Milli takım, Galatasaray, Fatih Terim üçgeni

Transkript

Milli takım, Galatasaray, Fatih Terim üçgeni
- Say
13 Eylül 2013
ı 96
TERiM’iN SEÇiMi
Milli takım, Galatasaray, Fatih Terim üçgeni
Pancar fabrikasından
Wembley’e Rickie Lambert
Aç - Kapa
Transfer dönemi
Real’in krizi
Iker Casillas
M
I
T
A
Y
A
H
#96 F
L
O
B
T
U
Yayın Koordinatörü
İlker Yılmaz
Editörler
Emre Çelik
Rafet Baran Eryılmaz
Yazarlar
Alper Öcal
Emre Özcan
Güner Çalış
Uğur Karakullukçu
Salih Demirci
Terim-Galatasaray-milli takım
Ülke gündemi 2 haftadır milli takım ve Fatih Terim’i konuştu.
Terim kritik Andorra ve Romanya maçlarından galibiyeti getirerek
mucize olarak gözüken 2014 Dünya Kupası umutlarımız bir
anda yeşerdi. Kalan iki maçla da Türkiye’nin kaderi çizilecek.
Fakat sadece milli takımın değil önümüzdeki aylarda TerimGalatasaray-milli takım üçgeni de şekillenecek, her türlü sonuçta
üçgenin köşeleri birine sivrilecek. Hayatım Futbol 96. sayısında
bu üçgeni kapağına taşıdı.
Hayatım Futbol’un 96. sayısında ayrıca; Transfer döneminin
tartışmasını, İngiltere Milli Takımı’na seçilen 31 yaşındaki
Rickie Lambert’i, Dünya Kupası elemelerinde grubunda ikinci
sıraya kadar çıkan İzlanda’yı, Alex Ferguson ve halefi David
Moyes’in ilham kaynağı Douglas Smith’i, Casillas’ın Real Madrid
kalesini kaptırmasının ardından çıkan krizi ve Brezilya’nın kupa
koleksiyoncusu Muricy Ramalho’yu bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#96
Bu Sayıda
Umutları yakan adam
Fatih Terim’in üçüncü dönemi milli
takıma yeni bir hava getirdi.Ya devamı?
Transferin son anları
Kulüpler sezon başladıktan sonra da
kadrolarını şekillendirmeli mi?
Moyes’in
üstündeki gölge
Fergie ve Moyes’in halefi Douglas Smith’e bir bakış
30’undan sonra golcü
Southampton’ın yıldızı
Rickie Lambert’ın öyküsü
Yolcudur Iker!
Brezilya’nın Daum’u!
Çanlar Real Madrid’in efsane kalecisi
için çalıyor
Brezilyalı teknik adam 3. kez
Sao Paulo’da
Güneş kuzeyden
yükseliyor
Final daha başlangıç
Altıncı torbanın sürpriz takımı
İzlanda, Brezilya yolunda
Nike Halı Saha finallerindeydik
Emre Özcan
TERiM’iN
SEÇiMi
Türk Milli Takımı, Fatih
Terim’in görevi devralmasıyla
içinde bulunduğu sportif krizi
kısmen atlattı fakat daha
işin içine Galatasaray cephesi
de dâhil olacak ve ortalık
muhtemelen karışacak...
Romanya deplasmanında kazanılan maçla
birlikte milli takımlar düzeyinde bir hafta içinde
oynanan iki grup maçını yaklaşık 3.5 yıl aradan
sonra ilk kez galip bitirmemizle birlikte milli
takımda bir dönem kapanıp yenisi açılmış gibi
görünüyor. Fatih Terim’in motivasyon bazlı
taktik aklıyla gelen çabuk sonuçlar, Galatasaray
ve TFF üçgeninde bu kapının ne kadar süreli
açık olacağını da merak ettiriyor. 15 günlük
milli takım arasında kulüp futbolundan
uzaklaşmışken ülke gündeminin en önemli
maddesi Fatih Terim’in önümüzdeki haftalarda
hangi tercihi yapacağı.
TFF’nin acil yangın çıkışını kullanarak
umutların bittiği noktada takım üzerinde
dünya üzerinde en büyük farkı yaratabilecek
tek isim olan Fatih Terim’e gitmesi işin normali.
Hocanın Galatasaray’la olan kontratının sezon
sonu bitmesiyle daha uzun vadeli düşünmeleri
de etik yönden yanlış değil. Fakat Fatih Terim
seçiminin altını doldurmaya çalışırken her
teknik adam tercihinde federasyon tarafından
kullanılan “yeniden yapılanma” klişesinin
altına saklanılması samimiyet konusunda
sorgulamaları da beraberinde getiriyor.
Türkiye
Çözüm geçici mi kalıcı mı?
HF
#
96
Milli takımlar ülke futbolunun tepesinde yer
alan organizmalardır. Türkiye’deki futbolu
bir piramit şeklinde düşünürseniz zirvede
bulunan milli takımdan başlayarak çok daha
geniş olan alt bölümlere doğru nüfuz etmek
bu işin çok daha zor olanı. Gerek ligin en
büyük problemlerinden biri olan lisanslı ve
yetkin antrenör sayısının azlığı, gerek milli
takımlar düzeyinde yaşadığımız problemin
temellerinden birini oluşturan lisanslı futbolcu
sayısındaki yetersizliğimizi milli takımlar
direktörlüğü adı altında Fatih Terim’le çözmeye
çalışmak tabandan başlaması gereken
yayılmanın yine ıskalanacağını hissettiriyor.
Tetikleyici olarak Almanya’da Bundesliga’nın
gelişimi öncesinde milli takımın kullanılması
iyi bir örnek olabilir fakat şu anda benzer bir
genç oyuncu grubuna sahip değiliz ve değişim
yapılacaksa bunun tavandan değil de tabandan
başlaması daha doğru görünüyor. Fatih
Terim, tepede bulunan bir futbol aklı olarak
bunun planlayıcısı olarak düşünülüyor olabilir
fakat şu anda meşruiyeti bile problemli olan
bir federasyon, bu kadar zor durumdayken
bu planlamanın içine girer mi sorusuna
evet cevabını vermek bu ülkede pek kolay
görünmüyor.
Milli takım ve ülke futbolunun yaşadığı
sıkıntılar yıllardır herkesin malumu. Ligin
değerinin fahiş ve şişirilmiş yayın ihalesinden
gelen parayla pompalanmasının altı dolu
değil fakat Avrupa ölçeğinde ligin gücündeki
bu kısmi artış, milli takımın aldığı başarısız
sonuçlar ve FIFA dünya sıralamasında yaşanan
kayıplarla birlikte nötrlendi. Geçtiğimiz yıl
iki kulüp takımından gelen başarı dışında
Avrupa’daki gidişat da aslında pek iyiye
gitmiyor. Alınan cezaların bu konunun üzerine
tuz biber olmasıyla daha Eylül ayında iki
takımın eline bakar hale gelmemiz de işleri
iyice karmaşıklaştırıyor. Dolayısıyla milli
takımın ve ülke futbolunun Fatih Terim’e böyle
bir görevde ihtiyaç duyması anormal değil.
Fakat işin bir de Galatasaray boyutu var ve işler
orada da fazlasıyla problemli görünüyor.
Türkiye
Bir ipte iki cambaz: Terim ve Aysal
HF
#
96
Fatih Terim’in Ünal Aysal’ın başkanlığı altında
Galatasaray’ın iki sezon önce başına geldiği
dönemde Galatasaray da milli takıma benzer
bir dönem geçiriyordu. Kulüp, tarihinin en kötü
dönemlerinden birini geride bırakmıştı. İdari,
teknik, kadro yapısı ve ekonomik anlamda
dibin görüldüğü sezondan sonra takımı
şampiyonluğa götüren ve ikinci senenin
sonunda Galatasaray tarihinin en kaliteli ilk
on birini ortaya çıkaran Fatih Terim’in bu yolda
paranın gücünü arkasına aldığı net bir veri ama
hocanın ekonomi dışındaki maharetleriyle
tutulan yol, önemli yapı sıkıntılarına rağmen
başarıyı açık bir şekilde getirdi.
Ne var ki Fatih Terim’le Ünal Aysal’ın arası
ilk günden beri netameli. Kameralar önünde
verilen güzler pozlar dışında iki figürün birbirleri
hakkında yaptığı açıklamalar sürekli bir
politikayı da çağrıştırmadan durmuyor. Kulüp
yönetimi kademelerinde iki çok baskın ve güçlü
karaktere sahip figürün yaşadığı sıkıntılar
bu yönden normal. İdari ve teknik liderlerin
koordineli çalışması kulüp başarısı için şart
ve karakterlerin seviyesi arttıkça iletişimden
doğal bazı problemler de doğallaşıyor. Fakat
Ünal Aysal’ın “eleman” atfıyla başlayan ve
Fatih Terim’in geçtiğimiz sezon bir Galatasaray
maçından sonra “kendi içimizden vuruluyoruz”
minvalli açıklamalarıyla yükselen doz, hocanın
Wesley Sneijder’i istemediğini düzenlenen
bir basın toplantısında açık ve net bir şekilde
belirtmesi sonrasında gelen Hollandalı
oyuncuyla birlikte oyunun farklı yönünü de bize
göstermişti.
Ünal Aysal’ın kafasındaki teknik adam
profili farklı olabilir ki başkan şu ana kadar
bunu net bir şekilde belli etmedi. Fakat bazı
memnuniyetsizliklerinin olduğu muhakkak.
Aysal’ın yönetim bazlı problemler nedeniyle
erken çektiği seçimler sonrasında 3 yıllık
olmak üzere bir dönem daha seçilmesiyle
birlikte Fatih Terim’e yapmadığı sözleşme
uzatma teklifiyse var olan problemlerin
odağında görünüyor. Başkanın FOX’la yapılan
sponsorluk anlaşmasının basın toplantısında
yaptığı “Teknik adamlar ve futbolcularla
sözleşmeler bitime 4-5 ay kala konuşulmaya
başlanır, benim bildiğim doğru budur.”
açıklaması futbolcu odaklı Bosman kuralı
mevcutken düşünmeden söylenmiş bir cümle
olarak değerlendirilmeli fakat Fatih Terim’in
yaptıklarıyla kontratı seçimle birlikte beklemesi
kendisi yönünden bu işin normali. Fakat milli
takım seçeneği çıkmasa muhtemelen çok
daha uzun vadeye yayılacak ve kaşınacak
bir konunun direkt bir şekilde Galatasaray’ın
sözleşme önerisini ortaya çıkarması sarı-
kırmızılılar için bu çetrefilli konudaki tek
avantaj olabilir.
Top kısmen Terim’de
Türkiye
Üçgenin Fatih Terim yönüyse çok daha karışık
olabilir. Zira Galatasaray ve federasyonun
isteği belliyken Fatih Terim’in kararı, birden
çok faktörü içinde barındırıyor. Profesyonel
anlamda yapılması gereken seçim aslında
oldukça net. Fatih Terim, şu anda 60 yaşını
geride bırakmış çok deneyimli bir teknik adam
ve tam olarak olgunluk çağında. UEFA Kupası
sonrasında tam olarak tutmayan İtalya aşısıyla
birlikte düşüşe geçen kariyeri Euro 2008’le
birlikte canlanır gibi olmuş ama hoca tam
olarak kamuoyunu ikna edememişti. Fakat
üçüncü Galatasaray dönemiyle birlikte artık
insanların aklında bu konuyla ilgili en ufak bir
şüphe yok. Dipteki Galatasaray’a yaşattığı üst
üste iki şampiyonluk sonrasında Şampiyonlar
Ligi’nde de kariyerinde ilk kez grup aşamasını
geçen Terim’in milli takımı 1 hafta içinde
canlandırması ona olan saygıyı da ülke içinde
maksimize etti.
HF
#
96
Fatih Terim, ciddi anlamda “prime” dönemini
yaşıyor ve bu seviyedeki elit hocaların kulüp
ortamından çıkarak milli takımların ışıltısız ve
örseleyici çemberi içine girmesi profesyonel
anlamda mantıklı değil. Kulüplerde yapılan
teknik adamlık haftada iki maçla birlikte
hocaları sürekli keskin tutarken milli
takımlarda bulunan hocalar 2 ayda bir maça
çıkarak çürüyorlar. Geçtiğimiz yıllarda İngiltere
Futbol Federasyonu’nun Jose Mourinho’ya milli
takım için yaptığı teklif Portekizli tarafından
tam da kendisinin böyle bir göreve uygun
olmaması gerekçesiyle reddedilirken Terim’in
bunu düşünmesi gerekiyor. Bu yapı içerisinde
milli takım teknik direktörlüğü daha çok kulüp
temposunu kaldıramayan Guus Hiddink gibi
emeklilik dönemine giren hocaların işiyken
şu anda kariyerinin zirvesinde bulunan Fatih
Terim, Türkiye’yi seçerse ciddi bir potansiyel
zayiatına uğrayabilir. Bunun yanında iki senedir
kendi ellerinde şekillenen, ekonomisi görece
her geçen ay daha iyiye giden ve başındaki
vizyoner başkanla Faruk Süren gibi fazlasıyla
yukarıyı düşünen kendi kulübünde birçok
anlamda istediği ortamı bulmuş olan Fatih
Terim’in yapacağı seçim bu yönden aslında zor
değil.
Ne var ki seçimin unsurları içinde profesyonel
yaşamdan ve kariyerden çok daha fazlası
barınıyor. Hükümet içinden yapılan
açıklamalara eklenen Başbakan odaklı “Fatih
Terim’in milli takımda devam etmesini
istiyoruz” açıklamasıyla siyasi baskının
kamuoyu önüne taşınması hocanın tercihini
etkileyebilecek en büyük faktörlerden biri.
TFF’nin elinde bulunan maddi güçle birlikte
Fatih Terim’e Galatasaray’dan çok daha iyi
ekonomik şartlar sunulduğuna dair ortaya
çıkan dedikodular da profesyonel yaşamın bir
uzantısı olarak elbette bu süreçte fazlasıyla
etkili olacaktır.
Mehmet Demirkol’un sık sık yaptığı ikisi bir
arada rahatlıkla gider söylemiyse sürekli
artan kulüp maç sayısıyla birlikte ne var
ki çok mantıklı görünmüyor. Şampiyonlar
Ligi’nde çok kritik haftalardan öncesine gelen
milli maç dönemlerinin bir kulübü negatif
anlamda etkilememesi mümkün görünmüyor.
Sonuç olarak Fatih Terim de ciddi anlamda
yaşını almış bir teknik adam ve bu tempoyu
kaldırması ihtimaller dahilinde değil. Hocanın
yapacağı seçimin ülke futbolunu ve ligi
önümüzdeki birkaç sezon itibarıyla kökten
değiştireceği ortadayken lig ve Şampiyonlar
Ligi maçları dahi bu konunun su kaldırmasını
engellemeyecek. Hal böyleyken Fatih Terim’in
karar sürecini kısa tutması özellikle işin
Galatasaray kısmında daha hayırlı olacak gibi
görünüyor.
Salih Demirci
AÇ – KAPA TRANSFER DÖNEMi
Transfer
Futbolun masa başı heyecanı transfer penceresini kim açtı, kim kapattı?
HF
#
96
Bir transfer dönemi daha geride kaldı. Son
gün, son saatler yine heyecanlı bir final maçı
gibi takip edildi, paralar ve imzalar havada
uçuştu. Bir de yeni rekor kırıldı, dünyanın satın
alınabilen en pahalı futbolcusu Gareth Bale
oldu. Ama parayı veren öyle hemen düdüğü
çalamadı, aylar boyunca yazılıp çizilen bu
transfer Ağustos ayının son günlerinde netleşti.
Yani transfer döneminin kapanışına günler,
hatta saatler kala. Peki ya bu transfer dönemi
ya da penceresi niye açılıp kapanıyor?
Nitekim önceleri tüm sezon açıktı. Ama
elbette bu durum Bosman Kararı’nda sonra bir
anlam ifade eder oldu. Kontratlarının sonunda
kulüp tarafından belirlenen bonservis bedeli
karşılığında transfer yapabilen futbolcular
inisiyatifi ele aldı ve her şey karıştı. Önce
federasyonlar eliyle bazı kısıtlamalar getirildi,
örneğin İngiltere’de geçmişte var olan Mart
ayı sınırı sürdürüldü. Sezon boyunca transfer
yapılabiliyor ama son düzlükte yapılacak
transferlerin rekabeti öldüreceği düşünülerek
son iki ay yasak koyuluyordu. İtalya’da ise
transfer çok daha erken yıllardan itibaren her iki
baharda da kapalıydı.
Uluslararası hukuk devrede
Sonra FIFA meseleye el attı. Genç futbolcuların
transferlerinde aşırı şekilde mağdur olan
yetiştirici kulüplerin transferden pay alması için
başlayan çalışma, ortaya bir dizi düzenleme
çıkardı. Ardından da Avrupa Komisyonu’nun
müdahalesi geldi. FIFA tarafı, transfer
dönemini olabildiğinde sınırlamaya çalışırken
öne sürdüğü sportif sebeplere (rekabeti
desteklemeye) karşılık Avrupa Komisyonu,
işçilerin serbest dolaşım hakkı çerçevesinde
transfer döneminin olabildiğince yayılmasını
istiyordu. Orta yol bulundu ve transfer sezonu
2+1 aylık iki parça olarak uygulamaya konuldu.
Yaz transferi, UEFA’nın Avrupa Kupaları’na
katılacak takımların kadro listelerini son
kabul gününe endeksli şekilde uygulanıyor.
Son günü belirleme kararı federasyonlarda,
zira Türkiye’de transfer sezonu genellikle
Avrupa’da pencere kapandıktan sonraki birkaç
gün daha devam ediyor. Akabinde gelen
milli maç arasında da hesap kitap yapılıyor,
kadrolar yeniden kuruluyor. Kış transferi ise
bilindiği üzere ‘panik’ ile birlikte anılıyor, sezon
ortasında fiyatlar şişerken alternatifler azalıyor.
Nitekim iki parçalı transfer sezonuna karşı
çıkanların en önemli argümanı bu.
Küçükler rahatsız
Transfer
Önceleri, yani transfer sezonu daha uzunken
sezon içerisinde sakatlanan oyuncunun yerine
hemen transfer yapılıyordu. Acil ihtiyacı olan
kulüp, tok satıcıların istediği ücreti masaya
koymak zorundaydı. Sezon sonunda satılacağı
bedelin iki-üç katına giden futbolcular vardı
ve bilhassa küçük bütçeli kulüpler, bu yolla
ayakta duruyordu. Ancak başta naklen yayın
gelirlerinin artışı olmak üzere futbola giren
paranın büyüklüğü, zirve liglerde mücadele
eden kulüplerin oyuncu satışı odaklı bütçe
planlamalarını eskide bıraktı. Önceleri transfer
sezonunun yıl boyu devam etmesini isteyen
ligin orta ve küçük ölçekli kulüpleri, şimdilerde
saf değiştirdi.
HF
#
96
Fitili kimin ateşlediği bilinmemekle birlikte yeni
talep, transfer sezonunun ligler başlamadan
bitmesi. Bu söylemi İngiltere’de en gür sesle
dillendiren, geçtiğimiz ay sonunda oyuncusu
Yohan Cabaye için Arsenal’in teklif yaptığı
Newcastle United’ın menajeri Alan Pardew
oldu. Aklı karışan futbolcusunu sezon başında
oynatamadı, Arsenal’e ise ‘anca sağ bacağını
alırsınız’ mesajı gönderdi. Onu Baines ve
Fellaini için uzun süre direnen Everton’ın
yeni menajeri Roberto Martinez destekledi.
Swansea’nin hocası Michael Laudrup ise sezon
içerisinde bundan bahsetmişti.
Büyük bütçeli kulüplerin sezon içerisinde teklif
yaptıkları oyuncuyu transfer edemeseler bile
belirsizlik yaratarak rekabete etki ettikleri
dillendiriliyor. Kuşkusuz, Cabaye örneği
üzerinden konuşursak bu tez doğru. Yine
de evrakları yetiştiremediği için transferi
bitiremeyen büyük kulüpler var ve her ne
olursa olsun işi son dakikaya bırakanlar olacak.
Premier League yönetimi ise geçen yıl resmi
sitesinden yayınladığı açıklamada bu fikre karşı
olmadığını dillendirmişti. Ama bir şartla: Daha
geç açılan liglerin de EPL ile birlikte transfer
penceresini kapatması kaydıyla.
Türkiye Futbol Federasyonu ise tercihini geçe
kalmaktan yana kullanıyor. Rekabet ettiği ligler
31 Ağustos gecesi hesabı kapatırken, Türkiye’de
genellikle Eylül’ün ilk hafta sonunu takip eden
pazartesiye kadar pencere açık kalıyor.
Rafet B. Eryılmaz
ALTINCI
TORBANIN
FATİHİ
iZLANDA
Dünya Kupası
2014 Dünya Kupası için Avrupa’da oynanan eleme gruplarına son torbadan
katılan İzlanda, sekiz maç sonunda grubunda ikinci sıraya yerleşti. 2008’de
girdiği ekonomik krizden başarı öyküsü yaratarak çıkan Kuzey ülkesi,
futbolda da kendini aşmayı başardı.
HF
#
96
Son yıllarda İzlanda denince akla ülkede
yaşanan ekonomik kriz ve Eyjafjallajökull’deki
volkanik patlamanın gelmesi hayli normal.
Fakat İsveçli teknik adam Lars Lagerback
yönetiminde yeniden yapılan milli takımları,
2014 Dünya Kupası elemelerinde aldığı başarılı
sonuçlarla bu soğuk ada ülkesinin ismini
farklı şekilde anımsamamızı sağladı. Altıncı
torbadan elemelere giren İzlanda, E Grubu’nda
oynadığı 8 maç sonunda Slovenya ve Norveç
gibi ekipleri geride bırakarak grup ikinciliğini
elde etti. Takım, son iki maçında Güney Kıbrıs
ve Norveç karşısında alacağı sonuçlarla Brezilya
bileti mücadelesini kesinleştirecek.
Usta oyun kurucu
Elbette İzlanda futbolu, uzun yıllar boyunca
Eidur Gudjohnsen dışında önemli bir oyuncu
yetiştirmeyi başaramadı. Ancak milli takımın
yakaladığı çıkışta 1980’li yılların sonunda doğan
oyuncuların gösterdiği performanslar önemli rol
oynadı. Bu oyuncuların başında Tottenham’da
forma giyen Gylfi Sigurdsson geliyor. 1989
doğumlu oyuncu, 2005’ten bu yana yurtdışında
forma giyiyor. Bu sayede kendini geliştirme
fırsatı bulan Sigurdsson, 2010 yılında da ilk kez
A milli formayı sırtına geçirdi. Premier Lig’in
önemli orta saha oyuncuları arasında gösterilen
Sigurdsson’un şutları, pasları ve oyunu
yönetme becerisi İzlanda’nın en büyük kozu
olmasını sağlıyor.
Sigurdsson’un yanı sıra Cardiff City’de forma
giyen takım kaptanı Aron Gunnarsson ile
AZ’li kanat oyuncusu Johan Gudmundsson da
orta sahada hücuma dönük destek sağlayan
oyuncular oluyorlar. Bilhassa Gudmundsson,
4-4 biten İsviçre maçında yaptığı hat-trick’le
göz doldurmuştu.
Sigurdsson
Forvet bolluğu
Tabii Sigurdsson’un paslarını
değerlendirebilecek forvet oyuncularının fazla
olması da takımın hücum gücünü artırıyor.
Özellikle Ajax’ta forma giyen 1990’lı Kolbeinn
Sigthorsson, gol yollarındaki başarısıyla dikkat
çekiyor. 20 yaşından bu yana A milli formayı
giyen Sigthorsson, çıktığı 17 milli maçta 11 gol
atarak önemli bir rakama ulaşmayı başardı.
Bu formunu sürdürmesi halinde Gudjohnsen’e
ait 24 gollük rekoru kırması işten bile olmaz.
Gudjohnsen, zaman zaman hücum hattında
Sigthorsson’a eşlik etse de Alfred Finnbogason,
onun yerini alacakmış gibi görünüyor. 2012
yazında transfer olduğu Heerenveen’de 33
maçta 28 gol atan Finnbogason, yeni sezona
da bomba gibi girdi. 4 lig maçında 6 gol atarak
takımını sırtlayan 24 yaşındaki oyuncuyu
ilerleyen yıllarda büyük ligde forma giyerken
izleyebiliriz.
Her şeye rağmen savunma…
Dünya Kupası
Hücumdaki alternatif fazlalığı gol bulma
kolaylığını da beraberinde getiriyor. Nitekim
8 maçta 14 gol atan İzlanda, bu alanda grup
lideri İsviçre ile aynı sayıyı yakalamayı başardı.
Fakat yedikleri 14 golle grup sonuncusu Güney
Kıbrıs’ın bile gerisinde kaldılar.
HF
#
96
Takım, önemli liglerde forma giyen, deneyimli
bir savunmacının eksikliğini yaşıyor. Kadroda
İngiliz ekibi Rotherham’da oynayan stoper Kari
Arnason ile Norveç ekibi Brann’da kariyerini
sürdüren bek oyuncusu Birkir Savarsson dikkat
çekiyor. Bu iki oyuncu dışında kayda değer
kalitede genç veya deneyimli bir savunmacı
kadroda yok. Bir dönem Bolton ile Premier
Lig deneyimi yaşayıp, Kayserispor formasıyla
Türk futboluna giren sağ bek Gretar Steinsson
ise herhangi bir kulüpte forma giymediği
için kadroya çağrılmıyor. Bu şartlar altında
İzlanda’ya yediği golden bir fazlasını atmak
dışında bir çare kalmıyor.
Kurt İsveçli!
İsveç Milli Takımı’nı 2000-09 yılları arasında
çalıştıran Lars Lagerback, ülkesinde kazandığı
Gudjohnsen
milli takım deneyimlerini 2011’den bu
yana İzlanda’ya aktarıyor. İzlanda’nın son
20 yıl içindeki ilk yabancı teknik direktörü
olan Lagerback, dar oyuncu havuzundan
seçtiği oyuncularla başarılı sonuçlar almayı
başardı. İsveç’te 1990-99 yılları arasında
milli takım altyapısında çalışan Lagerback,
İzlanda kadrosundaki genç oyuncular için
büyük bir şans. Freddie Ljunberg başta
olmak üzere İsveç’in 2000’lerin başında
oluşturduğu kadroyu şekillendiren isimlerden
olan Lagerback, Sigurdsson, Finnbogason,
Gudmundsson gibi yetenekli oyuncuları dünya
sahnesine çıkarabilecek kapasitede bir teknik
adam. Kariyeri boyunca 3 Dünya Kupası ile 3
Avrupa Şampiyonası’nda milli takım çalıştıran
Lagerback, İzlanda’yı da tarihinde ilk defa
büyük bir turnuvaya taşımak konusunda kararlı
görünüyor.
Lagerback
Bir acayip lig
Dünya Kupası
İzlanda Milli Takımı’nın şekillenmesinde
yurtdışında forma giyen oyuncuların
gösterdikleri performanslar etkili olsa da
ülkenin ligini de yabana atmamak lazım. 12
takımlı Urvalsdeid’de maçlar mayıs-eylül
aralığında oynanıyor. Son 10 yılda 6 defa
şampiyon olan FH, son yıllarda yaptığı yatırımla
ön plana çıkmış bir ekip. FH’nin yanı sıra 25
şampiyonlukla ülke tarihinin en başarılı takımı
olan KR’yi de unutmamak gerekiyor. 1912’den
bu yana oynanan İzlanda Ligi’nde 10 farklı
takım şampiyon olma sevinci yaşamış.
HF
#
96
Ülkenin yaşadığı ekonomik kriz ve ligin kıta
Avrupa’sına göre farklı zamanlarda oynanması
kulüplerin yabancı oyuncuları transfer etmesini
engelliyor. Coğrafi olarak yakında bulunan
İngiltere, Danimarka veya İsveç’te alt liglerde
forma giyen oyuncular İzlanda’da şampiyonluk
kovalayan takımlarda forma giyebiliyorlar.
David James de İzlanda’da!
Premier Lig’de pek çok farklı takımın formasını
giyen ve İngiltere Milli Takımı’nın kalesini
uzun yıllar boyunca koruyan David James’in
futbol kariyerine hâlâ devam etmesi şaşırtıcı
olabilir. James’in, Urvalsdeid ekibi IBV’de forma
giymesi ise bu durumu daha da ilginçleştiriyor.
43 yaşındaki James, Portsmouth’tan takım
Sigthorsson
arkadaşı Hermann Hreidarsson’un çalıştırdığı
IBV’de oyuncu/antrenör olarak görev yapıyor.
Hreidarsson’un ricasını kırmayan James, bu
teklifi antrenörlük deneyimi kazanmak ve farklı
ülkelerin futbol kültürlerini öğrenmek için kabul
ettiğini söylüyor. Kariyerinin son yıllarında para
için Arap ülkelerine veya Çin’e giden yıldızları
düşününce James’in tercihine saygı duymak
gerekiyor. Zira James, kadrodaki pek çok
İzlandalı oyuncudan daha az maaş alıyor.
Emre Çelik
BiTMEZ REAL MADRiD’iN
SORUNLARI
İspanya
Iker Casillas’ın geçtiğimiz sezon sakatlanmasının ardından kaleyi bir türlü
devralamaması, kriz olma yolunda her geçen gün bir adım daha ilerliyor.
HF
#
96
Önce Vicente del Bosque vardı. Del Bosque’nin
vedaya yaklaştığı ve Real Madrid’in fazlasıyla
bocaladığı dönemde Emilio Butragueño,
Manolo Sanchis, Martín Vazquez, Michel
ve Miguel Pardeza’dan oluşan Akbaba
Beşlisi sahneye çıktı. Bu efsanevi neslin son
demlerine doğru ise Real Madrid taraftarlarının
korkularına son veren isim, altyapıdan çıkıp
gelen Raul ve hemen ardından onu takip
eden Guti oldu. Raul ve Guti, yaşlarını almaya
başlayınca ise 18 yaşında çıkıp ‘gerçek los
galacticos’un parçası olmaya başaran Casillas,
Real Madrid’in ruhu bayrağını devraldı. Fakat
geçtiğimiz sezon oynanan Valencia maçında
şanssız bir sakatlık geçiren Casillas’ın henüz
dokuz aylık süre zarfında ve hatta Mourinho
sonrası Ancelotti döneminde bile, eldivenleri
Diego Lopez’den teslim alamaması, başkentte
tam da işler yoluna girdi derken ortalığı
karıştırmaya fazlasıyla yetiyor.
Bundan yaklaşık dört hafta önce İspanyol
gazeteleri, Casillas’ın artık oynatılmamaktan
son derece rahatsız olduğunu ve bu sebepten
dolayı takımdan sezon sonu ayrılabileceğini
öne sürdü. Bu haberlerden kısa bir süre sonra
ise Barcelona’ya yakınlığı ile tanınan Mundo
Deportivo; bu sezonu tamamladıktan sonra
takımdan ayrılacağını açıklayan Victor Valdes’in
yerine Iker Casillas’ın transfer edileceğini
iddia etti. Bu iddia çok fazla itibar görmese de
Casillas’ın sorunlarını Del Bosque’ye aktarması,
Del Bosque’nin de geçtiğimiz hafta oynanan
Şili maçında Casillas’ı kulübeye oturtması
krizin -en azından Casillas açısından- gün
geçtikçe büyüdüğünü ve ileride ciddi bir
probleme dönüşebileceğini şimdiden
gösteriyor.
Hırsızın hiç mi suçu yok
Casillas konusu yaklaşık dokuz aydır gündemi
İspanya
meşgul etse de konuşulanlar “Casillas’ın yine
yedek kaldı” eksenini çok fazla geçemedi.
Sınırları aştığı nadir anlarda, yani Casillas’ın
performansının dile getirildiğinde, ise genellikle
İspanya’da bu tip yorumda bulunanlar “Real
Madrid düşmanlığı” ile suçlandı. El Pais’teki
köşesinde Casillas eleştirilerinin genel
çerçevesini çizmeye çalışan eski bir Real
Madrid’li olan Santiago Solari, ne zaman bu
konu açılsa Real Madrid düşmanlığı ve isyan
gibi kelimelerin anılmasından dolayı sağlıklı
düşünemediğini, dolaylı da olsa kimsenin
düşünemediğini, söylerken haklıydı. Doğal
olarak da başlıca Casillas’ın Real Madrid
altyapısından gelip efsaneleşmesinin yol açtığı
bu algıdan doğan sebeplerden ötürü, sergilediği
performans pek de dikkatle değerlendirilmedi.
HF
#
96
Elbette istisnalar da bu dönemde çıkmadı
değil. Örneğin Marca’nın ağır toplarından Paco
Garcia Caridad, geçen sezonun sonlarına doğru
Mourinho’nun “Casillas’a karşı hep dürüst
oldum” sözünün neredeyse hiç doğruluk payı
içerdiğinin düşünülmediğinden dem vurarak
Portekizli teknik adama gerçekten üzüldüğünü
dile getirmişti. Caridad’a göre taktik
sebeplerin, daha doğru bir ifade ile Casillas’ın
performansındaki düşüşün, aslında gerçek
ve kabul edilmeye yeter bir sebepti. Hakeza
Casillas formayı kaptırmadan önce de özellikle
2010 Dünya Kupası’nda İspanya’nın Paraguay
ile karşılaştığı maçın ardından Casillas’ın
eski günlerinden uzak olduğu zaman zaman
gündeme geldi ki tecrübeli file bekçisi için bu
değerlendirmelerin haklı olduğunu belirtmek
kesinlikle yanlış olmaz. Dünya Kupası’ndan
bu yana belki akılda kalır büyüklükte bir hata
yapmadı ama hatırlanacak bir performans
da sergilemedi. Hatta 2012-11 sezonunda
Real Madrid’in Sevilla’yı Ramon Sanchez
Pijzuan’da 6-2 mağlup ettiği maçta farkın
açılmadığı bölümde yaptığı birkaç kurtarış
kenara koyulursa, Casillas’ın maç kurtardığını
da söylemek doğru olmaz. Basit bir benzetme
ile geçtiğimiz sene McGregor’a için fazlasıyla
söylenen “Hatalı gol yemiyor ama bu da çıkmaz
denen bir top da kurtarmıyor” eleştirilerine
paralel biçimde Casillas’ın da son dönemde
‘bir şekilde idare ettiğini’ söylemek isabetli
olacaktır.
Top Casillas’ta
İşin Real Madrid’i etkilemesi olası kısmı
tamamen kulübün sergileyeceği performans
ile bağlantılı. Eğer ki Ancelotti, hem La
Liga’da hem de Şampiyonlar Ligi’nde iyi bir
sezon geçirirse kozu eline geçirecek ve dolaylı
yoldan da olsa topu tamamen Casillas’a atmış
olacak. İlerleyen haftalar ne gösterir bilinmez
ama böyle bir senaryoda Casillas’ın geleceği
tamamen kendi sabır sınırıyla bağlantılı olacak.
Ayrılık kararı vermesi durumunda ise her ne
kadar tribünlerle arasında duygusal bir bağ olsa
da herkes tarafından kararın “Real Madrid,
Casillas’ı kapıya koydu” olarak algılanmaması
olası. Hatta Casillas’ın oynama isteğiyle
ayrılma düşüncesi bile birçokları tarafından
anlayışla karşılanacaktır. Kısacası Casillas’tan
önce altyapıdan gelen son iki kulüp efsanesi
Raul ve Guti gibi, kulübe ciddi anlamda
zarar vermeyecek bir baş ağrısı ile bu süreç
atlatılabilir.
İspanya
Lâkin işler iyi gitmez ve bir de üstüne Diego
Lopez’in birkaç önemli hatası da bunda pay
sahibi olursa işte o vakit çarşının karışması
kuvvetle muhtemel. Son yılların tartışmasız en
dokunulmaz teknik direktörü Jose Mourinho’yu
bile görevinden eden oyuncu seçimleri, ortalığı
karıştırmakla ve kulüplerin işine fazlasıysa
karışmasıyla bilinen İspanyol medyasının da
etkisiyle Real Madrid’in henüz yakasını yeni
kurtardığı entrikaları bir kez daha tetiklemesi
fazlasıyla olası. Casillas, olası bir kötü
gidişte muhtemelen erken karar vermekten
kaçınacaktır ki zaten Mourinho’nun bile Real
Madrid’den ayrılmasını sağlayan meşhur
‘başkent entrikaları’, böyle bir durumda Carlo
Ancelotti’yi çiğ çiğ yiyebilir!
HF
#
96
En önemli faktör 2014
Casillas’ın Barcelona’yı tercih edeceğini
söylemek, her ne kadar formadan uzak kalsa
da pek gerçekçi görünmüyor. Fakat işin içine
Vicente del Bosque ve milli takım faktörü
de girince Casillas’ın az da olsa takımdan
ayrılma ihtimali yok değil. Del Bosque, her
ne kadar futbolcu seçimlerinde oyuncuların
kulüp performansını çok da ciddiye almayan
bir hoca olsa da - yıllarca Real Madrid’de süre
bulamayan Raul Albiol’den vazgeçmemesi bu
duruma en güzel örnek olarak sunulabilir - son
dönemdeki spekülasyonlar Casillas’ın kaleyi
kaptıracağı yönünde. İspanyollar, Vicente del
Bosque’nin 2014 Dünya Kupası’nın ardından
çok büyük olasılıkla veda edeceğini ve bu
sebeple de turnuvada tamamiyle hazır bir
takım götürmek istediğini belirtiyor. Hal böyle
olunca da kale için hazır olmayan bir Casillas’ın
yerine Victor Valdes’in tercih edilebileceği de
fazlasıyla tartışılıyor. Zaten Şili ile oynanan
hazırlık maçında da Casillas yerine kalede
Victor Valdes’in maça başlaması, dahası oyuna
da Pepe Reina’nın girmesi bu iddiaları, hatta
ve hatta Casillas’ın devre arasında ayrılacağı
yönündeki spekülasyonları kuvvetlendiren
hamleler olarak öne çıkmakta.
Güner Çalış
Pancar
fabrikasından
Wembley’e
İngiltere
Geçen yıl manşetlere
çıkan Southampton’ın 31
yaşındaki forveti Rickie
Lambert, İngiltere Milli
Takımı’na seçilerek başarı
öyküsünü başka bir
boyuta taşıdı.
HF
#
96
Rickie Lambert pek çok yönden sıradışı bir
golcü. Kariyerinin tamamını İngiltere’nin
alt liglerinde geçiren biri olarak 30 yaşında
ilk kez çıktığı Premier Lig’de, 15 golle geçen
sezonun en golcü İngiliz oyuncusu oldu. Önce
Liverpool’dan kovulmuştu. 19 yaşındayken
de Blackpool onu beğenmedi. 4 aylığına
pancar fabrikasında çalışmak zorunda
kaldı. Döndüğündeyse haftalık 50 pound’a
Macclesfield’da oynuyordu. Geçen hafta 31
yaşındayken çıktığı ilk milli maçı yeni bir rekora
tanık oldu. Topla ilk dokunuşunda, oyuna
girdikten 2 dakika sonra attığı gol şu ana
kadarki en hızlısı. Dahası, Rickie Lambert bir
İngiliz forvetten beklenmeyecek ölçüde oyun
zekasına ve Hodgson’ın aradığı hedef santrafor
özelliğine sahip. Bu da onu Brezilya’ya
götürülecek kadronun muhtemel değerli
elemanlara arasına sokuyor.
Poster çocuk
Rickie Lambert’ın bir İngiliz olması neticesinde,
30’undan sonra yaptığı çıkış ülke içinde
çok daha farklı bir boyutta algılanabiliyor.
İtalya’da Luca Toni’nin yaptığına benzemiyor
bu. İngilizler kendi değerlerini yetiştirmekten
o kadar uzaklar ki, her hikayeye sıkı sıkıya
sarılma peşindeler. Lambert da Premier
Lig’deki yabancı istilasından şans bulamadığını
söyleyen genç İngilizler için bir rol model olarak
sunuluyor. Hatta daha öte giderek, milli takım
için bir kurtuluş reçetesi konumunda.
Kulüp takımından hocası Pochettino’ya
göre, Lambert milli takımda çığır açabilecek
yetenekte. Çünkü Rickie Lambert, ülkesi
için oynamayı umursuyor, bundan gerçek bir
keyif alıyor. “İngiltere Milli Takımı’nın imajını
değiştirme, oyuncularını daha ulaşılabilir hâle
getirme noktasında bir şeyleri değiştirebilir.”
diyor Pochettino
‘Beklenen adam’ olması yanında, Rickie
Lambert gerçekten değerli bir futbolcu ve
profesyonel. Yolu Singapur’a kadar düşen, iki
sene önceki peri masalı hikayesinin kahramanı
Grant Holt’a göre artıları epey fazla olan bir
forvet. Yine de bu iki alışılmadık futbolcunun
ortak yanlarını aramaya çalıştığımız vakit,
bir kez daha İngiliz futbolunun kanayan
yarası karşımıza çıkıyor. Alt liglerdeki İngiliz
oyuncuları Avrupa standardına kavuşturan
Paul Lambert’ın parlattığı Holt ve ülkenin en
iyi yönetilen kulüplerinden Southampton’da
büyüyen Rickie Lambert’ın ortak paydası
kendilerine kıymet veren teknik adamlarla
çalışmaları. Fakat İngiltere’de her oyuncunun
potansiyeline ulaşmasını sağlayacak sayıda
teknik adam yok.
‘‘Kendimi asla değişmeyeceğime
inandırmıştım’’
İngiltere
Rickie Lambert, hâlâ koruduğu Liverpool
aksanıyla nereden geldiği konusunda şüpheye
yer bırakmıyor. Zaten kariyerinin ilk hayal
kırıklığını da Liverpool’da yaşamış. 15 yaşında
Liverpool’dan atılmasına dair, “Dünyanın
sonu gelmiş gibiydi. O yaşlarda reddedilmeyi
kabullenmek kolay değildi.” diyor Lambert. Bu
hayal kırıklıkları hayatının ilerleyen döneminde
de devam etmiş. Liverpool’un ardından 3
senesini geçirdiği Blackpool’da da yeterli
bulunmayınca ve futbolu bırakma noktasına
kadar gelmiş.
HF
#
96
göre, ancak 27 yaşına geldiğinde gerçek bir
profesyonel futbolcu olmuş. “Takımda en fit
olmayan oyuncu her zaman bendim. Kendimi
de her zaman böyle biri olduğuma ve asla
değişmeyeceğime inandırmıştım. Sıradan
biri nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor, dışarı çıkma,
eğlenme fırsatları varken bunları kaçırmak
istemiyordum.” diye durumu izah ediyor.
Kendine biraz dikkat ettiği takdirde çok daha
iyi yerlere gelebileceğini ilk fısıldayan Bristol
Rovers’taki hocasıymış, fakat gerçek bir adım
attığı kulüp Southampton olmuş.
Southampton yılları
Öyle ki, şansını son kez Macclesfield’da
denemek isteyen Lambert, evine 1 saat
uzaklıktaki bu kulübe gidebilmek için bir
pancar fabrikasında eş zamanlı çalışmak
zorunda kalmış. Macclesfield’da gösterdiği
performansla takımın vazgeçilmezlerinden
olan Lambert, ilk sezonunun sonunda
kulüp rekoruyla 300 bin pound karşılığında
Stockport’a transfer olmuş.
Kulübü başarıyla Premier Lig’e taşıyan
yöneticiler Nicola Cortese ile Markus Liebherr’in
ilk milyonluk transferi Rickie Lambert oldu.
Daha evvel adanın en iyi altyapı kulüplerinden
biri olarak bilinen Southampton, an itibariyle
en hızlı büyüyenler arasında da gösteriliyor.
İkilinin başa geldiği 2009’dan bu yana iki
kademe atlayıp Premier Lig’e geri döndüler
ve şu anda ligin kıymetli orta sıra takımları
arasında görülüyorlar. İngiltere’deki en Avrupai
altyapı eğitimine sahip olan kulüp; Walcott,
Bale, Oxlade-Chamberlain’den sonra WardProws ve Shaw gibi oyuncularla yeni bir altın
nesle hazırlanıyor.
O günlere geri giden Lambert, milli takıma
yükseleceğinin hayalini dahi kurmadığını
açıklıkla itiraf ederken niçin bu kadar geç
kaldığını da anlayabildiğini söylüyor. Ona
Yeni sahiplerin ilk yılında çalıştığı Alan
Pardew’in transferi olan Rickie Lambert,
durdurulamaz yükselişini Pardew’ın yerine
gelen Nigel Adkins’le yaptı. Adkins, Pardew’den
beklenen takımı modernize etme işini layıkıyla
üstlenirken, Southampton 2 yılda 2 lig
atlayarak Premier Lig’e yükseliyor ve Lambert
üç sezona 79 lig golü sığdırarak kulübün kült
oyuncuları arasına adını yazdırmaya başlıyordu.
Takımın Premier Lig’e çıkmasıyla Gaston
Ramirez, Mayuka ve Jay Rodriguez ofansif
özellikleri yüksek oyunculara yönelen
Adkins’in 4-2-3-1 dizilişinde Lambert’ı
nereye yerleştireceği merakla bekleniyordu.
Hırslı Cortese takımın savrukça ofansif
hâlinden memnun olmayınca, işler o kadar
da kötü gitmiyorken sezon ortasında radikal
bir kararla Adkins’in görevine son verildi.
Lambert’sa gerek Adkins, gerek onun yerine
gelen Pochettino döneminde gollerini atmayı
sürdürdü. İşine duyduğu büyük saygı, onun
durmak bilmeyen ilerleyişinin en büyük
yardımcısı oldu.
Pochettino ve sonrası
İngiltere
Kulübedeki esrarengiz ve somurtkan
görüntüsüyle Cortese’nin sahadaki eli olduğu
izlenimi veren Pochettino, Lambert’ın
kariyerinde yepyeni bir sayfa açtı. Marcelo
Bielsa okulunun kuvvetli takipçilerinden olan
Arjantinli hoca, geldiği günden itibaren farkını
belli etmişti. Ferguson’ın ‘bizden daha iyiydiler’
diyerek üstünlüklerini kabul ettiği bir maçta
Old Trafford’da sinyali verdiler; ertesi haftada
Manchester City’yi 3-1 ile darmaduman ettiler.
Pochettino’nun göreve gelmesinden yalnızca
iki hafta sonra, agresifçe önde baskı yapan
ve rakipten kazandığı toplarla gol arayan bir
Southampton yarattı. Aylar sonra taraftarlar da
soğuk ama haklı Cortese’nin bir kez daha doğru
kararı aldığına ikna oldular.
HF
#
96
Gelişmiş kulüp yapısı ve Adkins’in bıraktığı
miras Pochettino’nun çalışması için çok
uygundu. Ama devraldığı bu hazır ortamda
onu en çok şaşırtan Lambert oldu. Manchester
City maçından sonra “Kariyerini öğrendiğimde
Premier Lig’de daha fazla oynamamış
olmasına hayret etmiştim. Birbirinden aşağı
kalmayan pek çok özelliği var; uzaktan çok
iyi şut çekebiliyor, iyi bir bitirici, iyi bir tekniği
var fakat beni en çok şaşırtanı onun düşünce
yapısı oldu.” diyerek oyuncusunun en önemli
özelliğini vurguladı.
Pochettino bu yıl projesini bir adım öteye
taşımaya kararlı görünüyor. Transfere yüksek
bedeller harcayarak Lovren, Wanyama ve
Osvaldo gibi çok değerli üç yeni oyuncu
getirdiler. Bu isimlerin kadroya katılışıyla,
oynanmak istenen çizgi savunmalı, ön alanda
presli futbol için çok daha uygun bir ortam
oluşmuş durumda. Açıkçası, başka şansları da
yok. Cork, Wanyama, Schneiderlin’den oluşan
bir orta sahayla oynayan bir takımdan başka ne
bekleyebilirsiniz?
Osvaldo transferiyle Lambert’ın geçirmesi
muhtemel evrim daha da netlik kazanıyor.
Hâlihazırda kanatlara açılma, geriden
gelenlere duvar olma gibi takımı yukarı
taşıyıcı özellikleri barındıran Lambert, yeni
hoca sonrası özellikle Jay Rodriguez’le
başarılı oyunlar kurgulamıştı. Aslen bir forvet
oyuncusu olan Rodriguez’in sol kanattan
başlayarak savunma arkasına koşuları veya tek
paslarla karşı karşıya bırakılışları çoğunlukla
Lambert’ın varlığı ve pozisyon alışıyla mümkün
oluyordu. Lambert’ın kanatta başlamasının
çok düşük bir ihtimal olduğunu hesaba
katarsak Osvaldo’nun benzer bir rolü daha iyi
şekilde üstlenmesi yüksek ihtimal gözüküyor.
Pochettino, Lambert’ın bu görevin altından da
başarıyla kalkacağından emin: “Rickie rekabeti
ne sevdiğini bize tekrar tekrar hatırlatıyor.
Osvaldo’yla birlikte çalışarak kendini daha iyi
yerlere taşıyacağına eminim.”
Hodgson’ın elinde Rooney, Sturridge, Welbeck
gibi çok değerli forvetler olduğu kesin. Ama
onun vazgeçemediği, arkadaşlarına pozisyon
hazırlayan bir hedef forvet lazım olursa artık
Zamora gibi figürlerden çok daha değerli Rickie
Lambert’ı var. Üstelik gol de atıyor ve daha da
iyiye gidecek gibi gözüküyor.
Salih Demirci
Old Trafford’da
aile bağları
Profil
Emekli efsane Alex Ferguson
şimdilerde başarısının sırlarını
yazıyor, kaçınılmaz halefi David
Moyes ise girdiği ağır yükün
altında terliyor. Geçmişin izleri ise
daima bugünü kovalıyor…
HF
#
96
İskoçya’nın futbolunun yıldızları Matt
Busby, Bill Shankly, Jock Stein... Hoca olarak
başarının kitabını yazanlar, hala yanına
yaklaşılamayanlar ve futbolcular… Hollandalı
Bergkamp’ın adının sebebi olacak kadar iyi
golcü olan Denis Law, 78’de Hollanda ağlarını
nefis bir golle havalandıran Archie Gemmill ve
Kenny Dalglish ile tabii ki tüm bu isimlere göre
artık bambaşka bir yerde duran Alex Ferguson.
Yakın zamanda emekli olduğunu açıklayan
efsane hocaya kendi kahramanın kim olduğu
sorulduğunda verdiği yanıt, İskoç futboluna
dair bilinen genel yargıları kökünden sarsacak
kadar çarpıcı ve merak uyandırıcıdır:
“Douglas Smith beni çok etkileyen, harika
bir insandı. Bizi yalnızca futbol konusunda
eğitmiyordu, aynı zamanda disiplin, tertip,
düzen, zamanın doğru kullanımı, sportmenlik
ve nasıl rekabetçi olunur... gibi hayat derslerini
de zihnimize işliyordu.”
Alex Ferguson’a göre Douglas Smith,
kendisinin bugün geldiği noktaya ulaşmasında
en çok payı olan insanlardan biri. Birlikte
geçirdikleri zamanlardan sonra Old Trafford’un
daimi ziyaretçilerinden olan Smith, sonraları
Everton maçlarını izlemek üzere neredeyse her
maç haftası Goodison Park’a gider olmuştu.
Çünkü bir başka talebesi David Moyes da orada
çalışıyordu.
Drumchapel Amateur
Her şey, ailesi koskoca bir tersane sahibi
olan, Cambridge mezunu mühendis Douglas
Smith’in askerde ayağını kırmasıyla başlar. Yıl
1950 iken yirmi üç yaşındadır ve yaşadığı kaza
nedeniyle amatör futbol kariyeri sonlanmıştır.
Futbol hevesini törpüleyecek başka bir yol arar,
kilisenin yönlendirmesiyle kurulduğu günden
bu yana hiç maç kazanamamış olan bir kasaba
takımına maddi katkı vermeye başlar. Geleceği
inşa etmeye uzanan yoldaki ilk hamlesi, takım
kadrosunu belirleme yetkisine sahip olan yaşça
büyük futbolcuları diğerleriyle eşitlemek olur.
Artık kontrol Smith’in elindedir ve yetenekli
genç futbolcular, kısa zamanda palazlanarak
tozu dumana katarlar.
Elde yetenekli bir genç oyuncu grubu vardır,
takım kısa zamanda yerel ligin en iyisi
olmuştur. Öyle ki, 10 yıl boyunca yarıştıkları
şampiyonalarda kazanabilecekleri 20 kupanın
13’ünü almışlardır ve o dönemde Britanya
sınırları dâhilinde benzer bir dominasyon
yaratabilen başka bir takım yoktur. Bu durum,
ülke futbolunun kodamanlarının dikkatini
çeker. Artık onların maçlarını büyük takım
yöneticileri ve yetenek avcıları takip ediyordur.
Bu yeni durum, yetenekli oğul sahibi babaların
Douglas Smith’in himayesini seçmeye
başlamasına sebep olur. Çünkü biliyorlardır ki,
Drumchapel Amateur’de oynayan futbolcular,
daima profesyonel kulüplerin radarındadır.
Smith’in imzası
Herhangi bir antrenörlük eğitimi almamış
olan Smith, futbolcuların oyununa asla
karışmıyordu. Onlardan kendilerini en doğru
şekilde ifade ederek oynamalarını istiyor, asla
futbol konusunda telkinde bulunmuyordu.
Öğrencilerinin aktardığına göre, yıllar boyunca
bir kez dahi bağırmamıştı. Eğer hoşuna
gitmeyen bir şey varsa, yalnızca ‘hayal
kırıklığına uğradım’ diyordu ve onu tanıyanlar,
eğer söz konusu Douglas Smith’se bu sözü
duymanın zaten olabilecek en utanç verici şey
olduğunu biliyorlardı.
Profil
Alex Ferguson’dan referansla farkı yaratan,
yaptığı en özel iş ise hayatında Glasgow’dan
başka şehir görmemiş olan 14-16 yaş
aralığındaki çocukları Milano’ya, Moskova’ya,
Barcelona’ya götürerek, bu şehirlerdeki
kulüplerin genç takımlarıyla hazırlık maçı
oynatmaktı. Üstelik tüm bunlar 50’li ve 60’lı
yıllarda oluyordu, Douglas Smith çoktan
zamanın ötesine geçmişti.
HF
#
96
Ferguson’dan Moyes’a
Smith hakkında, “Çok zengin olması sayesinde
bize yardımcı oluyordu, ama mesele sadece
para değildi. Bize çok ama çok fazla zaman
ayırıyordu.” cümlesini kuran Alex Ferguson,
bu seyahatlerin ufuk açısı olduğunu söyler.
Onun Douglas Smith’le buluşması da bugünkü
değerine yaraşır farklılıkta olmuştur. Herkesin
girmeye çalıştığı takıma davet almış, ama
okul arkadaşlarından ayrılmak istemediği için
reddetmiştir. Bir gün evlerinin kapısı çalar,
gelen yaşadıkları kasaba Govan’ın en büyük
tersanesinin varislerinden biri olan Douglas
Smith’tir. Babası, şehirdeki tersanelerden
birinde çalışan genç Alex, ayağına kadar gelen
Smith’i kıramaz ve o gün belki de dünya
futbolunun tarihi değişir.
Şimdilerde ise onun bıraktığı yerden, söz
konusu okulun birkaç alt dönem talebesi
devam ediyor. Onun gibi mavi gözlü, beyaz
tenli bir İskoç. Tıpkı Ferguson gibi Glasgow’un
banliyölerinde doğmuş, futbolculuğu fazla
talep görmeyen biri David Moyes. Onları
birbirine sıkı sıkıya bağlayan ise Douglas
Smith’in Drumchapel Amateur’ünde
geçirdikleri günler ve soyunma odasının
duvarına Smith’in el yazısı ile yazdığı bir cümle:
“Mükemmel olabilecek yeteneklere sahipsen, en
iyisi olmak yetmez.”
Douglas Smith’in Drumchapel Amateur’ü,
bugüne dek asla profesyonel düzeye çıkmadı.
Geçen 50 yılda yetiştirdiği futbolculardan
en az 300’ü profesyonel oldu, bunların 29’u
İskoçya ulusal takımına kadar yükseldi.
Ferguson, Moyes, Gemmill, Gray... hepsi onun
öğrencisiydi. Hepsi, hayata dair öğrendikleri
pek çok şeyin kaynağının bu küçük amatör
kulüp olduğunu söyler. İskoçya futbolunun
adını duyurmayan ‘büyük’ kahramanı Douglas
Smith, 2004 yılında 76 yaşındayken hayatını
kaybetti.
Alper Öcal
Biraz Lucescu,
biraz Daum ve
biraz Parreira
RAMALHO
Brezilya’da teknik direktörlük yapan,
dört şampiyonluk kazanarak ülkenin
en iyileri arasına ismini yazdıran Muricy
Ramalho’nun geçtiği yollar aslında bize
çok yakın. Biraz Lucescu, biraz Daum ve
biraz Parreira ile döşenmiş.
Profil
Sao Paulo, nam-ı diğer Tricolor yani Üç
Renkliler, Brezilya’nın uluslararası saygınlığı en
fazla olan kulüplerinden biri. Çocukluğumuz
işleyen Tsubasa karakterinin Sao Paulo forması
giymesi bir tarafa, kıtada en fazla uluslararası
şampiyonluk kazanan Brezilya takımı olması
sebebiyle de bunu fazlasıyla hak ediyor.
HF
#
96
Öte yandan Sao Paulo’nun 1991 yılından sonra
ligde 15 sene şampiyonluğa hasret kaldığı
ve yavaş yavaş büyüklüğünü kaybettiğine
dair spekülasyonların had safhaya ulaştığı
bir dönem de var. Bu kaderi değiştiren isim,
kulübün alt yapısından yetişen Muricy
Ramalho olmuştu. Futbolculuğunda sadece
bir kez lig şampiyonluğu yaşayabilen Ramalho,
27 yıl aradan sonra yuvasına döndüğünde
üst üste 3 lig şampiyonluğu zaferi tatmayı
başardı. Brezilya’dan bunu başaran başka bir
kulüp ve teknik direktörün olmaması sebebiyle
mesleğin zirvesine çıktı.Velakin, kimilerine
göre savunmayı öncelik edinmesiyle ve taktik
bilinci yüksek takımlar yaratmasıyla birlikte de
ülkenin hücuma ve tekniğe kodlanmış futbol
ekolünü kökünden dinamitliyor.
Öyle ki; Dunga’nın görevine son veren Brezilya
Futbol Federasyonu tarafından ulusal göreve
davet edildiğinde, hücum toleransı Dunga’dan
bile düşük olduğu gerekçesiyle kimi otoriteler
tarafından anti propagandaya maruz kalmıştı.
Muricy Ramalho, yaklaşık dört sezon sonra,
ligin ilk devresinin bitimiyle ilk göz ağrısı Sao
Paulo ile yeniden buluştu. Bu kez farklı bir
misyonla. Zira Sao Paulo tarihinin en kötü
lig başlangıcını yaptı ve kulüp varoluşundan
bu yana ilk kez küme düşmeme mücadelesi
vermekte. Taraftar da bu gelişmeye öyle
sevindi ki, tribün doluluk oranının % 25 olduğu
ve bu sezon ortalama 18 bin seyirciyi ağırlamış
Morumbi Stadı’nda eski hocalarının ilk maçına
inanılmaz bir ilgi oluştu. Ponte Preta maçı
için satılan bilet sayısı en son 50 bin barajını
aşmıştı.
Kupa koleksiyoneri Ramalho
Peki kim haklı? Onun Sao Paulo’yu tekrar
parlak günlerine döndüreceğini düşünen
taraftar mı yoksa Brezilya futbolunu
dinamitlediğini hatta öldürdüğünü söyleyen,
etkisi azımsanmayacak futbol otoriteleri mi
? Bu sorunun cevabına yaklaşmak için Muricy
Ramalho’yu biraz daha büyüteç altına almak
gerekir.
Muricy Ramalho’nun zirve takımları olan ve
sezonu tamamladığı – ki Brezilya’da büyük
başarıdır -, Sao Paulo, Fluminense ve Santos
kariyerlerine bakıldığı zaman ülke şartları içinde
olağanüstü sayılabilecek, % 65’in üzerinde bir
başarı oranı göze çarpıyor. 3 kulüpte de en az
bir kupa kazandı. Dördü üst üste olmak üzere
5 kere Brezilya’da yılın teknik direktörü seçildi.
Çalıştırdığı diğer düşük profilli takımlarda
da yerel şampiyonlukları var. Örneğin, 2001
yılında Nautico’yu 11 yıl aradan sonra eyalet
şampiyonu yaptı, hem de kulübün 100’üncü
yılında.
O şampiyonluğu anlatırken şöyle demişti:
“Kaybetmeye alışmış bir takım vardı. Her şey
karmakarışıktı. Taraftarın baskısı büyüktü,
herkes çok gergindi. İki aylık bir kontrat yaparak
başarısızlığın bana ait olacağını söyleyerek,
futbolcuların tansiyonunu düşürdüm.Tek
yaptığım bakış açılarını değiştirmekti.”
Profil
Hazırcı mı yaratıcı mı ?
HF
#
96
Ramalho’nun teknik ve tarzının yanı sıra bu
demeçte olduğu gibi, benci yaklaşımının da
onu eleştirenler tarafından sevilmemesinde
büyük bir payı var. Öyle ki Sao Paulo’yu üç sene
üst üste şampiyon yaptığında asıl başarının o
takımı kuran Cuca’ya ait olduğunu belirten ve
Ramalho’nun ona hiç kredi vermemesini ağır
bir dille eleştirenler mevcut.
İşin Cuca tarafında haklı sayılırlar. Zira
Hernanes, Lugano, Josue, Aloisio, Richarlyson,
Danilo, Junior, Jean gibi pek çok futbolcuyu
takıma Cuca kazandırmıştı. Ve Ramalho
gerçekten de Cuca’ya fazla kredi vermedi
ama devraldığı Sao Paulo ile yarattığı, tam
manasıyla zıt kutuplardı denebilir. Fazlasıyla
ofansif olan, çokça atıp yiyen Cuca’nın
takımından sonra 38 maçlık ligi 19 golle
kapayan, savunmasıyla destan yazan ve güzel
futboldan çok maç kaybetmeme üzerine bir
takım ortaya çıkarmıştı.
Sao Paulo eyaletinin Sarıyer’i denebilecek ve
büyüklerin yanında hayli mütevazı kalan Sao
Caetano’ya, 2004 sezonunda kulüp tarihinin ilk
ve tek eyalet şampiyonluğunu kazandırdığında
ise durum bundan farklıydı. Corinthians’ı şu
anda başarıdan başarıya koşturan, alınabilecek
her türlü kupayı kazandıran ve kendisiyle
teknik açıdan benzer stilde yoğurt yiyen
Tite’den takımı devralmış ve sezon sonunda
kendisine verilen paye ve övgüye karşın yaptığı
açıklamayla şaşırtmıştı.
“Takımı bir araya getiren ve futbolcuları seçen
ben değilim. Tite’nin bu şampiyonlukta çok
daha fazla katkısı var. Başkalarının eserinde
ön plana çıkan bazılarıyla beni karıştırmayın. “
demişti.
Bir tutam Lucescu
Muricy Ramalho, karakterine ya da mesleki
yetkinliğine dair sorgulamalar bu açıdan hayli
boş denebilir. Fakat tarzıyla ilgili eleştiriler
meselenin odağı. Brezilya’lı gazeteci Jon
Cotterill onun oynattığı futbol için uyuyamama
sorunu çeken insomnia hastalarına
verilebilecek en iyi ilaç olduğunu söylediğini
hatırlıyorum. Haksız da sayılmaz.
Ramalho tüm takımın topun arkasına
geçmesini isteyen, özellikle deplasmanlarda
0-0’a razı, 1-0’ı yakaladığında farkı artırmayı
değil skoru korumayı düşünen, ve hatta süreye
oynayan, bunu değişiklikleriyle de yansıtan bir
duruş sergiledi.
Profil
Sao Paulo ile başarılı olduğu dönemde
Dagoberto ile kazanılan Jorge Wagner,
Carlos Alberto ya da Ceni’nin kullandığı
duran toplarla, ve Adriano ile Aloisio gibi
havadan çok dominant iki santrforuna uzun
oynayarak sonuç alan bir yapı oturtmuştu.
Hücumda son derece kısır, şampiyon olunan
üç sezonda gol krallığı listesine kimseyi
sokmayı başaramamış, sezonda 15 gol barajını
aşamamış bir takımlardı ama savunmada da
kale gibilerdi. 2007 sezonunda sadece 19 gol
yemişlerdi. Eyalet liginde ise sadece yedi gol
yediler. Altı maçları 0-0 bitmişti. Maç başına
yedikleri gol birin üstüne hiçbir sezonda
çıkmadı.
HF
#
96
Ramalho aynı düzeni sadece isimleri
değiştirerek Fluminense’de de kurdu. 2010’da
şampiyon olan takımda faulü alan bu kez
Emerson, duran topları kullanan Dario Conca,
Deco; bitiren ise Washington ve Fred oluyordu.
Yine kalesinde gördüğü ortalama gol sayısı
birin altında, hücumda en golcü ismi 10 golle
Washington olan bir takım yarattı. Santos’ta
ise Neymar, Ganso, Elano gibi duran top
ustalarının yanına havadan iyi bir bitirici
koyamadı. Alan Kardec’i denediyse de başarılı
olamadı ve şampiyonluk gelmedi.
Kariyerini hücum üzerine bina eden Fatih
Terim’den sonra Galatasaray’ın başına gelen
Mircea Lucescu’nun yaşadıklarının aslında
bir benzeri. Üstelik Lucescu da Ramalho da
futbolculuklarında hücum oyuncusuydu.
Tanıdık bir hikâye.
Bir tutam Daum
Ramalho, elindeki potansiyeli iyi kullanamama,
duran topları ana hücum silahı haline getirmesi
eleştirileriyle bir tutam Daum izleri de taşımıyor
değil. Bunun yanı sıra genç oyunculara mecbur
olmadıkça oynatmaması, yıldız oyunculara
sarılması, oyuncuları orijinal mevkilerinde
oynatmayıp farklı pozisyonlarda denemesi
de Alman teknik adamı hedef haline getiren
uygulamalarıyla benzeşiyor.
Öyle ki sadece Santos kariyerinde Libertadores
şampiyonu olan ama Neymar, Ganso, Elano,
Adriano, Danilo, Alex Sandro, Ze Eduardo,
Alan Kardec gibi yıldız aslarını çok kısa sürede
kaybetmesinin ardından Copinha olarak
bilinen ülkenin en iyi 18 yaş altı turnuvasında
şampiyon olan takımdan gençleri A takıma
çıkararak mecburen oynatmıştı. Bu sezona çok
kötü başlayan Santos, oynamaya başlayan
Neilton, Gabigol, Victor Andrade, Leandrinho,
Giva gibi gençleriyle toparlasa da daha önce
yeterince maç deneyimi kazandırılmadıkları
için Santos zirveden uzak kaldı ve Ramalho da
telefonuna atılan bir mesajla işinden oldu.
Telê Santana & Ramalho
Oyuncuları farklı pozisyonlarda oynatması
konusunda en çok konuşulan örnek ise
Hernanes. Yeni Kaka denilen Hernanes gibi bir
yeteneği defansif orta saha olarak kullanmıştı.
Ofansif becerilerini özgürce sergilediği
dönemde Barcelona ve Kaka’yı satması
gündemde olan Milan ile çok ciddi anılan
Hernanes, Real Madrid ve Inter için de plaseydi.
Menajeri bizzat açıklamıştı ama savunmaya
evrildikten sonra gidebildiği kulüp Lazio
oldu. Asla elit sınıfa yükselemedi. Milli takım
havuzundan uzak kaldı.
Oyun değil kupa büyüklüğü
Profil
Futbolculuk kariyerinde forvet arkası oynayan
Ramalho’nun teknik direktörlüğünde
hücuma bu kadar mesafeli olması ilginç.
Üstelik futbolu bırakmasının ardından
yardımcı antrenör olarak döndüğü yuvası
Sao Paulo’da Tele Santana’nın eğitiminden
geçmişti. Tele Santana ismini, hafızasını biraz
zorlayanlar 1982’nin Brezilya milli takımını
çalıştırmasından ötürü hatırlayacaktır. Santana
aynı zamanda ülkenin en sevilen efsanesi
Zico’nun da idolüydü. Bu ikilinin ortak yanı
izlemesi çok keyifli, babalarımızın mest
olarak anlattığı, kimi uluslararası otoritelere
göre hem 1970’te şampiyon olan Brezilya’dan
hem de günümüzdeki İspanya’dan daha klas
ve Brezilya usulü futbol denince akla gelen
takımın yaratıcıları olmasıdır. Ne var ki, o takım
diğerleri gibi taçlanamadı sadece gönüllerin
şampiyonu olmakla yetindi. Brezilya’nın tam
manasıyla antitezi olan Rossi’nin kekrek
İtalya’sına yenik düştü. Tele Santana’nın Sao
Paulo’yu çalıştırdığı altı sezonda da sadece tek
şampiyonluğu da bir köşeye not edilmedi.
HF
#
96
Futbolculuğunda bir hücum oyuncusu
olan Ramalho, hele de Tele Santana’nın
tedrisatından geçmesinin ardından ikinci
çıraklığını 1994’te ülkeye 24 yıl aradan sonra
Dünya Kupası şampiyonluğunu yaşatan Carlos
Alberto Parreira’nın yanıydı. Parreira’nın
hem milli takımda hem de Fenerbahçe’de
verdiği imaj Ramalho’nun oyuna şu an baktığı
noktayla fazlasıyla uyuşuyor.
Parreira & Ramalho
Güzel oyun ile alkışlanmaktansa, izleyene
hitap etmeyen ama kazanan bir teknik direktör
olmayı tercih ettiği aşikâr.
Palmeiras ve Santos döneminde lig
şampiyonluğuna hasret kalan ve tahtını Tite
ve Abel Braga’ya kaptıran Ramalho yeniden
yükseliş peşinde. Sao Paulo’da duran top
kazandıracak Osvaldo, Aloisio, Ademilson
gibi çabuk forvetler, onları kullanacak Ceni,
Jadson ve Ganso gibi üç usta ve bitirecek Luis
Fabiano’ya sahip olması taraftarın şimdiden
iştahını kabarttı.
Üstelik batıl olarak da her şey istedikleri gibi.
Sao Paulo her ne kadar şampiyonluğa değil
küme düşmekten kurtulmaya oynayacaksa
da, Muricy Ramalho koltuğu Paulo Autori’den
devraldı. Tıpkı 2006 yılında olduğu gibi.
Uğur Karakullukçu
FiNAL DAHA BAŞLANGIÇ…
Nike Halı Saha Ligi finalleri 3-5 Eylül arasında İstanbul’da yapılırken, 1200 genç
için organizasyon çok değerli bir deneyim oldu.
Nike Halı Saha Ligi senelerdir düzenlenen,
geniş çaplı bir organizasyon. Bir şekilde
ucundan kıyısından duymuş, hatta sahaya çıkıp
oynamış dahi olabilirsiniz ancak federasyonla
paralel olarak yürütülen bu organizasyon artık
daha farklı bir seviyeye gelmiş durumda ve bir
eğlencelik olmaktan öte bir görev üstleniyor.
HF
#
96
İlk yıllarında herkesin takımını kurabildiği ve
sahaya çıktığı organizasyon bu sezon Türk
futboluna farklı bir açıdan hizmet eden ve
önemli bir boşluğu dolduran konuma geldi.
Türk futbolunun en büyük problemlerinden biri
futbolun okullara inmekte güçlük çekmesi...
Okulları bir arada tutan ve spor yapmaya teşvik
eden organizasyonlar çok kısıtlı. İşte tam bu
noktada Nike Halı Saha Ligi farklı konseptiyle
devreye girdi ve serbest formatını bırakıp okul
futbolunu teşvik eden formatıyla ülke futbolu
adına önemli bir hizmet gerçekleştirmiş oldu.
36 bin genç boy gösterdi
Lise (15-18 yaş) ve üniversite (18-35 yaş)
kategorilerinde tam 4 bin 300 takımın sahaya
çıktığı bu sezonki organizasyonda mücadele
veren genç sayısı 36 bin 250. Milli Eğitim
Bakanlığı ve Spor Bakanlığının da aynı anda
desteğini alan Nike Halı Saha Ligi’nin ulaştığı
kişi sayısı gerçekten takdir edilesi. Üstelik bu
katılım sayısının daha da artması, daha çok
okulun önümüzdeki yıllarda organizasyonda
boy göstermesi bekleniyor.
36 bin 250 kişi arasından toplam 1200 şanslı
genç sadece kendi illerinde değil, İstanbul’daki
final organizasyonunda da boy göstermeyi
bildi. Bu ekiplerden 59’u lise, 35’i üniversite
takımıydı. Bu 1200 genci 3 Eylül’deki kura
çekiminde bir arada görmek de heyecan
vericiydi. Belki buradan bakınca hepi topu
bir futbol turnuvası diyebiliyorsunuz ama o
gençleri görünce onlar için kesinlikle bundan
çok daha ötede bir deneyimdi. Belki de bu
gençlerin bir kısmı hayatları boyunca İstanbul’a
ayak basmayacak ancak profesyonel bir
futbolcuymuşçasına muamele gördükleri
bu 3 günlük macera onların belleklerinde
hep canlı kalacak. Kura çekimi günü sadece
onlara bakarak dahi bunu hissedebiliyordunuz
ki bir genç arkadaşımıza dahi böyle
hissettirebiliyorsa bu organizasyonun görevini
yerine getirdiğini söylemek kesinlikle yanlış
olmaz.
Arda etkisi
Kura çekiminde 1200 gencin ilgisini tek bir
noktaya toplamak elbette zor, tecrübeli sunucu
Melih Gümüşbıçak dahi tam 94 takımın
katıldığı final kurasının çekiminde bir süre
sonra topu çocukların hayallerindeki isimlere,
iki milli futbolcuya attı: Nuri Şahin ve Arda
Turan.
HF
#
96
Nuri Şahin gerçekten çok sevimli bir insan,
yakından görüp de kanı ısınmayacak
birisi olduğunu sanmıyorum ancak Arda
Turan’ın insanlar üstündeki etkisi gerçekten
bambaşka… O konuşurken çocukların sahnenin
dibinde toplanıp gözlerinin içine bakması bile
bunu gözlemlemek için yeterli. Kendini ifade
etmek Arda için zaten hiçbir zaman bir problem
olmamıştır, yaptığı konuşmada organizasyona
verdiği önemin yanı sıra milli takım üzerine
yaptığı samimi açıklamalar da gençlerin
takdirini topladı. “Halkımızı üzdüğümüzün
farkındayız. Milli maç milli maçtır. Az da olsa
bir şansımız var. Bunu da başarırsak Dünya
Kupası’nda olacağız ve çok iyi olacağız.
Elimizden geleni yapacağız ama boş yere
umut dağıtmak istemiyoruz” diyordu Arda.
Bunları dedikten sonra aldıkları iki galibiyet de
aslında konuşmanın değil, icraatın geçerli akçe
olduğunu gösteriyordu.
Finallerin son gününün yıldızı ise daha önce
de Nike Halı Saha Ligi vesilesiyle uzun uzun
sohbet ettiğimiz isimlerden Salih Uçan’dı.
Yaz döneminde o milli takımdan bu milli
takıma, sonra Fenerbahçe’ye derken nefes
dahi almakta güçlük çeken Salih soluğu
finallerin son gününde Alibeyköy’de almış ve
Alibeyköy Spor Tesisleri’nde yaşıtı sayılacak
genç arkadaşlarının final karşılaşmalarını
yerinde takip etmişti. Aslına bakılırsa kimin
kazandığının çok bir önemi yok, önemli olan
organizasyonun kendisi ve ilk etapta 36 bin
250, final etabındaysa 1200 gence yaşatılan
o değerli deneyimdi. Tokat Mehmet Akif
Ersoy Lisesi ve Bilecik Üniversitesi’nden
arkadaşlarımızı da tebrik edelim, finali de
Salih’le çektirdikleri güzel fotoğrafla yapalım.
Bu final hem onlar için hem de Nike Halı Saha
Ligi organizasyonu için sadece bir başlangıç,
önümüzdeki yıllarda çok daha iyilerine şahit
olmak dileğiyle…

Benzer belgeler

BiR SAVAŞ KAHRAMANI HALILHODZIC

BiR SAVAŞ KAHRAMANI HALILHODZIC mucize olarak gözüken 2014 Dünya Kupası umutlarımız bir anda yeşerdi. Kalan iki maçla da Türkiye’nin kaderi çizilecek. Fakat sadece milli takımın değil önümüzdeki aylarda TerimGalatasaray-milli tak...

Detaylı