
Dostluğunuz, benim için bir onurdur. Büyük mücadelenizden
yazdıklarınızı hep yeni bir şeyler öğrenerek izliyorum.
yararlandım,
Size, yaşamınızı adadığınız kavganızda, ortak kavgamızda basanlar diler, saygılar ve
devrimci selamlar sunarım.
(*) Dr. Turhan Temuçin
Sn. Turhan Temuçin'in 16 Mart 1977 gün ve 236 sayılı "7 Gün" dergisinde yayınlanan "Yanlış
Hesaplar" başlıklı yazısında benim de ismim geçiyor ve kadirşinaslık gösteriliyordu.
"Ne yiğit Emil Galip Sandalcı'nın yanık tabanlarının acısı aklımızdan çıktı ne Talat Turhan'ın çağımızın
yüz karası olan işkenceleri". Bu yazı üzerine, Sn. Temuçin'e bir teşekkür mektubu gönderdim. Sn.
yazar cevap vermek nezaketini gösterdiler. Bu mektup odur...
IX. BÖLÜM
DÜŞÜN GAZETESİ İLE YAPILAN SÖYLEŞİ(*)
Düşün: "Bomba Davası Savunma 1" adlı kitabınız ikinci baskısını yaptı. Ayrıca
kitabınızın ikinci cildi de çıktı, izleyebildiğimiz kadarı ile oldukça ilgi var. Siz bu
durumu neye bağlıyorsunuz?
Talat Turhan: Dünya adalet tarihinde Sokrates, Galile, Drey-füs, Sacco ile Vanzetti,
Reichtag Yangını, Rosenberg'ler gibi ilginç davalara rastlamaktayız.
Türk adalet tarihinde de benzeri siyasal davalar bulunmaktadır. Bomba Davası'mn bu
nitelikte bir dava olduğuna ilişkin savımız; bugün birçok değerli yazar tarafından
benimsenmiş ve kamuoyuna mal olmuştur. Bomba Davası ile Yunanistan'daki Aspida
Davası arasında da benzerlikler bulunmaktadır.
Bomba Davası, TSK-Politika ilişkilerinin rayından çıktığı 12 Mart sürecinde, TSK üst
kademelerinde yarım kalmış bir hesaplaşmanın aracı olarak kullanılmak istenilmiştir.
12 Mart döneminde hak, hukuk, adalet, yargının bağımsızlığı ve üstünlüğü, insan
haklan vb. gibi çağdaş düzenlerde kutsal sayılan kavramlar toplumun sosyal
gelişiminden tedirgin olan ilkel beyinler ve çevrelerce pervasızca çiğnenmiştir.
Çağdaş dünyanın kutsal saydığı bu kavramlar hiçe sayılıp sahneye konulan, bu ve
benzeri davalarda politika adalete yeğlenmiş, tertipler tertipleri kovalamıştır. Oysa
anılan kavramlar demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri oldukları için,
Bomba Davası Savunmacıyla evrensel değerlerin ve Demokrasi'nin savunması
yapılmaya çalışılmıştır.
Savunma'nın bu yönü toplumun ilgisini çekmiş olabilir.
12 Mart'ta suskun kalan organlar ve iktidar yetkilileri 12 Eylül’lere
(*) Y.n.: Söyleşi, Bomba Davası-Savunma 1 adlı kitabımın yayınından sonra yapılmıştır.
davetiye çıkaracak ölçüde aymazlık içinde olduklarını algılayamamışlardır.
D: Ülkemizde Silahlı Kuvvetler ile ilgili konularda yazı yazmak, eleştiride bulunmak
adeta tabudur, oysa siz bu konuyu en ince ayrılısına kadar inceleyip kitap halinde
topladınız. Bu konuyu kitap halinde toplamanızın amacı nedir?
TT: Gerçekte Savunma'mın tümü ekleriyle 5000 sayfalık 10 klasörden oluşan
hukuksal bir belge niteliğindedir. Mahkemeye sunularak bir döneme egemen olan
aşağılık ve iğrenç işkenceler ve Sahte Operasyon'lardan oluşan tertiplerin
açıklanmasına çalışılmıştır. Bu şekli ile tarihçiye ışık tutmak amacını gütmüş, büyük
tirajlı gazeteler basımına istek gösterdikleri halde bazı çevrelerce(!) bu girişimleri
önlenilmiştir.
Daha sonraki evrede, karşı-devrimcilerin gerçekleri saptırma girişimlerini
yoğunlaştırması, bazı kişilerin savunma içgüdüsü içerisinde olayları tek boyutlu
olarak çarpıtma girişimleri, kitabı yayınlamama neden oldu. Tarih ve insanlık önünde
suçlu olanları açığa vurmak ve hesaplaşmak görevimizi yerine getirdik.
12 Mart'ları 12 Eylül'lerin izlemesi, 24 Ocak kararlarının uygulamasını emniyete
almak için politik alt yapıyı yapay ve güdümlü düzenleme girişimleri, Atatürk diye diye
Atatürkçülük'ten uzaklaşılmasına tanık olmam da kitabın yayınlanmasında etken
oldu. Çünkü daha öncede bu ve benzeri olaylara ilişkin belgesel ve açıklayıcı
uyanlarda bulunmuştum.
Gerçek demokrasiyle tabuların bağdaşacağı kanısında değilim. Eleştiri ve
özeleştiriden sakınan güçlerin kendilerini yanılgılardan arındırabileceklerine
inanmıyorum. Bu bakımdan kitabım, bir ölçüde de olsa bazı tabuların yıkılma işlevini
yerine getirebilmişse amacına ulaşmış sayılır.
D: Bizim ülkemiz gibi ülkelerde Silahlı Kuvvetlerin, politikayla sürekli ilgisi olduğunu
politik bazı çalışmalar yapıldığını, gerek sizin gerekse diğer yazarların kitaplarından
öğreniyoruz, bunun temelinde yatan "neden" sizce nedir?
T.T.: Askeri Ceza Yasasına göre askerlerin (Er'den Mareşal'a kadar) politika yapması
yasaktır.
Anayasa'ya göre Milli Güvenlik Kurulu'na üye olan Komutanlar bir anlamda politikayı
yönlendirecek yetkilerle donatılmışlardır. Bu kadarı ile yetinilmeksizin zaman zaman
Anayasa dışı girişimlerde bulunmuştur. MGK yetkileri; 1961 Anayasası'nı 1488 sayılı
yasa ile değiştirilen 1971 Anayasası ve 1982 Anayasası ile her geçen gün
artırılmıştır. Denilebilir ki, TSK'nın politika üzerindeki ağırlığı bu yolla artırılmıştır.
Kitabımda, niteliğinden Türkiye'de ilk kez sözü edilen ve kamu oyuna tanıtılan ve 12
Mart'tan bu yana ülkemizde geniş ölçüde teoriden pratiğe geçirilen, CIA ajanı David
Galula'nın "Ayaklanmaları Bastırma Harekatı" adlı kitabında bir ülkede Temizlik
Operasyonu (Demokratik sol ve sosyal demokrasi dahil, her türlü legal ve illegal
solun etkisizleştirilmesi) sürecinde askerlerin politika ile uğraşmaları önerilmektedir.
Bu öneri ile güdülen amaç açıktır. Sol'a karşı önyargıyla olumsuz koşullandırılan
askerlerin Milliyetçilik=Antikomünizm anlayışına itilerek Amerikan yanlısı bir politikaya
araç edilmesi istenilmektedir.
ABD kaynaklı talimnamelerle "Gayri Nizami Harp" kuramlaştırılmış, bu amaçla
yerüstü ve yeraltı örgütleri kurulmuştur. Bu örgütlerin finansmanı dolarlarla
sağlanmaktadır. Bu örgütlerin kuruluş şemalarında politik kadrolara yer verilmiştir.
Kuşkusuz bu kadroların ulusal çıkarlar doğrultusunda politika yapması olanaksızdır.
Tüm bu çelişkiler yumağı içerisinde, süper güçlerin kontrolüne alman tüm ülkelerin
TSK politika içine çekilmektedir. Bu yöntemle süper güçler kontrolü altına aldığı
ülkelerde çıkarlarını emniyete almaya çalışmaktadırlar.
Kitabımda TSK-politika ilişkilerinde süper güçlerin etkinliğini ortaya koyabilmişsem
gerçek demokrasiye bir ölçüde katkıda bulunacağımdan mutluluk duyarım.
Ülkemizde başlangıçtaki TSK içinde devinimlerde (1940–1960) Ordunun demokratik
bir düzene duyduğu özlem yanında, iktidarların başarısızlıkları ve politikacıların
yeteneksizliği onları politika içine çekmiş olabilir. Bunun yanında, Slh. K.'ler
mensuplarının dış dünya ile daha yoğun ilişkiye geçmeleri sonucu -görevleri
nedeniyle- geri kalmışlığımızı gözleme, algılamaları da aceleci bazı formüllerin
çekiciliğinden çare arama yanılgısına itmiş olabilir.
Daha sonraki devinimlerin (1971–1980) süper güçlerin ve onların istihbarat
örgütlerince yönlendirildiği savunmamda açıklanmış ve zaman içinde de bu gerçek
en yetikli kişilerce doğrulanmış, özellikle 12 Eylül sonrası yayınlanan bazı kitaplarla
konu daha da derinlik kazanmıştır.
Yazılanlar gerçekse süper güçler ülke düzenlerindeki gelişimin aleyhlerine yöneldiğini
algıladığında terör ve anarşiyi kışkırtıp güvensizlik ve iktidar boşluğu yaratmakta,
hiyerarşinin gücünü amaçlan doğrultusunda kullanmak için tepedekileri ikna etmekte
ve bu nedenle de az gelişmiş ülkelerde darbeleri darbeler izlemektedir.
Gerçek demokrasilerde her kurum, Anayasa ile belirlenen konumunu içine sindirecek
ölçüde demokratik erişkenlik içerisinde bulunduğundan, bu düzeye ulaşmış
düzenlerde TSK'nın politikaya aktif katılması ve de düzene müdahalesi girişimlerine
rastlamamaktayız.
D: 1971'in İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün hakkında Ziverbey işkence
köşkü ile ilgili ve daha değişik konularda çok şey yazdınız. Hatta bir dönem açık
oturuma bile çağırmıştınız, bunlara Türün'ün yanıtı veya tepkisi ne oldu?
T.T.: Bomba Davası'nın 8 Haziran 1973 günkü oturumunda sorgum sırasında,
Orgeneral Faik Türün'ün Sıkıyönetim komutam olduğu bir dönemde, Türkiye'de
sanırım ilk kez resmen bu kişiyi işkencecilikle suçlamış ve bu savımı Duruşma
Tutanağına geçirtmiştim:
"Bugün İstanbul'da işkence şebekesi vardır. Şebeke Faik Türün tarafından
yürütülmektedir. Orada General Ünlütürk'te vardır..."
Savımı kanıtlamak için de, Bomba Davası Savunma 2 adlı kitabımda bir bölümünü
açıkladığım üzere, Türün'ü Başbakanlığa, Genelkurmay Başkanlığına, Kara
Kuvvetleri Komutanlığına dilekçe ile şikayet ettim. O dönemde, Türün'ün gücü anılan
makamlarda oturanları aşmış olmalı ki ilgililer ya susmayı ya da gerçekleri yadsımayı
yeğleyerek tarih önünde Türün'ün yaptıklarının katılımcısı durumuna düştüler...
Daha sonraları Türün, özellikle Yankı Dergisi ve Hürriyet Gazetesi'ne yaptığı
açıklamalarla bir yandan savlarımı doğrulamak durumuna kendisini düşürürken, diğer
yandan ismimden de söz edip gerçekleri saptırma uğraşısı içerisine girdi. Bu tavrı
tarih önünde mahkum edebilmek amacı ile kapsamlı bir dosya hazırlayıp mahkemeye
sundum. Dosyadan birer adet de Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet Gazetelerine verdim.
Mahkemeden Türün'ün tanık olarak dinlenilmesini istedim. Kuşkusuz bir haftada işine
gelmediği için Mahkeme lağvettiren bu kişiyi bir başka Askeri Mahkeme'nin tanık
olarak çağırması olanaksızdı. Ama ben insanlık onurunu savunmaya devam etme
çabası içerisinde idim.
Türün, askerken de açık kart oynuyor. Benimsediği dünya görüşü koşutunda belirli
politik görüşlere ve dinsel sağa hizmet ediyordu. Bu çevreler O'nu dokunulmazlık
zırhı içine almak için yoğun politik girişimlerde bulundular. Bilindiği gibi, İstanbul'un
tüm duvarları Türün'ü suçlayıcı sloganlarla dolduruldu ve Türün hezimete uğrayıp
İstanbul'dan senatör olamayınca, ondan yararlananlar başka yöntemler deneyip
Parlamentoya sokmayı başardılar. İşte bu evrede Türün konuşurken, gene gerçekleri
yadsıdığını görünce duyarsız kalamadım. 5 Ekim 1977 günkü Cumhuriyet
Gazetesi'nde "Türün'den Cevap Bekliyorum" başlıklı yazı ile kendisini "Seçimden
önceki bir gün Basın Toplantısı'nda açık tartışmaya çağırdım."
Aynı şekilde gerçekleri yadsımaya devam eden Emekli General Memduh Ünlütürk'ü
de Politika Gazetesi'nde 10-15 Mayıs 1978 günleri arasında yayınlanan "Talat
Turhan, Sadi Koçaş ve Memduh Ünlütürk'e cevap veriyor: Kontrgerilla gerçeği"
başlıklı yazı dizisiyle açık tartışmaya çağırdım.
Her ikisi de susmayı yeğlediler... Zihni Paşa İşkence Köşkü'nde ellerim zincirli,
ayaklarım prangalı, gözlerim bağlı iken sorguda bulunan bu insanların, açık
tartışmadan kaçmalarından başka bir tavırları olabilir miydi?
Kanıma ve Kanunlara göre, 12 Mart döneminin İstanbul Bölgesi'ndeki tüm
uygulamaların tek sorumlusunun Türün olmaması gerekir. Türün'ün yasa dışı emir ve
isteklerine boyun eğen tüm kurumlar ve kişiler O'nun suçuna katılmış sayılmalıdır.
İşlenen örgütlü bu suç, hiyerarşinin gücünü kişisel iktidar hırslarına alet etmeyi
amaçlayan bir hedefi bulunduğu için, TCK 146. maddesi kapsamı içinde olması
gerekir. 1974 Af yasası kapsamı dışında olan bu suçun hesabı sorulmadan
Türkiye'de işkence ve insan haklarına ilişkin sorunların önü alınamayacağı gibi,
sağlıklı bir demokrasinin tam anlamıyla kurulup işletilebileceğine inanmıyorum.
Sorunun önemi, 12 Mart döneminde örgütlü ve en yetkili organların destek ve
korumalarıyla işkence uygulamalarının başlatılması ve yaygınlaştırmasından
gelmektedir.
D: Silahlı Kuvvetler' in içinde işkence olaylarının yaygınlaşması konusunda
düşünceleriniz nelerdir?
T.T.: Kitaplarımda sorunuzun yanıtını tüm kanıt ve belgeleriyle açıklamaya çalıştım.
Süper güçlerce yeni sömürgecilik yöntemleriyle kontrol altına alınan tüm ülkelerde,
Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal, Askeri Yönetim, Savaş Hali dönemlerinde işkence
uygulamalarının arttığının tanığı olmaktayız.
İşkence tarihi süreç içerisinde her zaman var olmuştur. Ancak, ülkemizde 12 Mart'tan
sonra sistematik bir şekilde, dış kaynaklı öğretiler doğrultusunda, bu amaçla
yetiştirilmiş "Özel tim"ler veya "Teknik Sorgulama Ekipleri"nce uygulanmaya
konulmuştur.
Süper güçler hegemonyası altına aldığı ülkelerdeki kazanımlarını ve çıkarlarım
sürekli korumak için, her türlü provokasyon ve teröre baş vurmak üzere kendi
istihbarat örgütleriyle, onlarca güdülen işbirlikçi yerli istihbarat örgütlerini kullanıp
ülkeleri destabilize etmek -istikrarsız hale getirme- ve işbirlikçi iktidarlarca
stabilizasyon -istikrar- yöntemlerine baş vurulup halkı susturmak, ezmek ve yıldırmak
için işkenceyi araç olarak kullanmaktadırlar.
Türkiye'de de özellikle 1960–1971 dönemindeki özgürlüklerle sosyal uyanıştan
tedirgin olan güçler, legal sol muhalefeti susturmaya çalışırken, öte yandan bugün
eski MİT ajanı Mahir Kaynak'ın bile açıklama gereğini duyduğu, Sol'un bir kesimini
illegaliteye iterek "Aşı Teorisi" diye adlandıkları yöntemlere başvurmaktadırlar (Milliyet: 21 Eylül 1986).
ABD Latin Amerika ve Vietnam laboratuarlarındaki işkence konusundaki
deneyimlerini, kontrolü altrıa aldığı ülkelere ihraç etmekte ve bu yöntemlerle
yıldıracağını umut ettiği halklardan oluşan toplumlarda yapay olarak oluşturulan
politik istikran, ekonomik sömürünün bir aracı olarak kullanmaktadır.
Bu nedenle gerçek demokrasi
önlenebileceğini sanmıyorum.
kurulana
dek
işkencenin
tam
anlamıyla
D.: Silahlı Kuvvetler ile politika ilişkisi hakkındaki düşünceleriniz?
T.T.: Çok kapsamlı olan bu sorunun yanıtını bir ölçüde ikinci sorunuzun yanıtında
vermeye çalıştım. Bugüne kadar yayınladığım yazılar ve Savunma 1 ve 2 adlı
kitaplarda bu konuya değinilmiştir. Gerçekte bu konu tüm boyutlarıyla bilimsel olarak
incelenmiş değildir. (1)
TSK 211 sayılı İç Hizmet Yasası'nın 35. maddesi uyarınca "Cumhuriyeti Koruma ve
Kollama" görevinin kendisine verildiğinden hareket edip, bu görevin zamanı
geldiğinde kendi Komuta Kademesinin inisiyatifi içinde karar vermektedir. Oysa
Anayasal düzen içinde Slh. Kuv. Komuta katının böyle bir yetkisi olup olmadığı da
bilimsel olarak tartışılmış değildir.
Buna karşın; Atatürk, Cumhuriyeti gençliğe emanet etmiştir...
Oysa gençliğimiz gaflet ve hıyanet içinde olan iktidarlarca kamplara bölünmüş ve "iti
ite kırdırmak" diye tanımladıkları yöntemlerle karşı karşıya getirilmiş, ihtiraslı
oportünist politikacılar bu dinamik gücü kendi politik çıkarlarına alet etmeye çalışmış,
"Aşı Teori'leriyle provokasyon ve terör ortamına sürüklenmiştir. İktidarlar kendi
yarattıkları bu kargaşa ortamına egemen olamayınca sorumluluktan sıyrılmayı
başarmış, bir dönemin tüm suçu hapishanelerdeki gençlere yükletilmiştir.
1960'ların "Ordu Gençlik Elele" anlayışı, karşı-devrimcilerin uğraşları sonucu
anlamını yitirmiş, Askeri Ceza ve Tutukevlerindeki baskı, kamu vicdanını rahatsız
edici boyutlara ulaşmıştır.
Slh. Kuv.'i asıl görevinin dışına çeken her olgu, yıpranmasına ve siyasete
bulaşmasına neden olmaktadır. Oysa düzene egemen olamayan iktidarlar Orduyu
sürekli kendi asıl görevi dışına itmekte ve hatta darbe ortamı yaratıp tarihsel suç
işlemektedirler.
Sivil-asker ayrımı içinde eğitim, kültür, yaşam ve anlayış farklılığını da Slh. Kuv.
zaman zaman politika içine çeken etkenler arasında görmekteyim.
OYAK ile bazı şirketlerle büyük sermayedarın ortak olması, Kuvvetlerin Vakıflarında
üst düzeyde kurulan ilişkiler, bu konuda olumsuz örnekler oluşturduğuna inanıyorum.
Politikaya egemen olan tekelci büyük sermayenin dış bağıntıları da göz önüne
alındığında, kendi ve yakınlarının geleceğini bu güce
1. Londra'da öğretim görevlisi Doç. Dr. Naim Turfan'ın bu konuya ilişkin Doçentlik tezi Türk
kamuoyuna mal edildiğinde bu konu daha fazla aydınlığa kavuşacaktır.
yaranmada gören askerler, bu ilişkilerde olumsuz örnekler oluşturmaktadır. Eski Gn.
Kur. Bşk.'larından Memduh Tağmaç'ın Sınai Kalkınma Bankası'nda, Semih Sancar'ın
Akbank'ta yönetim kurul üyeliklerine tenezzül etmeleri gibi...
D.: imza günlerinde okuyucularınız en çok neyi merak ederek soruyorlar? Başka
kitaplarınız çıkacak mı? Bu konuda söylemek is-dediğiniz şeyler nelerdir?
T.T.: İmza günlerinde toplumun her kesiminden kitaplarımla ilgilenen okuyucuların
varlığını görmek yarınlara olan umudumu pekiştirdi.
Anılan günlerde kuşkusuz çok değişik sorulara muhatap oldum. Ama büyük bir
çoğunluk kitabı önceden okudukları için, Savunma 1 'in, 63. sayfasında yer alan
"Bomba Davası Stratejisinle ilgili sorular sordular. Şemadaki Öngörü onları büyük
ölçüde etkilemişti.
Şema, 1975 Kasım ayında Mahkemeye verildiğinde, CHP iktidara geleli bir ay
olmuştu ve güçlü görünüyordu. Oysa ben gelecek bir dönemde CHP'nin
kapatılmasından söz ediyordum. Parti Gn. Başkanı ve yetkili organlarının o dönemde
hayallerinin bile alamayacağı bu olasılık, 1980'lerden sonra gerçekleşmişti... Bunu
nasıl kestirmiştim?
Öngörü bu kadarıyla da kalmamış:
—Atatürkçü ve Demokratik sol görüşün tasfiye edileceğini,
— 27 Mayıs'ın tam tasfiye edileceğini,
— TSK’nın radikal kesiminin tam tasfiye edileceğim,
— Faşist bir düzenin kurulacağını" açıklıyordum.
Tüm bu söylenilenler 1980'lerden sonra gerçekleşmişti. Bunları nereden çıkarmıştım?
Kendilerine verdiğim yanıtta; ne kahin, ne astrolog olduğumu, ne de boş atıp dolu
tutturduğumu açıklamaya çalışıyordum.
Şemada adları yazılı olan ve onbinlerce sayfa tutan dava dosyalarını büyük bir sabır
ve özveriyle aylarca incelemiş bu sonuca ulaşmıştım. Gerçekte aynı yönteme
başvuran her ilerici, demokrat ve devrimci herhangi bir kişi benzeri sonuçlara
ulaşabilirdi.
Bu kadarı ile de yetinmeyip 1976 yılında CHP'li yetkililere ve değerli gazeteci dostum
Uğur Mumcu'ya 11 daktilo sayfası bir rapor verip CHP hakkında ne oyunlara
başvurulduğunu belge ve kanıtlarıyla açıklamaya çalıştım. Bizi dinleyen olmadı.
Düzeni değiştirmek isteyenlerin kendileri "Temizlik Operasyonu" sonucu örgütleriyle
saf dışı bırakıldılar...
Buna karşın, bugün Özal, düzenin değiştiğinden söz ediyor... Düzen gerçekten
değişti ama geri vitese takılarak... Oysa tarihsel dinamiğin çarkları ileri dönmektedir.
Kim ne dene desin Türkiye bir-gün kesinlikle Atatürk'ün Tam Bağımsızlık, Antiemperyalist, Antikapitalist ilkeleri doğrultusunda halkına yaraşır, gerçekten sosyal
adaletçi, demokratik bir düzene kavuşacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Bilindiği gibi. Savunma adlı İki kitap henüz başlangıçta olup, savların eleştirisini
kapsayan bölümü henüz yayınlanmamıştır. Kamuoyunun ilgisi devam ettiği sürece bu
yayın sürdürülebilir,
Savunma dışında da bazı kitap çalışmalarım bulunmaktadır...
Muhsin Batur'un "Anılar ve Görüşler", Celi! Gürkan'ın "12 Mart'a Beş Kala" adlı
kitaplarıyla, benim Bomba Davası-Savunma 1 adlı kitabım, bir arada olaylar
yönünden Ankara Savcılığınca incelemeye alınmıştır. Bu soruşturmanın sonucunu
merakla bekliyor ve bu konuda dava açılmasını gönülden istiyorum. (2)
Bana göre Bomba Davası bitmemiştir. 12 Mart'ın hesaplaşmasını yapmak isteyenler
bu işi sonuna kadar götürmek zorundadırlar. Çünkü bu hesaplaşma tamamlanmadan
diğerleri yapılamaz...
Düşün Gazetesi'ne bana bazı konular üzerinde düşünme olanağı verdiği için teşekkür
ederken, yeni yayın hayatında başarılar diliyor ve okuyucularına saygılar sunuyorum.
Talat Turhan
15 Ekim 1986
2. Y.n.: Soruşturmanın sonucunu bugün bile bilmiyorum.
27 Mayıs’tan–28 Şubat'a F/25
EK–1
27 MAYIS 1960 HAREKÂTFNIN İLK BİLDİRİSİ(*)
Ankara'da Radyoevine el koyan MBK'den Albay Muzaffer Yurdakuler, radyonun
çalışmasını sağladıktan sonra Harp Okulu'ndan Albay Alparslan Türkeş'i çağırır.
Türkeş Harp Okulu'nda kaleme alınan bildiriyi saat 5.25'te radyodan okumaya başlar:
"Dikkat... Dikkat... Muhterem
Vatandaşlar, Radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz Silahlı Kuvvetlerinizin sesi
bir dakika sonra sizlere hitap edecektir...
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve
kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin
idaresini eline almıştır. Bu hareketle Silahlı Kuvvetlerimiz partileri içine düştükleri
uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve
hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi
tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişimde
bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir.
İdaremiz hiç kimse hakkında şahsiyete müteallik tecavüzkâr bir fiile teşebbüs
etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsaade etmeyecektir. Kim olursa olsun ve
hangi partiye mensup olursa olsun, her vatandaş kanunlar ve hukuk prensiplerine
göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların partilerin üstünde aynı milletin aynı
soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve
(*) Askerler ve Dış Güçler, Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayı, Cüneyt Akalın, Cumhuriyet Kitapları.
kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarının
dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görünmektedir. Kabineye mensup
şahsiyetlerin Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sığınmalarını rica ediyoruz. Şahsi emniyetleri
kanun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap
ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na, ve insan hakları prensiplerine
tamamıyla riayettir. Büyük Atatürk'ün "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" prensibi
bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadıkız. NATO'ya inanıyoruz
ve bağlıyız. CENTO'ya bağlıyız. Tekrar ediyoruz; düşüncelerimiz, yurtta sulh, cihanda
sulhtur. Türkiye dahilinde bütün garnizonlardaki garnizon komutanları o yerin mülki ve
askeri idaresine el koyacaklar ve vatandaşların her hususta emniyetini
sağlayacaklardır."
Halkın o yıllardaki esas haber kaynağı Türkiye Radyoları olduğu için, Ankara
Radyosu'nu açanlar, tabii alıcıları yeteri kadar güçlü ise, bir de İstanbul Radyosu'nu
yokladılar. İstanbul Radyosu da benzer bir bildiriyi saat 4.36'dan beri dinleyicilerine
duyuruyordu:
"Dikkat... Dikkat... Burası İstanbul Radyosu...
Büyük Türk Milleti,
Bütün Türkiye'de Silahlı Kuvvetlerimiz 27 Mayıs saat 3.00'ten itibaren idareyi ele
almıştır. Bütün vatandaşlarımızın ve Emniyet Kuvvetleri'nin Silahlı Kuvvetlerle yakın
işbirliği sayesinde bu harekât hiç bir can kaybı olmadan başarılmıştır. İstanbul'da
ikinci bir tebliğe kadar Silahlı Kuvvetler mensupları hariç, sokağa çıkma yasağı
konmuştur. Vatandaşlarımızın Silahlı Kuvvetlerin vazifelerini kolaylaştırmalarını ve
milletçe ümit edilen demokratik rejimin en kısa zamanda tesisine yardımcı olmalarını
rica ederiz.
Silahlı Kuvvetler”
EK:2
DEVLET BAŞKANI ORGENERAL CEMAL GÜRSELİN
14 MBK ÜYESİNİN MBK'DEN ÇIKARILDIĞI HAKKINDA
RADYOLARDAN KENDİ SESİYLE OKUDUĞU BİLDİRİ
1. Milli Birlik Komitesi'nin çalışmaları, memleketin yüksek menfaatlerini tehlikeye
sokacak bir duruma düştüğünden Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Birlik Komitesi
üyelerinin talepleri üzerine bugün (13 Kasım 1960)den itibaren Milli Birlik Komitesini
feshettim.
2. Türk milleti adına yasama yetkisini kullanacak olan yeni Milli Birlik Komitesi üyeleri
şunlardır:
Başkan: Gürsel Cemal, üyeler: Acuner Ekrem, Aksoyoğlu Refet, Ataklı Mucip, Çelebi
Emanullah, Ersü Vehbi, Gürsoytrak Suphi, Karaman Suphi, Kaplan Kadri,
Karavelioğlu Kamil, Koksal Osman, Kuytak Fikret, Küçük Sami, Madanoğlu Cemal,
Okan Sezai, Özdilek Fahri, Özgüneş Mehmet, Özgür Selahattin, Özkaya Şükran,
Tunçkanat Haydar, Ulay Sıtkı, Yıldız Ahmet, Yurdakuler Muzaffer.
3. Yeni Milli Birlik Komitesi, en kısa bir zamanda kurulacak olan Kurucu Meclis ile
birlikte memleketin nizamını demokratik easlara göre düzenleyecektir.
4. Görevlerinden affedilen üyeler, emekliye sevk edilmişlerdir.
5. Bu konuda, Devlet Başkanından başka bir makam ve şahıs, beyanat
vermeyecektir.
Cemal Gürsel
Orgeneral
Devlet Başkanı ve
Silahlı Kuvvetler Başkumandanı
Y.n.: 14 Kasım 1960 günlü gazeteler...
Görevlerine Son Verilen MBK Üyeleri
Fazıl Akkoyunlu, Alpaslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Rifat Baykal, Orhan
Erkanlı, Numan Esin, Orhan Kabibay, Mustafa Kaplan, Muzaffer Karan, Münir
Köseoğlu, İrfan Solmazer, Şefik Soyuyüce ve Dündar Taşer.
27 Mayıs Hareketinin Çıkardığı İlk Kanun 1 Numaralı Kanun-Geçici Anayasa(*)
Genel hükümlerin ikinci fıkrası: Ordu dahili hizmet kanununun 34. maddesi ile Türk
yurdunu ve Teşkilatı Esasiye kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini
kollamak ve korumak vazifesi kendisine verilmiş olan Türk ordusu vatandaşı birbirine
düşürmek suretiyle Türk vatanını ve milli varlığı tehlikeye koymuş olan eski iktidara
karşı bu mukaddes kanuni vazifesini yerine getirmek ve hukuk devletini yeniden
kurmak için Türk milleti adına harekete geçerek milleti temsil vasfını kaybetmiş olan
Meclisi dağıtmış iktidarı geçici olarak Milli Birlik Komitesine emanet etmiştir.
Madde 1: Milli Birlik Komitesi yeni anayasa ve seçim kanunu, demokratik usullere
uygun olarak, kabul edilip buna göre en kısa zamanda yapılacak genel seçimlerle
yeniden kurulacak olan Türkiye Büyük Millet Meclisine iktidarı devredeceği tarihe
kadar Türk milleti adına hakimiyet hakkım kullanır.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin Teşkilatı Esasiye Kanununa göre sahip olduğu bütün
hak ve yetkiler, bu süre içinde Milli Birlik Komitesine aittir.
Madde 2: Milli Birlik Komitesi üyeleri kendi aralarında ve Türk milleti huzurunda şu
yeminle vazifeye başlarlar:
"Bir karşılık beklemeden, ahlak, adalet, hukuk ve insan haklan prensiplerinden ve
vicdani kanaatlerimden başka bir sınırla bağlı olmaksızın kendimi Türk milletine
adadım. Vatanın ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine aykırı bir ülkü
gütmeyeceğim.
(*) Y.n.: 14 MBK üyesinin tasfiyesi Geçici Anayasa'nın 10 ve 11. maddelerinin açık bir ihlalidir!
TSK'nın bazı bireyleri bu oldu bitti sonucunda MBK Komitesi'nin meşruiyetini yitirdiği gerekçesiyle
Silahlı Kuvvetler Birliği Örgütü'nün kurulmasına kendilerinde hak görmüşlerdir.
Demokratik Cumhuriyeti yeni Anayasaya göre düzenlemek ve iktidarı yeni Meclise
devretmek ülküsüne bağlılıktan ayrılmayacağım. Bunun için şerefim, namusum ve
bütün mukaddesatım üzerine and içerim...
Madde 3: Milli Birlik Komitesi yasama yetkisini doğrudan doğruya kendisi ve yürütme
yetkisini Devlet Başkanınca tayin ve Komitece tasvip edilen Bakanlar Kurulu eliyle
kullanır.
Madde 10: Milli Birlik Komitesi üyeleri, kendi dileği ile Komiteden çekilebilir: fakat
ikinci maddede yazılı yemine ihanetleri mahkeme hükmü ile sabit olmadıkça
Komiteden çıkarılamaz.
Madde 11: Vatana ihanet, irtikâp, hırsızlık, sahtekârlık, dolandırıcılık, emniyeti
suistimal gibi şeref ve haysiyet kinci suçlardan veya adam öldürmekten mahkûm
olanların veya kamu haklarından iskat edilmiş bulunanların Komite üyeliği düşer.
Madde 12: Milli Birlik Komitesinin bir üyesi hakkında 10 ve 11. maddelerdeki
suçlardan biri ile soruşturma açılabilmesi yahut bu üyenin tevkif edilmesi veya
yargılanması için Milli Birlik Komitesi üyelerinin yedide altısının katılacağı toplantıda
bulunan üyelerin beşte dördünün oyu ile karar verilir. Bir üye hakkında diğer suçlardan dolayı soruşturma yapılması ve bu üyenin yargılanması, Milli Birlik
Komitesindeki görevinin sona ermesine bırakılır. Bu süre içinde zaman aşımı
işlemez.
Madde 17, Fıkra 1: Milli Birlik Komitesinin Başkam aynı zamanda Devletin ve
Hükümetin Başkanıdır.
Fıkra 5: Devlet Başkanı aynı zamanda Başkumandandır.
EK:3
SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ ÖRGÜTÜ'NÜN YEMİNİ(*)
"Türk Milletinin bekası, 27 Mayıs inkılâp ruhunun devamını, demokratik bir
rejimin kurulmasını temin ile M.B.K.nin müspet icraatını destekleyeceğime ve
Türk Silâhlı Kuvvetlerinin siyasetten uzak kalmasının temini hususunda
kendimi şimdiden Türk Milletine feda edeceğime namusum ve şerefim üzerine
and içerim.”
(*) Y.n.: Talat Aydemir' in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968, İstanbul.
—Yemin 25 Ağustos 1961 günü Jandarma Okulu Şeref salonunda toplanan SKB örgütü üyelerince
tabanca üzerine el konulup yapılmıştır."
EK:4
SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ ÖRGÜTÜ'NÜN PRENSİPLERİ(*)
28 Haziran 1961
1. Ana prensipler üzerinde kader birliği edilen hayati meselelerdir. Bu prensiplerin
komite, meclis ve gerekse dışarıda takip ve tahakkuku için her türlü gayret ve kuvvet
sarf edilir. Memleketin ve rejimin selâmeti icabı silâhlı müdahale yapar.
2. Şu veya bu şekilde tecellisinde ittilatlar yaratmayacak veya ihtilâl ve rejimin
teminatım tehlikeye düşürmeyecek meselelerin hallinde teşebbüs, teşvik ve
tavsiyeden ileri gidilemez, silâhlı müdahaleye değer bir risk olarak kabul edilemez.
3. Ana prensipler:
a. M.B.K. Türk Silâhlı Kuvvetlerinin bölünmez bir uzvudur. Onlara vaki bir tecavüz
Türk Silâhlı Kuvvetlerine yapılmış addedilir.
b. M.B.K. azalan arasında komiteyi yıpratıcı bir ayrılığı Türk Silâhlı Kuvvetleri asla
tasvip etmez.
c. Seçimde iktidara gelecek siyasî kuvvet ihtilâl ve inkilâba ve bunu yapanlara karşı
intikamcı bir hüviyet taşıyamaz. Seçimlere kadar partilerin durumu yakından takip
edilir.
d. Yassıada dâvasında birinci derecede suçlular için Yüksek Adalet Divanı 'nın
verdiği kararlar derhal tasdik ve infaz edilecektir.
e. Genel seçimler Yassıada Mahkemeleri sona erdikten ve ceza-arı infaz edildikten
sonra yapılacaktır. Bu tarih 29 Ekim 1961'i gelemez.
(*) Y.n.: Talat Aydemir'in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968, İstanbul.
— Gölgedeki Adam, Dündar Seyhan, İstanbul, 1966.
f. Müspet yoldan ayrılmadıkça seçimlerin sonuna kadar M.B.K. fesih veya başka bir
yolla azaltılamaz ve dağıtılamaz.
(İhanetleri Komite tarafından karar altına alınmadıkça).
g. Seçimlerden evvel M.B.K. Başkanının herhangi bir sebeple görevinden ayrılması
halinde Devlet Reisi bir numaralı Anayasa Kanununun hükümleri gereğince
seçilecektir.
h. M.B.K. nin prensip kararı ve tensikat maksadı ile emekliye sevk edilenler tekrar
Silâhlı Kuvvetlere alınamazlar.
i. Atatürk İnkilâpları aleyhine hiçbir şekilde taviz verilemez.
j. Seçimle gelen iktidarca ihtilâli hazırlayan ve yapanlar, ihtilâl icabı olan hizmetler ve
görevlerde çalışanlar Yüksek Adalet Divanı Üyeleri bu hizmetlerden mesul
tutulamazlar ve mahkeme edilemezler.
k. Bu prensip anlaşmasına varanlar ihtilâl ve inkılâbın teminatını sağlamak için
birleşmiş olduklarından siyasî bir topluluk ve karşı ihtilâlci olarak vasıflandırılamazlar
ve böyle bir gaye de taşımazlar.
l. Avdetlerinde bir mahsur olmadığı Silâhlı Kuvvetlerce kanaat hasıl oluncaya kadar
14'ler yurda avdet edemez. Bu hususta karar komitece verilir.
m. M.B.K. üyeleri seçimlerden sonra partisiz Cumhuriyet Senatosu üyesi olarak
hizmet ettikleri müddetçe Anayasa esasları dahilinde Türk Silâhlı Kuvvetlerinin bir
parçası olmakta devam edecektir.
n. M.B.K. çıkardığı kanunlar ve icraatından dolayı seçimle gelen
iktidarca sorumlu tutulamaz.
o. Türk Silâhlı Kuvvetleri prensipler tahakkuk ettikten ve siyasi iktidarı vaat edildiği
gibi Anayasa esaslarına göre partilere devrettikten sonra siyaset dışında kalacak ve
asli görevine dönecektir.
EK:5
6 HAZİRAN 1961 TANSEL OLAYI NEDENİYLE
DEVLET BAŞKANI ORGENERAL CEMAL GÜRSEL'E
VERİLEN ÜLTİMATOM(*)
1. Hava Kuvvetleri Komutam derhal vazifesine iade edilecek Öğle radyosunda
yayınlanacak.
2. Bizi ihbar edenler ve Hava Kuvvetleri Komutanının harcanmasını sağlayanlar
vereceğimiz listeye göre derhal emekli olacaklar.
3. Cemal Madanoğlu, Osman Koksal derhal kumandanlıkları bırakıp Komiteye
dönecekler.
4. Bir daha Silâhlı Kuvvetlerin ve Komitenin haberi olmadan kilit başında bulunan
komutanlar tayin edilemeyecek ve emekliye sevk edilemeyecek.
5. Deniz Kuvvetleri Komutanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Millî Savunma Bakanı
derhal emekli olacak.
6. Komite seçimlere kadar azaltılamaz. İstifa edemez, istifaya zorlanamaz.
Talat Aydemir tarafından kaleme alınan bu ültimatom’da yirmi dört saat süre
verilmesine karşın gereği on bir saatte yerine getirilmiş ve:
Korgeneral Cemal Madanoğlu Sıkıyönetim Kumandanlığından, Albay Osman Koksal
Muhafız Alay Kumandanlığından alınmış ve o zamanki Millî Savunma Bakanı
Muzaffer Alankuş, Kara Kuvvetleri Kumandanı Korgeneral Celal Alkoç, İkinci Ordu
Kumandanı Korgeneral Şefik İlter, Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral Zeki Özek ve
Hava Kuvvetleri içerisinde birçok subay derhal emekliye sevk edilmişlerdir.
Cumhurbaşkanı Gürsel'in Emir Subayı Agasi Şen de istifa etmeye mecbur
bırakılmıştır. Altı Haziran olayı gerçekte ihtilâlin içinde olan yeni ve sessiz bir
ihtilâlden başka bir şey değildir.
Y.n.: Talat Aydemir'in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968, İstanbul.
EK:6
21 EKİM 1961 MÜDAHALE PROTOKOLÜ(*)
Harp Akademisi
21 Ekim 1961
ZABIT VARAKASI(**)
1. Türk Silâhlı Kuvvetleri mensupları "Aşağıda açık imzalan bulunan" 21 Ekim 1961
günü saat 14,30 da toplanmışlar ve gündemlerinde mevcut olan konulan müştereken
müzakere etmişler ve ittifakla aşağıdaki karara varmışlardır.
a. Türk Silâhlı Kuvvetleri onbeş Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra
gelecek yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanmadan evvel duruma fiilen müdahele
edecektir.
b. İktidarı Milletin hakikî ve ehliyetli mümessillerine tevdi edecektir.
c. Bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek seçim neticeleri ile M.B.K. fesh
edilecektir.
d. Bu kararın tatbiki 25 Ekim 1961 'den sonraki bir güne tehir edilemeyecektir.
2. İşbu Zabıt Varakası üç nüsha olarak tanzim edilmiş ve bütün üyeler tarafından aynı
anda imza edilmiştir.
21 Ekim 1961 Saat: 18.00
(*) -21 Ekim Müdahale Protokolü de denilmektedir.
(**) Kitapta yer alan Cemal Tural'a açık mektupta O'nun çelişkili tutumu eleştirilmektedir.
Bu Protokol ertesi gün Ankara Mürted Hava Üssü'nde Silahlı Kuvvetler Birliğinin tüm üyelerince
onaylanmıştır. Protokolü Kur. Yb. Talat Turhan da imzalamıştır.
—Talat Aydemir'in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968, İstanbul
— Bomba Davası, Savunma 2- Talat Turhan, 1986.
EK: 7
Protokola İmza koyarken
Rütbesi
Adı Soyadı
1.Korg.
2. Tümg.
3. Tümg.
4. Tüma.
Refik Tulga,
Fikret Esen,
Refet Ulgenalp,
Bahattin
Ozülker,
Faruk Gürler,
Faruk
Güventürk,
Yusuf
Alpmansü,
ismail Sarıköy,
Celal Eyiceoğlu,
5. Tuğg.
6. Tuğg.
7. Tuğg.
8. Tuğa.
9. Tuğa.
10. Tuğa
11. Kur. Alb.
12. Kur. Alb.
13. Kur. Alb.
14. Kur. Alb.
15. Kur. Alb.
16. Kur. Alb.
17. Kur. Alb.
Org.
Org.-K.K.K.
Org. MGK. Gn. Sek.
Kora. MİT Müsteşarı
Org. Gn. Kur. Bşk.
Korg.
Tümg.
Ora,
Dz.
K.
Büyükelçi
Kemal Kayacan, Ora, Dz. K.K.
Suat Aktulga,
Org.
N. Kemal Ersim, Org., K.K.K
Behçet
Korg.
Ozdemir,
Vahit Gürkan,
Kur. Alb.
Emin Ay tekin, Kur. alb.
Doğan
Org.
Ozgöçmen,
Burhan
Tuğg.
Hunoğlu,
Necati Işcan,
Tümg.
Celâl Baykam, Alb.
18. Kur. Alb.
19.
Top.
Alb.
20. Kur. Alb. Ferit Erdoğan,
21. Kur. Alb. Turan Çağlar,
22. Kur. Alb.
23. Hv.Kur.
Alb.
24. Albay
25. Albay
26. Albay
Son Rütbesi
Fikret Göknar,
Emin Alpkaya,
K.,
Tuğg.
Alb.
(AKBANK Sosyal İşler
Md. ve ABD casusluğu
savıyla
yargılanırken
Cezaevinde vefat (!)
etti).
Korg.
Org., Hv. K.K.
Rifat Erenulu,
Tuğg.
Zarif Çetindağ, Alb.
Nihat Aslantürk, Tümg.
27. Albay
Halim Kural,
Tümg.
28. Albay
Recai Baturalp, Korg., Bakan
29. Kur. Alb. Vecihi Akın,
Org.
30. Kur. Alb.
31. Kur. Alb.
32. Dz. Kur.
Alb.
33. Kur. Alb.
Celal Ugan,
Mehmet Bora,
Bülent Tarkan,
Bedrettin
Demirel,
34.Kur. Alb. Şerafettin
Olcay,
35. Kur. Alb. Cemal Ocal,
36. Kur. Alb. Necati Özgen,
37. Albay
Sadeddin
Canberk,
38. Yb.
Ahmet Germeç,
Tuğg.
Kur. Alb.
Tuğa.
Org.
Kur. Alb.
Tümg.
Org.
Korg.
Kur. Yb.
Y.n.: Bu kişilerle Silahlı Kuvvetler Birliği Örgütü'nün ortak üyeleriydik. Örgüt üyeleri birbirini
desteklemek ve aleyhlerinde çalışmamak için namus ve şeref sözü vermişlerdi. 1972 yılında Zihni
Paşa Köşkünde işkence görürken bu kişiler TSK'nın Komuta Kademesini işgal ediyorlardı...
EK: 8
ÇANKAYA PROTOKOLÜ(*)
26 Ekim 1961
1- Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olacak,
2- Yassıada mahkûmları için şimdilik(**) af çıkarılmayacak,
3- Eminsular ve 147’ler eski görevlerine alınmayacak.
(*) Y.n.: 21 Ekim 1961'de TSK tarafından alınan müdahale kararım engellemek için Çankaya'da siyasi
parti liderleriyle komutanlar toplanıp bu koşullarda anlaşıp TBMM'nin açılmasını sağlamışlardır. Cemal
Gürsel, protokol gereği Cumhurbaşkanı seçilmiş ve zamanla 147'ler (27 Mayıs sonrası Üniversitelerdeki görevlerine son verilen öğretim görevlileri) üniversiteye dönmüştür. Ancak 27 Mayıs'tan sonra
TSK'dan topluca emekliye ayrılan Eminsular'la (Emekli İnkılâp Subayları) ilgili protokol yürürlükte
kalmıştır. Erdoğan Örtülü, Üç İhtilâlin Hikâyesi.
(**) Y.n.: - "Şimdilik" kelimesinin İnönü'nün teklifi üzerine tartışılıp protokole eklenmesiyle ilk gedik
açılmış, sonraki evrede Yassıada Mahkûmları'nın affı uzun süre Türkiye'nin hatta dünyanın gündemini
oluşturmuştur. İmzaladıkları protokole sadık kalmayan politikacılara duyulan kin ve nefret TSK'da daha
sonra cereyan eden olayların gelişimini hızlandırmıştır. Sonuçta TSK politikacı ilişkileri bu güvensizlik
üzerine bina edilmiş, darbeler, darbeleri izlemiş TSK yıpranmıştır.
EK: 9
BALMUMCU PROTOKOLÜ(*)
9 Şubat 1962
9 Şubat 1962 Cuma günü yapılan toplantıda aşağıdaki kararlar ittifakla alınarak imza
edilmiştir.
1. Korgeneral Refik Tulga Ankara'ya giderek Hava Kuvvetleri Komutanı ile temas
edecektir.
2. Plânlar 10 Şubat 1962 günü İzmit'de Ankara'nın mümessili ile birlikte koordine
edilerek protokole bağlanacaktır.
3. Harekât için hiyerarşik sistem kabul edilmiştir. Fakat her türlü teşebbüs yapıldıktan
sonra Silâhlı Kuvvetler Birliği ekseriyetinin karan kati ise bu kararı tatbik edecek en
kıdemli kumandanın emri ile karar tatbik mevkiine konacaktır.
4. Silâhlı Kuvvetler bir bütündür. Her karara müşterek varılacaktır.
5. Kararın zamanı Silâhlı Kuvvetler Kumandanlığınca emredilecektir. Bu husus
İstanbul'daki kumandanlar tarafından temin edilecektir. Harekât 28 Şubat'ı
geçmeyecektir. 090100 Şubat 1962.
9 Şubat Protokolüne toplantıdan sonra imza koyan bazı subaylar şunlardır:
1. Kor. General Refik Tulga,
2. Tümg. Fikret Esen,
3. Tümg. Refet Ülgenalp,
4. Tüm Amiral Bahattin Özülker,
5. Tuğg. Faruk Gürler,
6. Tuğg. Faruk Güventürk,
(*) Talat Aydemir'in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968, İstanbul.
27 Mayıs'tan-28 Şubat'a F/26
7. Tuğ Amiral İsmail Sarıköy
8. Tuğ Amiral Celal Eyicioğlu,
9. Tuğ Amiral Kemal Kayacan,
10. Tuğg. Zeki İlter,
11. Kurmay Albay Necati Ünsalan,
12. Kurmay Albay Ferit Erdoğan,
13. Kurmay Albay Selçuk Atakan,
14. Kurmay Albay Dündar Seyhan,
15. Kurmay Albay N. Kemal Ersun,
16. Kurmay Albay Behçet Özdemir,
17. Kurmay Albay Vahit Gürkan,
18. Kurmay Albay Emin Ay tekin,
19. Kurmay Albay Doğan Özgöçmen,
20. Kurmay Albay Burhan Hunoğlu,
21. Kurmay Albay Necati İşcan,
22. Topçu Albay Celâl Baykam,
23. Kurmay Albay Turan Çağlar,
24. Kurmay Albay Fikret Göknar,
25. Hava Kurmay Albay Emin Alpkaya,
26. Albay Rifat Erenulu,
27. Albay Zarif Çetindağ,
28. Albay Nihat Aslantürk,
29. Albay Halim Kural,
30. Albay Recai Baturalp,
31. Kurmay Albay Vecihi Akın,
32. Kurmay Albay Mehmet Bora,
33. Dz. Kurmay Albay Bülent Tarkan,
34. Kurmay Albay Bedrettin Demirel,
35. Kurmay Albay Cemal Öcal,
36. Kurmay Albay Necati Ozan,
37. Albay Sadeddin Canberk,
38. Yb. Ahmet Germeç,
39. Yarbay Osman Deniz.
EK: 10
BALMUMCU EK PROTOKOLÜ
İzmit, 10 Şubat 1962
1. Güvenlik Konseyi adı altında kurulacak 25 kişilik asker ve sivil karışımı bir heyet
toplanacak ve Yasama yetkisini yürütecektir.
2. Genelkurmay Başkanı ve dört kuvvet kumandanı konseyin tabii üyeleridir.
3. Bir süre sonra Meclis kurulacaktır.
4. Hükümet kimlikleri Güvenlik Konseyi tarafından tespit edilecek olan kişilerden
meydana gelecektir.
5. 27 Mayıs İhtilâlinin gerçekleştiremediği reformların uygulanabilmesi için gerekli
bütün tedbirler öncelikle alınacaktır. Eski M.B.K. üyeleri 37 kişi olarak kabul edilir,
içlerinden seçilenler Millî Mecliste görev alabilirler.
6. E.M.İ.N.S.U'lardan inkılâp hareketlerinin kilit noktalarından büyük ölçüde
faydalanılacaktır.
7. Ulusal anlaşmalarda da büyük bir değişikliğe gidilmeyecektir.
EK PROTOKOL
Balmumcu Çiftliğinde hazırlanan protokolle ilgili olarak 10 Şubat 1962 günü İstanbul
Grubu'ndan bir temsilci heyeti Ankara temsilcileri ile birlikte İzmit'te 15. Kolordu
Kumandanı olan Tümgeneral Fikret Esen'e giderek hazırlanan planlar hakkında
kendisinin görüşlerini almışlardır.
İmzalar:
İstanbul Grubu temsilcileri:
- Kurmay Albay Ferit Erdoğan,
- Kurmay Albay Vecihi Akın,
- Deniz Kurmay Albay Zarif Çetindağ Ankara Grubu temsilcisi:
- Kurmay Albay Dündar Seyhan
(*) Talat Aydemir'in Hatıraları, May Matbaası, Şubat 1968, İstanbul.
EK:11
12 MART MUHTIRASI
1 - Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi,
kardeşlik kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize
hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve
anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmemiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin
geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2- Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silâhlı Kuvvetleri'nin bu vahim ortam hakkında
duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla
meclislerimizde değerlendirecek, mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın
öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alarak ve inkılâp kanunlarını
uygulayarak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili
zaruri görülmektedir.
3- Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silâhlı Kuvvetleri kanunların
kendisine vermiş olduğu, Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine
getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.
Orgeneral
Memduh Tağmaç
Genelkurmay
Orgeneral
Faruk Gürler
Kara Kuvvetleri
Orgeneral
Muhsin Batur
Hava Kuvvetleri
Orgeneral
Celal Eyicioğlu
Deniz Kuvvetleri
Başkanı
Komutanı
Komutanı
Komutanı
EK: 12
12 EYLÜL 1980 DARBESİ'NİN İLK BİLDİRİSİ
"Yüce Türk Milleti;
Büyük Atatürk'ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bütün olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti son yıllarda izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile
varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir.
Devlet, başlıca organları ile işlemez duruma getirilmiş, Anayasal kuruluşlar tezat veya
suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla
Devleti kurtaracak birlik beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri
almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine artırmışlar
ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür. Atatürkçülük yerine
irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek sistemli bir şekilde ve haince
ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idari sistemi, yargı organları, iç
güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en mahsur
köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldın ve baskı altında tutularak bölünme ve iç
harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca Devlet güçsüz bırakılmış ve acze
düşürülmüştür.
Aziz Türk Milleti, işte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun
verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini Yüce Türk Milleti adına
emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke
yönetimine bütünüyle el koymuştur. Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü
korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş
kavgasını önlemek, Devlet otoritesini ve varlığın yeniden tesis etmek ve demokratik
düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı
kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar
yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından
saat 05.00'den itibaren } ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur.
Bu kollama ve koruma harekâtı hakkındaki teferruatlı açıklama bugün saat 13.00'teki
Türkiye Radyodan ve Televizyonu'nun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır.
Vatandaşların sükunet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri
izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne
güvenmelerini beklerim.
Kenan Evren
Orgeneral
Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
EK: 13
28 ŞUBAT 1997 MGK KARARLARI(*)
1. Anayasamızda Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine Anayasanın
4. maddesi ile teminat altına alman laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle
korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiçbir ayırım gözetmeksizin
uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler
yapılmalıdır.
2. Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar devletin yetkili organlarınca
denetim altına alınarak Tevhidi Tedrisat Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığına devri
sağlanmalıdır.
3. Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, Vatan ve Millet
sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda
bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından:
a. 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulanmaya konulmalı,
b. Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam
edilebileceği Kuran kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde
faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
4. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık aydın din adamları
yetiştirmekle yükümlü Milli Eğitim kuruluşlarımız, Tevhidi Tedrisat Kanununun özüne
uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.
(*) Hakan Akpınar, 28 Şubat "Postmodern" Darbenin Öyküsü, s. 206–210, Ümit Yayıncılık, 2001.
5. Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla
gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa
bunlar Diyanet İşleri Baş kanlığınca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar
arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir.
6. 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların
faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin
zedelenmesi önlenmelidir.
7. İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri
(TSK)'nden ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK'ni dine karşıymış
gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları
aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır.
8. İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasa dışı örgütlerle irtibatları nedeniyle
TSK'nden ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam ile
teşvik unsuruna imkân verilmemelidir.
9. TSK'ne aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde
alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim
kurumlan ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da
uygulanmalıdır.
10. Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel bir
çatışmadan korumak için İran İslâm Cumhuriyeti'nin ülkemizdeki rejim aleyhtarı
faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran'a karşı komşuluk
münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı
faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır.
11. Aşırı dinci kesimin Türkiye'de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda
kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara
ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetleri yasal ve idari yollarla mutlaka
önlenmelidir.
12. T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasasına ve bilhassa
belediyeler yasasına aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli
yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların
tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır.
13. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye'yi çağdışı bir
görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa
Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve
kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır.
14. Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis
ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlemeli, bu konuda kısıtlamalar
getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.
15. Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim
aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş
yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır.
16. Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında
yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasa dışı uygulamaların
ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel
korumalar kaldırılmalıdır.
17. Ülke sorunlarının çözümünü "Millet Kavramı Yerine Ümmet Kavramı" bazında ele
alınarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda
yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.
18. Büyük kurtarıcı Atatürk'e karşı yapılan saygısızlık ve Atatürk aleyhine işlenen
suçlar hakkında 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemelidir.

Benzer belgeler