Mayıs 2015
Transkript
Mayıs 2015
İÇİNDEKİLER DOSYA: ÖYKÜM Öykümü yeniden yazarsam… • 7 Acı, Acı’dan yorulmak mı, acı ile yoğrulmak mı? Acımdan kaçarsam… • 11 Peki ya olanaklarım? • 15 Kahramanın yolculuğu; Benim tek bir seçeneğim yok • 16 SÖYLEŞİ: “BEDENİ ALGILA VE AN’A GEL...” Beden Psikoterapisti Aron SALTİEL ile bedene dair yaptığımız sohbet • Esra Can - Mine Türkili • 20 EDEBİYAT: “ROMANLARDA YOLCULUK” Hermann Hesse’nin Demian romanında kahramanın yolculuğu... Hacettepe Üniversitesi-Alman Dili Eğitimi, Doç. Dr. Çiğdem Ünal • 29 MEKANLARIN RUHU: İTALYA DEĞİL “LA SICILIA” Sicilya • Mine TÜRKİLİ • 36 SANAT: “SANAT’IN TIBBI” Aktarımsal Erotik Sanat: Bir Şair Cemal Süreya; Bir Ressam Gustav Klimt • Adana Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Prof. Dr. DENİZ YERDELEN • 43 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ Çocuk ve ergenlere Sistem Dizim Terapisi ile bakış, aile jenogramı ve bir vaka incelemesi • Uzman Psikolojik Danışman Nazan BALOĞLU • 52 SİNEMA Film değerlendirme ve analiz süreci ve “Makinist “ filminin yorumu • Beyhan ÖZPAR • 56 PSİKOMİTOLOJİ Çıraklıktan ustalığa bitmeyen yolun bahtsız kahramanı “ikarus” • Hüseyin ŞİMŞEK • 64 PSİKOASTROLOJİ Astroloji ve Jung • Dinçer GÜNER • 70 TSDE DER ki: Sevgiyle anıyoruz: Nurhayat KEMERLİ, Haritini PAPAKIRILLOU, Turgay SAPANLI • 72 Kilimanjaro-Özgürlüğün Zirvesinde • Nihal ARTAR • 76 Beklentisel Hastalıklar • Dr. Ayşe Işın ÜNAY • 83 EPİFANİ; özün kendini göstermesi • Dr. Mehmet Akif GÜNEL • 89 Çağatay’ın Şifa Yolu • Özlenen Deniz UZUN • 93 Hipnoz ve Sistem Dizimleri • Turgay KÖYAĞASIOĞLU • 95 Sınırlar • Sema TÜRKEL • 97 Türkiye’de Aile İşletmelerinde Organizasyon Dizimleri • Dilek PORSUK • 98 Evlat edinilen çocuklarda bağlanma süreci • Arzum AKDURAN KÖSEOĞLU • 105 TSDE ki Dergisi Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü üyeleri tarafından hazırlanan, kâr amacı gütmeyen Sistem Dizimleri ile ilgili Enstitüyle bağı olan ya da konuya ilgi duyan kişilerin paylaşımlarının, yapılan çalışmaların aktarılabileceği ve alandaki her türlü gelişimin izlenebileceği online bir platformdur. İmtiyaz Sahibi: TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK Yayın Türü: Yerel, süreli, 6 aylık online yayın Yayın Koordinatörü: Yadigar Zararsızoğlu, Genel Yayın Yönetmeni: Mine Türkili Yazı İşleri Müdürü: Esra Can, Görsel Yönetmen: Çağdaş Gündoğan Katkıda Bulunanlar: Çiğdem Ünal, Deniz Yerdelen, Nazan Baloğlu, Beyhan Özpar, Hüseyin Şimşek, Dinçer Güner, Nihal Artar, Dr. Ayşe Işın Ünay, Dr. Mehmet Akif Günel, Turgay Köyağasıoğlu, Sema Türkel, Dilek Porsuk, Özlenen Deniz Uzun, Arzum Akduran Köseoğlu Yönetim Yeri: Bağdat cad. Birlik Apt. No:441 K:2 D:3-4 Suadiye/Kadıköy Tel: 0216 416 78 44 Fax : 0216 410 56 58, e-mail: [email protected], [email protected] ©TSDE ki Dergisi, TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. TSDE ki - Mayıs 2015 Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. 1 EDİTÖRDEN Bir yolculuk... Hepimizin içinde bildiğimizin, tanıdığımızın dışında bugüne kadar göremediğimiz bir gerçek var. Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Biz, sadece o acılar içinde kıvranan, hala annesinden sevgi bekleyen çocuk muyuz? Ya da yaşadıklarımız için başkalarını suçlamaya devam mı ediyoruz? ... Unutmayalım, içimizde bugün bizi ayakta tutan bir kaynak var. Ve içimizde bir yerde, “beni gör”, “beni duy” diye sessizce ve sabırla bekliyor. İşte biz de, bu bilinçle yola koyulduk. Öykümüzü yeniden yazmayı denedik… Kelimeler ağızdan çıkınca, öylesine güçlü geldi ki… İçimizdeki çoklu gerçekliğimizi görerek, bilerek kaleme aldık, acımızı da alarak ve bir parçamız olarak görerek yolculuğumuza devam ettik. İkinci sayımızda, öykü, acı, durmak, kahramanın yolculuğu diyerek, bize ait olan gerçeğimizi dillendirdik. Dosya konumuzda, öyküyü tanımlamanın dışında, Sistem Dizimleri’nin yaklaşımını ele aldık. Yine ilginç konular ve yazılarla yaşama dokunduk. Ancak, bu sayıyla birlikte başladığımız Sanat bölümümüzde, Prof. Dr. Deniz Yerdelen’in “Sanat’ın Tıbbı” olarak adlandırdığı, sanatçının nörolojik kimliğini ele alan, sanat ve nörolojiye dair yazılarıyla aramıza katılmasından duyduğumuz mutluluğu paylaşmak istiyoruz. Yerdelen’in aktarımsal erotik sanatta, Cemal Süreya ile Gustav Klimt’i buluşturmasını ilgiyle okuyacağınıza inanıyoruz. TSDE Uluslararası Eğitim Programı kapsamında Türkiye’ye gelen Aron Saltiel ile yaptığımız söyleşide, beden ve ruh bütünlüğünden yola çıktık, ancak Aron’un çok kültürlü ve ilginç kişiliği de söyleşimizi oldukça renklendirdi. Mekanlar’da “Sicilyalı” olmak ne demek dedik… Akdeniz’in en büyük adasında yüzyıllardır süren istilaların, iklimin ve travmaların etkisine değindik. Çocuk Ergen Birimi’nden TSDE Uzman Psikolojik Danışmanı Nazan Baloğlu, çocuklarla yapılan terapi çalışmalarında oyunun önemini bir vaka örneğiyle anlattı. Ve Edebiyat… Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Alman Dili Eğitimi Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Çiğdem Ünal bize, içsel yolculuğun en önemli kitaplarından, Hermann Hesse’nin “Demian”ını anlattı. Ve diğer konularımız; Sinema’da “Film Değerlendirme ve Analiz süreci” ve “Makinist” filminin yorumu, Psikoastroloji’de “ Astroloji ve Jung” , Mitoloji’de, “Çıraklıktan ustalığa bitmeyen yolun bahtsız kahramanı “İkarus”. TSDE der ki bölümünde ise, yine sizden gelen yazılara yer verdik. Bu sayıda emeği geçen herkese yürekten teşekkür ediyor, çıktığımız bu yolculukta bize eşlik etmenizi diliyoruz. Keyifli okumalar... TSDE Yayın Kurulu TSDE ki - Mayıs 2015 2 İLİŞKİSEL ACILAR BEDEN VE RUHUN DİYALOĞU felsefe, eski varsayımları uzun zaman önce çürüttü. Deneyim içerikleri öyle bir yerde yatıp, "farkına varılmayı" beklemezler. Onlar, farkına varılmadan önce de var olan ve farkına varılmaktan dolayı değişmeyen "objelerden" oluşmazlar. Bilakis tam tersi! Süreç "objeleri" üretir ve değiştirir. Bir bitkinin bedeni, ışığı, toprağı ve suyu tanır. Çünkü bitki onlarla var olmuştur. Hayvanlar daha da fazlasını yapar, etkileşime sadece bedenleriyle değil, sezgileriyle de girer. Tıpkı bir köpeğin sahibine karşı olan duyarlılığı veya depremi hissetmesi gibi. Ve insan bedeni, sezgilerinin yanında konuşarak anlam kazanan bir etkileşimdir. Bedenlerimiz kendilerini ve bu sayede durumlarını hisseder. Nedir bir sonraki adım? Beş duyu organımızı bir tarafa bırakarak sadece bedenimize yönelmek. Beden öylesine hisseder ki, ne görmesi, ne duyması ne de koku alması gerekir. Beden arkasında olup biteni, sadece olanı değil, durumu ve olabilecek olanı da hisseder. Dergimizin ikinci sayısı için yayın kurulu yaptıkları bir toplantıya beni de davet ettiler. Bu sayıda, insanın ve yaşadığımız ilişkilerin en can alıcı noktasının yaşanılan “ilişkisel acılar” olduğu ve konuyu Sistem Dizim terapisi açısından işlemenin çok isabetli olacağı görüşünde hem fikir olduk. Bana göre “acı çekmek” bireysel bir şey olmaktan çok bir ilişki kavramıdır ve özdeşleşme, ayrı olma haline bağlı tek gerçek gibi algılanır. Oysa biz, ayrı olma, bölünme ve parçalanma duygusundan dolayı acı çekmiyoruz, bütünlüğümüzü ve bağlılığımızı algılayamamaktan dolayı acı çekiyoruz. Ayrıca biz insanlar, bedenimizin, yaşadığımız durumlar hakkında bilinçli olduğunun ne kadar farkındayız? Öyle ki, ben, sevecen ve davetkar tutumumla, içimde uzun süredir hapsettiğim, yaşamımda engel ve tıkanma olarak kabul ettiğim anılarımı, taze bir deneyimin parçası olarak görebilirim. Deneyimsel Beden, durumu akıldan daha doğru bir şekilde algılar. Örnek mi istiyorsunuz? Eğer deneyimli bir pilot şöyle derse: "Nedenini bilmiyorum ama havaya güvenmiyorum", işte o zaman siz, o havaya güvenmeyen pilota güvenin ve uçağa binmeyin. Mevcut standart modelin savunucusu bilim insanları bitkileri, hayvanları ve şimdi de bizi yeniden tasarlıyorlar. Yaşlanma sürecinden sorumlu olan genler yok edildiğinde, torunlarımızın çocukları belki sonsuza kadar yaşayacak, fakat genlerle oynayarak yaşamı uzatırken, nelerin de yok olacağını kim bilebilir ki? Niyetim, şu anda, bizim var olan ve harika giden standart odaklı bilimi kötülemek değil, zaten nasıl olabilir ki; şu an bunları bir bilgisayarda yazıyorum! Yaşamda çok farklı süreçlerden geçtiği için, insan bedeninin, görünen yapısı dışında, yaşadıklarımızı bedenin bir yerine kaydeden bir içeriği ve bedenin bize verdiği bir tepkiyle oluşan içsel duyumları vardır. Aslında bedenin belirli süreçlerde hayatı ilerleten yeni adımlar yaratma yeteneği de mevcuttur ve bu yetenek kaybedilmemelidir. Bugün geçerli olan bilimin, insanın kendisinin nasıl olduğunu anlamayı dahi istemeden, insanı yeniden tasarlamaya çalışmadan önce, TSDE ki - Mayıs 2015 3 bedeni tüm duyumları, tepkileri ve deneyimleriyle bir bütün olarak ele alırken, bunu sadece bedene dışarıdan bakarak değil,insanın kendi içdünyasını da yansıttığı bedenin de bir hafızası olduğunu görerek alması gerekir. İlişkilerimizi, ilişkilerimizde bedenimizin ve beynimizin işleyişini ve sonuçlarını anlamak için son yılların en önemli tıp disiplini haline gelen nörobiyolojiye değinmeden geçemeyiz. Psikobiyoloji; ruh ile bedenin iletişimi- limbik hipotalamus sistemi beden ile ruh arasındaki temel anatomik bağlantıdır. Limbik-hipotalamus sistemi ruh ile bedene ait olan bilgilerin de en önemli dönüştürücüsüdür. Yeni nörobiyoloji ve psikobiyoloji bilgileri, bize ruhumuz ile genlerimiz arasında bağlantı olduğunu gösteriyor. Ruhumuz sadece duygularımızı ve kan basıncımızı değil, genlerimizi ve küçük hücreler içinde vücudumuzda üretilen mikroskobik molekülleri de etkiliyor. Yani sonuç olarak ruhumuz yaşamın moleküllerinin üretimine ve yapısına da etki ediyor. Yaşayan her canlının “dürtüsü-amacı”, kendisini huzur ve esenlik içinde, canlı ve hayatta (vital) hissetmektir. Arzu, keyif, huzur ve canlılık için beynin motivasyon sisteminden salgılanan belirli elçi maddeleri işbaşına geçiyor. Ama bu o kadar kolay da olmaz, huzur veren elçi maddelerinin salgılanmasının bir şartı, sağlıklı insanlar arasındaki ilişki tecrübeleridir. Ne yazık ki, iyi ilişkiler, biz yetişkinlere bir tablette servis edilmiyor. Ve üstelik, doğduğumuzda da modern yaşamda süregelen ilişkilerin bir kullanım kılavuzu da bize verilmiyor. Biz davranış ve tercihlerimizle buna katkı yapıyor ve primini ödüyoruz. Biyolojik sistemimizi iyi hissetmek için gerekli olan davranış biçimlerimiz bir dürtü karakterine sahiptir. Provoke edilmeyen agresyon, psikolojik olarak normal bir insanda iyi hissetme hormonlarını harekete geçirmiyor. (dopamin, opioid, oksitosin) Doğruluk, hak (fairness) güven sosyal onaylanma, kabul görme orta beyindeki sinir hücreleri sistemi olan motivasyon sistemimizi harekete geçirir ve elçi maddeler olan dopamin, opioid, oksitosini salgılanmasını sağlar böylece, huzur ve mutluluk içinde sağlıklı oluruz. Ama dış etkenler haksızlık, güvensizlik ve sosyal dışlanma temelinde gelişirse, bu kez nörobiyolojik sistemimiz "acı sınırı”na geçer. Ve bizde ortaya çıkan davranışlar da agresyon veya geri çekilme ile izolasyon şeklinde olur. Sağlıksız sosyal tecrübeler yada diğerleri ile olan ilişkilerdeki başarısızlıklar,beynin motivasyon sis- temini devre dışı bırakır. Bunun sonucunda da, eğer bu durum sürekli tekrar ettiğinde, bedensel ve ruhsal hastalıklar olarak gelişir. İnsani güdüler ve amaçlar, yani aslında her insanın temel motivasyonları (huzurlu olmak ve canlılık) böylesi durumlarda oluşamaz. Kötü sosyal tecrübeler (haksızlık, güvensizlik, dışlanma) insan beynini acı sınırına getiriyor ve bu tecrübeler sonucu nörobiyolojik sistem agresyonu açığa çıkarma potansiyeli geliştiriyor. Ama eğer mevcut koşullardaki güç ilişkileri nedeniyle agresyonun açığa çıkması mümkün olamıyorsa, bu kez geri çekilme ile depresyon ve kişinin kendini mahvetme dinamiği gelişiyor. Bize düşen, dış dünyanın sadece iyi ya da kötü olmadığı gerçeğinin bilincinde olmamız. Kaynakları gittikçe azalmış bir dünyada haklılık veya haksızlık her zaman bir harmanlama ve karışım ilişkisinde bulunur. Her agresif eylem girişimi velev ki son derece insanlık dışı olsa bile hep örtülü bir gerçeği takip eder. Agresyonun mimarisi üzerine edindiğimiz bilgiler, bize insanın şiddet potansiyelinin nasıl oluştuğunu ve beslendiği yerin, toprağın ne olduğunu ve bizim onun tahrip edici olduğu yerlerde onunla nasıl karşılaşacağımızı kavramamıza yardımcı olur. Agresyona ait duyguları; kızgınlık, hiddet, öfke, kin, nefret olarak adlandırırız. Nöro-biyolojik araştırmalar bize agresyonu kendi içinde farklı tanımlamamıza olanak sağlar. Ateş gibi, tez canlı, duyguya çabuk yenilen agresyon (impulsif, yada ateş gibi kızgın), Hesaplanabilir veya soğuk agresyon. Agresyon nörobiyolojik sistemimizde motivasyondan tamamen farklı bir şeydir. Beyindeki agresyon aygıtı: Aşağılama, onur kırma, güvensizlik, eksik olan bağlanma, yaralanmış onur, bedenin acısına müdafaa ve sosyal dışlanma hallerinde beynin nörobiyolojik yapısı acı sistemine bağlanıyor. Motivasyon sistemi: güven, doğruluk-fairness adil olma, iyi ad-ün, adalet, bağlanmayı arama, aidiyet ve ilişki-birlik beraberlik. Kişi olarak görülmek, kabul edilmek, sayılma; stres sisteminden vedalaşmamıza olanak sağlıyor.Bu durumda birlikte yaşadığımız insanların sevgisini almak en önemli dürtümüzdür çünkü biz, sosyal bağımlı varlıklarız. TSDE ki - Mayıs 2015 4 Acı sınırına dokunan acıyı tadar! Burada nörobiyologlar hem fikir olduğum çok önemli bir şeyi ifade ediyorlar. Özellikle biz psikoterapistler için bu tespitin çok önem teşkil ettiğinin ve çalışmalarımızda asla göz ardı etmememiz gereken bir dinamik olduğunu düşünüyorum. O da şu, “Mağdur kendi içindeki fail ile ilişki kuramadığı, bağlantısız olduğu her durumda provokasyonu yansıtır". liyor? Bunu beynimizin sistemlerine bakarak anlayabiliyoruz. Nörobiyologlar iki stres sistemimiz olduğunu buldular. Klasik sinir sistemimiz ve hataya da endişe stres sistemi. Klasik stres sistemimiz: Belirli ve üstesinden geleceğimiz bir görevi hallederken sağlımıza pozitif etki yapan stres sistemimiz devreye giriyor.Bu durumda nefesimiz, kalp atışlarımız ve tansiyonumuz sakin ve dengede kalıyor. Kim ki, kızgınlık, öfke için bir nedene sahip olup, bunu dışarıya yöneltemiyorsa, hasta oluyor. Diğerlerinin dışlanmasına gözlemci kalınıyorsa, acı merkezi aktive oluyor. Agresyonun ertelenmesi fenomeni, örneğin patrona kızgınlık eşe yansıtılır. Bu şekildeki yanlış yere yönelim iletişimi de zorlaştırır. İkinci ve yeni keşfedilen endişe-stres sistemimiz ise ilkinin aksine belirgin olmayan bir görevin halledilmesi söz konusu olduğunda, yani her an dağılmış, kontrol edemeyeceğimiz bir ortamda hesaplayamadığımız şeylerin olabileceği bir yapıya teslim olduğumuzda devreye giriyor. Stresin hasta yaptığı da aslında bir tür saçmalık ve eksik bir bakış açısıdır. Kontrol edemediğimiz durumlarda, nefesimiz, kalp atışlarımız ve tansiyonumuz yükselir. Kötü yani baş edilemez, kaçınılmaz stres bedeni salgılanan kortizol stres hormonlarıyla dengeden uzaklaştırır, bunun devam etmesi durumunda da önce psikolojik ardından da somatik rahatsızlıklar ortaya çıkıyor. Motivasyon sistemi: Motivasyonun Latince anlamı (movere) kişinin bedensel veya ruhsal kendini hareket geçirme yeteneği demektir. Motivasyon sisteminin en önemli elçi maddesi dopamin'dir. Dopamin hormonu, sadece ruhsal bir enerji üretmekle kalmaz, bedensel olarak da bir şeyleri harekete geçirmemizi sağlar. Motivasyon sisteminin sinir hücreleri üç hormondan oluşan bir kokteyl salgılar. Dopamin, opioid ( ağrı kesici ve iyi hissettirici, morfin) ve oksitosin. Oksitosin kişinin başka biri gibi hissetmesini sağlayan, güven duyma hormonudur. Bu hormon kokteyli; eğer bize diğerleri değer veriyor ve takdir ediliyorsak, kabul ediliyorsak, empati ve sevgi görüyorsak salgılanıyor. Empati sistemi: Empati kişinin kendini başkasının yerine koyarak onun gibi hissetmesi demektir. İki nöronal stres sistemleri: Stres yaşama ait bir şeydir ve her şeyden önce kötü bir şey değildir. Özellikle çocuklarda da zorluğa kafa tutmak, meydan okumak olarak gözlemlediğimiz, bir şeydir, ama üstesinden gelebileceğimiz meydan okumalar yani zor bir görevi başardığımızda gördüğümüz kabul ve takdir gibi durumlardır. Bu tür meydan okumalarda da aslında motivasyon sistemimizin harekete geçmesi için gerekli olan koşulları sağlar. O zaman sormamız gereken soru şudur? Neden stres bizi hem sağlıklı kılıp hem de hasta yapabi- Yaşadığımız tüm bu bireysel veya kolektif kökenli acılar, adeta boynumuzda asılı bir taş gibidir. Boynumuzda asılı olan böylesine büyük bir taş varsa, yüzmeyi öğrenemeyiz, o zaman, bu taştan nasıl kurtulacağımıza bakmalıyız. Taş dolanmışlığın sembolüdür, taştan, dizimler ve fenomenolojik algıyla kurtulabilir, daha sonra da, yüzmeyi, sistemik terapinin sunduğu düşünce aracılığıyla öğrenebiliriz. Sistem Dizim Terapisi fenomenolojik algı ile yapılan dizimlerin, sistemik düşünce ve “açık” bir yaşama doğru yöneliminde esnek bir yaklaşımla desteklendiği bir psikoterapi yöntemidir. Bugün artık "danışanım için ne faydalı?" bunu soruyorum. Onlara olması gereken bir düzen dayatmıyorum, aksine yapmış olduğum grup dizim çalışmalarında danışanın varlığındaki olanakların vurgusunu yapıyorum. Boynunda asılı duran taştan kurtulduktan sonraki adımlar için kişinin varlığındaki olanakları ve kaynakları yeniden keşfetmesini ve kullanmasını teşvik ediyorum. Çözüme ulaşmak için de problemin unsurlarının değil, bakış açımızın değişmesi gerektiğini görüyorum. Basit de olsa çözüm hiç kolay değil, tam tersine zordur. Sade ve yalın olmak zor iştir, tercih etmeyi, çabayı, zahmeti gerektirir. Biz aslında, sadece başımıza gelenlerden oluşan bir varlık değiliz. TSDE ki - Mayıs 2015 5 Tüm bunları, bilincin bilinci ile ayırt edebilen, farklı olanaklara ve dönüştürme kaynaklarına sahip bir varlığız da! Bedenle yeni bir ilişki kurabilmenin, ondan içsel duyumlar alabilmenin yollarını danışanlarımıza gösteriyoruz. Başımıza gelenler ile ilgili algımızı, inancımızı, bakış açımızı değiştirdiğimizde değişim-dönüşüm olur. Ama bu ciddi bir karar ve seçimdir, kimse bizim yerimize ne bu seçimi yapabilir ne de bu kararı alabilir. Bunun için meşakkatli bir çaba, zahmet ve zaman gerekir. Sistem dizim terapisi danışana "kendi kendine yardım" anlamında yardım etmektir, terapist danışana kaynaklarını hatırlatır ve onun varlığındaki kaynaklar ile yaşamdaki olanaklarını arttırmayı hedefler. İçimizdeki ihmal ettiğimiz tarafın, bizi acil durumdan çıkaran bilişsel tarafımızla işbirliğine gitmesi önemlidir. Bilinçdışı içimizde değil, bölünmüş parçalarımızın arasındadır. Kurban-fail ilişkisi bir bağımlılık, her iki tarafın da tutsak olduğu bir durumdur. Bugün gelinen noktada Sistem Dizim terapisini; insanın kendisi ile olan ilişkisinin psikoterapisi olarak görüyoruz. Kendimizle, varlığımızla, bedenimizle olan ilişkimizi, yeniden ve başka bir bağlantıyla oluşturduğumuzda, gerek ilişkilerimizin, gerek diğer yaşam süreçlerimizin evrenle, bütünle daha esnek ve uyum içerisinde olduğunu gözlemliyor ve hissediyoruz. Sistem Dizim terapisinde danışana farklarının, uyuşmazlıklarının ve zıtlıklarının diyaloğunu nasıl gerçekleştireceğini gösteriyoruz. Bu farklılıklara şiddet veya umursamaz bir tutum ile yaklaşıldığında problemler oluşuyor. Çözümler ise buna karşı sevginin kabiliyeti ve kudreti ile oluşuyor. İlişkide kişi, temel psikolojik birlik demektir. Kendimizle olan ilişkinin terapisinin temel fikri de, kişinin öz-çekirdek varlığının kendisi için ve diğerleri için sadece hissedilen bir içsel duyum (felt sense) ile tecrübe edileceğidir. Danışanın tüm varlığıyla yeni bağlantılar oluşturarak “acısını nasıl bal eyleyeceğini” birlikte keşfediyoruz. Mükemmel olma veya hep merkezimizde olma hayalinden vazgeçmek zorundayız. Merkezimize yönelebilmek ve her zaman yeniden ona dönebilmek için bir bambu ağacının esnekliğine sahip olmayı tercih edebiliriz. Olanakları olan fakat sosyal bağımlı ve sınırlı varlıklar olarak merkezimizden doğal olarak uzaklaşırız, ama oraya çok çabuk dönebilmenin keşfini de yapabiliriz. Mehmet Zararsızoğlu TSDE Başkanı TSDE ki - Mayıs 2015 6 DOSYA KONUSU Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır… Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz, ama bir taslak olarak, derinliklerden çıkıp gelen bir varlık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabilir, ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz. - Hermann Hesse Öykümü yeniden yazarsam... Yıllar geçse de unutmadım. Sabahın gelmediği bir geceydi. Günün ilk ışıkları belirince kurtuldum kendimle baş başa kalmaktan. Nereye gideceğimi bilmeden, amaçsızca çıktım evden. Kentin uyanışı bir umut gibi çarptı yüzüme. Yalnızım. Mutsuzum. Yüreğimdeki sızıyı tarif etmem imkânsız. O kadar çok sevdim ki onu. “Ben başkasını seviyorum “ dedi ve gitti. Yapamadım. Beceremedim. Bilmiyorum nerede hata yaptım. Bunu bana nasıl yaptı? O kadında bende olmayan ne vardı? Neden onu tercih etti? Her sabah daha gözümü açmadan, yüreğimdeki sızıyla, hep bu soruyu soruyorum kendime. Bekliyorum, bir gün dönecek diye bekliyorum. Sevdim. Hayatımda ilk kez onu sevdim. İlk aşkımdı. Unutmam hiçbir zaman. “Başkasını seviyorum” dediği gece, sabahı olmayan bir geceydi. Aşk acısı yaşadım. Acıyı hissettim. Benim canımı acıtacak kadar sevmiştim birini. Ayrılık kayıptı ve belki de ölüm acısından daha berbattı. Ne çok kavga ettim onunla, kendimle? Sanki her kavga içimi boşalttı. Bir gün söylenecek söz kalmadı. Ve ben kendim için bir yolculuğa o gün çıktım. Sahi kimdim ben? Bugün hayatta olan, yalnız olan, yetişkin olan ben, diye sordum kendime. Fotoğraf makinemi o gün aldım elime. Sadece deklanşöre bastım. Hayatın tüm anlarını dondurarak mutluluğu yakaladım. ** ** TSDE ki - Mayıs 2015 7 DOSYA KONUSU Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir. - Nietzsche Gözünün içine bakmaktan ne zaman vazgeçtim hatırlamıyorum. Bir vazgeçiş noktası oldu elbette. Umudumu yitirdiğim, çocukça çırpınmalarımdan vazgeçtiğim bir an. “Defoldu gitti. Bir başına bu çocukla bıraktı beni “ derdi telefonda konuşurken. Adımı bile söylemek istemezdi. “Çocuk yattı mı, çocuk kalktı mı?” Öyle bir fazlalık hissederdim ki bu dünyada kendimi. Babam çekti gitti. Annem beni hiç sevmedi. Tüm hayatımı annem beni sevsin diye harcarken, bu sevgi dilenciliğini her yerde sürdürdüm. Herkesin yardımına koştum durdum. Bir tek anneannem vardı çocukluk anılarımda, “ Ah, benim melek kalplim…” diye sever, masallar anlatırdı bana. Birisi beni istemişti ve ben bu dünyaya gelmiştim. Babam özgür ruhlu bir adamdı. Aile kavramını bilmediği için, bir çocuğu da benimseyemedi ve gitti. Annem, beni büyütmek için çalıştı. Yorgundu. Şaşkındı. Genç yaşında o sorumluluk ona ağır gelmişti. Üstelik terk edilmenin acısını yaşarken, bir de beni büyütmeye çalışıyordu. Ama ne yaptı, ne etti beni bugüne getirdi. Anneannem, hayatımın en güzel gerçeğiydi. Beni hayallerle, muhteşem kurgularla o tanıştırdı. Masal kitaplarının büyüsünde bana eşlik etti. Çocukluğumun hayallerini kitaplarda buldum. Kitaplardan kopamadım. Ve bugün bir yayınevinde editör olarak çalışıyorum ve çocuklara mutlu öyküler yazıyorum. ** ** TSDE ki - Mayıs 2015 8 DOSYA KONUSU ÖYKÜM… Öykü nedir? Yaşamı dillendirmek, cümlelere yüklenen bir yolculuk. Öykümüz, bizim en hakiki gerçeğimizdir aslında. Her birimiz, o dile getirdiğimiz, gördüğümüz, inandığımız öykümüzün kahramanlarıyız. Kim bilir bazen de dışarıdan sadece anlatıcısıyız. Öykümüz bir yolculuk aslında. Milyonlarca spermin arasından birinci gelerek atarız adımımızı. Ancak bu yolculukta bizi neler bekler? Kimlerle karşılaşırız? Hangi hallerde bu yolculuğa devam ederiz? Hepimiz kendi öykümüzün kahramanı oluruz. Campbell’in dile getirdiği gibi, “Kahramanın Yolculuğu” kalıbı evrenseldir ve her tarihte, her kültürde insan aklının en derin köşelerinden durup dinlenmeden ortaya çıkan ve inanılmaz bir kuvvetle birbirine bağlı olan bir bileşenler bütünü olarak kendini gösterir. bir süreklilik gösterirler. Peri masalları ve mitlerin dünyasına girer girmez, yineleyen karakter tipleri ve ilişkilerin farkına varırsınız. Arayış içindeki kahramanlar, maceraya çağıran haberciler, sihirli hediyeler veren yaşlı bilge insanlar, yollarını kesmiş gibi görünen eşik gardiyanları, kafalarını karıştırıp gözlerini kamaştıran, biçim değiştiren yol arkadaşları, onları yok etmeye çalışan belirsiz düşmanlar, işlerin düzenini bozan ve bir süreliğine eğlenceli hava yaratan üçkâğıtçılar. Hepimiz, içine doğduğumuz dünyanın bilgisini içeren gizli imgelere (arketiplere) sahip olarak var olur ve yaşadığımız dünyaya yabancılık çekmeyiz. Jung’un kolektif bilinçaltından doğan peri masalları ve mitler bütün bir kültürün düşlerine benzer. Arketipler, kişiliğimizde ve düşlerimizde olduğu kadar, tüm dünyanın mitsel düş gücünde de, tüm zamanlar ve kültürler boyunca şaşılacak derecede Mitleri içimizde yaşayan bir nesne olarak gördüğümüzde, mitin en saf ve en gerçek özünü elde edebiliriz. Bir mitten öğrenmemiz gereken şey, onun kendi psikolojik yapımız içinde var olduğudur. Karşıtların bu birlikteliği ve çok anlamlılık bilinçdışının en temel özelliği olurken, öykümüzde birçok parçayı içerir. Her parçanın kendi gelişim aşamasında değişen halleri vardır ve bu haller birbirini gizler. TSDE ki - Mayıs 2015 9 DOSYA KONUSU Hepimiz birden fazla bilinçdışı mitos’un (Eski Yunanca’da öykü ) içinde yaşarız ve bu öyküden geçme hali bir ruh halini de beraberinde getirir. Jung da, arketiplerin insan zihninin değişik yönlerini yansıttığını, yani hayat dramındaki rollerini oynamak üzere, kişiliklerimizin kendilerini bu karakterlere böldüğünü öne sürmüştür. Mitler ve mitolojik model üzerine inşa edilen öykülerin çoğunda psikolojik bir gerçeklik tınısı vardır. Bu anlamda öykümüz, sadece çekirdek ailemiz değil, doğduğumuz topraklar, bağlı olduğumuz kültürle, tarihle, mitolojiyle… biçimlenir. Ve öykümüzün senaryosu nasıl yazılırsa yazılsın, kahramanları kim olursa olsun, bize bir yaşam anahtarı armağan edilir. Öykümüze girip girmemekte özgür değiliz, ancak, öykümüzü aşmakta ya da kalmak istemekte özgürüz. Büyümemiz için yaşam tüm renklerini öykümüzde sunar. Ancak biz, bazen beğenmeyiz bu öyküyü ve orasını burasını çizeriz. Oysa, öykümüz bizim en hakiki gerçeğimizdir. Bir düşünün, hatta yeniden yazın öykünüzü, size sunulan bu yaşam anahtarının hangi aşamasında takılıp kaldığınızı gözden geçirin. İçinizdeki farklı “ben” leri gözden geçirin. O çoklu gerçekliğiniz içinde kimsiniz? Hala anneden sevgi bekleyen o küçük çocuk mu? Terk eden sevgilisinin acısını hissederek “bana bunu nasıl yaptı? “ sorusunun yanıtını arayan yaralı bir çocuk mu? Yoksa hala ergenlik isyanlarında kalmış, yaşama isyan eden bir “yetişkin” mi? İşte bu soruların yanıtları adına hazırladığımız dosyada, öykümüze, yukarıdaki öykülerde olduğu gibi, dışarıdan bakarak, belki de en basit şekliyle dillendirerek yeniden yazabilir miyiz? Belki de sadece cümleleri değiştirir ya da annemizin, babamızın nedenlerini görürüz. Annenin içindeki çocuğu ya da babanın kuşaklar boyu gelen nefretini görürüz. Öykümüz bizim en hakiki gerçeğimizdir. Bir düşünün, hatta yeniden yazın öykünüzü, size sunulan bu yaşam anahtarının hangi aşamasında takılıp kaldığınızı gözden geçirin. TSDE ki - Mayıs 2015 10 DOSYA KONUSU Şekli ne olursa olsun her acı, kişide manevi bir yara açar, bu durum sanki onun dünya ile olan ilişkisine saldırıdır. İnsanı yalnızlaştırıp başkalarından uzaklaştırır ACI… Acı, hoş olmayan bir duyum, duygusal bir deneyimdir. İnsanı adeta bitirir, bunaltır, içinde açtığı uçurumda yok eder. Bir sürü duygu karmaşasında ezerek bu haliyle insanın dünyayla ilişkisine sızar. Kişinin yaşamla olan bağlarını, ilişkilerini zorlaştırır, düşüncesini felç eder. Bu durum insanın ölüme yakın bir deneyim yaşamasına karşılık gelir ve tıpkı Schoppenhauer’ın insanlığın en büyük acısının ölümü bilerek yaşamasıdır ifadesinde olduğu gibi, bize ne kadar güçsüz ve geçici olduğumuzu hatırlatır. Öykülerin de tıpkı peri masallarında olduğu gibi birçok arketipi vardır. Prens ya da prenses, kurt, avcı, iyi anne, kötü anne, iyilik perisi, cadı, Peter Pan ve yaşamda hiç büyümek istemeyen ebedi çocuklar... (Puer Acternus) İngilizce’de story, latin dillerinde storia kelimesiyle ifade edilen “öykü” aslında, store yani depo kelimesinden türemiş. Ve bu depoda başta bize yaşam veren anne babamız olmak üzere birçok kahraman ve arketip yer alır. Tamamıyla bize ait olan bu öykümüzde, ya acımızı görerek kabulleniriz ya da acının konformist alanına sığınarak, her geçen gün umudumuzu yitirir veya nevrozlarımızı işbaşına getiririz. Bu durum bizi acımızdan uzaklaştırarak, yeni nevrozlar oluşturur. Acı’nın genel tanımına baktığımızda, hazzın karşıtı olarak organizmanın kaçındığı hoş olmayan özel duyguların ve duyuların adıdır. Acı veren her uyarı kişisel bir algı içerdiği için, acı kelimesini duyan hemen hemen herkesin aklına kötü olaylar gelse de, acı nedir sorusunun cevabı herkes için farklıdır. Kiminin yaşamdaki en büyük korkusu, kimi için endişedir. Bazıları acıyı fiziksel olarak bedeninde, bazısı da ruhsal acı olarak yüreğinde hisseder. Çoğu kişi zihinsel faaliyetlerle acılarını ertelemeyi tercih eder, birçoğu da ıstıraplar içinde bir yaşam sürer. Fiziksel olarak hissedilen acı ile manevi olarak çekilen acı arasında fazla bir ayrım yoktur çünkü her acı hem ruhta hem de fiziksel olarak bedenimizde kendini TSDE ki - Mayıs 2015 11 DOSYA KONUSU gösterebilir. Yaşanan acının yoğunluğuna göre her ikisi birden hissedilebilir ya da aralarında farklı versiyonlar oluşabilir. Şekli ne olursa olsun her acı, kişide manevi bir yara açar, bu durum sanki onun dünya ile olan ilişkisine saldırıdır. İnsanı yalnızlaştırıp başkalarından uzaklaştırır. Bunun yanı sıra bazı durumlarda acının sosyal bir işlevi de vardır, ilişkilerde çekilen acılar sevginin kanıtı olarak algılanabilir. Sistem dizim terapisi kaygı, keder, yetersizlik, suçluluk, öfke gibi spesifik acıları aşma yerine kişiye bu acıları kucaklamayı öğretir. Yaşamın her anında korkup kaçtığımız Acı, aslında büyümenin bir parçasıdır. İnsanı kendinden koparıp kendi sınırlarıyla yüzleştirmesi anlamında önemli bir yaradır. Geçiş ritüellerinde kahraman olmanın yolu acılı deneyimlerden geçmektedir, bu acı dolu aşamalar geçildiği takdirde insanın bakışını genişletir. Felsefeciler de uzun yıllar acı kavramı ile haşır neşir olmuş, kendi acı tariflerini yapmışlardır. Platon, acının ve hazzın birbirinden doğduğunu göstermeye çalışırken, Aristoteles, gerçekleşen bir faaliyet varlığın tabiatına karşı olduğunda acının meydana çıkacağını söyler. Schoppenhauer ise kötümser bir bakış açısıyla gerçek olan sadece acıdır, haz ise acının yokluğunda hissedilen geçici bir durumdur der ve acının evrensel yaşama isteğinin belirtisi olduğunu ekler. Epikuros’a göre, insan için değersiz ve kötü olandır acı, irade ve zeka ile de azaltılabilir. Nietzsche ise, hatırlayan Seçim ve tercihler bütünümüze değil, acı ile baş etmek için geliştirilen parçaya aittir. TSDE ki - Mayıs 2015 12 DOSYA KONUSU insanın belleğinin çoğunlukla acı yüklü bir geçmişte ifade bulduğunu, insanın öncelikli olarak acı olanı hatırlaması yüzünden hiçbir zaman hayvanlar gibi o anının mutluluğuna sahip olamayacağını, tarihte yaşayan insan için mutluluğun zor olduğunu söyler. ACI’DAN YORULMAK MI, ACI İLE YOĞRULMAK MI? Sistem dizim terapisi kaygı, keder, yetersizlik, suçluluk, öfke vb. gibi spesifik acıları aşma yerine kişiye bu acıları kucaklamayı öğretir. Acıyı kucaklama, kişiye acısıyla var olmayı öğretir ve böylelikle yaşama hiçbir beklentisi olmadan yönelebilir. Belki de Halk Edebiyatı’nın o ünlü dizelerinde tanımlandığı gibi, “acıyı bal eylemeyi” öğretir. Kişinin bu şekilde beklentisizce yaşama yönelmesini teşvik eder. Bu bakış açısıyla kişiyi acı deneyimi ile ilgili şikâyetinden kurtarıp özgür olmasını sağlamaktan çok ilk kez acısıyla baş başa kalma duygusuyla yüzleştirip, yetişkin olmaya yöneltir. Bu durum sınırlarımızı kabul edip, acı çekmemizin yükünü taşımamıza yardımcı olur. Yaşamın her anında korkup kaçtığımız Acı, aslında büyümenin bir parçasıdır. Öykümüzden kaçış, acıdan Jung, acıdan kaçarken oluşturduğumuz nevrozları, kişinin yaşamda yapması gereken asli görevlerden kaçması sonucu çektiği sahte acılar olarak görür. da kaçmayı başlatır. Bazı durumlarda acımıza sığınırız. Yaşam kaynağımız olur acı. Acı bizi beslerken, acılı yanımızda, o kadar güzel kabul görür ki, bu “mağdur olma“ halinde takılır kalırız. Acının bu konformist alanında zaman içinde özgüvenini yitiren kişi “öğrenilmiş çaresizlik“ içinde kaybolur. 1970’lerde Martin Seligman’ın köpeklerle yaptığı bir araştırma sonrası geliştirilen “Öğrenilmiş Çaresizlik“ kuramına göre özgüvenini yitiren kişinin sorunu halletme yönünde hiçbir inancı kalmaz. “Ne olursa olsun yapamayacağım“ inancıyla pasifize olarak yaşamına devam eder. ACI’MDAN KAÇARSAM… Sadece acıyla büyüyebileceğimiz gerçeğini görmezden gelerek acıdan kaçmak için farklı birçok yola saparız. Kendimizi unutacak kadar yoğun olabilir, yaşadığımız her şey bizim dışımızda gerçekleşiyormuş TSDE ki - Mayıs 2015 13 DOSYA KONUSU Kişi acıları ve yaralarıyla var olmayı öğrenmek adına kendi öyküsünün kahramanı olmak için iç dünyasında bir yolculuğa çıkar ve başlar kahramanın yolculuğu... gibi davranabilir, acılarımızı görmezden gelerek sanki yoklarmış gibi var olmaya, akıl ve mantığın yardımıyla acımızı hissetmemeye çalışabilir hatta spritüel yöntemler yardımıyla kendimizi acıdan tamamen arındırdığımızı zannedebiliriz. Fakat acıdan kaçmak için saptığımız her yol bizi nevrozun kapısına getirir ve o an için bu nevrozlar hayat kurtarıcı gibi görünse de bizi kabul duygusundan uzaklaştırır. Kabul duygusu gerçekleştirebilmek için kişinin önce kendini ve öyküsünü kabul etmesi gerekir. Bu, tüm acı ve travmatik yanlarına rağmen geçmişimizin değişmeyecek bir hakikat olduğunu ama tek gerçeğimiz olmadığını kabul etmektir. Kabul duygusuna alamadıklarımıza diretmeden ulaşabiliriz aksi takdirde bu durumu alamadıklarımızın hayıflanmasıyla eşimize, patronumuza, yakınlarımıza kısaca ilişki içinde bulunduğumuz herkese yansıtır, çocuklarımızın da ayrışmasına izin vermeyiz. İşte tam da bu sebeplerden dolayı acı bir ilişki kavramıdır. lunan temel acımızdan daha büyük bir acıya sebebiyet verir. Bir zaman sonra, temel acının yanına nevrozun yarattığı acı eklenir. Bu sefer nevrozun yerine başka bir nevroz koymamız gerekir ve biz bedenen ve ruhen tamamen kontrolü kaybettiğimiz, acının ötesine geçmek için çırpınıp durduğumuz ama hep acıya mahkûm olduğumuz bir yapının içinde kaybolmaya başlarız. Dolayısıyla nevrozlar acıdan kaçarken bir dönem acıyı hatırlatmayarak bizi rahatlatsalar da bu sefer nevroz olarak seçtiğimiz şey bizim özümüzde bu- Carl Gustav Jung, acıdan kaçarken oluşturduğumuz nevrozları, kişinin yaşamda yapması gereken asli görevlerden kaçması sonucu çektiği sahte acılar olarak TSDE ki - Mayıs 2015 14 DOSYA KONUSU görür ve nevrozun nedenini geçmişte değil şimdiki zamanda aradığını söyler. Yerine getirmekten kaçtığımız ama yapılması gereken görevlerimizden, kendi özümüz ve gölgelerimizle dürüst bir karşılaşmadan ve gitmeyi tercih etmediğimiz yerlere yapılacak derin bir yolculuktan kaçıştır bu aslında... Fakat gitmeye gönüllü olmadığımız yerlere er geç sürükleniriz, bize düşen tüm bunları bastırıp başkalarına yansıtmak yerine, yaşamaktır. Gelişimimiz süresince acı deneyimler sonucu oluşan travmalar ne kadar erken gerçekleşmişse, onlar için oluşturulan savunmalar da o kadar sistematik olur ve derinlerde saklanan yara dokunulmaz hale gelir. Böyle bir insan yaşamda güçlü bir konuma sahip olsa bile çocukluğunun esiri olduğu bir halle yaşamda var olur. İçinde sakladığı yara, ilişkilerini ve hayatta attığı adımları belirler. Çünkü kişi, bir acı yaşadığında almış olduğu karar sonucu oluşturduğu duygu ve düşüncenin mahkûmiyetinde bir hayatı yaşamayı seçer. Niye ben? Ben bununla nasıl baş edeceğim? düşünceleri ile kendisini o acı deneyimi ile kısıtlayarak, kendini varlığında bulunan imkanlara da kapatıp, bu durumu tek gerçeği olarak yaşamayı seçer. PEKİ YA OLANAKLARIM? Çocukluk yaralanmalarının ardından alınmış kararlar, kişinin olanaklarını görmesini engeller. Çünkü sorun ve onun çözümüne odaklanan kişi, kendi kaynaklarının farkında olmadığı bir yaşam sürer. Bu durumda başına gelenler yüzünden değil, yaşadığı durum ile ilgili oluşturduğu algıları yüzünden yaralanır ve kendini kısıtlar. Karen Horney nevrozu, “insanın yaratıcı kimliğini yaşamasına imkân veren bireysel benliği kaybetmesidir” diye tanımlar. Dile getirilen problem aslında çözümün kendisidir, çünkü problemi ne kadar görürsek olanaklarımızı da o kadar görebiliriz. Seçim ve tercihler bütünümüze değil, acı ile baş etmek için geliştirilen parçaya aittir. Maslow’a göre kendini gerçekleştiren insan, var olan değerlerine yeni bir şey katmıyor sadece bütünlüğünde olan Bütün o mitolojik öyküler, arketipsel yapılar bize, içinde doğduğumuz dünyada belirli bir hal ve konuma gelene kadar, güven, aidiyet, korunma duygusuyla kalıp, oradan ayrılmamızı ve bir hicrete yönelmemizi öngörüyor. TSDE ki - Mayıs 2015 15 DOSYA KONUSU Hicret özellikle de insanın kendi iç dünyasında yapacağı bir yolculuktur, acı gerektirir. Hangi kahraman acı çekmeden bu yoldan geçebilmiştir? yitirdiklerine yeniden kavuşuyordu. İnsana bu yeni bakış açısı sonucu, kişi de içindeki zıtlıklara bakarak bunlardan sadece bir tanesi olmadığının farkına varmalıdır. Sistem Dizimleri Terapisi kişiyi geçmişe bakıştan an’a ve geleceğe yönelterek tüm bu perspektifleri sunar. Geçmişte yaşanmış olayları değiştirme gücüm olamadığı gibi buna gerek olmadığını anlamak, içinde bulunulan her an’ın yeniliğine ve yaratıcılığına güç katar. An’ın yeni ve yaratıcılığına inanan kişi acıları ve yaralarıyla var olmayı öğrenmek adına kendi öyküsünün kahramanı olmak için iç dünyasında bir yolculuğa çıkar ve başlar kahramanın yolculuğu. KAHRAMANIN YOLCULUĞU Psikolojik terminolojide, Kahraman arketipi, Freud’un ego–anneden ayrılan ve kendisini insan ırkının geri kalanından ayrı tutan kişilik bölümü–olarak adlandırdığı şeyi temsil eder. Kahraman ya da Aşama arketipi egonun kimlik ve bütünlük arayışını simgeler. Hepimiz aslında, eksiksiz, entegre insanlar olma sürecinde, içimizdeki iyilik perileri, canavarlar ve cadılarla yüzleşiriz. Kendimizi tanıma arayışında, yaşam karşımıza çok farklı insanlar çıkarır. Aslında hepsinin farklı bir yol göstericiliği vardır. Belki de bu kimlikler, baştan çıkarıcı, hain, günah keçisi, rehber, arkadaş, dost, dolandırıcı, âşık ya da düşman olabilir. Belki de bunlar bizim kişiliğimizin bilmediğimiz bir parçası da olabilir. Gerçekleştirmeye çalıştığımız psikolojik görev, tüm bu ayrı bölümleri, tastamam, dengeli bir varlığa dönüştürmektir. Hicret özellikle insanın kendi iç dünyasında yapacağı bir yolculuktur, acı gerektirir. Hangi kahraman acı çekmeden bu yoldan geçebilmiştir? Bu aslında kişinin bilincinin nasıl genişleyeceğine dair, “öz benlik” dediğimiz, öz hakikatine doğru bir yolculuktur. Burada ayrışmak, hicret öylesine önemlidir ki. Bütün insanlık tarihine ve dinler tarihine baktığımızda pey- TSDE ki - Mayıs 2015 16 DOSYA KONUSU gamberlerin bile, hep bir hicret hali içinde olduklarını görüyoruz. Bulundukları yerden ayrıldıklarında alışık oldukları o konformist alanı bırakıp, bilinmezlik içerisinde acı ve eziyet içinde inzivaya çekildikleri, bu durum sonrasında onlara peygamberlikle ilgili, yazı, ilham ve seslenişlerin geldiği biliniyor. Hz. Muhammed’in Mekke’den ayrılması ve Medine’ye doğru gitmesi ya da inzivaya çekildiği dönemde ayetlerin gelmesi ve bir çok savaş kazanıp geriye döndüğünde peygamber olması gibi... Dolayısıyla bütün o mitolojik öyküler, arketipsel yapılar bize, dünyada belirli bir hal ve konuma gelene kadar, güven, aidiyet, korunma duygusundan ayrılmamızı ve bir hicrete yönelmemizi öngörüyor. Çünkü yaşamın öngörüsü budur. Ancak bu döngüler sonrasında kişi, değişmiş bir şekilde kendi özüne dönüp, bireyleşip, öz hakikatine ulaşabiliyor. Tüm insanlığın ortak gelişiminde, Hıristiyanlıkta ve Yahudilikte de hep böyle... Tüm bu sebeplerden, ayrılık yaşamda çok önemli. Kendi özümüze dönebilmek için hicret gerekli, çünkü içimizdeki karanlık yanlarımızla oluşturduğumuz konformist alanı aşamadığımız sürece, geçmişin tekrarında debelenip durmaktan, semptomlara yakalanmaktan, ilişkilerimize bunu yansıtmaktan öteye geçemiyoruz. durmayı tercih edebilirsen, o acılı halini görmeyi yüreğinde becerebilirsen, bu öyküde kalmayı bırakıp çıkmayı tercih edebilirsin noktasına gelebilmek önemli olan... Bu yolculuğun değişik tanımları yapılmış, Hermann Hesse, Siddharta’da bunu şöyle dile getirmiş; “Bir hedef bulunuyordu Siddharta’nın önünde, tek bir hedef: Arınmış olmak, susamalardan arınmış, isteme- Sistem Dizim Terapisi kişinin o görmediği, bilmediği ama içinde var olduğunu bildiği kaynaklarına güvenir ve bunları dönüştüreceğine inanır. Sistem Dizimleri Terapisi’ne göre, kişiliğimizin bilinç ve bilinçdışı bölümlerini birleştirme girişimi olarak adlandırılan bu süreç, “ayrılma- aşama- dönme“ evrelerinden oluşur. Aslında yaptığımız yolculuk kendi iç yolculuğumuzdur. Kahraman arketipiyle simgelenen, egonun kimlik ve bütünlük arayışıdır. Zahmetli ve genellikle tehlikelerle dolu olan bu yolculukta, kişiliğimizin, gizli kalmış, bastırılmış, çoğunlukla da acı ve günah yüklü olan bölümü ile, yani gölge yanlarımızla tanışırız. Bu ürkütücü ve güçlü olan yanımızla birlikte yaşamayı öğreniriz çünkü bütünleşme, ancak zıtlıkların kabulüyle gerçekleşir. Zararsızoğlu’na göre Sistem Dizimleri Terapisi, varlığımızın bilinçli tarafının, bilinçdışı yanımız ile şefkatli ve öngörülü bir diyalog geliştirmesi ve ayrık parçalarının bütünleştirilmesi sürecini destekler. Yetişkin bir erkek veya kadın olmak yalnızlık gerektirir, ayrışmak, anne babadan, o acının konformist alanından ayrılmak acı gerektirir. Kim hicretini acı çekmeden tamamlayabilir ki? Hicret, bunun için gerekli. Ayrılma. Hep acı dediğimiz, durmak ve acı. Ancak durduğumuzda iç seslerimize karşı hassas olabiliriz. O iç seslerimizi duyabilir, nevrozları oluşturmaktan bir miktar imtina ile kaçabiliriz. Durmak. Orası da çok acı verici, ama en sonunda gelmemiz gereken en önemli durak. İlk durak. Çünkü bizim en hakiki öykümüz orası. Eğer kalmayı becerebilirsen, TSDE ki - Mayıs 2015 17 DOSYA KONUSU Hep acı dediğimiz, durmak ve acı. Ancak durduğumuzda iç seslerimize karşı hassas olabiliriz. O iç seslerimizi duyabilir, nevrozları oluşturmaktan bir miktar imtina ile kaçabiliriz. lerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksiz düşünmelerle mucizelere kapı açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz.” Dante Alighieri de, “İlahi Komedya’da” bir yolculuğu anlatır. İtalyan Edebiyatı’nın en önemli yapıtlarından biri olan İlahi Komedya’da Dante’ye Latin şair Vergilius rehberlik eder, Cehennem, Araf ve Cennet yolculuğunu anlatan Dante, Araf’ta bir değişim süreci yaşar. Araf’ın katlarında, Vergilius’un yerini aşık olduğu kadın Beatrice alır ve birlikte Cennet’e doğru yol alırlar. bakıldığında görülen bu iki ayrı görüntünün beynin farklı bölgelerini harekete geçirdiğini MR taraması ile kanıtlamışlar. Bu araştırmaya göre, kişinin bakış açısı değiştikçe beynin farklı bölgelerinde aktivite oluyor ve beynin nöron kümeleri arasında ileri geri kayma gerçekleşiyor. En başta tek yönlü gören denekler bakma sürelerinin uzamasıyla iki bakış arasında gidip gelmeye başlayınca beyin araştırmacıları sabit bir görüntüyü neden iki farklı şekilde görüyoruz sorusunu ön plana çıkarmışlar. Yoksa bizler de yaşamımız boyunca iki hali de doğru olan durumlardan birine odaklanarak bir tanesini tercih edip, onu tek tercihimiz olarak mı yaşıyoruz? Veya farkına vardığımız iki seçenek arasında gidip geldiğimiz nevrozlarımızla var olmayı mı seçiyoruz? Paulo Coelho da 1986’da Pireneler’den Santiago de Compostela’ya kadar yaptığı 700 kilometrelik ortaçağ yolunu tamamladıktan sonra ilk romanı “Hac“ la Coelho Edebiyatı’nın yolun açar. Aslında yol, bir amaç değil, yazarın rehberi Petrus’la kendi iç dünyasına yaptığı bir yolculuktur. BENİM TEK BİR SEÇENEĞİM YOK… Yaşama tek bir seçeneğimiz varmış gibi bakar ve öyle devam ederiz. Oysa bir küp resmine uzun süre bakıldığı zaman içeri ve dışarı doğru iki farklı açıdan görülür. Hangisine odaklanılırsa o görüntü netleşir ve bakış açısı sürekli değişir. Araştırmacılar, küpe TSDE ki - Mayıs 2015 18 DOSYA KONUSU Yaşamımızdaki olanakları görüp farkına vardığımız zaman olanaklarımız artar böylece kendimize ve ilişkilerimize tekli gerçeklikten değil çoklu gerçeklikten bakabiliriz. Çocukluk yaralanmalarımız sonucu aldığımız kararlar yerine kendi olanaklarımın farkında olarak yaşamda var olmayı seçtiğimde, bilinçaltının değil olasılıklarımın farkında bir yaşamı seçmiş olurum. Sistem dizimleri açık bir bilinçle kişiyi, varlığında bulunan kaynaklarıyla buluşturup, kendi tercihi ve isteğiyle tüm bunları dönüştürebileceği bir yolda yardım eder. Bu yolda, yaşamımıza takılı kaldığımız tekli gerçek yerine çoklu gerçekten bakıp tanımadığımız kişilik yapımız, bedenimiz, her ikisi arasındaki bağlantıda irtibatsızlık varsa bu irtibatsızlığın nerede olduğu, hepsinin sağlığımıza, ilişkilerimize olan yansımalarını görülebilecek bir süreçten geçilip, tüm bunlara dair yeni bir bakış açısı kazanılır. Kişiye yaşamda nefes aldırıp, adım attıran öyküsünü böyle bütün açılardan görüp içselleştirebilmesidir. Kişinin problemini farklı bağlamlarda ve çoklu gerçeklikte ne kadar görebilme ihtimali varsa olanaklarını da o kadar arttırabilir. Kişinin bilinçaltı işleyen dinamiklerinin işleyişini ve kendisini nasıl etkisi altına aldığını görmesi ve oradaki şifrelerle yüzleşmesi bu zor ve kompleks yapıyı dönüştürmek için atılan ilk adımdır. Bu sebeple Sistem Dizimleri Terapisinde, Aile dizimlerinin fenomenolojik yanı ile çalışılır. Dizim çalışmalarında oluşan bilgi danışana nefes aldırma adına kıymetli fakat tek başına yeterli değildir. Bir sonraki adımda sistemik yaklaşımı kullanarak danışanı güçlendirecek kaynaklarla buluşturup yeni bir algı oluşturmasına yardımcı olunur. Dizimler ve sistemik yaklaşımın birlikteliği açık ve esnek bir yaşama alan açar, çünkü fenomenolojik bakış açısı ve sistemik konstrüktif metot gerçekliğimizin farklı düzlemlerini yansıtır ve her ikisinin birlikteliğiyle danışanda bütünlük sağlanır. Sistem dizim terapisi kişinin o görmediği, bilmediği ama içinde var olduğunu bildiği kaynaklarına güvenir ve bunları dönüştüreceğine inanır çünkü her insanın asli programında aslında bir yükseliş vardır. …çünkü her insanın asli programında aslında bir yükseliş vardır. TSDE ki - Mayıs 2015 19 SÖYLEŞİ Ben, içimde olan sesi, duyulmasını istediğim sedaları araya engel koymadan seslendirdiğimde, bu değişik düzeylerde, içsel ve zihinsel düzeyde de “ben kendimi ifade edebilirim” hissini olgunlaştırıyor, ilerletiyor. ARON SALTIEL “Bedeni algıla ve an’a gel…” Aron Saltiel, kültürler arası zenginlikten çıkmış bir Beden Terapisti. 1986 yılından beri Graz’da yaşıyor ama doğum yeri İstanbul. Azınlık olarak doğmuş ve daha çocukluğunda üç dil konuşmaya başlamış. Beden Terapisti, şarkıcı ve ses pedagogu, dil bilimci ve Breema uzmanı. Ve bütün bunların arasında, bir de Nasrettin Hoca’nın yurtdışındaki tanıtım elçisi ve kendi yaşamını da bir Nasrettin Hoca fıkrası gibi görüyor, “Sen de haklısın” Onun bu zenginliğinde eğitim sürecimiz boyunca hem bedenimizi, hem de terapiyi yeniden tanımladık. Saltiel’e göre terapinin amacı, kişinin olduğu yere gelmesi ve buraya geldiğinde de problemlerini çözmesi için gereken her türlü kaynağın ve kuvvetin yakınında, elinin altında bulunduğunu görebilmesini sağlayabilmesi. Elbette Aron ile sohbetimizde laf lafı açtı ve onun renkli kişiliğine uygun olarak sohbetimizde ses, beden ve kültürlerarası zenginliğe değindik. · ARON SALTIEL KİMDİR? Sistem Dizim Terapisi yönelimli Beden Psikoterapisi Eğtimi’nin II. Modülü için TSDE davetlisi olarak doğup büyüdüğü şehir İstanbul’a gelen Aron Saltiel, Tercümanlık ve dilbilim okuduktan sonra, psikosentez, sistemik aile terapisi, dizim çalışmaları, hümanist ve kişilerarası psikoterapi konularında eğitim ve geliştirme eğitimleri almış, sonra Graz ve Viyana Sanat Üniversitesi’nde eğitim görevlisi olarak çalışmıştır. Şarkıcı ve ses pedagogu olarak yoğun bir şekilde nefes alma ve beden çalışmaları ile ilgilenen ve BREEMA beden çalışmasını uygulayan Aron Saltiel, 1986 yılından beri Graz’da psikoterapist ve süpervizör olarak serbest çalışmaktadır. TSDE ki - Mayıs 2015 20 SÖYLEŞİ Türkiye’de doğdun ve azınlık olarak yaşadın, kendi topraklarından hep uzak kaldın, şimdi yurtdışında yaşıyorsun, hepsi aslında senin kültürel zenginliğin. Yaşadıklarının bu alana yönelmende etkisi var mı veya bu yaşanmışlıkların sende bıraktıkları neler oldu? Ben etkisi olduğu kanısındayım, hatta çevrem ve geçmişim dolayısıyla olduğundan eminim. Söylediğin gibi, Türkiye’de bir azınlık grubu içine doğdum. Çocukken üç dil konuşmayı öğrendim, ama benim içinde yaşadığım cemaatte herkes en az üç dil konuşurdu, yani bu durum çok olağan bir şeydi. İnsan bir dili konuştuğu zaman o kültürün bir tarafını da benimsiyor, çünkü dil, kültürün kapısı ve oradan içeri girilebiliyor. Bir dili konuştuğu zaman, insanın “gerçek şudur” şeklinde bildiğini savunması güçleşiyor. Yani insan, bildiği, yaşadığı ve duyduğu bir şey için “gerçek budur” diyebilir, ama bu, “bundan başkası da doğru değildir” demesini gerektirmez. Belki de, bu sebepten değişik sistemlere, değişik dünya görüş tarzlarına bir açıklık oluşuyor. Bence terapist olacak insanların birden fazla dil bilmesinde, farklı kültürleri tanımış olmasında, bir müddet kendi ülkesinin dışında veya kendi ülkesinin içinde başka bir etnik gruplarla yaşayıp onları yakından tanımış olmasında fayda var. O kültür, daha saygın, öbürü daha prestijli, bence hiç fark etmiyor. Bunun önemi yok önemli olan sadece relative edebilmek. Peki bu durum sonucu bir travma yaşadın mı? Buna Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasını anlatarak cevap vermek isterim. Nasreddin Hoca’nın bir fıkrası vardır. İki kişi çelişkideymiş, hoca kadıyken hocaya gelmişler. Biri derdini anlatmış, hoca “sen haklısın” demiş, öbürü “ hoca, beni dinlemedin” diye itiraz etmiş, “peki, seni de dinleyeyim” demiş hoca. O da anlatmış, hoca onu dinledikten sonra a “sen de haklısın” demiş. Karısı gelmiş kulağına “hoca, bunların problemleri var, ikisi de haklı olamaz” demiş. Hoca karısına dönmüş ve “sen de haklısın ” demiş. Mono kültürel tutumda prensip ya o, ya bu mantığıyla işliyor. Bu doğru, bu yanlış diyoruz. Çünkü böyle bir seçim tarzı insana daha yakın geliyor. İnsan bikültürel ya da multikültürel olarak yaşadığı zaman, doğru budur, yanlış budur demekten ziyade, bu var, onun götürdüğü yer şöyle ve neticeleri bunlar, bir de bu var ve onun gerçeklik içeriğini değil beni nereye götürdüğünü görebiliyorum. Benim belli bir yere erişebilmek için hangi yöntemi kullanıp hangi yolları seçtiğim önemli olan... Ve bu perspektiften bakabilmem... Nasreddin Hoca fıkralarını yurt dışında anlattığını biliyoruz, felsefesini bir de senden dinlemek isteriz? Nasreddin Hoca’nın her fıkrası kendi başlı başına bir felsefe, Nasreddin Hoca fıkralarını ben hem grup çalışması yaparken hem sahnede müzikle birlikte anlatıyorum. Nasreddin Hoca, yüzyılların dolgusu, birikimi, yüzlerce kuşağın oluşturduğu bir hikmet meyvesi ve herkes, onu kendi anlayışına göre bulunduğu düzeyden anlayıp, yorumlayabiliyor. Nasreddin Hoca fıkrasının şu anlamı ya da bu anlamı doğru diye yorumlanamaz. Çünkü herkes Nasreddin Hoca’dan kendi anlayışına göre bir şey çıkarabilir ve belki varacağı yer için bir hatırlatma olarak alabilir. İnsan bir dili konuştuğu zaman o kültürün bir tarafını da benimsiyor, çünkü dil, kültürün kapısı ve oradan içeri girilebiliyor. TSDE ki - Mayıs 2015 21 SÖYLEŞİ İçimizde hızlı bir ilerleme isteği var ama, bu istekle birlikte sık sık unuttuğumuz bir şey oluyor, o da ileriye gidebilmek için önce olduğumuz yere gelmemiz lazım, bu ilk yanılgımız. Herkesin anlayabileceği bir dilde, imajlarda basit ama anlamı derin. Transkültürel bir fenomen. Örnek olarak ben Nasreddin Hoca fıkralarını yurtdışında Türk ve İslam kültürünü bilmeyen dinleyicilere anlatıyorum. Bazen bir fıkra bitince şöyle bir duraklama oluyor, ondan sonra jeton düşünce insanlar rahatlıyor ve arkasından gülme geliyor. Anlaşılana kadar bir takım yollardan geçiyor, çok ilginç ama, sadece kendi kültürüne değil, kültürlerarası, evrensel bir değere sahip. Beden ile çalışmaya ne zaman ve neden başladın? Ben, ses ve şan eğitimimin ardından grup çalışmasında kişilere, gayret sarf etmeden ses çıkarıp, şarkı söylemeyi öğretmeye başladım. Sizlerle yaptığımız ses çalışmasının temelleri de o zaman atıldı. Bu grup çalışmalarında, ses vermeye başladığımız zaman çoğunlukla katılımcıların bazıları hislenmeye, ağlamaya, duygusal tepkiler vermeye başlıyordu. Böyle durumlarda ben bilgim olmadığı için, “ne yapayım, nasıl müdahale edebilirim, ne yapmam doğrudur” diye sorularla kalıyordum ve ilerleyemiyordum. Sonra farkına vardım ki, terapistler için, katılan ağlasın, bağırsın, sevinsin, gülsün hiç problem değil. Bu durum, terapist için, akış içinde olan gayet normal bir hal. Ben de kendi kendime “psikoterapi öğrenirsem, hissi tepkilerle nasıl baş edebileceğimi bilirim ve daha iyi bir ses eğitimcisi olabilirim” dedim. Bu düşünceyle psikoterapiye başladım, bir psikoterapi grubuna gittim, bu, bir çığlık terapisi grubuydu, neredeyse iki yıl gibi bir süre her hafta sonu beraber çığlık çığlığa çalıştık. Bunun çok yararını gördüm. Çünkü bu çalışma bana vücudumun içinde olan uyarıları kolaylıkla dışarı çıkartmamı öğretti, ben de bu öğrendiklerimi yavaş yavaş ses çalışmalarıma entegre etmeye ve terapi tecrübem derinleştikçe ses çalışması sırasında daha terapötik müdahaleler yapmaya başladım. Beden ve terapi ilgim de oradan doğdu, daha sonra değişik yöntemler öğrendiğimde yine daima bedeni işin içine katmak benim için önemli oldu. Peki ses çalışmasının önemi nedir, sen ses çalışmasını nasıl kullanıyorsun? Ben ses çalışmasını genellikle terapi çerçevesi içinde, yani bir yerde bir eksiklik, bir bozukluk var bilinciyle gelen kişilerle yapmıyorum. Bu çalışmayı, sesim daha kolay duyulsun, daha gür olsun, daha iyi duyayım, daha doğru şarkı söyleyebileyim amacıyla gelenlere uyguluyorum. Fakat tüm bu çalışmalarda gördüğüm, TSDE ki - Mayıs 2015 22 SÖYLEŞİ Çocuklar, hoplayıp zıplayarak, kendi kendilerine şarkılar uydurarak bunu sürekli yapıyorlar. Çünkü bu, bedenle ilgili en doğal deneyim tarzı. O yüzden bunu şimdi yetişkinlerle yaptığımız zaman tekrar o safhada tamamlanması gereken hareketler varmış gibi bıraktığımız yerden devam edebiliyoruz. Bunu yaparken bazen kişiler regresif bir ruh haline girebiliyor ama burada bahsettiğim çocukluktaki özgürlük hissini hatırlatacak bir regresif hal, problematik hal değil. Beden algısını, doğumdan önce annemizin karnında geçirdiğimiz safhalarla başlayarak dünyaya geldikten sonra da değişik hareket şekilleriyle algılıyoruz. Yolculuğa tek hücreli varlık olarak başlayıp sonra balık, balıktan kuyruk oluşuyor, daha sonra kuyruk kayboluyor ve insan formuna dönüyor. Annemizin karnında bütün bu evrim safhalarını geçirdikten sonra dünyaya geliyoruz. Dünyaya geldikten sonra vücudumuzu algılamaya başladığımızda önce sadece omuriliği hareket ettirebiliyor ve ellerimiz kollarımızla bilinçsiz irademize tabii olmayan hareketler yapabiliyoruz. İlk ilerleme hareketleri omurgayla başlıyor ve ondan sonra iki kolumuzu kullanmaya başlıyoruz. İki kolumuzu kullanırken bacaklarımızı da arkadan sürükleyerek kaplumbağalar, kurbağalar şeklinde harekete devam ediyoruz. Bunu mono lateral dediğimiz, iki sağ ve sol kol, sağ kol sağ bacak, sol kol sol bacak ile yaptığımız hareketler izliyor. Bu ise kertenkelelerin ve sürüngenlerin hareket tarzıdır. Oradan dört ayaküstünde karşılıklı kontra lateral hareketlere geçiyoruz. Sağ kol sol bacak, sol kol sağ bacak ve en sonunda düzelip yani dikey hale gelip ayaklarımızın üzerinde yürümeye başlıyoruz. Eğitimde hepimiz sanki bedenimizi yeni algılıyor gibiydik, insanlarda beden algısı ne zaman oluşur? Beden algısı aslında daha biz doğmadan önce, annemizin rahminde var olduğumuz andan itibaren başlayan bir şey. Kişinin kendini en doğal tanıma şekli bedenseldir. “Ben neyim, ben var mıyım?” diye sorduğumuz zaman bunun cevabını bilemeyiz ya da veremeyiz belki, ama “benim bir bedenim var“ dediğim anda, içimde, bedenin burada ve var olduğunu bilen bir öğeyi harekete geçirmiş olurum. Bütün bu süreçlerde buna paralel olarak hareketlerimizle, vücut algılamamızla sanki o evrim safhasının bilincini yaşar gibiyiz. İnsanlığın oluş tarihi olan tek hücreliden başlayıp bugüne kadar geçirdiğimiz safhayı bir kere de o hareketlerle geçiriyoruz. Bunların hepsinde beden bilincindeyiz, ama hepsinin de beden bilinci farklı. O yüzden nihayet ayaklarımız üzerinde durup yürüdüğümüz zaman, “ben insan beden bilincindeyim” diyebiliyoruz. Bu bilinç de 9 ile 12 ay arası yavaş yavaş gelişiyor ve bugünkü anlamda beden bilincine tahmin ediyorum ki o zaman sahip oluyoruz. ses çalışması insanın kendini ifade etmesini kolaylaştırıyor. Ben içimde olan sesi, duyulmasını istediğim sedaları, araya engel koymadan seslendirdiğimde, bu değişik düzeylerde, içsel ve zihinsel düzeyde de “ben kendimi ifade edebilirim” hissini olgunlaştırıyor, ilerletiyor. O yüzden biraz şarkı söyleyip, şarkının titreşimlerini bütün bedenimde hissettiğim zaman yine bu bana var olduğumu hatırlatıyor. Aynı şeyi sahnede yapan müzisyenler de, hem kendi sesleri hem de bir müzik aletiyle dinleyiciyi bu şekilde besliyorlar, oluşan enerji oradaki kitleye geçip onları da harekete geçirebiliyor, onların da içlerinde önemli olguları hatırlatabiliyor. TSDE ki - Mayıs 2015 23 SÖYLEŞİ Terapide bedenin önemi nedir, terapistin beden algısı üzerine neler söyleyebilirsin? İlk söyleyebileceğim, terapistin kendi bedenini algılayıp, bunu kullanarak an’a gelme imkânı, illaki bunu yapmalıdır demiyorum, bunu yapabilmek için değişik araçlarımız var. Ben seminerlerime, eğitimlerime gelen öğrencilerime böyle gösteriyorum. Önce bedenimi algılayıp, bedenimin desteğiyle var olduğumun bilincime varmak istiyorum, ondan sonra yapacağım her şey, hazır olarak yaptığım şeydir. Yaptığım her müdahale hazır ve nazır olarak yaptığım bir müdaha- Bir diğer yanılgımız da, kökü geçmişte olabilecek veya bugün yaşadığımız olayları, bizim ilerlememize engelmiş gibi görmemiz, halbuki ilerlemenin hedefi bütünleşmektir. ledir. Bu gelişen bir süreçtir. Elbette, “devamlı hazırım, şimdi ne olduğumu biliyorum” diyemem, birisi derse de kolay kolay inanmam. Bu, devamlı olarak hatırlayabileceğim ve bana göre de hatırlamam gereken, bu yolu seçtiğim için gerekli gördüğüm bir harekettir. Bana terapiye gelen kişi, karşısında “var olduğunu bilen”, “hatırlayan” birisini görünce, kendisi de beden algısını hatırlıyor. O zaman merkezine yaklaşmış oluyor. Yüzde yüz merkezimizde olmasak bile, yapabileceğimiz o merkeze doğru bir adım atmak. Bu benim kullandığım bir yol, tabii ki değişik tanımları ve hedefleri olan birçok farklı beden terapisi şekli var, benim çalıştığım yöntemde bedenin amacı bu diyebilirim. bir ilerleme ve yükselme süreci içinde olduğumuz için, çoğu zaman olduğumuzdan daha ileride olabilmeyi istiyoruz. İçimizde hızlı bir ilerleme isteği var ama, bu istekle birlikte sık sık unuttuğumuz bir şey oluyor, o da ileriye gidebilmek için önce olduğumuz yere gelmemiz lazım, bu ilk yanılgımız. Bir diğer yanılgımız da, kökü geçmişte olabilecek veya bugün yaşadığımız olayları, bizim ilerlememize engelmiş gibi görmemiz, halbuki ilerlemenin hedefi bütünleşmektir. Terapi nedir, sana göre terapinin amacı nedir? Ben, terapinin amacını; danışanın bulunduğu yere, olduğu yere gelmesi olarak görüyorum. Devamlı Bu bakış açısıyla terapinin amacı, kişinin olduğu yere geldiğinde problemlerini çözmesi için gereken her türlü kaynağın ve kuvvetin yakınında, elinin altında bulunduğunu görebilmesini sağlamaktır. Sistemik terapide kuvvet kaynaklarımız daima yanımızdadır, fakat gerçekten de geçmişte yaşadığımız olaylar, TSDE ki - Mayıs 2015 24 SÖYLEŞİ travmalar, şartlanmalar, bizim bu kaynakları görmemizi engelleyebilir. O yüzden terapi, bir yerde mecazi anlamda da kişinin gözünün açılması ve bulunduğu yere gelip kökü geçmişte olan o yaraları bu perspektiften görebilmesidir. Eğer kişi, bu sözünü ettiğim sorunlar geçmişe ait, oysa ben, bugün şu anda buradayım, o zaman, öğrendiğim şey, acaba bugün için hala geçerli mi, önceden öğrendiğim çözümü, bugüne uyarlamam şimdi nasıl bir problem yaratıyor? gibi soruların cevaplarını verebilir ve etrafına bakıp, “bugün olan kaynaklarım nedir?“ ve “şu andaki olanaklarım nelerdir?“ noktasına gelirse, olduğu yere gelmiş sayılır. Eğer elindeki kaynakları göz ardı edip, “olduğumdan başka bir yerde olmak istiyorum” dediği zaman, üç adımı birden atması gerekir, işte bu, hem fiziksel hem de mecazi anlamda mümkün değil. Bedenin önemi de burada işin içine giriyor, beden daima burada, bu anda, şimdi de nefes alıyor ve veriyor, bedenimizi bu şekilde algıladığımız zaman, kendimizin de bedene sahip bir bütün olarak, şu anda bulunacağımızı hatırlamış oluyoruz. Danışanla çalışırken bedeni nasıl kullanıyorsun, özellikle kullandığın bir durum var mı, yoksa bedeni her çalışmana dahil ediyor musun? Danışanlarla çalışırken Breema hareketlerini gösterdiğim durumlar sık oluyor, bazen terapinin sonuna doğru, ben onlara Brema çalışması yapıyorum. Eğer onlar, bedenle birleşmenin tadına varmışlarsa, bundan daha fazla istifade edebilirim diyorlar ve o bilinçteler ise o zaman kendilerine bireysel Breema çalışmaları gösteriyorum. Bunun üzerine bize biraz Breema’yı anlatır mısın? Breema ve varsa felsefesi nedir? BREEMA: Being Right Here Everywhere Everytime Myself Actually. Breema, bütünsel bir beden çalışmasıdır. Amacı bedeni değiştirmek, bedeni geliştirmek değildir. Konuşurken yine aynı yere geliyoruz, Breema’da kendi bedenini algılayarak an’a gelme metodudur. Bu yöntem, 1980’de San Francisco yakınında Berkley’de farklı çalışma ekollerinden olan 10-12 kişilik beden terapisti grubunun bir araya gelip birbirlerine kullandıkları metotları karşılıklı olarak göstermesi ile başlamış. Tıp, biyoenerji, tai-chi, shiatsu vb. gibi değişik ekollerden gelen bu kişiler birbirlerine beden ile ilgili kendi kullandıkları yöntemi anlatmışlar. Aralarında bir de Ortadoğu’dan gelen bir kişi varmış, o da onlara kendi köyünde öğrendiği geleneksel şifa metodunu göstermiş. Breema’da yer alan bütün çalışmaların çoğu o toplantıdan esinlenerek geliştirilmiştir. Bu kişiler beden çalışması yaparken, bazen, onların şifa verici olarak algıladıkları bir atmosfer BREEMA : “Being Right Here Everywhere Everytime Myself Actually “ oluştuğunun farkına varıyorlar. Bu durumu incelemeye başlıyorlar. Ne zaman ne yaptığımızda hangi tutumda olduğumuzda bu atmosfer içimizde genişliyor ve hissedilebilir şekilde grubun içine yansıyor. Bu soruya dayanarak deneyimleriyle dokuz prensip tanımlıyorlar. Ve o prensiplerin birini uygulayarak bedenle ilgilendiğimizde, bedeni var olduğumuzu hatırlatan bir nesne olarak algılamaya daha yatkın olduğumuzu söylüyorlar. Bu konuda uzun uzadıya konuşmak mümkün, ama neden bahsedildiğini ancak tam anlamıyla bunu kişinin kendisi deneyimledikten sonra söyleyebilir. Çünkü, bu elmanın tadını anlatmak gibi bir şey. Anlatırsın, anlatırsın karşındaki hiçbir zaman o tada varamaz, ama ısırıp bir lokma alıp ağzında elmanın tadını hissettiği zaman, şimdi ne anlattığını biliyorum demeye hak kazanır. Bunu anlatmak da öyle bir şey, sizler yaşadınız o yüzden ben konuştukça tasdik edebiliyorsunuz, yaşamamış bir insana bunu tasdik ettirmek kolay değil. Farklı kültürler ile çalıştığınızı biliyoruz, bizimle paylaşacağın farklılıklar var mı? Sanırım, kişi ötesi yaklaşımla çalıştığınız zaman, insanların kültürlerden bağımsız olan konuları daha TSDE ki - Mayıs 2015 25 SÖYLEŞİ Değişik öğeleri temsil eden veya değişik öğeleri bedenleştiren temsilcileri bir araya getirip aralarındaki iletişimi sağladığımız zaman, gereken çözüm, sanki bekliyormuş da, “hadi ben de katılayım” diyormuş gibi bir ortam doğuyor. çok dile geliyor. Çünkü hepimiz ortak bir insanlık geçmişine sahibiz ve aynı evrimin parçalarıyız. Bir kültür bir sahayı, bir diğer kültür de değişik bir sahayı daha fazla kapsayabilir. Ancak her ikisinin de eriştiği değişik noktalar var, fakat insanlık olarak bir bütünü teşkil ettiğimiz için o kadar fark görülmüyor. Bazen insanların eğitimi veya insanların kültürel değerleri ile ilgili bir takım vasıflar daha çok ortaya çıkabilir. Örneğin; İskandinav ülkelerinde bir grubun içinde birisinin diğerlerine nazaran sivrilmesi çok kötü gözükebilir. Onlarda öyle bir geleneksel demokrasi anlayışı var ki, “hepimiz eşitiz” ve bu anlayışa, ben dışarıdan baktığımda, onlara, bir kalıptan çıkmış gibi görünmeye çalışıyorlar diye bakabilirim. Oysa, başka kültürlerde, diğerlerinden ne kadar farklı olabilirsem, o kadar kendimi birey gibi hissediyorum duygusu geçerli. Bunun gibi kültürel farklılıklar var. Aile birliği de, o toplumsal evrim içindeki yerinde, postmodern toplumlarda olduğu gibi, gitgide daralıyor, bireysellik ön plana çıkıyor. Bireyselliğin olmadığı toplumlarda, daha derin, daha insanı değerleri taşıyan doğal bir güvenlik duygusu olduğunu görüyorum ama yine de buna paralel olarak çok derinde oradan dışlanma korkusu ve utanma da var. Böyle kültürel farklılıklar var, ancak, çalışma yöntemi olarak, “şu burası için geçerli”, “bu burası için geçerli değil” diyecek kadar büyük değil. “Hayat bize buradayım diyor bunu da bize beden söylüyor başka bir işi tamamlayayım da sonra ona bakayım demek olmaz…” diyorsun, bunu biraz açalım mı? Bu, bir perspektif meselesi aslında. Karşımıza çıkan her konuyu olumlu ya da olumsuz olsun hayatın bana verdiği bir mesaj olarak alabilirim. Hayat, bana “Aron bugün nasılsın ?“, “şu anda ne yapıyorsun?”, “şu anda yaşadığının bilincinde misin?“ diyor. Ben, bir problemle karşılaştığım zaman bunu erteliyorum, “sen şimdi dur” diyorum, telefon çalıyor çalıyor ama ben hayatın bana açtığı telefona cevap vermiyorum, “sen dur, halletmem gereken çok önemli bir işim var“ diyorum. Aslında bu bir illüzyon, devamlı olarak, içimde her kalp atışımda, her nefes alış verişimde, hislerimle, bedenimle, zihnimle hayatın farkına varabilirim, ama, hayatla devamlı olarak işbirliği eden bedenimi algıladığım zaman bu farkındalık daha kolaylaşır. Zihin yoluyla ya da bazı insanlar, belki hisler yoluyla buraya daha kolay varabilirler, ama hepimiz, bedeni algılayarak hemen “an” içinde olabiliriz. Bunun tera- TSDE ki - Mayıs 2015 26 SÖYLEŞİ pi için önemi ortada. Bize gelen kişi, bunu unutmuş olarak geliyor, “hayat bana niye böyle davrandı?, ben gücendim, beni dahil etmiyor, beni sevdiğini bana göstermiyor, beni mükafatlandırmıyor, beni cezalandırıyor, beni dışarıda bırakıyor, bu neden böyle?“ diyor. O kelimelerle söylemese bile, o hisle bize geliyor, ben onun karşısında oturduğum zaman “vah vah nasıl olmuş“ dersem, orada problemi kalıcı kılıyorum.“ böyle değil” desem, o beni ikna etmeye çalışacak. Ben onun karşısında, var olduğumu o anda bilmek istiyorum. Ondan sonra alet kutusunda ne varsa onu çıkarıp çalışabiliyorum. Ama ilk planda benim o anda bilmek istediğim ve ihtiyacım olan kendimin var olduğunu (gülümseyerek bedenine vurarak) hatırlamak. O yüzden kendime hizmetle, karşımdakine hizmet etmiş oluyorum. Bedeni ayrı anlattın ama, Sistem dizimi çalışmalarında bedenin yeri ve önemi nedir? Dizimleri ben de, Mehmet Hoca gibi sistemik bir anlayış olarak algılıyorum, sistemik çalışmada yaptığımız, insanın içinde olan soyut bir düzeni semboller halinde mekânda canlandırmak. Her şeyi bir sembol olarak kullanabiliriz ama, biz, insanı konuşan bir sembol olarak kullanıyoruz. Temsilcilerin görevi, o sembolü bedenleştirmek, buna “ bedenleştirme” diyoruz. Bu bağlantı, kendiliğinden kelimenin anlamıyla ortaya çıkıyor, zaten orada bedeninde duyduklarını, hissettiklerini, düşündüklerini o rolle özdeşleştiği zaman o kişi olarak, sistemin bir elemanı konuşmaya bize bilgi vermeye başlıyor. Hem kendisi hakkında tabii sistemin parçası olduğu için bütün sistem hakkında. Değişik öğeleri temsil eden veya değişik öğeleri bedenleştiren temsilcileri bir araya getirip aralarındaki iletişimi sağladığımız zaman, gereken çözüm, sanki bekliyormuş da, “hadi ben de katılayım” diyormuş gibi bir ortam doğuyor ve sistem bütün olduğu zaman bu gayet kolaylıkla oluyor. Bu yeniden yapılandırma, bütünlük işin içine girdiği zaman bizim görüş açımız ve bakışımız değişiyor ve bütünlükten kopmak ya da bütünlükten dışlanmak gibi bir korkunun yersiz olduğu sonucuna varıyoruz. O zaman gözlerimizi açıp bize gelen olumsuz olaya daha iyi bakabiliyor, onu daha iyi algılayarak, başımıza gelenin sadece olumsuz yönünü değil olumlu yanını da görebiliyoruz. Çünkü madalyonun öbür yanını bütünlüğün bilincinde olduğumuz zaman görüyor, ancak o zaman onu tanıyıp ondan faydalanabiliyor ve kabul edebiliyoruz. Bütünlüğünü kaybeden kişinin kendine has bir lisanı var mı? Yaşamda ne yapacağını bilemeyen mi? Terapistin bildiği bir şey ama danışan bu durumu nasıl ifade ediyor? Bütünlüğünü kaybetmiş kişi, terapiye gelmeden önce, lisanında, “çözüm yok, ben bu problemin kurbanıyım” gibi bir ifade kullanıyor, terapiye geldiği zaman ise “benim desteğe ihtiyacım var” ekleniyor o lisana. O yüzden terapiye gelmek çözüm bulmanın aslında yüzde ellisi. Bir insanın seçim yapıp, karar verip “ben terapiye gideceğim” demesi onun çözüme yüzde elli yaklaşması demektir. Gerisini terapistle işbirliği halinde yapıyor. Lisandan fazla, görüş açısı değişiyor ama lisanla bunu ifade ediyor tabii ki. Bedenle zihni bir arada tutmak için zihne görev ver dediniz. Size danışan geldiğinde bedenle zihnin bir arada olmadığını nasıl anlıyorsunuz? Zihne görev vermekle ne değişiyor? Görev konusunu bu kadar ön plana getiren bu üç bilinç düzeyi modeli. Bunu şöyle tanımlayabiliriz. Her insan bir bütün, hatta dört bilinç düzeyinden oluşan bir bütündür. Bir düzey beden, beden olarak yaşadıklarımız, bedensel olarak algıladıklarımız bu bir bilinç düzeyi, hisler yine bir bilinç düzeyi, hissen yaşadıklarımız, hislerle algıladıklarımız, zihin üçüncü bir düzey. Bunların üçü de bizim kullanabileceğimiz değişik araçlar gibi. Zihin; düşünceyle, imgelerle, dille bunları kullanan üçüncü bir düzey. Bütünleşmede, insanın kendisini bir bütün olarak algılamasında geçerli olan bu üç düzeyin aynı yere gelebilmesi, çünkü çoğunlukla zihin bedenin, hisler de zihnin veya bedenin farkında değil, bunlar üçü farklı yerlerde gibi. O zaman, insanların büyük bölümü günlük yaşamda bir bilinçsizlik, psikolojik bir uyku içindeymiş gibi bütünlüğün farkında olmadan yaşıyor. Bütünleşmek için, bize faydalı olacak şey, bu üçünü bir araya getirmek ve birleştirmek, bunu zihne bir görev vererek yapıyorum. Zihne “ey zihin, sana bir vazife veriyorum bedeni algıla” diyorum. Zihin bunu yaptığı TSDE ki - Mayıs 2015 27 SÖYLEŞİ zaman, “ bak, şimdi sağ el hareket halinde, şu anda nefes alıp vermekteyim, şu halde yarı bağdaş kurmuş olarak ayağımın biri altımda bunun farkında olduğum zaman, bu iki düzey aynı yere geliyor ve bazen hisler, bu diğer ikisinin iletişiminde rezonans olarak ortaya çıkıyor. Bu üçü birleştiği zaman o zaman dördüncü bir düzey, gerçek bir ben, özgür bir ben bilinci oluyor. Bu ben, ama bizim kastettiğimiz benle aynı ben değil, bütünlüğün bilincinde olan bir ben. Breema’da buna insanın iç otoritesi diyoruz, dışardan bir otoritenin söylemesiyle değil insanın içinden “ben buradayım” deyip ne yapacağını bilir bir şekilde hareket etmesi. Bedeni, zihni ve hisleri bir araç olarak kullanabiliyor ya da canlılığımızı bize hatırlatan bir araç olarak görmeye başlıyoruz. Kalpte olabilmek için zihinden tamamen feragat etmek gibi bir illüzyon da var, buna ne dersin? Tam tersi o zaman yine bütünlüğümüzü bölme yolundayız, kalpte olabilmek için zihin, beden ve kalbi bir araya getirebilmek lazım, kalp zaten ikisinin merkezi. Özellikle İslam Felsefesi’nde kalbin çok çok önemli bir yeri var, o kalp beyinsiz bir kalp değil. Bilakis, sistemik anlamı şu, bir sistemin bütün elemanlarını sisteme dahil olarak görebilmemiz, nerede birisi dışarıda kaldıysa onu tanıyıp içeri alabilmemiz, potansiyelimizin hangi öğesi dışarıda bırakılmışsa, o da buradadır diye onu içeri dahil edebilmemiz lazım. O yüzden bu tutumla sistemik bakış açısı ile dizimler birbirini destekleyen görüş tarzlarıdır. 15 yaşına kadar İstanbul’da yaşadın, şimdi Graz’da yaşıyorsun. Tamamen iki farklı kültür var, bir de senin bağlı olduğun bir kültür var, sen bir Musevi’sin, burada Türk kültürünü yaşadın sonra Avusturyalıların içine girdin genel olarak bu üç kültürden insanlara baktığında onların birbirlerinden bedensel bir farklılıkları var diyebilir misin? Beden ile sürekli ilgilendiğim için kendi üzerimde deneyimlediğim, tamamen kişisel bir araştırma yaptım, onu anlatabilirim. Sokakta yürüyen birinin arkasından gidip, hareketi, aynı o kişinin yaptığı şekilde yapıp, bunun beni hissi ve zihinsel yönden nasıl etkilediğinin araştırmasını yaptım. Çok ilginç, ama şehirde büyük alışveriş merkezlerinde insanların arkasından yürüdüğüm zaman hafif stresli, ne yapacağımı bilen ve sürekli hareket halindeydim. Bunu hem Türkiye’de hem Avusturya Viyana’da o şekilde yaşadım. Taşradan köyden gelen insanların arkasından yürüyüp onların yaptığı hareketleri tekrar ettiğimde şehirde yaşadığım histen çok değişik, çok zamanım varmış hissiyle yaşadım. Yani, belki biz yüzeyde kültür şöyle kültür böyle diyebiliriz, ama bence bu farklar insanın kültürü kadar yaşadığı çevre, doğayla olan ilişkisi, bir aile içinde olup onlardan aldığı desteğin bilinci ile ilgili. Hatta benim fikrime göre bu öğeler insanların beden hareketlerini çok daha fazla etkiliyor. O yüzden genel olarak bu kültürün özelliği böyle demek, mümkün olsa bile o kadar derine inmeyebilir. ESRA CAN - MİNE TÜRKİLİ TSDE ki - Mayıs 2015 28 EDEBİYAT Romanlarda Yolculuk: Hermann Hesse ve onun Demian’ı Aslında, her roman, kahramanın maceralarıyla okuyucuyu sürükleyen sürprizlerle, yazarın hayal gücüne bağlı, özgün anlatımla dolu bir yolculuk... Yazar, kurmaca bir öykünün peşinden gidebileceği gibi, gerçek bir yaşam öyküsünden de esinlenebilir. Bazen de yazar, cümleleri kendi duygularına rehberlik etmek amacıyla kullanabilir. O zaman yazmak, bir terapi, bir hesaplaşma ve bir içsel yolculuğa dönüşür. Ve bu yolculukta genellikle yazara bir rehber eşlik eder. Tıpkı Sinclair’e eşlik eden Demian gibi. “Alman Eğitim Romanında Avangard Dönüşümler” konulu Doktora tezinde, ele aldığı kitaplardan biri olan Demian’ı Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yabancı Diller Eğitimi Bölümü Alman Dili Eğitimi Anabilim Dalından Doç. Dr. Çiğdem Ünal dergimizde paylaştı. TSDE ki - Mayıs 2015 29 EDEBİYAT “Demian, kişiliğin oluşması için verilen mücadele” Hermann Hesse Üzerine Tüm dünyada 20. yüzyılın en popüler Alman yazarlarından biri olarak kabul edilen Hermann Hesse, bu popülariteyi şiirlerinden çok romanlarıyla elde etmiş, en çok da yazdığı eğitim romanı türündeki yapıtlarıyla gündeme gelmiştir. Genelde Hesse, romanlarını geleneksel anlatım tarzıyla yazan bir yazar olarak görülmektedir; çünkü o, edebiyatı, düşüncelerini dile getirmek ve okurlarına mesaj iletmek için bir araç olarak görmüştür. Son derece duygusal bir yapıya sahip olması, Hesse’nin bireyci yanının metinlerinde ağırlık kazanmasına yol açmıştır. Maneviyattan uzak yaşanan maddeci bir hayat, Hesse için kabul edilemez bir olgudur. İç dünyanın gerçeklerini dış dünyanın gerçeklerinden daha üstün ve daha geçerli gören Hesse’nin eleştirisi, kalıplaşmış burjuva yaşamına yönelmiştir. Bu yüzden kahramanları, çağ koşullarına ayak uydurarak yaşamak yerine, kendi kişiliklerini geliştirip iç dünyalarının derinliklerini keşfetmeye yönelik bir yaşam tarzını benimsemişlerdir. Hesse, kahramanlarına kişilik verirken kendi yaşamındaki deneyimlerinden yola çıkmıştır. Dolayısıyla Hesse’nin edebi kişiliğinde, özgeçmişinin izleri yoğundur, eserlerinin özyaşamöyküsel niteliği belirgindir. Kendi yaşamında geçtiği aşamalar ve içinde bulunduğu sürekli arayış, roman kahramanlarına da yansımıştır. Kendi yaşam tarzını, Alman romantik dönemi ve Uzakdoğu felsefelerinin yoğun etkisiyle biçimlendiren Hesse’nin, düşüncelerini romanlarının ana kişilerinin düşünceleriyle koşutluk içerisinde sunduğunu söyleyebiliriz. İnsanın sürekli bir arayış içine girerek kendisini tinsel bakımdan tazelemesi gerektiğini düşünen Hesse, doğal olarak modern dünyanın yaşam koşullarıyla çelişkiye düşmüş ve bunlarla savaşım içine girmiş, bu durumdan ise bireyciliği dorukta yaşayarak sıyrılmak istemiştir. Çoğu meslektaşı tarafından bir fildişi kule sakini olmakla suçlanan Hesse, içinde yaşadığı zamanın sorunlarından hiçbir zaman kaçmadığını, ancak onun için “en öncelikli ve can alıcı sorunun asla devlet, toplum ya da kilise değil, yalnız başına insan, şahıs, eşsiz niteliklere sahip olan kalıplara sokulmamış birey” olduğunu ısrarla belirtir. Maneviyattan uzak yaşanan maddeci bir hayat, Hesse için kabul edilemez bir olgudur. Kahramanları, çağ koşullarına ayak uydurarak yaşamak yerine, kendi kişiliklerini geliştirip iç dünyalarının derinliklerini keşfetmeye yönelik bir yaşam tarzını benimsemişlerdir. TSDE ki - Mayıs 2015 30 EDEBİYAT Hesse, Hindistan’da misyonerlik görevi üstlenmiş dindar bir ailenin çocuğudur. Ancak o, daha küçük yaşlarda, içinde bulunduğu yaşam tarzının üzerinde oluşturduğu baskıdan bunalmış, çareyi ailesinden ve okumakta olduğu Maulbronn Manastır Okulu’ndan uzaklaşmakta bulmuştur. “Özgürlüğüne tutkuyla bağlı bu kişiliği, eğitim sisteminin kalıplaşmış ölçütleriyle biçimlendirmek olanaksızdır.” Erken yaşlarda tanıma olanağı bulduğu Uzakdoğu felsefesinin ve kültürünün bıraktığı derin izlerle oluşturduğu kendi düşünce dünyasını somut olarak yaşama isteği, Hesse için her zaman çok önemli olmuştur. Çeşitli meslek denemelerinin ardından kitapçılık mesleğine girmesi ise, onun edebiyat dünyası ile kaynaşmasını sağlamıştır. İlk önceleri Basel’da bir kitapçıda çırak olarak çalışan Hesse, burada hem çeşitli yazarları tanıma olanağını bulmuş, hem de kendi yazarlık kariyerine başlamıştır. de mümkündür, çünkü bir eğitim romanı tarzında kaleme alınmış bu eserde, nevrotik korkular içerisinde kıvranan bir çocuğun, çağının sorunları içinde olgunlaşarak kendisini nasıl bulduğu anlatılmaktadır. Bu aynı zamanda, Jung’un bireyleşme süreci dediği ve insanların yaşamlarında birbirine bağlantılı olayların gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıktığını savunduğu olguyla da örtüşmektedir. Hesse’ye göre en öncelikli ve can alıcı sorun asla devlet, toplum ya da kilise değil yalnız başına insan, şahıs, eşsiz niteliklere sahip olan kalıplara sokulmamış bireydir. 1916’da babasının ölümüyle ilk kez psikolojik tedavi gören Hesse’nin rahatsızlığı, oğlunun ağır derecede hastalanması ve evliliğinde yaşadığı sorunlar yüzünden karısı Maria’nın da girdiği ruhsal bunalım ile gittikçe artmıştır. Geçirdiği ilk kriz dönemini edebiyat düzleminde “Peter Camenzind” ile aşan Hesse’nin bu ikinci kriz dönemi de, edebi kariyerinde yeni bir dönüm noktası oluşturur. Lirikizlenimci niteliği ağır basan edebi eserlerden oluşan ilk dönem, “Knulp” adlı öyküsünden sonra tamamlanır. Bu dönemi, geçirdiği psikanaliz tedavisinden sonra yayımladığı ve onun izlerini taşıyan “Demian” adlı eğitim romanıyla başlayan ikinci bir dönem izler. Hesse, Nisan 1916’da psikolog Carl Gustav Jung’un öğrencisi olan Dr. Josef Bernhard Lang’dan psikanaliz tedavisi almaya başlar ve bu terapiler 1917 Kasım’ına kadar sürer. 1916 yılının Mayıs ayından Kasım ayına kadar haftada bir kez ve üç saat süreli olmak üzere tam 72 kere Dr. Jung’un psikanaliz yöntemi uyguladığı psikoterapi seansına gider ve içine girdiği depresyondan psikanaliz tedavisi aracılığıyla kurtulmayı başarır. 1917 yılının Ekim ve Kasım aylarında birkaç hafta içerisinde “Demian” adlı, henüz gördüğü terapinin yoğun etkisi geçmeden yazılmış olan bu romanda, Jung psikolojisi büyük rol oynamaktadır. Dünya görüşünü netleştirip kendi beniyle uzlaşma sağlama arayışı içerisinde olan Hesse, bu romanın görevinin “kendi içindeki düzensizlikleri giderip bir düzen sağlamak” olduğunu belirtmiştir. Aslında “Demian”ı bir bakıma Hesse’nin kendi gençlik yıllarının psikanaliz yöntemleriyle yapılan bir muhasebesi olarak görmek TSDE ki - Mayıs 2015 31 EDEBİYAT Hesse’nin yaşamında yeni bir başlangıcın ve yaratıcılığında da psikolojik derinleşme boyutunun olduğu bir değişim döneminin simgesi görünümündeki “Demian”, özde Hesse’nin geleneksel tarzda yazılmış bir romanı değildir. Bunun nedeni, her şeyden önce romanda yer alan yoğun sembol dokusudur. Biçem açısından geleneksel bir açılışa sahip olan roman, ilerleyen bölümlerinde alegori ve sembollerin artmasıyla somuttan çok soyut bir havaya bürünmektedir. Dolayısıyla metinde, geleneksel eğilimle modern eğilim birbirine geçmiş durumdadır. Jung psikolojisinde odağı oluşturan sembol kavramı, bu romanda da odak noktada yer almaktadır. Bir yanda tarihsel mitler ve simgelerin yoğun etkisi doğrultusunda gerçekleşen bir kişisel gelişim süreci anlatılırken, diğer yanda savaşı yaşamış gençliğe yapıcı mesajlar verilmektedir. Bu yüzden eser, Alman gençleri arasında büyük ilgi görmüştür. Hesse, savaşın kendi iç dünyası ile dış dünya arasındaki ilişkinin boyutunu büyük ölçüde değiştirdiğini görmüştü. Savaşla birlikte bu iki dünya, daha önce olmadığı kadar köktenci bir biçimde karşı karşıya gelmişlerdi. Oysa Hesse’nin ilgisi, her zaman olduğu gibi yine iç dünya üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Bunu ise, o dönemde üzerinde büyük etkisini hissettiği psikanalizle daha iyi gösterebiliyordu. şudur: Burada anlatılanlar dış dünyada olup bitenlerin aktarıldığı somut gerçekler değil, insanın soyut iç dünyasında yaşadığı gerçeklerdir. Anlatıcının “kulak kabartıp damarlarımda çağıldayarak akan kanın verdiği dersleri dinlemeye başladım.” sözlerinden, burada bir ruh biyografisinin söz konusu olduğu anlaşılır. Romanın anlatıcı kişisi, kendi yaşamöyküsünü anlatan bir Ben-anlatıcı olduğundan, anlattıkları ve anlatacakları ile ilgili olarak doğrudan yorumlarda bulunmaktan çekinmez. Kendi görüş ve düşüncelerini okura açıkça ileten bu Benanlatıcı, burada onun için en önemli ölçütün kendi gelişiminin aktarılması olduğundan söz eder: “Ne var ki, beni ilgilendiren bir şey varsa, o da kendi kendime ulaşmak için attığım adımlardır.” Bu ve buna benzer diğer saptamalar, bize romanın ana ekseninin bir kişinin gelişimi olduğunu göstermektedir. Eserin Benanlatıcısı, geçmişine dönerek kendi yaşamöyküsünü ve bu sırada başından Hermann Hesse, “Demian” adlı eseri için, 2 Şubat 1922 tarihli bir mektubunda “Bu kitap bir bireyselleşme sürecini, bir kişiliğin oluşumunu vurgulamaktadır,” diyerek yapıtın bir eğitim romanı olduğunu belirtmektedir. Ancak “Demian”ın bir eğitim romanı olduğu, eserin en başındaki önsözünden de anlaşılmaktadır. Hesse, romanının başına koyduğu kısa bölümle, okura roman konusunda önemli ipuçları vermektedir. Burada okurun nasıl bir tutum içinde olması gerektiğinin sinyalleri vardır, çünkü anlatıcı, okura doğrudan yönelerek bu kitapta ideal bir biçimde kurgulanmış bir öykünün değil, gerçekten yaşanmış kendi yaşam öyküsünün anlatılacağını söylemektedir. Üstelik anlatılacak öykünün yazarı olarak, diğer yazarların genelde yaptığı gibi her şeyi bilebilen tanrısal bir konuma sahip olmayacağını açıkça belirtir. Bununla okura vermek istediği mesaj “Demian bir bireyselleşme sürecini, bir kişiliğin oluşumunu vurgulamaktadır.” H. Hesse TSDE ki - Mayıs 2015 32 EDEBİYAT Demian romanında anlatılanlar dış dünyada olup bitenlerin aktarıldığı somut gerçekler değil, insanın soyut iç dünyasında yaşadığı gerçeklerdir. geçen zorlukları anlatacağını bildirmektedir. Aynı zamanda roman kahramanı olan anlatıcı, yaşadığı kendini bulma bağlamındaki eğitim sürecini, şu sözleriyle pekiştirmektedir: “Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır.” Karşımızda bize kendi otobiyografisini aktaracağını söyleyen bir anlatıcı vardır ve bu durumda roman bir tür kurmaca otobiyografi niteliğine bürünmektedir. Ancak bu romanının kurmaca bir otobiyografi olmaktan da öte, bir eğitim romanı olduğunu gösteren en önemli ölçüt, burada bir kişilik gelişiminin söz konusu olmasıdır. Bu kişilik gelişimi süreci doğrultusunda verilen savaşım, yaşanan sorunlar, yapılan hesaplaşmalar ve varılan sonuç sayesinde, geleneksel eğitim romanı özelliklerinin baş gösterdiği bir eser ortaya çıkmıştır. Hesse’nin “Demian” adlı romanında, eğitim romanlarının bünyesinde barındırdığı özellik olarak, olumlu yönde gelişen ve olumlu bir biçimde sonuçlanan kişilik bulma sürecini buluyoruz. Genelde diğer eğitim romanlarıyla örtüşen ve romanın konusu nedeniyle doğal olarak ortaya çıkan bir başka roman özelliği, zamandizinsel anlatımın kullanılmış olmasıdır. Zamandizinsel anlatım deyince, sürecin tamamlanması için gereken gelişim aşamaları olgusu işin içine girmektedir. Roman yapısı incelendiğinde, yine geleneksel eğitim romanında var olan üç aşamanın burada da söz konusu olduğu görülmektedir. Giriş – gelişme – sonuç ya da tez – antitez – sentez olarak nitelendirilen bu geleneksel eğitim romanı şeması kullanılarak, roman kahramanı Emil Sinclair’in kişiliğini bulma doğrultusunda geçtiği ana aşamalar belirlenmektedir. Buna göre, Sinclair’in yaşadığı ilk aşama, çocukluk yıllarını kapsamaktadır. Ancak tüm romanda Sinclair’in yaklaşık on yaşından yirmi yaşına kadarki yaşam kesiti ele alınmaktadır. Bu yüzden her üç aşamada belirleyici ölçüt, yaşanan zaman değil, tinsel açıdan varılan noktadır. Bu bağlamda, romanın başlangıcında, romanın anlatıcı kişisi Emil Sinclair’i yaşadığı küçük şehrin Latince eğitim veren okuluna giden on yaşındaki bir öğrenci olarak görürüz Sinclair, Demian’ın ilk kıvılcımı oluşturduğu bu andan itibaren kendi kişiliğini bulmak TSDE ki - Mayıs 2015 33 EDEBİYAT uğruna uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, onun kişiliğini bulma doğrultusunda geçireceği, zorlu ve savaşım dolu bir yolculuk olacaktır. Demian aracılığıyla düşünce dünyasına yeni kapılar açılır ana kişinin. Çevresindeki diğer insanların farkında bile olmadığı şeyleri Demian’dan öğrenme olanağı bulan Sinclair, bu gelişmelerden çok etkilenmiştir. Sinclair, Demian’dan aldığı dış etkiyle içinde bulunduğu yaşama mesafe ile yaklaşmaya başlar. Ailesinden ve okuldaki sosyal çevresinden uzaklaşır, buna karşılık Demian’a olan ilgisi gitgide artar. Jung Psikolojisinin “Demian”a Yansıması Hesse’yi Jung’un geliştirdiği psikanaliz yöntemiyle tedavi eden Dr. Lang, Hesse’nin gördüğü rüyaların çözümlemelerini yapmış, daha sonra bu rüyaları Hesse’nin de analiz etmesini istemiştir . Böylece rüyalarda yer alan ve bir anlamda kehanet niteliği taşıyan sembol dokusunun önemini kavrayan Hesse için, yaşadığı bu deneyimler çok ilgi çekici olmaya başlamıştır. Kişinin bilinçaltının derinliklerindekileri, bilinç düzlemine taşımayı amaçlayan Jung psikolojisine göre, rüyalarda ortaya çıkan bazı semboller, kişinin benliğini bulma süreci içerisinde yer alan bazı aşamaların göstergeleriydi. Jung’un öne sürdüğü kolektif bilinçaltının arketipik imgeleri doğrultusunda yaşanan bireyleşme süreci, Hesse’nin her zaman ilgilendiği kimlik bulma süreciyle büyük koşutluk içerisindeydi. Bu konuyu bir eserinde işleyerek sanatsal düzleme taşıma kararı alan Hesse, Jung psikolojisi modelinde görülen bir sürecin benzerini “Demian” romanı için kurgulamıştır. Modern psikolojiyi eserinin dokusuna işleyen Hesse, böylece eserini de 20. yüzyılın içinde bulunduğu hızlı değişim doğrultusunda modernleştirmiştir. Sinclair’in iç ve dış dünyası arasında yaşanan çatışma, bilinç ve bilinçaltının bir çatışması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu iki kutup arasında köprü görevini gören olgu ise, resim yapma olgusudur. “Jung’un analiz yaparken rüyalara ve resimlere başvurması muhtemelen Hesse’ye de ilham vermiştir. Hesse ‘Demian’da ruhsal süreçleri anlatırken rüya ve resimleri birleştirme yoluna gitmiştir.” Sinclair’in gördüğü rüyaların etkisiyle çizdiği resimler, soyut bilinçaltını, daha somut olan bilinç düzlemine taşıyarak büyük rol oynamaktadır. Ruhsal düzlemde yaşanan bu süreç doğrultusunda, Sinclair’in kişisel bilinçaltının yanı sıra, içinde ayrıca var olan ortak bilinçaltının izleri de giderek belirginleşir. Daha sonra Leitmotiv tarzı yinelemelerle ve yoğun sembol dokusuyla pekiştirilecek olan ana motifler, romanın ilk bölümlerinde karşımıza çıkar. Gnostisizmin etkisiyle ele alınan Kabil kıssası, Abraxas kavramı, kuş ve yumurta sembolleri doğrultusunda ele alınan yeniden doğuş motifi, Jung psikolojisinde, kolektif bilinçaltının mitolojik içerikli motif ve sembolleri olarak görülen arketiplerden izler taşımaktadır. Romanın ana kişisi Sinclair’in geçirdiği gelişim süreci, Hesse’nin bulduğu bu arketipsel imgeler yoluyla gerçekleşmektedir. İlk başta bilinçsizce bu imgelere yönlenmiş olan Sinclair, bilinçdışından gelen bu etkilerin sırrını çözdüğünde, bilinçdışıyla bütünleşmiş bir insan olmuş- Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. TSDE ki - Mayıs 2015 34 EDEBİYAT tur. Bu açıdan Hesse’nin Sinclair’in yaşadığı gelişim sürecine bir psikanalist gözüyle baktığı söylenebilir. Sinclair’in vardığı noktaya ulaşmış bir insan, Hesse için “psikanaliz aracılığıyla ‘Özben’e ulaşmış, kozmik özle bütünleşmiş” insandır. Hesse, yaşamın özünü yakalayarak yaşamı bilgece yaşamayı öğrenen Sinclair örneğinden hareketle, insanın ancak kozmik bilince ulaşması durumunda gelişim sürecinin tamamlandığını düşünmektedir. Hesse’nin düşünce dünyasındaki bu kişilik gelişimi sürecini Jung, bireyleşme süreci kavramıyla dile getirmiştir. Bu bağlamda “Demian” romanı için Jung ruhbiliminin kurmaca düzlemdeki yansıması değerlendirmesi yapılabilir. Jung psikolojisinin arketipleri, romanda motif düzleminin yanı sıra roman kişileri düzleminde de büyük rol oynamaktadır. Romanı özellikle bir eğitim romanı olarak düşündüğümüzde, yan kişilerin ana kişinin gelişimindeki önemi vurgulanmalıdır. Bu kişiler, ilk aşamada roman kahramanı eğitim sürecini tamamlasın diye vardır, işlevleri her şeyden önce bu doğrultudadır. Romanda Sinclair’in kimliğini bulmasında büyük önem taşıyan kişiler de, aynı motifler gibi Jung psikolojisinin kolektif bilinçaltına dayanan arketipik özellikleriyle donatılmıştır. İnsanlık tarihinin mitolojik boyutunun etkisini taşıyan roman kişileri ve motifleri, Sinclair’e iç dünyasında büyük bir etki-tepki süreci yaşatmış, bunun sonunda da iç dünyasının gizemini keşfederek benliğini bulmasını sağlamışlardır. gücün, özel hayata duyulan arzunun ve çevrenin uyum gösterme talebinin karşı karşıya gelmesinden kişilik ortaya çıkar. Hiçbir kişilik, devrimci deneyimler geçirmeden ortaya çıkmaz. Demian işte kişiliğin oluşması için verilen bu mücadeleyi anlatır. Oluşum içindeki genç insan, yoğun bir biçimde bireyleşme arzusu duyduğunda, günlük hayattaki ve sıradan olan insan tipinden çok farklılaştığında, ister istemez bir deli durumuna düşer. Onun için söz konusu olan, bu durumda deliliklerini dünyaya kabul ettirmek ve dünyada devrim yapmak değil, kendi ruhunun ideallerini ve hayallerini kuruyup gitmemeleri için dünyaya karşı savunmaktır. Her yerde insanı aynı şekle sokma ve kişiliğinden çalma çabası var. Ruhumuz, kendini buna karşı savunmaktadır, Demian’daki olaylar, bu noktadan hareket etmektedir.” Doç. Dr. ÇİĞDEM ÜNAL Hacettepe Üniversitesi Alman Dili Eğitimi Anabilim Dalı Hesse, Sinclair’in kişilik bulma sürecinde yaşadığı kutupluluğu, Şubat 1929’da Marie-Louise Dumont adlı genç bir okuruna yazdığı mektupta şu şekilde dile getirmektedir: “Demian, yalnızca gençlikle sınırlı kalmasa da, en çok gençliği ilgilendiren ve gençliğin ihtiyacı olduğundan yapması gereken bir şeyi konu etmektedir. Bu, bireyleşme uğruna, kişiliğin oluşması uğruna verilen savaşımdır. Herkes kişilik sahibi biri olamaz, pek çoğu birer öykünmeden ibaret kalır ve bireyleşmenin neleri gerektirdiğini hiç bilmezler. Ancak bunları bilen ve yaşayan biri, bu uğurda verilen savaşımların onu, sıradan olanla, normal hayatla, alışılagelmiş olanla ve sivil toplum hayatıyla bir çatışma içine sürüklediğini kuşkusuz bilir. İki tezat “Ne var ki, beni ilgilendiren bir şey varsa, o da kendi kendime ulaşmak için attığım adımlardır.” TSDE ki - Mayıs 2015 35 MEKANLARIN RUHU İtalya değil “La Sicilia” “Özde bütün Sicilyalılar üzgündür. Onlar için hayatın anlamı trajiktir, kendilerini güvende hissettikleri ve herkesten uzak tuttukları, bu küçük ve sınırlı yuvadan ötesi onlar için neredeyse içgüdüsel denebilecek bir korku barındırır.” Luigi Pirandello, Ada içinde Ada “Özde bütün Sicilyalılar üzgündür. Çünkü neredeyse hepsi için hayatın anlamı trajiktir ve üstelik, kendilerini güvende hissettikleri ve kendilerini herkesten uzak tuttukları, bu küçük, sınırlı yuvadan ötesi için neredeyse içgüdüsel denebilecek bir korku duyarlar. Yine bu yüzden azla yetinirler, yeter ki güvende olsunlar. Saklı ruhları ve kendilerini çevreleyen açık, aydınlık ve güneşli doğa arasındaki çelişkiyi kuşkuyla gözlerler ve sonra bu açıklığın; adanın her yanını çevreleyen denizin onları dışarıdan kopardığını ve yalnızlaştırdığını görerek yine içlerine kapanırlar. Güvenleri yoktur ve her biri kendini bir adaya dönüştürür ve kendi kendinin tadına varır, ama birdenbire, eğer varsa o azıcık neşesi sessizliğe bürünür ve teselli aramadan, umutsuz ızdırapları nedeniyle acı çekerler. Ama diğer yandan kaçanlar da vardır; sadece somut olarak denizi aşarak değil, bu içgüdüsel korkuya meydan okuyarak, kendilerinde var ettikleri küçük ve derin adadan koparak (ya da koptuklarını sanarak) hayatın hırslarına, bir tür fantastik hissiyatın taşıdığı, her tür tutkudan arınmış ya da onları bastırmış şekilde, kendi gerçeklerine ihanet ederek, tutkularını gizli tutarak, geçici hayatın hırsları ile giderler. “ TSDE ki - Mayıs 2015 36 MEKANLARIN RUHU Zaman zaman isyanlarla patlayan Etna Yanardağı, insanın tüm enerjisini yavaş yavaş alan yakıcı bir güneş ve sonsuzlukta masmavi bir deniz. Sicilya’yı tanımlamak zor. İsyankâr, acı dolu, durgun, düşünceli, depresif, yalnız, güçlü, kaderine razı, inançlı. Hep düşündüm, beni Sicilya’ya çeken ne olmuştu? On yıl oldu Sicilya’dan ayrılalı, ama hep bir tarafımda bir “memleket hasreti“ duygusuyla kaldı. Hiç kopmadım, kasabamızda yani Siracusa’da olup bitenlerden. Sicilya’nın güzelliklerini, yemeğini ve mafyasını anlatan birçok yazı yazdım. Beni Sicilya’ya bu kadar bağlayan neydi bilmiyordum. Sistem Dizimleri Eğitimi’nden sonra, Sicilya’ya farklı bir gözle baktım. Kimbilir belki de ben, o dönemde, bu adada yaşanan acıyla yoğrulmayı sevdim, anlatılanlarda kendimi buldum. Sicilya’yı tanımlamak zor: İsyankâr, acı dolu, durgun, düşünceli, depresif, yalnız, güçlü, kaderine razı, inançlı... Belki de, benim hep yeni bir şeyin peşinde koşan, o dönemde kaçışlar yaşayan ruh halim, Sicilya’da yaşamın durmasını ve bunun adeta bir sanat haline dönüştürülmesini, bir yere koşturmayan insanlarını, kapı önü sohbetlerini, uzun uzun yapılan yemek sohbetlerini ve orada bir yabancı, bir misafir olmayı sevmişti. Sicilya anlatır… Dört sene dolu dolu yaşadığım Sicilya’da, insanın tanımadığı bir yabancıya hayatını ne kadar kolay anlatabildiğini gördüm. Herkesin anlatmak istediği bir öyküsü vardı… Tren yolculuklarında, arkadaş toplantılarında ve belki de, sadece bir “merhaba” da sırlara, kederlere, mutluluklara ortak oldum. Sicilya’da her şey durağandır… Öyle ki, her şey o TSDE ki - Mayıs 2015 37 Selda Saka MEKANLARIN RUHU eski İtalyan filmlerinin sahnesinde kalmıştır. 1988’de Palermo’nun Palazzo Adriana kasabasında çekilen Sicilyalı yönetmen Giuseppe Tornatore’nin “Nuovo Cinema Paradiso“, “Cennet Sineması“ filmi, aynı sahnesiyle orada yaşamaktadır. En son gittiğimde, bu küçük dağ köyünde bir sinema yoktu ve aslında hiç olmamıştı. Sicilya inanır … İnanmak ve razı olmak bu adanın kaderini belirleyen iki önemli kelime. İnancın o gücünü her durumda, her şeye rağmen devam eden dini festivallerde görmek mümkün. O güne özel olarak, Kiliseden çıkan heykeller omuzlarda taşınarak bütün kasabayı dolaşır. Dinin bu topraklardaki önemini Leonardo Sciascia şöyle dile getiriyor; “Ben Sicilyalıların, Katoliklikten olmasa bile, dinden hiç mi hiç nasiplerini almadıklarını gözlemledim. Buna hayıflanmadım da diyemem: Çünkü dindar topluluklar eğer dinsel devrimler yapabiliyorlarsa, sivil devrimler de yapabilirler demektir. Dini, günü gününe, kendi kendimizle çatışarak, hatta acıyla yaşamamız gerekir: İnsanlara bir kez açıklanıp bağışlanmış bir gerçeğe yalnızca alışılagelmiş töreler aracılığıyla inanıp, edilgenlikle benimsemek değildir din.” “casomai ci sentiamo” yani “olmazsa araşırız”, buluşmalarda ne verilmiş bir söz ne de kesin bir saat vardır... TSDE ki - Mayıs 2015 38 MEKANLARIN RUHU Sicilya’da yaşam esnektir… Sicilya’nın kendi dilinde gelecek yoktur. Sıklıkla geçmiş zaman kullanılır anlatımlarda. Sicilyalı yaşamı yavaşlatmıştır ve hiçbir şey için söz verilmez, zaman kavramı farklıdır. Randevular, öğleden sonra, öğleden önce, akşama doğru gibi alınırken, sanırım bu “zamansızlık“ kavramı, insanların sıcak hava koşullarında daha rahat olması nedeniyle “casomai ci sentiamo yani “ olmazsa araşırız “ gibi bir söz yerleşmiştir. Casomai, insana nasıl bir rahatlık verir, ne bir söz, ne kesin bir saat var. Sicilya bir kültür zenginliğidir… Sicilya’da geçmişten gelen acı öylesine derindir ki… Yıllarca bir yere ait olamama duygusunu yaşamıştır bu adanın insanları. Yunanlılar, Araplar, İspanyollar, Normanlarla geçen bir tarih. Her kültürün bıraktığı başka bir zenginlik. Bir Yunan kasabasında otururken Araplardan kalma granitayı yudumlamak, iki adım ötede İspanyol mimarisini hissetmek gibi. Caltagirone, Marsala gibi birçok yerin de ismi Arapçadan gelir. Kültürler öylesine birbirine karışmıştır ki… İstilalar bugün başka bir açıyla baktığı- mızda adaya farklı bir zenginlik getirmiştir. Her kent farklı dokusuyla, mimarisiyle başka bir kültürün izini taşır. Belki de istilaların acısını zenginliğe dönüştürerek bakabilmenin bir yolu da bu. Sicilyalı terk edemez… İşte belki de bu istilalar sonucu, bir Sicilyalı kolay kolay bırakamaz adasını. Kaybetme korkusu ağır basar. Belki de, inanılmaz bir sevgi tutar bu adanın insanlarını, bu sevginin nedenini de en güzel adanın yaşlıları anlatır. “Güneş, toprak ve deniz var… Daha ne istiyorsun ki…” Oysa gençlik hep gitmek ister, içindeki isyan kasabanın sessiz çığlığına yenik düşer bazen. Bir arkadaşımın söylediğini anımsıyorum; “ 18 yaşında gidebilirsen gidersin, yoksa kalmaya mahkûmsun bu adada…” Sicilya’da güneş yakar… Evet, gerçekten güneş tüm yakıcılığıyla, deniz tüm mavisiyle ve toprak tüm bereketiyle hâkimdir adaya. Ve Sicilya’nın iklimini en güzel– Giuseppe Tomasi Di Lampedusa’nın Leopar’ının şu satırları anlatır; ” Ya yılın altı ayı ısının kırk dereceye vardığı iklimimize ne demeli? Sayın teker teker, Chevalley, sayın; Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, TSDE ki - Mayıs 2015 39 MEKANLARIN RUHU Sicilyalı kadının rengi siyahtır… Yasını on yıl boyunca siyah giyerek tutar. Eylül, Ekim; altı kere otuz gün tepemizde cayır cayır bir güneş vardır; Rusya’nın kışı kadar uzun ve kasvetli bu yazla, elimizden bir şey gelmeden boğuşur dururuz. Siz bilmezsiniz, bizim buralara, İncil’deki o lanetli kentlere olduğu gibi ateş yağar; o aylar süresinde bir Sicilyalı fazla çalışacak olursa, üç kişilik enerji harcar.” Sicilya göç yaşamıştır… Gitmek ve kalmak arasındaki bu ikilem yıllardır Sicilya’nın yazgısı olmuş ve zorunlu gidişler yaşamıştır Sicilya. Ekonomik kriz sebebiyle 1860’lardan sonra Amerika’ya, Arjantin’e ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da daha çok Almanya’ya giden Sicilyalılar, bir daha geri dönmedikleri toprakları için hep bir özlem hissetmişlerdir. Antonio Vacirca Sicilyalı “İtalyan” değildir… İstilalar ve göçler sonucu, sıla özlemi ve hep kaybetme korkusu yaşayan Sicilyalılar, bugün öylesine bir sahiplenir ki, arkadaşlığı, aileyi, kenti ve en önemlisi “Sicilyalı” olmayı. “ İtalyanım” değil, “ Sicilyalıyım” der bir Sicilyalı. Sicilyalı övünmeyi sever… Ve Sicilyalı olmakla övünürken, bir Sicilyalı’nın en çok övündüğü şey de, annesinin yemeğidir. Konu, İtalyan mutfağının geleneksel patlıcan yemeği parmigiana olunca, söz birliği etmişçesine, “benim annemin yaptığı parmigianayı kimse yapamaz” denir. Sadece yemekler mi, yaşadıkları yer de ayrı bir övgü konusudur. Her Sicilyalı kendi yöresi, kendi kentiyle gurur duyar. Palermo’dan biri mi, dilinden hiç düşmez, “Sana Palermo’yu, bir de ben gezdireyim de farkı anla“ Sicilyalı kadının rengi siyahtır… Yasını on sene siyah giyerek tutar. Sicilya’da ölümler duvarlara asılan ilanlarla paylaşılır. Kasaba duvarlarının birçok yeri ölüm ilanlarıyla doludur. Yas tutan bir evin kapısına da bunu duyuran bir yazı konur. Sicilya’da kadın güçlüdür… Sicilya’da kaderine boyun eğen birçok kadının yanında içindeki devrimci ruhu ortaya çıkaran, razı olmayan yüzlerce kadın öyküsü de Sicilya’ya anlam katar. Tıpkı mafyanın en acımasız olduğu dönemde gazetecilik yapan fotoğraf sanatçısı Letizia Battaglia,yaşamı Amerikalı bir yazar tarafından kaleme alınan kilise yetimhanesinde öğrendiği badem kurabiyelerini yaparak yaşama atılan ve bugün Erice’de kendi adıyla açtığı pastanesiyle adını dünyaya duyuran Maria Grammatico gibi. Sicilya’nın ezgisi emeği anlatır… Bazı yörelerin müziğini, edebiyatını da acı yoğurur. Satırlara, ezgilere acı karışır. Sicilya’da da acı, çekilen sıkıntı müzikle aktarıl- TSDE ki - Mayıs 2015 40 MEKANLARIN RUHU “Önceleri bir yerin “baba”sının kim olduğu bilinirdi. Herkes onu tanırdı. Ve bu mafya babası barış elçisi ve uzlaştırıcı kişi olarak kabul edilirdi. Yeni mafya ise tam tersine, sadece ve sadece bir suç örgütü. Yeni mafya adamları sadece öldürüyor ve tek amaçları para.“ Leonardo Sciascia mış... Ezgiler, Tanrıdan balık isteyen ton balığı avcılarına, su isteyen tarım işçilerine, özlem çeken maden işçilerine eşlik etmiş… Müzikle kederler azalmış, müzik dertlere derman olmuştur. Sicilya’nın travması Mafya’dır... Ve bu adanın en önemli ve acı gerçeği de Mafya. İstilalar ve devletin olmadığı yerde mafyanın doğmasıyla, Sicilya yıllardır mafyaya karşı bir mücadele vermiştir. Mafya gerçeği, ardında bıraktığı travmalar da kuşkusuz nesiller boyu sürecek. Ben bu topraklarda mafyadan yakınını kaybeden çok insanla ve Mafya’nın Sicilya’nın kasabalarına sıkışmış öyküleriyle tanıştım. Bu sadece bizim bildiğimiz “Godfathers” filmi değildi. Öyküleri acı doluydu. Ama onlar, bu öyküden yaşama mücadele ederek tutunmuşlardı, onlar bu topraklarda, susmanın ölenleri bir kez daha öldüreceğine inanmışlardı. Unutamadığım isimler arasında, kendi halinde bir eczacı iken, savcı olan kardeşinin öldürülmesiyle, kendini meydanlarda bulan ve tüm gücüyle mafyaya karşı mücadele eden Savcı Paolo Borsellino’nun kardeşi Rita Borsellino ve 30 yaşında Sicilya’nın travması Mafya’dır. Ve bu adanın en önemli ve acı gerçeği de Mafya... TSDE ki - Mayıs 2015 41 MEKANLARIN RUHU mafyanın öldürdüğü oğlu Peppino Impastato’nun acısını yüreğinde hissederek, ölene kadar sadece adalet isteyen Felicia Impastato. Bir mafya babasının kızı olarak itirafta bulunan ve kendisini koruyan savcı Paolo Borsellino’nun öldürülmesinden bir hafta sonra, arkasında bir mektup bırakarak 18 yaşında intihar eden Rita Atria. Ve edebiyat da bu acıyı anlatır. Sicilyalı yazarların hepsi Sicilya’nın farklı bir gerçeğine yazarak dokunmuştur. Leonardo Sciascia, hemen hemen tüm eserlerinde, mafyayı anlatırken, küçük kasaba entrikalarına değinir. Pirandello ise eserlerinde, birey ve toplum, iç dünya ve dış dünya, biri ve öteki gibi ikilikleri ironi yaparak anlatır. Türkçeye “Dışlanmış Kadın” olarak çevrilen “Esclusa” adlı romanında toplumsal baskı, yalan, ikiyüzlülük arasında kalmış bir kadının yaşadığı çaresizliği, hapsolmuşluğu ele alır. Kuzeye giden bir yazar olan Vittorini ise, Sicilyalılara farklı bir bakış acısıyla ulaşır. Onun Milano’dan Sicilya’ya yaptığı tren yolculuğunu anlatan “Sicilya Konuşmaları” adlı kitabında, Koca Lombardialı karakteri şu satırlarla anlatır Sicilyalıları, “Biz Sicilyalılar içi hüzün dolu insanlarız. Her zaman başka bir şey için umutlanır, daha iyi bir şey için, her zaman da onu elde edemeyecek olmaktan yakınırız… Her zaman kalbi kırık, her zaman üzgün… Her zaman için intihar etmeyi kurarız.“ Sicilya acıyla yoğrulmuş, tarihle zenginleşmiş ve tıpkı Pirandello’nun dediği gibi, insanlarının “ada içinde ada yaşadığı” Akdeniz’in en büyük adası. Gerçekten de iklimin, göçlerin, acının, istilaların bıraktığı izleri taşır her Sicilyalı. MİNE TÜRKİLİ “Biz Sicilyalılar içi hüzün dolu insanlarız. Her zaman başka bir şey için umutlanır, daha iyi bir şey için, her zaman da onu elde edemeyecek olmaktan yakınırız… Her zaman kalbi kırık, her zaman üzgün… Her zaman için intihar etmeyi kurarız.“ Elio Vittorini , Sicilya Konuşmaları TSDE ki - Mayıs 2015 42 Sigmund Freud Gustav Klimt SANAT “Sanat’ın Tıbbı” Aktarımsal Erotik Sanat: Bir Şair Cemal Süreya; Bir Ressam Gustav Klimt Sevgili ‘PETER PAN’ lar... 1900 yılında Sigmund Freud ‘Rüyaların Yorumu’nu yayınladığı dönemde Gustav Klimt de ‘Felsefe’nin ilk versiyonunu sergiledi. Freud ve Klimt, her ikisi de içgüdülerinin karışık dünyasındaki patlamaların sonucunu sergilediklerinde reddedildiler ve kişisel krize girdiler. Gustav Klimt (1862-1918), 1893’te Bakanlık tarafından Viyana Üniversitesi’ni dekore etme ile görevlendirildi. O da ‘Tıp’ı yaptı. İstenen ‘ışığın karanlığa karşı zaferi’ni anlatan bir resim iken yapılan ‘karanlığın her şeye karşı zaferi’ idi. Resimde figürler kümesi, yaşamın başlangıcı, olgunlaşma ve çürümeyi anlatıyor. Sağlık tanrıçası Hygieia bile insanlara sırtını dönmüş, tıp biliminin aydınlık simgesi olmaktan çok, bir büyücü kimliği taşıyor. Klimt, ‘tıbbın yazgının gücü karşısında çaresiz olduğuna’ inanıyordu. ‘Tıp’ adlı tablo ilk kez 1901’de sergilenmiştir. Viyana’nın tıp alanında lider olduğu, sağlık sorunlarının önlenmesi ve tedavisi konusunda ilerlemelerin sağlandığı bir dönemde, sanatçı tıp bilimini etkisiz ve insanoğlunu da çaresiz olarak yansıttığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. Bu çalışma karşısında kamuoyu derin bir endişeye, insanlar şaşkınlığa düştü, ressam ‘pornografi’ ve ‘sap- kın aşırılık’la suçlandı. ‘Tıp’ (1901), 1945’de ortadan kaldırıldı. O dönemden kalan sadece resmin fotoğrafı. Klimt, beş yaşındayken bir kız kardeşinin, daha sonra ağabey ve babasının hayatlarını kaybetmesine tanık olmuştur. Bir kız kardeşi ve annesinin akıl sağlıklarını yitirmesi de onu derinden etkilemiştir kaynaklara göre. Gustav Klimt ve Sigmund Freud aynı şehir ve kültürel çevreyi paylaşıyordu. Viyana’da çağdaş olan Freud ve Klimt’in alanları olan psikoloji ve resim arasında parelel- TSDE ki - Mayıs 2015 43 SANAT Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyorsen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil Cemal Süreya lik olduğu ileri sürülmüştür. Klimt’in cinselliğin artistik ifadesi ile Freud’un ‘libido’ teorisi ve 1905’de yayınladığı ‘Dora case (Freud’un histeri tanılı hastası)’ arasında ilişki bulunabilir denilmektedir. Sanat tarihçileri, Klimt’in erotik düşüncelere saplantıları olduğunu ileri sürer. Klimt, resimde klasik gerçekçi geleneği reddeden Viyana’daki aykırı hareketinin sembolüydü ve soyut, süslü ve şehvetli kadın portreleri ile ünlü oldu. Resimlerinde kadın figürleri ve erotizm ön plandadır. Kedileri severdi ama kadınları daha çok severdi deniliyor. Aşk hayatı kazanovayı bile gölgede bırakacak kadar renkliydi. Cinsellik konusundaki saplantısı resmin biçimine açıkça yansımış, onu fallik sembole dönüşmüştür. ‘... Ama kadınlar, Tanrım, Öyle sevdim ki onları, Gelecek sefer Dünyaya Kadın olarak gelirsem, Eşcinsel olurum’ Kadına duyulan hayranlığın Tanrıyla konuşarak anlatıldığı bu şiirde ironiyle cinsel sapkınlığın çeşitlendiği farklı bir biçimde ele alınması söz konusu. ‘Baktım aşk dizesi ayakta duramıyor /Kadın adına da söylenmemişse’ dizelerinde kadın bakışıyla ‘aşk’ şiirleri yazmanın, aşk dizelerini tamamlayacağı düşüncesindedir Cemal Süreya. Kendisiyle yapılan bir röportajda, kadın bakış açısıyla şiirler yazmak istediğini de söylemiştir: ‘Ben eskiden şiirlerimde erkeğin kadına söylediği sözleri yazıyordum. Şimdi istiyorum ki aynı zamanda kadının da erkeğe söyleyebileceği şeyler yazayım’. Kadın bedeni bir coğrafyadır Cemal Süreya’nın şiirinde. Anlatıcı, kadını coğrafya üzerinde gezdirir. Buradaki coğrafya belirli bir yerle sınırlı kalmaz. Kimi zaman Akdeniz, kimi zaman Karadeniz kimi zaman da Afrika. Yaşanılan aşk tüm dünyaya aktarılarak ‘kadın, adeta bütün dünyaya açılmanın merkezi haline getirilir: ‘Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor/ Bütün kara parçalarında/ Afrika dahil’. ‘Sürgün’ fikrinin insanda bıraktığı fikir de kadına yüklenmiştir. TSDE ki - Mayıs 2015 44 SANAT ‘Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü’. Sürgünün altıncı ayında ölür Cemal Süreya’nın annesi. Henüz yirmi üç yaşında iken düşük yapmış, kanama durdurulamamıştır. Cemal ise yedi yaşında. Ağlamaz, sızlamaz, acısı içine oturur. Her gün, cenazenin kaldırıldığı camiye gidip musalla taşının başında annesi için dua eder. Annesinden tek bir fotoğraf bile kalmamış. Belleğindeki resimse teyzesiyle karışır durur: ‘Annen miydi? Kesik saçı ve açık ensesi miydi teyzenin?’Anıları kopuk kopuk. Kerem ile Aslı öyküsü dışındakiler birkaç cümleyi geçmiyor. Cemalettin zayıf, çelimsiz, hastalıklı bir çocuk. Zaman zaman havale geçiriyor. Annesinin gözü hep üstünde. Her gün aynı sahne: Gülbeyaz eşiğe oturmuş, elinde bir çay bardağı süt. Cemalettin, sımsıkı yummuş ağzını açmıyor. İnatçı mı inatçı. Sütü içirmenin tek yolu var: Kerem ile Aslı... O, ezbere bildiği Kerem ile Aslı’yı okuyacak, Cemalettin de sütü içecek. Öyle inanıyor Gülbeyaz. Cemalettin dinler, çoğunlukla kandırır annesini, sütü içmez. Bu anı, Gülbeyaz’ın çok yakındaki ölümü ile trajik bir boyut kazanır. ‘Bir çocuktun sen/ Bir çocuktun sen, bir bardak duruyordu eşikte/ Dolu bir bardak duruyordu eşikte.’ Cemal Süreya’ya göre hayatını sarsan ‘on an’ dan biri. Şairlik duygusunun ilk uyanışı olarak anımsayacak Kerem ile Aslı hikayelerini. Ondan esinlenerek piyes yazmayı bile deneyecek. Tükenmez bir kaynak, sonsuz bir özlem… Üvey annelerle, yatılı okullarla, yalnızlıkla, yoksullukla geçen çocukluğuna kök salar annesi. Anılarıyla büyür ve her anıyı içinde büyütür. Giderek derinleşir acısı; hayatına şiirine siner. Sevdiği her kadında annesini arar. Sevdiği her kadın öbür yarısıyla annesi olur. Bu arayış, ‘Beni Öp Sonra Doğur’ da doruğa ulaşır: ‘Annem çok küçükken öldü / Beni öp, sonra doğur beni.’ Yusuf Alper, ‘Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri- Annem Çok Küçükken Öldü’ adlı kitabında şairin küçük yaşta annesini kaybetmesini onun için en önemli yaşam olayı ve temel örselenme nedeni olarak ileri sürer. Bu yüzden ‘Cemal Süreya’nın da tüm yazdıklarının aslında baştan sona anne kaybına yakılan ağıt olduğu düşünülebilir’ demektedir. ‘Şiir Süreya’nın annesidir. Onun annesi yerine geçmiştir’ yorumunu getirir. Doyurulmamış anne sevgisi ve ölümünden sonra içine saplanan yalnızlık duygusu sonucu kendisine ilgi/sevgi gösteren, ‘düğmesini diken bütün kadınlarla’ evlenmesinde etkili olmuştur. Yaratıcı kişi, kendi öz yaşamından edindiği süreçleri belli şekillerde eserine aktarır. Hemen her sanatçının eserinde öz yaşam vardır. Roman yazarı, romanını yaşamından parçalarla kurguladığı gibi, yaşamının tamamından da oluşturabilir. Ressam, bilinçaltından gelen sembolleri renklerin büyüsüne; şair de şiirinde oluşturduğu metaforları, sembolleri üst-bilince aktarırken farkında olmadan, eserini yaşamından anekdotlarla örer. Bunu bazen açık bir dille bazen de sezdirerek yapar. Kişiliğin beş farklı dönemden geçerek geliştiğini öne süren Psikoanalitik Kuram’ın kurucusu olan Avusturyalı nörolog Sigmund Freud’a göre sanatın ve sanatçının eserleri üzerinde en temel kaynaklardan biri de çocuk ve çocukluktur. Bebeklik döneminde çocuğun ilk erotik nesnesi annesidir. Anne, onu besleyen ve aynı zamanda ona haz verendir. Çocukluk dönemi gelindiğinde, erkek çocuk babayı kendine rakip edinerek onun yerini almaya çalışır, hatta bilinçdışı bir biçimde onu ortadan kaldırmayı ister. Freud’a göre erkek çocuğun anneye olan erotik saplantısının bas- TSDE ki - Mayıs 2015 45 SANAT tırılması, çocuğun içindeki dişil eğilimleri ve babaya duyulan nefreti artırırken, sonraki yaşamında kadınlarla kimi zaman ilişki kurma bozukluklarına ve hatta eşcinsel tercihlere yol açar. ortamını yok eder: ‘Kişi sevinçlere teşne olmak için yaşama kadrosunu daraltmalı mı? Galiba öyle. Ya da ben öyleyim. Hep bir arkadaşım olmuştur, bir dostum, bir sevgilim olmuştur. Bir pantolonum, bir ceketim.’ Anne yoksunluğu nedeni ile ödipal (ödipal dönem; çocuk 2,5-3 yaşlarına geldiğinde ortaya çıkan cinsel kimlik dönemi) duyguların ön plana geçmiş olabileceğine değinen Alper, Süreya’da oidipus kompleksinin olup olmadığı, babasının ölümünden dört yıl önce yazmış olduğu ‘Sizin Hiç Babanız Öldü mü’ şiirinin klasik Freudyen bakışla açıklanıp açıklanamayacağı üzerinde durur. Bir şeyler üretme telaşı içinde olan bazı insanlar belki de farkına varmadan yalnızlığı seçer. Freud bir konferansında ‘Sanatçı yapısı bakımından içedönüktür; nevroza (davranış bozukluğu) uzak sayılmaz. Güçlü içgüdüsel gereksinimlerin baskısı altındadır. Onur, güç, servet, ün ve kadınların sevgisini kazanmak ister; ama bu doyum kaynaklarını elde etme olanağından yoksundur. Sonuçta doyumsuz başka herkes gibi, gerçekliğe sırt çevirerek tüm ilgisini ve libidosunu, nevroza yönelebilecek olan kendi fantazi yaşamının dileklerini gerçekleştirmeye aktarır, demektedir. Ancak, Freud’un bu görüşü bütün sanatçı ve sanat eserlerine uygulanamayacağından oldukça fazla eleştirilmektedir. Gustav Klimt’in eve bağlı bir kişiliği vardı ve sosyal ilişkileri azdı. Gece hayatından uzak durur, diğer sanatçılarla nadiren görüşürdü. Kendisini sanatına ve ailesine adamıştı. Seksüel açıdan oldukça aktif olmasına rağmen ilişkilerini ayrı tutar, skandaldan kaçınırdı. Cemal Süreya salondaki yemek masasının bir ucunu çalışma yeri olarak kullanırdı. Konuktan hoşlanmamasının bir nedeni de bu. Masanın düzeni bozulacak. Kimseyle içli dışlı olunsun istemezdi. Bu tür ahbaplıklar, çalışma Kucaklaşan kadın resimleri yapıyor Gustav Klimt, ‘Kadın olarak gelirsem/ Eşcinsel olurum’ diyor Cemal Süreya. ‘Tuhaf gelecek belki, ben birkaç kez evlendim; bir sürü serüvenim oldu; ama kendimi feministlerden yana hissediyorum.’ Şair buradan kendine yol TSDE ki - Mayıs 2015 46 SANAT açarak sosyal konumları irdeler ve bir aydın tavrıyla toplumu ve sistemi eleştirerek şiirini pratiğe taşır. Çekirdekten, toplumun bütün dinamiklerine giden yolda Cemal Süreya, ekonomik alt ve üst yapıyı sürekli gözeterek kadın-erkek eşitliğini ilişkilerin doğasında aramıştır. Çağdaşlığa giden yolun önce bireyin bireyle olan ilişkisinin özgürleşmesiyle mümkün olabileceğini düşünmüştür. ‘Kanto’da çağını betimleyerek anlatır sevgilisine kendini. Açlığı, yoksulluğu, zulmü, kötülükleri... Kısacası toplum sorunlarını birkaç dizede özetlemeye çalışır: ‘Ben nereye gittimse bütün zulumlardı/ Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm/ Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu/ Namussuz bir çağ bu biliyorsun.’ ‘İngiliz’de vurguladığı ‘zulüm’ sözcüğü, toplumsal gidişi öne çıkarmak için özellikle seçilmiştir: ‘Çünkü ne zaman ağzından öpecek olsam/ Hele bu onun kendi ağzıysa/ Kocaman bir gül yer alıyor arkamızda/ Zulma karşı.’‘Süveyş’ şiirinde tarihsel bir duruma, ‘Süveyş Kanalı’ aracılığı ile gönderme yapar. Burada anlatıcı hazcı yaklaşımını sosyal-tarihsel olaylarla birleştirir: ‘Biz seviştik Süveyş kanalı kapanmıştı/ Ellerimizin balıkları bütün kanallarda.’ Cemal Süreya, altı (biri ile iki kez) kez evlenmiş, ilk evliliğinden boşanması 7 yıl sürmüş. Gustav Klimt hiç evlenmemiş, ancak en az 3 gayrimeşru çocuğu olduğu bildiriliyor. Ölümünden sonra 14 kadın mirasından pay almak için babalık davası açmış, dördü başarılı olmuş. Klimt’in klasik anlamda evlenmek ve baba olmak gibi kaygıları yoktu. Annesi ve ablalarıyla ilişkilerinin oldukça karmaşık olduğu biliniyor. Aradaki bağın kopmasını veya zarar görmesini istemediğini, bu yüzden de başka bir kadınla güçlü bir bağ kurmak için çaba harcamaya gerek duymadığı ileri sürülüyor. Annesiyle ve ablalarıyla yaşadığı sürece güvendeydi çıkarımı da yapılabilir deniliyor. Narsistik ve borderline (sınırda) kişilik bozukluğu olanlar ikili ilişkilerdeki tüm enerjilerini kendi patolojik psikolojik ihtiyaçlarının giderilmesi için harcarlar. Öte yandan, borderline kişiler birinden ötekine sürekli dolaşıp dururlar ve asla gerçek bir aşk ilişkisine giremezler. Gustav Klimt’in ‘The Kiss’ (öpücük) isimli ünlü eseri için eleştirmenler, ressamın bizimle adeta oyun oynadığını, o gösterişli kostümlerin altında neler olup bittiğini gözümüzün önüne getirmeye zorladığını ileri sürüyor. Yani ressam pornografik bir üslup olmadan da erotizmi izleyicinin yorumu ile türlü hallerde sergiler. Cinselliği, edebiyatın ayrılmaz bir parçası olarak görür Cemal Süreya. Bir söyleşisinde: ‘Toplumumuzda cinsel güdü baskılardan ötürü, çok büyük ve karmaşıktır. Bu bakımdan aşkın cinsel yanının şiire yansımaması düşünülemez. Cinselliği bütünüyle TSDE ki - Mayıs 2015 47 SANAT bir yana atan edebiyatın gerçekçi olamayacağı kanısındayım’ diyerek şiirini toplumsalla erotik olanın arasında bir yere koymaya çalışır. Bir başka yazısında da aşk ve cinselliği insanlığın gelişim seyri içinde temel öğe olarak görür: ‘Hayatımda da yazdıklarımda da cinsel duygu ağır basar. Bunun böyle olmasını istediğim için değil. Zaten öyle olduğu için. İnsan hayatının binlerce yıllık serüveninde iki temel öğe olmuştur: Açlık ve aşk. Kenarda bir konu değil aşk ya da cinsellik...’ İroniyi şiirlerinde ince bir duyarlık alanı olarak kullanan Cemal Süreya, bu ironik üslupla şiirini pornografiden uzaklaştırmıştır. Klimt ‘öpücük’ resmini yaptığında 45 yaşındaydı ve Viyana’nın en tanınmış ressamıydı. Ancak hala baba evinde her kaprisine boyun eğen annesi ve hiç evlenmemiş iki ablası ile yaşıyordu. Sıradan bir hayatı vardı, akşam yemeğini evde yer, erkenden yatardı deniliyor onun için. Oysa o saygın görüntünün altında doymak bilmez bir erkek vardı. En büyük takıntısı kadınlardı. ‘Öpücüğün’ yüzyılın sonunda Viyana’da hayata geçmiş olması şaşırtıcı değil. Viyana o dönemde zengin, kozmopolit bir şehirdi. Büyük Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başkenti olan Viyana sanatın her dalında gelişmeye ev sahipliği yapıyordu. Sanatçılar için bir fanus gibiydi. Ayrıca toplumda sınıflar arası farklar dikkat çekiciydi. Cinsiyetler arası çifte standart vardı. Cinsellik çok revaçtaydı. Viyanalı’lar başka bir şey okumuyor veya konuşmuyordu. Viyana 19. yüzyılın son dönemlerinde cinsellik konusundaki araştırılmaların merkezi haline geldi. Sadece Freud değil çağdaşı birçok bilim adamı vardı. Cinsellikle toplum arasındaki ilişki, cinselliğin toplumu çöküşe sürüklediği gibi birçok endişe dönemin tartışmalarının merkezine oturmuştu. Sanat tarihçileri tarafından, ‘öpücük’ Viyana’nın o dönemki bir tür amblemi gibiydi, cinsellik üzerine yapılan bütün tartışmalar, erotizm, şatavat bu resimle bir araya gelmişti yorumu yapılıyor. Sanat tarihçisi ve yazarı Wolfgang Fischer, Klimt’in kadınlarla arasındaki karmaşık ilişkinin hayatı boyunca annesi ve ablalarından kaçamadığı veya uzaklaşamadığı gerçeğinden kaynaklandığını, bunun da kişiliğinde bir tür ‘Peter Pan etkisi’ (hiç büyümeyen erkekler) yaratarak hayatı boyunca küçük bir çocuk, küçük Gustav kalma arzusuna neden olduğunu ileri sürmüştür. Annesini küçük yaşta kaybeden ve iki kız kardeşi olan Cemal Süreya, yatılı okula gidip kendini kurtarır ancak aklı hep onlarda kalır. Kardeşlerinden birinin okuması için yanlarında kalmasını istediğinde ilk eşi ile sorunlar yaşar. Eşinden ayrıldığı bir dönemde de bir süre kız kardeşi ile aynı evi paylaşır. Klimt, erotik yanı çok güçlü bir erkekti. Onu kucaklaşma konusuna çeken de bu yanıydı. Kadınlarla birlikte olmayı seviyordu, öte yandan onlarla fazla yakınlaşmaktan da ürküyordu. Bu yüzden konu olarak ‘öpücüğü’ seçmesi onun için bir sınavdı belki de deniliyor. Resimde bir tehlike duygusu var. Klimt, erkekle kadını bir boşluğun kıyısına yerleştirmiş. Diz çöktükleri alanda ayaklarının altında çiçekler var, ama onun gerisinde ne olduğunu bilmiyoruz. Belki de yuvarlanacak ve öbür dünyaya göçüp gidecekler. Belki de Klimt ‘öpücük’le bizi aşkın kırılganlığı konusunda uyarıyor. Burada Cemal Süreya’nın ‘Uçurumda Açan’ isimli şiiri hemen aklıma geliyor. Ancak ben bu şiiri ‘öpücüğe’ değil ‘sunflower (ayçiçeği)’ resmine daha yakın buldum. Aslında her iki resmi birlikte düşünmek istiyorum. Şair çiçek ve kokusu ile, ressam çiçeği çizerek kadını tarif ediyor. Ayrıca, sanat tarihi yorumcuları ressamın ‘ayçiçeği’ resminin aslında ‘öpücüğün’ bir benzeri olduğunu ileri sürmektedir. Ya da burada Klimt’in çapkınlığının ipuçları var. Resimde kadının pek de istekli olmadığını ileri süren bazı yorumculara göre ise kadının istediği zaman erkeğin hâkimiyetine inatla direndiğinin gösterildiği belirtiliyor. Klimt yavaş çalışıyordu deniliyor. Daha ağır ve sıkıntılı olan boyama aşamasına 5-10 dk ara verip modellerden birinin eskizini çizerdi. Az yazdığı için eleştirilir Cemal Süreya, hatta tembel şair olduğu bile öne sürülür. ‘Az yazıyorum, evet. Her kitabımın yayın tarihi arasında ortalama 7.5 yıl ara var. Hemen her saat şiir düşündüğüm, şiirle iç içe yaşadığım halde, herkesten az yazmışım. Kısacası, bugüne dek bizden bu kadar çıktı’ diyor Cemal Süreya. Bu iki sanatçının benzer denilebilecek bu özellikleri belki de obsesif karakterde olmalarıyla ilişkilendirilebilir (Obsesif Kompulsif Bozukluğu- Saplantı-Zorlantı Bozukluğu: obsesyon adı verilen takıntılı düşünce, fikir ve dürtüler ile kompulsiyon adı verilen yineleyici davranışlar ve zihinsel eylemlerden oluşan bir ruhsal klinik tablo). TSDE ki - Mayıs 2015 48 SANAT ‘..Ne olur ağzından başlayarak soyunmaya/ Bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme/ Çık gel bir kez daha yıkıntılardan/ Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat.’ İnsanlık tarihi boyunca üzerinde en çok düşünülmüş, konuşulmuş, yazılmış konuların başında aşk gelir. Erotizmin aşktan farklı olduğu, aşkın erotizmi de kapsayan çok daha geniş ve aşkın bir tinsel durum olduğu söylenebilir. Aşkın biyolojisiyle ilgili olarak yapılan çalışmalarda normal deneklerde serum serotonin düzeyi normal sınırlardayken aşık olanlarda Obsesif Kompulsif Bozukluğu (Saplantı-Zorlantı Bozukluğu) olan hastalarınkine benzer şekilde %40 dolayında düşük bulunmuştur. Bir grup çalışmacı, ‘İnsanların aşık olduğu zaman aklını yitirdiği söylenirdi. Bu tespit galiba doğru,’ açıklamasını yapmıştır. Daha önce depresyon benzeri ya da eşdeğeri gibi algılanan aşkın şimdilerde Obsesif Kompulsif Bozukluğu ya da benzeri sayılması ilginç bir durumdur. Psikanalizin kadına ve aşka bakışının altında temel olarak çocuk cinselliğinin masum aşkı olan ödipal sevgi yatar. Bu anlayışa göre her erkek çocuk annesine, her kız çocuk da babasına cinsel bir ilgi duyar. Bu olağan koşullarda 5-6 yaş dolayında çözümlenir ve ebeveynlere duyulan yasak duygular bilinç dışına bastırılır. Bu bazı özel durumlarda sekteye uğradığında bu olağan süreç yaşanamaz ve çocuğun bir delikanlı-erişkin olarak cinsel kimliği olağan gelişemez. İlk aşkın anne ya da baba olması insanları yaşam boyu bir anne ya da baba benzeri; eşdeğeri arayışına iter. Ödipal öncesi oral-anal dönemlerde ağır travmalar yaşamış çocukların erişkinliklerinde o dönemlere ilişkin patolojiler yaşayacakları bilinmektedir. Freudcu psikanalizin bu konudaki görüşü çocukluk cinselliğinin çekirdek kompleksi olan odipus kompleksinde yüzeyel olarak hiçbir cinsel bağlılık tam olarak çekici değildir; daha derin düzeyde, her cinsel bağlılığın inhibe edilmesi gerekir, çünkü her eş anneyi temsil etmektedir. ‘Üvercinka’da ‘Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden’, ‘Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun’ dizeleriyle bedenle ruh; ‘Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma’ dizesiyle sosyal kadın; ‘Gününü kazanıp kurtardı diye güzel’ dizesiyle de emekçi kadın ön plana çıkarılmıştır. Bu birbirini tamamlayan niteliklerin tek bir kadın tipinde ele alınarak idealize edilmesinin nedeni şairin ‘mükemmel kadın’a ulaşmak istemesidir. Aşktın sen, kokundan bildim seni Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin Elinde tuhaf bir çanta, saçında soku Divan, Nazım Hikmet, İkinci Yeni Kaç gündür adını düşünüyorum Ne demiş uçurumda açan çiçek Yurdumsun ey uçurum Cemal Süreya TSDE ki - Mayıs 2015 49 SANAT Hadi sevgilim Bir yudum süt koy yuvaya Ve içiçe iki hilal Sımsıcak, çok yakın, kirli Unutma ki İnsanlarımız gibi aşkımız da Kazılarda bulacak kendi güneşini Vakit ilerliyor Anadolu güneşi Peleponez güneşi olacak az sonra Boşa dönen bir çıkrık uzakta Avucumda Belkıs’ın delik incisi Cemal Süreya Gustav Klimt, kadının dış güzelliğinin erotizme ulaşan estetik anlatımın yanında, kadının üstünlüğünü, üretkenliğini, gücünü de ortaya koyar. ‘Oidipus tarzı’ ayaklanma, güçlü ve rahatsız edici kadın figürleriyle yönetilen bir dünyada gerçekleştirilir. Bu dönemde karşı çıkılan yalnızca sanata konu olan kadının müstehcen çıplaklığı değil, gözler önüne serilen gücü de rahatsız edicidir. İşte bu güçlü duruş yönetenin kadınla temsil edilişi geleneği altüst etmiştir. Klimt’in ‘Palas Athena’ tablosu, yapıtları arasında ilk ‘üstün kadın’ örneğidir. ‘Umut I’ çalışmasında toplumun tabularına karşı çıkarak hamilelik konusunu ele alır. Klimt için kadının yalnızca şehvetin simgesi değil, aynı zamanda yaşam taşıyıcısı da olduğunu göstermektedir. Dönemin kadına algısını baştan sona altüst ederek resimleriyle karşı cinsi özgürleştirici bir güç olarak sunmayı denemiştir. Freud ve onu izleyen bazı yazarlar, sanatsal yaratıyı gerçek, olgun cinsellik yaşayamamayla, ilişkilendirmektedirler. Onlara göre sanatçılar genital dönem öncesi oral, anal ya da fallik dönemlere saplanmışlardır ve o nedenle gerçek cinselliği diğer insanlar gibi yaşayamamakta, o nedenle fantezilerle telafi etmeye çalışmaktadırlar. Başka yazarlarsa bu düşünceye karşı çıkmaktadır. Şair-yazar, ressam vb. sanatçıların gerçekten karşı cinsle ilişkilerinin oldukça yoğun olduğu bilinmektedir. Ancak zaman zaman çok sık eş değiştirme biçiminde işleyen ilişkilerin olduğu görülmektedir. Bunun da sanatçıların sanatlarından başka bir nesneye yoğun bağlanamamalarıyla ilişkili olabileceği bildirilmiştir. Bazı yazarlar, sanatçılarda eşcinsellik eğilimi bulmaya yatkındır. Ayrıca erkek sanatçılarda kadınsı özellikler olduğu düşüncesiyle birlikte çoğu yaratıcı kadında da erkeklerin ilgi alanına ortalamadan daha fazla ilgi duyma olduğu öne sürülmüştür. Freud’un sanat ve yaratıcılığa ilişkin bir başka görüşü de onun çocuktaki oyun eşdeğeri olduğu görüşüdür. ‘Çocuk oyun oynarken ne yaparsa, yaratıcı sanatçı da aynını yapar,’ der. Fanteziyi doyumsuzluğun bir göstergesi olarak görür. Dolayısıyla sanatçıları doyumsuz kişiler olarak değerlendirip yapıtları da onların doyumsuzluklarının bir telafisi, dilek doyurumu olarak kabul eder. Bu görüş bazı sanatçıların bazı yapıtları için kısmen kabul edilebilir bir düşünce olsa da bütün sanatçıları ve yapıtları kapsayabilecek bir sav olamaz. TSDE ki - Mayıs 2015 50 SANAT Bacaklarının dar açısında Bir yumak Bir kırlangıç yuvası Bir söğüy yaprağı susuz ve erkenci Bir mermi yatağı derin ve pusuda Bir saat kapağı tık diye açılır bir tünek dalgın güvercinler için Yabancım diyorum ona Geriye kalan tüm kelimeleri de Kamulaştırıyorum böylece Cemal Süreya Hiç de ilginç değil ki, karşı karşıya kaldığımız her duruma yorumumuz, tepkimiz ve çıkaracağımız sonuçlar sahip olduğumuz birikimler, ilgi alanımız, o sıradaki hayata bakışımız, hayattan beklentilerimiz, duygu durumumuz ve daha birçok bizle ilişkili ve ilişkisiz varoluşların ve yok oluşların harmanıdır. Bir resme baktığımızda ya da bir şiir okuduğumuzda ya da her neyle ilgileniyorsak sahip olduklarımız ve olmadıklarımızın rengi, ahengi, düşüncesi, belki hepsinin tek bir simgesidir bizde oluşan ve aslında belki de yalnızca o sırada. Farklı sanat dallarında cinsellik konusunu aslında toplumsal vurgulamalar için kullanan bu iki önemli sanatçı arasındaki benzerlikler dikkati çekiyor. Sonuç olarak diyebilirim ki, sanatçıların hayatlarını ve eserlerini incelerken bir yanda yönelim ve davranışların kökeninde patolojik süreçlerin işaretlerine dikkat çe- kerken diğer yandan aynı patolojik süreçlerin tam bir ironi ile alt yapıyı bilmeden yaklaşıldığında çiğ zannedilen sözlerin veya renklerin sanatçı kimliğinde bütün o alışılmışların ve geleneklerin inadına inadına ince bir zeka ve duyarlıkla toplumun gerçeklerine ayna tutulduğuna büyük bir hayranlıkla şahitlik ediyoruz. Evrenle, dünyayla, insanlıkla ilgili bir sorunu, kaygısı olmayanın sanat uğraşı neden olsun? Sanat bir bakıma var olan dünyadan daha farklı ve güzel bir dünyanın olduğunu, olabileceğini ya da olması gerektiğini ileri sürmek için yapılır. Bu da öyle güle oynaya yapılacak bir şey değildir. Malzeme olarak da gerekirse mevcut kişisel patolojik süreçler de sanat içinde dönüştürülebilir. Cemal Süreya’nın da dediği gibi ‘Şairin hayatı, şiire dâhildir’… Prof. Dr. V. DENİZ YERDELEN Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Adana Kaynaklar 1. Bitsori M, Galanakis E. Doctors versus artists: Gustav Klimt's Medicine. BMJ 2002; 325 (21-28): 1506-8. 2. Buckley PJ. Gustav Klimt, Egon Schiele, and Fin de Siècle Vienna. Images in Psychiatry. Am J Psychiatry 2012; 169:7. 3. http://en.wikipedia.org/wiki/Gustav_Klimt 4. http://www.artsmypassion.com/articles.asp?ID=295: Gustav Klimt: the Master of Elegant Eroticism 5. www.jstor.org/stable/1358469: Gustav Klimt and Emilie Flöge: An Artist and His Muse 6. Uz A. Gustav Klimt’in tuvale yansıttığı renkli ışıltılı masalsı bir dünya ve kadın imgesi. Journal of Life Sciences 2012; 1(1): 55-64. 7. Ergül MS. Cemal Süreya şiirinde bedenin yazınsallaşması. Tez. Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyat Bölümü: 2003. 8. Özmeral Ö. Cemal Süreya şiirinde kadın ve erotizm. Ozan Yayıncılık 2007. 9. Perinçek F ve Duruel N. Cemal Süreya; Şairin hayatı şiire dahil. 10. Cemal Süreya. Sevda Sözleri. YKY. 11. http://heyula.net/Haber/Oku/bir-sairin-cocuk-hali-cemal-sureyanin-siirlerinde-cocukluk-46#.VJwR0shA 12. http://yeniguneturku.blogcu.com/cemal-sureya-nin-cocukluguna-inmek/6256596 13. http://www.youtube.com/watch?v=r0TvsJi5Dg0; DERS 1862 1918 Gustav Klimt The Kiss Öpücük Avustralyalı Sembolist Ressam Erotizm 14. Alper Y. Psikanaliz ve aşk. 2003: Çizgi. TSDE ki - Mayıs 2015 51 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ Çocuk ve Ergenlere Sistem Dizim Terapisi ile bakış Çocuk oyun alanına iç dünyasını yansıtırken, farkında olmadan bilinç dışı ait olduğu aile sisteminin bilgilerini de yansıtır... “Oyunun kendisi bir terapidir ve çocukların oyun oynayabilecek hale gelmeleri evrensel geçerliliği olan bir psikoterapidir…“ der Winnicott. Oyun oynamanın evrensel bir olgu ve çocuklar ile iletişimin önemli bir yolu olduğunu söyleyen Winnicott, özellikle çocuğun dil hakimiyetinin yeterli olmadığı durumda, çocukla iletişim kurmak için oyunun önemli bir kanal olduğunu da vurguluyor. Oyun oynamak, büyümeye ve gelişmeye katkıda bulunur. Çocuk, oyununda hayatında yoğun olan düşünceleri sergiler. Winnicott, oyunun kendisinin bir terapi olduğunu söyler ve çocukların oyun oynayabilecek hale gelmelerini evrensel geçerliliği olan bir psikoterapi olarak tanımlar. Oyun oynamayı ise her zaman yaratıcı, zaman-mekân sürekliliği içinde yer alan bir deneyim ve temel bir yaşama biçimi olarak yorumlar. Bu yazıda, oyunun çocuğun hayatındaki yerinin önemine daha geniş bir alandan bakarak, aile jenogramı ve diziminde bir vaka eşliğinde bahsetmek istiyorum. TSDE ki - Mayıs 2015 52 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ “Ruh, varlığını bilinçdışı sürdüren kolektif vicdanı harekete geçirir” Çocuğun yaşadığı sorunun, içinde bulunduğu aile sistemiyle ilişkisini anlamak için, oyunlarına daha geniş bir perspektiften bakmanın gerekliliğine de inanıyorum. Ancak önce oyunun çocuğun hayatındaki yeri ve işlevi ile ilgili olarak farklı görüşlere yer vermek istiyorum. Jung, oyunu kendini gerçekleştirmenin bir yolu olarak görür ve oyunda kültür, kişilik ve kolektif bilinçdışı arasındaki bağlantıya dikkat çeker (O’Connar ve Schaefer, 1994). Jung’a göre kişi geçmişiyle bağlantılıdır. Bu bağlantı kendi çocukluğunu, kendi türünün geçmişini ve tüm insanlık evrimini içerir. Kolektif bilinçdışını oluşturan imgeler insana atalarından aktarılmıştır. İnsan doğarken bazı eğilimleri ve imgeleri de birlikte getirir ve buna göre çevresini algılar ve bir anlam atfeder. Jung, çocuğun gelişimini etkileyen toplumsal etmenler üzerinde durmuştur. Çocuğun yaşamının ilk yıllarında kimliğinin anne-babasının kişiliğinin yansımasından oluştuğunu söyler. Bu nedenle çocukta görülen sorunların anne-babasının sorunlarının bir yansıması olduğunu ve çocukların rüyalarının kendilerinden çok anne-babaları ile ilgili konuları içerdiğini gözlemlemiştir. (Geçtan, 1988). Fenomenolojik yaklaşım aile sisteminin vicdanından yani kolektif vicdandan söz eder. “Ruh, varlığını bilinçdışı sürdüren kolektif vicdanı harekete geçirir”. Şu anda hayattaki konumumuz ve rolümüz her ne olursa olsun aile sistemimiz ile ortak bir kader paylaşırız. Uzak veya yakın ailemizden birinin yaşadıkları iyi veya kötü hepimizi etkiler. Bu birleştirici bir güçtür. Hedef, öncelikli olarak sistemin hayatta kalmasını sağlamaktır. Bu yüzden topluluk vicdanı asla sistemden birinin dışlanmasına, unutulmasına izin vermez. Bu vicdan hem hayatta olanları hem de ölmüşleri içine alır (Zararsızoğlu, 2002). Dünyaya gelirken sadece biyolojik kodlarla yüklü gelmiyoruz, hepimiz kendi aile sistemimizin bilgileri ile yüklüyüz. Bu bilgiler, kişinin sistemiyle rezonans içinde bulunan morfo-sistemik ailesel alandan gelmektedir. Beynimizde bulunan ayna nöronlar sayesinde bu bilgiler hayata geçebilmektedir. Çocuğun iç dünyasından sadece annesiyle değil, babasıyla, kardeşleriyle ve atalarıyla olan ilişkisi de yansımaktadır (Zararsızoğlu, 2009). Bu bilgilerin ışığında çocuğun, oyun alanına iç dünyasını yansıtırken aile sistemine dair bilgileri de yansıttığını anlayabiliriz. VAKA İNCELEMESİ Kendi uygulamalarımda gözlemlediğim, oyunun, çocuklarla iletişim kurmanın ve onları tanımanın temel TSDE ki - Mayıs 2015 53 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ yollarından biri olmasıdır. Oyun ortamının ise çocuğun karşısındaki kişi ile bir güven ilişkisi kurabilmesi için gerekli bir alan yaratmasıdır. Oyun alanının sağladığı kabul ve güven ilişkisi, çocuk üzerinde başlı başına iyileştirici bir etki oluşturur. Çocuğun oyununda, ilerleyen zaman içinde, genellikle tekrar eden temalar veya davranışlar görülür. Bunlar, bir yönüyle çocuğun taşıdığı ve göstermek istediği durumlar gibi gelir. Bu durum, çocuk tarafından nasıl algılanıyor ve yansıyor anlamak için, dikkatli ve geniş bir çerçeveden bakmak gerekir. Burada sunulacak olan vaka ilkokula giden bir çocukla ilgilidir. Danışanla ilgili bilgiler özellikle genel bir çerçeve içinde sunulmuştur: Aile çocuklarının bir süredir evin dışında hiç konuşmaması ile ilgili yardım almak istiyordu. Aile ile yapılan görüşmede bu durumun yaklaşık üç aydır sürdüğü ve evde de olabildiği belirtilmişti. Bunun yanında, çocuğun öz bakım becerilerinde zorlandığı, genelde giyinme ve yeme konusunda annesinden fazlaca Oyun alanının çocuk ve terapist arasında sağladığı kabul ve güven ilişkisi, çocuk üzerinde başlı başına iyileştirici bir etki oluşturur. destek aldığı öğrenilmişti. Görüşmeler sırasında da çocuğun çekingen davrandığı, konuşmaktan ve göz kontağı kurmaktan kaçındığı görülüyordu. Çocuğun diğer kardeşleri oldukça hareketli ve konuşkandı. Annesinin telaşlı ve sabırsız, babasının ise çok yoğun kaygılı ve hassas bir yapıda oldukları görülüyordu. Bunun yanında evde kuralların olmadığı ve tamamen çocuklara odaklı bir düzenin var olduğu ve anne babanın çocuklara söz geçiremedikleri öğrenilmişti. Anne de baba da çalışan yorulan kişiler olarak çocuklarıyla zaman geçiremediklerini paylaşmışlardı. Yapılan görüşmelerde çocuğun öncesinde de içe dönük bir yapısı olduğu, dışarı çıkmayı sevmediği ve yabancılarla iletişim kurmakta hep zorlandığı anlaşılmıştı. Anaokuluna hep zorlanarak gitmiş, daha öncede var olan karın ağrısı, baş ağrısı gibi yakınmalar bu durumdan sonra artarak devam etmişti. Çocuk, ilerleyen görüşmelerde konuşmamaya devam etmekle birlikte oyun oynamaya devam ediyor, bazen göz kontağı kurarak bazen mimiklerle iletişim kuruyordu. Çocuk hiç konuşmadığı için duygu ve düşüncelerinin dile gelmesi mümkün olmuyordu. Oyun, onunla iletişim kurmak ve iç dünyasını algılamak için önemli bir araçtı. Oyunlarında ise genellikle büyük ve vahşi hayvanları seçtiği ve bu hayvanlara kimsenin karşı koyamadığı görülüyordu. Oyunlarında öfke, TSDE ki - Mayıs 2015 54 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ saldırganlık ve yıkıcılık dikkat çekiyordu. Bununla birlikte gözlenen, savaş teması, yavru ve ebeveynlerin bir arada tutulma ihtiyacı, sorumluluk yüklenen küçük evcil figürler, acı çekerek ölen bir kadın ve kendi dünyasına çekilen diğer bir figür aile sistemi içinde yaşananların çocuğun dünyasına ve oyunlarına nasıl yansıdığını düşündürmekteydi. Görüşmelere, çocuğun gelişim öyküsü ile birlikte aile jenogramı oluşturularak ve ailenin içinde bulunduğu sisteme dair bir görüntü oluşması sağlanarak devam edilmişti. Aile jenogramında, erken yaşta kayıplar, bu kayıplardan biri ile çocuğun aynı ismi taşıyor olması, büyükannelerin sistemde dışlanmış olmaları ve anne tarafındaki duygu akışında zorlanma dikkat çekiyordu. Sonrasında, anne babanın katıldığı dizim çalışmasında terapistin algısı sistemde bir sır olduğu yönündeydi. Dizimde, danışanın bakmak istemediği ve görmek istemediklerinin onu nasıl kilitlediği ve hareket etmesini engellediği görülüyordu. Oluşan resimde çocuk, ebeveynleri adına ailede yok sayılan, konuşulmayan veya görülmeyenlere yönelik bir Bu yaklaşımda, çocuğun yaşadığı soruna sadece onun kendi iç dünyası ve bilinçaltının değil ailesinin de bilinçaltı ve sorunlarının yansıyabileceği görülür. üstlenmişlik içindeydi. Çalışmanın içinde ilerlerken görülmeyenlerin görünür olması ile danışandaki rahatlama hemen göze çarpmıştı. Bu durum başta da bahsedildiği gibi kolektif aile vicdanının işleyişine örnek oluşturmuştur. Danışanın taşıdığı öfkenin sadece kendisine ait olmadığı dizim çalışmasında da görülmüştü. Daha öncede belirtildiği gibi oyuna yansıyan temaların sadece çocuğun iç çatışması veya ebeveyni ile çatışması olarak görmek kısıtlayıcı bir yaklaşım olurdu. Burada da oyuna yansıyanlar temalar ile dizimde görülenler ve çocuğun yaşadıkları arasındaki paralellik dikkat çekiciydi. DEĞERLENDİRME Bu vakada oyun, danışan ile iletişim kurmak ve onun dünyasını anlamak için güzel bir kanal olmuştur. Beraberinde anne-babanın katıldığı dizim çalışması, çocuğun rahatlayıp yaşamına yönelmesine yol açıcı olmuştur. Çocuk oyunun içinde terapist ile bir güven ilişkisi kurmuş ve iç dünyasına ait temaları aktarmaya başlamış, terapistin duygularını anlamlandırması ile yavaş yavaş konuşmaya başlamıştır. Dizimden sonraki takip ve yapılacak çalışmalar çocuğun gelişimi için çok önem taşımaktadır. Özellikle aile ve çocuklar ile işbirliği sağlandığı sürece dizimin açtığı yolda destekleyici çalışmalar ile devam etmek faydalı olacaktır. Bu vakada, çocuk ve aile günlük yaşama ve okul hayatına uyum sağlama ile ilgili beceri ve yöntem konusunda desteklenmiştir. Bugüne kadar olan çalışmalardan yola çıktığımızda, sistemik yaklaşım, çocuğun yaşadığı sorunun ailesinin görmesi gereken alanlara gönderme yaptığından bahsederken, daha derindeki ve daha geride olanı görmemize olanak sağlar. Bu vakada da çocuğun yaşadığı soruna sadece çocuğun kendi iç dünyası ve bilinçaltının değil ailesinin de bilinçaltı ve sorunlarının yansıyabileceğini görmekteyiz. Üzerinde durulması gereken diğer çok önemli bir nokta ise, çocukla çalışırken çocuğun ailesinin de o ilişki içinde olduğudur. Çocuk her zaman ailesi ile birlikte ele alınmalıdır. Terapistin çocuk ile birlikte çalışırken anne babasını da yüreğinde taşıması ve onlarla kuracağı güven ilişkisi çocuğu da aileyi de rahatlatan ve sürecin işlemesine yol açan en önemli etkendir. Bu durum çocuklar ile yapılan çalışmalara sistemik yaklaşımın önemli bir katkısıdır. NAZAN BALOĞLU Uzman Psikolojik Danışman TSDE Çocuk-Ergen Terapisti TSDE ki - Mayıs 2015 55 SİNEMA Film Değerlendirme ve Analiz Süreci Senaryolar basit olay örgüleri ve konuşma sıraları gibi görünseler de aslında gizli bir içeriğe sahiptir ve senaristin dış dünyayı deneyimleme ve gözlemleme gücü ile şekillenirler. Filmin Bileşenleri Bir film pek çok unsurdan oluşur. Bu unsurlar tipik bir yaratım sürecinde yaratıcının yaratılan şey üzerindeki etkisi gibi filmin ruhsallığına, işleyişine ve aktardıklarına etki eder. Filme değen tüm unsurların ruhsallığının ve tarihinin izlerini barındırır. Filme ruh veren unsurlar arasında finans sağlayıcısı olan stüdyo ve yapımcıdan set ekibine kadar sayısız bileşenden bahsedilebilir. Ancak şüphesiz film üzerinde izlerini en fazla takip edebileceğimiz bileşenler, senaryo yazarı, yönetmen, oyuncular ve nihayet izleyici olacaktır. Senaryo yazarı, film bir kitap uyarlaması olsun ya da özgün bir yapım olsun fark etmeksizin etrafındaki hikâyelerden etkilenir. Senaryolar basit olay örgüleri ve konuşma sıraları gibi görünseler de aslında gizil bir içeriğe sahiptir ve senaristin dış dünyayı deneyimleme ve gözlemleme gücü ile şekillenirler. Bu sayede senarist elindeki kuru malzemeyi gerçek hayatta bir ana dönüştürür ve izleyici için kendi öznelliğinde bir yaşanmışlığa ayna tutar. İzleyici kendi gerçeğinin, ruhsallığının ve deneyimlerinin yansıması olan diyaloglar ve monologlarla karşılaştıkça, film TSDE ki - Mayıs 2015 56 SİNEMA bir aktarım nesnesine dönüşür ve psikolojik bir boyut kazanabilir. İzleyici ancak o zaman yan karakterlerden biriyle ya da kahraman ile özdeşleşebilecektir ve film gerçeklikte bir anlam edinebilecektir. Yönetmen, ateşin başındaki hikâye anlatıcısı, dönüşüm ve şifanın kapısını açan şaman gibidir. Yönetmen filmin gözüdür, görenidir. Senaryoya yeni anlamlar ve boyutlar katar. Bu anlam belli bir derinlikte algı gerektirir; var oluşun, yaşamın ve ölümün algısını gerektirir. Yönetmen filmin izleyici için anlamını bilen kişidir. Yaratacağı duygulanımın farkında olarak hareket eder. Bunun farkında olmayan yönetmenler anlatım olarak kuru, izleyici için sıradan ve özdeşleşmesi, deneyimlenmesi zor yapımlar yaratırlar. Yönetmen, ateşin başındaki hikâye anlatıcısı, dönüşüm ve şifanın kapısını açan şaman gibidir. İzleyicinin arkaik ihtiyaçlarının farkındadır ve ona kendi hikâyesini vermeye çalışır. Bunu yaparken kendi özüyle, arkaik tarafıyla ve hem kişisel hem de kolektif bilinç dışı ile ilişki içinde olmalıdır. Oyuncular filme hayat verenler ve hikâyeyi görünür kılanlardır. İzleyici oyuncular vasıtasıyla anlatılan hikâyeyi görür ve deneyimlerler. Doğru role doğru oyuncunun gelmesi önemlidir; karakter özellikleriyle uyuşmayan oyuncu eşleşmeleri ve görünümler izleyici için hayal kırıklığı olarak deneyimlenir. Oyuncu yaralı şifacı gibidir; daha önce deneyimlemediği ya da deneyimlemekten korktuğu bir durumu aktarmakta genellikle yetersiz kalır. Ancak kendisi de belli bir ruhsal deneyler zincirinden geçmiş oyuncular, izleyici için gerçek bir duygulanımın kapısını açar ve özdeşleşmek daha kolay olur. Nihayet izleyici gelir. İzleyici düş görendir; yeni bir düş görmek, filmin simgesel dilinden ve sembolik anlatımından kendine ait bir anlam çıkaran ve bu sayede filmi anlamı ve gerekli kılandır. Tüm filmler izleyici ile buluşması amacıyla yapılır ve en kötü diyebileceğimiz filmlerin bile belli bir izleyici kitlesi ve hitap ettiği özel dünyalar vardır. Her filmin anlamı bireysel olarak izleyicisi ile filmin arasında oluşur ve o alanda kalır. İzleyici gördüğü düşten aldığı mesajlarla kendi ruhsallığına dokunabildiği, kendi bilinçdışındaki anlamaları keşfetmeye cesaret gösterebildiği ve monomit döngüsünde kendi hikâyesinin kahramanı olmaya kararlı olabildiği sürece filmler anlam kazanır. TSDE ki - Mayıs 2015 57 SİNEMA Film Değerlendirme & Çözümleme Film yorumlama ve değerlendirme günümüzde popüler bir uğraş ve hatta bir iş alanı haline gelmiştir. Bu çalışmalar hem izleyiciler hem bu sektörde çalışanlar hem de insan ruhsallığına olan merakla açlık çeken psikoterapistler tarafından oldukça rağbet görmektedir. Filmler simgeseldir hem açık hem de gizli içeriği vardır, çözümlemenin amacı gizli içeriği görünür ve her iki tür içeriği de anlaşılır kılmaktır. Pek çok farklı değerlendirme yöntemi vardır. Sosyal bilimlerin çizdiği çerçevede antropoloji, sosyoloji ve psikoloji bilimlerinin verdiği olanaklarla değerlendirmeler yapılabilir. Bir filmin senaryo bileşenleri açısından yapısal analizi gerçekleştirilebilir. Aynı disiplin içinde farklı ekollerce değerlendirme yapılabilir; örneğin sosyolojik anlamda feminizm, kentlilik gibi konular üzerinden, psikolojik olarak Jungyen ya da psikanalitik olarak çözümleme yapmak mümkün olabilir. Hangi tutumla olursa olsun film simgeseldir ve hem açık hem de gizli içeriği vardır. Çözümlemenin amacı da gizli içeriği görünür ve her iki tür içeriği de anlaşılır kılmaktır. Olgu öyküsü ya da serbest çağrışımın bir formu olarak film incelemesi yapılırken yorumlayıcıların kendi ruhsallıkları ya da zihinsel çerçeveleri ile temas etmeler kaçınılmazdır. Bu istendik bir şey olmakla beraber filmin bağlamından uzaklaşmaya neden olabilir. Bu tür incelemelerde bağlam sorunu önemlidir; bağlamdan bağımsız çözümleme yapmak filmin öyküsünden uzaklaşmaya neden olur ve adeta terapistin uymayan bir yorumu/müdahaleyi danışanına zorla kabul ettirmeye çalışmasına benzer. Psikolojik olarak film yorumlamada yola çıkılan yöntemler aşağıdaki gibidir: • Birinci yaklaşımla filme/metne bir olgu öyküsü gibi yaklaşılabilir. Bu yaklaşım bize filmin “-mış gibi” doğasının ötesine geçerek gerçek bir olay olarak ele alma ve film karakterini gerçek karakterler gibi analiz etme olanağı sağlar. • İkinci yaklaşımda film filmi yorumlayanın, yönetenin ya da yazanın zihinsel yaşamıyla ilişkilendirilir. Serbest çağrışımın bir formu olarak, bir rüya, fantezi ya da semptom gibi ele alınabilir. • Üçüncü yaklaşımda film kendine özgü yapısı içinde, biçimi ve üslubu ile değerlendirilir. Buradaki zihinsel ve ruhsal içeriklerin türevleri, işlevleri ya da işaretleri tanımlanır ve tematik bir çözümlemeye gidilir. • Dördüncü yaklaşım filmin izleyicide uyandırdığı tepkiyle ve estetik etkisiyle çözümlemedir. Bu yaklaşımda aktarım-karşı aktarım ilişkisi varmış gibi değerlendirilir; film aktarımsal alanı açandır. Bu sayede tamamlayıcı ya da uyumlu özdeşleşmeler deneyimlenebilir ve derinlikli bir okuma mümkün olabilir. Film yorumlama çalışmalarında altta yatan kültürel işaretçilerin ve mitolojilerin açıklanması uygun olabilir. Film bir fantezi gibi ele alındığında çocuksu arzulara, korkulara ve savunma mekanizmalarına odak- TSDE ki - Mayıs 2015 58 SİNEMA Psikoterapist bir filmi araç olarak kullandığı zaman temas ettiği birey ya da topluluğun ruhsallığına temas edebilecek ve şamanın gücüne ulaşabilecektir. lanmak zenginleştirici olabilir. Süren hikâyenin yani görünen içeriğin/hikayenin dönüşümü izlenerek, gizli içeriğe ve hikayeye ilişkin yorumlar yapılabilir. Son olarak Lacancı bir bakış açısıyla filmi izleyicinin nasıl deneyimlediği üzerinden bir çözümleme çalışması yapılabilir. Film ve Psikoterapi-stGünümüzde filmler psikoterapistler tarafından pek çok amaçla kullanılmaktadır. Bunun nedeni filmin yansıtıcı işlevi ve düş içeriğine benzer içeriklerinin bulunmasıdır. Bu sayede izleyicisi ister tek bir danışanı olsun, isterse bir grup insan olsun, psikoterapist bir filmi araç olarak kullandığı zaman temas ettiği birey ya da bireyler topluluğunun ruhsallığına temas edebilecek ve şamanın gücüne ulaşabilecektir. Film çözümleme çalışmaları psikoterapistler için bazen kişisel bir merakın sonucunda ortaya çıkar. Bu merak insan doğasına ilişkin bitmek bilmez bir açlıkla gelir ve psikoterapist etrafındaki sınırlı insan tipinin ve ilişki türünün dışına çıkmak ister. Filmleri olgu gibi ele alarak yeni hikâyeler, yeni grup dinamikleri, yeni ilişki biçimleri ve hatta yeni patolojiler hakkında bilgi edinme aracı olarak ortaya çıkabilir. Bazen psikoterapist için bir film, kendi hikâyesine açılan bir kapı aralayıcıdır. Her filme bir fantezi olarak bakarak kendi hikâyesinden izler aramaya, kendi yarasının iyileştiricisi olmaya çalışır. Bu tür yönelimlerde genellikle kendine benzer hikâyeleri olduğunu düşündüğü kişilere davet çıkarır, birlikte iyileşmenin yolunu bulmaya çalışır. Bazı durumlarda psikoterapist için bu sadece bir eğitim malzemesidir. Günümüzde terapi odalarında filmlerin bu yönü sıklıkla kullanılmaktadır. Bu eğitim bazen terapistin danışanına psiko-eğitim verme şeklidir; danışanına kendi zorluklarının keşfedebileceği, farkındalığını arttırabilecek, dönüşümünü hızlandıracak bir araç verme çabası vardır. Filmler birer ödevdir ve aktarım alanıdır; her film ödevi sonrasında seans odası da bir tartışma ve keşif alanıdır. Filmlerin eğitim amacıyla kullanımının diğer örneği ise meslektaşlar ve/veya meslektaş adayları ile yapılan tartışma çalışmalarıdır. Film belli bir konuyu, belli bir olguyu tartışmak için gerçek olmayan ve gerçeklikte var olma ihtimali yüksek olan konuları tartışabilme, bakış açısını geliştirebilme, öğrendiklerini/bildiklerini sınama ve yeni şeyler öğrenebilme alanı olarak kullanılır. TSDE ki - Mayıs 2015 59 SİNEMA “Makinist” El Maquinista Trevor bize, insanoğlunun büyük acılarından doğan savunmaların, kendine söyleyebileceği yalanların ve gerçeğin ortaya çıkmak için her zaman bir yol aradığı ruhsallığın oyunlarına dair karanlık bir dünya sunar. “Makinist” (El Maquinista), 2004 yapımı bir İspanyol filmidir. Film insanoğlunun kendi ile hesaplaşmasına dair düşük bütçeli psikolojik bir gerilim filmidir. Başrolünü oynayan Christian Bale, filmdeki rolü ile en iyi kült aktörler arasındaki yerini önemli ölçüde sağlama almıştır. “Makinist” bir adamın hayatının bir yıllık bir kesitini sunmaktadır. Filmin kahramanı olan Trevor Reznik’in bir kazaya neden olduğu ikincil bir travmadan sonra, kendi içsel hesaplaşmasının şiddetlenmesini anlatır. Geçirdiği bir yıl içinde sadece sosyal ve duygusal dünyası değil, fiziksel görüntüsü ve dünyayı algılayışı da değişen Trevor, bize insanoğlunun büyük acılarından doğan savunmaların, kendine söyleyebileceği yalanların ve gerçeğin ortaya çıkmak için her zaman bir yol aradığı ruhsallığın oyunlarına dair karanlık bir dünya sunar. Filmin sonuna değin yaratılan tekinsiz hava ve güvensizlik atmosferinin yanında, sürpriz finali ile de karanlık ve kült bir film olarak hafızamızda yer etmesine olanak tanır. Trevor Reznik (Christian Bale)’in dünyası karanlık bilinç dışının dünyasıdır. Tekinsizlik ve zamansızlık kol gezmektedir ve pek çok izleyiciyi de, kendi bilinç dışları ile temas etmeye davet eden atmosferi dolayısıyla rahatsız etmektedir. Kendi halinde yaşamını sürdürmeye çalışan, gitgide zayıflayan, bir türlü uyuyamayan ya da uyuyup uyumadığını bile hatırlamayan bu adam izleyicisine depresif ve karamsar bir ruh enjekte eder adeta. Oysa Trevor’ın kendine bile anlatamadığı büyük bir sırrı vardır ve bu sır onun sadece ruhuna değil, bedenine de hükmetmektedir. Film boyunca Trevor’ın dünyasına dahil olan insanlarla karşılaşırız; iş arkadaşları, patronu, sendika temsilcisi, ev sahibesi, sürekli ziyaret ettiği ve adeta Filmin kahramanı Trevor Reznik’in dünyası karanlık bilinç dışının dünyasıdır. TSDE ki - Mayıs 2015 60 SİNEMA Film boyunca izleyiciye “Bu adama nasıl bir oyun oynanıyor?” duygusu, filmin sonunda gerçeğin kendini ifşa edebilmek için, bilinçdışının nasıl bir yol izlediğini anlamamıza yardım eder. sevgilisi gibi algılayabileceğimiz bir fahişe, keyifle sohbet etmekten hoşlandığı tek kişi olan garson ve garson kadının oğlu ve en nihayetinde nereden çıktığını bilemediğimiz karanlık ve korkutucu iş arkadaşı Ivan. Film boyunca izleyicisine yaşatılan “bu adama nasıl bir oyun oynanıyor?” duygusu, filmin sonunda gerçeğin kendini ifşa edebilmek için, bilinç dışının nasıl bir yol izlediğini anlamamıza yardım eder. manlığın hatırlatıcılarıdır. Bilinç dışı bize gerçek gibi görünen rüyalar sunar, Trevor’ın bilinç dışı ise gerçek olduğundan emin olduğu, uyanık olduğu zamanlara dair temsiller olarak ortaya çıkar. Alt benliğinin ya da “gölge”sinin temsili olan Ivan dozu artan bir şekilde onu gerçek olduğundan emin olduğumuz bir dünyada takip eder. Bilinç dışının ilettiği mesajı almamak konusunda ısrar ettiğimiz her defasında olanlar Trevor’ın başına da gelir; mesaj kendisini zorlayarak, daha şiddetli imgeler halinde ortaya koyar. Gitgide bulanıklaşan dünyada yol bulmak zorlaşır. Trevor'da tam böyle bir deneyimden geçer; neyi takip etmelidir, neye inanmalıdır? Ivan ile ilişkisi ona neyi anlatmaya çalışmaktadır? Bu adam neden hep işlerin daha kötüye gittiği zamanlarda ortaya çıkar? Kimsenin var olduğunu onaylamadığı bu adam aslında var mıdır? Trevor’ın neden olduğu ilk kaza arkadaşının kolunun kopması değildir. Filmde ona eşlik eden garson kadın, oğlu ve tabi ki Ivan, ona kayıp parçayı hatırlaması için birer olanaktır. Hepsi son derece gerçek görünür ama aslında her biri Trevor’ın yaptığı kaza sonucunda kendi bilincinin derinlerine gömdüğü, hatırlamak istemediği ölümle sonuçlanan bir piş- TSDE ki - Mayıs 2015 61 SİNEMA Bilinç dışı bize gerçek gibi görünen rüyalar sunar, Trevor’ın bilinç dışı ise gerçek olduğundan emin olduğu, uyanık olduğu zamanlara dair temsiller olarak ortaya çıkar. Garson Marie ve oğlu ise Trevor için bambaşka bir olanak sunmaktadır. Bu karanlık dünyanın içinde yine de sevgi ve şefkat gösterebileceği, ilgilenip sohbet edebileceği bir ikildirler ama yine de o karanlık ve soluk dünyaya aittirler. Trevor onlara yakın olmak ister ama bunu nasıl yapacağını bilemez. Kendi çocukluk anıları ve kendi deneyimlerinin yeniden ortaya çıkışıdır bu ikili. İkili ona sosyal hayatı anımsatmaktadır ama her defasında bu ikili ile beraber olduğunda duyduğu bir borçluluk ve suçluluk duygusu hissedilir. Özellikle Trevor küçük çocukla kaldığında, çocuğun astım krizi geçirmesi sonucunda ona yardım edemediğinde yaşadığı çaresizlik ile baş edebilmesi Trevor için çok büyük bir yüktür. Üst benliğin işlevi adeta bu ikili ile vücut bulur. Sürekli ziyaret ettiği fahişe Stevie ise aslında Trevor’ın gerçeklikle tek bağlantısıdır. Geçmişten getirdiği tek ilişki olan ve gerçek olduğundan emin olduğu bu tek karakter ile Trevor, yaşadığı her şeyin bir oyun olduğuna daha çok inanır. Ancak bu oyunun dışarıdan oynandığı fikrinde yanılır; oyunu kendi kendine oynamaktadır. Stevie onun benlik temsili olarak karşımıza çıkar; bir sohbetlerinde Trevor’a “biraz daha zayıflarsan neredeyse yok olacaksın” derken bir gerçeğe, kendi kendini yok eden, sabote eden bir adamın gerçekliğine vurgu yapar. Bilinçdışının mesajları sertleştikçe Trevor’un benliği ile ve dolayısıyla gerçeklik tek bağı olan Stevie ile ilişkisi de bozulur ve her şey belirsizleşir. Küçük çocuğun ölümüne sebebiyet vermesi ve bu davranışının sorumluluğunu almaktan kaçıp unutmayı seçerek başlayan uykusuz geceleri, unutmaları, dalgınlıkları Trevor’ı bu karanlık dünyanın içinde var TSDE ki - Mayıs 2015 62 SİNEMA olmaya iter. Daha fazla var olamayacağını anlayınca da bilinç dışı duruma el koyar. Küçük çocuk annesi ile yoldan karşıya geçerken ölmüştür; Trevor onları olay yerinden kaçmadan önce görmüştür. Suçluluğunun ağır yükü ona, onlarla bir ilişki başlatma olanağı tanımış, bu hiç bilmediği ikilinin hayatını ancak kendi hayatının hikayelerini koyarak doldurabilmiştir. Ivan ise her an daha şiddetli bir yıkıma neden olacakmış gibi görünüp, öyle hissettirerek Trevor’a gerçek dünyaya uyanması için bir kapı açmaya çalışmıştır. Ivan’ın son eylemi küçük çocuğa zarar vereceği imasını taşır; bu da Trevor’ın kendi davranışını hatırlaması için bilinç dışının en keskin mesajıdır, son bir çığlık gibidir ve işe yarar. Trevor kendinden bile sakladığı sırrı ile karşılaşır. ğından alacağı mesaj, okuyacağı hikaye de farklı olacaktır. Ancak benim için Makinist, bir travmanın sonunda bölünmüş benlik parçalarının bir araya gelme çabasının hikayesidir. Trevor ise kendi mitinde kendini kurban etmeden önce bilinç dışıyla ve gerçekle uzlaşarak, nihayet kendini gerçekliğe teslim eden, davranışının sorumluluğunu alan ve artık kendini farklı yollarla cezalandırmaktan vazgeçen kahramandır. İnsanoğlunun kendiyle yüzleşmesinin ve karşılaşmasının bir sonucu olduğunu, ancak bu sonucun gerçekten ve kendinden kaçıldığında daha zorlayıcı durumlara neden olabileceğinin hatırlatıcısıdır. Ve “Makinist” belki de sadece bu yüzden bile izleyicisi için zor ve katlanılması zor bir filmdir. Trevor aslında kendine ve bize ne anlatmaya çalışmıştır? Herkesin bir filmle karşılaşması farklı olaca- BEYHAN ÖZPAR Psikolojik Danışman TSDE 5. Eğitim Grubu TSDE ki - Mayıs 2015 63 PSİKOMİTOLOJİ Çıraklıktan ustalığa bitmeyen yolun bahtsız kahramanı: ikarus Yeni yetmelik haller için ibretlik bir öykü… Her usta, bir zamanlar bir yeni yetme idi.. Hiçbir kimse ustaca yaptığı bir iş konusunda, en başından beri aynı ustalık seviyesinde bulunuyor olamaz. Yeni yetmelikten ustalığa giden yolda geçilecek olan aşamalardan kimse uzak kalamaz. Ustalığın bir anda değil bir süreç sonucunda elde edileceği gerçeğini unuttuğumuz zaman, bilinçdışında bizi bekleyen İkarus, bir kez daha hazin öyküsünü hatırlatmak amacı ile kendini gösterecektir. İkarus’un kendini gösterme deneyimi, bize bilgimiz ile o bilgiyi uygulama arasındaki uçurumun genişliğini hatırlatacak; bilgiyi uygulamanın bilgi toplamadan bambaşka bir şey olduğunu önceki yeni yetmelerin hayal kırıklığına benzer bir hayal kırıklığı eşliğinde bir kez daha öğretecektir. Psikomitoloji araştırmaları kapsamında mit ve masalları analiz ederken karşılaştığımız ilk gerçek, söz konusu kolektif öykülerin sadece edebi bir ürün değil, insan ruhsallığının bilinç ile bilinçdışının etkileşiminden meydana gelmiş bir ürün olduğu gerçeğidir. Psi- komitoloji, mitolojinin ve masalların insanın bilinçli düzleminde hiçbir zaman tam olarak algılayamayacağı ancak bilincinin an be an etkisi altında olduğu öteki dünyayı, yani bilinçdışı dünyayı betimlediği kabulü üzerine kuruludur. Özetle denebilir ki bir mit ya da masal bilinçdışı dünyada tekrar ve tekrar yaşanan ruhsal durumların betimlenmesi, öykülenmesidir. Bireyin içinde bulunduğu bilinç seviyesine, yaşadığı deneyime ve deneyimlerine verdiği tepkilerine İnsan ruhsallığının ve yaşamın asıl kaynağının bulunduğu yer olan bilinçdışı, kişisel olarak da asıl kaynakların ve yaşadığımız problemleri çözecek hali bulacağımız tek kaynaktır. TSDE ki - Mayıs 2015 64 PSİKOMİTOLOJİ göre ruhsal durumunu betimleyen, açıklayan ve yol gösteren bir öykü mutlaka vardır. Her birimiz Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy gibi yaşadığımız sorunları çözmek konusunda etrafımızdaki kişilerin gücünün yetmediğini gördüğümüzde, büyücünün dünyasına gitmek için bir iç istek duymuşuzdur. Büyücünün dünyası, bireyin kendi asli benliğinin bulunduğu yer olan bilinçdışı dünyadır. Jung’un dediği gibi insan ruhsallığının ve yaşamın asıl kaynağının bulunduğu yer olan bilinçdışı, kişisel olarak da asıl kaynakların ve yaşadığımız problemleri çözecek hali bulacağımız tek kaynaktır. Öyküler ideal bir tip olarak bilincin bu asıl kaynak olan bilinçdışı ile nasıl bağlantı kuracağını anlatır. Bir mit ya da masal bilinçdışı dünyada tekrar ve tekrar yaşanan ruhsal durumların betimlenmesi, öykülenmesidir. Öykülerin insana kendi ruhsallığı konusunda yol gösterebileceğini söylerken dikkat çekmek istediğim önemli bir nokta, her öykü kişisel deneyim için “ideal tip” bir öyküdür. Yani mit ve masallar ruhsal halleri betimlemelerine rağmen hiç bir insan bir öyküyü bire bir olarak deneyimlemez. Öykü yalnızca içe dönmek içindir, kişi öykü aracılığı ile kendi deneyimlerine bambaşka bir pencereden bakma fırsatı yakalar. İçe dönüldükten sonra bireyin deneyimi, binlerce yıllık öykülerden daha kıymetli ve o kişi için daha güçlü farkındalıklar sunan bir öykü olur. Aslında her insan hem kendi öyküsünün kahramanı olurken hem de o öykünün yazarı olur. Yunan mitolojisi içinde yer alan Daidalos ve oğlu İkarus’un öyküsü bizlere bir konuda yetkinlik kazanma süreci içinde düşebileceğimiz hataları hatırlatma gücüne, içimizdeki usta ile çırağın ebedi döngüsüne bakabilmeye imkan sağlamaktadır. Bu öykü ile kendi bilinçaltı dünyamızdaki hatalarımıza, sınanmamış bilgilerimizin kapsamına, deneyimsiz sözde ustalığımız ile oluşan sıkıntılarımıza bakabiliriz. Ustasının uyarılarına kulak asmayan her çırak yeni bir İkarus adayıdır; gökyüzünün en yüksek noktalarından, denizin en derin noktalarına düşmenin hazin öyküsünü yaşayacak olan. Psikoloji literatüründe “İkarus sendromu” olarak geçen durum da adını bu öyküdeki İkarus’dan almıştır. Genel olarak motor sporlarında kullanılan bu kavram ile, sürücü adayları hız korkularını ilk aştıklarında gaza daha rahat basar hale gelirler. Ancak nasıl duracakları ile ilgili yeterli bilgiye sahip olmadan hızlandıkları bu sözde yetkinlik sürecinde sürücülerin en çok ölümcül kazaları yaptığı gözlemlenmiştir. Yeteri kadar deneyime sahip olmadan, usta duruşu sergile- İkarus uçmak için sadece kanatların yeterli olacağı önyargısına sahiptir, ancak babası için uçmak adına en son kanatlara ihtiyaç vardır. TSDE ki - Mayıs 2015 65 PSİKOMİTOLOJİ menin olumsuz sonucu her ne konuda olursa olsun İkarus sendromu olarak isimlendirilmesi, öykünün mesajına göre oldukça uygundur. Çıraklıktan ustalığa giden bitmeyen yolda iki temel öykü olan “Daidalos ve İkarus” ile Yunan mitolojisi içinde geçen bir başka öykü olan “İkarios’un Ölümü” bu süreçte defalarca yaşanma olasılığı olan iki temel farkındalığı sunmaktadır. Bu yazıda bu iki öykünün kısa bir çözümlemesini yapacağım. Öykülerin kaynağı olarak ünlü Mesnevihan Şefik Can’ın Klasik Yunan Mitolojisi isimli kitabından alıntılar yaptım. Yazı içerisinde bu alıntıları italik olarak belirttim. Labirentin sonsuz döngüleri içinde bir özgürlük aramak, beynin kıvrımları arasında hareket eden düşüncenin sonsuz döngülerini simgeleyebilir. Bir insana düşünce üstüne düşünce ne kadar özgürlük verirse, labirentin içinde çıkışı aramakta o kadar çıkışı gösterecektir. Psikoloji literatüründe İkarus sendromu olarak geçen durum da adını bu öyküdeki İkarus’dan almıştır. Yunanlılara göre Daidalos kaba şekilde taşları yontarak, yahut ağaç kütüklerini oyarak Tanrıların ilk heykellerini yapan sanatkardır. O Atina’da doğmuştu. Çok küçük yaşta heykel yapmaya başladı. O yalnız heykel yapmıyor, başka şeylerle de uğraşıyordu. O zamana kadar gemilerini yalnız kürek kuvveti ile yüzdüren Yunanlılara, yelken kullanmayı ve rüzgarlardan faydalanmayı öğretti. Eşsiz ve aklı herşeye eren bir sanatkar olduğundan eski zamanlarda ünü her tarafa yayılmış, sanatla ilgili ne yapılmışsa, ne icad edilmişse ondan bilinmiş, onun olduğu söylenmiştir. Cetvel, vida, şakul, balta hep onun tarafından icat edilmiştir. Hatta onun kendi kendine hareket eden, canlı gibi görünen heykeller yaptığından da bahsederler. Görenleri şaşırtan eserler meydana koyan, Tanrılara tahtlar yapan Daidalos’un çırakları arasında kendi kızkardeşinin oğlu olan Talos da bulunuyordu. Dayısı gibi zeki ve becerikli olan, sanatta büyük bir kabiliyet gösteren Talos, bir gün kırda gezerken bir yılan çenesi buldu. Onu testere gibi kullanarak bir ağacı kesti. Bu tecrübeyi çok ilerletti. Sonunda demir dişli testereyi icat etti. Yeğeninin sanatında ilerlemesini, etrafa ün salmasını ustası çekemedi. Kıskançlık kalbine kötü niyetler soktu. Bir gün dayı ile yeğen, yalnız başlarına Akropolos’un üstünde bulunurlarken Daidalos, genç rakibinden kurtulmak için onu aşağı fırlattı. Aşağıda yalçın kayalar üstünde, bu değerli çırağın parçalanmış vücudunu bulunca dayısından şüphelendiler ve onu Areopagos mahkemesine verdiler. Daidalos, yeğeninin bir tesadüf eseri olarak, dikkatsizlikle aşağı yuvarlandığını söyleyerek kendini temize çıkarmak istedi. Tanık bulunmadığından, yargıçlar Daidalos’u sadece memleketten uzaklaştırmakla cezalandırdılar. Bunun üzerine bu dahi fakat haris sanatkar Girit adasına sığındı. Girit kralı Minos onu iyi karşıladı. Daidalos, güzel eserler meydana getirmeye devam etti… TSDE ki - Mayıs 2015 66 PSİKOMİTOLOJİ Diadalos’un yapmış olduğu en ünlü eser Kral Minos’un hizmetinde iken Minotharus’un hapsedilmesi için yaptığı labirenttir. Bu labirent Minos’un kral olmak adına Tanrılara verdiği bir sözü tutmamasından dolayı başına bela olan Minos-Tharus olarak isimlendirilen boğa-insan şeklinde tasvir edilen bir canavarın hapsedilmesi için yapılmıştır. İçine giren kişinin bir daha asla çıkışı bulamadığı bu labirentten sağ çıkabilen tek kişi Theseus’tur. Daidalos bu başarıya yardım ettiği gerekçesi ile Kral Minos tarafından kendi yapmış olduğu çıkışı imkansız olan labirente oğlu İkarus ile beraber hapsedilir. Öykünün inceleyeceğimiz kısmı işte burada başlar. Ancak öyküye devam etmeden evvel buraya kadar olan sembolleri kısaca açıklamayı uygun buluyorum. Bir diğer sembol, labirent ve içine hapsedilmiş olan Minotarus’dur. Boğa başlı insan olarak tasvir edilen bu lanet hayvan Kral Minos’un gölgesini temsil eder. Burada gölge kavramını Jungian psikolojide geçen kişinin kendisine olan ama görmek istemediği, kötü olarak sınıflandırdığı kişilik özellikleri anlamında kullanıyorum. Diadalos kelime anlamı olarak ustaca işleyen, usta işçi anlamlarına gelir. Mitte anlatıldığı kadarı ile de pek çok icadın sahibi olduğu, bilgiyi kullanma ve faydalı bir araca dönüştürmede yetenekli olduğunu görüyoruz. Daidalos ve oğlu İkarus, bir gerçeğin iki yüzü, her baba oğul düzleminde olduğu gibi aynı gerçekliğin farklı uçlarını temsil ederler. Daidalos içimizdeki ebedi usta iken, İkarus onun ebedi çırağıdır. Bir işi yaparken bilincimiz Daidalos’un etkisinde olabildiği kadar İkarus’un da etkilerini taşır. Diadalos oğlu ile beraber hapsolduğu bu labirentten çıkmanın tek yolunun, oradan uçarak çıkmak olduğunu bildiğinden, hem oğluna hem de kendine kuş tüylerini balmumu ile birbirlerine yapıştırarak birer çift kanat yapar. Kanat yapmak ya da labirentin sonsuz döngüleri arasında dolaşmak, insanın kendi iç hapislerinden çıkmasının iki yolunu simgelemektedir. Labirentin sonsuz döngüleri içinde bir özgürlük aramak, beynin kıvrımları arasında hareket eden düşüncenin sonsuz döngülerini simgeleyebilir. Bir Kral Minos’ta her insan gibi taşıyamadığı gerçeklerini kendi bilinçaltına bastırmıştır. Bunun içinde öyküde “girenin çıkamayacağı” yer olan bilinçaltını temsil eden bir labirent yaptırmıştır. Ustamızın yaptığı bu yapı bilinçaltının sembolüdür. Yani aslında Daidalos bilinçaltı dünyanın mimarıdır, dolayısıyla oradan çıkışı da en iyi bilendir. Birey ne sadece İkarus’dur ne de sadece Daidalos’tur. Herkes İkarus gibi hata yapan ve hatasının bedeli ödeyen bir yana sahip olduğu gibi, hatanın babası gibi ünlü bir usta yanı da içinde taşımaktadır. TSDE ki - Mayıs 2015 67 PSİKOMİTOLOJİ insana düşünce üstüne düşünce ne kadar özgürlük verirse, labirentin içinde çıkışı aramakta o kadar çıkışı gösterecektir. Kanat takmak ise alışılagelmiş düşünce biçiminden zeka ile, bilinmeyenin riskini almak ile yeni bir bilinç halinden yaşadıklarımıza bakabilmenin sembolüdür. Daidalos’un kendisine ve oğluna yaptığı budur. Ancak yeni yetme İkarus’un bu tehlikeli yolculuğa çıkmadan evvel babasının ona uyarıları olur. Daidalus oğlu İkarus’a der ki; “Oğlum. Bu iğrenç yeri terk etmeden, tehlikesizce denizleri havadan geçmeden ve kendimizi emniyette bulacağımız yerlere varmadan evvel sana söyleyeceklerimi iyi dinle. Havada uçarken şuna dikkat et; Ne çok yüksekte, ne de çok alçakta uç. Havanın ortasında uçmak gerektir. Eğer çok yükseklere çıkarsan güneşin ateşi seni yakar, kanatları birbirine yapıştırmak için kullandığımız balmumu erir. Eğer çok aşağıdan uçarsan denizin rutubeti kanatlarını ıslatır ve ağırlaştırır. En iyisi sen beni izle, uçuşunu benim uçuşuma ayarla.” Bunları söyleyerek Daidalos, kanatlarını çırpıp havalandı. İkaros, yuvasından yeni uçan ve annesinin peşi sıra giden bir kuş gibi onu takibe başladı. Çobanlar ve çiftçiler, Labyrinthos’dan havalanan bu kanatlı insan- ları seyrediyorlardı. Şaşırdılar, onları birer tanrı sandılar. Minos’un gemilerinin devriye gezdiği hududu aşınca onlar açık deniz üstüne varmışlardı. Uçmaktan çok hoşlanan İkarus, babasının öğüdünü unutarak kanatlarını hızla çırptı. Yükseldi, yükseldi, yıldızların dolaştıkları bölgelere vardı. O artık babasını kaybetmiş bulunuyordu. Fakat güneşe fazla yaklaştığı için kanatları birbirine yapıştırmış olan balmumu eridi. Ve kanatlar çözüldüler, birbiri arkasından havaya dağıldılar ve döne döne denize, köpüklü dalgaların üzerine kondular. İkaros, boş yere kanatsız kollarını havada çırpıyor, sallıyordu. Fakat ağır vücudu boşlukta baş döndürücü bir hızla aşağı doğru düşüyordu. O dalgaların arasına düştü ve denizin derinliklerine dalarak boğuldu. O günden sonra bu denize İkaros denizi dendi. Öykünün sembolleştirdiği bilinç haline geri döndüğümüzde, Daidalos ve İkarus’un aynı gerçeğin iki yüzü olduğunu tekrar hatırlamaya ihtiyacımız vardır. Bisiklete binmek gibi çocuksu bir oyundan tutunda cerrahi bir müdahaleye kadar her öğrenim sürecinde bu baba oğulun hikayesini irili ufaklı bir biçimde defalarca deneyimleriz. Yandaki resimde Daidalos’un önünde pek çok alet görünürken, İkarus’un yüz ifadesinde böyle bir ölümün haberci duruşu olan o “ben biliyorum” duruşunu okumak, babasının tecrübesinden gelen uyarılarını pek de kulak asmadan dinlediğini açıkça görüyoruz. İkarus labirentin bulunduğu şehirde dünyaya gelmiş ve labirentte büyümüştür. Dolayısıyla da dışarısı hakkında söylentiler dışında hiçbir bilgisi yoktur. Ama babası Daidalus tüm dünyayı görmüş, yıllarını harcadığı sanatı ile tecrübelerle dolu olan bir adamdır. İkarus için yeni olan pek çok şey onun için eskidir. İkarus uçmak için sadece kanatların yeterli olacağı önyargısına sahiptir, ancak babası için uçmak adına en son kanatlara ihtiyaç vardır. Öncesinde nereye gideceklerinin planı, onun için gerekli olan araçların Daidalos ve oğlu İkarus, bir gerçeğin iki yüzü, her baba oğul düzleminde olduğu gibi aynı gerçekliğin farklı uçlarını temsil ederler. TSDE ki - Mayıs 2015 68 PSİKOMİTOLOJİ Öykü yalnızca içe dönmek içindir, kişi öykü aracılığı ile kendi deneyimlerine bambaşka bir pencereden bakma fırsatı yakalar. temini ve tabi ki hangi hesabın bu işi başaracaklarını yapması, kanatlardan hem çok daha önce gelir ve hem de çok daha fazla önemlidir. Öykü bu biçimiyle ibretlik bir halde anlatılmaktadır. Ancak içimizdeki çırak; öğrendiklerini tecrübesiz bir özgüvenle uygulamak isteyen yanımız, ne gereksizdir ne de böyle bir hazin sona mahkum değildir. Kanatlar İkarus için yapılmıştır, hayatının sonuna gelmiş bu yaşlı usta, ömrünün kalanını labirentin içinde de geçirebilir. Zaten onun orada bir hayatı vardır, eşyaları, atölyesi, cariyesi hepsi onunla beraber labirentin içinde hapsolmuştur. Orada bir geleceği olmayan oğludur. Öyküde deneyim ihtiyacı olan İkarus, öğrenme arzumuzdur. Eğer o olmazsa, hapsolmuş ustalık kendini kurtaracak olan çözümü bulamaz. Bir öykünün psikolojik analizi yapılırken, öyküdeki her kahramanın bir kişi içinde yer alan farklı kişilik unsurları olduğunu unutmamak gerekir. Birey ne sadece İkarus’dur ne de sadece Daidalos’tur. Herkes İkarus gibi hata yapan ve hatasının bedeli ödeyen bir yana sahip olduğu gibi, hatanın babası gibi ünlü bir usta yanı da içinde taşımaktadır. Çıraklıktan ustalığa giden bitmez yolculukta her kişi deneyime İkarus olarak başlar ve Daidalos olarak devam eder. Bu öykü ile kişi kendi hatalarına yeniden bakma fırsatı bulabilir. İster bir terapist, doktor, marangoz, anne, baba ya da bisiklete binmeyi öğrenen bir çocuk olsun öyküyü dinlerken hissettiğimiz duyguları tekrar ve tekrar hissettiği deneyimleri hem yaşamıştır hem de yenilerini daha farklı bir versiyonda yaşamaya da açıktır. Her usta içinde hata yapmaya hazır bir İkarus taşıdığı gibi her çırak da deneyimlerin doğuracağı bir Daidalus’u taşımaktadır. Yaptığımız her işe bakarken, gözümüzün birini İkarus’a diğerini Daidalos’a ayırabilmenin dileğiyle. HÜSEYİN ŞİMŞEK TSDE 7. Eğitim Grubu TSDE ki - Mayıs 2015 69 PSİKOASTROLOJİ Astroloji ve Jung “İyi tanımlanmış bir psikolojik duruma, uygun bir astrolojik düzenlenişin eşlik edeceğinden emin olabilirsiniz.” C.G. JUNG İnsan ruhunu ve bilinçaltı derinliklerini araştırmak için astrolojinin büyük bir potansiyel olduğunu ilk fark eden İsviçreli psikanalist Carl Jung’dur. Hayatı boyunca yazdığı birçok yazısında astrolojiye olan derin saygısını ifade etmiştir. Astrolojinin psikolojiye büyük katkıda bulunduğunu iddia etmiş ve hastalarıyla analitik çalışmalarında bunu kullandığını itiraf etmiştir. Zor psikolojik tanılarda tamamen farklı bir bakış açısı yakalayabilmek amacıyla doğum haritası çıkartmıştır. Jung: “Astrolojik veri çoğunlukla anlayamadığım bazı belirli noktaları aydınlatmıştır.” demiştir. Jung, astrolojinin burçlarını ve gezegenlerini kolektif bilinçdışından kaynaklanan arketipsel süreçlerin sembolleri olarak kabul etmektedir. Kolektif bilinçdışının arketipleri, hem kişisel hem kolektif, bütün psikolojik hayatın altında yatan ve onu harekete geçiren evrensel düzenleyici prensiplerdir. Oysa mitoloji, arketiplerin tarihin çeşitli zaman ve yerlerdeki kültürel tezahürlerine vurgu yapmıştır. Astroloji, arketipleri insanların temel psikolojik dürtülerini anlayabileceği bir dil olarak kullanmıştır. Jung: “Astroloji, psikolojinin ilgilendiği kolektif bilinçdışı gibi sembolik birleşimlerden oluşmaktadır: gezegenler bilinçdışı gücün sembolleri, tanrılarıdır. Mitolojinin tanrıları, her şeyi kalıplayan, modelleyen evrenin yaşayan güçlerini temsil ederler. Platon’un formları gibi, bir arketip hem subjektif hem objektiftir, insan bilincinin doğuştan gelen idealarında ve doğanın temel TSDE ki - Mayıs 2015 70 PSİKOASTROLOJİ Jung, astrolojinin psikolojiye büyük katkıda bulunduğunu iddia etmiş ve hastalarıyla analitik çalışmalarında bunu kullandığını itiraf etmiştir. süreçlerinde görülür; sadece insan deneyimi hakkında değil, gezegen hareketleri hakkında da bilgi verir. Arketipin bu ikili doğası, doğum haritasının tam olarak içsel karakterle bu karakteri yansıtan dışsal olaylar arasında köprü kurmasını sağlamaktadır. Jung “Burçlar ve psikolojik olaylar veya horoskop ve karakteristik yapı arasında çarpıcı benzerlikler vardır.” demiştir ve şu sonuca varmıştır, arketipler şizoid’dir, yani zihni olduğu kadar maddeyi de şekillendirirler. Bir astrolojik düzenleniş, bireyin hem doğuştan yapısını hem de muhtemelen deneyimleyeceği dışsal durumları açıklar. 1954’teki bir söyleşide Jung şöyle belirtmiştir: “İyi tanımlanmış bir psikolojik duruma, uygun bir astrolojik düzenlenişin eşlik edeceğinden emin olabilirsiniz.” Jung, astrolojinin gezegen hareketleri ile insan deneyimleri arasındaki bağlantıları göstermekteki eşsiz hünerinin yaşam krizlerinin zamanını tam olarak saptama yolu olduğunu fark etmiştir: “ İyi tanımlanmış psikolojik bir aşamanın veya benzer bir olayın bir transit tarafından desteklendiğini, birçok olayda gözlemledim.” Gezegenlerin birer arketip olduğu açıklamalarına ek olarak, zamandaşlık teorisi astrolojik tesadüfleri açıklar. Jung’un iki tip tavır tanımı vardır: dışa dönük ve içe dönük. Bu bölünüm astrologlar tarafından zodyağın çift kutuplu bölünmesinin işaretleridir: pozitif /eril (maskülen) (dışadönük) ve negatif/dişil (feminen) (içe dönük) burçlar. Aynı şekilde bahsettiği dört fonksiyon tipi de –içe doğma (sezme), duyumsama, düşünme ve hissetme- kabaca astrolojideki dört elementle paraleldir: ateş, toprak, hava ve su. Bu çok aşikar benzerliklerin yanı sıra, astrologlar tarafından keşfedilmiş ve araştırılan ek bağıntılar da vardır. Bunlar ego/Güneş, persona/yükselen, gölge/ Pluto, anima/Venüs, animus/Mars ve kolektif bilinçdışı/Neptün’dür. DİNÇER GÜNER TSDE 8. Eğitim Grubu Kaynak: Barış İlhan - Astroloji Dergisi TSDE ki - Mayıs 2015 71 TSDE DER ki Sevgiyle Anıyoruz... Sevgili Turgay, Nurhayat ve Haritini, şimdi veda vakti... Veda geçmişte kalmasına izin vermek demektir. Sevdiğimiz insanlardan vedalaşmamız kolay olmaz ve zaman alır. Veda’nın yasa ve üzüntüye ihtiyacı vardır. “Yas”, sevgili dostlarım bize verdiğiniz ve paylaşabileceğimiz her şeyi yüreğimizde sevgi ile hatırlayacağız demektir. Yas’ımızla aslında, sevdiklerimizden alabileceğimiz tüm iyilikleri ve güzellikleri hürmet ve saygı ile kabul edip onaylayacağımızı ve tüm bunların yaşamımızda etkilerinin an’da devam edeceğini kabul ederiz. Ancak bu şekilde biz onlardan, onlarda bizden vedalaşabilir ve geride onlardan bize yaşama ve barışa hizmet edecek bir şey kalır. Ve yine sadece bu şekilde sevgi ile onlardan vedalaştığımızda doygun bir yaşam sürmemiz mümkün olabilir… Mehmet Zararsızoğlu TSDE Başkanı TSDE 3. EĞİTİM GRUBU’NDAN TURGAY SAPANLI İÇİN… Genç bir kız vardı, maddi değerlerin çok üstüne çıkmış, hiç bir beklentisi olmayan. Bir gün hayat yolunda el ele yürüyeceği genç bir erkek çıktı karşısına, gönülleri birleşti el ele tutuştular ve yollarına uçarak devam ettiler. Sevgilerinin, birlikteliklerinin meyvesi olan iki güzel insan geldi onlardan dünyaya, devam ettiler hayat yolunda acısıyla,tatlısıyla, varlığıyla,yokluğuyla seçtikleri yolda sevgi ve ışık olmak istediler. Ama gün geldi... O genç erkek herkesin babası, umudun ışığı olan o adam çok sevdiği eşini hayat yolunda yalnız bıraktı ve öyle bir gün seçti ki sevgili oğlunun doğum günü... İnsanları seven, onlara değer veren, saygısını hiç bir zaman kaybetmemiş özel insan... Ölümün de kendine özgü oldu. Ve herkese bir kere daha anlattı doğumun, ölümün bir başlangıç olduğunu... Yolun açık ve ışık olsun Turgayım... Eşin Sümra Sapanlı TSDE ki - Mayıs 2015 72 TSDE DER ki Hayatta insanlar sevdikleri ile tüm keyif aldıkları şeyleri paylaşmak ister… Bazen zaman, bazen mesafe, o anı yakalayamayız birlikte.. Ancak fotoğraflar, anlatılan hikayeler yardım eder bizlere.. Ancak sevdiklerimiz başka bir boyuta yolculuğa çıkıp da gittikleri zaman, aslında hep yanımızda olurlar. İşte o zaman onların özgürlüğe kavusmasını kutlamalıyız. Babamın gidişini duyduğum andan itibaren onu hiç olmadıgı kadar her an yanımda hissettim. Tıpkı son Kasım ayında bana soylediği gibi... “bu beden gitse bile aslında ben hep senin yanında olacağım” demişti… O zaman anlamamıştım. Kabullenememiştim. Redetmiştim adeta bir gün gitme olasılığını... Artık şimdi biliyorum. Onu uğurlarken büyük ailesi ve tüm dostları onun için gülümsüyordu, ama gözlerde hep hüzün vardı. Bedeni son kez yaşadığı yerlerden geçerken İzmir’ de sahilde, evlerin önünden, İstanbul’da boğaz kenarında, mezun oldugu üniversiteden büyüdüğü evden: ben onu bisiklete binen bir çocukta, rüzgarla oyun oynayan kuşlarda, güneşin batışında, boğazın üzerindeki balıkçılarda, rüzgarda neşe içinde hayal ettim. Çocukluğunu, gençliğini, anneme ve bizlere olan sevgisini, tüm yaşamını düşündüm.. Hep gülümsedim onun icin. O böyle uğurlanmak isterdi. Adeta bir şölen, bir düğün yaşadık. Hayata hep farklı bir perspektiften baktı, dünya işlerine hiç prim vermedi ve IŞIĞINI dokunabildiği kadar çok insana saçtı. Onların içindeki iyiyi tekrar bulmalarına destek oldu. Çünkü biz sadece kapıyı gösterebiliriz ve birey kendi seçimini, atlayışını yapar ve o kapıdan geçer... O da kendi seçimi ile bu beden kapıdan çıktı ve tüm yaşamı boyunca özgür olan ruhu, artık şimdi tamamen özgür. Şimdi o her yerde, bisiklete binen neşeli çocukta, rüzgarla yarışan yelkenlide ya da rüzgar sörfünde, güneşin doğuşunda batısında, denizde... Aynı zamanda tüm dostları ile... Artık IŞIK olarak her an kalbimizde, yanımızda, ve her adımımızda... Bu bir veda degil, tam tersine, bu bir kavuşma... Artık biliyorum. Keyif aldığım, göstermek istediğim her manzarada, her heyecanımda, üzüntümde, mutluluğumda o artık hep benimle... Zaman, ya da mesafe yok... sadece şimdi var… Kızın Yaprak Sapanlı Görür Neredeyse üç ay oldu, hala gidişine inanmak zor... Sanırım ben hala inkar ediyor, kendimi seyahatte olduğuna inandırmaya çalışıyorum... Sanki şimdi İzmir’e dönsem yine balkonda hep birlikte gün batımını izleyeceğiz ailecek. Biricik torunun Can için “ büyümüş” diyecek, onu uyurken gizlice izleyecek ve bize gözlerinin dolduğunu göstermeyeceksin... Turgay babam... İlk günden beri öz kızın gibi bağrına bastın beni... Her derdimi, her sırrımı bilen nadir insanlardan oldun... “Şer diye birsey yoktur, başımıza gelen herşey hayırdır” dedin, bizi varlığınla hep güçlendirdin.. Torunla oynarken çocuk, hepimize baba, anneme ise harika bir eş... Kaç kişi vardır arkasından “hiç kalp kırmadı” diye anabileceğimiz şu dünyada? Biliyorum gidişine “buna da pekala” demişsindir, ama seni göndermek çok zor canım babam... Söylenecek ne çok söz var ama sözün bittiği yerdeyiz şimdi. Sadece sessizce saygı duruşundayız senin için. Yolun açık olsun, dualarımız her daim seninle Babam.. Gelinin Tuğba Ömür Sapanlı TSDE ki - Mayıs 2015 73 TSDE DER ki TSDE 2. EĞİTİM GRUBU’NDAN NURHAYAT KEMERLİ İÇİN… Nurhayat “Bayan Adalet”, adaletin olmadığı bu dünyada adalet için savaşan kadın. Hep bir davan vardı, bu ülkedeki ezilen kadınlara ne olduğuna hep çok duyarlıydın. Doğru bildiğini söyleyen ve takip eden yılmaz kahraman... 27 Aralık 2011 Salı akşamı hocam Mehmet Zararsızoğlu’yla birlikte hastane yatağında Nurhayat’ı ziyaret etmiştik. Bu onu son görüşümüz oldu. Hastalığın zayıflattığı ses tonuyla kendisini mutlu eden şeyleri sıralamıştı. O akşam hazırladığım yeni yılı karşılama yazımın bir bölümüne onun bu sözcükleri ilham verdi. İçimden o an geldiği gibi kaleme almışım. Mutluluk ve Yaşam Kriterleri… Yılın son günlerinde soğuyan akşamın ayazında, içimde beliren soru: mutluluk kriterlerimiz neler? Daha genişletirsek soruyu yaşam kriterlerimiz neler? Hastane odasında arkadaşımın nefesine eşlik eden sesinin bilgece tınısına göre sadece beş tane. Yürüyebilmek, konuşabilmek, yemek yiyebilmek, ağrıçekmeden yatabilmek ve kitap okuyabilmek… Böyle söyledi arkadaşım mücadeleyle geçen ömrünün şu günlerinde ve ekledi “olan olur”. Ne çok şey paylaştık seninle Nurhayat… İçi dolu sohbetlerimizde, değişik bilgileri ya da vakaları konuşur, ülke konularına da değinirdik... Yeri geldi güldük, yeri geldi hüzünlendik.. Psikoloji okuduktan sonra, Hukuk Fakültesi’ne geri dönüp yeniden öğrenci oluşuna, çalışkanlığına ve disiplinine hep hayran oldum. Gerçekten yokluğun kolay dolacak bir boşluk değil. Üç yıl oldu, ama ben, bir gün gelecek ve kahverengi terliğini giyecekmişsin gibi bekliyorum. Biliyor musun? O terliği sadece ben kullanıyor, kimseye veremiyorum... Nurhayat, seni özlüyorum… İçimde ‘’keşke, daha‘’ dediğim çok şey var… Yorgun hayatının sonunda, yattığın yerde dinlen arkadaşım. Mine Dural Olan olur kimimizin içine bir ok gibi saplanır, kimimizin içine su serper, taze bir nefes gibi akar. Olan olmakta ve bana bu yılın yazısını yazdıran da ilhamveren de sevgili arkadaşım hayatın nuru üzerine doğru olsun. Hoşça kal sevgili Nurhayat. Neş’e Medeni Nurhayat... Kocaman gülümsemesiyle, kara gözlerinin içi ışıl ışıl arkadaşım… Sen, danışanına bütün bakmayı çok erken öğrenmiş, donanımlı bir psikologdun. Hizmet ettiğin derneklerde, vakıflarda, yoğun olarak çalıştığın okul ve dershanelerde öğrencilere rehberlik yaparken en sade, en anlaşılır, sevgi dolu halinle, sıcacık gülümsemenle el verdin insanlara, gençlere… Bu seni hep çok mutlu etti... Seninle bir evi paylaştığımız dönemi anımsıyorum. En kıymetli misafirlerimden biriydin. Enstitü eğitim günlerinde bende kalırdın ve evde yatılı okul öğrencileri gibi olurduk. TSDE ki - Mayıs 2015 74 TSDE DER ki YUNANLI MESLEKDAŞIMIZ HARITINI PAPAKIRILLOU “Biz Yunanlılar, Türk dostlarımızla buluşmak için 2006’ da İstanbul’a ilk kez gelirken, barışın simgesi olarak yanımızda dikmek üzere bir zeytin fidanı ve bir de zeytin dalı tablosu getirmek istedik. Fidan’ı dikebilmek için yanımızda toprağımızı da beraberimizde getirdik. Girit’den, Atina’dan, Selanik’den, Pire’den... Türk katılımcılarda geldikleri yerlerin topraklarını getirdiler... İzmir’den, Ankara’dan, Bursa’dan, Edirne’den ve daha pek çok yerden... Atalarımızın topraklarıyla besleyeceğimiz zeytin ağacımızın, amacımız gibi serpilip büyüyerek bize bu yolda eşlik edeceğini biliyoruz. Tablodaki zeytin dalı ise, bizim barış seminerlerimiz için özel olarak yapılmış ve üzerinde üç adet zeytin bulunan metalden bir zeytin dalıydı. Bunu yapan sanatçı hanım bunu ne için yaptığını bilmeden dalın üzerine üç adet zeytin koymuştu. Zeytinlerden ikisi yan yana ve biri daha aşağıdaydı. Bunun üzerine Mehmet’e şöyle dedim: Mehmet, biz sana bir zeytin dalı getiriyoruz, barışın bir sembolünü… Tıpkı çalışmamızda hep söylediğimiz gibi “İkiden her zaman bir üçüncü doğar.” Bu iki zeytin, Yunanistan ve Türkiye’yi temsil ediyor ve üçüncü zeytinse bizim dostluğumuz için konmuş olmalı”... Haritini Papakirillou Atina, 10 Nisan 2006 Türkler ve Yunanlılarla birlikte gerçekleştirdiğimiz üç ayrı barış seminerinde bizimle beraber olan sevgili meslekdaşımız, geçtiğimiz Aralık ayında aramızdan ayrıldı. Zeytin Ağacı büyüyor ve korumamız altında... Ege’nin iki yakasındaki benzerliklerin ve zıtlıkların bitmeyen hikayesinden barışa uzanan yolda bizimle beraber olan Sevgili Haritini’yi sevgi, özlem ve şükranla anıyoruz. Haritini’nin, Türk-Yunan Barış Seminerleri için aramızda başlayan barışın simgesi olarak hediye ettiği “zeytin dalı ve üç adet zeytin” ve bir zeytin fidanı / 2006 TSDE ki - Mayıs 2015 75 TSDE DER ki Kilimanjaro Özgürlüğün Zirvesinde Her dağa çıkışımdaki sorular yeniden beynimde yankılanıyordu. Neden çekiyorum bu eziyeti, niye tırmanıyorum, ne arıyorum. Her şey güzel gidiyor gibi görünüyordu. Astroloji danışmanlıklarım çoğalmıştı. Aile Dizimi çalışmalarımda grup kurmaya çalışıyor, bireysel terapiler veriyor, bir an bile boş durmuyordum. Çalıştıkça yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça işe asılıyordum. Bu çabanın içinde kimi zaman kibirli, kimi zaman yorgun, kimi zaman kaygılı, çalışma çarkına kapılmış yalnızlaşan, kendini unutan, yaptıklarıyla var olmaya çalışan değişik Nihal görüntüleri gözümün önünde çakıp kayboluyordu. Hayatta kalmaya çalışan tarafım yine iş başındaydı. Kendi doğallığıma bir türlü ulaşamıyordum. Ya çekingen, kayıp, nerede olduğunu bilmeyen bir çocuk iş başına geçiyordu veya duvara toslasa da ilerlemeye çalışan tarafım dizginleri ele alıyordu. Yolumu bulamıyor, kendimi göremiyordum. Sanki öğrendiklerim, aldığım terapiler hayata ve kendime dair yapbozu bütün parçalarıyla ortaya koyabilirdi de ben bir türlü doğru parçaları yakıştıramıyordum. Sürekli bir şeyleri kazıyor, derinde bir şeyler arıyor ama ortaya çıkaramıyordum. Çekingenlik, kararsızlık, belirsizlik içindeydim. Böyle devam etmesi anlamsızdı. Durdum. Yıldız haritama göre geçmişle, bilinçaltıyla çalışmak için uygun bir dönemdi. Başkalarına yardım etmek veya hayata dair düşünmektense kendimi aramayı seçtim. Okumak, çalışmak, terapi kar etmemişti. Geriye tek bir seçenek kalmıştı. Yaşamak. Bütün bu terapilerin getirdiği yürek parçalanması beni nereye getirdi görmem, deneyimlemem lazımdı. Kafamı kaldırdım; “gitmem lazım” dedim. “Giderek daralttığım bu çemberden çıkmam lazım.” Uzaklara gitmek, kurtulmak hissi vardı. O hızla maddi destek olsun diye evimi eşyasıyla kiraya vermek için ilan çıktım. Ertesi gün ev kiralanmıştı. Kilimanjaro’ya tırmanma hayalim vardı. “Tamam, Afrika” dedim. Üç ay sonrasına uygun koşullarda bir bilet aldım. Bu seri başlangıçtan sonra bir an çuvalladım. Beni bağlayan bütün bağlardan, eşyadan, işten, evden, kediden soyutlamıştım kendimi ve nereden başlayacağımı bilmiyordum. Daha üç ay vardı. Beni en çok daraltan yalnızlığımdı. Sosyalleşmem lazımdı. Biri Londra’da diğeri de Frankfurt’ta olan en sevdiğim arkadaşlarımı ziyaret etmeye karar verdim. Avrupa’ya gitmişken Beden Terapisi dersimize gelen Dr. Nurit Sommer’den de beş seanslık bir randevu aldım ve Frankfurt’a uçtum. Arkadaşlarımın ikisi de birbirinden habersiz karşılarında daha önce hiç görmedikleri bir Nihal bulduklarını itiraf ettiler. Arayış içinde, güçsüz, ataklığını bir yana bırakmış, bekleyen, izleyen, kararsız, çekingen bir Nihal. Bense güvenli limanlarda olduğumu biliyordum. Bütün kalkanlarını indirmiş, içimdeki zayıf çocuğu göstermekten çekin- TSDE ki - Mayıs 2015 76 TSDE DER ki Beni bağlayan bütün bağlardan, eşyadan, işten, evden, kediden soyutlamıştım kendimi ve nereden başlayacağımı bilmiyordum. meden, neyin eksik olduğunu bulmaya çalışıyordum. Arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra, Viyana’nın hiç görmediği kadar sert bir kışta, yoğun bir kar fırtınasında Dr. Nurit’in muayenesini buldum. Yıldız haritamda anlayış, idrak, iletişim yıldızı Merkür hayat ve kariyer noktamın üstünde ters dönüyordu. Yeni bilgilerin ortaya çıkacağı belliydi. Dr. Nurit geliş amacımı sorunca karar alma süreçlerimin dengeli olmadığını, sükûnetle gelişmeleri takip edip, harekete geçmek istediğimi ama bunu yapmakta çok zorlandığımı, duygusal tepkilerle hareket ettiğimi söyledim. Bunu dengelemek istiyordum. Olana bir şekilde tepki veriyor ama kendim herhangi bir süreci başlatmakta zorluk çekiyordum. Bütün terapi- lerden sonra kaybolmuş gibiydim. Kendime yön veremiyordum. Saatler durmuş gibi, kendimi boşlukta hissediyordum. Çalışmalara başladık. Bedenimi dengelerken nefes almakta zorlandığımı ortaya çıkardı. Zorlanma noktasında karşıma babamın görüntüsü çıktı. Onu sakinleştirmeye, rahatlatmaya çalışmanın önceliğim olduğunu gördüm. Onu hoş tutmaya çalışırken kendi sınırlarımı kaybetmiştim. Onun ailede kimseye nefes aldırtmayan huysuzluğuna kalkan olmaya çalışırken, varlığımı onu sakinleştirmeye adamış, kardeşlerim ve özellikle annem için kendimi feda etmiştim. Annemi üzmesin diye babamı göğüslemeye çalışırken kendi merkezimden uzaklaşmıştım. Babamı sakinleştirmeye, ona nefes aldırmaya çalışırken kendi nefesimi tutmuştum. Bu bilgilerin benzerleri daha önceki terapi çalışmalarında da çıkmıştı. Dr. Nurit son kalıntıları da aldı ve terapiler sonucu hayatta kalmaya çalışan tarafıma, beni koruyan zırhıma büyük darbeler indirmiştim. İçimdeki zayıf, çaresiz, elinden tutulmasını bekleyen çocuğu ortaya çıkarmıştım. Hayatta kalmaya çalışan tarafım bütün kalelerini yitirmişti. TSDE ki - Mayıs 2015 77 TSDE DER ki Travma yaşayan tarafımın elinden tutacak aslımı, kendimi bir türlü bulamamıştım. Yönsüz ve güçsüz kalmıştım. Arkadaşlarımın gördüğü bu Nihal’dı. Üçüncü seans tam da Merkür saygınlığımı ve kariyerimi tayin eden tepe noktamda düze dönerken, hava durumu konuşmamızda Dr. Nurit aradığım gücün zaten bende olduğunu söyledi. O gece bu güç nerede diye düşünürken birden anladım. Hayatta kalmaya çalışan tarafım işe güce asılıp kendini göstermeye çalışırken, içimdeki çocuk çare- Bütün kalkanlarını indirmiş, içimdeki zayıf çocuğu göstermekten çekinmeden, neyin eksik olduğunu bulmaya çalışıyordum. sizce sevgi, şefkat ve yardım bekliyordu ama ben buradaydım. Beni buraya işte o içimdeki güç getirmişti ve bu güç bendim. Öyle bir güçtü ki, yola çıkarken hayatta kalmaya çalışan tarafı mutlu edecek, cazip iş tekliflerini, TV’ye çıkma tekliflerini bile reddedip, içine düştüğü girdaptan kurtulmayı seçmişti. Kilimanjaro öncesinde de Dr. Nurit’e gidip güçlenmem lazım demişti. Dr. Nurit, benim hassasiyetime, terapiye cevap vermeme, yaptıklarıma, yapabileceklerime hayran kaldığını söyledi. Temasta kalma dilekleriyle bana uğurlu gelsin diye pembe kuartz hediye etti ve Kilimanjero’ya doğru yola çıktım. Baharı andıran ılık bir günde Nairobi’ye indim. Arkadaşımın yeğeni Betül’ün gönüllü çalıştığı yetim- haneye yerleştim. Burası terk edilmiş, sokağa bırakılmış, istenmeyen çocukları toplayan bir merkezdi. Afrika’da herkes o kadar sıcakkanlı, o kadar dost canlısıydı ki para, başarı, kariyer henüz onları insanlıktan almamıştı. Endüstrileşme az olduğundan insanı kendine ve doğaya yabancılaştırmaya henüz fırsat bulamamıştı. Yaşam burada hala yavaş akıyordu. Sanki kırk yıl öncesine gelmiştim. İnsanlar konuşmaya, dostluk kurmaya, yabancılarla arkadaşlık etmeye bayılıyorlardı. Sıcakkanlılardı. Samimiyetle kendilerini açıyorlardı. Çocukları serbest bırakıyorlardı. İlle de eğip bükme, disipline etme, belli bir kalıba sokma gibi dertleri yoktu. Bu kültürün yetimleri de hiç sakınmadan kendilerini size bırakıveriyorlardı. Burada iki gün kaldıktan sonra turumu ayarladım, otobüse TSDE ki - Mayıs 2015 78 TSDE DER ki binip Kilimanjaro’nun eteklerine doğru yola çıktım. Yanıma oturan yerli kadın İngilizce bilmiyordu. Ama konuşmak, anlatmak, dinlemek istiyordu. Gözümün içine bakıp, eee, ee… diyor, yolu gösteriyor, sohbet etmeye çalışıyordu. Direk, merakla, çekinmeden gözlerimin içine bakıyor bir cevap bekliyordu. Öyle saf, öyle doğal, çekincesizdi ki sakınmadan kendini ortaya koyuyordu. Otobüsün camlarından, gecenin bizi yalayan ışıklarında kadife yüzünde oynayan ışıklar muhabbetle bakan gözlerine yansıyordu. Tüm yorgunluğumla kendimi uykuya bıraktım. Sabah rehberim Hussein beni karşıladı. Hamallar, aşçı, ekip tamamlandıktan sonra Milli Park’ın kapısına gidip 6 gün sürecek maratona başladık. Her gün 1000 metre irtifa alıyorduk. İkinci günden itibaren hava soğumaya, eşyalar tozlanmaya, biz pislenmeye ve yorulmaya başladık. Her dağa çıkışımdaki sorular yeniden beynimde yankılanıyordu. Neden çekiyorum bu eziyeti, niye tırmanıyorum, ne arıyorum? Cevap yine yoktu. Dördüncü gece saat 12:00’de kalkıp zirve yoluna düşecektik. Yine saat 8:00’de yattık. Yatmadan Kili beni neden çağırdın diye sordum. Uyumuşum. Rüyamda annemi gördüm. Bu kadar eziyete katlanmak, her faaliyet bitiminde tekrar zirve arayışına düşmek onu bulmaya çalışmanın nafile bir yolu muydu? Gözlerinde bir türlü kendimi bulamadığım annemi bir dağın bekleyişinde yakalama umudu muydu? Yoksa beni buralara çıkartan, annemden daha yüce, daha bilgili, daha yaşlı, dünyanın oluşumuna tanık olmuş bu yüce kütlelere ait olma duygusu muydu? Ne zaman geri dönsem onları her zaman orada, yerli yerinde beni bekler bulacağımı bilmenin verdiği haz mıydı? Tekrar tekrar inip çıkıp dağın beni bekleyip beklemediğini mi denemek istiyordum? Her dönüşümde beni bağrına basıp basmayacağını mı merak ediyordum? Tekrar kavuşup kavuşamayacağımızı mı görmek istiyordum? Ağzımdan “Anne beni neden hiç sevmedin” sözleri dökülürken uyandım. Bir an gözlerimden yaşlar süzüldü. Sonra onu ve hayatını düşündüm. Kimsesizdi, kendi annesi ona hiç bakmamıştı. Abisini yanına alıp onu teyzesine vermişti. Bunu bize hiç dillendirmemişti. Anlatmazdı. Susup uzaklara bakardı. Gözlerini arayan gözlerim onu hiç bulamamıştı. Ne zaman ona baksam onu hep uzaklara dalmış bulurdum. Belki gözleri ona veremeyen annesini, erkenden ölen veya çekip giden babasını arardı. Belki uzaklarda yalnızlığına bir çare bulurdu, bilmediği, görmediği akrabalarına kavuşurdu. Ne zaman gözlerimiz birleşse orada kaygıyı görürdüm, bakıştığımızı gördüğü anda apansız yakalanmış gibi gözbebeklerinde öfke ve kızgınlık belirirdi. Sinirlenip hemen gözlerini kaçırır, bir şeylerle meşgul olmaya çalışır, kalkar gider veya yönünü değiştirirdi. Belki ona babamın uzaklığını, annesine veya babama duyduğu öfkeyi hatırlatıyorduk, belki bizde kendi yalnızlığını, çaresizliğini, ulaşamadığı annesini görüyordu. Kim bilir… Ama ona bakmadığım anlarda bilirdim, bilirdim gözleri üstümdeydi. İyi miyim değil miyim takip ederdi. O sıcaklığı uzaktan hissederdim. Yaklaşmak yasaktı ama belli bir uzaklıkta birlikteydik. Terk etmezdi. Orada dururdu. Belki de yaklaşınca ne yapacağını bilemiyordu, annesinden görmemişti. Elindeki bu kadardı. Verebileceğini vermişti. Güzel şeyler vermiş olmalıydı ki şimdi buradaydım. “Anne, sen her halinle iyi ki de benim biricik annemsin. Seni her halinle seviyorum. Senin kızın olarak buradayım” dedim. Kilimanjaro’nun sessizliği beni onayladı. Yalnızlığımın benden akıp kayaların içine işlediği hissettim. Kilimanjaro benim yalnızlığımı da binlerce yıldır biriktirdiği yalnızlıklara kattı, gece beni örttü. Tekrar uyudum. Gece yarısı, saat 12:00’de yola çıktık. Normalde gün doğumundan en fazla 4 saat önce yola çıkılır, yolda gün doğumunu yakalayıp ısınma şansı elde edilir. Olana bir şekilde tepki veriyor ama kendim herhangi bir süreci başlatmakta zorluk çekiyordum. TSDE ki - Mayıs 2015 79 TSDE DER ki İçimdeki zayıf, çaresiz, elinden tutulmasını bekleyen çocuğu ortaya çıkarmıştım. Hayatta kalmaya çalışan tarafım bütün kalelerini yitirmişti. 6000’liklerde yol uzun ve dik olduğundan zamanında dönmek için erken yola çıkmak gerekiyordu. Bu da en az 6 saat güneş görmeden soğukta yürüyeceğiz anlamına geliyordu. Adım adım yükseldik. Dağdan aşağı hafif hafif esen serin rüzgâr gece boyunca hiç kesilmedi. Klima çalışıyordu. Giderek ellerim üşümeye başladı. En fazla ikişer dakikalık üç molayla, çok yavaş adımlarla devam ettim. Yıldız haritasında anneyi simgeleyen Ay koca tabak gibi üstümüzde bizi takip ediyordu. Dolunay’ın dondurucu ışığı bizi ısıtmaktan çok uzaktı. Sonuna doğru artık ellerimi hissetmiyordum. Artık güneş doğsun diye dua ediyor, ikide bir ufka bakıyor, öfkeleniyor, kızıyor, küfrediyordum. Sabah altıya doğru uzun yükseliş sona erdi, nihayet 5685 metredeki Stella Point’e ulaştık. En azından dik yokuş bitmişti. Geriye baktım, tan ağarmıştı ve astrolojide babayı simgeleyen Güneş ufukta kendini göstermişti. Işınları uzuyor bizi buluyor ama ısıtmıyordu. Sonra harika bir şey oldu. Güneş doğarken tepede elimizle tutacağımız kadar yakın duran Dolunay alacakaranlıkta soluklaştı ve büyük bir hızla tepenin aşağısına kayıp batmaya başladı. Güneş yükselirken onun ışıklarıyla yıkanan Dolunay batı- yordu. Biz de tam ortasında duruyorduk. Muhteşem bir manzaraydı. Orada gördüm. Doğanın gözlerinde gördüm. Güneş ne kadar zayıf, Ay ne kadar soğuktu. Uzayan Güneş ışınları el yordamıyla Ay’ı ararken Ay kendi feleğinde batıp gidiyordu. Uzayıp sivrilen, sivrildikçe kızaran Güneş ışınlarında babamın çocukluğunu, intihar edip onu kör karanlıkta, arkada bırakan annesini arayışını gördüm. Ay’dan yansıyan soğuk ışıkla kadınlara ve hayata karşı donup kalmasını gördüm. Kendi korkuları yüzünden kimsenin kendi yoluna gitmesine izin vermiyordu. Belki yeni bir felaket olmasından korkuyordu. Kendi gibi her şeyi de dondurmaya çalışıyordu. İlle de Ay’ı yakalamaya, ısıtmaya çalışıyordu. Öyle baktım. Her şey kendi düzenindeydi. Güneş de Ay da kendi feleklerinde yüzüyordu. Onlar da kendi acıları, kendi hayatları, kendi ilişkileri içinde akıp gidiyorlardı. Hiçbir şey değiştirilemezdi. Kendi felekleriyle, yollarıyla, acılarıyla, birbirlerinde bulamadıklarıyla meşguldüler. Hayatı bununla tanımlıyorlardı. Bu ilişkiye dâhil olmaya çalışmak onların acılarını, travmalarını satın almaktan başka bir şeye yaramazdı. Nitekim başıma gelen de buydu. Onlardan veremeyeceklerini beklemek nafileydi. Hayat bana tek bir hamle bırakmıştı. Aralarından geçip kendi zirveme ulaşabilirdim. Yoksa orada öylece donacaktım. Tepeden aşağı kayan Ay’ın son görüntüsünü yakaladım, döndüm uzayan, uzadıkça kızaran, içimi ısıtmayan Güneş ışıklarına baktım. Bu görüntüyü aklıma, ruhuma bilincime işledim. Dizlerimdeki son güçle tırmanmaya devam ettim. Don- TSDE ki - Mayıs 2015 80 TSDE DER ki muş toprak ayaklarıma takılıyordu. Sendeliyordum. Ellerimin yanı sıra ayaklarım da üşümeye başlamıştı. En azından rota çözülmüş, düzleşmişti. Hızlanıp ısınmaya çalıştım. Nefesim zorlandı. Hipotermi beni yokluyordu. Alttan alta başlayan titrememe engel olamıyordum. Hadi dedim, şimdi ve buradasın, bu sensin, az kaldı. Bedenimi hissettim, sakinleştirdim. Yeniden yavaş tempoyla devam ettim. Ara ara yoklayan içimi sarsan titremelere rağmen rahatladım. Yol kolaylaşmasına rağmen bitmek bilmiyordu. Güneşin vurduğu bir kaya kovuğuna oturdum. Nafile ısıtmıyordu. Bitirebileceğimi biliyordum. Biraz zaman, biraz sıcaklık.Bir şeker yedim iyi geldi. Zirveden dönenler vardı. Biri bana baktı “hadi, biz de böyleydik, az kaldı, bitecek” dedi. Güldüm. Üşüyordum ama bitirebileceğimi biliyordum. Kalktım. “Pole pole” ağır ağır, diyordu Hussein. Yürümem lazımdı. Ağır, ağır, devam, devam.. Derken uzaktaki kalabalığı gördüm. Hafiften içim titriyordu. Sakinleşip bastırmaya çalışıyordum. Ve işte Uhuru - Özgürlük Zirvesi önümdeydi. Ortalık aydınlanmıştı. İnsanlar alkışlıyor, birbirine sarılıyor, fotoğraf çektiriyordu. Ben malum yalnızdım. Ama buradaydım. Kili’nin bağrındaydım. Uhuru’ya Özgürlük Zirvesi’ne kadar çıkmıştım. Zirvedeydim. Durdum baktım. Hussein de kayıt için saatine baktı. Beni tebrik edecek kimse yoktu. Önemi de yoktu. Sıraya girdim. İki poz fotoğraf çektik. Tekrar kalabalığı ve zirveyi gözlerimle taradım, havayı derin derin içime çektim. Hadi Hussein dedim hemen gidelim buradan. Alacağımı almış, göreceğimi görmüştüm. Uzun süren inişte, artık Güneş yakmaya başlamıştı. Artık bu kör parmaklarıyla Ay’ı yoklayan Güneş değildi. Bu benim Güneşim, özgürlüğüm, kişiliğim, aklım, Ay’ı bilen bilincimdi. Beni buraya getiren sağduyuma şükrettim. Annemin, babamın acılarından imbikle süzüp her saniye bana işledikleri sağduyuma. Bunca acıya karşın kazandıkları en kıymetli şeyi bana her an vermişlerdi. İçime işlemişlerdi. Bu ne büyük bir kazançtı. Yıldız haritamda tepe noktam’da birleşen bilgelik yıldızı Jüpiter ve azim yıldızı Satürn’ün Hâlbuki annemin ve babamın bana verdikleri bu sağduyu, bu iç ses derinden beni yönlendirmiş, bugüne getirmişti. Bana meğerse ne kıymetli bir hazine vermişlerdi, farkına varmamıştım. TSDE ki - Mayıs 2015 81 TSDE DER ki dışa vurma hali bu olmalıydı. Astrolog arkadaşlarım bana Guru işareti taşıdığımı söylerken gülmüştüm. Annem ve babamdan ille de kendi istediğimi almayı ararken bana verdikleri bu en kıymetli şeyi es geçmiştim. Bunun iç sesim, sağduyum olduğunu bilmeden kanıksamış, onu ruhumun derinliklerine saklamıştım. Hâlbuki bu sağduyu, bu iç ses derinden beni yönlendirmiş, bugüne getirmişti. Bana ne iyi gelir o her zaman bilmişti. Karşılaştığım her zorluğu onunla aşmıştım. Bana meğerse ne kıymetli bir hazine vermişlerdi, farkına varmamıştım. Bilgelik yıldızı Jüpiter’in transiti kendi Jüpiter’imin karşısına gelip aslımla ilgili düşüncelerimi dürtmüştü. Beni gerip araştırmaya itmişti. Jüpiter Dolunayı’nın ışığında kendimle ilgili gerçekleri yakalamıştım. Artık bu bilgelik bilinçaltının perdelerinin altından ışığa doğru süzülüyordu. O benim yönüm, ölçüm, sınırlarım, değerlendirme kıstaslarım, beni başkalarından ayıran özgünlüğümdü. Artık onu bilerek kullanabilirdim. Buradaydım, kendimdim, kendimden emindim, vardım. O benim yönüm, ölçüm, sınırlarım, değerlendirme kıstaslarım, beni başkalarından ayıran özgünlüğümdü. Hayatta kalmaya çalışan tarafıma bir selam çakıp tek ayağımı bir kayanın üstüne, elimi belime koydum. Hussein diye seslendim. Böyle bir fotoğrafımı çeker misin? Bence bunu hak ettim. O kareden sonra içimdeki çocuğun elinden tutup kayarak hızla çarşaktan aşağı inmeye başladım. Kilimanjaro’nun beni neden çağırdığını anlamıştım. Dünyada yaşam tohumlarının ilk yeşerdiği, insanların ilk ortaya çıktığı Afrika’nın, bu doğal, sakin, cömert, bereketli ana karanın kucağına düşmem rastlantı değildi. Kendimi bulmuştum. Bundan sonra randevulaştığım zirvelerle her buluştuğumda kendimi görecek ve çoğaltacaktım. NİHAL ARTAR TSDE 2. Eğitim Grubu TSDE ki - Mayıs 2015 82 TSDE DER ki Beklentisel Hastalıklar Belirli genler organizmanın davranışları ve özellikleri ile ilişkilidirler. Ne var ki bir şey onları tetiklemedikçe harekete geçmezler. Genleri ne harekete geçirir? Hekim hastasını değerlendirirken tanıya varmak ve tedaviyi planlamak için bazı sorular sorar. Bunların tamamı “anamnez” olarak tanımlanır. Anamnez de; hastanın yakınmaları, öyküsü (yakınmalar ne zaman, nasıl başladı, nasıl gelişti), özgeçmişi (daha önce geçirilen hastalıklar) ve soy geçmişi (ailedeki diğer kişilerdeki hastalıklar) sorgulanır. Soy geçmişi sorgulamanın nedeni bazı hastalıkların ailesel geçişli olduğunun düşünülmesi/kabul edilmesidir. Bu hastalıklar gerçekten genetik geçişli midir, kalıtsal mıdır? ve işlevini açıkladıktan sonra DNA’nın biyolojik yaşamı yönettiği mekanizma moleküler biyolojinin temel dogmalarından biri haline gelmişti. Kalıtım mı çevre mi? Darwin “Türlerin Kökeni” adlı kitabında, kişisel özelliklerin kalıtım yoluyla ebeveynlerden çocuklara geçtiğini, bir bireyin hayatının niteliğinin ebeveynlerden çocuklara aktarılan “kalıtsal faktörler” tarafından kontrol edildiğini öne sürüyordu. Watson ve Crick genleri oluşturan DNA çift sarmalının yapısını Genetik çağının başlangıcından beri genlerimizin hizmetinde olduğumuzu kabul etmek üzere programlandık. Şu an dünyada sürekli beklemedikleri bir anda genlerinin onlara düşman olacağı korkusuyla yaşayan birçok insan var. Annelerinin, kardeşlerinin, teyzelerinin ya da amcalarının hayatlarında olduğu gibi kendi hayatlarında da bir gün kanserin, kalp İlk başta DNA’nın sadece fiziksel görünüşümüz ve özelliklerimiz üzerinde etkili olduğu düşünülüyordu. Daha sonra ise duygularımızı ve davranışlarımızı da yönettiğine inanmaya başladık. Kısaca eğer kusurlu bir mutluluk geniyle doğduysanız mutsuz bir yaşam sizi bekliyordu. TSDE ki - Mayıs 2015 83 TSDE DER ki Beynimiz dönüştürücü bir aygıttır; çevresel sinyalleri okur, yorumlar ve hücrelerin genetik ifadesini kontrol eden beden kimyasını düzenler. hastalığının beklenmedik bir şekilde ortaya çıkmasını bekliyorlar. Diğer milyonlarca insan da bozulan sağlıklarının zihinsel, fiziksel, duygusal ve ruhsal sebeplerin biraraya gelmesine bağlı olarak değil de vücutlarındaki biyokimyasal mekanizmalardaki yetersizliklerden dolayı oluştuğuna inanıyorlar. Günümüzün felaketleri olarak görülen şeker, kalp hastalıkları ve kanser mutlu ve sağlıklı bir yaşam evresini kısaltmaktadır. Ancak bu hastalıklar tek bir gen yüzünden oluşan hastalıklardan olmayıp birçok gen ve çevresel faktör arasındaki karmaşık etkileşimler sonucu oluşmuşlardır. Belirli genler organizmanın davranışları ve özellikleri ile ilişkilidirler. Ne var ki bir şey onları tetiklemedikçe harekete geçmezler. Genleri ne harekete geçirir? Kelime anlamı olarak “genetiğin ötesinde kontrol” anlamına gelen Epigenetik; yani çevrenin genlerin hareketini yönetmesini sağlayan moleküler mekanizmaları inceleyen alan, bugün bilimsel araştırmaların en hareketli alanlarından biridir. Son yıllarda Epigenetik araştırmalar genler tarafından aktarılan DNA taslaklarının doğumda somut bir şekilde mevcut olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Genler kaderimiz değil. Beslenme, stres ve duyguları da içine alan çevresel etkiler temel taslaklarını değiştirmeden bu genleri değişikliğe uğratabilir ve bu değişiklikler tıpkı DNA taslaklarında olduğu gibi çift sarmal yoluyla gelecek nesillere aktarılır. Beynimiz dönüştürücü bir aygıttır; çevresel sinyalleri okur, yorumlar ve hücrelerin genetik ifadesini kontrol eden beden kimyasını düzenler. Beyin dış dünyadan aldığı sinyalleri tehdit edici olarak algılarsa, sevgi olarak algılamasından daha farklı kimyasallar üretir. Beyin çevresel uyaranları okur ancak ne anlama geldiklerini bilmez. Zihin ise çevresel uyarıları öğrenme deneyimlerine göre anlamlandırır. Çocuk olarak her hangi bir uyaranı tehdit edici olarak öğrendiğimizde o uyaran alanımıza her geldiğinde zihnin algısı beyinin, koruyucu cevap oluşturmak amacıyla, hücre davranışını ve gen aktivitesini düzenleyen nörokimyasallar salgılamasını uyarır. TSDE ki - Mayıs 2015 84 TSDE DER ki Çevreden gelen bilgi genlerin ifadesinin şekillenmesinde çok önemlidir. Neredeyse tüm organizmalar yaşamdan gelen uyarıları ilk elden tecrübe etmek zorundayken, insan beyninin algıları “öğrenebilme” yeteneği o kadar gelişmiştir ki algıları öğretmenlerden dolaylı yollarla ediniriz. Diğerlerinin algılarını “doğrular” olarak kabul ettiğimizde bu algılar beynimizde kalıcı bağlantılara dönüşürler ve bizim doğrularımız haline gelirler. Ancak öğrenilmiş algılarımızın hepsi tam olarak doğru değil. Algı biyolojiyi kontrol ediyor ama bu algılar doğru da olabilir yanlış da olabilir. Bu nedenle bu yönetici algıları inançlar olarak adlandırmak daha doğrudur. İnançlar biyolojimizi kontrol ediyor. İnançlarımız bir kameradaki filtreler gibi çalışırlar ve dünyayı görüşümüz bu filtrelere göre değişir. Biyo- lojimiz inançlarımıza uyum sağlar. Güçlü olan inançlarımızın gerçekten farkına vardığımızda özgürlüğün anahtarını ele geçiririz. Genetik planlarımızı kolayca değiştiremesek de zihinlerimizi değiştirebiliriz.. Ebeveynlerin büyüttükleri çocukların zihinsel ve fiziksel özelliklerinde çok büyük etkisi vardır. Ayrıca bu etki çocuklar doğduktan sonra değil doğmadan önce başlar. Anne karnındaki ve doğmuş bebeklerde sinir sistemi çok kapsamlı bir duyumsama ve öğrenme kapasitesine sahiptir ve nörobilimciler tarafından gizli hafıza olarak adlandırılan bir hafızaları da vardır. Bu karmaşık ve küçük varlıkların annelerinin rahminde doğum öncesine ait bir yaşamları vardır ve bu yaşam uzun dönemde sağlıklarını ve davranışlarını derinden etkiler. Doğum öncesi çevrenin hastalıkların oluşma- İnançlar biyolojimizi kontrol ediyor ve biyolojimiz inançlarımıza uyum sağlıyor... genetik planlarımızı kolayca değiştiremesek de zihinlerimizi değiştirebiliriz.. TSDE ki - Mayıs 2015 85 TSDE DER ki sında oynadığı rolün farkında olmak genetik kadercilik üzerine yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Aynı epigenetik etkiler çocuk doğduktan sonra da devam eder. Küçük çocuklar çevrelerini dikkatle incelerler ve ana babaları tarafından sunulan maddi bilgeliği doğrudan bilinçaltına iterler. Sonuç olarak, ana babalarının davranışları ve inançları kendi davranışları ve inançları haline gelir. Ebeveynlerimizde gözlemlediğimiz temel davranışlar, inançlar ve tavırlar bizde de bilinçaltımızdaki sinaps yolları gibi birbirlerine bağlıdırlar. Bilinçaltına yerleştirildiklerinde, hayatımızın geri kalanında biyolojimizi kontrol ederler, tabii eğer onları yeniden programlamanın bir yolunu bulamazsak. Ebeveynlerimiz, akranlarımız ve öğretmenlerimizden edindiğimiz öğrenilmiş davranışlar ve inançlar bilincimizin hedefleri ile uyum içinde olmayabilirler. Hayalini kurduğumuz şeyleri başarmamızda karşımıza çıkan en büyük engeller bilinçaltımızdaki programlanmış sınırlandırmalardır. Bu sınırlandırmalar sadece davranışlarımızı etkilemez aynı zamanda fizyolojimizin sağlığımızın belirlenmesinde önemli rol oynarlar. Bizi hayatta tutan biyolojik sistemlerin kontrolünde zihin çok güçlü bir yere sahiptir. Nesilden nesile geçen duygusal dolaşıklıklar ve aile içindeki ilişkilerin dinamiklerine bakış, hastalık ve sağlığın yeni bir ışıkta aydınlığa kavuşmasını sağlar. TSDE ki - Mayıs 2015 86 TSDE DER ki Hepimiz bir aile içine doğarız ve görülmez bir ağın parçaları olarak yaşarız; örülmesine de yardım ettiğimiz bir ağın parçaları olarak. Algılarımızı açıp da duyulması güç olanı duymak ve görülmesi güç olanı görmek yetileri geliştirirsek, aile öykümüzdeki yineleme ve rastlantıları daha iyi duyar ve görür; kavrar ve daha iyi anlarız. Bireysel yaşamlarımız daha net hale gelir. Kim olduğumuzun ve kim olabileceğimizin farkına varırız. Aile öykümüzdeki görülmez bağlardan, aile yapımızdaki kurulu üçgensel işbirliklerinden, sık yinelemelerden ve güçlüklerden nasıl kurtulabilir, nasıl kaçabiliriz ki? Aile Dizimi, son yıllarda birçok çalışma alanında danışmanlık ve tedavi yöntemi olarak yayılmış ve gelişmeye devam etmiştir. Organizasyonlarda ve okullarda dizim çalışmalarının yanısıra hasta ile yapılan sistem dizimleri, tıp alanındaki şifa etkisi imkânlarını genişletmektedir. Nesilden nesile geçen duygusal dolaşıklıklar ve aile içindeki ilişkilerin dinamiklerine bakış, hastalık ve sağlığın yeni bir ışıkta aydınlığa kavuşmasını sağlar. Hastalık ve semptom dizimlerinde kazanılan kavrayış, hasta olan kişinin bir bütün olarak incelenmesine kılavuzluk eder. Bunun ötesinde aile dizimi, kadersel olarak bağlı olduğumuz önceki nesillerin travmalarının nesilden Hayatımız ve kaderimiz, bizim ebeveynimize ve ailemizin öyküsüne karşı aldığımız tutumla şekillenir. nesile geçen etkisini nasıl devam ettirdiğini ve sonradan gelen nesillerin hayatını nasıl etkilediğini gün ışığına çıkarmaktadır. Ebeveyne yakın olma arzusu ve ailemize ait olma ihtiyacından doğan birçok hastalığa ve semptoma yakalanırız. Ayrıca çoğu zaman kendimizi suçlu hissettiğimizde veya sözde bir davayı koruduğumuzda, dengeye olan bilinçsiz bir ihtiyaç harekete geçer. Veya bir tutum ya da davranışımızla bir düzeni bozduğumuzda, bir hastalık vasıtasıyla duraklamaya zorlanırız. Çok az hasta, başlangıçta hastalanmalarının aileleriyle olan ilgisini kurabilir ve de hastalanmalarında kendi etkilerini görebilir. Bu konuda dizimden önemli ipuçları elde ederler. Çocukların; ebeveynlerinin ve hatta başkalarının çektikleri acıları hissettiklerinde kaderlerini onlara yakın duran aile üyelerine temsilen taşımaya ne kadar özverili ve kararlı bir şekilde niyetli oldukları dizimlerde tekrar ve tekrar etkileyici bir şekilde gö- Aile dizimleri, kadersel olarak bağlı olduğumuz önceki nesillerin travmalarının nesilden nesile geçen etkisini nasıl devam ettirdiğini ve sonradan gelen nesillerin hayatını nasıl etkilediğini gün ışığına çıkarır. TSDE ki - Mayıs 2015 87 TSDE DER ki Dizim çalışmalarında semptomların ve hastalıkların adeta görevlerini yerine getirmenin huzuruyla kişinin yaşamından geri çekildikleri sıkça gözlemlenmektedir. rülebilmektedir. Sistemimizde bize ait kişileri kabul etmeyi reddettiğimizde ya da bu konuda direndiğimizde, bazen bir hastalık ya da semptom bize bizim tarafımızdan dışlanan kişileri hatırlatır. Hayatımız ve kaderimiz, bizim ebeveynimize ve ailemizin öyküsüne karşı aldığımız tutumla şekillenir. Ailesi ile uyum içinde yaşayanlar, hayatı tam bir dolulukla alabilir ve belki de ardından başkalarına verebilir. Birçok hasta, dizimde hastalıklarının ve semptomlarının sık sık nesilden nesile geçen arka plandaki sebeplerine dair kazandıkları kavrayışları, derine dokunan ve aynı zamanda çözüm getiren bir süreç olarak görür. Hastalarla yapılan sistem dizimleri, kendi hayatına bakışın sıkıntının hafiflemesi ya da iyileşme için yeterli olmadığını ortaya koymaktadır. Hastalığın, ailenin nesiller arası bağlam ile bir bütün olarak incelenmesi gerekmektedir ve hastanın yaşadığı özel olaylara indirgenmemelidir. Dizimlerden sonra hastaların deneyim ve geri bildirimlerinin gösterdiği gibi, hastalarla sistem dizimi çerçevesinde nesilden nesile geçen aile dinamik- leriyle ilgili yapılan analizler, hastanın daha iyi baş edebilmesi, hastalıkların azalması ya da tamamen iyileşmesinde katkıda bulunmaktadır. Hücrelerimiz yapmış olduğumuz her şeyin belleğidir ve hiçbir şeyi unutup atlamazlar. Yeni nörobiyoloji kaynaklı buluşlar genlerimizin interaktif ve empatik olduğunu, yaşanan olayların ve yaşam stillerinin genlerin aktivasyonunu yönetip yapılarını değiştirdiğini, nesiller üstü etkilerin duygusal bağlanma yolu ile bizleri de etkileyeceği yönündedir. Bu araştırmalara göre, yaşanan olaylar, duygular ve yaşam şekilleri, genlerimizin aktivasyonunu yöneterek beyindeki yapılarını değiştirebilmekte ve insanlar arasındaki ilişkiler sonucu oluşan duygular, öğrenilen tecrübelerle beynin sinir hücreleri iletişim merkezinde kaydedilmektedir. Sistem ve aile dizimleri, yeniden bilinçlenme demektir. Bu yöntem sayesinde semptomların ve hastalıkların adeta görevlerini yerine getirmenin huzuruyla kişinin yaşamından geri çekildikleri, dizim çalışmaları sonrasında sıkça gözlemlenmektedir. Dr. AYŞE IŞIN ÜNAY TSDE 5. Eğitim Grubu KAYNAKLAR 1.Lipton, Dr.B.,H., İnancın Biyolojisi, Kuraldışı Yayıncılık 2.Schützenberger, A.A., Soy Sendromu, Duvar Yayınları 3.Hausner, S.,Hayatım Pahasına, Sistem Yayıncılık TSDE ki - Mayıs 2015 88 TSDE DER ki Epifani: Özün Kendini Göstermesi Epifani, merkezimizde Öz’ümüzle temasta olduğumuz, ilişkilerin ahenkli ritmi ile yüce bir deneyim yaşadığımız anlardır. Epifani, merkezimizde Öz’ümüzle temasta olduğumuz, ilişkilerin ahenkli ritmi ile yüce bir deneyim yaşadığımız anlardır. Çoşku, kendinden geçme, olağan üstü güç ve enerji hissedilen vect halidir, huşu uyandırıcı bir deneyim olarak yaşanır. Güzel ve iyi olanın ötesindedir. Bu deneyimi yaşamın belli dönmelerinde tecrübe etmiş olabilirsiniz. Bu anlar hangi anlardır? Bu anları artırmanın tüm yaşama yaymanın sırrı nedir? Bu sorular insan yaşamının tüm çağlarında sorulmuştur. Mitolojiden örneklerle başlamak istiyorum yolculuğumuza. Beni en çok etkileyen hikâyelerden birisidir, Perceval ve 12 yuvarlak masa şövalyeleri. Görevleri kutsal kâseyi arayıp getirmektir. Bu kutsal amaç neye hizmet edecekti? Yaralı kralları acılar içinde kıvranmaktadır, onu tek iyileştirecek güç kutsal kâsenin gücüdür. Kutsal kâseyi getirmeye sadece en masum, ruhen saf ve yeminine sadık şövalyenin gücü yetecekti. Şövalyelerin beş temel erdemi olan ölçülülük, cesaret, aşk, sadakat ve nezaketi bir tek en genç Perceval, henüz dünyevi zevk ve hırslarla körleşmediği için, sahipti. Ancak oda kutsal kâseye ulaştığında sorması gereken soruyu unuttuğu için uzun seneler sürecek acılı bir arayışın peşine düşecekti. “Om mani Padme hum” anlamı mücevher lotustadır. Varoluşun kötülüklerinin içinde temiz ve saf kalabilen özdür. Öz nerededir ve nedir? Öz kendiliğindenliktir. Keşfetme ve icat etmedir. Önyargısızlıktır. Varlığın yaratıcı enerjisi ve zekâsı oradadır. Sabit olanı ve tüm kuralları arkada bırakmadan yaratıcılık ortaya çıkmaz. Öz organizmanın çevresi ile olan sınırındadır. Hem bireye hem de çevreye aittir. Her ikisininde özelliklerinden oluşur ve büyümeye ereklidir. İnsanın yaşam macerasının ödülü kendisidir. Kontrol edilmesi mümkün olmayan hem olumlu, hem olumsuz olasılıklara gebedir. İster istemez tehlikelidir. Ana karnında kalıp yolculuğa atılmamayı daha kolay gö- TSDE ki - Mayıs 2015 89 TSDE DER ki rebilirsiniz. Kendi maceramıza, tehlikelerden korkumuz nedeniyle atılmadığımızda hayat ruhsuz bir hal alacaktır. Öz’le olan bağ kopartılınca içimizdeki karanlık dehlizlerde yolumuzu aramaya başlarız. Bu durum balina tarafından yutulan Jonah’ın hikayesini hatırlatıyor. Balina bilinçaltında saklı olan yaşam gücünü temsil eder. Kahraman korkutucu gece deniz yolculuğunun tüm sınavlarından geçip, ilhamların ıstırabını çekmek zorundadır. Yolculukta bilinç (benlik), karanlık güçle nasıl uzlaşılacağını ve yeni bir yaşam tarzı ile nasıl oradan çıkılacağını öğrenir. Bilinç efendi değildir. Bedenin insancılığına boyun eğmeli ve hizmet etmelidir. Gerçekte, fiziksel bir varlık olabilmek için çok sayıda ruha sahip olma gereği, birden fazla âleme ait ruhların kesişmesini temsil eder. Şamanlar üç ruhtan söz eder. Kozmik ruh(suns), benden ruhu(ami) ve Suld. Suld ruhu Gök Baba ile direkt bir irtibat bulunan başın tepesindeki taç bölgesinde bulunur. Diğer iki ruh beden eksenindeki deliklerden girip çıkar. Tam dengeli olabilmeleri için suns ve ami ruhları hep eksenin zıt taraflarında bulunmaları gerekir. Ami bedene dirilik veren ruhtur. Ami, dünya ağacında yaşar ve neredeyse bir üst alem varlığıdır. Suns ruhu, suld ruhu gibi kişiliğin gelişmesine katkıda bulunur, ama aynı zaman geçmiş yaşamların birikimini de taşır. Suns, enkarnasyonlar arasında alt alemin bir sakinidir, ama dost ve akrabaları bir hayalet şeklinde ziyaret edebilir. Suld en çok bu dünya ile bağlantılıdır, çünkü baş- ka bir yerde yaşamaz. Geçmiş yaşam deneyimi yoktur. Birisini diğer insanlardan ayırt eden özellikleri geliştirir. Ruhların gücü kişinin sahip olduğu hiimori (rüzgar tayı) miktarına orantılıdır. Yeri göğüsün ortasıdır. Farkındalık (setgel) göğüs bölgesinde odaklanmaktadır. Beyin her ne kadar bedensel işlevler için önemli görülürse de, bilincin nihai merkezi göğüstür. Golomto şaman çadırı(ger)’in ortasında bulunan ateş yerinin tanrıçasıdır. Bu üç âlemi birbirine bağlar. Ruhlar arasında uyum ve ahengi sağlar. Şaman’ın bu ahenk bozulduğunda üst veya alt âleme geçerek ruhları geri çağırmasına kılavuzluk eder. Şaman, kişi rüzgâr tayının enerjisini yitirdiğinde ruhların ahenkli ritmini tekrar oluşturarak güçlendirir. Öz’le temasın yitirilmesini önler. Bizi özdeki yaşam gücümüzden uzaklaştıran benliklerde vardır. Yıldız savaşlarındaki Darth Vader, Goethe’nin Faust’un da, Mephistopheles’i modern insanın kendi yaşantısına yabancılaştığı benlik özelliklerini yansıtmaktadır. Modern mitler Don Quijote, Don Juan , Faust hikayeleri ya serseri yada kaçak hayatın peşinde yitip giden kahramanları anlatır. Serseri hayatın temeli gidilecek yolu şansa bırakmaktır. Don Quijote bu görevi eşeği Rocinante’ye bırakır. Don Juan’ın bir yeri yuvası yoktur. Bu kahramanların kadınlarla güvene dayalı yakın bir ilişkisi bulunmaz. Aile ve arkadaşlık bencil kişiliklerini tehdit ediyordu. Odaklarında güç ve tanınma vardı. Bu kahramanlarda benlik sevgisi her şeyin temelini oluşturdu. Don Öz nerededir ve nedir? Öz kendiliğindenliktir. Keşfetme ve icat etmedir. Önyargısızlıktır. Varlığın yaratıcı enerjisi ve zekâsı oradadır. Sabit olanı ve tüm kuralları arkada bırakmadan yaratıcılık ortaya çıkmaz. Öz’le olan bağ kopartılınca içimizdeki karanlık dehlizlerde yolumuzu aramaya başlarız. TSDE ki - Mayıs 2015 90 TSDE DER ki Daha önce Apollon’dan esinlenen insanlık günümüzde Faustvari insanlara dönüştü. Egolar aşırı şişkin, tüm dünyaya tek başına duruşu simgelerler, cemiyetten bağımsız olarak iş görürler. Eylem yapıları kolektif değil bireyseldir,gezgindirler. Juan’ın başka insanların varlığına ihtiyaç duymasının nedeni aldatmaktan keyif alması ve yol açtığı acılardan haz duymasıydı. Bu kahramanlar Öz’den gelecek enerji ve akıldan mahrumdular. Tanımlanmamış idealleri peşinde başarısızlığın timsallerine dönüştüler. Bu hüsran onları daha da arzulu yaptı. Daha önce Apollon’dan esinlenen insanlık günümüzde Faustvari insanlara dönüştü. Egolar aşırı şişkin, tüm dünyaya tek başına duruşu simgelerler, cemiyetten bağımsız olarak iş görürler. Eylem yapıları kolektif değil bireyseldir. Gezgindirler. Serüvende karşılarına tesadüfen çıkan tehlikeler veya fırsatlarda aradıkları, iktidar, merak, girişim, zenginlik ve güzelliktir. Onur, fedakârlık ve görgü, hayırseverlik, zayıfın yanında olma gibi toplumsal erdemlerden uzak bir yaşantıdır bu. Oysa kaçak ve serseri yaşam kişinin dayanabileceğinden daha büyük bir cezadır, demiştir Kabil. yesi ile varmak geldi içimden. Hestia, tanrılar içerisinde en saygı görenidir. En iyi adaklar Hestia’ya ilk olarak sunulmasına rağmen adına adanan tapınakları olmamıştır. Rhea ile Kronos ‘un en büyük kızlarıdır. Macera ve hikayelerine rastlanmaz o sadece oluştur. Hikayesine gelirsek Kronos tarafından yutulan 12 kardeşin ilkidir ve babalarının karnından kusularak tekrar dünyaya gelmeleri esnasında son çıkandır. İlk ve son doğandır. Zeus Olimpus’un anahtarını ona emanet eder. Olimpus’ta yanan kutsal ateş ve dünyadaki yanan her ocak onun kutsal mekânıdır. Günümüzde kıtaları aşarak taşınan Olimpiyat ateşi onun simgesidir. Ondan alınan enerjileri simgeler. Özünü fetheden kişi kendi olmaktan vazgeçmiş, bir başka role atanmış kimsedir. Yüzeydeki galip gelme ve güvenliğe yapışma gereksinmesinin altında göze çarpan küstahlık ve kendini beğenmişliktir. Öz denetimi ve karakteri toplumda saygıyla karşılanır. Ne var ki zarafet, ılıklık, sağduyu, neşe, trajedi karakter sahibi olanlar için olanaksızdır. Hestia kimliğinde ifade bulan enerjiler nelerdir gelin birlikte bakalım. Ailenin bakımı, sıcaklık, nezaket, birliktelik ve domestik yaşamın simgesidir. Etik olan, ötekiyle nasıl yaşanılacağının öğreticisidir. Olimpus’ta tüm tanrıları bir arada tutan odur. Her zaman maceraları sonrasında tanrıların döneceği sıcak bir yuvaya dönüştürür Olimpus’u. Gelenler orada iyi karşılanır, iyi bakılır ve beslenir. Hestia’da öz’ün bir simgesi olmasın sakın? Hestia Olimpos’u terk edip insanların arasına karıştığı ve yerini Dionysos’a bıraktığı rivayet edilir. Dionysos ölüm ve hayatın yenilenmesini simgeler. Yolculuğumuzun sonuna Yunan mitolojisinin 3. Kuşak 6 tanrıçasının en az bilineni olan Hestia’nın hikâ- Tam olan bilgi anlayışa olduğu kadar deneyime de dayanan bilgi demektir. Eylemin değeri temelde TSDE ki - Mayıs 2015 91 TSDE DER ki Parçaların birbiriyle, her parçanın bütünle ve bütünün parçalarla olan ilişkilerin ahenkli ritmidir, Epifani. eylemi yapan kişinin bilinç düzeyine bağlıdır. Asıl önemli olan etki ve sonuçtur, bilgi değildir. Bu eylem sanatı, ağacın biyolojisi hakkında hiçbir şey bilmeyen bahçıvanın, hiç bir şey bilmesine gerek kalmadan, kökü sulayarak özsuyun ağacın her tarafına ulaşmasını sağlayan bahçıvanlık sanatına benzer. Parçaların birbiriyle, her parçanın bütünle ve bütünün parçalarla olan ilişkilerin ahenkli ritmidir, Epifani. Rüzgârların sürüklediği güzel, niçin güzelliğinin mirasını Varlığına, hazzına harcıyorsun? Karşılıksız vermez hiçbir zaman doğa, ödünçtür onlar sadece: Sözünü sakınmadan o özgürlüğün yolundan gidenlere rehberlik eder: Ondandır, güzelliğin anahtarı, Sana ihsan edilen sonsuz doğurgan olanı İstismar etmenin çekiciliğinde kaybolmak nedendir? Vermen için verilmişti sana. Karın çekiciliğinde kaybolmuş kullanıcı, o her şeyin özü ve kendisi olanı Niçin tüketiyorsun yaşatmak varken canı? Yalnız kendinle dolusun meşgalen seni tüketirken Kendini aldatmaya ne kadar da meraklısın? Kendini aldatmaya o kadar can atıyorsun ki Vaktin geldi diye daimi yuvana alsa seni doğa, Vereceğin hesapta kendinden kaçmadan vereceğin hediye nedir ki sözün hakikatine? Faydasız güzellik ancak gömülmeye yarar seninle, Eyleme dökersen canını, ardından gelendir ruhunun sözcüsü anlamın sahibi. Shakespeare Dr. MEHMET AKİF GÜNEL TSDE 8. Eğitim Grubu Kaynaklar: Mitolojinin Gücü: Joseph Campbell Kahramanın Sonsuz yolculuğu: Joseph Campbell Şamanizmin Anahatları: Hermetik kaynak sitesi İçimizdeki çocuk Gestalt terapisi: Fritz S. PerisRalphHefferline,PaulGoodman TSDE ki - Mayıs 2015 92 TSDE DER ki Çağatay’ın Şifa Yolu Al ki yeşerip büyüyeyim, senle el ele verip dünyamızı yeşertelim... Bizim evimiz Yahudi mezarlığının yan tarafında, yıllardır burada oturuyoruz. Her sabah kalktığımızda tarihi Yahudi mezarlığını görürüz. Ne garip bir rastlantıdır ki biz de bağlantımızı hiçbir şekilde bilmeden ev ve işyerimizi buradan aldık. Kuzenim bilmeden yıllarca Almanya’da havra yanında oturdu, Musevilerin göçtüğü Granada’da bilmeden okudu. Çok kişiden taşının oradan, oğlunuzu mezarlık etkilemiş hikayelerini dinledik. Ama mezarlıktaki ağaçlardan gelen sabah ki cıvıldayan kuş sesleri bize daima huzur verdi, en azından mezarlık bize daima dua etmemiz gerekliliğini hatırlatan iyi bir araç oldu, hem aslında her nefes alış veriş bir ölüm değil mi? Her yeni sayfa açılışı, eskinin ölümü değil mi? Ölümle yaşam bir elmanın iki yarısı değil mi, iç içe birbirine geçmiş olan... insan bana o bölgede Türk Musevilerin yaşadığını söyledi, sizde Musevilik olabilir dedi. Beynimde bir ampul yandı. İçimde bir şey tamamlandı sanki tarifsiz anlamı yok... Dizimlerde görülmeyen, unutulan, üstü örtülen her durumun hayatımızda değişik şekillerde sıkıntı olarak ortaya çıktığı görülmüştür. Babam yıllardır hareket eden duramayan biriyken, Çağatay ile bambaşka biri haline geldi. Enstitünün daveti ile Türkiye’ye gelen Albrect Mahr’ın seminerine, sevgili hocam Dr. Mehmet Zararsızoğlu, babamı da davet etti. Belki diğer iyiliklerinin yanında yaptığı yeni bir büyük babalıktı bize. İlk defa baba kız bir çalışmaya katıldık. İlk terapi çalışması bize yapıldı ve karşımıza Museviler konumlandırıldı. Onların “bizi görün” duygusu derindi ve bizim baba kız içimize işledi. O günden sonra babam merkezinde durmaya başladı. Artık yıllardır özlemini duyduğumuz babamız, bizimle sürekli bir bağlanma ilişkisindeydi. Onun bizimle kuvvetli bağlanması, benim oğlumla daha kuvvetli bağlanabilmeme yardım etmişti. Onun arkamdaki desteğini hissedebilmek oğlumun durumunu daha baş edebilir kılmıştı benim için. Bunları neden anlatıyorum, çünkü bu denklemlerin değişik versiyonları mutlaka bizlerde var ve evlatlarımızda iz düşümlerini farklı durumlarla yaşıyoruz. Mutlaka oğlumda da olduğunu düşünüyorum. Ancak kökünü kabul edip bağlananlar, yaşamda güçlü olurlar. Köklerimle bağım güçsüzse, ağaç gövdem zayıf ve cılız olur... Babamın dedesinin ismi Yamenmiş, Erzincan Kemah’tan buralara askerliğe gelmiş, bir daha memleketine dönememiş, Edirne’den babaannesi ile evlenmiş, çocuklar 3-4 yaşlarındayken ölüp bu dünyadan göçmüş, kim di ne idi, ne değildi hiçbir zaman tam olarak bilemedik, bizim için bir gizemden ibaretti sadece… Edirne’de herkes dedeme oralardan gelen babasından dolayı kürt Mehmet derdi, bana da kürt kızısın sen der dalga geçerlerdi, küçüktüm ve alınırdım. Şimdi bunun anlamsızlığını görüyorum. Yıllar geçti biz yarım kaldık o taraftan… 2.5 yıl önce çok sevdiğim, güvendiğim tarihle iç içe yaşayan bir Geçenlerde bir rüya gördüm. Evimizin bahçesindeydik (bu arada evimiz ve iş yerimiz aynı sitede) bloğun sonuna gelmişiz, yaşlı bir amcayla tüm taşları kaldırmışız, yaşlı amca “bak gördün mü, artık eski taşlar gidiyor, altından zümrüt yeşili taşlar çıkıyor” diyor. Gerçekten tüm taşlar zümrüt yeşiliydi ve ben büyük bir zevkle hepsini kaldırıyordum. Aradan bir gün geçti ve Musevilerin, Avrupa’nın 3. büyük havrasının açılışı için Edirne’ye geldiklerini duydum. Bu güne kadar oğlumun iyileşmesi için önce mensubu olduğum İslam dini ile ilgili duaları, sonra tüm din ve mezheplerden duaları almıştık. Ama Musevilere TSDE ki - Mayıs 2015 93 TSDE DER ki Hayat ne garip, Çağatay ve Çağatay ile yaşadıklarımız daha da garip… Öyle sayfalar, öyle dersler getirdi ki önümüze , her gün yeni bir serüvendeyiz.. ulaşamadık. Şimdi evimizin yan tarafına onlarca minibüs olarak gelmişlerdi, heyecanla camdan onları seyrediyordum, sonra oğlumu ve oğlumun yardımcısını alıp koşarak yanlarına gittim. “Kötü niyetim yok, oğlumun sizin dininizce de okunmasını istiyorum” dedim. Belki artık içim parçalarıyla bütünleşmek istiyordu. Bu gördüğüm rüya bana, bize bir işaret diye düşündüm. Gördüğüm tüm rüyaları dönem dönem değerlendirdim ve bana bilmediğim veya göremediğim kapıları gösterdiğini fark ettim. İzin verdiğimizde Yaratıcı veya ruhum bizimle konuşuyor, bazen sıkıntılarımızı bazen yol haritalarımızı bize gösteriyor aslında. Yeter ki tamamen zihin odaklı gitmeyi bırakıp arada içimizin sesine kulak verebilelim. “İsmim Alberth saat 13.30’da Havraya gel” dedi bir bey. Hazırlandık ve orada olduk. Alberth ortada yoktu. Ben ısrarla “bu sefer bu iş bitecek” diyordum. İnsanlara derdimizi anlatarak oradaki din görevlilerine ulaştık. Ve mutlu son... Oğlumuz onlar tarafından benim de ismim anılarak okundu. Şimdi tüm parçalarımızı tam ve bütün hissediyoruz. Hocam Dr. Mehmet Zararsızoğlu bağlanmayan ayrışamaz der, bağlanmayı reddettiğim gerçekliğime bağımlı ve gizliden esir olurum. İyi ki dizim çalışmaları var. Bize değişik gerçeklikleri ve derinliğimizi gösterip, yol bulmamıza pusula olabiliyor. O an gerçekten ayrıştığımızı ve özgürleştiğimizi hissettim. Artık mensubu olduğumuz dine bir adım daha yakın, bin adım daha bağlı hissediyorum.. Umuyorum, oğluma şifa ve sevgi olarak geri dönecek bu dönüşüm. Bir anne olarak bana düşeni görmem gerekeni görüp, elimden gelenin en iyisini yapmayı ve akşam bunun konforuyla yaşamayı şifa olarak görüyorum. Çünkü elimde daha fazlası yok. Daha fazlası Yaradanın elinde sadece.. Tabiri caizse evimize, oğlumuza ziyaretçinin, en önemli misafirimiz olan Yaradanın gelmesi için, evimizi hazırlamak benim görevim, o ve yaşam sistemi izin verirse yolumuz açılacaktır… Burada dinden bahsettim ama öyle çok bağlanamadığımız ve ayrışamadığımız durumlarımız var ki, evlatlarımıza yansıyan… Bir hastalığa sadece dışarıdan gelmiş olan bir bela olarak bakmak ve bununla direnerek savaşmak, hastalığı büyüten bir unsurdur… “Ne Türküm, ne Kürdüm, ne Musevi, önce insanım; olduğum gibi kabul et ve kalbine al beni..” “Al ki yeşerip büyüyeyim, senle el ele verip dünyamızı yeşertelim” ÖZLENEN DENİZ UZUN TSDE 6. Eğitim Grubu TSDE ki - Mayıs 2015 94 TSDE DER ki Hipnoz ve Sistem Dizimleri Sistem dizimleri; “geçmişin bağlayıcı hipnozlarından dengeli bir şekilde ayrışabilmek ve yaşam akışının tüm halleri ile var olma sürecindeki tüm farkındalıkları içeren bir bütüne hizmet” olduğu için hipnoza sokan ve hipnozdan ayrıştıran unsurları fark etmek çok kıymetli olacaktır. İnsanoğlu varoluştan bu yana sınırların ötesine geçebilmek eğiliminde olmuştur. Görülmeyeni görebilmek, duyulmayanı duyabilmek, bilinmeyeni bilebilmek arayışı içinde yaşamlar sürmüştür. İlkel kabilelerdeki ritüellerden en ileri teknolojiye kadar her zaman fizik ötesine merak sarmıştır. Metafizik kavramlar insanı hep cezbetmiş, sosyal konumu ve yaşamsal akışının olanak verdiği ölçüde bu kavramların çekiciliği ve çekingenliği arasında gidip gelmiştir. Hipnoz bilincin sınırlarından, zihnin etiketlerinden bilinçdışına girip çıkmaya hizmet eden yöntemlere verilen genel bir ifadedir. Aslında bir haldir ve beynin kendi fizyolojik dalga boyu döngüsünde zaten olagelen bir durumdur. Kapsamında bilinçaltını da içeren bilinçdışı; buzdağı benzetmesine göre “suyun altında kalan” büyük bir alandır. Farklı bir dili vardır. Lisanı metaforik (simgesel / sembolik) olan bu alan, kimine göre bir çöplük kimine göre mucizeler dünyası olarak adlandırılsa da; aslolan yaşam tecrübelerimizde bilincin yönlendiricisi olduğu ve yok sayılamayacağı gerçeğidir. Hipnoz ve hipnotik tüm fenomenler yine bir benzetme ile beyne giren “boş bir enjektöre” benzetilebilir yani içine konulacak malzeme değişebilir. Farklı niyetlerle doldurulabilir. Aspire edilerek bilinçdışı kütüphanesinden “bilgelik” kitapları ödünç alınabilir, bilinçdışı eczanesinden “en ideal kimya” aktive edilebilir. Hipnoza dair her uygulamanın bu nedenle “Etik kriterler” doğrultusunda büyük bir özenle yapılması gereği büyük önem arz eder. Sistem dizim kuramında bilindiği gibi zihnin çerçeveleri dışına çıkarak bakabilmek, tekli gerçeklik algımızdan çoklu gerçekliğimize geçebilmek ve yeni bakış açısının idrakini temin etmek esastır. Bu süreçte TSDE ki - Mayıs 2015 95 TSDE DER ki hipnoz ve hipnozun bileşenleri bir araç olarak büyük bir etkinlik sağlar. Hipnoz sanılanın aksine bir uyku hali değil daha net bir farkındalığa, bir başka deyişle tam bir uyanıklık haline dönüştürmektir. Hipnoz zaten var olan sistemik ve bireysel kısıtlayıcı hipnozlarımızdan çıkabilmekte güvenli bir araçtır. Bu dünyaya hipnozla doğuyoruz ve hipnozla büyüyoruz zaten. Hipnoz elindeki köstekli saati sallayan terapistin “uyu” komutlarından ibaret zannedildiği sürece biz hipnoza hipnozla bakmaya devam edeceğiz. Bazen bir kelime, bir tonlama bazen küçücük bir dokunuş, bazen suskunluk ve söylenmemiş bir kelime hipnotik etkiyi ve “an”da dönüşümün ilk emeklemelerini başlatabilir. Sistem dizimleri; “geçmişin bağlayıcı hipnozlarından dengeli bir şekilde ayrışabilmek ve yaşam akışının tüm halleri ile var olma sürecindeki tüm farkındalıkları içeren bir bütüne hizmet” olduğu için hipnoza sokan ve hipnozdan ayrıştıran unsurları fark etmek çok kıymetli olacaktır. bilmek ve olanı, olabilecekleri, olmayanı, görüleni ve görülmeyeni “yaşatarak, hissettirerek” içselleştirilmesine hizmettir. Hipnoz sistemik alanda merkezden uzaklaştıran sekonder halleri geçerek “özde kalmak ve duyguya ulaşmak” bağlamında zaman kazandıran ve bir benzetmeyle “nokta atış” yapmaya yardımcı olan bir yöntemdir. Bazen bir kelime, bir tonlama bazen küçücük bir dokunuş, bazen suskunluk ve söylenmemiş bir kelime hipnotik etkiyi ve anda dönüşümün ilk emeklemelerini başlatabilir. Danışanla aynı kayığa binip -ki bu danışanın kayığıdır- onunla bir gezintiye çıkmak için sistem dizim kuramının “rezone olma hali” çok değerlidir. Danışanı anlamaktan öte hissedebilmeye imkân veren bu hipnotik etkileşim terapiste ve danışana büyük bir konfor sağlar. Sistem dizimleri ve hipnotik fenomenlerin bir ortak paydası da “bilinçdışı röntgenini çeke- Danışanın sisteminden gelen hipnoz gözlüklerini çıkarıp, kendi gözleriyle yaşamı ve yaşamın ona akışını görebilmesi ve hissedebilmesi sadece bilinç düzeyinde bir yaklaşımla ne kadar mümkün olabilir? Hal böyleyken bir bu kadar önemli olan diğer konu ise; bilinçdışında yakalanan farkındalığın mutlak şekilde bilince taşınması gerekliliğidir. Kısaca idrak diyebileceğimiz bu olgu hipnotik etkileşim ve post hipnotik telkinlerle hayatın bütününe ve bilince yerleşimine imkân verir. Otohipnoz yöntemleri yine bu sürekliliği ve pekiştirmeyi sağlamak adınadır. Fenomenolojik algı ve sistem dizimlerinin gücü ile bir yöntem olarak hipnoz farkındalığı bütünde terapiyi şiirsel bir yaklaşım ve bir sanat haline getiriyor düşüncesindeyim. Dt. TURGAY KÖYAĞASIOĞLU TSDE 7. Eğitim Grubu TSDE ki - Mayıs 2015 96 TSDE DER ki Sınırlar Güven ve barışın hâkim olduğu bir dünya için, güvenli bağlanma modeli sergileyen, kendinle ve diğerleriyle sağlıklı ilişkiler kurabilen esnek ve geçirgen sınırlara sahip insanlar gerekir. Sonsuz ve sınırsız bir evrende yaşıyoruz. Dünyamız kendi şekliyle sınırlı. Doğadaki denge ve uyum belli sınırlarla çevrili. Ya insanların sınırları? Etrafımıza baktığımızda kimilerinin sınırları kalın duvarlarla çevrili, kimileri tamamen açık, kimilerinin açık noktaları var ama genelde kapalı olduğunu düşünür, kimileri geçirgen, şeffaf ve bağlanma modelimize göre değişebilen daha birçok model sayabiliriz. Peki ya sizin sınırlarınız hangi model? Anne karnındaki sınırlarımız en güvenli olandır. Bebek kendini güvende hisseder. Doğum, ilk defa bilinmez ve henüz sınırlarını oluşturmadığımız bir dünyaya açıldığımız yerdir. Güvensizlik duygusuyla karşılaştığımız, ardından korkuyu hissettiğimiz, dünyada etrafımıza korunma duvarlarını örmeye başlarız. Hayata güvenmek, bağlanma modelimizle ve özgüvenle ilgili olarak gelişir. Ruhsal anlamda dengeli ve sağlam isek, fiziksel ve zihinsel dengemiz de sağlamdır. Çevremizde dengeli ve sağlam diye nitelendirdiğimiz insanlara baktığımızda, dengelerini şeffaf ve geçirgen sınırlarla koruduklarını görürüz. Koşullara ve duruma göre esneyen bir yapıları vardır. Dünyadaki insan profiline baktığımızda, çoğunlukla güvensiz agresif, sert bir yapının hakim olduğunu görürüz. O yüzden ülkelerarası sınırlarda dikenli teller mayınlar, nükleer silahlar, ordular var. Güven ve barışın hâkim olduğu bir dünya için, güvenli bağlanma modeli sergileyen, kendisiyle ve di- ğerleriyle sağlıklı ilişkiler kurabilen esnek ve geçirgen sınırlara sahip insanlar gerekir. Kendini güvende hisseden insan, karşıdakine de güvenir, böyle bir durumda iç barış sağlanmış olur. İç barışı sağlayan insanlar huzurlu ve dengeli olur. Artık onların huzuru başkalarının huzuruna bağlı değildir. Kıymetli ve zor elde edilen huzur ve güven, esnek ve şeffaf sınırlarla korunur. Vücudumuzda geçirgen olan derimiz bedenimizi sınırlandırır. Yaşamın sonuna dek değişim göstererek, esneyip bükülerek varolan ana yapıyı korur. Bedenimizdeki milyarlarca hücre şeffaf ve geçirgen sınırlarıyla esneyerek, çoğalarak, değişerek varolan öz programlarında yaşayıp görevlerini yapmaya devam ederler. Ve hepsi birbirleriyle uyumlu çalışır. Bu mükemmel işlerliğe sahip bedenimizi özü ile ve varolanı korumak üzere sınırlar inşa etmek üzere bir yaşam formülü oluşturabildiğimiz oranda sağlıklı sınırlara, ruha ve bedene sahip oluruz. Biz isteklerimizi hayata karşı duruşumuzu belirlemediğimiz sürece sınır ihlalleri olması kaçınılmazdır. Çoğu zaman sınır ihlallerine bizim izin verdiğimizi unutur, öfkeleniriz. Bazen bir parça sevgi ve onay için tüm sınırları canımızın yanacağını bilerek açarız. Ve en çok birinci derece yakınlarla bunu yaşarız. Kendimizin ve karşımızdakinin sınırlarını zorlayarak, sürekli bir savaşın içinde yaşamak ya da iç barış ve huzurla yaşayacak sınırları belirlemek bize kalmış. SEMA TÜRKEL TSDE 7. Eğitim Grubu TSDE ki - Mayıs 2015 97 TSDE DER ki Sistem Dizimleri Perspektifinin Türkiye’de Aile İşletmelerine Katkıları Organizasyon Dizimleri -Bir işletmeyi dede kurar, baba büyütür, oğul tutar, torun sanat tarihi okur. Alfred Marshall -Türkiye’de şirketleri babalar kurar, oğulları yer, torunları batırır. Nejat Eczacıbaşı İş dünyasının fikir öncülerinden Alfred Marshall “Bir işletmeyi dede kurar, baba büyütür, oğul tutar, torun sanat tarihi okur” demiştir. Türk işadamı Nejat Eczacıbaşı ise, “Türkiye’de şirketleri babalar kurar, oğulları yer, torunları batırır” diyerek aslında aile işletmelerinin ilk iki kuşakta yok olup gittiğini farklı bir dille aktarmaktadır. Aile şirketleri, ekonominin vazgeçilmez gücü olup, bu şirketlerin başarılı bir şekilde yaşamlarını sürdürmeleri tüm dünya ekonomisini etkilemektedir. İşletme yönetimi disiplini “işletmelerin ömrünün sonsuz olduğunu” kabul ederken dünyada aile şirketlerinin ortalama yaşam süresi 24 yıldır. Dünyanın ikinci büyük global ekonomisi olarak kabul edilen Avrupa Birliğinde (AB), şirketlerin % 65’inden fazlasını aile şirketleri temsil etmektedirler. Aile şirketlerinin payı, İngiltere ve Kuzey Amerika’da %75’lere, Latin Amerika, Uzak/Orta Doğu ve Hindistan’da %95’lere ulaşmaktadır. Türk şirketlerinin de % 95’i aile şirketlerinden oluşmaktadır. Ülke ekonomilerinde bu kadar kritik role sahip olan aile şirketlerinin sayıları da başarıları da azımsanmayacak kadar fazla, ancak aile işletmelerinin ömürleri çok kısa. TSDE ki - Mayıs 2015 98 TSDE DER ki Bir işletmenin en temel amacı karlı ve verimli bir şekilde yaşamını sürdürmektir. İş ortamında insanların birbirlerini sevmesi gerekmez. Önemli olan görevlerini başarıyla tamamlayabilmeleridir. İş yaşamının temel prensiplerinden biri de budur. Ancak aile işletmelerinde, aile olmanın sonucu olarak sevginin dinamikleri iş başında iken bir de birlikte çalışma zorunluluğu/seçimi ilişkileri daha da dolaşık hale getirmektedir. Aile-iş ilişkilerinin dolaşıklığı, sınırların belirlenememesi yanı sıra aile bireylerinin yaşadıkları rol karmaşası, bu sarmal ve dolaşık ilişkilerden, iş yapıp verimli ve karlı işletmeleri nesiller boyu sürdürmek ne yazık ki birçok işletme için mümkün olamamaktadır. 10 aile işletmesinden ancak 3’ü ikinci nesle ulaşabilmektedir. Ülkemizdeki aile işletmelerinin başarısızlığının en önemli nedeni ailenin kendisidir. Türk aile şirketlerinin % 30’u aile içi anlaşmazlık olasılığını doğal bir sonuç olarak görmektedir. Global Family Business Consultants tarafından Türkiye’de yapılan bir araştırmaya göre; aile şirketleri; %5 aile çatışması, %14 aileler arası kavga, %19 miras, %19 kardeş-yeğen-kuzen çatışması, %43 kardeşler arası çatışma nedeniyle yok olmaktadır. Bu sonuçlar hiç şaşırtıcı değil. Ülkemizde bağımlı ve sıkı ilişkiler içeren aile yapısına sahip olan aile şirketlerinde, bireyler iş saatlerinde işletmede, iş saatleri dışında kalan zamanda da ailede olmak üzere sürekli ilişki içinde bulunmaktadır ve iş saatleri dışındaki görüşmelerde bile iş konuşulmaktadır. Bu durum çatışmaların yaşanmasına elverişli bir ortam oluşmaktadır. Aile işletmelerini kapanma-devretme durumuna getiren en önemli konulardan birinin aile içi çatışmaların iş ortamına yansıması olduğu görülmektedir. Türk kültüründe “kol kırılır yen içinde kalır” sözünde de ifade edildiği üzere, yaşanan aile içi çatışmalarda ailelerin büyük çoğunluğu profesyonel destek almak istememektedir. Kültürel etkilerin yanı sıra ailelerin profesyonel desteği reddetmelerinin sebeplerinden birinin de ehil olmayan danışmanlar tarafından sunulan danışmanlık hizmetlerinin sonuçları olduğunu düşünüyorum. “Aile şirketine danışmanlık yapan biri, eski bir savaş alanına girdiğini bilmeli ve anlamalıdır, bu alanda öğreneceği ve tanıyacağı şeyler yeni değil, çoğu bilinçsizce, neredeyse bir yaşam önce yapılmış şeylerdir. Aile işletmesi üyeleri, bir danışmanla görüş alış-verişi yaparken iş problemlerini tartışmaya başladıklarında, uzun bir zamandan beri varlığını sürdüren altta yatan meseleler su yüzüne çıkmaya başlar. Geçmişte gömülü kalmış aile sırları ve söylentiler, üzeri örtülü iktidar meseleleri ardındaki dile getirilmemiş içer- Ülke ekonomilerinde bu kadar kritik role sahip olan aile şirketlerinin sayıları da başarıları da azımsanmayacak kadar fazla ancak aile işletmelerinin ömürleri çok kısadır. TSDE ki - Mayıs 2015 99 TSDE DER ki lemeler ortaya dökülür. Genellikle aile dinamikleri konusunda donanımı olmayan danışmanların kafası karışır ve şu iki yoldan birini seçerek görüşmeyi sonlandırmaya çalışırlar, ya “bireysel terapi” ya da “işi çabucak tamir etme” önerisi getirirler. Bu çözüm önerilerinden hiç biri sorunu çözmez çünkü ne ailenin gerçek ajandaları ortaya çıkarılıp tartışılmış ne de temel ihtiyaç doyurulmuş olur.” (Çelik’ten aktarım, Libowitz’denakt. Rodriguez vd.,1999) İşte tam da bu noktada, ilişki sistemlerindeki normalde saklı işleyen dinamikleri görünür hale getirmede kullanılan sistem ve aile dizimleri yöntemi; işletme ve aile bireylerinin nefes alması, ilişkilerdeki hakikatin görünür hale gelip, kabul edilmesi, aile ve işletmede dile gelmeyen - gizli dinamiklerin görülebilmesi ve işletme-aile ilişkilerinde düzenin ve dengenin sağlanabilmesi için kullanılabilecek doğru bir enstrümandır. Şirket ve kuruluşlarda karşılaşılan sorunlar için yapı- lan analizler danışmanlara problemin bir bölümünü gösterir fakat genel görüntüsü arka planda işleyen dinamikleri sunmaz. Sistem dizimlerinin entegre alanı olan organizasyon dizimleri ise kuruluş ve şirketlerde faal olan gizli dinamiklerin keşfedilmesini mümkün hale getirir. Organizasyon dizimleri, aile işletmeleri ile çalışan tüm profesyonellere; dışarıdan bakıldığında sezilemeyen, anlama ve algılamada güçlük çekilen çok karmaşık yapı ve dinamiklere sahip olan aile içi ilişkileri ve aile-iş ilişkilerini düzenleme ve ilişkilerin daha sağlıklı biçimde yönetilmesi konularında yardım sunmaktadır. Kuruluşlar birçok sistemi bünyelerinde barındırdıkları için kurumsal sistemler aile sistemlerinden çok daha karmaşıklardır. Çünkü organizasyon; işletme sahipleri ve yöneticilerin bireysel aile sistemleri ile işletmenin sistemi dâhil birçok alt sistemle irtibat içindedir. Sistemik dizimler bizlere organizasyonda kayıp olan bağlantıyı verir. Sistemik hususlarla ilgili bilgiler, şirkette bilinçaltı düzeyde tutulduğu için kimse “işler yolunda gitmiyor, çünkü sistemik prensip takip edilmedi” demeyecektir. Zararsızoğlu bu bilgiye ışık tutmak için Organizasyon dizimlerinin aile işletmeleri için biçilmiş kaftan olduğunu ifade etmektedir. Organizasyon dizimleri işletmeye; mevcut durumda ilişkiler ile ilgili resmi çok hızlı gösterir ve karar almak için görünenin dışındaki gizli dinamikleri görme olanağını sunar. Sistemdeki uyum ve dengeyi sağlamak için mevcut tanımlanmış olan sorunun potansiyel Sistem Dizimleri bizlere işletmelerde kayıp olan bağlantıyı verir. Sistemik hususlarla ilgili bilgiler, şirkette bilinçaltı düzeyde tutulduğu için kimse “işler yolunda gitmiyor, çünkü sistemik prensip takip edilmedi” demeyecektir. Zararsızoğlu bu bilgiye ışık tutmak için Organizasyon dizimlerinin aile işletmeleri için biçilmiş kaftan olduğunu ifade eder. TSDE ki - Mayıs 2015 100 TSDE DER ki çözümlerini anlama ve yöneticilerin işletme içindeki bazen de dışındaki dinamikleri görmelerine fırsat verir. Yöntem son derece hızlıdır ve tanı ile çözüm arasındaki birkaç basamakta hareket eder. Dizim gerçekleştirilirken işletmenin, kuruluş ile ilgili hiçbir ayrıntıyı açıklanmasına ihtiyaç yoktur, böylece işletme bilgilerinin gizliliği garanti altına alınmaktadır. Organizasyon dizimleri iş yaşamındaki bireyler için de olanakları test etme imkanı sunar; Özellikle bireylerin tüm ilişki düzlemlerinde (içine doğduğu aile, kendi çekirdek ailesi, kendi ile ilişkisi, işi-kariyeri, eşi ve çocukları) gösterdiği davranışlara sistemik olarak bakılıp bireyin temel ilişki sisteminin iş-kariyer hayatına yansımaları fark ettirilerek başka bir perspektiften bakarak karar alması sağlanır. Aile işletmesinin kurucusu, işletmenin gelecek nesillere devredilmesinde ve işletmenin sürdürülebilirliğinde çok kritik bir öneme sahiptir. “Türkiye’de işletme sahiplerinin % 34’ü şirketlerinin hem mülkiyetini hem de yönetimini bir sonraki nesle aktarmayı planlıyor, ancak bunların yarıdan fazlası gelecek neslin bunu başarılı bir şekilde gerçekleştirebilecek yetenek ve isteğe sahip olduğundan emin değil.” Kurucunun bir aile geçmişi olduğu, birey olarak yaşamda iyi-kötü anlamda yaşadıklarının olduğu ve bu yaşanmışlıkların aile işletmesinin başarısına yansıdığını düşünüyorum. Sistemik yaklaşım ile bakıldığında işletme kurucusunun; en az dört jenerasyon üzerinde aile geçmişi, tüm düzlemleri ile anne – baba, kardeşler, çekirdek ailesi-aileleri, evlatları, eşi ile iliş- kilerinde yaşanmışlıkların ya da yaşanamamışlıkların tümünün ve bağlanma paterninin bir bütün olarak işletmenin ruhuna yansıdığı göz ardı edilemeyecek bir hakikattir. İşletme kurucusunun bilinç gelişimi, bulunduğu bilinç evresinin işletmenin gelişimine katkısı ya da işletmenin sonraki nesillere aktarımını engellemesi. Bu hususların hepsi işletmenin geleceğine katkı sağlamak için organizasyon dizimi çalışmaları ile incelenebilir. Aile işletmesinin kurucusu, aileye ait imkânları kendi işletmesinde kullandığı halde, işletme biraz büyüdükten sonra bu değerlere saygı göstermeyip, “yok sayarsa” (ne yazık ki Türkiye’deki aile işletmelerinde sıkça karşılaşılan bir durumdur) işletmenin sistemini “vebal” altına sokmuş olur. Yine ailenin imkânlarından faydalanıp, diğer aile bireylerine karşılık olarak hiçbir şey vermezse o durumda alma- verme dengesini bozmuş olur. Bu arada kurucunun/kurucuların sisteminde dışlanan kişiler var mı? Mesela kurucu patron’un gayri meşru ilişkisinden doğan çocuklar Aile işletmesinin kurucusu, aileye ait imkânları kendi işletmesinde kullandığı halde, işletme biraz büyüdükten sonra bu değerlere saygı göstermeyip, “yok sayarsa” kurumu “vebal” altına sokmuş olur. TSDE ki - Mayıs 2015 101 TSDE DER ki Ülkemizdeki aile işletmelerinin başarısızlığının en önemli nedeni ailenin kendisidir. sisteme dahil edilmiş mi? Onlara işletmede söz hakkı-temsil hakkı verilmiş mi? Aile içinde bile gizlenen bu tür durumlar ne yazık ki işletmenin de geleceğini etkilemektedir. Bir başka husus çalışanlar düzleminde işlerin nasıl gittiğidir. İyi bir işletmeci çalışanlara muhtaç olduğunu ve çalışanları ile birlikte işletmesinin karlı, verimli ve uzun ömürlü bir işletme olmasını sağlayabileceğini bilir. Çalışanlarla alma - verme dengesi nasıl kurulmuş? Çalışanlara sundukları hizmetin karşılığı “hakkıyla” ödeniyor mu? Fazla mesailer, izin vb. haklar konusunda adilane yaklaşım sergileniyor mu? Çalışanlar aynı aidiyet hakkına sahipler mi? Aslında bahsettiğimiz bu hususların birçoğu işletme yaşamını sürdürürken göz ardı edilse de, üzerinde pek durulmasa da aile işletmelerinde, kişilerin sistemik getirilerinin şirketi %80-90 oranında etkilediği düşünüldüğünde bu hususların kesinlikle dikkate alınması ve özellikle işletmelere danışmanlık hizmeti sunan danışmanlar tarafından da titizlikle incelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Aile işletmelerinin sorunlarına, aile-sistem ve organizasyon dizimi yöntemi kullanılarak katkı sağlanabilecek hususlar: • Aile - işletme ilişkilerinde görünmeyen ilişki dinamiklerinin görüntülenmesi: Aile içindeki çatışmalar, anlaşmazlıklar ve güç mücadelelerinde görünmeyen bağların işletme yönetimine - işletme kararlarına etkilerinin görünür hale getirilmesi. • Aile işletmelerinde yönetimin bir sonraki kuşağa devrindeki alternatifleri organizasyon dizimleri ile gözden geçirmek. • Kuşaklararası düşünce, iş anlayışı vb. farklılıklar ve çatışmaların sebeplerini görünür hale getirmek ve bu konudan sorumlu aile bireylerinde farkındalık yaratmak. • Aile işletmesinde çalışmayan aile bireyleri ile çalışanlar arasındaki ilişki ve dengeler, bu bağlamda dile dökülmeyen dışlanmalar, kayırmacılık, hak yenilmesi gibi hususların ortaya çıkarılması. • Kurucu girişimcinin aile geçmişi ile ilişkisi, bağlanma düzlemi ve bu hususların işletme dinamiklerine etkisi. • Aile - işletme ilişki yönetiminde sınırları çizme çalışmaları kapsamında; Aile içi sorunları, aile bireylerine farkındalık yaratarak alternatif çözümleri görselleş- TSDE ki - Mayıs 2015 102 TSDE DER ki tirmek. Dolayısıyla işletmeye yansıyan aile sorunlarını minimize etmek. • Ailede denge, sıra düzenine uymak ve aile kararlarına uymayan, dışlanan aile bireyleri konularına farklı bir perspektiften bakmak. • İşletmelerde devir, ortaklarla çalışmak veya satış konularında karar alabilmek için organizasyon dizimleri ile alternatifleri görmek. • İşletme ile ilgili alınacak kararların aile bireylerine nasıl etkide bulunacağını deneyimlemek. • Varislerin eğitimlerini tamamlayıp, profesyonel yaşama adım atarken ve aileye sonradan katılan (gelin-damat) kişilerin aile işletmesinde çalışıp çalışmama kararlarını almalarında olanakları test etme imkânı sunar. Tolstoy’a göre; “Mutlu aileler hep birbirine benzer, ama her mutsuz ailenin kendine özgü farklı nedenleri vardır.” Nasıl her insanın parmak izi farklı ise her ailenin hikâyesi de farklı ve kendine özeldir. Aile tarihi, kuşkusuz, kişinin değerlerinin ve sosyal alışkanlıklarının şekillenmesinde en önemli etkenlerden biridir. Her kuşak, içine doğduğu ailenin aktardığı genetik ve psişik yapıya, sosyokültürel modele dayanarak sosyalleşiyor ve kendisini bu çerçeve içinde tanımlıyor. Sistem dizimleri de; kişinin aile sistemindeki yeri, diğerleri ile olan ilişkileri ve özetle kişinin yaşamdaki(ebeveynler, çocuklar, eş, iş…) ilişki düzlemlerindeki duruşuna kıymet verir. Ülkemizde GSYH’nın (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) %75’ ini sağlayan aile işletmeleri, ülke ekonomisinin temel taşıdır. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ne yazık ki aile işletmelerinin ancak %30’u ikinci nesli görebilmekte. Birçok bilim dalını temsil eden danışmanlar 80’li yıllardan bu yana aile işletmelerinin sürdürülebilirliği konusunda çok farklı alanlarda aile işletmelerini geliştiren hizmetler sunmakta. Tolstoy’a göre; “Mutlu aileler hep birbirine benzer, ama her mutsuz ailenin kendine özgü farklı nedenleri vardır.” Nasıl her insanın parmak izi farklı ise her ailenin hikâyesi de farklı ve kendine özeldir. Bir aile işletmesinin yaşamını sürdürebilmesi için aile, iş yönetimi ve mülkiyet alanlarının doğru tanımlanarak, sınırlarının çizilmesi ve her üç alanın da birbiriyle uyum içerisinde olması, tüm aile bireylerinin bu konuda mutabık kalması ve alanlara, sınırlara saygı göstermesi ile sağlanabilecektir. TSDE ki - Mayıs 2015 103 TSDE DER ki Bu hizmetlerin, rekabetin her an arttığı iş dünyasında ayakta kalmak isteyen aile işletmelerine katkıları da çok kıymetlidir. Ülkemizde aile işletmelerinin dağılmasına sebep olan aile içi çatışmalı ilişkiler, kurucunun aile sisteminden getirdiklerinin işletmenin ruhuna yansıması, aile ve işletmede sistemik prensiplere uyulmamasının sonuçları ile ilgili hususlar, Sistem dizimleri ve entegre alan olarak organizasyon dizimleri yöntemiyle işletmelerin sürdürülebilirliğine katkıda bulunacaktır. KAYNAKLAR ÇELİK TURPOĞLU, Aysın (2012), “Aile İşletmelerinde Danışmanlık Yapmak”, 5.Aile İşletmeleri Kongresi – Kongre Kitabı, İstanbul, Kültür Üniversitesi Yayınları, No:169. HELLINGER Bert, WEBER Gunthard, BEAUMONT Hunter(2007), “Love’sHiddenSymmetry” Türkçe çevirisi “Sevginin Saklı Simetrisi”, İstanbul, Pan Yayıncılık. LIEBERMEISTER Svagito R. (2009), “TheRoots of Love” Türkçe çevirisi “Sevginin Kökleri: Bir Aile Dizilimi Rehberi”, İstanbul, Butik Yayıncılık. ÖZTÜRK, A. Turan (2012), “Kurumsal Entegrasyon ve Türk KOBİ’lerinin Yol Haritası”,5.Aile İşletmeleri Kongresi – Kongre Kitabı, İstanbul, Kül- Bir aile işletmesinin yaşamını sürdürebilmesi için aile, iş yönetimi ve mülkiyet alanlarının doğru tanımlanarak, sınırlarının çizilmesi ve her üç alanın da birbiriyle uyum içerisinde olması, tüm aile bireylerinin bu konuda mutabık kalması ve alanlara, sınırlara saygı göstermesi ile sağlanabilecektir. Aile bireylerinin sayısı arttıkça ne yazık ki sorunları da artıyor. Nesiller ilerledikçe ve aileler büyüdükçe ortak değerler azalıyor. Duygu ile mantığın karıştırılması ise aile şirketlerinin sonunu hazırlıyor. Sistem dizimi yöntemi, görünmeyen aile bağları ve aile-iş ilişki dinamiklerini görüntüleme fırsatı sunduğu için ve aile bireylerine hem aile hem de işletmeleri için bu farkındalığı yaşama imkânı verdiği için aile şirketi üyelerinin ilişkilerini daha sağlıklı biçimde sürdürmesi konusunda çok işlevsel rol oynayabilir. tür Üniversitesi Yayınları, No:169. PwC Küresel Aile Şirketleri Araştırması 2012 Türkiye Sonuçları, (2012) ”Aile Şirketleri: 21.Yüzyılın İş Modeli”. SCHUTZENBERGER, Anne Ancelin (2011), “TheAncesterSyndrom” Türkçe çevirisi “Soy Sendromu: Kuşakaşan Terapi ve Soyağacındaki Gizli Bağlantılar”, İzmir, Duvar Yayınları. TSDE ki Dergisi, 1.Sayı, Kasım 2014 TUNCEL, H. Tomris(2011)“Aile Şirketlerinde Kurumsallaş(ama)ma Üzerine Araştırma”, Konya, Konya Ticaret Odası. WEBER, Gunthard (2011), “9-11 Aralık tarihleri arasında düzenlenen Organizasyon Dizimleri konulu Seminer” İstanbul. ZARARSIZOĞLU, Mehmet(2010 – 2014), Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü(TSDE),” Sistem Dizim Terapisi Eğitim Notları” , İstanbul. DİLEK PORSUK TSDE 6. Eğitim Grubu TSDE ki - Mayıs 2015 104 TSDE DER ki Evlat Edinilen Çocuklarda Bağlanma Süreci ve SDT Bakışıyla Bir Deneyim Bir gün bir çocuk değiyor yüreğinize. “Anne”diyor size, boynunuza sarılıveriyor, yapışıyor hatta, kafasını gömüveriyor koynunuza. Bir an, o an anlıyorsunuz, hatta biliveriyorsunuz aranızdaki güçlü kontratın varlığını... Ezelden beri orda olan kontratın; sizin ona anne, onun size oğul olacağının kontratının... Ben “yaşam” vermek istedim… Yıllarca yaşam vermenin tek bir yolu var sanmışım. Yolunda gitmeyen infertilite tedavisiyle o kadar körleşmişim ki, yaptığım, yarattığım onca şeyi unutup, “açıklanamayan infertilite”yi bir elbise gibi giyip yoluma devam etmişim. Oysa yaşam vermenin çokça yolu varmış ve ben zaten yaşam veriyormuşum da, her yaptığımla… Bir gün Atlas girdi hayatımıza, ilk çocuğumuz, sokaktan evlat edindiğimiz köpeğimiz. Atlas’ı yüksek sesle severken kendimi duydum; “ben seni nasıl bu kadar sevdim, doğursam bu kadar çok severdim ancak herhalde” diyordum. O gün aklıma belli belirsiz bir düşünce düştü; “evlat edinsem?” 6 ay kadar sonra bir perşembe sabahı benimle beraber uykudan gözünü yaşama açacak bir düşünce; “evlat ediniyorum!”… TSDE ki - Mayıs 2015 105 TSDE DER ki Tam bir ay sonra başvurumuzu yaptık. Sonra ilginç bir süreç başladı. Bir nevi hamilelik süreci. Birçok prosedürü yerine getirdik, bu konuyu çokça aklımızda evirip çevireceğimiz bir süreçte tutulduk. Bazısı kolay, ama çoğu da zor gelen sorulara cevap verdik, verdiğimiz her yanıt bizi sonuca daha çok yaklaştırdı. Sonra bir ağustos sabahı telefon çaldı, artık zaman gelmişti, bazı dosyaları görmemiz için bizi çağırıyorlardı. Sonrası biraz rüya ve belki de biraz da kargaşa içinde olan bir süreci başlattı. İlk birkaç gün yuvaya oryantasyona gittik. Vedat 21 aylıktı, benimle kalmak istemiyor, için için ağlıyordu. Yabancıyı ayırt edebilip korkacak yaştaydı, içim gitti, korktum ama nereden geldiği bilemediğim bir güçle onu koynuma yaslayıp sarıldım, öylece oturduk. Gitgide bana güvendi, hatta benimle eğlenmeye başladı. Onun evimize gelmesiyle, sadece işimle değil, hayatımdaki her şeyle ilişkim değişti. Bir anda dünya oğlumun etrafında dönmeye başladı. Hiç alışık olmadığım şekilde, unutmaya, atlamaya başladım, telefonlara dönmeyi, mailleri cevaplamayı, hatta fatura kesmeyi bile unuttum. Gariptir bu bana bir özgürleşme duygusu verdi. İlk günler oldukça zor geçti. Evde senelerdir neredeyse yalnız yaşayan ben, bir anda kendimi evde, bir bebek ve bir sürü insanla buldum. Herkes iyi niyetle yardım etmeye çalışıyordu. Şüphesiz bebek bakımı konusunda benden daha tecrübeliydiler. Ama bu bebek, özel bir bebekti ve onun ihtiyaçlarını benden daha iyi anladıklarından emin değildim? El- bette, kendimin de ne kadar anlayabildiğini bilemiyordum? İlk on gün Vedat tam anlamıyla boynuma yapışık yaşadı. Herşeyden korkuyordu, her sesten, her hareketten vs.. Birbirimize alışma süreci öylesine ikimizin arasında, öylesine özeldi ki… Artık yaşamı büyüten bir yol seçtiğimi görebiliyorum. Yaşam, verilen ve alınan birşey değil, olamaz. Yaptığımız seçimler yaşamı büyütür veya eksiltir. Ben yaşamı büyüten bir seçim yaptım. Yorgunluktan bunaldığım anlarda da, gecenin ortasında gözümü tavana dikmiş “ niye uyandım acaba?” diye düşünürken, çok değil birkaç dakika sonra “anne” diye bir ses duyduğum anda ya da eve gelip yanaklarımı seven minicik ellerle buluşunca da, yaşam benim için yeniden anlam kazanıyor. Bizim hikâyemizde oğlumuzla geçen ilk aya bakarsak, oğlumuz eve geldiğinde 21 aylıktı. İlk onbeş günü hatta bir ayı, yuvada oryantasyon sürecinde “ anne “ olarak karşısına çıkarıldığım ve onu eve alıp getiren olduğum için yoğun olarak benim boynuma yapışmış halde geçirdi. Bana güveni gözle görülür şekilde çok fazlaydı, ancak evde bulunan ve ona bakım verme gayretinde bulunan büyükannelerin ve ikinci haftadan itibaren de, bakıcı ablanın yeme, içme gibi des- “Bir kişinin yaşamındaki travma önemli değildir. Travmanın yaşamında bıraktığı iz önemlidir.” FREUD TSDE ki - Mayıs 2015 106 TSDE DER ki teğini de hiç reddetmedi. Bu dönemde yuvada ona öğretildiği gibi herkese “anne“ diyordu. Bu dönemde bana bu kadar bağımlı yaşamasına izin verdim, bana güvenmesi benim için çok önemliydi ve ihtiyaçlarında bir “regresyon“ görülmesine karşın hazırlıklıydım. İkinci ay başladığında, oğlumuz, evi daha çok benimseye, daha rahat hareket etmeye ve serbest olmaya, benden ev içinde ayrılmaya başladı. Ben de kısa süreli de olsa, onu evde bakıcı ablası veya bir aile büyüğüyle bırakıp işlerimi halletmek için çıkmaya başladım. Ondan ayrılmama ilk önce tepki göstermedi. Bunu iyi karşıladım ancak garipsedim de. Anladığım kadarıyla “bağlanma“ tam gerçekleşmemişti ve kendini korumaya çalışıyordu. Ancak bu durum fazla uzun sürmedi. Bir iki hafta içinde aramızdaki bağ güçlenince, evden çıkarken boynuma yapışmaya ve ayrılıklarımız da zorlanmaya başladı. Eve döndüğümde ise, hemen bana koşuyor ve diğer bakım verenler arasında tercihi ben oluyordum. Görünüşe göre her şey çok sağlıklı gidiyordu. Bu evrede, yalnızca bana “anne“ demeyi öğrendi ve bunu farklı bir rol olduğunu anlamaya başladı. Üçüncü ayımızda, aramızdaki ilişki daha da güçlenirken, babasıyla da bir bağ geliştirmeye başladı. Ve aynı ay içinde, onu ilk kez bırakarak, yatılı bir seyahate gittim. Elbette bu duruma çok üzüldü, hiç memnun olmadı, kendince itiraz etti. Ancak kavuşmalarımız o kadar sağlıklı yaşandı ki, artık o, bir iki seyahat sonrasında, gitsem de, her zaman ona döneceğimi anlamaya başladı. Dördüncü ayda bu kısa süren ayrılıklarımıza itirazları daha da azaldı. Gidişimi kabulleniyor ve oyununa bıraktığı yerden devam ediyordu. Ve her seyahat dönüşünde beni müthiş bir coşkuyla karşılıyordu. Benim için de evde onun beni beklemesi, tarif edilemez bir mutluluktu. Kendimi inanılmaz bir şekilde zinde ve genç hissediyordum. Vedat’ın beni beklediğini bilmenin verdiği enerjiyle tüm yorgunluğum gidiyordu. Onunla oyun oynamaya hazır bir şekilde bir “ anne “ olarak evden içeri giriyordum. cuk olmasında, yuvada almış olduğu sevgi ve iyi bir bakımın rolü büyük. Biz de şu anda içinde bulunduğu evrede, bizden alması gerekeni büyük bir özenle vermeye çalışıyoruz. Elbette bağlanma konusunda, evlat edinme sürecinde farklı bir deneyim yaşadım ve yaşıyorum. Bu süreçte öğrendiğim en önemli nokta; çocuğun gerçek yaşı ve bulunduğu evrede, olması gereken bağlanma sürecinin gösterdiği noktalara körü körüne tutunmadan, çocuğun o andaki gereksinimlerine odaklanarak, oluşabilecek bir gerilemeye karşı uyanık olma ve izin vermenin oldukça önemli olduğu. Ayrıca oğlumun eve geldiği andan itibaren, bizim aramızdaki tüm süreçlerin ve başlangıçta hızlandırılmış bir bağlanma yaşanacağını bilmek ve yaşamı buna göre düzenlemek de önemli. Sadece evlat edinme süreci değil, ardından evlat edinmiş ailelerin, bu yolculukta karşılaşabilecekleri güçlükler ve olabilecekler hakkında önceden bilgilendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ben, içimdeki annelik güdümle, el yordamıyla ve okuduklarımdan ve bildiklerimden yararlanarak, yaşadıklarımı sonradan anlamlandırarak, kendime bir yol yarattım. İnanıyorum ki, bu konuda daha az tecrübesi olan ebeveynler de, biraz yardımla çok rahat ilerleyecekler. Oğlumuz Vedat’ı, yaşama kendi günlük rutinimiz içinde yöneltmeye çalışıyoruz. Bu bilgilerin bu deneyimi yaşayan ve bu süreçte yol alan tüm ebeveynler için faydalı olmasını umuyorum. Yaşama yönelmenin gücüne saygıyla… ARZUM AKDURAN TSDE 6. Eğitim Grubu Vedat beşinci ayda babasıyla olan bağını da iyice geliştirdi. Babası müzisyen ve artık birlikte müzik yapıyorlardı. Altıncı ayda, oğlum beni, pek hoşnut olmasa da, “bay bay“ diye uğurluyor, itiraz etse de, vedalaşmayı becerebiliyor. Şu anda 27 aylık. Hızlandırılmış bir bağlanma sürecinden sonra, hızlandırılmış bir ayrışma sürecimize başladık. Oğlumun yaşama tatsız bir deneyimle başlamış olması gerçeğine rağmen, yaşam onu farklı bir şekilde kucaklamış. Elbette onun bugünkü neşesinde, sevgi dolu bir ço- TSDE ki - Mayıs 2015 107