külliye 61.indd

Transkript

külliye 61.indd
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
S AY I
Yıl : 15/2014
61
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Yazı İşleri
KEMAL BATMAZ
Tashih
MAHMUT BAHAR
Röportaj
TANER NAMLI
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Doç. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M.NACİ ONUR
Uzm.Necati KANTER
Ömer KAZAZOĞLU
A. Faruk GÜLER
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 70 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
3
Nazım Payam
Göçmen kuş
7
A. Vahap Akbaş
Çürük elma
8
İsmail Kemal Durhan
Kın kanatlı kırk kıraat
9
41
Mehmet Aycı
Eşkiya gazeli
42
Ömer Kazazoğlu
Tedirgin yolcu
43
Serdar Arslan
Yokmuş gibi ellerin
44
Mahmut Bahar
İsimsiz şehre şiirler 2
Nurettin Durman
Gülüm
10
45
Yakup Deliömeroğlu
M. Milât Özçelik
röp. A. Faruk Güler Macar ovasında bir
korsan
15
M. Kayahan Özgül
Sorulara seyahat
18
Vefa Taşdelen
Zigana'dan geçmek
20
46
Ömer
Küçükmehmetoğlu
Altayların gizemli
dünyasına seyahat
49
Suphi Saatçi
'Gel
çek
bu ayrılığı
D. Mehmet Doğan
Uzaktaki yakın: Kaşgar! Gör nece üreg dağlar'
24
İmdat Avşar
Dağlar arasında bir kasaba:
Lahiç
54
Mehmet Kurtoğlu
Seyahatname veya
gezi notları üstüne
28
56
32
61
Necati Kanter
Hüseyin Özbay
Üsküp içre Üsküp Mukaddes topraklara
yolculuk
Yahya Akengin
Yollar ve izler
34
Muhsin İlyas Subaşı
Ayşe tatili tamamlayamadı!
Salih Uçak
Yunus'un şiirlerinde
yol metaforu
64
Levent Bayraktar
Medeniyet ve Ahlâk
72
Seval Koçoğlu
On yedi
74
Nazım Payam
Kusurlu sevmeler
75
Cengiz Aytmatov
röp. T. Nasirdinov
81
Mehmet Nuri Yardım
röp. Sevin Özek
85
Mehmet Miyasoğlu
Zügüdar, Babil'den Tac
Mahal'e yolculuk
90
İlhami Bulut
Akşam kuşatması
91
Şerif Fatih Akkağıt
külliye sanat odası
93
Yavuz Gürler
Türksav ödülleri
95
Nuray Memiş
Buğulu cam
96
kitap vitrin
Muhterem Okurlar,
Bu yaz daha bir sıcak ve faal geçti. Ramazandı, bayramdı, ilden ile hısım akraba, eş dost
ziyaretiydi derken, cumhurbaşkanlığı seçimi geldi
kapıya dayandı.
Bizlerde üstü örtülemeyecek farklı bir telaş, bir
heyecan daha var: Dosya konunuz ‘gezi’. Dergimizin kalem erbabına “Türk Dünyası Seyahatleri”
yazdırma çabasındayız.
Kimine ulaşamıyoruz, kimi zamandan yakınıyor, kimileri ise konuya yatkın olmadığını söylüyor.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi gelecek metinlerin
amacımıza uygun olup olmaması endişe ve merakı!
Artık bize gönderilecek olan günlük mü, mektup mu, rapor mu? Yoksa ‘bir şehri veya ülkeyi ansiklopedik tarzda tanıtan nesnel ve detaylar manzumesi mi?’
Elbette gezi yazılarında esas, görüleni içselleştirerek anlatmak… Ancak içselleştirmeye sezgi,
bilgi, tecrübe, yerel ve ulusal kaynaklar ve yeni
yeni sorular da dâhil olmalı.
Ya üslup? Valizinizde üslup yoksa geziye gidişiniz döküntülü demektir.
Üslup kaygısı, merak, heyecan, hazırlık… Hevesle yola çıktık. Size ulaşabildik mi, bilmem?
Gelecek sayımızın dosya konusu yazarlarımızın takdirine kalmış.
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a
emanet olunuz.
Bizim Külliye
2
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Göçmen Kuş
NAZIM PAYAM
K
a r d e ş
K a l e m l e r ’d e n
tanıdığım
Ömer Küçükmehmetoğlu
Bizim Külliye dergisine
Kırgız edebiyatından birkaç çevri gönderdi. Yayımladık. Ardından “Kırgız Edebiyatı Özel Sayı” talebinde bulundu,
“Olur” dedik. Üç ayda bir yayımlanan dergimizin 53. sayısını Kırgız edebiyatına ayırdık.
Böylece uzaktaki kardeşlerimize bir selam daha
gönderecek ve 2007 yılının 34. sayısında okurlarımızla buluşturduğumuz Cengiz Aytmatov’a
Vefa dosyamızı tamamlamış olacaktık.
Çalışmamızın editörlüğünü KırgızistanTürkiye Dostluk ve Kültür Derneği yapacaktı. Gelecek yazıları heyecanla bekliyorduk.
Kırgızca’nın hazine sarayı Manas Destanı’nın iç
odalarında dolaşacağımızı, okurlarımıza çağdaş
Kırgız edebiyatçılarını tanıtacağımızı, Cengiz
Aytmatov’la ilgili yeni bulgulara ulaşacağımızı
sanıyorduk. Birçok konuda hevesimiz kursağımızda kaldı. Gönderilen metinlerde Manas’a
hiç değinilmemiş, çağdaş Kırgız edebiyatçıları işaret edilmemişti. Cengiz Aytmatov’a dair
gönderilen ise yalnızca Mamasalı Apışev’den
Kuşkusuz dilin
içerdiği kültürdür.
Türklük dille
gerçekleşir.
İçselleştirilen bir
başka dilin yerli
entelektüellerce
bu boyutta
alkışlanacağını
elbette
algılayamazdık.
Sanırım Ruslar,
gücünü silahtan alan
sistemle işgal ettikleri
o yerleri edebiyatla
fethetmişler.
Benzeştirme
serüveninde ilk göze
çarpan bu.
3
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
“Cengiz Aytmatov, Mar Bayciyev: İki Dilli Çalışma Ufku” makalesi idi. O sayımızda, Türkiye’de
bulunan Kırgızistanlı genç akademisyenler de
merakımızı giderecek, karşılıklı muhabbet artırımında bulunacak bir gayrette olmadılar.
Çokları “bilimsel” verilerine bir puan duvarı
bulmuşçasına akademik çalışmalarını tercih
etmiş, abanmışlardı üstümüze. Ayıklamak zorundaydık. Dergimizde göz dolduran Salican
Cigitov’un “Çağdaş Kırgız Edebiyatına Dair”
metnini ise Prof. Dr. Orhan Söylemez’in arşivinden edinmiştik.
Mamasalı Apışev, makalesinde şu kanaati taşıyordu: ‘Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev’in
Kırgız halkını ve onların ruhi zenginliğini çeşitli halklara mensup okurların bilincine yerleştirmesinde temel espri eserlerini Rusça yazmış
olmalarıdır.’
Salican Cigitov’un metni de Mamasalı
Apışev’in makalesinin âdeta bir devamı ve tamamlayanı idi. Şimdi, Kemal Göz’ün çevrisiyle on buçuk punto ve sekiz sayfa tutarındaki o
metnin ara başlıklarına bakalım.
“Kırgız edebiyatı, Orta Asya’da yaşayan küçük
bir halkın edebiyatı”,
“Kırgız edebiyatı, XX. yüzyıla kadar sosyal ve
tarihî gelişimden uzakta kalan halkın edebiyatı”,
“Kırgız edebiyatı, dünyadaki en genç edebiyatlardan biri”,
“Kırgız edebiyatı, ancak XX. yüzyılın başlarında kâğıt üzerine yazılmaya başlayan, yetmiş
yıl içerisinde birtakım gelişmeler gösterse de hâlâ
tam olarak oturmamış, günümüzdeki dünya bilgi
ve dünya medeniyetlerinin kazanmış olduğu bilgi
birikiminin milyonda birini belki yeni yeni anlamaya başlayan yazı dili vasıtasıyla ortaya konulan edebiyat”,
“Kırgız edebiyatı, devlet desteği ile ortaya çıkan, devletin verdiği maddi yardımlarla gelişim
sürecini devam ettiren fakat diğer taraftan yine
devletin politikalarının propagandasını yapmakla mükellef, kesintisiz olarak resmî otoritenin
kontrolünde olan bir edebiyat”,
“Kırgız edebiyatı, genel olarak herhangi bir
entelektüel temeli olmayan, yazarlık meziyetleri
açısından yetersiz ve dünya standartlarının altında eğitim almış yazarlar tarafından ortaya konulan edebiyat.”
“Kırgız edebiyatı, içerik ve tür olarak Batı
edebiyatında işlenerek oraya çıkan ve başka halkların edebiyatlarına da geçen edebî türlerde verilen eserlerle ortaya çıkan ve bu türlerin belli ölçülerde yerleştiği edebiyat.”
Dosya konumuz farklı bir mecraya gidiyordu. Şaşkındık. Gerçi Kırgız, Kazak, Başkurt,
Tatar ve Sibirya Türkleri okuryazarlarının “Bu
(Rus) edebiyatı okumak, yorumlamak gibi seçkin bir alışkanlıkları var” olduğunu okumuştuk.
Ama önümüze konulan ne Rusçanın kelime,
terkip ve teknik zenginliğinden faydalanmak ne
de dillerinin yanına bir dil daha koymaktı. Anlatılanlar, Kırgız entelektüellerinin anadillerini
yadsıyarak Rus diline teslimiyet derecesini ve o
yükseklikten aldıkları hazzı gösteriyordu.
Kuşkusuz dilin içerdiği kültürdür. Türklük
dille gerçekleşir. İçselleştirilen bir başka dilin
yerli entelektüellerce bu boyutta alkışlanacağını
elbette algılayamazdık. Sanırım Ruslar, gücünü silahtan alan sistemle işgal ettikleri o yerleri
edebiyatla fethetmişler. Benzeştirme serüveninde ilk göze çarpan bu.
Özel
dosyamız
sürecinde,
Manas
4
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Üniversitesi’nde görev yapmış bazı öğretim
üyesi hocalarımızla görüşmüştük. Bizleri yivleyen sorulara cevap onlardan akmıştı. Duyduklarımız; Kırgızistan’da birinci sınıf vatandaşların
yine Ruslar olduğu, Kırgız bürokratları, zenginleri çocuklarını Moskova’da Rus kolejlerinde
okuttuğu ve o evlerde Rusça konuşulduğuydu.
Duyduklarımız arasında üzüntümüzü körükleyen ise Sovyet döneminde Kırgız ediplerin millî
kültüre dair kullandıkları sembolleri halkın anlamak ve açıklamakta hâlâ yetersiz kalışı idi.
Nitekim Cengiz Aytmatov’un 80. doğum
yıldönümü için uluslararası bir tören düzenlenecektir. Yıl 2008, törene üç ay kala Cengiz
Aytmatov vefat eder. Fakat etkinlikler programlandığı gibi gerçekleştirilir. Avrasya Yazarlar
Birliği adına hikâyecimiz İmdat Avşar da davetliler arasındadır. Avşar söylemişti: “Dünyanın
pek çok ülkesinden gelen aydınlar, kendi dilleriyle Cengiz Aytmatov’u konuştular. Ancak bu
konuşmalar Kırgızlara Rusçaya çevrilerek aktarıldı.”
Sonrası malum, alkışlar, alkışlar…
Sonuçta Salican Cigitov da şunu söylüyordu
bize: ‘Kırgızların yazılı edebiyatı SSCB döneminde başlamıştır. Kırgızların büyük dilimi,
Rusçanın hizmetinden memnundur. Millî sembolümüz hâline gelen Cengiz Aytmatov’un iki
dilli bir yazar olduğunu ve eserlerinin üçte ikisini Rusça yazdığını unutmayınız.’
Kasım Tınıstanov
Kırgızistan-Türkiye Dostluk ve Kültür Derneği sekreterliğini yürüten Mirlanbek Nurmatov ve Ömer Küçükmehmetoğlu daha sonra
e-posta yoluyla gönderdikleri iletide, özel dosyamızı bütünüyle‘Kırgız’ı Kırgız yapan Kasım
Tınıstanov’un hayatı ve çalışmalarına’ ayırmamızı arzuladıklarını belirtiyorlardı.
Kardeş değil miyiz? Tamam, dedik. Ama
merak, tende bir kene! Yine sorular! Yine sorular! Kasım Tınıstanov kimdir? Kırgız’ı Kırgız yapanlardan biri, unvanını kim verdi ona?
Ne yazar çizer, neyi savunur? Direnci hangi
kaynaktandır? Kırgız halkı neden onu muhabbet şelalesinin kayalarına kondurmuş? Ondan
bugüne kalan ne? Keşke bu dosya hazırlığına
başlamadan evvel onun bir risalesini okusaydık. Keşke üç beş günlüğüne de olsa evvelinden
Kırgızistan’ı gezip görebilseydik. Orada gökten
yağana avuç açsaydık, yerden fışkırana el sürseydik. Pencere denizliğine konulan saksılara,
kapı önüne bırakılan terliklere baksaydık. Selam verseydik, selam alsaydık. Onlar da bizim
gibi asfalta katran mı kullanırlar? Ortak yanlarımızı, özlemlerimizi, hayat takvimini dolduranı birlikte dillendirseydik.
İlk başvurumuz Prof. Dr. Ahmet Buran’ın
“Kurşunlanan Türkoloji” isimli eseri oldu.
Daha sonra kaynakları çoğaltıyoruz.
Ve öğrendiklerimiz:
Kasım’ın babası Tınıstan kısa boylu, sağlam
vücutlu esmer bir adammış. Annesi Arpabek
çok güzel emçilik yaparak bitkilerle hastaları
iyileştirebilen bir kadınmış. 10 Eylül 1901’de
Isık Göl ilçesine bağlı Çırpıktı köyünde doğmuş. Üç kardeş imişler…
Kasım Tınıstanov, edebiyat çalışmalarına
1919 yılının sonlarında başlar. Bu tarih onun
Sovyet Sosyalist Türkistan Cumhuriyeti’nin
merkezi olan Taşkent’teki Kazak-Kırgız Halk
Pedagoji Enstitüsü’nde okuduğu yıllara denk
gelir. Kırgızlara göre O, Kırgız yazılı edebiyatının temellerini atanlardan biridir. Kırgız alfabesi, Kırgız Dili Ders Kitabı, Kırgız Dili Grameri,
Kırgız Dili Morfolojisi, Kırgız Dilinin Sözdizimi onun elinden çıkmıştır. Kaynaklar Kasım
Tınıstanov’un Kırgızca’dan derlediği kelimelerin 60 bine ulaştığını belirtir. Kırgız Dili Ders
Kitabı’na onlarca Kırgız atasözü yerleştirir. Sosyo-Ekonomik Terimler ve Terimler Sözlüğü ona
aittir. Sözlü kültürün berrak ve muazzam kaynağı Manas Destanı’nı araştırır, inceler. Manas’ı
Rusçaya çevirme çalışmasına katılır.
Kırgızları 1925 yılında Arap alfabesinden
Latin alfabesine, 1937 yılında Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçmeye davet eden yine
Kasım Tınıstanov’dur. İlk sistematik eğitim
bolşeviklerce o yıllar kurulmuştur. Sosyalizm
propagandasına daha elverişli olacağından
okullarda eğitimin ‘işlevsel’ dili Rusçadır. Kasım Tınıstanov’un “Kırgızistan’daki Yeni Alfabe
İçin Mücadelenin 10. Yılı” adlı bildirisi, Kiril
alfabesine geçilmesi hakkındadır.
5
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
O bildirinin son paragrafı, birlikte okuyalım:
“SSCB’deki milletlere Rus dilinin kültürel
etkisi büyük ve bu tarihî zorunluluktan ortaya
çıkmıştır. Evvelen, Rus işçileri Rusya’da kapitalizmin ortadan kalkmasında öncülük etti ve bundan
sonra da sosyalizmin kurulmasında öncülük edecektir. İkinci olarak, sosyalizmin toplum tarafından benimsenmesi için sosyo-ekonomik, bilimsel
ve teknolojik bilgilerin diğer milletlerde yerleşmesi
Rusça sayesinde mümkündür. Soruna bu cihetten
baktığımız zaman gramerin, terminolojinin, imlanın ve dil kuruluşunun meseleleri daha kolay
çözülecektir.”
Kasım Tınıstanov’un akıbeti?
Karar verme yetkisini elinde tutanlar kendi
bildiklerini uygulayacaklardır. Velhasıl netice
değişmez. Kasım Tınıstanov, Stalin’in emriyle
1937’de tutuklanır. 1938’de içlerinde Cengiz
Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov’un da
bulunduğu 137 kişiyle birlikte Bişkek yakınlarındaki Contaş’ta kurşuna dizilir.
Sebep?
Sayayım: Bir, 1933 yılında Bişkek Opera
Bale Tiyatrosu’nda Akademi Geceleri dâhilinde
sahnelenen piyesinde burjuvazi yanlısı eskiyi
özlemesi (oysa piyes “Yaşasın Devrim” çığlıklarıyla bitmiştir);
İki, Aalı Tokombayev’in Lenin hakkında
yazdığı manzumeyi, tanıtım yazısında ham bulması;
Üç, dil bilimci, dram yazarı, hikâyeci, gazeteci Kasım Tınıstanov’un şairliği de var tabii.
Aşağıya aldığım şiirin çözümünde Kırgızlara
verdiği mesajın ortaya çıkması.
“Ayazla ıslık çalarak,
Geldi ihtiyar kış
Baharda bizde öten
Sıcak yerlere gitti göçmen kuş
Ne zaman gider ihtiyar kış
Ne zaman çiçeklenip sevinir
Sıcak yerlere giden yaşlı kuş
Ne zaman gelip öterler ”
Bu şiirde “ihtiyar kış”tan kasıt, bolşevikler
imiş… “Ne zaman gelir göçmen kuş” mısrasında ise onun “akları” çağırma temennisi varmış…
Kasım Tınıstanov’un kurşuna dizilmesinde
belirtilmeyen asıl sebeplerden biri de şuydu:
Rus yöneticiler başından beri SSCB bağlı Türk
cumhuriyetleri bilim adamı ve sanatçılarıyla
niyet okuma toplantıları yapıyor, onların her
faaliyet ve teklifini yer, saat, gün olarak kayda
alıyor, test ediyorlardı. O, bu testlerde başarısızdı. Mesela, Kırgızların Kiril alfabesine geçilmesi
talebini 10 Mayıs 1937’de yapmıştır. Oysa evvelinde (29 Haziran 1925’te) Arap alfabesinin
lağvedilmesiyle Latin alfabesini teklif etmişti.
On yıllık gecikme SSCB için halk düşmanlığıydı ve bu, Kasım Tınıstanov’un infaz edilmesini
gerektirirdi.
Tarih, 28 Mayıs 2013.
Türkiye Yazarlar Birliği yönetim kurulu ve
bir grup sanatçıyla Kırgızistan’dayız. (Merak ve
heyecandan olacak gideceğimiz günün gecesi ve
uçuş süresince uyuyamamıştım.) İkinci günümüzdü galiba, Bişkek’in güneydoğusunda, 25
kilometre ötedeki Contaş’ta, Ata-Beyt’i ve Cengiz Aytmatov’un mezarını ziyaret edeceğiz. Rıdvan Canım’ın öğrencisi, Rıdvan Bey’i ve beni
özel otomobiline davet etti. Yola koyulduk. Bir
süre sonra yanlış yöne saptığımız kanısındaydık. Küçücük bir köye varınca durduk. Genç
arkadaşımız, yol kenarında oynayan çocuklara
gideceğimiz yerin adresini Rusça sordu.
Tekrar yola koyulduğumuzda Rıdvan Bey,
soru diline sitemini belirtiyordu. Kırgızistan’da
üçüncü yılını doldurmakta olan genç arkadaşımız; “Hocam, burada en doğru cevap bu dille
alınır.” dedi.
Maalesef halk, yaşadıklarıyla olsun, eserleri
ve dilleriyle olsun hâlâ Moskova’da sınavdan
geçirileceğini sanıyordu. Ama Contaş, ama Isık
Göl, köyler, Tanrı Dağları ve otağ bize çok yakındı.
Orada tanığı olduğumuz bir şey daha vardı:
Manasçılar…■
6
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
ÇÜRÜK ELMA
Küflü bir papaz
Çürük bir elmayı dinliyor
Anlat anlat bitmiyor
Öyle çoktur günahı elmanın
Papaz: iflah olmaz
Kirli kelimeler koleksiyoncusu
Gün görmemiş itiraflar asılı
Karanlık galerisinde
Diş yarası değil umurunda elmanın
Söylemektir aslında çürüten onu
Ve farkında olmasa da / dinledikçe
Ağır ağır çürüyor kalbi papazın da
Bir de ben: elmalara kıyamayan
Zarı yufka diş, vurgun yemiş düş
Acılar büyütüyorum geceler boyu
Çürük kocaman bir ağzın içinde
A. VAHAP AKBAŞ
7
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
KIN KANATLI KIRK KIRAAT
Böcek kanından yalnızlık yazılıyor
Üfürdüm kenara kopan kın kanatlarını
Kın derken yalın ve sade kılıçsız
Kara gözlü çocuk öldürüyor böcekleri
Lambanın seyir âleminden yazarlardır onlar
Düşer masanın üstüne hep sırt üstü
Alaaddin’den devşirme lamba sürt üstü
Kedilik bir kedilerdeymiş azizim
Böceklere bakarak söylendi.
İnisiasyonunu tamamlamış cümleler gibi
Kaleminden papatya kara gözlü çocuk
Vurdum yine kara gözlü çocuk
Kalemin kurşununu miğfer delen yaptım
Böcekleri alnının tam ortasından
Kurşuna “dom dom!” makamı gibi
Vurdum! kara gözlü çocuk
Vurdum..
Ölü gibi kezekullar kara gözlü çocuk
Kuytu başında gezgin
Belki Fransız’a Türk kahvesi
Ya da bir türke fransız öpücüğü
Kara gözlü çocuğun çoğusu
Çoğunun derdi ya hep kara gözlü çocuk
Arada ikilemeler de yapardı hayatından
Faraza şırıl şırıl
Faraza sevmek ölmek gibi
Merakına yenik düştü
Müstemleke zamanlarını ufukta gördü
Kara gözleriyle kara gözlü çocuk
Öncesinde oniki yaş vardı
Faraza su gibi tuz
Faraza 365′ten oniki yaklaşır otuz
İSMAİL KEMAL DURHAN
8
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
isimsiz şehre şiirler -2-
zaman ve kehribar
duvarı bölüşen üç beş ihtiyar
naftalin kokulu hatıralar diz dizedir
eski bir kâğıt üstünde parmaklarım
kalemle sevişir
mürekkep o mürekkep değildir
dış mahallinde çipil gözlü oğlanlar
saçı yapağı tutmuş kızlar
cıvatası kağşamış tahterevallide
tekerlemelerin adı değişir
şehir çok kenarlı
şehir çok yüzlü hendesedir
gülü o gül değildir
nergisine atıf yapılmaz
toprağı, suyu bulandırır
kimyası bozulmuş rafında etim
kanım tersine akan nehir
beni hayalin ovasından
beni rüyanın aynasından geçir
nasıl gerekiyorsa öyle çarpsın yere
hüzün ki his coğrafyamızın pehlivanı
hüzün ki hislerin en cinidir
eksilmesin diye ekmeğimizin tuzu
gurbet kendine ayarlamış bizi
gidişinin ayak sesi bu yüzdendir
kollarımızı yârdan yoluşumuz bu yüzden
aklımızı yolacağımız gün de gelir
dün sabah erkenden kalktım
ağaç kovuklarına taş diplerine baktım
sokakları kestim caddeleri biçtim
yokluğun bir karayılan
vuslatın tuzunda panzehir
sen gidince boşaldı bu şehir
ne söz kalır geride ne şiir
demiştim ya
hevesi içimdedir
dön / şehre yedi yoldan girilir
MAHMUT BAHAR dön / sensizlik çöl gibidir
9
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
YAKUP DELİÖMEROĞLU
ile Türk Cumhuriyetleri ve Avrasya Yazarlar Birliği üzerine
Millî ve manevi değerlerin yeniden inşası, toplumun
mayasında bulunan ve zaman içinde unutturulan
Türk-İslam terkibinin ihyası bu ilişkilerle çok
daha sağlıklı yürüyebilecek bir süreç. Türkiye,
kardeşlerine bu konuda destek olmasa, eski
Sovyet coğrafyasındaki manevi boşluğu gören
başka aktörler bunu doldurmaya çalışıyorlar.
A. FARUK GÜLER
Bulunduğunuz konum ve yaptığınız çalışmalar münasebetiyle Türk coğrafyası üzerinde çok
gezen insanlardan birisiniz. Sovyetler Birliği’nin
yıkılışından sonra Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleriyle başlayan yakınlaşma bugün ne durumdadır? Türk dünyası ile irtibatımızın bir değerlendirmesini yapabilir misiniz?
Öncelikle şunu ifade edeyim ki, Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkiler her geçen gün daha
çeşitlenen, derinleşen ve sağlamlaşan bir seyir izliyor.
Sovyetler Birliği dağılma süreci dünya tarihinde
benzeri olmayan bir hâdisedir ve belki de benzer bir
olay gelecekte de hiç yer almayacak.
Sovyetlerin dağılması ile bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetleri çok zor dönem geçirdiler.
Bağımsızlığın ilk yılarında birbirlerine benzer ekonomik ve sosyal yapıları vardı. Bu benzerlikler Türk
cumhuriyetlerini topluca değerlendirmeye imkân
veriyordu. Bugün çeyrek asra yaklaşan bağımsızlık
döneminden sonra her Türk cumhuriyeti ayrı bir tecrübe geliştirdi, ekonomileri farklılaştı, siyasi yapıları
değişti, sosyal süreçler her birinde değişik yönlere
doğru yöneldi. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz
dönemde, bağımsızlığın ilk yıllarında olduğu gibi
birbirine çok yakın ülkeler yok. Bu sebeple artık Türkiye her ülke ile ilişkilerini ayrı ayrı değerlendirmek
Yakup Deliömeroğlu
1966 yılında Çankırı doğdu. Ankara
Üniversitesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü'nde doktorasını
tamamladı. Yüzüncü Yıl Üniversitesine öğretim
üyesi olarak atandı (1994).
Türk Cumhuriyetleri ile Ekonomik İlişkilerden sorumlu Başbakan Başmüşavirliği'nde
Danışman olarak görev yaptı (1994-97). TürkKazak Ahmet Yesevi Üniversitesi'nde Kültür
Müdürlüğü görevlerinde bulundu (1997-2000).
Türkiye'ye döndükten sonra Tarım ve Köyişleri
Bakarlığı emrine atandı, bakan müşaviri oldu
(2000-02). 2002 yılından itibaren Gazi Üniversitesi öğretim üyesidir.
2004-2006 yılları arasında Türkiye Yazarlar
Birliği Genel Başkanlığını yürüttü.
2006 yılında arkadaşları ile birlikte bütün
Türk dünyasından yazar ve şairlerini bünyesinde
toplayan Avrasya Yazarlar Birliğini kurdu ve Genel Başkanı oldu. Günümüzde Türk dünyasının
tek ortak edebiyat dergisi olan Kardeş Kalemler
ve Dil Araştırmaları Dergilerinin Birlik adına
sahibidir.
Eserleri: Tatarlar ve Tataristan (1997), Türk
Dünyası Üzerine Görüşler ve Politikalar (1998),
Türkistan Yesevi'nin Şehri- Yesi'ye Dair (2003).
10
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
zorunda. Bugünün Azerbaycan’ı 20 yıl öncesinden
çok farklı bir hâle geldi. Bunu Bakü’ye gidenler,
yalnızca şehrin siluetindeki değişiklerden hemen
fark edebilirler. Kazakistan dünyanın en genç ve
belki en güzel başkentine sahiptir. Kazakistan 20
yıl öncesinin ülkesi değil. Kırgızistan bu 20 yılda
diğer cumhuriyetlere göre daha zor bir süreç yaşadı.
Türkmenistan, Birleşmiş Milletlerce kabul edilen
tarafsızlık statüsü ile bambaşka bir özelliğe sahip.
Özbekistan ise bağımsızlık döneminde kendine has
özellikler kazandı.
İşte kısaca izaha çalıştığım bu yeni yapılanmalar
nedeniyle Türk
cumhuriyetlerini
topluca
değerlendirmek yerine ayrı ayrı ele almanın daha
doğru sayılabileceği döneme girdik.
Son yıllarda özellikle Türk Konseyinin
kurulmasından sonra Azerbaycan, Kazakistan ve
Kırgızistan ile Türkiye ilişkileri gönlümüzdeki
olması gereken noktaya doğru hızla ilerliyor. Konseyin kurucusu bu ülkeler üst düzey bürokratlar,
parlamenterler, bakanlar ve devlet başkanları seviyelerinde bir araya geliyor ve ilişkilerin güçlendirilmesi
için yapılabilecekleri değerlendiriyorlar. Ayrıca
BM, Avrupa Konseyi ve bütün uluslararası platformlarda ortak hareket etmek tavrı da son derece
önemli sayılmalıdır. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda
Türk cumhuriyetleri arasındaki toplantılarda
yalnızca toplantıya katılan devletlerle ilgili kararlar alınırken son yıllarda devleti olmayan Irak
Türkmenleri, Uygurlar gibi Türk toplulukları ile
ilgili de açıklamaların yapılması Türk devletlerinin
Türk dünyası anlayışlarındaki gelişme olarak
değerlendirilmelidir.
Türkmenistan bağımsızlık statüsü nedeniyle bu süreci içinde olmadan yakından takip
ederken Özbekistan’ın da yakın gelecekte bu tavrı
benimseyeceğini ümit etmekteyim.
Türk dünyası ile kopan bağlarımız sonrasında bugün geriye dönüp baktığımızda Türk kimliği ne derece tahribat görmüştür? Bu kimliğin
yerli yerine oturabilmesi için neler yapılabilir?
Bu soru ekseninde, kimlik inşasında edebiyatın
ve kültürün işlevi nedir?
Türk cumhuriyetleri 70 yılı aşkın bir süre ‘Türk’
adının âdeta yasak olduğu bir dönem geçirdi. Buna
rağmen Sovyetlerin dağıldığının açıklanmasının
üzerinden daha altı ay bile geçmeden Türk cum-
huriyetleri TÜRKSOY gibi bir teşkilatı kurma
başarısı gösterdiler. Bu noktanın üzerinde dikkatle
durmalıyız. Sovyet rejimin “seçme elemanları” ki, Sovyetler dağıldığında Türk cumhuriyetlerinin
dairesinde bulunan siyasetçiler ve bürokratlar her
biri Komünist Partinin “denenmiş, bin bir sınavdan
geçmiş” elemanlarıydı- Sovyet baskısından kurtulur
kurtulmaz yönünü Türklüğe doğru çevirdi.
Elbette Türklük anlayışlarının gelişmesi, yıllarca
tahrip edilmek, unutturulmak, utandırılmak için
özel gayret sarf edilen millî ve manevi değerlerin
yeniden toplumun yapısına sinmesi, insanların ve
idarecilerin karar ve davranışlarında etkili olacak
seviyeye gelmesi zaman alacak bir husustur. Sorunuzda da değindiğiniz gibi Türk cumhuriyetleri
ile Türkiye’nin edebî ve kültürel ilişkileri işte tam bu
noktada çok önemli hâle geliyor. Millî ve manevi
değerlerin yeniden inşası, toplumun mayasında bulunan ve zaman içinde unutturulan Türk-İslam terkibinin ihyası bu ilişkilerle çok daha sağlıklı yürüyebilecek bir süreç. Türkiye, kardeşlerine bu konuda
destek olmasa, eski Sovyet coğrafyasındaki manevi
boşluğu gören başka aktörler bunu doldurmaya çalışıyorlar. Nitekim bu aktörlerin etkili olabildikleri
bazı bölgeler ve gruplarda ne kadar rahatsız edici
sonuçlar çıktığını hep birlikte gözlemekteyiz.
Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı, Kardeş
Kalemler’in sahibi olarak kardeş edebiyatlardan
bizleri haberdar ediyorsunuz, okumamızı sağlıyorsunuz. Nelerin yapılması gerektiğine inanıyorsunuz, eksiklerimiz nelerdir?
Bildiğiniz gibi Avrasya Yazarlar Birliği 26 Nisan
2006 tarihinde kurulmuş ve kuruluşundan itibaren
faaliyetlerine başlamıştır.
Avrasya Yazarlar Birliği; son yıllarda dünyada yaşanan teknolojik ve kültürel gelişmeleri göz önünde tutarak, kültür ve edebiyatın insanlar arasında
yakınlaşma ve dostluk duygularının oluşmasına ve
gelişmesine yapacağı katkıları dikkate alarak, tarihî,
kültürel ve sosyal bağlarla birbiri ile ilişkileri olan
ülkeler, topluluklar ve kişiler arasında kültürel ilişkileri artırmak, evrensel barışa ve kültürel gelişmelere
katkıda bulunmak; insanlığın en köklü dillerinden
birisi olan Türkçenin bütün lehçe ve şivelerinde konuşan halkların yazarlarının birbirlerinin eserlerini
tanımalarını sağlamak, Türkçe edebiyatın bütün
dünyada daha iyi tanınmasına çalışmak, yazarlık fa11
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
aliyetini meslek edinmiş kişileri bir araya getirmek,
mesleki dayanışma ve yardımlaşmayı uluslararası
düzeyde sağlamak, yazarların sanat ve kültür hayatında etkin bir şekilde yer alabilmeleri için çalışmak
gibi gayelere hizmet etmek için çalışmaktadır.
Bu amaçlara ulaşmak için sürdürdüğümüz faaliyetleri kısaca şöyle özetlemek mümkündür:
Yayın Faaliyetleri
Avrasya Yazarlar Birliği süreli yayınlar ve kitap
yayınları olmak üzere iki tür yayıncılık faaliyetinde
bulunmaktadır.
Süreli Yayınlar
Kardeş Kalemler Dergisi
Edebiyat Dergisi olarak yayınlanmakta olan
Kardeş Kalemler dergisi, Türk Dünyası, İslam ülkeleri ve Osmanlı hinterlandından şair ve yazarların
eserlerini yayınlamaktadır. Kardeş Kalemler dergisi,
aylık olarak yayınlanmakta, 96 sayfa çıkmaktadır.
Ocak 2007 tarihinde ilk sayısı çıkan dergi bugüne
kadar düzenli olarak yayınlanmıştır. 2014 yılı Ocak
ayında 85. sayısı çıkmıştır. 2000 tirajla yayınlanan
dergi, yurt dışına da gönderilmektedir. Ülkemizde
ve dünyada kendi alanında ilk ve tek dergi olan
Kardeş Kalemler bu süre içerisinde bahsedilen coğrafyada yer alan 39 ülkeden şair ve yazarların eserlerini ülkemizde yayınlamıştır. Derginin bu faaliyeti
bu ülkelerde büyük yankı uyandırmış, pek çok kez
sözlü ve yazılı basında haber olarak ülkemizin tanıtımına ve ülkeler arasındaki dostluk ve kardeşlik duygularının gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu ülkelerde
Kardeş Kalemler dergisine ilginin bir örneği olarak
Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan
gibi ülkelerde o ülkelerin üniversitelerarası kurulları
tarafından uluslararası dergi olarak tanınmış ve dergide yayınlanan makaleler akademik yükselmelerde
kıymetli hâle gelmiştir. Özellikle Özbekistan’da, 5
yıldan bu yana Özbek Üniversitelerarası Kurulu
tarafından tanınan Türkiye’den tek dergi Kardeş
Kalemler’dir. Böylelikle Kardeş Kalemler, edebiyat
ve dil alanında bu ülkelerle bilimsel işbirliğine de
katkı sağlamaktadır. Kardeş Kalemler dergisinin örnek sayıları ve bugüne kadar yazı yayınladığı ülkeler
(Avrasya Yazarlar Birliği Haritası) proje ekinde sunulmuştur. Derginin diğer sayıları www.kardeskalemler.com adresinden görülebilir.
Dil Araştırmaları Dergisi
Uluslararası dil araştırmaları dergisi, hakemli
dergi olarak 2007 yılından itibaren altı aylık periyotla yayınlanmaktadır. 2013 yılı sonunda 13. sayısı
yayınlanan Dil Araştırmaları Dergisi, bugüne kadar
düzenli olarak yayınlanmıştır. Ülkemizde yalnızca
bilimsel dil araştırması yayınlayan tek dergi olan Dil
Araştırmaları, merkezi ABD’de bulunan uluslararası
bilimsel yayın indeksi EBSCO, arastırmax ve asos
uluslararası ve ulusal bilimsel yayın tarama merkezleri tarafından da taranmaktadır. 1000 adet tirajla
yayınlanan dergi, elektronik ortamda da okuyucusuna ulaşmaktadır. Proje ekinde örneği sunulan Dil
Araştırmaları Dergisi ile ilgili detaylı bilgi www.dilarastirmalari.com sitesinden alınabilir.
Kitap Yayınları
Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde oluşturduğu
Bengü Yayınları aracılığı ile yayıncılık faaliyetini sürdürmektedir. 2007 yılında çalışmalarına başlayan
Bengü Yayınları, diğer faaliyetlerimizde olduğu gibi
edebiyatın toplumların birbirlerini tanıma, dostluk
ve kardeşlik duygularını geliştirmedeki etkin rolünü dikkate alarak yayın politikasını oluşturmuştur.
Bugüne kadar Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan,
Özbekistan, Rusya, Tataristan, Başkurtistan, Suriye, Makedonya, Kosova, Yunanistan, Moldovya,
Kırım ve KKTC başta olmak üzere bu ülkelerin
önde gelen edebiyatçılarının eserlerini ülkemizde
yayınlamıştır. Bengü Yayınlarının yayın kataloğunda 77 eser yer almaktadır. Proje ekinde örnekleri
sunulan Bengü Yayınları hakkında daha fazla bilgi
http://www.idefix.com/kitap/bengu-yayinlari/firma_urun.asp?fid=9417 –adresinden sağlanabilir.
Ulusal Faaliyetler
Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi
Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde kurulan Avrasya Edebiyat Akademisi olarak yürütülen “Metin
ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi” çalışmaları 2008 yılından bu yana faaliyetlerini sürdürmektedir. Edebiyatın değişik alanlarına ilgisi olan insanların şiir,
hikâye, deneme ve senaryo yazarlığı alanında kendilerini geliştirebildikleri atölye çalışmaları, ülkemizde
yazarlık eğitimi alanında ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
Dünyada yaygın olarak örnekleri bulunan yazarlık eğitiminin Türkiye’deki en başarılı örneği AYB
12
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Her geçen gün
mekanikleştiği,
insanların toplum
içinde birbirinden
uzaklaştığı,
tarihte Lut kavmi
gibi toplumların
helakine neden
olan illetlerin
“yüksek insani
değerlermişcesine”
normalleşip
yaygınlaştığı,
insanın birbirini
boğazlamasının
teşbih ifadesi
olmaktan çıkıp
gerçeğe döndüğü
bir dünyada; gerçek
insani değerlerin
yaşaması ve
yaşatılması
bakımından da
Türk dünyasının
yakınlaşması, bir
araya gelmesi bir
mecburiyettir.
bünyesinde sürdürülen faaliyet olmuştur. Türkiye’de yazarlık
eğitimi veren programlar arasında katılımcılarını eser sahibi
yapan ilk ve tek program AYB Edebiyat Akademisi Metin ve
Senaryo Yazarlığı Atölyesidir. Bu yıl 6. Dönem çalışmalarını
yürüten atölye 14 yeni yazarı müstakil kitapları ile edebiyat
dünyamıza kazandırmıştır. 65 genç yazarın şiir, hikâye ve denemelerinden oluşan eserlerinin de yayınlanmasını sağlamıştır. Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi faaliyetleri www.edebiyatakademisi.com adresinden ayrıntılı olarak incelenebilir.
Edebiyat Toplantıları ve Anma Günleri
Avrasya Yazarlar Birliği her hafta düzenli olarak bilim,
kültür ve edebiyat adamlarını buluşturan sohbet toplantıları
düzenlemektedir. Toplantılar genellikle Altındağ Belediyesi
Kabakçı Konağı Kültür Evinde gerçekleştirilmektedir ve bu
güne kadar 250’nin üzerinde sohbet toplantıları düzenlenmiştir. Şair ve yazarları, doğum veya ölüm yıl dönümlerinde
anma toplantıları düzenlenmektedir.
Uluslararası Faaliyetler
Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi
2008 yılından itibaren düzenli olarak gerçekleştirilen edebiyat dergileri kongresine, ülkelerde yayınlanan önde gelen
dergilerin genel yayın yönetmenleri katılmaktadır. Bugüne
kadar 18 ülkeden 68 edebiyat dergisi kongreye katılmıştır.
Edebiyat dergileri arasında bilgi ve tecrübe alışverişi ve birbirlerinin edebiyatlarından karşılıklı çevriler yayınlayarak ülkeler
arasında edebî ilişkilerin artırılmasına katkı sağlanmaktadır.
Kongrelerden sonra Türk edebiyatının kongre üyesi dergiler
aracılığı ile o ülkelerde yayınlanması oranı 4 kat artmıştır.
Türk Lehçeleri Arası Çeviri Sempozyumu ve Atölyesi
Bugüne kadar iki kez gerçekleştirilen faaliyette, çeviri kalitesinin artırılması ve çevirmenlerin bilgi ve tecrübe alışverişi
sağlanmaktadır. Özellikle Türk edebiyatından yapılan çevirilerin nicelik ve niteliğinin artırılmasına katkı sağlanmaktadır.
Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışması
İlki 2008 Kaşgarlı Mahmut Yılında yapılan yarışma
Türkiye merkezli olarak yapılan ilk ve tek uluslararası
edebiyat yarışmasıdır. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın
Türkçe yazabilen ve Türk dilinin tüm lehçelerinde yazabilen
yazarların katılabildiği uluslararası yarışma, Türk dilinin de
tek uluslararası yarışmasıdır. Türk dili ile yapılan edebiyatı
özendirmek, bu alanda çalışanları teşvik etmek ve ülkemizin
tanıtımına katkı sağlamak amacıyla düzenlenen yarışmanın
ilki Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel
Müdürlüğü, ikincisi ise Başbakanlık Tanıtma Fonunun destekleri ile gerçekleştirilmiştir. III. Kaşgarlı Mahmut Hikâye
Yarışması düzenlenmesi için hazırlanan için bu projenin diğer
13
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
kısımlarında faaliyetle ilgili daha geniş bilgi verilecektir.
Hacı Bektaş Veli Uluslararası Şiir Yarışması
Hacı Bektaş Veli Yılı münasebetiyle Azerbaycan, İran, Irak, Türkiye ve Balkan ülkelerini içine
alan bir ozanlar yarışması düzenlenmiştir. Faaliyet
Kültür ve Turizm Bakanlığımız tarafından desteklenmiştir.
Cengiz Dağcı Sempozyumu
Türk edebiyatının büyük romancısı Cengiz
Dağcı’nın vefatının 1. yıl dönümü münasebetiyle
Ukrayna-Kırım
Özerk
Cumhuriyetinde
düzenlenmiştir.
Evliya Çelebinin İzinde Gezi Yazıları Projesi
Evliya Çelebi Yılı’nda Seyahatname ’de anlatılan
Osmanlı coğrafyasının, yaşayan yazarlar tarafından
gezilerek gezi yazıları tarzında yeniden kaleme alınmasını hedefleyen proje ile 14 kitap hazırlanmıştır.
Bosna-Hersek, Arnavutluk, Makedonya, Kosova,
Bulgaristan, Romanya, Bolu, Erzurum, Kayseri,
Trabzon, Ankara, Azerbaycan, Suriye, Kudüs, Urfa,
Medine gibi bölgeler yeni yazarlar tarafından Evliya
Çelebi’nin anlattıkları ile karşılaştırılarak yazılmıştır.
Evliya Çelebi’nin Dünyası Harita Sergisi
Evliya Çelebi’nin dünyasını anlatan özel hazırlanmış ve 29 parçadan oluşan harita sergisi
Türkiye’de tüm ilerimizde, bazı büyük ilçelerimizde
ve yurt dışında bazı merkezlerde açılmıştır.
Arapların Gözüyle Türkler-Türklerin Gözüyle
Araplar Sempozyumu
Arap Yazarlar Birliği ile Urfa’da Arapların Gözüyle Türkler ve Suriye’nin Lazkiye şehrinde Türklerin Gözüyle Araplar Sempozyumu yapılmıştır. Edebiyat, sinema, ders kitapları vb. alanlarda iki kardeş
halkın birbirleri ile ilgili algı, önyargı ve kanaatleri
sunulan bildirilerle ele alınmaya çalışılmıştır.
Bengü Telif Ajansı Faaliyetleri
Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde faaliyet
gösteren Bengü Telif Ajansı, ülkemizde telif alanında
faaliyet gösteren 8 kuruluştan biri olan Bengü Telif Ajansımız, Türkiye’den ve Türk dünyasından
95 yazarın teliflerinin uluslararası tanıtım hakkını
alarak 2008 Frankfurt, 2009 Moskova, 2010
Frankfurt, Bosna, Tahran, 2011 Frankfurt, 2012
Bosna, 2013 Bosna, Londra, Moskova, Bakü ve Pekin Kitap Fuarlarına katılmış ve ülkemizi temsil
etmiştir. Ajansımız, çevirmenleri ve yayıncıları ile
Türk Edebiyatı Sempozyumuna katılmıştır. Türkiye, Telif Ajansları Platformunun kurucu üyesidir.
Türk
dünyasının
geleceğini
nasıl
görüyorsunuz?
Türk dünyasının bir araya gelmesi bizler için bir
zaruret. Zaruret ifadesini özellikle kullanıyorum.
Yeni nesiller buna “içsel zorunluluk” diyorlar. Zaruret çünkü tarihimiz, kültürel değerlerimiz bizi bir
araya gelmeye doğru yönlendiriyor. Kültürel olarak
aslında biz Türk dünyasını tanıdıkça kendi kültürümüzü daha yakından tanımış oluyoruz.
İçinde yaşadığımız dünyada ekonomik ve siyasi
şartlar da bizlerin bir araya gelmesini zaruri kılıyor.
Son yıllarda dünyanın yaşadığı ve hâlen de devam
eden ekonomik krizleri Türkiye’nin nispeten rahat
atlatmasının ardında Türk cumhuriyetleri ile olan
ekonomik ilişkilerin payını küçük görmemek gerekir. Yalnızca bir kalemde Azerbaycan’ın İzmir’de
yaptığı petrokimya yatırımı için Türkiye’ye giren
sermaye 25 milyar dolar tutuyor. Yine bu ekonomik
kriz ortamında Azerbaycan en parlak gelişme sürecini yaşıyor. Kazakistan ve Kırgızistan’ın ekonomik
yapılarının ayakta durmasında da bu ilişkilerin
önemli bir yeri var. Yapımına karar verilen Trans
Avrupa Gaz Nakil Projesi tamamlandığında projenin tüm tarafları büyük bir ekonomik avantaj elde
edecekler. Azerbaycan başta olmak üzere Türkmenistan ve Kazakistan ve elbette Türkiye çok önemli bir
ekonomik ve stratejik avantaj elde edecek.
Her geçen gün mekanikleştiği, insanların toplum içinde birbirinden uzaklaştığı, tarihte Lut kavmi gibi toplumların helakine neden olan illetlerin
“yüksek insani değerlermişcesine” normalleşip yaygınlaştığı, insanın birbirini boğazlamasının teşbih
ifadesi olmaktan çıkıp gerçeğe döndüğü bir dünyada; gerçek insani değerlerin yaşaması ve yaşatılması bakımından da Türk dünyasının yakınlaşması,
bir araya gelmesi bir mecburiyettir. İnsanlığın bu
son dönem rahatsızlıklarının şifası bizim kültürel
kotlarımızda saklı diye düşünüyorum. Bu kültürün olabildiğince güçlü bir şekilde yaşaması ve
yaşatılması için Türk dünyası bir araya gelmelidir.■
14
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Sorulara seyahat
M. KAYAHAN ÖZGÜL
Herkes, mekânı kendi idrakinin sınırları dâhilinde
algılar ve intibaları çerçevesinde aktarır. Aynı yoldan
yüz kişi geçip yüzü de çevresine farklı dikkatlerle
bakabilir; hafızasına farklı ayrıntıları kaydedip
gördüklerini farklı biçimlerde ifade edebilir.
N
elerin seyahat kapsamına girdiğini
iyi tespit edersek, hangi metinlerin
seyahat edebiyatına dâhil edilebileceği hususu da açıklık kazanacak. Bu konuda
birikmiş birkaç sorum var ki, bazısının cevabını ben de bilmiyorum; bazısı ise ehliyetli okurun tasdikine muhtaç... Gerçi, 1992’de Pur une
littérature voyageuse manifestosu neşredildiğinden
beri, “écrivain-voyageur”ün (seyyah-yazar) naturası hakkındaki sorularımın büyük kısmı cevabını
buldu; lâkin hangi yolculukların bu yazarlık alanına dâhil olduğu hakkındaki soru ve şüphelerim
devam ediyor. Sanki en temel sorum cevaplanabilirse, diğerleri de kendiliğinden çözülüverecek
gibi... Sorum şu: Bir metnin seyahat literatürüne
dâhil edilebilmesi için, mutlaka seyyah-yazarın
isteğiyle yapılan bir seyahati mi anlatması gerek?
Şayet bu soruya müspet cevap verilebilirse, o zaman mecburiyetten veya cebren çıkılan yolculukların metinlerini de seyahat edebiyatına katmamız
mümkün olacak. Böylece göç, sürgün, iltica gibi
sebeplerle yerini yurdunu terk etmek zorunda kalanların hâtıratları da kısmen seyahat edebiyatının şemsiyesi altına girecek. Aklımdan geçenleri
sıralamaya çalışayım:
Önce göç (trek)... Bana öyle geliyor ki, “trek”
iki kolda seyahat metinleri oluşturdu ve oluşturuyor. Bunlardan ilki, henüz “trek literature” adını
almayı başaramadı; fakat bizdeki Rumeli göçleri,
Kafkas göçleri, mübadele göçleri gibi mecburi
yolculuklar hatırlanınca, böyle bir başlık altında,
hiç de azımsanamayacak sayıda metinle karşılaşacağımızı tahmin ediyorum. Göçmen (emigré)
edebiyatının hiç değilse küçük bir kısmının seyahat metinleri kapsamına alınması mümkün görünüyor. Diğeri ise, mutlu zamanların “trekking”
metinleri... Birkaç saatten birkaç güne kadar uzayan sürelerde, tabiat içinde yapılan yürüyüşlerin
notları, seyahat edebiyatına katılmayı başardı.
Gerçi gurbetçilerin (expatriate) hicret edebiyatı,
henüz bir kategori oluşturacak kadar gelişmedi;
fakat eğitim seviyesi yükseldikçe, bu tür seyahatlerin de kaleme alınacağını umutla bekliyorum.
Diğer taraftan, şehir içinde veya şehir dışına ev
göçleri, yazlığa göçler de bu gruba dâhil edilebilir mi, bilmiyorum. Sözün gelişi, havalar mutedil
bir hâl almağa başladı mı, yalılara, koru içindeki
köşklere, bağ evlerine taşınmak İstanbul’un yerleşik âdetlerindendi. Sultan bile, sahilhânelerinden
birinde kalmak istediğinde, saltanat kayığına atla-
15
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
yıp taşınıverir; buna da “göç-i hümâyun” denirdi.
Bilhassa Mısırlı Türk ailelerinin sıcak Kahire’den
kaçmak için İstanbul’u sayfiye olarak kullanmaya başlamalarından sonra bu âdetin hız kazandığı
fark ediliyor. Hâlivakti yerinde olmayanların bile,
modaya ayak uydurabilmek için bin zahmetle
para tedarik edip yalı kiraladıklarını, Mehmed
Raûf ’un Eylûlünü okuyanlar da fark etmişlerdir.
Acaba diyorum, bu göçlerin hâtıraları da “seyahat” başlığı altına alınabilir mi? Küçük ev taşımalarından koca hâtıratlar çıkması beklenemez;
fakat, Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi gibi şehir
hayatını anlatmaktan hazzeden ediplerin, baharda üç beş parça eşyayı bir kayığa doldurup yazlığa
göçü anlatan hoş yazıları bu gruba sokulabilir mi?
Kapsam biraz genişletilerek, seferberlik, mecburi
iskân, köylerin yerini değiştirme gibi sebeplerle
yapılan göçlerin anlatıları da buraya dâhil edilebilir mi?[1]
Aynı şekilde sürgün, firar ve diaspora yolculuklarından artakalan metinlerin de seyahat edebiyatına dâhil edilip edilmeyeceği açıklığa kavuşturulmalı. Büyük kısmı siyasi sebeplerle yollara
dökülmüş insanların hâtıratlarının da kısmen
seyahat edebiyatının çerçevesine girdiği düşünülebilir. Bunları iki grupta toplamak mümkün;
yurt içi ve yurt dışı seyahatleri... Yurt içinde yeri
değiştirilmek suretiyle sürgün edilenler tarihte
geriye doğru gidildikçe ciddi bir malzeme birikimini haber veriyor. Yurtlarını gönüllü olarak
terk eden siyasi kaçakların ve mültecilerin kaleme
aldıkları ise, ayrı bir başlık... Gönülsüzce terkidiyar edenler, devlet eliyle vatandaşlıktan çıkarılan
haymatloslar, “persona non grata” ilan edildiği
için sınır dışı edilenler bu kapsama dâhil olmalı... Latincedeki “exsul” (kovulmuş adam), bugün
“exile” (sürgün) kelimesinde yaşıyor. Sözün gelişi,
mülteci hâtıratları seyahat edebiyatına girer mi?
İngiltere’den sürülenler genellikle İtalya’ya gittik1. Fransızcadan aldığımız “banlieu” kelimesinin eski
anlamı oldukça farklıdır ve zorakȋ iskânla bağlantılıdır.
Kelime, “ban” (sürgün) ve “lieu” (fersah) şeklinde iki
parçalıdır. Eskiden, şehirde oturması istenmeyenler, bir
fersah uzaklıktaki sürgün alanında yaşamaya zorlanırdı.
Bostancıbaşının, Ȃsitâne’ye girmesini uygun bulmadığı
kişileri Topkapı surlarının dışında ikamet ettirişi gibi...
Şimdilerde, her sabah yaşadığı banliyöden çıkıp şehirdeki
işine gidenler, aslında “ply”dan fazlasını yapmaktadır.
Onlarınki günlük hicretler...
leri için, Shelley 1818’de
Thou paradise of exiles, Italy!
(Sen, kovulmuşların cenneti, İtalya!)
diye yazıyordu[2]; bizde de Cezâir-i Bahr-i
Sefîd adaları öyledir. Tarihe şöyle bir bakınca
Ovidius, Virgilius, Dante, Petrarch, Madame de
Stäel, Mickiewicz, Shelley, Keats, Byron, Baudelaire, Hugo, Heine, Wilde, Henry James, Conrad, D’Annunzio, Yeats, Tristan Tzara, T. S. Eliot,
Ezra Pound, James Joyce, Hemnigway, Henry
Miller, D. H. Lawrence, Zweig, Brecht, Breton,
Huxley, Thomas Mann, Nabokov, Beckett, Kundera, Soljenitsin, Ionesco, Calvino, Selman Rüşdî
gibi yüzlerce edip başka başka sebeplerle yabancı
bir ülkede yaşamak zorunda kaldılar[3]. Bunların yazdıkları arasında, mecburi yolculuklarına
dair olanlar seyahat edebiyatına dâhil edilebilir
mi? Bizde Niyâzî-i Mısrî’den Keçeci-zâde İzzet
Molla’ya, Yeni Osmanlılardan Jön Türklere, Malta sürgünlerinden 150’liklere, Balkan ve I. Cihan
Harbi’nde esir düşüp Yunanistan’dan Hindistan’a
kadar kocaman bir coğrafyaya dağılmış kamplarda yaşamak zorunda kalan askerlere varıncaya kadar pek çok sürgün, esir, mahpus, kalebent, firari,
mülteci aydının kaleme aldıkları eserler bu gruba
da sokulamaz mı?
Cevabını bilmediğim bir başka sorum da hangi metinleri seyahat edebiyatına dâhil edeceğimiz
hususunda... James Clifford, “travelling theory”yi
kurduğundan beri, antropolojiden başlayarak pek
çok alanda kullanıldı; ama edebiyatta pek işletilemedi. Sebebi ortada... Her seyahat metni edebiyata dâhil olamıyor. Kristin Kreer’in, seminer
çalışması olan Interaction between the Novel and
Travelling’de (Norderstedt, 2008), romanın seyahat edebiyatına ve seyahatlerin romana etkisini
nasıl tartıştığını okuduktan sonra, sorum daha da
netleşti. Acaba, seyahat metinleri gerçek yolculuk
notlarından çıkarılırken, seyahat edebiyatı çalışma masasından hiç kıpırdamadan yazılmış metinlerden doğuyor olabilir mi? Mademki, kurgunun
2. “Julian and Maddalo”, Posthumous Poems,
London, 1824, p. 7.
3. Susan Rubin Suleiman’ın editörlüğünde hazırlanan
Exile and Creativity (Durham, 1998), bu konuda çok
zihin açıcı olabilir.
16
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
olmadığı yerde sanattan ve edebî değerden söz etmek zorlaşıyor ve belli şartlara bağlanıyor, o hâlde
tamamen kurguya dayalı yolculukların seyahat
edebiyatına kesinkes dâhil edilmesi gerekmez mi?
Hem, edebiyat denen sanat, anlatılanların gerçek
olup olmadığıyla niçin ilgilensin ki?...
Madalyonun arka yüzüne bakalım. Oradaki
durumu anlatabilmem için, Nedim Gürsel’i iyi
bir örnek sayıyorum. Gürsel, Bir Avuç Dünya’yı
(İst., 2003) yayımlarken, baş tarafına da Halil
Gökhan’la seyahat edebiyatı hakkında ettikleri
sohbeti eklemiş. Orada Gürsel diyor ki,
“Seyahatname türünü yolculuk edebiyatından
ayırmak gerekiyor. Bu edebiyatın başlıca özelliği
bir yazar tarafından ve genellikle roman ve öykü
sınırları içinde gerçekleştirilmesidir. Yani yolculuk notları ya da izlenimleri bu türün tanımlanmasında yeterli değil.”
Yazar bu iddiasını, kendi yolculuk edebiyatı
ürünlerinden bir kısmını Son Tramvay adlı hikâye
kitabında, gezi izlenimlerinin bir kısmını ise Seyir
Defteri’nde yayımladığını söyleyerek savunurken,
seyahatnameyi edebî bir tür saymadığını; ancak
roman, hikâye gibi kendisine edebî gelen bir
formda yazılırsa, edebiliğine ikna olabileceğini
gösteriyor. Fransa’da öğrencilerine yıllarca edebiyat okutmuş bir “hoca”nın edebilik’i formlara
bağlı bir nitelik zannetmesi ve edebilik’in hangi
formda, ne yazıldığı ile değil, düşünülenin nasıl
ifade edildiği ile ilgili bir tek temel kritere dayandığını fark etmeyişi garip... Kendisine Şükûfe
Nihâl’in Domaniç Dağlarının Yolcusu’ndan ve
Nahid Sırrı’nın kitaplarından başlayan uzun bir
okuma listesi çıkarmamı saygısızlık olarak algılamasından korkarım.
Evet, Vittorio de Sica’nın “Gerçek olanda sanat
yoktur” cümlesi çok yerinde; lâkin seyahatnamelere, bire bir gerçek mekânlar hakkındaki gerçek
tespitlerin metinleri olarak bakılır ve yaratmaya,
edebî ifadelere kapalı olduğu düşünülürse, büyük
hata edilir. Herkes, mekânı kendi idrakinin sınırları dâhilinde algılar ve intibaları çerçevesinde
aktarır. Aynı yoldan yüz kişi geçip yüzü de çevresine farklı dikkatlerle bakabilir; hafızasına farklı
ayrıntıları kaydedip gördüklerini farklı biçimlerde ifade edebilir. Aksi hâlde, aynı yerleri anlatan
pek çok seyahatnameden birini okumak, hepsini
okumuş olmaya bedel sayılırdı. Kaldı ki, eskilere
doğru gidildiğinde, seyyah-yazarın gördüğü, yaşadığı gerçekleri yeteri kadar ilginç ve okunmaya
değer bulmadığı hâllerde, olağanüstü unsurlarla
süslediğinden de yukarıda bahsettim. Bu da edebî
yaratışın en kuvvetli işareti değil midir? Marco
Polo’nun Doğu’ya seyahat edip etmediği hâlâ tartışılırken yahut Evliyâ Çelebi’nin mübalağalı ve
bazen tarihî gerçekleri dahi altüst eden olağanüstü
anlatım gücü ortadayken, seyahatnamelerin cümlesini elinin tersiyle edebiyat dışına itelemek o kadar da kolay değil.
Amerikalı seyyah Burton Holmes’ın 1903’te
icat ettiği “travelogue” (seyahat hakkında konuşma) kelimesini işime geldiği gibi kullanırsam,
belki de edebî olan seyahat hâtıraları değildir de
seyahat hakkında konuşup yazmaktır. Mesela,
1690’dan beri yazılan “interplanetary” (gezegenlerarası) seyahat metinleri hangi başlık altına alınacak? Kepler’in Sombiumundan ve Voltaire’in bizde de pek rağbet bulup defalarca tercüme edilmiş
olan Micromegasından itibaren başlayan fantastik
uzay seyahatleri; Verne’in Dünya etrafında, denizin ve arzın altında yolculukları, Ay’a gidişi roman kılığına sokulmuş hâliyle birer seyahatname
değil midir? Ya Xavier de Maistre’i ne yapacağız?
1790’da, kırk iki gün süren oda hapsi cezasına
çarptırıldığında, seyahat yazarlığı geleneğinin parodisi için yazdığı Voyage autour de ma chambre
(1794; Türkçeye Odamda Seyahat adıyla tercüme
edildi) romanında, küçücük bir odadan çıkmadan
seyahat etmeyi başarması nasıl değerlendirilecek?
Dante’nin İlâhî Komedyası ‒öte âlemde de yaşansa‒ özünde bir seyahat mesnevisi değil midir?
Sorum, başka soruları doğuruyor. Belki de
hepsinin çok basit bir cevabı vardır; Gürsel gibi,
seyahat metinlerinden sadece kreatif olanları
edebiyata dâhil etmek... İyi de yaşanmış olanları
nereye yerleştireceğiz? Hâtırat, günlük, mektup,
biyografi nerede duruyorsa oraya, Araf ’a... Ya
onların arasında edebî bir değer ve güzellik taşımakta olanlar varsa?... Ne bileyim, belki onları da
edebiyat cennetiyle Araf arasında kalan bir başka
Araf ’a yerleştiririz; adını da “Yarı Edebî (semi-literary) Eserler Araf ’ı” koyarız. Pekâlâ, fakat, ya?...
Sorularım yeniden ardı ardına dizilmeye başlıyor.
İyisi mi seyahat hakkındaki seyahatimi, bir menzile ulaşamadan, az gidip uz gidemeden, burada
sonlandırayım.■
17
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Zigana'dan geçmek
VEFA TAŞDELEN
Dereler yeşil bir damar gibi dolanır dağların arasından,
hayatı çoğalta çoğalta akar ve uçurumlarda, sırtlarda,
bayırlarda bir yaşama sanatına dönüşür ve birden
ateşleniverir bir gelecek, bir umut karşısında. Hayat
enerjisi dağlara tepelere çarpa çarpa çoğaltır
kendisini. Çoğaltır da, dağlara vadilere sığmaz olur.
G
adı sanı bilinmez kimisi zorluğu kadar meşhur.
Oradan geçmeden bir adım ileri gitmek, ötelere ulaşmak, yeni ufuklar, yeni vadiler keşfetmek
mümkün değildir. Geçit demek, çoğu kez zor bir
deneyim demektir; kimi zaman maceralı, kimi
zaman tehlikeli, kimi zaman hasreti çoğaltan,
kimi zaman umudu kıran bir yolculuk demektir.
Büyük öykülerin, büyük heyecanların, büyük sevinçlerin ve acıların mekânı olan geçitler vardır.
Geçit kimi zaman geçit vermez, kimi zaman yolu
çoğaltır, kimi zaman yutar. İşte bunlardan biri:
Van ile Bahçesaray arasındaki zorlu Karabet Geçidi. Eylül’de kar bir düştü mü, uzun süre gitmez.
Ama bir de bahar oldu mu, kar kütleleri şırıl şırıl eriyip yeşeren toprağa karışmaya başladı mı,
akan sular dereleri, çayları coşturdu mu, koyun
sürüleri karlı dağların arasında yeşeren düzlüklere yayıldı mı, güneş gülümseyen yüzüyle insanın
ruhunu şımartmaya başladı mı, rengârenk giysileriyle kızlar, gelinler su kenarlarına indi mi, işte
o zaman hayat da çoğalır insanın içinde; geçit
de gönülleri gönüllere bağlayan bir yol olur. Ve
işte o zaman, Karabet’in zirve noktasından, sanki
eçit, bir kapıdır, köprüdür. Geçit
kimi zaman, dağların, ormanların
arasından geçer, kimi zaman boğaz
olur, kanal olur denizleri, okyanusları birbirine
bağlar. Sadece fiziksel dünyada değil, insanın iç
dünyasında da geçitler vardır: Birinci geçit, ikinci
geçit, üçüncü geçit… Her ne kadar fark etmesek
de geçitlerden geçerek ilerleriz ömrün hedefine
doğru. Şairin, “şunca yılda geçtim yarım metreyi”
demesi gibi, kimi zaman kendi içindeki geçitlerde
takılıp kalır insan yıllarca, belki bir ömür boyu.
Kimi zaman insan kolay kolay aşamaz kendisini,
kendinden kendine geçemez. Kimi zaman çok
kolay başarabilir bunu. Ah, evet insan, yaşadığı
sürece ne geçitler görür, ne geçitlerden geçer, ne
geçitlere takılır, ne geçitlerde elenir: içindeki ve
dışındaki geçitlerde.
Geçitler vardır; dünyaları dünyalara, kıtaları
kıtalara, ülkeleri ülkelere, bölgeleri bölgelere, illeri illere, ilçeleri ilçelere, köyleri köylere, evleri
evlere, insanları insanlara, gönülleri gönüllere
bağlayan. Bazıları zorlu ve meşakkatli; kimisinin
18
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
dünyanın çatısındaymışsınız gibi, seyredersiniz
sayısız dağların kubbelerinden sonsuzluğu esinleyerek gözünüzün görebildiği kadar uzayıp giden
dünyayı...
İşte Zigana da bu geçitlerden birisidir.
Doğu Anadolu’yu Karadeniz’e, hatta iç ve Batı
Anadolu’ya bağlayan halkalardan birisidir o.
Kastamonu’dan,
İstanbul’dan,
Ankara’dan,
Kayseri’den, Malatya’dan, Sivas’tan, Elazığ’dan,
Van’dan, Ağrı’dan, Erzurum’dan, Bayburt’tan,
Gümüşhane’den gelerek geçersiniz, Zigana’dan;
Sinop’tan Ordu’dan, Giresun’dan, Trabzon’dan,
Rize’den, Artvin’den gelerek geçersiniz. Ne çok
öyküleriniz olur, ne çok öyküler dinlersiniz,
ne çok öyküler seversiniz, ne çok öykülere
hüzünlenirsiniz, ne çok öykülerle büyülenirsiniz
ve ne çok öyküler birikir içinizde. Kalın bir kitabın solgun sayfaları arasından eski yaşantıların
size doğru dörtnala gelen süvarilerini görünce,
karanlık ve soğuk bir gecede, harlı bir ateşin başında tütününüzü sarar gibi, üşüyen ellerinize
hohlar gibi, fenerin ışığında terli yük katırlarının
güçlü soluklarından çıkan sıcak buharı hisseder
gibi olursunuz…
Öyküler, kimisi sevimli kimisi neşeli, kimisi
hüzünlü öyküler. Doğudan gelip kendisini
Zigana’nın başında Hamsiköy’ün mis kokulu lokantalarına, sıcak çay ocaklarına atabilen yolcuların kendilerini şanslı saydıkları günlerden kalma
öyküler. Bir dağı, dipten en başa kadar, onlarca
kez çize çize süslemek, oyalamak, işlemek; bu,
büyük bir cesaret işi olduğu kadar, büyük bir
dikkat ve sabır işidir de. Öyle bir dikkat ki, her
an bir uçurumla sınanabilirsiniz, uçurum her an
size göz kırpabilir. Ruhun ve bedenin miracı gibi,
ta en dipten, taşın toprağın içinden, en başa; bir
delikanlının başındaki düş gibi dağların başlarını süsleyen sisli yaylalara doğru, huruç eden bir
arzunun, bir umudun, bir acının kanatlarına
tutunursunuz. Yuvarlandıkları uçurumdan, ani
bir uçuşla, ruhları sislere, beyaz bulutlara karışan
gençler, yeni evliler, nişanlılar, askerler, yatılı okul
öğrencileri; evet, bunların öyküleri, alıp götürür
eski acılara sizi.
Kürtün’den geçip Zigana’nın dağlarına doğru tırmanmaya başladığınızda, yavaş yavaş
Karadeniz’in kokusunu almaya, ritmini hissetmeye de başlarsınız. Büyük tırmanıştan sonra bü-
yük sürprize hazırlıklı olmanız gerekir. Tünelin
ucuna geldiğinizde, ormanın derinliklerinden,
yaylaların tepelerinden sızıp gelen çeşmenin suyundan bir yudum içmek, yüzünüze sürmek istersiniz. İşte o zaman, bir de geriye dönüp bakın.
Muhtemelen gördüğünüz geniş ufuk ve yaz aylarında bile olsa çok ötelerden size gülümseyen
kış manzaraları, çam ormanlarından gelen esinti,
alışık olmadığınız duygular yaşatır size. Tünelden
geçerken, her şeyin farklılaştığını, dönüştüğünü
sezer gibi olursunuz. Başka bir dünya, başka bir
coğrafya, başka bir hayat, başka bir türkü. Yeşilin her türlüsüne çarpıp çarpıp çoğalan güneş
ışınlarının bile farklı parladığına şahit olursunuz.
Başka bir ruh, başka bir enerji. Birden başkalaşır her şey. Hava başkalaşır, su, toprak başkalaşır.
Işık birdenbire, güneş birdenbire başkalaşır. İnsan başkalaşır, ev başkalaşır, bağ bahçe başkalaşır.
Yaşama duygusunun derin bir melankoli içinde derelerden taşıp sırtlara, yamaçlara, tepelere,
ufuklara, ötelere, daha ötelere, çok ötelere doğru
taştığını görürüsünüz. Dereler yeşil bir damar
gibi dolanır dağların arasından, hayatı çoğalta
çoğalta akar ve uçurumlarda, sırtlarda, bayırlarda
bir yaşama sanatına dönüşür ve birden ateşleniverir bir gelecek, bir umut karşısında. Hayat enerjisi dağlara tepelere çarpa çarpa çoğaltır kendisini.
Çoğaltır da, dağlara vadilere sığmaz olur. Çoğaltır
da başka topraklarda, başka iklimlerde kendisine
uygun bir zemin arar. Melankoli, burada insanın
dağların arasına sığamamasıdır, kendi içine sığamamasındandır, kendi bedenine sığamamasıdır;
hayallerin kanatlarına tutunmasıdır, giderek tüm
hayatı ve varlığı kucaklamak isteyişidir.
Ne zaman Zigana’dan geçsem, şöyle bir sesin
yankısını hisseder gibi olurum: Nice geçitler gördüm ben; nice geçitlerden geçtim, nice geçitlere
takıldım, nice geçitlerde denendim, nice geçitlerde elendim: Ilgaz Geçidi, Kurubaş Geçidi, Kusgunkıran Geçidi, Kop Geçidi, Mazıkıran Geçidi,
Ziyaret Geçidi, Sertavul geçidi, Saç Dağı Geçidi,
Gazik Geçidi. Ve Hayber Geçidi gibi büyük, ille
de kendi içimdeki geçitlerde. Ama ne gam! Zira
orada doğar insan, orada olgunlaşır, orada kendisini ve hayatı tanır, oradan seyredebilir dünyayı. Bu yankıyı dinlerken şu gelir aklıma: Ama
Zigana’dan geçmek başka… Bir dünyadan batıp
bir başka dünyada doğmak gibidir o!■
19
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Uzaktaki yakın: Kaşgar!
D. MEHMET DOĞAN
Divanü-Lügati’t-Türk’ün keşfedildiği an Türk
toplulukları için bir milattır. O tarihten beri İstanbul’da
Millet-Ali Emiri Kütüphanesi’nde muhafaza edilen
Divanü-Lügati’t-Türk nüshası bütün Türk topluluklarını
gölgesi altına alan bir ulu ağaç hükmündedir.
1
9. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı sarayı ilk defa çok uzaklardan gelen bir elçilik heyeti ile muhatap oldu. Kaşgar Emiri
Yakup Bey, Osmanlıların Sultanı ve Müslümanların Halifesinden devletinin tanınmasını istiyordu.
Bâb-ı Âli bu konuyu ciddiyetle ele aldı. Talep uzak,
pek uzak bir coğrafyadan geliyordu. Aynı zamanda
teknik ve askerî yardım da isteniyordu.
Sultan Abdülaziz, Yakup Bey’in talebine olumlu cevap verdi, beş kişilik askerî heyet ve muhtelif
askerî malzeme o uzak Türk ülkesine doğru yola
çıkarıldı. Yakup Bey, bunun üzerine, hutbelerde
Sultan Abdülaziz’in ismini okuttu ve kestirdiği altın ve gümüş paralara “Abdülaziz Han” ibaresini
kazıttı. Yıl 1872 idi...
Yakup Bey, Ruslarla ve İngilizlerle de anlaşmalar imzaladı. Bu durum Çin’i rahatsız etti. Batısında ortaya çıkan bu oluşumu ortadan kaldırmak
için harekete geçti. Fakat onlar sonucu ulaşmadan,
Yakup Bey, Hotan Hâkimi Niyaz Hekim’in tertibi
ile zehirlettirildi...
Doğu Türkistan’daki devlet varlığı 1877’de
böylece ortadan kaldırıldı... Doğu Türkistan üzerinde Rus-Çin çekişmesi Çin’in lehine halledildi.
O zamandan beri Çin, Doğu Türkistan üzerinde
ağır baskılar uyguluyor. Doğu Türkistan’dan Uygur ülkesinden bize, baskı, zulüm ve katliam haberler ulaşıyor.
İşte bu uzaktaki yakın ülkeye bir gün gidebilmek,
ilk Müslüman Türk devletinin ortaya çıktığı medeniyet havzasını görmek, Türkçenin ilk sözlükçüsü
Kaşgarlı Mahmud’un kabrini ziyaret etmek hayallerimizi süslüyordu.
Bir gün, hayli sıcak bir yaz günü... Aziz dostum Mehmet Sılay aradı... Bosna’da, Ayvaz Dede
Şenlikleri’nde idi... Urumçi’ye, Uygur ülkesine bir
seyahat fırsatı zuhur etmişti. Hemen tası tarağı
toplayıp İstanbul havalimanında buluşmamız gerekiyordu. Kendisi Bosna’dan yola çıkıyordu, ben
de İzmir’den Ankara’ya hareket ettim. Gerekli malzemeyi alıp İstanbul’a ulaşacaktım.
2012 yılı, temmuz başları... Güney Çin Havayolları ile uzun bir yolculuktan sonra Urumçi
Havalimanı’na ulaştık. Türk dünyasının eskiden Sovyet kontrolü altındaki neredeyse bütün
medeniyet merkezleri görmüş birisi olarak, bu
seyahati çok önemsiyordum. “Türk Kimliğinin
Coğrafyaları”[1] kitabımın noksan kalan bir cüzü
1. D. Mehmet Doğan: Türkistan Türkiye-Türk
kimliğinin coğrafyaları. Yazar Yayınları, Ankara 2010,
20
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
böylece tamamlanacaktı...
Bu seyahatte Şincan Özerk Bölgesinin başkenti
Urumçi dışında sadece Kaşgar’ı ziyaretimize izin verildi. İşte dar bir zamanda gördüğümüz Kaşgar’la,
bu uzaktaki yakın şehrimizle, medeniyet merkezimizle ilgili intibalarımız...
Kaşgar’da cuma namazı!
Zihnimizde “Kaşgar” kadar derin çağrışımlar
uyandıran kaç şehir ismi vardır? Son bin yılımızın
büyük başlangıçları bu şehir ve bölgede cereyan etmiş, bin yılımıza istikamet veren büyük şahsiyetler
burada yetişmiştir.
Urumçi’den sonra Kaşgar’dayız…İlk Müslüman Türk devleti Karahanlıların merkezinde.
Perşembe öğleden sonra Kaşgar’a ulaştık. Tıpkı
herhangi bir Anadolu şehri gibi kavak ağaçlarıyla
seçilen bir şehir. Her iki tarafında kavak ağaçları
bulunan geniş caddeler, yüksek binalar… Bir sun’i
göl üzerinde çatısı Çin çatı tarzından esinlenmiş
gibi görülen modern bir bina… Burada geleceğin Kaşgar’ının maketi var. Bu bir nevi Kaşgar’ın
“kentsel dönüşüm”ü. Eski Kaşgar ortalarda bir yerde, kuşatılmış vaziyette…
Yeni Kaşgar Doğu Türkistan’ın kapısında
Çin’in iddialı bir projesi olarak yükseltiliyor. Öyle
sanıyoruz ki, tarihî Kaşgar bu dönüşüm tamamlanınca cim karnında bir nokta gibi kalacak…
Kaşgar’dayız ve ilgililere cuma namazını Iydgâh
Camii’nde kılmak istediğimizi söylüyoruz. Zaten
başka bir yerde kılmak da mümkün değil gibi…
Iydgâh Mescidi/Camisi yıllar öncesi zihnimizde bir görüntü olarak yer etmiş. Siyah-beyaz devirde televizyonda gördüğümüz bir Kaşgar sahnesi…
Bayram namazından sonra camiden çıkan cemaat
binlerce, on binlerce kişinin katıldığı bir bayram
sevinci içinde… Ma’şeri bir raks bu… Bize zaman
zaman Mevlevi semaının neşvesini hissettiriyor.
Iydgâh “bayram yeri” demek… Namaz müminin bayramıdır… Cuma Müslümanların haftalık
bayram günüdür… Ve nihayet ramazan ve kurban
bayramları… Iydgâh, Doğu Türkistan’ın bayramları bayram yapan mekânı. 15. yüzyılda, Osmanlının 2. Murat devrine tekabül eden bir dönemde
yapılmış. Sonra birkaç kere genişletilmiş.
Cuma saatini tam bilemediğimiz için, bir hayli
erken vakitte Iydgâh’a geliyoruz. Dıştan pek gösterişli bir mimari yapı değil. Zaten girişten sonra
296 s., resimli
geniş bir avlu ve nihayet sonda asıl kapalı namaz
mekânı var. Kapalı mekânın etrafında da saçaklar
altında açık namaz alanları bulunuyor.
Avlu, etrafı su arklarıyla çevrilmiş parçalara bölünmüş. Ağaçlık, ama bütün boş kısımlar, namaz
kılınabilecek şekilde hazırlanmış.
Namaz vakti gelmek üzere Iydgâh’ın bitişiğindeki geleneklik çarşıyı gezmeye başlıyoruz. Sanki
tarihî bir kesinti olmamış gibi… Bazı dükkânlarda
sadece bizim eski yazıyla tabelalar var. Giyim kuşam dükkânları, ziynet eşyası satılan dükkânlar,
baharatçılar, kasaplar, onların yanında kebapçılar, samsacılar, pilavcılar… Uygur sazları satan
dükkânlar…
Biz çarşının havasına kendimizi kaptırmışken, zamanın nasıl geçtiğini pek fark edemiyoruz.
Mehmet Sılay ve genç dostlarımız Emre, Ediz ve
Altuğ ile birlikte Iydgâh’a doğru yollanıyoruz. Fakat cami ana baba günü. Kapalı mekân çoktan
dolmuş. Açık mekânlar ve avluya yeni serilen halılar da dolmak üzere. Biz bir ümitle içeriye doğru
hamle ediyoruz. Fakat açık mekânlardan arklara
kadar uzanan çörtenlerin altında, hafif gölge bir
kısma- ki burası giriş çıkış ve geçişler için kullanılmaktadır- serilen bir örtünün üzerinde kendimize
güç hâlle bir yer buluyoruz…
Şunu söylesek mübalağa olmaz: Hayatımızın en
kalabalık cuma namazlarından birini kılıyoruz.
Tahminimiz cemaatin 10 bin civarında olduğu
yönünde.
Hocanın vaazı bitmek üzere. Müezzin ezanı
makam gözetmeyen bir tarzda okuyor. Hatip sadece Arapça kısa bir hutbe irad ediyor… Farz namaz
bittikten sonra çıkanlar büyük bir yekûn teşkil etmiyor… Çıkarken, kapıda bazı kadınların ellerinde
kapakları açık su şişeleri ile beklediklerini görüyoruz.
Cemaatten bazıları da bu şişelere doğru dönüp üflüyorlar…
Herhâlde bu dualı sular, şifa bekleyen hastalara
gidecek…
Cemaatin çoğu yaşlı. Aksakallı Uygurlar yanında, orta yaşlı cemaat de hayli kalabalık. Genç
az. Zaten 18 yaşından küçüklerin camiye gitmesi
yasak…
1960 yılında başlayan Çin kültür ihtilali sırasında (Uygur lisanında “Medeniyet İnkılâbı”) Kaşgar’daki cami ve mescitlerin büyük bir kısmı yıkılmış. Günümüze 100 civarında mescit ve cami ulaştığı düşünülürse, Kaşgar’ın nasıl bir camiler şehri
21
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
olduğu anlaşılabilir.
Namaz çıkışı kanaatimiz pekişiyor: Iydgâh
ayakta kaldıkça cemaati hiç eksik olmayacak ve
buradaki bin yıllık İslamî miras yaşayacak.
Kaşgarlı Mahmud’un âsâsı!
Büyük şahsiyetlerin ve onları temsil eden ulu
yatırların etrafında güçlü bir sembolik dil oluşmuştur. Müşahhastan mücerrete giden bu dil birçok gerçek malûmattan daha etkileyici ve zihin
açıcı şekilde o şahsiyeti ve o şahsiyetle ilgili sosyal
sonuçları bize anlatır.
Kaşgar yakınlarında (Opal) bilinen ilk büyük
sözlükçümüz, dilcimiz ve edebiyat tarihçimizin
kabrini ziyaret ederken bu güçlü sembolizmin her
adımda kendisini hissettirdiğini fark etmemek
mümkün değildi.
Kaşgarlı Mahmud’un mezarına 97 basamaklı
bir merdivenle varılıyor. Çünkü bu büyük şahsiyet, rivayete göre, 97 yıl yaşamış…
Elbette sembolik dilden kastımız bu değil!
Kaşgarlı Mahmud’la ilgili çok sayıda sembolik
ifadeden biri var ki, onun yaptığı işi, ortaya koyduğu eseri çok keskin bir şekilde anlatıyor.
Türbeye yaklaşırken, tek kökten çıkan yaşlı
bir ağacın dallarının dört bir tarafa doğru uzandığı görülüyor. Dibinden su çıkan bu ağaç, “hay
hay terek” olarak adlandırılıyor. Meğerki Kaşgarlı
Mahmud’un asası imiş! (Bu arada “terek”in Uygur dilinde kavak demek olduğunu hatırlatalım.
Divan’da tirek, Anadolu Türkçesinde direk.) Mahmud elindeki değneği bu sulak yere saplamış ve
bir ulu ağaç böylece filizlenmiş. Bin yıl içinde her
tarafa kollar atmış, dallar salmış…
Bu kadim ulu ağacın Kaşgarlı Mahmud’un
sopası olup olmadığını hiçbir zaman kesin olarak
bilemeyiz, ama bu mecazla ne anlatılmak istenildiğini fehmetmek hiç de güç değildir.
Bu sopa ile temsil edilen, Kaşgarlı Mahmud’un
dil ve edebiyat tarihimizde inkılâba yol açan ulu
eseridir. Kaşgarlı Mahmud memleketinden ayrılmak zorunda kaldıktan sonra Türk illerini dolaşmış, çeşitli boyların dil, edebiyat ve kültür verimlerini derlemiş, Abbasi halifelerinin başkenti
olan Bağdat’a geldikten sonra da bunları süzerek
1072-1074 yıllarında Divanü-Lügati’t-Türk isimli
eserini yazmıştır.
O sırada İslam dünyasının doğusunu ve merkezini yöneten Türklerin cihan hâkimiyeti iddiası-
nı Araplara, “Türklerin dilini öğrenin, zira onların
için uzun bir saltanat mevcuttur.” ana fikri etrafında ifade etmiş ve Araplara Türkçe öğretmek için
eserini kaleme almıştır.
Kaşgarlı’nın eserini Abbasi halifesi MuktedîBiemrillah’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a takdim
ettiği biliniyor. Eserin zamanında nasıl bir tesir
icra ettiğini maalesef bilemiyoruz. Kaşgarlı’nın
Divan’ı neredeyse 9 asır bilinmezlere karışmıştır.
20. yüzyılın başında birden, Türkler için muhataralı bir zamanda, Osmanlı Devleti’nin başkentinde
ortaya çıkmıştır.
Divanü-Lügati’t-Türk’ün keşfedildiği an Türk
toplulukları için bir milattır. O tarihten beri
İstanbul’da Millet-Ali Emiri Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Divanü-Lügati’t-Türk nüshası bütün
Türk topluluklarını gölgesi altına alan bir ulu ağaç
hükmündedir.
Kaşgarlı’nın eserinin bulunmasından sonra Türklerin tarihi nasıl yeniden yazıldıysa,
Mahmud’un hayatı da yeniden yazılmıştır.
Rivayete göre, 89 yaşında Kaşgar’a döndükten sonra vefatına kadar burada, Mahmudiye
Medresesi’nde müderrislik yapmış, 1105 yılında
97 yaşında vefat etmiş ve Kaşgar merkezine 45
km. uzaklıktaki Opal köyündeki medresesinin yakınındaki mezarlığa gömülmüştür…
Bu mezarlıkta bulunan Hazreti Molla Şemseddin isimli evliyanın türbesinin esasında Kaşgarlı
Mahmud’a ait olduğu kanaati işte onun eserinin
bulunmasından sonra yayılmıştır.
Hazretin türbesine vakfedilmiş olan yazma bir
mesnevî nüshasının sonunda Kaşgar kadısının 14
Recep 1252 (21 Ekim 1836) tarihli vakıf senedinde, halkın eskiden beri Hazret Molla Şemseddin
olarak bildiği şahsiyetin gerçekte Kaşgarlı Mahmud olduğu yazılıymış…
20. yüzyıla kadar çevre halkının Molla
Şemseddin’e ihtiyacı vardı… O muhterem şahsiyet
büyük bir tazimle ziyaret ediliyordu. 20. yüzyılda,
aynı yerin yeni tanınan bir büyüğüne olan ilgi onun
önüne geçmiştir. Bu da gayet tabiidir. Bugün Molla
Şemseddin “Kaşgarlı Mahmud” hüviyetiyle hem
çevre halkından hem de bütün Türk âleminden büyük bir ilgi ve saygı görüyor…
Kaşgar: Tarihimizin başlangıcı
Kaşgar, Müslümanlıktan sonra Türk tarihinin
besmelesinin çekildiği, ön sözünün yazıldığı şe-
22
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
hir… Genç Satuk Buğra’nın 3. Büyük Karahanlı
Hükümdarı olarak tahta çıktıktan sonra tarihimizin seyrini değiştirecek bir başlangıç yapacağı tahmin
edilebilir miydi?
Elbette bu genç şehzadenin düşünce ve inanç
oluşumu bilinmez değildi, belki kestirilemeyecek
olan, onun kendi inanç ve düşüncesini halkına
telkin etme konusunda ne yapacağı veya yapamayacağı idi.
Satuk Buğra’nın Karahanlı tahtına çıkış tarihi
olarak miladî 926 yılı kabul ediliyor. Hicretten
313 yıl sonra… Daha önce Müslüman olup Abdülkerim adını almış olan genç hükümdar İslam’ın
Sünni-Hanefi yorumunun halkının resmi ve geçerli
inancı olduğunu ilan etmiştir. Bununla kalmamış,
kendi soyundan atalar dini üzere olanlarla mücadele
etmiştir.
Satuk Buğra Han, kendi adıyla anılan bir destanın kahramanıdır artık…
Kaşgar’da ortaya çıkan bu destan, iki büyük
yazıcı bulmuştur: Yusuf Has Hacib ve Kaşgarlı
Mahmud.
İslami Türk edebiyatının ilk ve büyük eseri, bu
topraklarda ortaya çıkmıştır:
Kutadgu Bilig. Kutlu veya mutlu olma bilgisi…
Balasagunlu Yusuf Has Hacib, mesnevî nazım
şekli ile 6645 beyitlik bir eser ortaya koymakla,
bir edebiyat geleneğinin başlangıcını yapmıştır. O
günden bugüne Türkçe yazan, eser ortaya koyanların öncüsü hiç şüphesiz Yusuf Has Hacib’dir.
Onun eseri olmasa idi, Karahanlı tarihi belki
bu kadar hatırlanmayacaktı.
Yusuf Has Hacib gibi, 11. asırda yaşamış bir
başka şahsiyet daha vardır ki, dilimizi, edebiyatımızı, kültürümüzü gerçek anlamda derinleştiren
öncü bir eser ortaya koymuştur: Divanü Lügati’t-Türk.
Kaşgar’dayız, bu üç büyük tarihî şahsiyetin kutlu topraklarında!
Yusuf Has Hacib’in türbesi şehrin içinde.
Mao’nun tam bir vandalizm örneği olan “kültür
devrimi” sırasında ilk yıkılan yapılardan biri Yusuf Has Hacib’in kabri. Uygurlar kültür devrimini
kendi dillerinde “medeniyet inkılâbı” olarak adlandırıyorlar.
Bir medeniyet inkılâbı ki, bin yıllık köklü bir
medeniyeti ortadan kaldırmak için güç kullanıyor!
Yusuf Has Hacib’in kabri 1986’da yeniden
ayağa kaldırılıyor. İşte bugünkü dilimizle onun
bir sözü: “Doğan ölür, ondan eser olarak söz kalır.
Sözünü iyi söyle, ölümsüz olursun.”
Balasagunlu ölümsüzlüğün sırrına ermiş. Ona
zamanının en büyük diktatörü olan, tek sözü milyarları harekete geçiren Mao’nun dahi gücü yetmemiştir.
Şiddetin hükümran olduğu zamanlarda ölüler
dirilerden güçlüdür!
Bu sırra erenlerden diğer öncünün kabri
Kaşgar’a 45 kilometre mesafede. 20. yüzyılda dirilip yeni bir hayat sürüyor Kaşgarlı Mahmud.
Kaşgar’a en uzak mesafede bulunan Satuk Buğra Han.
Onun Artuş (Ardıç) ilçesindeki kabrinin ziyareti, bize verilen programdaki bir yazım hatasından ötürü gerçek bir sürpriz oldu. Bir yitiğimizi
bulmuş gibi sevindik.
Ardıç’taki Abdülkerim Satuk Buğra Han kabri
de, diğer iki kabir gibi yeşillikler içinde. Türbenin
yanına son yıllarda büyük bir mescit/cami yapılmış.
Çin asıllı rehber anlatıyor Satuk Buğra Hanı…
Mütercim çevirmekte güçlük çekiyor. Fakat biz
gönülden anlıyoruz…
Türbeye girer girmez bizimle birlikte olan Uygur yöneticiler sağda bir masa üstüne konulmuş
olan siyah bir taşı okşuyorlar.
Satuk Buğra Han, Kur’an okuduktan sonra bu
taşı yastık olarak kullanırmış.
Dün gece yâr hanesinde yastığım bir taş idi!
Hacerülesved gibi bir göktaşı olan bu kara taşı
biz de muhabbetle okşuyoruz.
Niyetimiz bir aşr-ı şerif okuyup, Abdülkerim
Satuk Buğra Han’a rahmet dilemek… Mehmet Sılay alçak sesle okumaya başlıyor:
“Bismillahirrahmanirrahim Fezkürunı ezkürküm veşküru lı ve la tekfürun Ya eyyühellezıne
amenüsteıynu bis sabri…” Orada bulunan hoca
sakallı bir zat devamını getiriyor. İlk defa Kaşgar’da
bir türbede bir hocanın görevli olduğunu görüyoruz. Onun usulüne uygun okuyuşundan ziyadesiyle memnun oluyoruz.
Yaşayanlar bir tarafa, bin yıldan daha önce toprağa karışan ölülerin diriliği bizi mutlu ediyor.■
23
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Türk yurdunda dağlar arasında
unutulmuş bir kasaba: Lahıç
İMDAT AVŞAR
A
kilometre gittikten sonra sola dönüyoruz. Asfalt
yoldan 5-10 kilometre daha gittikten sonra yol
bitiyor. Tozlu, topraklı, taşlı kayalı bir yoldan,
daha doğrusu yola benzer bir yerden dar ve dik
uçurumlarla, sarp kayalarla kaplı bir vadiye giriyoruz. Girdiman Çayı’nın yardığı bu derin vadi
boyunca ilerlerken iki yanımızdaki uçurumlar ve
önümüzde uzayan yoldan başka bir de vadinin
izin verdiği kadar görülebilen bir parça gökyüzü
eşlik ediyor bize.
Vadinin biraz eğilip, dağların biraz bel verdiği
yerlerde köyler kurulmuş. Talıstan, Cülyan, Diyallı, Tezekend, Tircan, Yeniyol, Garagaya, Gendov… Gendov köyünde bir parça düzlük var.
O düzlüklerde tüm dertlere derman sebzeler ve
meyveler yetişiyormuş. Yol kenarında salatalık,
üzüm, domates ve türlü sebzeler satan köylülerin,
iğreti tezgâhları var. Arada bir doğal şifalı bitkiler satan köylülere de rastlıyoruz. Vadinin sarp
yerlerinden birinde iki yakadaki köyleri birbirine
bağlayan bir asma köprünün başında mola veriyoruz. Buraya asma köprüden geçmek isteyenler
yığılmış. Köprünün üstündekiler belli aralıklarla dizilmişler, onlar sallana sallana, korka, korka
zerbaycan… Odlar diyarı… Ateş ülkesi…
Yayla kasabası olan Pirkulu’dan Şamahı’ya
doğru indikçe serin yel kaybolmaya başlıyor.
Yine toz içinde Şamahı. Uzaklardan Cuma Mescidi ve Yedi Kümbet Mezarlığı görünüyor. Şehrin kenarından burulup İsmayıllı’ya doğru hareket ediyoruz. Dağlardan aşıp derelerden geçerek
İsmayıllı’ya çatıyoruz. Yazar kardeşim Elçin’in
dostu Murat Bey karşılıyor bizi. Murat Bey, İsmayıllı reyonunda icra hâkimiyetinde çalışan bir
memur. Elçin onunla daha önce telefonda konuşup programı ayarladığı için, İsmayıllı’da icra
hâkimiyetinin bahçesinde oturup Lahıç’tan gelecek ve bizi oraya götürecek olan rehberimiz; aynı
zamanda Lahıç belediye başkanı da olan Nasur
Bey’i beklemeye başlıyoruz. Bahçenin ortasındaki yolun iki kıyısına düzgün bir hatla dikilmiş
ulu çınarların gölgesinde çaylarımızı içerken
Nasur Bey de tek kapılı “Lada Niva” marka bir
cip ile gelip çatıyor. Bizim arabanın Lahıç yoluna gitmesinin mümkün olmadığını anlıyoruz
ve mecburen bu küçük arabaya beş kişi biniyoruz. Tekrar Şamahı istikametine doğru 15-20
24
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
karşıya geçtikten sonra sıradakiler köprüden geçmeye başlıyorlar. Kafkas dağlarına dayanan bu
vadiden gelen sel, sık sık köprüleri alıp götürdüğü için köyler arasına asma köprüler kurulmuş.
Bu asma köprünün kurulduğu dik uçurumu görünce, çocukluğumda okuduğum çizgi romanı
hatırladım. Rahmetli Sezgin Burak’ın yazıp çizdiği “Çarşamba günleri çıkan” Tarkan’ı bir hafta
boyunca sabırsızlıkla nasıl da beklerdik. Büyücü
Koşa’yı öldürmek için böyle bir vadiye giren Tarkan, Koşa’nın asma köprüsünden geçerken korku
dolu anlar yaşıyordu. Ben de bu köprüden geçenler namına ürperiyorum.
Köprünün başında bir halk hekimi de var,
şifalı bitkiler satıyor ziyaretçilere. Evvelden beri
meraklıyım bu otlara. Kim bilir ne kadar otun
adını ezberlemişimdir. Adamın yanına yaklaşıp
otların adını soruyorum. Halk hekimliğinde uzmanlaşmış olan adam, otların adını ve hangi derde deva olduğunu sayıyor.
Bu, “ganteper otu!” gan tezyikine (yüksek
tansiyon) dermandı. Bu, “çobanyastığı,” cerehat, iltihap üçündü, Sarıçiçek (altınotu) mede,
bağırsak ağrıları üçün… Bu, “devetabanı,” öd
yolları(idrar yolları) hesteliğinde dermanı kimin
istifade edilir… Daz otu, kekik otu, garagınık,
evelik, itburnu, kırkboğum, yavşan, mayasır
otu… her çiçek, her ot bir derde deva burada,
makine girmemiş, suni gübre görmemiş, şehirlerden uzak bakir bir alan burası ve buradaki her
çiçek, her ot bir derde deva…
Asma köprünün ve buradaki halk hekiminin
derde deva doğal ilaçlarının birkaç kare resmini
çekip yola revan oluyoruz. Hayli yükseldikten
sonra yeşillikler içinde, bizim Karadeniz köylerine benzeyen, dağın yamacında küçük bir düzlüğe kurulan Namazgâh köyüne varıyoruz. Köyün
ismi dikkat çekici… Nasur Bey anlatıyor:
“Bu vadi boyu köylerden, İsmayıllı’ya gidecek
olanlar, çok erken saatlerde daha doğrusu geceden
yola çıkarlarmış. Civar köylerden gelen yolcular,
vadinin kavşak noktası olan Namazgâh köyüne,
sabah ezanında ancak kavuşurlar, sabah namazını
burada kıldıktan sonra yola devam ederlermiş. O
yüzden bu köyün adı Namazgâh olarak kalmış.
Bu vadide daha kaç köy var, insanlar buralarda
nasıl yaşar diye düşünürken Mürgemir ve Serdahar köylerini de geride bırakıyoruz.
Bu insanlar, bu yol yapılmadan önce acaba
nasıl, ne ile gidiyorlardı şehre? Şehirden aldıklarını nasıl getiriyorlardı buralara. Bu uçurumların
altında deli bir çay akıyor ve çayın kenarında da
yol yok. Yer yer kayalar, taşlar yuvarlanmış yola,
üstelik tehlikeli. Murat Bey bir yerde durduruyor
arabayı ve benim merakımı gideriyor:
“Müellim görürsen mi, çayın o yüzünde, hasar kimin hörülmüş daşlar var.”
“Evet, gördüm.”
“O daşlar ile hörülen yer atların, katırların
geçtiği yoldu. İnsanlar kadim devirlerden beri
buralardan atlar, katırlar ile gedip gelipler.”
Demek karşı kıyıda atlar ile gidilebilen bir yol
varmış, insanlar, yukardan gelen sellerin bozduğu
o yolu, taşlar ile örüp dağlara bağlayarak atların
geçmesini sağlamışlar.”
Karşı dağlarda, bozuk ormanlar içinde tek tük
evler göze çarpıyor. Tek haneli mezralar, iki haneli
köyler…
Biraz daha ilerledikten sonra küçük bir düzlükte yolun sol tarafında, dereye yakın bir mola
yerinde duruyoruz. Nasur Bey, dik yokuştan buraya indiriyor arabayı ama bizim de yüreğimizin
yağı eriyor. Bu küçük düzlüğe indiğimizde kendimi derin bir kuyudaymış gibi hissediyorum; dört
yanımız yalçın kayalarla, uçurumlarla çevrili, üstümüzde bir parça mavi gökyüzü, yanı başımızda bir dere… Burası bir lokanta aslında! Bir aile
işletmesi... Birbirine bitişik iki odalı bir baraka,
ağaçların altına, kayaların dibine kurulmuş 7-8
masa var. Kebap dumanları, semaver dumanları,
pişmiş et kokusu, ter kokusu birbirine karışmış
burada. Ağaçların altındaki bir masaya yerleşiyoruz. Yemek söylüyoruz, buz gibi su geliyor, içip
serinliyoruz.
Yemekler gelinceye kadar çevreyi keşfe çıkıyorum. Etrafındaki kayalara bakarken, Lahıç’a doğru giden yolun üstündeki yalçın kayalıklarda bir
“Orta Çağ Şahı” ile karşılaşıyorum. Benden önce
buraya gelip gidenler bu şahın siluetini fark ettiler mi bilmiyorum. Kayaların ortasında, yüzü güneye bakan başı miğferli, omuzları zırhlı bir Orta
Çağ şahına benzeyen kayanın fotoğraflarını çekiyorum. Daha önce, Iğdır’ın Tuzluca ilçesine bağlı
Gaziler beldesinde av yaparken, Köroğlu Kalesi
denilen yerde uluyan bir kurt silueti, bir de Ağdaş
köyü civarında kayadan yontulmuş gibi duran bir
25
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Orta Çağ devrini andıran kasabada bir banka şubesi
ayı siluetinin resmini çekmiştim. Bu “Orta Çağ
Şahı” da tabiat adlı heykeltıraşın yonttuğu dev bir
heykel olsa gerek.
Dostlarıma, Evliya Çelebi’nin Azerbaycan’ı
gezdiği yıllarda karşılaştığı ve farklı bir dil konuştukları için yerli ahalinin bunlara İttil (İt dili
konuşan) kabilesi dediğini yazdığından bahsediyorum. Murat Bey gülüyor: “İmdat Müellim, ele
bu Lahıçlılar da başka bir dilden danışır.” diyor.
Nasur Bey, Lahıçlı olduğu için konuştukları dilden bahsediyor. Lahıçlıların konuştuğu bu dil ya
Farsçanın ağızlarından biri ya da kadim Farsça olmalı. Bu kuş uçmaz, kervan geçmez vadide yaşayan insanlar başka dil ve kültürlerden etkilenmedikleri için, binlerce yıl bu dili muhafaza etmişler.
İşte Lahıç’ta konuşulan dilin bazı kelimeleri ve bu
kelimelerin Farsçası:
Farsça
seng
nan
berader
rah
çeşm
dest
dehan
ab
dehçe
sib
Lahıç dili
sang
nun
buror
roh
çim
das
duhun
öb
deh
si
Anlamı
taş
ekmek
kardeş
yol
göz
el
ağız
su
köy
elma
Bu sırada, yol üstü lokantada ailesiyle birlikte başka bir masada yemek yiyen bir adam bize
doğru yaklaşıyor. Sevgili yazar dostum Ayvaz
Zeynalov’u gözüne kestirdiği belli:
“Gardaş, senin adın Ayvaz değil?” diyor.
Ayvaz da onaylıyor. Sonra Ayvaz Zeynalov’un
annesinin öğretmen olduğunu, onunla birlikte Ağdam’da aynı sınıfta okuduklarını söylüyor.
Ayvaz Zeynalov şaşkın bakışlarla süzüyor onu
ama çıkaramıyor. Neden sonra, yitiğini bulmuş
gibi ayağa fırlıyor: “Ay gardaş, sensen?” diye sesini yükseltiyor. Hep birlikte hesap ediyoruz sonra, tam 45 yıl geçmiş aradan, Sovyet vaktiymiş,
o zamanlar Ağdam, Karabağ’da bir Azerbaycan
şehriymiş, aradan yıllar geçmiş, devirler değişmiş,
Sovyetler Birliği dağılmış, Ağdam Ermeni işgaline uğramış ama bu iki sınıf arkadaşı bir daha
hiç görüşememişler. Allah’ın işine bakın ki, bu iki
dostu, 45 yıl sonra, hem de kuş uçmaz, kervan
geçmez bir dağ yolunda karşılaştırıyor. Bu iki eski
dost diğer arkadaşları hakkında sohbet ederken,
yemekler geliyor… Yemeklerimizi yiyip çaylarımızı içtikten sonra, Lahıç’a doğru devam ediyoruz. Bir hayli yol gittikten sonra vadi biraz daha
genişliyor burada, ama bu genişliğin yarısı çay
yatağı. Kafkasların, Babadağ’ın, Şahdağ’ın karı
söküldüğünde, bu dereden büyük sellerin geldiği, dere yatağındaki dev kayalardan anlaşılıyor.
Vadinin sağ yanında, dağa doğru yaslanan Lahıç
kasabasına varıyoruz.
Lahıç, dereye paralel uzanan dar bir sokağın
iki yanında kurulu bir kasaba. Buna ek olarak
dağa doğru uzanan, tırmanan daha dar sokakların iki yanında birbiri üstüne binmiş gibi duran
tek katlı, iki katlı evlerden oluşuyor. Evlerin mimarisi ilginç! Kapıdan girilince genişçe bir avlu
ve ortasında ahşap ağırlıklı evler… Dereye paralel uzanan sokağın iki yanı bu kasabanın çarşısı... Çarşı, kadim devirlerden kalma bir Orta Çağ
çarşısı, ağaç işlemeler, deri işlemeleri, bakır işlemeleri, tespihler, süs eşyaları, halılar, kilimler, çoban kepenekleri, çoban papakları, çomaklar, şifalı
bitkiler satılıyor bu çarşıda, kalabalık bir turist
grubu dolaşıyor. Nasıl geldikleri bize nâmalum.
Bu Orta Çağ çarşısının ahengini bozan bir tek şey
var. Ahşap, âdeta dökülen bir evin alt katındaki
levhada “Kapital Bank” yazıyor. Bu bir reklam
tabelası değil, bir banka şubesi. Her hâliyle bir
Orta Çağ nostaljisi yaşayan bu kasabada, “Kapital Bank” levhası gözlerime batıyor âdeta, bu
kasaba ile bu levhayı bir arada düşünemiyorum.
Burada takas ekonomisinin uygulanması gerekir,
26
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Baharat ve şifalı bitkiler satan kadın
tüccarlar kervanlarla buraya mal getirmeli, yerli
ahalinin ürettiği mallar ile takas etmeli, o hâlde
burada bu banka levhası niye var, diye soruyorum
kendime.
Elçin ve Ayvaz Beylerle ayrılıyoruz burada,
yani her birimiz bir dükkânda takılıp kalıyoruz.
Sokakta ilerlerken, bir çoban kepeneği, koyun
postundan tüyleri hiç kırpılmadan yapılmış bir
papak ve derviş asasına benzeyen, ucu topuzlu bir
değnek dikkatimi çekiyor. Oraya yaklaşıyorum.
Ruhumuz bozkırlı ya! Çobanlık damarlarım kabarıyor. Papaklardan birini elime alıp sağına soluna bakarken, dükkân sahibi gelip başıma bir
çoban papağı geçiriyor, kepeneği de omzuma
atıp değneği elime veriyor ve elimdeki fotoğraf
makinesini alıp birkaç kare fotoğrafımı çekiyor.
Adamın bu ilgisi hoşuma gidiyor, fotoğraf makinesinde, çoban kılığıma bakıp hareket ediyorum
ama dükkân sahibi durduruyor beni. Fotoğrafımı
çekmek için omzuma attığı çoban kostümünün
parasını istiyor. Adama iki manatı verirken, bu
banka şubesinin burada niçin var olduğunu da
derinden kavrıyorum. Kapitalizmin ruhu, bu beldeye de sinmiş.
Bir baharatçı dükkânına giriyorum. Bu dağlardaki otların, çiçeklerin hepsinden birer demet
var, hepsi şifalı demek bu dağ çiçeklerinin. Şifalı
bitkiler ve baharat satan nine soruyor.
“Nese sizinçün lazımdı?”
Bu yaşlı nineyle sohbet etmek asıl derdim, az
önce kostüme iki manat verince uyandım, çiçeklere dokunmuyorum, koklamıyorum bile…
“Ay bibi! Burda menim derdimin dermanı
olar?” diye soruyorum.
“Allah heç kesi derd elinde bizar elemesin
oğul, derdin nedi gadanı alım?”
“Dayan, derdimi deyecem, ona göre
Türkiye’den bura kimin gelmişem! Amma beri
baştan soruşum görüm, derdimin dermanı sen
olar mı? Ben ele bir ot istiyirem ki, onun suyundan bir damcı içen, ele o saat ölmelidi! Senin sattıkların içinde bele bir ot var?”
Ninenin gözleri büyüyor ve telaşla soruyor:
“Özün içesen?”
“Yok!”
“Bes kime içirdesen?”
“Öz arvadıma!”
Nine gülmekten uğunup gidiyor:
“Ay sağ olmuş” diyor, “adam öz arvadını öldüren derman aktarar?”
“Ancak arvad mene göz verir, ışık, vermir de!
Bele arvadı neylemeliyem? Belke de özümü öldürüm?”
Benim yüreğimin yangın olduğunu anlayan
nine, gülerek yol gösteriyor sonra: Şahdağı’nı
gösteriyor: “Bak orda, dağın lap uca yerinde bir
pir türbesi var, ora gedip bir kurban kesesen, o
vaht adamın her arzuları yerine yetir.”
“Ora ne teher getmek olar, maşın ile gedilir?
“Yook, piyade getmek lazım.”
“O dağın tepesine piyade getsem özüm ölerem ahı!”
Nine yine gülmeye başlıyor, güldüğünde seyrek dişleri görünüyor, yılların etkisiyle büzüşmüş
yanakları geriliyor. Ben yine soruyorum.
“Ay nine, dediler senin aktardığın ot Lahıç’da
olar, ona göre Türkiye’den bura gelmişem, bu ot
sende var?”
“Hansı otdu?”
“Arvatöldürenotu!”
“Ele ot yokdu, heç olar mı?”
“Niye yokdu, bak bu ota siz ne deyirsiz? Bunun adı guzugıran değil?
“Beli, guzugırandı.”
“Guzugıran otu var bu dağlarda, gerek arvad
öldüren otu ya da ki arvatgıran otu da olsun.”
O sırada dükkâna başka bir müşteri giriyor,
ben nineye teşekkür edip ayrılıyorum...
Şimdi bu garip kasabada, kim bilir daha nelerle karşılaşacağım. Odlar yurdunda beni daha
neler gözlüyor… ■
27
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Üsküp içre Üsküp
HÜSEYİN ÖZBAY
A
ltı gün önce Yahya Kemal”in “ Kaybolan Şehir”ine geldim yine. Efsanesini yarı yarıya bitirmiş bir insanın
hâletiruhiyesiyle dış yüzü olağanüstü yenilenmiş bu şehirde yeniden ne yapabilirim? Neron
Roma’ya, Dosto yaralı Almanya’ya, Cengiz Dağcı
Kırım’a, bir Malakan Kars’a dönseydi ne görür,
ne yaşardı?
14 yıl sonra tekrar gittiğim bu ülkede ve bu
şehirde, derinlere inemesem de dolaşacağım. Tarihi aramaya çıkmak ise büyük iddia.
Bugün 9 Eylül. Dün Üsküp meydanının görkemli heykelleri arasında Çay Kur’u temsilen bir
tır kamyonu durdu. Ta Rize’den kalkıp gelmişler.
Meydanda halka sıcak çay ikram ettiler. Tırla birlikte kalabalık bir heyet de Üsküp’ü teşrif etti. Rizeli Çay Kurcular, iş adamları, milletvekilleri ve
Esenler Belediye Başkanı; Yunus Emre Türk Kültür Merkezini de ziyaret ettiler. Aynı tır ve ekip
bugün Merkez Cupa Belediyesini ziyaret ettik.
Ben de Merkez’den ve radyo televizyondan bir
grupla Cupa’ya gittim. Daha önce de gördüğüm
Cupa çok değişmişti. Ormanlık ve çok virajlı bir
yolu geçtikten sonra şehre geldik. Meydanda bir
bayram ya da panayır havası vardı. Yüzlerce çocuk ellerinde Türk bayraklarıyla heyeti karşıladılar. Davullar zurnalar çaldı. Folklor gösterileri
yapıldı. Makedonya’daki tek Türk Belediyesiydi
Cupa. Beldeye TİKA’nın büyük yardımı olmuş.
Beldenin içme suyunu dağlardan TİKA akıtmış
bu güzel insanların evlerine ve bahçelerine. Cupa
Belediye Başkanı’nın büyük çabası ve TİKA’nın
yardımıyla Cupa’nın hemen üst tarafında görkemli bir Ata Müze Evi inşa ediliyor. Kocacık
köyünün tepesinde muhteşem ormanlara derin
vadilere bakan bir yer burası. Atatürk’ün babası
ya da dedesi bu köyde doğmuş.
Kocacık dönüşü Cupa Belediyesinde harika
bir sevgi yemeği yedik. Anadolu”nun bereketli sofrası sanki buraya gelmişti. “Kaçamak” da
bu dağlarda otlayan kuzunun eti de lezzetliydi.
İkramın çoğunu Cupalı hanımlar evlerinde yapıp
getirmişlerdi.
Dönüşte gruptan ayrılarak birkaç arkadaşla
ormanlar içinden ve keskin virajlardan geçerek
Yançe denilen Torbeş köyüne saptık. Yıllarca
İtalya ve Almanya’da çalışmış Tevfik Bey, Yançe
köyünü nerdeyse tek başına onarıyor. Harika
28
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
otelinde tepelerden yamaçlara ve minareli karşı
köylere bakarak kahvelerimizi içtik.
Köyün tarihî evlerini ve onarılan yerleri bir iki
saat içinde gezdik, gördük. Dünya cenneti gibi
güzel ama ıssız ve sapa bir yer burası. Tevfik Bey
alın teriyle biriktirdiklerini buraya harcıyor. Biraz
kırgın ama heyecanla projelerini anlattı. Devletten ya da AB fonlarından hiçbir destek alamamıştı. Belki de ismi Tevfik olan bir Torbeş Türk’ü
olduğu için, kim bilir?
Öbür gün Üsküp’e millî ve manevi kimliğimizi veren Eski Çarşı’yı geziyorum. Bu şehrin
sokakları, caddeleri yeniden gözümde şekillenmeye başlıyor. Merkezi, Vardar üzerindeki köprüleri, börekçileri, köftecileri, kahveleri, kafeleri,
hanları, hamamları, Ayro Drom’u, Partizanska’yı,
Kale’yi, Çayır’ı, Gazi Baba’yı, Türk Çarşısını, Bit
Pazarını yeniden algılıyorum şimdi.
11 Eylül’ün bu sabahında Selanik Türküsünü dinliyorum. Sözsüz müzik, sözden daha
çok etkiliyor. Şiir, müzik, dağlar ve sular benim
burada da “hayat fonu”m olacak. Bişkek’te yüksek ve heybetli dağlar ve sular, burada derin ormanlar, Vardar ve çocukları var. Müziği ise taşıyorum. Fona göre değişen müziğin yeri sabit değil.
Mesela burada Selanik Türküsünü dinlemem
Balkan’larda olmamdan kaynaklanmadı sadece.
Belki de bulunduğumuz coğrafyanın sesi bizde de
onun ezgisini uyandırıyor. Her coğrafyanın bir de
ezgisi var tabii ki. Kimi müzik ise mekân üstüdür,
gezer insanla. Geniş bir ovada dağların ve koyak
sularının muhteşem melodisi kulaklarımıza dolmaz mı? Yaşadığımız mekândan ayrılınca oranın
anıları daha çok müzikle canlanır. O zaman düz
bir arazide dağların sesini dinleyebilirim ben de.
Müziğin taşınabilirliğinden de bunu anlıyorum.
Şimdi Bu Şehir’de geçen hafta içinden geçtiğimiz Selanik’in türküsü neden beni böylesine cezbetti? Yakınımdaki Vodno yükseltisine bakarak
ya da efsanevi Şar Dağlarının zirvesine gözümü
dikerek bir dağ türküsü de dinleyebilirdim. Bilinçaltıma müdahale edemiyorum ki. Orada birikenlerin baskısı, bir yol verince dışarıya sızan şeyleri tanıyıp denetlemem güç oluyor. Bilinçaltım
sakladığım bütün kişilik ve kimlik çekincelerimi
ha bire biriktiren ama onları bir düzene koymayan darmadağınık bir ambar gibi.
Dün yine şehir merkezine gelirken Vardar,
muhtelif yerlerde parça parça sanki beni izliyormuş gibi önüme çıkıp kayboldu. Yıllar önce
Fergana Vadisi’nin şiirlere konu Zerefşan Irmağı da sakladığı şeyleri bana göstermek istercesine
geniş Özbekistan vadilerinde hep böyle kaybolup
bir başka yerde tekrar bir yüzünü gösteriyordu
bana. Bir nehir zaten bütünüyle görülmez ki. Taş
Köprü’den bir yukarı bir aşağı akıp gelen ve giden bu sert, bulanık, öfkeli nehri bütünüyle tabii
ki göremeyeceğimi biliyorum ama onun çıktığı
yeri ve Makedonya topraklarında birçok şehri
ve dağı ovayı aşarak gelen parçalarını dün olduğu gibi bugün ve yarın da görüp hissedeceğim.
Vardar’dan adını alan ünlü Vardar Türküsü’nü ise
burada henüz dinlemedim.
11 Eylül’ün akşamında aşina bıraktığımız
yerleri ve dostları görebilmek umuduyla Türk
Çarşısı’ndayız. Birbirine paralel sayılabilecek iki
caddesini dik ve zaman zaman da paralel saran
onlarca sokak, burayı labirente çevirmiş. Görkemli ve metruk Kurşunlu Han ve diğer Osmanlı
Türk han ve hamamları bu çarşının içinde. Yukarıya doğru onarımını Türkiye’nin gerçekleştirdiği
Mustafa Paşa Camisi ve çarşının ortasında kurulmuş Murat Paşa Camisi de burada. Daracık ve
sıcak sokaklar, hanlar ve camiler burayı gerçek-
29
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Svetolu çocuklarla
ten Türk Çarşısı yapmış. Çarşının doğu bitişinde başlayan Bit Pazarı da manzaranın kimliğini
tescil ediyor.
Yukarıda tarihî kale ve onun yakınında T.C.
Büyükelçiliği yer alıyor. Büyükelçiliğe doğru çıkan dik sokağın köşesinde maç seyreden gruptan
kopan biri büyük bir içtenlikle Hocalarım buyurun diyerek bize doğru geldi. Bu şahıs 14 yıl önce
Üsküp’te bıraktığım ve asla unutamadığım Orhan Salih’ti. Orhan Salih bizi görünce öyle bir yakınlık gösterdi ki hayalimde büyüttüğüm kaya bu
sefer küçülmedi. 14 yıl önce salaş bir dükkânda
televizyon tamiri ve elektrik işleri yapan Orhan
daha sonra Büyükelçimizin makam şoförü olmuş. Orhan Salih öğrencim değildi. İlişkimiz zoraki değildi bir bakıma. O zamanlar Üçüncüler
Grubunun heyecanlı bir kalemiydi.
Dün Svetovo’ya gittik. Yunus Emre’nin
“Sevgi Kervanı” üç gündür orada. Merkez köy
Svetovo’ya daracık ve virajlı yoldan Yunus Emre
Türk Kültür Merkezi elemanları ve yerel televizyoncularla gittik. İhmal edilmiş bir Torbeş köyü.
Mehmet Âkif ’in “Ya hamiyetsiz olaydım ya param olsa idi.” mısrasını hatırladım, bir kere daha.
Böyle yerleri ya gidip görmemek ya da oraya
kendimizi adamak gerekiyor. Dünya mallarına
haksız el koyanların dünya insanlarına yaşattıkla-
rı acılara sağır ve dilsiz kalmak ne ayıp. Bir kısım
insanlığın hâllerini bilmek öfke yanında utanç
veriyor insana. Zor yollardan geçerek geldik ve
bir tabela karşıladı bizi:
(Türkçe bilmeyen ama çocuklarının Türkçe
okuması için büyük mücadeleler vermiş bir halkın köyüne giriş böyle. Üstelik bu levha bizi karşılamak için geçici olarak oraya konulmuş değil,
sürekli orada duruyor. Türk kelimesinden kaçan
kendi ülkemizdeki insanlardan bazıları aklıma
geliyor ister istemez.)
Ay yıldızlı bayrak altında “Svetomuza Hoş
Geldiniz.” Şu veya bu sebeple ana dillerinin
Türkçe olduğunu savunan bu insanlar, çocuklarının Türkçe eğitim almaları için uzun mücadeleler verdiler. Ellerinde bayraklarla bizi karşılayan
Svetovolu çocuklardan ilk üç sınıfa gidenler bizimle Türkçe konuştular. Biri Üsküp’ten diğeri
Radoviç’ten iki fedakâr bayan öğretmenin ellerini
bırakmıyorlardı. Üsküp’e yakın olduğu hâlde kışın iki üç ay yolların kapalı olduğu bu güzel köyde
çocuklar herhâlde bizi terk etmesinler diye tutuyorlardı, öğretmenlerinin ellerinden. Onlarla bol
bol fotoğraf çektirdik. İkisi Bursa’da imam-hatip
okumuş üç dört genç ve köy imamı köyün kaderini değiştirmek için çok çalışıyorlar. Mervet’i,
İbrahim’i ve Uludağ Üniversitesi’nde Uluslarara-
30
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Yançe”den bir kesit
sı İlişkiler okuyan Beytullah’ı unutmayacağım.
Ünlü futbolcumuz Hamza Hamzaoğlu’nun da
köyü burası. Köyünü unutmayan ve çocuklar için
burada bir spor tesisi yapan Hamzaoğlu’nu takdir etmemek mümkün değil. Orman içinde bu
köyün az miktarda boş arazisinde tütün ekiliyor.
Tütün, hayvancılık ve bir de çilek. Kalkandelen
Üniversitesi’nde Türk Dili okuyan İbrahim’le çilek mevsimi yine geleceğiz bu köye. Köyün üst
tarafında kaynak suyunun ağzında köylülerle bir
kuzu çevirmeyi de konuştuk. Zevk ü safa mı?
Evet, ama orada ve onlarla…
Büyükelçimiz de bizim arkamızdan köye geldi. Köylülerle hemen kaynaşması güzeldi. Üstten
bakmadı. Köylüleri dinledi ve gerçekçi cevaplar
verdi. Köylülerden biri “ Osmanlıdan sonra ilk
defa bir Türk büyüğü, köyümüze ayak bastı. Bu
bizim köyümüz için tarihî bir gündür.” deyince
içimiz cız etti. Dev, geç olsa da uyanmıştı ama
yeter miydi? Bu sahneyi onlar gibi biz de ne kadar
özlüyorduk.
Öbür gün erkenden Üsküp’ün Türk
Çarşısı’nda çınar ve ceviz ağaçları altında salaş bir
çay evindeyim. Burası hem çarşının yanı başında hem de sakin. Bit Pazarı, fakülte, Murat Paşa
Camisi, Kale yakın. Burayı seviyorum. Üsküp
Kalesi şehre hâkim bir yerde. Vardar’a ve üzerinde kurulan başta Taş Köprü olmak üzere birçok
köprüye bakıyor. Buradan Vardar ve Taş Köprü
harika görünüyor. Taş Köprü’nün iki yanında dev
aslan heykelleri insanı ürkütüyor. Eskiden köprü
sükûnet ve huzuru şimdi ise heykellerin baskısını
taşıyor. Sanki burası tehlikeye karşı bu heykeller
tarafından korunuyor gibi. Çay Kur’la gelen heyetten biri köprüde ve Meydan’da yüzlerce heykeli görünce “Görüntü kirliliği” tabirini kullandı. Bu sözün estetik bakımından bir değeri yok.
Heykellerin hepsi kaliteli, sanatlı ama fazla. Dünyada belki Üsküp kadar insanları yanıltan ikinci
bir şehir yoktur. Derinlerini kaybederek bir şehir
nevzuhur yüzeyselliği ile parlayamaz. Bir Prag
bir Budapeşte çıkmaz bundan. Onun gösterdiği
tarihsel yüzüdür.
Parlak, görkemli binalara ve muhteşem heykellere rağmen şehrin sıcaklığı ve ruhu şehrin
Türk ve Müslüman kesiminin yoğun olduğu yerlerde! Bakımsız olsa da Türk Çarşısı’nın hanları,
hamamları, bedestenleri, sevimli sokakları bu
şehrin tarihsel kimliğini bugün de temsil ediyor.
Bu çarşı ve irili ufaklı on beş civarındaki cami ve
külliye kaldırılırsa şehrin tarihi silinmiş olur. Bir
şehrin kimliği onun tarihi görmüş yüzüdür.
Üsküp, şimdi bu tarihî yüzüyle Yahya
Kemal”in kaybettiği şehir değil artık. Her gün
onlarca grubun Türkiye’den gelip de bu çarşıyı
gezmeleri bunu gösteriyor.
Üsküp’ün içindeki Üsküp, İstanbul’un
içindeki İstanbul gibidir. Bursa’nın içindeki
Bursa, Konya’nın içindeki Konya’dır.■
31
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Yollar ve izler
YAHYA AKENGİN
Kosova’da,
bir Anadolu
kasabasından
daha fazla
benliğini
koruyabilmiş
Mamuşa’da bir
okulda konferans
vermiş, şiirler
okumuş, söyleşiler
yapmıştık.
Türkiye’den
geldiğimizi
öğrenen
öğrencilerin
gözlerindeki
ışıltılar hâlâ
yüreğimde
canlılığını
korur. Oradan
ayrılırken de okul
müdürü arkadan
sesleniyordu: “Bizi
unutmayın…”
H
enüz hiç yurt dışı seyahatleri yaşamadığım
zamanlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşmüş bir subayın okuduğum hatıralarında esir kampından kaçış hikâye ediliyordu. Esir
subayımız dışardaki Türklerden birileriyle irtibat kurarak kaçma planı kuruyor ve uyguluyordu. Ona yardımcı
olanlar hiç şüphesiz bile bile bir tehlikeyi göze alabiliyorlardı. Bu çarpıcı olay elbette beni hem etkilemiş hem
düşündürmüştü. Birebir yaşanmışlıkların hatıra ve gezi
eserlerinde yazılmış olmasının önemini daha iyi anlamış
ve gerçekçi tarihin vazgeçilemez unsurlarından biri olduğuna daha yakından inanmıştım.
Otuz yıldan beri yapmakta olduğum yurt dışı gezilerimi henüz derli toplu bir eser hâline getiremediysem
de yeri geldikçe bölük pörçük de olsa yazmaya çalıştım.
Ama bu konuda hissettiğim sorumluluk duygumu henüz
tatmin etmiş değilim. Bu yazıda yine yurt dışı seyahat izlenimlerinden bazılarını dile getirmek istedim.
İlk yurt dışı seyahatim otuz yıl önceydi ve benim
fikir dünyamın eksenini oluşturan bir şiir yolculuğuydu.
Yugoslavya’ya, Makedonya Uluslararası Struga Şiir Akşamları festivaline gitmiştim. Bu seyahatin ana çizgilerini
o zaman yayın hayatında olan Boğaziçi dergisinde tefrika
olarak yazmıştım. O gün bugün hiç unutamadığım, dönüş hâlindeyken arkamdan atılan bir çığlık, otuz yıldır
kulaklarımda yankılanır durur.
Struga’daki programlar sona erdikten sonra, dünyanın
yüz kadar ülkesinden gelmiş olan şairler, gruplar hâlinde
Makedonya’nın değişik şehirlerine götürülüyor, şiir festivalinin oralarda yankılanmasını sağlıyorlardı. Program
düzenleyicileri, beni İştip ekibine dâhil ederken arada bizim tercümanlığımızı Meka Mustafa isimli bir Türk’ün
yapacağını söylüyorlardı.
Meka Mustafa dünya tatlısı şair, kalender meşrepli,
nükteci, Türkiye özlemi ile yaşayan bir soydaşımızdı. Şi32
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
irlerimizi bizim okuyuşumuzun ardından, Makedoncaya çevrilmiş hâllerini de özenle okuyordu.
Sabah erkenden, yağmurlu puslu bir sonbahar
havasında otelimizin önüne minibüse inip ayrılmak üzere hareket ettiğimizde Meka Mustafa,
içimize işleyen bir ses tonuyla sesleniyordu: “Bizi
unutmayın… Bizi unutmayın…”
Bir zamanların Türk şehri Üsküp’te kalan sadece Meka Mustafa gibi birkaç Türk’tü…
1991 yılında Tatarların millî şairi Abdullah
Tukay’ı anma törenlerinin davetlisiydim. Başkent Kazan yakınlarında kabir başında okunan
şiirlerden birinde geçen tek mısra beynimin ortasına yerleşmişti: “Mezarımın üstünde mankurtlar geziniyor.” Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur
Asra Bedel” romanı o yıllarda Türkiye’de ve Türk
dünyasında çok okunan ve yankıları dalga dalga
genişleyen bir eserdi. Abdullah Tukay’ın kabrinde şiirini okuyan Tatar şair, mesajını Aytmatov’un
romanındaki “mankurt” karakterini ifade ederek
veriyordu.
Soyunu sopunu, geçmişini, kültürünü, hafızasını sınırlayarak unutan anlamlarına gelen “mankurt” artık Türkiye’de de epeyce biliniyor. Ancak
Türkiye’de mankurtlar azalıyor mu yoksa çoğalıyor mu sorusunu da nedense aklımdan çıkaramıyorum.
Kazan’da tanışmış olduğum aydınlardan biri
de tarihçi Batulla olmuştu. Kazan şehrinin 1552
yılında düşmesi ve Rus egemenliğine girmesi olayını, Tatar Kraliçesi Süyümbike’nin direnişini anlatırken Batulla sitemini de söylemekten geri kalmıyordu. “Bizim imdadımıza yetişmiş olsaydınız
Kazan Hanlığı düşmeyebilirdi.” diyordu. Devir
Osmanlının gücünün doruklarında olduğu bir
devirdi ve Muhteşem Süleyman cihan hükümdarıydı. Ama gözümüzü dikmiş olduğumuz Batı’dan
dönüp de Doğu’ya bakacak hâlimiz kalmamıştı
herhâlde. Kazan’a veda ederken yine arkamdan bir
ses yankılanıyordu: “Bizi unutmayın…” çığlığı.
Çığlığın sahibi de tarihçi Badulla’ydı.
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından Kerkük’te dikenli tellerle çevrili bir binada
yapılmakta olan Türkmen Kurultayı’na davetliydik. Ben de söz almış, başka konuşmacılardan
farklı olarak Türkmen kardeşlerimizi de eleştirmiştim. Bunca kuşatma ve tehlike atmosferindeki
Türkmenlerin bu kadar fazla parti ve derneklere
bölünmüş olmalarını doğru bulmuyordum. Biz
Türklerin tarihte tatmış olduğu yenilgi acılarının
temelinde bölünmüşlükler olduğunu hatırlatmaya çalıştım. Daha sonraki özel sohbetlerde bu tür
konuşmalarımız oluyor, onlar da Türkiye’ye güvenmiş olmaktan dolayı, Türkiye’den gelen işaretleri dikkate almak sebebiyle kendi başlarının çaresine bakma noktasına gelemediklerini söylüyor ve
sitemlerde bulunuyorlardı. Dönerken arkamızda
yine aynı çığlık yükseliyordu: “Bizi unutmayın…”
Kosova’da, bir Anadolu kasabasından daha fazla benliğini koruyabilmiş Mamuşa’da bir okulda
konferans vermiş, şiirler okumuş, söyleşiler yapmıştık. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen öğrencilerin gözlerindeki ışıltılar hâlâ yüreğimde canlılığını korur. Oradan ayrılırken de okul müdürü
arkadan sesleniyordu: “Bizi unutmayın…”
Bu tür gezilerin ardından yaşamış olduğum
böylesi sahnelerin farklarını KKTC’de görüyordum. Onlar artık unutulmadıklarından emindiler. Umarım ve dilerim ki oradan da benzer çığlıkların atılacağı durumlara bir daha düşülmez.
1992 yılında Karabağ’da Ermenilerin soykırım derecesinde katliamlar yaptığı zamanlardı.
Bakü’de bulunuyorduk. Cepheden feci haberler
geliyordu. Azerbaycanlı gençler geceleri gazinolarda tepinerek eğleniyorlardı. Konuştuğumuz
Azerbaycanlı dostlarımızdan bazıları özetle şunu
söylüyorlardı: “Türkiye güçlü, Türk ordusu güçlü, bir miktar kuvvet gönderse Ermenileri tepeler,
bu işi bitirirdik.” deyince ben diskolarda tepinen
gençleri hatırlatıp niye cepheye gitmediklerini soruyordum. Cevap olarak “Biz de mecburiyet yok, gönüllülük vardır.” diyorlardı. Ben
de kendilerine, Türkiye’nin Millî Mücadelesini
hatırlatıyor, gönüllü katılanların dışındakilerin
de dipçikle cepheye sürüldüklerini, zaferin öyle
kazanılabildiğini hatırlatıyordum.
Aradan geçen 22 yılın ardından görüyoruz
ki kardeş Azerbaycan artık düzenli, modern bir
orduya kavuşmuştur. Karabağ topraklarını geri
alabilecek bir özgüvene sahiptir. Ben de bu iki
farklı manzarayı hatırlıyor, hatırlatmakta yarar
görüyorum. Çünkü Azerbaycan Türkleri Mithat
Cemal’in şu mısralarını hem çok iyi biliyor hem
de her fırsatta tekrarlamaktan geri durmuyorlar:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”■
33
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Ayşe tatili tamamlayamadı!
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
K
Gezilere gidenler,
farklı tabiatın, kültürel
değerlerin kuşatıcı
güzelliklerini hazzını
almak ister. Bir
insanın değişik bir
bölgeye seyahatinin
arkasında bu sosyal
içgüdü vardır. Ancak
ben Kıbrıs’ı yaralı
bir kuşun kanatları
gibi gördüm. Uçma
arzusu var, ama iradesi
onu besleyecek
güçte değil. Yıllardır
yaşanan bu sancıların
siyasi kasvet bulutu
olarak üzerimizden
gitmemesinin
arkasında bunlar
olmalıdır sanırım.
ıbrıs Barış Harekâtı’nın üzerinden
kırk yıl geçti. Kırk yıldır çözülemeyen bu sosyal hâdise, artık neredeyse
bir uluslararası yaraya dönüştü. Sanırım kolay
kolay da halledileceğe benzemiyor. Tabii, bizim
konumuz böyle bir meseleyi irdelemek değildir.
Bunun meraklısı tarihe bakar ve bizim yakılan
gemilerimize karşılık Kıbrıs’ın fethiyle kesilen
kol ve tıraş edilen sakal hikâyesine ulaşabilir. Yakın tarihin hikâyesini ise görebildiğimiz kadarıyla anlatmak için söz bize kaldı.
1976’da, Barış Harekâtı’nın başladığı günlerde, her genç gibi ben de çok heyecanlıydım. Henüz askerliğimi yapmamıştım ve hemen askerlik
şubesine başvurarak Kıbrıs’a gönüllü asker olarak gitmek istediğimi bildirmiştim. Benim gibi
yüzlere insan gelmişti o günlerde. Şube sorumlusu albayla konuşmak bize nasip oldu. Kendisi
teşekkür etti ve şunları söyledi:
“Oraya eğitilmiş asker gider. Sizin işiniz değil
bu. Bizim askerimiz de var, gücümüz de. Hassasiyetiniz için teşekkür ederiz. Evinize dönün ve
başarımız için dua edin.”
Döndük evimize, okullar açılınca, görev
yaptığım lisede ‘Millî Güvenlik Bilgisi’ dersine
Kıbrıs çıkarmasına katılmış bir binbaşı geldi. Tabii, ordumuz başarılı olmuş ve Kıbrıs Türklerini
EOKA denilen cinayet çetesinin tasallutundan
kurtarmıştı. Binbaşı ile çıkarmayı konuşurken
hâlâ etkisinde olduğunu söylediği çok ilginç bir
34
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
olay anlatı:
“Ben, “Çıkarma Taburu”nda görevliydim.
Gemimiz Girne’nin batısındaki Pladini adını
taşıyan sığ bir plaja yaklaştı. Tankları indirdik,
ilerlemek için emir bekliyoruz. Bu arada, üzerimize karşımızdaki Beşparmak Dağları’ndan
yağmur gibi kurşun yağıyor. Başımızı kaldırmak
mümkün değil. Bu sırada bir asker eline bir boş
teneke aldı ve ‘Komutanım benim abdest almam
gerekiyor’, dedi ve emrimi beklemeden tanktan
çıkıp denize doğru yürüdü. Şaşkınlık içindeydim; evvela kararımı dahi beklemeye gerek duymamasına şaşırmış ve ağır tepki tavrı almıştım.
Ağır bir kızgınlık içindeydim, bir de ne göreyim;
denize doğru ilerleyen askerin önüne arkasına,
sağına soluna düşen mermilere rağmen, kendisine kurşun isabet etmiyordu, abdestini aldı ve
döndü. Olay beni çok etkilemişti. Emir dinlememek gibi bir ağır suça rağmen, bizi şaşkına
çevirecek bir kompozisyonu sergilemişti. İtiraf
edeyim, pek de dindar birisi değildim, ancak
askerin kararlılığı ve hissedilir bir farklı koruma
altında gözükmesi benim tüylerimi ürpertmişti.
Ona kızamadım, kucakladım ve bizim bu çıkarmada kesin başarıya gideceğimiz gibi iyimser bir
duyguya kapıldım. Nitekim başarılı da olduk ve
bu olay beni dindarlaştıran bir değişimin şansını
bahşetti.”
Bu konuşmadan sonra, o yıl askerlik görevimi kısa dönem olarak yerine getirdim. Ertesi yıl
da nasip oldu; “Kıbrıs Barış Harekâtı”nın ikinci
yılında;1976 yazında Kıbrıs’a gittim:
Dönemin hükümetinde yer alan Turhan Feyzioğlu “Kıbrıs Koordinasyon Kurulu Başkanı” idi.
Kendisiyle iyi bir diyalogumuz vardı. Kıbrıs’a
yapacağı ziyarete o sırada yazılarımın yayınlandığı bir gazete adına beni de davet etti. Kıbrıs
Barışı için girişilen harekâta katılamamıştım,
ama şimdi yürütülecek çalışmaları kendisiyle
birlikte görmek üzere gidiyordum. Gittik, bizi
Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin başında bulunan
rahmetli Rauf Denktaş karşıladı. Fetih sırasında,
kontrolümüze geçen Girne’deki “Damotel”e yerleştik. Otelin hikâyesi dikkat çekiciydi. Kastellis
Dome adında bir Kıbrıslı Rum iş adamı burasını
yaptırmış, açılışından hemen sonra bölge bize
geçtiği için otelini işletemeden elinden çıkarmak
zorunda kalmıştı. Denize sıfır noktadaydı, deni-
zin dalgaları otelin temelini yalayıp çekiliyordu.
Deniz güzel, otel temiz, hava açık ve sıcaktı.
“Oraya gitmek üzere uçağa binerken kafamda
bir yığın soru vardı:
Biz bu çıkarmayı niye yaptık ve nasıl kazandık?
Ne kadar askerimizi kaybettik ve ne kadar toprak kontrolümüze geçti?
Kıbrıs halkı bizi nasıl karşıladı?
Daha savaşın külleri adanın topraklarından
kalkmadan geleceği nasıl olacaktı?
Dış dünya bu işe nasıl bakıyordu?
Türkiye bundan sonra burada nasıl bir politika
izleyecekti?”
Bütün bunlarla boğuşan bir zihin buhranı
içinde, ama heyecanla ayak basmıştım adaya!
Ada, savaşın yıkımı içindeydi, ancak ben de
yıkıma uğramıştım:
Buradaki Türklerle ve Rumların birlikte kaldığı köyleri görünce şaşkına dönmemek mümkün değildi. Rumların evleri betonarme, sağlam
ve güzeldi, âdeta villa kalitesinde binalardan oluşuyordu. Hemen hepsinin üzerinde güneş enerjisi vardı. Türklerin oturdukları binalar ise, bizim
dağ köylerindeki kerpiç evlerden farklı değildi;
basit, basık, toprak damlı, dışında sıvası dökülmüş, ahşap pencerelerinde güneş yanığı görüntüler gözünüzü rahatsız edecek kadar kötüydü.
Bu ortamda yaşıyor olmalarına rağmen, orada
yaşayan Türklerin bir kısmı Barış Harekâtı’na
karşı tavrını gizlemeden söylüyordu:
“Biz burada Rumlarla anlaşarak yaşıyorduk,
gelip bizim huzurumuzu bozdunuz. Siz yarın
bırakıp giderseniz, biz burada bunlarla nasıl bir
arada yaşayabiliriz? Türkiye’den buraya 40 bin
dolayında göçmen getirtilip yerleştirildi. Çoğu
işsiz güçsüz, burada bizim düzenimizi tehdit
edecekler diye korkuyoruz.”
Bu ifadeler çoğunluğa mı aitti? Elbette ki
değil. Çok küçük bir azınlık da olsa, bir ya da
birkaç kişiden de duymuş olsak, burada savaşın
travmasını yaşamış bir insan bunu nasıl diyebilirdi? Bu bir sosyal şizofreniydi. Belli ki, meseleye ideolojik açıdan yaklaşan ve kimliksizleşmiş
bir kısım insanlar vardı. Adı Türk olsa da Yunan
kültüründe şahsiyetini eritmiş, etnik aidiyetini kaybetmişlerdi. Elbette ki bu tepkilere şaşırmamak mümkün değildi. Bu gezi bana şevk ve
35
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
heyecan vereceği yerde ıstırap vermişti. Halkın
tamamının olmasa bile, bunları dillendirecek
kadar kararlı olanların bulunması şaşırtıcıydı.
Bunu Feyzioğlu’yla konuştum. Feyzioğlu, bunları uzun uzun anlattı bana:
“Muhsin Bey, öncelikle şunu söyleyeyim,
bu tür insanları ciddiye almayın, bunlar toplumun parazitleridir, başka hesap içindedirler,
ajan da olabilirler, provokatör de. Bunlar Kıbrıs halkını temsil edemez. Edecek noktada da
görülmemelidir. Kıbrıs halkının Rumlarla huzur içinde olmaları mümkün mü? 1963 ve 68
katliamlarını yaşamadı mı bunlar? Düne kadar
aynı baskı yok muydu? Bu topraklar, Rumları
zengin ederken Türkleri niye fakir bıraktı? Bu
harekât, sadece burada insanların güvenliğini
sağlamak için yapılmış bir çıkış değildir; bunun
arkasında Türkiye’nin geleceği vardır. Yunanistan, batı sınırlarımızı kuşatan düşman bir ülkedir. O yetmiyormuş gibi, şimdi güneyimizi de
Kıbrıs vasıtasıyla denetime almak istiyor. Böyle
bir kuşatmaya Türkiye izin veremez. Bakın, ben
meselenin kısa bir tarihçesinden söz edeyim size:
Kıbrıs, Londra ve Zürih Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla 1960 yılında bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktı. Bu antlaşmaya göre; hükümetin
ve icra unsurların %70’i Rum, %30’u Türklerden teşkil edilecek, Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3
Türk’ten oluşacaktı. Bir papaz olan Makarios
Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük de Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Garanti Antlaşmaları ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantör
devlet oldular. İngiltere, iki askeri üs (AgraturDikelya) elde etti. Adada Türkiye 650, Yunanistan ise 950 kişilik kuvvet bulundurabilecekti.
Garanti antlaşmasına göre, Makarios Türklere
verilen hakları çok görerek Türkleri tamamen
yok etmeye kalktı. Bu arada, Yunanistan adaya
gizlice çok sayıda asker çıkardı. Kıbrıslı Türkleri
ortadan kaldırmak ve Enosis’i gerçekleştirmek
için hazırlanan, “Akritas Planı”nını uygulamaya
koymak üzere EOKA çeteleri ve Yunan askerleri
25 Aralık 1963’te saldırıya geçerek çocuk, kadın,
yaşlılar da dâhil olmak üzere binlerce Türk’ü
vahşice katlettiler. Rumların Erenköy’e de saldırmaları üzerine, Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uyarı
uçuşu yaptılar. Panikleyen Rumlar saldırılarına
son vermek zorunda kaldılar. Türkleri katletmek
için Kanlı Noel olarak tarihe geçen bu vahşet
karşısında Batılı devletler her zamanki gibi seyirci kaldılar. Rum-Yunan ikilisi bu saldırılarıyla; Türklerin eşit siyasi haklarına ve ortaklığına
dayalı olarak kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni
yıkmışlar, Bu cumhuriyetin temelini teşkil
eden Zürih ve Londra antlaşmalarını tek taraflı olarak feshetmişler ve Türkleri Kıbrıs’ın
yönetiminden dışlamışlardır. Anadolu’yu işgal
eden Yunan ordusunda da görev alan Grivas
adındaki eli kanlı bir EOKA’cı ile Yunanlı subayların idaresindeki Rumlar 1967 yılında bu
sefer Geçitkale-Boğaziçi’ne saldırdılar. Türkiye
müdahale için hazırlandı. Türkiye’nin müdahalesinden çekinen Yunanistan askerlerini ve katil
ruhlu Grivas’ı adadan geri çekmek zorunda kaldı. Mart 1963 tarihinden itibaren adada göreve
başlayan Birleşmiş Milletler Barış Gücü, Türkleri Rumlara karşı koruyamamış ve onların katledilmelerine de seyirci kalmıştır. Kıbrıs’ta görev
ve sorumluluklarını yerine getiremeyen, barışın
sağlanmasında etkinlik gösteremeyen B.M. Barış
Gücü, Rumların etkisine girerek kendisine duyulan güveni tamamen yitirmiştir. 1967 yılında,
Yunanistan’da ihtilal olmuş, bir cunta hükümeti kurulmuştu. Makarios’un cumhurbaşkanı
seçildikten sonra, Sovyetler Birliği ile siyasi ve
askeri işbirliğine yönelmesinin, izlediği siyaset
ile de Dünya Bağlantısızlar Hareketinin bir önderi durumuna gelmesinin, adanın bir an önce
kendisine bağlanıp Enosis hayalinin gerçekleşmesini isteyen cuntacı hükümetin hoşuna gitmiyordu. Makarios, aldığı dış yardımlarla ekonomik olarak, Bağlantısızlar yanında yer almakla
da siyasi açıdan kendini yeterli görüp şimdilik,
Kıbrıs’ın sadece Rumlar tarafından temsil edilen bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti olmasını
istiyordu. Bağlantısız Devletlerin de desteğini almıştı. Enosis, Makarios için uzun vadede
düşünülecek bir konu idi. Türkler ekonomik
yönden tamamen çöküp, Kıbrıs’ı terk ederlerse,
Türkiye’nin müdahale nedeni kalmayacağından
Enosis kendiliğinden gerçekleşecekti. Acele edip
Türkiye’nin tepkisini çekmeye gerek yoktu. Bu
durum, Enosis’i bir an önce hayata geçirmek isteyen Yunan hükümetinin hoşuna gitmiyordu.
Yunan hükümetine göre; adadaki Türk halkına
karşı siyasi ve askerî üstünlük sağlandığı hâlde
36
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Enosis’in bir türlü hayata geçirilememesinden
Makarios sorumluydu. Bu nedenlerle Makarios
ile Yunan hükümetinin arası açılmıştı. Sonuçta, 15 Temmuz 1974’te, Yunan hükümeti tarafından desteklenen, Yunanlı subayların yönetimindeki Rum Millî Muhafız Ordusu ile EOKA
Kıbrıs’ta darbe yaptı. Makarios adadan kaçtı. Eli
kanlı başka bir katil olan Sampson’u cumhurbaşkanı yaptılar. Türkiye, Kıbrıs’ta 15 Temmuz
1974 tarihinde yapılan darbe ilgili olarak diğer
garantör devlet olan İngiltere’den Londra ve Zürih garanti antlaşmaları gereği, birlikte müdahale
edilmesini istemiş, fakat İngiltere Türkiye’nin bu
isteğini geri çevirmiştir. Türkiye bu olupbittiye
son vermek için tek başına Kıbrıs’a müdahale
etmeye karar vermiştir. Bu tarihî gelişim içinde Kıbrıs hiçbir zaman Yunan adası olmamıştır.
Yunanistan, Yunanlı şair Rigos tarafından ortaya
atılan, Megalo İdea (büyük ülkü) fikri çerçevesinde, Büyük Yunanistan’ı kurma hayali içinde
Kıbrıs’ı da topraklarına katma gayreti içindedir.
Yunanistan’ın Megalo İdea fikri ile başlangıçtan
beri gerçekleştirmek istediği faaliyetler şunlardır:
Yunanistan’ın bağımsızlığının sağlanması, Batı
Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a ilhakı, Ege
adalarını Yunanistan’a ilhakı, Oniki Adaların
Yunanistan’a ilhakı, Girit adasının Yunanistan’a
ilhakı, Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı,
Pontus Rum devletinin kurulması, Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhakı, İmroz ve Bozcaada’nın
Yunanistan’a ilhakı, İstanbul’un Türklerden geri
alınarak Bizans İmparatorluğunu yeniden kurmak. Böylece Megalo İdea’yı gerçekleşecekti.
Türkiye bu harekâtıyla, Yunanlıların bu hayallerini tamamen ortadan kaldırmış ve yıllardır süregelen sistematik bir Türk katliamı uygulamasına
son vermiştir.”
“Peki, çok az da olsa, halktan bazıları niye
Türkiye’ye karşı tavır içinde gözüküyor?”
“Bunun iki sebebi olabilir: Birisi Rumlarla
işbirliği olanlar, onlarla birlikte çalışanlar, bu
imkânı kaybettikleri için böyle davranabilirler.
Bazıları da bunları sizlere söylemekle yazacağınızı umarak gelecekleri için Rumlara karşı kendilerini güvenceye almak istemiş olabilirler. Bunlar Kıbrıs halkını temsil etmez, edemez, hatta
bunlar gerçekten Türk ise, kendilerini bile temsil
edemezler. Bir diğeri, bana göre daha önemlisi
ise, hani ‘Türk askeri buradan çekilirse’, kaygısı
var ya, ana mesele budur. Bu savaşta; Rumların
4 bin ölüsü, 12 bin yaralısına karşılık biz, 498
askerimizi şehit verdik. 1200’de yaralımız vardır.
70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit
düştü, bin Kıbrıslı Türk de yaralandı. Bu kanın
hakkını korumak adına, bu asker buradan hiçbir
zaman gitmeyecektir. Onların duyduğu böyle
bir kaygıyı bu devlet duymuyor mu sanıyorlar? Biz bu çıkarmaya başlarken bütün bunların
hesabını en küçük ayrıntısına kadar yaptık. Bu
ada, Yunanistan’a 965 Km, Türkiye’ye ise 65 kilometre uzaklıktadır. Türkiye, kendi jeopolitik
çıkarlarını her zaman koruyacaktır. Bu çıkarma
harekâtı bir macera arayışı değildir. Türk milletinin gücünü ve onurunu temsil eden bir organizasyon sonucudur. Hiç endişe etmesinler, bunları buradaki halka anlatmak için biz buradayız.”
Gerçekten de anlatıldı bunlar. Ben orada bir
hafta kaldım. Dönemin İçişleri Bakanı’nın aracını emrimize verdiler. Kıbrıs’ın her tarafını karış
karış gezdim. Hayranlığın zaman zaman şaşkınlığa, özgüvenin bazen tedirginliğe, umudun arada bir korkuya dönüştüğü bir geziydi bu. Mesela
Magosa’da Namık Kemal’in sürgünde kaldığı
söylenen zindan(!)ı gördüm. İçimden; ‘keşke birileri beni de sürse de zindan denilen bu güzel
odada oturup eserlerimi yazabilsem’ diye içimden
geçirdim. Resmî düşünce, geçmişimizi lekeleme
uğruna da olsa kendisini kabul ettirebilmek için
ne enteresan figürler kullanmış meğer. Bunu görüp hüznünü yaşamamak mümkün değil! Girne’deki tarihî camiye gittim, imamdan başka
kimseyi göremedim. Halk, inancına bu kadar mı
kayıtsız kalmalıydı, şaşırmamak mümkün değil.
Anlaşılan Türk askerini soğuk karşılayan bu zihniyetin köleleştirdiği insanlardı. Magosa’ya giderken bir boğazdan geçiyorduk, Rauf Denktaş
bir olay anlattı:
“Türk ordusu, bu boğazda yoğun bir havan
saldırı altında kaldı. Uçaklarımız saldırının yapıldığı tepeyi dövdü, ateş susturulunca ordu yoluna devam etti. Daha sonra bu saldırının yapıldığı noktaya gittiğimiz de bir papazın cesedi
ve yüzlerce havan mermisi ve topuyla karşılaştık.
Meğer adam bu bölgeye oturmuş, yolumuzu
kesebilmek için sürekli saldırı yapıyormuş. Din
adamının, duası burada mermiye dönüşmüş, işte
37
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Hristiyan din adamının buradaki profili budur!”
Bir espri fırsatı yakalamıştım, ciddi gördüğüm zaaflarını bu yolla dillendirmeden de kendimi alamadım:
“Efendim, onlar tek başına kendinin kabul
ettiği bu toprağı savunacak din adamı yetiştirmişler, ama siz, en azından o niyeti ve gerektiğinde o gayreti gösterecek din adamlarına galiba
sahip olamamışsınız.”
Güldü; “Bizim de Şeyh Nazım Kıbrısî’miz var
ya canım”, demekle yetindi.
Bu arada, bende irkilmelere neden bir görüntüden de söz etmeden geçemeyeceğim:
Girne’den Lefkoşa’ya giderken yolda henüz
kaldırılıp Karaoğlan Parkı’nda yapılan Savaş
Müzesine taşınmamış zırhlı araçlar gördüm.
Araçların oturaklarında kalınca zincirler vardı,
meseleyi tahmin etmiştim, ama yine de Rauf
Denktaş’a sorma gereğini duydum:
“Bu tanklar, üzerindeki armalarından anlaşıldığına göre Rumlara ait.”
“Evet, öyledir!”
“Peki, içindeki o zincirler ne oluyor?”
Güldü;
“Onlar, askerleri kaçmasın diye zincirlerle
tanklara ve diğer zırhlı araçlara bağlamışlar. Biz,
bunları bir süre daha burada tutacağız, gelip giden ve bunlara destek veren yabancılar bunları
buralarda görsün diye…”
Papazlarının Kıbrıs’ın tek sahibi kendilerini görüp savaşa katılmalarına rağmen, bizim
gücümüz, yukarıda Millî Güvenlik Hocasının
anlattığı askerin tavrıyla ortaya çıkan şehit olma
arzusundan kaynaklanırken, onların kaybediş
sebepleri de yaşama ihtirasına kapılarak kendi
geleceğini kaçmakta gören bir iradenin ürünüymüş demek ki!
Temmuzun sıcağına ve en uzun günlerinde
olmamıza rağmen, burada çok şey öğrenme merakında olanlar için zaman pek uzun sayılmıyor.
Turhan Feyzioğlu, komisyon toplantılarıyla vakit geçirirken biz, Kıbrıs’ın çeşitli yerlerini gezip
görmeyi tercih etmiştik. Bu defa meşhur Maraş
Bölgesi’ne gittik. Burası, oldukça modern bir
görünüm sergiliyordu. Devasa oteller, geniş bulvarlar şimdi ölüm sessizliğini soluyordu. Fethettiğimiz her yere yeni damgamız âdeta vurulmuş
ve bu topraklar yeni baştan vatan hâline dönüş-
türülmüştü. Ancak Maraş, farklı bir konumdaydı. Nöbet tutan askerlerden başka sokaklarında
insan gölgesi yoktu. Dahası 6,5 km’lik sahil boyunca uzanan alanda 320 otelin bulunduğunu
öğrenince şaşırmamak mümkün değil. Bölge
bizim kontrolümüzde, ama işletecek irade henüz oluşmamış. Sebepleri ise çok çeşitli; önce
bu otelleri işletecek o yıllarda personel ve profesyonel yönetici kadrosu yetersiz. Mesela, otelcilik okulu açılmış, ama talebesi yoktur. Sonra,
bu otellerin önemli bir kısmı yabancı şirketlerin
ortaklığıyla kurulmuş, onların hak iddiasını çözecek uluslararası bir antlaşma yapılmamış. Bu
otellerle sağlanan 16 bin yatak kapasitesine, bir
de Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının turistleri
antipropaganda ile etkisi eklenince iş böylesine
ortada kalmış vaziyette. Duvarlarında savaşın
ağır izlerini gördüğümüz binalara uzaktan bakabilmek gibi bir şansızlığımız vardı. 100 milyar
dolar değeri olan buradaki binalarda bir zaman
40 bine yakın insan yaşamış. Arazilerinin tamamının ise, Osmanlı paşalarına ait olduğu yönünde ifadeler var. Ne yazık ki, Rumlar işgal edip
sahiplenmişler. O yıllarda bu mesele çözülmemişti, şimdi kırk yıla yakın bir zaman geçti hâlâ
çözümsüzlüğü sürüyor.
Maraş’tan dönerken konakladığımız bir yerde
Rauf Denktaş esprili bir olaydan söz etti:
“Savaştan önce, bu caddenin iki tarafında iki
millet yaşıyordu. Bir tarafında bizimkiler, karşı
tarata ise, Rumlar vardı. Rumlar, sürekli olarak
bizi tahrik etmek için; “Bekledim de gelmedin/
kıymetimi bilmedin”, türkü formundaki şarkıyı
çalarlardı. Bizimkiler de onlara, “Bu kadar yürekten çağırma beni / bir gece ansızın gelebilirim”,
şarkısıyla karşılık verirlerdi. Nihayet harekât
oldu; biz geldik, onlar da tıpış tıpış gittiler buradan.”
Bir ara, Rauf Denktaş’la baş başa kaldım.
Candan, sıcak, samimi bir insandı. O yıllarda,
Dr. Fazıl Küçük’le aralarında bazı anlaşmazlıklar
vardı. Dr. Küçük, Makarios’un Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk tarafını temsilen Cumhurbaşkanı Yardımcısıydı. Barış harekâtına desteğinde kuşku yoktu. Ancak, 28 Aralık 1975’te
“Kıbrıs Türk Federe Devleti” kuruldu ve cumhurbaşkanlığına Rauf Denktaş getirildi. Dolayısıyla
şimdi kontrol Rauf Denktaş’taydı. Ben şahsen
38
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
onların bu iç meselesiyle pek ilgilenmedim.
Hatta “Sayın Başkanım, buradan dışarıya yansıyan her problem Rumlara güç verir.” demekten
de kendimi alamadım. Tabii, kendisi de bunun
farkındaydı. O bana, daha başka bir teklif yaptı:
“Muhsin Bey, gel sana Girne sahilinden deniz
manzaralı bir güzel ev vereyim. Yazlarını gelip
burada geçir, yayın yoluyla bize de katkın olur.”
Teklif cazipti, ancak böyle bir hakkımın olduğunu düşünmüyordum, hâlâ da düşünmem;
orada kanı akan insanlar bu imtiyazı kullanmalıydı. Kendisine teşekkür ettim; “Ev sahibi olmadan da, ne zaman emrederseniz gelir sizinle bütünleşiriz efendim, teveccühünüz için minnettarım.
Bence bu evleri bu çatışmada hayatını kaybeden
Kıbrıslı soydaşlarımızın ailelerine vermelisiniz.”
dedim. Aslında bunu da yapmışlardı; kurtarma
operasyonundan sonra Rum tarafında bulunan
Türkler bir yolunu bulup göç ederek bu tarafa
taşınmışlar ve onların hemen tamamına ve savaşta yurdunu yuvasını kaybedenlere Rumların boşalttıkları evler verilmişti. Ne var ki, ev vermek
ve bölgeyi Türkleştirmek için yetmiyordu; Güzelyurt bölgesini gezerken kilometrelerle uzanan
narenciye bahçelerinde mahsulün dallarında bırakılması içimi burkmuştu. Rumlar, buralardan
elde ettikleri narenciyeyi ihraç ederek önemli bir
ekonomik gelir sağlıyordu. Şimdi ise, buna müşteri yoktu. Batı almıyor, Arap ülkeleriyle ulaşım
problemi var, Türkiye’nin ihtiyacı yoktu. Onlarca su kuyusu kapatılmış ve ağaçlar kendi hâline
terk edilmişti. Orada karşılaştığım Senatör Kamran İnan’a bundan söz ettiğimde; “Kıbrıs’ın gerçek fethi ekonomisini düzlüğe çıkarmakla yapılmış
olacaktır.” demekle yetindi. Tabii, İnan’ı yakalayınca, böyle sıradan bir soruya aldığım cevapla
yetinmeyecektim, hemen burasının nihai durumunu sordum:
“Türkiye, burada ne yapabilir, neler yapmalıdır, sizce asıl sorun nerede?”
“Türkiye, Kıbrıs’ın garantör devletlerinden
birisidir ve zaten bu topraklar Osmanlıdan bize
intikal eden vatan parçasıdır. Biz, önce bu hak
sahipliğini korumalıyız. Burada bizim insanımız
sürekli ezilip mağdur edilmiş, bundan kurtarılması için, bu insanları burasının ekonomisine katkı sağlayacak düzeye çıkarmamız gerekir.
Bakın, Batı bu harekâtımıza, verebileceği kendi
kayıplarını düşünerek kayıtsız kaldı, ancak bu
şımarık çocukları Yunanlıları da kaybetmek istemiyorlar. Aba altından sopa göstermeleri bu yüzdendir, silah ambargosuyla bizi dize getirmek istiyorlar. ‘Johnson’un Mektubu’ bunun açık tehdit
örneğidir. Burada yeri gelmişken ben size kimsenin bilmediği bir uygulamamızdan söz edeyim: Biliyorsunuz, ben Dışişleri Komisyonunda
görevliyim, ama Adalet Partisi’nin senatörüyüm.
Hükümetin başında CHP Genel Başkanı Bülent
Ecevit var. Ecevit bir gün beni aradı; “Kamran
Bey, siz Batılıları çok iyi tanıyorsunuz, onlar da
size büyük değer veriyorlar. Bizim, meselemizi
devletimiz adına gidip Batı’da anlatmanızı arzu
ediyorum.” dedi. Anlaşılan kendi içlerinde bu nitelikte bir parlamenterleri yoktu. Rakip takımın
oyuncusu gibi davranmadım, olumlu cevap verdim, Genel Başkanımız Süleyman Demirel’den
izin alması kaydıyla, her ülkeye gidebileceğimi
söyledim. Çünkü bu parti meselesi değil, devlet meselesidir. Burada ne Ecevit’in beni kendi partisinden olmadığım için sahip olduğum
imkânları kullanmada beni dışlama lüksü ne de
benim onun iktidarına bu yönde yardım etmeme lüksüm vardı. İzin aldı, gittim ve ülke ülke
gezerek meselelerimizi, haklılıklarımızı anlattım.
Böylece, birçok ülkenin kabaran ayranını indirmiş olduk.”
Bir hafta süren bu inceleme gezimizde, her
sabah beni sarsan değişik bir manzara çıktı karşıma. Kucağında çocuğu ya genç bir hanım, ya
da anne-kız Feyzioğlu’na şikâyete geliyorlardı.
Dertleri hepsinin aynıydı:
“Bir ayağımız Anavatanda olsun diye, kızımızı buradaki askerlere verdik. Çoğunun da çocukları oldu. Bu askerlerin birçoğu terhis olunca, eşini ve çocuğunu burada bıraktı ve gitti, bir
daha dönerek arayıp sormadılar bile.”
İşin garibi, bu gelen ailelerden bir kısmı askerin adını soyadını biliyor, ama Türkiye’deki
adresini bilmiyordu. Feyzioğlu, bunların adresini bulmada, orada Türk Barış Kuvvetleri’nin
komutanı olarak görev yapan Vahit Güneri
Paşa’dan yardım istiyordu.
Bir kadın ve kızıyla bir ara bu meseleyi konuştum:
“Niye kızını verdin askere, terhis olunca
onun yurduna yuvasına döneceğini bilmiyor
39
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
muydunuz?”
“Onlar, bizim namusumuzu kurtardılar. Kızım değil, canım da feda olsun…”
“O hâlde niye şikâyet ediyorsunuz?”
“Ama onlar bize umut verdiler, söz verdiler,
buraya yerleşeceklerini, burasını yurt edineceklerini söylediler. Terhis olunca da bırakıp gittiler,
o da yetmedi, çoğu arayıp sormuyor bile. Yarın
bu çocuk dillenip konuşmaya başlayınca, babası diye kimi çıkaracağım karşısına ben? Madem
buraya gelmiyor, alıp kızımı da götürsün bari.
Biz, bunu istiyoruz sadece.”
Tabii, bu tür meselelerin şikâyete dönüştürülmesinin altında kadının son cümlesindeki
açık temennisi gizliydi. Bu aileler kızlarını Türk
gençleriyle bu yolla evlendirerek, Türkiye’ye yerleşmesini istiyordu. Şikâyetlerin arkasından niyet buydu ve bunu da kabullenerek itiraf etmekten çekinmiyorlardı: “Rumlara güvenilmez, yeni
bir iç karışıklıkta Anavatanda bir kapımız olsun
istiyoruz.” diyorlardı.
Asker fedakâr olsa, da bu yönde eğitilmemiş
ise, sorumluluk bilincini kullanamıyor anlaşılan.
Orada bir ara söz arasında Turhan Feyzioğlu’na
bunu söyledim:
“Bu mesele, yara hâlini almış, kangrene dönüşürse, arkasından ahlaki problemler de gelebilir. Bana göre, bu bir aile meselesi değil, devlet
meselesidir Sayın Bakanım!”
“Haklısınız sevgili Subaşı, bir şekilde buna da
çözüm bulacağız herhâlde.”
Karnı doyan insanın meselesi olmuyor, ancak
biz bu insanlara, bunun ötesinde, umut vermek
zorundayız, yarın kaygısı olan adamını karnı da
doysa, sıkıntısı bitmeyecektir. Kıbrıslı kendisini
bir ateş çemberinin içinde hissetmektedir. Asırların ihmali babadan oğula intikal ederek burasını böyle bir çözümsüzlüğe getirmiş. Türkiye,
gerçek Barış Harekâtı’nı Kamran İnan’ın söylediği gibi ekonomisini düzlüğe çıkarmakla gerçekleştirebilecektir. 1976’da Kıbrıs’ın bütçesi, 1
milyar 336 milyon liraydı. Bu paranın 450 milyon lirasını Türkiye hibe olarak göndermektedir.
Bu bağış geleneği bugüne kadar artarak devam
etti. Bizim yanlış politikamız, galiba burada insanlara balık verdik, ama balık tutmayı bir türlü
öğretemedik. Uzun vadeli hedefimiz olmadığı
için kırk yıl öncesine uzanan ve hâlâ bir sosyal
yara olarak duran Kıbrıs meselesi, sadece ekonomik ve politik mesele değildir. Kültürel zorunluluklar hep ihmal edilerek ortada bırakılmıştır.
Bakınız, İngilizler, Hindistan ve Pakistan’ı birkaç
asır elinde tuttu, oradaki halkların resmî dilini
İngilizceye çevirdi. Fransızlar bir asırdan biraz fazla sömürgeleştirdiği Cezayir’in ana dilini
Fransızcaya dönüştürdü. Hâlbuki 1571’de Osmanlı topraklarına katılan bu ada, 1878 yılına
kadar Osmanlının yönetiminde kalmış, bu tarihte İngilizlere kiraya verilmiş, 1914 yılında ise,
İngilizler 1. Cihan Harbi’nin kargaşasından faydalanarak adayı kendi hâkimiyetleri altına almışlar ve böylece burası Türk toprağı olmaktan çıkmıştır. Biz, Kıbrıs’ın asırlarca elimizde kalmasına
rağmen, dilini bütünüyle Türkçeleştiremedik.
Böylece burada Rum doğan Rum olarak hayatını sürdürdü, dolayısıyla dün de, bugün de, yarın
da orada ‘bela’ olma vasfını korudu ve koruyacaktır. Sonrasında İngilizler kira yoluyla adaya
el koydu ve arkasından İngilizlerin himayesiyle
güçlenen Yunanistan sömürgeleştirme yoluna giderek sahiplik iddiasına kalktı. Emperyal devlet
olmamak bir fazilettir, ama gücünü korumak da
siyasi bir itibar meselesidir.
Kırk yıla yakın bir zaman önce gidip gezdiğim, gördüğüm Kıbrıs seyahatin tortularından
arınmamış görüntüsü bugün bu şekilde netleşti
hafızamda. Bugün bu problemlerin bir kısmı,
renk ve mahiyet değiştirse de devam ediyorsa,
sorumluluk Kıbrıs halkındaki hassasiyet eksikliği
kadar, bizim de dikkat noksanlığımızdan olmalıdır. Gezilere gidenler, farklı tabiatın, kültürel
değerlerin kuşatıcı güzelliklerini hazzını almak
ister. Bir insanın değişik bir bölgeye seyahatinin
arkasında bu sosyal içgüdü vardır. Ancak ben
Kıbrıs’ı yaralı bir kuşun kanatları gibi gördüm.
Uçma arzusu var, ama iradesi onu besleyecek
güçte değil. Yıllardır yaşanan bu sancıların siyasi
kasvet bulutu olarak üzerimizden gitmemesinin
arkasında bunlar olmalıdır sanırım. Sonuç itibariyle, Barış Harekâtı’nın sembolü, daha doğrusu,
ikinci harekâtın başlatılmasını işaret eden dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in bir sözü
vardı: “Ayşe tatile çıksın.” diye. Ayşe bunun üzerine yürüyüşüne devam etti ve bugünkü sınırlar
belirlendi. Ancak Ayşe’nin tatili hâlâ tamamlayamadığını düşünüyorum.■
40
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
EŞKİYA GAZELİ
Kuzgunlar siyah uçar coğrafyadan biliriz
Geyiği türkülerden, kartalı kapılardan
Ha yatağan ha martin ha pankart sopaları
Tepeli tavanlardan alçak al/çatılardan
Hakanımız otağını ne zaman yağmalatsa
Biliriz akı karadan iyiyi kötülerden
Hızır kentlerde gezer dağlandıkça içimiz
Açılmış sakalardan adanmış satılardan
Üzengiyi atları yazıtları bırakıp
Bir tarihe çalınmak nasılsa Etiler’den
Namludan çok severiz kurşunu kubbelerde
Börkü tuğu turnayı buyruğu çarpılardan
Nasılsa geri gelir haritalara kuşlar
Ve yine havalanır eflatun kapılardan
MEHMET AYCI
41
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
TEDİRGİN YOLCU
İnsanın geçtiği yerden toprağın rengini seç
Yol görünür, görünür gövde
Özünde insan gökyüzüdür
Bir başka kuzeyden
Kendi yönüne
Atların geçtiği yerden rüzgârın hızını seç
Kanatlar mevsimlerden geceye bürünür
İçimizdekidir kan dışımızdaki ter
Uzaklarda bir başka gövde
Kuşların geçtiği yerden gökyüzünün dilini seç
Kanatları ateşten yumuşak
Kelebeğin çizdiği yolda
Derin ve sınırlı bir ömür
Gönül kadar sonsuz
Ölüm kadar keyifli
ÖMER KAZAZOĞLU
42
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
YOKMUŞ GİBİ ELLERİN
uzat gölgeni ikindilere vursun
suya insin ince ceylanlar
kilimlere varsın o salınışın anlamı
yüne can versin
hafiflesin yükü boynumdaki ilmeğin
titresin eskilerin kalbi
saklansın nafile adın
anılar dillendirsin kendini
ellerini değdir suya
yokmuş gibi ellerin…
SERDAR ARSLAN
43
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
GÜLÜM
Üslubuma gül kondursam
Yetmez mi bu bana gülüm
Bir cana canı gönülden
Demez miyim canım gülüm.
Derdimi derdime sordum
Başka derdin yok mu gülüm
Ağırdan alırım dedim
Yapma etme bana gülüm.
Dahası bunca zamanın
Acısı tatlısı gülüm
Gelip geçmiş işte böyle
Sana dair kalbim gülüm.
Gelişine ne diyelim
Bu sabır köprüsü gülüm
Neticede her şey fani
Bir muhabbet kalır gülüm.
NURETTİN DURMAN
44
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
MACAR OVASINDA
BİR KORSAN
Tibor Dery için
Sevilmek yarışındayız yumruklarımızla
kırılıp dağılmadık çok az şey kaldı
Ne kadar hızlı olursan ol yetişemeyeceksin
başlangıcı olmayan o en zor koşuya
Ama düştükçe kaldıracak seni müşfik bir el
toza toprağa bulanmış kollarından
M. MİLÂT ÖZÇELİK
45
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Altayların gizemli dünyasına seyahat
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Semey’den Altaylar’a seyahat
Aylardan temmuz. Rusya-Kazakistan-Beyaz
Rusya’nın imzaladığı Gümrük Birliği yürürlüğe girecek. Rusya-Kazakistan sınırını geçmek
için bekliyorum. Kazakistan’ın Semey şehrinde
Abay Müzesi, Dostoyevski Müzesi – Dostoyevski
sürgündeyken bu evde yaşıyor- Tatar Mahallesi, Kosmeşit ve diğer yerleri görmek nasip oldu.
Abay Müzesi özellikle gezilip görülmesi gereken
bir yer. Kazakların büyük filozof şairi Abay’ın hayattayken kullandığı kalem, sandalye, giysileri, ev
eşyaları, basılmış ilk kitapları her şey bu müzenin
içinde estetik bir dekorla sergileniyor. Kazaklar
sanata ve sanatçıya büyük önem veriyorlar. Dostoyevski sürgündeyken bir buçuk sene Semey
şehrinde ev hapsinde kalmış. Burada Kazakların
misafiri olmuş, onlarla komşuluk yapmış. Kazak ilim adamı Çokan Valihanov onun yanına
uğrayan, onunla görüşenlerden biri olmuş. İkisinin görüşmesini anlatan güzel bir yağlı boya
tabloya bu müzede rastladık. 1890’larda Semey
şehrinde basılmış ilk kitapları inceleme fırsatım
oldu. Alaş Orda’nın önemli merkezlerinden biri
olmuş Semey şehri. Kazak aydınlanmasına da
öncülük etmiş. Sovyetler zamanında poligon
olarak kullanılmış, nükleer denemeler bu şehirde yapılmış. Daha sonra Kazak aydınlardan
Oljas Süleymanov’un başlattığı halk hareketiyle
Moskova, Semey poligonunu kapatmak zorunda
kalmış. Şehrin ortasından İrtiş nehri akıyor. İrtiş
üzerinde şehrin iki tarafına geçmek için Japon
mühendisler bizim İstanbul Boğaz Köprüsü’nün
bir ikizini nehir üzerine inşa etmişler.
Semey artık hatıralarımda kalıyor. Yeni bir
macera başlıyor. Rubtsvosk’a gitmek için hazırlık
yapıyorum. Orada çalışan Taşkentli Özbek arkadaşların yanında misafir olacağım. Facebooktan
telefon numaralarını göndermişlerdi. Kazakistan
hattımla arıyor ve ulaşıyor, geleceğimi söylüyorum. Barnaul’a gidip oradan devam etmek istiyordum ancak arkadaşların Rubstvosk’ta restoran
işlettiklerini öğrenince birkaç gün orada kalmak
istedim. Hududu geçtikten sonra Rubtsvosk’a
ulaşmak iki saatimizi alıyor. Alişir’in çayhanesinde –kafesinde- oturup Özbek çayı içiyoruz.
‘Taşkent’i buraya taşımışınız’ diyorum. Gülüyor. “Nadirhan ve Rüstem Moskova’dalar” diyor,
“çok zengin oldular. Moskova’ya gitmek istersen
arayalım.” diyor. Ben bu sefer doğuyu gezmek
istediğimi, başka bir sefere fırsat olduğunda görüşebileceğimizi söylüyorum. İki gün doyasıya
Rubstovsk’u geziyor arkadaşlarla hasret gideriyoruz. Rubstovsk’tan trenle Barnaul’a gidiyorum.
Barnaul’da kalmadan otobüsle Biysk üzerinden
Dağlık Altay’a ulaşıyorum. Orada Bişkek’ten arkadaşım Aleksey karşılıyor beni. Altay maceramız böylece başlıyor. Altay Cumhuriyeti Rusya
Fedarasyonu’nu içerisinde Barnaul Bölgesi’nde
Altay Kray’da yer alıyor. Şehir o kadar büyük değil. Yanından Kadın nehri akıyor. Mükemmel, el
değmemiş bir doğası var Altaylar’ın. “Kadın nehrine gidelim.” diyor Aleksey. “Senin için arkadaşları aradım gidip güzel bir dinlenelim.” Ben ‘misafir ev sahibine bakar’ diyorum. Audi arabasının
46
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
bagajına mangal ve diğer malzemeleri dolduruyoruz. Arkadaşlarını almak için iki farklı yere uğruyoruz. Yol boyunca Bişkek, Kırgızistan üzerine
sohbet ediyor, eski günleri yâd ediyoruz. Kadın
nehrinde yıkanıyor ve güzel bir piknik yapıyoruz.
Kebapları bizim usule göre patlıcan, biber, domates söğüşlü pişiriyorum. Altay’daki arkadaşlarım
parmaklarını yiyorlar. Akşam tabiatın muhteşem
etkisinde eve dönüyoruz. Ertesi gün Aleksey’in işi
çıkıyor. Ben ‘şehri gezer, seni ararım’ diyor, meydana geliyorum.
Altaistika Enstitüsü
Meydanın hemen yanında Altaysk şehrinde
Altay dillerini araştıran Altaistika Enstitüsü var.
Surazakov Altaistika Enstitüsü olarak adlandırılıyor. Enstitüye uğruyor ve orada genç akademisyenlerden bilgi alıyor, enstitünün tarihi üzerine
konuşuyoruz. Türkiye’den olduğumu öğrenince
ilgi gösteriyorlar. 1952 yılında kurulan enstitüde
birçok ilmî çalışma yayımlanmış. Baskakov Altaylıları Oyrot olarak isimlendirmiş. 1949 yılında
Oyrot-Orus (Oyrotça-Rusça) Sözlüğü’nü yayımlamış. 1964 yılında Orus-Altay (Rusça-Altayca)
Sözlüğü basılmış. Ayrıca Altayların folklorunun
en canlı örneklerini taşıyan 14 cilt olarak Altay
Batırlar Destanları yayımlanmış. Türk dillerinden biri olan Altay dili çok zengin ağızlara sahip.
Güney ağızlarında Altay kiji ağzı, Telengit ağzı ve
Teleüt ağzı; kuzey ağızlarında Toba, Çalhantı ve
Kumandı ağızları var. Yazı dillerini soruyorum.
Genç akademisyen arkadaş, “Onguday, Şabalin
bölgesinde konuşulan güney ağızlarından Altay
kiji ağzını kullanıyoruz.” diyor.
Alıp Manaş Destanı
Altaylar’ın destanı Alıp Manaş. En büyük
destancılardan Ulagaşev, destanı Toba ağzıyla
söylemiş. Enstitüde bu destan üzerine de çalışmalar
var. Burada doğunun muhteşem doğasının içinde
insanlığın tecrübesinin aktarıldığı folklor eserleri,
gizli hazineler üzerine yoğunlaşıyorum. Kendimi
Hindistan’da gizli hazinelere ulaşan seyyahlar gibi
hissediyorum bir an. Alıp Manaş destanında Altaylıların masalları, şiirleri, felsefeleri kısaca halkın irfanına ulaşma imkânı var. Halk edebiyatçılar tarafından incelenecek önemli eserlerden biri.
Altay’da Şamanlık
Altaylarda Şamanlık yaşayan bir inanç;
1900’lü yıllarda Altay’da çok yaygınmış. 1905
yılında tarihe “Sobıtıye Nareke Teren” (Derin
Nehrindeki Olaylar) olarak geçen trajedi yaşanmış. Uskan bölgesindeki Derin Nehri kenarına
bütün Şaman ve kamları toplayarak kurşuna
dizmişler ve sonra yakmışlar. Bu olaydan sonra
Şamanlar, kamlar Ruslardan çok korkmuşlar ve
gizli gizli Şamanlık yapmaya başlamışlar. Sovyet döneminde iyice gizlenmişler. Son yıllarda
Altay’da Şamanlık çok canlanmış. İnsanlar her
türlü problemlerle Şamanların yanına gelmeye
başlamışlar. Hastalar, malı davarı kaybolanlar,
günlük problemlerle yanına varıp onlardan şifa
diliyorlarmış. Şaman hastaları iyileştiriyormuş.
47
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Oraya giderken ardıç, süt, Altay yemeklerinden
bogorsak, talkan götürüyorlarmış. Her şeyden
çift olması gerekiyormuş. Asırlarca öncesine
dayanan bu inanç bugün hâlâ halkın hafızasında
yaşıyor. Genetik hafıza çok canlı şekilde kültürü
de etkilemeye devam ediyor.
Ressam Çoros Gurkin
Şehirde gezerken bir heykele rastlıyorum.
Omzunda uzun paltosuyla muazzam bir duruşu
var heykelin. Çok heybetli görünüyor. Oradaki parka oturuyorum. Yanımda oturan bayandan heykelin kim olduğunu soruyorum. Bana
birçok şey anlatıyor. Daha sonra gidip Çoros
Gurkin hakkında kitaplara bakıyorum. Altay
Cumhuriyeti’nde Şabadin bölgesinde yaşayan
Bayat boyundan olan Çoros Gurkin çok meşhur
bir ressam. Sankt Petersburg’da Şışkin’den resim
dersleri almış. Çoros Gurkin’in iki meşhur tablosu var. Onun en meşhur tablosu “Kan Altay”
(Han Altay). İki tabloda da sembollerle Altay’ın
tarihi anlatılmış. Rus sanat eleştirmenleri iki
tablodaki sembol ve felsefeleri çözmüşler. Sadece
ressam olmayan önemli bir aydın, önemli bir
devlet adamı olan Gurkin siyasetle de yakından
ilgilenmiş. Karakurum Cumhuriyeti’ni kurmak
istemiş. Japon casusluğuyla suçlanarak tutuklanmış ve kurşuna dizilmiş. Çoros Gurkin’in
birçok tablosu var. Türk dünyası sanat tarihinin
içerisinde yer alacak önemli çalışmalara imza
atmış. Onun tablolarından mutlaka bir sergi
açılmalı. Türkiye’de Türk halklarının sanatını
inceleyen sanat eleştirmenlerinin gözden
kaçırmaması gereken biri Çoros Gurkin.
Altaylar’a Veda
Rüya gibi dokuz gün geçiriyorum. Artık veda
zamanı geliyor, otogara gidiyorum. Orada taksicilerle konuşuyorum. Altayların güneyinde,
Moğolistan’ın kuzeyinde Bayan Ölgiy ve etrafında Kazak köyleri var. Taksici Kazak çıkıyor. Rusça
yerine Kazakça konuşmaya başlıyoruz. Arabamız
güneye Moğolistan’a doğru hareket ederken hafızamda anılar canlanıyor. Arabada Kazak şoför
Erjan, iki Altaylı, bir de Rus var. Kıvrılan yollarda
arabamız süratle ilerliyor. Virajlara çok hızlı giriyoruz. Onguday bölgesini geçtiğimizde Erjan
arabanın küçük bilgisayarına flaş belleğini takıyor
ve bir film açıyor. İlk yazılardan sonra yıllar önce
izlediğim bir film olduğunu görüyorum. Kazakların meşhur “Rekitir” filmi. Kazak Film tarafından çekilmiş “Rekitir” filmine Kazakistan’dan
binlerce kilometre uzakta rastlıyorum. Aklıma
Rus sanatçılardan Mihail Sinelnikov’un “Kültür
Sınır Tanımaz” başlıklı yazısı geliyor. Kültür sınır
tanımıyor. Hayat sanki bir rüya gibi bir gün önce
yaşadığını sanki yaşamamış gibisin. İnsan sonsuzluğun içerisinde kendi nasibini topluyor. ‘Buralara gelmek nasipte varmış’ diyor şükrediyorum.
Arabamız yüksek dağların arasında hızla ilerlerken gözlerim kapanıyor. Uykuya mağlup oluyor,
uyku karanlığının içinde yok oluyorum. ■
48
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
'Gel çek bu ayrılığı
Gör nece üreg dağlar'
SUPHİ SAATÇİ
Kerkük’e yolculuk
Kerkük’ün eski
değerlerinden, dost
meclislerimizin
şakrak bülbüllerinden,
mülaki olduğumuz
ahbaplardan, birlikte
oynadığımız mahalle
arkadaşlarımızdan
eser yoktu. En
büyük üzüntümüz
sevdiklerimizin
olmayışı idi. Kerkük
aşkı ile bütünleşen,
anıları ile hemhâl
olduğumuz ve birlikte
yaşadığımız can
dostlarımızın çoğu
toprak olmuştu.
Altmışlı yıllarda Türkiye’ye gelip başladığımız yükseköğrenim dönemlerimizin
en heyecanlı günleri, okulların kapanması
ile başlayan yaz tatilini geçirmek üzere
memlekete yaptığımız seyahatlerdi. Bütün
arzumuz, yıl boyu hasret kaldığımız
memleketimizin kokusuna, aile ocağımıza,
yemeklerimize, oradaki sevdiklerimize,
arkadaşlarımıza kavuşmaktı. Hele hele
yaz geceleri evlerimizin damlarında, küme
küme, avuç avuç gökyüzünü kaplayan
yıldızların seyri ile uykuya dalmanın
tadına doyum olmazdı. Sırf bunun için,
tatil günlerini iple çekerdik.
Türkmen öğrencilerin en kalabalık olduğu İstanbul’dan bazen 30-40 kişi birden
Haydarpaşa Garı’nda toplanırdık. Haftada
iki kez (yanlış hatırlamıyorsam pazar ve
perşembe günleri) kalkan İstanbul-Bağdat Toros Ekspresi’ne doluşurduk. Öğrenci gruplarımızın çoğu trenle Musul’a
kadar gider, oradan karayolu ile Telafer’e,
Erbil’e, Kerkük ve Tuzhurmatu’ya ulaşırdık. Sabahleyin 9.00-10.00 sularında hareket eden Toros Ekspresi’ne yetişmek için
49
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
erkenden Haydarpaşa’da hazır olmak gerekirdi.
Bu seyahatlerde en kalabalık grubu da Kerküklü öğrenciler oluştururdu.
Toros Ekspresi akşam 20.00 sularında
Ankara’ya varınca, oradan da 15-20 dolayında
Türkmen öğrenci binerdi. Böylece ekibimiz
iyice zenginleşirdi. Toros Ekspresi’nde birinci,
ikinci ve üçüncü derece yataklı vagonlar vardı.
Bu vagonlar bize göre gayet konforlu idi. Akşamları kondüktör gelip yatakları açar, herkes
pijamasını giyer yatardı. Birinci derece tek,
ikinci derece iki, üçüncü derece ise üç kişilikti.
Bunlarda ayrıca el yıkamak ve tıraş olmak için
lavabo bile vardı. Ancak bizler hepimiz bir arada olabilmek için çoğu kez yataksız mevkide,
otobüs gibi sıra sıra dizilen ve tahtadan oluşan
bankolu vagonları tercih ederdik.
O zamanlar henüz Irak ve Türkiye arasında uçak seyahati yoktu. Otobüs seyahatleri de
hiç yapılmazdı. Zaten karayolları o tarihlerde
iyi evsafta değildi. En güvenli ve konforlu seyahatler, İstanbul-Bağdat arasında çalışan Toros
Ekspresi ile yapılıyordu. Kömür ile çalışan ve
siyah dumanlar çıkararak yol alan bu trenlerin
renkleri de kapkaraydı. Adına belki de bu yüzden kara tren denilen bu araç ile seyahatler üç
gün üç gece sürerdi. Bazen uzun uzun öten bu
trenin çıkardığı siyah dumanlardan herkes bir
miktar nasibini alırdı; yüzümüze ve gözümüze
her seyahatte siyah islerden oluşan lekeler isabet ederdi. Şimdi düşünüyorum da, üç gün üç
gece seyahate nasıl tahammül etmişiz, doğrusu
şaşırıyorum. Belki de birlikte seyahat etmenin
verdiği heyecanla, yolun uzunluğunu ve yorgunluğunu hiç kimse umursamazdı.
Yol boyunca çeşitli oyunlar, fıkralar ve şakalaşmalar yanında, bazen bağlama, ud veya
cümbüş, bir de darbuka eşliğinde türkü ve hoyratlar okunurdu. Her zaman da aramızda mutlaka sesi güzel olan arkadaşlar olurdu. Bazen de
koro hâlinde hem türküler hem de Türk sanat
müziği şarkılarından fasıl yapılırdı. Uykusu gelen arkadaşlar, bankolara uzanıp demlenirlerdi.
Ancak uyku ne gezer; oyunlar, türküler, gürültü
ve şamata arasında uyumanın imkânı olmazdı.
Havaların sıcaklığından dolayı trenin bütün pencereleri sonuna kadar açık vaziyette yol
alınırdı. Gündüzün bozkır sıcağından sonra,
demir gıcırtıları ve gürültüleri arasında ilerleyen katarımızın içine, geceleri püfür püfür esen
serin rüzgârı doluştukça, gözümüz gönlümüz
açılırdı. Anadolu coğrafyasının en sıcak bölgesini oluşturan Suriye ve Irak sınırları arasında
bazen ıssız bir yerde sakin duran trenin penceresinden dışarıya bakarken koyu ve katran gibi
zifiri karanlık bile görülmeye değerdi. Hele
bir de her zaman açık olan gökyüzüne baktığınızda, en gizemli ve en çekici görüntüsü ile
karşılaşırdık. Gökyüzünde pırıl pırıl ışıldayan,
simsiyah bir fonda parlayan yıldızların seyrine
doyum olmazdı. Bu manzarayı ışıklı şehirlerin
gecelerinde görmek mümkün olmadığı için,
pek çok insan bu manzaranın etkisini hayal
ederek anlayamaz.
Tren yol boyunca geçilen bazı ana istasyonlarda kısa süre durur ve hareket ederdi. Ancak
kimi istasyonlarda, mesela Gaziantep’in Fevzipaşa kasabasında bazen çok uzun süre beklerdi. Orada trenin birkaç vagonu açılır ve başka
bir lokomotife bağlanırdı. Bu vagonlar Halep’e
giderdi. Bu arada Halep’ten de Fevzipaşa’ya gelecek tren beklenirdi. Tren erken gelirse Toros
Ekspresi’ne bağlanır ve yola devam edilirdi. Bu
süre zarfında bizler de beklemek zorundaydık.
Kasabayı dolaşır, vakit geçirirdik.
Fevzipaşa küçük bir kasaba olduğu için,
tren istasyonu buraya büyük bir canlılık
kazandırmıştı. Tren yolu açıldıktan sonra burası
Gaziantep, Malatya ve Halep gibi gelişmiş
kentlerin yol kavşağında yer alan önemli bir
demiryolu ağının ulaşım merkezi olmuştu.
Kasabada büyük bir çınar ağacının yanında
güzel köy kahveleri vardı. Serinde otururken
hem çaylarımızı içer hem de domino ile aznif
veya tavla oynardık. Bazen de oyunlarımızı ve
sohbetlerimizi bu kahvelerde sürdürür, yörenin
kebaplarını yerdik. Bir seferinde hiç unutmam,
tren 6-7 saat rötar yapınca Fevzipaşa’nın yazlık
tek açık hava sinemasında Türk filmi seyretmiştik. Trenin hareket saati yaklaşınca düdüğünü
uzun uzun öttürürdü. Kasabanın tamamında
rahatlıkla duyulan bu sesle yolcular toparlanır,
trene binerlerdi.
Suriye-Irak sınırına paralel giden tren Irak
50
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
sınırına gelince Tel-Köçek İstasyonu’nda Telaferli arkadaşlarımız inerdi. Burası Telafer’e
70 km uzaklıkta idi. Telaferli öğrenciler bazen
Hukne veya Kesik (Köprü) İstasyonlarında
inerlerdi. Buradan Telafer’e mesafe 20-30 km
idi. Pikaplarla buraya gelen öğrencilerin akraba ve yakınları, onları alır Telafer’e karayolu ile
götürürlerdi. Bu arkadaşlar İstanbul’dan ailelerine telgraflarla geleceklerini bildirdikleri için,
onların aileleri bu istasyonlarda beklerlerdi. Yoluna devam eden Toros Ekspresi geç saatlerde
Musul’a varırdı. Aslında gece yarısına doğru
saat 23.00’te ulaşması gerekirken, bazen sabaha
doğru 02.00-03.00 sularında vardığı olurdu.
Bu durumlarda sabaha kadar bekler, gün
ağardıktan sonra Erbil’e ve Kerkük’e doğru
taksilerle yola koyulurduk. O zamanlar kuzeyde terör olayları olduğu için, karanlık çökünce
Musul-Kerkük karayolu kapanır, kontrol noktalarında yolculuğa müsaade edilmezdi. Sadece
gündüzleri yola çıkılmasına izin verilirdi. Bazı
arkadaşlar, özledikleri Kerkük kelle küpesini
tatmak için, Musul’da erken saatlerde açılan
kelle paça lokantalarına giderdi. Bir seferinde
ben de Musul’da yemiştim. Fakat Kerkük kelle
küpesinin tadını vermediği için, bu işe bir daha
heveslenmedim. Nasıl olsa Kerkük’e yaklaşmışız, artık herkesin ailesi, Türkiye’den gelen çocuklarının özledikleri yemekleri yaparlardı.
Yolculuğumuz Musul’dan itibaren karayolu
ile devam ederdi. Yolculuğun giderek daha çok
heyecan veren bölümü başlamıştır artık. Önce
güzelim Türkmen şehri Erbil’in tarihî Kalesi
ile selamlaşırdık. Erbil Atabeyi Muzaffereddin Gökbörü döneminden kalma tuğla desenli
Çöl Minaresi’ne ‘merhaba’ demeden olmazdı.
Erbil’den geçtikten sonra Küçük Zap suyu üzerinde yer alan Türkmen kasabası Altunköprü’de
mutlaka mola verilirdi. Buradaki en büyük
keyfimiz, yörede ‘çinni’ denilen sırlı toprak
kâselerde içine buz parçaları konan ve koyun
yoğurdundan yapılan soğuk ayranları kafamıza
dikmekti.
Altunköprü’den itibaren Kerkük’e kavuşma
heyecanı başlardı. Azıcık engebeli ve alçacık
tepeli yolları aştıktan sonra Kerkük’e yaklaştığımızı, petrol şirketinin atık gazlarının ya-
nan lavlarından anlamak mümkündü. Böylece
Kerkük’e kavuşma heyecanımız doruk noktaya
çıkardı. İşte karşımızda bütün güzelliğiyle ve
bütün ihtişamıyla Türkmen yurdu Kerkük…
Sıla Kerkük
Çocukluğumuzun cennetine, aşkımıza,
sevdamıza, annemize ve babamıza, kardeşlerimize, mahalle ve okul arkadaşlarımıza kavuşuyoruz artık. Kerkük’ün tarihî kalesi, anıtları,
mahalleleri ve sokakları ile bizim olan, bizden olan mübarek ve aziz kentimiz… Hasasu Irmağı’nın ikiye böldüğü Kerkük’ün önce
Korya Yakası’na girilirdi. Ahmet Ağa Kahvesi,
Korya Bazarı, Cirit Meydanı, Osmanlı padişahı
Sultan Abdülaziz’in hatırası, Aziziye de denilen
Kerkük Kışlası, Mecidiye Bahçesi, Bayat Kahvesi, Atlas Caddesi ve Sineması gezdiğimiz, dolaştığımız oturduğumuz yerler…
Buradan köprü üzerinden geçilen ve tarihî
kalenin de yer aldığı Eski Yaka… Kerkük’ün
en eski dokusunun oluştuğu mahalleler, Aşağı
Bazar (çarşı) veya Büyük Bazar, kazancılar, yemeniciler, helvacılar ve diğer esnaf dükkânları,
‘Kayseri’ denilen kapalı çarşılar, hanlar, hamamlar, kahveler, Kırdarlar Camii, Nakışlı Minare Camii ve mescitler, hamamlar, geleneksel
Kerkük evlerinin yer aldığı semtler, oynadığımız sokaklar buradadır. Çay mahallesi, Musalla, Çukur ve Piryâdî Mahalleleri, Aslan Yuvası
Kahvesi ve her şey önümüzde. Hepsi dost ve
aşina yüzler, duyduğumuz birbirinden tatlı sözler arasında, adım başı selamlaşarak, hâl hatır
sorarak dolaştığımız, alışveriş yaptığımız çarşı
pazar esnafı arasındayız.
Yaz mevsimi çarşıya gelen meyve ve sebzelerin sadece manzarası bile insanı doyurur
bollukta idi. Evlere sandıklar dolusu kokulu
kavunlar alınırdı. Kahvaltıdan önce herkes ayaküstü bir iki kavun atıştırırdı. Bu kadar yıl önce
yediğim bu kavunların tadını hâlâ unutamadığımı itirafa etmeliyim. Bal lezzetindeki incirler
sepetler içinde gelirdi. Bazen 30-40 kiloyu bulan karpuzlarla fotoğraf çekenler olurdu. Büyük
bakraçlar veya kazanlarda satılan 10-15 kilo
ağırlığında koyun yoğurtlarını, tepsiler içinde
51
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
sunulan gâmış (kömüş, manda) kaymağını satın almak üzere, sabahleyin saat 9-10’da çarşıya gelenler avuçlarını yalarlardı. Sabahın gün
ağarmasıyla birlikte çarşıya dolan mallardan
saat 11.00’de eser kalmazdı. Erken kalkanların
rızkı bol olur hikmetine ben de inanan biriyim.
Bunu Kerkük çarşılarında dolaşınca hissedebilirsiniz.
Akşamları eski okul arkadaşları ile buluşurduk. Ortaokulda, lisede beraber okuduğumuz
veya mahalleden olan arkadaşlarımızla buluşmak için, yazın gündüz sıcaklarının geçmesi ve
akşam serinliğinin başlaması ile birlikte dışarı
fırlardık. Akşam programlarımız hep aynıydı.
Erkekler akşamları dışarıda bir şeyler atıştırırlardı. Biz de malum program gereği akşam ya
Seyid Aziz’de veya Nevzat Sandviççi’de mönümüzü alırdık. Kıymalı, patates çaplı yahut rost
(rosto) denilen sandviç ile kola en büyük konforumuzdu. Ardından arkadaşlarla yazlık sinemalarda oynayan en yeni Amerikan filmlerini seyrederdik. Yeni bir film yoksa Bayat Kahvesi’nin
yine yazlık kısmında veya Aslan Yuvası’nın arka
bahçesinde arkadaşlarla oyun oynardık.
Yaz gecelerinin sohbetleri geç saatlere kadar
sürerdi. Kimse eve gitmek istemezdi. Arkadaşlarla eski günlerimizi konuşur, vakit geçirirdik.
Lise çağlarında okul dönüşü bisiklet turlarımızı
hatırlardık. Kız liselerinin etrafında da bazen
bir iki tur atılırdı. Her arkadaşın malum bir
sevgilisi vardı. Galip Erdem ağabeyin tabiriyle
henüz aklın başta olmadığı o çağlarda, romantik hayal içinde yaşayan, sevgili diye seçtiği
kızla henüz bir kelime konuşmadan âşık olup
bulutların üzerinde yüzen, uyanık geçinen saf
ve temiz pek çok arkadaşımız vardı.
Lise çağlarındaki kızlar ise, galiba erkeklerden daha akıllı ve uyanıktı. Öyle kaş göz arasında gönül veren, ama zinhar yüz vermeyen
kızların bir kısmı, bazı arkadaşlarımızı deli abdala çeviren cins tiplerdi. Herkesin bir ‘hubbu’
vardı. Arapça olan bu kelime ‘sevgilisi’ anlamına gelirdi. Çoğu hayalî aşk hikâyeleri yüzünden
kahvelerde geç saatlere kadar vakit geçirirdik.
Gecenin ıssızlığı içinde hoparlörlerden yayılan
Zeki Müren şarkıları da işin tuzu biberi olurdu.
Şarkılar aşk senaryolarını müzikallere dönüştü-
rürdü:
Uzun yıllar bekledim hakikat oldu rüyam
Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam
veya,
Rüzgârlara kapılmış kuru yaprak misali
Gözlerimden gitmiyor nazlı yârin hayali
Gurbet gurbet
Gurbet yolu
Hasret dolu
Ah gurbet gurbet
Yalnızım bu ellerde içim hasret doludur
Kimsesizim dertliyim yolum gurbet yoludur
Gurbet gurbet
…
Dertli âşık ne diyebilir ki, Abdullah Yüce’nin
şarkısından başka:
Hiç mi gülmeyecek benim de yüzüm?
Türkçeye hasret olduğumuz için Türkiye’den
gelen plak ve bantları dinlemek hoşumuza giderdi. Abdullah Yüce, Müzeyyen Senar, Muzaffer Akgün ve Nezahat Bayram’ın okudukları
parçalar, yaz gecelerimizin sessizliğini dolduran
ezgilerdi. Bir de Abdülvahit Küzecioğlu’nun
davudi sesiyle karanlığı yırtan segâh gazeli ve
ardından Beşirî hoyratları dinlemek kime nasip
olabilir:
Şu vadi-yi âlemde garibem vatanım yok
Böyle bir şehirde saatlerin, günlerin nasıl
geçtiğini anlamak ve böyle bir şehre doymak
mümkün mü?
Kerkük Katliamı’nın patlak verdiği 14 Temmuz 1959’dan sonra, romantik aşk sohbetleri,
yerini yavaş yavaş milliyetçik mücadelesine hazırlanma sohbetlerine bıraktı. Lisenin ilk yıllarında Kerkük’te başlayan etnik çatışmalardan
dolayı gündemimizi, gece gündüz memleket
meseleleri ve Kerkük aşkı oluşturmaya başladı.
Artık aşk ve merakımız hubb-i vatana (vatan aşkına, vatan sevgisine) dönüştü.
52
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Bu sebepten dolayı sohbet ve görüşmelerimizi millî meselelere hasretmeye başladık.
Türkmenlerin millî davasını gütmek için, ciddi fikir ve düşünce kitaplarını okuyor ve kendi aramızda tartışıyorduk. Namık Kemal, Ziya
Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin
Namık Orkun, Nihal Atsız ve Arif Nihat Asya
gibi vatan, millet ve bayrak sevgisi aşılayan şair,
yazar, düşünür ve tarihçilerin eserleriyle besleniyorduk. Ayrıca yaşça bizden büyük olan
edebiyat ve fikir adamları ile görüşüp sohbet
ediyor ve bunlardan yararlanmaya çalışıyorduk.
Bu arada milliyetçilik meseleleri ile ilgili beynimizi meşgul eden hususları konuşup tartışıyorduk. Şehrimizde millî ve manevi gıdalarımızı
sağlayan ağabeylerimiz vardı.
Kerkük’te irşat sohbetleri
Türkiye’ye geldikten sonra da, Kerkük’e
her gidişimizde değerli edebiyatçı ve vatansever büyüklerimizin bizi irşat eden sohbetlerine
koşardık. Ayrıca Kerkük o tarihlerde kıymetli şahsiyetlere sahipti. Onların sohbetleri ve
edebî görüşleri pek cazibeli idi. Görüştüğümüz bu şahsiyetler arasında Esat Naib, Tevfik
Celal Orhan, Abdülhakim Mustafa Rejioğlu,
Reşit Kâzım Beyatlı, İzzettin Abdi Beyatlı, Ata
Terzibaşı, Mustafa Gökkaya, Ali Marufoğlu
ve Hayrullah Bellev gibi değerli şair yazarlar
ilk akla gelen isimlerdi. Kerkük’ün, Kifri ve
Tuzhurmatu’nun yetiştirdiği bu şahsiyetlerden
konuşma ve tartışma adabı ve görgüleri öğrenme fırsatımız olurdu.
Kerkük’ün bilinen bu kültür adamlarının
kendilerine göre sohbet toplulukları ve yerleri vardı. Öncelikle Ata Terzibaşı’nın Mecidiye
Kahvesi’nin bitişiğindeki avukatlık yazıhanesi, başlıca edebiyatçıların uğrak yeri idi. Atlas
Caddesi’nde ise pek çok edebiyat sohbetlerinin yapıldığı merkezler vardı. Bunlar Atlas
Garajı’nda Celil Saatçi’nin çalışma bürosu, en
çok okul müdürleri, öğretmenler ve birçok entelektüelin oturduğu adına önceleri 14 Temmuz Kahvesi ve daha sonra Sadi Çayhanesi olan
kahvede sohbetler olurdu.
Yine Atlas Caddesi’nde Bayat Kahvesi,
Mehmet İzzet Hattat’ın hat ve resim atölyesi ve
Mustafa Gökkaya’nın dükkânı gibi merkezler,
edebî sohbetlerin, çeşitli memleket meselelerinin konuşulup tartışıldığı yerlerdi. Bu kuşaktan
sonra gelen kuşağa mensup daha birçok öğretmen, yazarçizer sanatçı dostlar, sohbet ehli
entelektüel kişiler de alt grupları oluştururdu.
Edebiyat toplulukları arasında edebî tenkit,
hitap ve bazen karşılıklı mütalaanın en güzel
örneklerine bu dost meclislerinde tanık olmak
mümkündü.
Kerkük’ün bu doyumsuz ortamında görmeye alıştığımız arkadaşlarımız da, gerçekten
memleketimizin kimliğini zenginleştiren birer
renklerdi. Değerli insanlarla mülaki olmak, vatanla bütünleşmek anlamına gelirdi. Dikta rejimi yüzünden uzun yıllar Kerkük’ten cüda kalmak, bizim için büyük üzüntü ve elem kaynağı
olmuştu.
2003 yılında devrilen dikta rejiminden sonra, ilk işimiz hasretiyle kavrulduğumuz memleketimizi ziyaret etmek oldu. Daha sonra da birkaç kez sıla özlemini gidermek ve yine Kerkük’e
kavuşmak heyecanını yaşamağı yüce Allah bizlere nasip eyledi.
Kerkük’ü gezerken, sokaklarını dolaşırken,
eski mekânları ziyaret ederken, hep burnumuzun direği sızlardı. Ter ü taze olarak bıraktığımız sevgilinin saçları ağarmış ve dişleri dökülmüştü. Hem de bastona yaslanarak yürüyen
bir Kerkük’ü görmek, elbette ki elem verici idi.
Ancak Kerkük bizim için yine de bütün güzelliğiyle Kerkük’tü. Çünkü o içimizde hâlâ taze bir
yâr idi; onun sevgisi hüznümüzü de, burukluğumuzu da giderecek güçte idi.
Ne var ki Kerkük’ün eski değerlerinden,
dost meclislerimizin şakrak bülbüllerinden,
mülaki olduğumuz ahbaplardan, birlikte oynadığımız mahalle arkadaşlarımızdan eser yoktu.
En büyük üzüntümüz sevdiklerimizin olmayışı idi. Kerkük aşkı ile bütünleşen, anıları ile
hemhâl olduğumuz ve birlikte yaşadığımız can
dostlarımızın çoğu toprak olmuştu.
Musullu Hafız Basiri sanki bizim için söylemiş:
53
“Vatanın zevki mülakat-ı ehibba iledir
Bi-mülakat-ı ehibba vatanı neyleyeyim”■
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Seyahatname veya gezi notları üstüne
MEHMET KURTOĞLU
E
dward Said, Oryantalizm adlı eserinde
son iki yüz içerisinde Batı’da, Doğu üzerine altmış bin eser yazıldığını belirtir.
Said’in bahsettiği altmış bin eserin büyük bölümü
seyahatnamelere aittir. 17. yüzyıldan itibaren Batılıların elçi, ajan, tüccar kılığına girip, bizzat gezip görerek kaleme aldıkları bu eserler, bir yandan
Doğu’yu tanımaya yardımcı olmuş diğer yandan
eşsiz kaynaklar oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun düşüşe geçtiği dönemde seyahatnameler
daha çok istihbarı bağlamda kaleme alınmış, Cemil
Meriç bu durumu “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak
tanımlamıştır. Şarkiyatçılık da zamanla Oryantalizm adıyla bir ilim dalına dönüşmüştür. Seyahatnameler, yalnızca siyasi ve istihbarı bağlamda değil,
aynı zamanda edebiyat, tarih, sosyoloji, folklor ve
şehir tarihi gibi sosyal ilimlerde başvurulacak önemli kaynaklar oluşturmuştur.
Günümüzde kitle iletişim araçları ve ulaşımın
hız kazanması insanların seyahat etmesini kolaylaştırmış, bunun sonucu olarak gezi kitaplarının artmasına yol açmıştır. Bu artış aynı zamanda yüzeyselliği beraberinde getirmiştir. Öyle ki gezi yazılarını
düşünce ve duyguyu katmadan kaleme alan yazarlar, yazdıklarının bir seyahatname olduğu vehmine
kapılmışlardır. Oysa seyahatname sadece gördüklerini yazmak demek değildir. Şehri yahut bir ülkeyi
yazarken, onu içselleştirmek, gözlemlerini akıl ve
duyguyla yoğurarak kaleme almaktır. En önemlisi
de bir şehre, bir esere nasıl bakılması gerektiğini bilmektir. İtalo Calvino “Herkesin bir ilk şehri vardır.”
der. Ve herkes bu ilk şehirden hareketle diğer şehir
ve ülkeleri tanımlar, tasvir eder. Eğer kıstas alacağı-
nız bir ilk şehriniz yoksa başka şehirleri yazmanız
mümkün değildir. Çünkü seyahat yazısı da olsa, şehir bilinci taşımanız, daha doğrusu şehrin künhüne
varmış olmanız gerekir ki, ancak gezip gördüğünüz
şehirleri anlamlandırabilesiniz. Birkaç günlük bir
gezide elbette derinlikli, şehri tanımlayıcı yazılar kaleme alınamaz. Ama az buçuk şehir okuması yapmış
ve kendine nirengi olarak bir ilk şehir seçmiş olanlar,
gezip gördüğü şehri daha çabuk kavrar, daha kolay
yazar. Hatta mekân ve sosyal hayat üzerine daha derinlikli tanımlamalar yapabilir.
Bir seyahat kitabı onu kaleme alanın bilgi, birikim, duygu ve düşüncesiyle orantılıdır. Günümüzde kaleme alınan gezi kitaplarına bakıldığında
bunların geçmişte yazılan seyahatnameleri bire bir
karşılamadığını, eskilere nazaran yavan kaldığını görürsünüz. Bunun nedeni hızlı ulaşım, bilgi ve birikim eksikliği ve önceden o şehir üzerine okumaların
yapılmamış olmasıdır. Zira bilgi, birikim eksikliği
şehrin doğru kavranması, hızlı ulaşım ve seyahat ise
şehrin içselleşmesi önünde en büyük engeldir. Eskiler ağır işleyen bir zaman içerisinde gezip gördükleri
mekânları soluyarak, içselleştirerek kaleme alırken,
yeniler hızlı bir şekilde tıpkı bir film şeridi gibi hızla
bakıp geçerler. Bu bakmak ve görmek gibidir. Bir
şeye bakabilirsiniz ama onu görmek başka bir şeydir. Bir de gördüğünüz şeyi nasıl anlattığınız veya
tanımladığınız önemlidir. Özellikle edebiyat eserlerinde anlatım ve üslup önemlidir, yazarın özgünlüğünü ortaya koyar. Bunu Andre Gide’nin “Önem
bakışında olsun, baktığın şeyde değil.” sözüyle açıklayabiliriz. Bir seyahatnameyi önemli ve özel kılan,
nasıl bakıldığı ve kaleme alındığıdır. Ünlü seyyahı54
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
mız Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini önemli ve
özel kılan anlattığı şehirler kadar nasıl anlattığıdır.
Evliya Çelebi, gittiği her şehirde şehrin valileri tarafından karşılanmış, büyük ihtimalle şehir ile ilgili
bilgiler ilk elden ona sunulmuştur. Ama buna rağmen Evliya, çarşı ve pazarlarda insanlar arasında dolaşıp efsanelerini dinlemiş, tarihî mekânları ziyaret
ederek ölçüp biçmiş, en önemlisi de gezip gördüğü
her şehre veya mekâna güzel bir sıfat yakıştırmıştır.
Onun gezip gördüğü şehirlere bir sıfat yakıştırması, şehri içselleştirdiğinin bir göstergesidir. Çünkü
şehri tanımayan şehre sıfat yakıştıramaz. Bursa’nın
yeşil ve sulak bir şehir olmasından dolayı “Velhasıl
Bursa sudan ibarettir.” demiş ardından evliyalarından dolayı da “ruhaniyetli şehir” diye tanımlamıştır.
Ankara Kalesi’ni bir gemiye, Urfa Kalesi’nin etrafındaki hendekleri cehennem çukuruna benzetmiştir.
Halep’i “Peygamberler Nazargâhı”, Mısır’ı “Ümmü
Dünya”, Urfa’yı “İbrahimin Nazargâhı” diye sıfatlandırmıştır. Evliya’nın şehir ve mekânlara yakıştırdığı bu sıfatlar, aynı zamanda o şehirlere nasıl baktığının bir göstergesidir.
Seyahatname/gezi notları kaleme alınırken
dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Bir defa
büyük ve usta sanatçılar şehre nasıl bakmış, şehri
nasıl okumuşlar diye merak edip, bu alanda yayınlanmış ve klasikleşmiş kitapları okumak gerekir.
Örneğin Ahmet Rasim’in İstanbul’u anlatan Şehir
Mektupları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi’ni
konu alan kitapları, Yahya Kemal’in nesir ve şiirleri,
Tanpınar’ın Beş Şehri, İtalo Calvino’nun Görünmez
Kentler adlı eseri bu bağlamda okunması gereken
ciddi kitaplardır. Bugün Türkiye’de şehir denildiğinde ilk akla gelen isim Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.
Çünkü Tanpınar, yaşadığı şehirleri kaleme alırken,
şehri değil, şehrin kendinde çağrıştırdığını anlatmıştır. Tanpınar’ın şehirleri anlatırken Evliya Çelebi’ye,
Andre Gide’ye, Moltke’ye, Lamartine’ye, Pier
Loti’ye, Barres’e göndermeler yapması anlamlıdır.
Öyle ki, Ankara Kalesi’ni Tanpınar’dan önce Evliya
Çelebi bir gemiye benzetmiştir. Tanpınar, Evliya’nın
seyahatnamesinden ilhamlar ancak yeni metinler
üretmiştir. Beş Şehir, Tanpınar’ın eserinde yeniden inşa edilmiştir. Tıpkı Evliya Çelebi’nin yaptığı
gibi, şehirlere güzel sıfatlar yakıştırmış, “Ankara’yı
muharip”, Konya’yı “Bozkırın Çocuğu”, Erzurum’u
“kendi âleminde yaşayan şehir”, Bursa’yı “muayyen
bir devrin malı”, İstanbul’u “sürpriz peyzajların
şehri” olarak tanımlamıştır. Tanpınar, öylesine güzel tanımlamalar yapmıştır ki, bu şehirler onun tahayyülüyle anılır olmuştur. Seyahatnamelerde bu
denli derinlikli ve isabetli tanım ve tespitler yapmak
mümkün değildir. Ama bu donanım ve duygularla
şehre, şehirlere yaklaştığınızda şehirler kendilerini
size açar, belki de içinde yaşayan insanlarına nasip
olmayan nazarlar kazandırır. Zira seyahatnamelerin şehir tarihi açısından en önemli yanı, şehre dışarıdan bakmayı öğretmesidir. Şehirler içindekilere
farklı dışındakilere farklı görünür.
Seyahat yazılarında gezip gördüğünüz yerler
kadar, o yerlerin insanlarıyla kurduğunuz temas da
önemlidir. Özellikle kendi gözlemleriniz yanında o
şehrin yaşayanlarının şehir hakkındaki kanaatleri
önemli yer tutar. Avrupalı seyyahlar gezip gördükleri şehirlerin tarihî mekânlarının gravür ve fotoğraflarını çekmiş, kitabelerini kayıt altına almış ve o
şehrin kaynak kişileriyle görüşmüşlerdir. Bu kaynak
kişilerin bazen şehrin ileri gelen bir yetkilisi bazen
bir cami imamı veya bir kilise papazıdır. Hiç bilmediğiniz tanımadığınız bir şehri gezerken, o şehir
hakkında özgün bilgileri kaynak kişilerine ulaşarak
elde edebilirsiniz ancak. Kaynak kişiler şehir hakkında kırk elli yıllık birikimlerini kısa bir süre içinde
size anlatırlar. Yıllarca kalıp elde edemeyeceğiniz bilgileri bu kaynak kişiler vasıtasıyla bir anda elde eder,
şehrin ruhuna daha kolay sirayet edebilirsiniz. Günümüzde birkaç günlük gezi sonucu kaleme alınan
gezi yazıları, bir seyahatname olmaktan daha çok bir
fotoğraf çekmeye benzer…
Ünlü Alman General Moltke, Türkiye
Mektupları’nda gezip gördüğü yerleri anlatırken, daha
çok kalelere dikkat kesilir, şehirlerin krokilerini çizer.
Örneğin bir kaleden bahsederken, onun güzelliğinden değil de güçlü olup olmaması üzerinde durur.
Moltke’nin mektuplarında anlattıklarına bakıldığında
askerî bir bakış hemen hissedilir. Bir gezginin yahut
seyyahın mesleği beslendiği kaynakları gözlemlerini
etkiler. Bir mekânı yüzlerce kişi anlatabilir ama herkesin bakışı ve anlatışı farklıdır. Bunu seyahatnamelerde de görürüz: Seyyahlar genellikle kadim şehirlerin
meşhur mekânlarına takılıp kalırlar. Ama tasvir edilen
mekânların anlatıcıdan anlatıcıya değiştiğini görürüz.
Farklılık gerçekte seyyahın bakışından kaynaklanır.
Olması gereken şey de budur. Bu yüzden gezi yazıları duygu ve düşünceyle yoğrulmalıdır ki özgün olsun.
Zira onları önemli, özel ve farklı kılan da budur…■
55
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Mukaddes topraklara yolculuk
NECATİ KANTER
1 Nisan 2014
Saat sabahın 10’u.
Yüzlerde Allah Resulünün yaşadığı zamana
doğru yola çıkmış olmanın heyecanı. Ona ve onun
yaşadığı topraklara gidiyoruz. Hz. Peygambere, arkadaşlarına, ehli beyt’in bağrında yattığı yerlere…
Hz. Âdem’den itibaren ulu’ul-azm peygamberlerin
Allah’a bağlılık ve teslimiyetine tanık olan kutsal
topraklara ayak basmaya ve bu topraklara yüz sürmeye… Kur’an’da “Allah’ın koyduğu dini işaret ve
nişandır” olarak tavsif edilen manevi iklimlerden
nasiplenmek, Asr-ı Saadet Müslümanlarının yaşadığı yerleri gezmek, Allah’ın Resulünü kitaplarda
aktarılan bilgilerin ötesinde sanki onu bizzat görerek
imanımızı ve ikrarımızı tazelemiş olmanın sevincini
yaşamaya...
Elazığ Havaalanı’nda aptes alınıp güzel kokular
sürünüp ihrama giriyoruz. Kılınan iki rekât namazın ardından T.H.Y. uçağına biniyoruz. Yönümüz
kutsalların en kutsalı olan Mekke. Genç rehberimiz, Müslümanların kıblesi Kâbe’nin bulunduğu ve
hac ile umre ibadetinin yerine getirildiği Mekke’de
yer alan, her biri İslamın çeşitli ziyaret yerleri hakkında kısa ve özlü bilgiler veriyor. Bunlar arasında
Mescid-i Haram ve civarı, Arafat, Mina, Müzdelife gibi mekânlar… Çeşitli mescitler, Cennet’ülmuallâ, Hıra ve Sevr Mağaraları… İslam Peygamberinin ve arkadaşlarının mücadelesini, bu süreçte
yaşanmış acı ve tatlı anılarını beliğ bir ifadeyle anlatırken zamanı durdurup bin dört yüz yıl gerilere
gidiyoruz.
Sonra Medine!... Hz. Peygamberin kabrini ve
mescidini bünyesinde barındırması ve diğer tarihî
zenginlikleri nedeniyle bütün Müslümanların ziyaret etmek istediği şehir… Medine-i Münevvere…
Hac ve Umre için Mekke’ye gidenlerin mutlaka uğramaları gereken kutsal mekân… Mescid-i Nebevi,
Mescid-i Kuba, Mescid-i Kıbleteyn başta olmak
üzere çeşitli mescitler. Cennet’ül Baki, Uhud, Bedir
ve Hendek Savaşlarının cereyan ettiği mekânlar.
Mekke ile Medine ve çevresinin önemli ziyaret
yerlerini anlatırken daha uçaktan inmeden o mübarek toprakların özlemi ile yanıp tutuşuyoruz.
2 Nisan
Cidde Havaalanı’na inip pasaport işlemlerimizin tamamlanmasından sonra otobüslere biniliyor.
Demet demet taş evlerin önünden geçiyoruz. Kimi
birkaç katlı kimi modern kapılı, bahçeli… Batı tarzı sokakların en genişinin hemen arkasında “Suk-u
Kebir” in gürültülü ve telaşlı insanları, Cadillac ve
Mercedes marka arabalar, develer, yöresel ve Batı
tarzı giysili insanlar…
Adının anlamı ‘Kadın Ata’ olan bu şehir, rivayete göre Havva Ana’nın gömülü olduğu kutsal bir
mekân. Eski ile yeninin harmanlandığı bu beldeyi,
tekbir, telbiye, salâvat ve ilahiler arasında terk ederken sanki bir başka âlemdeymişiz gibi şose yolun geniş siyah şeridine giriyoruz. Artık ateş gibi kayaların
arasında Mekke tepelerine doğru geçen yoldayız.
56
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Mikad mahallini geçip, Harem sahasına giriyoruz.
Telbiye, dua ve zikirlerle Harem-i Şerifteyiz.
Lebbeyk, Allahumme lebbeyk!
Lebbeyk, la şerike lek, lebbeyk!
İnne’l hamde ve’n_nimete leke ve’l-mülk
La şerike lek!
Âdem’den Hz. Muhammet’e nebevi sesin yankılandığı şehir, Mekke! Merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bir vadinin ortasında çukur alan, doğuda eteğinde
Safa ile Merve tepelerinin bulunduğu Ebukubeys,
batısında Kuaykan, güneydoğusunda Sevr, kuzeydoğusunda Hıra ve Sabir Dağlarıyla kuşatılmış.
Ümmü-i Rahm, Basse, Hatme, Karye-i Kaime, Ümm’ül Kura, Beyt’ül Atik, Zu Tuva, Salah,
Ma’teşe, Reas, Kadise, Taç, arş, Hatem, Harem,
el Beled’ül Haram, Nassase, Ümm-i Rahman,
Mescid’ül- Esma isimleriyle Kâbe ile birlikte anılan
mukaddes belde.
Ve karşımızda O’nun evi…
Kâbe.
Allah’ın birliğinin, benzersizliğinin simgesi olarak yeryüzünde yapılan ilk mabet, ilk ev.
“Planı gökler ötesi âlemlerde çizilen ve inşası Nebiler eliyle gerçekleştirilen müstesna mekân.
Yedi kat göğün üstünde ve arşın altında bulunan,
Beyt-i Mamur, yani, “Derrah”dır onun karşılığı…
Temeli Tur-i Sina, Zeytun. Lübnan, Cudi ve Hıra
Dağlarından getirilen taşlarla yükseltilen, cennete
ve ona duyulan özlemi sembolize eden Hacerü’l
Esved aracılığıyla da cennetle ebedî bağlantısı bulunan mabet… Allah’a kulluğun nişanı, Âdem’in
ve Âdemoğullarının tövbe kapısı… Nebevi tarihin
başlangıç noktası… Kur’an’da Beyt, Mescid-i Haram, Ümmü’l Kura, Kâbe-i Muazzama, Müslü-
manların kıblesi, hac ibadetinin yapıldığı yer, geçici
evden sonsuzluk evine giriş yolu…”
Bugün milyonlarca insanın, çevresinde bir an
bile durmadan tavaf ettiği bina, arzın merkezinden
“Sidretü’l-Müntaha’ya kadar uzanan nurdan sütunun izdüşümü.
Muhiddin İbni Arabî’nin dizeleri dökülüyor dudaklarımdan.
Hangi evi anlattıysam hep senin Beyt’inden söz
ediyorum
Hangi güzelden söz ettiysem hep senin güzelliğinden kinayedir
Kâbe’nin ötelere açık ve sımsıcak atmosferine
giriyoruz. Oraya adım atar atmaz sıyrılıyoruz gündelik endişe ve telaşlarımızdan.
“İlk görüldüğünde yapılan dualar kabul olunur.”
muştusuyla birlikte aklımızı başımızdan alan manevi bir hâl yaşarken dillerimizden dökülen dua dilekçelerimizi gözyaşlarımızla imzalıyoruz.
Kâbe’nin etrafında aheste bir nehir gibi akan insanları ve hemen üzerinde kuş suretine girmiş melekleri görüp kendimizi bir an önce nurdan ırmağa
atma hevesine kapılıyoruz. Onlar, “Cennet taşı”
Hacerü’l Esved’e selam verip ışığın etrafındaki kelebekler gibi tavaf ederken, insanlığın umumi mihrabının etrafında döndüklerinin bilincine varıyoruz.
Niyet ediyoruz, Hacerü’l-Esved” köşesinden
başlayıp usulüne uygun Kâbe’yi tavafın ardından
bu miraç yolculuğunu iki rekât tavaf namazıyla taçlandırıyoruz.
Kâbe’yi Hz. Âdem’in temelleri üzerine yeniden
inşa eden Hz. İbrahim’in makamında namaz kılarken yüreğimiz âdeta yangın yerine dönüyor. Bu
yangını söndürmek, yüreğimizi biraz olsun serinle-
57
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
tebilmek için yine cennet suyu ‘zemzem’ yetişiyor
imdadımıza. Safa ile Merve tepeleri arasına ‘Sa’y’
için girdiğimizde, dünyaca ünlü Rosso Levento
(Elazığ Vişnesi) mermeri ile boydan boya döşeli olduğunu görünce seviniyoruz. Bir yandan da evladını kaybetme kaygısıyla koşan bir peygamber eşinin
telaşını yaşıyoruz. O telaş ve kaygıyla dolu ‘Sa’y’a
karşılık olarak verilen zemzem gibi yüreğimizi ferahlatan suyu aramak, bir tepeden diğerine kâh aheste
kâh koşarak atılan adım… Dillerde dua, gönüllerde
heyecan ve gözlerde yaşlarla durmadan yürümek,
kulluğun yaşam boyu hiç durmadan süren ‘Sa’y’ olduğunu düşünmek...
Bu karmaşık duygular içinde Safa’dan başlayan
‘Sa’y’ yedinci gidişte Merve’de noktalanırken ellerimiz umutla rahmetin sonsuz kapılarına açılıyor.
Tıraş olup ihramdan çıkıyoruz.
Öğlen, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından
önce Harem-i Şerif’te kılınan ikişer rekât Tahiyyatül
Mescit’in ardından Harem-i Şerif’te okunan Yasin-i
Şerif, sureler, ayetler, aşır-ı şerifler, dualar, vakit namazları, Kâbe’yi tavaf… Ebeveynlerimiz, evladı-ı
ıyalimiz, hısım akrabamız, ülkemiz ve Ümmet-i
Muhammed için huşu içinde yaptığımız dualar…
3 Nisan
Gecenin bir vaktinde kalkıyoruz, aptesimizi
alıp Mescid-i Haram’a varıyoruz. İki rekât namaz,
ardından tavaf ve cuma namazını beklemenin yoğun duygusu içinde yaklaşık on beş metre uzaklıkta
Kâbe-i Muazzama’nın karşısında tefekküre dalıyoruz.
Namazdan sonra Kâbe, Kâbe kapısı, Hacer’ül
esved, Makam-ı İbrahim, Altınoluk, Mültezem,
Şazervan, Hicr, Kâbe örtüsü, Kâbe hizmetleri, Osmanlının Surre Alayları, Mescid-i Haram, Zemzem, Safa ve Merve ile ilgili konular hakkında bilgilendirildikten sonra Hz. Peygamberin doğduğu eve
doğru yöneliyoruz.
Haşim b. Abdulmenaf’a ait olan bu evin,
onun vefatıyla oğlu Abdulmuttalib’e ondan oğlu
Abdullah’a, ondan da Hz. Muhammet’e intikal
ettiğini… Her yıl Rebiülevvel ayının 12. günü
Mekke’de bulunanlarca ziyaret edilen bu kutlu evin,
Osmanlı Sultanı II. Mustafa tarafından ramazan
ayının 27. gecesinde Hz. Peygamberin nübüvvetini
ve doğumunu kutlamak amacıyla mevlit törenlerinin düzenlemesini emrettiğini ve bunun için tahsi-
sat ayırdığını duymanın gururunu yaşıyoruz. Safa ve
Merve Tepeleri arasında Sa’y yerinin tam karşısında,
Mina ve Aziziye’ye giden tünelin girişine yakın bir
yerde bulunan Hz. Muhammet’in dünyaya teşrif
ettiği bu mekânın, 1959 yılından bu yana Mekke
Kütüphanesi olarak hizmet verdiğini öğreniyoruz.
Rehberimiz elindeki notlarla bu kutsal mekânları
anlatmaya devam ederken bir an kendimizi Asr-ı
Saadet günlerinde buluyoruz.
Hz. Hatice’nin evi: Baünnebi’nin karşısında Sa’y
yapılan yerin kuzeydoğusunda Merve’ye yakın bir
alan Resul-i Ekrem Hz. Hatice ile evlendikten sonra
hicrete kadar yirmi sekiz yıl bu evde kalmış, İbrahim
dışındaki bütün çocukları burada dünyaya gelmiştir. Kanuni Sultan Süleyman zamanında üzerine bir
kubbe ve içerisine iki yüksek mihrap konulan ev,
mescide döndürülmüş, küçük bir kubbe ile belirgin hâle getirilmiş ve Hz. Fatma’nın doğduğu yer de
kafes içerisine alınmıştır. Yirminci yüzyılda bir süre
Kur’an eğitim ve öğretimi için kullanılan bu mekân,
1993’te yıkılarak Mescid-i Haram’a dâhil edilmiştir.
Darunnedve: Mekke toplumuyla ilgili her türlü
kararın alındığı yer.
Esas itibarıyla bir asiller meclisiydi. Bugün
Mescid-i Haram’a dâhil edilen bu alan altınoluğun
karşısında tavaf alanına katılmıştır.
Dar’ul Erkam: Resul-i Ekrem’in peygamberliğinin ilk yıllarında İslamı tebliğ faaliyetleri için
kullanılan Erkam b. Erkam’a ait bu evde bir yandan ashaba dinî bilgiler öğretilirken bir yandan da
insanları İslama davet ediliyordu. Başta Hz. Ömer
olmak üzere pek çok kimse buradaki faaliyetler sonucu İslamiyeti kabul etmişlerdir. II. Murat tarafından mescit olarak yenilenen ve birçok defa restore
edilen Dar’ul Erkam 1955’teki genişleme sırasında
Mescid-i Haram’a dâhil edilmiştir.
Ümmü Hani’nin Evi: Hz. Peygamber’in amcası
Ebu Talib’in kızına ait bu ev, Havere Çarşısı’nda manifaturacıların bulunduğu yerde idi. Hz. Peygamber İsra
yolculuğuna burada başlamıştır. Mehdi-Billâh zamanında Mescid-i Haram’a dâhil edilen ev, bugünkü müezzin mahfilinin bulunduğu yerde idi. buradan açılan
kapıya Ümmü Hani’nin adı verilmiştir.
58
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
4 Nisan
Kâbe’yi tavaf, sabah namazı, kahvaltı…
Edukubeys Dağı: Rehberimiz elindeki notları
kontrol ediyor, Kral’ın lüks otelinin bulunduğu bu
dağa uzun uzun bakıyor, gözleri buğulanıyor. Kısa
bir suskunluğun ardından anlatıyor. Kâbe’nin yaklaşık yüz metre doğusunda bulunan 420 m. yükseklikte olan bu dağa Ebukubeys adının verilmesi ile
ilgili çeşitli rivayetler nakledilir. Hz. Âdem’in ilk ateş
parçasını (kabes) bu dağdan aldığı ve ya Hacerü’l Esved buradan alındığı için bu ad verildiği ya da İyad
ve Mezhiç kabilelerinden Ebukubeys adlı birinin
burada bir bina yapma teşebbüsünde bulunması
nedeniyle bu adla anıldığı anlatılır. Nuh tufanından
Hz. İbrahim’in Kâbe’yi inşa ettiği tarihe kadar geçen
süre içinde Hacerü’l Esved’i saklayıp kolladığı için
bu dağa Cahiliye döneminde “el Emin” denildiği de
bilinmektedir.
Rivayete göre Hz. İbrahim, insanlar arasında
“Haccı ilan et” emri üzerine bu dağa çıkıp hacca
davet etmiştir.
Mekke’nin abid ve zahidleri buraya çıkarak
itikâfa girerlerdi. Resul-i Ekrem taşlandığı Taif’ten
üzgün bir şekilde Mekke’ye dönerken kendisine
gelen melek, Ebukubeys ile Kuaykın Dağlarını
göstererek, “Eğer bu iki dağı Mekkelilerin üzerinde
birleştirmemi istersen yaparım.” deyince Resulullah,
“Hayır, ben Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız
O’na kulluk eden ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler çıkmasını isterim.” buyurmuştur.
Allah’ın elçisi Ebukubeys Dağı’nın eteklerinde
bulunan Safa Tepesi’ne çıkar ve orada bulunan Kureşlilere İslamı tebliğ eder; ancak Resulullahın amcası Ebuleheb, “Kuruyup yok olasıca! Bizi bunun
için mi çağırdın?” der ve Mekke müşriklerini Allah
Resulü aleyhine kışkırtır.
Ebu Leheb, karısı, kızı ve kız kardeşi, Hz.
Peygamber’e eziyet ve hakaretlerinden dolayı “Tebbet” suresi nazil olur.
İslamın Mekke’de yayılmasında önemli bir yeri
olan Daru’ul Erkam ile Sa’y için başlangıç noktası
olan Safa ve Merve Tepeleri de bu dağın eteğinde yer
almaktadır. Kamer suresinde zikredilen “İnşikaku’lKamer” mucizesi bu dağın üzerinde gerçekleşmiş
ve bunun anısına “Mescid-i İnşikaku’l Kamer” adı
verilen bir mescit yapılmıştır. Mescid-i Haram’ın en
son genişletilmesi sırasında bu mescit ortadan kaldırılmıştır.
Ebukubeys Dağı’nın üzerinde 1980’li yıllara kadar varlığını sürdüren, Hz. İbrahim’in haccı burada
ilan etmesinin ve Hz. Peygamberin namaz kılmasının anısı için yaptırılan İbrahim Mescidi vardı. Bu
Mescidi Mekkeliler Bilal-i Habeşi Mescidi adıyla da
anardı. Daha sonra Ebukubeys’in tamamı istimlâk
edilerek üstüne saraylar, altına da Harem-i Şerif’i
Aziziye ve Mina’ya bağlayan tüneller inşa edildi.
Kuaykıan: Kâbe’nin batısında Ebukubeys
Dağı’nın tam karşısında yaklaşık 430 m. yükseklikteki bir dağdır. Bu dağın Hint Dağı olarak adlandırılan bu yerde Mescid-i Haram’a sığınan Abdullah b. Zübeyr’i ortadan kaldırmak isteyen Haccac
b.Yusuf mancınık kurmuştu. Bugün Kuaykıan
Dağı tamamen meskûn mahaldir.
Yeniden notlarını karıştırıyor rehberimiz.
Elindeki zemzem şişesinden bir yudum alıp
Ebutalib Mahallesini, Allah Resulünün doğumunu,
çocukluğunu, gençliğini, nübüvvetini, müşriklerle
mücadelesini beliğ ifadelerle anlatıyor.
Mekke-i Mükerreme’nin cadde ve sokaklarını
gezerken Arapça bir ilahi dinliyoruz.
Cennetü’l Mualla, Bir’i Tuva, Mescid-i Cin,
Mescid-i Reaye, Mescid-i İcabe Mescid-i Ebubekir
hakkında bilgi edindikten sonra birkaç dakika içinde Hıra Nur Dağı’nın eteklerinde buluyoruz kendimizi. Hz. Peygamber’in inziva günlerini, ilk vahyi,
ilk tebliğ günlerini anımsıyoruz.
5 Nisan
Cebel-i Sevr’e doğru yola koyuluyoruz.
Hz. Peygamberin Medine’ye hicret ederken gizlendiği mağaranın önünde hicreti anlatıyor rehberimiz. Hudeybiye, Huneyn, Cirane, Hz. Amine’nin
kabri, Mikad yerleri, panayırlar, Miraç, Taif ile ilgili
kısa ve özlü bilgiler veriyor.
6 Nisan
Kâbe’yi tavaf, sabah namazı...
Arafat Dağı… Mescid-i Nemire, Müzdelife ve
Meş’ar-i Haram. Müzdelife’de kılınan öğlen namazı, Diyanet işleri Başkanı A. Bardakoğlu’nun konuşması.
Mina, Mescid-i Hayf, Cemarat, Akebe, Akebe
biatlarını yapıldığı mevki…
7 Nisan
59
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Umre için Temim (Mikad mahalli) İhrama girip
Hz. Aişe mescidinde iki rekât namazdan sonra umre
tavafını yapıyoruz.
Sabah namazını kılıp istirahate çekiliyoruz.
10 Nisan…
Medine yolculuğu…
Mekke-i Mükerreme’den ayrılmaya başladığımızdan itibaren Asr-ı Saadetten varlığını zamanımıza kadar sürdüren tarihî mekânlardan geçiyoruz.
Rehberimiz elindeki notlara bakarken hüzünleniyor, “Burası Hubeyb ve Zeyd’in şehit edildiği yer.”
diye sözlerine başlıyor.
Reci olayından müşriklerin öldürmeyeceklerine dair sözlerine güvenip teslim olan üç sahabeden
biri olan Abdullah, Zahran’da bağlarından kurtulmayı başarmış, ancak orada vurularak şehit olmuştu. Hubeyb b. Adiy ile Zeyd b. Desine de Mekkeli müşriklere teslim edildiler. Onlardan Bedir’in
intikamını almak isteyen müşrikler Zed’i Tenim’e
getirip orada işkence ile şehit ettiler. Arkadaşı Hubayb ise bir süre hapsedildikten sonra o da Tenim’in
dışında şehit edildi.
Mekke’den Medine istikametine doğru yol alırken binaların bittiği yerde Vadi-i Şerif diye bilinen
bu mıntıkada, otoyolun tam kenarında sol tarafta
bulunan mezarın müminlerin annesi Meymune
(r.a) ait olduğunu öğreniyoruz.
Mekke-Medine yolunun 65. kilometresinde yer
alan Ganim, Usfan’ın 16 km. doğusunda Hudeybiye Antlaşmasının hemen ardından Hz. Peygamber
ashabı ile Medine’ye dönerken Fetih suresinin nazil
olduğu yer hakkında bilgiler ediniyoruz.
Medine:
Eski adıyla Yesrib olan, Resulullah’ın hicretiyle
“Nur Şehri” anlamına gelen Medine-i Münevvere,
Mekke’den tamamen farklı olarak tarıma elverişli
geniş vadileri ve zengin su kaynakları, hurma bahçeler ile süslü yüksek binaları, geniş yolları, Harem-i
Şerif etrafında otelleri ve parklarıyla modern bir
kent.
İkisi Osmanlı döneminden kalma, dördü
eski, altısı yeni olmak üzere on minaresi ile ortada
Kubbe-i Hadra (Yeşil Kubbe) karşımızda yeryüzündeki mescitlerin en hayırlısı, Mescid-i Nebevi.
Babusselam’dan giriyoruz. Ravza’nın bağrında
gözlerimize çarpan ve gönüllerimizi saran bir bü-
yüyle karşılaşıyoruz. Duygu ve düşüncelerimizde bir
başka âlemin esintilerini duyuyor, gönlümüzün derinliklerinde hayali kapılardan geçip en mahrem iklimlerde dolaşıyor, arzın minberinin dibinde Hakk
beyanıyla şekillenen o ezeli hutbeyi hem de sevgililer sevgilisinin ağzından dinliyoruz: “Hz. İbrahim
Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi harem
kıldım.” hadisi şerifleri karşısında ona ümmet olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Resulullahın kabr-i
saadetleriyle minber-i şerifi arasında Peygamberin
namaz kıldırdığı Ravza-i Mutahhara’da “Evimle
minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir.”
buyurduğu mukaddes mekânda besmele çekip huşu
içinde namaza duruyoruz.
Hz. Peygamberin dünyada en yakın dostları olduğu gibi, ebedî istirahatgâhında da yanı başında
bulunan Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’e de selam verip dua edip Cibril Kapısı’ndan çıkıyoruz.
Hz. Osman, Hz. Abbas, Hz. Aişe, Hz. Fatma
ve Hz. Hasan gibi ileri gelen sahabelerin de kabirlerinin bulunduğu Baki Mezarlığı’nı, orada metfun
olan yaklaşık on bin sahabeyi ziyaret edip dua ediyoruz.
12 Nisan
Mescid-i Gamame, Mescid-i Ebubekir, Mescid-i
Ali, Sebak, İcabe, Secde, Sukya, Kuba, Cuma ve
Kıbleteyn mescitlerini ziyaret edip bilgiler ediniyoruz.
13 Nisan
Medine İstasyonu.
1900 yılında başlanan ve 1908’de Medine’ye
ulaşan Hicaz demiryolu ile Medine-İstanbul arasındaki bağlantı kurulmuştur. 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devletinin bölgeden çekilmesinin ardından Hicaz demiryolu atıl hâle gelmiştir. Bugün
yeniden canlandırılmaya çalışılan Hicaz demiryolunun son durağı olan Medine’deki istasyon binasıyla
yanındaki Osmanlı tarzı cami hâlâ ayaktadır.
15 Nisan
Uhud ve Hendek savaşlarının yapıldığı
mekânlarda o acı dolu günleri yaşıyoruz.
16 Nisan
60
Yurda dönüş. ■
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Yunus'un şiirlerinde
"yol" metaforu
SALİH UÇAK
Canını aşk yoluna vermeyen âşık mıdır
Cehdeyleyip ol dosta ermeyen âşık mıdır
Yunus Emre
Y
unus Emre, tasavvuf kültürümüzün
inşasında rol oynayan en önemli mimarların başında gelir. Yunus’un şiirlerindeki mistik boyut ile söyleyiş farklılığı, O’nu
çağdaşlarından ayırmış; zaman ve mekân aşmasını sağlamıştır. Yunus’u bâkî kılan şey, hiç şüphe
yok ki dili, gönlü ve sevgisidir.
Yunus’un tefekkür dünyasına tasavvuf penceresinden bakmak gerekir. Onun kavram dünyasını açıklamak, tahlil ve tetkik etmek; ancak
tasavvufu önceleyen bir bakış açısı ile mümkündür. “Hak yolunda bir aşk eri” olarak yürüyen
Yunus’un şiirlerindeki önemli metaforlardan biri
“yol” kavramıdır. Onun yolu, aşk yoludur, yokluk yoludur. Dosta giden sırat-ı müstakimdir. Bu
yolun tek azığı, aşktır. Bu yol, sabır ve çile yoludur. Ezelden ebede giden sadıkların ve âşıkların
yoludur. Ez cümle Yunus’un yolu ‘kalpten kalbe’
giden yoldur.
Bu çalışmada, Yunus’un şiirlerindeki “yol”u
anlamaya ve anlatamaya çalıştık. “Yol”un tasavvufi boyutu, metafor olarak kullanımı, teşbihleri, yol azığı, yol aşığı gibi çeşitli yönleri üzerinde
tahliller yapıldı. Yunus Emre’nin şiirlerini inceleyerek “yol”un genel ve özel mahiyetini ortaya
koymaya gayret ettik.
1. Sırat-ı Müstakim Olarak Hak Yolu
Çün dosta gider yolum mülk-i ezeldür ilüm
Işkdan söyler bu dilüm ışk oldı seyran bana[1]
Yunus, ezel mülkü olarak ilmi görür. Bu ilim,
onu Hakka götüren yolun ilmidir. Var olma nedeni olarak insan, aşk ile yola çıkmalı ve aşk ile
yolu tamamlamalıdır. Yaşayan her insanın yolu
başka başka olabilir. Ancak Yunus’un yolu, dosta
giden aşk yoludur.
Nefs dirliğinden geçüp ışk kadehinden içüp
Dost yolına irüben turmayan âşık mıdır?
Aşk ve âşık kavramı, tasavvufta, klasik edebiyatta, halk edebiyatında bazen çok farklı, bazen
de benzer anlam ve imajlarla kullanılmıştır. Yunus için aşk da âşık da ilahî olana aittir. Onun
şiirlerinde Hak talibine âşık denir. Epigrafta da
okunacağı üzere şair, gayret edip Hakka ulaşmayan, canını onun yoluna adamayan kişilerin ger1. Metinde kullanılan beyit ve dörtlükler, Ragıp Güzel’in
Yunus Emre Divanı (2009) adlı çalışmasından alınmıştır.
61
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Bu yol, taç u taht kabul etmez. Tıpkı
İbrahim Edhem Hazretleri gibi Hak
yoluna vasıl olunca bunlardan geçmek
gerek. Sırra mazhar olan tahtı ne yapsın?
çekte âşık olmayacağını ifade ediyor. Âşık olan
aşk kadehinden sermesttir. Asla hakikat olundan
ayrılmaz. Bu yolda nefsin arzularına yenik düşmez, sabırla, metanetle bu yolda yürümeye devam eder.
Hiç yoğiken oldun diri
Aç yüzüni yolca yüri
Anlamazsın sen bu sırrı
Bellü haber manzur nedür
Yol da varlık da O’nundur. Hakkıyla kâinat
kitabını okuyan her kişi, Hak yolun tek olduğunu görecektir. Hiç yoktan var olmak ilahi bir sır.
Bu ilahî sırrı anlamak için, “yolca” yürümek gerekir. Varlığı sorgulamayı öğrenen, yolu da sırrı da
öğrenecektir.
Bu tevhid tonını giyen
Varlığın yokluğa sayan
İş bu yolda kaim turan
Belli bilün er durur
Hak yoluna baş koyanın vasıfları bellidir. Er
kişi, ermiş kişi, eren ya da daha genel manasıy-
la “insan-ı kâmil” dendiğinde söylenmesi gereken özelliklerden bazılarını sıralıyor Yunus. Hak
yolda daimi olmak, varlığını hiçe saymak, aşkla
gayret etmek temel prensipler olarak sayılıyor.
Tevhit elbisesini giyen eren, kesretten vahdete
giden yolu bulmuştur. O, masiva ile aldanmaz
artık. Geçici olanı değil, ezeli ve ebedi olana kanat açmıştır. Kendi varlığını O’nun varlığında
yok etmeden var olmayacağını bilir. Varlığın anlam kazanması buna bağlıdır. Gerçekte var olanla
“gölgeler” arasında fark vardır. Hakikati gören
göz, bunu hakkıyla kavrayacaktır.
Evliyaya münkirler Hak yolına âşıdur
Ol yola asi olan gönüllerin pasıdur.
Hak yoluna giremeyecek kadar kalpleri katılaşanlar için Yunus, “paslı gönül” terkibini kullanıyor. Hak yola asi olmak, hidayetten yoksun
olmak, nadanlıktır. Bu nedamet, isyana sebep olmaktadır. Gönül, “beytullah” olduğundan daima
temiz olmalı, kirlenmemelidir. Pas tutan gönül,
“güzel”den mahrum olan gönüldür. Mümin gönül, mücellaya benzer. İnsan-ı kâmil, gönlünü
62
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Aşk yolu, çetindir. İnce ve uzundur; sayısız tuzaklarla
doludur. Aşk yolunda sabırlı olmak, ayağını sabit
tutmak kolay değildir. Aşk eri, bunun bilincindedir.
Yolun zorluklarına rağmen, “Dost”a kavuşmak için
her türlü engeli aşmaya gayret eder.
daima hazır tutar dosta, zira O’nun ne zaman
geleceği belli olmaz. Gönül dosta, her an hazır
olmalı, pür ü pak olmalıdır.
2. Aşk / Hak Yolu’nun Zorlukları
Aşk yolu, çetindir. İnce ve uzundur; sayısız
tuzaklarla doludur. Aşk yolunda sabırlı olmak,
ayağını sabit tutmak kolay değildir. Aşk eri, bunun bilincindedir. Yolun zorluklarına rağmen,
“Dost”a kavuşmak için her türlü engeli aşmaya
gayret eder.
Canum erenler yolı inceden inceyimiş
Süleyman’a yol kesen şol bir karıncayımış
Yunus, Hak yolunun yolcularına uyarıda bulunuyor. “hikmet”i aramalarını, bulmalarını istiyor adeta. Süleyman ile karınca kıssasına atıfta
bulunarak bu yolun her kişiye değil, er kişiye ait
olduğunu dile getiriyor. Yolun inceliği, bir mecazdır aynı zamanda. Bu yol, incelik ister. Hamlık, kabalık bu yolda yoktur.
Gönül nice berkitmeye dost iline giden yola
Âşık kişiler canını bu yola harç itse gerek
Bin yıl ömrüm olursa harc idem bu kapıda
Ben gerçek âşık isem gerek bu yolda ölem
Hak âşığı, bütün ömrünü bu yola koymuş
olandır. Bir adanmışlık söz konusudur. O, her
haliyle bu yolda olduğunu beyan eder. Aşk yolunda ölmeyen, o yolda heba olmayan ömre sahip bir “eren”, gerçekte kendini adamış sayılmaz.
Ona adanmayan bir kişi, aldanmış kişidir.
Ol yola düşüp geldim
Yol, doğru olmalı, yani sırat-ı müstakim olmalıdır. Hakka giden pek çok yolun olduğu söylenebilir. Ancak doğru olanı “kılı kırk yararak”
arayıp bulmak önemlidir. Zira ermiş kişinin özelliklerinden biri de kalp gözünün açık olmasıdır.
Her söylenene inanmak, her yol gösterenin peşinden gitmek cahilliktir. Tapduk Emre gibi Hak
dostlarının peşinden gitmek, onlardan nasiplenmek gerek.
İbrahim Edhem bakdı tac u tahtı bırakdı
Hak yoluna uyakdı ol sırrı tuyan benem.
Bu yol, taç u taht kabul etmez. Tıpkı İbrahim
Edhem Hazretleri gibi Hak yoluna vasıl olunca
bunlardan geçmek gerek. Sırra mazhar olan tahtı
ne yapsın? Ne şöhret, ne mal ne mülk, ne hükümdarlık… Aşk yoluna vasıl olunca bunların hiçbiri
bir kıymet ifade etmez. Masivadan vazgeçmeyen
Mevla’yı zor bulur.
Menzili ırak bu yolun bu yola kim varası
Müşkili çok bu yolun bunu kim başarası
“İnce Sırat Köprüsi sıfat imiş bu yolda” diyen
Yunus, yolun zorluklarını özetlemiş oluyor. Her
mutasavvıf gibi Onun için de bu dünya önem
taşımaz. O, dünyanın geçiciliğine aldanmayıp
ahrete yönelmiştir. Onun şiir anlayışında mal ve
mülkün değeri yoktur.
Bu dünyaya kanmayalım fanidir aldanmayalım,
Bir iken ayrılmayalım gel dosta gidelim gönül…
Bir kılı kırk yardılar
Birin yol gösterdiler
Bu mülke gönderdiler
Amenna!
Gel dosta gidelim gönül…■
63
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Medeniyet ve Ahlâk*
LEVENT BAYRAKTAR**
M
Anlamamız ve fark
etmemiz gereken
kavramlardan bir
tanesi de bu “reşit
olmak” kavramıdır. Biz
dinin aslında insanları
kul yaptığından çok
bahsediyoruz ama
insanları reşit kıldığından
o kadar bahsetmiyoruz.
Oysa dinin insana iniş
sebebi, geliş sebebi,
vahye muhatap olan
insanda yarattığı
transformasyondur.
Yani siz vahiyle
karşılaşıp bir dönüşüme
uğramıyorsanız vahiy
size değmiyor demektir.
edeniyet ne demektir? Medeniyetten beklenti nedir? İnsan
olmakla medeniyet kurmak arasında bir ilişki var mıdır? Medeniyetin kurucu
unsurları nelerdir ve bu kurucu unsurlar insanlığın hangi evrelerinde bir yükseliş göstermiştir?
Medeniyeti konu edinen bir araştırmaya başlarken bu ve benzeri problematiklere bakmak
sistematik olarak bize bir yol açacaktır. Ve böylece medeniyetin ahlâkla olan ilişkisi daha rahat
irdelenebilecektir. Bu noktada, bu sorulara bir
cevap denemesi olarak söze, medeniyet, ‘bir insanlık başarısıdır’ diyerek başlayalım. Bu, onun
bir birikim neticesinde ortaya çıkmış olması
demektir. Bu birikimin var olabilmesi, zaptedilebilmesi, korunabilmesi ve kuşaktan kuşağa
aktarılabilmesi de onun dil ile ilişkisini gündeme getirir.
Medeniyetin kurucu unsurları genellikle ölümsüz olan insanlık başarılarıdır. Bunlar
bilimdir, felsefedir, sanattır, hukuktur, sosyal
organizasyondur… Devlet kurma ve yaşatma
becerisi, tecrübesi, bilgisidir… Onun dışında
da bir inanç ve ahlâk düzenidir. Dolayısıyla
*Uygarlık Ahlakı ve İnanç Araştırmaları Enstitüsü’nde
29.12.2013 tarihinde yapılan konuşma metnidir.
** Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İTBF Felsefe Bölümü
64
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
"...eğitimi ve siyaseti gündelik kaygıların dışında, değerler
üzerinden gerçekleştirmeye mecburuz ve insanları da
değer varlığı olarak tanımlamak durumundayız. Eğer
siz, insanı tüketimle tanımlanırsanız, eğer siz insanı alım
gücüyle tanımlarsanız oradan bir insani, ahlâki, medeni
nizam çıkmayacaktır. "
medeniyetten bahsettiğimiz zaman topyekûn bir
“insanlık başarıları alanı”ndan bahsetmek mecburiyetimiz vardır. Yani medeniyetin felsefeyle,
bilimle, sanatla olan ilişkisi değerlendirilmelidir.
İnsanoğlu bilmeye, öğrenmeye ve öğrendiğini aktarmaya mahkûm bırakılmış bir varlıktır.
Dolayısıyla bir nesil dahi bildiklerini kendisinden sonraki kuşağa aktarmayacak olsa, o zaman
insanlığın yeniden eski çağlarına; neredeyse taş
devrine döneceğini tahmin etmek çok da zor
olmayacaktır. Bu noktada fark ediyoruz ki; medeniyet problematiğini irdelemek, tıpkı dil gibi,
sanat, felsefe, bilim gibi, aynı zamanda medeniyetin oluşturulması, kurulması, aktarılması yani
“eğitim” problemini de incelemeyi zorunlu kılıyor. Medeniyetin bir insanlık başarısı, bunun
bir birikim olduğunu ve bu birikimin de dil ile
aktarıldığını söyledik. Demek ki insanoğlu öğrendiklerini dil ile ifade edebilmek, aktarabilmek, genişletebilmek gibi bir imkâna da sahip.
Fakat bugün içinde bulunduğumuz toplumun
bir çeşit “medeniyet krizi” yaşadığını fark etmek
durumundayız. Bu medeniyet krizi sadece bizim
yaşadığımız veya bizim toplumumuza özgü bir
durum olmayabilir. Bu bir insanlık durumudur.
Ama insanlığın her hâlükârda içinde bulunduğu
krizleri aşmak için birtakım formüller düşünmek
mecburiyeti vardır. Zira medeniyeti eğer kökleriyle, unsurlarıyla, doğasıyla kavrayabilirsek
kendi medeniyetimizin ihtiyaç duyduğu alanlarda onu besleyebilir, takviye edebilir, genişletebilir, geliştirebiliriz. Medeniyet aynı zamanda
bir bilinçtir. Bunun oluşumu, kökleri, gelişimi
hakkında bir bilinciniz varsa onu inşa veya tamir
etmeniz, aşmanız, kurgulamanız da mümkün
olacaktır. Peki, bu bilinç nereden geliyor? Bu
bilincin oluşmasında şüphesiz felsefi tefekküre
düşen bir ödev var. Çünkü felsefeyi tanımlarken
onu aynı zamanda içinde bulunduğumuz kültürün bilinci ve irfanı olarak tanımlıyoruz. Demek
ki medeniyet bilinci vermesi beklenen alanlardan
bir tanesi de felsefedir. Felsefenin şöyle bir özelliği var: O, daima yeni konular, yeni sorular, yeni
problemler gösteriyor ve fark ettiriyor ki insanlık; tarihini, geçmişini bilerek, ileriye dönük projeksiyonlar yapabiliyor. Bu hususta felsefe tarihi
insanlığın hem geçmiş tecrübelerini aktarıyor
hem de bu tecrübelerden yararlanılarak yeni bir
dünyanın nasıl kurulabileceğinin yollarını gösteriyor.
Bu noktada bir ikilikle karşılıyoruz; o da
“olan”la “olması gereken” arasındaki bir ikilik.
Olan ile; şu an içinde bulunduğumuz, yaşadığımız koşulların tamamını kastediyoruz. Yani
mevcut durum, mevcut düzen, mevcut şartlar,
mevcut realite. Ama insanoğlu öyle bir varlıktır
ki o sadece mevcut durumlarla, mevcut realitelerle iktifa edemez. Ya da en azından insana böyle
bir varlık olmadığı da eğitim yoluyla aşılanmalı,
öğretilmeli, insan bu hususta bilinçlendirilmelidir. Dolayısıyla burada şunu fark ediyoruz ki
insan aynı zamanda olması gerekeni hayal edebilen, tasavvur edebilen, olana bakıp olanın aksaklıklarını görüp onları nasıl tadil edebileceğini,
değiştirebileceğini tasarlayabilen bir varlıktır.
Burada insanın iki kutuplu bir varlık olması
gerçeğiyle karşı karşıyayız. Hz. Mevlana’nın da
söylediği gibi insan iki kutuplu bir varlık; yani
nurdan ve çamurdan yaratılmış bir varlıktır.
Onun nurdan yaratılmış olması bir anlamıyla
eşref-i mahlûkat olması, yaratılmışların en şereflisi olması demektir. Ama bir yandan da doğasında çamurdan olmaklık gibi bir özellik taşıdığı
için, esfel-i safilin olabilecek, kendi ulvi doğasına
yabancılaşabilecek ve aslına bakılırsa hayvandan
da aşağı bir dereceye düşebilme riskiyle yaşayan
65
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
bir varlıktır. Öyleyse insana bir bilinç verilmek
zorunluluğu ortadadır. Çünkü bu insan; medeniyeti kuran, medeniyete hizmet eden ve medeniyet problemi karşısında bir tavır alması gereken
bir insandır. Böylece siz insana nasıl bir misyon
verirseniz o insanın nasıl bir dünya kurması gerektiğini de söylemiş olursunuz.
İnsanoğlunun yaşadığı manevi dilemmalar veya ikilikler çatışma ve bocalama alanlarını oluşturur ve bu noktada ister istemez ahlâk
problemiyle karşılaşmış oluruz; çünkü insanın
tercihler yapmaya mecbur ve mahkûm bırakılmış olması da insanın bir imtihanıdır, insan
olmanın sorumluluğudur, riskidir. İnsanın dışındaki bütün varlıklar herhangi bir seçme yapmak
zorunda olmaksızın tabiatları neyse, kendi varoluş koşulları neyse onu yaşarlar. Bir tek insanoğlu böyle bir kadere mahkûm bırakılmıştır ve
bu onun aynı zamanda da özgürlüğüdür. Dolayısıyla insanoğlunun imtihanı kendi sorumluluğunu yüklenmek pahasına kazanmış olduğu bir
özgürlüktür. Böylece ahlâkın temel problemi ya
da çelişkisi olan “irade hürriyeti” ya da seçme,
özgürlük problemlerine de bir anlamda erişmiş
oluyoruz ki bu da insanı, tabiattaki öteki varlıklardan ayıran, onu kendi başına bir değer hâline
getiren bir durumu oluşturuyor. Ahlâk; hem medeniyet kurucu bir değerdir hem de bu medeniyeti kuracak olan insan şahsiyetini yetiştiren bir
değerdir. Onun için problemi neredeyse insanın
ahlâkla veya değerle imtihanı şeklinde de betimleyebiliriz.
İnsan ahlâkı ya dışarıdan alacaktır ya da kendi içinde inşa edecektir. Bu da bir ikilik olarak
karşımıza çıkıyor; “iç ahlâk” ve “dış ahlâk”. Siz
ahlâkı dışarıdan aldığınız zaman bu size öğretilenler, sizden beklenenler veya sizin yapmaya
alıştığınız pratikler şeklinde tezahür edecektir.
Bu durumda da kişinin kendisi olması gibi bir
problem açığa çıkacaktır. Zira insan, dış ahlâkla
yetiğinde çoğu zaman kendisi değildir. Çünkü
dış ahlâk bize dayatılan, bizden beklenen ve toplumun alışkanlıkları doğrultusunda yaşadığımız
bir nevi kitlesel hayatın bir neticesidir. İç ahlâkın
ise bir ‘ben’ bilinci olduğunu söyleyebiliriz. Yani
eğer insan kendisini bir ‘ben’ olarak fark edebiliyorsa, kendisini tabiattan, eşyadan, olaylardan
soyutlayıp fiillerinin sahibi olduğunu ve fiilleri-
nin neticelerine de katlanmak zorunda olduğunu da fark edebiliyorsa o kendisi için bir ahlâk
kurabilir. Demek ki bir iç ahlâk kurabilmek için
kişinin bir ‘ben’ bilincine sahip olması gerekiyor.
Ben bilincine sahip olmak da belki söz olarak kolay geliyor ama pratikte hakkı verilmesi gereken
bir durum; çünkü özellikle günümüz insanı şu
anda kitle hâlinde yaşıyor. Kendisiyle karşılaşmıyor. Kendisiyle baş başa kalmaktan korkuyor.
Şöyle örnekler veriliyor: Eğer evinize girdiğinizde
ışığı yakmadan önce radyoyu ya da televizyonu
açıyorsanız ya da hemen gidip interneti açıp oradaki hayata dâhil oluyorsanız kendinizle karşılaşmaktan korkuyorsunuz ve kendinize tahammül
edemiyorsunuz. Günümüz insanı artık kendisini
dinlemediği için, kendisiyle karşılaşmadığı için,
kendisine bir iç dünya kurmakta zorlanıyor. Kendi içinde bir iç dünya kurabilmiş olan bir insanın
iç ahlâkından bahsedilebilir. Onun hâricinde biz
toplumsal kimliğimizle yaşıyoruz demektir, toplumsal kimliğimiz de bizden beklenen hareketleri yerine getirmekten ibaret, otomat bir kimliktir. Onun için medya bu kadar güçlü. Onun için
toplumumuz üzerinde bu kadar kolay ve rahat
manipülasyonlar yapılabiliyor. Çünkü etki altında kalıyoruz ve etkiye de anında cevap veriyoruz.
Yani sürekli beklenen davranışları üretiyoruz.
Oysa insan olmak demek bir dereceye kadar tabii
ki beklenen davranışları yapmak demektir; çünkü sosyal bir varlığız, sosyal bir ahlâkımız olmalı
ama; insan o sosyal hayatın üzerine çıkabilen, o
sosyal hayatı da sorgulayabilen, kendisini ortaya
koyabilen bir varlık olmak durumundadır.
Ahlâk dediğimiz alan, insanın özne olduğu bir alandır. İnsanın, özne olması kendisine
bir “iç dünya” kurması, “kendisine kendisi için
bir dünya” kurması demektir. İnsan herhangi
bir nesne değildir; bu sebeple o dış determinasyonlara indirgenemez. Bunlarla tarif edilemez,
bunlarla tüketilemez bir varlık olarak karşımıza
çıkıyor. Buradan şu hükme varılabilir: İnsan;
bir dış hayatı bir de iç hayatı olan iki yönlü bir
varlıktır. Dış hayatı olması itibariyle insan, eşyanın kanunlarına tâbidir. Bu dış hayat şartlarında
herhangi bir fizik nesne, herhangi bir biyolojik
varlık veya herhangi bir sosyal determinasyona
tâbi, sosyal bir varlık gibi davranır. Ama yine anlaşılacağı üzere insanın böyle bir dış varlık gibi
66
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
tarif edilmesi de eksik, yanlış, yetersiz olacaktır.
Böylece yeniden insanın, iç hayatıyla, ahlâk hayatıyla betimlenmesi, şahsiyet ve özne olarak tanımlanması ve inşa edilmesi mecburiyetini fark
ediyoruz.
İnsanı bir özne, ahlâk kişisi ve şahsiyet olarak düşünmeye başladığımızda karşılaşılan bir
mesele de o insanın nasıl kendisi olabileceğidir.
Bu etik bir problemdir; çünkü insanın bir başkası olmaması gerekir. Zira her insan aslında tek
nüshadır. Nitekim yaratılışta her insanın kendisine mahsus bir parmak izi ve bir yetenekler ağı
vardır ve bu durum ona bir şekilde kendisi olmak gibi bir ödev yüklemektedir. Hatta bu ödev;
hem dinî ve metafizik bir ödevdir hem de millî
ve insani bir ödevdir. Çünkü her insanın kendisinin bu evrene katabileceği sonsuz imkânlar ve
potansiyeller vardır. Demek ki insanın kendisini
inşa etmek gibi bir sorumluluğu ve yükümlülüğü vardır. Kendisini inşa etmemek, kendisini
oluşa terk etmiş olmak, kendisinden ümit kesmek -haddi aşan bir ifade olarak algılanmayacaksa- Yaradan’dan da ümidini kesmek anlamına
gelecektir.
Mesele bizi ister istemez ahlâk problemine
getirdi; zaten konumuz da medeniyet ve ahlâktı
ya da medeniyet ahlâkıydı. Günümüzde ahlâkın
parçalanmışlığı gibi bir tablo var sanki. O da
meslek etikleri kavramı ile gündeme geldi. Yani
insan sadece mesleğini yaparken mi bir etik bilinç geliştirmek zorundadır? Sokağa çıktığımız
zaman, dükkânımızı kapattığımız zaman o meslek etiğimiz dükkânda kilitli mi kalmalıdır? Tabii ki öyle olmamalıdır; çünkü etik parçalanmaz
bir bütündür. Yani onun meslek etiği, tıp etiği,
sanat etiği gibi parçalanması değil bütün ilgi
alanlarının ahlâki bilinçle düzenlenmesidir esas
olan. Yani siz insana bütüncül bir ahlâki şahsiyet verirsiniz, o kendisini bir ahlâk kişisi olarak
kurgular ve hayatın her alanında kendisini ahlâki
bir özne olarak hisseder. Dolayısıyla bize verilmesi gereken şey ya da kazanmamız gereken şey;
herhangi bir meslek etiğinin ötesinde bir ahlâk
kişisi olabilmektir. Çünkü bu ahlâk kişisi sadece
vazifesini yaparken ahlâklı olmakla yetinmez; o
hayatın her alanında ve bütün sosyal ilişkiler ağı
içerisinde bunun gerekli ve zorunlu bir şey olduğunun farkındadır.
İnsan; değerlerin sesini duyan, değerleri fark
eden, değerlerle bütünleşen, onları yaşan bir varlıktır. Bu insanı tabiattaki özel konumuna yükseltir. Tabiattaki bütün öteki varlıklardan insanı
aslında ayıran şey sadece dil değildir, onun aynı
zamanda bir değer varlığı olmasıdır. Ve insan
kendisini değer varlığı olarak fark ettikçe, kurguladıkça aslında bu başkaları için de örnek oluşturabilecek insanî erdemlilik durumu meydana
getirir. İnsan erdemli olmayı da değerleri de bir
örnekten öğrenir, bir gelenekten de tevarüs eder.
Ama bu sadece taklit düzeyinde kalacak bir şey
değildir; çünkü onlar bize sadece ufuk verirler.
Bize özümsenmesi gereken, yaşanması gereken,
temsil edilmesi gereken asıl değerlerin ne olduğunu fark ettirirler ve biz onu “kendimiz için”
hâline getiririz. İç ahlâktan bahsederken, onun
insan tarafından özümsenmesi ve insanın onu
kendisi için durumuna getirmesi hâlini kastediyoruz. Bu yine sosyal olarak kitlesel hâlde yaşayan insanın, çoğu zaman farkında olacağı ya da
ihtiyaç duyacağı bir durum olmayabilir.
Gelinen bu noktada, “Evrensel bir ahlâk düşünmek mümkün müdür?” diye de sorabiliriz.
Bu soruya cevap vermeden önce, “Evrensel bir
medeniyet söz konusu olabilir mi?” sorusunu
ele alalım. Medeniyet aslında hem bir insanlık
başarısıdır hem de aktarılabilir entelektüel bir
alandır. Medeniyetler karşılaşırlar ve etkileşirler.
Bu etkileşim, sadece savaş meydanlarında olmamıştır. Entelektüeller ve entelektüel ürünler üzerinden de karşılaşmalar ve etkileşimler olmuştur. Medeniyetin rasyonel bir alanda kurulmuş
olması, rasyonel bir muhtevaya sahip olması,
onun her muhatapta bir yansımasının olmasını gerektirmiştir, getirmiştir. Şimdi bir dünya
tarihine, uygarlık tarihine kısaca bakacak olursak medeniyete ilişkin bize bugün için objektif
bilgileri yazılı en eski metinler vermektedir. Bu
yazılı en eski metinler de Sümerli metinlerdir ve
Kramer’in ifadesi ile tam da bu nedenle “Tarih
Sümer’de Başlar”. Çünkü yazıyı icat etmiş olan
kavim, medeniyet Sümerlilerdir ve Mezopotamya medeniyetidir. Sümer medeniyeti gerçekten
çağına göre çok ileri bir medeniyetti. Bilimi,
sanatı, hukuku, sosyal organizasyonu olan, her
şeyden önemlisi yazılı yasaları olan bir hukuk
düzenine sahipti. Yazılı literatür o kültüre ilişkin
67
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
olan bütün verileri hem korumuştur hem de ifade etmiştir. Dolayısıyla biz medeniyeti dille ilişki
kurmaksızın düşünemiyor, tasavvur edemiyoruz.
Medeniyetin dille olan yakından ilişkisi bu yüzden göz ardı edilmemelidir.
Daha sonra biraz daha ilerleyecek olursak
Asurlularla Mısırlılar arasında ilişki var. Mısır
diline yapılmış çeviriler var, Mısır dilinden Girit
diline ve Girit dilinden de Grekçeye çevirilerin
yapıldığını biliyoruz. Yani bilimin, felsefenin,
sanatın herhangi bir medeniyette, daha önce
emsali görülmemiş bir şekilde, mucizevi bir şekilde sebepsiz yere doğduğunu söyleyemiyoruz.
Beşerî sahada, kültür sahasında bilim, teknik ve
düşünce sahasında bir şeyin köksüz olarak birdenbire sebepsiz olarak herhangi bir medeniyette
doğması diye bir şey mümkün değildir. Bilim
alanında, teknik alanda, insan alanında her şey
süreklidir ve medeniyet de en baştan beri söylediğimiz gibi bütün bir insanlığa ait bir başarıdır
ve bu dil üzerinden kendisini göstermiştir. Dille
beraber kültürden kültüre, toplumdan topluma
aktartılmış, yansımıştır. Medeniyet bir kalıttır,
bir devamlılıktır, bir sürekliliktir ve yeryüzünde
saf ırk olmadığı gibi saf medeniyet de yoktur.
Zaten medeniyet olmak demek etkide kalmak
ve etkilemek demektir. Bizim yanlış anladığımız
şey; içimize kapanarak millî olacağımız, saf bir
kültüre sahip olacağımız zehabıdır. Hiçbir medeniyet içine kapanarak evrensel olmamıştır ve
medeniyet seviyesine çıkmamıştır. Doğal olan
etkilenmek ve etkilemektir. Bu bakımdan da
önemli olan şey bizim bu bilinçle, bu farkındalıkla hareket ediyor olmamızdır.
Sümer’le başlayan, Asurla devam eden, oradan Antik Yunan’a geçen medeniyet bayraktarlığını daha sonra İslam medeniyetinin devraldığını görüyoruz. İslamın gelişiyle birlikte Arap
toplumunda çok derin bir dönüşüm meydana
geldiğini ve o cahiliye düzeninden bir evrensel
medeniyet kurmaya yönelik hamlenin yapıldığına şahit oluyoruz. Bu hamlenin entelektüel sahadaki yansımaları adına Beyt’ül Hikme denilen
o zamanki ilim akademileridir. Beyt’ül Hikme
ne idi veya ‘fonksiyonu ne idi?’ diye sorulacak
olursa; ‘kendisinden önceki medeniyetlerin entelektüel sahadaki birikimlerini İslam uygarlığının
tevarüs etmesine hizmet eden kurumdur’ denile-
bilir. Yani kendisinden önceki medeniyetlerdeki
bilim, felsefe, düşünce adına entelektüel sahada
üretilmiş olan ürünlerin İslam kültürüne aktarılması sürecine hizmet eden kurumdur. Bu Beyt’ül
Hikme kurumu bir uygarlık merkezi gibi çalışmıştır ve o zamana kadar dünyanın gelmiş geçmiş bütün belli başlı entelektüel ürünlerini Arapçaya ve İslam kültürüne kazandırmıştır. Bunun
dinî kaynakları vardır, çünkü İslamın getirdiği
mesaj budur. Yani ‘Hiç düşünmez misiniz? Hiç
ibret almaz mısınız? Hiç sorgulamaz mısınız?’
tarzındaki ikazlar insanları düşünmeye, bilime,
felsefeye, tefekküre sevk etmiştir. Tefekkür, bilim, sanat boşlukta yapılamaz, bunun bir zemine
ihtiyacı vardır ve bu zemin de onların tarihsel
birikimidir, entelektüel ve medeni ortamdır. Bu
tarihsel birikimin dinî ya da din dışı olduğuna
bakılmaksızın bu birikim benimsenmiş, kabul
edilmiş, özümsenmiş ve bunun üzerine İslam
kültürü kendi orijinal katkısını yapabilmiştir.
İşte o zaman daha 9., 10., 11. yüzyıllardan
itibaren İslam uygarlığı kendi mütefekkirlerini,
kendi bilim adamlarını yetiştirmiş ve bu mütefekkirler, bilim adamları 16. yüzyıla kadar Batılı
mekteplerde otorite olarak okunmuştur. Mesela
İbn Sina Batılı tıp fakültelerinde 16. yüzyıla kadar otorite olarak varlığını sürdürmüştür.
Buradan da şu kavrama geçmemiz gerekiyor;
o da “12. yüzyıl Rönesans’ı” kavramıdır. 12. yüzyıl Rönesans’ı İslam uygarlığının gelmiş olduğu
seviyeyi anlatmak için kullanılan bir kavramdır.
12. Yüzyıl, İslam medeniyetiyle Hristiyan Avrupa medeniyetinin karşılaştığı ve karanlık çağları
yaşamaktan olan Hristiyan Avrupa’nın kendisini sorgulayarak İslam dünyasındaki medeniyeti
tevarüs etmek gibi bir ihtiyacı hissetmiş olduğu
bir dönemdir. Bu aslında takdir edilmesi gereken yüksek bir bilinç durumudur. Yani siz yeni
bir medeniyetle karşılaşıyorsunuz; bu medeniyet
çok üstün bir hâle gelmiş, bilimde, felsefede, sanatta, teknikte, tıpta, astronomide ve coğrafyada ilerlemiş. Siz o medeniyetle karşılaştığınızda
kendinizin eksikliğini fark ediyorsunuz. Bu fark
etmeyi de ancak o birikimi kendinize mal etmek suretiyle aşabileceğinizi görüyorsunuz. Bu,
bugün belki İslam dünyasının yeniden fark etmesi gereken bir bilinç durumudur. Çünkü bu
pozisyonlar zaman içerisinde, tarih içerisinde
68
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
yer değiştirecek ve biz, bir zamanlar bizde bulunan ve emanet olarak vermiş olduğumuz bu şeyi
yeni baştan almak zorunda kalıyoruz. Batı’da 16.
yüzyıl Rönesans’ını gerçekleştiren şey 12. yüzyıldan itibaren İslam dünyasından yapılan düzenli
çevriler olmuştur. Batı, kendi karanlık Orta Çağını, İslam dünyasından aldığı bu bilim, felsefe,
tefekkür ürünlerini kendi toplumuna mal etmek
suretiyle aşabilmiştir.
Batı’nın gerçekleştirdiği hususlardan bir tanesi de bu bilginin yaygınlaşması, bilginin demokratikleşmesi, bilginin halka inmesi hâdisesidir.
Bir nevi bilginin “profanlaşması”dır. Ama bu
tabiri de tırnak içinde kullanalım; bilginin profanlaşması da ileride insanlık için yeni sorunlara
yol açacaktır. Çünkü profanlaşan bu bilgi insanın kutsalla irtibatını kesecek ve kutsalla irtibatı
kesilmiş olan bir bilgi de ; ‘bilgi güçtür’, ‘bilgi
hâkimiyettir’ şeklinde formüle edilecek, “güçlüyüm, bilgiliyim, öyleyse hakkım var. Öyleyse
coğrafi keşiflere de çıkabilirim, sömürgecilik de
yapabilirim. Sanayi devrimini gerçekleştirecek
olan ham maddeyi dünyanın geri kalan coğrafyalarından kendi kıtama nakledebilirim ve bunda
da hiçbir mani görmem.” anlayışını doğuracaktır. Çünkü artık dünya profan bir dünya olmuştur, dünyada “kutsal”, tabiri caizse paranteze
alınmıştır. Bunun neticesinde de insan kendisini
yeryüzünün yegâne hâkimi olarak görebilmiştir.
Bu da İslamın medeniyet anlayışıyla İslam sonrasında Batı’nın devraldığı medeniyet anlayışı
arasındaki o bariz kırılmayı temsil eder. Çünkü
İslam medeniyeti eğer varlığını sürdürebilmiş olsaydı, beraberinde bir evrensel ahlâkı da, ahlâki
uyanıklığı da getirmesi gerekecekti. Zira kendinizi hem İslami değerlerle kayıtlı hissedip hem
de sömürgeci olamazsınız. Dolayısıyla İslami
bilgi teorisiyle Batılı bilgi teorisi arasındaki bu
temel fark, bir anlamda günümüzde yaşanan sorunları da beraberinde getiriyor.
Medeniyet kavramı bizi tekrar insan gerçeğine götürüyor. Çünkü o medeniyeti kuran ya da
kuracak olan, kendisini inşa etmiş, kendisine bir
iç hayatı kurmuş ve bir iç ahlâk edinmiş olan o
insan şahsiyetidir. Medeniyetin niçin bir insanlık başarısı olduğu sorusu da cevabını bulmuş
oluyor. Çünkü medeniyet insana hazır olarak
verilmiş bir şey değildir. Onun, insan tarafından
tasasının çekilmiş olması, ona emek verilmesi,
onun kurgulanması ayrıca bir değer olarak tespit
ve teşhis edilmiş olması gerekir.
Medeniyet gerçekten de bir değerdir ve insan,
insani değerleri ancak medeni bir ortam içerisinde yaşayabilir ve gerçekleştirebilir. Fakat günümüz dünyasında medeniyetin sorgulanması da
bir ihtiyaç hâlini almıştır. Hele bu İslam adına,
İslam ahlâkı adına yapılıyorsa ve insanlar ‘Allahu
Ekber’ diyerek birbirlerini binalardan atabiliyorsa bunun herhâlde birkaç kez daha sorgulanması
gerekiyor. Din anlayışımız bizi daha insani, daha
ahlâki, daha medeni bir dünyaya götürmelidir;
zira medeniyetin kurucu unsurlarından bir tanesi de dindir. İnsanlar kutsalla irtibatlarını doğru
kurdukları zaman, doğru kaynaktan, doğru değerleri aldıkları zaman dünyanın daha yaşanılası bir yer olması mukadderdir. Fakat acaba biz
kutsal kitapla (veya kitaplarla) doğru bir irtibat
kurabiliyor muyuz? Bize öğretilmiş olanları sorgulayabiliyor muyuz? Veya bize öğretilmiş olanla
yetinmeyerek onu asli kaynaklarından yeniden
okuyup çağın ihtiyaçları çerçevesinde yorumlayabiliyor muyuz? Bu da bize şöyle bir sorumluluk yüklüyor: Kutsal kitaplar, kutsal metinler
ve peygamberlerin öğütleri, mesajları, mirasları
sadece kendi çağlarına ait mesajlar değillerdir.
Bu metinler ölümsüz metinlerdir ve bunların
her çağda, her toplumda, her koşulda yeniden
okunması, yeniden yorumlanması ve anlamlandırılması mecburiyeti vardır. Bu anlamın semavi
ve ilahî olduğuna inanmak o anlamın bir kerede
bütün zamanlar için tüketilemeyecek olduğuna
da inanmak demektir. Bu bize şöyle bir felsefi
bakış açısının gerekliliğini öğütlüyor: Biz dinimizi, geleneklerimizi, tarihimizi ve kültürümüzü
felsefi bir bilinçle yeni baştan okumak, sorgulamak, yorumlamak ve anlamlandırmak zorundayız. Bu sadece felsefecinin ödevi değildir; bu aynı
zamanda din âlimlerimizin, ilahiyatçılarımızın,
sanatçılarımızın, devlet adamlarımızın da ödevidir. Ama böyle bir bilinçle topyekûn bütün bu
meselelerin birbiriyle irtibatlı olduğunun farkında olan bir idareci zümresinin de vazifesidir. Farabi, El Medinetü’l Fazıla adlı eserinde ‘faziletli
şehir nedir?’ diye sorduğunda; bu erdemli şehrin
başında bir filozof kralın varolduğu, varolması
gerektiğini söyler. Buradan da anlıyoruz ki, bü-
69
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
tün medeniyet problemlerimize kuşatıcı ve üst
bir felsefi bakışla yaklaşmak mecburiyetimiz vardır. Çünkü bunların hiçbiri birbirinden kopuk,
bağımsız kompartımanlar hâlinde ayrılmış problem alanları değildir.
Her medeniyet aynı zamanda bir metafizik
ve dünyevi düzen demektir. Dolayısıyla medeniyetleri ölümsüz kılan şey ya da bir kültürü taşıp,
coşturup onu medeniyet seviyesine çıkartan şey;
bir dünya görüşü ve aynı zamanda bir metafizik görüştür. Bunlar, hayatın olmazsa olmaz iki
ana unsurudur. Bu iki hat üzerinden bakınca
görüyoruz ki medeniyet hem bir dünya düzeni
başarısı hem de bir metafizik düzen başarısıdır.
Çünkü medeniyet bir çeşit dünya düzenidir; burada insanın yeryüzünde sosyal bir varlık olarak
birlikte yaşayabilmesi için sosyal bir organizasyona ihtiyacı vardır. Bu sosyal organizasyonun
sağlıklı bir şekilde kurulabilmesi için de bilgiye
ihtiyaç vardır. Bu bilgi de hem bir çeşit dünya
bilgisi hem de bir çeşit metafizik bilgidir. Bu
noktada, “bu dünyaya ilişkin bilgi neden yeterli
olmuyor, niçin bunun mutlaka bir metafizik bilgiyle tamamlanması ya da takviye edilmesi gibi
bir ihtiyaç vardır?” sorusu gündeme gelebilir. Bu
meşru bir sorudur. Ve şöyle cevaplanabilir: Eğer
insan yeryüzünde sadece kendisini maddi ilişkiler ağı içerisinde tanımlayan bir varlık olmuş
olsaydı dünyevi-beşerî bilgi insana yeterdi. Ama
insanoğlu tarihin hiçbir evresinde kendisini salt
dünyevi, salt fizik-fizyolojik bir varlık olarak tanımlamakla iktifa edememiştir. İnsan mutlaka
kendisini anlamlandırmak istemekte, kendisinin
doğumdan önceki ve ölümden sonraki akıbetini
merak etmektedir. Bu merak duygusu insanda
metafizik dediğimiz alanın kapılarını açar. Metafizik, insanın aşkınlık ihtiyacının bir sonucudur.
Peygamberler de insanın aşkın varlıkla ilişkisinin
ve iletişimin asli kaynaklarıdır. Hangi kavim bir
peygambere veya bir kutsal kitaba bağlanıp onun
emirlerini idrak etmişse o kavim bir medeniyete doğru yürümüştür. Dolayısıyla peygamberleri
böyle algılamak gerekir. Çünkü onlar değerleri
yaşayan ve ölümsüz modeller oluşturan insanlardır.
Ahlâk bir modelden öğreniliyorsa, bir örnek
şahsiyetten öğreniliyorsa siz önce onun hâllerini
ve tavırlarını örnek alırsınız. Dolayısıyla bir son-
raki aşamada ‘acaba bu hâlin, tavrın arkasındaki
değerler nedir’ diye merak etmeye başlarsınız. O
değerleri keşfettikçe, o değerleri özümsedikçe, o
değerleri “sizin için” (kendiniz için) hâline getirdikçe, o değerleri kendi malınız hâline getirdikçe
o davranışlar artık sizin için taklit olmaktan çıkar; onlar artık siz olursunuz, sizin şahsiyetiniz
olur. Ahlâktaki bu dengeyi; iç ve dış dengesini,
toplumsal olanla ucu açık olanı buluşturmak
mecburiyetindeyiz. Bunun bir süreç olduğunu,
bunun devamlı mükemmele, iyiye, güzele doğru
yönelmiş olma süreci olduğunu da fark etmek zorundayız. Aksi takdirde ahlâk Hz. Peygamber’le
bitmiştir derseniz insanlıktan ümidi de kesmiş
olursunuz. Onun en güzel örneği orada yaşandı,
doğru. Ama o en güzel örneğin her çağda, her
toplumda ihya edilmesi gereken bir şey olduğunu idrak etmek gerekiyor. Dolayısıyla eğer siz
vahyi kendinize iniyormuşçasına idrak etmeye
başladığınızda, okumaya başladığınızda; o vahyin sizde yaratacağı bir hâl zuhur edecektir. O
hâlin adı da belki İslam Ahlâkı olacaktır.
Bu noktada İslam adına fark etmemiz gereken şey; Hz. Peygamber’in tamamlamak üzere
gelmiş olduğu ve bizi reşit kılacak olan ahlâktır.
Anlamamız ve fark etmemiz gereken kavramlardan bir tanesi de bu “reşit olmak” kavramıdır.
Biz dinin aslında insanları kul yaptığından çok
bahsediyoruz ama insanları reşit kıldığından
o kadar bahsetmiyoruz. Oysa dinin insana iniş
sebebi, geliş sebebi, vahye muhatap olan insanda yarattığı transformasyondur. Yani siz vahiyle
karşılaşıp bir dönüşüme uğramıyorsanız vahiy
size değmiyor demektir. Vahiy size inmemiş demektir. Her insanın vahiyle şahsi bir karşılaşması
isteniliyor. Yukarıda söylediğimiz gibi, peygamberlerin mesajları gönderildikleri toplumlarla
ve dönemlerle sınırlı değildir. Bu mesajların her
toplum, her düzen, her insan için ayrı ayrı yeniden güncellenmesi, yeniden idrak edilmesi ve
yorumlanması gerekir. Bir medeniyet eğer içine
kapanmamışsa, eğer durağanlaşmak ve gerilemek
istemiyorsa her alanda bu sorgulamayı yapmak
mecburiyetindedir. Çünkü felsefi bakış açısı bize
şunu söylüyor: ‘Mesaj tüketilmiş değildir, mesajın ve anlamın sonsuz açılımları vardır. İnsan bu
mesajı her dönemde yeni baştan değerlendirecek
ve yorumlayacak potansiyele sahiptir’. Dolayısıy-
70
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
la insandan ümidimizi kesmememiz, ona güvenmemiz gerek. Ayrıca o insanı, insanlığın hayrına
çalışacak ve hayrını isteyecek bir ahlâki bilinçle
donatmamız da zorunludur. Klasik örnektir;
siz atomu parçalarsınız, bundan atom bombası
yapabileceğiniz gibi atom santralinde enerji de
üretebilirsiniz. Bize lazım olan şey bu bilgiyle
ne yapacağımızdır. İşte bu aşamada ahlâk, İslam
ahlâkı ve bu ahlâkın özneyi reşit kılmak istemesi,
bireyin inşası problemi ortaya çıkıyor. Öyle bir
özne inşa edilmelidir ki; o özne de hem toplumu
hem bir medeniyeti hem de bütün bir insanlığı
yeni baştan anlamlandırsın, kurgulasın ve bu kan
ve gözyaşı yeryüzünden silinsin. Bu bir ütopya
gibi görünebilir ama buna inanmak mecburiyetindeyiz.
Gelinen bu noktada diyebiliriz ki, eğitim
düzelmeden insan düzelmeyecektir. Onun için
eğitimi ve siyaseti gündelik kaygıların dışında,
değerler üzerinden gerçekleştirmeye mecburuz
ve insanları da değer varlığı olarak tanımlamak
durumundayız. Eğer siz, insanı tüketimle tanımlanırsanız, eğer siz insanı alım gücüyle tanımlarsanız oradan bir insani, ahlâki, medeni
nizam çıkmayacaktır. Dolayısıyla her şey insanda başlıyor; ‘İnsanın eğitimi nedir?’ ve ‘İnsana
lazım olan şey nedir?’ diye sormayı, sordurmayı
becermeliyiz. Bu bizim toplumumuzda felsefeye
aslında niçin layık olduğu yerin verilmediğiyle
de alakalı; çünkü felsefe insana böyle bir şuur
kazandırıyor. Böyle bir soru sorma patriği kazandırıyor. Felsefe uzun yıllar dışlandı ve belki daha
da dışlanacağı günler de yaşanacak.
Yani siz şehir plancısı yetiştiriyorsunuz, mimar yetiştiriyorsunuz lakin o şehirde yaşayan
insanı hesaba katmayan bir şehir çıkıyor ortaya.
Öyle bir mimari ortaya çıkıyor ki onun içinde insan yaşayacağı unutulmuş. İhtişam, gösteriş her
şey var ama insanın içinde mutlu olması, içinde
insanın kendisiyle karşılaşmasını sağlayacak bir
mekân olarak tasavvur edilmemiş. Yine bir bakış
açısı eksikliği var, yine bir ufuksuzluk var. Yine
bir kısır döngü, piyasa-pazar-maliyet ilişkisi ve
en yüksek ranta, en yüksek kâra endeksli bir zihniyet, bir algı var. Dolayısıyla bu algı kırılmadıkça bu düzen devam edecektir. Bu algıyı kıracak
insanlara, ortamlara ve ideallere ihtiyaç var.
Ahlâk alanı bilim alanı değildir. Ahlâk alanı
olgular alanı da değildir. Bu alan değerler alanıdır, olması gerekenler alanıdır, idealler alanıdır ve
yaklaştıkça uzaklaşan bir alandır aslında. Bundan
da şu kastediliyor; ahlâk tüketilemeyecek olan bir
alandır. Ahlâkın çağlar içerisinde güzel örnekleri
tabii ki vardır ama bu şu demek değildir: Ahlâk
çağlar içerisinde tekâmül etmiştir ve o da bilim
gibi birikerek ilerleyen bir alandır. Dolayısıyla
ahlâkın bilgisiyle ahlâkın kendisi aynı şey değildir. Bugün insanlık, ahlâk adına eserlerin çoğaldığı, ahlâk adına yazılıp çizilenlerin çoğaldığı,
ahlâk adına teorilerin çoğalmış olduğu bir çağda
yaşamaktadır. Ama ahlâk bilgisinin çoğaldığı,
ahlâk adına yazılanların çoğaldığı çağda yaşamak
en ahlâklı çağda yaşamak demek değildir. Günümüzde teknik ilerlemiştir; uzay çağı yanşamaktadır, bilgisayar çağı yaşanmaktadır. Acaba buna
paralel olarak medeni bir çağ yaşanmakta mıdır?
Medeni bir çağın yaşanması, etik bir seviye ile
mümkündür. Etik, ahlâk dediğimiz şey de, insanla insanın ilişkisinde en kâmil manada ortaya
çıkar. Bu demek değildir ki insan tabiat, insan
nesne ilişkisinde ahlâk yoktur. Ama ahlâkın en
kâmil manada yaşandığı yer intersubjektivite
alanıdır. Yani özneler arası alandır. Çünkü sizin
eyleminiz, muhatabınız tarafından algılanacak
ve bir reaksiyon alacaksınız. Sizin ona yaklaşımınız, onun bunu algılayışı ve onun bunu çözümleyip size geri yansıtması hâdisesi etik bir
ilişki başlatacak. Aslında her an, her grup, her
toplum içerisinde bu insan-insan ilişkisini özneözne ilişkisi olarak kurduğumuzda sorun daha
sağlıklı bir mecraya girecektir. Çünkü karşınızdakini sizin gibi bir ben, sizin gibi bir değer olarak gördüğünüz zaman bu ilişkinin adı ben-sen
ilişkisi olabilir ve o zaman bu bir ahlâk ilişkisi
olur. Karşınızdakini, kendinize layık gördüklerinizi layık görmediğiniz bir şey olarak tanımladığınız zaman o ilişkinin adı özne-özne ilişkisi
olmuyor. O özne-nesne ilişkisine dönüyor. Ve siz
karşınızdakini nesne olarak gördüğünüz zaman,
onu tanzim etmeyi, onu şekillendirmeyi, onu kısıtlamayı ya da onu yok saymayı göze alabiliyorsunuz. Ve orada da ahlâk bitiyor. Çünkü ahlâk,
özneler arası alanda gelişir, yaşanır, kurulur. Karşınızdakini özne olarak görmediğiniz anda ahlâk
biter, medeniyet krizi doğar. ■
71
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
On yedi
SEVAL KOÇOĞLU
K
olunun altında tuttuğu kitabı bırakıp bırakmamakta tereddüt etti. Eve sağ salim ulaşacağından emin değilken bir de kitabı taşıyabilecek miydi? Tam yüz
yetmiş adım. Ortalık karışmaya başladığında genç karısıyla apar topar bir başka şehre (orada azınlıktan sayılacağını da bilerek) taşınan, misafirleri ve kilerindeki erzak
hiç bitmeyen Sadık’ın evi ile kendi evi arasındaki mesafe yüz yetmiş adımdı. Harabe diplerinden, yıkıntılardan, çökmüş duvarlardan, henüz kaldırılmamış yahut kim olduğuna
bile bakılmamış cesetlerin arasından, insan yanının ödü kopan ama hayvan yanıyla sırıtan
bir askere görünmeden yüz yetmiş adım atabilirse eski tren istasyonunun yanındaki bir
zamanlar korunaklı sayılan ama şimdi en fazla bir tavşan uykusu vaat eden evinin bodrumuna ulaşabilecekti. Üstelik korku, hücrelerinde kandan daha fazlayken bunu yapmalıydı.
Önce sessizlikten emin olması gerekiyordu. “Böyle kuvvetli ve ani bir saldırıda dışarıda
kim varsa birden ölür, o yüzden çığlık, inleme pek duyulmaz.” Yeni hayatında ilk öğrendiklerinden biriydi bu. Sığındığın yerden çıkmak neyin varsa ondan vazgeçmek demekti.
Evinin bahçesindeki kuyudan su çekerken ölmüştü sütannesi. Bostanında yetiştirdiği irili
ufaklı bütün karpuzları övünerek satan dişsiz bostancının oğlu ise yeni pişmiş koca bir
ekmeği eve götürürken. Dışarıda kalmak büyük bir seçime dönüştüğünden bu yana, yıkıntıların mutfak bölümlerinden sürünerek topladıklarını eve taşımak kahramanlık demekti.
Dinledi. Ses yoktu. Evet, kitabı da beraberinde götürecekti. Dikkatle hayat, gürültüyle
ölüm aynı anlama geliyorken gömleğinin içine attığı bir iki parça yiyeceğin yanı sıra fazladan taşıdığı her zerrenin çok kıymetli olması gerekiyordu. Öyleydi. En sevdiği şairin
kitabıydı. (On bin tane basılmış olsa bile elindeki en değerlisiydi üstelik.)
Sırtını duvara dayadı. Saymaya başladı: yüz yetmiş, yüz altmış dokuz, yüz altmış sekiz…
Hasta yatağından doğruca mezarına yol alan, evin önüne yerleştirdiği iskemlede güneşten
kemiklerini ısıtarak ağrılarını azaltmasını uman ve onu her gördüğünde kuru elleriyle soluk hırkasının geniş ceplerinden çıkardığı nemli yemişleri avucuna dolduran Manima’sının
72
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
ne denli şanslı olduğunu düşündü. Yüz elli, yüz
kırk dokuz, yüz kırk sekiz… Babasına her baktığında güzel esmer yüzünde kararlı bir aydınlık peyda olan annesinin eve getirilen cansız bedenine, babasının en küçük çocuğundan daha
ürkek, çaresiz ve korkuyla kapanışı bile insanın
uzağına bu kadar düşürmemişti onu. Yüz otuz,
yüz yirmi dokuz, yüz yirmi sekiz… Çocukluğu
kadar uzak yüz adım… Bir zamanlar yaşadığı
evi kadar belli belirsiz doksan dokuz adım…
Yatılı okulunun duvarları kadar uzun doksan
sekiz adım… Onu iki kardeşinden ayıran hastalık kadar kara doksan yedi adım… Nerede
olduğunu artık bilmediği babası kadar meçhul
doksan altı adım… On yedi yaşının parlak siyah saçlarını, yüzündeki gizli gülüşünü hiçe sayan erken büyümüşlüğü kadar talihsiz doksan
beş adım…
“Saçlarını kimin için taradın? Hey! Miskin! Yüzünü bile yıkamak zordur senin için…”
Neşeli halasının mahallenin kadınlarıyla oturduğu serin bahçeden gülerek ve gençliğine hak
vererek sorduğu sorular, yaptığı şakalar. Gündelik hayatın içinde göğe doğru yükselen yeşil
fidanlar, ısrarcı sarmaşıklardı bunlar. Onlara
tutunarak gitmek istediği her yere gidebilirdi
sanki. Kaybolmazdı, yolunu bulurdu. Bu şakalar altında kaynar süt olduğunu hissettirmeyen
ince bir süt kaymağı gibi tüm acılarını sarardı,
unuttururdu üzüntülerini.
Elli, kırk dokuz, kırk sekiz… Elliden sonra
evini görmeye başladığı için ikisi arasındaki ayrımın ne olduğunu anlamadığı korkuyla umut
yer değiştirdi. Umuda çok da ihtiyacı olmayan
günler yaşamıştı. Umut, onu fazladan bir kere
daha görmekti bir zamanlar. Açık pencereden
gizlice içeri baktığında odanın sokağa uzak
köşesinde oturup kitabını okuyan bir gölgeye
bakmaktı. Onun dizlerinde duran, (Sadık’ın
genç karısından ödünç alınmış -bana öylesine gelmiş bir hediye, elbette canım, sende istediğin kadar kalabilir-) birazdan gözlerinden
zahmetsiz bir yol takip ederek zehri/panzehiri,
yaşamı/ölümü, sevgiyi/nefreti, özlemi/kavuşmayı, aşkı/geri kalanı yavaş yavaş tüm vücuduna yayacak olan meşhur Kasem’in mısralarını
düşündü. Kasem’in bir zamanlar ışığı az gecelerde yazdığı şiirleri o da çok sonraları neredeyse ışıksız bir gecede okuyacaktı. Sadece adına
bakıyordu şiirlerin, ezberindeydi çoğu.
“Sun ey sevgili,
Baldan tatlı sohbetini
Akşamı gönendiren zaferini
Altın bir kementtir boynumda
Senin sessizliğin…
Karşı tepelerden ay bir karış yükselince
Çöle saçmaya başla incilerini
Yıldızlar ışığını beslesin”
Otuz, yirmi dokuz, yirmi sekiz… Bahçe
duvarına yaklaştı. Halası duvarı tebeşirle çizen
çocukları azarlamıştı. Birkaç gün sonra ne o, ne
mahallenin pek çok kadını ne sitem ne de çocuklar vardı artık. Pazar yerinde büyük tuzağa
kapıldıkları zaman ölenlere dua edebilmişlerdi.
Ölüm zaten öteden beri burayı çok severdi ama
şimdi gökyüzünden toprak yağacak olsa şehir
tamamen mezarlık sayılabilirdi. Elindeki kitap
“İnsan eliyle gelen ölüm bir bedende birden
fazla kişiyi öldürür.” diye başlıyordu. Ne de
olsa şair de buradan biriydi.
On altı, on beş… Beyaz azaldıkça, siyah
arttırıyordu kendisini etrafında. Kendisinden
öncekiler gibiydi. Ne çığlığı oldu ne inlemesi.
Kasem’in şiirinin geri kalanını tamamladı içinden.
73
“ Sun ey sevgili,
Tamamlanmış uykunun lezzetini
Seheri karşılayan ürperişini
Harlı bir ağıdır göğsümde
Senin şikâyetin…
Karşı tepelerden güneş bir karış yükselince
Çöle saçmaya başla
Rüzgârlar nefesini beslesin”■
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
KUSURLU SEVMELER
Eski mesnevilerden geliyoruz, gerçek eksik
Müstakil seraptır bizdeki, hisse eksik
Şehri kuşatacağız, uslu mu uslu neon ışıkları
Kilit nerde, anahtar kayıp, müsvedde eksik
Uykumuz arapsaçı, tersinden okunuyor zaman
Tramvaya bineceğiz, sebep eksik
Siz bakmayın bıyıklarımı yanımda taşıdığıma
Çöl var, kötülük ve bıçak var, damar eksik
Kale düştü, sur içinde karantinaya alındık
Müşteri tebessümüyle karşılanıyoruz, ganimet eksik
Erteleyip duruyoruz borçları külfet koğuşunda
Mesafe daralıyor, cezasını konuşuyoruz suçlunun, tövbe eksik
Daha uzun konuşabiliriz, mesela akşamüstleri
Masada dilekçe, dilekçede parmak izleri, rüya eksik
Tuba ağacına kızdı özne, kürtaj yaptırdı
Bugün pazartesi, pazar eksik, salı eksik
Kaldıramıyoruz hayatı, elimizde kaldı nikâh
Pimini çekiyoruz, birimiz eksik.
NAZIM PAYAM
74
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
CENGİZ AYTMATOV
ile yazar ve eser üzerine
Batıdakilerin kendileriyle konuşuyorum adını zikrettiğimiz
klasiklere denk yazarları yok. Çünkü şimdi zıtlıklar
zayıflayıp rehavet hüküm sürüyor. Onlar insanın
psikolojisinin
bilinçaltını
araştırıyorlardı.
İnsanoğlu karmaşık şartlardan çıkmanın yolunu
aradığında ruhu yeni bir silaha sahip olur.
T. NASİRDİNOV*
çev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
“Yazar olmasam Bethoven gibi biri
olsaydım diyorum.”
Cengiz Aytmatov
20-25 yıl kadar önce Almanya’da Fransız
gazetecinin “Aya gidip film çekmek istiyor
musunuz?” sorusuna “Sizin bu düşüncenize,
amaçlarıma Allah dünyada ulaştırırsa, şükrederim.” diye cevap vermiştiniz. “Kassandra
Damgası” insanlığın tarihinde uzayda çekilmiş film gibi. Fantastik sanatın Rey Bredberi,
Rober Merl, Ayzek Azimov, Artur Klark gibi
klasiklerinin İngilizce, Fransızca onlarca romanları değil; sizin Ülker yıldızı gibi Kırgızların sanatçısının eserine tarihin, kaderin rast
gelmesi hakkında hangi düşüncedesiniz?
İyi bir bellik. İlgi çekiyor. Ben elbette destekliyorum. Bana iki defa geldiler. Bir defa Ruslar
bir defa Almanlar. Film çekilmesine izin verdim.
Diğerlerinin söylediklerine göre, film çekimlerine 13-14 milyon dolar gidecek. Batı’da filmin
devletle alakası yok. Film kendi başına. Filmi çekecek kişi masrafları, parayı kendi buluyor. Böyle bir girişim var. Filmin masraflarını bulur, bulacağına inanıyorum. Bu film, çekiliş muhtevası
bakımından bana göre birçok yeniliği getirecek.
Çünkü bu konuya benzer temada yazılan kitaplar yok denecek sayıda. Film çeşitleri var. Para
kazanmak için çekilen filmlerin içeriği, amacı
başka. Hafif melodramlar ekranlarda gösteriliyor. Bunlar da gerekli. Ancak derin fikirli eserlerin olması zaruri. “Kassandra Damgası” adlı eserin böyle olmaya gayreti var diye düşünüyorum.
* Bu röportaj -“Cengiz Aytmatov: Makaleler-Röportajlar” Uçkun, Bişkek, 2009- adlı kitabın 460-480. sayfalarında yayımlanmıştır.
Senaryosunu kendiniz mi yazacaksınız?
75
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Hayır, bu defa ben yazmayacağım. Elim değmiyor; işim çok. Düşündüklerimi yazmaya yetişemiyorum. Şimdi bir de senaryoya girişsem zor
olacak.
Onlara bırakırsanız… Amerikalılar “Cemile” adlı uzun hikâyenizi filme çektiklerinde
senaryosunu görmüş müydünüz?
Amerikalılar gelip çekeceğiz dediklerinde
benim için oldukça ilginç olmuştu. Hayır, size
çektirmeyeceğim, diyecek bir durum da yoktu.
Elbette bizim için günlük olan bir şey değildi.
“Cemile”nin senaryosuyla tanışmış gibi oldum.
Bizim beklediğimiz gibi olmasa da genel olarak
film iyi çıktı, izleyiciler beğendiler. “Cemile” filminin orijinalliği, oynayanların yabancı artistler
olmasıydı. “Cemile”yi Vietnamlı bir kız oynadı.
Bu başka milletin temsilcilerinin nasıl anlayıp
nasıl düşüneceği hakkında kendine has büyük
bir örnek, sinema sanatına özge bir türü oldu.
Kassandra Damgası’nın teması Cemile’ninki
gibi millî değil, evrenseldi; bu yüzden her şey
kendi yerinde iyi.
Eserlerinizden filmleştirilmeyen kalmadı.
Bazıları iki defa filme çekildi. “Al Yazmalım”ı
Sovyet devrinde Türk kardeşlerimiz çekti.
Cemile hakkında konuştuk. Bu kadar filmin
içinde en çok hangisini kendinize yakın görüyorsunuz?
“Beyaz Gemi” ondan sonra “Deniz Kıyısında
Koşan Ala Köpek”. Diğer filmlerde kötü değil,
ancak ikisi benim çok hoşuma gitti. Daha sonra
Bakıt Karagulov’un çektiği “Boronduu Beket”
bana göre gayesine ulaştı.
“Gün Olur Asra Bedel” Viyana’da sahnelendi. Tiyatroda oyunun açılışına sizi de özel
olarak davet ettiler.
Bunu tiyatroda değil, tenha bir tren istasyonuna demir yolunun yanında oynadılar. İzleyiciler için oturacak yer ayarlanmış. Tam eski hayat.
Trenler bir o tarafa bir bu tarafa gelip geçtiler.
Sovyetler Birliği gemisiyle Amerika’nın
Apollo gemisinin uzayda karşılaşması kimsenin düşünmediği bir olaydı. Onun gibi siz
de dünyada realist yazar olarak tanınıp ödül-
lerin birbiri ardınca alıp yabancı akademisyenlerce belli üyeliğe seçilerek yazarlık yürüttünüz. Üslubunuz değişmez seviyeye ulaştığı
zaman da “Gün Olur Asra Bedel” ve “Kassandra Damgası” adlı eserlerinizde fantastiğe
başvurdunuz. Sizi fantastik yazarlara dâhil
edebilir miyiz?
Temel olarak ben kendimi realist yazar olarak
düşünüyorum. Fantezinin realizmi destekleme
hakkı var. Realizm olmadan sanatının yaşamasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Realizm edebiyatın en önemli akımı olarak kalır.
Onu çeşitli örnekler, türler takip edecek.
Yeni eserinizde uzaydan yere mi dönüyorsunuz?
Uzaydan dünyaya tekrar döndüm. Ancak
yazdıklarımı bitiremedim.
Rusça mı yoksa Kırgızca mı?
Şimdilik Rusça. Kırgızcasını da kendim yazma niyetindeyim. Kırgızca yazma zamanı geldi.
Önceleri içimiz dar olduğu için Moskova’da yayımlayıp sınavdan geçirirdik. Her şey boş zamanla alakalı, geniş vakitte iki dilde yazmaya ne var
ki. En önemlisi yazılması, sonra bakarız. Cogorku Keneş’te (Kırgız Millî Meclisi) şükür faşistler yok. Yakınlarda Rusya’da Jirnovski, Devlet Duma Meclisini kargaşayla düşürmedi mi? Böyle yaramazlıklar Avrupa’da da
var mı?
Lüksemburg Parlamentosu’nda böbürlenen
bazı milletvekilleri “Kaç yıldır çiftçileri destekliyor, onlara devlet bütçesinden para veriyoruz.
Daha ne kadar bu böyle devam edecek. Haydi,
buna son verelim.” demişler. Bu, televizyonda da
yayınlanmış. Çiftçiler örgütlenip büyük arabalara inekleri, koyunları, domuzları yükleyerek getirip şehrin meydanına salmışlar. “Alın işte, size
lazım değilse bize de lazım değil.” demişler. Ondan sonra polisler başlıyorlar malların peşinden
koşmaya. Bu olay televizyonlarda da gösteriliyor.
En ilginci problemi mecliste tartışan milletvekillerinin isimlerini domuzlarının sırtlarına yazmışlar. Ertesi gün meclis acil olarak toplanıyor. O
milletvekilleri doğru olmayan bir mevzuyu tartıştıkları için çiftçilerden özür diliyorlar. Bu olayı
76
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
unutamıyorum.
Rus eleştirmenler “Gün Olur Asra Bedel”
adlı eserinizi 20. asrın büyük romanı olarak
değerlendiriyorlar.
Belki.
vunma Bakanı olmuş. Böyle acayip değişiklikler de oldu. Sovyetler Birliği’nin elbette kendi
gayesi vardı. Ama bu gayenin ardınca bizler de
organize olup birbirimizle haberleşirdik. Buraya
kaç kişi geldi. Her devrin bir hükmü var. Sosyalizmin olumsuz taraflarından bahsetmeyeyim,
bu her gün konuşuluyor. Olumlu yönü; edebiyatı bir amaca yönlendirip imkân ve fırsat verdi.
Düşünecek olursak şimdi öyle olması imkânsız.
Bağımsızlığın istikameti ise şöyle: Bireyselliğe
önem verip kolektivizmi geri planda bırakıyor.
Oysa önceleri tam tersine bir durum mevcuttu.
Biz o hayata alışmışız. Hayat tamamen değişti.
Bunu anlamamız gerek. Ters tarafı millî ideolojiyi güçlendirirken zıtlıklar artıyor. Rusya şimdi
bu durumda. Jirnovski öncülüğünde Rus milliyetçiler “Filancalar, falancalar bize karşı. Bunlara
böyle yapmazsak olmaz.” diyerek halkın sinirlerini geriyor. Aydınlar büyük mesuliyet altında.
Aydınlar, milliyetçilere mi katılacak yoksa onları
azaltmaya, yasaklamaya mı yardım edecekler? Siz
iyi biliyorsunuz, perestroyka döneminde Moskova’daki hayatla çok içi içeydim. O zaman Karabağ meselesi yoktu. Ancak Ermenistanlı Balayan
adlı köşe yazarı, diğeri bir şair hanım beraber gezerlerdi, ismini unuttum. Onlar “Bu toprakların
hepsi bizim. Biz en kadim halkız. Bizim kültürümüz muhteşem, Babil ile yaşıt.” deyip seslerini
yükselttiler. O zaman, biz bunu kültür hakkında münakaşa olarak düşünmüştük. Sonunda ne
oldu? Millî kültürler anlaşmazlığından kargaşa
çıktı. Halkın arasını bozmak oldukça kolay, tekrar arayı bulmak ise zor.
SSCB devrinde kaç tane büyük meslektaşınızla, yazarlarla sık haberleşirdiniz. Şimdi
kimlerle görüşüyorsunuz?
İrtibatlarım oldukça zayıfladı. NATO’da
büyük bir toplantı oluyordu. Askerler ve diplomatlar katıldılar. Bir ucundan diğer ucu görünmeyen salonda halka şeklinde oturuyorduk. Ara
verildi. Asker gibi giyinmiş biri gelip Rusça konuştu ve beni kucakladı. Ermenistan Savunma
Bakanı imiş. Ben, doğrusu tanıyamadım. Rusça
“Beni tanıdın mı?” dedi. “Hayır, tanıyamadım
özür dilerim.” dedim. “Ben, yazarım. Sizinle
Erivan’da, Minsk’te, Moskova’da görüşmüştük,
bir araya gelmiştik.” dedi. Savaşa katılmış. Sa-
Rusya’daki değişik gazeteler, Orta Asyalıların birleşip bizi tarumar etmesi mümkün diye
yazıyorlar.
Bence bu provokasyon. Rusya’ya niçin biz
korku oluşturuyoruz? Rusya’ya korku salmadan kendi hayatımızı düzeltelim. Ne olursa olsun Rusya ile Orta Asya’yı birbirinden ayırmak
mümkün değil; kaderimiz bir. Küçük olsun
büyük olsun her halkın içinde bozguncular var.
Köyde de fitne çıkaranlar var. Böylece birbirine
düşürüp savaştırmayı istiyorlar. Böyleleri politikacıların arasında da var. Kahramanlığı büyük
bir arzuyla isteyenler de var. Eski epik devirlerde
kahraman at binip mızrak alıp kılıç sallayarak
Bazıları sahipsiz ortalıkta dolaşan malları tutup boğazlayarak bayram etmiştir
herhâlde.
Onların aklına böyle bir iş gelmez. İnsanoğlunun ahlakı, karakteri olgunlaştığında başka
türlü oluyor. Bir defa Lüksemburg’dan yengenizi
Bişkek’e yolcu ettim. Vakit geçtikten sonra telefon ettim. “Ulaştım, iyiyim; ama çantam yok.”
dedi. “Hangi çanta?”. “İçinde yüzüklerin, ıvır
zıvırların olduğu çanta. Havaalanında kaldıysa
kaybolmuştur.” dedi. “Üzülme.” dedim. İki gün
sonra elçiliğimizdeki kâtip kız polisin telefonla
aradığını söyledi. Hayretle ahizeyi alıp kulak verdim. Aramaları kaybolan çantayla alakalıymış.
Çantanın içinde bir kâğıtta isim, soy isim yazıyormuş ondan bilmişler. Hava alanında sahipsiz
çantayı alıp gitmek kimsenin aklına gelmemiş.
Yanılmıyorsam Lüksemburglu gazeteci sizden hangi eserinizin başarılı yazıldığını sorduğunda “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek”
demiştiniz. Ondan sonra beş yıl geçti. Düşünceniz değişti mi?
Bunu o eserin oluşması, yazılması, muhtevası
hakkında söyledim. Bence “Dişi Kurdun Rüyaları” ilk sırada.
77
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
kendisini gösterirdi. Şimdi de bu hissi taşıyanlar
var. Biri hakkında kötü konuşup makale yazarak
birilerine sataşmakla kendisini göstermek için
ara sıra halkın arasını bozmaya kadar gidenler de
var.
Bağımsızlığımızı elimize aldık. Rus edebiyatında inkılap, değişim fark ediliyor mu?
Ruslar büyük halk, güçlü millet. Hinterlandı geniş, zenginlikleri fazla… Buna bakmaksızın güçlükle mücadele zamanı. Yeni açılımları
isteyenler var; postmodernizmin oldukça ters
yönlerine gitmişler var. Önceleri edebiyat eleştirmenleri edebî süreci anlayan, sezen yardımcı
güçlerdi. Şimdi onlar sadece tek tarafı savunup
kendilerine has bir şekilde meşhur ediyorlar. Onların övdüklerini elime alıp okumadan bıraktım.
Ondan sonra hakikati söyledim. Ya ben geride
kaldım ya da sizler muhteşem bir şekilde ilerleyip benim anlamadığım acayip şeyleri açmışınız,
dedim. Sorakin, diye biri çıkmış, insanın tiksineceği iğrençlikleri yazıyor. Karakterleri edebî,
ahlakı bir yana bırakmış ihtiyar koca, çocuk, bir
kadın ve bir erkek. Onlar sonunda bu dünyadan
bıkıp gürültüyle çalışan büyük et çekme makinelerinin içine kendilerini atıyorlar. Makineden
kıyma olarak çıkmalarını yazar bütün ruhuyla
tasvir ediyor. Buna eleştirmenler imrenip “Bakın
ne kadar muhteşem.” diyorlar. Bu, insanoğlunun
bir an görmeye tahammül edemeyeceği iğrençlikleri aksine ebedîleştirmektedir.
Zorba ve tercihsiz durumlar yaşadık. Hoş
olmayan vaziyetlerde insanın ruh dünyasını
iyiliğe götürecek eser yaratmak mümkün değil
mi?
Niçin Amerika’nın, Avrupa’nın savaştan
önce ve savaştan sonraki zamanları edebiyat ile
sanata çok yansıtıldı? Söyleyin Hemingway’e,
Faulkner’a, Gessey’e, Thomas Mann’a denk klasikler şimdi de var mı? Batıdakilerin kendileriyle
konuşuyorum adını zikrettiğimiz klasiklere denk
yazarları yok. Çünkü şimdi zıtlıklar zayıflayıp
rehavet hüküm sürüyor. Onlar insanın psikolojisinin bilinçaltını araştırıyorlardı. İnsanoğlu
karmaşık şartlardan çıkmanın yolunu aradığında
ruhu yeni bir silaha sahip olur. Günümüz hayatı
edebî sürece birçok şeyi açıyor. Ruslarda “vıstra-
dannaya istinna” diye bir söz var. Bu azap çekmiş
hakikat. Biz tam o en yüksek hakikate ulaşmakla
yükümlüyüz.
Dünyaya Düyşön’ü verdiniz. Hayata yeni
bir Düyşön daha gelir mi?
Her şey değişti. Düyşön’ün yerine artık bilgisayar çıktı. Bilgisayar birçok meseleyi üstlenip
birçok şeyi etkiliyor. Düyşön gibi öğretmenlerin
olması zor. Ancak öğretmenlik çok ihtimam ve
özveriyle çalışmayı istiyor. Özveriyle çalışan öğretmenler hangi zamanda olursa olsun zaruri.
Onlar olsaydı dileğini taşıyorum.
Oğullarınızı, kızlarınızı nasıl terbiye ettiniz? Kırgızlar gibi azarladığınız, münakaşa
ettiğiniz zamanlar oldu mu?
Niçin olmasın? Tartışılacak zaman da var.
Çocukları eğitmede anne babaya büyük mesuliyet düşmektedir. Şimdi bir de televizyon belası
var. Bir yönden TV çocukların ilgisini çekip onları eğlendiriyor, her şeyden haberdar ediyor. Diğer taraftan kötü şeyleri de gösteriyor. Çocukları
sadece televizyonun eğitimine bırakmak olmaz.
Doğrudan doğruya kendi terbiyesini verme anne
babanın omuzlarında. Anne babanın nasihatleriyle davranışlarının uyuşması gerekiyor. Terbiyeye çocukların yakınlarına saygı göstermesini
öğreterek başlamak gerek. O, ondan sonra gelişir, serpilir.
Her şeyi gördünüz. Avrupa’nın ortasında
yaşıyorsunuz.
Kendi doğup büyüdüğün memleketine hiçbir şey denk olmuyor. Tamam, güzel, müzelerde
gez, büyük insanlarla otur, fark etmez. İyi kötü
çocukken alıştığın çevreye hiçbir şey yetmiyor.
İşte bugün ilginç bir şey oldu. Cambıl’da okurken Colbarisov adlı bir çocuk vardı. Ben o zamanlar Colbarsov mu Colbarisov mu diye düşünürdüm. 1948 yılında okulu bitirip dağıldık.
Ondan beri görüşmedik. Tam yarım asır geçmiş.
O, bugün geldi, Kazak elçiliğinde Şahanov’un
makamında görüştük. Emekli olmuş. Şaşırdım,
zamanın bu kadar çabuk geçmesine. Birçok şeyi
yatakhanemizi, okula gitmemizi hatırladık. Benim için muhteşem oldu. O zamanki gençlerin,
yani bizim anlayışımız farklıydı. Cambıl’a gitti-
78
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
ğimde evime gitmiş gibi oluyorum.
Hatıralarınızı yazmaya hazırlanıyorsunuz sanırım?
Düşünülen, içerde pişen mevzular var. Fakat hatıraları yazacak zaman da geldi. Cengiz
Törekuloviç’in nefesi rahatladı. Bazen inanamıyorum, güzel hatıra yazabilecek miyim yazamayacak mıyım diye? Birçok şeyi unuttum.
Bunu sormamın sebebi hatıralarınızı yazdığınızı duyduğumdan beri birçok tanışınız
ümitleniyorlar, ismimi zikredip över mi diye.
Şüphelenenler şüpheleniyor, rahatsız olup
“Aniden Aytmatov, beni ebedî rezil edip bırakır mı? Savunmanın en iyi yolu ileri atılıp saldırmak, ben onu önce kötüleyeyim deyip acele
edenler de var.
Benim öyle alışkanlığım yok. Nice insan yukarılara çıkıp aşağılara iner. Hayret ediyorum
bazı insanlara.
Yakınlarda size Rusların meşhur din adamı, peygamberler hakkında kitap yazan Aleksandr Men adlı uluslararası ödülü verildi.
Aleksandr Men büyük teolog, tanrı bilimci,
demokrat; perestroyka zamanında ayrıca parlayan çok önemli biriydi. Perestroykanın özelliği
şu oldu, hepimizin yolunu açtı. Önce edebiyat
ile sanatı partinin silahı diye bir kenara ayırıp
dindarlar kendince bir köşedeydiler. Arayı uzaklaştıran her şey perestroyka döneminde ortadan
kalktı. Aleksandr Men o dalgalanmada çok belli
oldu. Ancak sonuna kadar gitti. Çünkü Aleksandr Men’in zamana o kadar seslenmesi, dinin
ihatasından çıkıp dini de aydın hayatı da birlikte kucaklayıp göze görünmesi birilerinin hoşuna gitmedi. Onu öldürme yoluna başvurdular.
Onun adına uluslararası ödül dördüncü defa
veriliyor. Önce Almanya’nın Rusya’nın temsilcilerine verildi. Elbette ben din görevlisi değilim.
Edebiyata, kültüre, siyasete, diplomasiye hizmet
ediyorum. Ancak günümüzün önemli problemlerini, akımlarını anlamam, bunlarla ilgilenmem
ödül sahiplerinin dikkatini çekmişe benziyor.
Çeşitli dinlerin temsilcileri sözde anlaşmış gibi
görünüp gerçekte birbirine uymuyor; bu şöyle
dursun birbirlerine karşı olmuşlardır. Er ya da
geç evrensel düşünce insanoğlunun bilincine yol
açacak yeni anlamdır. Ben eserlerimle buna bir
şekilde yaklaştım galiba. Ödülün bu sene bana
verileceğini Katolik Akademisinin Başkanı Gerbert Fyurst haber verdi. Dünyadaki müşterek
akıma dâhil oldum herhâlde. Buna İtalya’da yayımlanan makale de delil.
Evet, o oldukça hacimli bir makaleymiş.
Sizde tercümesi var mı?
İtalyanca incelemesini okumak en ilginci…
Roma papasının havarileri, elçileri var. Biz
elçi diyoruz. Vatikan’ın Brüksel’deki elçisinden
bir gün büyük bir paket geldi. Hayretler içinde
açtığımda mektup olduğunu gördüm. Ben size
şu hacimli makaleyi gönderdim, tercüme ettirip
iyice tanışasınız diye. Vatikan dergisinde basılmış 15-16 sayfalık makaleymiş. Başlığı güzel, bir
yönüyle güldürüyor insanı. Rusçasını söyleyeyim. Buna “Cengiz Aytmatov, ateist, Marksist,
Müslüman, İsa’ya yüzünü döndü mü?” diyecek
miyiz? Benim bakış açımda elbette din ve medeniyetler oldukça fazla. İnsanoğlunun doğumundan ölümüne kadar hayatına bakarsanız
dünyadaki dinlerin Hristiyanlık, İslam, Budizm
olduğunu görürsünüz. Sen Hristiyansın, ben
Müslümanım, sen Musevisin, ben Budistim diye
ayrılmak en kolay en sıradan yol. Buna aklın gereği yok. Tarihi aktarıp bakacak olursanız dinlerin anlaşmazlıklarından nice büyük yıkımlar,
kıyımlar çıkmış. Geleceği bu şekilde çözmemiz
doğru değil. Her bir din ne kadar güçlü değerli
olsa da insanoğlunun birliği hepsinden yukarıda.
Ben o zamanı bekleyen biriyim. İtalyan dilindeki makale daha çok “Dişi Kurdun Rüyaları” ile
ilgiliydi. Moskova’da Rusçaya tercüme ediliyor.
Aleksandr Men Ödülü’nün verilmesi geniş bakış açısıyla değerlendirdiğimizde anlaşılır. Belli
sınırlar içinden bakarsak o kadar da anlamlı olmaz.
Bazı zamanlarda kozmopolitim demenize
darılanlar var.
Demin söylediklerimin hepsi kozmopolit
duygudan meydana geldi. İnsanoğlunun bütün
dünyanın kendisine verildiğini anlamaya çalışması lazım. Dar kalıpların içinde belli sınırlardan
bakmak kolay. Komünist Partinin, proletaryanın
79
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
dar, kinli bakışı kozmopolitleri yok etti. Gerçekte her dinin başlangıcında bu dünyayı yaratan
Huda mı, Allah mı veya başka güçler mi, kim ise,
insanoğluyla alakası var diye anlamış. Sonra her
biri hükmetmek için bölünmüş. Ancak en birinci bilinç kozmopolitlik akımı. Bu düşünce en
sonunda hepimize kendini kabul ettirecek. Ben
ömrümün çoğunu yaşadım. Bu yüzden benim
idrakimde “Kassandra Damgası”nda söyledim,
insanoğlunun dünyayı kabul etmesi, anlaması
sınırsız, geniş olması gerek. Kozmopolitizmin
kimseye zararı yok. Aksine kozmopolitizm insanoğlunu ayırmadan hepsine bir bakmak, eşit
muamele etmek. Kozmopolit olmak, dini hedef
alıp bir yana atıp gitmek değil; aksine dinlerin
hepsine değer verip saygı duymak. Elbette bunu
anlayanlar var, anlamayanlar var. Kabul edenler
var, etmeyenler var. Dünyada herkes aynı olamaz, her biri bir başka.
Evet, hazır dinden bahsetmişken.
Hayır, ben dindar değilim, sadece din hakkında yazdım.
Evet, din mevzusuna çok başvurmanızla
alakalı bir soru. İslam fanatizmi Vahhabizm
hakkında fikriniz ne?
Bu oldukça karmaşık. Fanatizmin bir türü.
Bizim dinimiz, bizden başka kimsede yok, diye
kendini kaptırıp bunun için yanıyor yakılıyor
gibi görünüyor; ama gerçekte bunun vasıtasıyla ayrılığa düşüp cebelleşmeye, münakaşaya gidiyor. Spor fanatizminden başlayarak dinî, ırkî
fanatizme kadar hiçbiri iyiliğe götürmez.
Millî ideoloji şekillenmedi; onun yerini din
mi alacak?
Millî ideoloji Rusya’da da yok. Dinin siyaset,
ekonomi, çeşitli alışverişlerin, hepsinin üstünde
olması gerekiyor. Din, ideolojinin yerini alırsa
Tacikistan gibi olur. Dinin nurani olması gerekiyor. Dinin özelliği insanları bir araya getirmesi,
insanoğlunun ruhunda çiçekler açtıracak güç olması. Din insanoğlunu merhamete, ilim almaya,
eğitime davet edip yardım etmeye, sevgiye götürürse o zaman hiç kimseye engel olmaz.
21. asırda köyde halk kalacak mı?
Bu, oldukça zor bir mesele. Gönlü örseliyor. Elbette şehir her zaman şehirdir. Şehir,
karargâhtır; ama hakiki güç kuvvet köyden geliyor. Şehrin caddelerinde insan kalabalıkları dolu.
Onları ayıplamak zor… Kendi memleketinde yapacağı işi yok, üretim yok, gün göremiyor. Şehre
geldiklerinde de onlara cenneti sunan kimse yok.
Caddede her şeyi satıyor. Gençler şehirde kendi
yerlerini bulamadan, çeşitli olaylarla karşılaşıyorlar. Bunların tamamı başka bir atmosfer oluşturuyor. İnsanın mizacına, karakterine, imanına
çeşitli etkiler yapıyor. Çünkü gençlerin gücünü
kuvvetini ruhunu yumuşatacak şartlar oluşmuyor, yok. Bu konuyla ilgili bir iki kişi suçlu değil;
bu tarihî bir süreç. Tiyatrolarda da bu gösteriliyor. Ekonomik açıdan yüksek seviyeye ulaşsak
benim düşünceme göre köyler muhafaza edilse.
Ancak hayat şartları düzelse köylerin tamamına
elektrik, su, gaz, telefon çekilse, radyo olsa o zaman köyde yaşamaya ne yetişsin! Bununla birlikte eski âdetlerimiz de yaşasa. Buna ulaşabilecek
miyiz, ulaşamayacak mıyız? Eksiklikler olursa
gençler saadetlerini başka yerde arayıp dört bir
tarafa dağılıp giderler. Bu çetin, millî mesele…
Milletin kaderi köyle alakalı.
21. asırdaki Kırgız yazarını nasıl düşünüyorsunuz?
En önemlisi Kırgızca yazıyorlar. Bize Rusça
da büyük hizmet etti; şimdi de hizmet ediyor.
Ancak şimdiki coğrafyası buna kâfi değil. İyi bilsen iki üç dilde yazmak kadar güzeli var mı? Çok
dillilik toplumun gelişmesinde bir faktördür.
21. asırda Kırgız yazarlar sizin gibi gayret
sarf etmeden eserinin özünü söyleyip bilgisayara ödev veriyorlar?
Böyle şeyler var. Bilgisayarda satranç oynuyorlar. Ancak bu insan ruhuna, canlıya denk
değil. Canlı ruh bu, kendince kozmos, hakikatte sınırsız! Gelişim gösteriyor. Yüz yıl önce insanoğlunun sanatı idrakiyle şimdikini mukayese
etmek mümkün mü? O, bizim gibi akla mantığa, toplumsal bilince sahip miydi? Sonrakiler
bizden daha çok gelişecekler. Bu yüzden bilgisayarın teknik açıdan gelişmesi mümkün; ancak
insanoğlu gibi bir bilince sahip olamaz. ■
80
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
MEHMET NURİ YARDIM
ile "Sefertası" ve "Halim Selim Efendi" kitapları üzerine
Bazen bir denemeniz hikâyeye, bir köşe yazınız
denemeye, bir hikâyeniz romana dönüşebiliyor.
Kitap ismine gelince hem Sefertası hem de Halim
Selim Efendi birer hikâyenin ismini ödünç olarak
aldılar ve kapağa taşıdılar.
SEVİN ÖZEK
Mehmet Nuri Yardım
23 Nisan 1960 tarihinde Siirt’te doğdu.
İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü
bitirdi. 1979 yılında başladığı gazetecilik
mesleğine 2001’e kadar devam etti. Muhabirlik, musahhihlik, editörlük, röportaj
ve köşe yazarlığı yaptı. Kültür sanat sayfalarını yönetti. Şu anda Kubbealtı Akademisi Kültür Sanat Vakfı bünyesinde çıkan
Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın Yazı
İşleri Müdürlüğünü yürütmektedir. Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği
(ESKADER)’nin ve Sanatalemi.net sitesinin
kurucu başkanıdır. Edebiyat araştırmaları, biyografi ve röportaj gibi farklı türlerde pek çok eseri olan Mehmet Nuri Yardım
ile söyleşimiz, yakın zamanda yayımladığı
Sefertası ve Halim Selim Efendi kitapları
üzerinedir.
“Sefertası” ve “Halim Selim Efendi” Kitaplarınızın ön sözünde bu metinlerin hikâye, kendinizin de bildiğimiz anlamda bir hikâyeci
olmadığınızı, bunların ancak hikâye-hâtıra
türüne dâhil edilebileceğini söyleyerek bir
anlamda mütevazılık örneği sergiliyorsunuz.
Hikâye-hâtıra tarzında eser verme fikri ne zaman ve nasıl ortaya çıktı, bize anlatır mısınız?
Sevin Hanım, benim yazı hayatım adına
önemli bir soru yönelttiniz, teşekkür ederim. Hakikaten hikâye yazmayı uzun zaman hiç düşünmedim. Gerçi ilk gençlik yıllarımda birkaç denemem oldu, hatta önemli teşvikler de gördüm.
Mesela rahmetli hocam Mehmet Kaplan yazmamı istemişti. Bir gün Edebiyat Fakültesi’nde
amfide ders verirken, “Aranızda şiir, hikâye, deneme yazan var mı?” diye sorduğunda ‘cahiller
cesur olur’ fehvasınca parmağımı kaldırmış ve
hikâye yazdığımı söylemiştim. Sen misin bunu
söyleyen! Hoca odasına davet etti, ürpererek girdim. Ardından benden yazdığım hikâyelerden
birini kendisine getirmemi istedi. Onu da yerine getirdim. Son yazdığım ve bir gazetede yayımlanan “Küçük Mezar” isimli hikâyemi ertesi
81
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
günü götürdüm. Birkaç gün sonra Hoca çağırdı.
“Hikâyeni okudum, iyi. Yalnız dilin çok ağır,
Halit Ziya gibi. Daha sade yazmaya çalış!” dedi.
Bu tavsiye beni çok sevindirdi.
Sefertası, edebiyat çevreleri ve okuyucuları
tarafından büyük ilgiyle karşılandı ve beğenildi. Bu sizi Halim Selim Efendi’yi yazmak
konusunda motive etti mi yoksa ikinci kitap
projeniz zaten var mıydı?
Evet, doğrusu Sefertası yayımlandığında biraz
tereddütle yaklaştım. Acaba okuyucu nasıl karşılayacak? Bugüne kadar hep araştırma, inceleme,
biyografi kitapları yayımlanan bir yazarın hikâye
kitabı çıkarması biraz cesaret işi. Gerçi ön sözde hikâyecilikte herhangi bir iddiam olmadığını
belirtmiştim. Ama netice itibariyle hâtıralardan
örülü olsa da bir hikâye kitabı ile edebiyat dünyasının önüne çıkmıştım. Bu tereddüdüm kısa
zamanda zail oldu. Çünkü Sefertası beğenildi.
İçindeki metinler okundu, olumlu eleştiriler geldi. Sefertası hiç yankı uyandırmasaydı belki de
Halim Selim Efendi gün ışığına çıkmayacaktı.
Şimdi kısmetse üçüncü bir hikâye hâtıra kitabı
hazırlıyorum.
Araştırma, inceleme, biyografi, deneme
gibi farklı türlerde eserler verirken bu çeşitlilik içinde hikâye-hâtıra kitaplarınızın sizin
için önemi nedir?
Araştırma, inceleme, biyografi türlerinde yazmak bir bakıma başka hayatları, farklı edebiyatçıları anlatmaktır. Onların hayatına girmek, eser-
lerini tetkik etmek ve nihayetinde
okuyucuları onlarla tanıştırmaktır.
Deneme bunların dışında tabii.
Denemede sadece siz varsınız.
Ama hikâye bambaşka. Şiir, hikâye
ve roman edebiyatın en özgün türleri. Bir bakıma yazar iç dünyasını okuyucuyla paylaşıyor bu türlerde. Dolayısıyla hikâye yazmak
beni hep heyecanlandırmıştır. Çok
özendiğimi söyleyebilirim. Diğer
yazıları biraz da gazeteciliğin getirdiği bir hususiyetle çarçabuk yazıp çıkarırken hikâyelerin aylarımı
aldığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Çünkü daha kalıcı gibi görünüyor
bana. Daha çok titizlenmem, daha
çok zaman ayırmam icap ediyor. Bu bakımdan
diğer kitaplarım arasında çocuk romanım olan
Yıldızlarla Uyumak, Sefertası ve Halim Selim
Efendi’nin yerleri başka. İnşallah okuyucunun da
sürekli ilgisiyle karşılaşırlar da ben de bu vadide
bir şeyler üretmeye devam ederim.
Bu yoğun üretkenlik içinde nasıl bir çalışma
sisteminiz var? Meselâ hâtıra-hikâyelerinizi
yazarken taslak oluşturuyor musunuz yoksa
neyi nasıl yazacağınıza o an mı karar veriyorsunuz?
Elbette taslak, yazıdan önce zihinde oluşuyor.
Uzun uzun o taslağı geliştiriyor, detaylandırıyor,
geliştirmeye ve gerçekleştirmeye çalışıyorum.
Mesela belki en azından altı aydır tasarladığım
bir bisiklet hikâyesi var, henüz iskeleti kafamda.
Ama yazamadım, ne zaman ortaya çıkar bilemiyorum. Ancak hikâyelerin benim zihin dünyamda çok fazla yer işgal ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Edebiyatımızda mutlaka okunması gerektiğini düşündüğünüz hikâye-hâtıra örnekleri
verebilir misiniz bize?
Bu alanda eser veren yazarlarımız var. Mesela
Ziya Osman Saba’nın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi isimli kitabı tam da bu çalışmalara örnektir.
Zira Saba, bu kitabında çocukluğundan başlayarak âdeta bütün hayatını, hâtıralarını hikâyeler
şeklinde kaleme dökmektedir. Yine Abdülhak
82
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Şinasi Hisar’ın Çamlıca’daki Eniştemiz, Fahim
Bey ve Biz adlarıyla yayımladığı uzun hikâyeleri
de bu neviden eserlerdir. Sâmiha Ayverdi’nin
de hikâyeleştirdiği hâtıraları çok. Ezeli Dostlar,
Hâtıralarla Başbaşa, Yeryüzünde Birkaç Adım,
Rahmet Kapısı, Ne İdik Ne Olduk, Bağ Bozumu,
Dile Gelen Taş, Ezelî Dostlar, Kaybolan Anahtar,
Ebabil Kuşları, Paşa Hanım, Üç Günlük Dünya
İçin… Bu eserlerde hikâye tadı, hâtıra lezzeti, deneme zevki âdeta iç içe bulunuyor. Zaten Sâmiha
Ayverdi’nin eserleri edebî türler bakımından imtizaç etmiştir, karışmıştır. Mesela İbrahim Efendi
Konağı bir roman, ama aynı zamanda bir hâtıra
kitabı. Çünkü birebir yaşanmışlıkları anlatıyor.
“Gazete” isimli hâtıratınızda, 13 yaşındayken Yeni Asya gazetesinde yayımlanan
şiirinizin sizin için ilk heyecan olduğundan
bahsediyorsunuz. Bu başlangıçtan sonra hayatınızın ilerleyen döneminde pek çok eseriniz
takdir gördü, ödüller almaya devam ettiniz.
Bunlar içinde sizi en çok duygulandıran ödül
hangisidir?
Doğrusu ödüller insan hayatında, hele bir yazarın ömründe önemli kilometre taşlarıdır. Neden? Yazar da kendisini tartmış oluyor, yaptıklarının karşılığını görüyor. Verdiği sesin yankısını
dinliyor. Bir bakıma “Toplum bana duyarsız değil, söylediklerim, yazdıklarım dinleniyor, ciddiye alınıyor.” diye düşünmeye başlıyor. Dolayısıyla
ödüller gençler için bir teşvik, yetişkinler için de
bir teşekkürdür. Benim aldığım ödüller arasında
beni en çok duygulandıranı doğrusu iki büyük
şairimizin kaybolan mezarları ile ilgili çalışmama
verilen ödüldür. 2000’li yıllarda merhum Ahmet
Kabaklı ustamızın talimatıyla, kabirleri Eyüp
Sultan Mezarlığı’nda kaybolan Ahmet Haşim ve
Ziya Osman Saba ile ilgili haberim o zaman Türkiye gazetesinde “Mezarı Kayıp Şairler” başlığı
altında yayımlandı. O sene Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti, ‘başarı’lı bulduğu bu haberi, “Yılın en
iyi kültür sanat haberi” olarak seçti ve ödül verdi.
Bana göre en anlamlı ödül budur. O çalışmamda
Ahmet Haşim’in mezarını bulmuş idik. Ne yazık
ki Ziya Osman’ın mezar yeri hâlâ bilinmiyor. Bu
da beni çok üzen ve hüzünlendiren ayrı bir hicran yarasıdır... Ve ne yazık ki bu yara bir türlü
kapanmıyor. Dilerim geleceğin araştırmacıları
bu çalışmaya devam eder ve Saba’nın mezar yerini onlar bulurlar.
Basın dünyasının Bâbıâli’de olduğu dönemlere yetiştiniz. Özellikle Halim Selim
Efendi kitabınızdaki hikâyelerinizde bu
hâtıralarınızdan bahsediyorsunuz?
İşte şimdi tam da derin yarama bastınız.
Çünkü Bâbıâli semtinin giderek can çekiştiğini
görmek beni hakikaten çok üzüyor. Elimden de
bir şey gelmiyor. Resmî bir sorumluluğum yok,
makamım bulunmuyor. Bu semte sahip çıkabilecek olan makam sahiplerine fırsat buldukça
söylüyorum, görevlerini hatırlatıyorum. Milat
gazetesindeki köşe yazılarımda bu konuyu defalarca yazdım. Ama sanki basının üzerine ölü
toprağı serpilmiş. Hiç kimse söz etmiyor. İşin acı
tarafı başka yer ve semtlerde bir köhne meyhane
yıkılınca kıyameti koparan anlı şanlı gazeteciler,
Bâbıâli’nin gözümüzün önünde ölüp gitmesine
âdeta seyirci kalıyorlar. Tek bir satır yazan yok.
Bunun sebeplerini düşünüyorum? Acaba “Nerede o eski Bâbıâli günleri…” diye yazı döşeyen
kerli ferli ‘köşe kadı’ları siyaset tarihimizin, basın
dünyamızın, yayın âleminin bu en mühim semtinin yitirilmesine niçin bu kadar duyarsız? Anlamak mümkün değil. Bütün bu olumsuzluklara
rağmen ben ümidimi hiç kaybetmedim. Bir gün
bir kahraman çıkacak ve Bâbıâli’ye sahip çıkacak. Zira orası bizim millî hâfızamız, arşivimiz
ve geçmişimizdir.
Diğer
eserlerinizde
olduğu
gibi
hâtıralarınızda da unutulmaya mahkûm,
perde arkasında kalan ne kadar isim varsa,
onları gün ışığına çıkarmaya çalışmanız gerçek bir vefa örneği olarak değerlendiriliyor.
Genel anlamda edebiyat camiasında bir vefasızlık olduğunu düşünüyor musunuz?
Sevin Hanım, popüler olan, gündemde olan
konular ve kişiler hakkında yazmayı sevmiyorum. Çünkü onlar zaten gözümüzün önünde.
Fotoğrafları ve kitapları ekranlarda, gazete ve
dergi sayfalarında çarşaf çarşaf duruyor. Bu konuları yazmak kültür hayatımıza bir şey katmaz. Üstelik ne yazık ki çoğu şişirme kitaplar.
Yani “ilk baskı 50 bin, 100 bin” deniliyor. Ama
açıp bakıyorsunuz içi boş, muhtevası zayıf. Ki-
83
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
tabın adı ve yazarın ismi satıyor sadece. Kitabı
almadan adamakıllı inceleyeni, doğru dürüst karıştıranı göremiyorum. Bu da peşin hükümlerle
kitap okumaktır ve sonuç itibariyle bence sağlıklı bir yol değildir. Tarık Buğra’yı tanımayan,
Safiye Erol’u duymayan, Tanpınar’dan tek satır
okumamış kişiler nevzuhur yazarların etrafında
âdeta pervane. Bu hâl, bana biraz garip geliyor
doğrusu. Ne diyelim, belki ileride bu okuyucular
da daha iyi kitaplar bulmak için araştırmalar yapar ve gerçek eserleri ve yazarları bulurlar.
Sefertası’ndaki “Uçak Korkusu” ve “Bir Yazarın İmza Günü Sendromu” gibi hikâyelerin
çok beğenildiğini ve öne çıktığını görüyoruz.
Yine ikinci kitabınızda, “Kumruların Dönüşü” gibi “Yazarını Çıldırtan Yayıncı” gibi
okuyucuyu etkileyen hikâye-hâtıralar var.
Buna göre siz bu metinleri kendi içinde neye
göre tasnif ediyorsunuz? Kapak ismini belirlemenizdeki etken nedir?
Aslında hepimizin yaşanmış veya yaşanmakta olan, belki de ileride yaşanacak olan birer hikâyesi vardır. Çoğu ibret yüklüdür, ders
alınması gerekir. Bu kıssalar birer hisse de veriyor okuyucularına. Bütün mesele bunları kaleme almak, kâğıda dökmek… Biz millet olarak
sohbeti severiz, hatta sohbet ehliyiz. Dost meclislerinde, kahve muhabbetlerinde insanımız
ne güzel hikâyeler anlatıyor ne güzel menkıbeler paylaşıyor, bilirsiniz. İşte ben de aslında
çocukluğumdan itibaren yaşadığım hâdiseleri
yazmaya çalıştım. Tanık olduğum olayları metne
dökmeye gayret ettim. Bunlar benim mesel’lerimdir. Gerek Sefertası’ndaki gerekse Halim
Selim Efendi’deki hikâye-hâtıralar böyle ortaya
çıktı. İlle de bir tasnif gerekirse şunları söyleyebilirim: Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadıklarımdan yola çıkarak yazdıklarım. Bir de
daha sonra yakından tanıdığım şahsiyetlerle ilgili
yazdıklarım. İkinci bölümde olanlar biraz portre
alanına da giriyor. Aslında ben de türler arasında kesin ve keskin ayırım yapmayanlardanım.
Bazen bir denemeniz hikâyeye, bir köşe yazınız
denemeye, bir hikâyeniz romana dönüşebiliyor.
Kitap ismine gelince hem Sefertası hem de Halim
Selim Efendi birer hikâyenin ismini ödünç olarak
aldılar ve kapağa taşıdılar.
Hikâye-hâtıra tarzı kitaplarınızda; dostluk, insan ve hayvan sevgisi, memleket hasreti
gibi değerleri sıcak samimi bir üslupla resmederken, kimi zaman güldüren kimi zaman
düşündüren kimi zaman hayal kurduran bir
tarzınız var. Bununla birlikte, Mavi Marmara şehitlerinden olan İbrahim Bilgen’in portresi gibi hüzün dolu gerçeklikler de yer alıyor?
Sözlü edebiyatımızda da öyle değil mi? Bazı
konuşmalarımızda coşku vardır, bazılarında hüzün. Kimi sözlerimiz keskin olur kimisi kadife
yumuşaklığında. Aslında her olayın bir anlatılış biçimi vardır, hikâye edilirken bir üslup, bir
tarz ortaya çıkar. Her iki kitapta bunu ben yaşadım. Sefertası hikâyesinde çocukluk yıllarının
özlemini hissedersiniz. Ama “Mavi Marmara”da
son yıllarda yaşadığımız ve bütün insanlarımızı,
hatta ümmeti etkileyen, üzen bir saldırı hareketi karşındaki infialimiz var. Dolayısıyla hamaset, hüzün, özlem dolu duygularla örülüyor her
hikâye. Haklısınız farklı üsluplar var gibi. Bence
onlar farklı üsluplar değil değişik tonlardır. Aynı
sesin değişik tınılarıdır.
“Kütüphanemdeki Kitapları Kim Yürütüyor” hikâyenizde anladığımız üzere kitaplarınıza olan bağlılığınız çok fazla. Sizin gibi
üretken bir edebiyatçı ve araştırmacı bir yazar için, kişisel kütüphane, yazı masası ya da
yazı aracı ne ifade ediyor? Çalışma şartlarınızdan bahseder misiniz?
Kütüphane bir bakıma azık yeri yazar için,
bir mutfak, beslenme yeri. Piller nasıl elektrik
cereyanıyla şarj oluyorsa yazar da kütüphanesinden beslenir. Belki şairler için böyle değildir.
Ama eğer araştırmacı yönünüz gelişmişse ve siz
biyografi, araştırma, inceleme, porte, hâtıra, seyahat gibi farklı alanlarda yazıyorsanız sizin çok
sağlam ve zengin bir kütüphaneniz olmalı. Ben
genelde akşamları çalışırım. Gündüzleri malum,
iş yerinde normal mesaim var. Ama akşamları
çoğu zaman bereketlenir ve biz bir bakıma kendimizi çalışma âleminin içinde hissederiz.
84
Bizlere vakit ayırdınız, teşekkür ederim.
Ben de size çok teşekkür ediyorum. ■
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Zügüdar; Babil'den Tac Mahal'e
yolculuk
MEHMET MİYASOĞLU
T
ürk edebiyatında benzerine az rastlanacak oranda velut olan günümüz yazarlarından, geçtiğimiz yıl
rahmet-i rahmana kavuşmuş, büyüklerin deyimiyle “dünyasını değişmiş” güzel insan Mustafa
Miyasoğlu’nun Irak, Hindistan ve Pakistan gezileri sonrasında kaleme aldığı roman tadındaki
eseri “Zügüdar” ve yazarımızın eserini hazırlarken sarf ettiği emeği dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım.
Oğullarından ilki olmak hasebiyle, yani yaş
itibariyle de eserindeki muhtevaya şahit olanlardan en müsait olanı bulunmak bâbında bu
yazıyı yazmam istendiğinde bunu elimden geldiğince en iyi şekilde yapmak gayretini kendime
görev addettim. Rahmetli babam 1987’de Babil
Festivali münasebetiyle Irak’a davet edildiğinde
ben henüz 10 yaşında bir çocuk olarak onun heyecanının sadece yurt dışına gidiyor olmasından
başka bir sebebi olabileceğini bilmem mümkün
değilse de babamın alışkın olduğum gezilerinden farklı olduğunu hissetmiştim sanırım. Babam küçüklüğümden beri çeşitli konferans, seminer vb. vesilelerle şehir dışına giderdi. Ama bu
gidişinde heyecanlıydı ve hatırladığım kadarıyla
gidemiyor olsa da annem de o heyecana -tıpkı
her duygusunda olduğu gibi- ortak olmuştu.
7-8 gün sonra babam döndü ve evde her
zaman olduğu gibi annemle
uzun uzun gece yarılarına kadar sohbet ettiğini hayal meyal hatırlıyorum. Saddam’ın
orada nasıl hükümran olduğunu ve dinî hassasiyetten
yoksun bir anlayışla yeni
bir düzen ve baskı kurmaya çalıştığını anlatırdı. Bana hediye
getirdiği dalgıç saatinde Saddam’ın küçük bir
resmini gördüğümde şaşırmış ve “Bu resim niye
burada?” diye sorduğumda aldığım cevapla ve
zihnimde her yerde gördüğüm Atatürk büstünün imajını örtüştürmüştüm. Saddam’ın kim
olduğunu öğrenince “ha” demiştim anlamış
gibi.
Hindistan seyahati sırasında 15 yaşımdaydım ama babam oraya Pakistan’da görevliyken
bir haftalığına yalnız gitmiş ve bizi götürme
imkânı olmamıştı. Yine de oradan getirdikleri
ve bize anlattıkları sayesinde Hindistan’ı çok
sevmiş ve hakkında babam sayesinde belki de
oraya gidenlerden daha fazla bilgiye sahip olmuştuk.
Pakistan gezisi sırasında ise ailecek beraber
olduğumuz için karış karış her gittiği yerde yaşadıklarına şahidiz ve çocuklarından yaşça onu
takip edip anlamaya en müsait olanı ben oldu-
85
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Tac Mahal
ğum için gezerken hatıralarımı hatırlamakta,
kardeşler arasında da biraz daha önde sayılırım.
Sebeplerden biri olarak bunu düşünmüş
müdür bilemiyorum ama 2003’te Konak
Yayınları’nı kurarken babam yayınevinin ilk
kitabı Zügüdar’ın hem kapak ve iç baskılarının
teknik ve görsel işlerinde hem de muhtevasında editör olarak çalışmamı istemişti. Dolayısıyla
muhtevaya da hâkim olduğum için bu güzel kitapla ilgili yazıyı yazmayı bir görevden çok babama olan vefa borcumun minicik bir parçası
olarak görüyorum. İnşallah babamı, yazdığı bu
kıymetli eseri ve amacını yeteri kadar anlatabilirim.
Yazıda ara başlıklar hâlinde kitabın hazırlanma aşamasından önce arka planındaki bilgi
donanımından, edebiyatımızda seyahat, seyahatname, sefaretname gibi türleri hakkında olabildiğince kısa bilgiler vererek babam Mustafa
Miyasoğlu’nun hangi kaynaklardan beslenerek
ve hangi yolu benimseyerek Zügüdar ismindeki
eserini kaleme aldığını aktarmak istiyorum.
Zügüdar'dan önce
Önem verdiği konularda önceden hazırlık
yapardı. Fakülteden hocası Ali Nihat Tarlan’ın
derslerinden birinde iki ders boyunca tek bir
beyit üzerine detaylı inceleme yaptıktan sonra
söylediği şu sözü aktarmıştı: “Siz şimdi soracak
ya da merak edeceksiniz, ‘şair bütün bunları bu
şiiri yazarken düşünmüş müdür?’ diye. Elbette hayır, ama bunları bilmeden bu şiir yazılamaz ve
anlaşılamaz…” İşte bu açıdan bakınca, bunlar
bilindiğinde Mustafa Miyasoğlu gezi türünde
hangi bilgi birikimine sahipmiş ve bu birikimin
hareket noktası olan şuur ve hassasiyete nasıl sahip olmuş daha iyi anlaşılır kanaatindeyim. Bu
notları babam da tutmuş mudur? Belki evet…
Belki de hayır ama bunları bildiğine eminim,
çünkü benden çok daha iyi ve fazla dersine çalışır, etraflıca bilmediği, araştırıp hâkim olmadığı
konuda da konuşmaz veya yazmazdı. O yüzden
en az ilahiyatçılar kadar dinî konulara hâkim olduğu hâlde alanı olmadığı için tek bir dinî kitabı
yoktur.
Zügüdar’ı anlatmadan önce birkaç gündür
yeni baştan okuyorum. O kadar dolu ki, gerek
bilgi olarak gerekse hatıra kabilinden beni nerelere alıp götürdüğünü anlatabilmem için kitabın
tamamını yazıya iktibas etmem gerekir. Fakat şu
açıkça fark ediliyor ki başta Evliya Çelebi olmak
üzere pek çok seyyahın bakışından hem esintiler
var hem de onlardan çok farklı noktalar yakalamış ve aktarmış kitapta. Güzel ve farklı olan
en önemli nokta şu: Babam estetik anlayış ve
derinlik bakımından romancı muhayyilesine
sahip olduğu için bu eserin türü her ne kadar
gezi olsa da, üslubu ve derinliği roman tadında
ve tavrında.
İlk seyahatname örnekleri
Dünya edebiyatının en önemli seyahatnameleri arasında şüphesiz Marko Polo’nun 13. yüzyılda yazdığı Uzak Doğu seyahatnamesi ile 14.
yüzyılda yaşamış Arap seyyah İbn-i Batuda’nın
İslam dünyası seyahatlerini konu edinen eserler
yer alır.
Türk edebiyatının ilk seyahatname eserleri
arasında Hoca Gıyaseddin Nakkaş tarafından
Farsça kaleme alınan ve 1422’de tamamlanan
Acâibü’l Letâif adlı eserle Ali Ekber Hatâî’nin
1515’te yazdığı Hıtâînâme adlı eseri sayılabilir.
İkisi de Çin’e görevli olarak gönderilmiş sefirlerdir.
Türkçe yazılmış ilk seyahatname ise Basra’da,
Osmanlı donanmasını Süveyş’e getirmek için,
1553 yılında Hint Kaptanı tayin edilen Seydi Ali
Reis’e aittir. Hindistan’dan Bağdat’a dönüşünde
kaleme almaya başladığı bu Mir’atü’l-Memalik
isimli eserini 1557’de İstanbul’da tamamlamıştır. Gezip gördüğü Belucistan, Hindistan, Afga-
86
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
yer vermiştir. Eser bu yönden Türk kültür tarihi
ve gezi edebiyatı açısından eşsiz derecede önemlidir.
Bu seyahatname yalnızca onun yaşadığı dönem Osmanlı toplumunun kültürel değerlerine
değil, birçok farklı milletin kültürel birikimine
de ışık tutmakta ve günümüze ulaşmış veya ulaşamamış nice soyut somut kültür varlığı ile ilgili
değerli bilgiler içermektedir.
Seyyahların Piri'ne bağlı bir yazar :
Miyasoğlu
Babil’in meşhur İştar Kapısı
nistan, Buhara ve Maveraünnehir gibi şehirler
ve tanıştığı hükümdarlar ile şahit olduğu olaylar
hakkında bilgi vermektedir.
Hindistan’a görevle ilk giden Seydi Ali
Reis’ten sonra Sultan III. Murat döneminde
Tokatlı İbrahim oğlu Ahmet, 1575’te kaleme aldığı Acâibname-i Hindistan adlı eserinde Kabil,
Hindistan, Basra, Yemen ve Hicaz izlenimlerini
aktarır.
Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi
Çok güçlü ve özel bir gözlem yeteneğine sahip olan Evliya Çelebi, ait olduğu kültüre verdiği önem ve diğer kültürlere gösterdiği değeri
en iyi biçimde gösteren 10 ciltlik Seyahatname
adlı eseriyle insanlık tarihine yön veren kişiler
arasında yer almıştır.
Evliya Çelebi, cami, medrese, çeşme, çarşı, sur, kale, han, hamam, cadde, sokak, ev ve
bahçelerinin yanı sıra düğünleri, yerel oyun ve
kıyafetleri, sanatsal ve toplumsal davranışları
gibi sosyal meselelerini de gözlemleyip anlattığı
Bursa’dan sonra Osmanlı coğrafyasının neredeyse tamamını aynı anlayışla dolaşarak anlattığı
büyük ve eşsiz eseri Seyahatname’nin ilk cildinde
dünyanın incisi İstanbul’u kaleme almıştır. Eserinde sadece coğrafya, tarih, etnografya bilgileri
vermekle kalmamış, birçok yerinde gezdiği yerlerin mahalli dilleri üzerine topladığı bilgilere de
Babam; henüz ortaokulda öğrenciyken kıt
kanaat geçinen babasının, gaz lambasını uykuya
dalıp devirerek yangına sebebiyet verir korkusuyla geceleri kendisinden okumamasını istediğini söylerdi. Oysa okumadan duramadığı için
yaz gecelerini sokak lambasının altında geçirdiğini anlatırdı. Böyle birinin, kendi ifadesiyle
“seyyahların pîri sayılan Evliya Çelebi”nin bu
kültür hazineleriyle dolu eserini daha ortaokul
yıllarında biliyor olmasından daha doğal bir şey
olamaz.
Fakat bu eseri o yıllarda Kayseri’de yayın
imkânlarının kısıtlı olması sebebiyle ancak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde tahsil
yaptığı sırada daha detaylı inceleme fırsatı bulmuştur. Tiyatro bölümünden ek ders aldığı sırada hocası olan Haldun Taner’in “Düşsem Yollara Yollara” adlı eserini ve Asaf Hâlet Çelebi’nin
Hint tutkusuyla yazdıklarını okuduğunda ruhunda seyahat tutkusunun filizlendiğini hissetmiş. Bu tutku 1987’de Babil Festivali vesilesiyle
gitme fırsatı bulduğu Bağdat’ta iyiden iyiye serpilmiş ve yine kendi ifadesiyle “Babil’deki Yunan
tiyatrosunda gösterileri seyrederken, İskender’in
içini yakan Hind tutkusuna yakalandım.” dediği
Zügüdar kitabında açığa çıkmıştır.
Tabii bu arada bu seyahatten önce Ahmet
Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi, Ahmet Mithat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelân, Bedri
Rahmi Eyüboğlu’nun Canım Anadolu, Cenap
Şahabettin’in Âfak-ı Irak, Falih Rıfkı Atay’ın,
Reşat Nuri’nin, Ahmet Haşim’in ve hatta
Fuzuli’nin Bağdat’a dair yazdıkları gibi, gezisinde kendisine ufuk açacak eserleri çoktan okumuş olduğunu hatırlatmakta da fayda var. Yani
nereye nasıl bakacağını biliyor ve estet bir yazar
87
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
den şair ve yazarlarımız olmuştur. 90 yıl kadar
Hindistan’ı sömürge altında tutan İngilizler,
Türk ismini ve mefkûresini “Oxford History
Project (Oxford Tarih Projesi)” vb. isimli çeşitli
uydurma tarih kitapları yayınlayarak, ‘Mughal’
vs. gibi isimler icat edip Türk kelimesini kullanmadan izlerimizi silmeye çalışmışlarsa ve büyük
oranda başarılı olmuşlarsa da hâlâ Tac Mahal’i
gezdiren rehberin ağzından şu cümleler dökülebiliyor: “Türkler güzel ve âdil insanlardır. Biz
sizi çok severiz. Şahlarınızı unutamayız, en büyük
eserlerimizi Türk Hanları yaptı”.
Oralarda bıraktığımız izleri bugün de görmek, bizi babamın “Müslüman Türk kültürünün
izlerine rastladıkça gönendim, sevindim.” ifadesinde olduğu gibi gururlandırıyor.
Zügüdar gibi eserleri, bu hususları göz önünde bulundurarak o bölgeye dair yazılanları okuyup, hatta imkân bulunca gidip görebilenler
olursa gezi notları tutmayı, rastladıkları Türk
izlerini kaybetmemek adına çaba göstermeye
teşvik olarak görüyorum. O yüzden bu kitaptaki
bakış açısının gelecek nesillere örnek olması gerektiğine inanıyorum.
Amaç ve üslup bakımından gezi yazılarının
türleri
Delhi'nin 10 km uzağındaki Kutb-ı Minar ve Kuvvet-ul İslam camii
olarak bunun şart olduğunu da Zügüdar’da zaman zaman hissettiriyor.
Edebiyatımızda Hint Alt Kıtası ve Türkler
için değeri
Köklü medeniyetlerden biri olarak Türkler
açısından Çin kadar olmasa da yine de ilgi görmüş ve bugün Babür Hanlığı gibi kardeş saydığımız devletler kurarak kültürümüzü götürdüğümüz bir başka diyar da Hindistan olmuştur.
Gazneli Mahmud’un oraları fethetmek için düzenlediği 21 sefer hâlâ hatırımızdadır.
Türk edebiyatında Hindistan’a dair gezi
notları, seyahatname türünden pek fazla esere
rastlanmasa bile yine de ilgi ve merak uyandıran
bir diyar olarak tarih boyunca az da olsa oraya seyahat eden ve oralardan eserlerinde bahse-
Gezi yazılarını amaç ve yazılış bakımından
üçe ayırmak mümkündür:
Günlük gibi günü gününe alınmış notlara
dayalı gezi yazıları, mektup biçiminde yazılan
gezi yazıları ve bir şehri veya ülkeyi ansiklopedik tarzda daha nesnel ve detaylarıyla tanıtmayı
amaçlayan gezi yazıları.
Gezi yazılarını, gezi türünde eser veren yazarların durumları bakımından da ikiye ayırabiliriz:
Meşgaleleri, yani meslekleri yazarlık olmayanların ortaya koyduğu gezi yazıları ve meşgaleleri ve ana amaçları yazarlık olanların kalemlerinden çıkan gezi yazıları.
İlk kategoriye giren yazılar, genellikle yazarlıkla ilgili olmayan, fakat yurt içinde veya dışında bazı yerleri görmek üzere geziye çıkanların
veya geçici görevlerle yabancı bir ülkede bulunanların kaleme aldıkları yazılardır. Bir nevi
rapor diye tanımlayarak haksızlık etmemek ge-
88
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
rekirse de bu tarz örneklerde anlatım yavan ve
renksiz olabilir. Tabii ki bu durum, bu tür eserlerde bazen çok ilginç gözlemlere, doğru, yerinde bilgilere ve mantıklı yorumlara rastlanmasına
engel değildir.
Mesela Piri Reis›in Bahriye adlı kitabı bu bakımdan çok ilginçtir. Bu kitap Akdeniz’i çevreleyen karalar, ormanlar, dağlar, şehirler üzerinde
verdiği bilgilerle hem bir deniz atlası hem de bir
gezi kitabı niteliği taşır. Anlattıklarının önemi,
kullandığı üsluptan değil, doğal olarak alanında
ilklerden olması ve dönemin imkânlarına göre
hazırlanması en zor, zahmetli bir çalışma ve birikimin eseri olmasındandır.
Yazarlığı bir meslek olarak benimsemiş şahsiyetlerin ise eserlerinde gezilip görülen mekân ve
insanlarla ilgili gözlemler yazı sanatının birçok
özelliğini yansıtan renkli ve zengin bir dille anlatılır. Yazarın dile ve sanata olan hâkimiyeti eserin anlatımına estetik bir tat katmakla beraber
okuyucunun hayalinde daha hoşnut eden ve iz
bırakan etkiler meydana getirir. Üslup didaktik
veya ansiklopedik olmaktan çok, zevk ve estetik
kaygısı taşıyan sanat eseri niteliğindedir.
İşte bunlardan ilki sayılan eser Evliya
Çelebi’nin Seyahatname’sidir ki sanatçı damarı
taşıyan seyyah, gezi notu tutmak veya bu edebî
türde eser vermek istiyorsa, Evliya Çelebi’yi
okumakla çok büyük bir mesafe kat etmiş,
Amerika’yı yeniden keşfetme macerasından kurtulmuş olur.
Babam Mustafa Miyasoğlu da bu damara sahip bir romancı olarak kaleme aldığı Zügüdar
adlı eserinde bu anlayışı kendisine temel almış
ve pirine sadık kalarak, kendi üslubuyla eserini
ortaya koymuştur.
Her nereye olursa olsun yolculuğa çıktığımızda berabersek zaten kendisi yapar, değilsek bize mutlaka “Nereye giderseniz gidin
sahib-i beldeye uğrayın.” derdi. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’ndan naklettiği, vasiyet gibi
addettiği bu öğüdü unutmamamızı, bir şehrin mezarlarıyla iç içe yaşaması ve büyüklerini
unutmaması gerektiğini söylerdi. İşte bu yüzden
“Sahib-i beldeye uğramadan geçmeyin ki işiniz
rast gitsin.” derdi.
Hiç unutamam, Konya’ya ilk seyahatimiz esnasında bizim için tahsis edilmiş olan misafirha-
neye giderken Alaaddin Tepesi çevresinde birkaç
tur atmamıza ve ara sokaklara da girip önünden
geçmemize rağmen bir türlü hemen yakınımızdaki binaya ulaşamıyorduk. Çok yorgun ve bitkindik. Babamın Mevlânâ hazretlerine seslenip;
“Hazret bu gece geç oldu, müsaade et, bu gece dinlenelim de yarın ilk iş sana gelelim.” dediği anda
aradığımız yeri bulabildiğimize şahit olmuştum.
Sabah kalktığımızda sözümüzü tutmaya giderken yolumuzun üstünde Mevlânâ’nın şeyhi
Şems-i Tebrizî’nin türbesinin önünde kendimizi
bulduk. Babam bize, “Hazret, önce şeyhimi görün, diyor.” dedi ve içeri girdik, ondan sonra da
Mevlânâ hazretlerine gitmiştik.
Babam olduğu için tabii ki şeref duyuyorum
ama babam olması dışında deha soyundan olan
bu yazarın, bu “güzel adam”ın, zâti değerinden
daha fazlasının, bize, yani gelecek nesillere bıraktığı şuurun biz oğullarından daha fazla insana ulaşması ve devam etmesini istiyoruz. O da
bunu istiyordu ve her fırsatta dile getiriyordu…
Peki nedir Zügüdar?
Bu soruya rahmetli babam Mustafa
Miyasoğlu’nun kendi dilinden, eserinden iktibasla cevap verelim: “Zügüdar, Kâtibim türküsünün Pakistan ve Hindistan bölgesindeki söylenişidir. Bizde Âvâre müziği ne kadar yayılmış ve
etkili olmuşsa, o bölgede de Zügüdar müziği öylesine yayılmış ve melodisiyle benimsenmiştir.”
Bu kitap, Babil’den Tac Mahal’e kadar geniş
bir coğrafya üzerinde, İskender’in yakalandığı
Hint tutkusuyla yollara düşmüş bir Türk yazarının yaşadığı serüvenlerin notlarıdır. Çeşitli
sebeplerle Güneydoğu Asya’da dolaşan insanımızla ilgili gözlemlerini ve imkânsızı yakalama
çabasına düşen gençlerimizin hikâyesini dile
getiriyor. Bu arada, ihtişam ve sefaleti bir arada
yaşayan, Türkleri “âdil ve güzel insanlar” olarak
tanıyan bölge halkının yaşayışıyla bize bakışını da
bir romancı tavrıyla yansıtıyor.
Seyahat edebiyatımızda benzersiz bir yere
şimdiden sahip olan bu kitap, Osmanlı ve Babür
Türklerine ait tarihî eserlerin etrafında yaşayanlarla
o bölgede dolaşan insanımızın macerasını da ortaya koyuyor. Bir romancının dünyasına yansıyan
gerçekler, insanı şaşırtacak kadar güzel...■
89
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
AKŞAM KUŞATMASI
M
Ka
Ay
Hi
Yı
Se
Bi
Gü
İLHAMİ BULUT
Ko
Tü
Ke
Gü
Te
Kâ
So
Bu
90
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
külliye sanat odası
ŞERİF FATİH AKKAĞIT
B
izim külliye dergisinin 60. sayısını
okumaya başladığımda ilk sayfada:
“Önümüzdeki sayıdan itibaren “Külliye Sanat Odası” ile genç kalemlerin hizmetindeyiz. Eleştiriye açık gençlerin yazılarını şiirlerini
bekliyoruz.” duyurusuyla karşılaştım. Sevindim.
Çünkü genç yazar ve şairler için birer okul niteliği taşıyan ve edebiyatımıza birçok usta isim kazandıran kültür ve sanat dergilerinin birçoğu son
dönemde bu amaçtan vazgeçmişti. Dergilerimiz
kendini kanıtlamış yazarlar dışında kimseye yer
vermiyordu. Hâl böyle olunca genç kuşak, kendilerinin çıkardıkları dergilerde yazdıklarını hiçbir
süzgeçten geçirmeden yayımlama yolunu seçti.
Eleştiri kültürü rafa kalktı. Özellikle şiir için sancılı dönem başladı ve sonra bu dönem uzadıkça
uzadı. Külliye Sanat Odası’nı kimin hazırlayacağını merak etmedim değil. Çok geçmeden Bizim
Külliye Genel Yayın Yönetmeni bu görev bana
verdi.
Görevim zor ama bir o kadar önemli benim
için. Bütün çabam Külliye ailesine, okurlarımıza,
eserlerini gönderenlere layık olabilmek.
Gelelim gönderilen eserlere:
ne;
Hatice Ermiş, “Karınca Mevsimi” adlı şiiriMerasim yalandır
Kutlayanlar yalancı…
Ve yalandır dünya külliyen yalan.
üçlüğüyle başlıyor. Merasim, tören kelimesinin
karşılığıdır. Tören kelimesini düğün için de kullanabilirsin, bir cenaze içinde. Üçüncü dizede dünyanın külliyen yalan olduğunu söylemen bana
ölümü düşündürdü. Bundan dolayı kutlayanlar
kelimesi anlamsal olarak bir çelişki yaratıyor sanki. Şiirin ikinci bölümü;
Sığmaz duvarlarına halaya durmuş bir hüzün
Taş taş üstünde taşımaz bir evi de
Neden kendinden büyük taşır karınca?
Ve insan karınca mevsiminde
Neden bu kadar küçük?
mısralarıyla devam ediyor. İlk mısrada ki “halaya
durmuş hüzün” ifadesi dikkatimi çekti. Hüzün
kavramı mutluluk veren bir kavram olsaydı “halaya durmuş” ifadesi olabilirdi. Gerçek hayatta
asla karşılığı olamayacak kullanımlar vahşi imge
olarak değerlendirilir. Örneğin “topal ayna” dediğimizde aynanın topal olması mümkün olmadığı
için anlam olarak saçmadır. Kullandığın imgelerin gerçek veya hayalin ötesinde “topal ayna” örneğindeki gibi absürt olmamasına dikkat etmen
gerekir. Şiirin devam eden mısraları hem söyleyiş
bakımından kopuk hem de bütünsellikten yoksun. Örneğin;
Neden kendinden büyük taşır karınca?
mısrası hem eksik hem de önceki mısralardan ko91
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
puk.
Şiirin çıkış noktası duygu olabilir. Fakat duygu şiirin tek argümanı değildir. Günümüz şiirinde dil ve biçimsel ögeler duyguya göre daha çok
önem arz etmekte. İlhan Berk; “İlk anda, şiirin ne
söylediğine bakmak, şiirin ne olduğunu bilmemek
demektir. Şiirin kuruluş biçimi, yani yapısı başta
gelir. ” diyor. Hatta Cemal Süreya “Bir özün bir
başına şiiri kurtardığı görülmemiştir. “ diyerek şiir
tarihinin biçimlerin tarihi olduğunu söylemiştir.
Şiir okurken biçimsel özelliklerine dikkat ederek
eleştirel bir gözle okumak bu konudaki en faydalı
çalışma olur düşüncesindeyim.
Ferhat Kaplan gönderdiği Gece ve Çile şiirine;
Beni bir ince fikre sevk edeli gece
Baş edilmez dertlerle hep uğraşıyorum
beyitiyle başlıyor ve
Dilden çıkan gönlümün sesidir sadece
Kırılmış bir aynada ummân taşıyorum
beyitiyle devam ediyor. Beş beyitten oluşuyor
Kaplan’ın şiiri. Bugün, hece vezniyle şiir yazan
şairlerin çoğunun Yunus Emre ve Necip Fazıl’ı
anlamadıklarını düşünüyorum. İki şairin de mısralarını kurarken ilk amacı vezni ve kafiyeyi tutturmak olmamıştır. Yani mısralar anlamsal olarak birbirine bağlıdır ve kafiye zorlamayla değil
olağan söyleyişle yapılmıştır. Zaten bu söylediklerimden dolayı hece şairleri, son kertede bu iki
ismi aşmak yerine daima güçlendirmiştir.
Berat Deniz’in gönderdiği şiir
Yokluğunun ardına saklanmış birkaç hece
Senin lütfunla süslenen belki de bu son gece
Mutlu ol sadece, gülüşünle bitir güzü
Çünkü senin gözyaşını hak etmiyor gökyüzü
mısralarıyla başlayıp
Bilemem kaç hafta kaldı yaprakların ölüşüne
Anlarsın elbet bir gün, her ölüşüm gülüşüne
mısralarıyla son buluyor. Bu şiir içinde Fahri
Kaplan için söylediklerimden farklı bir şey söyle-
yemem. Beyitler anlamsal olarak çelişkili ifadeler
içeriyor. Yazdığınız şiirleri dinlendirip bir süre
sonra tekrar okumalı, gerekirse baştan yazmayı
denemelisiniz.
Şevket Yalçın, Valizli Adam isimli bir hikâye
göndermiş. Hikâyenizden alıntı yapmadan
önemli gördüğüm birkaç noktayı söyleyeyim.
Bazı cümlelerinizde anlatım bozukluğu var. İkinci
olarak da hikâye türünde kısa cümleler pek tercih
edilmez, ki sıkça kullanmışsınız. Vüsat O. Bener,
Bilge Karasu, Sait Faik, Leyla Erbil gibi modern
hikâyemizin en önemli isimlerini okuyup kendi
hikâyenizi bir daha gözden geçirmeniz gerekir.
Son olarak Esra Acar
Esra Acar’ın Merhaba Zaman isimli denemesinden bahsedip yazımı bitireceğim.
“Merhaba Zaman,
Bizde ne çok emeğin var. Hayatın tüm telaşını,
tüm heyecanını yaşatıyorsun. Dur durak bilmeden
akıp gidiyorsun. Peki ya biz? Biz ayak uydurabiliyor muyuz sana?
…
Gözlerimi kapattığım an bile uyumuyorsun
Hep bir çalışkanlık peşinden “Günaydın” dediğim her sabah benden erkenci davranıyorsun.
…
Sen kaçmaya devam et, bense kovalamaya…”
Birçok denemesini okudum Esra’nın. Cümlelerini beğendiğimi baştan söyleyeyim. Esra, başlangıç için gayet iyi bir noktada. Bunun yanında
daha iyi yazabilmesi için yapman gerekenler noktasında bazı tavsiyeler de bulunayım. Öncelikle
sürekli ve eleştirel bir okuma yapman gerekir.
Sonra inatla denemen… Ben, bir yazarın okumaya illa klasik eserlerden başlaması gerektiğini
düşünmüyorum. Klasik eserlerle birlikte kendi
dönemini okumalıdır. Çağdaş olabilmenin en
önemli yolu budur bana göre. Karşı çıkanlar olacaktır lakin bu tezi savunanların hiç de azınlık olmadığını söyleyeyim. Sabırlı okurlar ne yazacaklarını, yazdıklarını nasıl dolduracağını da bilirler.
Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Eser gönderen ve gönderecek olan bütün arkadaşlarıma
teşekkür ediyorum.■
92
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
TÜRKSAV
Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri
Bişkek’te Verildi
YAVUZ GÜRLER
T
ürk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) tarafından Türk dünyasına hizmet eden
devlet ve bilim adamları ile sanatçılara verilen “18. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet
Ödülleri”, 21 Mayıs 2014 tarihinde Bişkek’te,
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nde
düzenlenen törenle sahiplerine takdim edildi.
Cengiz Aytmatov Kampüsü›ndeki konferans salonunda düzenlenen ödül töreni,
Manisa’nın Soma ilçesindeki maden faciasında
hayatını kaybeden işçilerin anısına bir dakikalık saygı duruşunu takiben Kırgızistan ile Tür-
kiye millî marşlarının okunmasıyla başladı.
Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı
Başkanı Yahya Akengin yaptığı açılış konuşmasında, her yıl farklı ülkelerden değişik alanlarda Türk dünyasına hizmet veren kurumlara ve şahsiyetlere ödül verdiklerini belirterek
Türk dünyasını büyük kültür dünyası olarak
gördüklerini belirtti. Akengin, “Eğer kültür
olmazsa ekonomi, siyaset ve sosyal hayat da
olmaz. Tüm bunların sağlam temeli güçlü bir
kültürdür. Kültürde kargaşa olduğunda bu
alanlarda da daima kargaşa olmaktadır.” diyerek kültür ve bilim yolunu rehber edinmemiz
93
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
TÜRKSAV heyeti Manas Üniversitesi Cengiz Aytmatov Kampüsü önünde.
gerektiğini vurguladı.
Dünyaca ünlü merhum Kırgız Türk yazarı
Cengiz Aytmatov’un topraklarında bulunmaktan heyecan duyduklarını ifade eden Akengin,
“Türk dünyası Çarlık Rusya’sı zamanında da
vardı ama çileli vardı. Sovyetler döneminde de
vardı ama çilekeş vardı. Bugün artık önemli ölçüde bağımsız bir Türk dünyası vardır. Bunun
için millet var ise milliyetçilik de vardır. Irkçılığa ve şovenizme hayır, Türk milletçiliğine evet
diyoruz” diye konuştu.
Akengin, daha sonra ödüle layık görülen
kişi ve kurumların isimlerini tek tek okuyup
ödül gerekçelerini açıkladı.
«18. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri”ni Azerbaycan›dan Milletvekili
Melahat İbrahimkızı, Prof. Dr. Minehanım
Tekleli; Bulgaristan’dan gazeteci-yazar İslam
Beytullah Erdi; Kazakistan’dan Jalın dergisi;
Kırgızistan’dan Manas Üniversitesi, sanatçı Salamat Sadıkova ve Ressam Taalay Kurmanov;
Lübnan’dan Prof. Dr. Ömer Halil Tadmuri;
Türkiye’den Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr.
Mustafa Kafalı, TİKA Başkanı Dr. Serdar Çam,
Prof. Dr. Enver Konukçu, Yeni Türkiye dergisi
Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Hasan Celal
Güzel, Doç. Dr. Osman Karatay ile TRT Türk
Kanalı aldı.
TÜRKSAV’ın özel ödülleri de Türkiye’nin
Bişkek Büyükelçisi Metin Kılıç, Devlet Su
İşleri (DSİ) Genel Müdürü Akif Özkaldı’ya,
TÜRKSAV teşekkür nişanları ise Socar Türkiye Başkanı Kenan Yavuz ile Ziraat Emeklilik
Kurumu Genel Müdürü Şeref Aksaç’a takdim
edildi.
Ödül töreni; Namık Kemal Zeybek, Hasan
Celal Güzel, Doç. Dr. Osman Karatay ve Doç.
Dr. Mehmet Seyfettin Erol’un konuşmacı olarak yer aldığı «Türk Dünyasını Aydınlatanlar»
panelinin ardından akşam yemeği esnasında
Manas Üniversitesi müzik topluluğunun Türk
Dünyası Müzikleri programı ile devam etti. ■
94
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
Hal ötesi halin ifadesi :
Buğulu Cam
NURAY MEMİŞ
Ş
air Cengiz Aydın, “Buğulu Cam” adlı
şiir kitabında eşyaya kırgın ve yorgun
bir ruh haliyle bakan bir kişi olarak şiirlerinin ardında gizlenir. O, beklentilerinin yerini
hayal kırıklıklarına bırakan mısralarla kendi ruh
dünyasını ortaya koyar. “Kırık Sazende, Boşluk,
Ölüm Musikisi, Matem Şarkısı, İç Sızısı, İntizar,
Çatlayan Rüya” gibi şiirlerine seçmiş olduğu başlıklar dahi şiirin deryasına girmeden şairin huzursuz ruh halini gözler önüne serer. Şair, “Güneşli
günler bak gerilerde kaldı/ Beklenmez artık kimselerden bir iltifat” gibi mısralarla söz konusu yorgunluğunu, hayat karşısındaki usanmışlığını ve
artık yitirdiği ümidini görünür kılar.
Ancak bunlarla birlikte şairin şiir evreninde
yer yer ümit arayışları, huzura kavuşma beklentisi de belirir. Şair maddeden vazgeçmiş bir halle “Hisseme düşen rahmetin ağrıyan şakakları/ Ve
ıslak bir ah secdeden öteye kalan” diyerek ümidi,
ulûhiyet boyutlarının semalarında arar. O, inleyen gecelerin siyah tüllerinin ardında semaya açılan avuçlarıyla murad arayışları içerisindedir.
Şair Aydın, mısraları arasında oluşturduğu
renk dünyasıyla şiirine ahenk ve mana derinliği
katmış, eşyayı adeta renkli bir yelpazeyle anlam-
landırmaya çalışmıştır. Aynı zamanda yaptığı
teşbih ve telmihlerle şiir dünyasını zenginleştirmiş, “Yunus’a Bahar” başlıklı şiirinin yanı sıra her
bölüm başına yerleştirdiği başka şairlerden alınan
mısralarla metinlerarasılık boyutunu da şiirine
yansıtmıştır.
Cengiz Aydın’ın söz konusu kitabında dikkat çeken bir özellik de şairin mısralarını oluştururken “Anka, nûr-ı siyah, Yusuf-kuyu, Züleyha, Mesih” gibi ifadelerle klasik şiirin bazı
mazmunlarından faydalanmasıdır. Bunun yanı
sıra şiirlerinde tasavvufi bazı unsurlar da kendini
hissettirir. Aydın, “rüya kâsesi, miri sevda, kelam
zindanı” gibi tamlamalarla soyut-somut bağdaştırmalar yaparak şiirinin mana gücüne zenginlik
katar.
Cengiz Aydın, gönlünde oluşan buğulu dünyasını, ruhunda meydana gelen deruni çırpınışları Buğulu Cam’ın ardından ifade etmiş ve “Ey
rabbim beni aslıma kalbet” gibi mısraları vasıtasıyla bir bakıma kendi iç dünyasında gerçekleştirdiği ruhi yolculuğunu şiirlerinin örtük zemininde
beyan etmiştir.
Cengiz Aydın, Buğulu Cam, Meserret Yayınları, 2014, İstanbul.■
95
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4
kitap-vitrin/bize gelenler
96
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 4

Benzer belgeler