Mayıs 2015

Transkript

Mayıs 2015
İÇİNDEKİLER
DOSYA: ÖYKÜM
Öykümü yeniden yazarsam… • 7
Acı, Acı’dan yorulmak mı, acı ile yoğrulmak mı? Acımdan kaçarsam… • 11
Peki ya olanaklarım? • 15
Kahramanın yolculuğu; Benim tek bir seçeneğim yok • 16
SÖYLEŞİ: “BEDENİ ALGILA VE AN’A GEL...”
Beden Psikoterapisti Aron SALTİEL ile bedene dair yaptığımız sohbet • Esra Can - Mine Türkili • 20
EDEBİYAT: “ROMANLARDA YOLCULUK”
Hermann Hesse’nin Demian romanında kahramanın yolculuğu...
Hacettepe Üniversitesi-Alman Dili Eğitimi, Doç. Dr. Çiğdem Ünal • 29
MEKANLARIN RUHU: İTALYA DEĞİL “LA SICILIA”
Sicilya • Mine TÜRKİLİ • 36
SANAT: “SANAT’IN TIBBI”
Aktarımsal Erotik Sanat: Bir Şair Cemal Süreya; Bir Ressam Gustav Klimt •
Adana Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Prof. Dr. DENİZ YERDELEN • 43
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
Çocuk ve ergenlere Sistem Dizim Terapisi ile bakış, aile jenogramı ve bir vaka incelemesi •
Uzman Psikolojik Danışman Nazan BALOĞLU • 52
SİNEMA
Film değerlendirme ve analiz süreci ve “Makinist “ filminin yorumu • Beyhan ÖZPAR • 56
PSİKOMİTOLOJİ
Çıraklıktan ustalığa bitmeyen yolun bahtsız kahramanı “ikarus” • Hüseyin ŞİMŞEK • 64
PSİKOASTROLOJİ
Astroloji ve Jung • Dinçer GÜNER • 70
TSDE DER ki:
Sevgiyle anıyoruz: Nurhayat KEMERLİ, Haritini PAPAKIRILLOU, Turgay SAPANLI • 72
Kilimanjaro-Özgürlüğün Zirvesinde • Nihal ARTAR • 76
Beklentisel Hastalıklar • Dr. Ayşe Işın ÜNAY • 83
EPİFANİ; özün kendini göstermesi • Dr. Mehmet Akif GÜNEL • 89
Çağatay’ın Şifa Yolu • Özlenen Deniz UZUN • 93
Hipnoz ve Sistem Dizimleri • Turgay KÖYAĞASIOĞLU • 95
Sınırlar • Sema TÜRKEL • 97
Türkiye’de Aile İşletmelerinde Organizasyon Dizimleri • Dilek PORSUK • 98
Evlat edinilen çocuklarda bağlanma süreci • Arzum AKDURAN KÖSEOĞLU • 105
TSDE ki Dergisi
Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü üyeleri tarafından hazırlanan, kâr amacı gütmeyen Sistem Dizimleri ile ilgili
Enstitüyle bağı olan ya da konuya ilgi duyan kişilerin paylaşımlarının, yapılan çalışmaların aktarılabileceği ve
alandaki her türlü gelişimin izlenebileceği online bir platformdur.
İmtiyaz Sahibi: TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK
Yayın Türü: Yerel, süreli, 6 aylık online yayın
Yayın Koordinatörü: Yadigar Zararsızoğlu, Genel Yayın Yönetmeni: Mine Türkili
Yazı İşleri Müdürü: Esra Can, Görsel Yönetmen: Çağdaş Gündoğan
Katkıda Bulunanlar: Çiğdem Ünal, Deniz Yerdelen, Nazan Baloğlu, Beyhan Özpar, Hüseyin Şimşek,
Dinçer Güner, Nihal Artar, Dr. Ayşe Işın Ünay, Dr. Mehmet Akif Günel, Turgay Köyağasıoğlu,
Sema Türkel, Dilek Porsuk, Özlenen Deniz Uzun, Arzum Akduran Köseoğlu
Yönetim Yeri: Bağdat cad. Birlik Apt. No:441 K:2 D:3-4 Suadiye/Kadıköy
Tel: 0216 416 78 44 Fax : 0216 410 56 58, e-mail: [email protected], [email protected]
©TSDE ki Dergisi, TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK
tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı,
fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.
TSDE ki - Mayıs 2015
Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
1
EDİTÖRDEN
Bir yolculuk...
Hepimizin içinde bildiğimizin, tanıdığımızın dışında
bugüne kadar göremediğimiz bir gerçek var. Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Biz, sadece o acılar içinde
kıvranan, hala annesinden sevgi bekleyen çocuk
muyuz? Ya da yaşadıklarımız için başkalarını suçlamaya devam mı ediyoruz? ... Unutmayalım, içimizde
bugün bizi ayakta tutan bir kaynak var. Ve içimizde
bir yerde, “beni gör”, “beni duy” diye sessizce ve sabırla bekliyor. İşte biz de, bu bilinçle yola koyulduk.
Öykümüzü yeniden yazmayı denedik… Kelimeler
ağızdan çıkınca, öylesine güçlü geldi ki… İçimizdeki
çoklu gerçekliğimizi görerek, bilerek kaleme aldık,
acımızı da alarak ve bir parçamız olarak görerek yolculuğumuza devam ettik.
İkinci sayımızda, öykü, acı, durmak, kahramanın yolculuğu diyerek, bize ait olan gerçeğimizi dillendirdik. Dosya konumuzda, öyküyü tanımlamanın dışında, Sistem Dizimleri’nin yaklaşımını ele aldık.
Yine ilginç konular ve yazılarla yaşama dokunduk.
Ancak, bu sayıyla birlikte başladığımız Sanat bölümümüzde, Prof. Dr. Deniz Yerdelen’in “Sanat’ın Tıbbı”
olarak adlandırdığı, sanatçının nörolojik kimliğini ele
alan, sanat ve nörolojiye dair yazılarıyla aramıza katılmasından duyduğumuz mutluluğu paylaşmak istiyoruz. Yerdelen’in aktarımsal erotik sanatta, Cemal
Süreya ile Gustav Klimt’i buluşturmasını ilgiyle okuyacağınıza inanıyoruz.
TSDE Uluslararası Eğitim Programı kapsamında Türkiye’ye gelen Aron Saltiel ile yaptığımız söyleşide,
beden ve ruh bütünlüğünden yola çıktık, ancak
Aron’un çok kültürlü ve ilginç kişiliği de söyleşimizi
oldukça renklendirdi.
Mekanlar’da “Sicilyalı” olmak ne demek dedik… Akdeniz’in en büyük adasında yüzyıllardır süren istilaların, iklimin ve travmaların etkisine değindik.
Çocuk Ergen Birimi’nden TSDE Uzman Psikolojik Danışmanı Nazan Baloğlu, çocuklarla yapılan terapi çalışmalarında oyunun önemini bir vaka örneğiyle anlattı.
Ve Edebiyat… Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Alman Dili Eğitimi Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç.
Dr. Çiğdem Ünal bize, içsel yolculuğun en önemli kitaplarından, Hermann Hesse’nin “Demian”ını anlattı.
Ve diğer konularımız; Sinema’da “Film Değerlendirme
ve Analiz süreci” ve “Makinist” filminin yorumu, Psikoastroloji’de “ Astroloji ve Jung” , Mitoloji’de, “Çıraklıktan
ustalığa bitmeyen yolun bahtsız kahramanı “İkarus”.
TSDE der ki bölümünde ise, yine sizden gelen yazılara yer verdik. Bu sayıda emeği geçen herkese yürekten teşekkür ediyor, çıktığımız bu yolculukta bize
eşlik etmenizi diliyoruz. Keyifli okumalar...
TSDE Yayın Kurulu
TSDE ki - Mayıs 2015
2
İLİŞKİSEL ACILAR
BEDEN VE RUHUN DİYALOĞU
felsefe, eski varsayımları uzun zaman önce çürüttü. Deneyim içerikleri öyle bir yerde yatıp, "farkına
varılmayı" beklemezler. Onlar, farkına varılmadan
önce de var olan ve farkına varılmaktan dolayı değişmeyen "objelerden" oluşmazlar. Bilakis tam tersi! Süreç "objeleri" üretir ve değiştirir.
Bir bitkinin bedeni, ışığı, toprağı ve suyu tanır. Çünkü bitki onlarla var olmuştur. Hayvanlar daha da
fazlasını yapar, etkileşime sadece bedenleriyle değil, sezgileriyle de girer. Tıpkı bir köpeğin sahibine
karşı olan duyarlılığı veya depremi hissetmesi gibi.
Ve insan bedeni, sezgilerinin yanında konuşarak
anlam kazanan bir etkileşimdir. Bedenlerimiz kendilerini ve bu sayede durumlarını hisseder. Nedir bir
sonraki adım? Beş duyu organımızı bir tarafa bırakarak sadece bedenimize yönelmek. Beden öylesine hisseder ki, ne görmesi, ne duyması ne de koku
alması gerekir. Beden arkasında olup biteni, sadece
olanı değil, durumu ve olabilecek olanı da hisseder.
Dergimizin ikinci sayısı için yayın kurulu yaptıkları
bir toplantıya beni de davet ettiler. Bu sayıda, insanın ve yaşadığımız ilişkilerin en can alıcı noktasının yaşanılan “ilişkisel acılar” olduğu ve konuyu
Sistem Dizim terapisi açısından işlemenin çok isabetli olacağı görüşünde hem fikir olduk.
Bana göre “acı çekmek” bireysel bir şey olmaktan
çok bir ilişki kavramıdır ve özdeşleşme, ayrı olma
haline bağlı tek gerçek gibi algılanır. Oysa biz, ayrı
olma, bölünme ve parçalanma duygusundan dolayı acı çekmiyoruz, bütünlüğümüzü ve bağlılığımızı
algılayamamaktan dolayı acı çekiyoruz.
Ayrıca biz insanlar, bedenimizin, yaşadığımız
durumlar hakkında bilinçli olduğunun ne kadar
farkındayız?
Öyle ki, ben, sevecen ve davetkar tutumumla, içimde uzun süredir hapsettiğim, yaşamımda engel ve
tıkanma olarak kabul ettiğim anılarımı, taze bir
deneyimin parçası olarak görebilirim. Deneyimsel
Beden, durumu akıldan daha doğru bir şekilde
algılar. Örnek mi istiyorsunuz? Eğer deneyimli bir
pilot şöyle derse: "Nedenini bilmiyorum ama havaya güvenmiyorum", işte o zaman siz, o havaya
güvenmeyen pilota güvenin ve uçağa binmeyin.
Mevcut standart modelin savunucusu bilim insanları bitkileri, hayvanları ve şimdi de bizi yeniden
tasarlıyorlar. Yaşlanma sürecinden sorumlu olan
genler yok edildiğinde, torunlarımızın çocukları
belki sonsuza kadar yaşayacak, fakat genlerle oynayarak yaşamı uzatırken, nelerin de yok olacağını
kim bilebilir ki? Niyetim, şu anda, bizim var olan
ve harika giden standart odaklı bilimi kötülemek
değil, zaten nasıl olabilir ki; şu an bunları bir bilgisayarda yazıyorum! Yaşamda çok farklı süreçlerden geçtiği için, insan bedeninin, görünen yapısı
dışında, yaşadıklarımızı bedenin bir yerine kaydeden bir içeriği ve bedenin bize verdiği bir tepkiyle
oluşan içsel duyumları vardır. Aslında bedenin belirli süreçlerde hayatı ilerleten yeni adımlar yaratma yeteneği de mevcuttur ve bu yetenek kaybedilmemelidir. Bugün geçerli olan bilimin, insanın
kendisinin nasıl olduğunu anlamayı dahi istemeden, insanı yeniden tasarlamaya çalışmadan önce,
TSDE ki - Mayıs 2015
3
bedeni tüm duyumları, tepkileri ve deneyimleriyle
bir bütün olarak ele alırken, bunu sadece bedene
dışarıdan bakarak değil,insanın kendi içdünyasını
da yansıttığı bedenin de bir hafızası olduğunu görerek alması gerekir.
İlişkilerimizi, ilişkilerimizde bedenimizin ve beynimizin işleyişini ve sonuçlarını anlamak için son
yılların en önemli tıp disiplini haline gelen nörobiyolojiye değinmeden geçemeyiz.
Psikobiyoloji; ruh ile bedenin iletişimi- limbik hipotalamus sistemi beden ile ruh arasındaki temel anatomik bağlantıdır. Limbik-hipotalamus sistemi ruh
ile bedene ait olan bilgilerin de en önemli dönüştürücüsüdür. Yeni nörobiyoloji ve psikobiyoloji bilgileri, bize ruhumuz ile genlerimiz arasında bağlantı
olduğunu gösteriyor. Ruhumuz sadece duygularımızı ve kan basıncımızı değil, genlerimizi ve küçük
hücreler içinde vücudumuzda üretilen mikroskobik
molekülleri de etkiliyor. Yani sonuç olarak ruhumuz
yaşamın moleküllerinin üretimine ve yapısına da
etki ediyor. Yaşayan her canlının “dürtüsü-amacı”,
kendisini huzur ve esenlik içinde, canlı ve hayatta
(vital) hissetmektir. Arzu, keyif, huzur ve canlılık için
beynin motivasyon sisteminden salgılanan belirli
elçi maddeleri işbaşına geçiyor. Ama bu o kadar kolay da olmaz, huzur veren elçi maddelerinin salgılanmasının bir şartı, sağlıklı insanlar arasındaki ilişki
tecrübeleridir. Ne yazık ki, iyi ilişkiler, biz yetişkinlere bir tablette servis edilmiyor. Ve üstelik, doğduğumuzda da modern yaşamda süregelen ilişkilerin bir
kullanım kılavuzu da bize verilmiyor. Biz davranış ve
tercihlerimizle buna katkı yapıyor ve primini ödüyoruz. Biyolojik sistemimizi iyi hissetmek için gerekli olan davranış biçimlerimiz bir dürtü karakterine
sahiptir. Provoke edilmeyen agresyon, psikolojik
olarak normal bir insanda iyi hissetme hormonlarını harekete geçirmiyor. (dopamin, opioid, oksitosin)
Doğruluk, hak (fairness) güven sosyal onaylanma,
kabul görme orta beyindeki sinir hücreleri sistemi olan motivasyon sistemimizi harekete geçirir
ve elçi maddeler olan dopamin, opioid, oksitosini
salgılanmasını sağlar böylece, huzur ve mutluluk
içinde sağlıklı oluruz. Ama dış etkenler haksızlık,
güvensizlik ve sosyal dışlanma temelinde gelişirse,
bu kez nörobiyolojik sistemimiz "acı sınırı”na geçer. Ve bizde ortaya çıkan davranışlar da agresyon
veya geri çekilme ile izolasyon şeklinde olur.
Sağlıksız sosyal tecrübeler yada diğerleri ile olan
ilişkilerdeki başarısızlıklar,beynin motivasyon sis-
temini devre dışı bırakır. Bunun sonucunda da,
eğer bu durum sürekli tekrar ettiğinde, bedensel
ve ruhsal hastalıklar olarak gelişir. İnsani güdüler
ve amaçlar, yani aslında her insanın temel motivasyonları (huzurlu olmak ve canlılık) böylesi durumlarda oluşamaz. Kötü sosyal tecrübeler (haksızlık,
güvensizlik, dışlanma) insan beynini acı sınırına
getiriyor ve bu tecrübeler sonucu nörobiyolojik
sistem agresyonu açığa çıkarma potansiyeli geliştiriyor. Ama eğer mevcut koşullardaki güç ilişkileri nedeniyle agresyonun açığa çıkması mümkün
olamıyorsa, bu kez geri çekilme ile depresyon ve
kişinin kendini mahvetme dinamiği gelişiyor. Bize
düşen, dış dünyanın sadece iyi ya da kötü olmadığı gerçeğinin bilincinde olmamız. Kaynakları
gittikçe azalmış bir dünyada haklılık veya haksızlık
her zaman bir harmanlama ve karışım ilişkisinde
bulunur.
Her agresif eylem girişimi velev ki son derece insanlık dışı olsa bile hep örtülü bir gerçeği takip
eder.
Agresyonun mimarisi üzerine edindiğimiz bilgiler,
bize insanın şiddet potansiyelinin nasıl oluştuğunu ve beslendiği yerin, toprağın ne olduğunu ve
bizim onun tahrip edici olduğu yerlerde onunla
nasıl karşılaşacağımızı kavramamıza yardımcı olur.
Agresyona ait duyguları; kızgınlık, hiddet, öfke, kin,
nefret olarak adlandırırız. Nöro-biyolojik araştırmalar bize agresyonu kendi içinde farklı tanımlamamıza olanak sağlar. Ateş gibi, tez canlı, duyguya çabuk
yenilen agresyon (impulsif, yada ateş gibi kızgın),
Hesaplanabilir veya soğuk agresyon. Agresyon
nörobiyolojik sistemimizde motivasyondan tamamen farklı bir şeydir.
Beyindeki agresyon aygıtı:
Aşağılama, onur kırma, güvensizlik, eksik olan
bağlanma, yaralanmış onur, bedenin acısına müdafaa ve sosyal dışlanma hallerinde beynin nörobiyolojik yapısı acı sistemine bağlanıyor.
Motivasyon sistemi: güven, doğruluk-fairness adil
olma, iyi ad-ün, adalet, bağlanmayı arama, aidiyet
ve ilişki-birlik beraberlik.
Kişi olarak görülmek, kabul edilmek, sayılma; stres
sisteminden vedalaşmamıza olanak sağlıyor.Bu
durumda birlikte yaşadığımız insanların sevgisini
almak en önemli dürtümüzdür çünkü biz, sosyal
bağımlı varlıklarız.
TSDE ki - Mayıs 2015
4
Acı sınırına dokunan acıyı tadar!
Burada nörobiyologlar hem fikir olduğum çok
önemli bir şeyi ifade ediyorlar. Özellikle biz psikoterapistler için bu tespitin çok önem teşkil ettiğinin ve çalışmalarımızda asla göz ardı etmememiz
gereken bir dinamik olduğunu düşünüyorum. O
da şu, “Mağdur kendi içindeki fail ile ilişki kuramadığı, bağlantısız olduğu her durumda provokasyonu yansıtır".
liyor? Bunu beynimizin sistemlerine bakarak anlayabiliyoruz. Nörobiyologlar iki stres sistemimiz
olduğunu buldular. Klasik sinir sistemimiz ve hataya da endişe stres sistemi.
Klasik stres sistemimiz: Belirli ve üstesinden geleceğimiz bir görevi hallederken sağlımıza pozitif
etki yapan stres sistemimiz devreye giriyor.Bu durumda nefesimiz, kalp atışlarımız ve tansiyonumuz
sakin ve dengede kalıyor.
Kim ki, kızgınlık, öfke için bir nedene sahip olup,
bunu dışarıya yöneltemiyorsa, hasta oluyor. Diğerlerinin dışlanmasına gözlemci kalınıyorsa, acı
merkezi aktive oluyor. Agresyonun ertelenmesi fenomeni, örneğin patrona kızgınlık eşe yansıtılır. Bu
şekildeki yanlış yere yönelim iletişimi de zorlaştırır.
İkinci ve yeni keşfedilen endişe-stres sistemimiz ise ilkinin aksine belirgin olmayan bir görevin halledilmesi söz konusu olduğunda, yani her
an dağılmış, kontrol edemeyeceğimiz bir ortamda
hesaplayamadığımız şeylerin olabileceği bir yapıya teslim olduğumuzda devreye giriyor.
Stresin hasta yaptığı da aslında bir tür saçmalık
ve eksik bir bakış açısıdır.
Kontrol edemediğimiz durumlarda, nefesimiz,
kalp atışlarımız ve tansiyonumuz yükselir. Kötü
yani baş edilemez, kaçınılmaz stres bedeni salgılanan kortizol stres hormonlarıyla dengeden uzaklaştırır, bunun devam etmesi durumunda da önce
psikolojik ardından da somatik rahatsızlıklar ortaya çıkıyor.
Motivasyon sistemi: Motivasyonun Latince anlamı (movere) kişinin bedensel veya ruhsal kendini
hareket geçirme yeteneği demektir. Motivasyon
sisteminin en önemli elçi maddesi dopamin'dir.
Dopamin hormonu, sadece ruhsal bir enerji üretmekle kalmaz, bedensel olarak da bir şeyleri harekete geçirmemizi sağlar.
Motivasyon sisteminin sinir hücreleri üç hormondan oluşan bir kokteyl salgılar. Dopamin, opioid (
ağrı kesici ve iyi hissettirici, morfin) ve oksitosin.
Oksitosin kişinin başka biri gibi hissetmesini sağlayan, güven duyma hormonudur. Bu hormon
kokteyli; eğer bize diğerleri değer veriyor ve takdir
ediliyorsak, kabul ediliyorsak, empati ve sevgi görüyorsak salgılanıyor.
Empati sistemi: Empati kişinin kendini başkasının
yerine koyarak onun gibi hissetmesi demektir.
İki nöronal stres sistemleri: Stres yaşama ait bir
şeydir ve her şeyden önce kötü bir şey değildir.
Özellikle çocuklarda da zorluğa kafa tutmak, meydan okumak olarak gözlemlediğimiz, bir şeydir,
ama üstesinden gelebileceğimiz meydan okumalar yani zor bir görevi başardığımızda gördüğümüz
kabul ve takdir gibi durumlardır. Bu tür meydan
okumalarda da aslında motivasyon sistemimizin
harekete geçmesi için gerekli olan koşulları sağlar.
O zaman sormamız gereken soru şudur? Neden
stres bizi hem sağlıklı kılıp hem de hasta yapabi-
Yaşadığımız tüm bu bireysel veya kolektif kökenli
acılar, adeta boynumuzda asılı bir taş gibidir. Boynumuzda asılı olan böylesine büyük bir taş varsa,
yüzmeyi öğrenemeyiz, o zaman, bu taştan nasıl
kurtulacağımıza bakmalıyız. Taş dolanmışlığın
sembolüdür, taştan, dizimler ve fenomenolojik algıyla kurtulabilir, daha sonra da, yüzmeyi, sistemik
terapinin sunduğu düşünce aracılığıyla öğrenebiliriz. Sistem Dizim Terapisi fenomenolojik algı ile
yapılan dizimlerin, sistemik düşünce ve “açık” bir
yaşama doğru yöneliminde esnek bir yaklaşımla
desteklendiği bir psikoterapi yöntemidir. Bugün
artık "danışanım için ne faydalı?" bunu soruyorum.
Onlara olması gereken bir düzen dayatmıyorum,
aksine yapmış olduğum grup dizim çalışmalarında danışanın varlığındaki olanakların vurgusunu
yapıyorum. Boynunda asılı duran taştan kurtulduktan sonraki adımlar için kişinin varlığındaki
olanakları ve kaynakları yeniden keşfetmesini ve
kullanmasını teşvik ediyorum.
Çözüme ulaşmak için de problemin unsurlarının
değil, bakış açımızın değişmesi gerektiğini görüyorum. Basit de olsa çözüm hiç kolay değil, tam
tersine zordur. Sade ve yalın olmak zor iştir, tercih
etmeyi, çabayı, zahmeti gerektirir. Biz aslında, sadece başımıza gelenlerden oluşan bir varlık değiliz.
TSDE ki - Mayıs 2015
5
Tüm bunları, bilincin bilinci ile ayırt edebilen, farklı
olanaklara ve dönüştürme kaynaklarına sahip bir
varlığız da! Bedenle yeni bir ilişki kurabilmenin, ondan içsel duyumlar alabilmenin yollarını danışanlarımıza gösteriyoruz. Başımıza gelenler ile ilgili algımızı, inancımızı, bakış açımızı değiştirdiğimizde
değişim-dönüşüm olur. Ama bu ciddi bir karar ve
seçimdir, kimse bizim yerimize ne bu seçimi yapabilir ne de bu kararı alabilir. Bunun için meşakkatli
bir çaba, zahmet ve zaman gerekir.
Sistem dizim terapisi danışana "kendi kendine yardım" anlamında yardım etmektir, terapist danışana
kaynaklarını hatırlatır ve onun varlığındaki kaynaklar
ile yaşamdaki olanaklarını arttırmayı hedefler. İçimizdeki ihmal ettiğimiz tarafın, bizi acil durumdan çıkaran bilişsel tarafımızla işbirliğine gitmesi önemlidir.
Bilinçdışı içimizde değil, bölünmüş parçalarımızın
arasındadır. Kurban-fail ilişkisi bir bağımlılık, her iki
tarafın da tutsak olduğu bir durumdur.
Bugün gelinen noktada Sistem Dizim terapisini;
insanın kendisi ile olan ilişkisinin psikoterapisi
olarak görüyoruz. Kendimizle, varlığımızla, bedenimizle olan ilişkimizi, yeniden ve başka bir bağlantıyla oluşturduğumuzda, gerek ilişkilerimizin,
gerek diğer yaşam süreçlerimizin evrenle, bütünle
daha esnek ve uyum içerisinde olduğunu gözlemliyor ve hissediyoruz.
Sistem Dizim terapisinde danışana farklarının,
uyuşmazlıklarının ve zıtlıklarının diyaloğunu nasıl
gerçekleştireceğini gösteriyoruz. Bu farklılıklara
şiddet veya umursamaz bir tutum ile yaklaşıldığında problemler oluşuyor. Çözümler ise buna karşı
sevginin kabiliyeti ve kudreti ile oluşuyor. İlişkide
kişi, temel psikolojik birlik demektir. Kendimizle olan ilişkinin terapisinin temel fikri de, kişinin
öz-çekirdek varlığının kendisi için ve diğerleri için
sadece hissedilen bir içsel duyum (felt sense) ile
tecrübe edileceğidir. Danışanın tüm varlığıyla yeni
bağlantılar oluşturarak “acısını nasıl bal eyleyeceğini” birlikte keşfediyoruz.
Mükemmel olma veya hep merkezimizde olma
hayalinden vazgeçmek zorundayız. Merkezimize
yönelebilmek ve her zaman yeniden ona dönebilmek için bir bambu ağacının esnekliğine sahip olmayı tercih edebiliriz. Olanakları olan fakat sosyal
bağımlı ve sınırlı varlıklar olarak merkezimizden
doğal olarak uzaklaşırız, ama oraya çok çabuk dönebilmenin keşfini de yapabiliriz.
Mehmet Zararsızoğlu
TSDE Başkanı
TSDE ki - Mayıs 2015
6
DOSYA KONUSU
Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol
taslağıdır… Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz, ama bir taslak olarak,
derinliklerden çıkıp gelen bir varlık olarak her birimiz kendi öz amacımıza
varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabilir, ama kendimizi ancak
kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz.
- Hermann Hesse
Öykümü yeniden yazarsam...
Yıllar geçse de unutmadım. Sabahın gelmediği bir
geceydi. Günün ilk ışıkları belirince kurtuldum kendimle baş başa kalmaktan. Nereye gideceğimi bilmeden, amaçsızca çıktım evden. Kentin uyanışı bir
umut gibi çarptı yüzüme. Yalnızım. Mutsuzum. Yüreğimdeki sızıyı tarif etmem imkânsız. O kadar çok sevdim ki onu. “Ben başkasını seviyorum “ dedi ve gitti.
Yapamadım. Beceremedim. Bilmiyorum nerede hata
yaptım. Bunu bana nasıl yaptı? O kadında bende olmayan ne vardı? Neden onu tercih etti? Her sabah
daha gözümü açmadan, yüreğimdeki sızıyla, hep bu
soruyu soruyorum kendime. Bekliyorum, bir gün dönecek diye bekliyorum.
Sevdim. Hayatımda ilk kez onu sevdim. İlk aşkımdı. Unutmam hiçbir zaman. “Başkasını seviyorum”
dediği gece, sabahı olmayan bir geceydi. Aşk acısı
yaşadım. Acıyı hissettim. Benim canımı acıtacak kadar sevmiştim birini. Ayrılık kayıptı ve belki de ölüm
acısından daha berbattı. Ne çok kavga ettim onunla,
kendimle? Sanki her kavga içimi boşalttı. Bir gün söylenecek söz kalmadı. Ve ben kendim için bir yolculuğa o gün çıktım. Sahi kimdim ben? Bugün hayatta
olan, yalnız olan, yetişkin olan ben, diye sordum kendime. Fotoğraf makinemi o gün aldım elime. Sadece
deklanşöre bastım. Hayatın tüm anlarını dondurarak
mutluluğu yakaladım.
**
**
TSDE ki - Mayıs 2015
7
DOSYA KONUSU
Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir.
- Nietzsche
Gözünün içine bakmaktan ne zaman vazgeçtim
hatırlamıyorum. Bir vazgeçiş noktası oldu elbette.
Umudumu yitirdiğim, çocukça çırpınmalarımdan
vazgeçtiğim bir an. “Defoldu gitti. Bir başına bu çocukla bıraktı beni “ derdi telefonda konuşurken. Adımı bile söylemek istemezdi. “Çocuk yattı mı, çocuk
kalktı mı?” Öyle bir fazlalık hissederdim ki bu dünyada kendimi. Babam çekti gitti. Annem beni hiç
sevmedi. Tüm hayatımı annem beni sevsin diye harcarken, bu sevgi dilenciliğini her yerde sürdürdüm.
Herkesin yardımına koştum durdum. Bir tek anneannem vardı çocukluk anılarımda, “ Ah, benim melek
kalplim…” diye sever, masallar anlatırdı bana.
Birisi beni istemişti ve ben bu dünyaya gelmiştim.
Babam özgür ruhlu bir adamdı. Aile kavramını bilmediği için, bir çocuğu da benimseyemedi ve gitti. Annem, beni büyütmek için çalıştı. Yorgundu. Şaşkındı.
Genç yaşında o sorumluluk ona ağır gelmişti. Üstelik
terk edilmenin acısını yaşarken, bir de beni büyütmeye çalışıyordu. Ama ne yaptı, ne etti beni bugüne
getirdi. Anneannem, hayatımın en güzel gerçeğiydi.
Beni hayallerle, muhteşem kurgularla o tanıştırdı.
Masal kitaplarının büyüsünde bana eşlik etti. Çocukluğumun hayallerini kitaplarda buldum. Kitaplardan
kopamadım. Ve bugün bir yayınevinde editör olarak
çalışıyorum ve çocuklara mutlu öyküler yazıyorum.
**
**
TSDE ki - Mayıs 2015
8
DOSYA KONUSU
ÖYKÜM…
Öykü nedir? Yaşamı dillendirmek, cümlelere yüklenen bir yolculuk. Öykümüz,
bizim en hakiki gerçeğimizdir aslında. Her birimiz, o dile getirdiğimiz,
gördüğümüz, inandığımız öykümüzün kahramanlarıyız. Kim bilir bazen de
dışarıdan sadece anlatıcısıyız.
Öykümüz bir yolculuk aslında. Milyonlarca spermin
arasından birinci gelerek atarız adımımızı. Ancak bu
yolculukta bizi neler bekler? Kimlerle karşılaşırız?
Hangi hallerde bu yolculuğa devam ederiz? Hepimiz
kendi öykümüzün kahramanı oluruz. Campbell’in
dile getirdiği gibi, “Kahramanın Yolculuğu” kalıbı evrenseldir ve her tarihte, her kültürde insan aklının en
derin köşelerinden durup dinlenmeden ortaya çıkan
ve inanılmaz bir kuvvetle birbirine bağlı olan bir bileşenler bütünü olarak kendini gösterir.
bir süreklilik gösterirler. Peri masalları ve mitlerin
dünyasına girer girmez, yineleyen karakter tipleri
ve ilişkilerin farkına varırsınız. Arayış içindeki kahramanlar, maceraya çağıran haberciler, sihirli hediyeler veren yaşlı bilge insanlar, yollarını kesmiş
gibi görünen eşik gardiyanları, kafalarını karıştırıp
gözlerini kamaştıran, biçim değiştiren yol arkadaşları, onları yok etmeye çalışan belirsiz düşmanlar,
işlerin düzenini bozan ve bir süreliğine eğlenceli
hava yaratan üçkâğıtçılar.
Hepimiz, içine doğduğumuz dünyanın bilgisini
içeren gizli imgelere (arketiplere) sahip olarak var
olur ve yaşadığımız dünyaya yabancılık çekmeyiz.
Jung’un kolektif bilinçaltından doğan peri masalları ve mitler bütün bir kültürün düşlerine benzer.
Arketipler, kişiliğimizde ve düşlerimizde olduğu
kadar, tüm dünyanın mitsel düş gücünde de, tüm
zamanlar ve kültürler boyunca şaşılacak derecede
Mitleri içimizde yaşayan bir nesne olarak gördüğümüzde, mitin en saf ve en gerçek özünü elde edebiliriz. Bir mitten öğrenmemiz gereken şey, onun kendi
psikolojik yapımız içinde var olduğudur. Karşıtların
bu birlikteliği ve çok anlamlılık bilinçdışının en temel
özelliği olurken, öykümüzde birçok parçayı içerir. Her
parçanın kendi gelişim aşamasında değişen halleri
vardır ve bu haller birbirini gizler.
TSDE ki - Mayıs 2015
9
DOSYA KONUSU
Hepimiz birden fazla bilinçdışı mitos’un (Eski Yunanca’da öykü ) içinde yaşarız ve bu öyküden geçme hali
bir ruh halini de beraberinde getirir. Jung da, arketiplerin insan zihninin değişik yönlerini yansıttığını,
yani hayat dramındaki rollerini oynamak üzere, kişiliklerimizin kendilerini bu karakterlere böldüğünü
öne sürmüştür. Mitler ve mitolojik model üzerine
inşa edilen öykülerin çoğunda psikolojik bir gerçeklik tınısı vardır. Bu anlamda öykümüz, sadece çekirdek ailemiz değil, doğduğumuz topraklar, bağlı olduğumuz kültürle, tarihle, mitolojiyle… biçimlenir.
Ve öykümüzün senaryosu nasıl yazılırsa yazılsın, kahramanları kim olursa olsun, bize bir yaşam anahtarı
armağan edilir. Öykümüze girip girmemekte özgür
değiliz, ancak, öykümüzü aşmakta ya da kalmak istemekte özgürüz. Büyümemiz için yaşam tüm renklerini öykümüzde sunar. Ancak biz, bazen beğenmeyiz
bu öyküyü ve orasını burasını çizeriz.
Oysa, öykümüz bizim en hakiki gerçeğimizdir. Bir
düşünün, hatta yeniden yazın öykünüzü, size sunulan bu yaşam anahtarının hangi aşamasında takılıp
kaldığınızı gözden geçirin. İçinizdeki farklı “ben” leri
gözden geçirin. O çoklu gerçekliğiniz içinde kimsiniz? Hala anneden sevgi bekleyen o küçük çocuk
mu? Terk eden sevgilisinin acısını hissederek “bana
bunu nasıl yaptı? “ sorusunun yanıtını arayan yaralı
bir çocuk mu? Yoksa hala ergenlik isyanlarında kalmış, yaşama isyan eden bir “yetişkin” mi?
İşte bu soruların yanıtları adına hazırladığımız dosyada, öykümüze, yukarıdaki öykülerde olduğu gibi,
dışarıdan bakarak, belki de en basit şekliyle dillendirerek yeniden yazabilir miyiz? Belki de sadece cümleleri değiştirir ya da annemizin, babamızın nedenlerini görürüz. Annenin içindeki çocuğu ya da babanın
kuşaklar boyu gelen nefretini görürüz.
Öykümüz bizim en hakiki
gerçeğimizdir. Bir düşünün, hatta
yeniden yazın öykünüzü, size
sunulan bu yaşam anahtarının
hangi aşamasında takılıp kaldığınızı
gözden geçirin.
TSDE ki - Mayıs 2015
10
DOSYA KONUSU
Şekli ne olursa olsun her acı, kişide
manevi bir yara açar, bu durum
sanki onun dünya ile olan ilişkisine
saldırıdır. İnsanı yalnızlaştırıp
başkalarından uzaklaştırır
ACI…
Acı, hoş olmayan bir duyum, duygusal bir deneyimdir. İnsanı adeta bitirir, bunaltır, içinde açtığı uçurumda yok eder. Bir sürü duygu karmaşasında ezerek
bu haliyle insanın dünyayla ilişkisine sızar. Kişinin
yaşamla olan bağlarını, ilişkilerini zorlaştırır, düşüncesini felç eder. Bu durum insanın ölüme yakın bir
deneyim yaşamasına karşılık gelir ve tıpkı Schoppenhauer’ın insanlığın en büyük acısının ölümü bilerek
yaşamasıdır ifadesinde olduğu gibi, bize ne kadar
güçsüz ve geçici olduğumuzu hatırlatır.
Öykülerin de tıpkı peri masallarında olduğu gibi birçok arketipi vardır. Prens ya da prenses, kurt, avcı, iyi
anne, kötü anne, iyilik perisi, cadı, Peter Pan ve yaşamda hiç büyümek istemeyen ebedi çocuklar...
(Puer Acternus)
İngilizce’de story, latin dillerinde storia kelimesiyle
ifade edilen “öykü” aslında, store yani depo kelimesinden türemiş. Ve bu depoda başta bize yaşam veren
anne babamız olmak üzere birçok kahraman ve arketip yer alır. Tamamıyla bize ait olan bu öykümüzde, ya
acımızı görerek kabulleniriz ya da acının konformist
alanına sığınarak, her geçen gün umudumuzu yitirir
veya nevrozlarımızı işbaşına getiririz. Bu durum bizi
acımızdan uzaklaştırarak, yeni nevrozlar oluşturur.
Acı’nın genel tanımına baktığımızda, hazzın karşıtı olarak organizmanın kaçındığı hoş olmayan özel
duyguların ve duyuların adıdır. Acı veren her uyarı
kişisel bir algı içerdiği için, acı kelimesini duyan hemen hemen herkesin aklına kötü olaylar gelse de, acı
nedir sorusunun cevabı herkes için farklıdır. Kiminin
yaşamdaki en büyük korkusu, kimi için endişedir. Bazıları acıyı fiziksel olarak bedeninde, bazısı da ruhsal
acı olarak yüreğinde hisseder. Çoğu kişi zihinsel faaliyetlerle acılarını ertelemeyi tercih eder, birçoğu da
ıstıraplar içinde bir yaşam sürer.
Fiziksel olarak hissedilen acı ile manevi olarak çekilen
acı arasında fazla bir ayrım yoktur çünkü her acı hem
ruhta hem de fiziksel olarak bedenimizde kendini
TSDE ki - Mayıs 2015
11
DOSYA KONUSU
gösterebilir. Yaşanan acının yoğunluğuna göre her
ikisi birden hissedilebilir ya da aralarında farklı versiyonlar oluşabilir.
Şekli ne olursa olsun her acı, kişide manevi bir yara
açar, bu durum sanki onun dünya ile olan ilişkisine
saldırıdır. İnsanı yalnızlaştırıp başkalarından uzaklaştırır. Bunun yanı sıra bazı durumlarda acının sosyal
bir işlevi de vardır, ilişkilerde çekilen acılar sevginin
kanıtı olarak algılanabilir.
Sistem dizim terapisi kaygı, keder,
yetersizlik, suçluluk, öfke gibi
spesifik acıları aşma yerine kişiye bu
acıları kucaklamayı öğretir. Yaşamın
her anında korkup kaçtığımız Acı,
aslında büyümenin bir parçasıdır.
İnsanı kendinden koparıp kendi sınırlarıyla yüzleştirmesi anlamında önemli bir yaradır. Geçiş ritüellerinde kahraman olmanın yolu acılı deneyimlerden
geçmektedir, bu acı dolu aşamalar geçildiği takdirde
insanın bakışını genişletir.
Felsefeciler de uzun yıllar acı kavramı ile haşır neşir
olmuş, kendi acı tariflerini yapmışlardır. Platon, acının
ve hazzın birbirinden doğduğunu göstermeye çalışırken, Aristoteles, gerçekleşen bir faaliyet varlığın
tabiatına karşı olduğunda acının meydana çıkacağını
söyler. Schoppenhauer ise kötümser bir bakış açısıyla
gerçek olan sadece acıdır, haz ise acının yokluğunda
hissedilen geçici bir durumdur der ve acının evrensel
yaşama isteğinin belirtisi olduğunu ekler. Epikuros’a
göre, insan için değersiz ve kötü olandır acı, irade
ve zeka ile de azaltılabilir. Nietzsche ise, hatırlayan
Seçim ve tercihler
bütünümüze değil, acı ile
baş etmek için geliştirilen
parçaya aittir.
TSDE ki - Mayıs 2015
12
DOSYA KONUSU
insanın belleğinin çoğunlukla acı yüklü bir geçmişte ifade bulduğunu, insanın öncelikli olarak acı olanı
hatırlaması yüzünden hiçbir zaman hayvanlar gibi o
anının mutluluğuna sahip olamayacağını, tarihte yaşayan insan için mutluluğun zor olduğunu söyler.
ACI’DAN YORULMAK MI,
ACI İLE YOĞRULMAK MI?
Sistem dizim terapisi kaygı, keder, yetersizlik, suçluluk, öfke vb. gibi spesifik acıları aşma yerine kişiye bu
acıları kucaklamayı öğretir. Acıyı kucaklama, kişiye
acısıyla var olmayı öğretir ve böylelikle yaşama hiçbir beklentisi olmadan yönelebilir. Belki de Halk Edebiyatı’nın o ünlü dizelerinde tanımlandığı gibi, “acıyı
bal eylemeyi” öğretir. Kişinin bu şekilde beklentisizce
yaşama yönelmesini teşvik eder. Bu bakış açısıyla kişiyi acı deneyimi ile ilgili şikâyetinden kurtarıp özgür
olmasını sağlamaktan çok ilk kez acısıyla baş başa
kalma duygusuyla yüzleştirip, yetişkin olmaya yöneltir. Bu durum sınırlarımızı kabul edip, acı çekmemizin
yükünü taşımamıza yardımcı olur.
Yaşamın her anında korkup kaçtığımız Acı, aslında
büyümenin bir parçasıdır. Öykümüzden kaçış, acıdan
Jung, acıdan kaçarken
oluşturduğumuz nevrozları, kişinin
yaşamda yapması gereken asli
görevlerden kaçması sonucu çektiği
sahte acılar olarak görür.
da kaçmayı başlatır. Bazı durumlarda acımıza sığınırız. Yaşam kaynağımız olur acı. Acı bizi beslerken, acılı
yanımızda, o kadar güzel kabul görür ki, bu “mağdur
olma“ halinde takılır kalırız. Acının bu konformist
alanında zaman içinde özgüvenini yitiren kişi “öğrenilmiş çaresizlik“ içinde kaybolur. 1970’lerde Martin
Seligman’ın köpeklerle yaptığı bir araştırma sonrası geliştirilen “Öğrenilmiş Çaresizlik“ kuramına göre
özgüvenini yitiren kişinin sorunu halletme yönünde
hiçbir inancı kalmaz. “Ne olursa olsun yapamayacağım“ inancıyla pasifize olarak yaşamına devam eder.
ACI’MDAN KAÇARSAM…
Sadece acıyla büyüyebileceğimiz gerçeğini görmezden gelerek acıdan kaçmak için farklı birçok yola
saparız. Kendimizi unutacak kadar yoğun olabilir, yaşadığımız her şey bizim dışımızda gerçekleşiyormuş
TSDE ki - Mayıs 2015
13
DOSYA KONUSU
Kişi acıları ve yaralarıyla
var olmayı öğrenmek
adına kendi öyküsünün
kahramanı olmak için iç
dünyasında bir yolculuğa
çıkar ve başlar kahramanın
yolculuğu...
gibi davranabilir, acılarımızı görmezden gelerek sanki yoklarmış gibi var olmaya, akıl ve mantığın yardımıyla acımızı hissetmemeye çalışabilir hatta spritüel
yöntemler yardımıyla kendimizi acıdan tamamen
arındırdığımızı zannedebiliriz.
Fakat acıdan kaçmak için saptığımız her yol bizi
nevrozun kapısına getirir ve o an için bu nevrozlar
hayat kurtarıcı gibi görünse de bizi kabul duygusundan uzaklaştırır. Kabul duygusu gerçekleştirebilmek
için kişinin önce kendini ve öyküsünü kabul etmesi
gerekir. Bu, tüm acı ve travmatik yanlarına rağmen
geçmişimizin değişmeyecek bir hakikat olduğunu
ama tek gerçeğimiz olmadığını kabul etmektir. Kabul
duygusuna alamadıklarımıza diretmeden ulaşabiliriz
aksi takdirde bu durumu alamadıklarımızın hayıflanmasıyla eşimize, patronumuza, yakınlarımıza kısaca
ilişki içinde bulunduğumuz herkese yansıtır, çocuklarımızın da ayrışmasına izin vermeyiz. İşte tam da bu
sebeplerden dolayı acı bir ilişki kavramıdır.
lunan temel acımızdan daha büyük bir acıya sebebiyet verir. Bir zaman sonra, temel acının yanına
nevrozun yarattığı acı eklenir. Bu sefer nevrozun
yerine başka bir nevroz koymamız gerekir ve biz
bedenen ve ruhen tamamen kontrolü kaybettiğimiz, acının ötesine geçmek için çırpınıp durduğumuz ama hep acıya mahkûm olduğumuz bir yapının içinde kaybolmaya başlarız.
Dolayısıyla nevrozlar acıdan kaçarken bir dönem
acıyı hatırlatmayarak bizi rahatlatsalar da bu sefer
nevroz olarak seçtiğimiz şey bizim özümüzde bu-
Carl Gustav Jung, acıdan kaçarken oluşturduğumuz
nevrozları, kişinin yaşamda yapması gereken asli görevlerden kaçması sonucu çektiği sahte acılar olarak
TSDE ki - Mayıs 2015
14
DOSYA KONUSU
görür ve nevrozun nedenini geçmişte değil şimdiki
zamanda aradığını söyler. Yerine getirmekten kaçtığımız ama yapılması gereken görevlerimizden, kendi
özümüz ve gölgelerimizle dürüst bir karşılaşmadan
ve gitmeyi tercih etmediğimiz yerlere yapılacak derin bir yolculuktan kaçıştır bu aslında... Fakat gitmeye
gönüllü olmadığımız yerlere er geç sürükleniriz, bize
düşen tüm bunları bastırıp başkalarına yansıtmak
yerine, yaşamaktır.
Gelişimimiz süresince acı deneyimler sonucu oluşan
travmalar ne kadar erken gerçekleşmişse, onlar için
oluşturulan savunmalar da o kadar sistematik olur
ve derinlerde saklanan yara dokunulmaz hale gelir.
Böyle bir insan yaşamda güçlü bir konuma sahip olsa
bile çocukluğunun esiri olduğu bir halle yaşamda
var olur. İçinde sakladığı yara, ilişkilerini ve hayatta
attığı adımları belirler. Çünkü kişi, bir acı yaşadığında almış olduğu karar sonucu oluşturduğu duygu ve
düşüncenin mahkûmiyetinde bir hayatı yaşamayı seçer. Niye ben? Ben bununla nasıl baş edeceğim? düşünceleri ile kendisini o acı deneyimi ile kısıtlayarak,
kendini varlığında bulunan imkanlara da kapatıp, bu
durumu tek gerçeği olarak yaşamayı seçer.
PEKİ YA OLANAKLARIM?
Çocukluk yaralanmalarının ardından alınmış kararlar,
kişinin olanaklarını görmesini engeller. Çünkü sorun
ve onun çözümüne odaklanan kişi, kendi kaynaklarının farkında olmadığı bir yaşam sürer. Bu durumda
başına gelenler yüzünden değil, yaşadığı durum ile
ilgili oluşturduğu algıları yüzünden yaralanır ve kendini kısıtlar. Karen Horney nevrozu, “insanın yaratıcı
kimliğini yaşamasına imkân veren bireysel benliği
kaybetmesidir” diye tanımlar. Dile getirilen problem
aslında çözümün kendisidir, çünkü problemi ne kadar görürsek olanaklarımızı da o kadar görebiliriz.
Seçim ve tercihler bütünümüze değil, acı ile baş
etmek için geliştirilen parçaya aittir. Maslow’a göre
kendini gerçekleştiren insan, var olan değerlerine
yeni bir şey katmıyor sadece bütünlüğünde olan
Bütün o mitolojik öyküler,
arketipsel yapılar bize, içinde
doğduğumuz dünyada belirli bir hal
ve konuma gelene kadar, güven,
aidiyet, korunma duygusuyla kalıp,
oradan ayrılmamızı ve bir hicrete
yönelmemizi öngörüyor.
TSDE ki - Mayıs 2015
15
DOSYA KONUSU
Hicret özellikle de insanın kendi
iç dünyasında yapacağı bir
yolculuktur, acı gerektirir. Hangi
kahraman acı çekmeden bu yoldan
geçebilmiştir?
yitirdiklerine yeniden kavuşuyordu. İnsana bu yeni
bakış açısı sonucu, kişi de içindeki zıtlıklara bakarak bunlardan sadece bir tanesi olmadığının farkına
varmalıdır. Sistem Dizimleri Terapisi kişiyi geçmişe
bakıştan an’a ve geleceğe yönelterek tüm bu perspektifleri sunar. Geçmişte yaşanmış olayları değiştirme gücüm olamadığı gibi buna gerek olmadığını
anlamak, içinde bulunulan her an’ın yeniliğine ve
yaratıcılığına güç katar.
An’ın yeni ve yaratıcılığına inanan kişi acıları ve yaralarıyla var olmayı öğrenmek adına kendi öyküsünün
kahramanı olmak için iç dünyasında bir yolculuğa çıkar ve başlar kahramanın yolculuğu.
KAHRAMANIN YOLCULUĞU
Psikolojik terminolojide, Kahraman arketipi, Freud’un
ego–anneden ayrılan ve kendisini insan ırkının geri
kalanından ayrı tutan kişilik bölümü–olarak adlandırdığı şeyi temsil eder.
Kahraman ya da Aşama arketipi egonun kimlik ve
bütünlük arayışını simgeler. Hepimiz aslında, eksiksiz, entegre insanlar olma sürecinde, içimizdeki iyilik
perileri, canavarlar ve cadılarla yüzleşiriz. Kendimizi
tanıma arayışında, yaşam karşımıza çok farklı insanlar çıkarır. Aslında hepsinin farklı bir yol göstericiliği
vardır. Belki de bu kimlikler, baştan çıkarıcı, hain, günah keçisi, rehber, arkadaş, dost, dolandırıcı, âşık ya
da düşman olabilir. Belki de bunlar bizim kişiliğimizin
bilmediğimiz bir parçası da olabilir. Gerçekleştirmeye çalıştığımız psikolojik görev, tüm bu ayrı bölümleri, tastamam, dengeli bir varlığa dönüştürmektir.
Hicret özellikle insanın kendi iç dünyasında yapacağı bir yolculuktur, acı gerektirir. Hangi kahraman acı
çekmeden bu yoldan geçebilmiştir? Bu aslında kişinin bilincinin nasıl genişleyeceğine dair, “öz benlik”
dediğimiz, öz hakikatine doğru bir yolculuktur. Burada ayrışmak, hicret öylesine önemlidir ki. Bütün
insanlık tarihine ve dinler tarihine baktığımızda pey-
TSDE ki - Mayıs 2015
16
DOSYA KONUSU
gamberlerin bile, hep bir hicret hali içinde olduklarını görüyoruz. Bulundukları yerden ayrıldıklarında
alışık oldukları o konformist alanı bırakıp, bilinmezlik
içerisinde acı ve eziyet içinde inzivaya çekildikleri,
bu durum sonrasında onlara peygamberlikle ilgili,
yazı, ilham ve seslenişlerin geldiği biliniyor. Hz. Muhammed’in Mekke’den ayrılması ve Medine’ye doğru
gitmesi ya da inzivaya çekildiği dönemde ayetlerin
gelmesi ve bir çok savaş kazanıp geriye döndüğünde peygamber olması gibi... Dolayısıyla bütün o mitolojik öyküler, arketipsel yapılar bize, dünyada belirli bir hal ve konuma gelene kadar, güven, aidiyet,
korunma duygusundan ayrılmamızı ve bir hicrete
yönelmemizi öngörüyor. Çünkü yaşamın öngörüsü
budur. Ancak bu döngüler sonrasında kişi, değişmiş
bir şekilde kendi özüne dönüp, bireyleşip, öz hakikatine ulaşabiliyor. Tüm insanlığın ortak gelişiminde,
Hıristiyanlıkta ve Yahudilikte de hep böyle... Tüm bu
sebeplerden, ayrılık yaşamda çok önemli. Kendi özümüze dönebilmek için hicret gerekli, çünkü içimizdeki karanlık yanlarımızla oluşturduğumuz konformist
alanı aşamadığımız sürece, geçmişin tekrarında debelenip durmaktan, semptomlara yakalanmaktan,
ilişkilerimize bunu yansıtmaktan öteye geçemiyoruz.
durmayı tercih edebilirsen, o acılı halini görmeyi
yüreğinde becerebilirsen, bu öyküde kalmayı bırakıp çıkmayı tercih edebilirsin noktasına gelebilmek
önemli olan...
Bu yolculuğun değişik tanımları yapılmış, Hermann
Hesse, Siddharta’da bunu şöyle dile getirmiş; “Bir hedef bulunuyordu Siddharta’nın önünde, tek bir hedef: Arınmış olmak, susamalardan arınmış, isteme-
Sistem Dizim Terapisi kişinin
o görmediği, bilmediği ama
içinde var olduğunu bildiği
kaynaklarına güvenir ve bunları
dönüştüreceğine inanır.
Sistem Dizimleri Terapisi’ne göre, kişiliğimizin bilinç
ve bilinçdışı bölümlerini birleştirme girişimi olarak
adlandırılan bu süreç, “ayrılma- aşama- dönme“ evrelerinden oluşur. Aslında yaptığımız yolculuk kendi
iç yolculuğumuzdur. Kahraman arketipiyle simgelenen, egonun kimlik ve bütünlük arayışıdır. Zahmetli
ve genellikle tehlikelerle dolu olan bu yolculukta, kişiliğimizin, gizli kalmış, bastırılmış, çoğunlukla da acı
ve günah yüklü olan bölümü ile, yani gölge yanlarımızla tanışırız. Bu ürkütücü ve güçlü olan yanımızla
birlikte yaşamayı öğreniriz çünkü bütünleşme, ancak
zıtlıkların kabulüyle gerçekleşir. Zararsızoğlu’na göre
Sistem Dizimleri Terapisi, varlığımızın bilinçli tarafının, bilinçdışı yanımız ile şefkatli ve öngörülü bir
diyalog geliştirmesi ve ayrık parçalarının bütünleştirilmesi sürecini destekler.
Yetişkin bir erkek veya kadın olmak yalnızlık gerektirir, ayrışmak, anne babadan, o acının konformist
alanından ayrılmak acı gerektirir. Kim hicretini acı
çekmeden tamamlayabilir ki? Hicret, bunun için
gerekli. Ayrılma. Hep acı dediğimiz, durmak ve acı.
Ancak durduğumuzda iç seslerimize karşı hassas
olabiliriz. O iç seslerimizi duyabilir, nevrozları oluşturmaktan bir miktar imtina ile kaçabiliriz. Durmak.
Orası da çok acı verici, ama en sonunda gelmemiz
gereken en önemli durak. İlk durak. Çünkü bizim en
hakiki öykümüz orası. Eğer kalmayı becerebilirsen,
TSDE ki - Mayıs 2015
17
DOSYA KONUSU
Hep acı dediğimiz, durmak ve acı. Ancak durduğumuzda iç seslerimize karşı
hassas olabiliriz. O iç seslerimizi duyabilir, nevrozları oluşturmaktan bir
miktar imtina ile kaçabiliriz.
lerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan
arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan
çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak,
benliksiz düşünmelerle mucizelere kapı açmak, işte
buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son
şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz.”
Dante Alighieri de, “İlahi Komedya’da” bir yolculuğu
anlatır. İtalyan Edebiyatı’nın en önemli yapıtlarından biri olan İlahi Komedya’da Dante’ye Latin şair
Vergilius rehberlik eder, Cehennem, Araf ve Cennet
yolculuğunu anlatan Dante, Araf’ta bir değişim süreci yaşar. Araf’ın katlarında, Vergilius’un yerini aşık
olduğu kadın Beatrice alır ve birlikte Cennet’e doğru
yol alırlar.
bakıldığında görülen bu iki ayrı görüntünün beynin
farklı bölgelerini harekete geçirdiğini MR taraması ile
kanıtlamışlar. Bu araştırmaya göre, kişinin bakış açısı
değiştikçe beynin farklı bölgelerinde aktivite oluyor
ve beynin nöron kümeleri arasında ileri geri kayma
gerçekleşiyor. En başta tek yönlü gören denekler
bakma sürelerinin uzamasıyla iki bakış arasında gidip gelmeye başlayınca beyin araştırmacıları sabit
bir görüntüyü neden iki farklı şekilde görüyoruz
sorusunu ön plana çıkarmışlar. Yoksa bizler de yaşamımız boyunca iki hali de doğru olan durumlardan
birine odaklanarak bir tanesini tercih edip, onu tek
tercihimiz olarak mı yaşıyoruz? Veya farkına vardığımız iki seçenek arasında gidip geldiğimiz nevrozlarımızla var olmayı mı seçiyoruz?
Paulo Coelho da 1986’da Pireneler’den Santiago de
Compostela’ya kadar yaptığı 700 kilometrelik ortaçağ yolunu tamamladıktan sonra ilk romanı “Hac“
la Coelho Edebiyatı’nın yolun açar. Aslında yol, bir
amaç değil, yazarın rehberi Petrus’la kendi iç dünyasına yaptığı bir yolculuktur.
BENİM TEK BİR SEÇENEĞİM YOK…
Yaşama tek bir seçeneğimiz varmış gibi bakar ve
öyle devam ederiz. Oysa bir küp resmine uzun süre
bakıldığı zaman içeri ve dışarı doğru iki farklı açıdan
görülür. Hangisine odaklanılırsa o görüntü netleşir ve bakış açısı sürekli değişir. Araştırmacılar, küpe
TSDE ki - Mayıs 2015
18
DOSYA KONUSU
Yaşamımızdaki olanakları görüp farkına vardığımız
zaman olanaklarımız artar böylece kendimize ve ilişkilerimize tekli gerçeklikten değil çoklu gerçeklikten
bakabiliriz. Çocukluk yaralanmalarımız sonucu aldığımız kararlar yerine kendi olanaklarımın farkında
olarak yaşamda var olmayı seçtiğimde, bilinçaltının
değil olasılıklarımın farkında bir yaşamı seçmiş olurum. Sistem dizimleri açık bir bilinçle kişiyi, varlığında bulunan kaynaklarıyla buluşturup, kendi tercihi
ve isteğiyle tüm bunları dönüştürebileceği bir yolda
yardım eder. Bu yolda, yaşamımıza takılı kaldığımız
tekli gerçek yerine çoklu gerçekten bakıp tanımadığımız kişilik yapımız, bedenimiz, her ikisi arasındaki
bağlantıda irtibatsızlık varsa bu irtibatsızlığın nerede olduğu, hepsinin sağlığımıza, ilişkilerimize olan
yansımalarını görülebilecek bir süreçten geçilip, tüm
bunlara dair yeni bir bakış açısı kazanılır. Kişiye yaşamda nefes aldırıp, adım attıran öyküsünü böyle
bütün açılardan görüp içselleştirebilmesidir. Kişinin
problemini farklı bağlamlarda ve çoklu gerçeklikte
ne kadar görebilme ihtimali varsa olanaklarını da o
kadar arttırabilir. Kişinin bilinçaltı işleyen dinamiklerinin işleyişini ve kendisini nasıl etkisi altına aldığını
görmesi ve oradaki şifrelerle yüzleşmesi bu zor ve
kompleks yapıyı dönüştürmek için atılan ilk adımdır.
Bu sebeple Sistem Dizimleri Terapisinde, Aile dizimlerinin fenomenolojik yanı ile çalışılır. Dizim çalışmalarında oluşan bilgi danışana nefes aldırma adına
kıymetli fakat tek başına yeterli değildir. Bir sonraki adımda sistemik yaklaşımı kullanarak danışanı
güçlendirecek kaynaklarla buluşturup yeni bir algı
oluşturmasına yardımcı olunur. Dizimler ve sistemik
yaklaşımın birlikteliği açık ve esnek bir yaşama alan
açar, çünkü fenomenolojik bakış açısı ve sistemik
konstrüktif metot gerçekliğimizin farklı düzlemlerini
yansıtır ve her ikisinin birlikteliğiyle danışanda bütünlük sağlanır.
Sistem dizim terapisi kişinin o görmediği, bilmediği
ama içinde var olduğunu bildiği kaynaklarına güvenir ve bunları dönüştüreceğine inanır çünkü her insanın asli programında aslında bir yükseliş vardır.
…çünkü her insanın
asli programında
aslında bir yükseliş
vardır.
TSDE ki - Mayıs 2015
19
SÖYLEŞİ
Ben, içimde olan sesi, duyulmasını istediğim sedaları araya engel koymadan
seslendirdiğimde, bu değişik düzeylerde, içsel ve zihinsel düzeyde de “ben
kendimi ifade edebilirim” hissini olgunlaştırıyor, ilerletiyor.
ARON SALTIEL
“Bedeni algıla ve an’a gel…”
Aron Saltiel, kültürler arası zenginlikten çıkmış bir
Beden Terapisti. 1986 yılından beri Graz’da yaşıyor
ama doğum yeri İstanbul. Azınlık olarak doğmuş
ve daha çocukluğunda üç dil konuşmaya başlamış.
Beden Terapisti, şarkıcı ve ses pedagogu, dil bilimci
ve Breema uzmanı. Ve bütün bunların arasında, bir
de Nasrettin Hoca’nın yurtdışındaki tanıtım elçisi ve
kendi yaşamını da bir Nasrettin Hoca fıkrası gibi görüyor, “Sen de haklısın”
Onun bu zenginliğinde eğitim sürecimiz boyunca
hem bedenimizi, hem de terapiyi yeniden tanımladık. Saltiel’e göre terapinin amacı, kişinin olduğu
yere gelmesi ve buraya geldiğinde de problemlerini
çözmesi için gereken her türlü kaynağın ve kuvvetin
yakınında, elinin altında bulunduğunu görebilmesini sağlayabilmesi.
Elbette Aron ile sohbetimizde laf lafı açtı ve onun
renkli kişiliğine uygun olarak sohbetimizde ses, beden ve kültürlerarası zenginliğe değindik.
· ARON SALTIEL KİMDİR?
Sistem Dizim Terapisi yönelimli Beden Psikoterapisi Eğtimi’nin II. Modülü için TSDE davetlisi
olarak doğup büyüdüğü şehir İstanbul’a gelen
Aron Saltiel, Tercümanlık ve dilbilim okuduktan
sonra, psikosentez, sistemik aile terapisi, dizim
çalışmaları, hümanist ve kişilerarası psikoterapi
konularında eğitim ve geliştirme eğitimleri almış, sonra Graz ve Viyana Sanat Üniversitesi’nde
eğitim görevlisi olarak çalışmıştır. Şarkıcı ve ses
pedagogu olarak yoğun bir şekilde nefes alma
ve beden çalışmaları ile ilgilenen ve BREEMA
beden çalışmasını uygulayan Aron Saltiel, 1986
yılından beri Graz’da psikoterapist ve süpervizör
olarak serbest çalışmaktadır.
TSDE ki - Mayıs 2015
20
SÖYLEŞİ
Türkiye’de doğdun ve azınlık olarak yaşadın,
kendi topraklarından hep uzak kaldın,
şimdi yurtdışında yaşıyorsun, hepsi aslında
senin kültürel zenginliğin. Yaşadıklarının
bu alana yönelmende etkisi var mı veya bu
yaşanmışlıkların sende bıraktıkları neler oldu?
Ben etkisi olduğu kanısındayım, hatta çevrem ve
geçmişim dolayısıyla olduğundan eminim. Söylediğin gibi, Türkiye’de bir azınlık grubu içine doğdum.
Çocukken üç dil konuşmayı öğrendim, ama benim
içinde yaşadığım cemaatte herkes en az üç dil konuşurdu, yani bu durum çok olağan bir şeydi. İnsan
bir dili konuştuğu zaman o kültürün bir tarafını da
benimsiyor, çünkü dil, kültürün kapısı ve oradan içeri
girilebiliyor. Bir dili konuştuğu zaman, insanın “gerçek şudur” şeklinde bildiğini savunması güçleşiyor.
Yani insan, bildiği, yaşadığı ve duyduğu bir şey için
“gerçek budur” diyebilir, ama bu, “bundan başkası
da doğru değildir” demesini gerektirmez. Belki de,
bu sebepten değişik sistemlere, değişik dünya görüş
tarzlarına bir açıklık oluşuyor. Bence terapist olacak
insanların birden fazla dil bilmesinde, farklı kültürleri tanımış olmasında, bir müddet kendi ülkesinin
dışında veya kendi ülkesinin içinde başka bir etnik
gruplarla yaşayıp onları yakından tanımış olmasında
fayda var. O kültür, daha saygın, öbürü daha prestijli, bence hiç fark etmiyor. Bunun önemi yok önemli
olan sadece relative edebilmek.
Peki bu durum sonucu bir travma yaşadın mı?
Buna Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasını anlatarak cevap vermek isterim. Nasreddin Hoca’nın bir fıkrası
vardır. İki kişi çelişkideymiş, hoca kadıyken hocaya
gelmişler. Biri derdini anlatmış, hoca “sen haklısın”
demiş, öbürü “ hoca, beni dinlemedin” diye itiraz
etmiş, “peki, seni de dinleyeyim” demiş hoca. O da
anlatmış, hoca onu dinledikten sonra a “sen de haklısın” demiş. Karısı gelmiş kulağına “hoca, bunların
problemleri var, ikisi de haklı olamaz” demiş. Hoca
karısına dönmüş ve “sen de haklısın ” demiş.
Mono kültürel tutumda prensip ya o, ya bu mantığıyla işliyor. Bu doğru, bu yanlış diyoruz. Çünkü böyle bir
seçim tarzı insana daha yakın geliyor. İnsan bikültürel ya da multikültürel olarak yaşadığı zaman, doğru
budur, yanlış budur demekten ziyade, bu var, onun
götürdüğü yer şöyle ve neticeleri bunlar, bir de bu var
ve onun gerçeklik içeriğini değil beni nereye götürdüğünü görebiliyorum. Benim belli bir yere erişebilmek için hangi yöntemi kullanıp hangi yolları seçtiğim önemli olan... Ve bu perspektiften bakabilmem...
Nasreddin Hoca fıkralarını yurt dışında
anlattığını biliyoruz, felsefesini bir de senden
dinlemek isteriz?
Nasreddin Hoca’nın her fıkrası kendi başlı başına bir
felsefe, Nasreddin Hoca fıkralarını ben hem grup
çalışması yaparken hem sahnede müzikle birlikte
anlatıyorum. Nasreddin Hoca, yüzyılların dolgusu,
birikimi, yüzlerce kuşağın oluşturduğu bir hikmet
meyvesi ve herkes, onu kendi anlayışına göre bulunduğu düzeyden anlayıp, yorumlayabiliyor. Nasreddin
Hoca fıkrasının şu anlamı ya da bu anlamı doğru diye
yorumlanamaz. Çünkü herkes Nasreddin Hoca’dan
kendi anlayışına göre bir şey çıkarabilir ve belki varacağı yer için bir hatırlatma olarak alabilir.
İnsan bir dili konuştuğu zaman o kültürün bir
tarafını da benimsiyor, çünkü dil, kültürün
kapısı ve oradan içeri girilebiliyor.
TSDE ki - Mayıs 2015
21
SÖYLEŞİ
İçimizde hızlı bir ilerleme isteği
var ama, bu istekle birlikte sık
sık unuttuğumuz bir şey oluyor,
o da ileriye gidebilmek için önce
olduğumuz yere gelmemiz lazım,
bu ilk yanılgımız.
Herkesin anlayabileceği bir dilde, imajlarda basit
ama anlamı derin. Transkültürel bir fenomen. Örnek
olarak ben Nasreddin Hoca fıkralarını yurtdışında
Türk ve İslam kültürünü bilmeyen dinleyicilere anlatıyorum. Bazen bir fıkra bitince şöyle bir duraklama
oluyor, ondan sonra jeton düşünce insanlar rahatlıyor ve arkasından gülme geliyor. Anlaşılana kadar
bir takım yollardan geçiyor, çok ilginç ama, sadece
kendi kültürüne değil, kültürlerarası, evrensel bir
değere sahip.
Beden ile çalışmaya ne zaman
ve neden başladın?
Ben, ses ve şan eğitimimin ardından grup çalışmasında kişilere, gayret sarf etmeden ses çıkarıp, şarkı
söylemeyi öğretmeye başladım. Sizlerle yaptığımız
ses çalışmasının temelleri de o zaman atıldı. Bu grup
çalışmalarında, ses vermeye başladığımız zaman çoğunlukla katılımcıların bazıları hislenmeye, ağlamaya, duygusal tepkiler vermeye başlıyordu. Böyle durumlarda ben bilgim olmadığı için, “ne yapayım, nasıl
müdahale edebilirim, ne yapmam doğrudur” diye
sorularla kalıyordum ve ilerleyemiyordum. Sonra
farkına vardım ki, terapistler için, katılan ağlasın, bağırsın, sevinsin, gülsün hiç problem değil. Bu durum,
terapist için, akış içinde olan gayet normal bir hal.
Ben de kendi kendime “psikoterapi öğrenirsem, hissi tepkilerle nasıl baş edebileceğimi bilirim ve daha
iyi bir ses eğitimcisi olabilirim” dedim. Bu düşünceyle psikoterapiye başladım, bir psikoterapi grubuna
gittim, bu, bir çığlık terapisi grubuydu, neredeyse iki
yıl gibi bir süre her hafta sonu beraber çığlık çığlığa
çalıştık. Bunun çok yararını gördüm. Çünkü bu çalışma bana vücudumun içinde olan uyarıları kolaylıkla
dışarı çıkartmamı öğretti, ben de bu öğrendiklerimi
yavaş yavaş ses çalışmalarıma entegre etmeye ve
terapi tecrübem derinleştikçe ses çalışması sırasında daha terapötik müdahaleler yapmaya başladım.
Beden ve terapi ilgim de oradan doğdu, daha sonra
değişik yöntemler öğrendiğimde yine daima bedeni
işin içine katmak benim için önemli oldu.
Peki ses çalışmasının önemi nedir, sen ses
çalışmasını nasıl kullanıyorsun?
Ben ses çalışmasını genellikle terapi çerçevesi içinde,
yani bir yerde bir eksiklik, bir bozukluk var bilinciyle
gelen kişilerle yapmıyorum. Bu çalışmayı, sesim daha
kolay duyulsun, daha gür olsun, daha iyi duyayım,
daha doğru şarkı söyleyebileyim amacıyla gelenlere
uyguluyorum. Fakat tüm bu çalışmalarda gördüğüm,
TSDE ki - Mayıs 2015
22
SÖYLEŞİ
Çocuklar, hoplayıp zıplayarak, kendi kendilerine
şarkılar uydurarak bunu sürekli yapıyorlar. Çünkü
bu, bedenle ilgili en doğal deneyim tarzı. O yüzden
bunu şimdi yetişkinlerle yaptığımız zaman tekrar o
safhada tamamlanması gereken hareketler varmış
gibi bıraktığımız yerden devam edebiliyoruz. Bunu
yaparken bazen kişiler regresif bir ruh haline girebiliyor ama burada bahsettiğim çocukluktaki özgürlük hissini hatırlatacak bir regresif hal, problematik
hal değil.
Beden algısını, doğumdan önce annemizin karnında geçirdiğimiz safhalarla başlayarak dünyaya
geldikten sonra da değişik hareket şekilleriyle algılıyoruz. Yolculuğa tek hücreli varlık olarak başlayıp
sonra balık, balıktan kuyruk oluşuyor, daha sonra
kuyruk kayboluyor ve insan formuna dönüyor. Annemizin karnında bütün bu evrim safhalarını geçirdikten sonra dünyaya geliyoruz. Dünyaya geldikten sonra vücudumuzu algılamaya başladığımızda
önce sadece omuriliği hareket ettirebiliyor ve ellerimiz kollarımızla bilinçsiz irademize tabii olmayan
hareketler yapabiliyoruz. İlk ilerleme hareketleri
omurgayla başlıyor ve ondan sonra iki kolumuzu
kullanmaya başlıyoruz. İki kolumuzu kullanırken
bacaklarımızı da arkadan sürükleyerek kaplumbağalar, kurbağalar şeklinde harekete devam ediyoruz. Bunu mono lateral dediğimiz, iki sağ ve sol kol,
sağ kol sağ bacak, sol kol sol bacak ile yaptığımız
hareketler izliyor. Bu ise kertenkelelerin ve sürüngenlerin hareket tarzıdır. Oradan dört ayaküstünde
karşılıklı kontra lateral hareketlere geçiyoruz. Sağ
kol sol bacak, sol kol sağ bacak ve en sonunda düzelip yani dikey hale gelip ayaklarımızın üzerinde
yürümeye başlıyoruz.
Eğitimde hepimiz sanki bedenimizi
yeni algılıyor gibiydik, insanlarda
beden algısı ne zaman oluşur?
Beden algısı aslında daha biz doğmadan önce, annemizin rahminde var olduğumuz andan itibaren
başlayan bir şey. Kişinin kendini en doğal tanıma
şekli bedenseldir. “Ben neyim, ben var mıyım?” diye
sorduğumuz zaman bunun cevabını bilemeyiz ya
da veremeyiz belki, ama “benim bir bedenim var“
dediğim anda, içimde, bedenin burada ve var olduğunu bilen bir öğeyi harekete geçirmiş olurum.
Bütün bu süreçlerde buna paralel olarak hareketlerimizle, vücut algılamamızla sanki o evrim safhasının
bilincini yaşar gibiyiz. İnsanlığın oluş tarihi olan tek
hücreliden başlayıp bugüne kadar geçirdiğimiz safhayı bir kere de o hareketlerle geçiriyoruz. Bunların hepsinde beden bilincindeyiz, ama hepsinin de beden
bilinci farklı. O yüzden nihayet ayaklarımız üzerinde
durup yürüdüğümüz zaman, “ben insan beden bilincindeyim” diyebiliyoruz. Bu bilinç de 9 ile 12 ay arası
yavaş yavaş gelişiyor ve bugünkü anlamda beden bilincine tahmin ediyorum ki o zaman sahip oluyoruz.
ses çalışması insanın kendini ifade etmesini kolaylaştırıyor. Ben içimde olan sesi, duyulmasını istediğim
sedaları, araya engel koymadan seslendirdiğimde,
bu değişik düzeylerde, içsel ve zihinsel düzeyde de
“ben kendimi ifade edebilirim” hissini olgunlaştırıyor, ilerletiyor. O yüzden biraz şarkı söyleyip, şarkının
titreşimlerini bütün bedenimde hissettiğim zaman
yine bu bana var olduğumu hatırlatıyor. Aynı şeyi
sahnede yapan müzisyenler de, hem kendi sesleri
hem de bir müzik aletiyle dinleyiciyi bu şekilde besliyorlar, oluşan enerji oradaki kitleye geçip onları da
harekete geçirebiliyor, onların da içlerinde önemli
olguları hatırlatabiliyor.
TSDE ki - Mayıs 2015
23
SÖYLEŞİ
Terapide bedenin önemi nedir, terapistin beden
algısı üzerine neler söyleyebilirsin?
İlk söyleyebileceğim, terapistin kendi bedenini algılayıp, bunu kullanarak an’a gelme imkânı, illaki bunu
yapmalıdır demiyorum, bunu yapabilmek için değişik araçlarımız var. Ben seminerlerime, eğitimlerime
gelen öğrencilerime böyle gösteriyorum. Önce bedenimi algılayıp, bedenimin desteğiyle var olduğumun
bilincime varmak istiyorum, ondan sonra yapacağım
her şey, hazır olarak yaptığım şeydir. Yaptığım her
müdahale hazır ve nazır olarak yaptığım bir müdaha-
Bir diğer yanılgımız da, kökü
geçmişte olabilecek veya bugün
yaşadığımız olayları, bizim
ilerlememize engelmiş gibi
görmemiz, halbuki ilerlemenin
hedefi bütünleşmektir.
ledir. Bu gelişen bir süreçtir. Elbette, “devamlı hazırım,
şimdi ne olduğumu biliyorum” diyemem, birisi derse
de kolay kolay inanmam. Bu, devamlı olarak hatırlayabileceğim ve bana göre de hatırlamam gereken,
bu yolu seçtiğim için gerekli gördüğüm bir harekettir. Bana terapiye gelen kişi, karşısında “var olduğunu
bilen”, “hatırlayan” birisini görünce, kendisi de beden
algısını hatırlıyor. O zaman merkezine yaklaşmış oluyor. Yüzde yüz merkezimizde olmasak bile, yapabileceğimiz o merkeze doğru bir adım atmak. Bu benim
kullandığım bir yol, tabii ki değişik tanımları ve hedefleri olan birçok farklı beden terapisi şekli var, benim
çalıştığım yöntemde bedenin amacı bu diyebilirim.
bir ilerleme ve yükselme süreci içinde olduğumuz
için, çoğu zaman olduğumuzdan daha ileride olabilmeyi istiyoruz. İçimizde hızlı bir ilerleme isteği
var ama, bu istekle birlikte sık sık unuttuğumuz bir
şey oluyor, o da ileriye gidebilmek için önce olduğumuz yere gelmemiz lazım, bu ilk yanılgımız. Bir
diğer yanılgımız da, kökü geçmişte olabilecek veya
bugün yaşadığımız olayları, bizim ilerlememize engelmiş gibi görmemiz, halbuki ilerlemenin hedefi
bütünleşmektir.
Terapi nedir, sana göre terapinin amacı nedir?
Ben, terapinin amacını; danışanın bulunduğu yere,
olduğu yere gelmesi olarak görüyorum. Devamlı
Bu bakış açısıyla terapinin amacı, kişinin olduğu yere
geldiğinde problemlerini çözmesi için gereken her
türlü kaynağın ve kuvvetin yakınında, elinin altında
bulunduğunu görebilmesini sağlamaktır. Sistemik
terapide kuvvet kaynaklarımız daima yanımızdadır,
fakat gerçekten de geçmişte yaşadığımız olaylar,
TSDE ki - Mayıs 2015
24
SÖYLEŞİ
travmalar, şartlanmalar, bizim bu kaynakları görmemizi engelleyebilir. O yüzden terapi, bir yerde mecazi
anlamda da kişinin gözünün açılması ve bulunduğu
yere gelip kökü geçmişte olan o yaraları bu perspektiften görebilmesidir. Eğer kişi, bu sözünü ettiğim
sorunlar geçmişe ait, oysa ben, bugün şu anda buradayım, o zaman, öğrendiğim şey, acaba bugün için
hala geçerli mi, önceden öğrendiğim çözümü, bugüne uyarlamam şimdi nasıl bir problem yaratıyor?
gibi soruların cevaplarını verebilir ve etrafına bakıp,
“bugün olan kaynaklarım nedir?“ ve “şu andaki olanaklarım nelerdir?“ noktasına gelirse, olduğu yere
gelmiş sayılır. Eğer elindeki kaynakları göz ardı edip,
“olduğumdan başka bir yerde olmak istiyorum” dediği zaman, üç adımı birden atması gerekir, işte bu,
hem fiziksel hem de mecazi anlamda mümkün değil.
Bedenin önemi de burada işin içine giriyor, beden
daima burada, bu anda, şimdi de nefes alıyor ve veriyor, bedenimizi bu şekilde algıladığımız zaman, kendimizin de bedene sahip bir bütün olarak, şu anda
bulunacağımızı hatırlamış oluyoruz.
Danışanla çalışırken bedeni nasıl kullanıyorsun,
özellikle kullandığın bir durum var mı, yoksa
bedeni her çalışmana dahil ediyor musun?
Danışanlarla çalışırken Breema hareketlerini gösterdiğim durumlar sık oluyor, bazen terapinin sonuna doğru, ben onlara Brema çalışması yapıyorum.
Eğer onlar, bedenle birleşmenin tadına varmışlarsa,
bundan daha fazla istifade edebilirim diyorlar ve o
bilinçteler ise o zaman kendilerine bireysel Breema
çalışmaları gösteriyorum.
Bunun üzerine bize biraz Breema’yı anlatır
mısın? Breema ve varsa felsefesi nedir?
BREEMA: Being Right Here Everywhere Everytime
Myself Actually.
Breema, bütünsel bir beden çalışmasıdır. Amacı bedeni
değiştirmek, bedeni geliştirmek değildir. Konuşurken
yine aynı yere geliyoruz, Breema’da kendi bedenini algılayarak an’a gelme metodudur. Bu yöntem, 1980’de
San Francisco yakınında Berkley’de farklı çalışma ekollerinden olan 10-12 kişilik beden terapisti grubunun bir
araya gelip birbirlerine kullandıkları metotları karşılıklı
olarak göstermesi ile başlamış. Tıp, biyoenerji, tai-chi, shiatsu vb. gibi değişik ekollerden gelen bu kişiler
birbirlerine beden ile ilgili kendi kullandıkları yöntemi
anlatmışlar. Aralarında bir de Ortadoğu’dan gelen bir
kişi varmış, o da onlara kendi köyünde öğrendiği geleneksel şifa metodunu göstermiş. Breema’da yer alan
bütün çalışmaların çoğu o toplantıdan esinlenerek
geliştirilmiştir. Bu kişiler beden çalışması yaparken, bazen, onların şifa verici olarak algıladıkları bir atmosfer
BREEMA : “Being Right Here
Everywhere Everytime Myself
Actually “
oluştuğunun farkına varıyorlar. Bu durumu incelemeye
başlıyorlar. Ne zaman ne yaptığımızda hangi tutumda olduğumuzda bu atmosfer içimizde genişliyor ve
hissedilebilir şekilde grubun içine yansıyor. Bu soruya
dayanarak deneyimleriyle dokuz prensip tanımlıyorlar.
Ve o prensiplerin birini uygulayarak bedenle ilgilendiğimizde, bedeni var olduğumuzu hatırlatan bir nesne
olarak algılamaya daha yatkın olduğumuzu söylüyorlar.
Bu konuda uzun uzadıya konuşmak mümkün, ama
neden bahsedildiğini ancak tam anlamıyla bunu
kişinin kendisi deneyimledikten sonra söyleyebilir. Çünkü, bu elmanın tadını anlatmak gibi bir şey.
Anlatırsın, anlatırsın karşındaki hiçbir zaman o tada
varamaz, ama ısırıp bir lokma alıp ağzında elmanın
tadını hissettiği zaman, şimdi ne anlattığını biliyorum demeye hak kazanır. Bunu anlatmak da öyle bir
şey, sizler yaşadınız o yüzden ben konuştukça tasdik
edebiliyorsunuz, yaşamamış bir insana bunu tasdik
ettirmek kolay değil.
Farklı kültürler ile çalıştığınızı biliyoruz, bizimle
paylaşacağın farklılıklar var mı?
Sanırım, kişi ötesi yaklaşımla çalıştığınız zaman, insanların kültürlerden bağımsız olan konuları daha
TSDE ki - Mayıs 2015
25
SÖYLEŞİ
Değişik öğeleri temsil eden veya
değişik öğeleri bedenleştiren
temsilcileri bir araya getirip
aralarındaki iletişimi sağladığımız
zaman, gereken çözüm, sanki
bekliyormuş da, “hadi ben de
katılayım” diyormuş gibi bir ortam
doğuyor.
çok dile geliyor. Çünkü hepimiz
ortak bir insanlık geçmişine sahibiz ve aynı evrimin parçalarıyız. Bir kültür bir sahayı, bir diğer kültür de değişik bir sahayı
daha fazla kapsayabilir. Ancak
her ikisinin de eriştiği değişik
noktalar var, fakat insanlık olarak bir bütünü teşkil ettiğimiz
için o kadar fark görülmüyor.
Bazen insanların eğitimi veya insanların kültürel değerleri ile ilgili bir takım vasıflar daha çok ortaya çıkabilir. Örneğin; İskandinav ülkelerinde bir grubun içinde birisinin diğerlerine nazaran sivrilmesi çok kötü
gözükebilir. Onlarda öyle bir geleneksel demokrasi
anlayışı var ki, “hepimiz eşitiz” ve bu anlayışa, ben dışarıdan baktığımda, onlara, bir kalıptan çıkmış gibi
görünmeye çalışıyorlar diye bakabilirim. Oysa, başka
kültürlerde, diğerlerinden ne kadar farklı olabilirsem,
o kadar kendimi birey gibi hissediyorum duygusu
geçerli. Bunun gibi kültürel farklılıklar var. Aile birliği
de, o toplumsal evrim içindeki yerinde, postmodern
toplumlarda olduğu gibi, gitgide daralıyor, bireysellik ön plana çıkıyor. Bireyselliğin olmadığı toplumlarda, daha derin, daha insanı değerleri taşıyan
doğal bir güvenlik duygusu olduğunu görüyorum
ama yine de buna paralel olarak çok derinde oradan
dışlanma korkusu ve utanma da var. Böyle kültürel
farklılıklar var, ancak, çalışma yöntemi olarak, “şu burası için geçerli”, “bu burası için geçerli değil” diyecek
kadar büyük değil.
“Hayat bize buradayım diyor bunu da bize
beden söylüyor başka bir işi tamamlayayım da
sonra ona bakayım demek olmaz…” diyorsun,
bunu biraz açalım mı?
Bu, bir perspektif meselesi aslında. Karşımıza çıkan
her konuyu olumlu ya da olumsuz olsun hayatın
bana verdiği bir mesaj olarak alabilirim. Hayat, bana
“Aron bugün nasılsın ?“, “şu anda ne yapıyorsun?”,
“şu anda yaşadığının bilincinde misin?“ diyor. Ben,
bir problemle karşılaştığım zaman bunu erteliyorum, “sen şimdi dur” diyorum, telefon çalıyor çalıyor
ama ben hayatın bana açtığı telefona cevap vermiyorum, “sen dur, halletmem gereken çok önemli bir
işim var“ diyorum. Aslında bu bir illüzyon, devamlı
olarak, içimde her kalp atışımda, her nefes alış verişimde, hislerimle, bedenimle, zihnimle hayatın farkına varabilirim, ama, hayatla devamlı olarak işbirliği
eden bedenimi algıladığım zaman bu farkındalık
daha kolaylaşır.
Zihin yoluyla ya da bazı insanlar, belki hisler yoluyla
buraya daha kolay varabilirler, ama hepimiz, bedeni
algılayarak hemen “an” içinde olabiliriz. Bunun tera-
TSDE ki - Mayıs 2015
26
SÖYLEŞİ
pi için önemi ortada. Bize gelen kişi, bunu unutmuş
olarak geliyor, “hayat bana niye böyle davrandı?, ben
gücendim, beni dahil etmiyor, beni sevdiğini bana
göstermiyor, beni mükafatlandırmıyor, beni cezalandırıyor, beni dışarıda bırakıyor, bu neden böyle?“ diyor. O kelimelerle söylemese bile, o hisle bize geliyor,
ben onun karşısında oturduğum zaman “vah vah nasıl olmuş“ dersem, orada problemi kalıcı kılıyorum.“
böyle değil” desem, o beni ikna etmeye çalışacak.
Ben onun karşısında, var olduğumu o anda bilmek
istiyorum. Ondan sonra alet kutusunda ne varsa
onu çıkarıp çalışabiliyorum. Ama ilk planda benim
o anda bilmek istediğim ve ihtiyacım olan kendimin
var olduğunu (gülümseyerek bedenine vurarak) hatırlamak. O yüzden kendime hizmetle, karşımdakine
hizmet etmiş oluyorum.
Bedeni ayrı anlattın ama, Sistem dizimi
çalışmalarında bedenin yeri ve önemi nedir?
Dizimleri ben de, Mehmet Hoca gibi sistemik bir anlayış olarak algılıyorum, sistemik çalışmada yaptığımız,
insanın içinde olan soyut bir düzeni semboller halinde mekânda canlandırmak. Her şeyi bir sembol olarak kullanabiliriz ama, biz, insanı konuşan bir sembol
olarak kullanıyoruz. Temsilcilerin görevi, o sembolü
bedenleştirmek, buna “ bedenleştirme” diyoruz. Bu
bağlantı, kendiliğinden kelimenin anlamıyla ortaya
çıkıyor, zaten orada bedeninde duyduklarını, hissettiklerini, düşündüklerini o rolle özdeşleştiği zaman
o kişi olarak, sistemin bir elemanı konuşmaya bize
bilgi vermeye başlıyor. Hem kendisi hakkında tabii
sistemin parçası olduğu için bütün sistem hakkında.
Değişik öğeleri temsil eden veya değişik öğeleri bedenleştiren temsilcileri bir araya getirip aralarındaki
iletişimi sağladığımız zaman, gereken çözüm, sanki
bekliyormuş da, “hadi ben de katılayım” diyormuş
gibi bir ortam doğuyor ve sistem bütün olduğu zaman bu gayet kolaylıkla oluyor.
Bu yeniden yapılandırma, bütünlük işin içine girdiği
zaman bizim görüş açımız ve bakışımız değişiyor ve
bütünlükten kopmak ya da bütünlükten dışlanmak
gibi bir korkunun yersiz olduğu sonucuna varıyoruz.
O zaman gözlerimizi açıp bize gelen olumsuz olaya
daha iyi bakabiliyor, onu daha iyi algılayarak, başımıza gelenin sadece olumsuz yönünü değil olumlu
yanını da görebiliyoruz. Çünkü madalyonun öbür
yanını bütünlüğün bilincinde olduğumuz zaman görüyor, ancak o zaman onu tanıyıp ondan faydalanabiliyor ve kabul edebiliyoruz.
Bütünlüğünü kaybeden kişinin kendine has bir
lisanı var mı? Yaşamda ne yapacağını bilemeyen
mi? Terapistin bildiği bir şey ama danışan bu
durumu nasıl ifade ediyor?
Bütünlüğünü kaybetmiş kişi, terapiye gelmeden
önce, lisanında, “çözüm yok, ben bu problemin kurbanıyım” gibi bir ifade kullanıyor, terapiye geldiği
zaman ise “benim desteğe ihtiyacım var” ekleniyor o
lisana. O yüzden terapiye gelmek çözüm bulmanın
aslında yüzde ellisi. Bir insanın seçim yapıp, karar verip “ben terapiye gideceğim” demesi onun çözüme
yüzde elli yaklaşması demektir. Gerisini terapistle
işbirliği halinde yapıyor. Lisandan fazla, görüş açısı
değişiyor ama lisanla bunu ifade ediyor tabii ki.
Bedenle zihni bir arada tutmak için zihne görev
ver dediniz. Size danışan geldiğinde bedenle
zihnin bir arada olmadığını nasıl anlıyorsunuz?
Zihne görev vermekle ne değişiyor?
Görev konusunu bu kadar ön plana getiren bu üç
bilinç düzeyi modeli. Bunu şöyle tanımlayabiliriz.
Her insan bir bütün, hatta dört bilinç düzeyinden
oluşan bir bütündür. Bir düzey beden, beden olarak
yaşadıklarımız, bedensel olarak algıladıklarımız bu
bir bilinç düzeyi, hisler yine bir bilinç düzeyi, hissen
yaşadıklarımız, hislerle algıladıklarımız, zihin üçüncü
bir düzey. Bunların üçü de bizim kullanabileceğimiz
değişik araçlar gibi. Zihin; düşünceyle, imgelerle, dille bunları kullanan üçüncü bir düzey. Bütünleşmede,
insanın kendisini bir bütün olarak algılamasında geçerli olan bu üç düzeyin aynı yere gelebilmesi, çünkü
çoğunlukla zihin bedenin, hisler de zihnin veya bedenin farkında değil, bunlar üçü farklı yerlerde gibi.
O zaman, insanların büyük bölümü günlük yaşamda
bir bilinçsizlik, psikolojik bir uyku içindeymiş gibi bütünlüğün farkında olmadan yaşıyor.
Bütünleşmek için, bize faydalı olacak şey, bu üçünü
bir araya getirmek ve birleştirmek, bunu zihne bir görev vererek yapıyorum. Zihne “ey zihin, sana bir vazife
veriyorum bedeni algıla” diyorum. Zihin bunu yaptığı
TSDE ki - Mayıs 2015
27
SÖYLEŞİ
zaman, “ bak, şimdi sağ el hareket halinde, şu anda
nefes alıp vermekteyim, şu halde yarı bağdaş kurmuş
olarak ayağımın biri altımda bunun farkında olduğum zaman, bu iki düzey aynı yere geliyor ve bazen
hisler, bu diğer ikisinin iletişiminde rezonans olarak
ortaya çıkıyor. Bu üçü birleştiği zaman o zaman dördüncü bir düzey, gerçek bir ben, özgür bir ben bilinci
oluyor. Bu ben, ama bizim kastettiğimiz benle aynı
ben değil, bütünlüğün bilincinde olan bir ben.
Breema’da buna insanın iç otoritesi diyoruz, dışardan bir otoritenin söylemesiyle değil insanın içinden
“ben buradayım” deyip ne yapacağını bilir bir şekilde
hareket etmesi. Bedeni, zihni ve hisleri bir araç olarak
kullanabiliyor ya da canlılığımızı bize hatırlatan bir
araç olarak görmeye başlıyoruz.
Kalpte olabilmek için zihinden tamamen feragat
etmek gibi bir illüzyon da var, buna ne dersin?
Tam tersi o zaman yine bütünlüğümüzü bölme yolundayız, kalpte olabilmek için zihin, beden ve kalbi bir araya getirebilmek lazım, kalp zaten ikisinin
merkezi. Özellikle İslam Felsefesi’nde kalbin çok çok
önemli bir yeri var, o kalp beyinsiz bir kalp değil. Bilakis, sistemik anlamı şu, bir sistemin bütün elemanlarını sisteme dahil olarak görebilmemiz, nerede birisi
dışarıda kaldıysa onu tanıyıp içeri alabilmemiz, potansiyelimizin hangi öğesi dışarıda bırakılmışsa, o da
buradadır diye onu içeri dahil edebilmemiz lazım. O
yüzden bu tutumla sistemik bakış açısı ile dizimler
birbirini destekleyen görüş tarzlarıdır.
15 yaşına kadar İstanbul’da yaşadın, şimdi
Graz’da yaşıyorsun. Tamamen iki farklı kültür
var, bir de senin bağlı olduğun bir kültür var, sen
bir Musevi’sin, burada Türk kültürünü yaşadın
sonra Avusturyalıların içine girdin genel olarak
bu üç kültürden insanlara baktığında onların
birbirlerinden bedensel bir farklılıkları var
diyebilir misin?
Beden ile sürekli ilgilendiğim için kendi üzerimde deneyimlediğim, tamamen kişisel bir araştırma yaptım,
onu anlatabilirim. Sokakta yürüyen birinin arkasından gidip, hareketi, aynı o kişinin yaptığı şekilde yapıp, bunun beni hissi ve zihinsel yönden nasıl etkilediğinin araştırmasını yaptım. Çok ilginç, ama şehirde
büyük alışveriş merkezlerinde insanların arkasından
yürüdüğüm zaman hafif stresli, ne yapacağımı bilen
ve sürekli hareket halindeydim. Bunu hem Türkiye’de
hem Avusturya Viyana’da o şekilde yaşadım. Taşradan köyden gelen insanların arkasından yürüyüp
onların yaptığı hareketleri tekrar ettiğimde şehirde
yaşadığım histen çok değişik, çok zamanım varmış
hissiyle yaşadım. Yani, belki biz yüzeyde kültür şöyle
kültür böyle diyebiliriz, ama bence bu farklar insanın
kültürü kadar yaşadığı çevre, doğayla olan ilişkisi, bir
aile içinde olup onlardan aldığı desteğin bilinci ile
ilgili. Hatta benim fikrime göre bu öğeler insanların
beden hareketlerini çok daha fazla etkiliyor. O yüzden genel olarak bu kültürün özelliği böyle demek,
mümkün olsa bile o kadar derine inmeyebilir.
ESRA CAN - MİNE TÜRKİLİ
TSDE ki - Mayıs 2015
28
EDEBİYAT
Romanlarda Yolculuk:
Hermann Hesse ve onun Demian’ı
Aslında, her roman, kahramanın
maceralarıyla okuyucuyu
sürükleyen sürprizlerle, yazarın
hayal gücüne bağlı, özgün anlatımla
dolu bir yolculuk...
Yazar, kurmaca bir öykünün peşinden gidebileceği
gibi, gerçek bir yaşam öyküsünden de esinlenebilir.
Bazen de yazar, cümleleri kendi duygularına rehberlik etmek amacıyla kullanabilir. O zaman yazmak, bir
terapi, bir hesaplaşma ve bir içsel yolculuğa dönüşür.
Ve bu yolculukta genellikle yazara bir rehber eşlik
eder. Tıpkı Sinclair’e eşlik eden Demian gibi.
“Alman Eğitim Romanında Avangard Dönüşümler”
konulu Doktora tezinde, ele aldığı kitaplardan biri
olan Demian’ı Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yabancı Diller Eğitimi Bölümü Alman Dili
Eğitimi Anabilim Dalından Doç. Dr. Çiğdem Ünal
dergimizde paylaştı.
TSDE ki - Mayıs 2015
29
EDEBİYAT
“Demian, kişiliğin oluşması için verilen mücadele”
Hermann Hesse Üzerine
Tüm dünyada 20. yüzyılın en popüler Alman yazarlarından biri olarak kabul edilen Hermann Hesse, bu
popülariteyi şiirlerinden çok romanlarıyla elde etmiş,
en çok da yazdığı eğitim romanı türündeki yapıtlarıyla gündeme gelmiştir. Genelde Hesse, romanlarını
geleneksel anlatım tarzıyla yazan bir yazar olarak görülmektedir; çünkü o, edebiyatı, düşüncelerini dile
getirmek ve okurlarına mesaj iletmek için bir araç
olarak görmüştür.
Son derece duygusal bir yapıya sahip olması, Hesse’nin bireyci yanının metinlerinde ağırlık kazanmasına yol açmıştır. Maneviyattan uzak yaşanan maddeci bir hayat, Hesse için kabul edilemez bir olgudur.
İç dünyanın gerçeklerini dış dünyanın gerçeklerinden daha üstün ve daha geçerli gören Hesse’nin
eleştirisi, kalıplaşmış burjuva yaşamına yönelmiştir.
Bu yüzden kahramanları, çağ koşullarına ayak uydurarak yaşamak yerine, kendi kişiliklerini geliştirip
iç dünyalarının derinliklerini keşfetmeye yönelik bir
yaşam tarzını benimsemişlerdir.
Hesse, kahramanlarına kişilik verirken kendi yaşamındaki deneyimlerinden yola çıkmıştır. Dolayısıyla
Hesse’nin edebi kişiliğinde, özgeçmişinin izleri yoğundur, eserlerinin özyaşamöyküsel niteliği belirgindir. Kendi yaşamında geçtiği aşamalar ve içinde
bulunduğu sürekli arayış, roman kahramanlarına
da yansımıştır. Kendi yaşam tarzını, Alman romantik
dönemi ve Uzakdoğu felsefelerinin yoğun etkisiyle
biçimlendiren Hesse’nin, düşüncelerini romanlarının ana kişilerinin düşünceleriyle koşutluk içerisinde
sunduğunu söyleyebiliriz. İnsanın sürekli bir arayış
içine girerek kendisini tinsel bakımdan tazelemesi
gerektiğini düşünen Hesse, doğal olarak modern
dünyanın yaşam koşullarıyla çelişkiye düşmüş ve
bunlarla savaşım içine girmiş, bu durumdan ise bireyciliği dorukta yaşayarak sıyrılmak istemiştir. Çoğu
meslektaşı tarafından bir fildişi kule sakini olmakla
suçlanan Hesse, içinde yaşadığı zamanın sorunlarından hiçbir zaman kaçmadığını, ancak onun için “en
öncelikli ve can alıcı sorunun asla devlet, toplum ya
da kilise değil, yalnız başına insan, şahıs, eşsiz niteliklere sahip olan kalıplara sokulmamış birey” olduğunu ısrarla belirtir.
Maneviyattan uzak yaşanan
maddeci bir hayat, Hesse için
kabul edilemez bir olgudur.
Kahramanları, çağ koşullarına ayak
uydurarak yaşamak yerine, kendi
kişiliklerini geliştirip iç dünyalarının
derinliklerini keşfetmeye yönelik bir
yaşam tarzını benimsemişlerdir.
TSDE ki - Mayıs 2015
30
EDEBİYAT
Hesse, Hindistan’da misyonerlik görevi üstlenmiş
dindar bir ailenin çocuğudur. Ancak o, daha küçük
yaşlarda, içinde bulunduğu yaşam tarzının üzerinde
oluşturduğu baskıdan bunalmış, çareyi ailesinden ve
okumakta olduğu Maulbronn Manastır Okulu’ndan
uzaklaşmakta bulmuştur. “Özgürlüğüne tutkuyla
bağlı bu kişiliği, eğitim sisteminin kalıplaşmış ölçütleriyle biçimlendirmek olanaksızdır.” Erken yaşlarda
tanıma olanağı bulduğu Uzakdoğu felsefesinin ve
kültürünün bıraktığı derin izlerle oluşturduğu kendi
düşünce dünyasını somut olarak yaşama isteği, Hesse için her zaman çok önemli olmuştur.
Çeşitli meslek denemelerinin ardından kitapçılık
mesleğine girmesi ise, onun edebiyat dünyası ile
kaynaşmasını sağlamıştır. İlk önceleri Basel’da bir kitapçıda çırak olarak çalışan Hesse, burada hem çeşitli
yazarları tanıma olanağını bulmuş, hem de kendi yazarlık kariyerine başlamıştır.
de mümkündür, çünkü bir eğitim romanı tarzında
kaleme alınmış bu eserde, nevrotik korkular içerisinde kıvranan bir çocuğun, çağının sorunları içinde olgunlaşarak kendisini nasıl bulduğu anlatılmaktadır.
Bu aynı zamanda, Jung’un bireyleşme süreci dediği
ve insanların yaşamlarında birbirine bağlantılı olayların gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıktığını savunduğu olguyla da örtüşmektedir.
Hesse’ye göre en öncelikli ve can
alıcı sorun asla devlet, toplum ya
da kilise değil yalnız başına insan,
şahıs, eşsiz niteliklere sahip olan
kalıplara sokulmamış bireydir.
1916’da babasının ölümüyle ilk kez psikolojik tedavi gören Hesse’nin rahatsızlığı, oğlunun ağır derecede hastalanması ve evliliğinde yaşadığı sorunlar
yüzünden karısı Maria’nın da girdiği ruhsal bunalım ile gittikçe artmıştır. Geçirdiği ilk kriz dönemini
edebiyat düzleminde “Peter Camenzind” ile aşan
Hesse’nin bu ikinci kriz dönemi de, edebi kariyerinde yeni bir dönüm noktası oluşturur. Lirikizlenimci
niteliği ağır basan edebi eserlerden oluşan ilk dönem, “Knulp” adlı öyküsünden sonra tamamlanır.
Bu dönemi, geçirdiği psikanaliz tedavisinden sonra
yayımladığı ve onun izlerini taşıyan “Demian” adlı
eğitim romanıyla başlayan ikinci bir dönem izler.
Hesse, Nisan 1916’da psikolog Carl Gustav Jung’un
öğrencisi olan Dr. Josef Bernhard Lang’dan psikanaliz tedavisi almaya başlar ve bu terapiler 1917
Kasım’ına kadar sürer. 1916 yılının Mayıs ayından
Kasım ayına kadar haftada bir kez ve üç saat süreli olmak üzere tam 72 kere Dr. Jung’un psikanaliz
yöntemi uyguladığı psikoterapi seansına gider ve
içine girdiği depresyondan psikanaliz tedavisi aracılığıyla kurtulmayı başarır.
1917 yılının Ekim ve Kasım aylarında birkaç hafta
içerisinde “Demian” adlı, henüz gördüğü terapinin
yoğun etkisi geçmeden yazılmış olan bu romanda,
Jung psikolojisi büyük rol oynamaktadır. Dünya görüşünü netleştirip kendi beniyle uzlaşma sağlama
arayışı içerisinde olan Hesse, bu romanın görevinin
“kendi içindeki düzensizlikleri giderip bir düzen sağlamak” olduğunu belirtmiştir. Aslında “Demian”ı bir
bakıma Hesse’nin kendi gençlik yıllarının psikanaliz
yöntemleriyle yapılan bir muhasebesi olarak görmek
TSDE ki - Mayıs 2015
31
EDEBİYAT
Hesse’nin yaşamında yeni bir başlangıcın ve yaratıcılığında da psikolojik derinleşme boyutunun olduğu bir değişim döneminin simgesi görünümündeki
“Demian”, özde Hesse’nin geleneksel tarzda yazılmış
bir romanı değildir. Bunun nedeni, her şeyden önce
romanda yer alan yoğun sembol dokusudur. Biçem
açısından geleneksel bir açılışa sahip olan roman,
ilerleyen bölümlerinde alegori ve sembollerin artmasıyla somuttan çok soyut bir havaya bürünmektedir. Dolayısıyla metinde, geleneksel eğilimle modern
eğilim birbirine geçmiş durumdadır. Jung psikolojisinde odağı oluşturan sembol kavramı, bu romanda
da odak noktada yer almaktadır. Bir yanda tarihsel
mitler ve simgelerin yoğun etkisi doğrultusunda gerçekleşen bir kişisel gelişim süreci anlatılırken, diğer
yanda savaşı yaşamış gençliğe yapıcı mesajlar verilmektedir. Bu yüzden eser, Alman gençleri arasında
büyük ilgi görmüştür. Hesse, savaşın kendi iç dünyası
ile dış dünya arasındaki ilişkinin boyutunu büyük ölçüde değiştirdiğini görmüştü. Savaşla birlikte bu iki
dünya, daha önce olmadığı kadar köktenci bir biçimde karşı karşıya gelmişlerdi. Oysa Hesse’nin ilgisi, her
zaman olduğu gibi yine iç dünya üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Bunu ise, o dönemde üzerinde büyük etkisini hissettiği psikanalizle daha iyi gösterebiliyordu.
şudur: Burada anlatılanlar dış dünyada olup bitenlerin aktarıldığı somut gerçekler değil, insanın soyut iç
dünyasında yaşadığı gerçeklerdir. Anlatıcının “kulak
kabartıp damarlarımda çağıldayarak akan kanın verdiği dersleri dinlemeye başladım.” sözlerinden, burada bir ruh biyografisinin söz konusu olduğu anlaşılır.
Romanın anlatıcı kişisi, kendi yaşamöyküsünü anlatan bir Ben-anlatıcı olduğundan, anlattıkları ve anlatacakları ile ilgili olarak doğrudan yorumlarda bulunmaktan çekinmez. Kendi görüş ve düşüncelerini
okura açıkça ileten bu Benanlatıcı, burada onun için
en önemli ölçütün kendi gelişiminin aktarılması olduğundan söz eder: “Ne var ki, beni ilgilendiren bir
şey varsa, o da kendi kendime ulaşmak için attığım
adımlardır.” Bu ve buna benzer diğer saptamalar, bize
romanın ana ekseninin bir kişinin gelişimi olduğunu
göstermektedir. Eserin Benanlatıcısı, geçmişine dönerek kendi yaşamöyküsünü ve bu sırada başından
Hermann Hesse, “Demian” adlı eseri için, 2 Şubat 1922
tarihli bir mektubunda “Bu kitap bir bireyselleşme sürecini, bir kişiliğin oluşumunu vurgulamaktadır,” diyerek yapıtın bir eğitim romanı olduğunu belirtmektedir.
Ancak “Demian”ın bir eğitim romanı olduğu, eserin en
başındaki önsözünden de anlaşılmaktadır. Hesse, romanının başına koyduğu kısa bölümle, okura roman
konusunda önemli ipuçları vermektedir. Burada okurun nasıl bir tutum içinde olması gerektiğinin sinyalleri vardır, çünkü anlatıcı, okura doğrudan yönelerek bu
kitapta ideal bir biçimde kurgulanmış bir öykünün değil, gerçekten yaşanmış kendi yaşam öyküsünün anlatılacağını söylemektedir. Üstelik anlatılacak öykünün
yazarı olarak, diğer yazarların genelde yaptığı gibi her
şeyi bilebilen tanrısal bir konuma sahip olmayacağını
açıkça belirtir. Bununla okura vermek istediği mesaj
“Demian bir bireyselleşme
sürecini, bir kişiliğin oluşumunu
vurgulamaktadır.” H. Hesse
TSDE ki - Mayıs 2015
32
EDEBİYAT
Demian romanında anlatılanlar dış
dünyada olup bitenlerin aktarıldığı
somut gerçekler değil, insanın soyut
iç dünyasında yaşadığı gerçeklerdir.
geçen zorlukları anlatacağını bildirmektedir. Aynı
zamanda roman kahramanı olan anlatıcı, yaşadığı kendini bulma bağlamındaki eğitim sürecini, şu
sözleriyle pekiştirmektedir: “Her insanın yaşamı,
onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi,
bir yol taslağıdır.” Karşımızda bize kendi otobiyografisini aktaracağını söyleyen bir anlatıcı vardır ve bu
durumda roman bir tür kurmaca otobiyografi niteliğine bürünmektedir. Ancak bu romanının kurmaca
bir otobiyografi olmaktan da öte, bir eğitim romanı
olduğunu gösteren en önemli ölçüt, burada bir kişilik gelişiminin söz konusu olmasıdır. Bu kişilik gelişimi süreci doğrultusunda verilen savaşım, yaşanan
sorunlar, yapılan hesaplaşmalar ve varılan sonuç sayesinde, geleneksel eğitim romanı özelliklerinin baş
gösterdiği bir eser ortaya çıkmıştır.
Hesse’nin “Demian” adlı romanında, eğitim romanlarının bünyesinde barındırdığı özellik olarak, olumlu
yönde gelişen ve olumlu bir biçimde sonuçlanan kişilik bulma sürecini buluyoruz. Genelde diğer eğitim
romanlarıyla örtüşen ve romanın konusu nedeniyle
doğal olarak ortaya çıkan bir başka roman özelliği,
zamandizinsel anlatımın kullanılmış olmasıdır. Zamandizinsel anlatım deyince, sürecin tamamlanması için gereken gelişim aşamaları olgusu işin içine girmektedir. Roman yapısı incelendiğinde, yine
geleneksel eğitim romanında var olan üç aşamanın
burada da söz konusu olduğu görülmektedir. Giriş –
gelişme – sonuç ya da tez – antitez – sentez olarak
nitelendirilen bu geleneksel eğitim romanı şeması
kullanılarak, roman kahramanı Emil Sinclair’in kişiliğini bulma doğrultusunda geçtiği ana aşamalar
belirlenmektedir. Buna göre, Sinclair’in yaşadığı ilk
aşama, çocukluk yıllarını kapsamaktadır. Ancak tüm
romanda Sinclair’in yaklaşık on yaşından yirmi yaşına kadarki yaşam kesiti ele alınmaktadır. Bu yüzden
her üç aşamada belirleyici ölçüt, yaşanan zaman değil, tinsel açıdan varılan noktadır.
Bu bağlamda, romanın başlangıcında, romanın anlatıcı kişisi Emil Sinclair’i yaşadığı küçük şehrin Latince
eğitim veren okuluna giden on yaşındaki bir öğrenci
olarak görürüz Sinclair, Demian’ın ilk kıvılcımı oluşturduğu bu andan itibaren kendi kişiliğini bulmak
TSDE ki - Mayıs 2015
33
EDEBİYAT
uğruna uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, onun
kişiliğini bulma doğrultusunda geçireceği, zorlu ve
savaşım dolu bir yolculuk olacaktır. Demian aracılığıyla düşünce dünyasına yeni kapılar açılır ana kişinin. Çevresindeki diğer insanların farkında bile olmadığı şeyleri Demian’dan öğrenme olanağı bulan
Sinclair, bu gelişmelerden çok etkilenmiştir. Sinclair,
Demian’dan aldığı dış etkiyle içinde bulunduğu yaşama mesafe ile yaklaşmaya başlar. Ailesinden ve
okuldaki sosyal çevresinden uzaklaşır, buna karşılık
Demian’a olan ilgisi gitgide artar.
Jung Psikolojisinin “Demian”a Yansıması
Hesse’yi Jung’un geliştirdiği psikanaliz yöntemiyle
tedavi eden Dr. Lang, Hesse’nin gördüğü rüyaların
çözümlemelerini yapmış, daha sonra bu rüyaları
Hesse’nin de analiz etmesini istemiştir . Böylece rüyalarda yer alan ve bir anlamda kehanet niteliği taşıyan sembol dokusunun önemini kavrayan Hesse
için, yaşadığı bu deneyimler çok ilgi çekici olmaya
başlamıştır. Kişinin bilinçaltının derinliklerindekileri,
bilinç düzlemine taşımayı amaçlayan Jung psikolojisine göre, rüyalarda ortaya çıkan bazı semboller,
kişinin benliğini bulma süreci içerisinde yer alan bazı
aşamaların göstergeleriydi. Jung’un öne sürdüğü kolektif bilinçaltının arketipik imgeleri doğrultusunda
yaşanan bireyleşme süreci, Hesse’nin her zaman ilgilendiği kimlik bulma süreciyle büyük koşutluk içerisindeydi. Bu konuyu bir eserinde işleyerek sanatsal
düzleme taşıma kararı alan Hesse, Jung psikolojisi
modelinde görülen bir sürecin benzerini “Demian”
romanı için kurgulamıştır. Modern psikolojiyi eserinin dokusuna işleyen Hesse, böylece eserini de 20.
yüzyılın içinde bulunduğu hızlı değişim doğrultusunda modernleştirmiştir.
Sinclair’in iç ve dış dünyası arasında yaşanan çatışma, bilinç ve bilinçaltının bir çatışması biçiminde
karşımıza çıkmaktadır. Bu iki kutup arasında köprü
görevini gören olgu ise, resim yapma olgusudur.
“Jung’un analiz yaparken rüyalara ve resimlere başvurması muhtemelen Hesse’ye de ilham vermiştir.
Hesse ‘Demian’da ruhsal süreçleri anlatırken rüya ve
resimleri birleştirme yoluna gitmiştir.” Sinclair’in gördüğü rüyaların etkisiyle çizdiği resimler, soyut bilinçaltını, daha somut olan bilinç düzlemine taşıyarak
büyük rol oynamaktadır. Ruhsal düzlemde yaşanan
bu süreç doğrultusunda, Sinclair’in kişisel bilinçaltının yanı sıra, içinde ayrıca var olan ortak bilinçaltının
izleri de giderek belirginleşir. Daha sonra Leitmotiv
tarzı yinelemelerle ve yoğun sembol dokusuyla pekiştirilecek olan ana motifler, romanın ilk bölümlerinde karşımıza çıkar. Gnostisizmin etkisiyle ele alınan Kabil kıssası, Abraxas kavramı, kuş ve yumurta
sembolleri doğrultusunda ele alınan yeniden doğuş
motifi, Jung psikolojisinde, kolektif bilinçaltının mitolojik içerikli motif ve sembolleri olarak görülen
arketiplerden izler taşımaktadır. Romanın ana kişisi
Sinclair’in geçirdiği gelişim süreci, Hesse’nin bulduğu bu arketipsel imgeler yoluyla gerçekleşmektedir. İlk başta bilinçsizce bu imgelere yönlenmiş olan
Sinclair, bilinçdışından gelen bu etkilerin sırrını çözdüğünde, bilinçdışıyla bütünleşmiş bir insan olmuş-
Her insanın yaşamı, onu kendine
götüren bir yoldur, bir yol denemesi,
bir yol taslağıdır.
TSDE ki - Mayıs 2015
34
EDEBİYAT
tur. Bu açıdan Hesse’nin Sinclair’in yaşadığı gelişim
sürecine bir psikanalist gözüyle baktığı söylenebilir.
Sinclair’in vardığı noktaya ulaşmış bir insan, Hesse
için “psikanaliz aracılığıyla ‘Özben’e ulaşmış, kozmik
özle bütünleşmiş” insandır. Hesse, yaşamın özünü yakalayarak yaşamı bilgece yaşamayı öğrenen Sinclair
örneğinden hareketle, insanın ancak kozmik bilince
ulaşması durumunda gelişim sürecinin tamamlandığını düşünmektedir. Hesse’nin düşünce dünyasındaki bu kişilik gelişimi sürecini Jung, bireyleşme süreci
kavramıyla dile getirmiştir. Bu bağlamda “Demian”
romanı için Jung ruhbiliminin kurmaca düzlemdeki
yansıması değerlendirmesi yapılabilir.
Jung psikolojisinin arketipleri, romanda motif düzleminin yanı sıra roman kişileri düzleminde de büyük rol oynamaktadır. Romanı özellikle bir eğitim
romanı olarak düşündüğümüzde, yan kişilerin ana
kişinin gelişimindeki önemi vurgulanmalıdır. Bu kişiler, ilk aşamada roman kahramanı eğitim sürecini
tamamlasın diye vardır, işlevleri her şeyden önce bu
doğrultudadır. Romanda Sinclair’in kimliğini bulmasında büyük önem taşıyan kişiler de, aynı motifler
gibi Jung psikolojisinin kolektif bilinçaltına
dayanan arketipik özellikleriyle donatılmıştır.
İnsanlık tarihinin mitolojik boyutunun etkisini
taşıyan roman kişileri ve motifleri, Sinclair’e iç
dünyasında büyük bir etki-tepki süreci yaşatmış, bunun sonunda da iç dünyasının gizemini
keşfederek benliğini bulmasını sağlamışlardır.
gücün, özel hayata duyulan arzunun ve çevrenin
uyum gösterme talebinin karşı karşıya gelmesinden
kişilik ortaya çıkar. Hiçbir kişilik, devrimci deneyimler geçirmeden ortaya çıkmaz. Demian işte kişiliğin
oluşması için verilen bu mücadeleyi anlatır. Oluşum
içindeki genç insan, yoğun bir biçimde bireyleşme
arzusu duyduğunda, günlük hayattaki ve sıradan
olan insan tipinden çok farklılaştığında, ister istemez bir deli durumuna düşer. Onun için söz konusu
olan, bu durumda deliliklerini dünyaya kabul ettirmek ve dünyada devrim yapmak değil, kendi ruhunun ideallerini ve hayallerini kuruyup gitmemeleri
için dünyaya karşı savunmaktır. Her yerde insanı
aynı şekle sokma ve kişiliğinden çalma çabası var.
Ruhumuz, kendini buna karşı savunmaktadır, Demian’daki olaylar, bu noktadan hareket etmektedir.”
Doç. Dr. ÇİĞDEM ÜNAL
Hacettepe Üniversitesi
Alman Dili Eğitimi Anabilim Dalı
Hesse, Sinclair’in kişilik bulma sürecinde yaşadığı kutupluluğu, Şubat 1929’da Marie-Louise
Dumont adlı genç bir okuruna yazdığı mektupta şu şekilde dile getirmektedir: “Demian, yalnızca gençlikle sınırlı kalmasa da, en çok gençliği
ilgilendiren ve gençliğin ihtiyacı olduğundan
yapması gereken bir şeyi konu etmektedir. Bu,
bireyleşme uğruna, kişiliğin oluşması uğruna verilen savaşımdır. Herkes kişilik sahibi biri olamaz,
pek çoğu birer öykünmeden ibaret kalır ve bireyleşmenin neleri gerektirdiğini hiç bilmezler. Ancak
bunları bilen ve yaşayan biri, bu uğurda verilen
savaşımların onu, sıradan olanla, normal hayatla, alışılagelmiş olanla ve sivil toplum hayatıyla bir
çatışma içine sürüklediğini kuşkusuz bilir. İki tezat
“Ne var ki, beni ilgilendiren bir şey
varsa, o da kendi kendime ulaşmak
için attığım adımlardır.”
TSDE ki - Mayıs 2015
35
MEKANLARIN RUHU
İtalya değil
“La Sicilia”
“Özde bütün Sicilyalılar üzgündür.
Onlar için hayatın anlamı trajiktir,
kendilerini güvende hissettikleri ve
herkesten uzak tuttukları, bu küçük
ve sınırlı yuvadan ötesi onlar için
neredeyse içgüdüsel denebilecek bir
korku barındırır.”
Luigi Pirandello, Ada içinde Ada
“Özde bütün Sicilyalılar üzgündür. Çünkü neredeyse
hepsi için hayatın anlamı trajiktir ve üstelik, kendilerini güvende hissettikleri ve kendilerini herkesten
uzak tuttukları, bu küçük, sınırlı yuvadan ötesi için
neredeyse içgüdüsel denebilecek bir korku duyarlar. Yine bu yüzden azla yetinirler, yeter ki güvende
olsunlar. Saklı ruhları ve kendilerini çevreleyen açık,
aydınlık ve güneşli doğa arasındaki çelişkiyi kuşkuyla gözlerler ve sonra bu açıklığın; adanın her yanını
çevreleyen denizin onları dışarıdan kopardığını ve
yalnızlaştırdığını görerek yine içlerine kapanırlar.
Güvenleri yoktur ve her biri kendini bir adaya dönüştürür ve kendi kendinin tadına varır, ama birdenbire,
eğer varsa o azıcık neşesi sessizliğe bürünür ve teselli
aramadan, umutsuz ızdırapları nedeniyle acı çekerler. Ama diğer yandan kaçanlar da vardır; sadece somut olarak denizi aşarak değil, bu içgüdüsel korkuya
meydan okuyarak, kendilerinde var ettikleri küçük
ve derin adadan koparak (ya da koptuklarını sanarak)
hayatın hırslarına, bir tür fantastik hissiyatın taşıdığı,
her tür tutkudan arınmış ya da onları bastırmış şekilde, kendi gerçeklerine ihanet ederek, tutkularını gizli
tutarak, geçici hayatın hırsları ile giderler. “
TSDE ki - Mayıs 2015
36
MEKANLARIN RUHU
Zaman zaman isyanlarla patlayan Etna Yanardağı, insanın tüm enerjisini yavaş yavaş alan yakıcı bir güneş
ve sonsuzlukta masmavi bir deniz. Sicilya’yı tanımlamak zor. İsyankâr, acı dolu, durgun, düşünceli, depresif, yalnız, güçlü, kaderine razı, inançlı.
Hep düşündüm, beni Sicilya’ya çeken ne olmuştu?
On yıl oldu Sicilya’dan ayrılalı, ama hep bir tarafımda
bir “memleket hasreti“ duygusuyla kaldı. Hiç kopmadım, kasabamızda yani Siracusa’da olup bitenlerden.
Sicilya’nın güzelliklerini, yemeğini ve mafyasını anlatan birçok yazı yazdım. Beni Sicilya’ya bu kadar bağlayan neydi bilmiyordum. Sistem Dizimleri Eğitimi’nden sonra, Sicilya’ya farklı bir gözle baktım. Kimbilir
belki de ben, o dönemde, bu adada yaşanan acıyla
yoğrulmayı sevdim, anlatılanlarda kendimi buldum.
Sicilya’yı tanımlamak zor: İsyankâr,
acı dolu, durgun, düşünceli,
depresif, yalnız, güçlü, kaderine
razı, inançlı...
Belki de, benim hep yeni bir şeyin peşinde koşan, o
dönemde kaçışlar yaşayan ruh halim, Sicilya’da yaşamın durmasını ve bunun adeta bir sanat haline dönüştürülmesini, bir yere koşturmayan insanlarını, kapı
önü sohbetlerini, uzun uzun yapılan yemek sohbetlerini ve orada bir yabancı, bir misafir olmayı sevmişti.
Sicilya anlatır… Dört sene dolu dolu yaşadığım Sicilya’da, insanın tanımadığı bir yabancıya hayatını ne
kadar kolay anlatabildiğini gördüm. Herkesin anlatmak istediği bir öyküsü vardı… Tren yolculuklarında,
arkadaş toplantılarında ve belki de, sadece bir “merhaba” da sırlara, kederlere, mutluluklara ortak oldum.
Sicilya’da her şey durağandır… Öyle ki, her şey o
TSDE ki - Mayıs 2015
37
Selda Saka
MEKANLARIN RUHU
eski İtalyan filmlerinin sahnesinde kalmıştır. 1988’de
Palermo’nun Palazzo Adriana kasabasında çekilen
Sicilyalı yönetmen Giuseppe Tornatore’nin “Nuovo
Cinema Paradiso“, “Cennet Sineması“ filmi, aynı sahnesiyle orada yaşamaktadır. En son gittiğimde, bu
küçük dağ köyünde bir sinema yoktu ve aslında hiç
olmamıştı.
Sicilya inanır … İnanmak ve razı olmak bu adanın kaderini belirleyen iki önemli kelime. İnancın o gücünü her durumda, her şeye rağmen devam eden dini
festivallerde görmek mümkün. O güne özel olarak,
Kiliseden çıkan heykeller omuzlarda taşınarak bütün
kasabayı dolaşır. Dinin bu topraklardaki önemini Leonardo Sciascia şöyle dile getiriyor; “Ben Sicilyalıların,
Katoliklikten olmasa bile, dinden hiç mi hiç nasiplerini almadıklarını gözlemledim. Buna hayıflanmadım
da diyemem: Çünkü dindar topluluklar eğer dinsel
devrimler yapabiliyorlarsa, sivil devrimler de yapabilirler demektir. Dini, günü gününe, kendi kendimizle
çatışarak, hatta acıyla yaşamamız gerekir: İnsanlara
bir kez açıklanıp bağışlanmış bir gerçeğe yalnızca
alışılagelmiş töreler aracılığıyla inanıp, edilgenlikle
benimsemek değildir din.”
“casomai ci sentiamo” yani “olmazsa
araşırız”, buluşmalarda ne verilmiş
bir söz ne de kesin bir saat vardır...
TSDE ki - Mayıs 2015
38
MEKANLARIN RUHU
Sicilya’da yaşam esnektir… Sicilya’nın kendi dilinde gelecek yoktur. Sıklıkla geçmiş zaman kullanılır anlatımlarda. Sicilyalı yaşamı yavaşlatmıştır ve
hiçbir şey için söz verilmez, zaman kavramı farklıdır. Randevular, öğleden sonra, öğleden önce,
akşama doğru gibi alınırken, sanırım bu “zamansızlık“ kavramı, insanların sıcak hava koşullarında
daha rahat olması nedeniyle “casomai ci sentiamo yani “ olmazsa araşırız “ gibi bir söz yerleşmiştir. Casomai, insana nasıl bir rahatlık verir, ne bir
söz, ne kesin bir saat var.
Sicilya bir kültür zenginliğidir… Sicilya’da geçmişten gelen acı öylesine derindir ki… Yıllarca
bir yere ait olamama duygusunu yaşamıştır bu
adanın insanları. Yunanlılar, Araplar, İspanyollar,
Normanlarla geçen bir tarih. Her kültürün bıraktığı başka bir zenginlik. Bir Yunan kasabasında otururken Araplardan kalma granitayı yudumlamak,
iki adım ötede İspanyol mimarisini hissetmek
gibi. Caltagirone, Marsala gibi birçok yerin de ismi
Arapçadan gelir. Kültürler öylesine birbirine karışmıştır ki… İstilalar bugün başka bir açıyla baktığı-
mızda adaya farklı bir zenginlik getirmiştir. Her kent
farklı dokusuyla, mimarisiyle başka bir kültürün izini
taşır. Belki de istilaların acısını zenginliğe dönüştürerek bakabilmenin bir yolu da bu.
Sicilyalı terk edemez… İşte belki de bu istilalar sonucu, bir Sicilyalı kolay kolay bırakamaz adasını. Kaybetme korkusu ağır basar. Belki de, inanılmaz bir sevgi tutar bu adanın insanlarını, bu sevginin nedenini
de en güzel adanın yaşlıları anlatır. “Güneş, toprak
ve deniz var… Daha ne istiyorsun ki…” Oysa gençlik
hep gitmek ister, içindeki isyan kasabanın sessiz çığlığına yenik düşer bazen. Bir arkadaşımın söylediğini
anımsıyorum; “ 18 yaşında gidebilirsen gidersin, yoksa kalmaya mahkûmsun bu adada…”
Sicilya’da güneş yakar… Evet, gerçekten güneş tüm
yakıcılığıyla, deniz tüm mavisiyle ve toprak tüm bereketiyle hâkimdir adaya. Ve Sicilya’nın iklimini en
güzel– Giuseppe Tomasi Di Lampedusa’nın Leopar’ının şu satırları anlatır; ” Ya yılın altı ayı ısının kırk dereceye vardığı iklimimize ne demeli? Sayın teker teker,
Chevalley, sayın; Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos,
TSDE ki - Mayıs 2015
39
MEKANLARIN RUHU
Sicilyalı kadının rengi
siyahtır… Yasını on yıl
boyunca siyah giyerek tutar.
Eylül, Ekim; altı kere otuz gün tepemizde cayır cayır
bir güneş vardır; Rusya’nın kışı kadar uzun ve kasvetli
bu yazla, elimizden bir şey gelmeden boğuşur dururuz. Siz bilmezsiniz, bizim buralara, İncil’deki o lanetli
kentlere olduğu gibi ateş yağar; o aylar süresinde bir
Sicilyalı fazla çalışacak olursa, üç kişilik enerji harcar.”
Sicilya göç yaşamıştır… Gitmek ve kalmak arasındaki
bu ikilem yıllardır Sicilya’nın yazgısı olmuş ve zorunlu gidişler yaşamıştır Sicilya. Ekonomik kriz sebebiyle
1860’lardan sonra Amerika’ya, Arjantin’e ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da daha çok Almanya’ya giden
Sicilyalılar, bir daha geri dönmedikleri toprakları için
hep bir özlem hissetmişlerdir.
Antonio Vacirca
Sicilyalı “İtalyan” değildir… İstilalar ve göçler sonucu,
sıla özlemi ve hep kaybetme korkusu yaşayan Sicilyalılar, bugün öylesine bir sahiplenir ki, arkadaşlığı,
aileyi, kenti ve en önemlisi “Sicilyalı” olmayı. “ İtalyanım” değil, “ Sicilyalıyım” der bir Sicilyalı.
Sicilyalı övünmeyi sever… Ve Sicilyalı olmakla övünürken, bir Sicilyalı’nın en çok övündüğü şey de,
annesinin yemeğidir. Konu, İtalyan mutfağının geleneksel patlıcan yemeği parmigiana olunca, söz birliği
etmişçesine, “benim annemin yaptığı parmigianayı
kimse yapamaz” denir. Sadece yemekler mi, yaşadıkları yer de ayrı bir övgü konusudur. Her Sicilyalı kendi
yöresi, kendi kentiyle gurur duyar. Palermo’dan biri
mi, dilinden hiç düşmez, “Sana Palermo’yu, bir de
ben gezdireyim de farkı anla“
Sicilyalı kadının rengi siyahtır… Yasını on sene siyah
giyerek tutar. Sicilya’da ölümler duvarlara asılan ilanlarla paylaşılır. Kasaba duvarlarının birçok yeri ölüm
ilanlarıyla doludur. Yas tutan bir evin kapısına da
bunu duyuran bir yazı konur. Sicilya’da kadın güçlüdür… Sicilya’da kaderine boyun eğen birçok kadının
yanında içindeki devrimci ruhu ortaya çıkaran, razı
olmayan yüzlerce kadın öyküsü de Sicilya’ya anlam
katar. Tıpkı mafyanın en acımasız olduğu dönemde
gazetecilik yapan fotoğraf sanatçısı Letizia Battaglia,yaşamı Amerikalı bir yazar tarafından kaleme alınan
kilise yetimhanesinde öğrendiği badem kurabiyelerini yaparak yaşama atılan ve bugün Erice’de kendi
adıyla açtığı pastanesiyle adını dünyaya duyuran
Maria Grammatico gibi.
Sicilya’nın ezgisi emeği anlatır… Bazı yörelerin müziğini, edebiyatını da acı yoğurur. Satırlara, ezgilere acı
karışır. Sicilya’da da acı, çekilen sıkıntı müzikle aktarıl-
TSDE ki - Mayıs 2015
40
MEKANLARIN RUHU
“Önceleri bir yerin “baba”sının kim
olduğu bilinirdi. Herkes onu tanırdı.
Ve bu mafya babası barış elçisi ve
uzlaştırıcı kişi olarak kabul edilirdi.
Yeni mafya ise tam tersine, sadece
ve sadece bir suç örgütü. Yeni mafya
adamları sadece öldürüyor ve tek
amaçları para.“
Leonardo Sciascia
mış... Ezgiler, Tanrıdan balık isteyen ton balığı avcılarına, su isteyen tarım işçilerine, özlem çeken maden
işçilerine eşlik etmiş… Müzikle kederler azalmış, müzik dertlere derman olmuştur.
Sicilya’nın travması Mafya’dır... Ve bu adanın en
önemli ve acı gerçeği de Mafya. İstilalar ve devletin olmadığı yerde mafyanın doğmasıyla, Sicilya
yıllardır mafyaya karşı bir mücadele vermiştir. Mafya gerçeği, ardında bıraktığı travmalar da kuşkusuz
nesiller boyu sürecek. Ben bu topraklarda mafyadan
yakınını kaybeden çok insanla ve Mafya’nın Sicilya’nın kasabalarına sıkışmış öyküleriyle tanıştım. Bu
sadece bizim bildiğimiz “Godfathers” filmi değildi.
Öyküleri acı doluydu. Ama onlar, bu öyküden yaşama mücadele ederek tutunmuşlardı, onlar bu topraklarda, susmanın ölenleri bir kez daha öldüreceğine inanmışlardı. Unutamadığım isimler arasında,
kendi halinde bir eczacı iken, savcı olan kardeşinin
öldürülmesiyle, kendini meydanlarda bulan ve tüm
gücüyle mafyaya karşı mücadele eden Savcı Paolo
Borsellino’nun kardeşi Rita Borsellino ve 30 yaşında
Sicilya’nın travması Mafya’dır.
Ve bu adanın en önemli ve acı
gerçeği de Mafya...
TSDE ki - Mayıs 2015
41
MEKANLARIN RUHU
mafyanın öldürdüğü oğlu Peppino Impastato’nun
acısını yüreğinde hissederek, ölene kadar sadece
adalet isteyen Felicia Impastato. Bir mafya babasının kızı olarak itirafta bulunan ve kendisini koruyan
savcı Paolo Borsellino’nun öldürülmesinden bir hafta sonra, arkasında bir mektup bırakarak 18 yaşında
intihar eden Rita Atria.
Ve edebiyat da bu acıyı anlatır. Sicilyalı yazarların
hepsi Sicilya’nın farklı bir gerçeğine yazarak dokunmuştur. Leonardo Sciascia, hemen hemen tüm
eserlerinde, mafyayı anlatırken, küçük kasaba entrikalarına değinir. Pirandello ise eserlerinde, birey ve
toplum, iç dünya ve dış dünya, biri ve öteki gibi ikilikleri ironi yaparak anlatır. Türkçeye “Dışlanmış Kadın”
olarak çevrilen “Esclusa” adlı romanında toplumsal
baskı, yalan, ikiyüzlülük arasında kalmış bir kadının
yaşadığı çaresizliği, hapsolmuşluğu ele alır.
Kuzeye giden bir yazar olan Vittorini ise, Sicilyalılara
farklı bir bakış acısıyla ulaşır. Onun Milano’dan Sicilya’ya yaptığı tren yolculuğunu anlatan “Sicilya Konuşmaları” adlı kitabında, Koca Lombardialı karakteri şu satırlarla anlatır Sicilyalıları, “Biz Sicilyalılar içi
hüzün dolu insanlarız. Her zaman başka bir şey için
umutlanır, daha iyi bir şey için, her zaman da onu
elde edemeyecek olmaktan yakınırız… Her zaman
kalbi kırık, her zaman üzgün… Her zaman için intihar etmeyi kurarız.“
Sicilya acıyla yoğrulmuş, tarihle zenginleşmiş ve tıpkı
Pirandello’nun dediği gibi, insanlarının “ada içinde
ada yaşadığı” Akdeniz’in en büyük adası. Gerçekten
de iklimin, göçlerin, acının, istilaların bıraktığı izleri
taşır her Sicilyalı.
MİNE TÜRKİLİ
“Biz Sicilyalılar içi hüzün dolu
insanlarız. Her zaman başka bir şey
için umutlanır, daha iyi bir şey için,
her zaman da onu elde edemeyecek
olmaktan yakınırız… Her zaman
kalbi kırık, her zaman üzgün… Her
zaman için intihar etmeyi kurarız.“
Elio Vittorini , Sicilya Konuşmaları
TSDE ki - Mayıs 2015
42
Sigmund Freud
Gustav Klimt
SANAT
“Sanat’ın Tıbbı”
Aktarımsal Erotik Sanat:
Bir Şair Cemal Süreya; Bir Ressam Gustav Klimt
Sevgili ‘PETER PAN’ lar...
1900 yılında Sigmund Freud ‘Rüyaların Yorumu’nu
yayınladığı dönemde Gustav Klimt de ‘Felsefe’nin ilk
versiyonunu sergiledi. Freud ve Klimt, her ikisi de içgüdülerinin karışık dünyasındaki patlamaların sonucunu
sergilediklerinde reddedildiler ve kişisel krize girdiler.
Gustav Klimt (1862-1918), 1893’te Bakanlık tarafından Viyana Üniversitesi’ni dekore etme ile görevlendirildi. O da ‘Tıp’ı yaptı. İstenen ‘ışığın karanlığa karşı
zaferi’ni anlatan bir resim iken yapılan ‘karanlığın her
şeye karşı zaferi’ idi. Resimde figürler kümesi, yaşamın başlangıcı, olgunlaşma ve çürümeyi anlatıyor.
Sağlık tanrıçası Hygieia bile insanlara sırtını dönmüş,
tıp biliminin aydınlık simgesi olmaktan çok, bir büyücü kimliği taşıyor. Klimt, ‘tıbbın yazgının gücü karşısında çaresiz olduğuna’ inanıyordu. ‘Tıp’ adlı tablo ilk
kez 1901’de sergilenmiştir. Viyana’nın tıp alanında lider olduğu, sağlık sorunlarının önlenmesi ve tedavisi konusunda ilerlemelerin sağlandığı bir dönemde,
sanatçı tıp bilimini etkisiz ve insanoğlunu da çaresiz
olarak yansıttığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.
Bu çalışma karşısında kamuoyu derin bir endişeye,
insanlar şaşkınlığa düştü, ressam ‘pornografi’ ve ‘sap-
kın aşırılık’la suçlandı. ‘Tıp’ (1901), 1945’de ortadan
kaldırıldı. O dönemden kalan sadece resmin fotoğrafı.
Klimt, beş yaşındayken bir kız kardeşinin, daha sonra
ağabey ve babasının hayatlarını kaybetmesine tanık
olmuştur. Bir kız kardeşi ve annesinin akıl sağlıklarını
yitirmesi de onu derinden etkilemiştir kaynaklara göre.
Gustav Klimt ve Sigmund Freud aynı şehir ve kültürel
çevreyi paylaşıyordu. Viyana’da çağdaş olan Freud ve
Klimt’in alanları olan psikoloji ve resim arasında parelel-
TSDE ki - Mayıs 2015
43
SANAT
Böylece bir kere daha boynunlayız
sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya
ya da umudu kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden
bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyorsen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Cemal Süreya
lik olduğu ileri sürülmüştür. Klimt’in cinselliğin artistik
ifadesi ile Freud’un ‘libido’ teorisi ve 1905’de yayınladığı
‘Dora case (Freud’un histeri tanılı hastası)’ arasında ilişki
bulunabilir denilmektedir. Sanat tarihçileri, Klimt’in erotik düşüncelere saplantıları olduğunu ileri sürer. Klimt,
resimde klasik gerçekçi geleneği reddeden Viyana’daki
aykırı hareketinin sembolüydü ve soyut, süslü ve şehvetli kadın portreleri ile ünlü oldu. Resimlerinde kadın
figürleri ve erotizm ön plandadır. Kedileri severdi ama
kadınları daha çok severdi deniliyor. Aşk hayatı kazanovayı bile gölgede bırakacak kadar renkliydi. Cinsellik
konusundaki saplantısı resmin biçimine açıkça yansımış, onu fallik sembole dönüşmüştür.
‘...
Ama kadınlar, Tanrım,
Öyle sevdim ki onları,
Gelecek sefer
Dünyaya
Kadın olarak gelirsem,
Eşcinsel olurum’
Kadına duyulan hayranlığın Tanrıyla konuşarak anlatıldığı bu şiirde ironiyle cinsel sapkınlığın çeşitlendiği
farklı bir biçimde ele alınması söz konusu. ‘Baktım aşk
dizesi ayakta duramıyor /Kadın adına da söylenmemişse’ dizelerinde kadın bakışıyla ‘aşk’ şiirleri yazmanın,
aşk dizelerini tamamlayacağı düşüncesindedir Cemal
Süreya. Kendisiyle yapılan bir röportajda, kadın bakış
açısıyla şiirler yazmak istediğini de söylemiştir: ‘Ben eskiden şiirlerimde erkeğin kadına söylediği sözleri yazıyordum. Şimdi istiyorum ki aynı zamanda kadının da
erkeğe söyleyebileceği şeyler yazayım’.
Kadın bedeni bir coğrafyadır Cemal Süreya’nın şiirinde. Anlatıcı, kadını coğrafya üzerinde gezdirir. Buradaki coğrafya belirli bir yerle sınırlı kalmaz. Kimi zaman Akdeniz, kimi zaman Karadeniz kimi zaman da
Afrika. Yaşanılan aşk tüm dünyaya aktarılarak ‘kadın,
adeta bütün dünyaya açılmanın merkezi haline getirilir: ‘Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor/ Bütün kara parçalarında/ Afrika dahil’. ‘Sürgün’ fikrinin
insanda bıraktığı fikir de kadına yüklenmiştir.
TSDE ki - Mayıs 2015
44
SANAT
‘Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü’. Sürgünün altıncı
ayında ölür Cemal Süreya’nın annesi. Henüz yirmi
üç yaşında iken düşük yapmış, kanama durdurulamamıştır. Cemal ise yedi yaşında. Ağlamaz, sızlamaz,
acısı içine oturur. Her gün, cenazenin kaldırıldığı camiye gidip musalla taşının başında annesi için dua
eder. Annesinden tek bir fotoğraf bile kalmamış.
Belleğindeki resimse teyzesiyle karışır durur: ‘Annen
miydi? Kesik saçı ve açık ensesi miydi teyzenin?’Anıları kopuk kopuk. Kerem ile Aslı öyküsü dışındakiler
birkaç cümleyi geçmiyor.
Cemalettin zayıf, çelimsiz, hastalıklı bir çocuk. Zaman
zaman havale geçiriyor. Annesinin gözü hep üstünde. Her gün aynı sahne: Gülbeyaz eşiğe oturmuş,
elinde bir çay bardağı süt. Cemalettin, sımsıkı yummuş ağzını açmıyor. İnatçı mı inatçı. Sütü içirmenin
tek yolu var: Kerem ile Aslı... O, ezbere bildiği Kerem
ile Aslı’yı okuyacak, Cemalettin de sütü içecek.
Öyle inanıyor Gülbeyaz. Cemalettin dinler, çoğunlukla kandırır annesini, sütü içmez. Bu anı, Gülbeyaz’ın
çok yakındaki ölümü ile trajik bir boyut kazanır. ‘Bir
çocuktun sen/ Bir çocuktun sen, bir bardak duruyordu eşikte/ Dolu bir bardak duruyordu eşikte.’
Cemal Süreya’ya göre hayatını sarsan ‘on an’ dan biri.
Şairlik duygusunun ilk uyanışı olarak anımsayacak
Kerem ile Aslı hikayelerini. Ondan esinlenerek piyes
yazmayı bile deneyecek.
Tükenmez bir kaynak, sonsuz bir özlem… Üvey annelerle, yatılı okullarla, yalnızlıkla, yoksullukla geçen
çocukluğuna kök salar annesi. Anılarıyla büyür ve
her anıyı içinde büyütür. Giderek derinleşir acısı; hayatına şiirine siner. Sevdiği her kadında annesini arar.
Sevdiği her kadın öbür yarısıyla annesi olur. Bu arayış, ‘Beni Öp Sonra Doğur’ da doruğa ulaşır: ‘Annem
çok küçükken öldü / Beni öp, sonra doğur beni.’
Yusuf Alper, ‘Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve
Şiiri- Annem Çok Küçükken Öldü’ adlı kitabında şairin küçük yaşta annesini kaybetmesini onun için
en önemli yaşam olayı ve temel örselenme nedeni
olarak ileri sürer. Bu yüzden ‘Cemal Süreya’nın da
tüm yazdıklarının aslında baştan sona anne kaybına
yakılan ağıt olduğu düşünülebilir’ demektedir. ‘Şiir
Süreya’nın annesidir. Onun annesi yerine geçmiştir’
yorumunu getirir. Doyurulmamış anne sevgisi ve
ölümünden sonra içine saplanan yalnızlık duygusu
sonucu kendisine ilgi/sevgi gösteren, ‘düğmesini diken bütün kadınlarla’ evlenmesinde etkili olmuştur.
Yaratıcı kişi, kendi öz yaşamından edindiği süreçleri
belli şekillerde eserine aktarır. Hemen her sanatçının
eserinde öz yaşam vardır. Roman yazarı, romanını
yaşamından parçalarla kurguladığı gibi, yaşamının
tamamından da oluşturabilir. Ressam, bilinçaltından
gelen sembolleri renklerin büyüsüne; şair de şiirinde oluşturduğu metaforları, sembolleri üst-bilince
aktarırken farkında olmadan, eserini yaşamından
anekdotlarla örer. Bunu bazen açık bir dille bazen de
sezdirerek yapar.
Kişiliğin beş farklı dönemden geçerek geliştiğini öne
süren Psikoanalitik Kuram’ın kurucusu olan Avusturyalı nörolog Sigmund Freud’a göre sanatın ve sanatçının eserleri üzerinde en temel kaynaklardan biri de
çocuk ve çocukluktur. Bebeklik döneminde çocuğun
ilk erotik nesnesi annesidir. Anne, onu besleyen ve
aynı zamanda ona haz verendir. Çocukluk dönemi
gelindiğinde, erkek çocuk babayı kendine rakip edinerek onun yerini almaya çalışır, hatta bilinçdışı bir
biçimde onu ortadan kaldırmayı ister. Freud’a göre
erkek çocuğun anneye olan erotik saplantısının bas-
TSDE ki - Mayıs 2015
45
SANAT
tırılması, çocuğun içindeki dişil eğilimleri ve babaya
duyulan nefreti artırırken, sonraki yaşamında kadınlarla kimi zaman ilişki kurma bozukluklarına ve hatta
eşcinsel tercihlere yol açar.
ortamını yok eder: ‘Kişi sevinçlere teşne olmak için yaşama kadrosunu daraltmalı mı? Galiba öyle. Ya da ben
öyleyim. Hep bir arkadaşım olmuştur, bir dostum, bir
sevgilim olmuştur. Bir pantolonum, bir ceketim.’
Anne yoksunluğu nedeni ile ödipal (ödipal dönem;
çocuk 2,5-3 yaşlarına geldiğinde ortaya çıkan cinsel
kimlik dönemi) duyguların ön plana geçmiş olabileceğine değinen Alper, Süreya’da oidipus kompleksinin olup olmadığı, babasının ölümünden dört
yıl önce yazmış olduğu ‘Sizin Hiç Babanız Öldü mü’
şiirinin klasik Freudyen bakışla açıklanıp açıklanamayacağı üzerinde durur.
Bir şeyler üretme telaşı içinde olan bazı insanlar belki de
farkına varmadan yalnızlığı seçer. Freud bir konferansında ‘Sanatçı yapısı bakımından içedönüktür; nevroza
(davranış bozukluğu) uzak sayılmaz. Güçlü içgüdüsel
gereksinimlerin baskısı altındadır. Onur, güç, servet, ün
ve kadınların sevgisini kazanmak ister; ama bu doyum
kaynaklarını elde etme olanağından yoksundur. Sonuçta doyumsuz başka herkes gibi, gerçekliğe sırt çevirerek tüm ilgisini ve libidosunu, nevroza yönelebilecek
olan kendi fantazi yaşamının dileklerini gerçekleştirmeye aktarır, demektedir. Ancak, Freud’un bu görüşü bütün sanatçı ve sanat eserlerine uygulanamayacağından
oldukça fazla eleştirilmektedir.
Gustav Klimt’in eve bağlı bir kişiliği vardı ve sosyal ilişkileri azdı. Gece hayatından uzak durur, diğer sanatçılarla nadiren görüşürdü. Kendisini sanatına ve ailesine adamıştı. Seksüel açıdan oldukça aktif olmasına
rağmen ilişkilerini ayrı tutar, skandaldan kaçınırdı.
Cemal Süreya salondaki yemek masasının bir ucunu çalışma yeri olarak kullanırdı. Konuktan hoşlanmamasının
bir nedeni de bu. Masanın düzeni bozulacak. Kimseyle
içli dışlı olunsun istemezdi. Bu tür ahbaplıklar, çalışma
Kucaklaşan kadın resimleri yapıyor Gustav Klimt,
‘Kadın olarak gelirsem/ Eşcinsel olurum’ diyor Cemal
Süreya. ‘Tuhaf gelecek belki, ben birkaç kez evlendim; bir sürü serüvenim oldu; ama kendimi feministlerden yana hissediyorum.’ Şair buradan kendine yol
TSDE ki - Mayıs 2015
46
SANAT
açarak sosyal konumları irdeler ve bir aydın tavrıyla
toplumu ve sistemi eleştirerek şiirini pratiğe taşır. Çekirdekten, toplumun bütün dinamiklerine giden yolda Cemal Süreya, ekonomik alt ve üst yapıyı sürekli
gözeterek kadın-erkek eşitliğini ilişkilerin doğasında
aramıştır. Çağdaşlığa giden yolun önce bireyin bireyle olan ilişkisinin özgürleşmesiyle mümkün olabileceğini düşünmüştür. ‘Kanto’da çağını betimleyerek
anlatır sevgilisine kendini. Açlığı, yoksulluğu, zulmü,
kötülükleri... Kısacası toplum sorunlarını birkaç dizede özetlemeye çalışır: ‘Ben nereye gittimse bütün
zulumlardı/ Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm/
Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu/ Namussuz
bir çağ bu biliyorsun.’ ‘İngiliz’de vurguladığı ‘zulüm’
sözcüğü, toplumsal gidişi öne çıkarmak için özellikle seçilmiştir: ‘Çünkü ne zaman ağzından öpecek olsam/ Hele bu onun kendi ağzıysa/ Kocaman bir gül
yer alıyor arkamızda/ Zulma karşı.’‘Süveyş’ şiirinde tarihsel bir duruma, ‘Süveyş Kanalı’ aracılığı ile gönderme yapar. Burada anlatıcı hazcı yaklaşımını sosyal-tarihsel olaylarla birleştirir: ‘Biz seviştik Süveyş kanalı
kapanmıştı/ Ellerimizin balıkları bütün kanallarda.’
Cemal Süreya, altı (biri ile iki kez) kez evlenmiş, ilk evliliğinden boşanması 7 yıl sürmüş. Gustav Klimt hiç
evlenmemiş, ancak en az 3 gayrimeşru çocuğu olduğu bildiriliyor. Ölümünden sonra 14 kadın mirasından pay almak için babalık davası açmış, dördü başarılı olmuş. Klimt’in klasik anlamda evlenmek ve baba
olmak gibi kaygıları yoktu. Annesi ve ablalarıyla ilişkilerinin oldukça karmaşık olduğu biliniyor. Aradaki
bağın kopmasını veya zarar görmesini istemediğini,
bu yüzden de başka bir kadınla güçlü bir bağ kurmak
için çaba harcamaya gerek duymadığı ileri sürülüyor.
Annesiyle ve ablalarıyla yaşadığı sürece güvendeydi
çıkarımı da yapılabilir deniliyor. Narsistik ve borderline (sınırda) kişilik bozukluğu olanlar ikili ilişkilerdeki
tüm enerjilerini kendi patolojik psikolojik ihtiyaçlarının giderilmesi için harcarlar. Öte yandan, borderline
kişiler birinden ötekine sürekli dolaşıp dururlar ve
asla gerçek bir aşk ilişkisine giremezler.
Gustav Klimt’in ‘The Kiss’ (öpücük) isimli ünlü eseri
için eleştirmenler, ressamın bizimle adeta oyun oynadığını, o gösterişli kostümlerin altında neler olup
bittiğini gözümüzün önüne getirmeye zorladığını
ileri sürüyor. Yani ressam pornografik bir üslup olmadan da erotizmi izleyicinin yorumu ile türlü hallerde
sergiler. Cinselliği, edebiyatın ayrılmaz bir parçası
olarak görür Cemal Süreya. Bir söyleşisinde: ‘Toplumumuzda cinsel güdü baskılardan ötürü, çok büyük
ve karmaşıktır. Bu bakımdan aşkın cinsel yanının şiire yansımaması düşünülemez. Cinselliği bütünüyle
TSDE ki - Mayıs 2015
47
SANAT
bir yana atan edebiyatın gerçekçi olamayacağı kanısındayım’ diyerek şiirini toplumsalla erotik olanın
arasında bir yere koymaya çalışır. Bir başka yazısında
da aşk ve cinselliği insanlığın gelişim seyri içinde temel öğe olarak görür: ‘Hayatımda da yazdıklarımda
da cinsel duygu ağır basar. Bunun böyle olmasını
istediğim için değil. Zaten öyle olduğu için. İnsan
hayatının binlerce yıllık serüveninde iki temel öğe
olmuştur: Açlık ve aşk. Kenarda bir konu değil aşk ya
da cinsellik...’ İroniyi şiirlerinde ince bir duyarlık alanı
olarak kullanan Cemal Süreya, bu ironik üslupla şiirini pornografiden uzaklaştırmıştır.
Klimt ‘öpücük’ resmini yaptığında 45 yaşındaydı ve
Viyana’nın en tanınmış ressamıydı. Ancak hala baba
evinde her kaprisine boyun eğen annesi ve hiç evlenmemiş iki ablası ile yaşıyordu. Sıradan bir hayatı vardı,
akşam yemeğini evde yer, erkenden yatardı deniliyor
onun için. Oysa o saygın görüntünün altında doymak
bilmez bir erkek vardı. En büyük takıntısı kadınlardı.
‘Öpücüğün’ yüzyılın sonunda Viyana’da hayata geçmiş olması şaşırtıcı değil. Viyana o dönemde zengin,
kozmopolit bir şehirdi. Büyük Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nun başkenti olan Viyana sanatın her
dalında gelişmeye ev sahipliği yapıyordu. Sanatçılar
için bir fanus gibiydi. Ayrıca toplumda sınıflar arası
farklar dikkat çekiciydi. Cinsiyetler arası çifte standart
vardı. Cinsellik çok revaçtaydı. Viyanalı’lar başka bir
şey okumuyor veya konuşmuyordu. Viyana 19. yüzyılın son dönemlerinde cinsellik konusundaki araştırılmaların merkezi haline geldi. Sadece Freud değil
çağdaşı birçok bilim adamı vardı. Cinsellikle toplum
arasındaki ilişki, cinselliğin toplumu çöküşe sürüklediği gibi birçok endişe dönemin tartışmalarının merkezine oturmuştu. Sanat tarihçileri tarafından, ‘öpücük’
Viyana’nın o dönemki bir tür amblemi gibiydi, cinsellik
üzerine yapılan bütün tartışmalar, erotizm, şatavat bu
resimle bir araya gelmişti yorumu yapılıyor.
Sanat tarihçisi ve yazarı Wolfgang Fischer, Klimt’in kadınlarla arasındaki karmaşık ilişkinin hayatı boyunca
annesi ve ablalarından kaçamadığı veya uzaklaşamadığı gerçeğinden kaynaklandığını, bunun da kişiliğinde bir tür ‘Peter Pan etkisi’ (hiç büyümeyen erkekler)
yaratarak hayatı boyunca küçük bir çocuk, küçük Gustav kalma arzusuna neden olduğunu ileri sürmüştür.
Annesini küçük yaşta kaybeden ve iki kız kardeşi
olan Cemal Süreya, yatılı okula gidip kendini kurtarır
ancak aklı hep onlarda kalır. Kardeşlerinden birinin
okuması için yanlarında kalmasını istediğinde ilk eşi
ile sorunlar yaşar. Eşinden ayrıldığı bir dönemde de
bir süre kız kardeşi ile aynı evi paylaşır.
Klimt, erotik yanı çok güçlü bir erkekti. Onu kucaklaşma konusuna çeken de bu yanıydı. Kadınlarla
birlikte olmayı seviyordu, öte yandan onlarla fazla
yakınlaşmaktan da ürküyordu. Bu yüzden konu olarak ‘öpücüğü’ seçmesi onun için bir sınavdı belki de
deniliyor. Resimde bir tehlike duygusu var. Klimt,
erkekle kadını bir boşluğun kıyısına yerleştirmiş. Diz
çöktükleri alanda ayaklarının altında çiçekler var, ama
onun gerisinde ne olduğunu bilmiyoruz. Belki de yuvarlanacak ve öbür dünyaya göçüp gidecekler. Belki
de Klimt ‘öpücük’le bizi aşkın kırılganlığı konusunda
uyarıyor. Burada Cemal Süreya’nın ‘Uçurumda Açan’
isimli şiiri hemen aklıma geliyor. Ancak ben bu şiiri
‘öpücüğe’ değil ‘sunflower (ayçiçeği)’ resmine daha
yakın buldum. Aslında her iki resmi birlikte düşünmek istiyorum. Şair çiçek ve kokusu ile, ressam çiçeği
çizerek kadını tarif ediyor. Ayrıca, sanat tarihi yorumcuları ressamın ‘ayçiçeği’ resminin aslında ‘öpücüğün’
bir benzeri olduğunu ileri sürmektedir. Ya da burada
Klimt’in çapkınlığının ipuçları var. Resimde kadının
pek de istekli olmadığını ileri süren bazı yorumculara
göre ise kadının istediği zaman erkeğin hâkimiyetine
inatla direndiğinin gösterildiği belirtiliyor.
Klimt yavaş çalışıyordu deniliyor. Daha ağır ve sıkıntılı
olan boyama aşamasına 5-10 dk ara verip modellerden birinin eskizini çizerdi. Az yazdığı için eleştirilir
Cemal Süreya, hatta tembel şair olduğu bile öne sürülür. ‘Az yazıyorum, evet. Her kitabımın yayın tarihi
arasında ortalama 7.5 yıl ara var. Hemen her saat şiir
düşündüğüm, şiirle iç içe yaşadığım halde, herkesten az yazmışım. Kısacası, bugüne dek bizden bu kadar çıktı’ diyor Cemal Süreya. Bu iki sanatçının benzer
denilebilecek bu özellikleri belki de obsesif karakterde olmalarıyla ilişkilendirilebilir (Obsesif Kompulsif
Bozukluğu- Saplantı-Zorlantı Bozukluğu: obsesyon
adı verilen takıntılı düşünce, fikir ve dürtüler ile kompulsiyon adı verilen yineleyici davranışlar ve zihinsel
eylemlerden oluşan bir ruhsal klinik tablo).
TSDE ki - Mayıs 2015
48
SANAT
‘..Ne olur ağzından başlayarak soyunmaya/ Bir kez
daha sür hayvanlarını üstüme üstüme/ Çık gel bir kez
daha yıkıntılardan/ Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat.’ İnsanlık tarihi boyunca üzerinde en çok düşünülmüş, konuşulmuş, yazılmış konuların başında
aşk gelir. Erotizmin aşktan farklı olduğu, aşkın erotizmi de kapsayan çok daha geniş ve aşkın bir tinsel durum olduğu söylenebilir. Aşkın biyolojisiyle ilgili olarak yapılan çalışmalarda normal deneklerde serum
serotonin düzeyi normal sınırlardayken aşık olanlarda Obsesif Kompulsif Bozukluğu (Saplantı-Zorlantı
Bozukluğu) olan hastalarınkine benzer şekilde %40
dolayında düşük bulunmuştur. Bir grup çalışmacı,
‘İnsanların aşık olduğu zaman aklını yitirdiği söylenirdi. Bu tespit galiba doğru,’ açıklamasını yapmıştır.
Daha önce depresyon benzeri ya da eşdeğeri gibi algılanan aşkın şimdilerde Obsesif Kompulsif Bozukluğu ya da benzeri sayılması ilginç bir durumdur.
Psikanalizin kadına ve aşka bakışının altında temel
olarak çocuk cinselliğinin masum aşkı olan ödipal
sevgi yatar. Bu anlayışa göre her erkek çocuk annesine, her kız çocuk da babasına cinsel bir ilgi duyar.
Bu olağan koşullarda 5-6 yaş dolayında çözümlenir
ve ebeveynlere duyulan yasak duygular bilinç dışına bastırılır. Bu bazı özel durumlarda sekteye uğradığında bu olağan süreç yaşanamaz ve çocuğun
bir delikanlı-erişkin olarak cinsel kimliği olağan gelişemez. İlk aşkın anne ya da baba olması insanları
yaşam boyu bir anne ya da baba benzeri; eşdeğeri
arayışına iter. Ödipal öncesi oral-anal dönemlerde
ağır travmalar yaşamış çocukların erişkinliklerinde o
dönemlere ilişkin patolojiler yaşayacakları bilinmektedir. Freudcu psikanalizin bu konudaki görüşü çocukluk cinselliğinin çekirdek kompleksi olan odipus
kompleksinde yüzeyel olarak hiçbir cinsel bağlılık
tam olarak çekici değildir; daha derin düzeyde, her
cinsel bağlılığın inhibe edilmesi gerekir, çünkü her eş
anneyi temsil etmektedir.
‘Üvercinka’da ‘Böylece bir kere daha boynunlayız
sayılı yerlerinden’, ‘Birden nasıl oluyor sen yüreğimi
elliyorsun’ dizeleriyle bedenle ruh; ‘Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma’ dizesiyle sosyal kadın; ‘Gününü kazanıp kurtardı diye güzel’ dizesiyle
de emekçi kadın ön plana çıkarılmıştır. Bu birbirini
tamamlayan niteliklerin tek bir kadın tipinde ele alınarak idealize edilmesinin nedeni şairin ‘mükemmel
kadın’a ulaşmak istemesidir.
Aşktın sen, kokundan bildim seni
Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin
Elinde tuhaf bir çanta, saçında soku
Divan, Nazım Hikmet, İkinci Yeni
Kaç gündür adını düşünüyorum
Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum
Cemal Süreya
TSDE ki - Mayıs 2015
49
SANAT
Hadi sevgilim
Bir yudum süt koy yuvaya
Ve içiçe iki hilal
Sımsıcak, çok yakın, kirli
Unutma ki
İnsanlarımız gibi aşkımız da
Kazılarda bulacak kendi güneşini
Vakit ilerliyor Anadolu güneşi
Peleponez güneşi olacak az sonra
Boşa dönen bir çıkrık uzakta
Avucumda Belkıs’ın delik incisi
Cemal Süreya
Gustav Klimt, kadının dış güzelliğinin erotizme ulaşan estetik anlatımın yanında, kadının üstünlüğünü,
üretkenliğini, gücünü de ortaya koyar. ‘Oidipus tarzı’
ayaklanma, güçlü ve rahatsız edici kadın figürleriyle
yönetilen bir dünyada gerçekleştirilir. Bu dönemde
karşı çıkılan yalnızca sanata konu olan kadının müstehcen çıplaklığı değil, gözler önüne serilen gücü de
rahatsız edicidir. İşte bu güçlü duruş yönetenin kadınla temsil edilişi geleneği altüst etmiştir. Klimt’in
‘Palas Athena’ tablosu, yapıtları arasında ilk ‘üstün
kadın’ örneğidir. ‘Umut I’ çalışmasında toplumun tabularına karşı çıkarak hamilelik konusunu ele alır.
Klimt için kadının yalnızca şehvetin simgesi değil,
aynı zamanda yaşam taşıyıcısı da olduğunu göstermektedir. Dönemin kadına algısını baştan sona altüst ederek resimleriyle karşı cinsi özgürleştirici bir
güç olarak sunmayı denemiştir.
Freud ve onu izleyen bazı yazarlar, sanatsal yaratıyı
gerçek, olgun cinsellik yaşayamamayla, ilişkilendirmektedirler. Onlara göre sanatçılar genital dönem
öncesi oral, anal ya da fallik dönemlere saplanmışlardır ve o nedenle gerçek cinselliği diğer insanlar gibi
yaşayamamakta, o nedenle fantezilerle telafi etmeye
çalışmaktadırlar. Başka yazarlarsa bu düşünceye karşı çıkmaktadır. Şair-yazar, ressam vb. sanatçıların gerçekten karşı cinsle ilişkilerinin oldukça yoğun olduğu
bilinmektedir. Ancak zaman zaman çok sık eş değiştirme biçiminde işleyen ilişkilerin olduğu görülmektedir. Bunun da sanatçıların sanatlarından başka bir
nesneye yoğun bağlanamamalarıyla ilişkili olabileceği bildirilmiştir. Bazı yazarlar, sanatçılarda eşcinsellik
eğilimi bulmaya yatkındır. Ayrıca erkek sanatçılarda
kadınsı özellikler olduğu düşüncesiyle birlikte çoğu
yaratıcı kadında da erkeklerin ilgi alanına ortalamadan daha fazla ilgi duyma olduğu öne sürülmüştür.
Freud’un sanat ve yaratıcılığa ilişkin bir başka görüşü
de onun çocuktaki oyun eşdeğeri olduğu görüşüdür.
‘Çocuk oyun oynarken ne yaparsa, yaratıcı sanatçı da
aynını yapar,’ der. Fanteziyi doyumsuzluğun bir göstergesi olarak görür. Dolayısıyla sanatçıları doyumsuz kişiler olarak değerlendirip yapıtları da onların
doyumsuzluklarının bir telafisi, dilek doyurumu olarak kabul eder. Bu görüş bazı sanatçıların bazı yapıtları için kısmen kabul edilebilir bir düşünce olsa da
bütün sanatçıları ve yapıtları kapsayabilecek bir sav
olamaz.
TSDE ki - Mayıs 2015
50
SANAT
Bacaklarının dar açısında
Bir yumak
Bir kırlangıç yuvası
Bir söğüy yaprağı susuz ve erkenci
Bir mermi yatağı derin ve pusuda
Bir saat kapağı tık diye açılır
bir tünek dalgın güvercinler için
Yabancım diyorum ona
Geriye kalan tüm kelimeleri de
Kamulaştırıyorum böylece
Cemal Süreya
Hiç de ilginç değil ki, karşı karşıya kaldığımız her
duruma yorumumuz, tepkimiz ve çıkaracağımız sonuçlar sahip olduğumuz birikimler, ilgi alanımız, o
sıradaki hayata bakışımız, hayattan beklentilerimiz,
duygu durumumuz ve daha birçok bizle ilişkili ve
ilişkisiz varoluşların ve yok oluşların harmanıdır. Bir
resme baktığımızda ya da bir şiir okuduğumuzda ya
da her neyle ilgileniyorsak sahip olduklarımız ve olmadıklarımızın rengi, ahengi, düşüncesi, belki hepsinin tek bir simgesidir bizde oluşan ve aslında belki
de yalnızca o sırada.
Farklı sanat dallarında cinsellik konusunu aslında
toplumsal vurgulamalar için kullanan bu iki önemli
sanatçı arasındaki benzerlikler dikkati çekiyor.
Sonuç olarak diyebilirim ki, sanatçıların hayatlarını ve
eserlerini incelerken bir yanda yönelim ve davranışların
kökeninde patolojik süreçlerin işaretlerine dikkat çe-
kerken diğer yandan aynı patolojik süreçlerin tam bir
ironi ile alt yapıyı bilmeden yaklaşıldığında çiğ zannedilen sözlerin veya renklerin sanatçı kimliğinde bütün
o alışılmışların ve geleneklerin inadına inadına ince bir
zeka ve duyarlıkla toplumun gerçeklerine ayna tutulduğuna büyük bir hayranlıkla şahitlik ediyoruz.
Evrenle, dünyayla, insanlıkla ilgili bir sorunu, kaygısı
olmayanın sanat uğraşı neden olsun? Sanat bir bakıma var olan dünyadan daha farklı ve güzel bir dünyanın olduğunu, olabileceğini ya da olması gerektiğini
ileri sürmek için yapılır. Bu da öyle güle oynaya yapılacak bir şey değildir. Malzeme olarak da gerekirse
mevcut kişisel patolojik süreçler de sanat içinde dönüştürülebilir. Cemal Süreya’nın da dediği gibi ‘Şairin
hayatı, şiire dâhildir’…
Prof. Dr. V. DENİZ YERDELEN
Başkent Üniversitesi Nöroloji AD, Adana
Kaynaklar
1. Bitsori M, Galanakis E. Doctors versus artists: Gustav Klimt's Medicine. BMJ 2002; 325 (21-28): 1506-8.
2. Buckley PJ. Gustav Klimt, Egon Schiele, and Fin de Siècle Vienna. Images in Psychiatry. Am J Psychiatry 2012; 169:7.
3. http://en.wikipedia.org/wiki/Gustav_Klimt
4. http://www.artsmypassion.com/articles.asp?ID=295: Gustav Klimt: the Master of Elegant Eroticism
5. www.jstor.org/stable/1358469: Gustav Klimt and Emilie Flöge: An Artist and His Muse
6. Uz A. Gustav Klimt’in tuvale yansıttığı renkli ışıltılı masalsı bir dünya ve kadın imgesi. Journal of Life Sciences 2012; 1(1): 55-64.
7. Ergül MS. Cemal Süreya şiirinde bedenin yazınsallaşması. Tez. Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyat Bölümü: 2003.
8. Özmeral Ö. Cemal Süreya şiirinde kadın ve erotizm. Ozan Yayıncılık 2007.
9. Perinçek F ve Duruel N. Cemal Süreya; Şairin hayatı şiire dahil.
10. Cemal Süreya. Sevda Sözleri. YKY.
11. http://heyula.net/Haber/Oku/bir-sairin-cocuk-hali-cemal-sureyanin-siirlerinde-cocukluk-46#.VJwR0shA
12. http://yeniguneturku.blogcu.com/cemal-sureya-nin-cocukluguna-inmek/6256596
13. http://www.youtube.com/watch?v=r0TvsJi5Dg0; DERS 1862 1918 Gustav Klimt The Kiss Öpücük Avustralyalı Sembolist Ressam Erotizm
14. Alper Y. Psikanaliz ve aşk. 2003: Çizgi.
TSDE ki - Mayıs 2015
51
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
Çocuk ve Ergenlere Sistem
Dizim Terapisi ile bakış
Çocuk oyun alanına iç dünyasını yansıtırken, farkında olmadan bilinç dışı
ait olduğu aile sisteminin bilgilerini de yansıtır...
“Oyunun kendisi bir terapidir ve çocukların oyun oynayabilecek hale gelmeleri evrensel geçerliliği olan
bir psikoterapidir…“ der Winnicott.
Oyun oynamanın evrensel bir olgu ve çocuklar ile
iletişimin önemli bir yolu olduğunu söyleyen Winnicott, özellikle çocuğun dil hakimiyetinin yeterli olmadığı durumda, çocukla iletişim kurmak için oyunun önemli bir kanal olduğunu da vurguluyor. Oyun
oynamak, büyümeye ve gelişmeye katkıda bulunur.
Çocuk, oyununda hayatında yoğun olan düşünceleri sergiler. Winnicott, oyunun kendisinin bir terapi
olduğunu söyler ve çocukların oyun oynayabilecek
hale gelmelerini evrensel geçerliliği olan bir psikoterapi olarak tanımlar. Oyun oynamayı ise her zaman
yaratıcı, zaman-mekân sürekliliği içinde yer alan bir
deneyim ve temel bir yaşama biçimi olarak yorumlar.
Bu yazıda, oyunun çocuğun hayatındaki yerinin önemine daha geniş bir alandan bakarak, aile jenogramı
ve diziminde bir vaka eşliğinde bahsetmek istiyorum.
TSDE ki - Mayıs 2015
52
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
“Ruh, varlığını bilinçdışı sürdüren
kolektif vicdanı harekete geçirir”
Çocuğun yaşadığı sorunun, içinde bulunduğu aile
sistemiyle ilişkisini anlamak için, oyunlarına daha
geniş bir perspektiften bakmanın gerekliliğine de
inanıyorum. Ancak önce oyunun çocuğun hayatındaki yeri ve işlevi ile ilgili olarak farklı görüşlere yer
vermek istiyorum.
Jung, oyunu kendini gerçekleştirmenin bir yolu olarak görür ve oyunda kültür, kişilik ve kolektif bilinçdışı arasındaki bağlantıya dikkat çeker (O’Connar ve
Schaefer, 1994). Jung’a göre kişi geçmişiyle bağlantılıdır. Bu bağlantı kendi çocukluğunu, kendi türünün
geçmişini ve tüm insanlık evrimini içerir. Kolektif bilinçdışını oluşturan imgeler insana atalarından aktarılmıştır. İnsan doğarken bazı eğilimleri ve imgeleri
de birlikte getirir ve buna göre çevresini algılar ve bir
anlam atfeder. Jung, çocuğun gelişimini etkileyen
toplumsal etmenler üzerinde durmuştur. Çocuğun
yaşamının ilk yıllarında kimliğinin anne-babasının
kişiliğinin yansımasından oluştuğunu söyler. Bu nedenle çocukta görülen sorunların anne-babasının
sorunlarının bir yansıması olduğunu ve çocukların
rüyalarının kendilerinden çok anne-babaları ile ilgili
konuları içerdiğini gözlemlemiştir. (Geçtan, 1988).
Fenomenolojik yaklaşım aile sisteminin vicdanından
yani kolektif vicdandan söz eder. “Ruh, varlığını bilinçdışı sürdüren kolektif vicdanı harekete geçirir”. Şu
anda hayattaki konumumuz ve rolümüz her ne olursa olsun aile sistemimiz ile ortak bir kader paylaşırız.
Uzak veya yakın ailemizden birinin yaşadıkları iyi
veya kötü hepimizi etkiler. Bu birleştirici bir güçtür.
Hedef, öncelikli olarak sistemin hayatta kalmasını
sağlamaktır. Bu yüzden topluluk vicdanı asla sistemden birinin dışlanmasına, unutulmasına izin vermez.
Bu vicdan hem hayatta olanları hem de ölmüşleri içine alır (Zararsızoğlu, 2002).
Dünyaya gelirken sadece biyolojik kodlarla yüklü
gelmiyoruz, hepimiz kendi aile sistemimizin bilgileri
ile yüklüyüz. Bu bilgiler, kişinin sistemiyle rezonans
içinde bulunan morfo-sistemik ailesel alandan gelmektedir. Beynimizde bulunan ayna nöronlar sayesinde bu bilgiler hayata geçebilmektedir. Çocuğun iç
dünyasından sadece annesiyle değil, babasıyla, kardeşleriyle ve atalarıyla olan ilişkisi de yansımaktadır
(Zararsızoğlu, 2009). Bu bilgilerin ışığında çocuğun,
oyun alanına iç dünyasını yansıtırken aile sistemine
dair bilgileri de yansıttığını anlayabiliriz.
VAKA İNCELEMESİ
Kendi uygulamalarımda gözlemlediğim, oyunun, çocuklarla iletişim kurmanın ve onları tanımanın temel
TSDE ki - Mayıs 2015
53
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
yollarından biri olmasıdır. Oyun ortamının ise çocuğun karşısındaki kişi ile bir güven ilişkisi kurabilmesi
için gerekli bir alan yaratmasıdır. Oyun alanının sağladığı kabul ve güven ilişkisi, çocuk üzerinde başlı başına iyileştirici bir etki oluşturur. Çocuğun oyununda,
ilerleyen zaman içinde, genellikle tekrar eden temalar veya davranışlar görülür. Bunlar, bir yönüyle çocuğun taşıdığı ve göstermek istediği durumlar gibi
gelir. Bu durum, çocuk tarafından nasıl algılanıyor ve
yansıyor anlamak için, dikkatli ve geniş bir çerçeveden bakmak gerekir.
Burada sunulacak olan vaka ilkokula giden bir
çocukla ilgilidir. Danışanla ilgili bilgiler özellikle
genel bir çerçeve içinde sunulmuştur:
Aile çocuklarının bir süredir evin dışında hiç konuşmaması ile ilgili yardım almak istiyordu. Aile ile yapılan görüşmede bu durumun yaklaşık üç aydır sürdüğü ve evde de olabildiği belirtilmişti. Bunun yanında,
çocuğun öz bakım becerilerinde zorlandığı, genelde
giyinme ve yeme konusunda annesinden fazlaca
Oyun alanının çocuk ve terapist
arasında sağladığı kabul ve güven
ilişkisi, çocuk üzerinde başlı başına
iyileştirici bir etki oluşturur.
destek aldığı öğrenilmişti. Görüşmeler sırasında da
çocuğun çekingen davrandığı, konuşmaktan ve göz
kontağı kurmaktan kaçındığı görülüyordu.
Çocuğun diğer kardeşleri oldukça hareketli ve konuşkandı. Annesinin telaşlı ve sabırsız, babasının ise çok
yoğun kaygılı ve hassas bir yapıda oldukları görülüyordu. Bunun yanında evde kuralların olmadığı ve
tamamen çocuklara odaklı bir düzenin var olduğu ve
anne babanın çocuklara söz geçiremedikleri öğrenilmişti. Anne de baba da çalışan yorulan kişiler olarak
çocuklarıyla zaman geçiremediklerini paylaşmışlardı.
Yapılan görüşmelerde çocuğun öncesinde de içe
dönük bir yapısı olduğu, dışarı çıkmayı sevmediği ve
yabancılarla iletişim kurmakta hep zorlandığı anlaşılmıştı. Anaokuluna hep zorlanarak gitmiş, daha öncede var olan karın ağrısı, baş ağrısı gibi yakınmalar bu
durumdan sonra artarak devam etmişti.
Çocuk, ilerleyen görüşmelerde konuşmamaya devam etmekle birlikte oyun oynamaya devam ediyor,
bazen göz kontağı kurarak bazen mimiklerle iletişim
kuruyordu. Çocuk hiç konuşmadığı için duygu ve düşüncelerinin dile gelmesi mümkün olmuyordu. Oyun,
onunla iletişim kurmak ve iç dünyasını algılamak için
önemli bir araçtı. Oyunlarında ise genellikle büyük
ve vahşi hayvanları seçtiği ve bu hayvanlara kimsenin karşı koyamadığı görülüyordu. Oyunlarında öfke,
TSDE ki - Mayıs 2015
54
TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ
saldırganlık ve yıkıcılık dikkat çekiyordu. Bununla birlikte gözlenen, savaş teması, yavru ve ebeveynlerin
bir arada tutulma ihtiyacı, sorumluluk yüklenen küçük evcil figürler, acı çekerek ölen bir kadın ve kendi
dünyasına çekilen diğer bir figür aile sistemi içinde
yaşananların çocuğun dünyasına ve oyunlarına nasıl
yansıdığını düşündürmekteydi. Görüşmelere, çocuğun gelişim öyküsü ile birlikte aile jenogramı oluşturularak ve ailenin içinde bulunduğu sisteme dair bir
görüntü oluşması sağlanarak devam edilmişti.
Aile jenogramında, erken yaşta kayıplar, bu kayıplardan biri ile çocuğun aynı ismi taşıyor olması, büyükannelerin sistemde dışlanmış olmaları ve anne tarafındaki duygu akışında zorlanma dikkat çekiyordu.
Sonrasında, anne babanın katıldığı dizim çalışmasında terapistin algısı sistemde bir sır olduğu yönündeydi. Dizimde, danışanın bakmak istemediği
ve görmek istemediklerinin onu nasıl kilitlediği ve
hareket etmesini engellediği görülüyordu. Oluşan
resimde çocuk, ebeveynleri adına ailede yok sayılan, konuşulmayan veya görülmeyenlere yönelik bir
Bu yaklaşımda, çocuğun yaşadığı
soruna sadece onun kendi iç dünyası
ve bilinçaltının değil ailesinin
de bilinçaltı ve sorunlarının
yansıyabileceği görülür.
üstlenmişlik içindeydi. Çalışmanın içinde ilerlerken
görülmeyenlerin görünür olması ile danışandaki rahatlama hemen göze çarpmıştı.
Bu durum başta da bahsedildiği gibi kolektif aile vicdanının işleyişine örnek oluşturmuştur. Danışanın
taşıdığı öfkenin sadece kendisine ait olmadığı dizim
çalışmasında da görülmüştü. Daha öncede belirtildiği gibi oyuna yansıyan temaların sadece çocuğun iç
çatışması veya ebeveyni ile çatışması olarak görmek
kısıtlayıcı bir yaklaşım olurdu. Burada da oyuna yansıyanlar temalar ile dizimde görülenler ve çocuğun
yaşadıkları arasındaki paralellik dikkat çekiciydi.
DEĞERLENDİRME
Bu vakada oyun, danışan ile iletişim kurmak ve onun
dünyasını anlamak için güzel bir kanal olmuştur. Beraberinde anne-babanın katıldığı dizim çalışması,
çocuğun rahatlayıp yaşamına yönelmesine yol açıcı
olmuştur. Çocuk oyunun içinde terapist ile bir güven
ilişkisi kurmuş ve iç dünyasına ait temaları aktarmaya
başlamış, terapistin duygularını anlamlandırması ile
yavaş yavaş konuşmaya başlamıştır.
Dizimden sonraki takip ve yapılacak çalışmalar çocuğun gelişimi için çok önem taşımaktadır. Özellikle
aile ve çocuklar ile işbirliği sağlandığı sürece dizimin
açtığı yolda destekleyici çalışmalar ile devam etmek
faydalı olacaktır. Bu vakada, çocuk ve aile günlük
yaşama ve okul hayatına uyum sağlama ile ilgili beceri ve yöntem konusunda desteklenmiştir. Bugüne
kadar olan çalışmalardan yola çıktığımızda, sistemik yaklaşım, çocuğun yaşadığı sorunun ailesinin
görmesi gereken alanlara gönderme yaptığından
bahsederken, daha derindeki ve daha geride olanı
görmemize olanak sağlar. Bu vakada da çocuğun yaşadığı soruna sadece çocuğun kendi iç dünyası ve bilinçaltının değil ailesinin de bilinçaltı ve sorunlarının
yansıyabileceğini görmekteyiz.
Üzerinde durulması gereken diğer çok önemli bir
nokta ise, çocukla çalışırken çocuğun ailesinin de o
ilişki içinde olduğudur. Çocuk her zaman ailesi ile
birlikte ele alınmalıdır. Terapistin çocuk ile birlikte
çalışırken anne babasını da yüreğinde taşıması ve
onlarla kuracağı güven ilişkisi çocuğu da aileyi de
rahatlatan ve sürecin işlemesine yol açan en önemli
etkendir. Bu durum çocuklar ile yapılan çalışmalara
sistemik yaklaşımın önemli bir katkısıdır.
NAZAN BALOĞLU
Uzman Psikolojik Danışman
TSDE Çocuk-Ergen Terapisti
TSDE ki - Mayıs 2015
55
SİNEMA
Film Değerlendirme
ve Analiz Süreci
Senaryolar basit olay örgüleri ve
konuşma sıraları gibi görünseler de
aslında gizli bir içeriğe sahiptir ve
senaristin dış dünyayı deneyimleme
ve gözlemleme gücü ile şekillenirler.
Filmin Bileşenleri
Bir film pek çok unsurdan oluşur. Bu unsurlar tipik bir
yaratım sürecinde yaratıcının yaratılan şey üzerindeki
etkisi gibi filmin ruhsallığına, işleyişine ve aktardıklarına etki eder. Filme değen tüm unsurların ruhsallığının ve tarihinin izlerini barındırır. Filme ruh veren
unsurlar arasında finans sağlayıcısı olan stüdyo ve
yapımcıdan set ekibine kadar sayısız bileşenden bahsedilebilir. Ancak şüphesiz film üzerinde izlerini en
fazla takip edebileceğimiz bileşenler, senaryo yazarı,
yönetmen, oyuncular ve nihayet izleyici olacaktır.
Senaryo yazarı, film bir kitap uyarlaması olsun ya da
özgün bir yapım olsun fark etmeksizin etrafındaki
hikâyelerden etkilenir. Senaryolar basit olay örgüleri ve konuşma sıraları gibi görünseler de aslında
gizil bir içeriğe sahiptir ve senaristin dış dünyayı
deneyimleme ve gözlemleme gücü ile şekillenirler.
Bu sayede senarist elindeki kuru malzemeyi gerçek
hayatta bir ana dönüştürür ve izleyici için kendi öznelliğinde bir yaşanmışlığa ayna tutar. İzleyici kendi
gerçeğinin, ruhsallığının ve deneyimlerinin yansıması olan diyaloglar ve monologlarla karşılaştıkça, film
TSDE ki - Mayıs 2015
56
SİNEMA
bir aktarım nesnesine dönüşür ve psikolojik bir boyut kazanabilir. İzleyici ancak o zaman yan karakterlerden biriyle ya da kahraman ile özdeşleşebilecektir
ve film gerçeklikte bir anlam edinebilecektir.
Yönetmen, ateşin başındaki hikâye
anlatıcısı, dönüşüm ve şifanın
kapısını açan şaman gibidir.
Yönetmen filmin gözüdür, görenidir. Senaryoya yeni
anlamlar ve boyutlar katar. Bu anlam belli bir derinlikte
algı gerektirir; var oluşun, yaşamın ve ölümün algısını
gerektirir. Yönetmen filmin izleyici için anlamını bilen
kişidir. Yaratacağı duygulanımın farkında olarak hareket
eder. Bunun farkında olmayan yönetmenler anlatım
olarak kuru, izleyici için sıradan ve özdeşleşmesi, deneyimlenmesi zor yapımlar yaratırlar. Yönetmen, ateşin
başındaki hikâye anlatıcısı, dönüşüm ve şifanın kapısını
açan şaman gibidir. İzleyicinin arkaik ihtiyaçlarının farkındadır ve ona kendi hikâyesini vermeye çalışır. Bunu
yaparken kendi özüyle, arkaik tarafıyla ve hem kişisel
hem de kolektif bilinç dışı ile ilişki içinde olmalıdır.
Oyuncular filme hayat verenler ve hikâyeyi görünür kılanlardır. İzleyici oyuncular vasıtasıyla anlatılan hikâyeyi
görür ve deneyimlerler. Doğru role doğru oyuncunun
gelmesi önemlidir; karakter özellikleriyle uyuşmayan
oyuncu eşleşmeleri ve görünümler izleyici için hayal kırıklığı olarak deneyimlenir. Oyuncu yaralı şifacı gibidir;
daha önce deneyimlemediği ya da deneyimlemekten
korktuğu bir durumu aktarmakta genellikle yetersiz
kalır. Ancak kendisi de belli bir ruhsal deneyler zincirinden geçmiş oyuncular, izleyici için gerçek bir duygulanımın kapısını açar ve özdeşleşmek daha kolay olur.
Nihayet izleyici gelir. İzleyici düş görendir; yeni bir
düş görmek, filmin simgesel dilinden ve sembolik
anlatımından kendine ait bir anlam çıkaran ve bu
sayede filmi anlamı ve gerekli kılandır. Tüm filmler
izleyici ile buluşması amacıyla yapılır ve en kötü diyebileceğimiz filmlerin bile belli bir izleyici kitlesi ve
hitap ettiği özel dünyalar vardır. Her filmin anlamı
bireysel olarak izleyicisi ile filmin arasında oluşur ve
o alanda kalır. İzleyici gördüğü düşten aldığı mesajlarla kendi ruhsallığına dokunabildiği, kendi bilinçdışındaki anlamaları keşfetmeye cesaret gösterebildiği ve monomit döngüsünde kendi hikâyesinin
kahramanı olmaya kararlı olabildiği sürece filmler
anlam kazanır.
TSDE ki - Mayıs 2015
57
SİNEMA
Film Değerlendirme & Çözümleme
Film yorumlama ve değerlendirme günümüzde popüler bir uğraş ve hatta bir iş alanı haline gelmiştir.
Bu çalışmalar hem izleyiciler hem bu sektörde çalışanlar hem de insan ruhsallığına olan merakla açlık
çeken psikoterapistler tarafından oldukça rağbet
görmektedir.
Filmler simgeseldir hem açık hem
de gizli içeriği vardır, çözümlemenin
amacı gizli içeriği görünür ve her iki
tür içeriği de anlaşılır kılmaktır.
Pek çok farklı değerlendirme yöntemi vardır. Sosyal
bilimlerin çizdiği çerçevede antropoloji, sosyoloji
ve psikoloji bilimlerinin verdiği olanaklarla değerlendirmeler yapılabilir. Bir filmin senaryo bileşenleri
açısından yapısal analizi gerçekleştirilebilir. Aynı disiplin içinde farklı ekollerce değerlendirme yapılabilir; örneğin sosyolojik anlamda feminizm, kentlilik
gibi konular üzerinden, psikolojik olarak Jungyen ya
da psikanalitik olarak çözümleme yapmak mümkün
olabilir. Hangi tutumla olursa olsun film simgeseldir
ve hem açık hem de gizli içeriği vardır. Çözümlemenin amacı da gizli içeriği görünür ve her iki tür içeriği
de anlaşılır kılmaktır.
Olgu öyküsü ya da serbest çağrışımın bir formu olarak film incelemesi yapılırken yorumlayıcıların kendi
ruhsallıkları ya da zihinsel çerçeveleri ile temas etmeler kaçınılmazdır. Bu istendik bir şey olmakla beraber
filmin bağlamından uzaklaşmaya neden olabilir. Bu
tür incelemelerde bağlam sorunu önemlidir; bağlamdan bağımsız çözümleme yapmak filmin öyküsünden uzaklaşmaya neden olur ve adeta terapistin
uymayan bir yorumu/müdahaleyi danışanına zorla
kabul ettirmeye çalışmasına benzer.
Psikolojik olarak film yorumlamada yola çıkılan
yöntemler aşağıdaki gibidir:
• Birinci yaklaşımla filme/metne bir olgu öyküsü gibi
yaklaşılabilir. Bu yaklaşım bize filmin “-mış gibi” doğasının ötesine geçerek gerçek bir olay olarak ele
alma ve film karakterini gerçek karakterler gibi analiz
etme olanağı sağlar.
• İkinci yaklaşımda film filmi yorumlayanın, yönetenin ya da yazanın zihinsel yaşamıyla ilişkilendirilir.
Serbest çağrışımın bir formu olarak, bir rüya, fantezi
ya da semptom gibi ele alınabilir.
• Üçüncü yaklaşımda film kendine özgü yapısı içinde,
biçimi ve üslubu ile değerlendirilir. Buradaki zihinsel
ve ruhsal içeriklerin türevleri, işlevleri ya da işaretleri
tanımlanır ve tematik bir çözümlemeye gidilir.
• Dördüncü yaklaşım filmin izleyicide uyandırdığı
tepkiyle ve estetik etkisiyle çözümlemedir. Bu yaklaşımda aktarım-karşı aktarım ilişkisi varmış gibi değerlendirilir; film aktarımsal alanı açandır. Bu sayede
tamamlayıcı ya da uyumlu özdeşleşmeler deneyimlenebilir ve derinlikli bir okuma mümkün olabilir.
Film yorumlama çalışmalarında altta yatan kültürel
işaretçilerin ve mitolojilerin açıklanması uygun olabilir. Film bir fantezi gibi ele alındığında çocuksu arzulara, korkulara ve savunma mekanizmalarına odak-
TSDE ki - Mayıs 2015
58
SİNEMA
Psikoterapist bir filmi araç olarak
kullandığı zaman temas ettiği birey
ya da topluluğun ruhsallığına temas
edebilecek ve şamanın gücüne
ulaşabilecektir.
lanmak zenginleştirici olabilir. Süren hikâyenin yani
görünen içeriğin/hikayenin dönüşümü izlenerek,
gizli içeriğe ve hikayeye ilişkin yorumlar yapılabilir.
Son olarak Lacancı bir bakış açısıyla filmi izleyicinin
nasıl deneyimlediği üzerinden bir çözümleme çalışması yapılabilir.
Film ve Psikoterapi-stGünümüzde filmler psikoterapistler tarafından pek
çok amaçla kullanılmaktadır. Bunun nedeni filmin
yansıtıcı işlevi ve düş içeriğine benzer içeriklerinin
bulunmasıdır. Bu sayede izleyicisi ister tek bir danışanı olsun, isterse bir grup insan olsun, psikoterapist
bir filmi araç olarak kullandığı zaman temas ettiği birey ya da bireyler topluluğunun ruhsallığına temas
edebilecek ve şamanın gücüne ulaşabilecektir. Film
çözümleme çalışmaları psikoterapistler için bazen
kişisel bir merakın sonucunda ortaya çıkar. Bu merak insan doğasına ilişkin bitmek bilmez bir açlıkla
gelir ve psikoterapist etrafındaki sınırlı insan tipinin
ve ilişki türünün dışına çıkmak ister. Filmleri olgu
gibi ele alarak yeni hikâyeler, yeni grup dinamikleri,
yeni ilişki biçimleri ve hatta yeni patolojiler hakkında bilgi edinme aracı olarak ortaya çıkabilir. Bazen
psikoterapist için bir film, kendi hikâyesine açılan bir
kapı aralayıcıdır. Her filme bir fantezi olarak bakarak
kendi hikâyesinden izler aramaya, kendi yarasının
iyileştiricisi olmaya çalışır. Bu tür yönelimlerde genellikle kendine benzer hikâyeleri olduğunu düşündüğü kişilere davet çıkarır, birlikte iyileşmenin yolunu
bulmaya çalışır.
Bazı durumlarda psikoterapist için bu sadece bir
eğitim malzemesidir. Günümüzde terapi odalarında
filmlerin bu yönü sıklıkla kullanılmaktadır. Bu eğitim bazen terapistin danışanına psiko-eğitim verme
şeklidir; danışanına kendi zorluklarının keşfedebileceği, farkındalığını arttırabilecek, dönüşümünü hızlandıracak bir araç verme çabası vardır. Filmler birer
ödevdir ve aktarım alanıdır; her film ödevi sonrasında seans odası da bir tartışma ve keşif alanıdır. Filmlerin eğitim amacıyla kullanımının diğer örneği ise
meslektaşlar ve/veya meslektaş adayları ile yapılan
tartışma çalışmalarıdır. Film belli bir konuyu, belli bir
olguyu tartışmak için gerçek olmayan ve gerçeklikte
var olma ihtimali yüksek olan konuları tartışabilme,
bakış açısını geliştirebilme, öğrendiklerini/bildiklerini sınama ve yeni şeyler öğrenebilme alanı olarak
kullanılır.
TSDE ki - Mayıs 2015
59
SİNEMA
“Makinist”
El Maquinista
Trevor bize, insanoğlunun büyük acılarından
doğan savunmaların, kendine söyleyebileceği
yalanların ve gerçeğin ortaya çıkmak için her
zaman bir yol aradığı ruhsallığın oyunlarına dair
karanlık bir dünya sunar.
“Makinist” (El Maquinista), 2004 yapımı bir İspanyol filmidir. Film insanoğlunun kendi ile hesaplaşmasına dair
düşük bütçeli psikolojik bir gerilim filmidir. Başrolünü
oynayan Christian Bale, filmdeki rolü ile en iyi kült aktörler arasındaki yerini önemli ölçüde sağlama almıştır.
“Makinist” bir adamın hayatının bir yıllık bir kesitini
sunmaktadır. Filmin kahramanı olan Trevor Reznik’in
bir kazaya neden olduğu ikincil bir travmadan sonra,
kendi içsel hesaplaşmasının şiddetlenmesini anlatır. Geçirdiği bir yıl içinde sadece sosyal ve duygusal
dünyası değil, fiziksel görüntüsü ve dünyayı algılayışı
da değişen Trevor, bize insanoğlunun büyük acılarından doğan savunmaların, kendine söyleyebileceği
yalanların ve gerçeğin ortaya çıkmak için her zaman
bir yol aradığı ruhsallığın oyunlarına dair karanlık bir
dünya sunar. Filmin sonuna değin yaratılan tekinsiz
hava ve güvensizlik atmosferinin yanında, sürpriz finali ile de karanlık ve kült bir film olarak hafızamızda
yer etmesine olanak tanır.
Trevor Reznik (Christian Bale)’in dünyası karanlık bilinç dışının dünyasıdır. Tekinsizlik ve zamansızlık kol
gezmektedir ve pek çok izleyiciyi de, kendi bilinç
dışları ile temas etmeye davet eden atmosferi dolayısıyla rahatsız etmektedir. Kendi halinde yaşamını
sürdürmeye çalışan, gitgide zayıflayan, bir türlü uyuyamayan ya da uyuyup uyumadığını bile hatırlamayan bu adam izleyicisine depresif ve karamsar bir ruh
enjekte eder adeta. Oysa Trevor’ın kendine bile anlatamadığı büyük bir sırrı vardır ve bu sır onun sadece
ruhuna değil, bedenine de hükmetmektedir.
Film boyunca Trevor’ın dünyasına dahil olan insanlarla karşılaşırız; iş arkadaşları, patronu, sendika
temsilcisi, ev sahibesi, sürekli ziyaret ettiği ve adeta
Filmin kahramanı Trevor Reznik’in
dünyası karanlık bilinç dışının
dünyasıdır.
TSDE ki - Mayıs 2015
60
SİNEMA
Film boyunca izleyiciye “Bu adama
nasıl bir oyun oynanıyor?” duygusu,
filmin sonunda gerçeğin kendini
ifşa edebilmek için, bilinçdışının
nasıl bir yol izlediğini anlamamıza
yardım eder.
sevgilisi gibi algılayabileceğimiz bir fahişe, keyifle
sohbet etmekten hoşlandığı tek kişi olan garson ve
garson kadının oğlu ve en nihayetinde nereden çıktığını bilemediğimiz karanlık ve korkutucu iş arkadaşı
Ivan. Film boyunca izleyicisine yaşatılan “bu adama
nasıl bir oyun oynanıyor?” duygusu, filmin sonunda
gerçeğin kendini ifşa edebilmek için, bilinç dışının
nasıl bir yol izlediğini anlamamıza yardım eder.
manlığın hatırlatıcılarıdır. Bilinç dışı bize gerçek gibi
görünen rüyalar sunar, Trevor’ın bilinç dışı ise gerçek
olduğundan emin olduğu, uyanık olduğu zamanlara
dair temsiller olarak ortaya çıkar.
Alt benliğinin ya da “gölge”sinin temsili olan Ivan
dozu artan bir şekilde onu gerçek olduğundan emin
olduğumuz bir dünyada takip eder. Bilinç dışının
ilettiği mesajı almamak konusunda ısrar ettiğimiz
her defasında olanlar Trevor’ın başına da gelir; mesaj
kendisini zorlayarak, daha şiddetli imgeler halinde
ortaya koyar. Gitgide bulanıklaşan dünyada yol bulmak zorlaşır. Trevor'da tam böyle bir deneyimden
geçer; neyi takip etmelidir, neye inanmalıdır? Ivan ile
ilişkisi ona neyi anlatmaya çalışmaktadır? Bu adam
neden hep işlerin daha kötüye gittiği zamanlarda ortaya çıkar? Kimsenin var olduğunu onaylamadığı bu
adam aslında var mıdır?
Trevor’ın neden olduğu ilk kaza arkadaşının kolunun kopması değildir. Filmde ona eşlik eden garson
kadın, oğlu ve tabi ki Ivan, ona kayıp parçayı hatırlaması için birer olanaktır. Hepsi son derece gerçek
görünür ama aslında her biri Trevor’ın yaptığı kaza
sonucunda kendi bilincinin derinlerine gömdüğü,
hatırlamak istemediği ölümle sonuçlanan bir piş-
TSDE ki - Mayıs 2015
61
SİNEMA
Bilinç dışı bize gerçek gibi görünen
rüyalar sunar, Trevor’ın bilinç
dışı ise gerçek olduğundan emin
olduğu, uyanık olduğu zamanlara
dair temsiller olarak ortaya çıkar.
Garson Marie ve oğlu ise Trevor için bambaşka bir
olanak sunmaktadır. Bu karanlık dünyanın içinde
yine de sevgi ve şefkat gösterebileceği, ilgilenip
sohbet edebileceği bir ikildirler ama yine de o karanlık ve soluk dünyaya aittirler. Trevor onlara yakın
olmak ister ama bunu nasıl yapacağını bilemez. Kendi çocukluk anıları ve kendi deneyimlerinin yeniden
ortaya çıkışıdır bu ikili. İkili ona sosyal hayatı anımsatmaktadır ama her defasında bu ikili ile beraber
olduğunda duyduğu bir borçluluk ve suçluluk duygusu hissedilir. Özellikle Trevor küçük çocukla kaldığında, çocuğun astım krizi geçirmesi sonucunda ona
yardım edemediğinde yaşadığı çaresizlik ile baş edebilmesi Trevor için çok büyük bir yüktür. Üst benliğin
işlevi adeta bu ikili ile vücut bulur.
Sürekli ziyaret ettiği fahişe Stevie ise aslında Trevor’ın
gerçeklikle tek bağlantısıdır. Geçmişten getirdiği tek
ilişki olan ve gerçek olduğundan emin olduğu bu
tek karakter ile Trevor, yaşadığı her şeyin bir oyun
olduğuna daha çok inanır. Ancak bu oyunun dışarıdan oynandığı fikrinde yanılır; oyunu kendi kendine
oynamaktadır. Stevie onun benlik temsili olarak karşımıza çıkar; bir sohbetlerinde Trevor’a “biraz daha
zayıflarsan neredeyse yok olacaksın” derken bir gerçeğe, kendi kendini yok eden, sabote eden bir adamın gerçekliğine vurgu yapar. Bilinçdışının mesajları
sertleştikçe Trevor’un benliği ile ve dolayısıyla gerçeklik tek bağı olan Stevie ile ilişkisi de bozulur ve
her şey belirsizleşir.
Küçük çocuğun ölümüne sebebiyet vermesi ve bu
davranışının sorumluluğunu almaktan kaçıp unutmayı seçerek başlayan uykusuz geceleri, unutmaları,
dalgınlıkları Trevor’ı bu karanlık dünyanın içinde var
TSDE ki - Mayıs 2015
62
SİNEMA
olmaya iter. Daha fazla var olamayacağını anlayınca
da bilinç dışı duruma el koyar. Küçük çocuk annesi ile
yoldan karşıya geçerken ölmüştür; Trevor onları olay
yerinden kaçmadan önce görmüştür. Suçluluğunun
ağır yükü ona, onlarla bir ilişki başlatma olanağı tanımış, bu hiç bilmediği ikilinin hayatını ancak kendi hayatının hikayelerini koyarak doldurabilmiştir. Ivan ise
her an daha şiddetli bir yıkıma neden olacakmış gibi
görünüp, öyle hissettirerek Trevor’a gerçek dünyaya
uyanması için bir kapı açmaya çalışmıştır. Ivan’ın son
eylemi küçük çocuğa zarar vereceği imasını taşır; bu
da Trevor’ın kendi davranışını hatırlaması için bilinç
dışının en keskin mesajıdır, son bir çığlık gibidir ve işe
yarar. Trevor kendinden bile sakladığı sırrı ile karşılaşır.
ğından alacağı mesaj, okuyacağı hikaye de farklı
olacaktır. Ancak benim için Makinist, bir travmanın
sonunda bölünmüş benlik parçalarının bir araya
gelme çabasının hikayesidir. Trevor ise kendi mitinde kendini kurban etmeden önce bilinç dışıyla ve
gerçekle uzlaşarak, nihayet kendini gerçekliğe teslim eden, davranışının sorumluluğunu alan ve artık
kendini farklı yollarla cezalandırmaktan vazgeçen
kahramandır. İnsanoğlunun kendiyle yüzleşmesinin
ve karşılaşmasının bir sonucu olduğunu, ancak bu
sonucun gerçekten ve kendinden kaçıldığında daha
zorlayıcı durumlara neden olabileceğinin hatırlatıcısıdır. Ve “Makinist” belki de sadece bu yüzden bile
izleyicisi için zor ve katlanılması zor bir filmdir.
Trevor aslında kendine ve bize ne anlatmaya çalışmıştır? Herkesin bir filmle karşılaşması farklı olaca-
BEYHAN ÖZPAR
Psikolojik Danışman
TSDE 5. Eğitim Grubu
TSDE ki - Mayıs 2015
63
PSİKOMİTOLOJİ
Çıraklıktan ustalığa bitmeyen yolun
bahtsız kahramanı:
ikarus
Yeni yetmelik haller için ibretlik bir öykü…
Her usta, bir zamanlar bir yeni yetme idi.. Hiçbir
kimse ustaca yaptığı bir iş konusunda, en başından
beri aynı ustalık seviyesinde bulunuyor olamaz.
Yeni yetmelikten ustalığa giden yolda geçilecek
olan aşamalardan kimse uzak kalamaz. Ustalığın
bir anda değil bir süreç sonucunda elde edileceği
gerçeğini unuttuğumuz zaman, bilinçdışında bizi
bekleyen İkarus, bir kez daha hazin öyküsünü hatırlatmak amacı ile kendini gösterecektir. İkarus’un
kendini gösterme deneyimi, bize bilgimiz ile o bilgiyi uygulama arasındaki uçurumun genişliğini
hatırlatacak; bilgiyi uygulamanın bilgi toplamadan
bambaşka bir şey olduğunu önceki yeni yetmelerin
hayal kırıklığına benzer bir hayal kırıklığı eşliğinde
bir kez daha öğretecektir.
Psikomitoloji araştırmaları kapsamında mit ve masalları analiz ederken karşılaştığımız ilk gerçek, söz konusu kolektif öykülerin sadece edebi bir ürün değil,
insan ruhsallığının bilinç ile bilinçdışının etkileşiminden meydana gelmiş bir ürün olduğu gerçeğidir. Psi-
komitoloji, mitolojinin ve masalların insanın bilinçli
düzleminde hiçbir zaman tam olarak algılayamayacağı ancak bilincinin an be an etkisi altında olduğu
öteki dünyayı, yani bilinçdışı dünyayı betimlediği kabulü üzerine kuruludur. Özetle denebilir ki bir mit ya
da masal bilinçdışı dünyada tekrar ve tekrar yaşanan
ruhsal durumların betimlenmesi, öykülenmesidir.
Bireyin içinde bulunduğu bilinç seviyesine, yaşadığı deneyime ve deneyimlerine verdiği tepkilerine
İnsan ruhsallığının ve yaşamın
asıl kaynağının bulunduğu yer
olan bilinçdışı, kişisel olarak da
asıl kaynakların ve yaşadığımız
problemleri çözecek hali
bulacağımız tek kaynaktır.
TSDE ki - Mayıs 2015
64
PSİKOMİTOLOJİ
göre ruhsal durumunu betimleyen, açıklayan ve
yol gösteren bir öykü mutlaka vardır. Her birimiz Oz
Büyücüsü’ndeki Dorothy gibi yaşadığımız sorunları
çözmek konusunda etrafımızdaki kişilerin gücünün
yetmediğini gördüğümüzde, büyücünün dünyasına gitmek için bir iç istek duymuşuzdur. Büyücünün
dünyası, bireyin kendi asli benliğinin bulunduğu yer
olan bilinçdışı dünyadır. Jung’un dediği gibi insan
ruhsallığının ve yaşamın asıl kaynağının bulunduğu
yer olan bilinçdışı, kişisel olarak da asıl kaynakların
ve yaşadığımız problemleri çözecek hali bulacağımız
tek kaynaktır. Öyküler ideal bir tip olarak bilincin bu
asıl kaynak olan bilinçdışı ile nasıl bağlantı kuracağını anlatır.
Bir mit ya da masal bilinçdışı
dünyada tekrar ve tekrar
yaşanan ruhsal durumların
betimlenmesi, öykülenmesidir.
Öykülerin insana kendi ruhsallığı konusunda yol gösterebileceğini söylerken dikkat çekmek istediğim önemli
bir nokta, her öykü kişisel deneyim için “ideal tip” bir
öyküdür. Yani mit ve masallar ruhsal halleri betimlemelerine rağmen hiç bir insan bir öyküyü bire bir olarak deneyimlemez. Öykü yalnızca içe dönmek içindir,
kişi öykü aracılığı ile kendi deneyimlerine bambaşka
bir pencereden bakma fırsatı yakalar. İçe dönüldükten
sonra bireyin deneyimi, binlerce yıllık öykülerden daha
kıymetli ve o kişi için daha güçlü farkındalıklar sunan
bir öykü olur. Aslında her insan hem kendi öyküsünün
kahramanı olurken hem de o öykünün yazarı olur.
Yunan mitolojisi içinde yer alan Daidalos ve oğlu İkarus’un öyküsü bizlere bir konuda yetkinlik kazanma
süreci içinde düşebileceğimiz hataları hatırlatma
gücüne, içimizdeki usta ile çırağın ebedi döngüsüne
bakabilmeye imkan sağlamaktadır. Bu öykü ile kendi bilinçaltı dünyamızdaki hatalarımıza, sınanmamış
bilgilerimizin kapsamına, deneyimsiz sözde ustalığımız ile oluşan sıkıntılarımıza bakabiliriz. Ustasının
uyarılarına kulak asmayan her çırak yeni bir İkarus
adayıdır; gökyüzünün en yüksek noktalarından, denizin en derin noktalarına düşmenin hazin öyküsünü
yaşayacak olan.
Psikoloji literatüründe “İkarus sendromu” olarak geçen durum da adını bu öyküdeki İkarus’dan almıştır.
Genel olarak motor sporlarında kullanılan bu kavram ile, sürücü adayları hız korkularını ilk aştıklarında
gaza daha rahat basar hale gelirler. Ancak nasıl duracakları ile ilgili yeterli bilgiye sahip olmadan hızlandıkları bu sözde yetkinlik sürecinde sürücülerin en
çok ölümcül kazaları yaptığı gözlemlenmiştir. Yeteri
kadar deneyime sahip olmadan, usta duruşu sergile-
İkarus uçmak için sadece kanatların
yeterli olacağı önyargısına sahiptir,
ancak babası için uçmak adına en
son kanatlara ihtiyaç vardır.
TSDE ki - Mayıs 2015
65
PSİKOMİTOLOJİ
menin olumsuz sonucu her ne konuda olursa olsun
İkarus sendromu olarak isimlendirilmesi, öykünün
mesajına göre oldukça uygundur.
Çıraklıktan ustalığa giden bitmeyen yolda iki temel
öykü olan “Daidalos ve İkarus” ile Yunan mitolojisi
içinde geçen bir başka öykü olan “İkarios’un Ölümü”
bu süreçte defalarca yaşanma olasılığı olan iki temel
farkındalığı sunmaktadır. Bu yazıda bu iki öykünün
kısa bir çözümlemesini yapacağım. Öykülerin kaynağı olarak ünlü Mesnevihan Şefik Can’ın Klasik Yunan
Mitolojisi isimli kitabından alıntılar yaptım. Yazı içerisinde bu alıntıları italik olarak belirttim.
Labirentin sonsuz döngüleri içinde bir
özgürlük aramak, beynin kıvrımları
arasında hareket eden düşüncenin
sonsuz döngülerini simgeleyebilir.
Bir insana düşünce üstüne düşünce
ne kadar özgürlük verirse, labirentin
içinde çıkışı aramakta o kadar çıkışı
gösterecektir.
Psikoloji literatüründe İkarus
sendromu olarak geçen durum
da adını bu öyküdeki İkarus’dan
almıştır.
Yunanlılara göre Daidalos kaba şekilde taşları yontarak, yahut ağaç kütüklerini oyarak Tanrıların ilk heykellerini yapan sanatkardır. O Atina’da doğmuştu.
Çok küçük yaşta heykel yapmaya başladı. O yalnız heykel yapmıyor, başka şeylerle de uğraşıyordu. O zamana
kadar gemilerini yalnız kürek kuvveti ile yüzdüren Yunanlılara, yelken kullanmayı ve rüzgarlardan faydalanmayı öğretti. Eşsiz ve aklı herşeye eren bir sanatkar
olduğundan eski zamanlarda ünü her tarafa yayılmış,
sanatla ilgili ne yapılmışsa, ne icad edilmişse ondan bilinmiş, onun olduğu söylenmiştir.
Cetvel, vida, şakul, balta hep onun tarafından icat
edilmiştir. Hatta onun kendi kendine hareket eden,
canlı gibi görünen heykeller yaptığından da bahsederler. Görenleri şaşırtan eserler meydana koyan,
Tanrılara tahtlar yapan Daidalos’un çırakları arasında kendi kızkardeşinin oğlu olan Talos da bulunuyordu. Dayısı gibi zeki ve becerikli olan, sanatta büyük
bir kabiliyet gösteren Talos, bir gün kırda gezerken
bir yılan çenesi buldu. Onu testere gibi kullanarak
bir ağacı kesti. Bu tecrübeyi çok ilerletti. Sonunda
demir dişli testereyi icat etti. Yeğeninin sanatında
ilerlemesini, etrafa ün salmasını ustası çekemedi.
Kıskançlık kalbine kötü niyetler soktu. Bir gün dayı ile
yeğen, yalnız başlarına Akropolos’un üstünde bulunurlarken Daidalos, genç rakibinden kurtulmak için
onu aşağı fırlattı. Aşağıda yalçın kayalar üstünde,
bu değerli çırağın parçalanmış vücudunu bulunca
dayısından şüphelendiler ve onu Areopagos mahkemesine verdiler. Daidalos, yeğeninin bir tesadüf eseri
olarak, dikkatsizlikle aşağı yuvarlandığını söyleyerek kendini temize çıkarmak istedi. Tanık bulunmadığından, yargıçlar Daidalos’u sadece memleketten
uzaklaştırmakla cezalandırdılar.
Bunun üzerine bu dahi fakat haris sanatkar Girit adasına sığındı. Girit kralı Minos onu iyi karşıladı. Daidalos,
güzel eserler meydana getirmeye devam etti…
TSDE ki - Mayıs 2015
66
PSİKOMİTOLOJİ
Diadalos’un yapmış olduğu en ünlü eser Kral Minos’un hizmetinde iken Minotharus’un hapsedilmesi
için yaptığı labirenttir. Bu labirent Minos’un kral olmak adına Tanrılara verdiği bir sözü tutmamasından
dolayı başına bela olan Minos-Tharus olarak isimlendirilen boğa-insan şeklinde tasvir edilen bir canavarın hapsedilmesi için yapılmıştır. İçine giren kişinin
bir daha asla çıkışı bulamadığı bu labirentten sağ
çıkabilen tek kişi Theseus’tur. Daidalos bu başarıya
yardım ettiği gerekçesi ile Kral Minos tarafından kendi yapmış olduğu çıkışı imkansız olan labirente oğlu
İkarus ile beraber hapsedilir. Öykünün inceleyeceğimiz kısmı işte burada başlar. Ancak öyküye devam
etmeden evvel buraya kadar olan sembolleri kısaca
açıklamayı uygun buluyorum.
Bir diğer sembol, labirent ve içine hapsedilmiş olan
Minotarus’dur. Boğa başlı insan olarak tasvir edilen
bu lanet hayvan Kral Minos’un gölgesini temsil eder.
Burada gölge kavramını Jungian psikolojide geçen
kişinin kendisine olan ama görmek istemediği, kötü
olarak sınıflandırdığı kişilik özellikleri anlamında kullanıyorum.
Diadalos kelime anlamı olarak ustaca işleyen, usta
işçi anlamlarına gelir. Mitte anlatıldığı kadarı ile de
pek çok icadın sahibi olduğu, bilgiyi kullanma ve
faydalı bir araca dönüştürmede yetenekli olduğunu
görüyoruz. Daidalos ve oğlu İkarus, bir gerçeğin iki
yüzü, her baba oğul düzleminde olduğu gibi aynı
gerçekliğin farklı uçlarını temsil ederler. Daidalos içimizdeki ebedi usta iken, İkarus onun ebedi çırağıdır.
Bir işi yaparken bilincimiz Daidalos’un etkisinde olabildiği kadar İkarus’un da etkilerini taşır.
Diadalos oğlu ile beraber hapsolduğu bu labirentten
çıkmanın tek yolunun, oradan uçarak çıkmak olduğunu bildiğinden, hem oğluna hem de kendine kuş
tüylerini balmumu ile birbirlerine yapıştırarak birer çift kanat yapar. Kanat yapmak ya da labirentin
sonsuz döngüleri arasında dolaşmak, insanın kendi
iç hapislerinden çıkmasının iki yolunu simgelemektedir. Labirentin sonsuz döngüleri içinde bir özgürlük aramak, beynin kıvrımları arasında hareket eden
düşüncenin sonsuz döngülerini simgeleyebilir. Bir
Kral Minos’ta her insan gibi taşıyamadığı gerçeklerini
kendi bilinçaltına bastırmıştır. Bunun içinde öyküde
“girenin çıkamayacağı” yer olan bilinçaltını temsil
eden bir labirent yaptırmıştır. Ustamızın yaptığı bu
yapı bilinçaltının sembolüdür. Yani aslında Daidalos
bilinçaltı dünyanın mimarıdır, dolayısıyla oradan çıkışı da en iyi bilendir.
Birey ne sadece İkarus’dur ne de
sadece Daidalos’tur. Herkes İkarus
gibi hata yapan ve hatasının bedeli
ödeyen bir yana sahip olduğu gibi,
hatanın babası gibi ünlü bir usta
yanı da içinde taşımaktadır.
TSDE ki - Mayıs 2015
67
PSİKOMİTOLOJİ
insana düşünce üstüne düşünce ne kadar özgürlük
verirse, labirentin içinde çıkışı aramakta o kadar çıkışı
gösterecektir. Kanat takmak ise alışılagelmiş düşünce biçiminden zeka ile, bilinmeyenin riskini almak ile
yeni bir bilinç halinden yaşadıklarımıza bakabilmenin sembolüdür. Daidalos’un kendisine ve oğluna
yaptığı budur. Ancak yeni yetme İkarus’un bu tehlikeli yolculuğa çıkmadan evvel babasının ona uyarıları olur.
Daidalus oğlu İkarus’a der ki;
“Oğlum. Bu iğrenç yeri terk etmeden, tehlikesizce denizleri havadan geçmeden ve kendimizi emniyette bulacağımız yerlere varmadan evvel sana söyleyeceklerimi
iyi dinle. Havada uçarken şuna dikkat et; Ne çok yüksekte, ne de çok alçakta uç. Havanın ortasında uçmak
gerektir. Eğer çok yükseklere çıkarsan güneşin ateşi seni
yakar, kanatları birbirine yapıştırmak için kullandığımız balmumu erir. Eğer çok aşağıdan uçarsan denizin
rutubeti kanatlarını ıslatır ve ağırlaştırır. En iyisi sen
beni izle, uçuşunu benim uçuşuma ayarla.”
Bunları söyleyerek Daidalos, kanatlarını çırpıp havalandı. İkaros, yuvasından yeni uçan ve annesinin peşi
sıra giden bir kuş gibi onu takibe başladı. Çobanlar ve
çiftçiler, Labyrinthos’dan havalanan bu kanatlı insan-
ları seyrediyorlardı. Şaşırdılar, onları birer tanrı sandılar. Minos’un gemilerinin devriye gezdiği hududu aşınca onlar açık deniz üstüne varmışlardı.
Uçmaktan çok hoşlanan İkarus, babasının öğüdünü
unutarak kanatlarını hızla çırptı. Yükseldi, yükseldi,
yıldızların dolaştıkları bölgelere vardı. O artık babasını
kaybetmiş bulunuyordu. Fakat güneşe fazla yaklaştığı
için kanatları birbirine yapıştırmış olan balmumu eridi.
Ve kanatlar çözüldüler, birbiri arkasından havaya dağıldılar ve döne döne denize, köpüklü dalgaların üzerine kondular.
İkaros, boş yere kanatsız kollarını havada çırpıyor, sallıyordu. Fakat ağır vücudu boşlukta baş döndürücü bir
hızla aşağı doğru düşüyordu. O dalgaların arasına düştü ve denizin derinliklerine dalarak boğuldu. O günden
sonra bu denize İkaros denizi dendi.
Öykünün sembolleştirdiği bilinç haline geri döndüğümüzde, Daidalos ve İkarus’un aynı gerçeğin iki
yüzü olduğunu tekrar hatırlamaya ihtiyacımız vardır.
Bisiklete binmek gibi çocuksu bir oyundan tutunda
cerrahi bir müdahaleye kadar her öğrenim sürecinde
bu baba oğulun hikayesini irili ufaklı bir biçimde defalarca deneyimleriz.
Yandaki resimde Daidalos’un önünde pek çok alet
görünürken, İkarus’un yüz ifadesinde böyle bir ölümün haberci duruşu olan o “ben biliyorum” duruşunu
okumak, babasının tecrübesinden gelen uyarılarını
pek de kulak asmadan dinlediğini açıkça görüyoruz.
İkarus labirentin bulunduğu şehirde dünyaya gelmiş
ve labirentte büyümüştür. Dolayısıyla da dışarısı hakkında söylentiler dışında hiçbir bilgisi yoktur. Ama
babası Daidalus tüm dünyayı görmüş, yıllarını harcadığı sanatı ile tecrübelerle dolu olan bir adamdır.
İkarus için yeni olan pek çok şey onun için eskidir.
İkarus uçmak için sadece kanatların yeterli olacağı
önyargısına sahiptir, ancak babası için uçmak adına
en son kanatlara ihtiyaç vardır. Öncesinde nereye
gideceklerinin planı, onun için gerekli olan araçların
Daidalos ve oğlu İkarus, bir gerçeğin
iki yüzü, her baba oğul düzleminde
olduğu gibi aynı gerçekliğin farklı
uçlarını temsil ederler.
TSDE ki - Mayıs 2015
68
PSİKOMİTOLOJİ
Öykü yalnızca içe dönmek içindir,
kişi öykü aracılığı ile kendi
deneyimlerine bambaşka bir
pencereden bakma fırsatı yakalar.
temini ve tabi ki hangi hesabın bu işi başaracaklarını yapması, kanatlardan hem çok daha önce gelir ve
hem de çok daha fazla önemlidir. Öykü bu biçimiyle
ibretlik bir halde anlatılmaktadır. Ancak içimizdeki
çırak; öğrendiklerini tecrübesiz bir özgüvenle uygulamak isteyen yanımız, ne gereksizdir ne de böyle bir
hazin sona mahkum değildir. Kanatlar İkarus için yapılmıştır, hayatının sonuna gelmiş bu yaşlı usta, ömrünün kalanını labirentin içinde de geçirebilir. Zaten
onun orada bir hayatı vardır, eşyaları, atölyesi, cariyesi hepsi onunla beraber labirentin içinde hapsolmuştur. Orada bir geleceği olmayan oğludur.
Öyküde deneyim ihtiyacı olan İkarus, öğrenme arzumuzdur. Eğer o olmazsa, hapsolmuş ustalık kendini
kurtaracak olan çözümü bulamaz. Bir öykünün psikolojik analizi yapılırken, öyküdeki her kahramanın
bir kişi içinde yer alan farklı kişilik unsurları olduğunu
unutmamak gerekir. Birey ne sadece İkarus’dur ne de
sadece Daidalos’tur. Herkes İkarus gibi hata yapan ve
hatasının bedeli ödeyen bir yana sahip olduğu gibi,
hatanın babası gibi ünlü bir usta yanı da içinde taşımaktadır.
Çıraklıktan ustalığa giden bitmez yolculukta her kişi
deneyime İkarus olarak başlar ve Daidalos olarak devam eder. Bu öykü ile kişi kendi hatalarına yeniden
bakma fırsatı bulabilir. İster bir terapist, doktor, marangoz, anne, baba ya da bisiklete binmeyi öğrenen
bir çocuk olsun öyküyü dinlerken hissettiğimiz duyguları tekrar ve tekrar hissettiği deneyimleri hem yaşamıştır hem de yenilerini daha farklı bir versiyonda
yaşamaya da açıktır.
Her usta içinde hata yapmaya hazır bir İkarus taşıdığı gibi her çırak da deneyimlerin doğuracağı bir
Daidalus’u taşımaktadır. Yaptığımız her işe bakarken,
gözümüzün birini İkarus’a diğerini Daidalos’a ayırabilmenin dileğiyle.
HÜSEYİN ŞİMŞEK
TSDE 7. Eğitim Grubu
TSDE ki - Mayıs 2015
69
PSİKOASTROLOJİ
Astroloji ve Jung
“İyi tanımlanmış bir psikolojik duruma, uygun bir astrolojik düzenlenişin
eşlik edeceğinden emin olabilirsiniz.” C.G. JUNG
İnsan ruhunu ve bilinçaltı derinliklerini araştırmak
için astrolojinin büyük bir potansiyel olduğunu ilk
fark eden İsviçreli psikanalist Carl Jung’dur. Hayatı
boyunca yazdığı birçok yazısında astrolojiye olan
derin saygısını ifade etmiştir. Astrolojinin psikolojiye büyük katkıda bulunduğunu iddia etmiş ve
hastalarıyla analitik çalışmalarında bunu kullandığını itiraf etmiştir. Zor psikolojik tanılarda tamamen farklı bir bakış açısı yakalayabilmek amacıyla
doğum haritası çıkartmıştır. Jung: “Astrolojik veri
çoğunlukla anlayamadığım bazı belirli noktaları aydınlatmıştır.” demiştir.
Jung, astrolojinin burçlarını ve gezegenlerini kolektif bilinçdışından kaynaklanan arketipsel süreçlerin
sembolleri olarak kabul etmektedir. Kolektif bilinçdışının arketipleri, hem kişisel hem kolektif, bütün
psikolojik hayatın altında yatan ve onu harekete
geçiren evrensel düzenleyici prensiplerdir. Oysa mitoloji, arketiplerin tarihin çeşitli zaman ve yerlerdeki
kültürel tezahürlerine vurgu yapmıştır. Astroloji, arketipleri insanların temel psikolojik dürtülerini anlayabileceği bir dil olarak kullanmıştır. Jung: “Astroloji,
psikolojinin ilgilendiği kolektif bilinçdışı gibi sembolik birleşimlerden oluşmaktadır: gezegenler bilinçdışı gücün sembolleri, tanrılarıdır. Mitolojinin tanrıları,
her şeyi kalıplayan, modelleyen evrenin yaşayan
güçlerini temsil ederler. Platon’un formları gibi, bir
arketip hem subjektif hem objektiftir, insan bilincinin doğuştan gelen idealarında ve doğanın temel
TSDE ki - Mayıs 2015
70
PSİKOASTROLOJİ
Jung, astrolojinin psikolojiye büyük
katkıda bulunduğunu iddia etmiş ve
hastalarıyla analitik çalışmalarında
bunu kullandığını itiraf etmiştir.
süreçlerinde görülür; sadece insan deneyimi hakkında değil, gezegen hareketleri hakkında da bilgi verir.
Arketipin bu ikili doğası, doğum haritasının tam olarak içsel karakterle bu karakteri yansıtan dışsal olaylar arasında köprü kurmasını sağlamaktadır. Jung
“Burçlar ve psikolojik olaylar veya horoskop ve karakteristik yapı arasında çarpıcı benzerlikler vardır.”
demiştir ve şu sonuca varmıştır, arketipler şizoid’dir,
yani zihni olduğu kadar maddeyi de şekillendirirler.
Bir astrolojik düzenleniş, bireyin hem doğuştan yapısını hem de muhtemelen deneyimleyeceği dışsal
durumları açıklar. 1954’teki bir söyleşide Jung şöyle
belirtmiştir: “İyi tanımlanmış bir psikolojik duruma,
uygun bir astrolojik düzenlenişin eşlik edeceğinden
emin olabilirsiniz.”
Jung, astrolojinin gezegen hareketleri ile insan deneyimleri arasındaki bağlantıları göstermekteki eşsiz hünerinin yaşam krizlerinin zamanını tam olarak
saptama yolu olduğunu fark etmiştir: “ İyi tanımlanmış psikolojik bir aşamanın veya benzer bir olayın
bir transit tarafından desteklendiğini, birçok olayda
gözlemledim.”
Gezegenlerin birer arketip olduğu açıklamalarına ek
olarak, zamandaşlık teorisi astrolojik tesadüfleri açıklar. Jung’un iki tip tavır tanımı vardır: dışa dönük ve
içe dönük. Bu bölünüm astrologlar tarafından zodyağın çift kutuplu bölünmesinin işaretleridir: pozitif
/eril (maskülen) (dışadönük) ve negatif/dişil (feminen) (içe dönük) burçlar. Aynı şekilde bahsettiği dört
fonksiyon tipi de –içe doğma (sezme), duyumsama,
düşünme ve hissetme- kabaca astrolojideki dört elementle paraleldir: ateş, toprak, hava ve su.
Bu çok aşikar benzerliklerin yanı sıra, astrologlar tarafından keşfedilmiş ve araştırılan ek bağıntılar da
vardır. Bunlar ego/Güneş, persona/yükselen, gölge/
Pluto, anima/Venüs, animus/Mars ve kolektif bilinçdışı/Neptün’dür.
DİNÇER GÜNER
TSDE 8. Eğitim Grubu
Kaynak: Barış İlhan - Astroloji Dergisi
TSDE ki - Mayıs 2015
71
TSDE DER ki
Sevgiyle Anıyoruz...
Sevgili Turgay, Nurhayat ve Haritini, şimdi veda vakti...
Veda geçmişte kalmasına izin vermek demektir. Sevdiğimiz insanlardan vedalaşmamız kolay olmaz ve zaman
alır. Veda’nın yasa ve üzüntüye ihtiyacı vardır. “Yas”, sevgili dostlarım bize verdiğiniz ve paylaşabileceğimiz her
şeyi yüreğimizde sevgi ile hatırlayacağız demektir. Yas’ımızla aslında, sevdiklerimizden alabileceğimiz tüm iyilikleri ve güzellikleri hürmet ve saygı ile kabul edip onaylayacağımızı ve tüm bunların yaşamımızda etkilerinin an’da
devam edeceğini kabul ederiz. Ancak bu şekilde biz onlardan, onlarda bizden vedalaşabilir ve geride onlardan
bize yaşama ve barışa hizmet edecek bir şey kalır. Ve yine sadece bu şekilde sevgi ile onlardan vedalaştığımızda
doygun bir yaşam sürmemiz mümkün olabilir…
Mehmet Zararsızoğlu
TSDE Başkanı
TSDE 3. EĞİTİM
GRUBU’NDAN
TURGAY SAPANLI İÇİN…
Genç bir kız vardı, maddi değerlerin çok üstüne çıkmış, hiç bir beklentisi olmayan. Bir gün hayat yolunda el ele yürüyeceği genç bir erkek çıktı karşısına,
gönülleri birleşti el ele tutuştular ve yollarına uçarak
devam ettiler. Sevgilerinin, birlikteliklerinin meyvesi
olan iki güzel insan geldi onlardan dünyaya, devam
ettiler hayat yolunda acısıyla,tatlısıyla, varlığıyla,yokluğuyla seçtikleri yolda sevgi ve ışık olmak istediler.
Ama gün geldi... O genç erkek herkesin babası, umudun ışığı olan o adam çok sevdiği eşini hayat yolunda
yalnız bıraktı ve öyle bir gün seçti ki sevgili oğlunun
doğum günü...
İnsanları seven, onlara değer veren, saygısını hiç bir
zaman kaybetmemiş özel insan... Ölümün de kendine özgü oldu.
Ve herkese bir kere daha anlattı doğumun, ölümün
bir başlangıç olduğunu...
Yolun açık ve ışık olsun Turgayım...
Eşin Sümra Sapanlı
TSDE ki - Mayıs 2015
72
TSDE DER ki
Hayatta insanlar sevdikleri ile tüm keyif aldıkları şeyleri paylaşmak ister… Bazen zaman, bazen mesafe, o
anı yakalayamayız birlikte.. Ancak fotoğraflar, anlatılan hikayeler yardım eder bizlere..
Ancak sevdiklerimiz başka bir boyuta yolculuğa çıkıp
da gittikleri zaman, aslında hep yanımızda olurlar. İşte
o zaman onların özgürlüğe kavusmasını kutlamalıyız.
Babamın gidişini duyduğum andan itibaren onu hiç
olmadıgı kadar her an yanımda hissettim.
Tıpkı son Kasım ayında bana soylediği gibi... “bu beden gitse bile aslında ben hep senin yanında olacağım” demişti… O zaman anlamamıştım. Kabullenememiştim. Redetmiştim adeta bir gün gitme
olasılığını... Artık şimdi biliyorum.
Onu uğurlarken büyük ailesi ve tüm dostları onun
için gülümsüyordu, ama gözlerde hep hüzün vardı. Bedeni son kez yaşadığı yerlerden geçerken İzmir’ de sahilde, evlerin önünden, İstanbul’da boğaz
kenarında, mezun oldugu üniversiteden büyüdüğü
evden: ben onu bisiklete binen bir çocukta, rüzgarla
oyun oynayan kuşlarda, güneşin batışında, boğazın
üzerindeki balıkçılarda, rüzgarda neşe içinde hayal
ettim. Çocukluğunu, gençliğini, anneme ve bizlere
olan sevgisini, tüm yaşamını düşündüm.. Hep gülümsedim onun icin. O böyle uğurlanmak isterdi.
Adeta bir şölen, bir düğün yaşadık.
Hayata hep farklı bir perspektiften baktı, dünya işlerine hiç prim vermedi ve IŞIĞINI dokunabildiği kadar
çok insana saçtı. Onların içindeki iyiyi tekrar bulmalarına destek oldu. Çünkü biz sadece kapıyı gösterebiliriz ve birey kendi seçimini, atlayışını yapar ve o
kapıdan geçer...
O da kendi seçimi ile bu beden kapıdan çıktı ve tüm
yaşamı boyunca özgür olan ruhu, artık şimdi tamamen özgür. Şimdi o her yerde, bisiklete binen neşeli
çocukta, rüzgarla yarışan yelkenlide ya da rüzgar
sörfünde, güneşin doğuşunda batısında, denizde...
Aynı zamanda tüm dostları ile... Artık IŞIK olarak her
an kalbimizde, yanımızda, ve her adımımızda... Bu bir
veda degil, tam tersine, bu bir kavuşma... Artık biliyorum. Keyif aldığım, göstermek istediğim her manzarada, her heyecanımda, üzüntümde, mutluluğumda
o artık hep benimle...
Zaman, ya da mesafe yok...
sadece şimdi var…
Kızın Yaprak Sapanlı Görür
Neredeyse üç ay oldu, hala gidişine inanmak zor... Sanırım ben hala inkar ediyor, kendimi seyahatte olduğuna inandırmaya çalışıyorum... Sanki şimdi İzmir’e
dönsem yine balkonda hep birlikte gün batımını
izleyeceğiz ailecek. Biricik torunun Can için “ büyümüş” diyecek, onu uyurken gizlice izleyecek ve bize
gözlerinin dolduğunu göstermeyeceksin...
Turgay babam... İlk günden beri öz kızın gibi bağrına bastın beni... Her derdimi, her sırrımı bilen nadir
insanlardan oldun... “Şer diye birsey yoktur, başımıza
gelen herşey hayırdır” dedin, bizi varlığınla hep güçlendirdin.. Torunla oynarken çocuk, hepimize baba,
anneme ise harika bir eş... Kaç kişi vardır arkasından
“hiç kalp kırmadı” diye anabileceğimiz şu dünyada?
Biliyorum gidişine “buna da pekala” demişsindir, ama
seni göndermek çok zor canım babam... Söylenecek
ne çok söz var ama sözün bittiği yerdeyiz şimdi. Sadece sessizce saygı duruşundayız senin için. Yolun
açık olsun, dualarımız her daim seninle Babam..
Gelinin Tuğba Ömür Sapanlı
TSDE ki - Mayıs 2015
73
TSDE DER ki
TSDE 2. EĞİTİM GRUBU’NDAN NURHAYAT KEMERLİ İÇİN…
Nurhayat “Bayan Adalet”, adaletin olmadığı bu dünyada adalet için savaşan kadın. Hep bir davan vardı,
bu ülkedeki ezilen kadınlara ne olduğuna hep çok
duyarlıydın. Doğru bildiğini söyleyen ve takip eden
yılmaz kahraman...
27 Aralık 2011 Salı akşamı hocam Mehmet Zararsızoğlu’yla birlikte hastane yatağında Nurhayat’ı ziyaret etmiştik. Bu onu son görüşümüz oldu. Hastalığın
zayıflattığı ses tonuyla kendisini mutlu eden şeyleri
sıralamıştı. O akşam hazırladığım yeni yılı karşılama
yazımın bir bölümüne onun bu sözcükleri ilham verdi. İçimden o an geldiği gibi kaleme almışım.
Mutluluk ve Yaşam Kriterleri…
Yılın son günlerinde soğuyan akşamın ayazında,
içimde beliren soru: mutluluk kriterlerimiz neler?
Daha genişletirsek soruyu yaşam kriterlerimiz neler?
Hastane odasında arkadaşımın nefesine eşlik eden
sesinin bilgece tınısına göre sadece beş tane. Yürüyebilmek, konuşabilmek, yemek yiyebilmek, ağrıçekmeden yatabilmek ve kitap okuyabilmek… Böyle
söyledi arkadaşım mücadeleyle geçen ömrünün şu
günlerinde ve ekledi “olan olur”.
Ne çok şey paylaştık seninle Nurhayat… İçi dolu sohbetlerimizde, değişik bilgileri ya da vakaları konuşur,
ülke konularına da değinirdik... Yeri geldi güldük, yeri
geldi hüzünlendik..
Psikoloji okuduktan sonra, Hukuk Fakültesi’ne geri
dönüp yeniden öğrenci oluşuna, çalışkanlığına ve
disiplinine hep hayran oldum.
Gerçekten yokluğun kolay dolacak bir boşluk değil.
Üç yıl oldu, ama ben, bir gün gelecek ve kahverengi
terliğini giyecekmişsin gibi bekliyorum. Biliyor musun? O terliği sadece ben kullanıyor, kimseye veremiyorum...
Nurhayat, seni özlüyorum… İçimde ‘’keşke, daha‘’
dediğim çok şey var…
Yorgun hayatının sonunda, yattığın yerde dinlen arkadaşım.
Mine Dural
Olan olur kimimizin içine bir ok gibi saplanır, kimimizin içine su serper, taze bir nefes gibi akar. Olan olmakta ve bana bu yılın yazısını yazdıran da ilhamveren de sevgili arkadaşım hayatın nuru üzerine doğru
olsun. Hoşça kal sevgili Nurhayat.
Neş’e Medeni
Nurhayat...
Kocaman gülümsemesiyle, kara gözlerinin içi
ışıl ışıl arkadaşım…
Sen, danışanına bütün bakmayı çok erken öğrenmiş,
donanımlı bir psikologdun. Hizmet ettiğin derneklerde, vakıflarda, yoğun olarak çalıştığın okul ve dershanelerde öğrencilere rehberlik yaparken en sade,
en anlaşılır, sevgi dolu halinle, sıcacık gülümsemenle
el verdin insanlara, gençlere… Bu seni hep çok mutlu etti... Seninle bir evi paylaştığımız dönemi anımsıyorum. En kıymetli misafirlerimden biriydin. Enstitü
eğitim günlerinde bende kalırdın ve evde yatılı okul
öğrencileri gibi olurduk.
TSDE ki - Mayıs 2015
74
TSDE DER ki
YUNANLI MESLEKDAŞIMIZ
HARITINI PAPAKIRILLOU
“Biz Yunanlılar, Türk dostlarımızla buluşmak için 2006’
da İstanbul’a ilk kez gelirken, barışın simgesi olarak yanımızda dikmek üzere bir zeytin fidanı ve bir de zeytin
dalı tablosu getirmek istedik.
Fidan’ı dikebilmek için yanımızda toprağımızı da beraberimizde getirdik. Girit’den, Atina’dan, Selanik’den,
Pire’den...
Türk katılımcılarda geldikleri yerlerin topraklarını getirdiler... İzmir’den, Ankara’dan, Bursa’dan, Edirne’den ve
daha pek çok yerden...
Atalarımızın topraklarıyla besleyeceğimiz zeytin ağacımızın, amacımız gibi serpilip büyüyerek bize bu yolda
eşlik edeceğini biliyoruz.
Tablodaki zeytin dalı ise, bizim barış seminerlerimiz
için özel olarak yapılmış ve üzerinde üç adet zeytin
bulunan metalden bir zeytin dalıydı. Bunu yapan
sanatçı hanım bunu ne için yaptığını bilmeden dalın
üzerine üç adet zeytin koymuştu. Zeytinlerden ikisi yan yana ve biri daha aşağıdaydı. Bunun üzerine
Mehmet’e şöyle dedim:
Mehmet, biz sana bir zeytin dalı getiriyoruz, barışın bir
sembolünü… Tıpkı çalışmamızda hep söylediğimiz gibi
“İkiden her zaman bir üçüncü doğar.” Bu iki zeytin, Yunanistan ve Türkiye’yi temsil ediyor ve üçüncü zeytinse
bizim dostluğumuz için konmuş olmalı”...
Haritini Papakirillou Atina, 10 Nisan 2006
Türkler ve Yunanlılarla birlikte gerçekleştirdiğimiz üç
ayrı barış seminerinde bizimle beraber olan sevgili
meslekdaşımız, geçtiğimiz Aralık ayında aramızdan
ayrıldı.
Zeytin Ağacı büyüyor ve korumamız altında...
Ege’nin iki yakasındaki benzerliklerin ve zıtlıkların
bitmeyen hikayesinden barışa uzanan yolda bizimle beraber olan Sevgili Haritini’yi sevgi, özlem ve
şükranla anıyoruz.
Haritini’nin, Türk-Yunan Barış Seminerleri için aramızda başlayan barışın simgesi olarak hediye ettiği “zeytin dalı ve üç adet zeytin” ve bir
zeytin fidanı / 2006
TSDE ki - Mayıs 2015
75
TSDE DER ki
Kilimanjaro
Özgürlüğün Zirvesinde
Her dağa çıkışımdaki sorular yeniden beynimde yankılanıyordu.
Neden çekiyorum bu eziyeti, niye tırmanıyorum, ne arıyorum.
Her şey güzel gidiyor gibi görünüyordu. Astroloji danışmanlıklarım çoğalmıştı. Aile Dizimi çalışmalarımda
grup kurmaya çalışıyor, bireysel terapiler veriyor, bir
an bile boş durmuyordum. Çalıştıkça yalnızlaşıyor,
yalnızlaştıkça işe asılıyordum. Bu çabanın içinde kimi
zaman kibirli, kimi zaman yorgun, kimi zaman kaygılı,
çalışma çarkına kapılmış yalnızlaşan, kendini unutan,
yaptıklarıyla var olmaya çalışan değişik Nihal görüntüleri gözümün önünde çakıp kayboluyordu. Hayatta kalmaya çalışan tarafım yine iş başındaydı. Kendi
doğallığıma bir türlü ulaşamıyordum. Ya çekingen,
kayıp, nerede olduğunu bilmeyen bir çocuk iş başına
geçiyordu veya duvara toslasa da ilerlemeye çalışan
tarafım dizginleri ele alıyordu. Yolumu bulamıyor,
kendimi göremiyordum. Sanki öğrendiklerim, aldığım terapiler hayata ve kendime dair yapbozu bütün
parçalarıyla ortaya koyabilirdi de ben bir türlü doğru
parçaları yakıştıramıyordum. Sürekli bir şeyleri kazıyor, derinde bir şeyler arıyor ama ortaya çıkaramıyordum. Çekingenlik, kararsızlık, belirsizlik içindeydim.
Böyle devam etmesi anlamsızdı. Durdum.
Yıldız haritama göre geçmişle, bilinçaltıyla çalışmak
için uygun bir dönemdi. Başkalarına yardım etmek
veya hayata dair düşünmektense kendimi aramayı seçtim. Okumak, çalışmak, terapi kar etmemişti.
Geriye tek bir seçenek kalmıştı. Yaşamak. Bütün bu
terapilerin getirdiği yürek parçalanması beni nereye
getirdi görmem, deneyimlemem lazımdı. Kafamı kaldırdım; “gitmem lazım” dedim. “Giderek daralttığım
bu çemberden çıkmam lazım.” Uzaklara gitmek, kurtulmak hissi vardı. O hızla maddi destek olsun diye
evimi eşyasıyla kiraya vermek için ilan çıktım. Ertesi
gün ev kiralanmıştı. Kilimanjaro’ya tırmanma hayalim vardı. “Tamam, Afrika” dedim. Üç ay sonrasına
uygun koşullarda bir bilet aldım.
Bu seri başlangıçtan sonra bir an çuvalladım. Beni
bağlayan bütün bağlardan, eşyadan, işten, evden,
kediden soyutlamıştım kendimi ve nereden başlayacağımı bilmiyordum. Daha üç ay vardı. Beni en çok
daraltan yalnızlığımdı. Sosyalleşmem lazımdı.
Biri Londra’da diğeri de Frankfurt’ta olan en sevdiğim arkadaşlarımı ziyaret etmeye karar verdim. Avrupa’ya gitmişken Beden Terapisi dersimize gelen
Dr. Nurit Sommer’den de beş seanslık bir randevu
aldım ve Frankfurt’a uçtum. Arkadaşlarımın ikisi de
birbirinden habersiz karşılarında daha önce hiç görmedikleri bir Nihal bulduklarını itiraf ettiler. Arayış
içinde, güçsüz, ataklığını bir yana bırakmış, bekleyen,
izleyen, kararsız, çekingen bir Nihal. Bense güvenli limanlarda olduğumu biliyordum. Bütün kalkanlarını
indirmiş, içimdeki zayıf çocuğu göstermekten çekin-
TSDE ki - Mayıs 2015
76
TSDE DER ki
Beni bağlayan bütün bağlardan,
eşyadan, işten, evden, kediden
soyutlamıştım kendimi ve nereden
başlayacağımı bilmiyordum.
meden, neyin eksik olduğunu bulmaya çalışıyordum.
Arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra, Viyana’nın hiç
görmediği kadar sert bir kışta, yoğun bir kar fırtınasında Dr. Nurit’in muayenesini buldum. Yıldız haritamda anlayış, idrak, iletişim yıldızı Merkür hayat
ve kariyer noktamın üstünde ters dönüyordu. Yeni
bilgilerin ortaya çıkacağı belliydi. Dr. Nurit geliş
amacımı sorunca karar alma süreçlerimin dengeli
olmadığını, sükûnetle gelişmeleri takip edip, harekete geçmek istediğimi ama bunu yapmakta çok
zorlandığımı, duygusal tepkilerle hareket ettiğimi
söyledim. Bunu dengelemek istiyordum. Olana bir
şekilde tepki veriyor ama kendim herhangi bir süreci başlatmakta zorluk çekiyordum. Bütün terapi-
lerden sonra kaybolmuş gibiydim. Kendime yön veremiyordum. Saatler durmuş gibi, kendimi boşlukta
hissediyordum. Çalışmalara başladık. Bedenimi dengelerken nefes almakta zorlandığımı ortaya çıkardı.
Zorlanma noktasında karşıma babamın görüntüsü
çıktı. Onu sakinleştirmeye, rahatlatmaya çalışmanın önceliğim olduğunu gördüm. Onu hoş tutmaya çalışırken kendi sınırlarımı kaybetmiştim. Onun
ailede kimseye nefes aldırtmayan huysuzluğuna
kalkan olmaya çalışırken, varlığımı onu sakinleştirmeye adamış, kardeşlerim ve özellikle annem için
kendimi feda etmiştim. Annemi üzmesin diye babamı göğüslemeye çalışırken kendi merkezimden
uzaklaşmıştım. Babamı sakinleştirmeye, ona nefes
aldırmaya çalışırken kendi nefesimi tutmuştum. Bu
bilgilerin benzerleri daha önceki terapi çalışmalarında da çıkmıştı. Dr. Nurit son kalıntıları da aldı ve
terapiler sonucu hayatta kalmaya çalışan tarafıma,
beni koruyan zırhıma büyük darbeler indirmiştim.
İçimdeki zayıf, çaresiz, elinden tutulmasını bekleyen
çocuğu ortaya çıkarmıştım. Hayatta kalmaya çalışan
tarafım bütün kalelerini yitirmişti.
TSDE ki - Mayıs 2015
77
TSDE DER ki
Travma yaşayan tarafımın elinden tutacak aslımı,
kendimi bir türlü bulamamıştım. Yönsüz ve güçsüz kalmıştım. Arkadaşlarımın gördüğü bu Nihal’dı.
Üçüncü seans tam da Merkür saygınlığımı ve kariyerimi tayin eden tepe noktamda düze dönerken, hava
durumu konuşmamızda Dr. Nurit aradığım gücün
zaten bende olduğunu söyledi.
O gece bu güç nerede diye düşünürken birden anladım. Hayatta kalmaya çalışan tarafım işe güce asılıp
kendini göstermeye çalışırken, içimdeki çocuk çare-
Bütün kalkanlarını indirmiş,
içimdeki zayıf çocuğu
göstermekten çekinmeden,
neyin eksik olduğunu
bulmaya çalışıyordum.
sizce sevgi, şefkat ve yardım bekliyordu ama ben buradaydım. Beni buraya işte o içimdeki güç getirmişti
ve bu güç bendim. Öyle bir güçtü ki, yola çıkarken
hayatta kalmaya çalışan tarafı mutlu edecek, cazip
iş tekliflerini, TV’ye çıkma tekliflerini bile reddedip,
içine düştüğü girdaptan kurtulmayı seçmişti. Kilimanjaro öncesinde de Dr. Nurit’e gidip güçlenmem
lazım demişti. Dr. Nurit, benim hassasiyetime, terapiye cevap vermeme, yaptıklarıma, yapabileceklerime
hayran kaldığını söyledi. Temasta kalma dilekleriyle
bana uğurlu gelsin diye pembe kuartz hediye etti ve
Kilimanjero’ya doğru yola çıktım.
Baharı andıran ılık bir günde Nairobi’ye indim. Arkadaşımın yeğeni Betül’ün gönüllü çalıştığı yetim-
haneye yerleştim. Burası terk edilmiş, sokağa bırakılmış, istenmeyen çocukları toplayan bir merkezdi.
Afrika’da herkes o kadar sıcakkanlı, o kadar dost canlısıydı ki para, başarı, kariyer henüz onları insanlıktan almamıştı. Endüstrileşme az olduğundan insanı
kendine ve doğaya yabancılaştırmaya henüz fırsat
bulamamıştı. Yaşam burada hala yavaş akıyordu.
Sanki kırk yıl öncesine gelmiştim. İnsanlar konuşmaya, dostluk kurmaya, yabancılarla arkadaşlık etmeye
bayılıyorlardı. Sıcakkanlılardı. Samimiyetle kendilerini açıyorlardı. Çocukları serbest bırakıyorlardı. İlle de
eğip bükme, disipline etme, belli bir kalıba sokma
gibi dertleri yoktu. Bu kültürün yetimleri de hiç sakınmadan kendilerini size bırakıveriyorlardı. Burada
iki gün kaldıktan sonra turumu ayarladım, otobüse
TSDE ki - Mayıs 2015
78
TSDE DER ki
binip Kilimanjaro’nun eteklerine doğru yola çıktım.
Yanıma oturan yerli kadın İngilizce bilmiyordu. Ama
konuşmak, anlatmak, dinlemek istiyordu. Gözümün
içine bakıp, eee, ee… diyor, yolu gösteriyor, sohbet
etmeye çalışıyordu. Direk, merakla, çekinmeden
gözlerimin içine bakıyor bir cevap bekliyordu. Öyle
saf, öyle doğal, çekincesizdi ki sakınmadan kendini
ortaya koyuyordu. Otobüsün camlarından, gecenin
bizi yalayan ışıklarında kadife yüzünde oynayan ışıklar muhabbetle bakan gözlerine yansıyordu. Tüm
yorgunluğumla kendimi uykuya bıraktım.
Sabah rehberim Hussein beni karşıladı. Hamallar,
aşçı, ekip tamamlandıktan sonra Milli Park’ın kapısına gidip 6 gün sürecek maratona başladık. Her gün
1000 metre irtifa alıyorduk. İkinci günden itibaren
hava soğumaya, eşyalar tozlanmaya, biz pislenmeye
ve yorulmaya başladık. Her dağa çıkışımdaki sorular yeniden beynimde yankılanıyordu. Neden çekiyorum bu eziyeti, niye tırmanıyorum, ne arıyorum?
Cevap yine yoktu. Dördüncü gece saat 12:00’de kalkıp zirve yoluna düşecektik. Yine saat 8:00’de yattık.
Yatmadan Kili beni neden çağırdın diye sordum.
Uyumuşum.
Rüyamda annemi gördüm. Bu kadar eziyete katlanmak, her faaliyet bitiminde tekrar zirve arayışına düşmek onu bulmaya çalışmanın nafile bir yolu muydu?
Gözlerinde bir türlü kendimi bulamadığım annemi
bir dağın bekleyişinde yakalama umudu muydu?
Yoksa beni buralara çıkartan, annemden daha yüce,
daha bilgili, daha yaşlı, dünyanın oluşumuna tanık
olmuş bu yüce kütlelere ait olma duygusu muydu?
Ne zaman geri dönsem onları her zaman orada, yerli
yerinde beni bekler bulacağımı bilmenin verdiği haz
mıydı? Tekrar tekrar inip çıkıp dağın beni bekleyip
beklemediğini mi denemek istiyordum? Her dönüşümde beni bağrına basıp basmayacağını mı merak
ediyordum? Tekrar kavuşup kavuşamayacağımızı mı
görmek istiyordum? Ağzımdan “Anne beni neden
hiç sevmedin” sözleri dökülürken uyandım. Bir an
gözlerimden yaşlar süzüldü. Sonra onu ve hayatını
düşündüm. Kimsesizdi, kendi annesi ona hiç bakmamıştı. Abisini yanına alıp onu teyzesine vermişti.
Bunu bize hiç dillendirmemişti. Anlatmazdı. Susup
uzaklara bakardı. Gözlerini arayan gözlerim onu hiç
bulamamıştı. Ne zaman ona baksam onu hep uzaklara dalmış bulurdum. Belki gözleri ona veremeyen
annesini, erkenden ölen veya çekip giden babasını
arardı. Belki uzaklarda yalnızlığına bir çare bulurdu,
bilmediği, görmediği akrabalarına kavuşurdu. Ne
zaman gözlerimiz birleşse orada kaygıyı görürdüm,
bakıştığımızı gördüğü anda apansız yakalanmış gibi
gözbebeklerinde öfke ve kızgınlık belirirdi. Sinirlenip
hemen gözlerini kaçırır, bir şeylerle meşgul olmaya
çalışır, kalkar gider veya yönünü değiştirirdi. Belki
ona babamın uzaklığını, annesine veya babama duyduğu öfkeyi hatırlatıyorduk, belki bizde kendi yalnızlığını, çaresizliğini, ulaşamadığı annesini görüyordu.
Kim bilir… Ama ona bakmadığım anlarda bilirdim,
bilirdim gözleri üstümdeydi. İyi miyim değil miyim
takip ederdi. O sıcaklığı uzaktan hissederdim. Yaklaşmak yasaktı ama belli bir uzaklıkta birlikteydik. Terk
etmezdi. Orada dururdu.
Belki de yaklaşınca ne yapacağını bilemiyordu, annesinden görmemişti. Elindeki bu kadardı. Verebileceğini vermişti. Güzel şeyler vermiş olmalıydı ki şimdi
buradaydım. “Anne, sen her halinle iyi ki de benim
biricik annemsin. Seni her halinle seviyorum. Senin kızın olarak buradayım” dedim. Kilimanjaro’nun
sessizliği beni onayladı. Yalnızlığımın benden akıp
kayaların içine işlediği hissettim. Kilimanjaro benim
yalnızlığımı da binlerce yıldır biriktirdiği yalnızlıklara
kattı, gece beni örttü. Tekrar uyudum.
Gece yarısı, saat 12:00’de yola çıktık. Normalde gün
doğumundan en fazla 4 saat önce yola çıkılır, yolda
gün doğumunu yakalayıp ısınma şansı elde edilir.
Olana bir şekilde tepki veriyor
ama kendim herhangi bir süreci
başlatmakta zorluk çekiyordum.
TSDE ki - Mayıs 2015
79
TSDE DER ki
İçimdeki zayıf, çaresiz, elinden
tutulmasını bekleyen çocuğu
ortaya çıkarmıştım. Hayatta
kalmaya çalışan tarafım bütün
kalelerini yitirmişti.
6000’liklerde yol uzun ve dik olduğundan zamanında dönmek için erken yola çıkmak gerekiyordu. Bu
da en az 6 saat güneş görmeden soğukta yürüyeceğiz anlamına geliyordu. Adım adım yükseldik. Dağdan aşağı hafif hafif esen serin rüzgâr gece boyunca hiç kesilmedi. Klima çalışıyordu. Giderek ellerim
üşümeye başladı. En fazla ikişer dakikalık üç molayla,
çok yavaş adımlarla devam ettim. Yıldız haritasında
anneyi simgeleyen Ay koca tabak gibi üstümüzde
bizi takip ediyordu. Dolunay’ın dondurucu ışığı bizi
ısıtmaktan çok uzaktı. Sonuna doğru artık ellerimi
hissetmiyordum. Artık güneş doğsun diye dua ediyor, ikide bir ufka bakıyor, öfkeleniyor, kızıyor, küfrediyordum. Sabah altıya doğru uzun yükseliş sona
erdi, nihayet 5685 metredeki Stella Point’e ulaştık. En
azından dik yokuş bitmişti. Geriye baktım, tan ağarmıştı ve astrolojide babayı simgeleyen Güneş ufukta
kendini göstermişti. Işınları uzuyor bizi buluyor ama
ısıtmıyordu. Sonra harika bir şey oldu. Güneş doğarken tepede elimizle tutacağımız kadar yakın duran
Dolunay alacakaranlıkta soluklaştı ve büyük bir hızla tepenin aşağısına kayıp batmaya başladı. Güneş
yükselirken onun ışıklarıyla yıkanan Dolunay batı-
yordu. Biz de tam ortasında duruyorduk. Muhteşem
bir manzaraydı. Orada gördüm. Doğanın gözlerinde
gördüm. Güneş ne kadar zayıf, Ay ne kadar soğuktu. Uzayan Güneş ışınları el yordamıyla Ay’ı ararken
Ay kendi feleğinde batıp gidiyordu. Uzayıp sivrilen,
sivrildikçe kızaran Güneş ışınlarında babamın çocukluğunu, intihar edip onu kör karanlıkta, arkada
bırakan annesini arayışını gördüm. Ay’dan yansıyan
soğuk ışıkla kadınlara ve hayata karşı donup kalmasını gördüm. Kendi korkuları yüzünden kimsenin
kendi yoluna gitmesine izin vermiyordu. Belki yeni
bir felaket olmasından korkuyordu. Kendi gibi her
şeyi de dondurmaya çalışıyordu. İlle de Ay’ı yakalamaya, ısıtmaya çalışıyordu. Öyle baktım. Her şey kendi düzenindeydi. Güneş de Ay da kendi feleklerinde
yüzüyordu. Onlar da kendi acıları, kendi hayatları,
kendi ilişkileri içinde akıp gidiyorlardı. Hiçbir şey değiştirilemezdi. Kendi felekleriyle, yollarıyla, acılarıyla,
birbirlerinde bulamadıklarıyla meşguldüler. Hayatı
bununla tanımlıyorlardı. Bu ilişkiye dâhil olmaya çalışmak onların acılarını, travmalarını satın almaktan
başka bir şeye yaramazdı. Nitekim başıma gelen de
buydu. Onlardan veremeyeceklerini beklemek nafileydi. Hayat bana tek bir hamle bırakmıştı. Aralarından geçip kendi zirveme ulaşabilirdim. Yoksa orada
öylece donacaktım. Tepeden aşağı kayan Ay’ın son
görüntüsünü yakaladım, döndüm uzayan, uzadıkça
kızaran, içimi ısıtmayan Güneş ışıklarına baktım. Bu
görüntüyü aklıma, ruhuma bilincime işledim. Dizlerimdeki son güçle tırmanmaya devam ettim. Don-
TSDE ki - Mayıs 2015
80
TSDE DER ki
muş toprak ayaklarıma takılıyordu. Sendeliyordum.
Ellerimin yanı sıra ayaklarım da üşümeye başlamıştı. En azından rota çözülmüş, düzleşmişti. Hızlanıp
ısınmaya çalıştım. Nefesim zorlandı. Hipotermi beni
yokluyordu. Alttan alta başlayan titrememe engel
olamıyordum. Hadi dedim, şimdi ve buradasın, bu
sensin, az kaldı. Bedenimi hissettim, sakinleştirdim.
Yeniden yavaş tempoyla devam ettim. Ara ara yoklayan içimi sarsan titremelere rağmen rahatladım. Yol
kolaylaşmasına rağmen bitmek bilmiyordu. Güneşin
vurduğu bir kaya kovuğuna oturdum. Nafile ısıtmıyordu. Bitirebileceğimi biliyordum. Biraz zaman,
biraz sıcaklık.Bir şeker yedim iyi geldi. Zirveden dönenler vardı. Biri bana baktı “hadi, biz de böyleydik,
az kaldı, bitecek” dedi. Güldüm. Üşüyordum ama
bitirebileceğimi biliyordum. Kalktım. “Pole pole” ağır
ağır, diyordu Hussein. Yürümem lazımdı. Ağır, ağır,
devam, devam.. Derken uzaktaki kalabalığı gördüm.
Hafiften içim titriyordu. Sakinleşip bastırmaya çalışıyordum. Ve işte Uhuru - Özgürlük Zirvesi önümdeydi. Ortalık aydınlanmıştı. İnsanlar alkışlıyor, birbirine
sarılıyor, fotoğraf çektiriyordu. Ben malum yalnızdım.
Ama buradaydım. Kili’nin bağrındaydım. Uhuru’ya
Özgürlük Zirvesi’ne kadar çıkmıştım. Zirvedeydim.
Durdum baktım. Hussein de kayıt için saatine baktı. Beni tebrik edecek kimse yoktu. Önemi de yoktu.
Sıraya girdim. İki poz fotoğraf çektik. Tekrar kalabalığı ve zirveyi gözlerimle taradım, havayı derin derin
içime çektim. Hadi Hussein dedim hemen gidelim
buradan. Alacağımı almış, göreceğimi görmüştüm.
Uzun süren inişte, artık Güneş yakmaya başlamıştı.
Artık bu kör parmaklarıyla Ay’ı yoklayan Güneş değildi. Bu benim Güneşim, özgürlüğüm, kişiliğim, aklım,
Ay’ı bilen bilincimdi. Beni buraya getiren sağduyuma şükrettim. Annemin, babamın acılarından imbikle süzüp her saniye bana işledikleri sağduyuma.
Bunca acıya karşın kazandıkları en kıymetli şeyi bana
her an vermişlerdi. İçime işlemişlerdi. Bu ne büyük
bir kazançtı. Yıldız haritamda tepe noktam’da birleşen bilgelik yıldızı Jüpiter ve azim yıldızı Satürn’ün
Hâlbuki annemin ve babamın
bana verdikleri bu sağduyu, bu iç
ses derinden beni yönlendirmiş,
bugüne getirmişti. Bana meğerse
ne kıymetli bir hazine vermişlerdi,
farkına varmamıştım.
TSDE ki - Mayıs 2015
81
TSDE DER ki
dışa vurma hali bu olmalıydı. Astrolog arkadaşlarım
bana Guru işareti taşıdığımı söylerken gülmüştüm.
Annem ve babamdan ille de kendi istediğimi almayı
ararken bana verdikleri bu en kıymetli şeyi es geçmiştim. Bunun iç sesim, sağduyum olduğunu bilmeden kanıksamış, onu ruhumun derinliklerine saklamıştım. Hâlbuki bu sağduyu, bu iç ses derinden beni
yönlendirmiş, bugüne getirmişti. Bana ne iyi gelir o
her zaman bilmişti. Karşılaştığım her zorluğu onunla
aşmıştım. Bana meğerse ne kıymetli bir hazine vermişlerdi, farkına varmamıştım.
Bilgelik yıldızı Jüpiter’in transiti kendi Jüpiter’imin
karşısına gelip aslımla ilgili düşüncelerimi dürtmüştü. Beni gerip araştırmaya itmişti. Jüpiter Dolunayı’nın ışığında kendimle ilgili gerçekleri yakalamıştım. Artık bu bilgelik bilinçaltının perdelerinin
altından ışığa doğru süzülüyordu. O benim yönüm,
ölçüm, sınırlarım, değerlendirme kıstaslarım, beni
başkalarından ayıran özgünlüğümdü. Artık onu bilerek kullanabilirdim. Buradaydım, kendimdim, kendimden emindim, vardım.
O benim yönüm, ölçüm, sınırlarım,
değerlendirme kıstaslarım,
beni başkalarından ayıran
özgünlüğümdü.
Hayatta kalmaya çalışan tarafıma bir selam çakıp tek
ayağımı bir kayanın üstüne, elimi belime koydum.
Hussein diye seslendim. Böyle bir fotoğrafımı çeker
misin? Bence bunu hak ettim. O kareden sonra içimdeki çocuğun elinden tutup kayarak hızla çarşaktan
aşağı inmeye başladım. Kilimanjaro’nun beni neden
çağırdığını anlamıştım. Dünyada yaşam tohumlarının ilk yeşerdiği, insanların ilk ortaya çıktığı Afrika’nın,
bu doğal, sakin, cömert, bereketli ana karanın kucağına düşmem rastlantı değildi. Kendimi bulmuştum.
Bundan sonra randevulaştığım zirvelerle her buluştuğumda kendimi görecek ve çoğaltacaktım.
NİHAL ARTAR
TSDE 2. Eğitim Grubu
TSDE ki - Mayıs 2015
82
TSDE DER ki
Beklentisel Hastalıklar
Belirli genler organizmanın davranışları ve özellikleri
ile ilişkilidirler. Ne var ki bir şey onları tetiklemedikçe
harekete geçmezler. Genleri ne harekete geçirir?
Hekim hastasını değerlendirirken tanıya varmak ve
tedaviyi planlamak için bazı sorular sorar. Bunların
tamamı “anamnez” olarak tanımlanır. Anamnez de;
hastanın yakınmaları, öyküsü (yakınmalar ne zaman,
nasıl başladı, nasıl gelişti), özgeçmişi (daha önce
geçirilen hastalıklar) ve soy geçmişi (ailedeki diğer
kişilerdeki hastalıklar) sorgulanır. Soy geçmişi sorgulamanın nedeni bazı hastalıkların ailesel geçişli
olduğunun düşünülmesi/kabul edilmesidir. Bu hastalıklar gerçekten genetik geçişli midir, kalıtsal mıdır?
ve işlevini açıkladıktan sonra DNA’nın biyolojik yaşamı yönettiği mekanizma moleküler biyolojinin temel
dogmalarından biri haline gelmişti.
Kalıtım mı çevre mi?
Darwin “Türlerin Kökeni” adlı kitabında, kişisel özelliklerin kalıtım yoluyla ebeveynlerden çocuklara
geçtiğini, bir bireyin hayatının niteliğinin ebeveynlerden çocuklara aktarılan “kalıtsal faktörler” tarafından kontrol edildiğini öne sürüyordu. Watson ve
Crick genleri oluşturan DNA çift sarmalının yapısını
Genetik çağının başlangıcından beri genlerimizin
hizmetinde olduğumuzu kabul etmek üzere programlandık. Şu an dünyada sürekli beklemedikleri bir
anda genlerinin onlara düşman olacağı korkusuyla
yaşayan birçok insan var. Annelerinin, kardeşlerinin,
teyzelerinin ya da amcalarının hayatlarında olduğu
gibi kendi hayatlarında da bir gün kanserin, kalp
İlk başta DNA’nın sadece fiziksel görünüşümüz ve
özelliklerimiz üzerinde etkili olduğu düşünülüyordu.
Daha sonra ise duygularımızı ve davranışlarımızı da
yönettiğine inanmaya başladık. Kısaca eğer kusurlu
bir mutluluk geniyle doğduysanız mutsuz bir yaşam
sizi bekliyordu.
TSDE ki - Mayıs 2015
83
TSDE DER ki
Beynimiz dönüştürücü bir aygıttır;
çevresel sinyalleri okur, yorumlar ve
hücrelerin genetik ifadesini kontrol
eden beden kimyasını düzenler.
hastalığının beklenmedik bir şekilde ortaya çıkmasını bekliyorlar. Diğer milyonlarca insan da bozulan
sağlıklarının zihinsel, fiziksel, duygusal ve ruhsal
sebeplerin biraraya gelmesine bağlı olarak değil
de vücutlarındaki biyokimyasal mekanizmalardaki
yetersizliklerden dolayı oluştuğuna inanıyorlar. Günümüzün felaketleri olarak görülen şeker, kalp hastalıkları ve kanser mutlu ve sağlıklı bir yaşam evresini kısaltmaktadır. Ancak bu hastalıklar tek bir gen
yüzünden oluşan hastalıklardan olmayıp birçok gen
ve çevresel faktör arasındaki karmaşık etkileşimler
sonucu oluşmuşlardır.
Belirli genler organizmanın davranışları ve özellikleri
ile ilişkilidirler. Ne var ki bir şey onları tetiklemedikçe harekete geçmezler. Genleri ne harekete geçirir?
Kelime anlamı olarak “genetiğin ötesinde kontrol”
anlamına gelen Epigenetik; yani çevrenin genlerin
hareketini yönetmesini sağlayan moleküler mekanizmaları inceleyen alan, bugün bilimsel araştırmaların en hareketli alanlarından biridir.
Son yıllarda Epigenetik araştırmalar genler tarafından aktarılan DNA taslaklarının doğumda somut
bir şekilde mevcut olmadığını ortaya çıkarmaktadır.
Genler kaderimiz değil. Beslenme, stres ve duyguları
da içine alan çevresel etkiler temel taslaklarını değiştirmeden bu genleri değişikliğe uğratabilir ve bu
değişiklikler tıpkı DNA taslaklarında olduğu gibi çift
sarmal yoluyla gelecek nesillere aktarılır.
Beynimiz dönüştürücü bir aygıttır; çevresel sinyalleri
okur, yorumlar ve hücrelerin genetik ifadesini kontrol eden beden kimyasını düzenler. Beyin dış dünyadan aldığı sinyalleri tehdit edici olarak algılarsa, sevgi
olarak algılamasından daha farklı kimyasallar üretir.
Beyin çevresel uyaranları okur ancak ne anlama geldiklerini bilmez. Zihin ise çevresel uyarıları öğrenme
deneyimlerine göre anlamlandırır. Çocuk olarak her
hangi bir uyaranı tehdit edici olarak öğrendiğimizde
o uyaran alanımıza her geldiğinde zihnin algısı beyinin, koruyucu cevap oluşturmak amacıyla, hücre
davranışını ve gen aktivitesini düzenleyen nörokimyasallar salgılamasını uyarır.
TSDE ki - Mayıs 2015
84
TSDE DER ki
Çevreden gelen bilgi genlerin ifadesinin şekillenmesinde çok önemlidir. Neredeyse tüm organizmalar
yaşamdan gelen uyarıları ilk elden tecrübe etmek zorundayken, insan beyninin algıları “öğrenebilme” yeteneği o kadar gelişmiştir ki algıları öğretmenlerden dolaylı yollarla ediniriz. Diğerlerinin algılarını “doğrular”
olarak kabul ettiğimizde bu algılar beynimizde kalıcı
bağlantılara dönüşürler ve bizim doğrularımız haline
gelirler. Ancak öğrenilmiş algılarımızın hepsi tam olarak doğru değil. Algı biyolojiyi kontrol ediyor ama bu
algılar doğru da olabilir yanlış da olabilir. Bu nedenle
bu yönetici algıları inançlar olarak adlandırmak daha
doğrudur. İnançlar biyolojimizi kontrol ediyor.
İnançlarımız bir kameradaki filtreler gibi çalışırlar ve
dünyayı görüşümüz bu filtrelere göre değişir. Biyo-
lojimiz inançlarımıza uyum sağlar. Güçlü olan inançlarımızın gerçekten farkına vardığımızda özgürlüğün
anahtarını ele geçiririz. Genetik planlarımızı kolayca
değiştiremesek de zihinlerimizi değiştirebiliriz..
Ebeveynlerin büyüttükleri çocukların zihinsel ve fiziksel özelliklerinde çok büyük etkisi vardır. Ayrıca bu
etki çocuklar doğduktan sonra değil doğmadan önce
başlar. Anne karnındaki ve doğmuş bebeklerde sinir
sistemi çok kapsamlı bir duyumsama ve öğrenme kapasitesine sahiptir ve nörobilimciler tarafından gizli
hafıza olarak adlandırılan bir hafızaları da vardır. Bu
karmaşık ve küçük varlıkların annelerinin rahminde
doğum öncesine ait bir yaşamları vardır ve bu yaşam
uzun dönemde sağlıklarını ve davranışlarını derinden
etkiler. Doğum öncesi çevrenin hastalıkların oluşma-
İnançlar biyolojimizi kontrol ediyor
ve biyolojimiz inançlarımıza uyum
sağlıyor... genetik planlarımızı
kolayca değiştiremesek de
zihinlerimizi değiştirebiliriz..
TSDE ki - Mayıs 2015
85
TSDE DER ki
sında oynadığı rolün farkında olmak genetik kadercilik üzerine yeniden düşünmemizi gerektiriyor.
Aynı epigenetik etkiler çocuk doğduktan sonra da
devam eder. Küçük çocuklar çevrelerini dikkatle incelerler ve ana babaları tarafından sunulan maddi
bilgeliği doğrudan bilinçaltına iterler. Sonuç olarak,
ana babalarının davranışları ve inançları kendi davranışları ve inançları haline gelir. Ebeveynlerimizde
gözlemlediğimiz temel davranışlar, inançlar ve tavırlar bizde de bilinçaltımızdaki sinaps yolları gibi birbirlerine bağlıdırlar. Bilinçaltına yerleştirildiklerinde,
hayatımızın geri kalanında biyolojimizi kontrol ederler, tabii eğer onları yeniden programlamanın bir yolunu bulamazsak.
Ebeveynlerimiz, akranlarımız ve öğretmenlerimizden edindiğimiz öğrenilmiş davranışlar ve inançlar
bilincimizin hedefleri ile uyum içinde olmayabilirler. Hayalini kurduğumuz şeyleri başarmamızda
karşımıza çıkan en büyük engeller bilinçaltımızdaki
programlanmış sınırlandırmalardır. Bu sınırlandırmalar sadece davranışlarımızı etkilemez aynı zamanda
fizyolojimizin sağlığımızın belirlenmesinde önemli
rol oynarlar. Bizi hayatta tutan biyolojik sistemlerin
kontrolünde zihin çok güçlü bir yere sahiptir.
Nesilden nesile geçen duygusal
dolaşıklıklar ve aile içindeki
ilişkilerin dinamiklerine bakış,
hastalık ve sağlığın yeni bir ışıkta
aydınlığa kavuşmasını sağlar.
TSDE ki - Mayıs 2015
86
TSDE DER ki
Hepimiz bir aile içine doğarız ve görülmez bir ağın
parçaları olarak yaşarız; örülmesine de yardım ettiğimiz bir ağın parçaları olarak. Algılarımızı açıp da
duyulması güç olanı duymak ve görülmesi güç olanı
görmek yetileri geliştirirsek, aile öykümüzdeki yineleme ve rastlantıları daha iyi duyar ve görür; kavrar ve
daha iyi anlarız. Bireysel yaşamlarımız daha net hale
gelir. Kim olduğumuzun ve kim olabileceğimizin farkına varırız. Aile öykümüzdeki görülmez bağlardan,
aile yapımızdaki kurulu üçgensel işbirliklerinden, sık
yinelemelerden ve güçlüklerden nasıl kurtulabilir,
nasıl kaçabiliriz ki?
Aile Dizimi, son yıllarda birçok çalışma alanında danışmanlık ve tedavi yöntemi olarak yayılmış ve gelişmeye devam etmiştir. Organizasyonlarda ve okullarda dizim çalışmalarının yanısıra hasta ile yapılan
sistem dizimleri, tıp alanındaki şifa etkisi imkânlarını
genişletmektedir. Nesilden nesile geçen duygusal
dolaşıklıklar ve aile içindeki ilişkilerin dinamiklerine
bakış, hastalık ve sağlığın yeni bir ışıkta aydınlığa kavuşmasını sağlar. Hastalık ve semptom dizimlerinde
kazanılan kavrayış, hasta olan kişinin bir bütün olarak incelenmesine kılavuzluk eder.
Bunun ötesinde aile dizimi, kadersel olarak bağlı olduğumuz önceki nesillerin travmalarının nesilden
Hayatımız ve kaderimiz, bizim
ebeveynimize ve ailemizin
öyküsüne karşı aldığımız
tutumla şekillenir.
nesile geçen etkisini nasıl devam ettirdiğini ve sonradan gelen nesillerin hayatını nasıl etkilediğini gün
ışığına çıkarmaktadır. Ebeveyne yakın olma arzusu
ve ailemize ait olma ihtiyacından doğan birçok hastalığa ve semptoma yakalanırız. Ayrıca çoğu zaman
kendimizi suçlu hissettiğimizde veya sözde bir davayı koruduğumuzda, dengeye olan bilinçsiz bir ihtiyaç
harekete geçer. Veya bir tutum ya da davranışımızla
bir düzeni bozduğumuzda, bir hastalık vasıtasıyla
duraklamaya zorlanırız. Çok az hasta, başlangıçta
hastalanmalarının aileleriyle olan ilgisini kurabilir ve
de hastalanmalarında kendi etkilerini görebilir. Bu
konuda dizimden önemli ipuçları elde ederler.
Çocukların; ebeveynlerinin ve hatta başkalarının
çektikleri acıları hissettiklerinde kaderlerini onlara yakın duran aile üyelerine temsilen taşımaya ne
kadar özverili ve kararlı bir şekilde niyetli oldukları
dizimlerde tekrar ve tekrar etkileyici bir şekilde gö-
Aile dizimleri, kadersel olarak
bağlı olduğumuz önceki nesillerin
travmalarının nesilden nesile geçen
etkisini nasıl devam ettirdiğini ve
sonradan gelen nesillerin hayatını
nasıl etkilediğini gün ışığına çıkarır.
TSDE ki - Mayıs 2015
87
TSDE DER ki
Dizim çalışmalarında semptomların
ve hastalıkların adeta görevlerini
yerine getirmenin huzuruyla kişinin
yaşamından geri çekildikleri sıkça
gözlemlenmektedir.
rülebilmektedir. Sistemimizde bize ait kişileri kabul
etmeyi reddettiğimizde ya da bu konuda direndiğimizde, bazen bir hastalık ya da semptom bize bizim
tarafımızdan dışlanan kişileri hatırlatır. Hayatımız ve
kaderimiz, bizim ebeveynimize ve ailemizin öyküsüne karşı aldığımız tutumla şekillenir. Ailesi ile uyum
içinde yaşayanlar, hayatı tam bir dolulukla alabilir ve
belki de ardından başkalarına verebilir.
Birçok hasta, dizimde hastalıklarının ve semptomlarının sık sık nesilden nesile geçen arka plandaki
sebeplerine dair kazandıkları kavrayışları, derine dokunan ve aynı zamanda çözüm getiren bir süreç olarak görür. Hastalarla yapılan sistem dizimleri, kendi
hayatına bakışın sıkıntının hafiflemesi ya da iyileşme
için yeterli olmadığını ortaya koymaktadır. Hastalığın, ailenin nesiller arası bağlam ile bir bütün olarak incelenmesi gerekmektedir ve hastanın yaşadığı
özel olaylara indirgenmemelidir.
Dizimlerden sonra hastaların deneyim ve geri bildirimlerinin gösterdiği gibi, hastalarla sistem dizimi
çerçevesinde nesilden nesile geçen aile dinamik-
leriyle ilgili yapılan analizler, hastanın daha iyi baş
edebilmesi, hastalıkların azalması ya da tamamen
iyileşmesinde katkıda bulunmaktadır. Hücrelerimiz
yapmış olduğumuz her şeyin belleğidir ve hiçbir şeyi
unutup atlamazlar. Yeni nörobiyoloji kaynaklı buluşlar genlerimizin interaktif ve empatik olduğunu,
yaşanan olayların ve yaşam stillerinin genlerin aktivasyonunu yönetip yapılarını değiştirdiğini, nesiller
üstü etkilerin duygusal bağlanma yolu ile bizleri de
etkileyeceği yönündedir.
Bu araştırmalara göre, yaşanan olaylar, duygular ve
yaşam şekilleri, genlerimizin aktivasyonunu yöneterek beyindeki yapılarını değiştirebilmekte ve insanlar arasındaki ilişkiler sonucu oluşan duygular,
öğrenilen tecrübelerle beynin sinir hücreleri iletişim
merkezinde kaydedilmektedir.
Sistem ve aile dizimleri, yeniden bilinçlenme demektir. Bu yöntem sayesinde semptomların ve hastalıkların adeta görevlerini yerine getirmenin huzuruyla
kişinin yaşamından geri çekildikleri, dizim çalışmaları
sonrasında sıkça gözlemlenmektedir.
Dr. AYŞE IŞIN ÜNAY
TSDE 5. Eğitim Grubu
KAYNAKLAR
1.Lipton, Dr.B.,H., İnancın Biyolojisi, Kuraldışı Yayıncılık
2.Schützenberger, A.A., Soy Sendromu, Duvar Yayınları
3.Hausner, S.,Hayatım Pahasına, Sistem Yayıncılık
TSDE ki - Mayıs 2015
88
TSDE DER ki
Epifani:
Özün Kendini Göstermesi
Epifani, merkezimizde Öz’ümüzle temasta olduğumuz, ilişkilerin
ahenkli ritmi ile yüce bir deneyim yaşadığımız anlardır.
Epifani, merkezimizde Öz’ümüzle temasta olduğumuz, ilişkilerin ahenkli ritmi ile yüce bir deneyim yaşadığımız anlardır. Çoşku, kendinden geçme, olağan
üstü güç ve enerji hissedilen vect halidir, huşu uyandırıcı bir deneyim olarak yaşanır. Güzel ve iyi olanın
ötesindedir. Bu deneyimi yaşamın belli dönmelerinde tecrübe etmiş olabilirsiniz. Bu anlar hangi anlardır? Bu anları artırmanın tüm yaşama yaymanın sırrı
nedir? Bu sorular insan yaşamının tüm çağlarında
sorulmuştur. Mitolojiden örneklerle başlamak istiyorum yolculuğumuza.
Beni en çok etkileyen hikâyelerden birisidir, Perceval
ve 12 yuvarlak masa şövalyeleri. Görevleri kutsal kâseyi arayıp getirmektir. Bu kutsal amaç neye hizmet
edecekti? Yaralı kralları acılar içinde kıvranmaktadır,
onu tek iyileştirecek güç kutsal kâsenin gücüdür.
Kutsal kâseyi getirmeye sadece en masum, ruhen saf
ve yeminine sadık şövalyenin gücü yetecekti. Şövalyelerin beş temel erdemi olan ölçülülük, cesaret, aşk,
sadakat ve nezaketi bir tek en genç Perceval, henüz
dünyevi zevk ve hırslarla körleşmediği için, sahipti.
Ancak oda kutsal kâseye ulaştığında sorması gereken soruyu unuttuğu için uzun seneler sürecek acılı
bir arayışın peşine düşecekti.
“Om mani Padme hum” anlamı mücevher lotustadır. Varoluşun kötülüklerinin içinde temiz ve saf
kalabilen özdür. Öz nerededir ve nedir? Öz kendiliğindenliktir. Keşfetme ve icat etmedir. Önyargısızlıktır. Varlığın yaratıcı enerjisi ve zekâsı oradadır. Sabit
olanı ve tüm kuralları arkada bırakmadan yaratıcılık
ortaya çıkmaz. Öz organizmanın çevresi ile olan sınırındadır. Hem bireye hem de çevreye aittir. Her ikisininde özelliklerinden oluşur ve büyümeye ereklidir.
İnsanın yaşam macerasının ödülü kendisidir. Kontrol
edilmesi mümkün olmayan hem olumlu, hem olumsuz olasılıklara gebedir. İster istemez tehlikelidir. Ana
karnında kalıp yolculuğa atılmamayı daha kolay gö-
TSDE ki - Mayıs 2015
89
TSDE DER ki
rebilirsiniz. Kendi maceramıza, tehlikelerden korkumuz nedeniyle atılmadığımızda hayat ruhsuz bir hal
alacaktır. Öz’le olan bağ kopartılınca içimizdeki karanlık dehlizlerde yolumuzu aramaya başlarız.
Bu durum balina tarafından yutulan Jonah’ın hikayesini hatırlatıyor. Balina bilinçaltında saklı olan yaşam
gücünü temsil eder. Kahraman korkutucu gece deniz yolculuğunun tüm sınavlarından geçip, ilhamların ıstırabını çekmek zorundadır. Yolculukta bilinç
(benlik), karanlık güçle nasıl uzlaşılacağını ve yeni bir
yaşam tarzı ile nasıl oradan çıkılacağını öğrenir. Bilinç
efendi değildir. Bedenin insancılığına boyun eğmeli
ve hizmet etmelidir.
Gerçekte, fiziksel bir varlık olabilmek için çok sayıda
ruha sahip olma gereği, birden fazla âleme ait ruhların kesişmesini temsil eder. Şamanlar üç ruhtan söz
eder. Kozmik ruh(suns), benden ruhu(ami) ve Suld.
Suld ruhu Gök Baba ile direkt bir irtibat bulunan başın tepesindeki taç bölgesinde bulunur. Diğer iki ruh
beden eksenindeki deliklerden girip çıkar. Tam dengeli olabilmeleri için suns ve ami ruhları hep eksenin
zıt taraflarında bulunmaları gerekir. Ami bedene dirilik veren ruhtur. Ami, dünya ağacında yaşar ve neredeyse bir üst alem varlığıdır. Suns ruhu, suld ruhu
gibi kişiliğin gelişmesine katkıda bulunur, ama aynı
zaman geçmiş yaşamların birikimini de taşır. Suns,
enkarnasyonlar arasında alt alemin bir sakinidir, ama
dost ve akrabaları bir hayalet şeklinde ziyaret edebilir. Suld en çok bu dünya ile bağlantılıdır, çünkü baş-
ka bir yerde yaşamaz. Geçmiş yaşam deneyimi yoktur. Birisini diğer insanlardan ayırt eden özellikleri
geliştirir. Ruhların gücü kişinin sahip olduğu hiimori
(rüzgar tayı) miktarına orantılıdır. Yeri göğüsün ortasıdır. Farkındalık (setgel) göğüs bölgesinde odaklanmaktadır. Beyin her ne kadar bedensel işlevler için
önemli görülürse de, bilincin nihai merkezi göğüstür.
Golomto şaman çadırı(ger)’in ortasında bulunan
ateş yerinin tanrıçasıdır. Bu üç âlemi birbirine bağlar. Ruhlar arasında uyum ve ahengi sağlar. Şaman’ın
bu ahenk bozulduğunda üst veya alt âleme geçerek
ruhları geri çağırmasına kılavuzluk eder. Şaman, kişi
rüzgâr tayının enerjisini yitirdiğinde ruhların ahenkli
ritmini tekrar oluşturarak güçlendirir. Öz’le temasın
yitirilmesini önler.
Bizi özdeki yaşam gücümüzden uzaklaştıran benliklerde vardır. Yıldız savaşlarındaki Darth Vader,
Goethe’nin Faust’un da, Mephistopheles’i modern
insanın kendi yaşantısına yabancılaştığı benlik özelliklerini yansıtmaktadır. Modern mitler Don Quijote,
Don Juan , Faust hikayeleri ya serseri yada kaçak hayatın peşinde yitip giden kahramanları anlatır. Serseri hayatın temeli gidilecek yolu şansa bırakmaktır.
Don Quijote bu görevi eşeği Rocinante’ye bırakır.
Don Juan’ın bir yeri yuvası yoktur. Bu kahramanların
kadınlarla güvene dayalı yakın bir ilişkisi bulunmaz.
Aile ve arkadaşlık bencil kişiliklerini tehdit ediyordu.
Odaklarında güç ve tanınma vardı. Bu kahramanlarda benlik sevgisi her şeyin temelini oluşturdu. Don
Öz nerededir ve nedir? Öz
kendiliğindenliktir. Keşfetme ve icat
etmedir. Önyargısızlıktır. Varlığın
yaratıcı enerjisi ve zekâsı oradadır.
Sabit olanı ve tüm kuralları arkada
bırakmadan yaratıcılık ortaya
çıkmaz. Öz’le olan bağ kopartılınca
içimizdeki karanlık dehlizlerde
yolumuzu aramaya başlarız.
TSDE ki - Mayıs 2015
90
TSDE DER ki
Daha önce Apollon’dan esinlenen
insanlık günümüzde Faustvari
insanlara dönüştü. Egolar aşırı
şişkin, tüm dünyaya tek başına
duruşu simgelerler, cemiyetten
bağımsız olarak iş görürler.
Eylem yapıları kolektif değil
bireyseldir,gezgindirler.
Juan’ın başka insanların varlığına ihtiyaç duymasının
nedeni aldatmaktan keyif alması ve yol açtığı acılardan haz duymasıydı. Bu kahramanlar Öz’den gelecek
enerji ve akıldan mahrumdular. Tanımlanmamış idealleri peşinde başarısızlığın timsallerine dönüştüler.
Bu hüsran onları daha da arzulu yaptı. Daha önce
Apollon’dan esinlenen insanlık günümüzde Faustvari insanlara dönüştü. Egolar aşırı şişkin, tüm dünyaya
tek başına duruşu simgelerler, cemiyetten bağımsız
olarak iş görürler. Eylem yapıları kolektif değil bireyseldir. Gezgindirler. Serüvende karşılarına tesadüfen
çıkan tehlikeler veya fırsatlarda aradıkları, iktidar,
merak, girişim, zenginlik ve güzelliktir. Onur, fedakârlık ve görgü, hayırseverlik, zayıfın yanında olma gibi
toplumsal erdemlerden uzak bir yaşantıdır bu. Oysa
kaçak ve serseri yaşam kişinin dayanabileceğinden
daha büyük bir cezadır, demiştir Kabil.
yesi ile varmak geldi içimden. Hestia, tanrılar içerisinde en saygı görenidir. En iyi adaklar Hestia’ya ilk
olarak sunulmasına rağmen adına adanan tapınakları olmamıştır. Rhea ile Kronos ‘un en büyük kızlarıdır.
Macera ve hikayelerine rastlanmaz o sadece oluştur.
Hikayesine gelirsek Kronos tarafından yutulan 12
kardeşin ilkidir ve babalarının karnından kusularak
tekrar dünyaya gelmeleri esnasında son çıkandır. İlk
ve son doğandır. Zeus Olimpus’un anahtarını ona
emanet eder. Olimpus’ta yanan kutsal ateş ve dünyadaki yanan her ocak onun kutsal mekânıdır. Günümüzde kıtaları aşarak taşınan Olimpiyat ateşi onun
simgesidir. Ondan alınan enerjileri simgeler.
Özünü fetheden kişi kendi olmaktan vazgeçmiş, bir
başka role atanmış kimsedir. Yüzeydeki galip gelme
ve güvenliğe yapışma gereksinmesinin altında göze
çarpan küstahlık ve kendini beğenmişliktir. Öz denetimi ve karakteri toplumda saygıyla karşılanır. Ne var
ki zarafet, ılıklık, sağduyu, neşe, trajedi karakter sahibi olanlar için olanaksızdır.
Hestia kimliğinde ifade bulan enerjiler nelerdir gelin birlikte bakalım. Ailenin bakımı, sıcaklık, nezaket,
birliktelik ve domestik yaşamın simgesidir. Etik olan,
ötekiyle nasıl yaşanılacağının öğreticisidir. Olimpus’ta
tüm tanrıları bir arada tutan odur. Her zaman maceraları sonrasında tanrıların döneceği sıcak bir yuvaya
dönüştürür Olimpus’u. Gelenler orada iyi karşılanır, iyi
bakılır ve beslenir. Hestia’da öz’ün bir simgesi olmasın
sakın? Hestia Olimpos’u terk edip insanların arasına
karıştığı ve yerini Dionysos’a bıraktığı rivayet edilir. Dionysos ölüm ve hayatın yenilenmesini simgeler.
Yolculuğumuzun sonuna Yunan mitolojisinin 3. Kuşak 6 tanrıçasının en az bilineni olan Hestia’nın hikâ-
Tam olan bilgi anlayışa olduğu kadar deneyime de
dayanan bilgi demektir. Eylemin değeri temelde
TSDE ki - Mayıs 2015
91
TSDE DER ki
Parçaların birbiriyle, her parçanın
bütünle ve bütünün parçalarla olan
ilişkilerin ahenkli ritmidir, Epifani.
eylemi yapan kişinin bilinç düzeyine bağlıdır. Asıl
önemli olan etki ve sonuçtur, bilgi değildir. Bu eylem
sanatı, ağacın biyolojisi hakkında hiçbir şey bilmeyen
bahçıvanın, hiç bir şey bilmesine gerek kalmadan,
kökü sulayarak özsuyun ağacın her tarafına ulaşmasını sağlayan bahçıvanlık sanatına benzer.
Parçaların birbiriyle, her parçanın bütünle ve bütünün parçalarla olan ilişkilerin ahenkli ritmidir, Epifani.
Rüzgârların sürüklediği güzel,
niçin güzelliğinin mirasını
Varlığına, hazzına harcıyorsun?
Karşılıksız vermez hiçbir zaman doğa,
ödünçtür onlar sadece:
Sözünü sakınmadan o özgürlüğün yolundan
gidenlere rehberlik eder:
Ondandır, güzelliğin anahtarı,
Sana ihsan edilen sonsuz doğurgan olanı
İstismar etmenin çekiciliğinde
kaybolmak nedendir?
Vermen için verilmişti sana.
Karın çekiciliğinde kaybolmuş kullanıcı,
o her şeyin özü ve kendisi olanı
Niçin tüketiyorsun yaşatmak varken canı?
Yalnız kendinle dolusun meşgalen seni tüketirken
Kendini aldatmaya ne kadar da meraklısın?
Kendini aldatmaya o kadar can atıyorsun ki
Vaktin geldi diye daimi yuvana alsa seni doğa,
Vereceğin hesapta kendinden kaçmadan
vereceğin hediye nedir ki sözün hakikatine?
Faydasız güzellik ancak gömülmeye yarar seninle,
Eyleme dökersen canını, ardından gelendir
ruhunun sözcüsü anlamın sahibi.
Shakespeare
Dr. MEHMET AKİF GÜNEL
TSDE 8. Eğitim Grubu
Kaynaklar:
Mitolojinin Gücü: Joseph Campbell
Kahramanın Sonsuz yolculuğu: Joseph Campbell
Şamanizmin Anahatları: Hermetik kaynak sitesi
İçimizdeki çocuk Gestalt terapisi:
Fritz S. PerisRalphHefferline,PaulGoodman
TSDE ki - Mayıs 2015
92
TSDE DER ki
Çağatay’ın Şifa Yolu
Al ki yeşerip büyüyeyim, senle el ele verip dünyamızı yeşertelim...
Bizim evimiz Yahudi mezarlığının yan tarafında, yıllardır burada oturuyoruz. Her sabah kalktığımızda tarihi
Yahudi mezarlığını görürüz. Ne garip bir rastlantıdır
ki biz de bağlantımızı hiçbir şekilde bilmeden ev ve
işyerimizi buradan aldık. Kuzenim bilmeden yıllarca
Almanya’da havra yanında oturdu, Musevilerin göçtüğü Granada’da bilmeden okudu. Çok kişiden taşının oradan, oğlunuzu mezarlık etkilemiş hikayelerini
dinledik. Ama mezarlıktaki ağaçlardan gelen sabah
ki cıvıldayan kuş sesleri bize daima huzur verdi, en
azından mezarlık bize daima dua etmemiz gerekliliğini hatırlatan iyi bir araç oldu, hem aslında her nefes
alış veriş bir ölüm değil mi? Her yeni sayfa açılışı, eskinin ölümü değil mi? Ölümle yaşam bir elmanın iki
yarısı değil mi, iç içe birbirine geçmiş olan...
insan bana o bölgede Türk Musevilerin yaşadığını
söyledi, sizde Musevilik olabilir dedi. Beynimde bir
ampul yandı. İçimde bir şey tamamlandı sanki tarifsiz anlamı yok...
Dizimlerde görülmeyen, unutulan, üstü örtülen her
durumun hayatımızda değişik şekillerde sıkıntı olarak ortaya çıktığı görülmüştür. Babam yıllardır hareket eden duramayan biriyken, Çağatay ile bambaşka biri haline geldi. Enstitünün daveti ile Türkiye’ye
gelen Albrect Mahr’ın seminerine, sevgili hocam Dr.
Mehmet Zararsızoğlu, babamı da davet etti. Belki
diğer iyiliklerinin yanında yaptığı yeni bir büyük babalıktı bize. İlk defa baba kız bir çalışmaya katıldık.
İlk terapi çalışması bize yapıldı ve karşımıza Museviler konumlandırıldı. Onların “bizi görün” duygusu
derindi ve bizim baba kız içimize işledi. O günden
sonra babam merkezinde durmaya başladı. Artık
yıllardır özlemini duyduğumuz babamız, bizimle
sürekli bir bağlanma ilişkisindeydi. Onun bizimle
kuvvetli bağlanması, benim oğlumla daha kuvvetli
bağlanabilmeme yardım etmişti. Onun arkamdaki
desteğini hissedebilmek oğlumun durumunu daha
baş edebilir kılmıştı benim için.
Bunları neden anlatıyorum, çünkü bu denklemlerin
değişik versiyonları mutlaka bizlerde var ve evlatlarımızda iz düşümlerini farklı durumlarla yaşıyoruz.
Mutlaka oğlumda da olduğunu düşünüyorum. Ancak kökünü kabul edip bağlananlar, yaşamda güçlü
olurlar. Köklerimle bağım güçsüzse, ağaç gövdem
zayıf ve cılız olur...
Babamın dedesinin ismi Yamenmiş, Erzincan Kemah’tan buralara askerliğe gelmiş, bir daha memleketine dönememiş, Edirne’den babaannesi ile evlenmiş, çocuklar 3-4 yaşlarındayken ölüp bu dünyadan
göçmüş, kim di ne idi, ne değildi hiçbir zaman tam
olarak bilemedik, bizim için bir gizemden ibaretti
sadece… Edirne’de herkes dedeme oralardan gelen babasından dolayı kürt Mehmet derdi, bana da
kürt kızısın sen der dalga geçerlerdi, küçüktüm ve
alınırdım. Şimdi bunun anlamsızlığını görüyorum.
Yıllar geçti biz yarım kaldık o taraftan… 2.5 yıl önce
çok sevdiğim, güvendiğim tarihle iç içe yaşayan bir
Geçenlerde bir rüya gördüm. Evimizin bahçesindeydik (bu arada evimiz ve iş yerimiz aynı sitede)
bloğun sonuna gelmişiz, yaşlı bir amcayla tüm taşları kaldırmışız, yaşlı amca “bak gördün mü, artık eski
taşlar gidiyor, altından zümrüt yeşili taşlar çıkıyor”
diyor. Gerçekten tüm taşlar zümrüt yeşiliydi ve ben
büyük bir zevkle hepsini kaldırıyordum. Aradan bir
gün geçti ve Musevilerin, Avrupa’nın 3. büyük havrasının açılışı için Edirne’ye geldiklerini duydum. Bu
güne kadar oğlumun iyileşmesi için önce mensubu
olduğum İslam dini ile ilgili duaları, sonra tüm din
ve mezheplerden duaları almıştık. Ama Musevilere
TSDE ki - Mayıs 2015
93
TSDE DER ki
Hayat ne garip, Çağatay ve Çağatay
ile yaşadıklarımız daha da garip…
Öyle sayfalar, öyle dersler getirdi
ki önümüze , her gün yeni bir
serüvendeyiz..
ulaşamadık. Şimdi evimizin yan tarafına onlarca minibüs olarak gelmişlerdi, heyecanla camdan onları
seyrediyordum, sonra oğlumu ve oğlumun yardımcısını alıp koşarak yanlarına gittim. “Kötü niyetim yok,
oğlumun sizin dininizce de okunmasını istiyorum”
dedim. Belki artık içim parçalarıyla bütünleşmek istiyordu. Bu gördüğüm rüya bana, bize bir işaret diye
düşündüm. Gördüğüm tüm rüyaları dönem dönem
değerlendirdim ve bana bilmediğim veya göremediğim kapıları gösterdiğini fark ettim. İzin verdiğimizde Yaratıcı veya ruhum bizimle konuşuyor, bazen
sıkıntılarımızı bazen yol haritalarımızı bize gösteriyor
aslında. Yeter ki tamamen zihin odaklı gitmeyi bırakıp arada içimizin sesine kulak verebilelim. “İsmim
Alberth saat 13.30’da Havraya gel” dedi bir bey. Hazırlandık ve orada olduk. Alberth ortada yoktu. Ben
ısrarla “bu sefer bu iş bitecek” diyordum. İnsanlara
derdimizi anlatarak oradaki din görevlilerine ulaştık.
Ve mutlu son... Oğlumuz onlar tarafından benim de
ismim anılarak okundu. Şimdi tüm parçalarımızı tam
ve bütün hissediyoruz.
Hocam Dr. Mehmet Zararsızoğlu bağlanmayan ayrışamaz der, bağlanmayı reddettiğim gerçekliğime
bağımlı ve gizliden esir olurum. İyi ki dizim çalışmaları var. Bize değişik gerçeklikleri ve derinliğimizi gösterip, yol bulmamıza pusula olabiliyor. O an gerçekten ayrıştığımızı ve özgürleştiğimizi hissettim. Artık
mensubu olduğumuz dine bir adım daha yakın, bin
adım daha bağlı hissediyorum.. Umuyorum, oğluma
şifa ve sevgi olarak geri dönecek bu dönüşüm. Bir
anne olarak bana düşeni görmem gerekeni görüp,
elimden gelenin en iyisini yapmayı ve akşam bunun
konforuyla yaşamayı şifa olarak görüyorum. Çünkü
elimde daha fazlası yok. Daha fazlası Yaradanın elinde sadece.. Tabiri caizse evimize, oğlumuza ziyaretçinin, en önemli misafirimiz olan Yaradanın gelmesi
için, evimizi hazırlamak benim görevim, o ve yaşam
sistemi izin verirse yolumuz açılacaktır…
Burada dinden bahsettim ama öyle çok bağlanamadığımız ve ayrışamadığımız durumlarımız var ki, evlatlarımıza yansıyan… Bir hastalığa sadece dışarıdan
gelmiş olan bir bela olarak bakmak ve bununla direnerek savaşmak, hastalığı büyüten bir unsurdur…
“Ne Türküm, ne Kürdüm, ne Musevi, önce insanım;
olduğum gibi kabul et ve kalbine al beni..”
“Al ki yeşerip büyüyeyim, senle el ele verip dünyamızı yeşertelim”
ÖZLENEN DENİZ UZUN
TSDE 6. Eğitim Grubu
TSDE ki - Mayıs 2015
94
TSDE DER ki
Hipnoz ve
Sistem Dizimleri
Sistem dizimleri; “geçmişin bağlayıcı hipnozlarından dengeli bir şekilde
ayrışabilmek ve yaşam akışının tüm halleri ile var olma sürecindeki tüm
farkındalıkları içeren bir bütüne hizmet” olduğu için hipnoza sokan ve
hipnozdan ayrıştıran unsurları fark etmek çok kıymetli olacaktır.
İnsanoğlu varoluştan bu yana sınırların ötesine geçebilmek eğiliminde olmuştur. Görülmeyeni görebilmek, duyulmayanı duyabilmek, bilinmeyeni
bilebilmek arayışı içinde yaşamlar sürmüştür. İlkel
kabilelerdeki ritüellerden en ileri teknolojiye kadar
her zaman fizik ötesine merak sarmıştır. Metafizik
kavramlar insanı hep cezbetmiş, sosyal konumu ve
yaşamsal akışının olanak verdiği ölçüde bu kavramların çekiciliği ve çekingenliği arasında gidip gelmiştir.
Hipnoz bilincin sınırlarından, zihnin etiketlerinden
bilinçdışına girip çıkmaya hizmet eden yöntemlere
verilen genel bir ifadedir. Aslında bir haldir ve beynin kendi fizyolojik dalga boyu döngüsünde zaten
olagelen bir durumdur. Kapsamında bilinçaltını da
içeren bilinçdışı; buzdağı benzetmesine göre “suyun
altında kalan” büyük bir alandır. Farklı bir dili vardır.
Lisanı metaforik (simgesel / sembolik) olan bu alan,
kimine göre bir çöplük kimine göre mucizeler dünyası olarak adlandırılsa da; aslolan yaşam tecrübelerimizde bilincin yönlendiricisi olduğu ve yok sayılamayacağı gerçeğidir.
Hipnoz ve hipnotik tüm fenomenler yine bir benzetme ile beyne giren “boş bir enjektöre” benzetilebilir
yani içine konulacak malzeme değişebilir. Farklı niyetlerle doldurulabilir. Aspire edilerek bilinçdışı kütüphanesinden “bilgelik” kitapları ödünç alınabilir,
bilinçdışı eczanesinden “en ideal kimya” aktive edilebilir. Hipnoza dair her uygulamanın bu nedenle “Etik
kriterler” doğrultusunda büyük bir özenle yapılması
gereği büyük önem arz eder.
Sistem dizim kuramında bilindiği gibi zihnin çerçeveleri dışına çıkarak bakabilmek, tekli gerçeklik algımızdan çoklu gerçekliğimize geçebilmek ve yeni bakış açısının idrakini temin etmek esastır. Bu süreçte
TSDE ki - Mayıs 2015
95
TSDE DER ki
hipnoz ve hipnozun bileşenleri bir araç olarak büyük
bir etkinlik sağlar. Hipnoz sanılanın aksine bir uyku
hali değil daha net bir farkındalığa, bir başka deyişle
tam bir uyanıklık haline dönüştürmektir. Hipnoz zaten var olan sistemik ve bireysel kısıtlayıcı hipnozlarımızdan çıkabilmekte güvenli bir araçtır. Bu dünyaya
hipnozla doğuyoruz ve hipnozla büyüyoruz zaten.
Hipnoz elindeki köstekli saati sallayan terapistin
“uyu” komutlarından ibaret zannedildiği sürece biz
hipnoza hipnozla bakmaya devam edeceğiz.
Bazen bir kelime, bir tonlama
bazen küçücük bir dokunuş, bazen
suskunluk ve söylenmemiş bir
kelime hipnotik etkiyi ve “an”da
dönüşümün ilk emeklemelerini
başlatabilir.
Sistem dizimleri; “geçmişin bağlayıcı hipnozlarından
dengeli bir şekilde ayrışabilmek ve yaşam akışının
tüm halleri ile var olma sürecindeki tüm farkındalıkları içeren bir bütüne hizmet” olduğu için hipnoza
sokan ve hipnozdan ayrıştıran unsurları fark etmek
çok kıymetli olacaktır.
bilmek ve olanı, olabilecekleri, olmayanı, görüleni ve
görülmeyeni “yaşatarak, hissettirerek” içselleştirilmesine hizmettir.
Hipnoz sistemik alanda merkezden uzaklaştıran sekonder halleri geçerek “özde kalmak ve duyguya
ulaşmak” bağlamında zaman kazandıran ve bir benzetmeyle “nokta atış” yapmaya yardımcı olan bir yöntemdir. Bazen bir kelime, bir tonlama bazen küçücük
bir dokunuş, bazen suskunluk ve söylenmemiş bir
kelime hipnotik etkiyi ve anda dönüşümün ilk emeklemelerini başlatabilir.
Danışanla aynı kayığa binip -ki bu danışanın kayığıdır- onunla bir gezintiye çıkmak için sistem dizim
kuramının “rezone olma hali” çok değerlidir. Danışanı anlamaktan öte hissedebilmeye imkân veren bu
hipnotik etkileşim terapiste ve danışana büyük bir
konfor sağlar. Sistem dizimleri ve hipnotik fenomenlerin bir ortak paydası da “bilinçdışı röntgenini çeke-
Danışanın sisteminden gelen hipnoz gözlüklerini çıkarıp, kendi gözleriyle yaşamı ve yaşamın ona akışını
görebilmesi ve hissedebilmesi sadece bilinç düzeyinde bir yaklaşımla ne kadar mümkün olabilir? Hal
böyleyken bir bu kadar önemli olan diğer konu ise;
bilinçdışında yakalanan farkındalığın mutlak şekilde
bilince taşınması gerekliliğidir. Kısaca idrak diyebileceğimiz bu olgu hipnotik etkileşim ve post hipnotik
telkinlerle hayatın bütününe ve bilince yerleşimine
imkân verir. Otohipnoz yöntemleri yine bu sürekliliği
ve pekiştirmeyi sağlamak adınadır.
Fenomenolojik algı ve sistem dizimlerinin gücü ile
bir yöntem olarak hipnoz farkındalığı bütünde terapiyi şiirsel bir yaklaşım ve bir sanat haline getiriyor
düşüncesindeyim.
Dt. TURGAY KÖYAĞASIOĞLU
TSDE 7. Eğitim Grubu
TSDE ki - Mayıs 2015
96
TSDE DER ki
Sınırlar
Güven ve barışın hâkim olduğu
bir dünya için, güvenli bağlanma
modeli sergileyen, kendinle
ve diğerleriyle sağlıklı ilişkiler
kurabilen esnek ve geçirgen
sınırlara sahip insanlar gerekir.
Sonsuz ve sınırsız bir evrende yaşıyoruz.
Dünyamız kendi şekliyle sınırlı. Doğadaki denge ve
uyum belli sınırlarla çevrili. Ya insanların sınırları?
Etrafımıza baktığımızda kimilerinin sınırları kalın
duvarlarla çevrili, kimileri tamamen açık, kimilerinin
açık noktaları var ama genelde kapalı olduğunu düşünür, kimileri geçirgen, şeffaf ve bağlanma modelimize göre değişebilen daha birçok model sayabiliriz.
Peki ya sizin sınırlarınız hangi model?
Anne karnındaki sınırlarımız en güvenli olandır. Bebek kendini güvende hisseder. Doğum, ilk defa bilinmez ve henüz sınırlarını oluşturmadığımız bir
dünyaya açıldığımız yerdir. Güvensizlik duygusuyla karşılaştığımız, ardından korkuyu hissettiğimiz,
dünyada etrafımıza korunma duvarlarını örmeye
başlarız. Hayata güvenmek, bağlanma modelimizle ve özgüvenle ilgili olarak gelişir. Ruhsal anlamda
dengeli ve sağlam isek, fiziksel ve zihinsel dengemiz
de sağlamdır. Çevremizde dengeli ve sağlam diye nitelendirdiğimiz insanlara baktığımızda, dengelerini
şeffaf ve geçirgen sınırlarla koruduklarını görürüz.
Koşullara ve duruma göre esneyen bir yapıları vardır.
Dünyadaki insan profiline baktığımızda, çoğunlukla
güvensiz agresif, sert bir yapının hakim olduğunu
görürüz. O yüzden ülkelerarası sınırlarda dikenli teller mayınlar, nükleer silahlar, ordular var.
Güven ve barışın hâkim olduğu bir dünya için, güvenli bağlanma modeli sergileyen, kendisiyle ve di-
ğerleriyle sağlıklı ilişkiler kurabilen esnek ve geçirgen sınırlara sahip insanlar gerekir. Kendini güvende
hisseden insan, karşıdakine de güvenir, böyle bir
durumda iç barış sağlanmış olur. İç barışı sağlayan
insanlar huzurlu ve dengeli olur. Artık onların huzuru
başkalarının huzuruna bağlı değildir. Kıymetli ve zor
elde edilen huzur ve güven, esnek ve şeffaf sınırlarla
korunur. Vücudumuzda geçirgen olan derimiz bedenimizi sınırlandırır. Yaşamın sonuna dek değişim göstererek, esneyip bükülerek varolan ana yapıyı korur.
Bedenimizdeki milyarlarca hücre şeffaf ve geçirgen
sınırlarıyla esneyerek, çoğalarak, değişerek varolan
öz programlarında yaşayıp görevlerini yapmaya
devam ederler. Ve hepsi birbirleriyle uyumlu çalışır.
Bu mükemmel işlerliğe sahip bedenimizi özü ile ve
varolanı korumak üzere sınırlar inşa etmek üzere bir
yaşam formülü oluşturabildiğimiz oranda sağlıklı sınırlara, ruha ve bedene sahip oluruz.
Biz isteklerimizi hayata karşı duruşumuzu belirlemediğimiz sürece sınır ihlalleri olması kaçınılmazdır.
Çoğu zaman sınır ihlallerine bizim izin verdiğimizi
unutur, öfkeleniriz. Bazen bir parça sevgi ve onay için
tüm sınırları canımızın yanacağını bilerek açarız. Ve
en çok birinci derece yakınlarla bunu yaşarız. Kendimizin ve karşımızdakinin sınırlarını zorlayarak, sürekli bir savaşın içinde yaşamak ya da iç barış ve huzurla
yaşayacak sınırları belirlemek bize kalmış.
SEMA TÜRKEL
TSDE 7. Eğitim Grubu
TSDE ki - Mayıs 2015
97
TSDE DER ki
Sistem Dizimleri Perspektifinin
Türkiye’de Aile İşletmelerine Katkıları
Organizasyon Dizimleri
-Bir işletmeyi dede kurar, baba büyütür, oğul tutar, torun sanat tarihi okur.
Alfred Marshall
-Türkiye’de şirketleri babalar kurar, oğulları yer, torunları batırır.
Nejat Eczacıbaşı
İş dünyasının fikir öncülerinden Alfred Marshall “Bir
işletmeyi dede kurar, baba büyütür, oğul tutar, torun
sanat tarihi okur” demiştir. Türk işadamı Nejat Eczacıbaşı ise, “Türkiye’de şirketleri babalar kurar, oğulları
yer, torunları batırır” diyerek aslında aile işletmelerinin ilk iki kuşakta yok olup gittiğini farklı bir dille
aktarmaktadır.
Aile şirketleri, ekonominin vazgeçilmez gücü olup,
bu şirketlerin başarılı bir şekilde yaşamlarını sürdürmeleri tüm dünya ekonomisini etkilemektedir. İşletme yönetimi disiplini “işletmelerin ömrünün sonsuz
olduğunu” kabul ederken dünyada aile şirketlerinin
ortalama yaşam süresi 24 yıldır. Dünyanın ikinci
büyük global ekonomisi olarak kabul edilen Avrupa Birliğinde (AB), şirketlerin % 65’inden fazlasını
aile şirketleri temsil etmektedirler. Aile şirketlerinin
payı, İngiltere ve Kuzey Amerika’da %75’lere, Latin
Amerika, Uzak/Orta Doğu ve Hindistan’da %95’lere
ulaşmaktadır. Türk şirketlerinin de % 95’i aile şirketlerinden oluşmaktadır. Ülke ekonomilerinde bu kadar kritik role sahip olan aile şirketlerinin sayıları da
başarıları da azımsanmayacak kadar fazla, ancak aile
işletmelerinin ömürleri çok kısa.
TSDE ki - Mayıs 2015
98
TSDE DER ki
Bir işletmenin en temel amacı karlı ve verimli bir şekilde yaşamını sürdürmektir. İş ortamında insanların
birbirlerini sevmesi gerekmez. Önemli olan görevlerini başarıyla tamamlayabilmeleridir. İş yaşamının
temel prensiplerinden biri de budur. Ancak aile işletmelerinde, aile olmanın sonucu olarak sevginin
dinamikleri iş başında iken bir de birlikte çalışma
zorunluluğu/seçimi ilişkileri daha da dolaşık hale getirmektedir. Aile-iş ilişkilerinin dolaşıklığı, sınırların
belirlenememesi yanı sıra aile bireylerinin yaşadıkları rol karmaşası, bu sarmal ve dolaşık ilişkilerden, iş
yapıp verimli ve karlı işletmeleri nesiller boyu sürdürmek ne yazık ki birçok işletme için mümkün olamamaktadır. 10 aile işletmesinden ancak 3’ü ikinci nesle
ulaşabilmektedir.
Ülkemizdeki aile işletmelerinin başarısızlığının en
önemli nedeni ailenin kendisidir. Türk aile şirketlerinin
% 30’u aile içi anlaşmazlık olasılığını doğal bir sonuç
olarak görmektedir. Global Family Business Consultants tarafından Türkiye’de yapılan bir araştırmaya
göre; aile şirketleri; %5 aile çatışması, %14 aileler arası
kavga, %19 miras, %19 kardeş-yeğen-kuzen çatışması, %43 kardeşler arası çatışma nedeniyle yok olmaktadır. Bu sonuçlar hiç şaşırtıcı değil. Ülkemizde bağımlı
ve sıkı ilişkiler içeren aile yapısına sahip olan aile şirketlerinde, bireyler iş saatlerinde işletmede, iş saatleri
dışında kalan zamanda da ailede olmak üzere sürekli
ilişki içinde bulunmaktadır ve iş saatleri dışındaki görüşmelerde bile iş konuşulmaktadır. Bu durum çatışmaların yaşanmasına elverişli bir ortam oluşmaktadır.
Aile işletmelerini kapanma-devretme durumuna getiren en önemli konulardan birinin aile içi çatışmaların
iş ortamına yansıması olduğu görülmektedir.
Türk kültüründe “kol kırılır yen içinde kalır” sözünde
de ifade edildiği üzere, yaşanan aile içi çatışmalarda
ailelerin büyük çoğunluğu profesyonel destek almak
istememektedir. Kültürel etkilerin yanı sıra ailelerin
profesyonel desteği reddetmelerinin sebeplerinden
birinin de ehil olmayan danışmanlar tarafından sunulan danışmanlık hizmetlerinin sonuçları olduğunu
düşünüyorum.
“Aile şirketine danışmanlık yapan biri, eski bir savaş
alanına girdiğini bilmeli ve anlamalıdır, bu alanda öğreneceği ve tanıyacağı şeyler yeni değil, çoğu bilinçsizce, neredeyse bir yaşam önce yapılmış şeylerdir.
Aile işletmesi üyeleri, bir danışmanla görüş alış-verişi
yaparken iş problemlerini tartışmaya başladıklarında, uzun bir zamandan beri varlığını sürdüren altta
yatan meseleler su yüzüne çıkmaya başlar. Geçmişte
gömülü kalmış aile sırları ve söylentiler, üzeri örtülü
iktidar meseleleri ardındaki dile getirilmemiş içer-
Ülke ekonomilerinde bu kadar
kritik role sahip olan aile
şirketlerinin sayıları da başarıları
da azımsanmayacak kadar fazla
ancak aile işletmelerinin ömürleri
çok kısadır.
TSDE ki - Mayıs 2015
99
TSDE DER ki
lemeler ortaya dökülür. Genellikle aile dinamikleri
konusunda donanımı olmayan danışmanların kafası karışır ve şu iki yoldan birini seçerek görüşmeyi sonlandırmaya çalışırlar, ya “bireysel terapi” ya da
“işi çabucak tamir etme” önerisi getirirler. Bu çözüm
önerilerinden hiç biri sorunu çözmez çünkü ne ailenin gerçek ajandaları ortaya çıkarılıp tartışılmış ne
de temel ihtiyaç doyurulmuş olur.” (Çelik’ten aktarım, Libowitz’denakt. Rodriguez vd.,1999) İşte tam
da bu noktada, ilişki sistemlerindeki normalde saklı
işleyen dinamikleri görünür hale getirmede kullanılan sistem ve aile dizimleri yöntemi; işletme ve aile
bireylerinin nefes alması, ilişkilerdeki hakikatin görünür hale gelip, kabul edilmesi, aile ve işletmede dile
gelmeyen - gizli dinamiklerin görülebilmesi ve işletme-aile ilişkilerinde düzenin ve dengenin sağlanabilmesi için kullanılabilecek doğru bir enstrümandır.
Şirket ve kuruluşlarda karşılaşılan sorunlar için yapı-
lan analizler danışmanlara problemin bir bölümünü
gösterir fakat genel görüntüsü arka planda işleyen
dinamikleri sunmaz.
Sistem dizimlerinin entegre alanı olan organizasyon
dizimleri ise kuruluş ve şirketlerde faal olan gizli dinamiklerin keşfedilmesini mümkün hale getirir. Organizasyon dizimleri, aile işletmeleri ile çalışan tüm
profesyonellere; dışarıdan bakıldığında sezilemeyen,
anlama ve algılamada güçlük çekilen çok karmaşık
yapı ve dinamiklere sahip olan aile içi ilişkileri ve aile-iş
ilişkilerini düzenleme ve ilişkilerin daha sağlıklı biçimde yönetilmesi konularında yardım sunmaktadır.
Kuruluşlar birçok sistemi bünyelerinde barındırdıkları için kurumsal sistemler aile sistemlerinden çok
daha karmaşıklardır. Çünkü organizasyon; işletme
sahipleri ve yöneticilerin bireysel aile sistemleri ile
işletmenin sistemi dâhil birçok alt sistemle irtibat
içindedir. Sistemik dizimler bizlere organizasyonda
kayıp olan bağlantıyı verir. Sistemik hususlarla ilgili bilgiler, şirkette bilinçaltı düzeyde tutulduğu için
kimse “işler yolunda gitmiyor, çünkü sistemik prensip takip edilmedi” demeyecektir. Zararsızoğlu bu
bilgiye ışık tutmak için Organizasyon dizimlerinin
aile işletmeleri için biçilmiş kaftan olduğunu ifade
etmektedir.
Organizasyon dizimleri işletmeye; mevcut durumda
ilişkiler ile ilgili resmi çok hızlı gösterir ve karar almak
için görünenin dışındaki gizli dinamikleri görme olanağını sunar. Sistemdeki uyum ve dengeyi sağlamak
için mevcut tanımlanmış olan sorunun potansiyel
Sistem Dizimleri bizlere
işletmelerde kayıp olan bağlantıyı
verir. Sistemik hususlarla ilgili
bilgiler, şirkette bilinçaltı düzeyde
tutulduğu için kimse “işler yolunda
gitmiyor, çünkü sistemik prensip
takip edilmedi” demeyecektir.
Zararsızoğlu bu bilgiye ışık tutmak
için Organizasyon dizimlerinin aile
işletmeleri için biçilmiş kaftan
olduğunu ifade eder.
TSDE ki - Mayıs 2015
100
TSDE DER ki
çözümlerini anlama ve yöneticilerin işletme içindeki bazen de dışındaki dinamikleri görmelerine fırsat
verir. Yöntem son derece hızlıdır ve tanı ile çözüm
arasındaki birkaç basamakta hareket eder. Dizim
gerçekleştirilirken işletmenin, kuruluş ile ilgili hiçbir
ayrıntıyı açıklanmasına ihtiyaç yoktur, böylece işletme bilgilerinin gizliliği garanti altına alınmaktadır.
Organizasyon dizimleri iş yaşamındaki bireyler için
de olanakları test etme imkanı sunar; Özellikle bireylerin tüm ilişki düzlemlerinde (içine doğduğu aile,
kendi çekirdek ailesi, kendi ile ilişkisi, işi-kariyeri, eşi
ve çocukları) gösterdiği davranışlara sistemik olarak
bakılıp bireyin temel ilişki sisteminin iş-kariyer hayatına yansımaları fark ettirilerek başka bir perspektiften bakarak karar alması sağlanır.
Aile işletmesinin kurucusu, işletmenin gelecek nesillere devredilmesinde ve işletmenin sürdürülebilirliğinde çok kritik bir öneme sahiptir. “Türkiye’de
işletme sahiplerinin % 34’ü şirketlerinin hem mülkiyetini hem de yönetimini bir sonraki nesle aktarmayı planlıyor, ancak bunların yarıdan fazlası gelecek
neslin bunu başarılı bir şekilde gerçekleştirebilecek
yetenek ve isteğe sahip olduğundan emin değil.”
Kurucunun bir aile geçmişi olduğu, birey olarak yaşamda iyi-kötü anlamda yaşadıklarının olduğu ve bu
yaşanmışlıkların aile işletmesinin başarısına yansıdığını düşünüyorum. Sistemik yaklaşım ile bakıldığında işletme kurucusunun; en az dört jenerasyon üzerinde aile geçmişi, tüm düzlemleri ile anne – baba,
kardeşler, çekirdek ailesi-aileleri, evlatları, eşi ile iliş-
kilerinde yaşanmışlıkların ya da yaşanamamışlıkların
tümünün ve bağlanma paterninin bir bütün olarak
işletmenin ruhuna yansıdığı göz ardı edilemeyecek
bir hakikattir. İşletme kurucusunun bilinç gelişimi,
bulunduğu bilinç evresinin işletmenin gelişimine
katkısı ya da işletmenin sonraki nesillere aktarımını
engellemesi. Bu hususların hepsi işletmenin geleceğine katkı sağlamak için organizasyon dizimi çalışmaları ile incelenebilir.
Aile işletmesinin kurucusu, aileye ait imkânları kendi
işletmesinde kullandığı halde, işletme biraz büyüdükten sonra bu değerlere saygı göstermeyip, “yok
sayarsa” (ne yazık ki Türkiye’deki aile işletmelerinde
sıkça karşılaşılan bir durumdur) işletmenin sistemini
“vebal” altına sokmuş olur. Yine ailenin imkânlarından faydalanıp, diğer aile bireylerine karşılık olarak
hiçbir şey vermezse o durumda alma- verme dengesini bozmuş olur. Bu arada kurucunun/kurucuların
sisteminde dışlanan kişiler var mı? Mesela kurucu
patron’un gayri meşru ilişkisinden doğan çocuklar
Aile işletmesinin kurucusu, aileye
ait imkânları kendi işletmesinde
kullandığı halde, işletme biraz
büyüdükten sonra bu değerlere
saygı göstermeyip, “yok sayarsa”
kurumu “vebal” altına sokmuş olur.
TSDE ki - Mayıs 2015
101
TSDE DER ki
Ülkemizdeki aile işletmelerinin
başarısızlığının en önemli nedeni
ailenin kendisidir.
sisteme dahil edilmiş mi? Onlara işletmede söz hakkı-temsil hakkı verilmiş mi? Aile içinde bile gizlenen
bu tür durumlar ne yazık ki işletmenin de geleceğini
etkilemektedir.
Bir başka husus çalışanlar düzleminde işlerin nasıl
gittiğidir. İyi bir işletmeci çalışanlara muhtaç olduğunu ve çalışanları ile birlikte işletmesinin karlı, verimli ve uzun ömürlü bir işletme olmasını sağlayabileceğini bilir. Çalışanlarla alma - verme dengesi nasıl
kurulmuş? Çalışanlara sundukları hizmetin karşılığı
“hakkıyla” ödeniyor mu? Fazla mesailer, izin vb. haklar konusunda adilane yaklaşım sergileniyor mu? Çalışanlar aynı aidiyet hakkına sahipler mi?
Aslında bahsettiğimiz bu hususların birçoğu işletme
yaşamını sürdürürken göz ardı edilse de, üzerinde
pek durulmasa da aile işletmelerinde, kişilerin sistemik getirilerinin şirketi %80-90 oranında etkilediği
düşünüldüğünde bu hususların kesinlikle dikkate
alınması ve özellikle işletmelere danışmanlık hizmeti
sunan danışmanlar tarafından da titizlikle incelenmesi gerektiği kanaatindeyim.
Aile işletmelerinin sorunlarına, aile-sistem ve
organizasyon dizimi yöntemi kullanılarak katkı
sağlanabilecek hususlar:
• Aile - işletme ilişkilerinde görünmeyen ilişki dinamiklerinin görüntülenmesi: Aile içindeki çatışmalar,
anlaşmazlıklar ve güç mücadelelerinde görünmeyen
bağların işletme yönetimine - işletme kararlarına etkilerinin görünür hale getirilmesi.
• Aile işletmelerinde yönetimin bir sonraki kuşağa
devrindeki alternatifleri organizasyon dizimleri ile
gözden geçirmek.
• Kuşaklararası düşünce, iş anlayışı vb. farklılıklar ve çatışmaların sebeplerini görünür hale getirmek ve bu konudan sorumlu aile bireylerinde farkındalık yaratmak.
• Aile işletmesinde çalışmayan aile bireyleri ile çalışanlar arasındaki ilişki ve dengeler, bu bağlamda dile
dökülmeyen dışlanmalar, kayırmacılık, hak yenilmesi
gibi hususların ortaya çıkarılması.
• Kurucu girişimcinin aile geçmişi ile ilişkisi, bağlanma
düzlemi ve bu hususların işletme dinamiklerine etkisi.
• Aile - işletme ilişki yönetiminde sınırları çizme çalışmaları kapsamında; Aile içi sorunları, aile bireylerine
farkındalık yaratarak alternatif çözümleri görselleş-
TSDE ki - Mayıs 2015
102
TSDE DER ki
tirmek. Dolayısıyla işletmeye yansıyan aile sorunlarını minimize etmek.
• Ailede denge, sıra düzenine uymak ve aile kararlarına uymayan, dışlanan aile bireyleri konularına farklı
bir perspektiften bakmak.
• İşletmelerde devir, ortaklarla çalışmak veya satış konularında karar alabilmek için organizasyon dizimleri ile alternatifleri görmek.
• İşletme ile ilgili alınacak kararların aile bireylerine
nasıl etkide bulunacağını deneyimlemek.
• Varislerin eğitimlerini tamamlayıp, profesyonel
yaşama adım atarken ve aileye sonradan katılan
(gelin-damat) kişilerin aile işletmesinde çalışıp çalışmama kararlarını almalarında olanakları test etme
imkânı sunar.
Tolstoy’a göre; “Mutlu aileler hep birbirine benzer,
ama her mutsuz ailenin kendine özgü farklı nedenleri vardır.” Nasıl her insanın parmak izi farklı ise her ailenin hikâyesi de farklı ve kendine özeldir. Aile tarihi,
kuşkusuz, kişinin değerlerinin ve sosyal alışkanlıklarının şekillenmesinde en önemli etkenlerden biridir.
Her kuşak, içine doğduğu ailenin aktardığı genetik
ve psişik yapıya, sosyokültürel modele dayanarak
sosyalleşiyor ve kendisini bu çerçeve içinde tanımlıyor. Sistem dizimleri de; kişinin aile sistemindeki yeri,
diğerleri ile olan ilişkileri ve özetle kişinin yaşamdaki(ebeveynler, çocuklar, eş, iş…) ilişki düzlemlerindeki duruşuna kıymet verir.
Ülkemizde GSYH’nın (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) %75’
ini sağlayan aile işletmeleri, ülke ekonomisinin temel
taşıdır. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ne
yazık ki aile işletmelerinin ancak %30’u ikinci nesli
görebilmekte. Birçok bilim dalını temsil eden danışmanlar 80’li yıllardan bu yana aile işletmelerinin
sürdürülebilirliği konusunda çok farklı alanlarda aile
işletmelerini geliştiren hizmetler sunmakta.
Tolstoy’a göre; “Mutlu aileler
hep birbirine benzer, ama her
mutsuz ailenin kendine özgü farklı
nedenleri vardır.” Nasıl her insanın
parmak izi farklı ise her ailenin
hikâyesi de farklı ve kendine özeldir.
Bir aile işletmesinin yaşamını
sürdürebilmesi için aile, iş yönetimi
ve mülkiyet alanlarının doğru
tanımlanarak, sınırlarının çizilmesi
ve her üç alanın da birbiriyle
uyum içerisinde olması, tüm aile
bireylerinin bu konuda mutabık
kalması ve alanlara, sınırlara saygı
göstermesi ile sağlanabilecektir.
TSDE ki - Mayıs 2015
103
TSDE DER ki
Bu hizmetlerin, rekabetin her an arttığı iş dünyasında ayakta kalmak isteyen aile işletmelerine katkıları
da çok kıymetlidir. Ülkemizde aile işletmelerinin dağılmasına sebep olan aile içi çatışmalı ilişkiler, kurucunun aile sisteminden getirdiklerinin işletmenin
ruhuna yansıması, aile ve işletmede sistemik prensiplere uyulmamasının sonuçları ile ilgili hususlar,
Sistem dizimleri ve entegre alan olarak organizasyon
dizimleri yöntemiyle işletmelerin sürdürülebilirliğine
katkıda bulunacaktır.
KAYNAKLAR
ÇELİK TURPOĞLU, Aysın (2012), “Aile İşletmelerinde Danışmanlık Yapmak”, 5.Aile İşletmeleri Kongresi – Kongre Kitabı, İstanbul, Kültür Üniversitesi Yayınları, No:169.
HELLINGER Bert, WEBER Gunthard, BEAUMONT Hunter(2007), “Love’sHiddenSymmetry” Türkçe çevirisi “Sevginin Saklı Simetrisi”, İstanbul, Pan Yayıncılık.
LIEBERMEISTER Svagito R. (2009), “TheRoots of Love” Türkçe çevirisi
“Sevginin Kökleri: Bir Aile Dizilimi Rehberi”, İstanbul, Butik Yayıncılık.
ÖZTÜRK, A. Turan (2012), “Kurumsal Entegrasyon ve Türk KOBİ’lerinin
Yol Haritası”,5.Aile İşletmeleri Kongresi – Kongre Kitabı, İstanbul, Kül-
Bir aile işletmesinin yaşamını sürdürebilmesi için aile,
iş yönetimi ve mülkiyet alanlarının doğru tanımlanarak, sınırlarının çizilmesi ve her üç alanın da birbiriyle uyum içerisinde olması, tüm aile bireylerinin bu
konuda mutabık kalması ve alanlara, sınırlara saygı
göstermesi ile sağlanabilecektir. Aile bireylerinin sayısı arttıkça ne yazık ki sorunları da artıyor. Nesiller
ilerledikçe ve aileler büyüdükçe ortak değerler azalıyor. Duygu ile mantığın karıştırılması ise aile şirketlerinin sonunu hazırlıyor. Sistem dizimi yöntemi,
görünmeyen aile bağları ve aile-iş ilişki dinamiklerini
görüntüleme fırsatı sunduğu için ve aile bireylerine
hem aile hem de işletmeleri için bu farkındalığı yaşama imkânı verdiği için aile şirketi üyelerinin ilişkilerini daha sağlıklı biçimde sürdürmesi konusunda çok
işlevsel rol oynayabilir.
tür Üniversitesi Yayınları, No:169.
PwC Küresel Aile Şirketleri Araştırması 2012 Türkiye Sonuçları, (2012)
”Aile Şirketleri: 21.Yüzyılın İş Modeli”.
SCHUTZENBERGER, Anne Ancelin (2011), “TheAncesterSyndrom”
Türkçe çevirisi “Soy Sendromu: Kuşakaşan Terapi ve Soyağacındaki
Gizli Bağlantılar”, İzmir, Duvar Yayınları.
TSDE ki Dergisi, 1.Sayı, Kasım 2014
TUNCEL, H. Tomris(2011)“Aile Şirketlerinde Kurumsallaş(ama)ma Üzerine Araştırma”, Konya, Konya Ticaret Odası.
WEBER, Gunthard (2011), “9-11 Aralık tarihleri arasında düzenlenen
Organizasyon Dizimleri konulu Seminer” İstanbul.
ZARARSIZOĞLU, Mehmet(2010 – 2014), Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü(TSDE),” Sistem Dizim Terapisi Eğitim Notları” , İstanbul.
DİLEK PORSUK
TSDE 6. Eğitim Grubu
TSDE ki - Mayıs 2015
104
TSDE DER ki
Evlat Edinilen Çocuklarda Bağlanma
Süreci ve SDT Bakışıyla Bir Deneyim
Bir gün bir çocuk değiyor yüreğinize.
“Anne”diyor size, boynunuza
sarılıveriyor, yapışıyor hatta,
kafasını gömüveriyor koynunuza.
Bir an, o an anlıyorsunuz, hatta
biliveriyorsunuz aranızdaki güçlü
kontratın varlığını... Ezelden beri
orda olan kontratın; sizin ona
anne, onun size oğul olacağının
kontratının...
Ben “yaşam” vermek istedim…
Yıllarca yaşam vermenin tek bir yolu var sanmışım.
Yolunda gitmeyen infertilite tedavisiyle o kadar körleşmişim ki, yaptığım, yarattığım onca şeyi unutup,
“açıklanamayan infertilite”yi bir elbise gibi giyip yoluma devam etmişim. Oysa yaşam vermenin çokça
yolu varmış ve ben zaten yaşam veriyormuşum da,
her yaptığımla…
Bir gün Atlas girdi hayatımıza, ilk çocuğumuz, sokaktan evlat edindiğimiz köpeğimiz. Atlas’ı yüksek sesle
severken kendimi duydum; “ben seni nasıl bu kadar
sevdim, doğursam bu kadar çok severdim ancak
herhalde” diyordum. O gün aklıma belli belirsiz bir
düşünce düştü; “evlat edinsem?” 6 ay kadar sonra bir
perşembe sabahı benimle beraber uykudan gözünü
yaşama açacak bir düşünce; “evlat ediniyorum!”…
TSDE ki - Mayıs 2015
105
TSDE DER ki
Tam bir ay sonra başvurumuzu yaptık.
Sonra ilginç bir süreç başladı. Bir nevi hamilelik süreci. Birçok prosedürü yerine getirdik, bu konuyu
çokça aklımızda evirip çevireceğimiz bir süreçte tutulduk. Bazısı kolay, ama çoğu da zor gelen sorulara
cevap verdik, verdiğimiz her yanıt bizi sonuca daha
çok yaklaştırdı.
Sonra bir ağustos sabahı telefon çaldı, artık zaman
gelmişti, bazı dosyaları görmemiz için bizi çağırıyorlardı. Sonrası biraz rüya ve belki de biraz da kargaşa
içinde olan bir süreci başlattı. İlk birkaç gün yuvaya
oryantasyona gittik. Vedat 21 aylıktı, benimle kalmak
istemiyor, için için ağlıyordu. Yabancıyı ayırt edebilip
korkacak yaştaydı, içim gitti, korktum ama nereden
geldiği bilemediğim bir güçle onu koynuma yaslayıp
sarıldım, öylece oturduk. Gitgide bana güvendi, hatta benimle eğlenmeye başladı.
Onun evimize gelmesiyle, sadece işimle değil, hayatımdaki her şeyle ilişkim değişti. Bir anda dünya
oğlumun etrafında dönmeye başladı. Hiç alışık olmadığım şekilde, unutmaya, atlamaya başladım, telefonlara dönmeyi, mailleri cevaplamayı, hatta fatura
kesmeyi bile unuttum. Gariptir bu bana bir özgürleşme duygusu verdi.
İlk günler oldukça zor geçti. Evde senelerdir neredeyse yalnız yaşayan ben, bir anda kendimi evde,
bir bebek ve bir sürü insanla buldum. Herkes iyi niyetle yardım etmeye çalışıyordu. Şüphesiz bebek
bakımı konusunda benden daha tecrübeliydiler.
Ama bu bebek, özel bir bebekti ve onun ihtiyaçlarını
benden daha iyi anladıklarından emin değildim? El-
bette, kendimin de ne kadar anlayabildiğini bilemiyordum? İlk on gün Vedat tam anlamıyla boynuma
yapışık yaşadı. Herşeyden korkuyordu, her sesten,
her hareketten vs.. Birbirimize alışma süreci öylesine
ikimizin arasında, öylesine özeldi ki…
Artık yaşamı büyüten bir yol seçtiğimi görebiliyorum. Yaşam, verilen ve alınan birşey değil, olamaz.
Yaptığımız seçimler yaşamı büyütür veya eksiltir.
Ben yaşamı büyüten bir seçim yaptım. Yorgunluktan
bunaldığım anlarda da, gecenin ortasında gözümü
tavana dikmiş “ niye uyandım acaba?” diye düşünürken, çok değil birkaç dakika sonra “anne” diye bir ses
duyduğum anda ya da eve gelip yanaklarımı seven
minicik ellerle buluşunca da, yaşam benim için yeniden anlam kazanıyor.
Bizim hikâyemizde oğlumuzla geçen ilk aya bakarsak,
oğlumuz eve geldiğinde 21 aylıktı. İlk onbeş günü
hatta bir ayı, yuvada oryantasyon sürecinde “ anne “
olarak karşısına çıkarıldığım ve onu eve alıp getiren
olduğum için yoğun olarak benim boynuma yapışmış halde geçirdi. Bana güveni gözle görülür şekilde
çok fazlaydı, ancak evde bulunan ve ona bakım verme gayretinde bulunan büyükannelerin ve ikinci haftadan itibaren de, bakıcı ablanın yeme, içme gibi des-
“Bir kişinin yaşamındaki travma
önemli değildir. Travmanın
yaşamında bıraktığı iz önemlidir.”
FREUD
TSDE ki - Mayıs 2015
106
TSDE DER ki
teğini de hiç reddetmedi. Bu dönemde yuvada ona
öğretildiği gibi herkese “anne“ diyordu. Bu dönemde
bana bu kadar bağımlı yaşamasına izin verdim, bana
güvenmesi benim için çok önemliydi ve ihtiyaçlarında bir “regresyon“ görülmesine karşın hazırlıklıydım.
İkinci ay başladığında, oğlumuz, evi daha çok benimseye, daha rahat hareket etmeye ve serbest olmaya,
benden ev içinde ayrılmaya başladı. Ben de kısa
süreli de olsa, onu evde bakıcı ablası veya bir aile
büyüğüyle bırakıp işlerimi halletmek için çıkmaya
başladım. Ondan ayrılmama ilk önce tepki göstermedi. Bunu iyi karşıladım ancak garipsedim de. Anladığım kadarıyla “bağlanma“ tam gerçekleşmemişti
ve kendini korumaya çalışıyordu. Ancak bu durum
fazla uzun sürmedi. Bir iki hafta içinde aramızdaki
bağ güçlenince, evden çıkarken boynuma yapışmaya ve ayrılıklarımız da zorlanmaya başladı. Eve döndüğümde ise, hemen bana koşuyor ve diğer bakım
verenler arasında tercihi ben oluyordum. Görünüşe
göre her şey çok sağlıklı gidiyordu. Bu evrede, yalnızca bana “anne“ demeyi öğrendi ve bunu farklı bir rol
olduğunu anlamaya başladı.
Üçüncü ayımızda, aramızdaki ilişki daha da güçlenirken, babasıyla da bir bağ geliştirmeye başladı. Ve aynı
ay içinde, onu ilk kez bırakarak, yatılı bir seyahate gittim. Elbette bu duruma çok üzüldü, hiç memnun olmadı, kendince itiraz etti. Ancak kavuşmalarımız o kadar
sağlıklı yaşandı ki, artık o, bir iki seyahat sonrasında, gitsem de, her zaman ona döneceğimi anlamaya başladı.
Dördüncü ayda bu kısa süren ayrılıklarımıza itirazları daha da azaldı. Gidişimi kabulleniyor ve oyununa
bıraktığı yerden devam ediyordu. Ve her seyahat
dönüşünde beni müthiş bir coşkuyla karşılıyordu.
Benim için de evde onun beni beklemesi, tarif edilemez bir mutluluktu. Kendimi inanılmaz bir şekilde
zinde ve genç hissediyordum. Vedat’ın beni beklediğini bilmenin verdiği enerjiyle tüm yorgunluğum
gidiyordu. Onunla oyun oynamaya hazır bir şekilde
bir “ anne “ olarak evden içeri giriyordum.
cuk olmasında, yuvada almış olduğu sevgi ve iyi bir
bakımın rolü büyük. Biz de şu anda içinde bulunduğu evrede, bizden alması gerekeni büyük bir özenle
vermeye çalışıyoruz.
Elbette bağlanma konusunda, evlat edinme sürecinde farklı bir deneyim yaşadım ve yaşıyorum. Bu
süreçte öğrendiğim en önemli nokta; çocuğun gerçek yaşı ve bulunduğu evrede, olması gereken bağlanma sürecinin gösterdiği noktalara körü körüne
tutunmadan, çocuğun o andaki gereksinimlerine
odaklanarak, oluşabilecek bir gerilemeye karşı uyanık olma ve izin vermenin oldukça önemli olduğu.
Ayrıca oğlumun eve geldiği andan itibaren, bizim
aramızdaki tüm süreçlerin ve başlangıçta hızlandırılmış bir bağlanma yaşanacağını bilmek ve yaşamı
buna göre düzenlemek de önemli.
Sadece evlat edinme süreci değil, ardından evlat
edinmiş ailelerin, bu yolculukta karşılaşabilecekleri
güçlükler ve olabilecekler hakkında önceden bilgilendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ben, içimdeki
annelik güdümle, el yordamıyla ve okuduklarımdan
ve bildiklerimden yararlanarak, yaşadıklarımı sonradan anlamlandırarak, kendime bir yol yarattım. İnanıyorum ki, bu konuda daha az tecrübesi olan ebeveynler de, biraz yardımla çok rahat ilerleyecekler.
Oğlumuz Vedat’ı, yaşama kendi günlük rutinimiz
içinde yöneltmeye çalışıyoruz. Bu bilgilerin bu deneyimi yaşayan ve bu süreçte yol alan tüm ebeveynler
için faydalı olmasını umuyorum.
Yaşama yönelmenin gücüne saygıyla…
ARZUM AKDURAN
TSDE 6. Eğitim Grubu
Vedat beşinci ayda babasıyla olan bağını da iyice
geliştirdi. Babası müzisyen ve artık birlikte müzik
yapıyorlardı. Altıncı ayda, oğlum beni, pek hoşnut
olmasa da, “bay bay“ diye uğurluyor, itiraz etse de,
vedalaşmayı becerebiliyor. Şu anda 27 aylık. Hızlandırılmış bir bağlanma sürecinden sonra, hızlandırılmış bir ayrışma sürecimize başladık. Oğlumun yaşama tatsız bir deneyimle başlamış olması gerçeğine
rağmen, yaşam onu farklı bir şekilde kucaklamış.
Elbette onun bugünkü neşesinde, sevgi dolu bir ço-
TSDE ki - Mayıs 2015
107

Benzer belgeler