Book 16.indb - Çocuk Vakfı
Transkript
Book 16.indb - Çocuk Vakfı
Dünyadan Büyüktür Çocuk Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Hazırlayan Mustafa Ruhi Şirin Çocuk Vakfı Yayınları: 83 I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi Yayın Dizisi: 8 Yayın yönetmeni : Mustafa Ruhi Şirin Kapak ve iç tasarım : Lokomotif Redaksiyon ve tashih : Yüksel Kanar Baskı-cilt : Erkam Matbaası-0212 671 07 00 Baskı tarihi : Şubat 2011 Birinci baskı : 2000 adet ISBN: 978-975-552-080-3 Bu kitap, Başbakanlık Tanıtım Fonu’nun katkılarıyla yayımlanmıştır. Kapak fotoğrafı için Ara Güler’e teşekkürlerimizle… ÇOCUK VAKFI YAYINLARI Zafer Sokağı No 17 34371 Nişantaşı – İstanbul Telefon : 0 212 240 41 96 – 240 23 83 Belgegeçer : 0 212 230 01 25 elektronik posta : [email protected] internet sitesi : www.cocukvakfi.org.tr Dünyadan Büyüktür Çocuk Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Hazırlayan Mustafa Ruhi Şirin İstanbul, Şubat 2011 İçindekiler Kongre’nin Sunuşu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Önsöz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 TACETTİN DİKER (31 Mayıs 1923) . . . . . . . . . . . . . . . . Karagöz Perdesi’nde Kazaska Oynatıyorum - Deneme Her Ne Kadar Sürç-i Lisan Ettikse Aff Ola !.. -Yazı Prof. Dr. ESİN KÜNTAY (3 Ocak 1937) . . . . . . . . . . . . . . . Çocukluğum: Birkaç Anı- Deneme Güç Koşullardaki Çocuklar Sorunu (Bir Sosyolog’un Gözünden)-Yazı Prof. Dr. DOĞAN CÜCELOĞLU (9 Şubat 1938) . . . . . . . . . . . On Birinci Çocuk –Deneme NURAN DİREK (3 Mart 1942 ) . . . . . . . . . . . . . . . . . . Gelik - Deneme Çocuklar için Felsefe ve Etik - Yazı Prof. Dr. AYLA OKTAY (16 Haziran 1942) . . . . . . . . . . . . . . Çocukluğumdan Hatırlayabildiklerim - Deneme Türkiye’de Okul Öncesi Eğitimin Gelişmesi -Yazı Av. BETÜL ONURSAL (11 Kasım 1942) . . . . . . . . . . . . . . Yaşamımdan Çocuk Kesitleri - Deneme Yaşam Çizgisinde Çocukluk ve Ötesi -Yazı Prof.Dr.HALUK YAVUZER (6 Şubat 1944) . . . . . . . . . . . . . Çocukluğum:Mutluluk ve Coşku Dönemi - Deneme Çocukluk Döneminin Önemi,Çocukluk Gözüyle Anne -Yazı NECMETTİN TURİNAY (7 Şubat 1946) . . . . . . . . . . . . . . Bir Şiir Karşılaşması - Deneme Aile Üzerine Bazı Düşünceler - Yazı Dr. TEKİN ÖZERTEM (01.04.1947) . . . . . . . . . . . . . . . . Sen de Kazanmışsın - Deneme Ben de Artık Seyirci Değil Oyuncuydum- Yazı Prof. Dr. NERMİN ÇELEN (25 Ekim 1949) . . . . . . . . . . . . . Beni Ben Yapan Çocukluğum - Deneme Türkiye’de Boşanma, Aile ve Çocuklar - Yazı Prof.Dr.HÜSEYİN PEKER (1 Ocak 1953) . . . . . . . . . . . . . . Hayatımı Yönlendiren Dönem: Çocukluğum - Deneme Aile ve Çocuk Kültürü - Yazı Prof.Dr. İSMAİL DOĞAN (2 Şubat 1954) . . . . . . . . . . . . . . Uzaklardaki Ülke: Çocukluğum - Deneme Şehir ve Çocuk ya da Yeni Kentin Hormonlu Çocukları - Yazı A.TURAN ALKAN (24 Mart 1954) . . . . . . . . . . . . . . . . . A, Ne Çabuk Geçivermiş! - Deneme Büyüme İdeolojisi Üzerine Aykırı Bir Tez -Yazı Dr. FATİH ERDOĞAN (23 Nisan 1954) . . . . . . . . . . . . . . Ah Annelerim !... - Deneme Yar Bana Bir Eğlence: Çocuk Edebiyatı - Yazı . 17 . 27 . 41 . 49 . 61 . 73 . 89 . 95 . 107 . 121 . 131 . 141 . 151 . 157 MUSTAFA RUHİ ŞİRİN (2 Ocak 1955) . . . . . . . . . . . . . . Biraz Da Gökyüzüdür Çocukluğum - Deneme Türkiye’nin Çocuk Hakları Haritası İçin - Yazı Prof. Dr. SERPİL UĞUR BAYSAL (29 Mayıs 1956) . . . . . . . . . Şu Penceren Bakan Küçük Hanım - Deneme Kansu’dan Dağlarca’ya: Çocuk ve Sağlık -Yazı Prof. Dr. ERTAN EĞRİBEL (1 Nisan 1957) . . . . . . . . . . . . Şehir, Kitap ve Çocuk - Deneme Batı Merkezli Dünya Düzeni ve Çocuk: İhmal, İstismar ve Taciz -Yazı Yrd. Doç. Dr. OYA ABACI (3 Ocak 1958) . . . . . . . . . . . . . Ankaralı Yıllar, Çok Uzaklarda ama Yanı Başımda - Deneme Türkiye’de Çocuk ve Müze Kültürü -Yazı Prof. Dr. EROL GÖKA (11 Ocak 1959) . . . . . . . . . . . . . . Babalar Hep Güçlüdür - Deneme Yeni Dünyada Çocukluğun Halleri -Yazı İHSAN KABİL (1 Temmuz 1959) . . . . . . . . . . . . . . . . Üç Yaşındayken Babam Aramızdan Ayrıldı - Deneme Dünden Bugüne Çocuk ve Sinema İlişkisi - Yazı Prof. Dr. MEHMET ZEKİ AYDIN (15 Kasım 1959) . . . . . . . . . Babam Bizi Bıraktığı İçin -Deneme Aile ve Çocuk Eğitiminde Öncelikli İlkeler -Yazı Prof. Dr. ŞÜKRÜ HATUN (1959) . . . . . . . . . . . . . . . . Çocukluğumda İçime Dolan Sesler - Deneme Kışkırtılan Mutsuzluk - Yazı Dr. ALİ BÜYÜKASLAN (16 Nisan 1960) . . . . . . . . . . . . . Bir “Mustafa” Vardı Çocukluğumda… - Deneme Öteki Çocuklar Ya Da Göçmen Çocuklar Üzerine: Herkes Farklı Herkes Eşit - Yazı TİLBE SARAN & EVREN ERCAN . . . . . . . . . . . . . . . Tilbe Saran (21.05.1961) Yıllar Gelip Geçti Ben Hala - Deneme Evren Ercan (17.06.1981) “Ben oldum”- Deneme Çocuk ve Tiyatro Kültürü - Yazı SADIK YALSIZUÇANLAR (1 Aralık 1961) . . . . . . . . . . . . Cennet Sineması - Deneme ‘Çocuktan Al Haberi’ - Yazı Prof. Dr. AYDIN GÜLAN (18 Eylül 1962) . . . . . . . . . . . . . Keşke… - Deneme Prof. Dr. BENGİ SEMERCİ (7 Şubat 1963) . . . . . . . . . . . . Gezgin Çocukluk - Deneme Boşanma, Aile ve Çocuk -Yazı Prof. Dr. İRFAN ERDOĞAN (5 Nisan 1963) . . . . . . . . . . . . Hep İleriyi Düşünmekle Geçen Yıllar - Deneme Çocuk Eğitimindeki Paradigma Değişimi -Yazı . . 169 . . 183 . . 199 . . 221 . . 233 . . 243 . . 253 . . 265 . . 271 . . 283 . . 299 . . 313 . . 317 . . 329 Kongre’nin Sunuşu I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi, başlangıcından sonuçlanıncaya kadar, çocuk ve yetişkinlerin kendilerini ifade ettiği, görüşlerini açıkladığı ve eleştirilerinin dikkate alındığı uzun bir sürecin sonunda gerçekleşti. Kongre, Türkiye’de ilk kez düzenlenmiş olmasına rağmen, hiçbir aşamasında çocuklar adına hareket edilmedi ve kongrenin kozası, çocuklar dinlenerek örüldü. Kongre, Türkiye genelinde 6230 öğrenci ve çocuk meclisi üyesinin görüşlerinden oluşan Sesimizi Kim Duyacak! 2010 Çocuk Görüşü Raporu’nu 23 Nisan 2010 tarihinde açıklayarak ülke ölçekli bu büyük çocuk ödevine başladı. Kongre, çocuk konusunda açılımı önermekle kalmadı, yetişkinlerle birlikte yönetilecek bir kongre geleneğini de başlatmış oldu. Bu yönüyle Kongre, çocuk hakları bağlamında yalnızca ülkemizde değil, dünyada da bir ilk. I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi’nin çocuk tarihimize düştüğü en önemli kayıtlardan biri ise, merkezini çocuk hakları kültürünün oluşturduğu, çocuk ve yetişkinlere yönelik yayınlarla gerçekleşti. Çocuk ve yetişkin bildiri kitapları yanında, 2010 yılı boyunca hazırlanan yayınlarla da iz bırakmayı amaçlamıştır bu kongre. 2012-2016 yıllarını kapsayacak I. Türkiye Çocuk Hakları Stratejisi Belgesi’nin birinci taslağını hazırlayarak Kongre Genel Kurulu’na sunulması ise, Türkiye’nin çocuk tarihinde tam bir dönüm noktasıdır… Son çeyrek yüzyılda çocuk araştırmalarındaki artış dikkatlerden kaçmasa da, Türkiye’de çocuk hakları çalışmaları hiçbir kök çocuk sorununun çözümüne yönelecek kuşatıcılıkta değildir henüz. Bu açmazın nedeni, üniversitelerin çocuk konusunda çok alanlı çalışma anlayışından uzak olmasıdır. Türkiye’nin öğrenmesi ve aşması gereken asıl mesele ise, çocuk sorunlarının tek başına çözülemeyeceği gerçeğini bir an önce fark etmesidir. Aileden soyutlanmış çocuk yaklaşımının çözümsüzlük sarmalının genişlemesinden başka bir sonuç doğurmayacağı da ortada. Kongrenin, çocuk hakları kültürüyle ilgili bütün yayınlarında aile, çocuk, toplum, Devlet odaklı yaklaşımın tercih edilmesinin nedeni ise bütün yönleriyle çocukla ve çocuk gerçeğiyle yüzleşme çabası olarak kabul edilebilir. I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi yayınlarının kalıcılığı ve çok yönlülüğü, çocuk, çocukluk ve çocuk hakları kültürü konusunun edebiyat ve sanat boyutu ile sağlanmıştır. Çocuk edebiyatı ve yetişkin edebiyatının yetkin kalemlerinin çocuk hakları kültürüne dayalı yeni yazılmış metinleri bu kongreyi daha da kalıcı duruma getirmiştir. Kongre, çeviri yoluyla kitap yayımlama kolaycılığını değil, yerli birikime dayanarak çok önemli bir potansiyeli harekete geçirmiştir. I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi’nin amacı ve işlevinde vurgulandığı gibi, kongre, çocuk hakları konusunu medeniyet ölçekli bir anlayışla okumayı öneren düşüncenin ilk uygulamasıdır. Kongrenin ana fikri, yalnızca çocuk konusunun değil, birey, toplum ve Devlet sorunlarının medeniyete dayalı bir yaklaşımla çözüleceği düşüncesine dayanmaktadır. Çünkü, hiçbir çocuk sorunu tek başına varolmamıştır ve çözüldüğünde de tekrarlanmayacağı iddia edilemez. I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi, çocukların hayata iyi bir baş- langıç yapabilmesi için önce yetişkinlerin sorumluluklarını hatırlatıyor bireylere, topluma ve Devlet’e. Bu yönüyle çocuk hakları öğretimi, önce anne-baba merkezlidir. Bu konuda ülke olarak sormamız gereken üç ana soru ise şunlardır: Çocuklarımızın haklarını bilerek büyümelerini ve gelişmelerini istiyor muyuz? Toplum olarak çocuklarımızla hayatı paylaşmaya hazır mıyız? Devlet, çocukların esenliği için görev ve sorumluluklarını nasıl yerine getirecek? Bu üç ana sorunun Kongre yayınlarında bütün yönleriyle cevabı yok elbette. Ancak Kongre medeniyet, aile, çocuk, toplum ve Devlet bağlamında yetişkinlere çocuk hakları kültürü kaynaklarını sunarak yeni bir çocuk okuması yapılmasını öneriyor: Hazır mısınız?.. Mustafa Ruhi Şirin Çocuk Vakfı Başkanı Kongre Genel Yönetmeni Prof. Dr. Aydın Gülan Kongre Başkanı Dünyadan büyüktür Çocuk | 9 10 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Önsöz Türkiye’de çocukla ilgili en kolay yapılan şey, eleştiri. Çocuk eksenli eleştiri yapabilecek donanımda olanlardan ise ne yazık ki ses çıkmıyor. Dolayısıyla, çocuk alanı, derinliği olmayan politikacıların, acemi heveslilerin, kişisel çıkar gruplarının ve medyada sık sık boy gösteren “kanaat önderlerinin” ve “STK yöneticilerinin” vicdanına kalıyor. Çünkü çocukbilim çevresi sosyal hayata uzak duruyor bu ülkede. Teorik çalışmaların önemine karşılık, hiçbir düşünce hayatın gerçeğiyle sınanmadıkça doğrulanamaz. Arada bazı yetkin çalışmalar ortaya çıksa da, üniversitenin temel açmazlarından biri budur. Türkiye’nin çocukluk tarihini, ailenin tarihi dışında düşünemeyiz. Ne oylumlu aile ve ne de çocukluk tarihimiz yazılabildi henüz. Ailenin sosyal tarihi bilinmeden, değişen çocuk ve çocukluğun sorunlarını, nedenlerini ve bütün yönleriyle çocukluğun toplumsal yönünü de kavrayamayız. Bu durumdan birinci derecede sorumlu ve sorunlu kurumlar siyaset kurumu ve üniversite olduğu gibi, çıkış yolunu bulması gereken de önce bu iki kurumdur. Çocuk konusu toplumsaldır ve çocukla ilgili bütün sosyal bilimlerle birebir ilişkilidir. Tek başına varolmuş hiçbir çocuk sorunu olmadığı gibi, tek tek çocuk sorunlarının çözümü de mümkün değildir. Sonuçlar üzerinden değil, neden-sonuç ilişkisi temelinde çocuk araştırmalarını gerçekleştirmeden, aileye ve çocuğa yönelik kök sorunlar da çözülemez. Çözüme yönelmeyince ne olur? Bugün olduğu gibi sorunlar ertelendikçe, her yeni kuşak çaresizlik sarmalıyla büyümeyi sürdürür… Çocukluk tarihimiz bakımından belirleyici olduğu halde, nüfus hareketleri ve köy çocukları konuları çevresinde yapılan araştırmalar da çok az yapılıyor ülkemizde. Köy çocukları neredeyse unutulmuş gibi. Yarım yüzyıl önceki köy araştırması yapanların köy algısı büyük şehirlerin yakınındaki köy algısıyla sınırlıydı. Hemen her şehirde üniversite olmasına rağmen, bugün de durum daha farklı değil. Taşımalı uygulamayla eğitimin sürdürülmesi, çocukların toplumsal ve kültürel bağlarının koparılması demek. Tıpkı “Kardelenler” gibi. “Kardelenler” toplumsal kozalarından koparılmamalı. Bir ülkenin çocuklarının bireysel başarılarla kurtarılamayacağı da fark edilmeli artık… Kasaba çocukları hakkında da bilgilerimiz çok sınırlı. Şehirlerde yaşayan çocukları tanıdığımız da söylenemez. 2000 yılında dünyada ilk kez çocuk ve yetişkin katılımıyla, l. İstanbul Çocuk Kurultayı’nı gerçekleştirdiğimizde, şehir çocukları konusunun niçin bu kadar az çalışıldığını daha iyi farketmiştik. Kurultay nedeniyle İstanbul Çocuk Raporu yanında, kurultay öncesi birkaç cilt kitap da yayımlamıştık. Ayrıca, İstanbul Çocuk Acil Eylem Planı’nı da hazırlamıştık. İstanbul’u yönetenlerin hiç biri bu birikimi dikkate alarak çocuk merkezli ilgilenmediler İstanbul’la. Buna karşılık, her yıl, güç koşullarda yaşayan çocuk grupları için “sivil toplum kuruluşları” tarafından yüzlerce etkinlik düzenlendi. Sonuç: İstanbul’da çocukların karşılaştığı olumsuzluklar bir önceki yıla göre daha fazla. Bu durum, 81 ilimiz, 957 ilçemiz hatta binlerce köyümüz için de farklı değil. Yeni bir başlangıç yapmamız gerekecek: O halde nereden başlamalı? Bizce aile ve çocuk konusunu, medeniyet çerçevesinde ve kuşatıcılığında sosyal bilimler gündemine almaya hazırlanmalıdır. Hayattan kopuk bir üniversite bu işlevi yerine getiremez. Topluma içten bakmayı önceleyen yeni bir bakış geliştirmeye de ihtiyacımız var. Toplumbilim odaklı çocukbilim merkezli çalışmaların da paralel yürütülmesi gerekecek. Türkiye’nin aile ve çocuk gerçeğini yansıtacak büyük çocuk fotoğrafının çekilmesi için çok özel çaba gerektiği de ortada. Türkiye’nin sosyolojik fotoğrafı çekilirken, çocuk sosyolojisi merkezli öncü çalışmaların önemi de çok büyük. Çocuk sosyolojisi geleneğimizin olmadığının da farkındayız. Bir yerden başlayacağımıza göre, çocuk sosyolojisi hareketinin de üniversitelerimizde filizlenebileceği umudumuzu korumuş olalım… Dünyadan Büyüktür Çocuk adlı Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı, çocuk gerçeğiyle yüzleşmek isteyenlere yazılmış uygun bir mektup kabul edilebilir. Aylar öncesinden çok sayıda isme öneride bulunuldu. Çocukbilim ağırlıklı olmak üzere felsefeci, sanatçı ve yazarlardan oluşan bu liste Türkiye’nin çocuk konusundaki birikiminin yalnızca bir bölümü. Uzman ağırlıklı yazarların çoğunluğu, belirlenen sınırlı sürede yazılarını ulaştıramadı bize. Bu yüzden kitapta birçok konuya yer veremedik. Yine de Türkiye’nin çocuk fotoğrafı büyük ölçüde yansıtıldı kitaba. Yazılanlar arasında deneme tonu iyi olanların yanında, ilk kez deneme yazan uzmanların yazılarına da yer verdik. Deneme türünü seçmemizin nedeni ise, daha içten bir seslenişle okuru çocuk ve çocukluk gerçeğiyle yüzleştirme çabasıydı. Dünyadan Büyüktür Çocuk deneme kitabının, çocukluk tarihimiz bakımından önemli olan ikinci yönü ise, yazarların 1940’lı yıllardan itibaren yaşadıkları çocuklukları belki de ilk kez kaleme almış olmalarıydı. Çocukluk ve yetişkinlik fotoğrafları ile yayımlanan bu metinler bile çocukluğun değişen hallerini fark etmemizi kolaylaştırması bakımından çok yararlı ve önemli. Dünyadan Büyüktür Çocuk deneme kitabını genç çocuk araştırmacılarına adıyoruz. Başaramadıklarımızı başaracaklarından hiç kuşkumuz yok. Çağlar boyu çocukların esenliğine kendini adamış her öncüyü de içtenlikle selâmlıyoruz… Mustafa Ruhi Şirin 24 Ocak 2011, Tarabya Dünyadan Büyüktür Çocuk Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Taceddin Diker Karagöz Perdesinde Kazaska Oynatıyorum 31 Mayıs 1923 yılında İstanbul Bahariye’de (Eyüp Sultan) dedemin yalısında doğdum. Dört yaşıma kadar olan yaşantım bu yalıda geçti. Yalıda günler pek hareketli geçerdi. Dedemin bir yelkenli kayığı vardı. Her gün o kayığın bakımı ile meşgul olurdu. Ben de bu olanları merakla izlerdim. Yaz mevsimlerinde, sandallarla karpuz kavun satanlar geçerdi. Dedem her hafta beş on kavun karpuz satın alırdı. Ben de o kavun ve karpuzların sandaldan kıyıya atılışlarını, top oyunu oynayış çağrışımı içinde neşeyle seyrederdim. Dedem yelkenlisiyle geziye çıkacağı bir gün beni de yanına aldı. Önceleri hava gayet güzeldi. Sonradan çıkan kuvvetlice esen rüzgar, yelkenliyi bir sağa bir sola yatırmaya başladı. Ben korkudan iki kat olup tir tir titriyordum. Nihayet gezi bitti. Kıyıya çıktık. Ben inerken dedem kahkahalarla gülüyordu. Korkudan altımı ıslatmıştım. Sonraki yıllarda Süleymaniye’de Mehmet Paşa Yokuşu’ndaki anneannemin evine taşındık. Karşımızdaki evde mahalle bekçimiz oturuyordu. Geceleri mahalleyi gezerken öbür mahalle bekçisi ile düdük çalarak birbirlerini uyarırlardı. O düdük seslerini sanki hâlâ duyar gibiyim. Ramazan geldiği zaman ilk günden itibaren davulunu alır, sokakları dolaşa dolaşa çalardı. Biz de onun peşine takılır, 18 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Ramazan geldi hoş geldi Baklava tepsisi boş geldi diye bütün çocuklar koro halinde söylerdik. Beni en çok etkileyen, sahurda çaldığı davuldu. Çeşitli ritimler ile o davulu konuştururdu adeta. Ben de iki sopa alır, sandalyeyi ters çevirir, onu taklit etmeye çalışırdım. Bir Ramazan bayramında, bana bayramlık olarak kaptan elbisesi diktirmişlerdi. Karagümrük’te kurulan bayram yerine babamla gittim. Oraya gemi biçiminde salıncak kurmuşlardı. Salıncağa bindim. Beni gören salıncakçı: “Hanımlar beyler, kaptan geldi gemi kalkıyor. Acele edelim’’ diye anonsa başladı. Oradakilerin bakışları bana çevrilmiş, beni seyrediyorlardı. Bu durum bende, onlara karşı bir üstünlük duygusu yarattı. Cebimde taşıdığım düdüğümü çıkarıp öttürdüm. Vapur kalkmıştı… * * * Bir sene Ziraat Bankası’nın kampına tatil yapmaya gittim. Sabahleyin kampın plajının olduğu yerde 5-6 yaşındaki bir erkek çocuğunun “babacığım bırak beni korkuyorum, denize girmeyeceğim, anne beni kurtar” diye feryadı geliyordu. Meraklandım. Hemen kıyıya gittim. Gördüğüm manzara; iriyarı bir baba çocuğunu almış, zorla suya sokmaya çalışıyordu. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Sen ne biçim erkeksin, benim çocuğum denizden korkmaz! Hadi, laf dinlemem atla denize...” diye. Çocuk bu sözlerin üzerine babasının boynuna sıkı sıkı sarılıp bir yandan ağlıyor, bir yandan da babasının bu işten vazgeçmesi için yalvarıyordu. Bu sırada hemen biraz ötede de, diğer bir baba ve oğlu top oynayarak kıyıya doğru yaklaşıyorlardı. Babanın niyeti çocuğunu denize sokmaktı. Baba topu çocuğa, çocuk da tekrar babasına atıyordu. Bu durumda çocuk hiç farkına varmadan suyun içine girdi ve babası ile yüzmeye başladı. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 19 Yine aynı yerde öğle yemeği için kamp lokantasındayım. Yanımdaki masada bir aile çocuklarıyla oturuyorlar. Bu arada yemek dağıtımı başladı. Ailenin annesi olduğu anlaşılan bayan, garsonun elinden kebap tabağını alıp babanın önüne koydu. Çocuklar koro halinde “bize de bize de, karnımız çok acıktı” diye bağırmaya başladılar. Anne: “Çocuklar babalardan sonra yer, önce büyükler” dedi. Ve kendi tabağındakini yemeğe başladı. Çocuklar kendilerine garsonun getireceği yemeği beklemeye başladılar. Bizde adet midir, gelenek midir, yemek önce babalara veya büyüklere verilirdi… * * * İlkokul 5 inci sınıfta sene sonu müsameresi hazırlıkları başlamış, pür telaş heyecan ile çalışıyoruz. Yıl sonunda oynanacak bir piyeste Şeyh Şamil kazaska oyunu oynanacak. Öğretmen sınıfta biri ben, diğeri de sınıf arkadaşımı bu iş için seçti. Provalara başladık. Bir iki gün sonra öğretmen, arkadaşımı tercih etti. Ben dışarda kaldım. O zaman dünyalar başıma yıkıldı sanki. O günden sonra bu oyunun bütün inceliklerini öğrendim. Şimdi Karagöz perdesinde bol bol kazaska oynatıyorum. Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola… 20 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Her Ne Kadar Sürç-i Lisan Ettikse Aff Ola! … Karagöz tasvirleri ile tanışmam İstanbul Süleymaniye Mehmetpaşa Yokuşu’ndaki evimizde oldu. Bir gün dayım, yüklük rafından dört beş tane büyükçe mukavva kutular indirdi. Bu kutuların içleri Karagöz tasvirleri ile doluydu. Tasvirler, ben yedi aylık iken genç yaşında vefat eden büyük dayıma aitmiş. Bu şaheser tasvirler karşısında donup kalmıştım. Birkaç tanesini elime alıp tetkike başladım. Fakat bu mutluluğum çok sürmedi. Bir iki gün sonra küçük dayım tasvirleri evden alıp götürdü. Çünkü, onları gördükçe ölen dayımı hatırlayarak çok üzülüyorlardı. Orta okula giderken İstanbul Radyosu’nda Salı geceleri büyük sanatkar Hazım Körmükçü tarafından Karagöz oynatılırdı. O tarihlerde evimizde radyo olmadığı için Karagöz’ü dinlemeye Cağaloğlu’nda oturan amcama giderdim. Ramazan ve Kurban Bayramlarında Yeşil Tulumba’da kurulan bayram yerindeki çadırlarda oynatılan kukla, orta oyunu ve Karagöz oyunlarını seyrederdim. Rahmeorhor, Surpik ve Haçik, Afacan’ı, ara sıra Yunanistan’dan gelen Operet Tiyatrosu’nu, Cemal Sahir Operet Topluluğu’nu, Sururi’lerin temsillerini büyük bir coşku içinde seyrederdim. Böylece zamanın as olmuş sanatçılarını görmüş ve tanımış oldum. Ortaoyununda Pişekar Asım Baba, Kavuklu Ali, Rıfkı İnce, Tevfik İnce (Rıfkı’nın kardeşi), Hüseyin Mat, Meddah Kadri Şevki Şakrak, Dümbüllü İsmail, Ahmet Güldürür, Monolog Mazlum, Burhanettin Tepsi, Kemal Güler, Kemal Aşki, Kemal Sahir, Dünyadan Büyüktür Çocuk | 21 Faik Coşkun, Hüseyin Erişen gibi eski ustaları seyrettim. Rahmetli Ertuğrul Muhsin Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nda Cumartesi günleri talebe matineleri başlatmıştı. Orada da büyük ustaları seyrettim. Behzat Budak, Hazım Körmükçü, Vasvi Rıza Zobu, Talat Artemel, İ. Galip Arcan, Halide Pişkin, Cahide Sonku, Perihan Yanal, Nejdet Mahfi Ayral, Reşit Baran, Bedia Muvahhit, Kemal Tözem, Şaziye Moral, Yaşar Özsoy, Raşit Rıza, Agah Hün, Nüvid Özdoğru, Ulvi Uraz, İhsan Devrim vd... Cemal Reşit Rey kardeşlerin operetlerini, Musahipzade Celal Bey’in komedilerini seyrederek tiyatro tutkum artmaktaydı. Küçükpazar Halkodası’na girip tiyatro çalışmalarına başladım. Önce temsil kolu kurduk. Bu arada aktardan aldığım mukavvadan yapılmış Karagözler ile Karagöz oynatmaya başladım. 1973 yılında Kültür Bakanlığı’nın açtığı Karagöz Oynatım Yapım ve Metinleri Yenileme Kursu’na katıldım. Kurs hocamız rahmetli Nurettin Sevin, Ragıp Tuğtekin ve Raşit Baylav idi. Kurs dört yıl sürdü. Bu arada da 1976 yılında Akbank Çocuk Tiyatrosu kadrosuna girip Karagöz ve Kukla oyunları sergiledim. 1976 yılından itibaren 35 yıldır Akbank Karagöz Tiyatro’sunu yöneterek temsil verdim. Karagöz sanatının niteliklerini konuşurken, konuyu Kar-i kadim ve Nev-i icad olarak iki bölüme ayırmalıyız. 1- Kar-i kadim: Bugün artık yapısı itibarıyla sanat hayatında ayakta duramamaktadır. Çünkü oyun dili, tiplerin giysileri, oyun konuları, yaşadığımız zaman içinden silinmişlerdir. Hacivat’ın perde gazelinde: Nakş-i Sünun Remzider Hüsnünde Ruyet Perdesi Hace-i Hükm-i Ezeldendir Hüsnünde Ruyet Perdesi Bu perde gazelinin dilini, bugünün seyircisi anlayamamaktadır. Ancak, “Çiçeklerle Süslenmiş Bahara Benzer Perdemiz” diye başlayan perde gazeli ile seyirci arasında hemen bağlantı kurulmaktadır. 22 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Kar-i kadim Karagöz’ümüzün tozuna bile dokunmadan, titizlikle saklanması gerekir. Şayet oynatılmasını arzu eden olursa, isteği yerine getirilmektedir. Karagöz oyunlarının sadece Ramazan ayında oynatıldığı görüşü pek yaygındır. Halbuki bu çok yanlış bir düşüncedir. Ben elli sene evvel Ramazan’dan başka günlerde Unkapanı’nda, Direklerarası’nda (Şehzadebaşı’nda) Üsküdar’da oynatılan pek çok Kar-i kadim ve Nev-i icad Karagöz oyunları seyrettim. Başta Karagöz ve Hacivat olmak üzere, yurdumuzun çeşitli bölgelerinde asırlardır yaşayan insan topluluklarının geçmişten gelen yöresel örf ve adetleri, yöresel diyalektleri, yöresel müzikleri bulunmaktadır. Bu mozayik çeşitli oyun konularında yer alarak oyun repertuarlarının kadrosunu meydana getirirler. * * * Karagöz oyununun en belli başlı özelliği, bir kişi tarafından oynatılmasıdır. Ustanın yanında yardımcıları bulunur. Onlara Yardak denir. Bir yardak, oynanacak oyuna ne kadar hakim olursa, önce ustayı rahatlatır ve oyunun kalitesinin yükselmesini sağlar. Oyunun önemli bir şartı da, oynatanın Karagöz, Hacivat sesini verebilmesi ve bütün oyun boyunca devam ettirebilmesidir. Oyun temposu ne çok ağır ve ne de çok hızlı olmalıdır. Beş on yıl öncesine kadar Karagöz’ün sesi sadece sanat dünyasında duyuluyordu. Aradan geçen yıllarda çeşitli tarihlerde Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı’nın açtığı Karagöz Yapım Oynatım ve Piyesleri Yenileme Kursu (sayın Nurettin Sevin yönetiminde), Atatürk Kültür Merkezi’nde üç yıl süren kurs, Kültür Bakanlığı’nın Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Kursu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü’nün açtığı kurs, Çocuk Vakfı’nın açtığı Karagöz Okulu kursu, Kocaeli Üniversitesi’nin kurduğu Kukla Bölümü çalışmaları sonucu olarak birçok genç KaDünyadan Büyüktür Çocuk | 23 ragöz oynatım ve yapımını öğrenerek bu sanata canlılık getirdiler. Bu yetişen gençlerin bir kısmı üniversite mezunu olup yabancı dil bilmektedirler. Seyirciye gelince; dünkü seyirci ile bugünkü seyirci arasında bugünkülerin lehine olmak üzere hem kemiyet, hem de keyfiyet bakımından olumlu gözlemlerim var. Bu günlerde, bir Karagöz oyunu seyircisi hattâ tiryakisi var mı diye soran olursa, verilecek cevap olumludur. Bu durum, şükürler olsun seyirci ilgisi gittikçe artan bir istekle çoğalmaktadır. Karagöz oyunları, günümüz yaşantısını perdede gösterirse yani bugünü yaşarsa eskilik, günü geçmişlik sıfatlarından kurtulmuş olur ve seyirci ile buluşur. Bir örnek üzerinde durmak istiyorum: Bir televizyon oyununda Karagöz, televizyon kanalında çalışmaya başlar. Yönetmen spikerlere prova çalışması yapmasını söyler. Spiker: “Sayın seyirciler, şimdi eee. eeee. eeeeee. Size eeee...” diye başlayınca, yönetmen spikeri dışarı alır. İkinci sunucu gelir. O da “iii... iiiiiiiiiiiiii...” der. Onu da dışarı alırlar. Karagöz, “müsaade ederseniz açış konuşmasını ben yapayım” der. Yönetmen izin verir ve Karagöz: “Sayın seyirciler, şimdi sizlere bu akşamki programı bildiriyorum”, der demez, halktan bir alkış gelir. Şaşırdım. Bu olayın çeşitli oluşlarını yaşayan halk, o anda çağrışım ile onları yeniden yaşar. Ve olumsuz eleştirisini de sahneyi alkışlayarak, gösterir. İşte Karagöz bu yaşanan olayları perdesine yansıtmaktır. Perdeye uyguladığım ‘’Karagöz Tv’’ oyunumu, Somut Olmayan Kültürel Miras-Yaşayan Karagöz Uluslar Arası Sempozyumunda, Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı doktora öğrencisi Emrim Ölçer konu olarak seçti. Sanatımla ilgili değerlendirmesinden bir bölümü sizlerle paylaşmak isterim: “Diker, televizyon adlı oyunda Karagöz perdesine balerin, ope24 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ra sanatçıları, deniz kızı, dalgıç gibi perde üzerinde görmeye pek de alışık olmadığımız hatta modern diye tanımlanabilecek bazı tasvirler ekler. Bu, Diker’in geleneği tasvirler yoluyla modernize ederek yeniden üretme girişimi olarak değerlendirilebilir. Diker’in Karagöz geleneğinin kültürel sürekliliğini sağlama kaygısıyla yarattığı bu alan, geleneği deforme etmeden yeniden yapılandırma çabası olarak yorumlanmalıdır. Diker, tv yayın akışını Karagöz’ün kendisine yaptırarak bir anlamda Karagöz’ün devamlılığının onun kendi performansına bağlı olduğuna dikkat çeker. Diker, hayal perdesinin içerisine postmodern şizofrenik kültürün başat tüketim araçlarından biri olan ekranı yerleştirerek geleneğin sınırlarını zorlar.” Bu örneği, Karagöz’de yenilikler yapılabilinir mi? sorusuna kısmen de olsa bir cevap kabul ediyorum. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 25 26 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Esin Küntay Çocukluğum: Birkaç Anı İstanbul’da, Ayaspaşa, Gümüşsuyu, Saadet Apartmanı’nda dünyaya geldim. O zamanlar doğumlar evlerde yapılıyormuş. Üç yaşına geldiğimde ailemiz, Alman Sefarethanesi’nin tam karşısındaki, Alasa (şimdiki Akun) adlı apartmana taşınmış. Evlenene kadar da aynı yerde yaşadım. Küçüklüğümün anıları içinde, son derece bulanık bir izi kalmış olsa da, İkinci Dünya Savaşı’nın belleğimde saklı önemli bir yeri var. Ailem büyük sıkıntılar yaşamasa da, geceleri koyu lacivert muşamba perdelerimizi çeker, yaşamımız perdelerin gerisindeki düşük voltajlı ışıklar altında geçerdi. Çocukluk dönemime özgü beni en çok etkileyen olaylardan biri, daha önceleri bana bir keçi yavrusu alacağı yolunda şaka yapan babamın, şakasını gerçeğe dönüştürmesiydi. Bir gün Mecidiyeköy’den bir atlı arabaya binmiş; kucağında, daha sonra “Muallâ” adını verdiğim keçimle Ayaspaşa’ya gelerek asansörle beşinci kattaki evimize çıkarmıştı. Annemin o an yaşadığı travmayı herhalde dile getirmeme gerek yok. Kuşkusuz bir odadan diğerine koşuşan, meleyerek annesini arayan bir keçi yavrusuna evin içinde gerek yoktu. Apartmanımızın tam arkasında Atatürk Kültür Merkezi’nin olduğu yerde o zamanlar çobanlar sürülerini otlatırdı. Bir çoban “ekmek karnemin” karşılığında Muallânın bakımını üstlendi ve benim her gün onunla birlikte olabilmemi sağladı. Çocukluk dönemimin bir diğer anısı, Tünel’de faaliyetlerini 28 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı sürdüren İstanbul Konservatuarı’na yazılmamla ilgili. Henüz beş yaşındaydım, ama konservatuar en küçük altı yaşındaki çocukları alıyordu. Annem beni giriş sınavına sokarken, kaç yaşında olduğum sorulduğu takdirde “altı yaşındayım” dememi öğütlemişti. Sınava girdiğimde sonradan piyano hocam olan Rana Erksan, Cemal Reşit Rey’de sınav komisyonundaydı. Kaç yaşında olduğum sorulduğunda “Bana altı yaşında olduğumu söylemem tembihlendi, ama ben aslında beş yaşındayım”, deyiverdim. Doğrulardan uzak durmayı hiç beceremiyorum. Ona rağmen konservatuara yazılmayı başardım. Kendimden yaşça hemen hemen üç kat büyük abla ve ağabeylerimle, özellikle solfej derslerinde ne denli zorlandığımı anımsıyorum. Bu bağlamda hocalarım Muhiddin Sadak ve Hulusi Öktem beyleri saygıyla anmak isterim. Annem, babam, benden altı yaş büyük ağabeyim, altı yaş küçük kız kardeşimle çok mutlu bir çocukluğum oldu. Bugün yeniden o yaşlara geri dönme olanağı verilse, istemem. Çünkü her şeyi dolu dolu yaşadım. Ancak, benim kadar şanslı olmayanlar için çocukluğumda da çok üzülür, kaygılanırdım. Taksim’de “Taksim Bahçesi” olarak anılan meydandaki geziye götürülürken yolda dilenmek üzere gördüğüm herkesle ilgilenir, yanımdaki büyüklerimden onlarla ilgili bilgi edinmeyi, yardım etmemizi isterdim. Geceleri yatağıma girdiğimde en büyük düşüm, ilerde çok zengin olmak, fakirlere ev yaptırıp oturmalarını sağlamaktı. Her gece aynı şeyi düşünür, onlara vermek istediğim evlerin hiç eksiği olmamasını ister, o konuda düş kurardım. Ne yazık ki, ileriki yaşamımda bu düşümü gerçekleştirebileceğim boyutlarda maddi olanakları elde edemedim. Ancak, olanağım elverdiği oranda, özellikle “özel durumdaki çocuklara” manevi desteğimi hiç eksik etmedim. Çocukluk düşlerim bugün manevi desteğime gereksinimi olan tüm çocukların. Onların mutluluğu, benim mutluluğum… Dünyadan Büyüktür Çocuk | 29 Güç Koşullardaki Çocuklar Sorunu (Bir Sosyolog’un Gözünden) İlk kez güç koşullardaki çocuklar gruplarında yer alan küçüklerin bir bölümüyle tanışıklığım ve çalışmalarım 1963 yılına rastlar. İngiltere’de lisansüstü eğitimimi, özellikle suça sürüklenen çocuklar konusunda uzmanlaşarak tamamlamış ülkeme geri dönmüştüm. O yıllarda çocukları ceza adalet sistemi dışında, yetişkinlerden ayrı tutan, farklı bir ihtisas alanı, çocuk mahkemeleri henüz kurulmamıştı. Kendimi geliştirebileceğim, kuramsal bilgimi alanda uygulama olanağını elde edebileceğim bir başka kuruluşta görev yapabilme arayışı içine girdim. Böylece meslek yaşamıma, İstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde faaliyetlerini sürdüren Çocuk Bürosuna (şimdiki Çocuk Şube Müdürlüğü), ilk adımımı attım. Çocuk Bürosu 1962 yılında dönemin Emniyet Müdürü Necdet Uğur’un girişimiyle, kanunla ihtilaf haline giren çocukların incelenmesi amacıyla kurulmuş, Sirkeci’deki İstanbul Emniyeti’nin merkez binası Sansaryan Han’da çalışmalarına başlamıştı. Ana hedef, suça sürüklenen çocuklar sorununu denetim altına almak için küçüklerde suçluluk türleri ve oranlarının araştırılmasıydı. Bir Emniyet Amiri, Nuran Sayın (çocukların Nuran Ablası)1 ile hiz1 Nuran Sayın, kısa bir süre sonra Emniyet Müdürü kadrosuna yükseltilmiştir. 30 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı met vermeye başlayan büro, kısa zamanda on kişilik bir kadroya sahip olmuştur. 1963 yılında ben de büro elemanlarının arasına katılmıştım. Büyük bir araştırma laboratuarı olan, bana engin deneyim kazandıran Çocuk Bürosu’nda 1968 yılına kadar çok sayıda çocuk ve anne-babayla yüzyüze görüşme yaparak, dosyalarını düzenlemiş, konuyu doğrudan irdeleme olanağını elde etmiştim. İşe ilk başladığım günlerde görüşme yöntem ve teknikleriyle ilgili bilgim dışında, çocuklarımızın sorunları hakkında ne bilgim, ne de bir deneyimim vardı; bunu söylemeliyim. Olay incelemesi (case work) yöntemiyle görüşme yaptığım ilk günler, akşam eve döndüğümde, gün boyu yaşadığım olayların etkisinde kalır, ağırlığını ruhumun derinliğinde duyar, adeta dayak yemiş gibi hissederdim. “Bana yüz sopa vursalardı belki de kendimi bu denli kötü hissetmezdim” diye düşünürdüm! Zamanla her olaya duygusal olarak katılmak yerine, doğru olanın, ussal çözümler üretme yollarını aramak olduğunu kavradım. Başta Büro Amiri Nuran Sayın ve diğer arkadaşlarımızla birlikte birçok başarılı sonuç veren işe imza attığımızı, dönemin resmi yetkililerini de bize destek vermeleri için ikna edebildiğimizi anımsıyorum. Çok farklı, çok çeşitli sorunlarla karşılaşınca, büronun kuruluşundaki amacı aşmak zorunda kaldığımıza işaret etmeliyim. İstanbul gibi büyük nüfuslu, kozmopolit yapıdaki bir metropolde sorunların da karmaşık ve üstesinden gelinmesi güç nitelikte olmalarını doğal karşılamak gerekir. Sosyal, ekonomik, kültürel etkenlerle baş gösteren dev boyutlu sorunlar, kuşkusuz, çocukluk dönemindeki savunmasız ve kırılgan küçükleri etkisi altına almakta, onları güç koşullar içine itmekteydi. Çocuklarla ilgilenmenin, özellikle de başarılı sonuçlar elde etmenin, uğraşı verene o oranda doyum sağladığını belirtmeliyim. Akademik yaşama geçtiğim 1973 yılı sonrasında gerçekleştirdiğim sosyal araştırmaların en büyük bölümü gene polisin eline geçen çocuklarla ilgiliydi. Bürodaki gözlemlerimi sonraki yıllardaDünyadan Büyüktür Çocuk | 31 ki araştırmalarımda bir kez daha gözden geçirip denetleme, geçen zaman aralığında değişiklikler olmuşsa onları saptama olanağını elde ettim. Çalışmalarımın en önemli bölümünü Emniyetin farklı birimlerinde gerçekleştirdim. Gözlem ve bulgularım beni 1997’de fuhuş alanına sürüklenen, cinsellikleri kullanılarak mağdur edilen kız çocuklarının sorunlarını daha ayrıntılı olarak yoklamaya yöneltti. Aile ortamında bile cinsel sömürüye maruz bırakılan, oluru alınmadan istemediği bir kişiyle zor kullanılarak evlendirilen, şiddet gördüğü için uzaklara kaçan, aralarından bazılarının bu kez de fuhuş sektörünün ağına takılan hemcinslerimin sorunlarını incelemek benim için öncelik taşıyordu. Önce incelemeli, sonra da bir şeyler yapabilmeliydim. Kendi çapımda küçük boyutlu sondaj niteliğinde bir çalışmayı başlattım. Araştırmam 1998’de UNICEF’in de (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) desteği ile yürütücülüğünü üstlendiğim, daha geniş kapsamlı bir proje olarak Ahlak Büro Amirliğinde, bölüm arkadaşım Güliz Erginsoy’la birlikte bir yıllık sürede tamamlandı.2 Çalışma, cinsel sömürü mağduru çocuklar üzerinde İstanbul’da yapılan ilk sosyolojik araştırmadır. Araştırma, sözkonusu çocukların sorunlarına çözüm üretecek bir sosyal politikanın üretilmesine yol açmıştır; bu bizim açımızdan gurur vericidir. 2001’de dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın girişimiyle, İçişleri Strateji Merkezi Başkanlığı’nın 03. 04. 2001 tarih ve 64 sayılı yazıları gereğince yapılan çalışma ve değerlendirmeler sonucunda İstanbul’da, Valiliğin de desteği ile, cinsel sömürü mağduru çocuklar için, onların acil sorunlarıyla ilgilenecek, bir İlk Adım Sığınma Merkezi (istasyonu), Beyoğlu Çocuk Evi kurulmuştur. Kuruluşun hizmet vermeye başlamasıyla, ilgileneceği konusu yönünden bir ilk’e imza atılmıştır. Kent merkezine yakın, uygun görülen bir bina onarılarak SHÇEK bün2 “Teenage Female Sex Workers in the İstanbul Metropolitan Area”, Bkz. Küntay, Esin – Erginsoy, Güliz, İstanbul’da Onsekiz Yaşından Küçük Ticari ‘Seks İşçisi’ Kız Çocuklar, Bağlam Yayınları, İnceleme Araştırma 178, İstanbul, 2005. 32 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı yesinde faaliyete geçirilmiştir.3 Geçen zaman içinde hizmetten yararlanan çocuk sayıları arttıkça, İkinci Adım Merkezi’ne gereksinim olduğu anlaşılmıştır. Bugün İstanbul’da birden fazla İkinci Adım Merkezi çalışmalarını sürdürüyor. 1998’deki araştırmam esnasında bana, “Siz ne yapıyorsunuz, bunlar ‘adam’ olmaz” diyen üçüncü kişilere cevabım, “Bu çocuklar arasında bugün üniversiteye gidenler, lise eğitimini tamamlamak üzere olanlar, ilköğretime devam edenler, bir meslek edinmek üzere deneyim kazanacakları bir iş koluna katılanlar var. Sadece bu kazanımlar için çaba gösterilmesi yeterli değil mi?” olmuştu. 1963’den günümüze dek çalışmalarım bana, güç koşullardaki çocukları yakından tanıma, sorunlarına eğilme, olanak çerçevesinde el verme ortamını sağladı. Güç koşullardaki çocuklar yüksek risk altında, korunma gereksinimi olan, ivedilikle yardım ve destek verilmesi zorunlu küçüklerdir. Güç koşullardaki çocuklar tanımlaması çerçevesinde yer alan gruplar aşağıda görülmektedir. • Sokakta yaşayan çocuklar, • Uçucu-uyarıcı madde bağımlısı çocuklar, • Kanunla ihtilaf halindeki/Suça maruz kalan çocuklar, • Engelli çocuklar, • Çalışan çocuklar, ◉ Sokaktaki çocuklar ◉ Ticari seks işçisi olarak mağdur edilen çocuklar Çok kötü koşullarda çalışan çocuklar ◉ Domestik işçiler • Silahlı çatışma altındaki çocuklar, • Koruma altına alınmış çocuklar. 3 A. g. e., s. 186-187. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 33 Bu yazıda anlatmak istediğimizi bazı somut örneklerle daha açıkça ortaya koyabiliriz düşüncesindeyiz. O halde gelin, 19631968 yılları arasında Çocuk Bürosu’ndaki çalışmalarımıza, birlikte geri dönelim. Büronun kuruluşunda Emniyet Müdürlüğü’nün yayınladığı bir genelge ile sokaklarda ‘başıboş’4 oldukları için polis tarafından çevrilerek, karakollara götürülen tüm çocukların, görülmek üzere, bir kez de Çocuk Bürosu’na başvurdurulmaları istenmiştir. Bu çocukların arasından en büyük sayıdakiler Anadolu’daki, ya da İstanbul’daki evlerinden kaçanlardı. O zamanlar ‘kaçaklar’ olarak kayda geçenler, bugün artık yazın alanında ‘sokakta yaşayan çocuklar’ olarak tanımlanıyor. Evlerinden kaçanların yarısından çoğu (%60’dan fazlası) çözülmüş, parçalanmış ailelerin çocuklarıydı. Çocuklara, “Niçin evinden kaçtın?” sorusu yöneltildiğinde, hemen tümü evde kendilerine baskı yapıldığını, kötü davranıldığını, şiddet gördüklerini söylemişlerdir. Özellikle üvey anne/baba baskısı ve dayağından yakınmışlardır. Savsaklanma, sömürü, şiddet, madde bağımlılığı (çoğunlukla babanın), üvey anne-baba varlığı, aile üyeleri arasında iletişim kopukluğu, çocuğu ev ortamından dışa iten en temel etkenlerdir. Evden kaçan çocuğu ile baş edemeyen anne-babaların önemli bir bölümü şiddet uygulayarak onları disiplin edeceklerini sanıyorlardı. Büroda genelde gelir ve eğitim düzeyi düşük ailelerin çocuklarıyla ilgileniyorduk. Çocuğunu istismar eden ailelerin tümü polise aksetmiyordu. Polise intikal eden sınırlı sayıdaki ailelerdi. Şiddet olaylarına toplumun tüm kesimlerindeki aile ortamlarında rastlanabileceği gerçeği gözden kaçmamalıdır. Görüştüğümüz çocuklar arasında ebeveynlerinden sık sık dayak yiyenler dışında, ayağından zincirle evin bir köşesine bağla4 Genelde ‘başıboş’ kavramı sorunu anlatmıyor. Asıl olan Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin (BMÇHS) 18. maddesinde birinci elden sorumluluğu olduğu belirtilen anne-babalarının görevlerini gerektiği gibi yerine getirmediği/getiremediği çocuklardır bunlar. Doğrusu, bu çocukları, o dönemde yasal sorumlusunun gözetimi dışında kalanlar olarak algılamalıyız. 34 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı nanlar, tabanı jiletle dürtülenler, kızdırılmış çatal ve maşayla dağlananlar vardı. Bedenlerindeki yara-bere, ekimoz (morluklar, çürükler), yanık izleri gördükleri şiddetin gözle görülür göstergeleriydi. Evden, okuldan kaçmayı alışkanlık haline getiren çocukları çekindirme yöntemi olarak şiddet kullanan ana/babalar, bu yolla çocuklarını büsbütün kendilerinden uzaklaştırdıklarının ayırdına varamıyorlardı. Fiziksel, cinsel, ekonomik, duygusal ‘şiddet’, çocuğu evinden uzaklaştırarak sokak ortamına iten en temel etken. Aile ortamındaki olumsuzlukların sokaklara ittiği bir grup çocuk, evlerinden uzak, kendi başlarına kaldıklarında birileri tarafından kullanılarak istismar edilen yaşı küçük kızlardı. Bunlar arasından çocuğun cinsel istismarına en tipik örnek olaylardan birine bu yazıda yer vererek günümüzde halen sürmekte olan bu tür olayların 40-45 yıl öncesine geri dönelim. Yıl 1965; gazetede, “Artist olmak isteyen genç kızlara fırsat” reklamını gören, üvey anne şiddetinden yılan, 16 yaşındaki P… evini terk ediyor, İstanbul’a gelerek ilandaki adrese gidiyor. Adres Beyoğlu, Yeşilçam sokağında bir büro. Büroya ulaştığında bir deneme filmi yapılacağından söz edilerek, iç çamaşırlarıyla fotoğrafı çekiliyor. Daha sonra haberdar edileceği söylenen kız çocuğu, Beyoğlu’nda kendi başına dolaşırken polis tarafından çevrilerek Çocuk Bürosu’na getiriliyor. Kendisiyle yaptığımız görüşme, sokaklarda tek başına kalan bir çocuğun içine düşebileceği tuzakları gün ışığına çıkarmıştır. Çocuğun verdiği adrese yapılan polis baskınında film artisti yapmak üzere kandırılan birçok çocuğun, o dönemde ‘açık’ sayılan, fotoğrafları ele geçmiştir. Çekilen fotoğrafların çoğaltılarak başta Sirkeci’deki postane olmak üzere kalabalığın yoğun olduğu yerlerde satışa sunulduğu anlaşılmıştır. Sömürenler adli mercilere teslim edilmiş, büroları mühürlenip kapatılmıştır. Bize en büyük acıyı yaşatan, baskın ertesinde fotoğrafları yayınlayan bir büyük gazetede kendi resmini gören kızlardan birinin duyduğu üzüntü ve utanç sonucu intihar edeDünyadan Büyüktür Çocuk | 35 rek, yaşamına son vermesi olayıydı. Bu olay, 40-45 yıl önce de kız çocukların kandırılarak cinselliklerinin nasıl metalaştırıldığını ve onlara yaşatılan travmanın en tipik göstergesidir. O günlerde 6972 sayılı Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkındaki Yasa yürürlükteydi.5 Evinden kaçan çocuğa sokağın riskleri anlatılarak, geri dönmesini öğütlemek ve belediye zabıtasının yardımıyla İstanbul dışında yaşamakta olan ailesine teslim etmek tek yasal seçeneğimizdi. Evine geri döndükten bir süre sonra P… ile ilgili bir gazetedeki haberden tekrar İstanbul’a kaçtığını ve Beyoğlu’nda bir ‘dansing’de basıldığını, bir sonraki haberden ise Sultanahmet’te bir otelde kendisine enjekte ettiği yüksek dozdaki eroinin etkisiyle ölü bulunduğunu öğrendik. İşte, gelecekten yüksek beklentileri olan, ama aile ortamında ve dış çevrede istismar edilen bir çocuğun 17 yıllık yaşamında içine düşürüldüğü sömürü girdabında noktalanan trajedisi; birinci perde sömürüyle başlıyor, ikinci perde uyuşturucu bağımlılığı ile devam ediyor, son perde; ölüm! 40-45 yıl içinde P… açısından geçerli olan boyun eğme/eğdirme mekanizmaları, ne yazık ki, değişmemiştir. Günümüzde de, benzer şekilde, evden kaçan kız çocuklarını kandırarak cinselliklerini kullanan çevreler var. Evlerinden kaçan kız çocuklarının bugünden yarına yaşamlarını sürdürebilecekleri, en temel gereksinimlerini karşılayabilmeleri için gerekli geliri elde edebilecekleri bir işe girme olanakları yoktu; herhangi bir niteliğe sahip değildiler. Bedensel ve zihinsel tam erginliğe ulaşmamış, kendi başına, savunmasız kalan bir kız çocuğu istismar edilmeye açıktır, kolay ele geçebilecek bir ‘av’ gibidir. Çok çaresiz kaldığında onu ‘seks işçiliğine’ kaydıracak, mağdur edecek, kötü niyetli kişi ve çevreler vardır; pazara bir mal gibi sürülerek, cinselliği metalaştırılabilir. Böyle bir çocuğu pazarlayan ortamlar; disko, bar, dan5 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yasası 1983’de yürürlüğe girmiştir. 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu 2005 yılından bu yana yürürlüktedir. 36 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı singler ve bazı masaj salonlarıdır. Bir aracının baskısı olmadan, özgür olarak kendi başlarına davranmak isteyenler, müşterileriyle otostop yapmak üzere pazarlık ederek, anlaşanlardır. Bu yola başvurmak, yüksek risk taşıyan bir karardır; şiddet görmeden öldürmeye kadar vardırılan tehlikeleri göze almak demektir. Güç koşullar altında zorla çalıştırılarak cinsellikleri kullanılıp, metalaştırılan bu çocuklarda özgüven, özsaygı eksikliği, düşük kimlik değerlendirmeleri, uyuşturucu bağımlılığı, en kötüsü de bedenine kesici aletlerle şiddet uygulama, kendi kendinden öç alma yönelimi gözlenmiştir.6 Yaşadıkları travma ruhsal dengelerinin yıllar boyu sarsılmasına yol açar. Bir zamanların fotoğraf makinesi kullanılmak suretiyle küçük kızların cinsel sömürüsü, günümüzde bilişim teknolojisinin de gelişmesiyle artık, kız çocuk-erkek çocuk ayrımı gözetilmeksizin, hatta bebekleri bile internet sitelerine kaydırarak pornografiye alet etmektedirler. Pornografik malzemeyi üreten, satan, alan sorumlu ve suçludur. Metalaştırılıp pornografik malzeme olarak gözler önüne serilenler ise mağdur çocuklardır.7 Konuyu sonlandırmadan önce görüşlerimi, yapacağım çözümlemeleri daha açık ortaya koyabilmek için tekrar Çocuk Bürosu’ndaki günlere ve o döneme özgü vermiş olduğum örnek olaylara geri dönmek istiyorum. P… adlı kız çocuğunun aile ortamında kötü muamele gördüğü için evden kaçtığını açıklamıştık. Evden kaçan kız çocuğunu sokaklardan çevirip ailesine teslim etmek, ev ortamındaki olumsuzluklar giderilmediği, devam ettiği sürece çözüm olmuyor, çocuk tekrar tekrar evden kaçıyor. Sokaklarda kal6 Bkz. Küntay, Esin, “Bedene Şiddet – Özbelik Değerlendirmeleri: Toplumbilimsel Bir Analiz”, Kadın Ve Bedeni. Yayına Hazırlayan: Yasemin İnceoğlu, Altan Kar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2010, s. 17-35. 7 Küntay, Esin–Erginsoy, Güliz, “Sirkeci’deki Kartpostallardan Internette Cinsel Sunumlara: Çocuk Yaşta Kız Çocukların Cinselliklerinin Sömürüsü Olgusunun Toplumsal Boyutlardaki Dönüşümleri”, Bilişim Toplumuna Giderken Psikoloji, Sosyoloji ve Hukukta Etkiler, Türkiye Bilişim Derneği Yayınları: 14, Ankara, 2001, s: 89-98. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 37 dığı süre uzadıkça daha ciddi sapan davranışlar içine giriyor; uçucu madde alışkanlığı (tiner, bally koklama) edinebiliyor, suça sürüklenebiliyor. Aç kaldığında dilenerek karnını doyuramadığında yiyecek çalıyor. Sonraları edindiği alışkanlıkla daha büyük hırsızlıklara sürüklenebiliyor. Bir zamanlar bireysel olarak işlenen hırsızlık suçlarının sonraki araştırmamızda artık grup halinde işlendiğini gözledik. Nitekim, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün verilerini temel alan basındaki haberlerden günümüzde çocuklarla organize suç örgütleri arasında bazı gizli ittifakların olduğu, küçüklerin suç işlemeye ‘araç’ olarak kullanıldıklarını öğrendik. Edindiğimiz bilgiler gözlemimizi destekler niteliktedir. 8 1960’lı yıllarda bir de çözüm üretilmesi için büroya başvurdurulan Hacıhüsrev Mahallesi’nin yankesici ailelerinin suç işlemede ‘maşa’ gibi kullandıkları 11 yaşından küçük9 çocukları vardı. Yankesici çocukların ebeveynleri onlara, mağdur edilecek kişinin haberi olmaksızın küçük elleriyle ceplerinden portföylerini çekip almanın teknik inceliklerini öğretmekteydiler. Çocuklar yankesiciliğin normal geçim yolu olduğunu körpe beyinlerine işleyen bir alt kültür ortamında yetişiyorlardı. Bu, çocukluk dönemindeki küçüğün sağlıklı gelişmesini engelleyen çok sakıncalı bir durumdu. Yankesiciliğe sürüklenen çocukların ana-babalarının, bize göre ve o dönem yürürlükteki Medeni Kanun uyarınca velayetlerinin kaldırılması gerekiyordu. Çocuklardan ikisi için Cunhuriyet Savcısı nezdinde harekete geçirilerek, ebeveynlerinin velayetlerinin kaldırılması ve yaşları gereği bir bakım evinde koruma altına alınmaları istendi. Ne yazık ki, o dönem yetkili bakanlık ve kuruluşlar (İstanbul Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliği, Ada8 Küntay, Esin, “Mala Karşı İşlenen Organize Suçlarda Patlama ve ‘Çocuk İstismarı’”, Terör, Şiddet ve Toplum. Yayına Hazırlayan: Firdevs Gümüşoğlu, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2006, s: 115-132. 9 O dönem yürürlükteki Ceza Kanununa göre 11 yaşından küçük çocuklar ceza sorumluluğu dışında tutuluyorlardı. Bu yaş sınırı aileler için özendirici olup her yıl çocuk doğuruyorlardı. 38 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı let, Milli Eğitim, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıkları) bu yetkilerini birbirleri üzerine atarak, sorumluluk üstlenmekten kaçınmışlardır. Soruna etkili bir çözüm bulunamayınca, çocuklar kendilerini suça sürükleyen ailelerinin yanında bırakılmıştır. Mahkeme devam ederken çocuğun ellerinden alınacağından korkan aileleri yargı süreci çekindirmiştir. Ancak, sonuçta çocuklar ellerinden alınamayınca cesaretlenerek eylemlerini bıraktıkları yerden sürdürmüşlerdir. Aşağı yukarı yirmi yıl sonra yapmış olduğumuz sosyal araştırmadan yetkili otoritelerin, bu çok iyi bilinen sorunun üzerine gitmedikleri ve hâlâ yankesici ailelerin soyadı aynı torunlarının istismar edilerek, yankesiciliğe sürüklendiklerini gözledik. Bu yazıyı kaleme almak için belleğimi zorlayıp, anılarımı tazelerken birçok şey gözümün önünden bir film şeridi gibi kayıp geçiyor. Bürodaki çalışmalarımızda bize yardım elini uzatan, özverili desteğini hiçbir zaman esirgemeyen Ağaçlı Çocuk Yurdunun Müdürü, Ali Baba, Kasımpaşa Çocuk Esirgeme Kurumu Yuvası’nın, yaşamını tamamen çocuklara adayan Oya Annesi (Oya Kayacık), Nuran Sayın’ın 4. Şube’ye atanmasıyla boşalan yerine geçen çocukların müdür babası Hüseyin Bilgin; Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı’nın (KORUNCUK) ve Bolluca Çocuk Köyü’nün ilk kurucu mütevellileri. Hepsi korunma gereksinimi olan çocuklar sosyal tarihine, Nuran Sayın’la birlikte adlarını altın harflerle yazdıran kişiler. Bu arada 2000’li yılların başında İçişleri Bakanı olan eski Emniyetçi Saadettin Tantan’ı da bir kez daha anmalıyız. 1996’dan beri Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından belli aralıklarla düzenlenen programlar çerçevesinde Asayiş Daire Başkanlığı’nda görevli olup çocuklarla ilgilenen polislerle, o yıllarda Çocuk Bürosu yerine faaliyet gösteren Küçükleri Koruma Şubesi’nde görevli olanlara servis içi eğitimler verilmeye başlanmıştı. Sayın Tantan o yıllardaki eğitimlerden birine, izlemek üzere katılmış, tüm gün yapılan konuşmaları dinlemişti. Edindiği izlenimlerin ertesinde 13. 04. 2001 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Dünyadan Büyüktür Çocuk | 39 Emniyet Genel Müdürlüğü, Çocuk Şube Müdürlüğü / Büro Amirliği Kuruluş, Görev ve Çalışma Yönetmeliği’nin yürürlüğe konması ve böylece Çocuk Şube Müdürlüğü’nün kurulması için ilk adımı atmıştı. Küçükleri Koruma Müdürlüğü Görev ve Çalışma Yönetmeliği yürürlükten kaldırıldı. Yeni yönetmelikte savsaklanan, istismar edilen, evden ya da bulunduğu kuruluştan kaçan, suça maruz kalan, ya da kanunla ihtilaf haline girme eğiliminde olan, sokakta yaşayan veya çalıştırılan, korunmaya ve yardıma muhtaç çocuklar hakkında Çocuk Şube Müdürlüğü’nün görevleri düzenlenmiş ve yönetmeliğin hükümleri uygulamaya geçirilmiştir. Tantan’ın girişimi ve inisiyatifi ile artık güç koşullar altındaki çocukların sorunlarıyla ilk adımda ilgilenecek olan ‘uzman’, çocuk polisidir; bu, bize göre, devrim niteliğini taşıyan bir reformdur. Nereden nereye geldik diye düşünüyorum. 40 yılı aşan bir çalışma dönemi, az çok kaydedile n bazı aşamalar, ama zorlu koşullar içinde, tutunarak ayakta kalmaya çabalayan ailelerin çocukları; güç koşullardaki çocuklar, hâlâ binbir soruna göğüs germek zorundalar. 1960’lı yıllarda Sansaryan Han’ın ikinci katında iç içe iki oda, soğuk kış günlerinde her zaman ateş gibi yanan bir soba, üzerinde fokur fokur kaynayan bir çaydanlık! Kapısı, kışın soğuğuna dayanamayan, karnı aç bütün çocuklara her zaman açık… İçinde beyaz peynir olan taze ekmeği güler yüzle kendisine uzatan sımsıcak bir el. Çocuklarımızla birlikte geçirdiğimiz saatlerin getirdiği mutluluğun anısı belleğimde hâlâ dupduru, taptaze. 40 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Doðan Cüceloðlu On Birinci Çocuk On bir çocuklu bir ailenin on birinci çocuğuyum. Doğduğum ev, Silifke’nin en eski mahallesi olan, Mukaddem Mahallesi’nde Becilli Sokak üstünde, mahallemizin adına yakışır, eski bir taş evdi. Etrafı yer yer yıkık kalın bir duvarla çevrili olan bahçemizde bir kuyu vardı ve diğer evlerden farklı olarak bu kuyuya babam daha sonra tulumba koydurmuştu. Bahçemizde hangi ağacı kimin diktiğini hatırlamıyorum; kuyu başında, taştan oyma banyolardaki küvet büyüklüğünde, bir ‘yalak,’ onun biraz ilerisinde bir nar ağacı vardı. Şimdi düşünüyorum da, o nar ağacı kimsenin dikkatini çekmeyen, kimsenin ilgilenmediği, öyle var olan, ama her nasılsa benim evle ilgili anılarımda vazgeçilmez bir yeri olan ağaçtı. Narını şimdi gözlerimle görüyorum gibi; ama sanırım ekşi olduğu için yemezdik, ağaç üstünde kalır, sonra yere düşer, nar çürür giderdi. Hurma ağacımız vardı; babam her yıl o hurma ağacını budardı, ama onun hurmasını yediğimizi de hiç hatırlamıyorum. Zeytin verip vermediğini hatırlamadığım bir yaşlı, ama çok yaşlı, bir de yeni ufak boy iki zeytin ağacımız vardı. Zeytin topladığımızı pek hatırlamıyorum. Hatırladığım en önemli ağaç, bahçemizin bir ucundaki toprak 42 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı damın hemen köşesindeki dut ağacıydı. O ağaç bol miktarda dut verirdi ve mevsiminde bol bol dut yediğimizi, komşulara dağıttığımızı, dallarına çıktığımı, dut toplamak için o dalların uçlarına uzandığımı hatırlıyorum. Patlıcan, domates, biber, nane, maydanoz, soğan, kabak mevsiminde bahçemizde yetişirdi. Önceleri ‘helke’ dediğimiz kovalarla kuyudan su çekerken, daha sonra tulumbayı kurunca yalağa doldurduğumuz su ile ‘avar’ dediğimiz bahçemizi sulamaya başladık. Ağabeyimler kuyudan su çekerlerdi; ben helke ile kuyudan su çekmeyen nesildenim. Ben ortaokuldayken eve elektrik ve su bağlandı. Elektrik dıştan kurşun borular içinden geçen kablolarla evin tüm odalarına dağıtıldı ve her bir ampulün, döndürünce ‘çat çat’ diye ses çıkaran düğmeleri vardı. Su, kuyunun yanındaki yalağın yanına bir musluk konarak eve bağlandı. Orayı çeşme olarak kullanarak evin su ihtiyacını temin ediyorduk. ‘Ayak yolu’ dediğimiz helâmız, bahçenin en uzak köşesinde kazılmış bir çukur üzerine oturtulmuş bir uyduruk kulübeden ibaretti. İbrikle su taşırdık; taharetten sonra ıslak eli silmek için eski bez parçalarının asılı olduğu bir ip olduğunu hatırlıyorum. Dört, beş yaşlarında helâda otururken, kendi kendime hikâyeler uydurur, anlatırdım. Bir keresinde İhsan ağabeyim, kapıda beklemiş beklemiş, bakmış hikâyenin biteceği yok, çık artık, yoksa donuma yapacağım, diye beni uyardı. Rüyadan uyanır gibi, öykümden uyandığımı hatırlıyorum. Eşeğimiz vardı, adı nedense ‘Kalıp’tı. Kalıp’ı şimdi, sevgiyle, şefkatle ve bir tür eziklik duygusuyla anımsıyorum. Bir keresinde Kalıp’ı dövmüştüm; istediğim yere gitmiyordu, kendimi aciz hissediyordum, sanırım yedi, ya da sekiz yaşlarındaydım, acizliğim beni öfkelendiriyordu. Hem dövdüm, hem de bir süre onu susuz bıraktım, cezalandırmak için. Bu yüzden ne zaman bir yerde biriDünyadan Büyüktür Çocuk | 43 nin hakkının yendiğini, eziyet edildiğini duysam, içim cız eder, isyan duyguları kabarır ve hemen aklıma Kalıp gelir. Ve şimdi bu satırları yazarken gözümden yaşlar akıyor, onun hakkını helal etmesini istiyorum. Kalıp’la helalleşmek benim için ne kadar önemliymiş meğer, ancak şimdi farkına varıyorum! Şu an inansam ki, İstanbul’dan Bolu’ya yayan yürüsem Kalıp bana hakkını helal edecek; gözümü kırpmadan yola çıkarım. Hayvanlarla helalleşmek şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti, ama anlıyorum ki, benim insan olmamın bir gereği olmuş. Helalleşmenin bu kadar önemli olduğunu ancak bu yaşta anlayabiliyorum. Kedimiz vardı, doğurduğu (gunnadığı) zaman en azından dört tane doğururdu; babam, “benim ekmeğimden mi, suyumdan mı bilmem, kedi bile çok doğuruyor”, derdi. Kedi hamileyken (gödeyken) karnı çok büyük olduğu için kedinin adını ‘koca karınlı’ anlamında ‘Gocagarni’ koymuştuk. Ailenin bir parçasıydı; ailedeki her insanın Gocagarni’nin işin içinde olduğu bir anısı mutlaka vardır. Tavuklarımız kuluçka döneminde kuluçkaya yatarlardı (gurk olurlardı). Kuluçka sonu tavuğumuzun çok sayıda civcivi (cüllesi) olurdu. Bu civcivleri kedi, köpek ve yılanlardan korumak, benim temel görevlerimden biriydi. Annem genç bir öğretmeni sevmiş, ama büyükannem o adamdan hoşlanmadığı için, Adana’da kadılık yapan çok yaşlı bir adama verilmiş. Sanırım kadı altmış yaşlarında annem on sekiz yaşındaymış. Kadı’nın annemden yaşça daha büyük kızı ve oğlu varmış. Kadı annemi el üstünde tutmuş, ama çocukları annemin mutsuz olması için ellerinden geleni yapmışlar. Kadıyla iki yıl evli kalan annem bir çocuk düşürmüş ve ardından kadı hastalanarak ölmüş. Annem baba evine, Silifke’ye geri dönmüş. Annem babamın üçüncü karısıydı. Babamın ilk karısı, beş oğlan çocuğu doğurduktan sonra vefat etmiş. İkinci karısı doğum yaparken ölmüş. Annem yirmili yaşların başındayken babam otuz yaşlarının ortala44 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı rında bir yerde iken evlenmişler. Böylece annem, beş tane oğlan çocuğunun annesi olarak evliliğe başlamış. Ben annemin altıncı, babamın on birinci çocuğuyum. Babam, babasız büyümüş. Beş yaşındayken babası ölmüş. Dedem Ermenek’ten Silifke’ye gelen biri imiş ve Nuru Köyü’nden bir kızla evlenmiş; babaannemin köyü olan Nuru Köyü bizlere o nedenle hep, ‘Dayı’ derler. Babam akşamları rakı içerdi; kendisi keman çalardı, ut çalardı, cümbüş çalardı. Bizlere harman dalı oynatırdı. Kadınların statüsü hizmet edenler, yani hizmetçi statüsündeydi. Sık sık öfkelendiğini, yüksek sesle bağırdığını, herkesin sus pus olup bir yere sindiğini hatırlıyorum. Annem bulaşıkları, dağ gibi birikmiş çamaşırları elle yıkardı. O yıllarda deterjan yoktu, deterjan olarak kül kullanılırdı. Susam sapı külü, en iyi kül olarak bilinirdi. Kül cildi tahrip ediyor; şimdi gözümün önüne annemin buruş buruş olmuş, yer yer delinmiş elleri geliyor. Gözümün önüne gelen diğer bir anı da, onun gözlerinden sicim gibi akan yaşlar. Onu hep ağlarken hatırlıyorum. Yüksek sesle bir ağlama değil, içten içe yakılan bir ağıt gibi, süregiden bir ağıt. Öfkeli, kahırlı bir ağıt değil. Neden kadın yaratıldığını, suçunun ne olduğunu anlayamayan, yaşamın kendisi için bu kadar ezici ve bunaltıcı olduğunu gören, ama bunu hak etmek için ne yaptığını anlayamayan birinin hüzünlü ve yalnız bir ağıdı. İki üç yaşımdayken beni kucağına oturtur saçımı okşar, bir şey söylemeden içten, sessiz sessiz ağlardı; üstüme pıt pıt düşen gözyaşlarından ağladığını anlardım. Döner yüzüne bakardım, gülümser saçımı okşamaya devam ederdi. Annem öldüğünde ben dokuz yaşındaydım. Annemi mezara gömüp geldiler, ama ben bir süre sonra annemin bir yerlerden çıkıp geleceğini bekliyordum. Dört gün sonra anladım ki, artık annem hiç dönmeyecek, onu hiç ama hiç, bir daha göremeyeceğim, sesini hiç duyamayacağım. Ölümün ne demek olduğunu işte o an Dünyadan Büyüktür Çocuk | 45 anladım. Annemin yolculuğu sonsuzdu; ona ölüm diyorlardı. İçim boşaldı, yaşam coşkum gitti ve müthiş bir yalnızlık duygusuna kapıldım. O günkü duygumun depresyonda olduğumu şimdi anlıyorum. Hiç kimsenin gözünde, babam dahil, bir değerim olduğunu hissetmiyordum. Yapayalnızdım. Bu yalnızlık duygusu, bir anlamda hâlâ devam ediyor. O günlerde çevremdeki hiç kimse, annesi ölmüş bir çocuğun gözüyle olaylara bakarak ona gerekli konuşmayı yapmayı akıl edecek durumda değildi. İnsanlar doğar, yaşar ve vadesi gelince ölürdü. Hepsi buydu. İlkokul üçte annemin ölümünden sonra okula gittiğimde, Muazzez öğretmenimin saçımı okşayışını şimdi, gözlerimde bir nemle hatırlıyorum. Büyüklerden gördüğüm göreceğim şefkat bundan ibaretti. Yıllar sonra anlayacaktım, annemim beni terk ettiğini düşündüğümü ve kadınlara olan güvenimi temelde kaybettiğimi. Yaşamımda yer alan yıllar içinde, masum bir kadına evlilik içinde acı çektirmiş ve üç çocuğum bu acıdan payını almıştı. Annem öldükten altı ay sonra babam yine evlendi. Bu kez çocuğu olmayan kısır bir köylü kadınıyla evlendi. Kadını hepimiz dışladık, onun köylülüğüyle alay ettik. Daha sonraki yıllarda onun yaşamla mücadele gücünü ve doğaya olan saygısını anlamaya başlayacaktım. Küçük bir kuşa –biz o yörede serçe gibi ufak bir kuşa ‘ficik’ derdik– sapan taşı atarken, “atma oğlum”, dedi. Onu aşağılayan bir tonla, “ne var güpgüccük, bannak gibi bir guş”, dedim. “Oğlum, canın büyüğü küçüğü olur mu, Allah her birine bir can vermiş, vurma yavrum, günahtır”, dedi. Bu sözlerin arkasındaki bilgeliği 1984 yılında ABD’de öğretim üyesi olarak çalışırken anlayacaktım. Canlardan oluşan bir “biz” bilinci rahmetlik analığımın günlük yaşamında yansımasını bulmuştu. Ortaokuldan, okulun üçüncüsü olarak mezun oldum. Diploma töreninde benim ailemden kimse yoktu, çünkü mezun olduğumu 46 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı kimse bilmiyordu. Törenden sonra elimde diploma dükkâna gittiğim zaman babam, “elindeki ne?”, diye sordu. Diploma olduğunu söyleyince, “sen mezun mu oldun?”, diye hayret etti. “Eferin oğluma”, dedi, ama okulun üçüncüsü olarak mezun olduğumu hiç bilmedi. Kimse bilmedi. “Şimdi ne yapacaksın oğlum?”, dedi. Okumak istediğimi söyledim. Şöyle bir düşündü, “öbürleri okudu da ne oldu”, dedi. (Abimler devlet bursuyla yatılı okumuşlar, öğretmen, subay ve hukukçu olmuşlardı). “Yarın ölsem, mezarıma gelip Yasin okuyacak kimse yok, gel seni imam yapalım”, dedi. “Okumak istiyorum baba”, dedim bana mani olmadı. Ankara’ya, en büyük ağabeyimin yanına gittim ve Sıhhiye yöresindeki Ankara Atatürk Lisesi’ne yazıldım. Ağabeyim ve yengem benim geleceğimi bilmiyordu; bir sabah kapılarını çaldım; yüzlerindeki o şaşkınlığı hiç unutamıyorum. Her ikisi de nur içinde yatsınlar, memur maaşı ile zor geçindirdikleri eve beni de dâhil ettiler ve eğitime devam etmeme imkân sağladılar. Ankara Atatürk Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Cahid Okurer, yaşamıma yön veren en önemli kişidir. Çarşamba öğleden sonraları okul yoktu; Cahid Okurer Maltepe’de oturuyormuş, bazı öğrencileri çay sohbetine davet ederdi. Bir davetinde ben de vardım. Bana, “sen ne olmak istiyorsun?”, diye sordu, mühendis olmak istediğimi söyledim. Niye, diye sorunca, memlekete hizmet için en iyi alan olduğunu söyledim. Bilmiyorum, Cahid Okurer öğretmenim ne kadar farkındaydı, ama ben yalan söylediğimin farkındaydım. Mühendislik prestijli bir meslekti, parası iyi diye biliniyordu, bir sosyal statüsü vardı. Mühendis olursam Silifke’de istediğim kızı bana verirler, diye düşündüm. “Madem ülkene hizmet etmek istiyorsun”, dedi Cahid Hocam, “o zaman sen bilim adamı ol. Psikoloji alanında bilim adamı olursan, Türk eğitim sistemine önemli katkıların olur”. Ve beni takip Dünyadan Büyüktür Çocuk | 47 etti, yazdığım hiçbir mektubu cevapsız bırakmadı. Lise sonu başka bir subay ağabeyimin yanında, Kırklareli’nde bitirdim. Cahid Hoca’mın bir mektubu ile psikoloji profesörü Mümtaz Turhan ile tanıştım. Ve böylece psikoloji alanına adımımı atmış oldum. 48 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Nuran Direk Gelik İlkokulu Gelik’te okudum. Zonguldak’ın bu küçük maden kasabasının adı ne yazık ki grizu patlamaları ve kazalarla sık sık gündeme gelir. Beş yaşından ilkokulu bitirene kadar yaşadığım bu yere bir daha hiç gitmedim. Gitmek de istemedim. Değişimi görmekten mi, yoksa çocukluğumun parlak canlı renklerle bezenmiş yemyeşil doğasını bulamamaktan mı, hayal kırıklığına uğramaktan mı daha çok korktum bilmiyorum. Galiba hep hayalimdeki gibi renkli kalsın istedim. Bir yaz babam bizi İstanbul’dan vapurla Zonguldak’a, halamı ziyarete götürdü. Neredeyse bir günlük yolculuktan sonra Zonguldak’a vardık. Vapurun yanaşacağı bir iskele olmadığından yolcu karşılayanlar sandallarla vapura yanaşıyorlar ve yolcular merdivenle sandallara iniyorlar-dı. Zonguldak’la ilgili ilk anım bu. İkincisi, şehrin ortasından rayların üstünde giden kömür vagonları ve kömür karası yüzlerinde beyaz göz akları parlayan ve başka bir dünyadan gelmiş gibi görünen maden işçileri. Halamın hiç çocuğu yoktu. Ben onun eline doğmuşum. Ben doğduktan bir yıl sonra evlenip İstanbul’dan ayrılmış. Eniştem Kömür İşletmelerinde de çalışan bir inşaat teknisyeniydi. Gelik’te 50 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı oturuyorlardı. Gelik’i çok sevdim. Her taraf yemyeşildi. Halamın evi, bahçesinde şeftali, elma kiraz ağaçları olan üç katlı, Fransızlar zamanından kalma ikiz bir lojmandı. Bahçede büyük bir kümes içinde çok sayıda tavuk vardı. Her gün kümese girer, henüz sıcaklığını koruyan yumurtaları toplar, birini hemen oracıkta kırıp içerdim. Evin girişindeki asmadan üzümler sarkardı. Gelik, dört yanı dağlarla çevrili bir kömür havzasıydı. Dağların ortasındaki vadide kömür ocakları vardı. Hatırladığım kadarıyla hiç özel araba yoktu. Taksi bile gördüğümü sanmıyorum. Her yere yürüyerek gidilirdi. Eniştem her akşam atla eve gelir, atı almaya gelen seyis, bazı akşamlar bana küçük bir tur arttırırdı. Bütün bunlar bir çocuk için oldukça çekiciydi. Hiç çocukları olmayan halam ve eniştem tarafından şımartılıyorum. Üstelik üstüme gül koklamayan babaannem de halamla birlikte oturuyordu. İstanbul’a dönme vakti geldiğinde hiç memnun olmadım. Orada kalmak istedim. Halam da çok ısrar etti. Babam biricik kız kardeşini kıramadığı için gelecek yaza kadar orada kalmama izin verdi. O zamanlar, Zonguldak’la İstanbul arasında gidip gelmek pek kolay değildi. Annemin gözyaşlarına rağmen babamın dediği oldu. Bu olay hayatımın dönüm noktalarından biri olmuştur. Gelik’te o zaman bakkal, market gibi şeyler de yoktu. Bir tek ‘Ekonoma’ denilen bir yer vardı. O da her gün gidilemeyecek kadar uzaktı. Her gün eşekle bir görevli gelir. Siparişleri alır. Ne lazımsa getirirdi. Büyük alışverişlere otobüsle kırk beş dakikalık bir yolculuktan sonra, Zonguldak’a gidilirdi. Bir gün, bir dükkânın vitrininde yandan kurulan lacivert bir oyuncak araba gördüm ve cama yapıştım. Hayranlıkla seyretmeye başladım. İstemeye cüret bile etmedim. O zamana kadar “Taş Bebek”ten başka çarşıdan alınmış bir oyuncağım olmamıştı. Halam oyuncağın fiyatını sordu. Satıcı oyuncağı kurdu ve beş lira olduğunu söyledi. Araba hareket etmeye başladı. Çok para. Ama o kadar hayran kalmıştım ki, Dünyadan Büyüktür Çocuk | 51 halam paraya kıyıp aldı. O oyuncakla oynarken eniştem bana sayıları öğretti. Derken okumayı yazmayı öğrendim. İlkbaharda babama mektup yazdım. O yaz İstanbul’a döndüğümüzde babamla halam konuştular. Annemin bütün itirazlarına rağmen bir yıl daha Zonguldak’ta kalmam kabul edildi. Annemi, babamı ve kardeşlerimi özlüyordum, ama Gelik’ten de vazgeçmek istemiyordum. Halamlarda tek çocuk olmanın bütün avantajlarını yaşıyordum çünkü. Babam eğitime çok önem veren birisiydi ve halamın yanında kalmamın benim geleceğim için daha iyi olacağını düşünmüştü. Nitekim o yaz gazeteleri bile okuyabiliyordum. Döndüğümüzde eniştem beni ilkokula götürdü ve sınavla doğrudan altı yaşında ikinci sınıfa yazdırdı. Derslerle ilgili bir sıkıntı yaşamadım. Ama sınıf adabını bilmediğim için, canım sıkılınca hiç izin almaya gerek görmeden dışarıya çıkıyor, dolaşıyor, dışarıda kimse olmadığı için tekrar geri dönüyordum. Bazen iki sıraya tutunarak sallanıyordum. Sınıftakiler bu hallerime gülüyorlardı. Ama öğretmenimiz hiçbir uyarıda bulunmadı. Zamanla bunun uygunsuz bir hareket olduğunu anlayıp vazgeçtim. Evimizle okul arası yokuştu. Kış gelip kar yağmaya başlayınca bütün çocuklar küçük tahta bir sandığa benzeyen çantalarının üstüne biner okula kadar kayarlardı. Ben de onlar gibi kaymak isterdim. Ancak benim çantam deri olduğu için kısa zamanda parçalandı. Bana da diğer çocuklar gibi tahta çanta almaları için çok mücadele ettim, ama başarılı olamadım. Her defasında deri çantayı parçalayıp azar işittim. Kışın siyah lastik çizmeler giyerdik, ama yaz gelince herkes beyaz lastik ayakkabı giyerdi. Sınıfta herkes beyaz lastik ayakkabı giydiği halde, bir tek ben beyaz deri sandalet giyiyordum. Oysa ben de arkadaşlarım gibi lastik ayakkabı giymek istiyordum. Ne mümkün? Ben de deri sandaletlerin arkasını keser terlik yapardım. Bu yüzden dayak bile yedim ama yine de vazgeç- 52 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı medim. Çocukluktaki başlıca iki mücadelem bu çanta ve ayakkabı mücadelesi olmuştur. Yani arkadaşlarım gibi olmak. Farklı olmamak. Bitişiğimizde Reşat beyler otururdu. Üç genç kızı, bir de yetişkin oğlu vardı. En küçük kızları kız enstitüsüne gidiyordu. Evleri çok eğlenceliydi. Boş zamanlarımın çoğunu onlarda geçirirdim. Ben de Sonşen ablaya özenerek mandolin çalmaya başladım. Genç kızların gönül ilişkileri hakkında ilk bilgileri ondan edindim. Bir süre sonra onlar Zonguldak’a tayin oldular. Bu defa bir kediciğiyle beraber yaşayan yaşlı Ziya Bey komşumuz oldu. Kedisi kaybolunca çok ağladı. Daha sonra okulumuzun başöğretmeni bitişiğimize taşındı. Sami Bey, müzik öğretmeniydi. Çok güzel keman çalardı. Evinin bir odası tahta raflarla oluşturulmuş bir kütüphaneydi. Hiç o kadar kitabı bir arada görmemiştim. Kapıları hep açıktı bana. O odaya girip kitapları karıştırmama hiç ses çıkarmazdı. Okumam için öneride de bulunmazdı. Neyi beğenirsem alır okur, sonra iade ederdim. Ömer Seyfettin’in öyküleriyle böyle tanıştım. Sonra tarih mecmuaları ilgimi çekti. Tarih mecmuasında ne kadar öykü varsa, Kleopatra’dan Musolini’ye kadar bulduğum bütün öyküleri okudum. Daha sonra sınıf kitaplığındaki kitaplara dadandım. Sami Öğretmenin komşuluğu benim için bir şans olmuştu. İlkokulu bitirdiğimde ben de Gelik’teki bütün kızlar gibi kız enstitüsüne gitmek istiyordum. O zaman öğrenciler ilkokulu bitirince tahta sıralı, tenteli bir kamyonla Zonguldak’a okula giderlerdi. Kızlar yeşil şeritli lacivert şapka giyer, kız enstitüsüne giderler, erkeklerse aynı şapkanın sarı şeritlisini giyer, ortaokula giderlerdi. Kız enstitüsü şehrin ana meydanında, beyaz mermer kaplamalı güzel bir yapıydı. Bir gün Zonguldak’a gittiğimizde binanın penceresinin önünde beyaz önlüğüyle ütü yapan bir öğrenci gördüm. Hiç hoşuma gitmedi. Hafta sonları yakamı ve kurdelemi kolalamak ve önlüğümü ütülemek gibi görevlerim vardı. Bu işten hiç hoşlanmazdım. Büyük hayal kırıklığı yaşadım. O sırada sarı şeritDünyadan Büyüktür Çocuk | 53 li şapka taşıyan bir kız gördüm ve halama o kızın hangi okula gittiğini sordum. Çelikel Lisesi’ne dedi. Öyleyse ben de oraya gideceğim. Ütü yapılan okula gitmek istemiyorum. Bu ikinci önemli kararımdı. Böylece Gelik’ten liseye giden ve sarı şeritli şapka giyen ilk kız ben oldum. Gelik’te yaşadığım önemli bir olay da, babaannemin ölümü oldu. Orta birinci sınıfa gidiyordum. Mart ayıydı ve o gün doğum günümdü. Babaannem bir süredir hastaydı. Babam İstanbul’dan birkaç günlüğüne onu görmeye gelmişti. O gün eve geldiğinde irmik helvası kavrulduğunu gördüm. Benim doğum günüm için yaptıklarını düşünüp şaşırdım. Niye pasta yapmadınız diye sitem ettim. Sonra bir anormallik olduğunu sezdim ve babaannemin öldüğünü söylediler. Nereye gömdüklerini sordum. Kırat mezarlığına dediler. Kırat, Gelik ile Zonguldak yolunun ortasında dağ başında bir mezarlıktı. Onun, dağ başında yalnız korkacağını düşündüm. “Niye bahçeye gömmediniz, ben ona bakar sulardım” diye ağlamaya başladım. Bu benim yaşadığım ilk ölümdü. Çok sürmedi, bizim de tayinimiz Zonguldak merkeze çıktı. Orta ikinci sınıfı Zonguldak’ta okumaya başladım. Lise ikinci sınıfa geçtiğim yaz eniştem ölene kadar Zonguldak’ta yaşadım. O yaz sonu halamla İstanbul’a taşındık ve ben ölümüne kadar halamın kızı olmaya devam ettim. 54 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Çocuklar İçin Felsefe ve Etik Neden Etik Eğitimi? Çocuk, doğumundan itibaren aileden başlayan, okulla devam eden ve giderek genişleyen bir toplumsal çevre içinde yaşar. Uygun görülen ve görülmeyen davranışların birebir öğrenilmesiyle ahlâk eğitimi ailede başlar ve örgün eğitim kurumu olan okulda pekişir. Toplumsal yaşam içinde yaygın olarak yaşam deneyimleri aracılığıyla yetişkinlik dönemine kadar devam eder. Moral (ahlâk) eğitimi toplumsal düzenin sağlanması ve devamı açısından çok önemlidir. Çünkü toplumsal düzen yalnızca yasalarla sağlanamaz. Hırsızlık suçtur. Ama çoğunluk yasalardan korktuğu için değil, vicdani değerlerine aykırı olduğu için hırsızlık yapmaz. Eğer herkes hırsızlık yapmak için yanıp tutuşsaydı, yasalar hırsızlığı önlemeye yetmezdi. Öyleyse düzeni sağlayacak kuralların temeli olan değerlerin, bireyin vicdanına küçük yaştan başlayarak yerleşmesi gerekir. Böylece kişi eylemlerinde bir yaptırımdan çekindiği için değil; kendiliğinden, kendi özgür istemesiyle toplumsal düzenin sağlanmasına katkıda bulunmuş olur. Bu açıdan değer eğitimi, ahlâk kurallarının öğretiminden çok daha önemlidir. Diğer yandan kurallar, her zaman hayatın karmaşık problemlerine gereken yanıtı veremez. Belli bir anda ve belli bir durumda yapılması gerekenin ne olduğuna karar vermek değerler açısından incelikli bir etik değerlendirme gerektirir. Çocuklara kuralları öğDünyadan Büyüktür Çocuk | 55 retebiliriz. Hatta onları kurallara uymaya zorlayabiliriz, ama bunlar onları ahlâklı kılmaya yetmez. Etik eğitimi bundan çok daha öte bir şeydir. Böyle bir etik eğitiminin vazgeçilmez temeli değer eğitimidir ki bu, ancak felsefeyle kazandırılabilir. Toplumsal Düzen İhtiyacı ve Kurallar Toplumsal düzeni sağlayan başlıca üç kurum vardır. Bunlar: din, ahlâk ve hukuktur. Toplum, çok önemli kuralları ve emirleri yalnızca bir kuruma dayandırmayı yeterli görmemiş; onları din, ahlak ve hukuk kurumlarının ortak emirleri olarak güçlendirmeye çalışmıştır. Örneğin öldürmeyeceksin, ya da çalmayacaksın gibi emirler bu kurumlara ait kurallarının kesişim kümesine aittir. Çünkü toplum bu tür emirlere mutlak itaatin sağlanmasına yaşamsal bir önem vermiştir ve bazı önemli kuralların, kurumların ayrı ayrı yaptırımlarıyla pekiştirilmesini uygun görmüştür. Dine göre, her şeyi bilen ve gören varlık, kimse seni görmese bile günah işlediğinde seni görür ve öteki dünyada seni cezalandırır. Ortak vicdanın taşıyıcısı olan toplum seni kınar, hatta dışlar. Yasanın gücü ise yakana yapışır ve devletin eli olan mahkemeler aracılığıyla suçunun cezasını verir. DİN HUKUK 56 | AHLAK Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Bu yaptırımların hepsi kuralların uygulanmasına ilişkin ilahî, toplumsal veya siyasal kaynaklı dışsal bir otoritenin baskısına dayanır. Oysa bu kuralların temeli olan değerler içselleştirildiğinde, bir zorlamaya gerek kalmaz. Ayrıca bir duruma ilişkin kurallar bilinmese de, ya da o alana ait bir kural olmasa bile kişi nasıl davranması gerektiğini düşünce ve duygularıyla değerlendirmeler yaparak bulabilir. Aristoteles Nikomakhos’a Etik’inde, karakter erdemlerinin alışkanlıklarla kazanıldığını söyler. Ona göre bu alışkanlıklar ikinci bir doğa gibi insan tabiatına yerleşmezlerse etkin olamazlar. Dolayısıyla bu erdemlerin kazanımı baskı ve zorlamayla değil, eylemleri değerlendirmeye dayanan uygun bir eğitimle olur. Bu eğitim vaaz ya da öğütlerle değil, örnekler üzerinde çocukları düşündürmek ve tartıştırmakla yapılabilir. Sokrates bu tür tartışmaların en güzel örneklerini vermiştir. Sokrates’e göre “Erdem, bilgidir”. Bu bilgi, erdeme ilişkin kavramsal bir bilgidir. Sokrates’e göre herhangi bir eylemin iyi ya da adil olduğuna, bu kavramlar hakkında bir bilgiye sahip olmadan karar verilemez. Ancak bu kavramsal bilgi ezbere öğrenilecek, ya da öğretilebilecek bir bilgi değildir. Ona göre bu bilgi “öğretilemez, ancak birlikte araştırmak suretiyle elde edilir”. Bu bilgi, araştırma, karşılıklı konuşma, tartışma; yani felsefe yapmakla elde edilir. Sokrates ve Aristoteles’in görüşleri bize nasıl bir etik eğitimi yapmamız gerektiği hakkında yol göstericidir. Ahlâk ve Etik Ahlâk eğitimi eğer kuralları öğretmekle, hatta ceza vermekle yapılabilseydi, ahlâki açıdan toplumların çok mükemmel durumda olması gerekirdi. Oysa durum hiç de böyle değildir. Bizim eğitim sistemimizdeki ilköğretim dördüncü sınıftan başlayan ve lise son sınıfa kadar devam eden “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” derslerinin toplumsal ahlâkı ne kadar sağladığı tartışmalıdır. Son zamanlarda İlköğretim okullarında bile şimdiye kadar gözlemediğiDünyadan Büyüktür Çocuk | 57 miz kadar şiddetin var olduğunu görüyoruz. Çünkü ahlâk, öğütlerle değil örneklerle, yani ahlâki bir ortam yaratarak sağlanabilir. Hile ve hurdanın, yalanın dolanın kazanç sağlayabildiği, yapanın yanına kâr kaldığı, toplumca kınanmadığı bir toplumda sabahtan akşama kadar ahlâk nutukları çeksek bile bir işe yaramaz. Etik eğitimi bu nedenle bir yandan toplumsal düzenle, diğer yandan etik değerlendirmeler yapabilmeyi amaçlayan bir eğitim anlayışıyla yakından ilişkilidir. “Hırsızlık kötüdür”, ama bundan daha kötü olan hırsızlığı hoş gören toplumsal anlayıştır. Örneğin: “Bal tutan parmak yalar.”, “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” gibi söylemler ahlâksızlığı hoş görmeyi kolaylaştırır. Böyle bir ortamı düzeltmenin yasal, politik, sosyal tedbirleri bu yazının konusunun sınırlarını aşar. Bu yazının konusu, etik ortamı sağlayacak yasal tedbirlerin neler olacağı değildir. Toplumsal düzenin bir elemanı olan kişinin nasıl bir eğitimle nesnel etik değerlendirmeler yapabileceğine ilişkindir. Ezbere dayanan ve felsefi bir yaklaşımla ele alınmayan bir ahlâk eğitimi, yalnızca öğrencinin belleğine birtakım kalıplar emanet etmiş olur, ama bu ezber kalıpların hayatta gerektirdikleri hakkında çocuğa bir fikir kazandırmaz. Çocuk, papağan gibi söylediğinizi tekrar edebilir, ama tekil bir durumda bu genel bilgiyi nasıl uygulayacağını bilemez. Ahlâk deyince belli bir kültür çevresinde ‘iyi’ sayılan eylem kurallarını anlıyoruz. Bunlar kısmen toplumdan topluma ve zaman içinde değişebilen kurallar bütünüdür. Ancak bu kuralların her tek bir durumda koşullar açısından bir değerlendirilmeye tabi tutulması gerekir. Örneğin “Yalan söylememelisin” gibisinden bir kural her zaman geçerli olmayabilir. Savaşta esir düşen bir askere düşman ordunun komutanının silah depolarının nerede olduğunu sorduğunu varsayalım. Böyle bir durumda yalan söylemek kötü olabilir mi? Aynı zamanda iki olumlu değerin korunmasını gerektiren çatışkılı durumlar da olabilir. Canı mı yoksa malı mı öncelik58 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı le korumam gerekir? Birinden birini korumam gereken durumda nasıl davranmak uygundur? Bu ve benzeri durumlara ancak felsefe bilgisiyle değerler açısından yapılan etik bir değerlendirmeyle karar verilebilir. Bazen böyle bir değerlendirme genel ahlâkın emirlerine aykırı bile olabilir. Özellikle topluluk değerlerinin insan haklarına aykırı olduğu durumlar buna örnektir: Töre cinayetleri, kadınların alınıp satılması gibi. Bazı İslam ülkelerinin pratiğinde karşılaştığımız “iffetsiz” kadınların taşlanarak öldürülmesi, ya da kadın bedeni üzerinde erkek iktidarını kurmak temeline dayanan ahlâk anlayışı o toplumun ahlâkına uygundur, ama etik değildir. Çünkü etik, insanın değerliliği temeline dayanır. İyi ve kötü kavramları, yöreye ve zamana göre değişebilen toplumsal değerlendirmelerinin ötesinde, felsefi temelleri olan kavramlardır. “İyi nedir?” sorusu, bu nedenle felsefe tarihi boyunca tartışılmış felsefi bir sorudur. Bu nedenle yapılması gereken, ahlâk eğitiminin ötesine geçen bir etik eğitimidir. Böyle bir eğitim kuşkusuz iyi örnekler ve etik bir ortam gerektirir. Yaşanan örnekler üzerinde düşünerek ve tartışılarak edinilmiş kazanımlar kalıcı olur. Çocuğun hayatına dokunmayan, onun kendi düşünce ve duygularına dayanan değerlendirmeler yapmasına fırsat vermeyen bir ahlâk eğitimi başarılı olamaz. Nasıl Bir Etik Eğitimi? Değerler konusunda oluşturduğumuz bir müfredatı nasıl oluşturabiliriz? Böyle bir müfredatı, felsefi içeriği olan öyküler, şiirler ve efsaneleri kullanarak oluşturmak mümkündür. Örneğin Saint Exupéry’nin Küçük Prens öyküsü, La Fontaine, Aisopos masalları, çocuk edebiyatından belli amaçlar güdülerek seçilmiş öykü parçaları, hatta gündelik hayattan seçilmiş olaylara, haksızlıklara ve çatışmalı durumlara ilişkin drama çalışmaları bir kaynak oluşturabilir. Görsel malzemeler kullanılarak aktif eğitim yöntemleri ve eleşDünyadan Büyüktür Çocuk | 59 tirel düşünme stratejileri kullanarak yapılan toplu tartışmalar ve grup çalışmaları harika sonuçlar elde etmemizi sağlar. Bu metinlere yaşa göre seçilmiş ve çok basitleştirilmiş ufak felsefe metinleri eklenebilir. Bir durum ya da olay karşısında çocuğun ne hissettiğini sormak, empati yapmasını istemek, nasihat edip ahlâk nutukları çekmekten daha yararlıdır. Çünkü duygular yol göstericidir. Aynı temanın çeşitli yönlerini ortaya koyan faklı metinler sunmak, bunlardan soru üretmelerini istemek, çözüm yolları düşünmelerini istemek, incelenen durumu düş dünyasından gerçek dünyaya taşımalarını istemek gibi yaratıcı çalışmalar yaptırmak yalnızca etik eğitimi açısından değil, düşünme eğitimi açısından da yararlı sonuçlar verecektir. Bu çalışmalarda öğretmenin rolü öğretici değil, kolaylaştırıcı olmak, tartışmaları yönetmek, çocukların önemli sözlerini yeniden çerçevelemek, çalışma sonunda olumlu geri bildirim yapmak, ya da yaptırmaktır. Kısaca “öğretmen” konuşması yapmaktan kaçınarak birlikte araştırmayı ve diyalogu teşvik etmektir. Çocuklar için etik eğitimi, bilgilendirici olduğu kadar eğlenceli de olmalıdır. Ancak öğretmen bilgilenmenin bir süreç olduğunu düşünerek sabırlı davranmalı kendi kanaatlerini belirtmekten kaçınmalıdır. Bu tartışmalarda özgürlüğün bir sınırı olacaksa, bu sınır ancak insan haklarına aykırılık olmalıdır. 60 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Ayla Oktay Çocukluğumdan Hatırlayabildiklerim Yaşama 16 Haziran 1942 tarihinde başladım. Doğum yerim Malatya, bir memur ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldim. Benden büyük iki ağabeyim ve bir ablam vardı ve ben onların farklı ilgilerinden en küçük çocuk olarak çok yararlandım. Kendi yeterliliklerimi fark etme konusunda onları izleyerek çok şey öğrendim. Bunun ne kadar avantajlı bir durum olduğunu yetişkin olduktan sonra daha iyi idrak ettim. Önünüzde sizi koruyup kollayan, örnek alabileceğiniz ve destek isteyebileceğiniz insanların olması ne kadar önemli. Doğduğum yıl, II. Dünya Savaşı’nın gerçekten dünyayı sardığı ve Türkiye’nin de savaşın dışında kalmak için çaba sarfettiği yıllar. Savaşa katılmasa da, savaş döneminin zorluklarını ve yokluklarını yaşayan bir Türkiye. Ekmek karne ile veriliyor. Pek çok gıda ve ihtiyaç maddesi de yoklar listesinde. Bunlardan biri de şeker. Aklım ermeye başladıktan sonra annemin “Sen doğduğun zaman şeker bulamadık, mamalarını balla ve pekmezle tatlandırırdık” dediğini hatırlıyorum. Çocukluğuma dair anılarım içinde Malatya’da geçirdiğim ilk çocukluğumla ilgili olanlar oldukça silik. Hatırladığım iki durum, şehrin yazın çok sıcak ve tozlu, kışın 62 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ise çok soğuk oluşu. Yaşadığımız ev şehir içinde ama bir yokuşun sonunda olmalı ki, kış akşamlarında benden dört yaş büyük ağabeyimin akşamdan yola su döküp sabah donan sokakta tahta çantasının üstüne oturarak kaymasını merakla seyrettiğimi hatırlıyorum. Yine o günlerin Malatya’sında evlerin önünden geçen su kanallarında insanların çamaşırlarını yıkadıkları da hatırladıklarım arasında. Babamın İstanbul’a tayini ile birlikte tüm ailenin İstanbul’a taşınması hayatımızı çok etkiledi. Yeni bir ev, yeni bir ortam, yepyeni insanlar. Hepsinden de önemlisi ilkokul yaşamına başlamak. Komşularımızın Malatya’dan geldiğimiz için bizi önce biraz yadırgadıklarını, ama daha sonra tanıdıkça yakınlaştıklarını anımsıyorum. Öğretmenimiz orta yaşlı meslek tecrübesi olan, sınıfta aşırı otorite uygulamayan, oldukça şefkatli bir bayandı. Bu nedenle ilkokul yıllarımda hatırladığım olumsuz anım yok denilebilir. Tam gün bir okulda, teneffüslerin tadını oynayarak çıkarabildiğimiz bir yaşantımız vardı. O zaman da en çok sevdiğim ders tarihti. Dördüncü sınıfta Tarih Öğreniyorum adlı kitabı sırf merakımdan pek çok kere okuduğumu, bu nedenle de öğretmenin dersteki sorularına rahatlıkla cevap verebildiğimi bugün bile hatırlıyorum. Bu yıllara ait bir başka hatırladığım konu da, yine dördüncü beşinci sınıftaki havuz problemleridir. O yıllardan edindiğim arkadaşlarımın bir kısmı ile orta okulda da birlikte olduğumuz için arkadaşlığımızı sürdürdüğümüzü, diğerleri ile zaman içinde ilişkilerimizin koptuğunu söyleyebilirim. Benden büyük kardeşlerimle aramızdaki yaş farkı ve kız çocuk olmam nedeni ile çok oyun arkadaşım olduğunu söyleyemiyorum. Bu nedenle oturduğumuz evin bahçesinde kendi başıma oyun kurmak zorunda kaldığım zamanlar oldukça çoktu. Bu nedenle kendi oyun arkadaşlarımı kendim yaratmak zorunda kaldığımı söyleyebilirim. Evin en küçük çocuğu olduğum için büyüklerimin bana sevgi ile yaklaştıklarını, sevgisini göstermekte pek de Dünyadan Büyüktür Çocuk | 63 usta olmayan babamın bile bana Ayloş diye hitap ederek aslında sevgisini ifade ettiğini düşünüyorum. Annemin hoşuna gitmeyen veya makul olmayan isteklerim karşısında kızmak yerine “sen bilirsin” demesinin, bana kendimi kontrol etme, isteklerimi yeniden gözden geçirme fırsatını vererek, beni ölçülü ve makul bir insan yapmakta ne kadar etkin olduğunu, eğitim alanında çalışma yapmaya başladıktan sonra çok daha iyi kavradım. Kız çocuklarının okumasının desteklendiği bir ailede doğmuş olmanın avantajı yanında, bana çok çalışmak ve başarmak gibi bir sorumluluk yüklediğini ve bunu yaşamımın her döneminde kuvvetle hissettiğimi söyleyebilirim. Sözün özü, desteklenen ve sevilen bir çocuk olmanın, benim kişilik gelişimimi olumlu yönde etkilediğini düşünüyorum... 64 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Türkiye’de Okul Öncesi Eğitimin Gelişmesi Giriş: Yaşadığımız çağ, bilginin geçmişe göre en hızlı transfer edildiği çağlardan biridir. Bu hızlı gidiş, yetiştirdiğimiz çocuk ve gençlerden belirli yeterlilikleri de talep etmektedir. İstenen bu yeterliliklere sahip olmayan bireylerin sağlıklı ve başarılı bir yaşam sürdürmeleri de mümkün görünmemektedir. Kendi davranışlarını kontrol edebilen, kendi istek ve arzuları ile başkalarınınkiler arasında ilişki kurabilen, davranışlarının sonucuna katlanabilen, hak ve sorumluluk bilincine sahip, girişimci, demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak benimsemiş bireyler yetiştirilmesini talep eden bir dünyada yaşıyoruz. Her ülke yurttaşlarını yetiştirirken az ya da çok bu özellikleri kazandırma konusunda çaba sarf etmektedir. Bu günün bir başka gerçeği, insan yetiştirmede erken dönemlerin ne kadar önemli olduğu konusudur. Avrupalı düşünürlerin daha XVII. yüzyıldan beri tartışmaya açtıkları bu konu, XIX yüzyıldan başlayarak Amerikalı düşünürlerin de gündemine girmiştir. Cumhuriyet Öncesi Dönem: Türkiye’de erken eğitim konusu, XX. yüzyılın başlarında Osmanlı devletinin katıldığı savaşlarda kaybedilen yetişmiş erkek nüfusun yerine kadınların alınması ve bu kadınların küçük çocuklarının eğitim ve bakım ihtiyacı ile birlikte ortaya çıkmıştır. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 65 Küçük çocukların bakımı ve eğitimini üstlenen kurumların Osmanlı eğitim sisteminde yer almaya başlamaları II. Meşrutiyet’in hemen öncesine rastlamaktadır. Önceleri İmparatorluğun çeşitli illerinde açılan bu kurumlar, 1908’den sonra İstanbul’da da açılmaya başlanmıştır. Bunların çoğu özel okul niteliği taşımaktadır. Devletin ana okul açması ise Balkan savaşından sonraki dönemlere rastlar (Öztürk, 1998, Akyüz, 1996). 1913-1917 yılları arasında da imparatorluk sınırları içerisinde resmi anaokulları açılmaya başlanmıştır. 1913 yılında bütün bu gelişmelerin sonucu olarak anaokulu eğitimi alanında bazı yasal düzenlemelerin de yapılmış olduğu dikkati çekmektedir. 6 Ekim 1913’te yayınlanan Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-ı Muvakkati’nin (İlköğretim Geçici Kanunu) 3. maddesinde, ilköğretim kurumları arasında gösterilmiş olan anaokulları ve Sıbyan sınıflarını, kanunun 4. maddesinde şöyle tanımlamıştır: “Çocukların yaşlarına uygun olarak faydalı oyunlar, geziler, el işleri, ilahiler, yurtseverlik şiirleri, tabiat bilgisine ilişkin konuşmaların yapıldığı ve onların ruhi ve bedeni gelişmelerine hizmet eden kurumlar”. Kanun ana mekteplerinin 4 yaşından 7 yaşına kadar çocuklar için kurulacağını belirtmektedir (Akyüz, 1996). Cumhuriyet Dönemi Cumhuriyetin kuruluşu sırasında ülkenin içinde bulunduğu şartlar, özellikle ilköğretime öncelik verilmesini gerektirdiğinden, bu ilk yıllarda okul öncesi eğitim kurumlarının sayısında herhangi bir ilerleme görülmemektedir. Genç Cumhuriyet, yeni bir yurttaş tipi yaratmaya çalıştığı için kaynaklarının önemli bir bölümünü ilköğretimdeki okullaşmanın gelişimine harcamıştır. Bu nedenle de erken çocukluk döneminin eğitimi, ailelerin ve yerel yönetimlerin sorumluluğuna bırakılmıştır (Oktay, 83a-Oktay, 83b). 25 Ekim 1925 ve 29 Ocak 1930 yıllarında çıkarılan iki tamimle 66 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ilköğretimin geliştirilmesi için bütçe imkanlarının anaokullarından ilköğretime kaydırılması yönünde bakanlığın almış olduğu karar çerçevesinde, vilayetlerde daha önce açılmış olan anaokulları kapatılmıştır (Ergin, 1977). Bu konuda ortaya çıkacak sorunlara çözüm olmak üzere, ana mekteplerinin bütçesi müsait vilayetlerde, fabrikalarda ve ziraatte çalışan ve çocuklarını çalıştığı saatlerde bırakacak kimsesi bulunmayan annelerin bulunduğu yerlerde ve yalnızca bu gerekçe ile açılabileceği hükmü getirilmiştir (Ergin, 1977). Bu hükümle birlikte İstanbul’da çalışan fakir kadınların çocuklarını bırakabilecekleri çocuk yuvaları açılmaya başlanmıştır. “Hayatını amelelikle, işçilikle kazanmak zorunda olan dul ve fakir kadınların 3-7 yaş arasındaki çocuklarını sabahtan akşama kadar oyalamak, giydirmek, içirmek ve terbiye etmek maksadıyla 1932 yılında İstanbul Belediyesi tarafından bir çocuk yuvası açılmıştır. (Ergin, 1977, 2061)”. Ergin bu kurumun yemekli ve anaokulu niteliğinde olduğunu ifade etmektedir. Belediyelerin okul öncesi eğitim kurumu açma çalışmaları diğer sosyal çalışmaların yanında bugün de devam etmektedir. Konu uzun yıllar Milli Eğitim Şuralarında ve kalkınma planlarında daha çok ailelere verilen bir görev olarak yer almış, devletin bu alanda gelişmeye yönelik herhangi bir katkısı ne yazık ki olamamıştır. 1960’lı yıllardan itibaren okul öncesi eğitim konusu yeniden gündeme gelmiş ve o tarihlerden günümüze devlet ve özel sektörün bu alana yatırımları artarak günümüze kadar gelmiştir. Son yıllarda gerek ülke yöneticilerinin, gerekse ailelerin artan ilgisi, okul öncesindeki okullaşmayı da önemli oranda arttırmıştır. Ancak özellikle beş yaş grubu için gözlenen bu artışla bile henüz bu yaş grubu çocuklarının yarısının bile okullaşması sağlanamamıştır. Bu nedenle ilköğretimden önceki bir yılın zorunlu eğitim kapsamına alınarak, bu yaş grubundaki tüm çocuklar için ve parasız olarak sağlanması artık bir gerekliliktir. Ancak bu yaygınlaşma yapılırken eğitimin kalitesinden de ödün verilmemesi dikkat edilmesi gereken çok önemli bir başka konudur. . Dünyadan Büyüktür Çocuk | 67 Öğretmen Yetiştirme Osmanlı devletinde görevi yalnızca öğretmen yetiştiren kurumların tarihi 1848’lere dayanmaktadır. Bu tarihten başlayarak farklı kademedeki okullara olduğu gibi, kız ve erkek okullarına öğretmen yetiştiren bir dizi okulun açıldığı dikkati çekmektedir. 1914-15 yılında bu okullardan kız öğretmen okulu olan Dar-ül Muallimat’a bir Ana Muallim Mektebi Programı eklenmiştir. 1915’de bu okulların çalışmasını düzenleyen bir Ana Mektepleri Nizamnamesi hazırlanmıştır (Akyüz, 1996). Ancak savaşın getirdiği zorluklar nedeni ile okul kısa sürede kapatılmak zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra okul öncesine öğretmen yetiştirme işine uzun süre ara verilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, önce Ankara’da açılan ve daha sonra İstanbul’a nakledilen ilk öğretmen okuluna bir ana sınıfı öğretmeni programı eklenmiştir. Ancak bu progamlar da uzun ömürlü olamamıştır. 1960’lı yıllardan sonra toplumun ve devletin okul öncesi eğitim konusuna yeniden ilgi göstermesini sağlayacak koşullar ortaya çıkınca, öğretmen yetiştirme konusu da gündeme gelmiş ve kız meslek liselerine eklenen çocuk gelişimi bölümleri mezunlarına öğretmen olma yetkisi verilmiştir. Bu mezunlar daha sonra açık öğretim aracılığı ile ön lisans programlarını tamamlamışlar, bir kısmı da çeşitli üniversiteler tarafından açılan lisans tamamlama programlarına devam ederek lisans diploması almışlardır. 1982 yılında 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kurumları Yasası ile üniversiteler yeniden yapılandırılırken, ülkedeki öğretmen yetiştiren kurumların tamamı üniversitelere bağlanmış ve ilköğretime öğretmen yetiştiren Eğitim Yüksek Okullarına Anaokulu Öğretmenliği programı eklenmiştir. İlk Örneği Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’ne bağlı olarak açılan bu program diğer yüksek okullarda da başlamıştır. Tüm öğretmenlik programlarının dört yıla çıkarılması ile birlikte Eğitim Fakülteleri bünyesine alınan 68 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı bu programlar, halen sayıları giderek artan şekilde öğretmen yetiştirme görevini sürdürmektedirler. Ülkede okul öncesi eğitimde okullaşmayı artırma hedefini gerçekleştirmek adına, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi bünyesinde açılan Okul Öncesi Öğretmenliği Programı ve Eğitim Fakültelerindeki yüz yüze eğitimin yanında, okul öncesi öğretmen yetiştirmeye devam etmektedir. Erken Çocukluk Eğitiminin Bugünü ve Uygulanan Modeller Bugün Türkiye’de eğitim yapan kurumlar, çeşitli yasa ve yönetmeliklerle resmi ve özel kuruluşlar tarafından açılmakta ve Milli Eğitim Bakanlığı ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun ilgili organlarınca denetlenmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu izni ile açılmış okullar, çeşitli adlar ile çalışmaktadır. Milli Eğitime bağlı olanlar bağımsız anaokulları, ilköğretim bünyesinde anasınıfları, kız meslek okulları bünyesinde uygulama anaokulları ve uygulama ana sınıflarıdır. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı olanlar ise çocuk yuvaları, çocuk bakım evleri, çocuk kulüpleri ve çocuk evleri adları ile açılmaktadırlar. Bütün bunlara belediyelerin açmış olduğu kurumlarla, çeşitli üniversitelerin bünyelerinde yer alan anaokulları, kreş ve okul öncesi eğitim merkezleri eklenebilir. Kurum merkezli bu eğitim yaklaşımına son yıllarda farklı model arayışları çerçevesinde çeşitli aile ve toplum merkezli eğitim yaklaşımları da eklenmeye başlamıştır. Erken Çocukluk Eğitiminin Geleceği Eğitim-öğretim konusu Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne her zaman kalkınma ile birlikte ele alınmış olan ve tüm Cumhuriyet Hükümetlerinin hassasiyetle üzerinde durdukları bir konudur. Bu çerçevede özellikle en önemli görevi vatandaş yetiştirmek olan ilköğretim her zaman en öncelikli eğitim konularından ol- Dünyadan Büyüktür Çocuk | 69 muştur. Okul öncesi dönem eğitimi daha çok ailelerin, yerel yönetimlerin, sivil topluma bırakılmış bir görev niteliğinde olmuştur. Son 5-10 yıldan beri Türkiye’de bu konuda ciddi görüş değişikliğinin olduğu dikkati çekmektedir. Bunun en somut göstergesi de bu alana yapılan yatırımların artması ve ilköğretimden önceki bir yılın zorunlu eğitim kapsamına alınması ile ilgili çalışmalardır. Son 2-3 yıldır okullaşmayı %50 nin üzerinde gerçekleştiren illerde zorunlu okul öncesi eğitim uygulanmasına gidilmesi son derece iyi niyetli bir adım olmakla birlikte, bu illerin gerçekten eğitim ihtiyacı en yüksek iller olup olmadığı tartışmalıdır. İdeal olarak okul öncesi eğitimin tüm çağ nüfusu için erişilebilir olması gerekli olmakla birlikte, bunu kendi imkanları ile sağlayamayacak durumda olan illere de daha çok devlet ve toplum desteği verilmesi, tüm çocukların eşit fırsatlarla ilköğretime başlamaları açısından son derece önemlidir. Bunun için de vakit kaybetmeden bir dizi önlemin alınması gerekmektedir. Bu konuda alınabilecek önlemler aşağıdaki gibi sıralanabilir: 1. Okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması ve bu eğitim için ayrılan kaynakların arttırılması yolunda politikaların benimsenmesi. 2. Ailelerin ve toplumun bu dönemin önemine ilişkin bilinçlendirilmesi. 3. Özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının erken çocukluk eğitimi alanında hizmet vermesi ve devlet veya yerel yönetimlerin çalışmalarına daha fazla destek verilmesi. 4. Kurum eğitiminin yanında, aile eğitimi için farklı modellerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması. 5. İlköğretim 1-2 sınıflarındaki eğitim-öğretimle okul öncesi eğitim kurumlarındaki eğitim yaklaşımları ve programların bütünleştirilmesi. 6. İyi bir türkçe eğitim. 70 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı 7. Çocuğun gelişimini her yönü ile destekleyen bütüncül, birey, grup ve bölge ihtiyaçları doğrultusunda ortak temel prensiplerle hazırlanmış farklılaştırılabilir programların geliştirilmesi. 8. Uygulama ve teorinin dengeli bir şekilde yer aldığı eğitici eğitimi programları 9. Ülke genelinde uygulanabilecek yüksek standartlarda bir değerlendirme sistemi ve kurumlar arası akreditasyon Sonuç 0-6 yaş, çocuğun gelişiminin en hızlı ve en kritik yıllarıdır. Bu yıllarda temeli atılan beden sağlığı ve kişilik yapısı, ilerideki yaşlarda da büyük ölçüde aynı yönde gelişme gösterir. Uzun yıllara dayalı araştırmalar, çocukluk yıllarında kazanılan davranışların büyük bir kısmının yetişkinlikte bireyin kişilik yapısını, tavır, alışkanlık, inanç ve değer yargılarını biçimlendirdiğini göstermektedir… Bu açıdan okul öncesi dönemdeki yaşantılar ve eğitim, çocuğun ilerideki hayatını etkileyecek önemli bir süreçtir. Çocuğun erken çocukluk dönemindeki çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek, bugünkü bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sağladığı imkanlarla artık ailenin yalnız başına başarabileceği bir konu olmaktan çıkmış durumdadır. Bu açıdan okul öncesi eğitim kurumları, çok önemli bir görev üstlenmektedirler. Bu kurumlar çağdaş toplumun ihtiyacı olan duygu ve düşüncelerini özgürce ifade edebilen, araştırmacı, meraklı, girişimci, üretici, karşılaştığı problemlere çözümler ve alternatifler üretebilen, kendi kendine karar verebilen, kendi haklarına ve başkalarının haklarına saygılı, sahip olduğu potansiyeli maksimum düzeyde kullanabilen, kendi kendini denetleyebilen bireyler yetiştirebilmek için, ailenin en büyük desteği olmak durumundadırlar. Ülkemizde de okul öncesi eğitim hızla gelişimini sürdürmektedir. Ama varılan sonuç yeterli değildir. Bu konuda daha pek çok Dünyadan Büyüktür Çocuk | 71 çaba ve kaynak harcanması gerekmektedir. Erken dönemdeki eğitimin öneminin anlaşılması ve bu dönem için eğitim olanaklarının çeşitlendirilmesi ve arttırılması çabalarının gelecek günlerde toplumun önemli gündem maddesi olacağını umuyoruz. KAYNAKLAR AKYÜZ, Yahya (1996), “Anaokullarının Türkiye’de Kuruluş ve Gelişim Tarihçesi” Milli Eğitim Dergisi, Sayı: 132, İstanbul. Devlet Planlama Teşkilatı (1969-1973) II. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Başbakanlık Basımevi, Ankara. ERGİN, O. (1977), Türkiye Maarif Tarihi, Cilt: 1-2, Eser Matbaası, İstanbul. OKTAY, Ayla (1983) “Türkiye’de Okul Öncesi Eğitimin Dünü ve Bugünü”, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, Sayı: 7, İstanbul. OKTAY, Ayla (1983) “Okul Öncesi Eğitim ve Sorunları”, Derleyen: Nizamettin Koç, Okul Öncesi Eğitime Toplu Bir Bakış, Türk Eğitim Derneği Yayınları, Ankara. OKTAY, Ayla (1990), “Türkiye’de Okul Öncesi Eğitim”, Eğitim Bilimleri Dergisi, M. Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Yayınları, İstanbul. OKTAY, Ayla (1999), Yaşamın Sihirli Yılları: Okul Öncesi Dönem, Epsilon Yayınları, İstanbul. ÖZALP, R. -ATAÜNAL, A. (1977), Türk Milli Eğitim Sisteminde Düzenleme Teşkilatı, Milli Eğitim Yayınevi, İstanbul. ÖZTÜRK, Cemil (1998), Dünden Bugüne Türkiye’de Öğretmen Yetiştiren Kurumlar, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Yayınları, İstanbul. URAL, M. (1986), “Ülkemizde Okul Öncesi Eğitimin Yeri ve Önemi”, IV. Ya-Pa Okul Öncesi Eğitimi ve Yaygınlaştırılması Semineri, Ya-Pa Yayınları, İstanbul. 72 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Av. Betül Onursal Yaşamımdan Çocuk Kesitleri 1942 doğumluyum. Anılarımdaki ilk çocuklar, büyük ailenin dört katlı evde hep birlikte keyifle yaşadığı Çarşıkapı Sinekli medrese sokağında koşup oynayan, Türkçe ve Ermenice neşe içinde bağrışan kızlar ve oğlanlar. “Egurnaym... İnciki neskur...” Ben, “çocuklar sokakta oynamaz” ailesindenim! Cumbadan ve alt katın demirli pencerelerinden onları seyretmekle yetinmek zorundayım. Sokakta neşe tamam, ama üçkağıt da var! Yakamdaki mavi taşlı altın iğneyi bir “abla” annesine gösterip getirmek üzere istiyor ve ben pencerede onu saf saf akşama kadar bekliyorum. Annem bu saflığıma çok üzülüyor. Ne yapalım, ben de sokakta oynasaydım herhalde vermezdim!! Sonraki anılarım, Eskişehir Şeker Fabrikası “Koloni”si. Tüm çalışanlar o kolonide yaşıyor, harika bir alan, bahçeler, parklar, hepsi çocukların. Orada artık hep dışarıdayım. Çocuklar, okumuş ailelerin cici çocukları. Kimilerinin anneleri Avusturya’lı, oralardan gelen o güne kadar görmediğimiz oyuncaklarla biz de oynuyoruz, evlerde satranç partileri, keman geceleri yaşanıyor, krem şantiyli Viyana kahveleri içiliyor... Keman dersi alıyorum. Hırsız-polis oyunu, tüm gün bütün koloni alanında oynanıyor, tüm çocuklar 74 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı dost. Ufak tefek anlaşmazlıklar ailelere aksettirilmeden gideriliyor. (Bu koloni, evlerinin kapısındaki pabuç silme demirine kadar hala duruyor. Zaman tünelinde geri gitmiş gibi!). Okula yazılacağım. Annem benim, tüm koloni çocuklarının gittiği “sosyetik” Yunus Emre İlk okuluna değil, “halk” çocuklarının gittiği Mustafa Kemal İlkokuluna gitmemi istiyor. Oraya gidiyorum. Ama olaylar annemin istediğinin tam aksi gelişiyor: “Doktorun kızı” ve “fabrikadan” olmam, okuma yazmayı bildiğim gibi, pek çok kitabı da hatmetmiş olmam beni sınıfın starı yapıyor! Öğretmenler, çocuklar bana hayran. Ben durmadan ukalalıklar yapıp bilgimi yayıyorum, çocuklarla her şeyimi paylaşıyorum. 29 Ekim’de herkes sıra ile yürüyor, ben birkaç abla ile birlikte bayraklarla süslü at arabasında, üzerimde beyaz tuvalet, göğsümde kocaman çapraz “Cumhuriyet” bandı ile ayakta geçiyorum. Aklım da sıradakilerde. Ama vücutça tembel olduğum için, bu araba işime geliyor. Müdür sınıfları odasında toplayıp beni annemle telefonda konuşturuyor: Telefon bilinmeyen bir alet, sadece fabrika evlerinde var. Çocuklara telefonla nasıl konuşulduğunu böylece ben gösteriyorum. Çoğu çocuk kerpiç evlerde yaşıyor. Anılarımdaki arkadaşlarımla aramızda hiç kıskançlık yok, sadece okumaya ve okumuşlara sevgi ve saygı duyguları var. Babam Uşak’a tayin oluyor. Şehir ve koloni daha küçük, “sosyetik” okul da yok. Herkes aynı okulda. 4 ve 5. sınıfları orada okuyorum. Ben gene bilgimi, kitaplarımı paylaşıyorum. Sofra adabını öğretmek için öğretmen bizlerin, evden sofra örtüsü ve sofra levazımı getirmemizi istiyor, kurup yiyoruz. Çatal-bıçak tutmak vs. Şehirdeki arkadaşların çoğu evlerinde elle yiyor. Zaten çatal-bıçak ithal malı. Oradaki çocuklardan aklımda kalan, onların büyük şehir özlemi. Akşam 8.30 da İzmir ekspresi geçiyor. Yaz akşamları koloni çocukları hep birlikte güle oynaya fabrikanın küçük garına gidiyoruz. Tren orada durmadan ışıl ışıl vagonları ile birkaç saniyede geçip gidiyor. Hepimiz hüzün içinde kös kös evlerimiDünyadan Büyüktür Çocuk | 75 ze dönüyoruz. Bir de en önemli anım, belki de yaşamıma yön veren bir cansız çocuk: Bir yaz akşamı kolonideki evimizin kapısı çalınıyor, bir adam kucağında yatan bir çocukla babamı istiyor. Ben merdivenin altından izliyorum. “Çocuğum hasta, bakar mısınız” diyor. Babam bakıyor ve üzüntüyle “bu çocuk ölmüş, daha önce niye getirmedin” diye bağırıyor. Adam boynunu büküp “Beyim, seneye bir çocuğumuz daha olur, ama biz bu harmanı yağmurdan önce kaldırmazsak hepimiz açlıktan ölürüz” diyor. O günden sonra hafta sonları alet ve ilaç çantası ile babam, annem ve ben fabrika ile şehir arasındaki harman yerlerinde “vizite”ye gidiyoruz. Babam hastaları muayene edip ilaç veriyor, annem kadınlarla sohbet ediyor, ben de çocuklarla dövene binip bol bol kaşınıyorum. O insanlardaki sevgi ve minnet hissi hala içimi ısıtıyor. Sonra Notre Dame de Sion’da yatılı yaşam. Öğrenciler arasında Rum, Ermeni ve çok sayıda Musevi arkadaş var... Hepimiz dostuz. Ailelerimizle de görüşüyoruz. Yaşamı, gençlik duygularını hep birlikte keşfediyoruz, birbirimizi deneyimlerimizden yararlandırıyoruz. Yeni bilgilerle donanmak, yeni bir dil öğrenmek en meraksızlarımızı bile mutlu ediyor, gururlandırıyor. Yaşam önceliklerimiz genelde sırası ile aşk, evlilik, seyahat, para, meslek sahibi olma. 18 yaşımı bu ortamda tamamlıyor, çocukluğuma nokta koyuyorum. Yüksek tahsilimi İsviçre Cenevre’de tamamlarken oradaki çocuk çevrelerini tanıma fırsatım oluyor: Sorunsuz yaşamın sorunsuz çocukları (bize oranla tabi!) En “fakir” kesimdekilerin bile her şeyi var. Aile ilişkileri ve arkadaş ilişkileri sakin, hatta bana göre “yavan”!... Çıkan sorunlar resmi merciler tarafından destek ve ilgi ile hallediliyor. Ama bunu herkes normal karşılıyor! Suça karışan çocuklar yoksulluktan değil, yaşamlarına macera katmak, dikkat çekmek, kişilik geliştirmek, kendilerince “ün” yapmak için bu işle76 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı re kalkışıyorlar. Küçük kadrolu eğitim evlerinde tedbir uygulanıyor. Topluma yeniden karışmaları da organize edilmiş. Yaşamım sonra hep İstanbul’da sürüyor. Çocuk çevrem, çalışmalarım dolayısı ile karşılaştıklarım ve ayrıca çocuklarımızın ve torunlarımızın çevreleri. Çocuk hakları çalışmalarım sırasında yaşamıma karışan çocuklar çeşitli okul çocukları, suça karışmış çocuklar, annelerinin peşine takılıp bizleri dinlemeye gelenler… Okullarda yaptığımız eğitim çalışmalarımızda kızlar “hakları” ile oğlanlardan daha çok ilgili. Şiddetle baş edilmesinin yollarını sorguluyorlar. Oğlanlar, herkesin “bakabileceği kadar” çocuğu olması gerektiğine çok önem veriyor. Hepsi uyanık, sorgulayan, hak aramaya yatkın çocuklar. Suça karışanlar isyan halinde, yoksulluk ve kimsesizlik kurbanı olduklarını biliyor ve hınç besliyorlar. İçlerindeki çocuk bu sahipsizliğe çok kırgın. Kendileri gibilerle dayanışma halindeler. Toplum merkezlerindeki çalışmalarda anneleri ile birlikte gelen çocuklar da çok uyanık ve her türlü bilgiyi emiyorlar. Kızlarımızın yuva ve okul arkadaşları bizim çocukluğumuza göre çok daha uyanık, gürültücü, talepkâr ve asi. Arkadaşlığa çok önem veriyorlar. Toplumsal olayların zorlu yıllarında büyüyorlar; işgaller, silahlı çatışmalar, yürüyüşler, ölümcül olaylar... Ben işe giderken, hele Kartal Adliyesi’ne, içimden evim ve ailemle vedalaşıp gidiyorum. Gece evde uykusuz dolaşıp birilerinin girip girmediğini kontrol ediyorum. Halbuki Emniyet Müdürü “evinize gece biri girerse uyur gibi yapın” diyor. Kızlarım benimle dalga geçiyor: Onlar cesur ve bu ortama alışmış durumdalar. Okul ile çeşitli törenlere katılmalarına izin vermiyoruz, bize kızıyorlar. Öncelik sıralamaları da değişik; meslek sahibi olmak, para, aşk, seyahat, evlilik. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 77 Torunlarımızın çocuk çevresi ise (8 yaş olan) çok hareketli, gürültücü, bilgili ve bilgiç, dayatmacı, tekniğe ve evrensel kalıplara, oyuncaklara çok bağlı, yaşamı olduğu gibi alan, maddiyatı hava ve su gibi olması gereken bir nesne olarak algılayan tipler. Öncelik ise, o anda ne istiyorlarsa o! Küçük torunumuzun (20 aylık) çevresindekiler ise tekniği anne karnında öğrenmiş (!), tüm kumanda ve cep telefonlarını kullanmaya yatkın, ne istediğini bilen (yemek, gezme vs), tutturan, tuttuğunu koparan minikler. Öncelikleri de her istediklerinin anında yapılması! Bu bakış turunu yapmak bana iki şey düşündürüyor: Birincisi, acaba devir mi değişti, yoksa görüşlerimiz mi? Çocuklar hep aynı da, biz hep geçmişin gözlükleri ile baktığımız için görmesini mi bilmiyoruz? İkincisi de Cumhuriyet yönetimleri bu değerli çocuk hazinemizi gereğince eğitip, koruyup destekleyebilseydi, ülkemiz bugün ne kadar farklı bir uygarlık noktasında olurdu. Hüzün basıyor... 78 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Yaşam Çizgisinde Çocukluk ve Ötesi (Türkiye’nin Çocuk Hakları Fotoğrafına Genel Bir Bakış) Bir filozof “tüm insanlar için, doğum ile ölüm arasında, gerçekleştirilebilecek sonsuz sayıda yaşam biçimi vardır, ancak herkes bunlardan sadece birini gerçekleştirir” demişti. Lise yıllarımda okuduğum bu söz beni çok etkilemiş ve yaşamımın her önemli adımında, o “sonsuz sayıda” ki şıklardan aklıma gelenleri ciddi biçimde tartmıştım. Yaş ilerleyip yaşam deneyimim zenginleştikçe, bu “sonsuz sayıda” ki olasılıkların büyük bölümünün çocukluk çağının çizgisine göre belirlendiğinin bilincine vardım. Yani o “sonsuz sayı”, aslında yaşamın başında “sonlu” bir yola giriyordu! Yeni doğan çocuğun hakkı, o sonsuzluğa erişebilir olmasındaydı. Ama yaşam buna nasıl olanak tanıyacaktı? Her ülkenin, her ailenin kendine göre bir ortamı, bir çizgisi vardı ve çocuğunu o doğrultuda yetiştiriyordu. İşte benim için 1989 BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’sinin en önemli özelliği, bu doğrultuyu belirleme ilkelerinde yatıyor. Sözleşme, dünyadaki her çocuğa, kendi kişiliğini geliştirebileceği, kendi yüksek yararının üstün tutulacağı, görüşünün alınacağı, ifade özgürlüğünün tanınacağı ve bu uygulama sonucunda da, hakların karşılığında hep bir sorumluluk olduğunu küçük yaşından itibaren öğrenmiş olacağı ve kendi özgün kişiliğini layıkıyla geliştirebileceği bir ortamı sunmayı hedefliyor. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 79 Yaşama hakkı, gelişme hakkı, korunma hakkı ve katılım hakkı ayrıntıları ile ele alınıyor, her aşamadaki sorumlular, yani aile, idari makamlar, yerel makamlar görev ve sorumluluklarla donatılıyor, devletlerin uygulamadaki başarı ve aksaklıkları da bir ulusalüstü makam tarafından denetim altına alınıyor. Yani ülkelerin hukuk sistemi bu Sözleşme’ye göre biçimlendiriliyor, bu sistemin uygulamaya geçirilmesi için de gereken kontrol mekanizması kuruluyor. Bu Sözleşme, hedeflendiği gibi uygulanabildiği takdirde, çocuk, çocukluğunu, kendi kişiliğini geliştirerek yaşayabilecek, bu gelişmiş kişiliği ile de yaşam çizgisini oluşturmakta çok daha bilinçli, istekli ve becerikli olacak. Peki aileler ve devlet acaba ona bu olanakları bu denli kolay tanıyabilecekler mi? Geçtiğimiz 20 yıl bunun hiç de kolay olmadığını kanıtladı. Tüm dünya ülkelerinde devletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni kendilerine göre kabul edip sistemleri içine aldılar. Ama çoğu gerçekleşmesi için gereken bütçeyi ayırmamak için pek çok neden buldular, yaygın olarak tanıtılıp uygulanmaması için engel yarattılar diyemesek bile engelleri ortadan kaldırmadılar, aileler çocuklarına bu hakları tanımakta çekingen, isteksiz ve hattâ engelleyici davrandılar... Dünyada ve ülkemizde, ailesinde ve toplumda istismar edilen, eğitim hakkı elinden alınan, koruma sisteminin içine giremeyen, kişiliğinin oluşması baskı ile engellenen çocuk sayısı resmi istatistiklerin de mutlaka üzerinde. Peki 2010’da Türkiye’nin “çocuk hakları” fotoğrafını çekersek neler görürüz? Türkiye’nin, Sözleşme’yi, 17, 29, 30. maddelerine çekince koyarak 1990 yılında imzalayıp, 1994 yılında gecikmeli olarak onaylamış da olsa, tanıtımı için çok çalıştığını belirtmeliyiz. Bizim de içinde çalıştığımız kabul ve onay dönemi içinde, bu Sözleşme’nin yürütülmesinden sorumlu Sosyal Hizmet ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü yurt çapında çeşitli tanıtım 80 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı çalışmaları yaptı. UNICEF, devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşlarını çeşitli vesilelerle birlikte bir araya getirerek tanıtım ve uygulamada bir eşgüdüm sağladı. Sivil Toplum Kuruluşları kendi aralarında düzenledikleri çeşitli çalışmalarla Sözleşme’yi irdelediler, uygulamayı planladılar. Dernekler Kanunu elvermediği için Türkiye Çocuk Hakları Koalisyonu sağlam bir hukuki yapıda kurulamamış da olsa, çeşitli koalisyon girişimleri yurt çapında ayrıntılı çalışmalara ve Devlet çalışmalarının izlenmesine ön ayak oldu. MEB konuyu eğitim programının kapsamına aldı. Adalet Bakanlığı kanun çalışmalarına sivil toplum kuruluşları ve meslek kuruluşları temsilcilerini de davet ederek görüşlerinin kanunlara yansımasına olanak tanıma girişiminde bulundu. Zamanında hazırlanan ve 1999 yılında BM Çocuk Hakları Komitesi’ne gönderilen ilk Ulusal Çocuk Hakları Raporu için alanda çalışan tüm STK’larının görüşü alındı ve alternatif rapor hazırlandı. İkinci Rapor ise gecikmeli olarak 2007 yılında hazırlandı, “İkinci ve Üçüncü rapor” adı altında sunuldu, daha az sayıda STK ile işbirliği yapılarak BM Çocuk Komitesi’ne gönderildiğine dair henüz bir bilgi ulaşmadı. Bu gecikme bende, ulusalüstü denetimin arzu edilmediği izlenimi yaratıyor. Bu İkinci (ve Üçüncü) rapora bakarsak neler görürüz? Genel olarak, Sözleşme’nin ana prensiplerinin kanunlarımızda yer aldığını görüyoruz: Ayırım gözetmeme, Anayasa ve tüm kanunlarımızda mevcut. Çocuğun yüksek yararının korunması, yaşama, hayatta kalma ve gelişme hakları, Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Milli Eğitim Kanunu, Sosyal Güvenlik Kanunu, SHÇEK Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu, Denetimli Serbestlik Kanunu, Yerel Yönetimler Kanunu gibi temel kanunlarda ve yönetmeliklerde yer alıyor. Çocuğun görüşlerine saygı, Medeni Kanun ve Usul Kanunlarında da mevcut. Çocuk Haklarının Kullanılmasına Dair Avrupa Sözleşmesi kabul edildi ve uygulanıyor. Katılım hakkı, idari ve yarDünyadan Büyüktür Çocuk | 81 gısal kimi ortamlarda kanunen kabul ediliyor; okullarda ve Belediye teşkilatlarında çeşitli komite ve komisyonlar oluşturularak çocukların kendilerini ilgilendiren konularda kararların alınmasına katılımları sağlanıyor. Yargıtay, kararlarında, davalarda bu hususlara uyulup uyulmadığını denetliyor ve uyulmadığı hallerde bozma kararı veriyor. Çocuğun yüksek yararı kanunlarda gözetiliyor. Devlet birimleri, UNICEF, üniversiteler, meslek kuruluşları ile işbirliği içinde çeşitli bakanlıklardaki personele, çocuk hakları ve Sözleşme konusunda eğitim veriyor. Bunlar tüm çocukların haklarından yararlanarak yaşamalarını sağlıyor mu? Sokakta kimsesiz dolaşan, evinde, okulda, yetiştirme yurdunda her türlü istismara uğrayan çocuklar için bunca yıldır tüm ülkede etkin bir Çocuk İmdat telefon hattı kurulabildi mi? Mahalle muhtarlarının bu çocuklara daha olayın ilk ortaya çıktığı yerden müdahele etme olanağı sağlanabildi mi? Kanun dışı çalışan çocukların koşulları ile mücadele edilebildi mi? Mağdur ve sanık çocukların hakları gereğince korunabildi mi? Keşke bu ve benzeri sorulara olumlu yanıt verebilseydik. Medeni Haklar ve Özgürlükler: Çocuğun kimliğinin korunması, nüfus kâğıtsız çocuk kalmaması, düşünce ve vicdan özgürlüğü, dernek kurma özgürlüğü, uygun bilgiye ulaşım, işkence ve onur kırıcı muamele veya cezalara maruz bırakılmama konularında bazı yasal iyileştirmelerin gerçekleştirildiği görülüyor. Dernekler Kanunu örneği gibi. 12 yaşından itibaren çocuklara derneğe üye olma ve 15 yaşından sonra dernek kurma hakkı, belirli koşullarla tanınıyor. Çocuğa karşı şiddetin önlenmesi için gerek yasal, gerekse uygulama alanında çeşitli çalışmaların yapıldığı, özellikle Milli Eğitim bünyesinde okullarda ve velilere çeşitli illerde başarılı “şiddetle mücadele” amaçlı eğitimler verildiği belirleniyor. Ancak zaten pilot çalışma niteliğinde olan bu eğitimler ne töre 82 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı cinayetlerini, ne zorla küçük yaşta evlendirilmeleri, ne okuma hakkının çocuğun elinden alınmasını, ne evde, okulda, toplumda çocuğun şiddete maruz kalmasını henüz engelleyemiyor. Babalar kızlarını diri diri kümes toprağına gömebiliyor, ağabeyler kız kardeşlerini aşiret dışından bir erkekle evlendikleri için tüm yurtta izleyip öldürebiliyor... Çocuğun nüfus kâğıdı olmasına gereken özen gösteriliyor ise de, acaba “adı olmasına” da aynı özen gösteriliyor mu? Özetle bu iyileştirmelerin henüz uygulamaya yeterince yansımadığını düşünüyorum. “Henüz” diyorum, çünkü bu çalışmaların meyve vermesinin zaman alabileceği ortada. Ama samimi kanaatime göre, televizyonlarda çizgi filmlerde bile şiddetin böylesine kol gezdiği, her saat şiddet filmlerinin normal olaymış gibi oturma odalarında seyredildiği, terkeden sevgilinin veya eşin sokak ortasında öldürüldüğü, filmlerdeki ve yaşamdaki korkunç cinayet türlerinin normal bir olaymış gibi gösterildiği ve haber yapıldığı, anne-babaların çocuklarını, büyük çocuk çetelerinin küçükleri, öğretmenin öğrenciyi, sosyal hizmet çalışanının yurt çocuklarını dövdüğü, öğrencinin öğretmeni, hasta yakınlarının doktorları, polislerin vatandaşı yaraladığı, milletvekillerinin birbirlerine girdiği, siyasi ve sosyal güçlerin aşiret yapısını desteklediği bir ortamda, kanun değişiklikleri ile bir yere varılması çok uzun yıllar alacaktır. Yani çocukların yasalarca tanınmış haklarını uygulamaya geçirebilmek için, toplumdaki pek çok olumsuz bakış açısını da değiştirmemiz gerekiyor. Aynen bileşik kaplar prensibinde olduğu gibi, şiddeti yaşamımızdan ve medyadan söküp atmadan çocukların şiddetten korunmasını sağlamamız çok zor. Aile Ortamı ve Alternatif Bakım: Ailenin çocuk için önemi vurgulanıyor, ailenin güçlendirilmesi ve sorumluluk anlayışının geliştirilmesi için Milli Eğitim, Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Sağlık Bakanlıkları ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü’nün uyguladıkları çeşitli projeler anlatılıyor. Bunlardan bazı SHÇEK toplum merkezlerindeki eğitimleri Dünyadan Büyüktür Çocuk | 83 kendi çalışmalarımdan ötürü yakından izlemekte ve katkıda bulunmaktayım. Keşke tüm yurda ve tüm yurttaşlara yayılabilse. O kurslara katılan kadınların ve erkeklerin ne denli mutlu oldukları, verilen bilgileri nasıl özümsediklerini görmek insanı çok tatmin ediyor. Tabi tüm bu çalışmaların olumlu sonuçları çocuklara yansıyor. Ebeveyn bakımından yoksun çocuklar için de kanunlar bir çok şeyi öngörmüş durumda ve SHÇEK Genel Müdürlüğü bu konuda çok çeşitli çalışmalar yapıyor. Ancak bizim görüşümüze göre bu alanda eksik olan önemli bir husus, koruma altındaki küçüğün kurumda da istismara uğramış olsa kurum avukatından başka bağımsız bir Avukatı olmaması. Kamu vesayeti sisteminin gereğince oluşturulamaması nedeni ile koruma altına alınan çocuğun haklarının korunmasında büyük aksaklıklar yaşanabilmektedir. Mağdur çocuk için, kurum avukatından başka bir avukat tayin edilmesi talebi, hakimin inisiyatifine kalmıştır. Bunun değişmesi gerekir. Suiistimal ve ihmal sonucu gereken tedavi ve yeniden sosyalleştirme konusu hem kanunlar hem kurumlar tarafından ele alınmış olsada, bu alanda daha çok yapılması gereken şey var. Mağdur ve sanık çocuklar hakkında soruşturma ve kovuşturma aşamalarında öngörülen çeşitli önlemler maalesef uygulamaya yansımıyor. Teknik gelişmelerden yararlanılarak çocuğun sorgusunun kayda alınması ve çocuğun bu şekilde defalarca her aşamada olayı anlatarak tekrar yaşamaması için öngörülen teknik olanaklar kimi yerde bu aletler olmadığı için uygulanamamakta, kimi zaman da hakimler bu kayıtlarla yetinmemektedir. Evlat edinme konusunda yasal düzenleme yapılmış ve eski kurallar modernleştirilmiş ve çocukların haklarını daha çok korur biçime gelmiştir. Tüm bu konuların çok iyi uygulanabilmesi için SHÇEK’in sosyal hizmet eğitimli kadrosunun ve merkezlerinin sayısının kat kat 84 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı arttırılması, taşeron firma elemanlarının çocuklarla birebir ilişkili işlerde kullanılmamaları gerekmektedir. İşe, her zaman savunduğum gibi, mahalle ve muhtarlık aşamasından el koymak gerekmektedir. Çocuk Koruma Kanunu çalışmaları sırasında bu konunun üzerinde yeterince durulmuş olmasına karşın, uygulanan kanun bu noktada öngörüde bulunmamakta, bütçe yetersizlikleri nedeni ile Kurum gereğince mahalle içlerine yayılamamaktadır. Ayrıca kurumun Sivil Toplum Kuruluşları ile sıkı bir denetim içinde işbirliği yapması hususu da henüz yeterince gerçekleşememiştir. Temel Sağlık ve Refah: Temel sağlık ve refah konusu çok ayrıntılı olarak gerek (doğum öncesinden başlamak üzere)çocukların yaş dilimlerine göre, gerekse onların sağlıklarındaki aksaklıklara göre ele alınmıştır. Her konu için tedbirler öngörülmüş, yeni Sosyal Güvenlik Mevzuatına göre 18 yaşın altındaki tüm çocuklar için tedaviler konusunda pek çok iyileştirme yapılmıştır. Tabii ki, gene bütçe sorunları karşımıza çıkmakta ve genel bütçe, planlanan tüm uygulamaların gerçekleşmesine olanak tanımamaktadır. Eğitim, Boş Zamanları Değerlendirme ve Kültürel Etkinlikler: Bu konuda da gelişmeler yaşanmaktadır. İlköğretim kitap ve materyalleri ücretsiz olarak öğrencilere dağıtılmaktadır. Ancak “eğitime katkı payı” adı altında, kanuna aykırı olarak toplanan ve yetkililerce “ödenmesi isteğe bağlıdır” diye savunulan para, uygulamada veliyi köşeye sıkıştırarak bir nevi zorla alınmakta ve tüm okullarda kanayan yaralar oluşturmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, okullarının kömür parasını, su, elektrik parasını ödeyemeyecek kadar güçsüz değildir. Ya da camilere tanınan ödeme muafiyetleri okullara da uygulanabilmelidir. Bu, değişmesi gereken bir zihniyet yapısıdır. Çeşitli okul türlerine geçişte yapılan sınavlar, çocukların korkulu rüyası olup yaşam çizgilerini diledikleri yönde geliştirememelerinin en önemli nedenlerinden biridir. Son günlerde bu sıDünyadan Büyüktür Çocuk | 85 navların kaldırılması yönünde olumlu adımlar atıldığını görüyoruz. Boş zamanları değerlendirme konusunda okul bina ve bahçelerinden tatillerde de yararlanılması, çocuklara yararlı etkinlikler düzenlenerek onların sokaklardan çekilmesi gerekirken, bahçeler paralı otoparka dönüştürülmektedir yaz aylarında. Ancak, son yıllarda, tüm belediyelerde çocuklara ve gençlere karşı özel bir ilgi gözlemlenmektedir; çeşitli spor ve sanat dallarında ücretsiz eğitim sağlanmakta, özellikle yaz aylarında çocuklar için yaz okulları ve yaz kampları düzenlenmektedir. Bu çok olumlu bir gelişmedir. Anadolu’da, taşımalı eğitim, yatılı bölge okulları ise sancılı konular olmayı sürdürmektedir. Özel Koruma Önlemleri: Her alanda olduğu gibi, bu konuda iyileştirmeler görülmekte, ancak yeterli olmamaktadır. Mülteci çocukların ve silahlı çatışmalardaki çocukların durumu olabildiğince iyileştirilmiştir. Çocuk Adaleti Sistemi: Bu konu, başlıbaşına bir kongre konusu olacak kapsamda sorunludur. Türk Ceza Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu, Çocuk Mahkemeleri Kanunu vs. çağdaş bir çocuk adaleti sistemi getirememiştir. Zira kanunların lafzına karşın, sistemin sarsılmaz inancı, çocuğun hep cezalandırılması gerektiğidir. Yapılan tüm iyileştirmeler, bir noktada bu sorunla karşı karşıya kalmaktadır. Bu inançtan ötürü, gerekli kurumlar kurulamamakta, telafi, kamu yararına çalışma gibi Batı ülkelerinde uzun yıllardır uygulanan tedbirler geliştirilememekte ve bu doğrultudaki yeni arayışlarla ilgilenilmemekte (21-24 Nisan 2010 TUNUS’da yapılan Uluslar arası Gençlik ve Aile Hakimleri Derneği Dünya Kongresi bu açılardan çok önemli idi), hep hapishane düzeni sürüp gitmektedir. “Baklava çalan çocuklar”, “Taş atan çocuklar” gibi maalesef uluslar arası platformlarda bile dehşet içinde tartışılan konularda çocuklara verilen cezalar, çağdaş çocuk adaleti sisteminin yanından bile geçmemektedir. Neyse ki 22. 7. 2010 tarih ve 6008 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Ya86 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı pılmasına Dair Kanun” ile “Taş atan çocuklar”ın hukuki durumları iyileştirilmiştir. Çocukların mahkemelerde zorunlu müdafi sistemi ile savunulmaları gereği yasalarda yer alsa da uygulamada, özellikle İstanbul’da, mâli nedenlerden dolayı büyük aksaklıklar yaşanmaktadır. Çocuk İşçiler: Çocuk işçiler de aysbergin görünen ve görünmeyen parçaları olarak durmaktadır. Yasalar ve istatistikler görünen kısımdan söz etmekte, görünmeyen bölümde, birçok sağlıksız, kayıt dışı iş yeri, adı bile anılmayan çocukları çalıştırmaktadır. Bunlardan bazı gazeteciler ve duyarlı araştırmacılar vasıtası ile haberdar olunmaktadır. Tüm bu konularda, yalnızca devletin gayretleri çözüm için yeterli değildir. Tüm toplumun bu konularda eğitilmesi gereklidir. Uyuşturucu ve Madde Bağımlılığı: Son dönemde çocuklarda uyuşturucu ve madde bağımlılığı gözle görünür biçimde artmaktadır. Bu konuda merkezler açılmakta, çeşitli çalışmalar yapılmakta, Emniyet Birimleri ile okul idareleri işbirliği içinde mücadele etmektedir. Ancak, bu konudaki veri ve istatistikler henüz tüm ülkeyi kapsayan ciddi sonuçlar verecek durumdan uzaktır. Cinsel Sömürü, Suiistimal ve Çocuk Kaçakçılığı: Bu başlıklardaki sorunlar özellikle son yıllarda artış göstermiştir. Organ mafyası iş başındadır. Jandarma, Emniyet Birimleri özel eğitimle güçlendirilmekte ve bu konularda mücadele sürmektedir. Kanımca, bu alanlarda asıl eğitilmeleri gerekenler çocukların kendileri ve aileleridir. Televizyonlarda kaybolan çocuklarla, cinsel istismarla ilgili görüş ve öneriler daha ayrıntılı işlenmeli ve çocuklara kendilerini koruma bilinci verilmelidir. Aileler mevcut tehlikelerden örneklerle haberdar edilmelidir. Peki, 1989 BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’sinin kabulü ve uygulamasına bağlı olarak toplumda hiç mi ilerleme olmadı? Bunu ileri süremeyiz: Çocuklar bilinçlendiler. Kendi haklarını öğrendiDünyadan Büyüktür Çocuk | 87 ler ve bu hakları gerçekleştirmek için ailelerinin ve idari makamların tutuculuğuna rağmen uğraşıyorlar. Yaşam çizgilerinin “sonsuz olanakları”nı bilinçle zorluyorlar. Özellikle Doğu’da, bu zorlamalar sonucu ve çaresizlikten kendi canlarına kıymaya kadar gidiyor. Benim görüşüme göre, bu yaşam çizgisinde devletlerin ciddi biçimde planlayarak oluşturup işletmeleri gereken “demiryolu makasları”, çocukların diledikleri yola daha rahat girebilmelerini sağlayacaktır: Örneğin, herkesin, özellikle çocukların kolaylıkla ulaşabilip işletebileceği etkin bir “Çocuk İmdat Sistemi”, herkesin ulaşabileceği sağlık ve çağdaş eğitim sistemleri, töre sisteminin eğitim, sosyal hizmetler, hukuk reformları ve devlet birimlerinin ciddi ve kararlı çalışmaları ile aşılması, bu “makas”ların en önemlileridir. Haklarının eğitimi ile aydınlanan bugünün çocuklarının, yetişkin olduklarında bu yönde çalışacaklarına da inanıyorum. Sosyal olguların yerleşmesi nesiller boyu sürüyor. Benim samimi inancım, Türkiye’de ve tüm dünya ülkelerinde Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin birkaç nesil sonra çok daha köklü olarak yerleşmiş olacağı ve çocuklarımızın, çocukluklarını doyasıya yaşayıp yaşam çizgilerini çok daha iyi biçimlendirme olanağına kavuşacakları yönünde. Acaba fazla mı iyimserim? 88 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Haluk Yavuzer Çocukluğum: Mutluluk ve Coşku Dönemi 1944 yılında dört çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak İstanbul’da doğdum. İstiklal madalyası sahibi, muharip gazi, emekli komiser, ilkeli dürüst bir baba ile, orta okul mezunu aydın, örnek bir annenin çocuğu olarak büyüdüm. Mahallemiz, o dönemde ülke genelinde yaygın olan düşük gelir düzeyinin egemen olduğu, ağırlıklı olarak memur, işçi ve küçük esnafın yaşadığı büyük bir aile görünümündeydi. Sevincini de, tasasını da paylaşan bir geniş aile idi adeta. İlke ve kurallarıyla, dayanışma örnekleriyle bir eğitim kurumu kadar etkili öğretici özelliğe sahipti. Ama çocukluk adı altındaki yaşamımın bu ilk perdesini, bir mutluluk ve çoşku dönemi olarak anımsıyorum. Aile sohbetlerinin yanı sıra tek eğlenceyi radyonun oluşturduğu, ilgi ve sevgi ortamında büyüdüm. İlkbahar geldiğinde biçilmemiş çimenlerle vahşi doğa içindeki bahçemiz ve onu tamamlayan çok sayıdaki kümes hayvanlarımız, anımsadığım ilk kareler. Başka neler mi vardı? Satın alınan üç oyuncağın dışında, annemin ürettiği çok sayıda oyuncak, özgürce akşama kadar oyun oynayabildiğimiz güvenli sokağımız ve çok sayıda oyun arkadaşım. Karagümrük Ortaokulunun ardından Vefa Lisesi ve Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümü. Geriye dönüp baktığımda, bana bugünkü ilke ve değerlerimi kazandıran tüm aile üyelerim ile öğretmenlerimin katkısının büyük olduğunu görüyorum. Ve hepsini minnet, rahmet ve şükranla anıyorum. 90 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Çocukluk Döneminin Önemi, Çocuk Gözüyle Anne Yaşamın ilk yılları, bireyin gelişiminin temel taşlarını oluşturması, temel bilgi ve becerilerin bu erken gelişim döneminde kazanılması nedeniyle büyük önem taşır. Araştırmalar, çocukluk yıllarında kazanılan davranışların yetişkinlikte, bireyin kişilik yapısını, tavır, alışkanlık, inanç ve değer yargılarını büyük ölçüde biçimlendirdiğini ortaya koymaktadır. Bu bilgiler ışığında anne-babaya düşen ilk görev, “çocuğu kendine özgü dünyası olan (bağımsız) bir varlık” olarak kabul edebilmektir. Bebeklik yıllarından başlayarak bireyin desteklenmeye, önkoşulsuz kabul ve ilgi görmeye, kişiliğine saygı gösterilmesine ve paylaşmayı öğrenmeye ihtiyacı vardır. Buradan da anlaşılacağı gibi, çocukluk döneminde çocuğun dış dünya ile bağlantısını kuran anne, aynı zamanda özdeşim modeli olarak onun kişilik gelişiminde son derece etkili bir bireydir. Değişen toplum koşulları zaman içerisinde annelerin değer ve beklentilerini de etkilemiştir: Konuya ülkemiz açısından bakıldığında, “Çocuğun Değeri” konulu araştırmanın bulguları, itaatkarlığın çocukta en çok değer verilen özellik olduğunu, buna karşılık bağımsızlığın ve kendine yetebilmenin ise daha az değer verilen Dünyadan Büyüktür Çocuk | 91 çocuk özellikleri olduklarını ortaya koymuştur. (Kağıtçıbaşı, 1982) “Çocuğun Değeri” araştırması, yakın geçmişte Türkiye’de üç kuşağı kapsayacak şekilde tekrarlanmıştır. (Kağıtçıbaşı ve Ataca, 2005). Bu çalışmada, yüksek sosyo-ekonomik düzeydeki annelere kıyasla, kırsalda ve şehirde yaşayan düşük sosyo-ekonomik düzeydeki annelerin, çocukta itaatkarlık ve söz dinleme davranışına halen değer verdikleri ortaya konmuştur. Buna karşılık, çocuğun bağımsızlık kazanması ve kendine güven duyması gibi özelliklerin yüksek sosyo-ekonomik düzeydeki anneler için giderek daha fazla önem kazanmış olduğu saptanmıştır. Kuşaklararası farklar açısından değerlendirildiğinde ise, özellikle genç anneler, çocuklarının özerklik sahibi olmalarını önceki kuşaklara kıyasla daha fazla önemsediklerini belirtmişlerdir. Bu çalışmalar, ülkemizde geleneksel, kırsal toplumdan şehirleşmiş, endüstriyel ve modern bir topluma geçiş yapan ailelerin çocuk yetiştirme tutumlarının da değişmekte olduğunu göstermektedir. (Akt. Aksan, 2009). Toplumsal değişim, küreselleşmenin getirdiği birleşik kaplar örneği toplumların birbirine benzemesi, giderek geleneksel, özgün toplum yapımızı değiştirmiş bulunmaktadır. Artık geniş aile, yerini çekirdek aileye bırakmıştır. Yerel örf ve adet, gelenek ve göreneklerin etkisi giderek azalmış, modern toplum yapılarının örnek alındığı bir değişim sürecine girilmiştir. Çekirdek aile modeli içinde anne, değişen koşullar gereği aile ekonomisine katkı için çalışmaya başlamış ve ortaya zaman sorunu çıkmıştır. Günümüz toplumunda çocuklar, dar mekanlarda ve zaman sorunu yaşayan ebeveynleriyle büyümektedir. Buna bağlı olarak günümüz annelerinde yaşanan en önemli sorunun sabırsızlık olduğu ve zamanla yarışırken yaşadıkları gerginlik nedeniyle ailenin etkileşim ortamının olumsuz etkilendiği gözlenmektedir. Bunun yanısıra annelerin çocuklarıyla ilgili olarak öncelikleri arasında, beslenme (kilo artışı) ile okul başarısı gelmektedir. Bu durum özellikle “baskıcı ve oto92 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı riter” anne tutumuyla, “mükemmeliyetçi anne” tutumunda kendini daha yoğun hissettirmekte ve çocuğu olumsuz etkilemektedir. Çünkü böyle bir tutum sergileyen anne, çocuğu olduğu gibi kabul etmemekte, onun mükemmel ölçülere göre davranmasını, kapasitesini düşürmeksizin üstün başarı göstermesini beklemektedir. Bu bilgiler ışığında günümüzde aile içerisindeki iletişim ortamı değerlendirildiğinde çocuğun anneyi nasıl algıladığı önem taşımaktadır. Bu amaçla burada “çocuk gözüyle anne” incelenmeye çalışılacaktır: 2000’li yıllarda danışmanlığıma başvuran, tesadüfi seçim yoluyla belirlenen, yaşları 4-11 arasındaki orta ve üst sosyo-ekonomik düzeydeki aileden gelen 130 kız ve erkek çocuğa “cümle tamamlama” testi uygulanmıştır. “Benim annem..” ile başlayan testte çocukların, anne tanımlamalarını beş farklı kategoride yansıttıkları görülmektedir. Çocuklar verdikleri cevaplara göre gruplandırılmış, 1. gruptaki çocuklar anneyi olumlu özellikleriyle yansıtmışlar, anlatırken onun üstün nitelikleri ile, onunla aralarındaki olumlu duygusal bağı vurgulayan sözcükler kullanmışlardır. Bu kapsam içinde annenin fedakar, sevgi dolu, her şeye iyilikle karşılık veren, hep doğruyu gösteren, en değerli varlık, şeklinde olumlu özellikleri vurgulanmıştır. “Beni canından çok sever”, “hiçbir annenin veremeyeceği kadar çok şey verdi bana”, “çok fedakar, çok iyi, çok yorgun” gibi. Bu gruba giren çocukların anneleriyle aralarında güçlü ve sıcak bir duygusal bağın bulunduğu, anneye bir özdeşim modeli olarak, bir idol olarak hayranlık duyulduğu, her şeyden önce sağlıklı bir iletişimin bulunduğu söylenebilir. İkinci gruptaki çocukların, annenin olumlu özelliklerinin yanı sıra olumsuz özelliklerini de dikkate aldıkları görülmektedir. Bu grup içindeki çocuklar anneyi anlatırken, “Çok sinirli fakat iyi bir insan, bana kızmadığında seviyorum”, “Her şeyim, onu çok seviyorum ama beni sinirlendiriyor” şeklinde olumlu özelliklerinin Dünyadan Büyüktür Çocuk | 93 yanı sıra, olumsuz özelliklerini de öne çıkararak, eleştirel bir yaklaşım içinde duygularını açıklamıştır. Bu gruptaki çocukların, annelerini farklı yönleriyle değerlendirebilen, olayları objektif bir şekilde eleştirebilen bireyler olduğu düşünülebilir. Üçüncü grubu, anneyi başarı endeksli kişi olarak açıklayan çocuklar oluşturmaktadır. Bu grupta anne, “Onunla ders çalışırım”, “Sınavdan beş almayınca üzülüyor” şeklindeki tanımlamalarla “akademik başarıya odaklı kişi” şeklinde algılanmaktadır. Bu çocukların annelerinin, onları adeta robot gibi algıladığı, bu anneler için sevmenin önkoşulunun başarı olduğu anlaşılmaktadır. Çocukların da, başarılı oldukları takdirde annelerinin kendilerini seveceği şeklinde bir yoruma vardıkları görülmektedir. Dördüncü grup çocuklar anneyi, “duygusal bağ” olmaksızın fiziksel özellikleriyle açıklamıştır. Onlara göre anne ev hanımı, çok güzel yemek yapan, kendisini büyüten kişi, ya da işine zamanında yetişip, hep evde oturan kişidir. Bu gruptaki çocukların anneleriyle iletişimlerinin olumsuz olduğu, sağlıksız bir etkileşim ortamında büyümekte oldukları düşünülmektedir. Beşinci gruba giren çocuklar, annelerini olumsuz özellikleriyle betimlemektedir. Onlara göre anne, çocuğu suçlayan, üzerine çok düşen, tartışınca kendilerini kötü hissetmelerine sebep olan, iyi geçinemedikleri kişidir. Bu grup çocukların, anneleriyle iletişim kanallarının kapalı olduğu ya da çatışma içinde oldukları düşünülmektedir. Sonuç olarak çocukluk dönemi, hızlı bir büyüme ve gelişmenin görüldüğü, çocuğun gelecekte sahip olacağı temel taşlarının atıldığı son derece önemli bir evredir. Ancak bu evrenin sağlıklı ve başarılı geçmesi, büyük ölçüde çocuğu tanımaya, uyarıcı zengin bir yakın çevre oluşturmaya, onunla sağlıklı bir iletişim kurmaya ve ona sunulan deneyim fırsatlarına bağlıdır. 94 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Necmettin Turinay Bir Şiir Karşılaşması Daha henüz çocuktum ve Sorkun’daki evimizde yapayalnızdım. Geniş bir avlu içinde alt katta ahırlar, kiler ve odunluk. Üst katta da üç-beş odası ile kocaman bir ev. Dışarıda, ardı arkası kesilmeyen lodos uğultuları arasında, koca evde yapayalnız bir çocuk!.. Bulunduğum odanın penceresi önündeki akasya ağacı, sanki devrilecekmiş gibi sağa sola sallanıp duruyor. Dışarıdaki lodosun ardı arkası kesilmeyen uğultuları, nasıl oluyor bilmiyorum, vücudumu bir beşik gibi sallıyor ve beni adeta yorgun düşürüyor. Fakat buna rağmen de şuurumun, ziyadesiyle açık olduğunu hatırlıyorum. İşte o anda, belki de bir can sıkıntısı ile, odanın orasını burasını karıştırmak arzusu depreşiyor içimde. Ocağın iki yanındaki kapaklı dolaplara doğru yöneliyorum. İçlerinde eski, kırık dökük eşyalar, bazı gözlerde de çamaşır. Bir köşede daha farklı, değişik bir şey gözüme ilişiyor: O gün için adını sanını bilemediğim, fakat bugün için ancak bir dergi olduğunu söyleyebileceğim bir kağıt tomarı. Açıp bakıyorum: İki adet, geniş ebatlı, iyi baskılı dergi! . . O iki dergi nüshası, evdeki birkaç ders kitabı ve Kur’an dışında bambaşka şeylere delalet ediyor olmalıydı ki, merakla onlara yöneliyorum. Sanki kayıp bir şey bulmuş gibi onları alıyor ve yüklüğün kenarına yaslanarak karıştırıyorum. O sırada ilkokul ikinci sınıftayım. Aldığım mesafe ne olabilir, bir düşünün!.. Zar-zor okumaya çalışıyorum. Orada neler vardı, neler okudum veya okuma96 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ya çalıştım bilmiyorum. Fakat o geniş sayfalardaki uzunca bir şiiri ise, bayağı iyi hatırlıyorum. Baştan sona, hemen hiç birşey anlamayarak, o uzun şiiri okumaya çalışıyorum. Bazı bölümlerini, özellikle giriş kısımlarını tekrar tekrar okuyorum. O uzak zamanda asılı kalan bu şiirin ne adını, ne de şairini size söyleyebilecek durumda değilim. Fakat onda, ilkokul ikiye kadar ders kitaplarında okuduğumuz bir-iki şiirden farklı bir yan bulunmalıydı ki, bana adeta tesir ediyor gibi bir durum söz konusu. Hemen o anda, okuduğum eski şiirler birer karikatüre dönüşmüş, gözümde küçülüvermişti. Bu tesir ne olabilirdi Onu şimdi bile iyi tayin edemiyorum. Tarih, coğrafya bilmez, aşk nedir tanımaz, henüz hatırlaması bile olmayan bakir bir şuura aksetmiş garip bir tat!.. Dışarıda esen ve adeta bitmez tükenmez lodos uğultularıyla içime dolan garip bir ses!.. Bir nakarat, bir mırıltı, dahası sessiz akan nağmeler yumağı belki de!.. Hatırımda kaldığına göre “güvercinlerin hû hû’su”, Meriç ve Arda’nın, yani iki ana kuzusunun mübhem arzuları ve Edirne’nin tarihten süzülüp gelen mahzun ve uykulu hali vs. Sonra bu şiiri canım sıkıldıkça, aklıma ve hatırıma düştükçe tekrar tekrar okudum. Yani daha düzgün okumaya ve belki ondaki gizli şiiri ve sesi daha iyi kavramaya başladım. Dolayısıyla o dergi ve şiir, benim için, o uzak geçmişte, mahrem bir dosta dönüşür gibi bir şey olup çıkmıştı. Ne var ki ilkokul üç başında, Sorkun’dan Sandıklı’ya nakil dolayısıyla, o eski dostla aramıza mesafeler girdi. Ne kadar üzüldüm bilemezsiniz! Yaz aylarında Sorkun’a geri döndüğümde, nedense o dergileri dolapta bulamadım!.. Bulamadım fakat, o eski ses ve imajlar demeti de bir sır gibi içimde!.. Ve o eski cemre zamanları ve lodos uğultuları ile capcanlı olarak!.. İlkokulu, orta okulu, Afyon’da liseyi bitirdim. Fakat kimselere soramadım, ayrıca ne diyebilirdim ki? Dünyadan Büyüktür Çocuk | 97 - Siz o şiiri, o gizli mahrem sesi tanır, bilir misiniz? Sorunun saçmalığı ortada ki, hiç sorulmamış olarak, yıllar ve yıllar boyunca hep içimde mahpus kaldı. Yani hiç unutulmayarak, tazeliğini ve içimdeki tesirini hiç kaybetmeyerek!.. Uzak, meçhul, müphem beldelerde bir kayıp adres gibi, öylece içimde durdu. Fakat talihin cilvesine bakın ki, yıllar sonra ben İstanbul’a, Edebiyat fakültesine yöneliyorum. Sanki o kayıp şiir, o “iç ses”, beni gizliden gizliye bir istikamete doğru sevketmiş gibi hissediyorum şimdi kendimi. Fakültenin ilk iki yılında, bir define arayıcısı gibi, o eski sesin peşinde dolaştım durdum. Eski dergiler (dergi ebadı gözümün önünde idi çünkü), kitaplar, antolojiler!.. Bir gün gelecek ve ben, o eski aynalara takılıp kalmış akisle, yeni baştan karşılaşıverecekmişim gibi bir hisle yaşadım. İşte, hafiften sesler çıkaran bir beşik durmadan sallanıyor, zaman geçiyor ve o eski seslerle yüklü çocukluk masalı, ansızın karşıma çıkıveriyor. Ben şaşkın, dünyanın en büyük keşfine mazhar olmuşum gibi bir haleti ruhiye ile, onu tekrar okumaya başlıyorum: Selimiye derler Edirne derler Tatlı bir gariplik duygusu gelir … Sular der ki uyu Edirne’m uyu, Mahzun Edirne’nin uykusu gelir … Edirne’ye mahzun Edirne sözü Şimdi sözlerin en doğrusu gelir Safiye Erol’un Ciğerdelen’ini okuyan bir arkadaşın delâleti ile kendisine ulaşabildiğim bu uzun Edirne Kasidesi, meğer kırklı yılların Ülkü dergilerinden birinde yayınlanmamış mı? Fakat beni, o anda asıl şaşırtan, eski Halkevleri’nin dergisi Ülkü’nün, bizim köy evindeki mevcudiyeti oldu. 98 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Aile Üzerine Bazı Düşünceler Hüseyin Rahmi’nin romanları okunurken, ikide bir kulaklarımıza, mahalle aralarından yükselen kadın ve erkek sesleri dolar. Çoğunlukla orta yaşın üzerinde bir tesir bırakan bu sesler, taşıdığı eski bir asaletin, muhataplar tarafından fark edilmesi ihtiyacıyla kıvranır durur. Bunlardan kimisi, içinde yaşadığı fukaralığa bakılmamasını, kimisi bilmem hangi paşanın torunu olduğunun ihmal edilmemesini, kimileri de aile olarak maruz kaldıkları sosyal ve ekonomik çöküntüye bakılıp da, yanlış birtakım hükümlere ulaşılmamasını tekrar eder dururlar. Bunu yaparken de hemen daima gülünç durumlara düşer ve durmaksızın komik tesirler üretirler. Yani bir yanda İkinci Meşrutiyet ve Mütareke zamanlarından arta kalmış ekonomik ve sosyal bir çöküntü, öbür yanda da eski ikbal devirlerinin tekrar tekrar dile getirilmesi!.. Bir yanda eski bir asaletin aileler üzerinde devam eden tesirinin kanıtlanması saplantısı, öbür yanda da sağdan soldan İstanbul’a eklemlenmeye gayret eden yeni sınıflar karşısında düşülen traji-komik durumlar. İşte Hüseyin Rahmi’nin romanları, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığımız sosyal ve ekonomik çöküntünün ardından, İstanbul’un orasına burasına savrulmuş düşkün ailelerin yaşadığı traji-komik sahnelerinin toplamı gibidir. Onun romanlarında anlatılanlar bu bakımdan, eski hayatımızın hayli gerçekçi fotoğraflarından başka bir şey değildir. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 99 Fakat yaşanmış bunca aile ve toplum dramını sırf bir komedi unsuruna indirgemek, bu seviyenin üzerine asla çıkamamak, doğrusu garip bir ruh hali değil midir? Ayrıca ondokuzuncu yüzyılın sonu ile, yirminci yüzyılın başlarında dünya romanının ulaştığı tahlil ve derinlik temayülüne büsbütün bigâne kalmak!.. Bu tutum, bir yandan en hayati sorunlarımızın çarçur edilmesine yol açarken, öbür yandan da azdırılmış bir tulûat geleneğinin yol açıcılığı rolünü üstlenmemiş midir? Nitekim bilhassa Mütareke ve Milli Mücadele İstanbul’unda Muhsin Ertuğrul yönetimindeki Darülbedâyi uygulamaları hep bu yönde olmamış mıdır? Kuşkusuz insan ne o devirde, ne de bu devirde, bu derecede sathileşmiş değildi. Bu sathilik, yazılan ve anlatılan kişi, aile ve toplum kesimlerinden ziyade, doğrudan yazıcının bakış açısına ait bir sorundan kaynaklanmalıdır. Çöken bir imparatorluğun tahrip ettiği aileler, Rumeli’den ve Kafkaslar’dan ardı arkası kesilmeyen göç ve mübadelelerle oradan oraya savrulan nüfuslar, yaşanan binbir siyasi darbe ve tasfiye savaşları arasında, bu manzaraya garip bir mizah perspektifinden bakmak!.. Size biraz garip gelmiyor mu bu tutum? Fakat Darülbedayi’nin bu sıralarda, hep bu türden eserler sipariş ettiğini nasıl olur da unuturuz? Gönül arzu ederdi ki, insanın ve toplumun derinden duyduğu bu acının fark edilmesi ve az çok da tahlili gerekmez miydi? Fakat ne yazık ki realist veya romantik, gelenekçi veya modern yazıcılarımız arasında, bu hususta arzu edilen seviyede bir derinleşme veya tahlil temayülüne şahit olamıyoruz. Belki bu noktada Yakup Kadri ile Mehmet Akif, bir istisna teşkil etmektedir. Nitekim Yakup Kadri’nin Kiralık Konak ile Sodom ve Gomore romanları ile, Mehmet Akif ’in Asım’ında (bir nevi manzum roman) böyle yüksek bir hassasiyete şahit olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu bakımdan Cumhuriyet öncesinin ve Cumhuriyet’e geçiş yıllarının edebiyat ve düşünce hayatı, toplum ve aile hayatımızın izahı bakımından yeterince bir derinlik arzetmez. Buradaki kastım, 100 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı derin toplumsal ve siyasal şokların, hiç olmazsa ailelere yansıyan şekliyle, yeterli bir ihtimamla ele alınması ihtiyacıdır. Burada kuşkusuz, dönem aydınlarında ve sanatçı çevrelerde şahidi olduğumuz bir birikim zafiyeti hemen dikkat çekmektedir. Öncü mütefekkirlerin azlığı ve onlardan da yeteri derecede istifade edilmemesi bu arada zikredilmek gerekir. İşte bugün de şahidi olduğumuz, her türlü toplumsal ve ailevi sorunu köklerine inerek konuşamamak, tartışamamak o yıllarda da aynen geçerli idi. Dolayısıyla böyle zamanlarda Türk aydınları, -buna çoğu zaman bilim adamları da dahil oluyor- kendimize özgü sorun alanlarıyla yüzleşmek, onu kavramak, teşhis ve ihata etmek yerine, aksine problemi siyasallaştırarak ele almak kolaycılığına başvuruyorlar. Sosyal ve ekonomik çöküntülerin izalesini ve Türk ailesinin karşılaştığı her türlü zafiyetin telâfisini ya mevcut iktidarın ihmali ile, ya da yenice modaya dönüşmüş politik bir yaklaşımın taraftarlığı ile, hemen bir başka alana transfer ediveriyorlar. Yani asla sorunla yüzleşmek, özdeşleşmek, ilgili alanda bir tefekkür geliştirmek taraftarı olunmuyor. Bu hususlarda düşünce geliştiren mütefekkirlerimiz, kuşkusuz hiç olmadı değil. Mesela İttihatçılar döneminde, birbiri ile tezat teşkil eder gibi olsalar bile bir Ziya Gökalp’i, Sait Halim Paşa’yı ve Prens Sabahattin’i ihmal edebilir miyiz? Her üç düşünürün ortak özelliği, mevcut sorunlarımıza çözüm ararken, onları derin, tarihsel arka planlarıyla ele almak ve istikbale dönük önermeler geliştirebilmek bakımından, kendi dönemlerinde birer yıldız gibi parlamaktadırlar. Fakat ne yazık ki, yüzyılın başlarında, her üç düşünür yeterince anlaşılmamış, anlaşılmak istenmemiş, kendi zamanlarındaki iktidar ve muhalefetler tarafından tahripkâr eleştirilere maruz kalmış, sakıncalı ilan edilmiş ve adeta okunmaz hale getirilmişlerdir. Üstüne üstlük son yüzyıl siyasi hayatımızın bir nevi darbeler ve kırılmalarla seyri, her dönemin bir öncekini mutlak tasfiye arzusu, aydın sınıfları bütünlükçü yaklaşımlardan uzaklaşDünyadan Büyüktür Çocuk | 101 tırmış ve hemen herkesi günübirliğin sınırları içinde düşünmeye sevketmiş ve buna adeta zorlamış gibidir. Bu yüzdendir ki Türk düşünce hayatında, düşüncenin tarihinden ve tekâmülünden kolay kolay söz edilememektedir. Fakat bu inişli çıkışlı anafora kendini teslim etmeyen bir Fuat Köprülü, Tanpınar, Nihat Sami ve Vasfi Mahir gibi edebiyat tarihçilerimiz sayesinde, hiç olmazsa edebiyatımızı bir bütün, bir istihale halinde okuma imkanına sahibiz. Bu söylediklerimiz, kuşkusuz genel Türk tarihi için de geçerli. Buna karşılık ne aile, ne toplum, ne felsefe, sosyoloji ve kültür, ne de iktisadi hayatımızı ön yargılardan uzak, hemen her dönemi tekzipler galerisine dönüştürmeden yazmak ve okumak imkanına henüz sahip değiliz. Kuşkusuz bunun altında, toplumun ve aydınların aşırı tahrik ve yönlendirmelerle siyasallaştırılması gibi sebepler yatıyor. Yani savaş yıkımlarıyla, devrimlerle, darbelerle iç içe seyreden, fay hatları ile birbirinden ayrıştırılmış dönemler!.. İşte buralardan haddini aşan bir siyasal dil doğuyor, toplum hayatı aşırı derecede kategorilere ayrılıyor. Sonuçta da toplumsal ve ailevi sorunlarımızın üzeri örtüldüğü gibi, onlarla yeteri derecede yüzleşme imkânı bulamadan, yeni yeni kırılmalara maruz kalıp duruyoruz. Bu sürecin demokratik dönemlerde de, benzer biçimde devam ettiğini söylemek zor olmamalıdır. Geçmiş yüzyılların aşiret ve mezhep çatışmalarının, demokratik dönemde, yeni versiyonları ile karşılaşmadığımızı söyleyebilir miyiz? Fakat bu dönemlerin asıl farkı, İkinci Dünya Savaşı yıllarının alabildiğine fukaralaştırdığı ailelerinin, büyük şehirlere doğru hareketlenmesi oldu. Bu hareketlilik, özellikle 1950’lerden sonra daha da artmış, yeni iktidarla hız kazanan sanayileşme politikaları sayesinde, asıl işçi sınıfı doğmaya başlamıştır. Topraktan kopan, kopmaya başlayan sınıflar ve eskiden alışık olmadığımız bir çalışma biçimi!.. Bu sürecin 1965 ve 1970’lerden itibaren, dalga102 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı larla devam ettiği ortada. Neredeyse Anadolu’nun baştan sona boşalmaya başladığı yıllar!.. Bu toplumsal dalgalar Cumhuriyet’in şekil verdiği çağdaş Türk şehirlerinin siluetini ve muhtevasını sarstığı gibi, yer değiştiren aile ve toplum kesimlerinin tüketim alışkanlıklarının da baştan sona alt-üst olduğu bir gerçektir. Bu intikali, Türk toplum ve aile ünitelerinin büyük çapta arızasız idrak ettiğini, tarihi şoklara ve çatışmalara maruz kalmadan büyük bir olgunlukla ikmal ettiğini söylememiz gerekir. 1980 darbesi öncesinde yaşadığımız ve özellikle de gençler arasında cereyan eden terör ve anarşi dahi, büyük bir olgunlukla başardığımız bu sınavı gölgeleyemez. Ondokuzuncu yüzyıl Fransız romanlarından, özellikle de Fransız natüralist romanlarından şahidi olduğumuz tahripkâr, her türlü değere karşı isyankâr tepkilerin ağına, Türk köylü/işçi sınıfları asla düşmemiş, büyük şehirlerin ve sanayileşme şartlarına adaptasyonu büyük bir başarı ile ikmal edebilmişlerdir. Burada özellikle Anadolu insanının kurucu ruhunun devreye girdiği ortadadır. Gene dayanışmacı ve paylaşmacı aile kültürü ve ruhunun, sükûnet içinde, kendini yeni baştan inşasına şahit olduk bu zamanlarda. Bu sınıfların o yıllarda şehir çevrelerinde, kaç milyonlarca inşaat gerçekleştirdiğini, talebe okuttuğunu, o gecekonduların şimdi apartmanlara dönüştüğünü, sıfır şartlarla hayata tutunan bu ailelerin şimdi, azçok orta sınıfın merkezine oturduğunu ve Türk siyasetinin şimdiki halde merkez gücünü de bu sınıfların teşkil ettiğini unutabilir miyiz? Fakat 1980 sonrasında ekonominin liberalizasyonunun, iletişim kültürünün toplumu alabildiğine çalkalamasının ve ailelerin dağınık yaşama zaruretlerinin artmasının, toplumu bir önceki döneme göre hayli yorduğunu da ihmal etmemek gerekir. Şimdiki halde fark ediyoruz ki Türk ailesi, 1950-1980 arasında maruz kaldığı iç göç ve şehirleşme sürecinde sergilediği dayanışmacı tutumunu devam ettirmekte hayli zorlanıyor. Fakat toplumsal genler ve kültürel kodlar hemen kolayca ortadan kalkmadığı için, böyDünyadan Büyüktür Çocuk | 103 le bir sonuca ulaşmakta da acele edilmemek gerekir. Çünkü bu tür genler ve kodlar, bir dilin sentaksı gibi bir durum arzeder. Hayatımızda ve kültürümüzde şahidi olduğumuz her türlü alt-üst oluşlar, nasıl dilin ana yapılarını değiştirmiyor ve sentaksını da tersyüz edemiyorsa, medeniyetler kurmuş bir millet için böylesi aceleci sonuçlar, büyük çapta yanıltıcı olabilir demek istiyorum. Burada insana sıkıntı veren husus, son yıllarda şahidi olduğumuz boşanma katsayılarındaki yüksekliktir kuşkusuz. Konu üzerinde henüz daha ciddi bir çalışma yapıldığına şahit olamıyoruz. Fakat bu sonuç karşısında erken bir panik üretmek yerine, altında yatan sebeplere uzanmaya çalışmak, düşünce geliştirmek daha sağlıklı bir davranış olmaz mı? Zira idrak ettiğimiz küresel anafordan Türkiye’nin de, Türk toplum ve ailelerinin de etkilenmemesi söz konusu olamaz. Bunun yanı sıra, farklı farklı bölge ve geleneklere mensup kişiler arasındaki evliliklerin artması, ailelerin bulüğ döneminde çocukluklarına kılavuzluk etmelerindeki yetersizlik (bu rolü eskiden anne ve babalar değil, dede ve nineler üstlenirdi), ailelerle gençler arasında yaşanan birbirine açılamama ve özellikle de yaygın tüketim temayülleri ile ailelerin gelir seviyesi arasındaki uçurumun boşanmaları tahrik ettiği açık bir gerçektir. Bu arada metnin başında üzerinde önemle durduğum bir hususa, burada tekrar dönmek durumundayım. Türk aydınının ve yönetimlerin hemen her meseleyi siyasallaştırmaları; bilim, kültür, müzik ve sanat alanları da dahil, her türlü aydın sınıfların özsüz bir siyaset jargonuna kolayca teslim olması sayesinde, hiç olmazsa 1995’lerden bu yana toplum ve ailenin, aile politikalarının alabildiğine sahipsiz kaldığını söylemek zor olmamalıdır. Açıkça ortadadır ki toplumsal hayat, siyasal gelişmelerden daha hızlı evrilmekte; bilim ve düşünce çevreleri siyasal gelişmelerin takibini öne alırken, toplumu ve aileyi, yaşadığımız derin istihaleleri büsbütün gözden kaçırabilmektedirler. Gene bu arada zaman zaman, özellikle de Birleşmiş Milletler’in 104 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı aldığı kararlar çerçevesinde ilân edilen gençlik, yaşlılar, özürlüler, çocuk ve kadın yıllarını unutmamak icap eder. İlgili yılların sayısız faaliyetlerle dopdolu geçtiğini de unutamayız. Fakat bu zamanların, inip çıkan tansiyonlar gibi ele alındığı da bir gerçektir. Hiç olmazsa bu yılların, kadın ve özürlü sınıflara yönelik bir dikkat ürettiğini de kabul edelim. Nitekim mevcut iktidarın özürlü sınıf ve aileleri için, fevkalade olumlu bazı uygulamaların içine girdiğini de kaydetmek gerekebilir. Belki buna kısmen kadın politikaları bile ilâve edilebilir. Fakat burada asıl kaydedilmesi gereken husus; genelde topluma, özelde de aileye yönelik temel bir perspektif noksanlığıdır. Nedense kişiyi yaşadığı toplum ve aileden soyutlayarak ele almak kolaycılığı, bu perspektif kaybının temelini teşkil etmektedir. Halbuki gence, çocuğa, kadına veya yaşlıya dönük her problem, bizi ister istemez aileye ulaştırmalıdır. Bu iç içeliği kavramamak, hem idareleri, hem de sosyal bilim çevrelerini alabildiğine zorlamakta ve aşırı derecede enerji kayıplarına yol açmaktadır. Halbuki aynı süreçleri yaşamış Batılı ülkelerin, Birinci ve İkinci dünya savaşlarında yürürlüğe soktuğu aile ve toplum politikalarına yabancı olmadığımız halde!.. Bu arada özellikle İkinci dünya savaşı sonrasında bilimsel düşüncenin, herhangi bir alanı veya sorunu makro seviyede, bütünlükçü olarak kavramak yerine, giderek daha bir detay alanlara doğru yönelme istidadı taşıdığını unutmamak icabeder. Bilhassa fen, mühendislik ve tıpta şahidi olduğunuz ayrıntı alanlarda derinleşmek temayülü, bilim çevrelerini makro bakmak ve algılamak tecrübesinden büsbütün uzaklaştırmış, bilim adamını neredeyse bir alanın teknisyeni seviyesine indirgemiş gözükmektedir. Ağacı mikroskopla inceleyen; fakat ormanı büsbütün kaybeden bir bakış açısıdır bu. Buradaki kastım, bilimsel hayatın bu yöndeki bir tekamülünü yargılamak değil, tam aksine bütünlükçü bakma kabiliyetimizin neredeyse zafiyet geçirdiğine bir vurgudur. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 105 Söz konusu gelişmelerden toplum bilimleri de ziyadesiyle etkilenmek durumunda kalmaktadır. Tarihte ve edebiyatta, herhangi bir ayrıntıya hayatını vakfeden araştırmacı, ilgili alanın bütününü kaybedebildiği gibi, onun yerini tayinde de bayağı zorlanıyor çünkü. Bu durumu siz ister istemez sosyoloji, psikoloji gibi benzer alanlara da transfer edebilirsiniz. Dolayısıyla yaşadığımız süreçte sosyal bilimler, genel toplum politikalarından büsbütün kopmakta, yerini de trajik biçimde ekonomi ve para politikalarına, yüzeysel medya söylemlerine emanet edebilmektedir. Öyle ki bugün sosyal bilimler, yaşadığımız gelişmelerin gerisine düşmüş gibi bir görünüm arz etmektedir. Fakat bunun yanıltıcı bir illüzyon olduğunu özellikle kaydetmek isterim. Dolayısıyla toplum ve ailenin, hem bu gelişmelerden ziyadesiyle etkilendiğini, hem de toplum ve ailelerin sözcülerini yitirdiğini acı acı fark ediyoruz. Çünkü sosyal bilimler toplum adına söz söylerken, alabildiğine ürkek ve çekingen gözüküyorlar. Ayrıca da umumi temayüllere tabi olarak, ayrıntı alanlarda nihayetsiz yolculuklara çıkıyor, aileyi ve toplumu makro seviyede algılayamıyor, dahası aileye bile birbirinden kopuk bireyler biçiminde yaklaşmak kolaycılığına sürükleniyor. Bunun sonucunda Türk toplum ve aileleri, doksan sonrası zamanlarımızı hamisiz, kılavuzsuz ve mürebbilerini geride bırakmış olarak idrak ediyor demektir. 106 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Dr. Tekin Özertem Sen de Kazanmışsın! Beni ilk kez küçükken çocuk tiyatrosuna Erhan Ağabey götürdü. Erhan Ağabey, dedemlerin kiracısı Avni Dilligil ile Nezahat Dilligil’in oğlu. Avni Amca, o yıllarda İzmir Şehir Tiyatrosu’nun baş rejisörü. Çok küçük olduğum için izlediğim oyunu hatırlamıyorum. Hatırladığım bir başka olay da Avni Amca ile yaptığımız provalar. İzmir Şehir Tiyatrosu’nda sahneye koyacağı bir oyunda o dedeyi, ben torununu oynayacaktım; ama olmadı. Çok küçük olduğum için başaramayacağıma karar verip rolü benden aldılar(!). İzmir Şehir Tiyatrosu kapandığı için, hayatımın ikinci çocuk oyununu yıllar sonra, 1959 yılında İzmir Devlet Tiyatrosu’nda izledim: Tagor’un “Mektup” adlı oyunuydu. Adeta büyülenmiştim. Müthiş bir şeydi, içime bir ateş düştü. Ben de tiyatrocu olacaktım. Hemen işe koyuldum. İzmir Namık Kemal Lisesi’nde, ortaokul birinci sınıfta Reşat Nuri Güntekin’in “Vergi Hırsızı” adlı oyununu sahneye koydum. O yıllarda bizim okulda her sınıf bir oyun sahneye koyar, yıl sonunda da okulun tiyatro kolu tarafından çalışılan bir oyun sahnelenirdi. Beni hemen Tiyatro Koluna aldılar ve o yıl sahneye konan Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre oyununda Zekiye rolünü bana verdiler. Erkek okulu olduğumuz için kız rolünü oynamak bana düştü. “Amalimiz efkarımız ikbal-i vatandır/ Serhaddimize kal-e bizim hak-i bedendir/ Osmanlılarız ziynetimiz 108 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı kanlı kefendir.” Oyundaki bu şarkıyı önce ben söylemeye başlıyor, diğer oyuncular da bana katılıyorlardı. Oyunun yönetmeni Halk Evleri’nde yönetmenlik yapmış yaşlı bir beydi. Ne yazık ki adını hatırlamıyorum. O yıl, İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan adıma bir davetiye geldi. Adımı her halde Türkçe öğretmenim Perihan Öztüm vermiş. Pollyanna, hayatımda seyrettiğim üçüncü çocuk oyunu oldu. Oyunda oynayanların birçoğu Radyo Çocuk Saati’nden arkadaşımdı. İçimdeki ateş daha da harlandı. Ben de istiyordum, ben de çocuk tiyatrosuna girecektim; ama ne mümkün. İzmir Devlet Tiyatrosu, çocuk tiyatrosu çalışmalarına 1961 yılına kadar ara verince, ben yine çocuk saatindeki rollerle yetinmek zorunda kaldım. 1962 yılında İzmir Devlet Tiyatrosu, çocuk tiyatrosu için sınav açınca soluğu tiyatroda aldım. Sınavla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatırladığım: Sınav sonuçlarının ilan edildiği gün tiyatronun kapısına asılı kâğıda bakamadığım; sınava birlikte girdiğimiz Beyazıt adındaki arkadaşıma benim yerime listeye bakmasını rica ettiğim ve heyecandan zangır zangır titrediğim. Beyazıt, “Sen de kazanmışsın.” deyince dünyalar benim oldu. 1962 yılında, hayatımda ilk kez çocuk oyunu seyrettiğim tiyatronun sahnesinde, artık ben de vardım. O güzel gülüşünü hiçbir zaman unutmayacağım sevgili Yalın Tolga’nın sahneye koyduğu “Haylaz Çocuk” adlı oyunda ben de artık seyirci değil, oyuncuydum. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 109 Ben de Artık Seyirci Değil Oyuncuydum Türkiye’de “Çocuk Tiyatrosu” kavramı, çocuk–tiyatro ilişkisinin eğitsel ve kültürel değerinin anlaşılmasıyla, Tanzimat Dönemi’nden başlayarak ortaya çıkmış; 1888 yılından itibaren yayınlanan Çocuk Bahçesi, Yeni Nesil, Talebe Defteri vb. süreli yayınlarda “Mektebi Temsil”, “Mektebi Temsili”, “Küçükler İçin Temsil”, “Mektep Tiyatrosu” vb. genel başlıklar altında çocuk oyunları yayınlanmaya başlanmıştır. II. Meşrutiyet döneminde, 1331 (1915) yılında, Maarif-i Umumiye Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından ilkokul eğitiminde tiyatroya ders olarak yer verilmiş; Mektep Temsillerinin Usul-i Tedrisi adı ile yayınlanan yönetmelikte bu dersin amacı ve ne şekilde uygulanacağına açıklık getirilmiştir: “‘Temsil Tarihi’ namı ile tedrisatı iptidaiye programına ithal edilen dersten maksat, vakayı- i tarihiye ve ahlâkiyenin, efkârı edebiye ve vataniyenin çocuklara taklit ve teşhis ettirilmesidir. Şu takdirde, “Temsil” dersi, bir terbiye- i tarihiye ve edebiye dersi demektir. (...) Bu dersin her yaşta çocukların seviyeyi bedeniye, fikriye ve ahlâkiyelerine mühim bir tesiri olduğu kabul edilerek, terbiyeyi resmiyemizde buna resmen mevki tahsis edilmiştir.” İki bölümden oluşan bu yönetmeliğin “Temsillerin Talim ve 110 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Terbiye ile Münasebeti” başlığını taşıyan birinci bölümünde, tarihi ve ahlaki olayların dünya edebiyatı ile ulusal edebiyatın çocuklara tiyatro yolu ile kolaylıkla öğretilebileceği savunulmuş, çocuklardaki taklit içgüdüsü ve yaratıcılık üzerinde durularak, günlük oyunlardan örnekler verilmiş, tiyatronun zaten çocuğun doğasında varolduğu belirtilmiştir. “Temsillerin Usul-i Tedrisi” başlıklı ikinci bölümünde de, tiyatro çalışmalarının öğretmenlerin denetiminde, çocuklar tarafından gerçekleştirilmesi, gerekli dekor ve aksesuarların ön araştırmalar yapıldıktan sonra resim ve el–işi derslerinde, yine çocuklar tarafından yapılması öngörülmüştür. Bu bölümde, ayrıca, tiyatro sanatı ve oyunculuk hakkında da bazı genel bilgilere yer verilmiştir: “Çocuklar biraraya geldikleri ve yeri müsait buldukları zaman, bir takım içtimai oyunlar oynarlar: Attarlık, misafirlik, bakkallık, yemek, bebek, ... bu oyunların meşhurlarındandır. Çocukların bu nevi taklidi ve içtimai oyunlara muhabbetleri tamamiyle fıtri ve insiyakidir. Çocuk, bu oyunlar vasıtasıyla, bir haz ve neşe duyar. Temsil namı verilen oyunlar ise esasen çocukların ırsiyetinde meknuz olan bir istidadın kabili terbiye ve istifade şeklinde işletilmesi için bir vasıtadır. Programımıza temsiller ithal ederek çocuklara fazla bir hürriyet bahşetmiş olmuyoruz, belki çocukların fıtreten haiz oldukları hukuku iade etmiş oluyoruz.” II. Meşrutiyet Dönemi’ndeki bu şaşırtıcı girişim, çocuk eğitiminde tiyatronun öneminin Devlet tarafından ulusal eğitimi kapsayacak ölçüde benimsenmiş olması, çocuk-tiyatro ilişkisinin eğitsel ve kültürel değerinin kavranmasındaki aşamayı açıkça göstermektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, çocuk eğitiminde tiyatronun yeri ve önemi tekrar ele alınarak konuya güncellik kazandırılmaya çalışılmış; okul eğitiminde tiyatro çalışmalarının öneminin yanı sıra, çocuk tiyatrosundan da söz edilmeye başlanmıştır. “DarülDünyadan Büyüktür Çocuk | 111 bedayi” dergisinin 15 Kasım 1930 tarihli sayısında yayınlanan imzasız yazıda, bütün dünyada, özellikle Rusya ve Almanya’da çocuk tiyatrosuna büyük ölçüde önem verildiğine değinilmiş; Amerika Birleşik Devletleri’ndeki okullarda gerçekleştirilen tiyatro çalışmaları hakkında bilgi verilmiş, New York King Coint School’da oynanmış “Fırtına” (Shakespeare) oyununa ait bir fotoğraf da örnek olarak yayınlanmıştır. 15 Aralık 1930 tarihli “Darülbedayi” dergisinde yayınlanan “Mektep Heveskârlarının Tiyatro İhtiyacı” başlıklı yazısında Vecihe Ziya, çocuğun okul eğitiminde tiyatronun önemine değinmiş; ülkemizde de ilk ve orta öğretim kurumlarında tiyatro çalışmalarına yer verilmesinin, hem öğrencilerin eğitimi, hem de yeteneklerinin geliştirilmesi açısından gerekli olduğunu savunmuş; çocukların severek oynadıkları hemen hemen bütün oyunların basit birer tiyatro olayı olduğunu, bu nedenle tiyatro sanatı aracılığı ile daha kolay eğitileceklerini ileri sürmüştür. Türkiye’de çocuk tiyatrosu kavramına açıklık getiren ilk yazı Muhsin Ertuğrul tarafından yazılmış ve 1 Ocak 1935 tarihli “Darülbedayi” dergisinde yayınlanmıştır. 1934 yılında Rusya’ya tiyatro üzerine inceleme yapmak için giden Muhsin Ertuğrul, Rusya’daki çocuk tiyatrosu çalışmalarını etraflıca ele aldığı bu yazıda, Moskova Çocuk Tiyatrosu’nun çalışma düzenini örnek olarak göstermiştir: “(...) Tiyatrodan içeriye giren çocuğa küçük bir matbu kağıt veriliyor. Bunun üzerinde çocuğun erkek veya kız olduğunu, yaşını, piyesi beğenip beğenmediğini gösteren matbu işaretler vardır. Her çocuk bu matbu karnelere işaretini koyuyor, piyesi seyrettikten sonra da, beğenip beğenmediğine göre delikleri delerek kapıdaki kutuya atıyor. Ve bu surette bir tasnif yapılıyor. (...) Çocukların hocaları bir piyesin devamı müddetinde çocukların alâkasına, kahkahalarına ve sair duyuşlarına göre grafikler çizerler. Ellerinde oynanan piyesle takip eden tiyatro adamları, çocukların nerele112 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı re fazla ehemmiyet verdiklerini, nerelere fazla güldüklerini piyeslerin üzerine yazarlar.” Bu yazılar, Tanzimat döneminden sonra ortaya çıkan ve II. Meşrutiyet Dönemi’nde ilkokul eğitiminde tiyatro çalışmalarına ders olarak yer verilmesi ile sonuçlanan çocuk eğitiminde tiyatronun yeri ve önemi konusunda tekrar başlangıç noktasına dönüldüğünü göstermektedir. Cumhuriyet Dönemi’nde çocuk eğitiminde tiyatronun yeri ve önemi konusunun güncelleştirilmeye çalışılmasında, çocuk tiyatrolarının gereği konusunda kamuoyu oluşturulmak istenmesinde geleceğin tiyatro seyircisini “çekirdekten” yetiştirme amacı da önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü, Tanzimat Dönemi’nde başlayan Batı anlamında tiyatro yapma çabaları yalnızca Batıya dönük, aydın kesim tarafından benimsenmiş, halkın büyük kesimi kendi seyirlik geleneği ve yerleşik kültürü ile bağdaşmayan bu tiyatro türüne ilgi göstermemiştir. Bu nedenle, Batı anlamında tiyatro sanatı ile halkı eğitmeyi, toplumu değiştirmeyi amaçlayan aydınların ve sanatçıların en büyük sıkıntısı, halkın tiyatroya gelmemesi, gelenlerin de tiyatroda nasıl davranmaları gerektiğini bilmemeleri olmuştur. Tiyatro seyircisinin azlığı, tiyatronun geniş halk kitlelerine yönelemeyişi ve seyircinin eğitilmesi sorunu, Cumhuriyet Dönemi’nin başlangıcında da devam etmiştir. 1930’lu yıllarda yayınlanan “Darülbedayi” dergileri incelendiğinde, “Yine Fındık Fıstık”, “Niye Geldin Niye Çıktın” gibi başlıkları olan ve tiyatroda nasıl davranılması gerektiğini anlatan yazılara sık sık rastlanmasının nedeni de budur. Cumhuriyet Dönemi’nde çocuk tiyatrosu kavramının özellikle tiyatro sanatçıları tarafından ortaya atılması, çocuk tiyatrosu kurulması için yine bu kişilerin çaba göstermiş olmaları, çocuk tiyatrosu yolu ile geleceğin tiyatroyu seven, tiyatroda nasıl davranılması gerektiğini bilen seyircisini yetiştirme amacından kaynaklanmıştır. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 113 Türkiye’de ilk çocuk tiyatrosu, İstanbul Şehir Tiyatrosu kapsamında kurulmuştur. Rusya’daki inceleme gezisinden 1934 yılı Ağustos ayı başında yurda dönen Muhsin Ertuğrul, İstanbul Şehir Tiyatrosu kapsamında bir çocuk tiyatrosu kurulması için belediye meclisine başvurmuş; dönemin İstanbul valisi Muhiddin Üstündağ ve belediye meclisi bu öneriyi olumlu karşılamış ve İstanbul Şehir Tiyatrosu kapsamında bir çocuk tiyatrosu kurulmasına karar verilmiştir. Kuruluş ve hazırlık çalışmaları on dört ay sürmüş, çalışmalar Muhsin Ertuğrul’un denetiminde olan M. Kemâl Küçük tarafından yürütülmüş ve yine M. Kemal Küçük’ün yazdığı “Çocuklara İlk Tiyatro Dersi” adlı oyunla ilk Türk Çocuk Tiyatrosu 1 Ekim 1935 tarihinde Tepebaşı Tiyatrosu’nda perdelerini İstanbul çocuklarına açmıştır. Önceden çeşitli duyurular yayınlanmasına, ilk ve orta okul yöneticilerine mektuplar yazılmasına rağmen, başlangıçta çocuk tiyatrosu temsillerine yeterince ilgi gösterilmemiş; basının da desteği ile çocuk tiyatrosu temsillerinde salon ancak 1935-1936 döneminin sonlarına doğru dolmaya başlamıştır. “(...) Daha evvel bütün mekteplere ilân ve ihbar edildiği halde, tiyatro salonunda küçük seyirci adedi sayılacak kadar azdı, ön safta iki üç sıra... Bu ümit kırıcı vaziyet karşısında çoğumuz hayret ve teessürden kendimizi alamadık. Biz ki, ne emellerle hazırlanmış, ne büyük ihtimamlarla prova etmiştik. Kadromuzun hemen en kıymetli ve emekli sanatkârları bu feyizli başlangıç şerefine tevziatta rol almıştı. Neler umuyorduk...” (İ. Galip Arcan) Seçilen oyunun adından da anlaşılacağı gibi, İstanbul Şehir Tiyatrosu kapsamındaki çocuk tiyatrosu çalışmaları belli bir görüşe dayandırılmak istenmiş, hayatlarında ilk kez tiyatroya gelecek çocuklara, tiyatronun ne olduğunu, tiyatroda nasıl davranılması gerektiğini açıklayan ve öğreten bir oyunla işe başlanmıştır. Ön çalışmalar sırasında, çocuklar için bir de tiyatro dergisi yayınlanması plânlanmış, başlangıçta bilet yerine verilen bu dergiler, daha sonra para ile satılmıştır. Arka kapaklarında seyirci çocuklar için ha114 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı zırlanan anketlere de yer verilen bu dergi, 1936–1937 dönemine kadar beş kez yayınlanmıştır. 1937 yılından sonra da “Türk Tiyatrosu” dergisinde bir çocuk sayfasına yer verilerek, çocuk tiyatrosu dergisinin işlevi bu sayfa ile sürdürülmek istenmiştir. Düzensiz, devamlılığı olmayan bu sayfa hiçbir zaman Çocuk Tiyatrosu Dergisi kadar yeterli olamamıştır. 1935 yılında, İstanbul Şehir Tiyatrosu kapsamında başlamış olan çocuk tiyatrosu çalışmaları, ayrı bir ünite kurulmadığından, 1931 yılında yürürlüğe girmiş olan İstanbul Şehir Tiyatroları Yönetmeliği’ne bağlı olarak sürdürülmüştür. 1949 yılında çıkarılan bu yönetmelikte, Şehir Tiyatrosu’nun çalışmaları “Dram”, “Komedi” ve “Çocuk” türlerinde olmak üzere üçe ayrılmış, çocuk bölümü haftada en az iki gösteri düzenlemekle yükümlü kılınmıştır. Türkiye’de ilk kez İstanbul Şehir Tiyatrosu kapsamında başlatılmış olan çocuk tiyatrosu çalışmalarına, 1946 yılında İzmir Belediyesi Şehir Tiyatrosu kapsamında da yer verilmeye başlanmıştır. İlk çocuk oyunu Altın Kalem (Mümtaz Uygun), 20 Mart 1946 tarihinde oynanmıştır. Ülkemizin ikinci ödenekli tiyatrosu olan İzmir Şehir Tiyatrosu, 1950 yılında perdelerini sonsuza dek kapatıncaya kadar ancak beş çocuk oyunu sahneye konulabilmiştir. Ülkemizde çocuk tiyatrosu çalışmalarının yaygınlaşma aşamasında önemli ve sürekli girişimlerden bir diğeri de, Devlet Tiyatrosu kapsamında gerçekleştirilmiş olan çalışmalardır. Bu çalışmalar, Devlet Tiyatrosu’nun çekirdeğini oluşturan, Ankara Devlet Konservatuarı Tatbikat Sahnesi döneminde başlatılmıştır. 1936 yılında kurulan Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro ve Opera Bölümleri, 1941 yılından itibaren Tatbikat Sahnesi adı altında, düzenli olmamakla birlikte, çeşitli oyunlar oynamaya, Devlet Konservatuarı Tiyatro ve Opera Bölümü mezunları da bu kuruluş kapsamında çalıştırılmaya başlanmıştır. 1947 yılında TatbiDünyadan Büyüktür Çocuk | 115 kat Sahnesi Genel Yöneticiliğine atanan Muhsin Ertuğrul’un girişimi ile Küçük Tiyatro binası açılarak Tatbikat Sahnesi düzenli gösteriler yapan bir kurum haline getirilmiş; Tatbikat Sahnesi kapsamında çocuk tiyatrosu çalışmalarına da yer verilmeye başlanmıştır. Amaç, yine geleceğin tiyatro seven seyircilerini küçük yaştan yetiştirmek, çocuklara tiyatroyu sevdirmek ve öğretmek, çocukları tiyatro yolu ile eğitmektir. Bu amacı gerçekleştirmek ve çalışmaları yürütmekle Muhsin Ertuğrul’un çağrısı üzerine Ankara’ya gelen Mümtaz Zeki Taşkın görevlendirilmiştir. 31 Ocak 1948’de, “Altın Bilezik” (Mümtaz Zeki Taşkın) adlı oyun ile başlayan Tatbikat Sahnesi çocuk tiyatrosu çalışmaları, Muhsin Er Tuğrul ve M. Kemal Küçük’ün İstanbul Şehir Tiyatrosu kapsamında başlattıkları çalışmanın devamı gibidir. Kuruluş amacı, Çocuk Tiyatro’su adlı bir dergi çıkarılarak küçük seyircilerle daha yakın bir bağ kurulmak istenmesi, derginin içeriği, anket düzenlenerek çocuk tiyatrosu çalışmalarının belli bir temele dayandırılmak istenmesi bunu göstermektedir. İlk temsil gününden başlayarak Ankaralıların büyük ilgi gösterdikleri Devlet Konservatuarı Tatbikat Sahnesi Çocuk Tiyatrosu çalışmaları 1947–1948 döneminden 1948-1949 döneminin sonuna kadar devam etmiş, bu iki dönem boyunca dört telif oyun sahneye konmuş, toplam 84 temsil verilmiş ve bu temsilleri 41.206 seyirci izlemiştir. 16 Haziran 1949 tarihinde Devlet Tiyatrosunun kurulması ile bu kuruluşun oluşumunu hazırlamak amacı ile gerçekleştirilmiş olan Devlet Konservatuarı Tatbikat Sahnesi çalışmaları sona ermiştir. Tatbikat Sahnesi genel yöneticiliğinden Devlet Tiyatrosu genel müdürlüğüne atanan Muhsin Ertuğrul, Devlet Tiyatrosu kapsamında da çocuk tiyatrosu çalışmalarına yer vermiş, bu çalışmaların düzenlenmesi ve yürütülmesi ile yine Mümtaz Zeki Taşkın görevlendirilmiştir. 116 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Devlet Tiyatrosu’nun ilk çocuk oyunu olan “Yıldız Ece” (Mümtaz Zeki Taşkın), ilk kez 20 Kasım 1949 tarihinde oynanmıştır. Bu tarihten itibaren 1953–1954 döneminin sonuna kadar çocuk tiyatrosu çalışmaları hiçbir değişiklik olmadan devam etmiş; bu beş dönem boyunca 9 ayrı oyun sahneye konmuş, bu oyunlar 221 kez sahnelenmiş ve 110.399 seyirci tarafından izlenmiştir. 1954–1955 dönemi, Devlet Tiyatrosu kapsamında yer alan çocuk tiyatrosu çalışmaları açısından önemli bir dönem olmuş; Devlet Tiyatrosu Yönetim Kurulu tarafından hazırlanan Çocuk Tiyatrosu Kadro Yönetmeliği 13 Eylül 1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 1947-1948 döneminden itibaren de çocuk tiyatrosunda görev alanlar ile dışardan kişilerin katıldıkları bir sınav sonucunda yeni bir çocuk tiyatrosu oyuncu kadrosu oluşturulmuştur. Bu yönetmelik ülkemizde bağımsız bir “Devlet Çocuk Tiyatrosu”nun gerçekleştirilmesi yönünden atılmış önemli bir adım olmakla beraber, bu adıma yenileri eklenmemiş, bu kadrolar Devlet Tiyatrosu’nun oyuncu gereksinimi karşılamak amacıyla kullanılmış, bağımsız Devlet Çocuk Tiyatroları bugüne kadar ne yazık ki gerçekleştirilememiştir. Devlet Tiyatrosu tarafından günümüze kadar gerçekleştirilen çocuk tiyatrosu çalışmaları sadece Ankara ile sınırlı kalmamış; 1957 yılından itibaren önce İzmir’de, daha sonraki yıllarda da çeşitli şehirlerde faaliyet göstermeye başlayan Devlet Tiyatrosu Müdürlükleri tarafından da çocuk tiyatrosu çalışmalarına yer verilmeye başlanmıştır. Türkiye’de tiyatro çalışmaları sadece ödenekli tiyatrolar tarafından gerçekleştirilmemiştir. Tiyatro alanında özel girişimler Tanzimat Dönemi’nde başlamış, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde çok sayıda özel tiyatro kurulmuş; bunlardan bazıları uzun ömürlü, büyük bir kısmı da kısa ömürlü olmuştur. İstanbul Şehir Tiyatrosu tarafından başlatılan, İzmir Şehir Tiyatrosu ve DevDünyadan Büyüktür Çocuk | 117 let Tiyatroları tarafından sürdürülen çalışmalar ile ülkemizde az çok bir çocuk tiyatrosu geleneği oluşmuş; “Dilligil Tiyatrosu”, “Nejat Uygur Tiyatrosu”, “Ali Şengün Tiyatrosu”, “Aziz Basmacı–Kenan Büke Tiyatrosu”, “LCC Tiyatrosu, “Gönül Ülkü–Gazanfer Özcan Tiyatrosu”, “Tevfik Gelenbe Tiyatrosu”, “Kadıköy İl Tiyatrosu”, “Sunar Tiyatrosu”, “Ankara Meydan Sahnesi”, “Ankara Sanat Tiyatrosu “, “Mithat Paşa Tiyatrosu”, “Küçük Komedi Tiyatrosu”, “Yenişehir Tiyatrosu”, “Çağ Tiyatrosu” vb. tiyatrolar zaman zaman repertuarlarında çocuk oyunlarına da yer vermişlerdir. Bu tiyatrolar tarafından gerçekleştirilen çocuk tiyatrosu çalışmalarında amatör ve profesyonel oyuncular görev almışlardır. Çocuk tiyatrosu konusunda ilk özel girişim 1940 yılında Ankara’da Çocuk Esirgeme Kurumu tarafından gerçekleştirilmiş, Karagöz ve kukla oyunlarına da yer veren, oyunlarını Kızılay binasının salonunda sergileyen bir çocuk tiyatrosu kurulmuştur. Uzun ömürlü olmayan bu girişimden sonra 1950’li yıllarda İstanbul’da da bazı özel çocuk tiyatroları kurulduğu bilinmektedir. 1960 yılından sonra da iki banka tarafından giderleri karşılanan bir çeşit özel ödenekli çocuk tiyatrosu anlayışı ortaya çıkmıştır: 1961 yılında Türk Ticaret Bankası Keloğlan Çocuk Tiyatrosu, 1972 yılında Akbank Çocuk Tiyatrosu, 1977 yılında İş Bankası Çocuk Tiyatrosu perdelerini ücretsiz olarak seyircilere açmış; sadece Akbank Çocuk Tiyatrosu faaliyetlerini günümüze kadar sürdürmüştür. Bu üç özel ödenekli tiyatronun dışında, 1968 yılında Bin Bir Gece Çocuk Tiyatrosu, 1969 yılında Dünya Çocuk Oyuncuları Topluluğu ile Afacan Çocuk Tiyatrosu, 1976 yılında Salih Kalyon, Haluk Yüce ve Ahmet Önal tarafından kurulan Ankara Çocuk Tiyatrosu (AÇT), 1978 yılında Muhsin Ertuğrul ve Haldun Taner’in önderliğinde Ümit Denizer’in kurduğu Anadolu Çocuk Oyuncuları Kolu (AÇOK) perdelerini küçük seyircileri için açmıştır. Bu özel çocuk tiyatrolarının içinde çağdaş bir anlayışla çalışan, ku118 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı rumsallaşmaya özen ve çaba gösteren Ankara Çocuk Tiyatrosu (AÇT) ile Anadolu Çocuk Oyuncuları Kolu (AÇOK) olmuştur. 1970’li yıllardan sonra Çocuk Tiyatrosu alanında gerçekleştirilen etkinliklerde biri de çocuk tiyatrosu festivalleri olmuştur. Ankara Çocuk Tiyatrosu’nun düzenlediği I. Uluslararası Çocuk Tiyatroları Şenliği’nden sonra günümüze dek Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatroları ve Belediyeler başta olmak üzere birçok çocuk tiyatrosu festivali gerçekleştirilmiştir. Türkiye’de Çocuk Tiyatrosu alanında en önemli gelişme 1980’li yılların sonuna doğru, ASSITEJ (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği) Türkiye Merkezi’nin kuruluşu olmuştur. 1989 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile Kurulan Uluslararası Çocuk ve Genlik Tiyatroları Birliği ASSITEJ, kuruluşundan günümüze kadar ülkemizde çocuk tiyatrolarının yaygınlaşması ve gelişmesi için son derece önemli etkinlikler gerçekleştirmiş; ülkemizdeki çocuk tiyatrosu çalışmaları ile diğer ülkelerdeki çalışmalar arasında uluslararası bir köprü oluşturmuştur. Geçmişle kıyaslandığında, günümüzde çocuk tiyatrosu konusunda çok başarılı ve yeterli bir düzeye ulaştığımızı söylemek ne yazık ki çok zor. Devlet Tiyatrosu başta olmak üzere, ödenekli tiyatrolar ile çok sayıda çocuk tiyatrosu eski anlayış ve alışkanlıklarını hala sürdürmekte. Buna karşın ASSITEJ Türkiye Milli Merkezi’nin son derece sınırlı olanaklarla gerçekleştirdiği çalışmalar, çocuk tiyatrosu konusundaki örgütlenmeler, gençlerin çocuk tiyatrosu olgusunu kavrayışları bu konuda gelecek için oldukça ümit verici. Ülkemizde çocuk tiyatrosunun yarınının dünden ve bugünden daha iyi olması, ancak bu ümit verici çalışmaların daha da yoğunlaşarak yaygınlaşması, tüm ödenekli ve özel tiyatroların çağdaş bir anlayışla yeniden yapılanarak çalışmalarını geliştirerek sürdürmeleri, Bakanlar Kurulu kararı ile kurulmuş olan ASSITEJ TürDünyadan Büyüktür Çocuk | 119 kiye Milli Merkezi’nin bu konuda daha da etkin katkı verebilmesi için devlet ve diğer gönüllü toplum kuruluşları tarafından maddi ve manevi olarak desteklenmesiyle mümkün olabilecek. Yapılacak tek şey: Var olan ile var olması gereken arasındaki farkı görebilmek, kavramak ve gereğini gereği gibi yerine getirebilmek. 120 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Nermin Çelen Beni Ben Yapan Çocukluğum Çocukluğum ile ilgili kısa bir yazı yazmam istendiğinde, geçmiş yıllara dönüp unuttuğumu sandığım birçok anımı tekrar yakaladım. Kimi tebessüm ettirdi, kimi düşündürdü. Ben üç çocuklu bir ailenin en büyük kızıyım. Babam doktor, annem ise ev hanımı idi. Babamın mecburi hizmet ve uzmanlığı sırasında farklı illerde bulunduk. Iğdır, Balıkesir, Ankara... Okula başlamadığım yıllardı bunlar ve o zamanlar tek çocuktum. Bursa’ya yerleştikten sonra iki kardeşim daha dünyaya geldi. Her tek çocuk gibi, kardeş kıskançlığı yaşadığımı hatırlıyorum. Fantezi dünyam oldukça genişti. Pencereden okul öğrencilerini seyreder ve öğretmen olduğunu öğrendiğim “kırmızı mantolu öğretmen” adını taktığım kişiyi izleyerek sürekli beni okula göndermeleri konusunda anne ve babama istekte bulunurdum. Okul yaşım gelmemesine karşın annem bir gün beni okula misafir olarak götürdü. Gidiş o gidiş… Beni erkenden okula aldılar. Okullu olduktan bir süre sonra yağmurlar başladı, hava soğudu. Anneme “yağmur yağıyor bugün okula gitmeyeyim” diyecek oldum. O da, “artık okullu oldun yağmur da yağsa, kar da yağsa devam edeceksin” dedi. Bilişsel yapı ne kadar iyi olursa olsun, erken okula başlamada sosyal olgunluğun da önemli olduğunun şimdi farkındayım artık İlkokul öğretmenim Nedime hanımın yön vermesi ile tüm Var122 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı lık yayınları ve Doğan Kardeş yayınlarını okudum. Okumayı ve yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyordum. Jules Verne ve Mark Twain, en beğendiğim yazarlardı. Kitapları beni kendi dünyamdan alıp dünyanın farklı yörelerine götürürlerdi Japonyalı, Hintli ikizler vb. başlıklı kitaplar bana değişik toplumların değerlerini ve sosyal yaşantılarını öğretmişti. Onlara dayanarak kardeşlerime masallar anlatırdım. Babamın abone olduğu National Geographic, Life ve Readers Digest dergileri televizyonun olmadığı bir dönemde, içeriğini tam anlamasam bile renkli resimleri ile ufkumu genişletti. Okul müsamerelerinde küçük oyunlarda karakter rolleri aldım. Bu alışkanlık ileriki yıllarda devam etse de, meslek olarak tiyatroyu seçmedim. Bayramlarda aile içi ritüellerimiz, gece baş ucumuza konulan yeni elbise ve ayakkabılarımızın heyecanı unutulmaz güzel anılardı. Tek eksiğimiz, bugünkü çocuklar gibi oyuncak çeşitinin olmayışı idi. Bir aile büyüğümüz bana Japonya’dan kırmızı renkli, parlak bir top getirmişti. O kadar hoşuma gitmişti ki, günlerce onu koynuma alarak uyumuştum… Yine hatırladığım, bugün sürekli atıfta bulunduğum bir başka durum ise sebze ve meyvaların tadıydı. O zamanlar domatesi yerken aldığım tadı yıllardır bulamıyorum. Tabii ki yaşamın ileriki yıllarında çok mücadele vermem ve birçok tatsız olayın üstesinden gelmem gerekti. Kendime olan güvenimi ve benlik saygımı, mutlu ve sevecen, aynı zamanda kuralları olan aileme borçluyum. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 123 Türkiye’de Boşanma, Aile ve Çocuklar Toplumsal yapıdaki değişiklikler 1. Dünya savaşından sonra Batı’da boşanma oranlarını arttırmış, 1975 yılından itibaren Türkiye’de de boşanma oranlarının arttığı izlenmeye başlamıştır. Evlenme olgusu hem medeni kanuna göre, hem de toplum açısından doğal bir zorunluluğun ürünü olduğu gibi, boşanma da aynı derecede bireysel ve sosyal bir gereksinimdir. Evlilik kararı verirken çiftlerin çok yönlü düşünmesi gerekmektedir. Anlık hevesler, aile baskıları, kendi kimliğini oluşturmadan, bir başka değişle uzun süreli partnerden beklediklerini bilmeden, ya da servetlerin bileşimi gibi durumlarda yapılan evlilikler yapılmaktadır. Bu gibi evlilik yaşantısının sorumlulukları göz ardı edilerek yapılan evlilikler çifti zaman içinde olumsuzluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Tabii varsa çocuklar da bu hoşnut olmayan aile içi huzursuzluktan paylarını almaktadırlar. Evlilik kararı almak kadar önemli bir başka durum da, çocuk sahibi olma kararının alınmasıdır. Genelde minik bebeklerin resimlerinin cazibesi, aile büyüklerinin beklentileri, iyi gitmeyen evliliği kurtarma çözümü, ya da doğum kontrol yöntemlerinin yeterince bilinmemesi sonucu dünyaya gelmiş çocukların sayısı oldukça fazladır. Çocuk sahibi olma gerçekten dikkate değer bir sorumluluktur. Maddi veya manevi emek gerektirir. Aksi takdirde çocuğun psiko-sosyal, hatta fiziksel gelişimi olumsuz olarak etkilenecektir. Her birey gibi, çocuğun da hakları vardır. Dünyaya gel124 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı meye kendi karar vermediği için, ailesinin bu hakları düşünerek çocuk sahibi olma kararı alırken çok geniş spektrumda düşünmesi gerekir. Ancak koşullar istenildiği gibi yürümeyebilir. İnsanlar ve çevreleri statik özelliklere sahip değildir. Yaşamdaki dinamizm ve değişkenlik, değerleri ve tutumları değiştirebilir. İyi anlaşacağını varsayarak yola çıkan, uzun vadeli planlar yapabilen eşler zaman içinde bu dinamizmin etkisiyle birbirlerinden uzaklaşmaya ve huzursuzluk yaşamaya başlayabilir. Bu noktada düşünülmesi gereken, var olan çocuklarının yaşam kalitesidir. “Huzursuz, ebeveynleri sürekli kavga eden, birbirine saygısını yitirmiş tam ailede mi büyümek, yoksa huzurlu bir ortamda tek ebeveynle mi büyümek iyidir?” sorusunun cevabı birçok psikoloğun, çocuk eğitimcinin yıllardır cevabını bulmaya çalıştığı sorudur. Tek bir reçete vermek kesinlikle mümkün değildir. Her ailenin kendi iç dinamiği vardır. Biri için doğru olan bir diğeri için yanlış olabilir. O nedenle karar mekanizmaları çok dikkatli hareket etmelidir. Otoritelerin çoğunluğu huzursuz bir evde büyüyen çocuğun ileriye dönük kişilik problemleri yaşadığı konusunda hem fikirdir. Ancak bu bulgular boşanmanın götürülerini de hesaba katmalıdır. Boşanma, aile bireylerini toplumsal, ekonomik, psikolojik yönden etkiler. Boşanma öncesi, boşanma süreci ve sonrası ortaya çıkan özel durumlardan en çok etkilenense çocuklardır (Özen, 1998). Boşanma çocukları alışageldikleri yaşam stilinden uzaklaştırır. Çocuklar, ana babaları arasındaki bu düzen bozukluğunda yerlerini kestiremedikleri için yoğun kaygı geliştirip, stres yaşarlar. Çoğu çocuk, boşanmanın nedeni olarak kendini görür ve suçluluk duygusu geliştirir (Tarhan, 2007). Genel olarak okul başarısızlığı, ruhsal çökkünlük, kavgacı olma gibi davranış bozuklukları gösterirler (Tezcan, 1996). Bazen de bir şey olmamış gibi davranıp olayı reddetmeyi savunma mekanizması olarak kullanırlar. Boşanma sırasında çocuğun yaşı da çok önemlidir. Okul önceDünyadan Büyüktür Çocuk | 125 si dönemde bu deneyimi yaşayan çocuklar evde birlikte kaldıkları ebeveynin de bir gün onları terk edeceği korkusunu yaşarlar. Doğadaki olayların merkezi olarak kendilerini gördükleri için, ebeveynin gidişini kendisinin suçu olarak algılarlar. Hayallerinde, anne babanın hiç ayrılmadığını kurar, reddedilme ve kaybetme duyguları ile başa çıkabilmek için türlü şeyler uydururlar. Korkularını yanında bulunduğu ebeveyninden uzaklaşmamak, adeta yapışmak, başkalarına yakın olmamak ve okul öncesi kuruma gidiyorsa, kuruma uyum sağlamamakla ifade ederler. Korkulu ve kaygılı bağlanma özellikleri geliştirip bu özelliklerini ileri yaşlardaki insan ilişkilerine yansıtabilirler. Ancak Cebeci’nin (2009) yaptığı araştırmada Türk toplumundaki tek ebeveynli çocuklarla tam aileye sahip çocukların bağlanma özellikleri farklı bulunmamış, bunun nedeni olarak geleneksel aile yapısı gösterilmiştir. Anne ve babanın yokluğunda diğer aile üyelerinin çocuğa sevgi ve şefkat aktarabileceği ifade edilmiştir. Bilişsel yetersizlikler ve duygusal immaturite çeşitli fanteziler geliştirmelerine neden olabilir. Hayali arkadaş üretebilir, ya da bir oyuncağına fazlasıyla bağlanabilir. Yaşıtları ile oyun sırasında anne ya da babasına göstermediği öfkeyi oyun arkadaşlarına yansıtabilir. Bu durum çocuğun arkadaşları tarafından itilmesine ve yalnızlığı bir kez daha deneyimlemesine neden olabilir. Bazı çocuklar öfkeyi kendilerine döndürüp alt ıslatma (enuresis), dışkı kaçırma (enkopresis), tırnak yeme ve benzeri tablolarla huzursuzluklarını yansıtabilir. Tüm olumsuz sosyal çevre koşulları gelişmekte olan çocuğun öz güvenini yitirmesine ve dikkat eksikliği oluşturmasının bir nedeni olabilir. Bazıları da bu olumsuz durumu masturbasyon yoluyla rahatlatmaya gidebilir (Uludağ Üniversitesi, Aile Hekimliği Ders Notları 2008). Orta çocukluk döneminde anne baba ayrılmasını deneyimleyen çocuklar da ayrılığın nedenini anlama şansına sahip değillerdir. Başkalarının düşünce ve davranışlarının nedenlerini anlayacak zihinsel yapıya sahip olamadıkları için duygusal çöküntü yaşayabilir126 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ler. Hatta ana babalarının bu tutumundan utanç duyabilirler. Arkadaşları ve diğer yakınlarıyla üzüntülerini paylaşmazlar. Onlarla sürekli tekrar bir araya gelme fantezileri geliştirebilirler. Okul çağında olan bu çocuklar yaşadıkları bu olumsuzlukları okul başarısızlığı ile perçinlerler. Dikkatlerini derse verememe, derslere karşı ilgisizlik ve derste dalıp gitmeler, öğretmenlerin dikkatini çeken davranışlardır (Özen, 1999). Ebeveynler de çocukların uyku bozuklukları yaşadığı zaman kabuslar gördüğünü ve yeme sorunları olduğunu dile getirirler Evde kalan ebeveyne bazıları aşırı bağımlılık gösterirken bazıları olumsuz tepkiler verebilir. Neticede çocuğun aile düzeni bozulmuştur, buna ek olarak istekleri ekonomik nedenlerden ötürü yeterince karşılanmamaktadır. İçe dönük/dışa dönük özellikleri arkadaş ilişkilerinde kendini gösterir. Dışa dönük çocuklar yaşadıkları kaosu tahripkar, düşmanca, kavgacı, yıkıcı tutumlarla dışa vururken, içe dönük çocuklar içe çekilme, arkadaş yerine bilgisayar oyunlarını tercih etme davranışları sergileyebilir (Fisher, 2008). Ergenlik dönemi, başlı başına bireyi rahatsız kılan bir süreçtir. Gerek beyin yapısındaki değişiklikler, gerek hormonlarının aktive olması, bireyi daha önce yaşamadığı bir durumla karşı karşıya bırakır. Kendini gerçekleştirme, yetişkin toplumunun içinde yer alma kaygısı da bireyi fırtınalı bir sürece sokar. Ancak belirli bir aile düzeni, gencin bu süreci atlatmasının en büyük etkenlerinden biridir. Kendi gelecek kaygıları ile uğraşırken ebeveynlerin boşanma sürecine girişi, ergenin var olan problemlerinin çözümünü erteler. Hess ve Camara (1979) bu deneyim sırasında bireyin kızgınlık ve sadakat arasında çatışma yaşadığını izlemişlerdir. Zaten yetişkinlerle doğal süreçte anlaşmazlıklar yaşayan ergen, boşanma olgusu ile karşılaşınca reddedildiğini varsayarak beklenmedik olumsuz tepkilerde bulunabilir. Fizyolojik değişiklikler nedeni ile dikkat sorunu yaşayan genç, okul başarısızlığını daha yoğun yaşayabilir. Okul fobisi geliştirebilir. Okuldan kaçma, yetişkinlere, özellikle ebeveynlere duyulan öfDünyadan Büyüktür Çocuk | 127 kenin okulda öğretmenlere yönlendirilmesi, okul eşyalarına zarar verme, asilik, içki kullanma, hatta bağımlılık yapan maddelere yönelme, çeşitli kültlerin üyesi olma gibi, normalde ergenlik dönemindeki risk davranışlarının örnekleri olmasına karşın boşanma sürecini deneyimleyen ergenlerde abartılı biçimde karşımıza çıkabilir. Doğal ergenlik sürecinde yaşanılan depresyon daha abartılı izlenebilir. Anokraksia nervoza, blumia veya obesite gibi yeme problemleri ile karşılaşılabilir. Bilişsel yapıları oldukça gelişmesine karşın olayları sadece kendi pencerelerinden gördükleri ve onlar için sadece siyah ve beyaz mevcut olduğundan, ebeveynlerinin içinde bulunduğu durumu anlama şansları yoktur. Ya haklıdırlar, ya da haksız (Çelen, 2007). Boşanma sürecinden en çok erkek çocukların etkilendiği bazı araştırmalarca saptanmıştır. Özellikle ergenlik döneminde boşanma sürecini deneyimleyen erkek çocukların daha agresif olduğu ve sürekli anneyi suçladığı izlenmiştir (Santrock, 1979). Boşanma sonrası çocukların genelde annenin yanında kaldığı düşünülürse, erkek çocukların cinsiyet modeli sorunu yaşayabileceği de düşünülebilir. Her ne kadar televizyondan yüzlerce erkek modeli görseler de, canlı model çok daha etkindir. Yine yapılan çalışmalarda, ölüm nedeni ile ebeveynlerinden birini kaybetmiş çocukların, boşanmış ailelerin çocukları kadar problem yaşamadıkları ortaya konmuştur. Yukarıda verilen bilgilere bakıldığında anlaşamayan eşlerin boşanmaması gerekir diye düşünülebilir. Bu yargı yanlıştır. Çünkü huzursuz bir evde yaşayan çocuklarda benzer özellikler yansıtabilir. Burada önemli olan boşanma süreci ve sonrasının ebeveynler tarafından çok iyi planlanmasıdır. Yani çocuğu en az incitecek bir ortam yaratmalıdırlar. Anlaşamayan çiftler öncelikle çift terapisine gitmeli çözüm üretemeyip boşanma kararı aldıklarında bu süreci hem kendile128 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı rini, hem de çocuklarını üzmeden yürütmelidir. Ancak bunu başarmak çok zor olabilir. Boşanmanın çok değişik nedenleri vardır. Eğer bu neden eşlerden birini yaralayacak nitelikte ise durum zorlaşabilir. Genelde öfke kontroluna sahip olamayan taraf, sözlü ya da fiziksel şiddet uygulamaları ile boşanma sürecini hem kendisi, hem de çocuk için travmatik bir duruma sokabilir. Bu gibi durumlarda toplumumuzda çiftlerin ebeveynleri ve arkadaşları devreye girerek yanlış reçete ile onları daha da zor bir duruma getirebilir. Bu dönemde eğer uygunsa profesyonel yardım alınmalıdır. Karar sürecinde çocuğun psikolojik, sağlık, barınma ve eğitim hakları da göz önünde tutulmalıdır. Boşanma sonrası duruma uyum sağlamak da gerçekten zordur. Ebeveynlerden biri ile birlikte kalan çocuk, yeni duruma ayak uydururken ebeveynin hezeyanları ile karşılaşmamalıdır. Hangi nedenden olursa olsun yanlarında olmayan diğer ebeveyn eleştirilmemelidir. Neticede o kişi de çocuğun ya annesi, ya da babasıdır ve her ikisini de sevmektedir. Ayrı yaşayan ebeveyni ziyaret ettiğinde de aynı durum söz konusu olmaktadır. Bazen ayrılan çiftler çocuklarını diğerine karşı nefret aracı yapmaktadır ve asla çocuğun psikolojik durumu düşünülmemektedir. Ziyaret edilen ebeveyn, çocuğa gereğinden fazla hediye alıp onu kendi tarafına çekmeye çalışır. Bu yanlışlar boşanma sonrası sürece uyumu zorlaştıran nedenlerdir. Ebeveynlerin ikinci kez evlilik yapma durumu da ayrı bir sorundur. Hangi nedenle olursa olsun, erken yaşta, ya da ergenlik çağındaki çocuğun hayali ebeveynlerinin bir araya gelmesidir. Bunun gerçekleşmediğini gördüklerinde doğrudan ifade etmeseler de, bazı davranışları ve psikosomatik tepkileriyle kendilerini belli ederler. Hele de Kül Kedisi, Hansel ve Gretel gibi erken yaşta çocuklara aktarılan masalların verdiği mesajlar ile durumu daha da vahimleştirebilirler. Boşanma her çiftin başına gelebilecek sosyal bir olgu olarak kaDünyadan Büyüktür Çocuk | 129 bul görse de, sürecin çok iyi işletilmesi ve çocuğun her türlü hakkının ön planda tutulması gerekmektedir. KAYNAKÇA Cebeci, S. (2009), Tam Aileye ve tek ebeveyne sahip ailelerden gelen 7-12 yaşları arasındaki çocukların bağlanma stilleri ve kaygı durumları arasındaki ilişki, yayınlanmamış Y. Lisans tezi, Maltepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enst. Çelen, N. (2007), Ergenlik ve Genç Yetişkinlik, Papatya yay. İstanbul Fischer, T. V. (2008), Boşanma etkilerinin çocukların yaş ve cinsiyetlerine göre farklılıkları, çocuğun yaşına göre Etkisi, http//bosanmisanneler. com(10 ocak 2008) Özen, D. (1998), Eşler arası çatışma ve boşanmanın farklı yaş ve cinsiyetteki çocukların davranış ve uyum problemleri ile algıladıkları sosyal destek üzerindeki rolü, Yayımlanmamış doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enst. Özen, D. (1999), “Eşler arası çatışma ve boşanmanın çocuklar üzerindeki etkisi”, Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi, 6(1)s. 19-29i Tarhan, N. (2007), Yaygın Evlilik Sorunları, http//www. mcaturk. com/ntarhan_kp_ evlilik. htm Tezcan, M. (1996), Eğitim Sosyolojisi Ankara, Kibele yay. Uludağ Üniversitesi Aile Hekimliği Ders Notları, Ailenin Sağlık Üzerine Etkileri, http//Ailehekimliği. uludag. edu. tr/ ders4. htlm (20 Ocak2008) Hess, R. & Camara, K. A. (1979) “Post Divorce family relationships as mediating factors in consequences of Divorce for Children”, Journal of Social ıssues, v 35 n4 s. 7996 J. W. Santrock (1979), “Father Custody and Social development in Boys and Girls” Journal of Social Issues35, 112-115 130 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Hüseyin Peker Hayatımı Yönlendiren Dönem: Çocukluğum Çocukluğum çok farklı yörelerde geçti. 1953 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesine bağlı Kahraman köyünde doğdum. Ailemiz büyükanne ve büyükbabamın, amca ve halalarımın da bulunduğu geniş bir aile yapısına sahipti. Evimizde bir odada ocakta ateş yanar, işten gelindiğinde ev halkı olarak hepimiz ocak başında ateşin etrafında otururduk. Özellikle akşamdan sonra herkes evde olduğu için ocak başı sohbetleri çok hoş olurdu. Dedem bazen çok güzel hikâyeler anlatırdı. Onlardan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. İlkokul birinci ve ikinci sınıfı köyümde okudum. Babam ve üç amcam da hafızlık yapmışlardı. Ben ilkokula başladığım sıralarda babam imamlık görevi almak üzere Konya’ya gitmişti. İmam olarak Konya’nın Göçü köyünde görev yapmaya başlayınca biz, annem ve kardeşlerim oraya taşındık ve ben ilkokul üçüncü sınıfı Göçü köyünde okudum. Öğretmenimiz de Trabzon’lu idi. Bütün öğrencilere karşı olumlu davranırdı, ancak bana karşı daha bir sevgiyle yaklaştığını hissederdim. Sonra köyümüze döndük ve ilkokulu köyümüzde tamamladım. Yine babamın görevi nedeniyle ortaokulu Adana’da okudum. Lise birinci sınıfında iken babam bir trafik kazası sonucu vefat edince, biz de ailece Ankara’ya taşındık ve eğitimime orada devam ettim. 132 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Böylece ilk, orta ve lise öğrenimimi ülkemizin farklı yörelerinde okumuş oldum. O yörelerin üzerimde olumlu etki yaptığını ve güzel hatıralar bıraktığını söyleyebilirim. Okulda şiir okumayı çok severdim. Sesim de gür olduğu için öğretmenler bayram kutlamalarında çoğunlukla bana şiir okuttururlardı. Şiiri sevmemde bu şiir okumalarımın etkisi olduğunu düşünüyorum. Biz çocukluk yıllarımızda oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Köydeki ve yayladaki oyuncaklarımız farklıydı. Köyde yumuşak taşlardan yaptığımız misketlerle oynar, ip atlar, kaçma kale gibi oyunlar oynardık. Yaylada ise daha çok ağaçlardan tekerlek keser, onları kullanarak yaptığımız arabalara binerdik. Bir de çelik çomak oyunu çok oynardık. Çocukluğumda ailemizin ekonomik durumu iyi değildi. Hele babamın vefatından sonra sıkıntılı günlerimiz oldu. Ancak bu bana büyük oranda sabrı, tahammülü ve fedakârlığı öğretti diyebilirim. Acıma, şefkat ve merhamet duygularımın yoğunluğunda da çocukluk ve gençlik dönemlerimdeki yaşantılarımın elbette önemli etkisi olmuştur. Annemin fedakârlığı ve çocuklarını okutmak için gösterdiği çaba gerçekten takdire şayandır. Anneme ve babama Allah’tan rahmet diliyorum. Çocuklara güzel davranan, çocukları koruyan ve yardım eden, çocuklar için bir şeyler yapma çabası içinde olan herkese şükranlarımı sunuyorum. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 133 Aile ve Çocuk Kültürü Bilindiği gibi çocuk bir anne ile babanın varlığına bağlıdır. Anne, baba ve çocuk ailenin temel unsurlarıdır. Günümüzde özellikle çekirdek aile, yani anne, baba ve çocuklardan oluşan aile yapıları yaygınlık kazanmış bulunmaktadır. Ancak bundan elli yıl kadar öncesine bakıldığında, büyükanne ve büyükbabanın, hatta diğer yakın akrabaların da dahil olduğu geniş ailelerin yoğunluk oluşturduğu görülmektedir. Çocuk ilk yaşlarda tamamen anne babaya, ya da anne babanın yerini alan, çocuğun bakımını sağlayan ve ihtiyaçlarını gideren kişilere bağımlı durumdadır. Onlar bir taraftan çocuğu beslerken, büyütüp yetiştirirken, bir taraftan da kendi kültürlerini, düşünce, inanç ve tutumlarını çocuğa benimsetmeye çalışırlar. Aslında onlar böyle bir çaba içerisinde olmasalar da çocuk onların sözlerinden, özellikle de tutum ve davranışlarından etkilenerek yavaş yavaş kültürel bir kimlik oluşturur, kendine has özelliklere sahip bir kişilik olma yolunda adımlar atar. Biz önce kısaca kültür, sonra da çocuk kültürünün oluşumunda ailenin rolü hakkında açıklamada bulunmaya çalışacağız. 134 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Kültür ve Çocuk Kültürü Kültür bir toplumu diğerlerinden ayıran en belirgin özelliktir. Maddi ve manevi unsurlarıyla bir yaşam biçimidir. Toplumun gelenekleri, örf, âdet ve töreleri, inanç ve değerleri, ürettiği her şey toplumun kültürünü oluşturur. Kültür adeta toplumsal kişiliktir. Bireylerin tutum ve davranışlarını şekillendirir. Onların beğenilerini, tercihlerini etkiler, hayatlarına yön verir. Kültür toplumun bireylerinde, farklı gruplarda, farklı kesimlerde bazı farklılıklarla kendini gösterir. Toplumun genel kültürü içerisinde bir bölgenin, bir etnik ya da sosyal grubun alt kültürleri yer alır. Çocuk, toplumsal kültürü doğduğu andan itibaren almaya başlar. Türk-İslam kültüründe, henüz doğduğu zaman çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kâmet okunur. Erkek çocuk bir yaşından sonra sünnet ettirilir. Çocuklar toplumun kültürünün bir parçası olan ninnilerle uyutulur. Çocuk aile içi ilişkilerle toplumsal kültürü yavaş yavaş özümser. Ancak birer kültürel unsur olarak manevi değerlerin, örf, âdet ve geleneklerin ailelere ve oradan da çocuklara yansıması farklı dozlarda olmaktadır. Özellikle günümüzdeki kitle iletişim araçlarının etkisiyle, toplumlar arası kültürel etkileşim artmakta ve bireysel kültür farklılıkları çocuk kültürüne de yansımaktadır. Çocuk Kültürünün Oluşumunda Ailenin Rolü Aile toplumun en küçük birimidir. Toplumun çekirdeğini oluşturur. Toplumun inançlarını, gelenek ve göreneklerini, değer yargılarını, kısaca kültürünü barındırır, korur ve gelecek nesle aktarır. Aile, çocuğun sadece fiziki olarak büyüyüp geliştiği bir ortam değil, aynı zamanda bir eğitim ve öğretim ortamıdır. Çocuğun hem biyolojik açıdan, hem de psikolojik ve sosyokültürel açıdan Dünyadan Büyüktür Çocuk | 135 en fazla etkilendiği ortam aile ortamıdır. Psikolojik veriler, bireyin tutum ve değerlerinin ilk altı yaşta büyük oranda oluştuğunu ortaya koymaktadır. Bu dönem sosyal ve ahlâki gelişimin en hızlı olduğu dönemdir ve çoğunlukla aile içinde yaşanmaktadır. Bu nedenle çocuğun kültürünün oluşumunda aile son derece önemli bir role sahiptir. Özellikle ilk çocukluk (2-6 yaş arası) döneminde çocuk anne ve babasıyla özdeşleşerek onları model alır. Normal gelişim seyri içerisinde kız çocuk anneyi erkek çocuk da babayı taklit ederek onun gibi olmaya çalışır. Çocuklar anne ve babalarının sözlerini, davranışlarını, hatta mimiklerini bile taklit ederek uygulama eğilimi gösterir. İlk çocukluk döneminde taklit iradesiz olarak ortaya çıkar, böylece anne baba ve diğer aile bireyleri ile ilişkileri sırasında çocuk birçok tutum ve davranış kazanır, aile kültürünü, aile değerlerini benimsemeye başlar. Anne babanın olaylara karşı tutumu, olayları değerlendirişi, hayata bakışı, din ve ahlâk anlayışı çocuğu oldukça etkiler. Bu nedenle ailenin çocuklara olumlu kültürel değerleri kazandırabilmelerindeki en önemli yöntem, anne baba ve yetişkinlerin çocuklara iyi örnek (model) olmalarıdır. Güzel sözler söylemeli ve söylediklerini mutlaka uygulamalıdırlar. Çocuklar söz-davranış uyumsuzluğu karşısında şaşırır ve bocalarlar. Sözden çok davranışların etkisinde kalırlar. Kültür sözden ziyade eylem yoluyla kazanılır. Anne babanın kendilerinin yaptıkları davranışları çocuklarından yapmamalarını ya da yapmadıkları davranışları çocuklarından yapmalarını istemeleri onları şaşırtır ve onlarda hangi davranışın iyi, hangisinin kötü olduğu konusunda kesin bir inancın oluşmamasına neden olur. Ayrıca onların büyüklerine karşı güvenlerini de sarsar. Bu nedenle yetişkinlerdeki söz ve davranış uyumu, istenilen kültürü çocuklara benimsetmede çok önemlidir. Günümüzde “sosyal öğrenme modeli” olarak ifade edilen yaklaşıma göre çocuklar, iyi ya da kötü birçok tutum, değer ve dav136 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ranışı, başkalarını gözlemleyip onlardan öğrenerek kazanmaktadır. Örneğin, çocuklarda sıkça görülen saldırganlık davranışının önemli bir nedeni, çocuğun bunu çevresindekilerde, ya da izlediği televizyon dizi ve programlarında görüp öğrenmiş olmasıdır. Anne babaların gerek çocuklarına, gerekse olaylara karşı tutumları çok farklılık gösterir. Anne babanın yetişme tarzı, kendi anne babalarından gördükleri tutum ve davranış özellikleri, okuldan, çevreden ve kitle iletişim araçlarından etkilenerek kazandıkları kültürel değerler bu farklılığı belirler. Çocuklara aile ortamında olumlu kültür unsurlarını kazandırabilmek için kuşkusuz anne babanın ve diğer yetişkinlerin bilinçli hareket etmesi gerekir. Öncelikle huzurlu ve mutlu bir aile ortamı oluşturmalı ve bunun için de anne baba, sevgi, saygı, sorumluluk, sabır ve fedakârlık duygularıyla hareket etmeli, güven ve hoşgörüye dayalı bir tutum sergilemelidir. Anne baba birbirlerine karşı ne kadar güzel davranır, birbirleriyle ne kadar iyi iletişim kurarlarsa, çocuk üzerindeki olumlu etkileri de o kadar fazla olur. Çocuk aile kültürünü, aile değerlerini içtenlikle benimser. Anne babanın çocuklara karşı göstereceği tutum da çok önemlidir. Gevşek tutum, ya da tam tersi katı ve dövmeye dayalı baskıcı tutum, sevgisiz ve ilgisiz tutum, ya da aşırı sevgi ve aşırı hoşgörülü tutum, aşırı koruyucu tutum, düşüncelerine değer vermeyen sürekli eleştirici tutum, ya da tutarsız tutum, çocukta olumsuz özelliklerin oluşmasına neden olur. Çocuğa karşı hoşgörülü, sevgi ve saygıya dayalı, takdir edici, destekleyici, ölçülü ve dengeli tutum ise çocuğu öz güven sahibi, girişken, kendini ve başkalarını seven, onlara değer veren, çevresiyle iyi ilişkiler kuran, kendini kontrol edebilen, sorumluluk duygusuna sahip, diğerkâm ve sabırlı yapar. Hem ailenin mutluluğu, hem de çocukların olumlu kültür unsurlarını benimsemeleri açısından önemli bir nokta da, takdir ve teşvik etmedir. İnsan takdir edilme ihtiyacı duyar. Hatta William Dünyadan Büyüktür Çocuk | 137 James, takdir edilme ihtiyacının en önemli insani ihtiyaç olduğunu belirtmiştir. Takdir, hem takdir edilenin öz benliğini güçlendirir, hem de takdir edenle takdir edilen arasındaki bağı güçlendirir. Bu nedenle anne baba hep birbirlerinin olumsuz yönlerini gündeme getirip birbirlerini eleştirip kınama yerine, birbirlerinin iyi yönlerine vurgu yapıp birbirlerini takdir ve teşvik etmelidir. Bu, çocuğun öz güveninin ve benlik saygısının gelişmesi, sahip olduğu kültürel değerleri benimsemesi için şarttır. Bazı aileler çocuklarını dövmezler, fakat hem olumsuz yönlerine vurgu yaparlar, onları sık sık eleştirirler. Bunu da, biz yapıcı eleştiri yapıyoruz diye savunurlar. Halbuki sık sık eleştirilen çocuklarda yetersizlik, önemsizlik ve aşağılık duyguları gelişir. Kendilerine, kendi değerlerine ve kültürlerine olan saygınlıkları azalır. Toplumumuzu diğer toplumlardan ayıran Türk-İslam kültür değerlerinin çocuklara aktarılmasında ailedeki manevi ortam da çok önemlidir. Anne babanın dini yaşantıları, hayata yükledikleri anlam, olayları değerlendiriş tarzları, Allah’a inanç, güven, ümit ve bağlılıkları, çocuklarda oluşacak manevi kültürü şekillendirirci bir etki yapar. Hayatın anlam ve amacını kavramalarına katkı sağlar. Hayata olumlu, pozitif, iyimser ve güvenle bakma anlayışı kazandırır. Çocukta, olumsuzluklar karşısındaki kaygı ve endişesini azaltıcı, karamsar olmayan bir kültürel yapı oluşturur. Aile çocuklara olumlu kültürel değerleri benimsetirken, kuşkusuz birçok engelleyici çevre faktörü söz konusu olmaktadır. Anne baba bu faktörleri mutlaka dikkate almak ve onların olumsuz etkilerini azaltıcı uygulamalarda bulunmak zorundadır. Ancak anne babanın bu konudaki görevinin çok zor olduğu da bir gerçektir. Günümüzde olumsuz çevre faktörlerinin başında, kitle iletişim araçları gelmektedir. Kitle iletişim araçları içerisinde de özellikle televizyon, bilgisayar ve internet çocuklar üzerinde oldukça etkin konumda bulunmaktadır. 138 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Televizyon çocuğun ve gencin duygularına, heyecanlarına ve hayallerine hitap ederek onu etki altına almaktadır. Televizyon kanallarındaki çocuklara yönelik mevcut programlara içerik açısından bakıldığında, olumsuz noktaların daha çok olduğu görülmektedir. Özellikle şiddet kültürü ağırlıklı olarak yer almaktadır. Dövüşme, vurma, öldürme gibi eylemleri seyreden çocuklarda şiddete karşı eğilim artmaktadır. Çocukların televizyonlarda seyrettiği cinsel içerikli sahneler de onları tahrik etmekte, yıkıcı bir kültür anlayışı oluşturmakta, uyandırdığı taklit unsurunun da etkisiyle bazılarını olumsuz cinsel davranışlara, hatta cinsel suçların işlenmesine kadar götürebilmektedir. Ayrıca anne baba ve çocuklarca aile ortamında izlenen bu tür filmler, ailedeki mahremiyet kültürünü de zedelemektedir. Televizyonların oluşturduğu bir diğer olumsuz etki de, bizim geleneksel kültür yapımızdan farklı olarak tüketim kültürünün ve çalışmadan köşe dönme anlayışının oluşturulmasıdır. Aynı şekilde internette de şiddet içerikli oyunlar yaygın şekilde yer almakta, karşılıklı chat yapmalar çocukta ve gençte farklı bir kültürel kimliğin oluşmasını sağlamaktadır. Bu konuda anne babalar çocuğun televizyon izlemesiyle ve bilgisayar kullanmasıyla ilgili bir plan hazırlayarak, hangi saatler televizyon izleyeceği, hangi saatler bilgisayar kullanacağı çocukla birlikte kararlaştırılmalı, televizyon programları ve internet konusu çocukla konuşularak olumsuz etkileri azaltılmaya çalışılmalıdır. Ailenin çocuk kültürünü etkileyen belirgin bir faktör olarak arkadaş çevresine de önem vermesi gerekir. Arkadaşlık ilk çocukluk döneminde başlayıp gelişen bir ilişkidir. Çocuğun okula başlamasıyla arkadaş çevresi genişler ve çocuk boş zamanlarını genellikle arkadaş grupları halinde bir araya gelerek geçirirler. Bu gruplardaki arkadaşlıklara verilen önem çok yüksektir. Böylece çocuk üzerinde ailenin rolü zamanla azalırken arkadaş grubunun etkisi artDünyadan Büyüktür Çocuk | 139 maktadır. Bu nedenle çocuğun arkadaş grubu ne kadar iyi, ahlâklı, olumlu kültürel özelliklere sahip ise o da bu olumlu kültürel özellikleri benimser. Arkadaş grubu olumsuz, ahlâk dışı ve suç niteliğinde davranışlar gösteren kişilerden oluşmuş ise, çocuk da zamanla değişir ve onların kültürel değerlerini benimseyerek aynı davranışları yapmaya başlar. Anne baba bu konuda çocuğun kimlerle arkadaşlık kurduğunu öğrenmeli, arkadaşlarını iyi seçmesini önermeli, arkadaşlarının güzel davranışlarını övmeli, kötü davranışlarını da mümkün mertebe fark etmesini sağlayacak şekilde çocuğu eğitmelidir. Sonuç olarak, çocuğun kültürel değerleri kazanmasında ailenin etkisi çok büyüktür. Ancak, özellikle kitle iletişim araçları vasıtasıyla maddi ve manevi kültürel değerlerin yok edilmeye çalışıldığı günümüzde aile büyük güçlükler yaşamakta, çocuklar da ikilem içerisinde kalmakta, çatışmaya düşmektedir. Bu nedenle kültürel değerlerimizin çocuklara kazandırılmasında toplumun diğer kurumlarının da aileye destekçi olması, duyarlı davranması şarttır. 140 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Ýsmail Doðan Uzaklardaki Ülke: Çocukluğum Beride oturanlar için karşı taraf öte yakadır. “Ötâka” ise “öte yaka”nın kısaltmasıdır. Berideki köylü kızı “ötâka”ya bakarak derinden bir iç geçirir ve hep şöyle düşünürmüş: “Bir gün öte yakaya gidersem, bütün dünyayı görmüş gibi olacağım…” Bir kız çocuğunun köyünün koşa koşa tüketemediği çamurlu sokaklarından görebildiği tek yerdi ötâka. Aslında elbette bir de adı vardı öte yakanın. Ama ne fark ederdi? Öte yaka onun için gitme özlemi oluşturan tek farklı ve yabancı idi. Dünyasını tamamlayan ikinci ana parçaydı. Bu kız çocuğunun karşı köyün koruluğuna, dumanı tüten evlerine bakarak ötâkaya gitmeyi nasıl bir amaç haline getirmiş olduğu, ortalama tahminlere sığmayacak kadar özgündür. İşte ben o özgünlüğün çocuğuyum. Bu batında beni şehre taşıyan işte bu özgünlüktür. Yoksul bir genç adamın peşine takan bir özgünlüktür bu. Bademli Köyü Bursa için ilk duraktı. İlkokul ikinci sınıfın ilk yarısına kadar hayatım bu köyde geçti. Öğretmenle (İlk öğretmenim Bilal Akbaş’ı saygı, minnet ve rahmetle anıyorum), okulla, asfaltla, egzos kokusu ile bu köyde tanıştım. Gazetenin “gaste” olduğu yerdi bu köy ve ben gasteyi Mudanya asfaltında hançereyi zorlayan çocuk avazıyla onlarca köy çocuğunun isteği üzerine atılan gastelerden gördüm ve tanıdım. 142 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Köyün ardında Mudanya’nın, Mudanya’nın da denizin kıyısında olduğunu buradan öğrendim. Zengin zeytin ormanlarını, üzüm bağlarını, üzüm bağı olacak verimli kirizmeleri1, tarımsal verimliliğin bolluk ve bereket olduğunu, zeytin ve şeftaliye dönüştüğünü bu köyde öğrendim. Gazeteyi ilk kez bu köyün zeytinlikler ve üzüm bağları arasında kıvrılan Mudanya asfaltında gördüm ve onun kendine has kokusunu tattım. Bütün köy çocuklarının avazını egzos kokusuna harmanlayan Bursa-Mudanya seyr ü seferindeki araçlardan atılan gazetelerden biriydi bu ilk temasım. Bir gazete için asfalta çıkan ve bir gazete için olanca avaz ile haykıran çocukların yine araçlardan atılan bir gazeteyi kapmak için birbirileriyle yarıştıkları ve küçücük canlarını bir gazete için riske attıkları günlük eylemlerdi. Bu köyde sünnet oldum. Oyuncaklarımız, kendimizin ya da büyüklerin yaptıkları tel arabalardı. Tekerlekli ve süslü oyuncak araba sünnet hediyesi olarak geldi. Küçücük bir şeydi. Bir gün sobanın üzerinde eriyen tekerleklerinin ardından ne çok ağlamıştım. Bu köyde başladım ilkokula. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün grupların aynı derslikte bir tek öğretmenin her saat değişen nöbetleşe derslerinde ilkokul ikinci sınıfa kadar okudum. İlk şiirimi burada ezberledim, ilk karne heyecanını, ilk kavuşma heyecanını, ilk kaybetme korkusunu bu yıllarda yaşadım. Bu köyden gidilen tek yer ise çocuk dünyamda “şehir”di. Bursa benim için hep şehir oldu. Şehre gitmek bütün köy çocuklarının düşüydü. Ama bu düşü bizim için bir ideale dönüştüren ise babam Mehmet Doğan’dı. Çocuklarını şehirde okutmanın, babamın dilinde çocuklarını köyden kurtarma anlamına geldiğini yıllar sonra anlayacaktım. Babam muradına erdi ve bizi şehirde okuttu. Bursa’da Demirtaş Paşa İlkokulu’na geldiğimde ilkokul ikinci 1 Kirizme: Çocukluğumun geçtiği bu köyde (Bademli) henüz ürün aşamasına gelmemiş üzüm bağlarının ‘rüşeym hâline’ verilen addır. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 143 sınıfın bahar dönemiydi. İlk sinema bu okulun kalın duvarlarla çevrili bahçesindeki salondu ve ilk izlediğim film, başrolünü ilkokul öğretmenimin oynadığı bir sinema filmiydi. Gerçekte ise başrol oyuncusunun Ahmet Mekin olduğunu ve benim onu ilkokul öğretmenim Hasan Güney’e benzettiğimi yıllar sonra anlayacaktım. Ne çok sevmiştim bu okulu. Kılıç kalkan ekibi, Bursa’nın olduğu kadar Demirtaş İlkokulu’nun da sembolüydü. Öğretmenimin teşvikiyle ekibe girdim ve kılıç kalkan oynadım. Cepkeni, külahı, keyfiyesi, dizüstünde kalan özel pantolonuyla küçük bir efeydim. Böylece bu okulda kendimi cesur bir sosyalleşme içinde buldum. “İleri karakolda bir gece” adlı tiyatro oyununda rol aldım. İlkokul öğretmenim Hasan Güney’i, sınıf arkadaşlarım Zeki Tüyen’i, Müjdat’ı, Namık’ı, Nihat’ı, Cemil’i, bir de çocuk dünyamın çok özel duyarlıklarına oturmuş olan Meral ve Hanımşah’ı unutamam. Son ikisi sadece güzel çocuklar değil güzel ve pahalı giyinen kızlardı. Sanıyorum aramızdaki mesafelerin önemli boyutu, bu simgesel ayrıntıda saklıydı. Demirtaş Mahallesinin poğça kokan sokakları ve Arnavut kaldırımlarında korkak ve tedirgin köylü çocuğu olarak geçti çocukluğumun bir bölümü. Köylü dediler arkadaşlarım. Köylü, köylü, köylü! ... Üniversiteye kadar Bursa’da yaşadım. Hisar’a, Dibekli çıkmazındaki eve taşındığımızda, çocukluğum şehrin tarihsel atmosferine eklenmişti. Çıkmaz sokakları, dar ve girift yollarıyla Hisar, damarlarımdaki Bursa ateşinin kılcal kanalları yerine geçmişti sanki. Belki bu yüzden o yıllarda Türkiye’de Bursa’yı Bursa’da Hisar’ı çok seviyorum diyordum. Ama yıllar döndü dolaştı, üniversite yaşamı bu köy çocuğunu Ankara’ya çekti. Çocuğu şehre taşıyan babanın kehaneti bir kez daha gerçekleşti: “Ya oğul! Sen buralarda kalır gidersin” diyen bu öngörü, bir insanın yaşamının daha çok “doğduğu yerde değil de doyduğu yerlerde gelişeceğini” de doğruluyordu. Öyle de oldu. Ankara Üniversitesi’nde okudum ve bu üniversitede Profesörlüğe yük144 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı seldim. Birçok şehirler gördüm. Ama bütün şehirlerde Bursa’dan izler ve motifler aradım. Bursa’daki ilkokul yıllarımı, Bademli köyündeki çocukluğumu; çocukluğumun imgelerini ve geleceği üreten hayallerimi özledim. Bursa benim şehirlerimin anasıdır; çünkü çocukluğu üreten; hayallerimi bugüne taşıyan şehirdir. Koynunda doğup büyüdüğüm bu şehri bu yüzden seviyorum. İçimde taşıdığım uzaklardaki sevgilidir o. Uzakların insanı olarak gezip gördüğüm bütün şehirleri bu sevgilinin gözüyle gördüm. Çocukluğum bu şehrin koşa koşa tüketemediğim cadde ve sokaklarında delikanlılığa dönüştü. Sosyolog Havingurst ne kadar haklıymış: “Bir çocuğu bir şehirden çıkarabilirsiniz, ama bir şehri bir çocuktan asla çıkaramazsınız. ” İşte aynen böyle… Benim de çocukluğum içimden çıkmayan bir şehirdir; şimdi uzaklarda olan…. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 145 Şehir ve Çocuk ya da Yeni Kentin Hormonlu Çocukları “Olsa olsa yamaçtaki bir ağaç kalıyor bize/ her gün görülecek, dünün sokağı kalıyor bize ve sarsılmaz bağlılığı bir alışkanlığın bizi seven ve kalan ve gitmek istemeyen”1 İlk adımlarda ürettiğimiz bir hayattır şehir. Önce pencereden bir gülümseme olur, sonra da sokaklarında başlayan uzun bir yolculuğun peşine düşürür bu adımları. Sokaklar koştukça büyüyen, yoruldukça kıvrılan ve karmaşıklaşan bir dünyası olur ilk adımların. İlk adımlarında çocuk şehre, sokaklarından tutunur ve sokaklar bir daha hiç bırakmaz çocuğu. Belki de bu yüzden “bir çocuğu bir sokaktan çıkarabilirsiniz, ama bir sokağı bir çocuktan çıkaramazsınız.” Ve söz döne dolaşa “şehir ve çocuk” imgelerinde nihaî zeminini bulur: “Bir çocuğu bir şehirden çıkarabilirsiniz ama bir şehri bir çocuktan çıkaramazsınız. ” Bir zamanlar sokaklar fazla karmaşık değildi. Çokça çıkmaz sokaklarla kesilirdi çocuksu adımlar. Geldiğin yeri bulmak, gide1 Rainer Maria Rilke, Duino Ağıtları, Çev. Turan Oflazoğlu, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1979, s. 13. 146 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ceğin yeri bilmenin kılavuzu olurdu. Sokakları dolduran çocuksu coşkular şehrin gülen yüzü olurdu. Çocuktan bir şehir olurdu fotoğrafın size ait olan kareleri ve onların geçtiği mekânlar. Şehri üreten bir çocukluktu şehrin sokakları. Sokakları çocuk olan bir şehrin masum ve sevecen yüzünde açan çiçeklerdi çocuklar. Şairin işte bu noktada esinlendiği bir kaynak oluyordu sokaklar: “Çiçekleri anla gözlerin gibi/ Gözlerin gibi açıyorlar senin. ”1... ... Önce pencereler ve cam güzellerini, sonra da bu sokakları arar olduk. Nerede bu sokaklar Nerede bu çocuklar? Beton duvarlardan önceydi elbette Ya sonra? Beton duvarlarının betondan kentlere dönüştürdüğü sokaklardan fışkırdı yeni kentler. Soğuk, iri, kocaman bulvarlara, gökleri delen devasa binalara açıldı kolları. Çocuklar sokaklara, sokaklar kalabalıklara karıştı. Kalabalıklarda çocuklar, kalabalıkların çocukları oldu. Kalabalıkların çağrısında aceleci, telaşlı, soluk soluğa bir yolculuğun erleri oldu çocuklar. Bütün trenler kalktı da onlar geride kalan son yolculardı sanki. Yeni kentin sabırsız yolcuları, kaçan son trenin değil de kalabalıkların cazibe yarışında her şeye onlardan önce ulaşma heyecanına kapılmış koşuyorlar. Acelesi var onların... Acelesi olan çocuklar, işte bu kalabalıklardan çıktı. Kalabalıklar mıydı çalan çocukça heyecanları? Yoksa kalabalıklara da çalıntı hayaller üfleyenler mi? Ama bu, gerçeği değiştirmiyor? Çocuklar, yeni kentin çocukları... Doğuyorlar. Doğar doğmaz büyüyorlar. 1 Osman Sarı, “Bir Gelişe Övgü”, Bir Savaşçıdır Kalbim, Edebiyat Dergisi Yayınları, Mart 1975, s. 9. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 147 At biniyorlar, kılıç kullanıyorlar. Mitolojinin bilinen kalıbına uygun olarak yiğitlik ve mertlik savaşına giriyorlar. Ama çoktan tüfek icat olmuştu. O halde bu çocukların yaptıkları neydi? Ah bir bunu bilebilsek? . . . Çocukları yeni kentin kalabalıklarına iten ve sonra kalabalıklarda bölük pörçük edenleri görme zamanıdır. . . . Çocuklarımız hiç kendileri gibi olmuyorlar. Kendileri gibi konuşmuyorlar. Sözcükleri ve imgeleri yok onların. İmgelem (tasavvur ve hayal) gücü, İmgeler…. Çocuk dünyasının en bakir oyun alanları… Çocukluğun hayata ve dünyaya en zengin ve en etkin sıçrama noktaları. Çocukluğun güç alıp güç verdiği kültürel manivela. Çocuk rekabetinin en gerçek odak noktası… İmgeler tecim konusu oldu. Sipariş üzere üretilir oldular… Eğlencesini bile sipariş eden toplumun çocukları, görsel iletişimin sipariş üzere ürettiği imgelem dağarcığını tüketiyorlar. Fantezileri, kurguları, hayalleri, bugünü ve geleceği bu tüketimin acımasız çarkında yoğruluyor, şekilleniyor. Çocuklar görüyoruz. Kendi serüvenlerinde değil, yetişkinlerin serüveninde heyecan arayan çocuklar. Yetişkinlerin dünyasında onlara ait olmayan hiçbir heyecan, hiçbir giz, hiçbir mahrem bırakmayacak kadar fütursuz bir seyirtmenin toy aktörleri, çocuklar… 148 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Onlar artık çocuk değil, küçük adamlar… Çocuk değil, klonlanmış yetişkinler… Hani bizim, toplumun ve ülkenin geleceği onlardı. Bu nasıl bir gelecek ki elimizdekini, içimizdekini ve yanı başımızdakini klonlayarak yeniden ve tekrar üretiyoruz. Hormonlu çocuklar yeni kentin ve sokaklarının yeni gözdeleri. Çocuk dünyasına ait ne varsa hepsine uzak, yetişkin dünyasına ve mahremiyetine ait ne varsa hepsine en yakın onlar. Her şeyi biliyor gözüken, oynuyor gibi yapıp oynamayan, yetişkin dünyasının erkenci kâşifleri. Yediklerimizi hormonlayanlar, şimdi alışkanlıklarını çocuklar üzerinde uygulamaktan geri durmuyorlar. Hormonlu besinleri reyting heyecanıyla ifşa edenlere sözümüz. Kentin hormonlu çocukları, asıl onların eseridir. Radyasyon yağmurlarını kültürel hormona dönüştürenler yine onlar. Görsel iletişimin büyülü dünyası, kültürel hormon dozunda akşam ve akşam, her akşam ekranların sevimli renklerinden çocuksu umutlara zerk ediliyor. Erken gelişen, vaktinden önce sosyalleşen çocukları başka türlü açıklamak mümkün değildir. Çocuk olmadan adam olmak, çocuk olmadan yetişkin olmak işte böyle bir süreçle gerçekleşiyor. Rilke, büyük usta “dünün sokağı kalıyor bize” diyor. Dünün sokağı hormona ve yabancılaşmaya kapalıydı. Çünkü dünün sokağı kendi gizemini ifşa etmiyordu. Çocuklar bu gizeme tutunup ondan kendi zengin imgelem dağarcığını üreterek büyüyorlardı. Bu yüzden her çocuk birer gizem, her çocuk geleceğe kendi öyküsünü götüren bir bilgeye dönüşüyordu. Yetişkinlerden çalınma değildi bu bilgelik. Şimdi böylesi bilgelik, hormon yüklenen beyinlerle birlikte buharlaşıp yok oldu. Bugünün sokağında kaybolan çocuğu geri getirebilir miyiz? Dünyadan Büyüktür Çocuk | 149 Sorun bu. Peki o halde ne yapmalı? Bu soru ancak şiirsel bir bilgelik ve öngörünün işi olabilir. İşte aynen şöyle: “Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa Yağmurdan sora sokaklar ortadan kalkmıyorsa... ” deyip olanca cesareti şairin kendisine bırakmak: “O şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir”1 1 İsmet Özel, “Esenlik Bildirisi”, Cinayetler Kitabı, Ankara, Çıdam Yayınları, 1975, s. 25. 150 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı A. Turan Alkan A, Ne Çabuk Geçivermiş! Benim zihnimde çocukluğum, babamın genç yaşta ölümüyle başlayan bir süreç. Ben altı, babam kırkbir yaşında. DDY lojmanlarından çıkarılışımız, şehrin kıyısındaki halamların mahallesine taşınmamız hayat standartlarımızda bir terfi kaybı sayılmak gerekirdi, ama çocukluğumun bütün renkli ve derin hatıraları o mahallede. O küçük, sevimli, sıcacık mahalle. Dört kız kardeşin içinde tek erkeğim ve etrafım kadınlarla çevrili. Annem, halam, ablalarım, komşu kızları, komşu kadınlar, halamla annemin mütemadi mevlûd-ı şerif, hatim meclislerinde hep canı sıkılan bir oğlan çocuğu olarak bir köşede oturmaklığım. İlk günlerde, mahalle çocukları arasına karışıp onlar gibi cıncık, aşık, met-değnek, saklambaç oynamama bile hoş bakılmıyor; onca kadının gözü üzerimde. Halam, aşık oynayanlara çok özendiğimi farkedince kasaptan kemik ısmarlıyor, çıkardığı aşıkları tencerede kaynatıyor, kınalıyor; pazenden bir torba dikip içine “steril” aşıklar koyuyor. Mutlu olmuyorum. Yaşıtlarıma göre “çikolata çocuğu” yetişiyorum. Okula başlıyorum ve okumayı söker sökmez kitaplara sığınmanın lezzeti değiyor damağıma; aa, burada koca bir dünya var! Siz buna birkaç yıldan beri süregelen kekemelik ârızasını da ilave edi152 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı niz. Böylece kitaplara sürgün, hayalperest, her mecliste canı sıkılan, üstüne vazife olmayan şeyleri bile okuyan, ama fırsat bulunca naylon ayakkabılara acımadan sokakta top oynayan, ara sıra kafasını yardırıp mahallenin haşarılarından dayak yiyen bir çocuk resmi beliriyor. Soluk renkli, zayıf, himaye görmeye alıştırılmış, ama başka çocuklar gibi olmaya özenip duran bir çocuk. Dayılarım, bir zaman sonra eniştelerimle, zaman zaman babaevlat ilişkisini taklid etmekten çok arkadaşlık etmek gibi anlaşılması gereken bir münasebetim oluyor. Komşu kadınlardan bazısının kafamın şekline bakıp, “Bu oğlan büyük adam olacak” kehanetinde bulunmalarından olsa gerek, onlardan biraz imtiyazlı, sanki vaktinden evvel olgunlaşmış biri muamelesi görüyorum. Nazlandırılıyorum; ancak imkansız taleplerim direkten dönüyor; mümkün olabileceklerin bir şekilde çaresine bakılıyor. Kekemelik, delikanlılığın son dönemlerine kadar yakamı bırakmıyor ve ister istemez dışa karşı bir kompleks kabuğu haline geliyor zihnimde. Sınıfta tahtaya kalkıp konuşmak, yeni biriyle tanışmak, fikrimi ifade etmek gerektiğinde çoğunlukla kabuğumun gerisine çekiliyorum; bu ric’atim çevremde hemen farkediliyor ve anlayış, şefkat ve sevgiden mürekkep bir alâka kozası içinde minik berelenmelerimi tedavi edebiliyorum. A, ne çabuk geçivermiş... Dünyadan Büyüktür Çocuk | 153 Büyüme İdeolojisi Üzerine Aykırı Bir Tez Çocuk, anneye bağımlı bir insan türüdür; bu tarif, çocuğu hissi bir kategoriye sokuyor. Halk arasındaki, “Anası ölmeyen büyümez” yargısı bu hükmü doğruluyor. “Ana kuzusu” tabiri ile hüküm pekişiyor. Bazılarımız bu yüzden hiç büyümez; kimimiz ise henüz kanunen çocuk sayılacak yaşta belinin büküldüğünü, omuzlarındaki yükün birdenbire ağırlaştığını hisseder; ne var ki kanun yapıcıları, hissi algılara istisnai durum tahsis edemezler; onlar genelgeçer bir ölçü koymak zorundadır. Burada asıl mesele çocukluğun değil, yetişkinliğin, rüşd halinin tarifidir. Ne zaman reşid oluruz, ne zaman iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırd edecek olgunluğa erişiriz sualine, kişinin yaşıyla ilgili bir ölçü getirmeye kalkışanların işi zordur. Çoğumuz hiç reşid olmadan ölüp gidiyoruz; doğruyu yanlıştan ayırmak için Allah’ın her günü kafa yoran, tereddüdler geçiren, onca ince eleyip sık dokuduğu halde yine de yanlış yaptığını farkedenlerimizin hali ne kadar tatlı ve iştah açıcı bir tartışma konusu olurdu! Hukukumuz bu gibi durumların abartılı noktalara çıktığı du- 154 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı rumları “hacir” müessesesiyle ele alıyor. Hacir şu: Kısıtlılık hali. Medeni kanuna göre çeşitli haklarını kullanmaya yetkili olan kişilerden bu haklarının mahkeme kararı ile elinden alınması, haklarını kullanma bakımından sınırlandırmaya tabi tutulması; bu gibi hallerde kendine “vasi” tayin edilen kişi. Çocuklar da vesayete tabi olurlar, ama hacir altına alınan kişi, yani mehcur, çocuk değildir; mehcur, çocukluk tabiatına bir kere daha dönmüş kişidir. Hukuki açıdan hiç de istenmeyecek bir hal olan mehcuriyet, duygusal açıdan bir zaferdir aslında. Gelelim erginlik, yani rüşd meselesine. Hepimize hakim olan genel mantık, yetişkinliğin iyi ve olumlu, çocukluğun ise geçici -ve nasıl söylenir: geçici bir süre için katlanılması gereken bir ara durum- olduğunu dayatıyor. Birine, -Çocuk olma; çocuk çocuk konuşma; çocukluğun âlemi yok! derken bu mantığın yönetiminde konuşuyoruz. Ergenlik sivilcesi gibi bir şey çocukluk. Büyüyerek, olgunlaşarak, mantığı duyguların üstüne çıkararak, uzun uzadıya muhakeme geliştirip hayat tecrübesi edinerek tedavi ediyoruz çocukluğu. Doğrusu bedenimiz, daha doğrusu fıtratımız, bu hükmü doğrulamaya yardımcı oluyor. Boyumuz uzuyor, ağırlığımız artıyor; kıllanıyoruz, sesimiz değişiyor, gücümüz artıyor, kafatası çeperlerimiz genişliyor, beynimiz daha bir kıvrım kazanıyor. Büyüyoruz; daha doğrusu o çağlara erişen herkes büyüyor. Büyümesinde gecikme gördüğümüzde çocuklarımızı alıp doktorlara koşturuyoruz. Hormon testlerinden, gıda taramalarından geçiriyoruz. Büyümeye olumlu anlam veriyor, “Kemâlat” diyoruz. Dünyayı kâmil adamlar yönetiyor; kâmil adamlar dünyayı kötü yönetiyor. Çocukları böyle şeyler için yeterli bulmuyoruz, “Sen daha çocuksun yavrum” diyoruz, “Mamanı ye, büyü, sıra sana da gelecek!” Dünyadan Büyüktür Çocuk | 155 Mamasını yiyor, büyüyor ve o da yetişkinler gibi yapıyor; ona böyle davranmasını biz öğretiyoruz, adına eğitim diyoruz. Eğitim sürecini olumluyoruz, bilimi başımızın tacı yapıyoruz, bilgiye övgüler diziyoruz. Şunu farketmiyoruz; yetişkinler arasında iyi olanlarımız hâlâ çocuk gibi kalabilmeyi başarabilenlerimizdir. Öyleyse erdemin nihai noktası, yani kemâlat derecesi, büyüyüp de küçülmek, yeniden çocuk olabilmek, en azından bir tarafımızla çocuk kalabilmektir. Ah saffet; çocukluğun öteki adı… 156 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Dr. fatih Erdoðan Ah Annelerim!... Çamurlara bata bata yürümeye çalışıyorum, mevsim kış olmalı, hava gri. Yürüyoruz. Elimi tutmuş olan anneme bakıyorum, şaşkınım biraz. “Nereye gidiyoruz?” Annem evde durup dururken “Yürü, ” dedi bana az önce. Hızla çıktık. Nereye? Bastığım çukurun içinden çamurlu su püskürüp lastik çizmemin içine doldu. Soğuk. “Dikkat et! ” dedi annem. “Nereye gidiyoruz?” Biraz daha yürüdük. Annemden ses yok. Elimi tutan eli gevşedi. Bıraktı. Kolumdan tuttu sonra. “Seni…” dedi. “Annene götürüyorum!” 1961 yılı. Küçükçekmece’nin yeni kurulmakta olan Kanarya Mahallesi bile henüz oluşmuş sayılmaz; tek tük evler var, çoğu göçmen “trenci”lerin evleri. Sirkeci’den Trakya’ya uzanan demiryolu kenarında olduğu için ilk “mühacir”lerin çoğu “trenci”, yani kondüktör veya demiryolu işçisiydi. 158 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Babamsa gömlekçiydi. Rızapaşa’daki tüccarlara gömlek dikerdi. Ayda elli liraya aldığı arsamıza ilkin tahta bir baraka yaptı ve Kumkapı’daki kira evinden barakamıza geçtik, herhalde beş yaşıma girdiğim sıralarda. Kapı yerine, sarkıtılmış bir eski kilim kapatırdı girişini. Orada yaşadık arsamızdaki temelin üzerine tuğla ile ilk odanın çevresini ve üstünü kapatana dek, ki içine ilk karyola konduğunda benim zıplaya zıplaya “Artık biz de ev sahibi olduk!” diye çığlıklar attığım odaydı bu. Elektrik yıllar sonra geldi de, her akşam “lamba şişesi” temizlemekten kurtulduk. Suyun da gelmesi yıllar aldı. (Ne talihsizliktir ki, Kanarya’nın su sorunu bugün bile tam olarak çözülmüş değil.) Küçük bir dere akardı yukarlardaki söğütlüğün oralardan. Bir akıntı gibi daha çok. Annem çapayla yönünü eve doğru çevirmişti de, o suyu kaynatıp kullandık, ta ki kardeşimin ve benim saç diplerimizde çıbanlar belirene dek. Annemle o zaman suyu izledik söğütlüğe doğru. Sonraları Söğütlüçeşme adını alan (ve şimdi artık olmayan) çeşme ve göleti, göletin içinde serinleyen koca kıvrık boynuzlu kapkara mandaları keşfedişimiz öyle oldu. Sonra nereden su bulup kullandığımızı hatırlamıyorum. “Anneme mi?.. Sen annem değil misin?” Az sonra, komşunun loş ve basık tavanlı evinde bana deli gibi sarılmış annemin yanağımı ıslatan gözyaşlarını kolumun ucuyla silmeye çalışıyordum. Beni oraya getiren ve beni büyüten otuzlu yaşların başındaki genç kadının da bir köşede aslında hayatın bir yerlerine savrulmuş ve özlemini çektiği ben yaşlarda bir kızı için gözyaşı dökmekte olduğunu anlayamazdım ki… Dünyadan Büyüktür Çocuk | 159 Yar Bana Bir Eğlence: Çocuk Edebiyatı Çocuklara kitap yazmanın da bir tarihi var, tıpkı çocukluğun da tarihi olduğu gibi. Neil Postman “çocukluk fikri Rönesans’ın büyük icatlarından biridir, belki de en insani olanıdır,”1 diyor. Çocuklara kitap yazmayı da, bu icadı izleyen bir icat kabul etsek kim ne diyebilir En fazla, çocuklara yönelik ilk kitapların aslında ille de çocuklara değil de, eğitimsiz her yaştan insana yönelik olduğu ileri sürülebilir ve doğrudur da. Ama Avrupa tarihinde gerek Battledore, gerekse Horn Book adı verilen ‘kitap’lar daha çok çocuk cüssesi düşünülerek tasarlanmış görüntüsü vermektedirler. Horn Book, küçük bir saplı ekmek tahtası gibidir ve çocuk onu sapına bağlı iple boynuna asar. Üzerinde genellikle İncil’den sözler ve alfabenin harfleri yazılıdır. Çocuk gün içinde, arasıra boynundaki bu tahtayı kaldırıp bakar ve öğrenmesi gerekeni öğrenir. Bizdeki halk masallarının çoğunu bugün genel olarak çocuk kitapları kategorisi içinde yayımlamak alışkanlığı varsa da, sözlü edebiyatımızı oluşturan bu masallar konularıyla ve kahramanlarıyla aslında her yaştan eğitimsiz insana ders, ibret, hisse vermeyi amaçlayan kıssalardır. En çocuksu görülen Keloğlan’ın serüvenleri bile böyledir. Henüz bir kent ortamında şekillenme fırsatı bul1 Postman, Neil, Çocukluğun Yokoluşu, (çev. Kemal İnal), Ankara, İmge Yayınları, 1995, S. 7. 160 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı mamış ergen delikanlı için asker ocağı nasıl bir sosyalleşme ve olgunlaşma şansı ise, dededen nineden dinlediği masallar da henüz birey olamamış ve o ana kadar ancak cemaat içinde var olabilmiş genç için hayatla, insan ilişkileriyle, yalan söylemek, kadercilik, iyilik ve kötülük gibi kavramlarla ilk kez tanışma şansıdır. Masal kahramanının başından geçenler onun için bir ibrettir, ama aynı zamanda bir bireyin serüvenini izlemek bakımından da, cemaatin dışında düşünmeye atılan ilk adımın örneğini verir. Bütün masalların tek bir kahramanı olduğu, bu kahramanın da genellikle farklı, yeni ve bir ölçüde ‘akıntıya karşı’ bir tutum izlediği dikkate alınırsa, yerel statükoyu sarsma potansiyeli de taşıdığı düşünülebilir, farklı örnekler bulunarak masalların tam da statükoyu sağlamlaştırdığı da. Ancak konumuz, daha çok çocuklara sunulan kitapları besleyen kaynaklar olarak masalların nerede durduğudur. Çocuklara kitap yapmanın en kolay (ve ucuz) yolu olmak dışında masal sözcüğü içerdiği büyülü ve çekici anlam nedeniyle de günümüz yazarlarının sevdiği bir sözcük oldu. Hele hele şöyle bir sav kaç kişiyi tavlamaz ki: “Masallar artık eskidi. Günümüz çocukları prenslerden prenseslerden hoşlanmıyor. Onun için ben artık çağdaş masallar yazıyorum.” Bu sav, hani kahvehane köşelerinde savrulan sap saman karmakarışık savlar vardır ya, “Bu millet okumaz!”, ya da “Sallandırıcan abi Taksim meydanında birkaç kişiyi, bak hırsızlık kalıyo mu! ” türünden savlardandır. Masallarımızı ve folklorumuzu araştıran birçok değerli araştırmacımız geldi geçti ve bugün de gerek bireysel olarak çalışan, gerekse üniversite düzeyinde bu konulara kendini adamış insanlar var. Bu insanların hiçbiri yıllarını verdikleri bu alanlarla ilgili olarak konuşurken bu kadar kolay saptamalarda bulunmuyorlar ve bizlerden de uluorta konuşurken kavramlarımızı bilerek kullanmamızı beklemeye hakları var. İki üç resmi bir araya getirip, içine Dünyadan Büyüktür Çocuk | 161 de bir iki fantastik öğe karıştırdık diye yazdığımızı hemen masal diye tanımlarsak, hem masal denen şeyi bilmediğimiz ortaya çıkıyor, hem de az buçuk saygısızlık etmiş oluyoruz. “Bu masal değil, çağdaş masal…” savunmasını da kimse yutmuyor. Peki, günümüzde masal yazılamaz mı? Neden yazılamasın? Nasıl zaman değiştikçe anlayışlar değişiyor, bakış açıları değişiyorsa, fantezinin çocuklara yönelik metinlerdeki kullanımı da değişecektir. Mimari anlayışlarımızın ve zevklerimizin değişmesiyle ev yapma tarzımızın değişmesi gibi. Ama mimari ne biçimde değişirse değişsin, kirişlerini kolonlarını depreme dayanıklı olacak biçimde sağlam çatmak zorundasınız, bu değişmiyor. Masalların ‘mimarisi’ için de bu geçerli. Buradaki anahtar sözcük aslında fantezi. Masalları ayakta tutan en önemli öğe de bu, çocuklara kitap sunma konusunda bizden ileri gitmiş ülkelerin çocuk kitaplarındaki hakim öğe de bu. Yoksa “günümüzde artık prensler yok!” deyip sıyırtmaya çalışırsanız, ne Tolkien, ne de Harry Potter ve benzeri fantastik edebiyatın gördüğü ilgiyi açıklayabilirsiniz. Fantezinin kullanımı da, öyle “pembe benekli fil” deyivermek kadar kolay olmuyor. Pembe benekli filiniz annesinin sözünden çıkmayan, sabahları sütünü içen, giysileri her zaman temiz, hiç yalan söylemeyen, ödevlerini itiraz etmeden hemen yapan, ikide bir teşekkür eden bir kahramansa, onu fantastik yapmaya benekleri yetmez. Fantastik olanı sıradan olanın dışındakiler olarak anlayabiliriz. Grimm’lerin derlediği ünlü Rumpelstiltskin (Değirmencinin Kızı2) masalındaki cücenin, samanları altına çevirmesini Roni Natov3 sanatın tarifi olarak algılamak gerektiğini söylüyor: Sıradan 2 Grimm, Jacob ve Wilhelm, Değirmencinin Kızı, (çev. Fatih Erdoğan), Res. Şekip Davaz, İstanbul, Redhouse Yayınevi, 1986. 3 Natov, Roni, The Dwarf Inside Us: A Reading of “Rumpelstiltskin”. The Lion and the Unicorn. Cilt 1, Sayı 2, Güz 1977, s. 71-75. 162 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı olanı, sıradışı olana çevirmek. Sıradan bir taş parçasını alıp yontarak yapılan bir heykelin sanat yapıtı olabilmesi gibi. Margaret Mahy ile Steven Kellogg’un The Boy Who Was Followed Home4 adlı kitabında, her günkü gibi sıradan bir şekilde okuldan evine dönen çocuk, arkasına baktığında kendisini bir hipopotamın izlediğini fark eder. Her şey sıradan giderken sıradanlığı bozan bu olay da her çocuk için sıradan bir eylem olan okula gitme eylemine fantastik bir tad katar. Bu kitabı okuyan çocuğun da her günkü sıradan eylemlerine farklı gözlerle bakmaya başlayacağını, en azından hayal dünyasındaki yaşamının renkleneceğini varsayabiliriz. Ulises Wensel ve Ursel Scheffler’in yazıp resimlediği Spatzen Brauchen Keinen Schirm (Serçeler Yağmurdan Korkmaz5) adlı kitapta bir nine, torunuyla yağmurlu bir günde ormanda yürüyüşe çıkar. Bir ağacın dibinde mantar bulurlar ve toplayıp eve getirirler, pişirip yerler. Resimleriyle ve metniyle bir sanat yapıtı sayılan (ve bu özellikleriyle ödül alan) bu kitaptaki, mantar toplayıp yeme konusu, bir yetişkinin tepkisine yol açmıştı: “Ya bütün çocuklar buldukları her mantarı yemeye kalkarlarsa ve zehirlenirlerse…” Gianni Rodari’nin Yemelik Masallar6 adlı öyküsünü üniversitedeki öğrencilerime çocuk edebiyatı dersinde okudum. Öyküde, ortalıktan kaybolan masallarla ilgili bir fantezi vardı. Bütün masalları küçük bir kız yemişti! Kızın karnından masalları çıkarmak için de usta bir balıkçı bulmuşlardı. Balıkçı, kızın ağzına olta sarkıtıyor ve masalları çıkarıyordu. Masalı bitirdiğimde bir öğrencim söz istedi ve bu masalın teh4 Mahy, Margaret, The Boy Who Was Followed Home, E. P. Dutton, 1994. 5 Scheffler, Ursel, Serçeler Yağmurdan Korkmaz, (çev. Fatih Erdoğan), Res. Ulises Wensell, İstanbul, Redhouse Yayınevi, 1986. 6 Rodari, Gianni, Yemelik Masallar, (çev. Aslı Özer), Kırmızıfare Dergisi, Sayı: 1, İstanbul, Mavibulut Yayınları, 1990. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 163 likeli olabileceğini söyledi. Gerekçesi şuydu: “Ya bütün çocuklar kardeşlerinin ağzına olta sarkıtırsa…” Önceki öyküyle ilgili yoruma ne kadar benziyor değil mi İşte çocuk edebiyatımızda fantezi kullanımına en büyük engellerden biri bu “Ya bütün çocuklar…” ile başlayan cümlelerdir. Bir çocuk, bir çizgi filmi izleyip damdan atladı diye, bu çizgi filmi yasaklamamıza gerekçe oluşturan cümle de bu cümledir işte. İşin kötüsü, bu tür cümleler ve bu cümleleri içeren bakış açıları da kolay benimseniveren ve doğruymuş gibi gelen saptamalardır, hele ki o çocuk damdan atlamadan önce o çizgi filmin adını da anmışsa. Jerzy Kosinski’nin Türkçeye Bir Yerde (Being There) adıyla çevrilmiş ve daha sonra Peter Sellers’ın oyunculuğuyla Bahçıvan (The Gardener) adıyla filmleştirilmiş romanındaki kurgusal bahçıvan tipini düşünün. Doğduğundan beri asla bir bahçenin duvarları dışına çıkmamış ve yalnızca televizyon izlemiş bir adam. Neredeyse bir laboratuvar kobayı gibi bir özel model. Eğer böyle bir model mümkün olsaydı, örneğin biz bir çocuğu bir odanın içinde hiçbir başka bilgi vermeden sekiz on yaşlarına getirip sonra da birden ninesiyle mantar toplayıp yiyen çocuğun kitabını okusaydık ve sonra çocuğu ormana salsaydık, o zaman çocuk bulduğu mantarların zehirlilerinin de olabileceğini düşünmeksizin yerdi. Aynı şekilde, öteki örnekteki çocuk gibi kardeşinin ağzından içeri olta sarkıtırdı! Bir çocuğun zihni sosyal ilişkilerle, konuşmalarla, kitaplarla, öykülerle, oyunlarla, filmlerle, şarkılarla, tiyatroyla, vb, beslenmiyorsa ve neredeyse Kosinski’nin bahçıvanı gibi izole yaşıyorsa, o zaman bir çizgi filmdeki atlama sahnesini, ya da bir başka fantaziyi gerçek sanabilir. (Buradaki suçun çizgi filme ait olmadığı açıktır.) Fantastik öğelerin insanları daha çok etkilediği görsel malzemeler içinde çizgi filmlerin yeri önemli. Fakat çizgi filmlerden önce, televizyon öncesi görselliği evlerimize taşıyan malzemeler çizgi romanlar oldu. Görselliğin tadını ve ticaretini keşfeden çizgi 164 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı roman sanatçıları özellikle ABD’de kelimenin tam anlamıyla coştular ve her biri bir öncekinden cüretkâr serüvenlerle bugün televizyon ve sinemada hüküm süren şiddetin ipucu örneklerini de vermeye başladılar. Bizdekine benzer sivri örnekler orada da yaşandı. Kovboy öykülerinden esinlenip arkadaşını ağaca asanlar, Superman gibi damdan atlayanlar, arkadaşının boğazını kesenler oldu. Bunun üzerine kongre bir komisyon toplayıp bir tüzük çıkardı.7 Bu tüzük, çizgi romancılara çeşitli yasaklar getirdi. Ancak bu yaptırımların frenleyici etkisi, çizgi roman sanatçılarının Underground Comics adı verilen bir türle yer altına inmelerine neden oldu. Evcil ve edepli olarak tanınan ne kadar çizgi roman kahramanı varsa bu “Yeraltı Çizgiromanları”nda bazen pornografi düzeyinde serüvenlere konu oluyorlardı. Kaldı ki, o gün çizgi romanlara getirilen kısıtlamalar bugün şiddete duyulan ilgiyi azaltmadığı gibi, eğer doğrudan etkinin varlığını geçerli kılacaksak, yani fantastik bir kahramanın her yaptığını gerçek sanacaksak, tek başına Superman’in bile binlerce leşi(!) olması gerekirdi. Bir çocuğun ağzından oltayla masal çıkarma fantezisini anlamayan çocuğun daha fazla masala, bazı mantarların zehirli olduğunu bilmeyen çocuğun da bazı mantarların zehirli olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Çocuktaki eksik bilginin sorumlusu tabii ki fantastik öğeye yer veren yazar olamaz, ama işte bizzat bu sorun, (kimse farkında olmasa da) bizde çocuk edebiyatının gelişmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu engelle yazarlar iki cephede karşılaşırlar: Bunlardan ilki anne babalar ve öğretmenlerdir. İkincisi de öteki yazarlardır. Asıl hedef olan çocuklar ise bu engeller arasında yer almazlar. Yazarların fantezilerine çocukların verdiği karşılık birçok kez yazarın beklentisine uygundur. Yazarın öyküsünde veya masalında kurguladığı fantastik dünyasına inanırlar, çünkü 7 ABD Senatosu 84. Birleşim 62 Numaralı rapor. “A Part of The Investigation of Juvenile Delinquency in The United States/ Interim Report of the Committee on the Judiciary. 14 Mart 1955. Washington. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 165 zaten inanmak isterler, buna hazırdırlar. Eğer yazar ‘saçmalamazsa,’ kurguladığı fantezi ne kadar uçuk olursa olsun fark etmez. İşte bu nedenle yazarın, kendi kurguladığı dünyaya kendisinin inanması, bu dünyayı betimlerken terbiye etmek, akıl vermek türünden ‘kirletici’ faktörleri kullanmaması gerekir. Çocuğun bu fanteziyi kabul etmeye yatkın oluşu bazen yetişkinleri yanıltır; çocukların kurguladıkları dünyaya ‘salakça’ inandıklarını sanırlar. Hayır, buradaki ‘salaklığı’ başka yerde aramak gerekir. Çocuklar, oyunu kuralına göre oynarlar. Nasıl ki doktorculuk oynarken, bakışlarında doktorca bir ciddiyet ve olmayan neşterle arkadaşını ameliyat ederken doktorca bir dikkat sergilerlerse, aynen öyle. Çünkü oyunun tadı öyle çıkar. İşte yetişkinler bazen çocuğun bu ciddiyetini yanlış yorumlarlar. Yani, “Ya çocuklar…. sanırsa?” diye başlayan cümleler yetişkinlerin, çocukların bu özelliğini bilmemelerinden kaynaklanır. Bu nedenle, yazarın yazdıklarında kurguladığı fantezilere çocuklardan bir itiraz gelmez, tersine, bunu isterler. Yazarların fantastik kurgulamalarına gelen itirazların en zor başedileni öğretmenlerden gelenlerdir. Çünkü öğretmenler çok sayıda çocuğu ve bu çocukların anne babalarını etkileme gücüne sahiptirler ve bir kez öğretmen, örneğin, “Aman bu kitabı okutmayın, sonra o da gidip zehirli mantar toplayıp yer,” derse, o yazarın kendini kabul ettirmesi için ağzıyla kuş tutmak gibi bir başka fanteziye girişmesi şart olur. Anne babalar genellikle öğretmenlerden etkilenseler de, yukarda sözü edilen fantezi karşıtı görüşler onlardan da gelebilir. İlginç olan şudur ki, bütün bu yetişkinler bazen neredeyse bir bilimkurgu konusu olabilecek kadar abartılı olarak, tek bir kitabın çocuğu müthiş etkileyeceğini sanırlar. “Bir kitap okudum hayatım değişti” cümlesindeki fanteziye fazlaca kapılmış olmanın sonucu olabilir bu, ancak bilinir ki hiçbir kitap tek başına hayatımızı değiştirmez, değişiyorsa hayatımızın değişeceği vardır zaten. O kitap, olsa olsa bizim bunu anlamamızı sağlamıştır. Yetişkinlerin bu ko166 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı nudaki abartılı hassasiyeti en çok korku ve gerilim türünden, bazen de cinsellikle ilgili kitaplardan (çocukları adına) korkmalarıyla ortaya çıkar. Korku ve gerilim türünün çocukların psikolojik olarak etkileyeceğini düşünen nice anne baba vardır ki, çocuğa, “Beynini dağıtırım!” diye bağırmanın psikolojik etkisinin, sonuçta bir kurgulama olan korku filminin etkisinden daha ağır olduğunu bilmezler. Korku da, gerilim de, aşk da, kıskançlık da insan olmanın halleridir ve çocuğun artık bunlardan uzakta (bir kavanozda) tutulması kolay değildir. Tabii ki, kalite ölçütüyle seçici olmak ve gerçekten rahatsız edici olabilecek etkileri, birlikte izleme-okuma anında diyalogla gidermek gerekebilir. Yazarların fantezi kullanma heveslerini kıran öteki engel de, başka yazarlardır. Bir ülkede çocuk edebiyatının düzeyi neyse, çocuk edebiyatı eleştirmenliğinin düzeyi de odur. Bu nedenle de, çocuk kitabı eleştirilerinin çoğunu öteki çocuk yazarları üstlenmiştir. Bu eleştirilerin düzeyi, ya “Beğendim-beğenmedim” türünden (ben bu işi bilirim, beğendim diyorsam iyidir, yoksa kötüdür) seçenekler arasında sıkışmış (ya da kendi kitaplarını tanıtmaya yönelik) öznel savurmalardır, ya da kusur bulma güdüsünü (bunun nedeni kıskançlık olabileceği gibi, okuduğu kitabı anlamamak da olabilir) laf kalabalığıyla örtmek için, “Ya çocuklar…sa” formülünü aşamayan kısır sorgulamalardır. Böyle bir manzara içinde, değil yeni çocuk yazarlarının ortaya çıkması, var olan yazarların fantastik şeyler denemesi bile cesaret ister. Neyse ki, kötü çocuk yazarlarının bugün için büyük bir avantajı vardır: Yetişkinler çocuk kitaplarını okumaz; çocuklarsa eleştirmezler. Eleştirileri pasiftir. Kitabı sevmezlerse, yazarın adını öğrenir öğrenmez (aksi gibi, bu yazarlar adlarını duyurmak için daha çok debelenirler) bir daha o yazarın adını taşıyan kitaplara yaklaşmazlar. Böylece yazar (adayı) da ağzının payını almış olur. Olur da, verdiği tahribat, çocuklar için nitelikli bir edebiyat geleneğinin oluşmasında geciktirici bir etki yapar. Çünkü gerçek edeDünyadan Büyüktür Çocuk | 167 biyatın geçtiği sırat köprüsünden geçmeksizin kitaplaşıp çocukların önüne gelen kitaplardaki niteliksiz ve edebiyatsız metinler benzerlerini çoğaltır. Bu da çocuk edebiyatının değerlendirme çıtasını giderek aşağı indirir. Alçalan çıta, isimleri çoğaltır. İsimler, yayımlanmış kitaplarının nitelikleriyle değil, nicelikleriyle övünmeye başlarlar. Burun kıvırdıkları rahmetli Kemalettin Tuğcu’nun dört yüzü aşkın kitabına rağmen hiçbir röportajında “Şu kadar kitabım var,” diye böbürlenmemiş olduğu da, bu yazar adaylarının Tuğcu’dan daha iyi yazdıklarını henüz kimsenin söylememiş olduğu da bir gerçektir. Rahmetli Erdal Öz, yetmişli yılların sonlarında edebiyatçılarımızdan çocuklar için kitap yazmalarını istedi. Bu girişim sonucunda ortaya birçok örnek çıktı. Kimi kalıcı oldu, kimi olmadı. Hatta dönemin siyasi hareketlenmesinden fazlaca nasibini almış örnekler eleştirildi durdu. Yazarlar çocuklar için yazmanın, çocuklar tarafından benimsenmenin, iyi edebiyatçı olmak dışında bazı nitelikler daha gerektirdiğini öğrendiler, ama bu süreç içinde ortaya çıkan birkaç iyi örneğe (özellikle çeviri olanlarına) çocukların gösterdiği ilgi, bize iyi bir çocuk edebiyatının yolunun iyi edebiyattan geçtiğini gösterdi. Ama bu mesaj doğru okunamadı. Çocuklara, pedagojik bulgularla örtüşen nitelikli edebiyat vermek yerine, onları edebiyattan uzaklaştıracak, yavan kurgularla, yapay bir dille, tatsız tuzsuz metinler sunuldu. Çocuklarımız okumuyor mu dediniz? Aman okumasınlar… İçlerinde birazcık dile karşı hassasiyet, edebiyata karşı ufak bir ilgi kaldıysa, o da yerinde kalsın. 168 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Mustafa Ruhi Þirin Biraz da Gökyüzüdür Çocukluğum 2 Ocak 1955’te Trabzon’un Of ilçesinin büyük köylerinden birinde, Uğurlu’da sabahın ilk saatlerinde doğmuşum. Babam zanaatkarmış. Orta yaşlarında ticaretle uğraşmış olsa da cömertliği nedeniyle iflas etmiş. Ellili yaşlarında kalp rahatsızlığına yakalanmış ve köye dönmüş. Annemle evlendiğinde 36 yaşındaymış. Aralarında on beş yaş varmış. Babamın nüfus kâğıdında 1901, anneminkinde 1914 yazılıysa da iki kayıt da doğru değilmiş. Ben doğunca babam elli altı, annem kırk yaşındaymış. Altıncı kardeşimiz Mümtaz, benden üç yıl sonra doğmuş. Babam öldüğünde altı yaşındaymışım. Okuma yazma bilmeyen annemle büyüdük. Ailemizin direği, vicdanı, bilgesiydi annem. Ailemizin anne tarafı uzun yaşar, baba tarafının yaş ortalaması altmış-yetmiş arası. Anneannem yüz beş, annem doksan altı yıllık ömür sürdü. Öğretmen olan Memduh ağabeyim ise bize okumanın yolunu açandı. Buna rağmen üç ablamın ikisi ilkokulu bitirebildi; bu yüzden büyük ablamın sitemi hiç bitmez; üç erkek kardeş ise üniversite öğrenimini tamamladı. Çocukluğum, güzel komşulukların yaşandığı köyümüzün merkez mahallesinde geçti. Üç yüz elli yıllık tarihi olan ve atalarımızın köye fidanken diktiği koca çınarın gölgesinde büyüdük. De170 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı nizi ve otobüsü sekiz yaşındayken gördüm. Dokuz yaşımdayken mandalina yedim ilk kez. Karpuzu da çatalımız olmadığı için kaşıkla yerdik. Mahallede arkadaşlık çok önemliydi hepimiz için. Kendimizi güvende hissettiğimiz, kubbesi mavi bir evdi mahallemiz. Köyümüzün kalın taş duvarlı ilkokuluna komşu köylerden çocuklar okumaya gelirdi. Çocuk dedim ama, çoğu sakalları çıkmış gençlerdi. Öğleyin süt tozundan kaynatılmış ve kokusundan dolayı içemediğimiz süt ve ekmek dağıtılırdı öğrencilere. 1960’lı yıllar Türkiye’nin yoksulluk ve kıtlık yıllarıydı. Çok kalabalık olmasına rağmen okulumuzun kütüphanesi yoktu. Benim en büyük şansım, muhtar olan büyük amcama haftada bir de olsa gazete ve dergilerin gelmesiydi. Lambalı radyosundan birlikte sabah, öğle, akşam ajanslarından haberleri dinlerdik. Sonra da gazete okuturdu bana. Ödül beş kuruş, on kuruştu. Babamın ölümünden sonra yeni arkadaşım büyük amcam oldu. Arkadaşlarım arasında ayrıcalıklı bir durumdu bu. Sorularımı amcama sormaya başlamıştım. Dede torun gibiydik amcamla. Meraklı bir çocuk olmamda bu sürecin payının önemli olduğunu düşünüyorum. Annesi ölen çocuklara teyzelerin ve halaların, babası ölen çocuklara amcaların ve dayıların sahip çıkması önemli bir gelenektir kültürümüzde. Çocuklar için çok önemlidir bu sahiplenme duygusu ve ben bu duyguyu amcalarım ve kısmen de dayılarım sayesinde doyasıya yaşadım. Meraklı bir çocukmuşum dedim ya! Kendi yaşıtlarıma değil de, benimle ilgilenen yaşlı insanlara sorular sorarmışım. En çok sorduğum sorular şunlarmış: Niçin denizler karalardan üç kat daha büyük? Çocuklar niçin oy veremez? Niçin yoksullar zenginlerden fazla? Ay’da ıslık çalsam Dünya’dan duyulur mu ... Çocukken bana hiç oyuncak alınmadı. Arkadaşlarıma da oyuncak alınmazdı… Telden arabalar yapardık. Tahtadan yaptığımız Dünyadan Büyüktür Çocuk | 171 arabaların önce arka tekerlekleri kırılırdı. Çember çevirirken ıslık çalmayı severdik. Biraz çelik çomak demekti çocukluğumuz; biraz kardan adamın yanında kedimizle köşekapmaca oynamaktı. Biraz da gökyüzüdür benim çocukluğum. Hayal eden ve hayallerini gerçekleştirmeden uyuyamayan çocuklardık. Lamba ışığında da olsa, okuduğumuz bir kitabı defalarca okumaktan da bıkmazdık. Çağırır çağırmaz uçan halılar üstünde gelirdi hayal arkadaşlarımız. Biz uyuyunca giderlerdi gökteki evlerine. Yoksulluğa rağmen eğilmekten hoşlanmayan afacan, naif ve harika çocuklardık işte... 172 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Türkiye’nin Çocuk Hakları Haritası İçin Harita. Pusula. Altimetre. Dağcılar için hayati değeri en önemli üç alet. Dağcılık bilgi ve felsefesi ne kadar derin olursa olsun bu üç aleti kullanma yeteneği dağcının başarısını belirler. Fiziki gücü, tırmanırken kullanacağı destek malzemesi ve neyin hangi zamanda gerekli olduğunu bilmek yetmez dağcı olmak için. Her dağcının başarısı, gücü ve yeteneği yanında neleri ne zaman kullanacağına karar verebilme öngörüsü ile de ilgilidir. Harita tecrübesine, pusulaya ihtiyaç duyduğu zamanı öngörmesine, basınca ve güç koşullara rağmen yükseklik ölçer aletten yararlanma becerisi kadar irade, arzu ve tutku da dağcının felsefesini belirleyen yapı taşlarıdır… Harita, yalnızca coğrafi alanları, yolların, şehirlerin nerede bulunduğunu ve dağların yükseklik bilgilerini içerir. En çok sisli havalarda, ya da hava bulutlu olduğunda haritaya ihtiyaç hisseder dağcı. Uçurumlar kadar güvenlik alanlarını gösterir dağcıya, harita. O andan itibaren harita yetmez, pusula da gerekir. Pusula ise değerlerin simgesidir. Hayatta her zaman bir yöne ihtiyaç vardır. “Neden doğuya, batıya, kuzeye ve güneye, ya da ara yönlere gitmek için de değerlere sahip olmak önemlidir?” sorusunun cevabıysa, pusuladır. Yön bilgilerini yorumlamayı bilmeyen dağcı pusuladan yararlanamaz ve Dünyadan Büyüktür Çocuk | 173 şaşırınca harita da işlevsiz kalır. Basınca rağmen yükselme sağlayabilmenize imkan bulmanız durumunda ise altimetre işinizi kolaylaştırır. Harita, pusula ve altimetreyi amacına uygun kullanmayı bilmeyen dağcının bedel ödemeden hayatta kalması imkansız gibidir, ya da biraz da şansa bağlıdır. Birkaç yıl önce İsviçre’nin Sion şehrinin dağ köylerinden birinde, suça itilmiş kız çocuklarının rehabilite edildiği La Fontenella Kız Yurdu’nu tanıtan ve asıl mesleği dağcılık olan Jean- Pierre Heiniger’in uyarısını hâlâ duyar gibiyim: La Fontenella Kız Yurdu İsviçre haritası içinde. Aynı haritayı Türkiye’ye uygularsanız yararlı olmayacaktır. Kendine özgü haritaya ve haritanıza uygun yapılanmaya ihtiyacınız var. Pusula’yı yani değerleri dünyanın her yerinde bulabilirsiniz… Harita. Pusula. Altimetre. Türkiye ve çocuk. Ne yazık ki çocuk– insan ve özellikle de güç koşullardaki bireyler için haritası olmayan bir ülke Türkiye. Nüfus bilgisi matematiğinden öte bir haritadır insan haritası. İnsan haritasının enlemi, boylamı, meridyeni ve ekvator çizgisi olan pusula, değerlerin görevini yerine getirir. Haritanın enlemi, boylamı, meridyeni ve ekvator çizgisine rengini veren medeniyet ve bütün tonlarını belirleyen ise kültürdür. Medeniyet-kültür alanına aşırı müdahale edildiği ve dokusu doğallığını koruyamadığı için hazırlanacak haritanın pusulası da yoktur henüz. Medeniyetimizin kendini yenilemesi ve problemleri nasıl çözeceği sınanmadan hazırlanacak haritalar, tek tip modernleşme projesinin kuşatmasından kurtulamaz. Bu yönde yapılan denemeler sonucunda yap-boz oyunlarıyla kurgulanan sanal insan haritamız bol sarmallı ve ana rengi olmayan harita enkazından farksızdır. Çocuk konusu, önce medeniyet sorunudur. Çocuk sorunları, medeniyet mirası birikimine yaslanmadıkça çözülemez. Yaşadığımız çağda çocuk alanı tek bir medeniyet çevresiyle de sınırlı de174 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ğildir. Çocuk kavramıyla özetlediğimiz toplumsal öznenin sorunları, dünya uygarlığının egemenlik ilişkilerine dayalı bir sarmalıdır ve bütün toplumların ve ülkelerin belirleyeceği ortak yönelimle çözüme kavuşabilir. Çocuk sarmalını çözecek anahtar ise çocuk haklarıdır. Bu açıdan çocuk ve çocuk hakları konusu yalnızca bugünün değil, insanlığın geleceğiyle de birebir ilişkilidir. Burada sorulması gereken ana soruyu sorabiliriz artık: İnsanlık niçin çocuk sorunlarını çözmeye yönelemiyor? Benim soruya verdiğim bir cümlelik cevap şudur: Dünya sistemi sorunları çözme yolunu kapatmıştır; - sistemin sınırları içinde köklü çözüm imkanı da kalmamıştır. Çocuk, tarih boyunca önceki yüzyılın son çeyreğinde olduğu kadar bu çağda görünür olmamıştı. Ve her şeyi bu kadar ifşa edilmemişti. Görünürlüğüne karşın, çocuğu ve çocukluğu anlama, esenliğini ilgilendiren konulara eğilme ve çocuk gerçeğiyle yüzleşme çabasının ise yeterince gerçekleştiği söylenemez. Bunun temel nedeni çocuğun, hâlâ insanlık tarihinin nesnesi olarak algılanmasıdır. Tarihin bütün aşamalarında çocuk ve çocukluk yeniden biçimlendirilmiş ve yeniden üretilmiştir hep. Başlangıcından günümüze çocuk ve çocukluk haritaları bu yüzden sürekli değişmiştir. Ana renkleri, göstergeleri ve anlamlandırma bölgeleri birbirine benzese de, zayıf noktaları daha çok olan farklı çocuk haritalarıyla devam etmiştir çocukluğun yeryüzü serüveni. Dünya coğrafyasının sınırları defalarca değişse de, çocuk haritalarının barındırdığı aşırı koruyucu ve biçimlendirici egemen zihniyet de varlığını sürdürmüştür hep. Geleneksel çocukluk evrenini kuşatan bu yaklaşım, modernleşme süreçlerinde de kendini yenileyerek tekrar etmiştir. Geleneksel ve modern çocukluk anlayışlarındaki kırılma noktasının ise iletişim devrimiyle ortaya çıktığı kabul edilir. İletişimDünyadan Büyüktür Çocuk | 175 deki köklü değişimin geleneksel ve modern çocukluğun toplumsallaşma sürecini yeniden kurgulamasıyla yeni çocuk evresi başlamıştır; çocuk ve çocukluk bu büyük fotoğrafın içindedir artık. Yeni çocukluk kendini gerçekleştirme ve karar verme süreçlerinde çocuğun etkin olduğu bir çocukluktur. Yeni çocukluğun felsefesine ana rengini ise, hiç kuşku yok ki çocuk hakları vermektedir. Çocuk hakları felsefesinde, çocuğun insan kabul edilmesi bile başlı başına çocuk yüzlü bir devrimdir. Beyaz ya da siyah tenli, engelli ya da üstün zekâlı, yoksul ya da zengin, hangi ortamda ve coğrafyada doğarsa doğsun, çocuğun önce çocuk olma ve çocukluğunu yaşama haklarına sahip olduğu kabul edilmedikçe, dünya, nesne çocuk anlayışından, özne çocuk anlayışına evrilemez. Hangi ülke ya da kıta, hangi medeniyet ve kültür çevresi söz konusu olursa olsun, dünyada bundan böyle hazırlanacak çocuk haritalarının yön gösterici kavramlarını çocuk hakları pusulası belirleyecektir: Yaşama ve hayatta kalma, gelişme ve yeteneklerini geliştirme haklarıyla, korunma hakları yan yana. Kendini ilgilendiren karar süreçlerinde görüşlerinin alınacağı, hiçbir koşulda ayrımcılık yapılmayacağı, büyüme ve gelişme dönemlerinde mutlu bir çocukluk yaşayabileceği, her türlü olumsuzluk karşısında ve dünyada yapılacak her işte ve düzenlemede çocuğun öncelikli yüksek yararının gözetileceği, çocuğun hayata iyi bir başlangıç yapabilmesi için bütün ortak iyilere sahip olacağı bu yeni dönem paradigması, çocuk haklarına dayalı zihniyet değişimini öneriyor ülkelere… Dünyanın ve insanlığın çocuktan yana taraf olduğu yeni çocukluk haritalarının çizilmesi ve gerçekleştirilmesi, yalnızca ülke ölçekli değil, evrensel çocuk ödevi durumuna gelmiştir artık. Bu evrensel çocuk ödevi, gözlerini dünyaya açan her çocuğun güzel bir dünyada yaşaması için sorumluluk yüklüyor bütün insanlığa. Öncelikle bir çocuk felsefesi gerekiyor bu başlangıcı yapabilmek için. Bir çocukta bütün çocukları düşünmek, bu çocuk felsefesinin 176 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı giriş cümlesi olabilir. Bunun için de önce medeniyet temelli yeni bir çocuk okuması ve anlamlandırma çabası gerekiyor. Çağdaş dünyada çocuk haritalarının yaşı ve boyu hem büyüyor, hem de uzuyor ve genişliyor. Çocukluk 18 yaşa kadar uzatılmış bir kategori durumuna gelmiştir yeni dönemde. Çocukluk yaşının uzamasıyla çocuğa yönelik evren de daha karmaşık duruma gelmiş oldu. Buna rağmen yaş sınırı bakımından çocukluğun ne zaman başladığı ve nerede bittiği de görecelidir. Modernleşme sürecinde çocukluk yaşı uzarken, çocukluğun kısa sürdüğü ve çocukların erken yetişkinler dünyasına girdiği de yeni çocukluğun önemli bir gerçeğidir. Çocuk haritasının alanının genişlediği görüşüne gelince: Evet, çocukluk yaşının uzamasıyla birlikte çocuk sorunlarının boyutları genişledi ve daha da karmaşık duruma geldi. Kuşkusuz, çocuk sorunlarının çözülemeyişi ve çözümsüzlüğe itilmesinin tek nedeni bu değil. Asıl açmazın kaynağı başka yerde: Çocuğa bakışımızda. Bireylerin, toplumun ve Devlet’in çocuğa bakışı, kendi içinde dünden bugüne bir dizi önyargılar barındırıyor. Çocuğa verilen iki başat değer, yetişkinlerin gelecek güvencesine dayalı psikolojik değer ve hâlâ aşılamayan ve yerini koruyan ekonomik değer anlayışı… Hiç kuşku yok ki, hızlı değişen ve evrilen dünyada çocukluk da değişiyor ve evriliyor. Evrilmeyi hızlandıran ise modern çağın kurguladığı ve dönüştürdüğü aşırı tüketim kültürüne dayalı sanalmodern çocukluk zihniyetidir. Modern dünyanın iki önemli nesnesi, çocuk ve kadındır. Bir yandan çocuk ve kadın bunca görünür duruma getirildiği halde, sorunları en cetrefil ve çözümsüz grup da yine bu iki gruptur. Görünür olmak çözüme yönelmenin nedeni olmadığı gibi, kanıksama ve kayıtsız kalma durumudur aynı zamanda. Medyanın yansıttığı çocuk gerçeğiyle çocuk gerçeğinin örtüşememe nedeni de budur. Medyada çocuk teması birçok açDünyadan Büyüktür Çocuk | 177 mazları barındırsa da, dünyadaki çocuk sorunlarının büyük ölçüde benzerlik içerdiğini de medyadan öğreniyoruz. Hiçbir çocuk sorununun çözümü evrensel değildir. Evrensel değerleri pusula olarak kullanmak gereklidir, ancak her sorun, onu doğuran sosyal ortamın gerektirdiği olumsuz koşulların düzeltilmesiyle çözülebilir ve aşılabilir. Ülkelerin çocuk haritalarındaki sarmallarının çözülemeyişinin en önemli nedeni ise şudur: Önce ekonomik kalkınma ve büyüme, ardından sosyal politika ezberi. Birçok ülke gibi Türkiye de yıllardır bu anlayışa teslim oldu ve bunu aşmak için politik irade gösteremeyen ülkelerden biri durumunda. Her kuşağı bu ağır ekonomik silindirin altından geçiren bu yapı sosyal ve kültürel yatırımları yapılamaz duruma getirmiştir. Bu nedenle ve doğal olarak, çocuğa yönelik iyi hal endeksi ve göstergelerinin de iyileşme ihtimali yok yakın gelecekte… Hiç kuşkusuz, çocuk sorunlarının temel nedeni ekonomik değil, öncelikle medeniyet ve kültüre dayalıdır. Çözümü ise önce kültüreldir. Çocuk felsefemizi sorgulamadıkça ve yenilemedikçe çocukla ve çocuk gerçeğiyle yüzleşemeyeceğiz. Çocuk haritasına ruhunu ve rengini veren, medeniyet fikriyle medeniyet insanını yetiştirme idealidir. Bu ideali yitiren toplumların yoksulluk ve yoksunlukları aşma ihtimali de çok zayıftır. Bu düşünce çocuk sarmalının kilidini açacak asıl itici güç durumuna gelmedikçe, çocuğa yönelik kök sorunların çözümü de mümkün değildir. Çocuğun bu kadar görünür olduğu bir dünyada çocuk anlayışları da hızla değişmektedir. Çocuk konusu sağlık, koruma ve bakılma gibi başlıkların ötesinde toplumsal bir gerçeğe dönüşmüştür. Çocukluğun yeni dönemecinde bütün hakların tanımlandığı, hakların nasıl gerçekleşmesi, uygulanması ve izlenmesi gerektiği Taraf Devlet’lerce de kabul edilmiştir. 1989’da imzalanan Çocuk 178 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Haklarına Dair Sözleşme, çocuk bağlamında milat olmasına karşılık, dünya çocuklarının durumları bu Sözleşme imzalandıktan sonra daha iyi durumda değil. Nedeni çok açık: Taraf Devlet’ler taahhütlerinin çoğunu yerine getirememiştir. Bu bağlamda dünya çocuk karnesi gibi, çocuk karnemizin de zayıf notlarla dolu olduğu unutulmamalıdır… Çocuk karnemizin, çocuk hakları açısından zayıf olmasının nedenlerinden biri de, çocuk hakları düşüncesine mesafeli davranmanızdan kaynaklanıyor. Çocuğu ve çocukluğu zayıflık biçiminde algılayan ve yetişkinlere bağımlı duruma getiren bir gelenek egemendir çocukluk anlayışımıza. Çocukluğun eksik yetişkinlik olarak ön kabulü ise aslında bir dizi yanlışın da başlangıç noktasıdır. Bir yanda çocuk anlayışındaki değişim diğer yanda çocukluğun evrilmesi ve yeni çocukluk. Çocuk ve çocukluktaki değişimin ve evrilmenin merkezindeki kavram ise çocuk hakları. Ne yazık ki, henüz kıyısında olmayı tercih ettiğimiz, yüzleşme cesareti gösteremediğimiz, çok yönlü boyutları olan ve bütüncül bir okumayı gerektiren çocuk hakları felsefemiz de yok henüz… Hiç kuşku yok ki önce çocuk felsefemizin gözden geçirilmesi gerekiyor. Bu ise bugünden yarına sonuç alınabilecek bir süreç değil. Çocuğa önceliğin verilmesi amacıyla çocuk haritasının ön koşulu medeniyet ve kültürel yaklaşım olmadıkça, zihniyet değişikliğine yönelemeyeceğiz. Türkiye’nin çocuk haritasına yansıyan çocuk fotoğrafından çıkardığımız sonuca gelince: Türkiye, çocuk haklarını, çocuğa ve çocukluğa dair özel haklar çerçevesinde anlama eğilimindeki birinci küme çocuk hakları grubuna dahil bir ülke. Birinci grup çocuk hakları savunucuları, önceliğin çocukların ilgi ve koruma gerektiren özel durumlarına verilmesinden yana. İkinci grup ise, çocukların yetişkinlerle eşit haklara sahip olduğunu savunuyor. Çocukluğun ve yetişkinliğin sürekli değiştiği ve bu nedenle çocuk anlayıDünyadan Büyüktür Çocuk | 179 şının da değişmesi gerektiği tezine dayanan bu görüşün taraftarları, çocuk haklarını insan haklarının ön sözü kabul ediyorlar. Birinci çocuk hakları savunucuları çocuğa medeni, soysal, kültürel ve ekonomik hakların tanınmasını savunurken, ikinci kümenin savunduğu özgürleştirici ve politik haklara çekinceli davranıyorlar. Birinci ve ikinci kümenin görüşlerini birbirine aykırı görmek yerine, bu görüşleri birbirine yaklaştırmak için de çaba gerekiyor. Korumacı hakları savunmak ne özgürleştirici hakları dışlamalı, ne de özgürleştirici hakları savunmak korumacı hakları dışta tutmayı gerektirir. Nesne çocuk anlayışından özne çocuk anlayışına geçişi engellemek, çocuğu özgürleştirici haklardan mahrum bırakmak, erken uyarılan yeni çocukluğun sosyalleşme sürecini engelleyici bir tutumdan öteye geçemez. Çocuk hakları çerçevesinde ilgisizlik sarmalını kaldıracak ve zihniyet değişimini sağlayacak olan ise korumacı ve özgürleştirici çocuk hakları anahtarının çocuk haritasında etkin biçimde kullanılmasıdır. Türkiye, çocuk haklarına dayalı kültürel temelli bir dönüşüme hazırlanması gereken ülke görünümündedir. Ne birinci, ne de ikinci çocuk hakları savunuculuğu mevcut yapılarla ve anlayışla yol alabilir durumda. Çocuk hakları kültürü yanında, çocuk odaklı entelektüel birikimi de hâlâ zayıf ve cılız. İki kısa soru daha sormamız gerekecek: Çocuk açılımına nereden başlamalı? Türkiye, çocuk hakları kültürü anlayışı ile çocuk açılımına öncülük edebilir. Bunun ön koşulu hiç kuşku yok ki, örgün ve yaygın düzeyde çok yönlü çocuk hakları eğitimidir. Bu sürece medyanın dahil edilmesi de ikinci ön koşul olmalıdır. İkinci soru ise şu: Yeni başlangıcı nasıl adlandırmalı? I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi’nin düzenlenmiş olması, bu sorunun cevabını ülke ölçekli arama çabası kabul edilebilir. Türkiye’nin bu ilk çocuk hakları kongresi, Türkiye çocuk haritasının çocuk hakları çerçevesinde çizilmesini öneriyor bireylere, top180 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı luma ve Devlet’e. Kongre, bundan böyle çocuk politikasının yol haritasını, çocukların katılımı ve çocuk hakları anahtarı ile çözmeyi öneriyor. Ülkemiz, I. Türkiye Çocuk Hakları Stratejisi (2012-2016) adlı sosyal politika belgesiyle çocuk hakları alanında yeni bir başlangıcın eşiğine gelebilir. Türkiye çocuk hareketi ise üç öznenin paydaşlığında başarıya ulaşabilir: Çocuk-yetişkin, birey, toplum ve Devlet. Çünkü örgütlenme olmadan ne değer üretimi mümkün olabilir, ne de toplum olarak çözüm üretebiliriz. Türkiye’nin çocuk hakları haritası çizilirken bu üç öznenin pusulayı ve altimetreyi niçin, ne zaman, nerede ve nasıl kullanacağını bütüncül bir şekilde öngörmesi gerekir. Çocuk politikamız yok ezberini bozmanın başka bir yolu var mı?... Dünyadan Büyüktür Çocuk | 181 182 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Serpil Uður Baysal Şu Pencereden Bakan Küçük Hanım “Şu pencereden bakan küçük hanım, büyüyünce eli altın kalem tutacak; Mahmutpaşa’daki terzilerin başı olacak” İstanbul, 1956 Altın kalem mi? Altın makas mı? Babam, “okumasaydım terzi olurdum” derdi. Maniler okuyan nane şekerci de her iki olası sonucu söyleyip kendini haklı çıkarmaya çalışmış olmalı. Doğrusu, küçücükken, bebeklerime elbiseler diktim. Belki de ailemin bana aktardığı, manicinin sözlerinin etkisiyle. Bir ara, dikiş dikmenin daha fazlasına merak sardım. Öğrencilerine biçkidikiş de öğreten annem beni pek desteklemedi. O zamanlar, kız çocuklarının tek oyuncağı bebekti. Arkadaşça oyunlarımda bebek ve kitap vardı. Sevdiğim renk pembe(pempe), ilk okuduğum şiir ‘kelebek’ idi: ‘Ah ne güzel kelebek Üstü mavi al benek Aman tutsam şunu ben Şimdi uçup gitmeden 184 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Kelebek durmaz uçar Havada kanat açar Çocuk onu kovalar En sonunda yakalar Tutunca kelebeği Solar onun ipeği Çocuk ağlar boş yere Giden gelir mi ele?’ Şairi, Hasan Âli Yücel midir? Bisiklete binemedim. Binersem kazaya uğrar mıydım? Ailem fazla korumacı olmalıydı. Evde kullandığım üç tekerlekli bisikletime ne demeli. Aklımda, arka yan tekerlekleri ve kırmızı rengi kaldı. Okul öncesi, birkaç ayı, anne babamdan ayrı geçirmem gerekti: Bir eğitim-öğretim yılı. Anneannem, dedem ile, Seyit Ömer Mahallesi’nde, bahçe içinde, iki katlı evde olabildiğince sakin geçti aylar. Sokaktan, eşeği ile geçen yoğurtçudan anneannemle aldığımız yoğurt, dedemin bazı akşamlar getirdiği pembe, sarı, beyaz leblebi şekerleri, çocukluk anılarım arasında çoktan yerini almıştı. Üst katın balkonundaki çardaktan koruk, bahçedeki fidelerden domates toplardım. Ara sıra anneannemle Çukurbostan’a gider, sebze alırdık. Anneannemin komşusu Masalcı Mediha Teyze’nin kış geceleri evimize gelerek bana anlattığı, ilk kez dinlediğim gizemli öyküler karşısında büyülenirdim. Kim bilir belki de o bir büyücüydü(!). Anneannemin pek çok komşusu vardı. Altı yaşımdayken, kız kardeşim geldi aramıza… Bir gün, babam, annemin hastaneye gidip kardeşimi doğuracağını söyledi. Bekledim. Bebek geldiğinde, divana yetişen boyumla uzanarak ona baktım. Yabancıydı. Kardeşime adını benim koymama izin verdiler. Seval, çok beğendiğim bir öğretmenin adıydı. AnDünyadan Büyüktür Çocuk | 185 neannem ve dedem, İstanbul’dan Sivas’a kardeşimi görmeğe geldiler. 1962 Akşamları, geceliğimi giyer, radyonun yanı başındaki iskemlenin üstüne vücudumu yerleştirir, kollarımı dizlerimde birleştirir, uyumadan önce, radyoda anlatılan masalı dinlerdim. Annem ve babam da eşlik ederlerdi bana çoğunlukla. Bahçemizdeki elma ağacının dalları balkonumuza sarkar, evimizin köşesindeki çeşmeden kepenek suyu akardı. Çocukluğumun kentleri: Mardin, İstanbul, Siirt ve Sivas. Mardin’de annemin karnındaydım. İstanbul’da doğdum. Yaz tatillerini, ara sıra kış tatillerini İstanbul’da geçirirdik. İstanbul’a döndüğümüzde 10 yaşındaydım. 1966 Müziğe ve resme olan ilgimi, sevgimi, tarih öğretmeni Turhan Dayım’a borçluyum. İlk gençliğimin sonunda anneannemi- 1971, genç bir erişkinken dedemi kaybettim. 1983 Sonra dayılarımı, amcamı, yengelerimi... Altın uçlu, altın kapaklı kalemim dersanenin armağanıdır. 1973 Radyo dinlemeyi, yoğurdu, leblebiyi, domatesi ve elmayı çok severim. Kitaplar, öyküler, oyunlar ve oyuncaklar hep var olacaklar… 2010 186 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Kansu’dan Dağlarca’ya: Çocuk ve Sağlık Ozan ve Çocuk Hekimi Dr. Ceyhun Atuf Kansu (1919-1978), Türkiye’de, okul öncesi çağda, çocuklarda ölüme yol açan hastalıkların başında kızamığın geldiği yıllarda hekimlik yaparken, bir günde, bir köyde 23 çocuğun kızamıktan öldüğüne tanık olmuş, ardından, “Kızamık Ağıdı”nı yazmıştır. On yıllar boyunca çocuk sağlığında nereden nereye geldiğimizi vurgulamak amacıyla, ilgili derslerde bu şiiri öğrencilerime okurum. Öğrenci ve asistan olduğum yıllardaki bebek ve çocuk ölümlerinin sıklığı karşısında şaşıran tıp fakültesi üçüncü sınıf öğrencileri şiiri dinlerler; bazıları şiirin uzunluğu karşısında gülerler (?)... Dr. Kansu da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunudur. Öğrencilerimizin, bu büyük hekimin ve ozanın adını ilk kez duymuş olmalarına şaşırır, pek üzülürüm. Ülkemin sağlık sorunlarını, pediatri -çocuk sağlığı ve hastalıkları- derslerinde öğrendim. Bugün, binde 20’nin altına inmiş olan bebek ölüm hızı, o zamanlar binde 160’larda idi. Ne çok bebek, ne çok çocuk öldü elimizde; pek çok çocuğa soluk verdik… Dünyadan Büyüktür Çocuk | 187 ‘Habersiz hepsi kızamıktan ve ölümden, kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz ve düşmüş bir gül oluyorlar birden, bebekler ölüveriyorlar, ölümden habersiz. ’ 1979, Dünya Çocuk Yılı. Tıp Fakültesi Mezuniyet Albümümüzde bu yılın anlam ve önemine yalnızca dizgelerle yer vermiştik: Siz, dünyanın bütün çocukları, geliniz; Rüyalardan ve şarkılardan bir halka... O zaman, çocuk hakları tanımlanmamıştı. 1985. Türkiye’de Ulusal Aşı Kampanyası, İshalli Hastalıkların, ardından, Solunum Yolu Enfeksiyonlarının Kontrolü çalışmalarına hız verildiği yıllarda, ben de hekimlik yaşamımın iki buçuk yılını Sağlık Bakanlığı’na bağlı olarak bu çalışmalara adadım. 1988 yılının Şubat ayında, ulusal programların değerlendirilmesi için görevlendirilmiş, aslında Van’a gitmek isterken Erzincan Ekibinin içinde yer almıştım. Doğu Anadolu’yu, dağları karlı Erzincan’ı ilk kez o zaman gördüm. ‘Bir köy gördüm ta uzaktan, dağlar ardında kalmış bilmezsiniz, kar örtmüş, göremezsiniz karanlıktan yalnızlıkta üşür üşür de çaresiz’ Erzincan’ın bir köyünden, bulunduğumuz köyün sağlık ocağına, ağladığı için bir yenidoğan bebeyi bezlere sarıp getirmişlerdi. Anne baba, karda altı saat yürümüşlerdi... Anne ve Çocuk Sağlığı, ülke gelişmişlik düzeyinin en önemli göstergesidir. Türkiye’de anne ve çocuk sağlığını iyileştirmek için bugüne kadar yürütülen programlarda: Genişletilmiş Bağışıklama, Akut Solunum Yolu İnfeksiyonlarının Kontrolü, İshalli Hastalıkların Kontrolü, Anne Sütünün Yaygınlaştırılması, Korunması, Teşviki; Büyüme ve Gelişmenin İzlen188 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı mesi, Fenil Ketonüri Tarama ve Güvenli Annelik Programları ilk sıralarda yer aldı. İki yaşından önce, eğitimci annesini yitiren Dr. Ceyhun Atuf Kansu, doğa ile insanı bir tutar: ‘Yeryüzünde bir ağaç, bir ot, bir çiçek eksilmesin; bir çocuk, bir genç, bir anne eksilmesin istediğim gibi’ der. Babaannem Elmas Uğur, Elmas Halamı doğurup öldüğünde babam, kendisinden küçük üç kardeşi ile birlikte öksüz kalır. 2000’li yıllarda kızamık hastalığının ortadan kaldırılması hedeflenmiş olduğundan, tıp fakültesi öğrencileri artık bu hastalığı ve aşı ile korunulabilen, günümüzde yüzleri değişen bazı diğer hastalıkları tanıyamamaktadırlar. Ancak, günlük yaşamda terör kadar korkutan trafik kazaları ve bireyler arası şiddet, çocuklar arasında da doğal afetlerde olduğundan çok daha fazla can almaya devam etmektedir. Aynı anda, Aksaray’da trafikte 30 öğrencinin ölümü üzerine yazılacak ağıtlar varsa da öncelikle, Kansu’nun yıllar önce sorduğu gibi ilgililerden, hesap sorulmalıdır! ‘Ah, ben bir gün tepelerden, tepelerden, varıp önünüze, önünüze dikilip duracağım, aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden, bir gün soracağım, bu çocukları soracağım. ’ ‘Trafik’ konulu müzik yarışmasında, ‘Acele giden ecele gider derler; Sanki onundur bütün bu yerler; Kuralları bilir ama ezip geçerler; Yazık oldu, gitti gidenler! Diye şarkı söyleyen İzmirli çocukların sesleri yankılanmaktadır: ‘Şöför amca sen de söz ver bana Bu sözlerimi sakın atma yabana İster sürücü ya da yaya olsun Trafik kurallarına herkes uysun’ Çok değerli Ozan’ın yazdığı gibi, yol kıyısında 30 çocuğun mezarı… Ah diyeceğim, ah dökeceğim yol üstüne… Dünyadan Büyüktür Çocuk | 189 Türkiye nüfusu yaşlanıyor olsa da, genç nüfus halen birçok Avrupa ülkesindekinden daha yoğundur. Ülkemiz nüfusunun %30’undan çoğu 5-19 yaş grubunda çocuk ve gençlerden oluşmaktadır. Bu yaş grubunda 16 milyon öğrenci ve aileleri okullarla doğrudan temas halindedirler. Ancak, okul çağı çocukları, okul öncesi çağ çocukları gibi, birincil sağlık hizmetlerinden düzenli olarak yararlanamamaktadırlar. Dr. Kansu, aşağıdaki dizelerini bir köy öğretmeninin son sözlerinden esinlenerek sıralamıştır: ‘Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum Bütün çiçeklerini getirin buraya, Öğrencilerimi getirin, getirin buraya, Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer Bütün köy çocuklarını getirin buraya, Son bir ders vereceğim onlara, Son şarkımı söyleyeceğim, Getirin, getirin. . Ve sonra öleceğim. Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Ben köy öğretmeniyim, bir bahçıvanım, ……………………………… Siz çiçek getirin yalnız, çiçek getirin. ’ Okullar, topluma erişebilenin yoludur. 1997 yılının Kasım ayında İstanbul’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda, çağımızın en büyük Türk Ozanı Fazıl Hüsnü Dağlarca (19142008) ile ikinci buluşmamız... İlk buluşmamız, ortaokulda öğrenci iken İstanbul’da Vezneciler’de, Dağlarca’nın 1959 yılında kurduğu Kitap Kitabevi’nin önünde babamla birlikte olmuştu. Yeni kitabını imzaladı bana. Uzaklarla Giyinmek (Sığmazlık Gerçeği). İçinde yine, ‘Çocuklarımız’ var: 190 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ‘İzleyin ayak topunu 11 yürek ………………………. Direkler arasına sığmadılar ………………………………… Nice inançları, Nice bilgileri Nice uygarlıkları Bir koşu ipi gibi göğüslediler çağ çağ Sayısız evrelere sığmadılar ………………………………. Yıldızların sayısına eşit savaşlarla biz Yasakladık ya onlara birbirlerini Çocuklarımız iyice uyandılar artık…… Coğrafyalarına değil Uluslarına bile artık Sığmadılar’ Dağlarca ile, ilk kez 1940 yılında yayımlanmış olan ‘Çocuk ve Allah’ adlı kitabında yer alan ‘Ağır Hasta’ şiirini konuşuyoruz. Bu şiiri de acil çocuk hastalıkları derslerimin bir kısmında ders girişinde okudum. Editörlüğünü yaptığım, çocukluk çağı kazalarını konu alan bir tıp dergisinde yer almasını sağlamıştım. Prof. Dr. Aysel Ekşi’nin editörlüğünü yaptığı ‘Ben Hasta Değilim- Çocuk Sağlığı ve Hastalıklarının Psikososyal Yönü’ adlı kitabının girişinde de yer alır. Dağlarca ile görüşmemde, ‘Ağır Hasta’ şiirini ateşli havale geçiren kardeşi için yazdığını öğrendim. ‘Ne güzel gidiyor yüzer gibi vücudumun bir yeri’ dizesinden, çocuğun geçirdiği havalenin, vücudun bir tarafını tutan, dalgalanan bir kasılma olduğunu anladım. Çocuğun gözleri örtüktür, bilinci kapalıdır. Çocuk, hasta olmasına karşın iyimserdir. Oyuncaklarını, değnekten atını düşünDünyadan Büyüktür Çocuk | 191 mektedir. Kardeşinden, atına su vermesini istemektedir. At binmeyi iyi bilen Dağlarca’nın en sevdiği hayvan da attır. Çocuk, büyümektedir... Anne ve kardeş, duvardaki resimlere bakarak geleceği düşlemektedirler. Dağlarca’nın tüm şiirlerinde anne motifi derindir. Bu şiirde, annenin hüznü ne güzel anlatılır. Anne ağlamaktadır. Zaman, sabaha karşıdır. Ortam sessiz, dışarıda hava rüzgarlıdır. Annenin göz yaşları saçılan ışıklar gibidir. Üfleyerek çocuğu serinletmeye çalışırken bir yandan da dua etmektedir. Gerçekten, çocuğun geçirdiği ateşli havale en çok anne babayı yorar; onları yatıştırmak, eğitmek gerekir. Dağlarca’nın, çocuklar için yazılmış şiirlerinin yanı sıra çocuk ve çocukluk konulu şiirleri de ayrıca ele alınmaya değer. Dağlarca’ya göre, şairlerin yolunu çocuklar aydınlatır. Çocuklara yönelik yazacaksa, anne gibi sevmeli çocuğu şair ve yazar. Çocuğu sevdiği için saniyeleri gösteren saat gibi yazar çocuğu. Kuş Ayak, Balina ile Mandalina, Yazıları Seven Ayı, çocuğun içinde kımıldayan kitaplardır. ‘Çocuklar korkunç, Allah’ım Elleri yüzleri saçları Uyurlar bütün gece Yok sana ihtiyaçları’ Fazıl Hüsnü Dağlarca da, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Trakya’da bölük komutanı olarak görev yaparken, 22 çocuğun, kendi deyişiyle, ‘mezara göçtüğünü’ izlemiştir. Dağlarca’yı 20 Ekim 2008 günü uğurlayanlar arasında ben de yerimi aldım. Dağlarca ile son görüşmemizde, ortaokulda iken, Varlık Dergisi’nin kapağında yer alan, kara kalem ile kâğıda kopyaladığım portresinden söz etmiş ve ardından, bu resmi çerçevele192 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı terek kendisine iletmiştim. Bu resmi, Dağlarca’nın müze haline getirilen evinde görebilecek miyim? Aşağıdaki ve daha pek çok benzer tümce, sık sık dile getirilmekte, basında hemen her gün yer almaktadır: ‘Küçük kız, merdiven boşluğundan düştü!’ ‘Üç küçük çocuk, evde yanarak can verdi!’ Günümüzde, önemli hastalıklar nedeniyle hastalarını başarı ile tedavi edebilen hekim, bu çocuklardan birinin ağır yaralanması, ya da yaralanma sonucu ölmesi durumunda büyük düş kırıklığına uğrar. Anne babaya düşen, şok, öfke, suçluluk, yas, süreğen üzüntüdür. Hastalıklardan ölümler azalırken, önlenebilir hastalık ve ölüm nedenlerinden birini oluşturan kazalar/yaralanmalar ülkelerin gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun önemli bir halk sağlığı sorunu olarak yerini korumaktadır. Tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de yaralanmalar, yaşamın ilk birkaç ayından sonra çocuklarda ve gençlerde ölüm nedenleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Kazalara bağlı ölümler, sağlık sorununun görünen yüzüdür, ancak ölümlerin yanı sıra pek çok yaralanma oluşmakta, ağır yaralanmalar engelli yaşama yol açıp sağlıklı yaşam süresini kısaltmaktadır. Kazalar her iki çocuktan birini ciddi biçimde etkilemektedir. Dr. Barbara Barlow’a göre, yaralanma olgusu, toplum sağlığının göstergelerinden biridir. Yaralanmaların sık olduğu ülkelerde ciddi toplumsal sorunlar mevcuttur. Dünyada her gün 2000’den fazla çocuk, istemsiz ya da kazaya bağlı yaralanma sonucunda ölmektedir. Karayolları trafik kazalarında yılda 260.000 çocuk ölmekte, yaklaşık 10 milyon çocuk yaralanmaktadır. Trafik kazaları, 10-19 yaş grubu çocuklarda ölümün ve engelli yaşamın başlıca nedenidir. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 193 Her yıl, 175.000’den fazla çocuk suda boğulmaktadır. Boğulayazan üç milyon çocuğun bir kısmında gelişen beyin hasarı nedeniyle, ölümcül olmayan olgular- boğulayazma- kaza tipleri arasında sağlık açısından ve ekonomik açıdan etkileri en fazla olandır. Ateş/yangın ile igili yanıklar, yılda 96.000 çocuğun ölümüne yol açmaktadır. Ölüm oranı, düşük ve orta gelir düzeyine sahip ülkelerde, yüksek gelir düzeyine sahip ülkelerdekinden 11 kat daha fazladır. Yaklaşık 47.000 çocuk ölüme düşmektedir(!). Yüzbinlercesi ise düşme sonucunda yaralanmaktadır. 45.000’den fazla çocuk, istemsiz zehirlenme sonucunda ölmektedir. Bu kazaların yüzde 95’i gelişmekte olan ülkelerdedir. Afrika’da istemsiz yaralanmalara bağlı ölümler en sıktır; Avustralya, Hollanda, Yeni Zelanda, İsveç ve İngiltere gibi gelir düzeyi yüksek, aynı zamanda, çocuklarda yaralanmaların en az olduğu ülkelerdekinden 10 kat fazladır. Son 30 yıl içinde, yüksek gelir düzeyine sahip birçok ülkede çocuklarda yaralanmalara bağlı ölüm oranları yüzde 50’ye kadar azalmışsa da, bu ülkelerde de çocukluk çağında ölümlerin yüzde kırkı yaralama nedeniyledir. Kanıtlanmış önleme yöntemleri her yerde uygulanabilirse, her gün 1000 çocuğun yaşamı kurtarılabilir! 1989 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından Taraf Devletlere sunulan Çocuk Hakları Sözleşmesi göz önüne alındığında, kazalara ilişkin UNICEF raporunun sonuç bölümü, sağlık planlayıcıları, politikacılar ve çocukların esenliği ile ilgilenen diğer bireyler için tartışmaya açık en yararlı bölümdür: Çocukluk çağında yaralanmalar sıktır. Çocukluk çağı yaralanmaları önlenebilir. 194 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Çocukluk çağı yaralanmalarına ilişkin pek az ülke yeterli veriye sahiptir. Çocuklarda yaralanmaların önlenebilmesi için uğraş veren daha fazla bireye gereksinim vardır. Çocuklarda yaralanmaların önlenebilmesi bir çok kurumun sorumluluğundadır. Çocuklarda yaralanmaların önlenebilmesi için kaynak ayrılmamaktadır. Farkındalığın yaratılması ve sürdürülmesi gerekmektedir. ‘Ah ben gamlı kış güneşi, aydınlığın bütün suçlarını kalbimde taşırım, görerek ah görerek, bilerek bir yığın karanlık gündüzün üstünde yaşarım.’ C. A. Kansu Günümüzde, ülkemizin ana çocuk sağlığı politikalarında önceliğin verildiği alan, anne ve yenidoğan sağlığıdır. Çocukluk çağı kazalarının önlenmesi ve kontrolü, ne yazık ki öncelikli konular arasında yer almamaktadır. Yaralanmalar, rastgele, şanssızlık ya da kader sonucu karşılaşılan, kontrol edilemeyen olgular değildir; bilinen ve ayırt edilebilen risk etkenleri ile öngörülebilir ve önlenebilir. Kaza oluşumunda en büyük etmenler, aile ve çevre koşullarıdır. Çocuklar için güvenli bir çevrenin yapılandırılması, yaralanma kontrolünde en etkin yaklaşımdır. Çocukların yaşadığı çevrelerde ve evde güvenlik için gerekli düzenlemeler yapılmalı, güvenliği sağlamak için gerektiğinde uygun güvenlik araçları kullanılmalıdır. Sürekli eğitim ve yasal düzenlemeler yaralanma kontrolünde etkindir. Günümüzde, gelişmiş ülkelerde, yaralanmaların önlenmesi ve kontrol edilebilmesi için başarılı programlar geliştirilDünyadan Büyüktür Çocuk | 195 miş, yaralanmaya yol açan risk etkenlerinin (güvenli olmayan çevre!) anlaşılması konusunda önemli ölçüde ilerleme kaydedilmiştir. Ülkemizde de kaza nedenlerine yönelik daha ciddi bir yaklaşım benimsenmeli, kazalar da hastalıklar gibi araştırılmalıdır. Çocuk sağlığından ve eğitiminden sorumlu bireyler, yaralanma kontrolünde önemli bir rol oynayabilirler; yasal düzenlemelerin oluşturulmasına katkıda bulunarak güçlü bir savunucu rol üstlenebilirler. Türkiye’ye özgü verilere dayanan, özgün ve kapsamlı kaza/yaralanma kontrolü programları oluşturulup uygulanmalıdır. Bu programlar kazaların sıklığını azaltacaktır. Ancak, yaralanmayı önlemek üzere “çocuğun korunması”nı amaçlayan, çok daha “özgün yaptırımlar”a gereksinim vardır. Sorun, çocuğun ihmali, zaman zaman çocuk istismarı kapsamı içindedir! Çocuklarımızın geleceği, çocukluk çağının istemsiz yaralanmaları ile yakından ilişkilidir! Çocuk Hakları Sözleşmesi yaşam, sağlık, eğitim alanlarında standartları belirlemiş, ayrıca evde ve dışarıda, her türlü koşulda şiddet ve istismara karşı çocukları korumaya almıştır. Çocuk doğmadan önce ve doğduktan sonra yasal açıdan ve diğer açılardan korunmalı, çocuğun içinde yaşadığı toplumun kültür değerlerine saygı gösterilmelidir. Her çocuğa aynı koruma, diğer yandan, yoksula daha fazla koruma sağlanmalıdır. Çocuk haklarının güvenceye alınmasında uluslararası işbirliği sağlanmalıdır. Çocuk sağlığı sorunlarının çözümlenmesi, eşitsizliklerin giderilmesi ile olasıdır. Yoksulluk ve işsizlikle savaşım hekimlerin de uğraşıdır. Toplumla bütünleşmek, bireyi bütüncül yaklaşımla ele almak, önce sağlığı korumak ve geliştirmek gerekir. Yaşamak, gelişmek, temel sağlık ve güvenlik gibi, kazaya uğramamak, yaralanmamak her çocuk için bir haktır! 196 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı KAYNAKÇA Ceyhun Atuf Kansu, Tüm Şiirleri I ve II., İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1978. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Uzaklarla Giyinmek-Sığmazlık Gerçeği, İstanbul: Tümzamanlar yayıncılık, 1997. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Çocuk ve Allah, İstanbul, Varlık Yayınları, 1940. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Bütün Şiirleri I ve II, Delta Dizisi, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2008- 2009. Mustafa Ruhi Şirin, “Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Söyleşi”, Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 421, Kasım 2008. Ekşi A. (Ed), Ben Hasta Değilim, Çocuk Sağlığı ve Hastalıklarının Psikososyal Yönü, İstanbul, Nobel Tıp Kitabevleri, 1999, İkinci Baskı, 2010. Uğur Baysal S. (Ed), “Çocukluk Çağında Yaralanmalar”, Klinik Çocuk Forumu Dergisi, 2004; 4-2. Uğur Baysal S., “Önce Güvenlik!”, Cumhuriyet, Olaylar ve Görüşler, 23 Aralık 2006. Uğur Baysal S., “Trafikte Çocuk Güvenliği”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 2008: 21. World Health Organization. Violence and injury prevention and disability (VIP). http://www.who.int/violence_injury_prevention/child/injury/world_report/en/ Injury Free Coalition for Kids, Columbia University, Department of Epidemiology, School of Public Health. www.injuryfree.org Dünyadan Büyüktür Çocuk | 197 198 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Ertan Eðribel Şehir, Kitap ve Çocuk Bir şehri tanımak ve bir şehre ait olmak, önce belli istikametlerin keşfi ve bunların ezberiyle oluşur. Benim şehri tanımam, çocukluğumun sinemaları ve bu sinemalar önünde satılan kitaplar aracılığıyla oldu. Çocukluğumun ilk büyük serüvenlerini ev ile sinema önündeki seyyar kitap satıcıları arasında geçirdiğim yolculuklar sırasında yaşadım. Okuduğum kitapları değiştirip tekrar yeni kitaplar aldığım bu yol, bana ait bildik ilk güzergâhlardı. Sonra eve getirdiğim kitaplar aracılığıyla daha büyük serüvenlere çıktım. Bu yol üzerinde bakkallar, kahveler, berber dükkanları, balıkçılar, manavlar, yorgancılar, tuhafiyeciler, ayakkabıcılar, terziler, fotoğraf stüdyoları, pastahaneler, fırınlar, pide salonları, lokantalar ve çeşitli seyyar satıcılar olurdu. Tatlıcı, simitçi, renkli yumurta dövüştürücüleri, dondurmacı, gazozcu, ayva, armut, elma gibi mevsim meyveleri satıcılarından ve şans kader çektiricilerden oluşan gürültücü seyyar kalabalık birlikte hareket eder, arada bir polisler gelir sinema gişesinin önünü, yolu ve kaldırımı kapatan satıcı çocuk kalabalığını dağıtırdı. Ama aynı kalabalık kısa zamanda yeniden bir araya gelir, tezgahlar yeniden açılırdı. Şehir o zamanlar çocuklarındı. Kitap alıp satmak, kitap değiştirmek şenlikti. Şehrin yeme içmesine, gezmesine, kavgasına katılmak, insanına sokulmaktı. Bir zaman sonra daha seçici oldum, bazı kitapları değiştirmeyi bıraktım. İlk kütüphanemi böyle kurdum. Çizgi roman kütüphanesi! 200 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Harflerin ve çizgilerin kendine özgü sihirli bir dünyası vardı. Bu sihri tek bir kitap belirtmez, bir başkasına yönlendirirdi. Bu yolu takip etmek eğlenceli ve sabırlı bir işti. Okuldan ve sokak oyunlarından kaçtığım zamanlar da kitaplar nedeniyle oldu. Önce şehrin kiralık kitap okunan yerlerini keşfettim. Elden düşme kitapların satıldığı ve kiralık olarak okunduğu bu karanlık yerlerde küçük bir çocuk olarak önce yadırgandım, sonra herkes bana alıştı. Kitaplar bittiğinde yenilerini aradım, ilk kütüphaneyi de böyle keşfettim. Şehrin gösterişsiz bir ara sokağındaki bir binanın birinci katında okula benzeyen bir ciddiyeti olan, ama masaların üzerindeki resimli çocuk kitaplarıyla havai bir neşe taşıyan bu ıssız yere çekinerek de olsa girmeyi becerdim. Pencereden gördüğüm cilt cilt kitaplara kavuştum. Şehrin halk kütüphanesinde kitapları istediğim gibi karıştırmanın keyfi, masaların üzerinde okunacak bu kadar çok kitap olması başımı döndürürdü. Kütüphane memuru ciddiyetle okuduğum kitapların türü ve adetini bir çizelgeye işaretletirdi. Edepli ve sessiz kitap ve dergi okur, kendi kendime gülümserdim. Tenha masalarda tek tük gelen yaramaz çocukları kütüphaneci hanım ciddiyetle sustururdu. Giderek onun özenli taranmış ve arkaya toplanmış saçlarını, kalın, siyah gözlüklerini, kokmayan bulaşmayan ciddiyetini kitaplarla özdeştirdik. Kitap ve dergiler edepliydi. Her şey sadece çocuk için değil yetişkinler için de rahatsız verecek kadar düzenliydi. Bu tertip ve düzen bana bu çerçevenin dışında daha güzel, daha eğlenceli bir hayatın olduğunu belli belirsiz hissettirir, güvensiz ama yeni ve sınırsız bir dünya olacağına inandırırdı. Başka kitapların da olabileceğini böyle keşfettim. Elleri cebinde yürüyen şaşkın, beyaz bir çocuktum. Okul yolu üzerinde kuruyemiş, plastik oyuncaklar, sakız, çikolata, gazete satılan, karanlık, her şeyin dizilmeden istif edilmiş görüntüsü verdiği, eski, tozlu, karışık dükkanın raflarında yine kendiliğinden istif edilmiş bir yığın halinde kitaplar yer alırdı. Sahibi nedeniyle yetişkinlerin zorunlu olmadan alışveriş yapmadıkları bu dükkan çoDünyadan Büyüktür Çocuk | 201 cuklar için adeta korkulan ve uzak durulan bir yerdi. Kiralık kitap okumak istediğimi söylediğimde aksi, garip olarak tanınan dükkan sahibi önce kabul etmedi, ancak fındık fıstık alıp tezgah üzerinde sergilenen gazete başlıklarının önünden hiç ayrılmadığımı görünce sadece bana izin verilen bir köşede, üzerinde çömelir gibi kitaplar okuduğum küçük, hasır bir kürsüm oldu. Dükkan sahibinin hep uyuyan, dalgın ve tembel kedisinden, dükkanda varlığını belli etmeden nasıl durulacağını öğrendim. İki katlı, küçük, köhne bir evin alt katının büyük odasından bozma dükkanda kimi zaman evin hanımı yukardan seslenir, dükkan sahibi bana güvenmediğini belli ederek bir şey almak için eve çıkardı. Onun tercihiyle yakınlık kurmadan, her an vazgeçilecek kenarda, kapı önünde biri olarak kaldım. Adını hiç öğrenmedim, amca, dayı gibi hitaplarda da bulunmadım. Konuşmaya bile gerek duymazdık. Sınırlarımız çok keskindi. Sınırların biliniyor olması rahatlık sağlamazdı, çünkü aramızda dengesiz bir üstünlük vardı. İsterse sınırları başka yere götüreceğini ve yeni sınırların bu olacağını karşılıklı bilirdik. Birbirimize olan uzaklıktan kaynaklanan garip bir saygı vardı. Daha önce okumadığım, hiç anlamadığım konulardan söz eden kitaplar arasında ilk erotik yayınlara burada rastladım. Yabancı dilden yayınların da olduğu tozlu raflardaki kitapların eski kokusuna uymayan çeşitli süprizleri vardı. Yeni keşiflerim her seferinde beni şaşırtmaya devam etti. Üst üste yığılmış kitapları dükkan sahibinden çekinerek kendime göre yeniden dağıtmak, içlerinden belli kitapları ayırmak hoşuma gider, hergün yaptığım bu iş sonrasında eve gittiğimde ellerim ve üstüm sokakta top koşturmuş gibi kir pas içinde olurdu. Annem üzerimi değiştirmeden, ellerimi yıkamadan hiçbir şeye dokunmama izin vermezdi. En büyük haylazlığım kitaplardı. Beyaz saçlı, uzun boylu, ince kemikli, hafif kamburlaşmış, fakir ama özenli giyimli, Rus göçmeni olduğu söylenen dükkan sahibinin o zamanlar anlayamadığım bir uzaklık ve çekingenlikle “ko202 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı münist!” olduğu fısıldanırdı. Samsun küçük bir yerdi. Kastedilenin Karadeniz’in ötesinde, çok uzak yerlere ait olmak anlamında geldiğini hissederdim. Çocukluğumda o’nun aksiliğini, yabancılığını, uzaklığını buna bağladım. Denizin kıyısındaydık ama bizim için deniz karanlık, hırçınlık, bilinmezlik, macera anlamına gelirdi. Balığı bile tezgahlarda görür, limonlu severdik. Kimi zaman bilmediğim bir nedenle aksilik çıkaran, “bugün kiralık kitap yok” diyen ve beni kovan bu aksi adam, kimi zaman yine en aksi halini kaybetmeden okuduğum kitaplardan para almazdı. Birbirimizi göz ucuyla takip ederek kitap okurduk. Hep uzaktı. Hep aksi ve herkese kızgın. Ama hareketlerinde hiç telaş yoktu. Cumhuriyet gazetesini okurken burnunun yarısına kadar indirdiği gözlüğü ona daha aksi bir görüntü verir, gelmeme veya gitmeme aldırmazdı. Sonra büyüyüp, ona büyüdüğümü özellikle gösterme gayretiyle seçtiğim kitapları satın aldığımda da bana aynı uzaklıkla davranırdı. Çok fazla dükkanda oyalanırsam sıkılır, benle yine çok fazla konuşmadan rahatsızlığını (gitmem gerektiğini) belli ederdi. Benim için bu dükkan sadece kitaplarıyla değil sahibiyle de keşfetmeyi, çıkmayı hayal ettiğim büyük serüvenlerin esrarengiz bir kapısı gibiydi. Mayk Hammer ile aynı boyutta olduğu için yanlışlıkla aldığım “Sevgi Yumağı” kitabını, çizgi roman dergisi “Salata”da “Gündüz İnsan, Gece Hırt”ı, Oğuz Aral’ın “Utanmaz Adam”ının renkli ilk baskılarını ortaokulda gizlice okudum. Arkadaşlarla aramızda değiştirdiğimiz, çoğalttığımız kitaplar zamanla değişti. Siyasi illegal yazıları okumayı lisede öğrendim. Gizli bir iş yapmanın keyfi ve zaferiyle. Yazlık ve kışlık sinemaların gizli sigara içilen bölümlerinin müdavimi oldum. Artık şehir değişmiş, çocukların elinden gençlerin pervasız ellerine doğru geçmişti. Kitaplar şehre koyduğumuz işaretlerdir. Sinemalar. Aşklar. İşaretler çoğaldıkça her şehir giderek daha çok tanıdık gelir. Bilmediğiniz bir şehirde bile kaybolmazsınız. İstanbul’a geldiğimde hiçbir şey beni şaşırtmadı. Hiçbir şey yabancım değildi. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 203 Batı Merkezli Dünya Düzeni ve Çocuk: İhmal, İstismar ve Taciz Sosyoloji ve toplum bilimlerinin varlık nedeni, toplum sorunlarının anlaşılması ve bu sorunların toplum etkinliği temelinde çözümüdür. Sorunların çözümü maddi koşulların tahlili yanında maddi koşulların değişmesi ile mümkündür. Sorunlar/koşullar üzerinde belli bir yöntem (irade/bilinç) ve toplum düzeyinde örgütlenmeler ile etkili olunmaktadır. Bu durumda bilimsel çaba daha geniş kuramsal bir bakışı ve toplum örgütlenmesini gerektirmektedir. Maddi koşulların değişmesi, yeni bir aşamanın geçerli hale gelmesi, kendiliğinden ilişkilerle mümkün olmadığı gibi toplum içinde anlık, gündelik, doğrudan ilişkilerle de gerçekleşmemektedir; bugünden yarına anında bir çözüm mümkün değildir. Bu, çözümün sınırlılığı veya genişliği ile ilgilidir. Ancak günümüzde köklü bir yöntem değişikliğini öneren bilimsel çalışmalar masa başı çalışmalar olarak (kuramsal, ideolojik) küçümsenmekte ve sınırlı da olsa kısmi, anlık çözümler, mevcut durumu rehabilite etme düzeyinde belli uygulamalar öne çıkarılmaktadır. Günümüzde, dünyada ve Türkiye’de sosyolojide genel eğilim bütünsel kuramlardan ve toplum düzeyinde çözüm çabalarından vazgeçerek, mevcut koşulları değişmez veri olarak kabul edip bireysel düzeyde çözüm çabalarının (uygulamaların) öne çıkması biçimindedir. Çocuk sorunu ve çözümü denildiğinde de anlaşılan budur. Esas tartışılması gereken 204 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı bu çerçevedir. Biz bu çalışmada çocuk ihmal, istismar ve taciz sorununu, mutlaklaştırılan Batı merkezli dünya düzeniyle ilişkili bir değişme(me) temelinde, toplumsal çözülme, bozulma ve kokuşmanın genelleşmesi sorunu olarak değerlendireceğiz. Sosyolojinin ve modern bilim anlayışının ortaya çıkışında sorunlar düzen ile ilişkili olarak ele alınmıştır. Eski ve yeni düzen arasındaki çatışma, toplum içinde çatışan sınıflar arasındaki çekişme ve bu çekişmenin aşılması yeni değerler üreten temel kaynak olarak görülmüştür. Modernleşmeden anlaşılan eski düzen ilişkilerinin aşılması ve en geniş düzeyde burjuva çözümünün ve yeni değerlerin savunuculuğu biçimindedir. Ancak burjuvazi eski düzeni tasfiye ederek kendi düzenini sağlamlaştırdığında sorun yeni düzeni ve değerleri temellendirme çabası olmaktan çıkmış, birey ile toplum arasında uyumu sağlamak, bireyi düzene katmak/ortak etmek yönünde açıklama ve uygulamalar önemli hale gelmiştir. Sorunların çözümü mevcut düzenin sınırları içinde, düzenin kendi yarattığı sorunlar olarak bireyin eksiklikleri ve yoksunlukları temelinde sosyal hizmet mesleği çerçevesinde aranmaktadır. Sorunlara bakışta bu yöntem değişikliği çeşitli konuların ele alınışını değiştirerek bireysel düzeyde anlık, doğrudan çözüm çabalarını ve örgütlenmelerini öne çıkarmaktadır. Çocuk sorunu denildiğinde de, farklı bir öneri söz konusu değildir. Artık temel ilişkiler içinde örgütlenme ve çözüm çabası yerine, gündelik ilişkiler içinde bireysel düzeyde sorunların çözümü amaçlanacaktır. Bireyin toplumla ilişkisi ve uyumu eğitim ve uzmanlık sorunu olarak değerlendirilecektir. Bu tavrın geçerlilik kazanmasında Batı uygarlığının üstünlüğü, günümüz eşitsiz dengesinin mutlaklaştırılması ve doğallaştırılması bulunmaktadır. Batı-dışı toplumlarda da, mevcut koşulları aşmak yerine bu koşullara uyma çabası, Batı açıklamalarının geçerlilik kazanmasını sağlamıştır. Bireysel düzeyde çözüm/ uyum çabalarının öne çıkması bu nedenledir. Sorunları en geniş düzeyde ortaya çıkan örgütlenmeler çerçevesinde kökten çözme, Dünyadan Büyüktür Çocuk | 205 yeni ortak değerler üretme ve katılma, ilerleme çabasından vazgeçilmiştir. Bu durumda bireyin çözümle bütünleşme ve katılma çabasını geliştirip kendini ve toplumu zenginleştirmesinde tıkanıklıklar ortaya çıkacaktır. Çocuk sorununun toplumsal bir sorun olması, mevcut toplumsal ilişkilerin bir ürünü olduğu ve bu ilişkilerin bütününden kaynaklanan bir sorun olduğu anlamına gelir. Diğer bir deyişle bu sorun, insanın kendi doğasından kaynaklanan, doğal, mutlak bir sapma değildir. Bir hastalık gibi ele alınamaz. Bu nedenle çocuk sorunlarının çözümünün toplumsal düzeyde, mevcut toplumsal ilişkiler yerine yeni toplumsal ilişkilerin ortaya konmasıyla gerçekleştirilmesi gerekir. Çocuk sorunu Batı dünya egemenlik ilişkilerinin bütününe dayanan ve buna uygun düşen belli bir dünya görüşü ve kurumsallaşmalarla tamamlanan bir egemenlik düzeninden kaynaklanmaktadır. Aile, okul gibi çocuğun yakın çevresinin ötesinde toplum yaşamının tüm alanlarına kadar kendini gösteren çok temelli ve bütünsel bir sorundur. Bu anlamda toplumsal ilişkilerin bütünüyle ilişkilidir. Doğrudan, anında ilişkilerden kaynaklanan özel bir sorun değildir, egemen ilişkiler sisteminin bütünü tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle çocuk sorununun gerçek çözümü, mevcut toplumsal ilişkilerin köklü bir değişimi ve dönüşümüyle mümkündür. Toplumsal sorunların çözümü ancak mevcut koşulları aşan yeni örgütlenmelerle, toplumun kendi ilişkilerinin ötesinde toplumlar arası ilişkiler çerçevesinde getirilen çözüm temelinde ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık günümüzde toplumun kendi ilişkileri içinde sağlayamadığı sorunların çözümünü yeni ve daha geniş örgütlenmelerle aşması yolundaki çabaların önü kapatılmıştır. Bunun ötesinde devlet, uygarlık, toplum bu ilişkileri yaratan ve düzenleyen temel kaynak olmaktan çıkmıştır. Bu anlamda kamusal sorumluluk anlayışından vazgeçilmiştir. Bu görevi üstlenen çeşitli sivil toplum örgütleri yeni ilişkiler ve değerler yaratarak sorunun çözümü yerine, mevcut düzen için206 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı de gündelik belli uygulamaları öne çıkarmaktadır. Kurumsallaşma çabası da genel sorunlardan bağımsız, doğrudan gündelik ilişki ve dar örgütlenmeler düzeyindedir. Düzen ile ilgili çeşitli sorunların uygulamalarla sınırlı sosyal meslek düzeyinde gündeme gelmesi bu nedenledir. Bu darlaştırma sıradan, anlık ilişkiler ve görünümler düzeyinde sorunların çözümünün amaçlanmasından kaynaklanmaktadır. Toplumlar kendi varlıklarını belli bir düzen ve süreklilik içinde sürdürmek için, belli örgütlenmeler ve değerler oluşturmuşlardır. Bu örgütlenme ve değerler, toplumlar arası ilişkilerde elde edilen çözüm ve birikimden bağımsız değildir. Dünya uygarlık tarihinin gelişimiyle birlikte belli ölçütler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle belli ilişki ve davranışlar (ihmal, istismar, taciz gibi) anormal veya toplumsal sapma olarak değerlendirilmiştir. Ortak davranış ve değerler, toplumların karşılıklı çatışma ve ilişkiler içinde elde ettiği çözüme dayalı bir dengeyi belirtmektedir. Bu dengenin tartışılması ve aşılması ile daha geniş ilişki ve değerler ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık günümüzde yeni bir aşama amaçlamadan mevcut denge/çözüm içinde belli toplumsal değerler, amaç ve kurallar şüpheli, belirsiz hale gelmiştir. Bu anlamda artık sapma, sapkınlık gizli, sıra dışı, marjinal veya marj-dışı bir durum değildir. Batı düzeninin kendini toplumsallaştırmadaki başarısızlığının bir ürünü olarak düzenin kendisidir. Günümüzde saygı duyulan, boyun eğilen tek güç, şiddettir. Düzen şiddet aracılığıyla kendini kutsallaştıracak, tartışılmayan, tapınılan bir egemenliği dayatırken bunun dışındaki her türlü değer, inanırlılığını ve geçerliliğini yitirecektir. Sorunların açmaz haline gelmesi, bir başka biçimde çözülememesi nedeniyle şiddet, temel ilişki haline gelmiştir. Günümüz Batı uygarlığının temelinde eşitsiz bir denge, farklılıkları mutlaklaştıran bir işleyiş ve kaosa dayalı bir yapı vardır. Mevcut Batı merkezli dünya egemenliği, evrensel bir çözüm ortaya koymak yolunda başarısızlığına rağmen kendini sürdürebilDünyadan Büyüktür Çocuk | 207 mek için toplumsal olanı dışlayarak her türlü sapmayı mevcut düzen içinde kendiliğinden bir durum olarak benimseyecektir. Diğer deyişle artık sapma toplumsal yaşantı içinde tolere edilebilir, bir dereceye kadar hoşgörülü olarak karşılanan rutin sapmalar veya bunalım halinde ortaya çıkan geçici sapmalar biçiminde değildir. Günümüz egemen uygarlık düzeni toplum içi ve toplumlar arası ilişkilerde tarihten gelen yaptırım düzenini işlemez hale getirerek kurallara, değerlere uyumu ve açıklığı bozmaktadır. Batı merkezli toplumsal ilişkiler her düzeyde, toplumun amaç ve değerlerini belirsizleştirirken, şiddete dayalı yaşam tarzı toplumsal çözülmeyi, bozulma ve kokuşmayı doğal hale getirmektedir. Bu yapının bir düzen olarak empozesi belli bir egemenlik ve güç ilişkisine bağlıdır. Toplumsallaşma da ancak bu düzeyde sağlanmaktadır. Günümüz egemenlik ilişkileri şiddete dayalı olarak genişlerken sorunların toplumsal düzeyde açıklanması, çözümü ve örgütlenmesi giderek gerilemektedir. Toplum örgütlenmesinin ve toplumsallaşmanın çözülmesiyle insanlar daha çok bireyselleşmekte, kendini daha güçsüz ve güvensiz hissetmektedir. Bunun sonucu ortaya çıkan kısır döngüde, toplumsal olaylar karşısında kayıtsızlık, toplumsaldan kaçma ve toplumsal değerlere kuşku gibi eğilimler öne çıkmaktadır. Günümüzde çeşitli toplum bilimlerinde çocukluğun vazgeçilmez bir çalışma alanı haline gelmesi toplum örgütlenmesinin genişlemesinin değil, tersine toplum örgütlenmesinde, toplumsallaşmada ortaya çıkan bir daralma ve zaafı göstermektedir. Çocuk sorununun özel bir alan olarak ele alınması mevcut düzen ile ilgili temel tartışmalardan vazgeçildiğinin bir göstergesidir. Dünya ölçeğinde Batı dünya egemenliğinin yol açtığı sorunlar ortada dururken çocuk ihmal, istismar ve taciz söyleminin günümüz uygarlığı ile ilişkili bir sorun olarak değil, aile içi veya yakınlarından kaynaklanan psikolojik, etik, cinsel bir sorun, bireysel düzeyde bir sapma, hastalık olarak gündeme getirilmesi, sorunun anlaşılması ve çözümünü saptırmaktadır. Batı uygarlığı ken208 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı di yarattığı sorunları kendi dışında değerlendirmekte, çözümü de anlık, uzmanca, mesleki belli uygulamalar, eğitim sorunu biçiminde ele almaktadır. Günümüzde toplum sorunları siyasi gündemin ve dar bir elitin egemen olduğu düzenin marjinal eklentisi durumundadır. Bu marjinalleştirme şiddetin dışında yeni bir çözüm öngörülmemesindendir. Şiddet, şiddetin çeşitli biçimleri, cinselliğin saldırgan kullanımı, şiddete karşı kayıtsızlık gündelik hayatın ve mevcut düzenin merkezindedir, ancak bu ilişkileri (bir değer olarak) doğrudan savunmak mümkün olmadığından sapkınlık veya marj-dışı olarak değerlendirilecektir. Bu konuda bir samimiyet söz konusu değildir. Şiddet ve şiddetin çeşitli biçimleri doğrudan savunulmasa bile, bir insanlık durumu gibi ele alınacaktır. Günümüzde şiddete dayalı dünya egemenlik düzeninin bir parçası olarak yoksulluk, cinsel sapma grotesk bir iğrençlik, umursamazlık ve alay konusudur. Bu anlamda her düzeyde ihmal, istismar ve taciz, belirgin bir inançsızlık ve kayıtsızlıkla karşılanacaktır. Geçmişte marjinal bir sapma olarak görülen ilişkiler artık toplumsal bir ilişki, bir hak, özgürlük, farklılık olarak gündelik hayatın merkezindedir. Düzenin bir uzantısı olan bu sapmaları bir uygarlık değeri olarak savunmak mümkün olmadığından bireysel düzeyde bir farklılık, insan doğasından gelen bir eğilim olarak değerlendirmek olağan karşılanacaktır. Böylece sorunlar yeni bir toplumsal örgütlenme ve uygarlık tartışması olmaktan çıkarılacaktır. Baskı, şiddet ve cinselliğin sapkın biçimleri gerçekte örgütsüzlük, güvensizlik, her türlü aidiyet ve kimliklere karşı inançsızlık, doyumsuzluk, hazcılık, toplumsal değerlere karşı kuşku ve kayıtsızlığın bir biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Toplumsal örgütlenme ve dayanışmanın çözülmesi, çözümsüzlüğün ve farklılığın yüceltilmesi bu eğilimlerin baskın hale gelmesine yol açmaktadır. Bu nedenle eleştiri ve çözüm çabası, düzenin temelini tartışmayacak biçimde yapılacaktır. Sorunlar toplumsal düzeyde görülürken, çözüm çabasının bireysel düzeyde ele alınmasının tersliği bu Dünyadan Büyüktür Çocuk | 209 nedenledir. Çözüm, bireyin topluma/düzene katılmasını ve uyumunu sağlayacak biçimde sosyal hizmet mesleğinden (bir hayırseverlik anlayışı olarak) beklenmektedir. Bu çaba gerçekte sorunları temelinden çözme amacından uzaktır, bunun yerine sorunlardan kaynaklanan sonuçları izole ederek, çevresini iyilikseverlikle sarmalayarak mevcut düzenin empoze ettiği şiddeti sabit bırakmaktadır. Sürgit iyilikseverlik de mümkün olmadığından, bu ilgiyi canlı tutabilmek için çeşitli olaylardan sansasyonel bir biçimde faydalanılmaya çalışılmaktadır. Bu ilginin bir yönü “günah çıkarma” anlayışı biçimindeyken, diğer yönü istismara dayanmaktadır. Medyanın istismar edici yayınları da ilgiyi kışkırtacak biçimdedir, sapkınlığı lanetlemek amacıyla ilişkisi bulunmamaktadır. Çocuklara yönelik ihmal, istismar ve taciz, bütün insanlığı ilgilendirmektedir. Çocuk sorunu Batı uygarlığının kendi çözümünü mutlaklaştırarak sadece kendini değil, tüm dünyayı bir açmaza götürdüğünün en açık kanıtıdır. Batı, mevcut eşitsiz dengeyi/ düzeni mutlaklaştırarak, insanlığın yeni bir geleceğe, yeni bir aşamaya geçmesini yasaklamaktadır. Bu durum toplumsal çürüme ve kokuşmayı genelleştirmektedir. Çocukların özel hakları olması, özel korunmaya ihtiyaç duyulması, insanlığın geleceği ile ilgilidir. Yeni bir dünya, yeni bir gelecek, aşama amaçlamayan bir uygarlığın önce kendi çocuklarını yemesi, kendi çocuklarının geleceğini karartması kaçınılmazdır. Günümüzde şiddete dayalı dengesiz, eşitsizlik ve farklılıklara dayalı dünya egemenliğinin belirlediği sınırlı ilişkilere mahkum olmuş toplumsal yaşamın çeşitli pratikleri daralarak, yozlaşmış aile kültürüne veya özel alanlara dönüşmüştür. Sistem kendi yarattığı çelişkileri, açmaz ve eksiklikleri yapay, uzmanca belli örgütlenmeler çerçevesinde çözmeyi amaçlamaktadır. Düzenin, çocukların belli hakları olduğunu söylerken, çocuk sorununu ailelerin eğitimsizliğine, bilgisizliğine, yoksunluğuna veya doğrudan aile içi şiddete yüklemesi açmaz ve acizliğinin belirtisidir. 210 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Batı uygarlığının temelinde soygun, sömürü, şiddet ve katliamlar vardır. Bunu herhangi bir saptama olarak görmemek gerekir. Şiddet günümüz yaşam tarzının temel unsurudur. Şiddete dayalı egemen ilişkileri dolaylı veya dolaysız çeşitli biçimleriyle tanımlamak mümkündür. Çocuk ihmal, istismar ve tacizini de bu temelde ele almak gerekir. Günümüzde mevcut düzenin empoze ettiği koşullara bağlı olarak dolaylı veya dolaysız şiddet, siyasetten cinselliğe kadar yaşamın her alanında egemen hale gelmiştir. Batı düzeninin çocukların yaşamına dolaylı (pasif) etkisi, ekonomik-sosyal şiddetin ürünü olan, yoksulluk, eğitim ve sağlık yoksunlukları biçimindeki çocuk ihmalidir. Bu, doğrudan bir saldırganlık biçimi olmasa da, çocukların kişisel ve toplumsal bütünlüğünün parçalanması biçiminde kendini göstermektedir. Dolaylı (pasif) şiddetin doğrudan ve bedensel şiddetten farkı kolaylıkla tanımlanamaması ve göreceli oluşudur. Batı düzeninin çocuklara yönelik (ihmalden öte) dolaysız/doğrudan etkisi ise Batı saldırganlığı ve şiddetinin açık hale gelmesidir. Çocuk istismar ve tacizini en geniş biçimde bu düzeyde tanımlamak gerekir. Çocuk istismar ve tacizinin en doğrudan, en organize, en yıkıcı biçimi Batı-dışı toplumlara yönelik saldırılar, savaşlar veya savaş (nükleer gibi) tehdidi ile ortaya çıkmaktadır. Çocuklara ve genel olarak insanlara yönelik savaş ve savaş tehdidi biçiminde ortaya çıkan şiddet, yok etme, yıkma gibi en saf fiziksel-taciz ilişki biçimini göstermektedir. Savaşa dayalı yaşam tarzı toplumsal hayatın çeşitli yönlerini etkilemekte, gündelik ilişkileri kendine göre biçimlemektedir. Çocuk ihmal, istismar ve tacizi bu ilişkilerin en yozlaşmış (bu yüzden kolay savunulamaz) biçimidir. Doğrudan ve dolaylı fiziksel şiddet sadece savaşlar, ölümler, yaralanmalar, zor yaşam şartları, çeşitli yoksunluklar biçiminde değildir, çocuklara yönelik cinsel-bedensel istismar ve taciz de aynı ilişkilerin doğal bir uzantısıdır. Şiddet toplumsallaşmanın temel biçimi olunca, ilişkilerin çeşitli biçimlerinde ve genel yaşam tarzında da egemen olması kaçınılmazdır. BuDünyadan Büyüktür Çocuk | 211 nun gündelik ilişkiler içinde en saf, en doğrudan biçimi, çocuklara yönelik cinsel istismar ve tacizdir. Şiddete katılma ve düzene ortak olma, sadece doğrudan savaş koşullarında ortaya çıkmamaktadır. Savaş dışında, gündelik hayat içinde de şiddete dayalı yaşam tarzının getirdiği çeşitli ortak alanlar vardır, bunlar içinde en yaygın olanı, cinsel istismar ve saldırganlık/şiddet biçimindedir. Masum olan, korunmasız olan, bundan en çok etkilenecek ve hedef olacak olan çocuklardır. Bu nedenle çocuklara yönelik cinsel istismar, taciz, şiddete dayalı Batı yaşam tarzının bir özelliğidir. Bireysel bir sorun, hastalık olmanın ötesinde, toplumsallaşma(ma)nın biçimidir. Nitekim bugün “bilişim/bilgi toplumu”nda yaşadığımız iddiasına karşılık öne çıkan iletişim/bilişim araçlarının (söz gelişi internet) toplumsallaşma yerine insanın kendisine yabancılaşmasının, çocuklara yönelik şiddettin ve çocuk pornografisinin temel aracı haline gelmesi rastlantı değildir. Yaşadığımız çağ, insani değerlerin içini boşaltarak şiddete dayalı yaşam tarzının empoze ettiği en yüksek değer olarak hedonizmi insanlığın önüne koymuştur. Burada sınırsız şiddet yanında, sınırsız bireysel hazzın, doyumsuzluğun kışkırtılması vardır. Her türlü sapkınlığı, insani bir durum olarak meşrulaşmanın ötesinde, genel geçer bir ilke haline getirir. Çocuk ihmal, istismar ve tacizi biçiminde ortaya çıkan sapkınlıklar karşında, saldırgan ve mağdurları rehabilete etmenin ötesinde koşulların dönüştürülmesi gerekir. Aksi takdirde yeni saldırganlar ve mağdurların üretiminden başka bir sonuç ortaya çıkmayacaktır. Konu ile ilgili kurumlar da mağdurlar üzerinden örgütlendikleri ve sürekliliklerini sağladıkları için, giderek mesleki olarak bu düzenin sürmesinden çıkarları olacaktır. Mevcut Batı uygarlık düzeni insanlık tarihinden, insanın kendini var edişinden ve toplumsallaşmasından bir sapmadır. Batı merkezli şiddete dayalı yaşam tarzı, marjinal olmaktan çıkıp insanlığın varlığı ve geleceğiyle ilişkili toplumsal sorun haline gelmiştir. Şiddete dayalı bu ilişkilere tarafların dengesiz ilişkiler için212 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı de bile olsa karşılıklı katılımı, toplumsal bozulma ve çürümenin tek yönlü bir durum olmadığını göstermektedir. Batı dünya egemenlik ilişkilerinin yaygınlaşması Doğu toplumsal uygarlık düzenini de bozarak karşılıklı çürümeyi genelleştirmektedir. Günümüzde çocukları çeşitli imkanlardan yoksun kılan, çocukluklarını tüketmesini sağlayan koşullar, mevcut sistemin empoze ettiği koşullardır. Toplumsal şiddetin çeşitli biçimleri çocukların fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü parçalamaktadır. Kendisini şiddetle toplumsallaştıran bir uygarlığın çocuklara vaad edeceği yeni bir gelecek yoktur. Çocukların, aslında bütün toplumun gündelik hayatının ve ilişkilerinin darlaşması da bunun bir göstergesidir. Hiçbir yarışı kazanamayacak yarış atlarının yetiştirilmesi sistemi de bunun bir parçasıdır. Bu da şiddetin, yalnızlaştırmanın bir biçimidir. Çocuklara yönelik dolaylı ekonomik, sosyal şiddet ile doğrudan şiddet arasındaki ayrımlar, duyarlılık derecesini göstermemektedir. Sadece ikiyüzlülüğün ve sorumluluktan vazgeçmenin bir ürünüdür. Çocukların savaşlarda zarar görmeleri, istemediği cinsel ilişkiye zorlanmaları ile kendi varlıklarını korumak ve sürdürmek için maruz kaldıkları yaşam koşullarının eksiklikleri aynı düzenin farklı görüntüleridir. En çok karşı olunan çocukların cinsel istismar ve tacizi konusunda da iki yüzlülük vardır. Çocuk pornosu, seks turizmi Batı düzeninden kaynaklanan bu aşağılama ve zorun, artık gündelik hayat içinde toplumsallaştığını ve sıradanlaştığını göstermektedir. Günümüzde Batı’nın empoze ettiği ilişkiler sistemi, insanlığın çok büyük bir bölümünün temel ihtiyaçlarını giderme koşullarından yoksun kalmasına yol açmaktadır. Ancak çocuk sorununu sadece yoksulluk, sağlık, eğitim eksikliği (ihmal olarak) olarak görünüşte dolaylı yönleriyle tanımlamamak gerekir. UNICEF gibi kuruluşların yaptığı budur. Yoksulluk, sağlık, eğitim koşullarının eksikliği veya çocukların savaştan etkilenmesi, toplumları ve bireyleri mevcut dünya düzenine katma ve uyum sorunu olarak Dünyadan Büyüktür Çocuk | 213 ele alınmaktadır. Batı-dışı toplumlarda çocuk sorunu denildiğinde ilk gündeme gelen konular yoksulluk, çocuk işçiliği, eğitim, sağlık gibi, doğrudan toplumsal düzenle ilgili sorunlardır. Bu konular çocuk ihmal, istismar, taciz sorunundan bağımsız iktisadi, siyasi bir eksiklik, yoksunluk sorunu olarak ele alınmaktadır. Batı uygarlığı beslenme, barınma, sağlık vb. sorunları çözmüş gibi görünmektedir, ancak bunu Batı-dışı toplumlarla ilişkilerinde yarattığı sorunlar (yoksulluk, saldırganlık, şiddet vb.) pahasına çözmüştür. Bunun ötesinde Batı’nın iktisadi düzeyde refahından, güvenlik konusunda bir başarısından söz edilmesine rağmen, Batı bugün toplumsal ve etik düzeyde bir çürüme ve tükenme içindedir. Kendi dışındaki bütün toplumları sömüren bir uygarlığın sağlıklı olması mümkün değildir. Çocuk ihmali, istismar ve tacizi, (çocuk pornosu ve ticareti biçiminde yaygınlaşması) bunun bir görüntüsüdür. Batı’da yoksulluk, açlık, eğitim, sağlık gibi sorunlardan geniş ölçüde söz etmek mümkün değildir. Batı, yeri geldiğinde eğitim, sağlık, refah gibi konuları Batı-dışı toplumlarla arasındaki farklılığı açıklamak için temel ölçütler gibi tanıtmakta, “azgelişmişlik” tanımlarına gerekçe yapmaktadır. Buna karşılık ailenin veya yakınlarının çocuğa yönelik ihmal, istismar ve çoğunlukla (aile içi ve yakınlarının) cinsel tacizi vb. gibi sorunların Doğu toplumlarında değil Batı’da yaygın olarak görülmesi, Batı düzeninin kokuşmuşluğunun ifadesidir. Bir başka ifadeyle Batı saldırganlığının, sömürüsünün sonuçları, önce Batı düzenini çürütmektedir. Dünya uygarlığının önüne çıkan sorunları aşacak gücü ve imkanları vardır. Bu nedenle çocuk ihmal, istismar ve tacizi hiçbir biçimde savunulamaz. Savaş ve savaş tehdidinin yarattığı koşullar ve ambargoların ötesinde çocuklara yönelik cinsel istismar ve taciz (kıyaslanması mümkün olmayan eşitsiz bir zoru ve teslimiyeti belirttiği için), savaşta yaşanan şiddetten daha yıkıcıdır. Bu sorunlar hangi birim içinde ele alınırsa alınsın (aile, toplum, uygarlık), günümüz dünya düzeninin kendisini toplumsallaştırmadaki 214 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı başarısızlığının en açık belirtisidir. Batı düzeninin empoze ettiği koşullar sadece kendini değil, kendi dışındaki dünyayı da çürütmektedir. Batı’nın açmazını bütün dünyanın paylaşması için bir neden yoktur. Ancak Batı-dışı toplumlarda çocuk sorunu denildiğinde gündeme gelen sorun ve çözüm yönünde uygulamalar, Batı açıklamalarının bir uzantısıdır. Böylece Batı kendi çürümüşlüğünü, tükenmişliğini bütün toplumların ve dünyanın açmazı gibi tanıtmaktadır. Batı dünya egemenliğinin empoze ettiği çözüm, Batı-dışı toplumlarda açlık, işsizlik, yoksulluk ve şiddeti genelleştirirken, bundan çocukların etkilenmemesi mümkün değildir. Öncelikle bu sorunların çözümsüz kalması, eşitsizlik ve yoksunlukların dünya düzeni olarak dayatılarak açmaz haline gelmesi hem Batı, hem de Batı-dışı uygarlıkların kokuşmasına neden olmaktadır. İnsanın değersizleşmesi, her yönüyle talana, sömürüye açılması, çürümeyi genelleştirmektedir. Günümüzde Batı-dışı toplumlara yönelik sürdürülen saldırılar, Batı’nın yeni bir çözüm önerisi olmadığının bir kanıtıdır. Batı, kendi lehine kurulu mevcut dünya dengesini mutlaklaştırırken, toplumların sorunları açmaz haline gelmektedir. Batı düzeninin getirdiği sapkın sosyal siyaset anlayışı, toplumsallıktan uzak vahşi bir düzeni dayatmaktadır. Batı dünya uygarlığının Batı dışı toplumları da kapsayacak biçimde genişlemesi, Batı sorunlarının Batı-dışı toplumlarda da yaygınlaşmasına, toplum kimliği ve örgütlenmesinin bozulmasına neden olmaktadır. Bu durumda bozulma, çürüme ve kokuşma sadece Batı için değil, Batı dışı toplumlar için de geçerli hale gelmektedir. Küreselleşme, Batı dünya düzeninin dayattığı egemen ilişkilerin, sömürü ve talanın tüm dünyayı yıkıma götürmek pahasına mutlaklaştırılmasıdır. Batı merkezli dünya düzeni insanlığı yok ediyor. Küresel bir elit lehine oluşan yeni dünya dengesi, çeşitli düzeylerde toplum örgütlenmesini dağıtıyor. Günümüzde terslik, Batı-dışı toplumlarda çocuk sorununun Dünyadan Büyüktür Çocuk | 215 Batı’ya benzer biçimde ele alınması ve bu yönde uygulamaların öne çıkarılmasıdır. Devletin/toplumun koruyuculuğu ve kayırıcılığının önemli ölçüde aşındığı günümüzde bu alandaki uygulamalar da, mevcut düzenin dar çıkarlarını gözeten liberal-muhafazakar bir hayırseverlik örgütlenmesi biçimindedir. Sorunların çözümü de bu anlamda (eğitimle, rehabilite edici uygulamalarla) sınırlı çözümler olmaktan ileri gitmemektedir. “Sosyal sorumluluk” projeleri ile desteklenen bu çalışmalar gerçekte mevcut düzeni pekiştirmekte, tükeniş ve çürümeyi meşrulaştırmaktadır. Mevcut Batı merkezli dünya düzeninin ortaya çıkardığı ilişkiler mutlaklaştırılıp, aşılması mümkün olmayan belli koşullar temelinde tanımlandığında sorunların çözümü de bireysel ve gündelik ilişkiler düzeyinde kalacaktır. Koşulların aşılması uygarlık düzeyinde söz konusu olmadığı için, sorunların mesleki düzeyde belli disiplinlerin uzmanca yardım ve katkısı ile çözümleneceği (hizmet bedelli olarak) beklenmektedir. Yoksulluk, engellilik, yaşlılık, çalışan çocuklar, sokak çocukları, şiddet, göç, işsizlik gibi birçok olgu üzerinde bütünsel olmayan, küçük, yararcı belli uygulamalar vardır. Bu sorunların temelini tartışmadan, yetiştirme yurtları, çocuk, kadın, yaşlı ve evsizlere sığınma merkezleri, çocuk yuvaları, huzur evleri gibi ara kurumlarla sorunları çözmek mümkün olmamaktadır. Resmi veya sivil toplum kuruluşu biçiminde ortaya çıkan çeşitli çocuk merkezli kuruluşlar, öncelikle kendisine uygulamaya yönelik bir hizmet ve misyon biçmektedir. Bu durumda bu kuruluşların faaliyetlerinin esası, en azından büyük bir bölümü, bir yandan kendi faaliyetlerine destek olacak projeler bulmak veya bu desteği sağlayacak maddi koşulları oluşturmaktır. Diğer yandan sosyal hizmet mesleğinin faaliyetinin/varlık nedenini ortaya çıkaran olumsuz koşulların ortadan kalkması kendi varlığının da inkarı olduğu için, giderek soruna olan ilgisi körelmekte, duyarsızlaşmakta ve sonunda varlık nedeninden kopmakta, profesyonel bir mesleğe dönüşen işler nedeniyle kurum kendisine ve yaptığı işe yabancılaşmaktadır. Özellikle 216 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Türkiye’de çocuk ile ilgili pek çok sivil toplum kuruluşu bu açıdan bir duyarsızlık içindedir. Yaptıkları işe uygun temel bir tartışma ve örgütlenme biçimi içinde doğmamışlardır.1 Mevcut düzen içinde, hazır, anlık, gündelik çözümleri kurumsallaştırarak kalıcı hale getirmek, böylece sorunun temelini tartışmaktan kaçınmak yerine, mevcut düzene yönelik mücadele ve aşma çabası içinde ortaya çıkacak gerçek çözümlere/kurumlara yönelmek, bir ihtiyaç ve sorumluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun için önce en yaratıcı kaynak olan toplum bilincinin özgür olması gerekir. Yaşam tarzını, umudu, emeği özgürleştirecek, kardeşliği sağlayacak, sömürüsüz ortak bir dünya tasavvuru olmadan sorunları anlamak ve aşmak mümkün değildir. Sorunları yaratan ilişkiler içinde çözüm aramak ve açmaz içinde debelenmek yerine, yeni başlangıçlar yaratarak, hayatın her alanında yeni gerçekliklere ulaşmanın bedeli daha azdır. Bugün insanlığın geleceği tehdit altındadır. Hiçbir ödenecek bedel bundan büyük değildir. Çocukların yaşadığı sorunlardan, ihmal, istismar ve tacizden çıkarılacak ilk sonuç budur. Batı aklı ve düzeni meşruiyetini kaybetmiştir. Batı kendi uygarlığını küreselleştirdikçe, toplumsallığı genişletmek bir yana toplumsallığın sonunu getirerek, insanlığı tehdit eden yıkıcı bir güç biçimini almıştır. Geçmişte birbirlerinin mezarını kazdığı söylenen Batı toplum sınıfları insanlığa karşı bir tehdit olmuştur. Batı uygarlığı artık insanlığın kendi mezarlığını kazıdığı bir küreğe dönüşmüştür. Çocuk sorunu, ihmal, istismar ve taciz elbette bunu göstermektedir. Kaynağı Batı’nın empoze ettiği koşullar olduğu için, önce Batı toplumunda kokuşma ve çözülme biçiminde ortaya çıkmaktadır. Ancak Batı sadece kendi sonunu değil aynı zamanda insanlığın da sonunu hazırlayacak yıkıcı bir güce sahiptir. Bu nedenle her yönüyle mevcut dünya düzeni ve ilişkilerinin yeniden sorgulanması gerekmektedir. 1 Bu açıdan Çocuk Vakfı’nı ayrı bir yere koymak gerekir. Önce meselenin bir uygarlık sorunu olarak kabul edilmesi ve bu yönde bir Çocuk Akademisi’nin kurulması girişimiyle diğer çocuk kuruluşlarından ayrılmaktadır. Ancak bu konunun içeriği ve nasıl bir uygulama ile kalıcı bir biçime kavuşturulacağı belirsizdir. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 217 Her toplumsal sorun gibi çocuk sorunu da nihai olarak toplumsal ilişkilerde köklü bir değişime dayalı olarak çözülebilir. Ama bu elbette mevcut düzenin sınırları içinde çeşitli çözüm çabalarını küçümsemek anlamına gelmez. Bu çabalar kısmi ve iğreti, koşullara bağlı ve geçici olsa da, insanlığın geçmiş birikimine dayanmakta, temel alanda yapılan çekişme ve mücadelenin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle temel çekişme ve çatışma içinde ortaya çıkan her kazanım ihmal, istismar ve tacizi önlemek yolunda bir adımdır. Bu adım köklü değişiklikleri hızlandırmanın bir yolu olarak kullanılabileceği gibi, temel değişikliklerden yüz çevirmenin dayanakları olarak da kullanılabilinir. Toplumsal mücadelelerin tarihi, bunun zengin dersleriyle doludur. Çocuk ihmal, istismar ve tacizine yönelik olarak ortaya çıkan duyarlılık ve tepki ve bunun sonucunda elde edilen kazanımlar, Batı düzeninin her krizinde saldırıya hedef olmakta, Batı-dışı toplumların örgütsüzlüğü ve direncinin olmadığı zamanlarda Batı’nın insafına terk edilmektedir. Çocuk ihmali, istismar ve tacizine karşı duyarlılık ve tepkinin iğreti, geçici bir ilgi, kampanya, konser konusu olmaktan çıkması, ancak kalıcı bir çözüm ve örgütlenme çerçevesinde mümkündür. Bunu mevcut düzen örgütlenmelerinin sağlayamadığı durumlarda, toplum kendi kültür unsurlarını geçmiş deneyimlerden de yararlanarak yeniden yaratmalıdır. Bu yönde ortaya çıkacak ilişki ve kurumsallaşmaların işin özüne yönelik olması işlerliğini de sağlayacaktır. Çocuk sorununun ana ekseni nasıl bir dünya istediğimizle ilgili, daha ileri bir seviyede bütünsel toplumsal ilişki ve değerler yaratma sorunudur. Günümüz Batı düzeni, dünya tarihinin birikim ve zenginliğini reddettiği gibi kendisine bağlı, köksüz yeni bir dünya düzeni amaçlamaktadır Toplumların bugünkü konumlarının ve sınırlılıklarının aşılması egemen güç ilişkilerinin değişmesine bağlıdır. Bu çaba insanları özgürleştireceği gibi yeni değer ve örgütlenmenin de kaynağını oluşturacaktır. Güç ilişkilerinin de218 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ğiştiği koşullarda kısmen, iğreti olarak gerçekleştirilen kazanımlar kalıcı hale geleceği gibi, mücadelenin zoru çatışan tarafların karşılıklı olarak bakış açısının değişmesini ve eğitimini de sağlayacaktır. Bu nedenle mevcut Batı egemenliğine karşı toplumsal mücadelenin bizzat kendisi, çocuk sorununun çözümü sürecinin temel halkasını oluşturmaktadır. Bu sadece mevcut düzenin kökten değişimi anlamında değil, yeni toplumsal değerler ve ilişkileri oluşturmak, köklü düşünce ve bilinç değişim ve yenilenmesini sağlayabilmek açısından da bir zorunluluktur. Mücadele sürecine eşlik eden bu yenilenme ve bilinç değişimi olmadan toplumlar mevcut egemen ilişkiler düzenini yıkabilecek güç, irade ve kapasitelerini de ortaya koyamazlar. Mevcut egemenlik ilişkilerinin empoze ettiği alışkanlık, değer ve davranışların kokuşmuşluğu ancak mücadele içinde ortaya çıkacak bilinç yenilenmesi ve yeni örgütlenmeler çerçevesinde aşılabilecektir. Bu, sorunların çözümünün ertelenmesi anlamında değildir, tersine toplumsal değişim ve yenilenme çabası için bir başlangıçtır. Batı saldırganlığı ve çözümsüzlüğü karşısında uygarlık ve özgürlük temelinde dünya ölçeğinde yeni bir siyaset ve çözüm geliştirmenin imkanları vardır. Geleceğe yönelik bir amaç/çözüm, elbette günümüz sorunlarıyla ilişki kurarak kendini yaygınlaştıracak ve örgütleyecektir. Günümüz Batı düzeni insanlığa, insanlık değerlerine yabancı ve karşıdır. Çocuk ihmal, istismar ve tacizi bunun bir yüzüdür. Batı toplumsal düzeniyle hesaplaşmadan ve gereğini yapmadan toplumsal çürüme ve kokuşmaya karşı çıkmak mümkün değildir. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 219 220 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Yrd. Doç. Dr. Oya Abacý Ankaralı yıllar, çok uzaklarda ama yanı başımda Çocukluğum Ankara’da geçti. Akasya ağaçlarının dizili olduğu sokaklarda bisiklete binerek, gezici dondurmacıyı ya da renkli macunları ahşap bir çubuğa dolayarak satan uzun burma bıyıklı Arnavut macuncunun yolunu gözleyerek, apartman aralarındaki meyve ağaçlarına tırmanarak ve olabildiğince sokaklarda komşularımızın çocuklarıyla birlikte saklambaç, kovalamaca, ip atlama gibi açık hava oyunlarını oynayarak yaşadım. Ailecek gezmeyi seven bir ailenin en büyük çocuğuydum. Her hafta sonu mutlaka Kızılay meydanına gidilir, büyük heykellerin içinde bulunduğu parktan papatya toplanır ve annemin yaptığı papatyadan taçları zevkle başıma taktığımı anımsarım. Bazı hafta sonu akşamlarını Gençlik Parkında geçirirdik. Annem ve babamın büyük havuzun kenarlarında yer alan çay bahçelerinde semaver çaydanlık ile çay içme zevkine sıkılarak katlanırdık üç kardeş. Bir an önce akşamın karanlığı çöksün ve Lunaparkın renkli ışıklı dünyasına kendimizi atıverelim isterdik. Ellerimizde uçan balonlarla atlıkarıncaya, yükselen alçalan bir hat üzerinde dönüp duran bugi bugiye ve göklere yükselen dönme dolaba sevinç çığlıkları atarak binerdik. 222 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı İlkbaharda mutlaka komşularla birlikte organize edilen pikniklerimiz olurdu. Önceden hazırlanan nefis yemekler, yerlere oturmak için serilen kilimler, salıncak yapmak için tedarik edilen kalın ipler, oyun topları ve babaların oyuncağı tavla ile yola düşülürdü. Eğer Atatürk Orman Çiftliğine gidilecekse trenle, şimdilerde üstü kapatılmış ve kanalizasyona dönüştürülmüş olan İncesu deresinin civarına gidilecekse önceden ayarlanmış dolmuşlarla yola konulurdu. O zamanlar hiçbir ailenin özel otomobili yoktu. En çok sinema, ya da tiyatroya gitmeyi severdim. Bir başka keyif de gerek Ankara içinde, gerekse yazları gittiğimiz değişik kentlerde ailecek yaptığımız müze ziyaretleriydi. Kim bilir belki de görsel belleğimin kuvvetli olmasını bunlara borçluyumdur. Akşam babamın eve gelişini dört gözle beklerdik. Günlük gazete, babamla birlikte gelirdi. Gazetenin çizgi romanlarının bulunduğu sayfasını kardeşimle kapışırdık. Haftada bir gün de Doğan Kardeş getirirdi babam. O gün daha bir heyecanla beklerdik babamı. Sonraki yıllar dere kenarında topladığım sarı çiçekleri ve söğüt ağaçlarının salkım salkım dereye uzanan dallarını resimlerimde kullandığımı fark ettim. Meyvesini sevmesem de, yapraklarının yeşiline ısınmasam da hep bir iğde ağacım olsun istemişimdir. Okul yolumda bulunan iğde ağacının İlkbaharda yaydığı koku hâlâ burnumdadır ve o koku beni çocukluğuma götürür. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 223 Türkiye’de Çocuk ve Müze Kültürü Geçmiş yılları ve günümüzü karşılaştırdığımızda, birçok olguyla beraber Türkiye’de çocuk algısının da değiştiğini görmekteyiz. Toplumdaki geleneksel yapının yerini sistemli bilimsel düşünceye bırakma çabası içinde olan Türkiye’de çocuk, korunması gereken aciz insan yavrusundan, hakları olan bir birey olarak algılanmaya başlanmıştır. Son yıllarda eğitim programlarındaki yapılan düzenlemelerden anlaşılacağı gibi, bu durum çocuk eğitimine de yansımış görünmektedir. Çocuk eğitiminde geleneksel toplumun doğmalaştırdığı düşün, çağdaş dünyanın kabul gördüğü eleştirel düşüne doğru evrilmeye başlamıştır. Günümüz Türkiye’sinde aydın olan her ebeveyn çocuğunun kişiliğinin gelişmesini ister. Bilir ki bu, aile içinde verilen eğitimin yanı sıra, büyük ölçüde okulda olmalıdır. Okul çocuklara kuralların ve varsayımların sorgulanmasını öğretmelidir. Bilgiyi hazır verme yerine, çocuklarının bilgiye ulaşabilecek ve ulaştığı bilgiyi dönüştürüp üretebileceği yeteneği geliştirmelidir. Her alanda çocuğun etkin-pozitivist olması öngörülen eğitimde, çocukların ve ailenin katılımcı olduğu okul düzeni istenmektedir. Bu dönüşüm sayesinde eğitime yardımcı olan kurumların ortaya çıktığını görmekteyiz. Eğitimin sadece sınıf ortamında yapılamayacağı gerçeğinden yola çıkınca, eğitimi destekleyen yeni öğrenme ortamla224 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı rı arayışın sonucunda müzeler dikkatimizi çekmeye başlamıştır. Böylece çocuk ve müze kavramı birlikte alınır olmuştur. Müzeler insanlık tarihinin geçmişini ve bugününü gösteren, geleceğe ait ipuçları veren en önemli kurumlardandır. Müze, bir toplumun belleğidir. Gerek bilim, gerek sanat, gerekse tarih müzeleri olsun, yazılı ve görsel belgeleri kronolojik sıralamayla, ya da tematik sergilemeyle sistemli bir incelemenin ürünü olarak ziyaretçilerine sunar. Çocuklar açısından bakıldığında müze, geçmişe ve farklı kültürlere yolculukların yapıldığı çok özel bir kurumdur. Çocukların müze ziyareti sırasında geçmiş yaşantıları anlatan nesnelerle karşılaşmaları, ister istemez onlara farkında olmadan bir öğrenme süreci yaşatır. Çocuklar müzelerden, ait olduğu kültürü öğrenir ve farklı kültürleri tanırlar. Bir topluma ait kültürel değerler rastlantısal değildir. Kültürün bugünü olduğu gibi geçmişi, bir de geleceğe dönük yüzü vardır. Kültür yaşayan, kendi iç dinamikleri olan, devingen ve kendi kendini besleyen, yenileyen bir organizmaya sahiptir. Bu hareketlilik toplumun iç dinamikleri ve farklı toplumların birbirleriyle ilişkileri sonucu oluşur. Kültürel birikimin örnekleri olan yaşam nesneleri ve sanat yapıtlarını çocuklar müzelerde görme imkânı bulurlar. Yeni kültürel değerlerin oluşması da bu birikime bağlı değil midir? Zaman denilen süreçte hiçbir oluşum aynı kalamıyor. Farklı süreçler, farklı ilişkiler yumağı onları kaçınılmaz olarak değiştiriyor, geliştiriyor, yok ediyor, yaşanılan duruma uygun olarak yeniden yaratıyor. Tarihte her uygarlık birbirlerini etkilemiştir. Birbirlerini değiştirmiş, farklı boyutlara yönelmelerini sağlamış, ama bir biçimde günümüze ulaşmıştır. Geçmişten günümüze gelene dek pek çok şeyin değiştiğinin kanıtları müze galerilerinde sergilenen nesnelerdir. Bunların formları, ait oldukları uygarlıkların, zaman Dünyadan Büyüktür Çocuk | 225 içinde durdukları yere, döneme ve gelişmişliğine göre değişmiştir. Bir anlamda her müze nesnesinin ardında, o dönemin sosyal içeriği ve üretim araçlarını kullanma yeterliliği saklıdır. Ardı ardına dizili olan nesneler aracılığı ile çocuk, geçmişle günümüz arasında bağ kurarak değişimi somut olarak görür ve nesnenin ardında gizli olan içeriği kavramaya çalışır. Aynı zamanda geçmişten günümüze gelene dek olan değişimdeki sürekliliğin durmayacağını, gelecekte de devam edeceğini kavrar. Çocuk müzelerde sergilenen nesneler aracılığıyla geçmişle bugünü değerlendirmekle kalmaz, geleceğe ait tasarımlar da yapabilir. Çocuklar büyürken bedensel, bilişsel ve duygusal olarak değişik gelişim evrelerinden geçerler. Bunlara bağlı olarak da birtakım davranışlar ile anlam ve değerlendirme yetileri kazanırlar. Zaman kavramını anlamak, zamanın geçmişi, bugünü ve geleceği içeren bir boyut olduğunun farkına varmak, çocukları giderek tarihi anlamaya vardırır. Tarih, geçmişin algılanmaya başlandığı andan itibaren çocukların gündemine girer. Çocuklar bizim evlerimizde barındıramadığımız, anlatmakla da kavratamadığımız geçmiş yaşamlara ait görsel, yazınsal ve işitsel her türlü belgeyi müzelerde görürler. Üstelik müze, aile tarihinden de çok geriye giderek, çocuğun tarihi anlama sürecine doğrudan katkıda bulunur. Bu durum zamanla çocukların doğru tarih bilinci edinmelerine de yardımcı olur. Çocukların bilgiyi özümseyip dönüştürülebilmesinin öğrenmelerinde bir süreç olduğu kabul edilirse, bunun yalnızca ders kitapları ile yapılamayacağını da kabul etmek gerekir. Yalnızca okuyarak problem çözme, mantıksal düşünme ve düşünmede eleştirel beceriler gibi kazanımlar elde edebilmeleri çok zordur. Müze, çocuklara kitap bilgilerinin yanı sıra anlamalarını kolaylaştırıcı bütün olanakları sağlayarak onlar için farklı bir öğrenme ortamı sunar. Sanat ve uygarlık tarihinde yaşantıları gösteren birçok nesnenin müzelerde bulunduğu ve bu nesnelerle karşılaşmanın eğitici 226 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı yanı düşünülürse, müzeler kitap bilgisini pekiştiren kurumlar olarak eğitimdeki hizmetlerini yerine getirirler. Müzeler bir anlamda görsel eğitim araçlarıdır. Görerek, gözlemleyerek yapılan eğitim daha kalıcıdır. Müze koleksiyonunu, zaman ve mekân ilişkisinde üç boyutlu olarak görmek, o havayı hissetmek ve yaşamak çocuklara gözlem yapma olanağı tanır. Çocuk ziyaretçilerine bilinçli yaklaşan müzeler çocukların bu gözlemlerini iyi değerlendirip, onları yeni yaratılar oluşturmaya teşvik ederler. Müze çocuklara günlük yaşantılarında yaşayamayacakları atmosferi yaratırken, onların hayal güçlerinden de yararlanmalarını sağlar. Gerçek yaşam nesneleriyle/sanat yapıtlarıyla çocuk arasında oluşan iletişim, çocuğun önceden edindiği mevcut bilgilerini yorumlayarak dönüştürmesi için fırsat yaratmış olur. Bu durum çocukları daha yaratıcı düşünmeye ve sorun çözecek performansları ortaya çıkarmaya zorlaması açısında çok önemlidir. Aynı zamanda müzelerde sergilenen dönemlerinin en seçme nesneleri/sanat eserlerini görmek, çocukların estetik beğenilerinde de mutlaka değişiklik yaratacaktır. Müze ziyaretleri çocuklara, kültürel değerlerine sahip çıkma ve koruma bilinci de edindirir. Müze kültür varlıklarını saklar ve onları bizim için korur. Ama asıl koruma, gelecek nesillerin, yani çocukların kültürlerine sahip çıkarak korumasıdır. Müze ziyaretleri çocuklara kültürel değerlerimizi tanıma, onları benimseme ve koruma bilinci edinmelerine katkı sağlamaları açısından da önemlidir. “Çocuklar mutlu oldukları günü hiç unutmazlar, o günü kiminle ve nerede yaşadıklarını da.” diyor Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu’nun yıllar önce okuduğum bir kitabında. Yıllar sonra çocukların gelişimi ve eğitimi sürecinde müzelerin önemi üzerine yaptığımız çalışmalarda Sevgi Soysal’ın bir cümleye sığdırdığı sözünün içerdiği derinliği hep anımsamışımdır. Çocukları müzeye bir görevmiş gibi getirmek yetmemekte, onların o mekânda keDünyadan Büyüktür Çocuk | 227 yif almalarını sağlayacak etkinliklere katılmalarını sağlamak gerektiğini bilmeliyiz. Bunun için Batı’da müzeler çocuk ziyaretçileri için ayrı programlar hazırlarlar. Türkiye müzelerinde de gittikçe yaygınlaşmaya başlayan bu etkinlikler çocukların eğlenerek öğrenmelerinde oldukça etkilidir. Özellikle yapılan rehberli turların bir tema üzerinde odaklanması, düz anlatımdan kurtularak çocukların ilgilerini çekici etkinliklerle süslenmesi çocukların ilgilerini daha çok çeker. Özellikle drama, çocuklar için son derece etkili bir öğretim yöntemidir ve müze eğitimcileri de bu yöntemi mutlaka kullanırlar. Drama hem hareket yolu ile grup tartışmasına dayanarak belli bir çevrede yaşantılar geçirilmesine, hem de konuşarak kendini ifade etmeye, yani doğrudan ve aktif katılıma olanak sağlar. Bu durum çocukların daha iyi anlamalarını ve gördüklerini akılda daha kolay tutmalarına olanak verir. Böylece dakikalarla sınırlı olan dikkat süreleri de aşılmamış olur. Sanat etkinlikleri de bir o kadar önemlidir. Geziden sonra Atölyede yapılan bir sanat ve el-işi çalışmaları, çocukları yalnızca izleyen konumdan çıkarıp yaşayarak, deneyerek öğrenme sürecine sokar. Atölye çalışması kuşkusuz ki tematik geziyle bağlantılı olmak durumundadır. Örneğin arkeoloji müzesinde yapılan tematik turun ardından, çocuklar çömlekçi tezgâhını kullanarak çömlek yapabilmeli, tarih öncesi çağlarda geçerli olan bir mesleği bu yolla tanıyıp, dönemin yaşam koşullarını deneyerek kavrayabilmedirler. Sanatla yaratıcı düşünce, kol koladır. Sanat çocuklarda yaşam nesnesi/sanat yapıtının görünen yüzünün ardında saklı olan anlam, ya da anlam katmanlarını çözmelerine yardımı olur. Buna, yorumlayarak ulaşırlar. Yorum, çocuğun nesneden/yapıttan aldığı titreşim, onun yaşanmış deneyimleri, olaylara karşı sergilediği davranış ve tutumları, bilgi birikimi v. b. ile yoğrulup, içsel bir değerlendirme ile yeniden dışa vurumudur. Bir müze ziyaretini takip eden zaman sürecinde resim, heykel, kolaj, afiş gibi sanatsal uygulamalar, yaratıcı düşüncelerin açığa çıkmasına olanak yaratır. Bir müze nesnesi228 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ni/sanat yapıtını olduğu gibi betimlemek yerine, onu türlü şekillerde kullanmayı denerler. Böylece yeni formlar üretirler, formlara uygun kullanım koşulları geliştirirler, toplumun geleceğe yönelik yeni yaşam biçimlerini öngörürler. Bilgiyi geliştirir ve üretirler. Müze ziyaretlerini sürekli kılacak, yetişkinin arzusundan çok, çocukların talep ettiği bir geziye dönüştürecek basit yöntemler geliştirmek çok kolaydır. Birçok bilinçli aile, öğretmen, çocukları bir müzeye götürdüğünde ellerinde küçük bir defter olmasını ister. Gözlem defteri olarak işlev görecek deftere küçük notlar almalarını, gördükleri nesneler arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları alt alta yazmalarını, bazı nesnelerin resimlerini çizmelerini istemek ve daha sonra bu minik notlar üzerinden küçük öyküler yazdırmak, resimler yaptırmak, düz gezinin eğlenceli hale gelmesini sağlamak demektir. Bilmeceler oluşturmak da bu eğlencenin bir parçasıdır. Gözlem defterlerine özellikleri yazılan nesne/yapıtın hangisi olduğunu bulmaları için kişiler arasında değiştirilen defterlerle keyifli dakikalar yaratılabilir. New York Modern Sanatlar Müzesinin hazırladığı ve müzedeki hayvan imgeli resimlerin bulunduğu “Art Safari”nin önsözünde şunlar yazılıdır: “Bu gün sizler bir sanat safarisindesiniz. Safaride hayvanların resimlerini ve heykellerini arayıp bulacaksınız. Sanat eserlerini bulduğunuzda, bakıp neler gördüklerinizi anlatacaksınız. Sanat yapıtında bulduğunuz işaretlerin yardımıyla figürün ötesindeki (görünen biçimin ardındaki) öyküleri yaratacaksınız.” Batı ülkelerinde çocuk ziyaretçiler için müzeler hazırlıklıdır. Onlara yönelik türlü etkinlikler hazırlarlar. Türkiye’de de bu kültürün gelişmeye başlamış olması sevindiricidir. Bu etkinliklerin bazılarından bir tanesi “Dokunma Oturumu”dur. Müzeye gelen çocuk gruplarının, çocuklar için ayrılmış bir bölüme alınarak, müzenin dokunma nesnesi olarak kullanabileceği bir kopya eserin incelenmesi sağlanır. Elden ele dolaştırılan müze nesnesi hakkında soruyanıt yöntemiyle bilgilendirme yapılır. Nesneyi eline alan her çoDünyadan Büyüktür Çocuk | 229 cuk, dokunma duyusuyla hissettiği nesne hakkındaki duygularını dile getirir. Bu nesneyi yapan, kullananlar hakkında düşüncelerini anlatır. Ya da bu nesnenin müzeye gelene kadar başından geçenleri hayal gücünü kullanarak öyküleştirir. Bir başka ilgi çeken etkinlik de müze galerilerinde gerçekleşen ve bir çeşit oyun olan “Müze Avı”dır. Çocuklara, aranıp bulunması istenen nesne ya da sanat yapıtı hakkında ipuçları verilir. Ya da çocukların sordukları sorulara, müzede sorumlu eğitimci tarafından evet-hayır diye yanıtlamasıyla, ipuçları oluşur. Daha sonra müzenin galerilerine dağılan çocuklar, verilen ipuçlarının yönlendirmesiyle nesne/sanat yapıtını bulurlar. Kuşkusuz ki her müze kendi koleksiyonuna göre değişik “avlama” modelleri üretir. Örneğin 2001 yılında Anvers Çağdaş Sanatlar Müzesi, Flaman ressam Bert De Beul’un resim sergisinde okul öncesi çocukları için bir sepet hazırlamıştı. Bu sepetin içinde plastik çiçekler, portakal, ev maketi ve oyuncak şezlong vardı. Eğitim sorumlusunun anlattığına göre, çocuklar sepetlerindeki her objeyi, De Beul’ün resimlerinde arıyorlardı. Böylece çocuklar için gezi hem daha eğlenceli oluyor, hem de yaşları gereği her şeye dokunma isteklerini –resimlere dokunmamaları gerektiğinden- bu yolla tatmin etmiş oluyorlardı. Özellikle yazılı ve sözel anlatım ile kendini daha rahat ifade eden çocukların “Öykü Anlatma” yöntemine ilgi duymaları doğaldır. Her müze nesnesinin bir öyküsü olduğu düşünülürse, bu öyküleri oluşturmak da çocukların yaratıcı düşüncelerine kalıyor. Bu etkinlik için uygulanan en basit yöntem, önceden müze tarafından hazırlanmış çalışma kâğıtlarındaki giriş bölümü yazılmış öykünün galeride nesnenin karşısında, ya da gezi sonrası eğitim odasında çocuk tarafından tamamlanmasıdır. Anvers Çağdaş Sanatlar Müzesinde aynı Flaman ressamın sergisinde, müzenin 9-14 yaş çocukları için hazırladığı öykü oluşturma etkinliğinde resim fırçaları kullanıldığını hatırlıyorum. Her çocuk kutunun içinden kendine bir fırça seçiyordu ve fırçanın üzerindeki yazıyı okuyup, okuduğu yazıyla ilişkili resmi buluyor ve resmin öyküsünü 230 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı oluşturuyordu. Bir fırçanın üzerinde “Yüzüne güneş vurmuş parlıyor...” yazısının tarif ettiği resmi bulmak benim için de eğlenceli olmuştu. Bu resim için aklımdan geçen güneşe hasret bir ülkenin insanları hakkında bir öykü oldu. Müze aslında, hem müze avı yöntemiyle çocukların keşfetme isteklerine olanak tanıyor, hem de öykü yaratma ile yaratıcı yönlerini kullanmalarını sağlıyordu. Şimdilik bu kadar ayrıntılı gezi programları ülkemiz müzelerinde uygulanmıyor. Atölye çalışmalarıyla sınırlı tutulan programlar elbette ki gelişecek ve çocuklarımız için müzeler, gitmek için can atılan yerler olacaktır. Bu tür etkinlikleri yalnızca müzelerimizden beklemeden yetişkinlerin kendi çocukları için, ya da öğretmenlerin öğrencileri için hazırlayacağını da umuyorum. Örneğin benim de içinde bulunduğum 2005’de yapılan “Müzelerin Eğitim Amaçlı Kullanımı Projesi”nde, ilköğretim çocuklarına İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nden nasıl yararlanılacağı hakkında geliştirilen programın ve 2009’da danışmanı olduğum ve Hande Usbaş’ın yürüttüğü “Okul Öncesi Eğitiminde Müzelerden Yararlanma Programının 6 Yaş Çocukları Üzerindeki Etkilerinin İncelenmesi” konulu yüksek lisans tezinin oldukça umut verici sonuçları ortaya çıkmıştır. Bunlar gibi yapılmış çeşitli araştırmalar gösteriyor ki, çocukların ilgisini çeken bir program hazırlandığında, müzeler çocuklar için kasvetli yerler olmaktan çıkacak ve ülkemizde de müze kültürü yeşerecektir. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 231 232 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Erol Göka Babalar Hep Güçlüdür İki amcam ve babam, derin bir alim olan Mahmut Efendi Hoca’nın üç oğluydu ve Denizli’nin Çal ilçesine bağlı bizim kasabada demircilik yaparlardı. Yedi çocuğun en küçüğü olan babam, dedemin vefatından sonra kasabada yaşamak artık güç olduğundan ekmeğinin peşinde Burdur’un Yeşilova ilçesinde, kendi atölyesini açmak zorunda kalmış. Çok kısa kaldık Yeşilova’da; orada başladığım ilkokulun ilk sınıfını bile tam bitiremeden Denizli’nin kenar mahallelerinden birine yerleştik annem ve benden üç yaş küçük kardeşim Şenol’la. Zira babam, kendisinden önce ilk kafileyle birlikte, ülkemizden acı vatan Almanya’ya gidenlerin arasında bulunan ortanca amcamın talep etmesiyle Almanya’ya gitmişti atölyeye kilit asıp. O Almanya’ya gidince bize de memleket yolu görünmüştü. Ama ne ki tam o sıralarda, sadece Türkiye’den Almanya’ya değil, memleketten de şehre göç başlamış, büyük amcam, birçok diğer akrabamız gibi Denizli’ye göçmüştü. Babam gidince, biz de annem ve kardeşimle onlarla aynı mahallede küçük bir kira evine sığındık. Zor, pek zor günlerdi. Bu zor günlerde annemin müthiş direncinin, tarım işlerine gündeliğe giderek ayakta kalma gayretinin yanında en büyük destekçim, babamla ilgili, Yeşilova’daki demircilik atölyesi günlerinden kalma bir figürdü. Örs başında çekiç elinde kızgın demirlere boyun eğdiren çıplak kollarıyla güçlü-heybetli bir adam; at arabası yaptıranların ve birkaç çırağımızın hayran hayran izledikleri ma234 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı haretli bir usta. Ailemizin başına bir hal gelmiş, atölyemiz dağılmış, o da Almanya’ya gitmek zorunda kalmıştı. Bir gün dönecek ve bizi bu zor durumlardan kurtaracaktı. Sokaklarda simit, otogarda su satmak zorunda kalmayacaktım. Bu kurtarıcı figürü, o zamanlar bir biçimde Almanya’ya gidebilenlere biraz da gıptayla bakılması teşvik ediyor olmalıydı. Babamın güçlü ve heybetli olduğundan emindim. Üstelik bir kez Almanya’dan izinli de gelmiş, onu kanlı-canlı biçimde görmüştüm gidişinden bir yıl sonra. Bir gün mahallede bir arkadaşımla dalaşma sırasında, birçok zaman olduğu gibi iş yine döndü dolaştı, “Benim babam senin babanı döver” noktasına geldi. Ben arkadaşımın babasını tanıyor biliyordum, onun benimkini bilme ihtimali pek azdı, izine geldiğinde görmüş olabilirdi ancak. Bu didişmenin benim babamın galibiyetiyle biteceğini, muhayyel babalar kavgasında arkadaşımın hiç diretmeyeceğini adım gibi biliyordum. Galiba biraz sözel didişmenin seyrini belirleyecek entelektüel ağırlığım da vardı. Ama hiç beklemediğim bir şey oldu. Birden bire arkadaşımın eda ve tavırları üste çıktı. Babamın hiç de güçlü ve heybetli olmadığını, tam tersine ufak tefek birisi olduğunu söylüyordu, hem de çok kararlı görünüyordu. Babamın bir daha izine gelmesini beklemekten başka şansım yoktu bu söylenenleri sınamak için. Uzun zaman geçti, hatta bir süre kendisinden haber alamadık, bir gün çıktı geldi. Herkes babama ne olduğunu, niye bu kadar geciktiğini merak ediyordu, o otogardan faytonla evimize doğru gelirken. Bense bir an önce insin ve boyuna posuna bakayım istiyordum. İndi. Arkadaşım haklıydı. Ben 10 yaşındaydım, benden bir karış büyüktü boyu. Hayatımdaki en etkili hayal kırıklıklarından birisi oldu bu heybetli, güçlü baba imgemin uçup gidivermesi. Fiziksel güçlü baba imgem böylece parçalandı ama manevi alandaki güçlü baba tunç bir heykel gibi kaldı. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 235 Yeni Dünyada Çocukluğun Halleri Modernliğin hızlı kültürel değişim demek olduğunu aklı başında herkes kabul ediyor ve kendisini bu değişime hazırlıyor. Şimdi bir de değişimin artık içerik de değiştirdiği post-modern zamanlara girdiğimiz söyleniyor. Size yeni dünyada çocukluğun hallerinden bahsedeceğim ama, yeni dünyayı anlatmaktan çocukluğa sıra gelir mi bilmiyorum. Deneyelim; hiç değilse çocukluğun en büyük derdinin ne olduğunu anlatmaya çalışmış olurum. Yaşadığımız yeni dünyada insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş, görüşler ön sürülüyor, örneğin evliliğin evrenselliği tartışılıyor; eşcinsel evlilikleri, sperm bankası çocukları gibi bambaşka olgular gündeme geliyor. Bugünün dünyasında belki hâlâ evlilik yaygınlığını koruyor, ama bu artan boşanmalarla birlikte oluyor ve artık evlilik çift olmanın tanımlayıcı bir öğesi değil. İngiltere ve ABD gibi ülkelere sık boşanma, evlenme oranlarından dolayı “çok boşanma, çok evlilik toplumları” deniyor. Bazı ülkelerdeyse tüm doğumların üçte birinden fazlası evlilik dışında gerçekleşiyor, tek başına yaşayan insanların oranı hızla artıyor ve aynı şekilde Batı’da doğurma oranları düşüyor. “Ailenin ölümü”nden söz etme sıklığımız, cinsel kimlik arayışlarının her geçen gün daha yoğunlaşması ve meş- 236 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı rulaşması yüzünden arttıkça artıyor. Mahremiyetin aldığı yeni biçimler, eski insanların duymaya bile katlanamayacakları düzeyde. Ortaçağ Avrupa’sında evlilik cinsel aşka bağlı olmadığı gibi, aile yuvası da cinsel aşkın yeşereceği bir yer olarak görülmüyordu. Bu anlayış Avrupa’dan başlayarak tüm dünyada hızla değişti. Evlilikle cinsel aşk arasında zorunlu bir ilişki kuruldu ve öteki değişiklikler peşi sıra geldi. Resmi veya kültürel olarak meşru bir evlilik olmaksızın bir arada yaşayan, hattâ çocuk sahibi olan çiftlerin sayısı hızla artmaya başladı. Çocukluğu konuşacağımız yeni dünyadaki değişiklikler bunlarla sınırlı değil. Çocuklar artık neredeyse tamamen ailenin dışında büyütülüyor. Evde, aile ortamında birlikte olunan zamanlar televizyonun karşısında geçiriliyor, birlikte oturup yemek bile yiyemiyoruz. Herkes kendi odasında, kendi bilgisayarının başında, ortak telefonumuz bile yok. Yaşlı ve hastalara artık evlerde bakım verilmiyor, bunun için özelleşmiş kurumlar var. Reklamlarda sürekli olarak geleneksel aile anlayışımız üzerine bombardıman etkisi yapan yeni anlayışlara yer veriliyor. Aile ilişkilerinin yerine kendini beğenmişlik (narsisizm) pompalanıyor. Ev-içlerinde, arada bir birbiriyle karşılaşan otel müşterileri gibiyiz. Boşanmaları, artık birçok çocuğun tek-ebeveynli ailede yaşadığını da hesaba katarsak rahatlıkla bugünün ailesinin daha bir nesil öncesinin ailesiyle aynı şey olmadığını söyleyebiliriz. Ölçü olarak kendini beğenmişliği ve bencilliği alırsak, insanlık tarihinde böyle bir insan tipinin ilk kez zuhur ettiğini söyleyebiliriz. Artık, bir psikanalistin deyimiyle, bencilliğin esas olduğu bir “egokrasi” ve “egoloji” çağı başlamış gibi adeta. Ebeveynin önemi giderek azalıyor, otoritesi çocuk bakıcıları, sürekli sayıları artan öğretmenler, anne ve babanın son olarak birlikte olduğu insanlar arasında dağılmış durumda. Kitle iletişim teknolojilerinin televizyonun, bilgisayarın psikolojilerimizde Dünyadan Büyüktür Çocuk | 237 yaptığı etkileri tam olarak bilmiyoruz. Televizyon sanal gerçekliğin hakiki gerçeklikten daha hakiki olduğunu ispatlamak için bitimsiz sayıda resimlemeler üreten ve ama sanıldığı gibi gerçekliği yansıtmayan, tam tersine gerçekliği bizatihi üreten bir aygıt. Biz hep onun karşısındayız. İnsanı ve kişilikleri artık eski psikolojik yaklaşımlarla anlamamıza imkan bulunmuyor. Çocuklar ve gençler, eskisinden çok farklı, çok daha dengesiz ve her birinin katkılarının olacağı çok sayıda özdeşleşilecek kişiliklerin sunulduğu, sağlam bir güven kaynağından yoksun bir çevrede büyüyorlar. Ailede, okulda merkezi bir özdeşleşme imkanı olmayınca gençlerin yaşamında akran grupları çok daha önem kazanıyor. Akran grupları, yeni norm ve değerler yaratan bir klan görünümünde. Kişinin psikolojisi ve yaşama tarzı ne kadar çok bölünmüşse, o kadar çok özdeşleşme arayışına girecektir. Muhtemelen yaşamlarındaki müthiş bölünme nedeniyle çocuklar, hem bir futbol takımının ve bir şarkıcının fanatiği, hem bir giyim markası tutkunu oluyorlar. Geçmişte ailenin sağladığı güven ortamında genç bir insanın özdeşleşme konusunda şansı çok azdı, annene ya da babana benzemek zorundaydın ve aile içindeki rolün belliydi. Şimdi özdeşleşme şansı o kadar çok arttı ki, artık birçok şeyi birden olabilirsin, hatta oğlan ya da kız olmak zorunda bile değilsin. Görünüşte ideolojik ve totaliter bir dünya yok. Ama baktığınız her yerde günden güne evrenselleşen, erkekler ve kadınlar arasındaki ilişki üzerinde dünya çapında normlar ve kurallar empoze eden totaliter bir rejimin izlerini görüyorsunuz. Bakanlar görüyorlar bu totalitarizmi, reklam endüstrisinin başını çektiği ve en üst kademesinin Hollywood tarafından oluşturulduğu medyanın gücünü. Bu öylesine tuhaf bir totalitarizm ki, sınır tanımıyor, ekonomik başarı dışında herhangi bir kurala bağlı kalmıyor. Reklamcılık ve medya sayesinde ortaya çıkan bu sözüm ona insanlığın yeni vicdanından hep tüketim emri yükseliyor. Her gün yeni ürünler tıka basa çevremizi sarıyor, ama biz adeta varlık içinde yokluk çe238 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı kiyoruz. Sadece bu ürünlere ulaşamayan yoksullar değil, her şeye sahip olma gücünü elinde bulunduranlar bile tüketirken yeterince haz almıyor. Adeta karşınızdaki sayısız tüketim nesnesi arzunun canına ot tıkıyor. Tüketim toplumu en çok da çocukların ne istedikleri üzerine kuruluyor. Her yerden “çocuklarınız şunu istiyor, çocuklarınız için en iyisi şu!” vs. türü sesler duyuluyor. Bu seslerle sadece bizi değil çocuklarımızı da can evlerinden vuruyorlar. Modern zamanlar ilk başladığında ekonomik ve toplumsal hayatta ortaya çıkan değişiklikler ve eğitim çağının uzaması nedeniyle insanlık tarihinde ilk kez “çocukluk”un ve özellikle “gençlik”in apayrı bir toplumsal kategori haline gelmesine neden olmuştu. Geleneksel dünyada insanlar, çok kısa bir çocukluk döneminden sonra buluğla birlikte yetişkin toplumun üyesi olurlar, ekonomik hayata girerler, çok kısa zamanda çoluk çocuğa karışırlar, çoğunlukla otuzlu yaşlarında ömürlerini tamamlarlardı. Modern zamanlarda hijyenin ve tıbbi teknolojilerin katkılarıyla insan ömrünün tarihte hiç görülmedik biçimde uzaması, çocukluk ve gençlikten sonra “yaşlılık”ı da giderek uzayan bir zaman dilimi olarak toplumsal kategoriler içine kattı. Dünya nüfusu, giderek yaşlanıyor, ama yaşlılar geleneksel ailelerdeki bilgelik kaynağı olma işlevini yitireli çok oldu. İçinde yaşadığımız dünya-resminden bazı manzaralar böyle. Şimdi, bu görüntüler üzerine son sözlerimi söylemeden önce bir de kısaca bir psikoloji teorisyeninin tezlerinden bahsetmek istiyorum. Sessiz, sakin ve çalışkan birisi olduğu için Wilhelm Reich ve Erich Fromm kadar tanınmasa da, Marksist felsefi tezleri bilime uyarlamaya çalışan birisi olan Alfred Adler, insanın üç temel ödev alanı olduğunu söyler ve bu alanları insanın varoluşundan türetir. Bunlardan birincisi, bu dünyada güçsüz ve güvensiz bir insan teki olarak, bu dünyanın bizi buyur ettiği sınırlamalar ve olanaklar çer- Dünyadan Büyüktür Çocuk | 239 çevesinde kendimizi geliştirmemizdir. İkinci ödevimiz, toplumsallığımızdan türer. Dünyaya vereceğimiz her cevap, bizim insanlık ailesinin bir üyesi ve insanların da bu yeryüzünde yaşayan varlıklar olduğu gerçeğini göz önüne almak zorundadır. Zaten güçsüzlüğümüz ve varlığımızdaki sınırlamalar, insanın saptadığı hedeflerine tek başına ulaşmasını imkansız kılmaktadır. Üçüncü ödevimiz ise, biyolojik bir cinsiyetle dünyaya gelmemizden türeyen, bireyin ve toplumun varlığını sürdürmesi için şart olan, sevgi ve evlilikle ilgilidir. Yaşam sorunu dediğimiz şeyler, aslında, iş-güç, toplumsallık ve cinsellikten oluşan bu üç ödevle ilgilidir. Özellikle bu üç ödev karşısındaki tutumumuz, hayatın anlamına nasıl baktığımızı ortaya serer. “Yaşam, toplum için çalışmaktır… Dünyadaki manevi akımların hepsinde toplumsallık duygusunu güçlendirmeye çalışan insanlar görüyoruz; din de bu yöndeki en önemli çabalardan birisidir. Ne var ki dinler çokluk yanlış anlaşılmıştır… Belli bir durum, yaşantılara vereceğimiz anlamı belirlemez, biz durumlara vereceğimiz anlamla kendi kendimizi belirleriz. Beri yandan çocuklukta geçen öyle olaylar vardır ki, bizi sık sık hatalı anlamlandırmalara götürebilir. Bu olayları yaşayan çocukların büyük çoğunluğu, sonunda hayatta dikiş tutturamayan kimseler olup çıkarlar.” Alfred Adler’le birçok noktada farklı düşünürüz ama, onun derin psikolojik bakışından kaynaklanan bu sözlerine katılmamak mümkün değildir. Üstelik o, bu sözleri yetmiş yıl önce söylemiştir; geçen yetmiş yıl boyunca dünya adeta Adler’i doğrulamaya uğraşmış gibidir. İnsanın dünya içindeki konumundan yola çıkarak, onun psikolojisini aydınlatmaya çalışan Adler, ileride toplumsallıkla ilgili anlam ve görevleri yerine getirmede sorunla karşılaşacak çocukları üç gruba ayırır: Yetersiz organlarla dünyaya gelen, bebeklik döneminde çeşitli hastalıklar geçiren, değişik nedenlerle güçsüz kalan- 240 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı lar birinci gruptur. İkinci grup, şımartılmış, istekleri çevresi tarafından kanun gözüyle bakılan çocuklardır. Üçüncü grubu ise, sevginin ve toplumsallığın ne olduğunu öğrenme fırsatı bulamamış, dünyayı düşman olarak gören ihmal edilmiş çocuklar oluşturur. Tedavi teorisini de çocukluk anılarındaki bu hatalı anlam oluşturucuların saptanması ve onarılması üzerine oturtan ve “Yaşam, birbirinden bağımsız bireylerin ortak çalışması olarak görüldü mü, insanlığın ilerlemesine sınır yoktur” diyen Adler’in ileride sorunlu olacaklar dediği çocuk gruplarına bir kez daha bakalım lütfen. Tıbbi teknolojilerdeki ve hijyenik koşullardaki iyileşmeyle birlikte belki yalnızca fiziksel sağlık bakımından daha iyi çocuklara sahip olduğumuz söylenebilir. (Ki dünyamızın zengin ve yoksul kesimlerini, bu kesimler arasındaki farkın giderek arttığını göz önünde bulundurduğumuzda bunu da söyleyemeyiz ya, haydi neyse!) Peki, tüketim toplumunun isteklerini karşılamayı ibadet haline getirdiği ikinci grubu ve kendilerinden başka kimseyi sevmeyen üçüncü grup çocukları azaltabildik mi? Yoksa çocuklarımız her geçen gün daha fazla ikinci ve üçüncü grup adayları mı oluyorlar? Başka türlü olsaydı Jean M. Twenge, “Ben Nesli”, “Asrın Vebası: Narsisizm İlleti” kitaplarını yazar mıydı? Sevgili çocuklarımıza hiçbir sözüm yok; tüm dediklerimi, diyeceklerimi onlara böyle bir dünyayı miras olarak bırakanlara söylüyorum. Çocuklarımızdan, onlara hak ettikleri bir dünya bırakamadığımız için, tüm yetişkinler adına özür diliyorum. Belki onlar dünyamızı olumlu yönde değiştirirler diye, aşk ve ahlak hakkında daha çok düşünüyor, yazıyorum. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 241 242 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Ýhsan Kabil Üç Yaşındayken Babam Aramızdan Ayrıldı Çocukluğuma dair ilk hatıralarım, dünyaya geldiğim ev olan Ortaköy’deki Kabataş Lisesi’nin karşısındaki tepelerde bulunan gecekonduya dayanıyor. Tepenin üstünde, önü tümüyle Boğaz’a açık bu evde, bahçede ve yokuşta koşturmalarım, küçücük bir oda, masmavi bir duvar boyası, zerdali, ceviz, incir ve dut ağaçları ilk aklıma gelenler. Üç yaşında, yoksulluğun içinde çok genç kaybettiğimiz babam, annemin hayatla baş etmek için Pfizer ilaç fabrikasına işçi olarak girişi, benim yalnızlığım ve genel itibariyle çekingenliğim dikkatimi çeken unsurlar olarak duruyor. Evlerini paylaştığımız yaşlı ev sahiplerimiz ve diğer yaşlı komşularımız benim ‘arkadaşlarım’dı. O yerden beş yaşından yedi yaşına kadar Eyüp Çocuk Yuvası’na yerleştirilmem, herhalde çocukluğumun diğer önemli parçası. Yatılı okul konumundaki bu yuva bir anda hayatımı değiştirmişti, birçok çocuğun arasında kendi ruh dünyamı bütün tutmaya çalışıyordum, sanırım. Annemden ayrı kalmak benim için çok ağırdı; beni her ziyarete gelişinde, ayrılma vakti geldiğinde hep ağlıyordum. İlkokula başlama yaşım geldiğinde, bir başka yatılı okul beni bekliyordu: Yakacık Yetiştirme Yurdu. İlkokulu yurdun dışında 244 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı bulunan Hasanpaşa İlkokulu’nda okudum. İkinci sınıfta ciddi bir trafik kazası geçirdim. Ruh dünyamdaki en fazla şekillenmeyi burada yaşadığımı hissediyorum. Çok değişik karakterlerde çocuklar vardı sınıfımızda. Kitap okumayı çok seviyordum. Derslerle aram iyiydi. İlk aşk duygusunu okulda tattım. Ama yurt ortamı acı ve tatlı hatıraların başbaşa gittiği bir yer oldu. Sinemayla ilk tanışmam da bu sırada gerçekleşti. Yurtta 16 mm göstericiyle Amerikan yapımı öğretici filmler (belgeseller) ve o zamanki deyişimizle ‘Romalı’ (tarihi İtalyan) filmleri gösteriliyordu. Yakacık’taki sinemalara da gidip o zamanki yerli ve yabancı filmleri seyrediyorduk. Geceleri yatakhanede birimiz, gördüğümüz filmleri yüksek sesle anlatıyordu. Yurt ortamı gerçekten zorluydu. Annem, onbeş günde bir ziyaretime geldiğinde veya ben tatillerde eve çıktığımda, çok çok seviniyordum. Her yaz annem beni Samsun’daki köylerine götürüyordu. Benim için çok mutluluk verici tatiller oluyordu bu köy seyahatleri. Elektriğin ve suyun evlere bağlı olmadığı günlerdi. İlkokulu bitirişim bir başka sevinç konusuydu. Sonraki okullar için sınavlara girmeye başlamıştım. Kazandığım okul Darüşşafaka Lisesi olmuştu. Burada da hazırlıkla beraber lise sona kadar sekiz sene yatılı olarak okuyacaktım. Çocukluk çağını uzatarak, ortaokul sonuna kadar düşünecek olursak, iki yıl hazırlıktan sonra, orta ikiye kadar olan dönemde, daha önce dinleyip sevdiğim türküleri terk edip Rock müzik dinlemeye, Sinema Klubü’nün getirdiği çizgi filmler, Şarlo filmleri ve ciddi yabancı filmleri takip etmeye başlamıştım. İyi arkadaşlıklar kurabilmiştim. Ama özellikle yaz tatilleri yine en güzel günlerdi. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 245 Dünden Bugüne Çocuk ve Sinema İlişkisi Sinemanın genel tarihi içinde çocuk filmleri hep yapılagelmiştir. Sinemanın değişik seyirci gruplarını hedef aldığını düşünecek olursak, çocuk seyirci de her zaman için önemle gözetilen bir topluluk olmuştur. Dünya ve Türk sinemasında çekilen çocuk filmleri -ki bunları canlandırma ve canlandırma olmayanlar olarak ayırmamız gerekiyor- çeşitli tema ve görüntü dilleriyle çocuklara ulaşmış, onların hayal ve zihin dünyalarında zaman zaman oldukça büyük yerleri işgal etmiştir. Sinemanın ilk çıkış yılları itibariyle faydacı bir yaklaşımla, belge toplamaya dönük olarak daha çok belgesel sinema cinsinden yapımlara yöneldiğini biliyoruz. Bu bağlamda sinemanın çocukla ilişkisi ancak çocuğun diğer toplumsal unsurlarla beraber bir değer teşkil etmesiyle olmuş, birebir sadece çocukların hayatına dönük çalışmalar pek yer almamıştır. İnsanoğlunun tiyatro geçmişi ve bir oyun kurmaya yönelik hasletlerinin varlığıyla da kurmaca filme atılması çocuğun dünyasını daha fazla sinemanın gündemine sokmuştur. Kurmaca filmin dramatik anlatımla hayatın çeşitli veçhelerini perdeye aktarması, çocuğu önce yine değişik konuların yan nesnesi yapmış, ama daha sonra gitgide sadece çocukların gündelik hayatını merkeze alan yapımların ortaya konması sözkonusu olmuştur. Sinema tarihlerinin genelde Amerikan ve Avrupa sinemaları246 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı nı odağa alması unsurundan hareketle, hemen baştan itibaren değişik işkollarıyla bir sanayi haline gelen Amerikan sinemasına bakacak olursak, popülarite açısından çok geniş bir seyirci kitlesine ulaşmış iki Amerikan çocuk filmi, ilginç bir şekilde aynı yıl üretilmiştir: 1939’da yapılan o zamanki çocuk yıldızlar Shirley Temple oyunuyla Küçük Prenses ve Judy Garland’lı Oz Büyücüsü. Ancak daha önce de Alis Harikalar Diyarında (1933) ve sessiz sinema çağında Peter Pan (1924), Mavi Kuş (1918) ve Alman sinemasından 1001 Gece Masalları’ndan mülhem bir canlandırma çalışması olan Şehzade Ahmed’in Maceraları (1926) oluşmakta olan çocuk seyircinin karşısına çıkmaya başlamıştı. Görülebileceği gibi, filmlerin önemli bir bölümü çocuk klasiklerinden meydana gelen edebiyat uyarlamalarıdır. Çocuklara dönük tüketim anlayışının bir uzantısı olarak da görülebilecek olan çocuk sineması mefhumu, sinemanın ticari yanına daha çok hitap etmiş ve potansiyel olarak çocuk seyirci olgusu, yapımcıların önemli bir ilgisi olmaya başlamıştır. Büyükleriyle birlikte sinemaya giden çocuk faktörü, yapımcıların büyüklerin de isterlerini göz önüne almaları olgusunu öne çıkarmış ve estetik olarak çocuk filmlerinin yetişkinler için yapılan çalışmalar gibi özenli olmasına gayret edilmiştir. Bilhassa canlandırma filmi sahasında renk kullanımı ve hız gibi ortaya çıkan teknolojik gelişmelerle çizgi film, çocuk sinemasında ön safa geçmiş ve çocukların hayal dünyasında neredeyse rakipsiz bir yeri işgal etmiştir. Uzun metraj kurmaca animasyonun sinema tarihi içindeki yeri 1940’lı yıllar gibi görece oldukça geç bir zaman dilimine tekabül eder. Aslında genel olarak çocuk sinemasının kitlesel seyirlik bir olgu haline gelmesi de aynı döneme rastlar. Hemen 1937’de Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler ve 1939’da Güliver’in Seyahatleri’yle başlayan bu tür, Walt Disney Stüdyoları’nın devreye girmesiyle Pinokyo (1940), Fantazya (1940), Dumbo (1941) ve Bambi (1942) ile devam eder. Ancak bu yıllarda diğer ülkelerde de canlandırma filmi sahasında yeni örneklere rastlanır: Dünyadan Büyüktür Çocuk | 247 Momotaro’nun Kutsal Deniz Savaşçıları (1945, Japonya), Sihirli Çakmak (1946, Danimarka), Altın Kıskaçlı Yengeç (1947, Belçika), Masal Hazinesi (1947, Çekoslovakya), Kambur At (1947, Rusya), Eşek ve Arslan Yelesi (1948, İtalya), İtfaiye Suyu (1948, İngiltere), Esprandrapa’nın Maceraları (1949, İspanya), Bağdat’ın Gülü (1949, İtalya)... Canlandırma sineması çalışması olmayan 1956 tarihli Fransız yapımı Kırmızı Balon, işlediği insancıl temayla çocuk sinemasına farklı bir boyut getiren eserlerdendir. Çocuk ve sinema ilişkisi aslında galiba biraz da çocuk sinemasının tarihiyle başbaşa giden bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Ancak yine de çocuk filmlerindeki bazı ideolojik, ya da çocuk psikolojisini doğrudan veya dolaylı etkileyen unsurları ele almak gerekir. Çocuklar, çocuk sinemasının kimi sembolleri ve rol modelleriyle bir şekilde ilişkiye girmekte, kendilerine örnek edinmekte veya gerçek hayattaki davranışlarını bile bu eserlerde deneyimledikleri davranış tarzlarıyla şekillendirebilmektedirler. Hayallerini ve gece rüyalarını dahi bir şekilde etkileyen bu filmler olumlu ve olumsuz unsurlarla beraber çocuğun hayatını neredeyse düzenlemektedir. Filmlerde gördükleri kahramanları kendilerine örnek seçen (bu filmler western, bilimkurgu, macera, komedi olabilir) çocuklar, ev ortamında, sokakta, hatta okulda onları taklit etmeye yönelmekte, ‘başka hayatlar’a özenip, kurallarla örülü veya kuraldışı bir tarzı benimsemeyi tercih etmektedir. Sanal veya kurmaca anlatılar ne olursa olsun, çocuğun hayatında tayin edici bir rol üstlenmektedir. Ta masal geleneğinden gelen ve çocuğun uykuya dalarken, ya da uzun gündüz saatlerinde dinlediği masal ve hikayeler bir şekilde zihninde canlanmakta, bir temsil suretine bürünmekte, oradaki karakterlere göre çocuk kendini konumlandırmaktadır. Bu masal geleneği yavaş yavaş karikatür ve çizgi romana dönüşmüş, en nihayette de anlatının geldiği son teknik aşama olan sinema marifetiyle ‘canlandırılmış’ bir şekilde, adeta bir büyü mesabesinde çocuğun zihin dünyasındaki yerini almıştır. 248 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı İster edebiyat veya çizgi roman uyarlaması, isterse özgün senaryo olsun, sinema eseri görsel hareketli bir metne dönüştükten sonra belki de çocukta hayal etmeye mahal bırakmayacak şekilde bir pasif tüketici durumuna getirmiş, çocuğa kültürel kodları empoze eden bir işlev yüklenmiştir. Yabancı filmlerdeki varlıklı aile çocuklarının hayat tarzları, sokak çocuklarının yaşadıkları, aile veya toplumsal kurum istismarına uğrayan çocuk görünümleri, seyirci olan çocuğun zihninde belli bir yere oturabilmekte, çocuk tepki ve kabuller arasında bir yerde durmaktadır. Kimi çizgi filmlerdeki şiddet uygulamaları ise çocuğun psikolojik dünyasını tümüyle olumsuz bir şekilde etkilemekte, bu şiddeti bulunduğu ortamlarda hayata geçirmeye çalışan çocuklar hem kendileri, hem de sosyal çevre için bir problem haline gelmektedir. Esasında belli bir yapıcı toplumsal işlev gözeten, sonucu itibariyle ibretlik bir konumda hisse çıkartan ve çocuğu toplumun önemli bir değeri olarak gören yapımlar, sinemayı sanatsal bir ideal olarak alan toplumlarda öncelenmiştir. Buna örnek olarak Sovyet ve İran sinemalarını ve korumacı bir anlayışla hareket eden diğer ülkelerin sinema çevrelerini gösterebiliriz. Korumacı yaklaşımlarla sanat işleyişlerini düzenleyen, estetik ve ahlaki değerleri gözeten ve özellikle sanatın estetik değerinden asla taviz vermeyen bu sinemalar, farklı siyasi görüşler üzerinde temellense de nihai anlamda aşkıncı bir yönelimi tercih etmekte, sanatın dilini insan psikolojisini yönlendiren bir manipülasyon aracına dönüştürmemeye dikkat sarfetmekte, çocuğu ticari tüketim zincirinin bir halkası olarak görmemektedir. Dünden bakacak olursak, sinemanın geçirdiği ilk evrelerde şiddet unsuru pek dozunu arttırmamış, bazı çizgi filmlerdeki, diyelim, iki hayvan karakter arasındaki kapışmalı şiddet cinsinden bir sergileme ortaya konmuştur. Hoşça vakit geçirmeye dönük, ya da sonunda bir kıssa çıkaracak cinsten bir çalışma arasında gidip gelen bu yapımlar, sinemadaki teknik gelişmelerle birlikte şiddetin dozunun artmasına ve çocuk ruhunu zedeleyecek görsel unsurDünyadan Büyüktür Çocuk | 249 ların filmlerde yeralmasına fırsat tanıyacak bir duruma gelmiştir. Zaman içinde sinema, çocuk için neredeyse olmazsa olmaz bir mahiyete dönüşmüştür. Bu durumda onu ya yapıcı bir toplumsal parça olarak etkileyecek ve ‘boyayacak’ bir anlatı anlayışı, ya da kimi ruh noktalarıyla oynanacak bir tüketim unsuru olarak gören bir anlayış çocuk sinemasının lokomotifi olma konumundadır. Ne var ki, büyük popüler yapımlara baktığımızda dahi, bazı dolaylı anlatım ve sembollerle çocuğun yönlendirilmeye çalışıldığına, subliminal anlatımlarla neredeyse zihnine silinmez izler kazındığına tanık olmaktayız. Serbest ticaret ortamının yol açtığı bu iş etiği bakımından mahsurlu durumdur, ancak bir iç muhasebeyle giderilebilecek, olmazsa yasal düzenlemelerle ıslah edilebilecek bir konumda bulunmaktadır. Çocuk, her bakımdan üzerinde eskiz çalışılabilecek boş bir sayfa durumundadır. Sinemanın bu müessir biçimlendirme gücü onun zihni ve ruhi dünyasını en önde gelen bir anlatım tarzı olarak çekim alanına almakta, yönetmen ve senaristlere vicdani bir sorumluluk yüklemektedir. Dolayısıyla kişinin sanatında kapladığı alan, onun varoluşsal olarak doldurduğu zeminle neredeyse birebir örtüşmektedir. Yapımcı zorlaması, piyasa şartları gibi gerekçelerle fıtrata aykırı bir sanatsal faaliyet içinde bulunan yönetmen, çocuğun taşıyacağı ruh evrelerinde de bir sorumluluk üstlenmektedir. Onu ticari bir faaliyetin sadece tüketim unsuru olarak gören anlayış, gerçekte toplumu oluşturan yapıtaşları olan çocuklarda onulmaz izler bırakmaktadır. Filmlere yaşa bağlı olarak konan sınıflandırmalar bir başka problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Televizyon veya sinemalarda 7+ olarak değerlendirilen birçok yapım aslında 15, hatta 18+ hüviyetindedir. Bu sınıflandırmaya da kökten bir bakış olarak, insan yaratılışına her türlü insani hasleti gözeterek aykırı gelebilecek bir görsellik, aslında sadece çocuklar için değil, tüm bir seyirci kitlesi için de problemli durumdadır. Türk sinemasında çocuk filmlerinin nitelik bakımından olduk250 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ça zayıf kaldığını görmekteyiz. Ayşecik’ten başlayarak çocuğu merkeze koyan filmlerde bir iyi niyetin olduğu kuşku götürmez, fakat yine de bu filmlerde çocuğun dünyasına yeterince girilemediği, onun gözleriyle hayata bakılamadığı, bazı dramatik unsurların zorlama olduğu göze çarpar. Tabiilik, yalınlık, kendiliğindenlik bu yapımlarda bir parça eksiktir. Dünya sinemasının diğer olumlu ve yapıcı eserleri bizim için belki bir örnek teşkil edebilir. Ne verilirse hemen öylece alındığı yaş evrelerindeki çocuklar için sinema da, bayağı önemli bir yerde durmaktadır. Yetişkinlerin işe ve dünyaya çocukların gözüyle veya içlerindeki çocuksu duyguyla bakarak başlamaları herhalde ana şiarlardan biri olmalıdır. Çocuk, gördüğünü zihni süzgecinden geçirecek, elinden geldiğince muhakemesini yapacak, öğrenme sürecinde olduğu için, algıladığını tatbik etme yoluna gidecektir. Çocuğu neredeyse canına kıymaya varan değişik davranış şekillerine yönelten çizgi filmlerin varlığı, gelinen noktayı hatırlatmakta önemli bir göstergedir. Yabancı filmlerde statükocu, pasif konuma itici ve konformist yapımlar çocuğun sonraki hayatında ne yazık ki belirleyici bir konuma yükselmektedir… Dünyadan Büyüktür Çocuk | 251 252 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydýn Babam Bizi Bıraktığı İçin Nüfus kaydına göre, 1959 yılının 15 Kasım; teyzemin söylediğine göre, 29 Ekim günü, Konya’nın Çumra ilçesinde dünyaya gelmişim. Ben doğduktan kısa bir süre sonra babam askere gitmiş. Çumra o tarihlerde 10 bin nüfuslu bir ilçeymiş. İlkokula başlamadan önce, en belirgin hatırladıklarım; babamın kalaycı, amcamın bakırcı, dedem Nalbant İbrahim’in nalbant ve dayımın marangoz dükkanlarına gittiklerimin yanında, kaçarak gittiğim yaklaşık 5 km uzaklıktaki Okçu köyündeki teyzemler ve dedemle birlikte annemden saklı nalbantlık için gittiğimiz köylerdir. Tabi, Çumra’nın erkek çocuklarının sünnetçisi olan Tıkır amcanın beni sünnet etmesini de iyi hatırlıyorum. Dedemle birlikte gittiğimiz mahallemizdeki Ak Camiyi, yılda birkaç kişinin boğulduğu Çarşamba Çayı’na annemin beni göndermemesi nedeniyle yüzme öğrenemediğimi de unutmuyorum. İlkokula mahallemizdeki Hürriyet İlkokulu’nda başladım. İlk öğretmenim Ayşe Karaorman’dı, ikinci öğretmenimin adı sanıyorum Tankut idi, bir de Hasan Hüseyin öğretmenimi kısmen hatırlıyorum. İlkokulda, süt tozundan içtiğimiz sütler, gezi gözlem amacıyla bizi PTT’ye götürmeleri, iki ebemin vefatı, ailesi köyde olduğu için evimize ortaokulda okumaya gelen teyzemin oğlu da aklımda kalanlardan. Babam bizi bırakıp gittiği için annem terzilik yapa254 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı rak bizlere baktı. Annem, ablam ve iki kız kardeşim, babamın yokluğunun getirdiği maddi ve manevi sıkıntıları birlikte göğüsledik. İlkokuldan sonra ortaokula gidecek ve benden önce okulu bitirmiş bir abladan aldığım öğrenci şapkasını giyeceğim diye çok sevinmiştim. Ancak o zamana kadar ortaokul ve lise öğrencilerinin üniforma gibi taktıkları şapka giyme mecburiyeti o yıl kaldırılmıştı. Derken orta ikiye geçtiğim yılın yazında, babam beni İzmir’e çağırdı ve annem de otobüse bindirdi, tek başıma İzmir’e gittim. Ertesi yıl babam hepimizi İzmir’e götürmeye karar verdi 1973’de İzmir Gültepe’de bir gecekonduya göçmüş olduk. Orta üçüncü sınıfı Gültepe Ortaokulu’nda bitirdim. Ortaokulu bitirince hangi liseye gideceğime karar veremedik. Hemen işe başlarım diye Çınarlı Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldum, ama oraya iki otobüsle gidilip gelinebildiği ve otobüs parasını bulamayacağımız için buradan kaydımı sildirdik. Tek otobüsle veya yürüyerek de gidebileceğim (yaklaşık 6-7 km uzaklıktaki) Ticaret Lisesi’ne kaydoldum. O yıl ahlak dersi okutulmaya başlanmıştı, bunu hatırlıyorum. Ticaret Lisesine 2-3 hafta kadar devam ettim. Bir gün postadan bir resmî yazı geldi: “İzmir İmam Hatip Lisesi’ni devlet parasız yatılı olarak kazandınız, aşağıdaki evrakları şu tarihe kadar getirerek kaydınızı yaptırabilirsiniz.” Ben o güne kadar İmam Hatip Lisesi nedir, bilmezdim. Sadece ben değil, ailem de bilmiyordu. Komşulara ve mahallemizdeki caminin imamına sorduk. Beyşehirli bir teyzenin şöyle dediğini hatırlıyorum: “Oğlum, bu okula git. Hem dünyan hem ahiretin kurtulur.” Allah rahmet eylesin (zannediyorum adı Emine’ydi) benim bu okula gitmeme o vesile oldu. Evet, dünyamızı bu okul sayesinde kurtardık, inşallah ahiretimiz de kurtulur. Bu arada, ortaokuldan sonra Polis Koleji sınavını kazandığım ama sağlık muayenesinden “Renk körlüğü dolayısıyla polis olamaz.” raporuyla Ankara’ya gidemediğimi hatırlatmak istiyorum. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 255 Aile ve Çocuk Eğitiminde Öncelikli İlkeler Çocuk Eğitiminde Ailenin Önemi Aile eğitimi, ailenin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik eğitim sürecidir. Aile eğitimi, aile kurumunun devamını, bireylerin sağlıklı gelişimini, toplumun uyumlu ve sorumlu üyesi olmalarını sağlamak amacıyla yapılan her tür ve seviyedeki eğitimi kapsar. İnsan eğitiminde, özellikle de çocuk ve gençlerin eğitiminde en önemli kurum ailedir. Ailenin; biyolojik, ekonomik, sevgi, koruyuculuk, toplumsallaştırma, eğitim ve boş zamanları değerlendirme gibi işlevleri vardır. İnsanın ihtiyaçları şöyle sıralanmaktadır: 1. Fizyolojik ihtiyaçlar: Yeme, içme, uyuma gibi. 2. Güvenlik ihtiyacı: Kişinin kendini emniyette hissetmesi; can, mal ve namus korkusunun olmaması. 3. Yakınlık ihtiyacı: Kişinin kendisini (aile, akraba, hemşeri, millet, din vb.) bir gruba ait olduğunu hissetmesi; diğer insanlara yakın olma, sevme, sevilme ihtiyacı. 4. Saygınlık ihtiyacı: Kişinin içinde bulunduğu toplulukta varlığının onaylanması, ona saygı duyulması ihtiyacıdır. 256 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı 5. Bilme, tanıma ihtiyacı: Kişinin öğrenmeye karşı duyduğu ihtiyaçtır. 6. Estetik ihtiyaç: İnsanın iyi ve güzel şeylere karşı duyduğu ilgi ihtiyacıdır. 7. Kendini gerçekleştirme: Kişinin doğuştan getirdiği potansiyelleri gerçekleştirmeye duyduğu ihtiyaçtır. Kişi bu potansiyellerini ortaya koyamazsa, kendini engellenmiş ve huzursuz hisseder. Bu ihtiyaçlardan ilk dördü hayatta kalma ihtiyacıdır; kişi varlığını sürdürebilmek için bunlara sahip olmalıdır. Ancak bu ihtiyaçların önemli bir özelliği, yoksun olunduklarında insanın davranışlarını belirlemeleridir. Diğer zamanlarda neredeyse farkına bile varılmazlar. Son üçü ise gelişim ihtiyaçlarıdır. Yani, kişinin hayatta kalmasına değil, gelişmesine yararlar. Bu yüzden, doyurulmadıkça ortaya çıkmazlar ve doyuruldukça kişinin davranışlarını yönlendirmeye başlarlar. İnsanlar, tüm ihtiyaçlarını en iyi şekilde bir ailede karşılar. Aile, çocuğun doğuştan getirdiği güzel duyguların uyandırılması ve doğru, güzel, iyi davranışların kazandırılması yoluyla değerler eğitimi görevini yerine getirir. Aile bu görevlerini informal bir ortamda yerine getirir. Eğitimin mekânı her yerdir (okul, aile, toplum), fakat bütün eğitimin temeli ailededir. Çocuğun anne babadan aldığı iki şey vardır: Sevgi ve eğitim. Sevgi; kabullenme, koruma, kollama ve sevecenlik gibi bütün olumlu duyguları içerir. Eğitim ise öğretilen her şeyi, verilen bilgileri, becerileri, yasakları, kuralları, inançları, değer yargılarını, görgü kurallarını ve insanın sosyalleşmesi için gerekli olan tüm toplumsal değerleri kapsar. Çocuk, inançları ve sosyal hayata uyum sağlayacak ahlaki davranışları küçük yaşlarda öğrenir ve öğrenmeler kolay sökülüp atılamayacak kadar derin bir şekilde yerleşir. Günlük hayatta “huy” Dünyadan Büyüktür Çocuk | 257 dediğimiz karakter vasıflarının pek çoğunun temeli çocuklukta aile vasıtasıyla atılır. Çocuk sadece insanlarla değil, yüce varlık (Tanrı) ve eşya ile olan ilişkilerinin esasını da burada öğrenir. Cömertlik, cimrilik, temizlik, düzenlilik, dağınıklık, çekingenlik ve sosyallik, merhamet, kıskançlık, paylaşma, fedakarlık, kin tutma, doğruluk, yalancılık gibi değer ve alışkanlıkların kazanılması hep çocukluktaki eğitime bağlıdır. Eğitimin en iyi gerçekleştirileceği yer ailedir. İnsanlar, temel inanç ve değerlerini yeni nesillere aile aracılığı ile aktarır. Birey, ilk dinî ve ahlaki bilgi ve tutumları ailesinden öğrenir. Çocuğun eğitimi her şeyden önce temel ruhî ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Bunlar sevgi, disiplin ve özgürlüktür. Bu üç ihtiyaç, birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır ve birlikte karşılanır. Bebeklikte sevgi ihtiyacı yoğundur, ileri yaşlarda ise sevgi ihtiyacının yanında, özgürlüğü sağlama ve disiplin verme gereği de ortaya çıkar. Çocuk için ailenin önemi, sadece onun maddi ihtiyaçlarını karşılamaktan kaynaklanmamaktadır. Çocuğun maddî ihtiyaçları şu veya bu şekilde karşılanabilir. Ancak aile içinde sağlanan sevgi ve güven ortamını başka yerlerde sağlamak oldukça zordur. Çocuk için özellikle anne sevgisi çok önemlidir. Anne sevgisinden mahrum kalan çocuk, diğer ihtiyaçları giderilse bile, dokunma ve sevme ihtiyacı doyurulamadığı için, psikolojik açıdan tutarsız davranışlar gösterebilir. Yetiştirme yurtlarında yapılan araştırmalar bu durumu açıkça göstermektedir. Çocuk sevgiyi ailede öğrenmektedir. Nitekim Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde aileyi ortadan kaldırma girişimleri istenilen sonuçlar doğurmamış, tekrar ailenin güçlendirilmesine dönülmüştür. Türkiye’de tüm sorunlarına rağmen, aile kurumunun çok güçlü olduğu söylenebilir. Ailenin önemi, insanın hayatının ve eğitiminin dayandığı temel kurum oluşundan ileri gelmektedir. Birey ve toplum arasın258 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı daki olumlu ilişkiler aile aracılığıyla kurulabildiğinden, aile temel toplumsal bir kurumdur. Toplumlar, temel değerlerini aile aracılığı ile yeni kuşaklara aktarırlar. İçinde bulunduğumuz kültürel atmosfer bize, kişiliğimizin gelişmesi, ahlaki karakterimizin olgunlaşması imkânını sağlar. Ailenin, yani anne babanın çocuğun eğitiminde bazı görevleri vardır. Bu görevlerinin başında çocuğun maddi ihtiyaçlarının karşılanmasından sonra onun sosyalleşmesi gelmektedir. Sosyalleşme, toplum içinde yaşayabilmek demektir. Bunun için toplumun değerleri ve kuralları bilinmelidir. Toplumda insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hukukî düzenlemelerin yanında değerler de önemli bir yer tutar. O hâlde aile, çocuğuna değerleri öğretmelidir. Çocuk Eğitiminde Öncelikli İlkeler Eğitim çok yönlü bir olaydır. İnsan, sahip olduğu özellikleri, birçok etkenin etkisiyle kazanır. İyi bir eğitim için tüm etkenlerin dikkate alınması ve olumlu bir şekilde yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu konudaki görev ve sorumluluk, toplumun birçok kesimini fakat en çok da aileyi ilgilendirmektedir. İyi bir çocuk eğitiminde en önemli ilke, “örnek/model olmak”tır. Yaşayarak eğitme, bizzat iyi davranış örnekleri sunmak, eğitimde tartışmasız kabul edilen bir husustur. Örnek/model olma derken, sadece aile bireylerinin örnek olmasını anlamamalıyız. İlk bebeklik döneminde doğal olarak anne baba gibi aile bireyleriyle yaşayan çocuğun, büyüdükçe çevresi genişleyecektir. Bu nedenle, iyi bir çevre oluşturmak önemlidir. Çocuk her yerde güzel davranışlar görmelidir. Çünkü çocukta öğrenmenin ilk ve basit şekli, çevresinde gördüğü davranışları taklit etmesidir. Bu nedenle çocuğun çevresinde bol miktarda iyi davranış örnekleri meydana getirmeye dikkat edilmelidir. Aksi hâlde sözlerle, telkin edilmeye çalışılan, davranışlar ile yalanlanmış olur. Çünkü çocuklarda sözlü telkinleDünyadan Büyüktür Çocuk | 259 ri fiil hâline dönüştürmekten çok, gördüklerini taklit etme özelliği hâkimdir. Çocuk ailede öğrendiği davranış kalıplarına göre hareket etmektedir. Anne babalar çocuklara olumlu model olmanın bilinciyle, onlara davranışlarıyla örnek olmalıdır. Olumlu olsun veya olmasın anne babalar, çocukları için doğal öğrenme modelleridir. Çocuklar anne babaya ait gördükleri tüm özellikleri öğrenirler. Bu öğrenme bilgi, duygu ve davranış kazanma olarak gerçekleşir. Çocuklar her şeyi, diğer insanların yaptıklarını izleyerek, söylediklerini dinleyerek, nesne ve olaylara bakarak, televizyon, video, CD, internet, gazete, dergi, kitap vb. okuyarak, seyrederek veya dinleyerek, yani kısaca “gözlem” yoluyla öğrenirler. Öğrenilenlerin kalıcı olması için, aile bireylerinin, her zaman benzer tutum ve davranışları “tutarlı” bir biçimde sergilemeleri gereklidir. Aynı şekilde, çocuk model görerek öğrendiğinden, toplumda benzer olayların, kişilerin çocuğa gösterilmesi, gözlemletilmesidir. Bu nedenle, çocukların doğru, iyi, güzel davranışları görmesi ve yaşaması için fırsatlar oluşturulmalıdır. Çocuğa yöneltilen davranış ve ona karşı takınılan tavır, ilk yaşantıların örülmesinde büyük önem taşımaktadır. Okul öncesi dönemde çocuk, sosyal birey olmayı öğrenirken, aynı zamanda özdeşim yapacağı bir modele ihtiyaç duyar. Kişilik oluşumu için gerekli olan özdeşim, büyük ihtimalle aile içindeki yakın bir üye ile gerçekleşmektedir. Genellikle özdeşim nesnesi anne baba olmaktadır, fakat ağabey, teyze, hala, dayı, ya da amca gibi aile içinden bir erişkin de özdeşim nesnesi olabilir. Bu üyelerin bozuk bir kişilik yapısına sahip olması hâlinde, olumsuz davranış örneğinin çocuğa yansıma ihtimali artmaktadır. Aile eğitimindeki ikinci önemli ilke, ailede iyi bir iletişim ortamının oluşturulmasıdır. İletişim, kişiler arasındaki karşılıklı bilgi, duygu, tutum, beceri, yani davranışların paylaşılması 260 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı demektir. İki insanın karşılıklı konuşmasında bir bilgi alış verişi varsa, bu bir iletişimdir. Örneğin, anne babalar çocuklarına veya amirler memurlarına sadece birtakım emirler verip, onların bu emirler karşısındaki tepkileriyle ilgilenmezlerse bu iletişim olmaz. Bunu ancak tek yönlü bilgi iletimi olarak kabul edebiliriz. İletişim, ne söyleyeceğini bilmek, bunu ne zaman söylemenin daha uygun olacağına, nerede söylemenin doğru olduğuna karar vermek, en iyi nasıl söyleyeceği hususunda fikir yürütmek, olayları basite indirgeyerek sunabilmek, akılcı bir dille, karşıdaki kişiyle göz teması kurarak konuşabilmek, dikkati yoğunlaştırabilmek, karşıdaki kişinin verilen mesajı anlayıp anlamadığını kontrol edebilmektir. Aile içi iletişim denilince, eşlerin birbirleriyle, varsa çocuklarla ve diğer aile bireyleriyle bilgi alış verişini anlıyoruz. Çocuk, iyi bir eğitimi ancak iyi bir aile ortamında elde edebilir. Bu nedenle anne babanın çocuklarıyla sağlıklı iletişiminden önce, eşlerin birbiriyle olan iletişiminin iyi olmasından bahsetmek gerekir. Aile iletişiminin iyi olması, aile bireylerinin hayatı paylaşmalarıyla mümkündür. Evi paylaşmak, hayatı paylaşmak anlamına gelmemektedir. Hayatı paylaşmak evde iş bölümü yapmak da değildir. Evde sadece maddî şeyler değil, manevî şeyler, duygular da paylaşılıyorsa, yani birlikte yaşanılıyorsa, hayat paylaşılıyordur. Hayatı paylaşmak, hayatın güçlüklerini beraber karşılamak, sevinçlerini beraber yaşamak ve bundan da keyif duymaktır. Sağlıklı bir ilişkinin oluşmasında, anne babanın ruh sağlığı da büyük önem taşır. Mutsuz bir evliliği olan, eşinden yeterli ilgi görmeyen, ekonomik sıkıntılar ve gerginlikler içinde yaşayan anne babalar, çocuklarıyla iyi bir iletişim ortamı oluşturamazlar. Her ilişki gibi, aile içi ilişkiler de dikkat ve özen ister. Birbirlerini seven eşlerin, çocuklarına duygusal olarak daha iyi bir gelişme imkanı sunacakları muhakkaktır. Çocuğu asıl etkileyen, anne babanın birbirlerine karşı olan davranış biçimidir. Evlilikte kaçınılmaz olarak bazı sorunlar, anlaşmazlıklar olabilir. Çocuğa yapacaDünyadan Büyüktür Çocuk | 261 ğı olumsuz etkiler açısından önemli olan sorunların varlığı değil, anne babanın bu sorunları karşılama biçimidir. Çocuk, sorunlardan çok, anne babasının sorun karşısındaki tutumlarından etkilenir. Örneğin, eşlerin, başkalarının yanında ciddi tartışmalara girişmeleri, birbirlerine karşı rencide edici sözler söylemeleri veya birbirlerinden tamamen uzak durarak hiç iletişime geçmemeleri hem kendileri, hem de çocuk için sonun başlangıcıdır. Bunun tam aksi olarak, eşlerin, birbirlerini tamamlamaları çocuk için mutluluk, huzur ve güven kaynağı olur. İyi iletişim kurmayı kolaylaştıran etkenlerden biri de empatidir. Empati, bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır. Bir insana, özellikle de çocuklara etki etmek, onu eğitmek istiyorsanız, onunla olumlu bir iletişim kurmak mecburiyetindesiniz. “Zorla güzellik olmaz.” atasözü bunu açıklar. Birisinden nefret eden bir çocuk, ondan hiçbir şey öğrenemez. Aile içi iletişiminin nasıl olduğunu değerlendirmek isteyenler için bir önerim var. Şöyle düşünün: Evinizde birkaç tane kamera var ve sizin tüm hareket ve konuşmalarınızı kaydediyor ve siz ertesi gün çekilen görüntüleri seyrediyorsunuz. Seyrederken, konuşmalarınızdaki güzel sözlerinize artı puan, (azarlama, bağırma, tehdit, alay gibi) güzel olmayan sözlerinize eksi puan verin. Bakalım artılarınız mı fazla, eksileriniz mi fazla oldu. Benim ağzımdan hiç kötü söz çıkmaz, ben melek gibi bir insanım diyenlere de, evet benim hatalarım olabilir diyenlere de, denemelerini tavsiye ederim. Aile eğitiminde üçüncü ilke, çocukların gelişim özelliklerine göre eğitilmesidir. Eğitimde gelişim önemlidir. Çocuğun çeşitli dönemlerdeki gelişimsel özelliklerinin bilinmesi, çocuğa verilecek eğitimin sağlıklı olması açısından son derece önemlidir. Çocuk, her gelişim döneminin kendi özelliklerini yaşar. Her dönemin ihtiyaçları, ilgi ve arzuları anne baba tarafından karşılanmalı262 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı dır. Gelişim çağlarını ve gelişim özelliklerini bilmek, çocuk eğitiminde çok önemlidir. Aile eğitiminde dördüncü ilke, dengeli bir disiplin sahibi olunmasıdır. Eğitimde disiplin önemlidir. Özellikle bebeklik ve ilk çocukluk döneminde disiplin kazanma daha önemlidir. Disiplin, herhangi bir toplulukta uyulması gereken yasa ve kuralların tümü, bireylerin içinde yaşadığı topluluğun genel düşünce ve davranışlarına uymalarını sağlamak amacıyla alınan tedbirlerin tümü; adabı muaşeret, eğitmek, idare etmek, çocuğa rehberlik etmek, onu yönlendirmek, kendine güvenini artırmak ve çevresine uyum sağlamasında yardımcı olmak, çocuğa istenen davranış ve alışkanlıkları öğretmek, onda kendi kendini denetleme, ya da iç denetim demek olan ahlak gelişimini sağlamak anlamlarına gelmektedir. Ceza ve disiplin birbirine karıştırılmamalıdır. Disiplin, kabul edilebilir nitelikteki davranışları belirleyen kuralların ve kontrollerin tümüdür. Ceza ise çocuğun uymadığı kuralların karşılığında ödediği bir bedeldir. Ceza tehditleri sözde kalınca, ebeveynin otoritesi zayıflar. Aile eğitiminde beşinci ilke, ödül ve cezanın yerinde kullanılmasıdır. Eğitimde ödül ve cezanın önemli bir yeri vardır. Bu konuda, çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Genel olarak bir eğitim yöntemi olarak ödül, bir teşvik aracı olarak ele alınırken; ceza, disiplin sağlamak, kötü davranışı engellemek ve iyi davranışı zorla yaptırmak amacıyla kullanılmaktadır. Ödül veya mükafat, iyi bir iş, hizmet veya başarıdan dolayı verilen şey; iyiliği iyilikle karşılama anlamlarına gelmektedir. Ödül, bir teşvik aracıdır. Çocuk eğitiminin bu temel üzerine oturtulması güzeldir. Çocukta görülen iyi davranışların karşılığı olarak, o davranışın aynısı veya daha fazlasıyla karşılık vermek; böylece çocuğu sevindirmek ve davranışların alışkanlık hâline gelmesini temin etmekte ödül vazgeçilemez bir güdüleme aracıdır. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 263 Ceza, suç, kusur veya yanlış yapan kişiye uygulanan yaptırım demektir. Cezanın kaynağı, insandaki korku psikolojisidir. Korku, insandan genellikle ayrılmayan, kaçınılmaz ve temel bir duygudur. Tehlike karşısında enerjiyi artırdığı, kişiyi uyanık tutuğu da bilinen bir gerçektir. Ceza ve cezalandırma, işte bu duygunun üstüne oturtulmaktadır. * Eğitim denince daha çok çocuklar akla gelir. Eğitim genellikle onları ilgilendirir. Çocuğun eğitiminde en önemli kurum ailedir. Bunun yanında, yaşanılan çevre, arkadaş ilişkileri, okul hayatı ve kitle iletişim araçları çocuğun eğitiminde rol oynamaktadır. Eğer çocuk, iyi davranışlara yönlendirilmezse kötü davranışlara yönelebileceğinden çocuğun yetişmesiyle ilgilenenlere önemli görevler düşmektedir. *Bu çerçevede hangi ilkelere uyulması gerektiği konusunda Ailede Ahlâk Eğitimi kitabıma bakılabilir (Timaş Yayınları, İstanbul, 2010) 264 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Þükrü Hatun Çocukluğumda İçime Dolan Sesler Çocukluğum ve ergenlik yıllarım, Uludağ’ın arka tarafında Domaniç ovasında, dağlara yaslanmış ve kenarından iki dere geçen Aksu köyünde geçti. Ablam, anılarımın henüz oluşmadığı dönemde uzaklara gitmişti ve ben evde tek çocuk, böyle olduğu için de hem çok sevilen, hem de çok korunan bir çocuk olarak büyüdüm. Annem ve dere kenarında bahçesinde ayva ağacı olan bir evde yalnız yaşayan ninem, beni her şeyden sakınırdı. Çocukluğumun mekanları köydeki evimiz, onun avlusu, her gün yüzmeye gittiğimiz derenin kenarları, kuzuları otlattığımız tarlalar idi. Bütün bu mekanlarda hepsini iyilik dolu çoşkulu halleri ile hatırladığım insanlar vardı ve annemin cömertliği nedeniyle çocukluğum biraz da avluda tarhana, pestil, ekmek yapan kadınlar arasında geçti. Yazları haftada birkaç gün annem ve arkadaşları ile yakınımızdaki ormana kozalak, kızılcık ve yabani meyve toplamaya giderdik. Ben de onlara yardım ederdim, ama çoğu zaman yaşlı çam ağaçları ile konuştuğum düşlere dalardım. Köye her gidişimde o ormana yine giderim ve çocukluğumda içime dolan sesleri ararım. Çocukluğu köyde geçenler, sabahları dağlara doğru yolculuğa çıkan ineklerin sesleriyle uyanır, akşamın geldiğini ise biraz da onların açık sokak kapılarından evin bir üyesi edasıyla girmesiyle anlarlar. İnekler avlunun bir parçasıdır ve anneler sevdikleri inekleri, 266 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı uzaktaki torunlarının adıyla çağırırlar bazen. Çocuklar, kuzular, tavuklar, inekler aynı avluda büyürler ve o nedenle de onlara bir şey olduğunda en çok çocuklar üzülür. Anneler avludaki kardeşliğin esas yaratıcısıdır; çünkü inekleri onlar karşılar, becerikli elleriyle sütü onlar sağarlar. Onlar için mutluluk biraz önce sağdıkları sütü çocuklarına içirmektir. Bir inek doğurduğunda bütün avlu sevinirken anneler “ağız” olarak bilinen ilk sütü kendi çocuklarına içirme telaşındadırlar. Evde çocuk yoksa “ağız sütü” komşu çocuklarına taşınır. Biraz büyüyünce “gece sütü” dönemi başlar ve siz annenizin telkinleriyle uykunun en güzel yerinde içilen sütün sizi daha akıllı yapacağına inanarak ilkokulu bitirirsiniz. Yıllar geçer, anneniz sizi büyük kentlere “Hasta çocuklara iyi bak oğlum, yoksa sütümü helal etmem” diyerek uğurlar. Bilirsiniz ki, anne ile çocuk arasındaki bağ biraz da süt kokusu taşır ve içinde süt olan bütün cümleler sizi annenize götürür. Özetle köyün en güzel yerine, dereye ve bahçelere bakan ilkokulumdaki geçen zamanları da katarak mutlu ve iyilik dolu bir çocukluk geçirdiğimi; bunu bana sağlayan ve şimdi başka bir dünyada olan annemi, babamı, ninemi, köyümdeki büyüklerimi ve ilkokul öğretmenlerimi büyük bir şükran duygusu ile içimde yaşattığımı söylemek isterim. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 267 Kışkırtılan mutsuzluk Çocuklarla ilgili birçok sorun arasında beni en çok düşündüren ve üzen konuların başında çocuklarda giderek artan şişmanlık sorunu ve bu sorunun gerisindeki TV ve elektronik oyun bağımlılığı geliyor. Uzmanlık alanım gereği her ay değişik sosyoekonomik düzeylerdeki ailelere mensup onlarca şişman, şişman olduğu kadar mutsuz ve huzursuz çocukla karşılaşıyorum. Çoğunluğu ergenlik döneminde olan bu çocuklar, boş zamanlarının tamamını TV ve/veya bilgisayar başında geçiriyorlar, genellikle “abur-cubur” diye niteledikleri besinleri tüketiyorlar, okul başarıları vasat ve aileleri ile belirgin uyumsuzluk gösteriyorlar. Biraz sohbet edince, özellikle annelerinin onların risklere aldırmaz davranışlarından ve saldırganlıklarından yıldıklarını anlıyorsunuz ve sorunun doktora getirilme nedeni olan şişmanlıktan daha karmaşık olduğunu düşünüyorsunuz. Hiç kuşku yok ki bütün bunların gerisinde “tüketim kışkırtması”nın, daha doğrusu çocuk ve gençlerin bedenlerini ve ruhlarını “tüketim nesnesine” dönüştüren, ama bu arada karşılanamayan taleplerin yol açtığı mutsuzluklara hiç aldırmayan yaşam tarzı var. Bir başka deyişle çocukları, özellikle de gençleri saran “kışkırtılmış mutsuzluğun” giderek günümüzün en önemli sosyolojik sorunu haline geldiğini söylemek istiyorum. Ülkemizdeki çok izlenen TV kanalları, entrika, intikam, kıskançlık, açık ve örtülü şiddet ile örülü, aşkların hep acılı (patolojik) olduğu diziler ile her gün milyonlarca insanı TV başında “mıhlama” konusunda birbirleriyle yarışıyorlar. Bu öyle bir kısır döngü ki, ne kadar çok insan TV iz268 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı lerse o kadar çok reklam yayınlanıyor ve bu sayede de insanlar ve tabii ki en çok da çocuklar ve gençler daha çok tüketmek için güdüleniyor. Bu diziler, çeşitli elektronik oyunlar, bazı müzik türleri, çocuk ve gençleri “medya şiddeti” ne maruz bırakıyor ve yakın zamanda yayımlanan bir çok araştırmanın gösterdiği gibi, şiddet içeren medya ürünleri, çocuklarda saldırgan davranışlara, şiddete, duyarsızlaşmaya, gece kabuslarına ve zarar görme korkusuna neden oluyor. Bu gibi konular ve okullardaki şiddet ABD’de o kadar yaygın bir sorun ki, geçen aylarda Amerikan Çocuk Hekimleri Derneği “Medya Şiddeti” konulu bir rapor yayınladı ve çocuk hekimlerinin muayene için gelen çocukların yatak odalarından TV, video oyun cihazları ve internet bağlantılarının uzaklaştırılması, bu tür araçların başında günde 1-2 saatten fazla zaman geçirilmesinin önlenmesi gibi konularda uyarıda bulunmasını önerdi. Ne yazık ki ülkemizdeki çocuk ve gençlerin yaşam tarzları büyük ölçüde “Amerikan” yaşam tarzından etkileniyor ve onların başına gelen şişmanlık gibi sorunlar bizim için de yakın bir tehlike olarak görünüyor. Yakın zamanda RTÜK tarafından ilk öğretim çağındaki çocuklar üzerinde yapılan bir araştırma 7-14 yaşındaki çocukların % 30’unun hafta sonları 5 saat ve üzerinde TV seyrettikleri ve en çok 17-22 saatlerinde TV başında olduklarını gösteriyor. Aynı araştırmadan, çocukların çizgi filmlerin yanı sıra en çok yerli dizileri ve yarışma programlarını seyrettiklerini anlıyoruz. Bu dizilerin ve yarışma programlarının çocuk zihinlerini gerçek yaşamda karşılığı olmayan gerilimler ile yorduğunu ve hiçbir şekilde “güzellik duygusu” yaratmadığını söyleyebiliriz. Bütün bunları çocuk ruhunun samimiyetini “manipule” edenlerin dolaylı olarak aslında çocuk ve gençlik suçlarını da “kışkırttıkları” şeklinde yorumlayabiliriz sanırım. Son 20 yılda göç dalgasıyla gelip birçok kentin eteklerinde tutunmaya çalışan milyonlarca çocuk ve gencin tamamen reklam sektörü tarafından finanse edilen ve yönlendirilen TV programları yoluyla “tüketim kışkırtması” ile sersemletildiğini biDünyadan Büyüktür Çocuk | 269 liyoruz. Yaygın ve kaliteli eğitim, insanı gelişmeyi destekleyen kültür, sanat ve spor faaliyetleri için hemen hiç yatırım yapılmayan mahallelerde yaşayan çocuk ve gençler, ergenlikle birlikte fışkıran biyolojik enerjilerini cep telefonları, internet kafeler, içeriksiz TV dizileri vs arasına hapsolarak harcamaya “itildiler”. Bu arada ailelerinin küçük bütçelerini zorladılar, o küçük paralarla (örneğin her ay harcanan milyonlarca “kontör”le) çokuluslu şirketlerin kasalarını doldurmaya devam ettiler. Bu süreç, örneğin çocuk ve gençlerin süt yerine kola içmesine neden olurken, öte yandan ruhlardaki boşluğun artmasına, yüzeyselleşmeye ve gençlerin akşamları evlerine gergin olarak dönmesine neden oldu. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü ile Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun 24 bin 647 kişiyle görüşerek yaptığı ‘Türk Aile Yapısı Araştırması’nın sonuçları da bütün bu düşünceleri destekliyor. Araştırmanın “Çocuğa Bakış” bölümünde gençlerin anne ve babalarıyla yaşadıkları sorunların ilk sırasında (% 31.5) harcama ve tüketim alışkanlıkları geliyor. Bunu arkadaş seçimi, yemek ve ev düzeni alışkanlıkları ve kılık/kıyafet tarzı gibi sorunlar izliyor. Benzer şekilde anne ve babaların gençlerle yaşadıkları sorunların başında da, arkadaş seçiminin hemen arkasından harcama ve tüketim alışkanlıkları geliyor. Büyük çoğunluğu “kışkırtılan ihtiyaçlara” bağlı harcama alışkanlıklarının ailelerin genel mutluluk düzeyi ve “aile ilişkilerinin % 55,5 oranında kötüye gitmesi”ne nasıl bir etkisi olduğu konusunda veriler yok ama gündelik gözlemlerden gelir düzeyi düşük evlerde yaşanan birçok sorunun gerisinde çocuk ve gençlerin taleplerinin karşılanamaması olduğunu biliyoruz. Sonuç olarak ülkemizdeki çocuk ve gençlik sorunları için yeni yılda geniş kapsamlı birçok çabaya ihtiyaç var, ama ben özellikle çocuk ve gençlerde daha çok tüketerek mutlu olabileceği yanılsamasını yaratan reklamları ve çocukların TV/bilgisayar başında geçirdiği zamanları sınırlamaya ve bunun yerine sade bir yaşam tarzını özendiren kampanyalara acilen ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. 270 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Dr. Ali Büyükaslan Bir ‘Mustafa’ Vardı Çocukluğumda… Anadolu’nun hemen her şehrinde çok benzer dönemler geçiren çocuklardan biriydim sanırım ve çok farklı değildi çocukluğum diğerlerinden. Ama yine de kendine özgü olan yanlarını düşündüğümde şimdi daha iyi anlıyorum ki aslında yaşadığımız çocukluk, bugün hasretini çektiğimiz şeymiş. Şimdinin büyük insanlarının yaşadıklarını yaşamışız biz aslında küçükken. Sokağımızdan kim olursa olsun, herhangi birimiz biraz uzaklaştığında mutlaka elimizden tutup bizi evimize getiren birileri, bir büyüğümüz, bir amcamız, bir komşumuz ya da bizi değil ama ailemizi tanıyan birileri olurdu. Adına bugün toplumsal sorumluluk bilinci dediğimiz şeydi bu aslında. Toplumsal sorumluluğunu en derinden hissedip yaşayan bu büyüklerimizden biri, elimden tuttu bir gün ve başladı anlatmaya… “Bir Mustafa varmış, babası yokmuş. Annesi kendisine bir kese dolusu altın verip kervanla birlikte yola göndermiş bir başka şehirden kumaş alıp getirsin, satsın ve geçimlerine katkısı olsun diye. Sıkı sıkı da tenbihlemiş şunu yapma, bunu yap... Kesinlikle yalan söyleme kim olursa olsun diye de eklemiş. Para kesesini de ceketinin astarına dikmiş, dışarıdan farkedilmesin diye. Kervan yola 272 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı çıktığında haydutlar kervanın yolunu kesmişler. Haydutlardan biri Mustafa’ya yaklaşıp “Ver bakalım paralarını, nerede paraların, çıkar” deyince, Mustafa, “Para kesem ceketimin astarında dikili, annem kimse almasın diye oraya dikmişti.” Haydut bu cevaba şaşırır ve Mustafa’yı alır, şeflerine götürür. “Bu çocuk paralarının ceketinin astarında dikili olduğunu söylüyor Şef” der. Şefleri “Niye paralarının yerini söylüyorsun?” diye sorunca, Mustafa, “Annem kim olursa olsun hiçbir zaman yalan söyleme dedi” diye cevap verir. Bunun üzerine haydutların şefi bir anda çok farklı duygular içerisinde kısık bir sesle kendi kendine şöyle konuşur: “Bir çocuk annesinin sözünü dinlemek ve yalan söylememek için parasından vazgeçiyor. Bense bütün dünyamı yalan ve isyan üzerine kurdum”. Bütün adamlarını çağırır ve onlara herkesin eşyalarını, paralarını geri vermelerini emreder. Kendisinin artık bu kötü yolu terkedeceğini ve bu küçük çocuğun, Mustafa’nın dürüstlüğünün kendisi için yeni bir yolun başlangıcı olduğunu ilan eder. O günden beri çocukluğumdaki MUSTAFA’nın beni terketmemesi için gayret sarfetmeye ve MUSTAFA’yı kendi çocuklarımla tanıştırmaya, başka çocuklarla tanıştırmaya hep dikkat ediyorum. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 273 Öteki Çocuklar ya da Göçmen Çocuklar Üzerine: Herkes Farklı Herkes Eşit Yurt dışında yaşayan Türklerin, diğer ülkelerden gelen insanlarla birlikte “göçmenler”, “yabancılar”, “yabancı işçiler” vb. isimlerle adlandırıldığı toplumlar, 60’lı yıllardan itibaren hükümetler arası anlaşmalarla işçi kabul eden ülkelerdir. Göçün tanımına getirilen ifadeler arasında yer alan farklı söylemlere baktığımızda “yer değiştirmek” ve “ekonomik durumunu düzeltmek” gibi iki öğenin öne çıktığını görmekteyiz. Ünlü İsviçreli yazar Max Frisch’in “İş gücü istenmişti, ama insanlar geldi”, şeklindeki veciz sözüyle ifadesini bulan göçmenlerin insan olduğu hatırlatması, sadece yalın bir hatırlatmanın ötesinde, çalışmak üzere göç yapılan ülkenin vatandaşları gibi sosyal, bedensel, fiziksel ve ruhsal birtakım gereksinimleri olan insanların yeni bir kültüre, yeni bir topluma olan yer değiştirmelerinin göç süreci içerisinde ortaya çıkaracağı sorunlara da işaret etmekteydi aslında. Ana yurtlarından ayrılırken gurbet türkülerini dillerinden düşürmeyen göçmen/işci Türklerin, gittikleri ülkelerde bugün geldikleri noktaya bakıldığında, gurbet türkülerinin yerini başka tür274 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı külerin aldığı bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Göç olgusunun “ekonomik durumunu düzeltmek” vurgusuyla kendini hissettirdiği bu süreç, durumu düzelmiş bireylerin başka sorunlarla karşı karşıya kalacağını da göstermekteydi. Nitekim göçülen ülkelerde yerleşik hale gelmenin sonucu bazı psikolojik ve sosyolojik çabalar ortaya çıkmaktaydı. Bunlar; aile bireylerine sahip çıkma, kimliğini koruma, kültürünü kaybetmeme, benliğine sahip çıkma, azınlık psikolojisini benimseme, kendini yabancı toplumda ifade etme, varlığını gösterebilme gibi çabalardı. Ancak bu tür çabalar da, göç sürecinde, bireyin karşı karşıya kaldığı kimi zaman içsel, kimi zaman kırılmalarla, bazen de topyekün bir koyvermişlikle sürdürülmekteydi. Bahsedilen konunun psikolojik ve toplumsal anlamları üzerine düşünmesi gereken bilim adamlarının, olayın sadece göçle ilgili kısmıyla ilgilendiğini, daha önce konuyla ilgili “Yurtdışındaki Türkler: 50. Yılında Göç ve Uyum Sempozyumu”nda dile getirdik. Geçmiş yıllarda sosyolog Abadan Unat ve Nermin Kemiksiz tarafından “Türk Dış Göçü” üzerine 1960-1984 yılları için yapılmış bibliyografya çalışmasından elde ettiğimiz verilerle gösterilen gerçek oldukça dikkat çekicidir. Bu bibliyografyada da görüleceği gibi, konu genel olarak ekonomik boyutuyla ele alınmakta ve kültür, kimlik, ana dil gibi konular üzerinde hiç durulmamaktadır. Ancak burada bir noktayı belirtmekte fayda görüyorum. 1984 yılından bugüne gelinen süreçte aslında Batı toplumlarında da bir değişimin, bir gelişimin yaşandığı göz ardı edilemez. Nitekim Avrupa Birliği çalışmaları ve Birlik üyesi ülkelerin kendi topraklarında yaşayan diğer ülke vatandaşlarına, yani göçmenlere, yani işçi olarak gelip kendi vatandaşlığını alan insanlara karşı politikalarında da önemli değişiklikler olmuştur. Nitekim bu bağlamda, göçün ilk yıllarında bahsedilen asimilasyon politikalarından uyum, entegrasyon politakalarına, zorunlu dil eğitiminden (belirli sürelerle de olsa) ana dilde eğitim hakDünyadan Büyüktür Çocuk | 275 kı verilmesine kadar bireyin hak ve özgürlüklerine ilişkin birçok değişik politakalar geliştirilmiştir. Bugün gelinen noktaya baktığımızda, çok kültürlülük, çok dillilik, çok kimliklilik konularında, Avrupa Parlementosu’nda toplantılar yapıldığını görürüz. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde, homojen bir biçimde olmasa da, bir algılama biçimi olarak şu yeni anlayış doğma yolundadır. Herkes farklı, herkes eşit, All different all equal, Tous differents tous égaux. Ancak bir idealin dillendirilmesi ile, bu idealin gerçekleşmesi arasındaki farklılıklar herhalde en fazla toplumsal olaylarda kendisini gösterir. Konuya öznenin bizatihi kendisi açısından baktığımızda, farklılığının bilincinde olan/olmayan, farklılığını dert edinen/edinmeyen bireylerle karşılaşacağımız da çok açıktır. Genel toplumsal eğilimler açısından baktığımızda, bir arada yaşamanın ve farklı bir kültürde varlığını koruyabilme çabası içerisinde olanların; yaşadıkları ve uyum göstermeye çalıştıkları toplumla, zaman zaman çatışma, zaman zaman da uyum içerisinde oldukları gözlemlenmektedir. Her iki durumda da eğitimli bireylerin, yaşadıkları toplumla olan ilişkileri çatışmacı yaklaşımlardan uzak, bireysel/grupsal demokratik hakların elde edilmesi ve mevcut yapıyla uyum içerisinde olunabileceği yolunda çabalara yönelik olmaktadır. Bu çabaların sonucu olarak ortaya çıkmış birçok yapı (sivil toplum kuruluşu, dernek, cemaat, grup, vb.), başlangıcından bugüne biçimsel farklılıklar ortaya koymuştur. Bu yapılar, göç sürecini anlamaya ve sağlıklı bakış açılarıyla sonuçlar elde etmeye ve çözümler ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Nitekim bu çabaların bir sonucu olarak elde edilen kazanımlar, yaşanılan ülkede ana dilde öğrenim, ana dilin ikinci dil/yabancı dil olarak öğrenilmesi hakkını sağlamıştır. Yine ayrıca kültürel kimliğin korunmasına yöne276 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı lik etkinliklerin, yaşanılan toplum tarafından tanınması ve kabullenmesiyle, farklılıkların zenginlik olarak ortaya konması sağlanmıştır. Dün gurbet diye gidilen yerlerde, bugün sıla olarak yaşanmaktadır. Sıla olarak yaşanılan yerlerde sılaya ait birçok unsur da yaşanmakta, tanıtılmakta ve eyleme dönüştürülmektedir. Nitekim farklı kültürlerin bir arada yaşadığı Avrupa’nın birçok kentinde, kente zenginlik katan görüntüler, kentin genel yaşam ilkeleri ve yasaları çerçevesinde kendine yer bulmakta, bir Yunanlı ile bir Pakistanlı yan yana yöresel lezzetlerini kendilerine ait lokantalarda, yöresel giysileri içerisinde sunabilmektedirler. Bir Türk dönercisinin yanıbaşındaki Lübnanlı bir lokantacı, Türk dönercisi ile ortak noktasını, “bulundukları/yaşadıkları ülkenin VATANDAŞI” olma, oraya aidiyet duygusuyla bağlanma biçiminde göstermekte, yöresel motiflerini de bu aidiyet içerisinde yansıtabilmektedir. Türk vatandaşlarının, özellikle ikinci nesil ve üçüncü nesil açısından, göç edilen ülkede doğan, orada eğitim öğretim görüp yetişkin birer bireyler olduğu toplumları göz önüne aldığımızda ise başka sonuçlarla, başka sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz. Çok kültürlü bir toplumda çok kültürlü olan Türk çocuklarının, çok dilli olduklarını da görüyoruz. Kendisini Fransalı Türk, Fransa’da yaşayan Türk olarak sunan çocuklar gençler yaşadıkları toplumun kültürel farklılıklarını da yansıtmaktadırlar. Ana dilin çift dillilikle etkileşime girdiği bir toplumda; davranışları belirleyen sadece görünen gerçekler olmamakta, bireyin kültürle bağlı olduğu kimi özellikler de yaşanılan toplumda varlığını hissettirme mücadelesi vermektedir. Psikolojik olarak analize muhtaç bu türden davranışlar, aslında günümüz toplumlarında, özellikle de çok kültürlü toplumlarda ortaya çıkan sorunların anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Birey, doğduğu ülkenin dilini okulda ve çevrede öğrenirken; ana dilini (gerçek anlamda ana dili, anneDünyadan Büyüktür Çocuk | 277 sinin dili, kendisini bu dünyaya getirenlerin dili olarak şu an için anlıyoruz) aile içerisinde öğrenmektedir. Eğer yaşanılan çevrede aynı ana dili konuşan bireylerin sayıca fazlalığı söz konusuysa, burada bir aidiyet duygusu devreye girmekte, ailenin hayata bakışına, yaşam biçimine göre ana dil, kültür, kimlik gibi vurgular önem kazanmakta, öne çıkmaktadır. Burada üzerinde durulması gereken şey, eş birleşimi yoluyla göçülen ülkeye gelen anne ve babaların durumudur. Aslında konuyla biraz ilgisi olanların çok çabucak ısındığı bir kavram olarak da karşımıza çıkan ithal damat/ithal gelin kavramları, bilimsel izahı derinlemesine yapılması gereken kavramlardır. Burada ithal gelin/ithal damat tanımlamalarıyla; göçülen ülkede doğmuş erkek ya da kızların kendi anayurtlarından, memleketlerinden, köylerinden, çok farklı sebeplerle göçülen ülkeye getirilmek üzere evlendikleri kişiler kastedilmektedir. Genellikle akraba kız ve erkeklerinin gelin ya da damat olarak seçildiği, damatlar için bir iş edinme, yurt dışına kapağı atma amacının gerçekleşmesinin ilk adımı olarak düşünülen evlilik, kızlar için de; kızın ailesi tarafından aman rahat etsin, aman biz çektik o çekmesin türü yaklaşımlarla ele alınmaktadır. Götürülecek gelin kızın, göçülen ülkede doğmuş olan damadın ailesi açısından bakıldığında ifade ettiği gerçek ise; bu açıklamamız bazılarının hoşuna gitmese de, aralarında yaşadığımız yılların gözlemleriyle vardığımız sonuç; konuşması gerektiğinde konuşturulmayacak, susması istenen, gıkı çıkmayacak, hizmetçi görünümlü gelin kızların, özellikle köylerinden, kentlerinden ithal gelinler olarak seçildiği gerçeğidir. Gerek ithal gelinler, gerekse ithal damatlar için en öncelikli sorun, gidilen ülkenin dilini öğrenme sorunu olarak ortaya çıkarken, bu evliliklerden oluşan çocukların ana dillerini konuşmada tek kaynaklarının birer ithal gelin olan baba ve anneleri olduğu gerçeğidir. Yaşadıkları ülkenin dilini her türlü imkanlarla örgün eğitimle alan; bu konuda yaşadığı ülkenin kendisine sunduğu her 278 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı türlü kolaylığı doya doya yaşayan çocukların, aynı rahatlığı ve etkinliği ana dillerini öğrenme konusunda sağlayamadıkları bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu çocukların ana dillerine ve kültürlerine olan ilgileri, anne ya da babalarının dil ve kültür seviyeleriyle doğrudan ilişkilidir. Nitekim hükümetler arası yapılan karşılıklı anlaşmalarla sağlanan, haftanın ancak bir günü, iki saat olarak kolej düzeyine kadar (yani bizdeki sekizinci sınıfa kadar) verilen ana dili ve kültürü dersleri, içerik olarak iyi niyetle planlanmış olsa da, uygulamadan kaynaklanan ve neredeyse öğrencilerin istemeye istemeye katılmak durumunda kaldıkları angarya birer ders; Türkiye’den görevlendirilen öğretmenlerin de olabildiğince idealist duygu ve yaklaşımlarla yürütmeye çalışsa da, yerel yöneticilerin yaklaşımının insafına terkedilmiş olan birer ders olmakta, gerçek anlamda ana dilin ve kültürün öğretildiği dersler olmaktan uzaklaşmaktadırlar. Bu nedenle ana dilin, sadece bir ikinci dil, ya da konuşulması gereken başka bir dil olduğu düşüncesinin yanı sıra, bir kültürel kimlik aktarıcısı nesne olduğu gerçeği göz ardı edilmeksizin ele alınıp planlanması ve bu doğrultuda sadece örgün öğretimle geçiştirilmemesi gerekmektedir. Kaldı ki ikinci ve üçüncü neslin bulunduğu ülkede eğitime önem veren ailelerin çocuklarının; ana dillerini, ana yurtlarıyla irtibatlarının sıklığıyla paralel olarak gayet güzel kullandıkları da bir gerçektir. Ancak bir dil, sadece konuşmanın aracı olmamalıdır. Nitekim aralarında bulunduğumuz süre içerisinde bu çocuklar, bu gençler gayet güzel konuşabilirken, okudukları metinleri anlamakta zorlanabilmekte, metinlere ilişkin yorumlar yapmaktan kaçınmaktadırlar. Çocukluktan üniversite gençliğine kadar gözlemlediğimiz bu durum, ilginç bir şekilde ailelerin ana yurtlarına olan sevdaları, bağlılıklarıyla doğru orantılı bir görünüm arzetmektedir. Örneğin hemen her yaz Türkiye’ye izne gelmeye özen gösteren aileleDünyadan Büyüktür Çocuk | 279 rin çocukları, yaşadıkları toplumda, kendileri gibi olan Türk arkadaşlarıyla Türkçe olarak anlaşmakta, çoğu zaman tanımadığı bireylerle bile Türkçe konuşmaya özen göstermektedir. Ancak ailenin ana yurda olan sevdası, bağlılığı, memleket hasreti gibi şeylerin çok hissedilmediği ailelerin çocukları, birbirleriyle dahi Türkçe konuşmaktan kaçınmakta, Türkçe konuşmak zorunda kaldıkları durumda da yarı Türkçe ve yarı Fransızca konuşmaktadırlar. Anne ya da babadan birinin ithal gelin/ithal damat olduğu durumlarda, oldukça absürd görüntüler ortaya çıkmakta, Türkçe başlanan cümle Fransızca devam etmekte ya da Fransızca başlanan cümle Türkçe devam edebilmektedir. Hatta çok daha ilginç olanı, iki dilin dilbilgisi kuralları adeta istem dışı olarak birbirine uygulanmakta, sonuçta ortaya acayip bir durum çıkmaktadır. Bu acayip durumun çift dilliliğin temel sorunlarından biri olabileceği ortadadır. Ancak, ana dili ifadesiyle kastedilen şeyin, bireyin doğup büyüdüğü ve yetiştiği ortamda edindiği, annesinin dili olarak kabul görmesi durumunda karşımıza çok daha acayip örnekler çıkmaktadır. Öyle sanıyorum ki, bu türden örnekler ilerleyen yıllarda ülkeler arası geçişin daha sorunsuz hale gelmesiyle, evliliklerin artık uluslar arası evlilikler haline dönüşmesiyle, çok farklı bir görünüm kazanacaktır. Babası ülke dışında doğmuş, ama ülkesiyle olan teması hiç bitmemiş, baba tarafından ailesi Türkiye ile olan bağını hiç koparmadığı gibi, ülke sevdası ve bağlılığı artarak devam etmiş bir Türk ailesinin erkek çocuğunun, bir Fransız kızıyla evlendiğini ve hele bir de bu Fransız bayanın din değiştirerek inançlı bir birey olarak ailede kendine yer edindiğini düşündüğümüzde, ortada geleneksel ana dili tanımına nasıl yorum getirebileceğimizi bilemediğim, ama inanılmaz güzel Türkçe konuşan, bir o kadar da güzel Fransızca konuşan bir aileden bahsetmek, bu anlamda birliktelikler kurmuş ailelerle karşılaşmak artık oldukça sıradan hale gelecektir. 280 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Ana dilin yaşanılan, göç edilen ülkede kimliği belirleyici olmasında etkisi büyüktür. Çocukların kimliklerinin oluşmasında ana dilin etkisini iyice hissettirmesi her ne kadar çok erken yaşlarda olmasa da, ergenlik dönemi başlangıcında özellikle ortaya çıkmaktadır. Nitekim yurt dışında bulunduğumuz süre içerisinde yaklaşık 18-20’li yaşlara kadar Türk çocuklarının ve gençlerinin, kimliklerini belirten birer vurgu taşıyan tişört, giysi, takı ve yüzük; araçlarına Türk olduklarını belirten çıkartmalar, yapıştırmalar koymaları oldukça dikkat çekicidir. Bu arada şunu belirtmeden geçmemek gerektiğini düşünüyorum: Kimliklerini belirtmek üzere özel çaba sarfeden Türk çocukları ve gençlerinin, bu vurgularda dikkat ettikleri bir başka şey de, gerek aileden gelen, gerekse kendi inanış, düşünce ve tavırları doğrultusunda sahip oldukları, savundukları parti, dernek, grup ve cemaat vb. yapıların da oldukça etkili olduğudur. Basitçe kimliğine sahip çıkma çabası olarak adlandırılabilecek bu çabanın, uzun süre yurt dışında kalmış kişilerin, özellikle de Fransa’da kalmış kişilerin takdir edebilecekleri ve anlayabilecekleri bir durum olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Neden sorusunun cevabı, Fransa’da yaşayan Arap kimliğine sahip olan Magriplilere bakınca kendiliğinden anlaşılacaktır. Yüz otuz iki yıllık koloniyal/sömürgeci bir yaşamın benliklerinde ve belleklerinde bıraktıkları izler dikkatle yapılacak bir gözlemle derhal anlaşılacaktır. Öte yandan kimliğine ve diline sahip çıkma noktasında hassasiyetini kaybetmiş Türk çocuklarının, Fransız hapishanelerinde ömür çürüten suçlu gençler olarak Araplardan sonra ilk sıralarda geldiği gerçeği de göz ardı edilmemelidir. Gerek dernekler, gerekse hükümetler arası anlaşmalar sonucu yapılan/yapılacak olan etkinliklerin sadece suya sabuna dokunmayan türden olması, hapishanelerdeki çocuk ve genç sayısının artmasını engellemeyecektir. Uzun soluklu bir ilgi ve benimseme politikasının, devletin ülke içindeki evlatlarına sahip çıkmasının, Dünyadan Büyüktür Çocuk | 281 ülke dışındaki çocuklarına da sahip çıkılması gerçeğinin anayasal bir zorunluluk olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır. Hatırlanmak unutulmamaktır. Unutulmayanlar için bir şeyler yapılmalıdır. Yapılacak şeylerin ne olduğuna ilişkin sorunun cevabı bir başka yazının konusunu oluşturacaktır. Unutmayalım ki, dil sadece konuştuğumuzda anlaştığımız bir nesne değildir. Geçmişi bize bağlayan, bizi de geleceğe anlatan şeydir. Geçmişinizi ne kadar anlarsanız o kadar tanırsınız. Geleceğe ne kadar kendinizi anlatırsanız o kadar anlaşılabilirsiniz. 282 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Tilbe Saran Evren Ercan Yıllar Gelip Geçti Ben Hala “Gökyüzü gibi bir şey Çocukluk Hiç bir yere gitmiyor” Edip Cansever Anneanne, anne ve babadan oluşan kentsoylu bir Cumhuriyet ailesinde İstanbul Avrupa yakasında, 60’lı yıllarda bir apartmanda kardeşsiz geçen bir “tek çocukluk”. İlk uzun soluklu arkadaşlarımla İstanbul Üniversitesinin “Çocuk Ev”inde karşılaşıyorum. O günlere kadar evde parmaklarımı boyayarak çoğalttığım bedenim yerine artık minik arkadaşlarım var. Yaşasın! “Yuva”mı çok seviyorum. Her gün annemle birlikte apartmanımızdan çıkıp 34 AV 161 plakalı sarı Opelimizle Teşvikiye’den Karaköy’e gidiyor, Galata Köprüsünün üzerinde balık tutanların yanından süzülüp, Roma su kemerlerinin altından geçip eski İstanbul’a geliyoruz. Henüz nüfus 1 milyon, parke taşlı yollarda tek tük arabalar, otobüsler, beyaz eldivenli polis amcalar… Barakadan bozma “yuva”mıza gelince annem beni İnci ve Gönül öğretmene teslim ediyor. Bahçemizde eski bir Bizans duvar kalıntısı var: hava güzelse orada saklambaç oynuyoruz, çiçeklere, ağaçlara bakıyor, hayvanlarımızı seviyoruz: kaplumbağa, kedi, kuş… 284 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Bir de salıncağımız var… Üşüyünce içeri giriyoruz, paltolarımızı asacağımız askılık tam da boylarımıza göre, hele tuvalete bayılıyorum: küçücük lavabolar, minicik klozetler, hepimizin üstü isimlerimizin ilk harfleriyle işli kumaş çantalar var: içerisinde diş fırçalarımız, havlularımız… Mutfaktan mis gibi sıcak süt kokuları geliyor, yanında petit beurre bisküvileri Rengarenk iskemlelere oturuyoruz, masalar da tam bize göre Acaba resim mi yapacağız, yoksa hamurla mı oynayacağız? Yoksa şarkı mı söyleyeceğiz, belki de dans ederiz? Öğlen saatine kadar evcilik mi oynasak? Açılır kapanır şezlonglarımıza uzanıyoruz beraberce yenilen öğlen yemeğinin ardından. Benim gibi “uykusuz”larla fısıldaşıp duruyoruz. Ahh ne güzel insanın kardeşlerinin olması: canı hiç sıkılmıyor! Diğerleri uyanınca Gönül öğretmen bize hikaye anlatır mı acaba? Belki de sayıları öğretir, renkleri, şekilleri… Yoksa şu sandığı açar da içinden kuklaları çıkarır mı? Bayılıyorum o içine minik ellerimi yerleştirdiğim kuklalarla oynamaya. Gönül öğretmen bir de paravanı verirse bana, sabaha kadar perdenin arkasından konuştururum artık Kırmızı Başlıklı Kızı, Sindrella’yı, Deniz Kızını, anneannemi, büyük teyzelerimi, Ayşe annemin aksi kocasını, bulutlara çıkan, kuyulara düşen çocukları, fasulye sırıklarına tırmanan devleri… Yıllar gelip geçti, ben hala Gönül öğretmenin verdiği kuklalarla oynuyorum, bedenime geçirip arkadaşlarımla hayatı paylaşmak için. Tilbe Saran Dünyadan Büyüktür Çocuk | 285 “Ben” oldum “O” odada, Harbiye Şehir Tiyatro’sunun üst kattaki büyük çalışma odasında, 7 yaşımdayken küçük bir fare, 9 yaşımda uçan bir peri, 11 yaşımdaysa ailesini arayan bir yavru karga oldum ben. Gerçek hayatta “Evren”dim. Evet ama “O” odada Evren’den başka her şeydim. Ne istersem oydum. Hayal gücümün sınırı yoktu. Öyle ya, istediği zaman kirli çamaşır, istediğinde kaynayan makarnalar olabilen çocuklardık biz. “Ben şimdi çilekli dondurmayım” dememiz yetiyordu çilekli dondurma olmaya. Ya da teker teker canlanan oyuncaklar olabiliyorduk “Hadi ” komutuyla… Sahneye de çıkıyorduk. Orada da kendimizden başka bir sürü şey olabiliyorduk. Üstelik sonunda selama çıkmak diye bir şey vardı ve selam verince bizi alkışlıyorlardı. Oynadığım ilk oyunun sonunda selam verilirken söylediğim “Sandviç dağı sandviç dağı, göster sen içini, aç pencereni” şarkısı hala aklımda... Düşünün bir; içi açılabilen bir sandviç dağı, yitik çocukları kötü kalpli korsanlardan kurtaran uçan bir çocuk kahraman, canlanan oyuncaklar, bir kaval sesinin arkasından dolaşan fareler arasında geçen bir çocukluk... Gerçeklik algısının farklılığına bir bakın. Üstelik izleyicisi değil de oyuncusu olmak bu durumun, yani her şeyin tam ortasında olmak. Bir çocuk için hayal bile edilemez bir konfordu bu… 286 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Kendi dekorumuzu yaptık, kostümlerimizi tasarladık, birbirimizin saçlarını örüp, daha güzel olsun diye renkli tokalar taktık. Provalar yaptık saatlerce… Gözümüzden uyku aksa da yaptık. Aynı işin başka uçlarından tutmayı öğrendik biz, üstümüze düşeni yapmayı öğrendik. Vaktinde gelip, vaktinde gitmeyi, “An”ların hatta sekansların önemini öğrendik. Düşünmeyi öğrendik, başka hayatları merak etmeyi… Hayal etmeyi… Fark etmeyi... Ayırt etmeyi… “O” odada, Harbiye Şehir Tiyatro’sunun üst kattaki büyük çalışma odasında “Ben” oldum ben. Evren Ercan Dünyadan Büyüktür Çocuk | 287 Çocuk ve Tiyatro Kültürü 1989 yılının sonbaharında Şehir Tiyatroları bünyesinde çocuklarla çalışmaya başlamadan önce; İngiltere’de psikoloji bölümünü bitirip konuşma terapisi alanında uzmanlaşan anaokulu arkadaşım Nazan Özbaydar Winrow ile yaptığımız bilgi ve deneyim paylaşımları sonucunda derlediğimiz yaratıcı drama çalışmalarımızı 3-5; 6-8 ve 9-12 yaş grubundan bir avuç çocukla deneyimlediğimiz bir yıllık bir birikimim vardı. Profesyonel oyunculuğa ara verdiğim 3 yıllın ardından, bir yandan tıfıl bir çırağa teslim edilemeyecek kadar önemli bir rolün altından kalkmaya çabalıyor bir yandan da o çok köklü kurumda miniklerle yaratıcı drama çalışmaları yapıyordum. Sanırım benim yolumu hep o “Melekler” aydınlattı! Meleklere, Evren’e ve benimle bıkıp usanmadan oynayan anneme… Tilbe Saran 1987 yılının eylül ayında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Çocuk Eğitim biriminin sınavını kazanmamla başladı her şey. Haftada iki gün okuldan sonra tiyatroya gidiyor, diksiyon, dans, müzik ve temel oyunculuk dersleri alıyor, okumayı öğrenmeden oynamayı öğrenmeye çalışıyordum. Eğitim biriminin üçüncü yılında, bir gün kocaman gözlerinin içi kocaman gülen, o zamana kadar tanıdığım hiç kimselere benzemeyen bir abla geldi ve bize daha önce hiç yapmadığımız egzersizler yaptırmaya başladı. Çok kısa bir zamanda hepimizin kahramanı oldu Tilbe Abla…Çocukken taparcasına sevdiğim, büyü288 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı dükçe en tutkulu hayranlarından biri olup seyretmeye doyamadığım Tilbe Abla... Konservatuvarda okuduğum orta okul, lise ve üniversite yıllarım, ardından İletişim Fakültesinde tamamladığım yüksek lisans eğitimim boyunca sık aralıklarla olmasa da, hep irtibat halinde olduğum, bütün oyunlarını, filmlerini izleyip, röportajlarını okuduğum çocukluk idolum, rol modelim, beni bir gün bile hayal kırıklığına uğratmamış olan Tilbe Abla… Bugün, yani ben tam da tanıştığımızda Tilbe Abla’nın olduğu yaşa erişmişken, üstelik şu anda İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında tam da Tilbe Ablayla tanıştığımda benim olduğum yaştaki minik öğrencilerime ders veriyorken, yolumuz tekrar kesişti onunla. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsünde doktora yapmaya başladığımı haber vermek için aradığım günden bu yana bana sonsuz bir destek verdi, hep yaptığı gibi bakış açımı genişletti, önümü açtı, olanak sağladı. Bana bu yazıyı yazmam teklif edildiği an bu işi mutlaka Tilbe Ablayla birlikte yapmak istediğimi fark ettim. Yazının başlığı “Çocuk ve Tiyatro Kültürü”ydü ve benim bu kültüre ait öğrendiğim ilk bilgi zerreciklerinden tutun da, bugün tiyatroya dair yaptığım her işte Tilbe Abla’nın eli, dokunuşu, etkisi vardı. Tilbe Abla her zaman olduğu gibi ricamı kırmadı ve bu yazıyı benimle birlikte yazma nezaketini gösterdi. Düşündük taşındık ve yıllar önce aynı deneyimin öğreticisi ve öğreneni olmuş, ortak anıları başka algılarla biriktirmiş iki insan olarak bu konuyu en iyi birebir tecrübe etmiş “Çocuk Eğitim Birimi” öğrencilerinin, Tilbe Ablanın deyişiyle “Melekler”in anılarından derleyerek anlatabileceğimize karar verdik. Aşağıda, o yıllardan beri dostluğumuzu sürdürdüğümüz, kimi artık meslektaşımız olan, kimi bambaşka işlerde çalışan yeni “Melek”lerin o günlere ait anılarını okurken yaratıcı dramanın çocuklara ne gibi kazanımları olduğunu ilk ağızdan dinlemiş olacaksınız. Fazla söze gerek yok: Perdeeee! Dünyadan Büyüktür Çocuk | 289 D. Ö. Oyuncu, 28 “Ben Ofelyaymışım, sen tencerede spagetti...” Hepimiz yerde sere serpe yatıyorduk. Stüdyonun tavanını en ince ayrıntısına kadar beliriyor gözümün önünde. Sonra “Tilbe abla”nın sesi: “Simdi hepiniz birer spagettisiniz. Dimdik, sert, upuzun.” Stüdyo kayboluyor gözümün önünden. Ben bir spagetti oluyorum. Sonra Tilbe Abla bizi kaldırıp kaynar suya atıveriyor. Biz yumuşuyoruz, kaynıyor kaynaşıyoruz, kıvır kıvır kıvrılıyoruz. Tencerenin rengini, suyun yoğunluğunu hatırlıyorum. Kafamı kaldırıp yukarı bakınca, tencerenin bitip gökyüzünün başladığını ve bizi karıştıran Tilbe ablanın tahta kepçesini görüyorum. Hala. Yaklaşık 20 yıl sonra. Hepimiz, yeni çıkan her oyuna gidiyorduk. Bazen binlerce kez. Bazen seyirciydik, bazen oyuncu. Dersten çıkıp, sahne arkasından süzülüp ya boş kalan koltuklara oturur, ya da kulis perdesinin bir köşesine çömelip tüm oyunu, replikler dudaklarımızda, ezbere tekrar tekrar izlerdik. Geriye dönüp hayal etmeye çalıştıkça Harbiye Şehir Tiyatrosu’nun duvarları bir belirip bir kayboluyor. Araya ormanlar giriyor, denizler, tepetaklak adalar, uçan çocuklar, çok kötü adamlar, dev kitaplar... Karnımda ilk “aşk” kıpırdanmaları, Ofelya ve Hamlet üzerine yaptığımız bir doğaçlama sırasında, Hamlet’in karşısında dut gibi kalınca uyanıveriyor... Doğaçlama... Birgün ders çıkışı, bir elim anneannemin avucunda, öbür elimde beslenme çantam, belediye otöbüsü sakinlerine doğaçlamanın ne olduğunu anlatıyorum. Altı yaşındayım. Ancak içimizde uçuşan tüm bu cinler ve perilerle dolu dünya, varlığını içinde yetiştirilmekte olduğumuz sıkı disipline borçlu. Tiyatroya adımımızı attığımız andan itibaren kurallar tartışmasız bir biçimde konuluyor. Biz de bir yetişkinden daha yetişkince bu kuralları kabulleniyoruz. Oyunun kuralları. Oyunun iskeleti, ha290 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı vası, temel taşları. Yıllar içinde dakik olmayı öğreniyoruz, saygılı, tartışabilen, sahnede nerede duracağını bilen, işi bitince kostümünü yerine asan ve en önemlisi oyuncu çocuklar olarak büyüyoruz. 18 yaşıma girdiğimde bu kurallar bana dar gelmeye başladı. Elinde büyüdüğüm, beni benden daha iyi tanıyan ve son damlasına kadar tartışmaktan korkmayan bir hocam olduğu için, Neş’e Erçetin içimdeki tüm inat, hırs ve merakı hışımla uyandırdığı için, Italya’ya, tiyatro okumaya geldim. İtalya’nın en önemli iki konservatuarından birinin giriş sınavına yazıldım: sınav salonunun kapısında yüzlerce kişi, hepimiz titriyorduk, girenler dışarı hüngür hüngür ağlayarak çıkıyordu. Tam korkudan öleceğimi düşündüğüm anda, sahneye çıktım. Ve bütün korkum yokoldu. Sahne evimdi. Kendimi bildim bileli üzerinde yaşadığım evim. Dünyanın neresinde olursa olsun, sahne en iyi bildiğim yerdi. Hocaların her türlü psikolojik baskısı, acımasız tavrı, Neş’e ablanın yıllarca elleriyle ördüğü zırhın üzerinden kayıp geçti. Okula birincilikle ve tek yabancı öğrenci olarak alındım. Ancak o zaman tüm geçmişim kucağımda, oturup ağladım. İçimde hala hayalgücü korkusuz, yerinde duramayan, mutlu ve hınzır küçük bir kız var. Beni seven bir vücudum var. Normal hayattaki dikiş tutmaz düzensizliğime rağmen, işimde herkesten daha sıkı bir disiplinim var. Herhangi bir tiyatro veya konser salonuna girdiğimde, ışıklar söner sönmez, alabildiğine, dört köşe, mutluyum. Bunların hepsi, adım gibi biliyorum, hepsi, Şehir Tiyatrolarının şen tohumları, tomurcukları, kökleri. D. K. Reklam Yazarı, 32 “Hayal gücünün sınırsızlığını öğrendik.” “Nasıl yani simdi bir makarna gibi mi davranacağım...” derken bir makarna gibi düşünmeyi öğrendim ki bu benim hayatıma çok şey kattı. Simdi bir Reklam Yazarı olarak bazen karışık meyve suyu oluyorum, bazen donDünyadan Büyüktür Çocuk | 291 durma çubuğuna hediye çıkan bir çocuk… Onların hikayelerini onlar gibi düşünerek yazıyorum, eğlenerek düşünüyorum, öğrendiklerim sayesinde yaptığım işten keyif alıyorum. Tiyatroda bir başkası olmanın, hikayeler yaratmanın tadını bu kadar almasaydım “Reklam Yazarı” olur muydum? Bilmiyorum. Öğrendiklerim sadece yaptığım işe değil, insanlarla ilişkilerime de çok şey kattı. Hayat bir replik gibi; ne biraz önce, ne biraz sonra, tam zamanında söylenen, tam zamanında yapılan aksiyonlarla güzel. Sanırım tiyatroda repliğe zamanında girme içgüdüsünü kazandım. Perdenin arkasında bekleyerek sabretmeyi, birlikte dans ederek ekip olmanın güzelliğini, biraz alkışla bile kendimize güvenmeyi öğrendim.” E. E. Oyuncu, yaratıcı drama eğitmeni, 33 Küçücüktüm. Belki tiyatronun ne olduğunu bilemeyecek kadar küçük… Tek bildiğim annemin beni götürdüğü, hayranlıkla seyrettiğim çocuk oyunlarıydı. Sonra bir gün, bir çocuk oyununda beni sahneye çıkardılar. Sonra hep sahnede olmak istedim. Oldum da… Çocuk eğitim biriminin sınavına girip de Birsen Abla ellerimden tutup: “Sen uzakta oturuyorsun biz seni alırsak, nasıl buraya geleceksin?” dediğinde, yutkunup: “Ben buraya gelmeyi çok istiyorum.” demiştim gülümseyerek. Hala sahnede olduğumda -kimi zaman yalnızca yüreğimle- hep gülümsüyorum. Tiyatro benim miladım. Bana kendi içime bakmayı öğretti. Yalnızca kendi içime değil, dikkatle bakıldığında herkesin içini kısmen görebileceğimi de… Herkesin o çok sevdiğim masallardan ibaret olduğunu ve her masala saygı duyulması gerektiğini öğretti… N. D. İngilizce öğretmeni, 29 Tiyatro belki de şu an öğretmen olmamın sebebi... Niye her zaman olaylara başka kişilerin gözünden bakıyorsun diyorlar. Em- 292 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı pati özelliğimin çok fazla olduğunu söylüyorlar. Çok iyi gözlemci olduğumu söylüyorlar. Bir kişiyi dinlerken ona değer verdiğimi hissettirdiğimi, bir konu ya da olay anlatırken karşımdaki insanları ikna etme kabiliyetimin çok yüksek olmasını… Bunların hepsi tesadüf olamaz. Daha küçücük yaşta tanıştığım tiyatronun bana kazandırdıkları bunlar, ama en önemlisi benim “Ben” olmamı sağlaması! Küçük yaşımda kendimi ifade etmeyle başladığım serüven, hayatım boyunca ayaklarımın yere basmasını sağladı. Okul hayatındaki birçok arkadaşım hayatı sorgulamazken, ben hayata farklı bir gözle bakmaya başladım. Öğretilen şeylerden çok, onların neden öğretildiğini merak ettim. Farkındalık düzeyim arttı. Bütün bu özelliklerle birlikte öğretmenlik yolunu seçtim çünkü kendine güvenen, soru sorabilen, farklı bireyler yetiştirmede, kısacası benim gibi şanslı olmasını istediğim kişiler yetiştirmede bir tuzum olsun istedim. E. Ç. Oyuncu, 26 Çok heyecanlıyım, yine bir perşembe günü öğleden sonra, okulun kapısında, babamın beni almasını bekliyorum. Okul forması elimde, üstümde derslerde rahat edebileciğim eşofmanım, spor ayakkabılarım; çantamda ayakkabının yasak olduğu çalıştığımız stüdyo için hazırladığım yedek çoraplarım ve terlemeye karşı önlem; bir sürü tişört ve ders saati! O gün ilk defa yeni bir çalışmaya başlıyoruz. Bizden üç hayvan ismi seçmemizi istiyorlar, ben de çok merak ettiğim için aslanı; korktuğum için yılanı ve çok sevdiğim için tavşanı seçiyorum. Anlatmak için sıramı bekliyorum. Ama bizden, derste anlatmak yerine bu üç hayvanı canlandırmamızı istiyorlar. İşte herşey belki de bu dersle başlamıştır, ya da ben dönüp hatırlamaya çalıştığımda buradan başlıyorum. İnsana has duyguları tanımamı, cesareti, utanmayı, başarıyı, başarısızlığı, kendini ifade edebilmeyi öğretti. Utanma duygusunun kötü birşey olmadığını, bunun insanı geliştirdiğini, kendini bilDünyadan Büyüktür Çocuk | 293 mezlikle kendine güvenme arasında ne kadar ince bir çizgi olduğunu ilk orada öğrendim. Ve en önemlisi hayatıma tiyatronun girmesini sağlayan eğitim birimi, benim hayattaki yolumu çizmemi sağladı. Şu an tiyatro sahnesinde, tüm oyunculuk çalışmalarında ve hayatın içinde sık sık durup oraya dönüyorum. Hatırlıyorum. Bazen gülümsüyorum, bazen şaşırıyorum, bazen üzülüyorum ama en önemlisi hala birçok şeyin çözümünü; orayı, oradaki her şeyi hatırlayarak buluyorum. “Kendinle konuşmaktan korkma!” Bana kalan en güzel cümle. M. K. İş adamı, 33 Tiyatro… Küçücük bir çocukken hayatıma girdi ve kendimle tanışmaya, kendimi tanımaya başladım ben de. Nasıl da büyülü bir dünyaydı bu çocuk kalbimde hissettiğim? Kendi isteğimle dâhil olmadığım hayat oyununda, kendi isteğimle oyun oynayabiliyordum artık. Bazen bir bulut oluyordum bazen de kaynamakta olan bir makarna tanesi… Daha ne isterdim ki? Tiyatro, esas olanın insan, yani ben olduğumu ve hayatın etrafımda dönmeye başladığını düşünmemi sağladı. Tiyatro, “Ben özelim, diğerlerinden farklıyım.” duygusunu kendi içimde teyit edebilmenin sevinci, hala sıkça ihtiyaç duyup başvurduğum özgüvenimi geliştirebilmemi sağladı. Utangaçlık ve çekingenlik gibi kötü duyguları üzerimden atmaya başlamıştım ne de olsa. Çocukluğumdan ergenliğe geçiş sürecimdeki işte bu farklılaşma arayışımda, tiyatrodan aldığım dilimizi doğru kullanma becerisi sayesinde, bulunduğum topluluklarda öne çıkmaya başlamak çok zevkliydi. Disiplin ile çalışıp ortaya bir ürün koymanın, ya da yaratım sürecinde en az ekipteki herkes kadar önemli bir parça olarak rol almanın nimetlerini hala topluyorum. Bir çocuğun, tı294 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı kır tıkır işleyen bir makinenin çarklarından biri olduğunu hissetmesinin verdiği yürek kıpırtısını anlatamam. Oyun seyirci ile buluştuğunda ve siz sahnedeyken, ezberinizi çalışmaya, ya da yapacağınız dansa önce hangi ayağınızla başlayacağınızı bir başkasına sormak için çok geçtir. Yüksek bir odaklanma ile emeğinizi ortaya koyma zamanıdır. Okulda hiçbir sınavımda, bildiğim soruları heyecandan unutup yapamadığım olmadı mesela bu sayede. . Tiyatronun yoğunluğundan dolayı sıkça okulu asmama rağmen okul birinciliklerini de kimseye kaptırmadım. B. G. Oyuncu-Dramaturg, 29 6 yaşında kendimi neden Şehir Tiyatroları’nda, bana benzeyen bir sürü çocuğun içinde bulduğumu bilmiyorum. Annem bana “ister misin?” diye sorduğunda, neden o kadar büyük bir coşkuyla “evet!” dediğimi bilmiyorum. Zaten, seçme sınavına girdiğimde de, onun seçme sınavı olduğunu bilmiyordum. Adım okunduğunda beni neden alkışladıklarını anlamadım. Sonra tiyatroyu meslek edinmekte neden bu kadar inat ettiğimi bilmiyorum. Gerçekten... Bilmiyorum. Görmeye alıştığım, kanıksadığım, bildiğim, anladığım, tanımlayabildiğim her şeyden değişikti orası. Ancak böyle tanımlayabiliyorum: Değişik. Alternatif bir gerçeklik gibi; ya da hayatın iki saatliğine askıya alınıp, başka bir yaşantıya izin verilmesi gibi. Galiba şimdi geldiğim noktanın sorumlusu bu: Öğretilenin, bilinenin dışında, alternatif bir hayatın mümkün olduğunu görmüş bulundum bir kez. Sonrası zaten herkesin bildiği gibi. Herhalde kendimi oyuna fazlaca kaptırdım... N. A. Yaratıcı drama öğretmeni, 30 Sene 1986, ben 6. Cazgır değil uyumlu, zengin değil orta halli, normal bir çocuğum. O zamanlar için çevremde bana yol gösterebilecek tek okuDünyadan Büyüktür Çocuk | 295 muş kişi Feruza ablam (aile dostumuz), Cumhuriyet gazetesindeki ilandan bahsediyor babama. “Bir sınav varmış. Şehir tiyatroları çocuklara tiyatro kursu verecekmiş…” Bana sordular mı sormadılar mı bilmiyorum. Bir şekilde sınavda buldum kendimi. Kazandım. Dersler başladı. Teorik ve pratik dersler vardı. Henüz ilkokula yeni başladığım için not tutamıyordum. Her şey bir disiplin içinde ilerliyordu. Hatta hocalarımız bana çok sert geliyordu. Grubun içinde kendimi biraz ayrı tutuyordum. Kimsenin beni dışladığı yoktu, bu benim kendime yaptığım bir şeydi. Hangi açıdan ayrı tutuyordum kendimi? Asıl soru bu. Ekonomik açıdan (zengin fakir ayrımı)... Ama bu duyguya kapılmam çok normaldi. O zamanlar sur içi diye tabir ettiğimiz; diğer adıyla İstanbul’un göbeğinde oturmuyordum. Harbiye’ye gelmem için bir sürü organizasyon yapıyordu babam. (Annem hayatta getirip götüremezdi, çünkü İstanbul içine tek başına çıkacak kadar İstanbullu değildi henüz… 70’lerin sonunda göçmüş, ne yapsın kadın) Her kurs günü annem beni zorlardı, ben gitmek istemezdim. Hem okuldan çık koştur, hem de o eziklik duygusu… İstemiyordum. Bir süre sonra bu duygu, düşünce yok oldu. Ama ne zaman, nasıl, bir anda mı, yoksa zamanla mı hatırlamıyorum. Yoksa biz sosyal bir sınıf mı atladık bu ara. Belki tiyatronun bir ekip işi olması fikri başlı başına aracı oldu bu düşüncemi değiştirmemde. Çünkü tiyatro bir yönetmenle, ya da histerik bir başrol oyuncusuyla, ya da sadece ışıkla, efektle, müzikle olan bir şey değildi. Her şeyden besleniyordu. Yani o ekibin bir parçası olabilmekteydi mesele. Yani hayatta nerede olursan ol, orada olduğunu ve nereye bakabildiğini fark edebilmendi. O anı hissedebilmem... hissettirebilmem.... anlatabilmemdi. Ya daaa sadece Klasik Yunan oyunları yoktu literatürde, Çe296 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı hov, Shakespeare, Nazım Hikmet.... Binlerce yazar, şair, edebi türler, düşünceler, dönemler.... Biz ne kadar küçük zerrelerdik bunların arasında… Tiyatro hayatımda hiç olmasaydı ne olurdu?(Hayatımın herhangi bir döneminde değil de çocukluk, gençlik dönemlerinde olması da önemli diye düşünüyorum). Bu kadar sosyal olmazdım. Çocukları bu kadar iyi anlayamazdım. “Her insan biraz çocuktur” yani insanları anlayamazdım. (Empati kurmayı role girerek anlamak gibisi var mı?) Hoşgörülü, uyumlu olmazdım. (Tam da emin değilim, kişilik yapımda da var sanırım uyumluluk) Hayata bu kadar ayrıntılı bakmazdım. Duyarlı olmazdım. Gideceğim yere zamanında gitme alışkanlığım olmazdı. En önemlisi bu kadar güzel dostluklarım olmazdı. Ve yazımızı çocukların toplumsallaşma sürecinde “Kendilerini” gerçekleştirebilmelerini sağlayan yaratıcı drama etkinliklerinin yararlarını yaşadığı kabul edilmez acıları ancak sahnede yeniden “düzelterek” deneyimleyebildiği, öfkesini, kızgınlığını açığa çıkarabildiği ve parçalanmış kimliğini yaratıcı drama çalışmalarıyla yeniden bütünleyebildiği için bugün meslek sahibi genç bir kadın, sağlıklı bir anne olan “Melek”in sözleriyle noktalamak istiyoruz. D. D. Avukat, 32 Ben 5 yaşımdan itibaren cinsel istismara maruz kalmış ve 11 yaşından itibaren tiyatro eğitimi almış, avukatlık mesleğine mensup bir anneyim. Oyunculuk, hüzün ve suçluluk denizinde yüzme bilmeden çırpınırken, dolu dolu tertemiz nefesler almak gibiydi. Hapsolduğum bedenimden ve onun anılarından kurtulup, Dünyadan Büyüktür Çocuk | 297 bambaşka öykülere dönüşebilirdim; sınır yoktu, dünya üstünde herhangi bir canlı, ya da cansız olabilirdim. Eğer tiyatro olmasaydı, şimdi olduğum bu karamsar, yorgun, insanlardan kaçan ve onlara katlanamayan karakteri maskeleyemez, tamamen toplum dışına itilir, bir akıl hastanesinde sonlanır yahut öldürülürdüm. Tiyatroya biricik umudum ve neşem olan oğlumu ve mesleğimi borçluyum; iyi ki var. İşte böyle; Bir düşünün tüm çocuklarımızın hepsinin şu cümleleri içselleştirdiklerini... “Kendinle konuşmaktan korkma!” “Öğretilenin, bilinenin dışında, alternatif bir hayatın mümkün olduğunu gördüm.” “Biraz alkışla bile kendimize güvenmeyi öğrendik. ” “Ben Özelim.” “Yani hayatta nerede olursan ol, orada olduğunu ve nereye bakabildiğini fark edebilmek.” “Her şeyi öğretildiği için değil, neden öğretildiği için merak ettim.” “Ben oldum, ben.” 1987-1992 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları bünyesinde otuz beş çocuk, haftanın iki günü aldıkları 5 yıllık bir eğitimin sonucunda Çocuk Eğitim Biriminden mezun olmuştur. Kurslara aralıklı olarak devam eden veyahut 5 yılın tamamında bulunamayıp, belli bir kısmında kursiyer olarak eğitim gören çocuklarla beraber bu sayı elliye çıkmıştır. Şu anda avukatlıktan makine mühendisliğine, İngilizce öğretmenliğinden reklam yazarlığına, müzisyenlikten fotoğrafçılığa kadar birbirinden çok farklı alanlarda çalışmakta bulunan bu çocuklardan sadece yedisi hayatını profesyonel oyuncu olarak sürdürmektedir. 298 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Sadýk Yalsýzuçanlar Cennet Sineması İnsan büyük oranda çocukluğudur. Babam Malatya’da sinema işletmeciliği yaptı uzun yıllar. Benim edebiyata, öyküye, romana ilgi duymamda, sinema ile uğraşmamda bu çok etkili oldu. Esasen benim çocukluk yıllarım çok renkli, zengin bir dünyada geçti. Bende hem babamın işlettiği, özellikle yazlık sinemalarda seyrettiğim filmler, hem de hayal sinemam çok fazla dokunaklı, komik ve maceralı hikâyelerle doludur. Çocukken rüyasız uykum olmadığını söyleyebilirim. Hayalin sınırlarının bu denli geniş olduğunu çocukluğuma dönüp bakınca biraz anlayabiliyorum. Sonradan İbn Arabî ve Bediüzzaman’dan, hayal’in bir ‘âlem’, bir ‘berzah’ olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmadım diyebilirim. Gerçek dünyadan çok, o büyülü, sinemasal âlemde geçmiş çocukluğum. Bu, yaşamımın tümüne sirayet etti sonra. Daima gerçeklerden, gerçekliklerden kaçtım; hayale, rüyaya, düşlere sığındım, onların daha gerçek olduğunu düşündüm. Şimdi, yavaş yavaş yokuşu inerken bu duygum daha çok güçleniyor, görüyorum. Melekbaba sinemamızda, makinist Yusuf amcanın feci bir şekilde can verdiği o yangın bugünmüş gibi gözlerimin önünde. Seyrettiğim filmlerin adeta her karesini hatırlıyorum. Dayılarımın, teyzelerimin düğünlerini... İlkokulumuza bilhassa kışın giderken, 300 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı sabahları dizimize, belimize kadar kara gömüldüğümüzü... Kolumuzun altına sıkıştırılan birkaç meşe parçasının sınıfın sobasında çıtır çıtır yanışını, el ve ayak parmaklarımızın buzlarının ikinci üçüncü derste ancak çözülüşünü... Okula giderken geçtiğim Issız Ceket (Patika)’nın cinlerini, o tuhaf, gizemli seslerini... İlkokul aşklarımı, onların acılarını, sızıları... Her şeyi hatırlıyorum. Unutamadığım bir başka şey, dedem... Kadirî idi, babaannem de öyle. Akşamları mutlaka bendir çalar, açık zikir yaparlardı. Babaannem çok cezbeli olduğundan kendini tümüyle kaybeder, başını duvara çarpar, yazmasının altından kan sızardı. Yatışması uzun sürerdi. Dedem daha denetimliydi, öyle hatırlıyorum. Mütevazı yaşıyorlardı. Genellikle saç sobadan çıkarılmış meşe korunda (mangalda) pişirilen soğanlı bulgur aşı ve ayran... Dedem riyazet ehliydi. Az şekerle tatlandırılmış suya, kuru tandır ekmeği batırır yerdi. Ama tuhaf bir huzur, bir sükunet vardı içlerinde. Evleri de öyle. İki küçük odalı, bir sofalı, toprak zeminli, kerpiçten, toprak damlı bir evde yaşıyorlardı. Ben de dört yaşına kadar orda yaşadım. Hafızamı zorladığımda, çocukluğumun diplerinde hep o evin ve dedemlerin anıları canlanır. Ne bileyim işte, ölümler, ağıtlar, düğünler, bayramlar, bolluklar, yokluklar, aşklarla dolu bir hayat. Bunlar var benim rüya sinemamdaki perdede. Çocukluk bahçemde öncelikle babamın işlettiği sinemalarda seyrettiğim yüzlerce filmin özel bir yeri vardır diye düşünürüm. Sonra özellikle anneannemin anlattığı masalları hatırlıyorum. Çok güzel anlatırdı. Yerel ama zengin bir sözlükle, canlı, canlandırarak, sanki yaşıyormuş gibi, bir meddah gibi anlatırdı. Ninni çok söylerdi. Ninnisiz uyuduğum vaki değil neredeyse. Ailemizde bir kırılma, bir değişim de yaşanmıştır. Dedem dervişti, Demokratlara ilgi duyuyordu, seçimlerde onlara oy veriyordu. Babamla bir kırılma olmuştu. Babam, alkol kullanır, sinema işletirdi, sinema ile uğraşıyordu. Bu yüzden dedemle aralarında bir gerilim daDünyadan Büyüktür Çocuk | 301 ima oldu; bir zaman çok soğudular, görüşmediler. Dedemin üzüntüsünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Tabi evladı, atamıyor satamıyor, ama kendisinden çok farklı bir yolu seçtiği için de kahroluyor. Ben ve kardeşlerim bu gerilimin içinde büyüdük. Dayım son kabadayılarındandı Malatya’nın. Fırtınalı bir yaşamı oldu. Teyzelerim o muhafazakâr ortamda kısmen cüretkâr idiler. Bu çelişki ve acılar içinde büyüdük. Şimdi dönüp baktığımda, çocukluk anılarımın ve acılarımın o muazzam bahçesinde, her şeye rağmen kendimi bir cennette gibi hissediyorum. 302 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ‘Çocuktan Al Haberi’ “Y diye biy hayf yoktuy”. Mevlana İdris’in bu haberinden de anlaşılıyor ki, çocukluk insanın ilksel tabiatıdır. İnsan-ı kâmil doktrininin yanısıra, arifler bir de insan-ı kadîm’den söz ederler. Efendimizin (s.a.v.) niteliği olan kadim insanlık, ehline göre, ebedî çocukluğa, insanın ilksel doğasına işaret eder. Âlemin kalbi âdem, âdemin kalbi ise insan-ı kadîmdir. Yani, insanın ahdine sadık kalmasıdır. Bu fıtrat üzere yaşamaktır ki, ebedî çocukluk da budur. ‘Çocuk edebiyatı’ denilince Mustafa Ruhi Şirin’le Mevlana İdris aklıma gelir. Şirin sadece ‘çocuklar için yazmak’la kalmamış, ömrünü onlara adamıştır. Ona göre çocukluk insanın saf halidir, kadim halidir. O halde onlar için yazmak demek, insanın özüne bağlı kalarak yaşaması demektir. ‘Çocuklar için ayrı bir dil’den söz edilip durulur. Yıllar önce Cemal Süreya’nın bir soruşturmaya verdiği cevabı hatırlıyorum. “Çocuk edebiyatı sözü bana tuhaf geliyor” demişti. Kategorik olarak bu tabiri reddediyordu. Bu itiraza katılmak mümkün. Cervantes de çocuklar için yazmamıştı, ama Don Kişot’u en çok onlar sevdi. Belki çocuklar, büyüdükçe çocukluğun büyüklüğünü koruyan yazarları daha çok seviyorlar. Büyüklerin ‘y diye biy hayf olmadığı’nı aklın mizanında tartıp dilbilgisinin kazanında kaynatmalarından hazzetmiyorlar. Belki de ‘çocuk yüzlü yazılar’ın dünyayı ayağa kalDünyadan Büyüktür Çocuk | 303 dırabileceğine inanıyorlar, bu inançla ‘masal atlası’nda bir geziye çıkarak ‘tehlikeli bir kipat’ı bulmak üzere ‘hayal dükkânı’na uğruyor, ‘guguklu saatin kumrusu’ndan ‘korku dükkânı’nı soruyorlar. Haklısın Ruhi Şirin, ‘her çocuğun bir yıldızı var.’ Çünkü onlar, Efendimizin (s.a.v.) dostları gökteki yıldızlar gibidir. Hangisini izlersek bizi mutlaka nura ulaştırırlar. Eğer yüce bir dağın doruğundaki bir katran ağacından, göğün yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne bakarsak, onları görürüz. Sonra aya bakarız ve onun nurunu, Sultanı olan Güneşten aldığını, o ışıkla dünyamızı ışıttığını farkederiz. Sabit yıldızlar da, gezen yıldızlar da ay’ın takipçileridir. Onlar Güneşten yansıyan nurun âşığıdırlar. Göğü böyle okuyabilmek için insanın ebedî çocukluğa, ilksel tabiatına, aslî fıtratına dönmesi gerekir. Onu korumayı başarabilmiş olgun insanlar, yıldızdırlar. Her çocuğun da bir yıldızı mutlaka vardır. Sanıyorum, ‘çocuklar için edebiyat’ sözünün, böylesi bir anlam dünyasını çağrıştırması halinde Cemal Süreya’nın yadırgadığı mânâdan kurtulması mümkündür. İnsanın ilk ve en etkili öğretmeni annesidir. Kulağında hep bu yuvasının kendisine söylediği ninniler çınlar durur. Ölene dek insan, annesinin kendisinde kurduğu yapıyı taşır. O halde ninni ‘çocuksu edebiyatın’ kurucu türüdür. Ruhi Şirin’in Çocuk Yüzlü Yazılar’ı okunduğunda görülecektir ki, sadece ninni değil, masal da sınır tanımaz ve çocukla yetişkin aynı masaldan sınırsız tatlar alır. Çocukların soyutlama yeteneğinin, kavramlaştırma sürecinin şu yaşlarda başladığı; ilk çocukluk, ikinci dönem, ilkgençlik, gençlik, orta yaşlılık gibi adlandırmaların modern saçmalıklar olduğu düşünülürse, örneğin masalın bu türden kategorik yaklaşımları nasıl çürüttüğü hesaba katılırsa, bütün bu kafakarışıklıklarının da kendiliğinden izalesi mümkün olabilir. 304 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Ne diyordu şair, “Bir insanı çöz çöz çocuk olsun.” Dünyaya inince başlıyor bağlarımız, bağlantılarımız. Bir gün Efendimiz (s.a.v.) yağmurda evinden çıkıyor ve altında uzun süre ıslanıyor. Dostlarına da, “Onun biatı tazedir” diyor. Demek ki biatı taze kalan herkes çocuktur. O halde bu duyarlılığa seslenen her kelime her dem tazedir. Bunu biz, hem klasik anlatılarda bulabiliyoruz hem de, özellikle ‘çocuklar için yazan’ çocuk ruhlu yazarlarda. Çocuğun duyarlığı, aslında, henüz soyutlama yeteneği gelişmemiş de olsa, her türden soyutlama ve imgesel aktarıma elverişli olabiliyor. Çünkü çocuk, saf, dolaysız ve katışıksız bakabildiği için, büyüklerin sormaktan çekindiği her türden köktenci soruyu sorabiliyor. Heidegger’in felsefeye getirdiği eleştiriyi anmamız yerinde olacaktır. Filosofia yani hikmet sevgisi anlamında bir düşünme yolu, biçimi olan felsefe, Sokrates sonrasından itibaren, varlığa değil varolana ilişkin sormaya başlıyor. Bu köktenci eleştiriyi getiren Heidegger’e göre, varlığa ilişkin sormak, aslında hikmet’in ve hakim’in temel niteliği olmalı. Ama, felsefe tarihi, bir bakıma, bu köktenci sapmadan itibaren, varolana ilişkin sorular sormayı bir alışkanlık haline getiriyor ve özünden, kaynağından sapıyor. Varlığa ilişkin sormak, bir bakıma, insan zihninin, bir şey’e, varolana, olgulara çeşitli zamanlarda ve farklı zihniyetlerce yüklenmiş olan yüklerin ve tanımların tümünün reddini gerektiriyor. Örneğin bizim, düşünürken kullandığımız, veri aldığımız bir kavrama, bizden önce pek çok anlam alanlarından çeşitli yüklemelerde bulunulmuştur. Biz, bu kavramı kullanırken, zihnimizin önünDünyadan Büyüktür Çocuk | 305 de sağlıklı düşünme bakımından ciddi birer engel oluşturuyor bu yükler. O halde ilk yapılacak olan şey, bu yüklerden o şeyin veya kavramın kurtarılması olacaktır. Bunun için ise, ‘köken’e, ‘ilksel doğa’ya, o kavramın doğduğu yere dönmemiz gerekiyor. Çocuk zihni ve duyarlığı henüz herhangi bir yük yüklenmediği ve ek takınmadığı için, saf, yalın halindedir ve baktığı şeye, tam da Heidegger’in ifadesiyle ‘hayret’ haliyle bakar. Yunus’un, ‘Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur’ dizesinde ifade ettiği hayranlık, hayret hali ile bunun bir yakınlığı olsa gerek. Çocuk her şey, her duruma ve olguya hayretle bakıyor. Bu duyarlık, esasında, bütün altın yazarların sahip olduğu, olmaya çalıştığı bir hali de ifade eder. Eğer, biz, bir çocuğun saflığı ve yalınlığı içinde bir olaya, duruma veya varolana bakabilirsek, daha önce başkalarının görmediği bir boyutu, bir görünümü yakalayabiliyoruz. Bu durumda, böylesi bir bakış açısına sahip her yazar ve anlatı, hem çocuklara hem erişkinlere seslenebilme yeteneğine de sahiptir denebilir. Belki sorun dilde ve sözlüktedir. Zira, çocuğun sözlüğü henüz yeterince geniş ve zengin değildir. Ya da şöyle söyleyeyim : Bir erişkinle çocuk aynı sözlüğü kullanmaz. Fakat edebiyatta ve düşüncede esas olan duyarlıktır. Zeka tek başına hiçbir zaman yeterli değildir. Bilgi ve malzeme ise, bir edebiyat eserinde sadece araştırmaya konu edildiğinde, tasnif ve yorum için belirleyici öneme sahiptir. Edebiyatta aslolan duyarlıktır, duygudur. O halde çocukla erişkin arasında bir anlatıya, romana, öyküye, hatta şiire yaklaşma bakımından fark, duyarlığa ilişkin olmaktan çok, ‘edinilmiş’ olanla ilgili olacaktır. Madem edebiyat bir duyarlığın derinleşmesi ve dışlaşmasıdır. 306 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı O derinliğe ulaşmanın da en esenlikli yolu, samimiyettir, o halde, özel bir gramere sahip değilse, her gerçek ‘edebi eser’in çocuğa açılma bakımından büyük bir şansı bulunmaktadır. Çocuk daha çok duyularıyla ve sezgileriyle davranır. Edebiyat da doğrudan duyulara seslenir. Göz ile okur, kalple hisseder, akılla düşünürüz. Kalpten çıkan bir söz doğrudan kalbe ulaşır. İmge sorunu açısından bakıldığında da, çocuğun ‘çocuksu bakış ve duyarlığı’ bize zengin ve çağrışımlı bir tartışma alanı açabilir. Çocuk evet, soyutlama yapamaz ama, baktığı şeye zaten bir imaj olarak bakar ve algılar. Bu, aynı zamanda en soyut duruma ve şeye alabildiğine somutlaştırarak bakmayı, tersinden okursak; en somut durum ve şeye de olabildiğince soyutlayarak bakabilmeyi sağlar. Bu durumda, bir anlatı eğer çocuksu bir duyarlıktan süzülmüşse, onda somut alemden soyut aleme rahatlıkla geçiş mümkündür. İmge eğer, bir olgu veya şeyin insan zihnindeki farklı görsel çağrışımlarını da içerirse, bu çocuk duyarlığı açısından bulunmaz bir imkandır. Örneğin çocuk, Allah’ı algılamakta bir çaresizlik/imkansızlık içindedir. Ama, o bunun üstesinden kolaylıkla gelebilecek bir imkan alanına da sahiptir. Ama bir erişkin için aynı şeyi söylememiz zordur. O, bilgilerinin ve deneyimlerinin sınırlarına hapsolmaktadır. Çılgınlık yapabilmesi için çocuklaşması veya çıldırması gerekecektir. Bu yüzden birçok büyük yazar, ya çocuklaşır yazarken veya dehasının sınırlarında gezerek, cinnetle cennet arasında bir tür arafta kalır. Çocuk imgesel algılamayabilir ama, imgeleri asla yadırgamaz. Büyüklerin ‘böyle de olur mu canım!’ dediği şeye, çocuk muazzam Dünyadan Büyüktür Çocuk | 307 bir olgunlukla bakabilir.Hatta denebilir ki, çocuk, hep bir sürprizle sevinir, hayretle şaşakalır ve bu şaşkınlığın bitmesini hiç istemez. Bu, erişkin zihnini yorar çoğu zaman ama çocuk bunun daha da abartılmasını ister. Bu sorun için en kullanışlı örnek, masallardır. Çocuk masalı, sıradan, olağan ve tümüyle gerçekmiş gibi algılar. Erişkinlere saçma veya tutarsız görünen bir soyutlama, bir imgesel anlatım, çocuğa son derece gerçekçi ve tutarlı görünür. Bunun en ilginç örnekleri arasında Hary Potter ve Yüzüklerin Efendisi anılabilir. Buradaki soyutlama ve imajlar üzerinden anlatma, çocuklardan gördüğü aşırı ilgi göz önüne alınacak olursa, bize çocuk duyarlığı ile edebiyat/dil arasındaki ilişkinin doğasına dair kullanışlı ipuçları sunar. Yüzüklerin Efendisi, yer yer inisiyatik/irfani geleneklerden de imgeler devşirmiştir. Bu, çocuğa saçma, gerçekdışı veya itici gelmez. Ama bazı büyükler simya’dan, diğer geleneksel ilimlerden haberdar olmalarına rağmen, böylesi anlatılara hep kuşku, hatta küçümsemeyle bakarlar. ‘Çocuktan al haberi’ sözünü tam da burada anmamız yerinde olacaktır. Haber, esas itibariyle daha önce görmediğimiz, duymadığımız hatta düşünemediğiz şeydir. Bizim başkasından duyarak bilebildiğimizdir. Çocukla haber arasındaki ilişki, çocuk duyarlığının doğasının bir yönünü de ele verir. Çocuk madem hayretle bakar, o halde, başkasının göremediği bir şeyi görme şansına daima sahiptir. Çocuk duyarlığının bir başka yönünü merhamet ve acıma duygusu oluşturur. Bu, örneğin, Kemalettin Tuğcu’nun öykülerine olan aşırı ilgiyi anlamamıza da yardımcı olabilir. Edebiyatın öteden beri sonuçlarından biri, insanda merhameti koruma isteği uyandırmasıdır. Tuğcu’nun (diğer niteliklerini gözardı etmeme 308 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı koşuluyla) hikayelerinde, hem bu çocuksu/insani nitelik dile gelir, hem de acıma/acınma, acındırma eşikleri aşılır. Yaşamın bir düş olduğu gerçeği, en çok çocukların sevdiği ve ilgi duyduğu masallarda dile gelir. Çocukla ve edebiyatla düş arasındaki ilişki açısından soruna baktığımızda, bizi yine, ‘çocuksu duyarlık’ın edebiyatla ilişkisi bakımından ilginç bir alan nitelik karşılayacaktır. Edebiyat aynı zamanda bir düş kurma sanatıdır. Yaşamın düşsel boyutunu kavrama çabasıdır. Çocukların fantastik olana ilgisi, çocuk bakışındaki yalınlığın ve dolaysızlığın sonucudur. Bu bakıştır ki, edebiyatın önüne yine zengin imkanlar sunar. Çocuksu duyarlık tırnak içinde kullanma şartıyla, aynı zamanda anarşisttir. Mevlana İdris gibi, çocuklar için ‘tehlikeli kipat’lar yazan ve onları doğal olmayan her şeye karşı uyaran, uyanık olmaya çağıran ‘anarşist’ler çoktur yazarlar arasında. Ki onlar, alınlarında ‘Tanrı’dan yansıyan ışık’la geziyorlar aramızda ve o kalemle yazıyorlar. Onların sözleri yediden yetmişe herkese ulaşabiliyor bu yüzden. O halde ‘çocuklar için edebiyat’ diye ayrı bir dilden çok, çocuk saflığında bir kelam sözkonusu. İşte meseller, kıssalar, masallar, güzellemeler, Çocuk Kalbimdeki Kuş’lar, Kirpiler Şapka Giymez’ler, Karanfilli Dev Amca’lar sadece çocuklar veya devamcalar için değil, yitiğini arayan herkes içindir. Yani Rilke’nin Duino Ağıtları’yla Küçük Prens arasında fark yoktur. Hep o kozmik öyküdür anlatılan. “Kuşları gökyüzü örter/ Beni annem.” Bu dize bize gökyüzüyle anne yüzünün nasıl bir anda bir münasebet peyda ettiğini gösterir. Kültürel olanın üzerindeki o tuhaf yükleri birer birer atıp bizi doğal olanla ansızın yüzleştiren her öykü, ‘yağmurun elleri’dir. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 309 Çünkü yağmur, herkesin üzerine eşit olarak yağar. Çocuk edebiyatı yağmura benzer. Rilke onu yalnızlığa benzetmişti. En büyük anılar ve acılar hep o çocukluktaki yalnızlıkta beslenmez mi? Madem bir insanı çöz çöz çocuk oluyor, o halde bir kavramı, bir olguyu, bir muammayı çöz çöz gerçek olsun. O sözlerde anlatılanların gerçekleşebilmesi için çocuk(su) bir dille çözülmesi gerekiyor. Çocukların da çok sevdiği ya da, tersinden okursak, büyüklerin de kendilerini alamadığı, hatta kendilerini bulduğu şiirler ve öyküler hep ‘vay canına!’ dedirtir. Canına vay denmesi, insanın canla karşılaştığı bir sözle de gerçekleşebilir. Öyle ya, insana sadece acılar öğretmez; çocuklar, belki en çok çocuklar öğretir. Onların halini de en çok aslî doğasına ihanet etmeyen(yazar)lar yansıtır. Zaten yazılarında Üç Kartal uçup durmaktadır. Onlar Kafdağı’nın ardından gelmişlerdir. Her gece rüyalarımıza sokulur ve bize gaybdan haber taşırlar. İçinde haber olmayan bir söz ne çocuğa, ne erişkine ulaşır. Ulaşamayan bir kelime uykularımızın durgun suyunu dalgalandıramaz. Saflığını yitirmiş olan “r” diye bir harfin varlığı konusunda boşuna ısrar edip durur. Ona birilerinin ‘y diye biy hayf olmadığı’nı hatırlatması gerekir. O haddini bilmez; ona haddini ise ancak çocuğu bildirir. Bizi terbiye eden çocuklarımız değil mi? Böyle olmasaydı dedeler çocuktan haber almak için onların tüm kaprislerini sabırla çekebilirler miydi? Sahi, çocuklar için edebiyat, çocuksu edebiyat, çocuk duyarlılığı, çocuk dili... değil miydi konumuz? Konumuz, içinde çocuğun konuştuğu sözlerdir. Konumuza dönelim. Her şey O’ndan geliyor, O’na dönüyor. 310 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Ben de O’nun rahmetinden geldim. Benim O’na bağlılığım yenidir, beni okuyun. Üzerimde O’nun kokusu tütüyor, beni koklayın. Omzuma dokunduğunda göklerin en yücesine yükseliyorum. Beni izleyin, yücelirsiniz. Haberi benden alın. Haber yeni olandır. Daha önce hiç duymadığınızdır. Ben kitaplar kitabıyım, beni okuyun. Benden söz eden her söz sizi O’na ulaştırır. O’ndan söz eden her kitap okunmaya değerdir. Kitap eğer bir haber iletiyorsa mutlaka benim dilimle yazılmıştır, onun içinde konuşan benim. Bana kulak verin. Kulaklarınıza daha önce hiç değememiş güzelim sözleri ancak ben fısıldayabilirim. Beni yitirmişse bir kul, O’nu kaybetmiştir. O’ndan geliyorsa bir söz, benim dilimden geçiyordur. Dilimi öğrenin, ben daha önce bilmediğiniz bir dille konuşuyorum. Ben çocuğum, ben kitabım, taze bir haberim ben. Ben yağmura benzerim, onun da biatı tazedir. O da göklerden toprağa inerken O’nun kokusuyla, O’nun haberiyle iner. Bu sırdandır ki Resul bir gün evinden çıkar ve yağmur altında bir vakit ıslanır. Beni sevmek yağmurda ıslanmak gibidir. Yağmurda yıkanmak, benim dilimle konuşan bir kitabın sayfalarını açmağa benzer. Bana iyi bakın, bendeki yağmuru görün, benim kitabım sizin hayatınızın hayatıdır unutmayın. Ben kitabım, beni okumak için kalbinizden çözdüğünüz bir bağı bana atın, beni kendinize bağlayın, benim gönlüme bağlanın. Yağmur, kitap ve ben sizinle bir şölene çıkalım. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 311 Bir dağa çıkalım, kalbimizi dağa çıkaralım. Kentlerden, insanlardan, yapılardan, kalabalık caddelerden, trafik ışıklarından, mağaza vitrinlerinden, televizyon ekranlarından uzaklaşalım. Birlikte kendi göğümüz olan kalbimizdeki dağa çıkalım. Kalbini dağa çıkarmak, bir kitabın, kainat kitabının sayfalarına dalmaktır. O kitapta, o kitabın sayısız sözcükleri arasında benim seslerimi bulacaksınız. Ben hem kitabım hem o kitabı yazan hem de okuyanım. Beni okumakla o kitabı okumuş, o kitabı okumakla yağmurda ıslanmış, o yağmurda yıkanmakla kalbinizi dağa çıkarmış olursunuz. İnsan kendisini aradan kaldırmadıkça bana ve O’na ulaşamaz. Bunun için okuyun. Kitap bunun için inmiştir. O da yağmur gibi herkesin ve her şeyin üzerine eşit olarak inmiştir. Haklının da haksızın da üzerine eşit olarak yağan yağmur gibi Kitap adil olarak inmiştir. Bizi arzdan semaya doğru yüceltmek için inmiştir. Madem o bu dilekle inmiştir, biz de onun dileğine uyarak yükselmek üzere okuyalım. Ben ve kitap bir anneden doğan ikizleriz. Ben ve yağmur aynı gökten inen kelimeleriz. Sen de katıl bize. Şimdi sen ben ve kitap bir gökteyiz. Bu yalnızlık yağmuruysa eğer oradan iniyorsa ve bizi çekip almak istiyorsa, gel onu bir tanışlığa, bir dostluğa ve yakınlığa dönüştürelim. O ‘oku’ emriyle indi. Demek ki okuyarak yücelebiliriz 312 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Aydýn Gülan Keşke… Şimdi daha iyi idrak ediyorum, çok şanslıydım! Analı babalı büyüdüm. Kardeşlerim oldu. İki tane, erkek. Arkadaşsız kalmadım. Ebeveynlerimin bir kez bile bana vurduklarını hatırlamıyorum. Belki çok yaramaz değildim, ama kızılsa da yeriymiş denilebilecek işler yapmamış da değilim: Bir simitçi çocuğun bütün simitlerini çoğaltmak için ikiye bölmüşüm, tamir edeceğim diye park etmiş bir arabanın altına girerek, tam hareketinden önce farkedildiğimde bütün mahallenin yüreğini ağzına getirmeyi başarmışım… İyi okullarda okuttular, yedirdiler, giydirdiler… Mahalleyi yaşadım, sokakta oynadım… Babamın doğduğu Üsküdar’da doğdum ve yirmi bir yaşına kadar aynı evde yaşadım. Arada ortaokul çağlarında sadece hafta sonları gelmek şeklinde bir fasıla olsa bile, çok uzun süre çocukluğumu, ilk gençliğimi, delikanlılığımı yaşadığım yerde kaldım. Renkli bir sokaktı, Salacak Topraklı Sokak. Bülent Ecevit’in annesi, Muharrem Nuri Birgi ve meşhur Tırnakçızadeler (Kırmızı) Köşkü, hemen yanındaki top kaçtığında almak için büyük heyecan yaşanan köpekli bahçe, boğaz manzaralı top sahası “bostan”, meyve ağaçları ile dolu Belkıs/Faiz Buyan evi ve bunların yanında Türkiye’nin farklı yer314 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı lerinden, farklı gelir gruplarından gelmiş aileler, çocukları. Kayserili Mehmet, Emir; Elazığlı Müro, profesörün çocukları Levent, Fulya; sonra Rektörümüz olan Bülent Berkarda’nın oğlu Kemal, Sunar Sineması’nın biletçisinin oğlu, ağır astımlı Yüksel… Ayrıca mahallemizin delileri de vardı: Deli Atilla ve Osman… Ülkemizin, İstanbul’un, çok hızlı bir kültür ve çevre değişimini yaşadım. Mahalleler değişti, “sokakta oyun” varoşlara özgü hale geldi. Mahallelerde gelir düzeyi benzer olanlar yaşamaya başladı. Eskinin bazı mahalleleri lüks semtler oldu, bazıları köhnedi, bazıları göçle farklılaştı. Sonuçta olumlu veya olumsuz bir kültürel dönüşüm oldu. Ama imar rantları ne top oynanacak yerleri bıraktı, ne bahçeli köşklerden başarabildiklerini apartmana çevirmekten geri tuttu. Bugünün yetişkinlerinin çocukluklarının, bugünkü halleriyle “anlaşılma”ları bakımından önemli olduğu hiç kuşkusuz. Hırsı, kompleksleri, kendi ile barışı, şımarık olup olmaması, karakterindeki zayıf ve kuvvetli yönlerin mutlaka çocukluklarında bulunan temelleri, çocukluktan gelen yönleri var, buna eminim. Anne ve babasının ezmediği bir çocuğun yetişkinliği ile anne ve babanın her sinirlendiğinde en azından azarlamayı meşru gördükleri bir çocuğun yetişkinliği arasındaki fark, aslında anne ve babaların şahsi mükellefiyetleri yanında, toplum için taşıdıkları sorumluluğu da göstermektedir. Ben kendime pay çıkarıyor ve şimdi o yüzden iyiyim, üstünüm diyor değilim. Sadece artık nelerse ve ne boyutta ise bugünkü olumsuz hallerimin izlerini ve beni aklayacak sebeplerini çocukluğumda göremiyorum demek istiyorum. Bu beni aklamıyor, uygun ortama rağmen yapamadıklarımla kişisel sorumluluğumun daha fazla olmasını doğuruyor. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 315 316 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Pro Prof. Dr. Bengi Semerci Gezgin Çocukluk Çocukluğumu düşündüğümde, en çok yolculuğu, yeni yerleri ve insanları tanımayı hatırlarım. Bazen bir sınıfın yarıyılında tayin olan babamla birlikte yeni bir şehir, yeni arkadaşlar, yeni okulla tanışmak üzere yapılan yolculuklar. Bu kadar çok ve sık yer değiştirmenin getireceği sakıncaları şimdi biliyorum. Ama bana kazandırdığı becerilerin de farkındayım. Bu gezgin çocukluğum, bana yeni şartlara uyum sağlamayı öğretti. Türkiye’nin her köşesindeki yaşamı ve insanları tanımamı sağladı. Her yeni sınıfa ilk girdiğimde birbiri ile kaynaşmış, tanıyan ve gelen yabancıya uzaktan bakan bir grup bulurdum. Başlarda ben de onları yabancı algılardım. Bir süre sonra artık girdiğim yeni sınıf bana yabancı bakarken, ben onlara tanıdık bakmayı öğrenmiştim. Çünkü biliyordum ki, kısa bir zaman diliminde orada arkadaşlarım olacaktı. Hatta ayrılırken hüzünlenecektik. Kimi zaman bu hüzün zor gelse de, bir adım sonrasında yeni bakışlar, yeni yaşamlar tanımanın heyecanını, ruhuma ve düşüncelerime kattığı zenginliği özümsemenin hazzı, bir sonraki taşınmayı kolaylaştırdı. Benden farklı olanı değiştirmeye çalışmadan kabullenmeyi, anlamaya çalışmayı öğrendim. Ben bunu yapabildiğimde, başkalarının da beni olduğum gibi kabulleneceğini fark ettim. Bu uyumu sağlarken en büyük yardımcım, hep ailem oldu. Bana çocukken insanları tanımanın, anlamaya ça318 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı lışmanın önemi öğrettiler. Benim için bir şeyleri kolaylaştırmaya, ya da benim adıma yapmaya çalışmak yerine, destek olup kendimin başarmasını sağladılar. Gezgin çocukluğum, olumlu katkıların yanı sıra, bana halen süren bir özlem bırakmıştır. Ne zaman birileri ilkokul öğretmenine ilişkin anılarından bahsetse duraksarım. Sekiz ilkokul öğretmeni olan biri olarak hepsini saygı ile ansam da, ilkokul dönemimde iz bırakan, birilerine anlatacağım tek bir öğretmenin özlemini çekerim. Sonra her birinin ayrı özellikleri olduğunu düşünür avunurum. Büyüdükten sonra yurdumu gezmeye devam ettim. O nedenle, ülkemin gittiğim hiçbir ilinde, kendimi evimden uzaklaşıyor hissetmem. Gideceğim yeri çocuk gözümle hatırlamaya çalışırım. Oraya ulaştığım zaman, hatırladığım yerleri tekrar görmeye ve nelerin değiştiğini anlamaya çalışırım. Her şehirde tanıdık bir mekan, bildik bir yüz ve her yerinde çocukluğunun bir parçası olan bir ülke. O anlarda mutlu ve şanslı bir çocukluğum olduğunu bir kez daha hissederim. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 319 Boşanma, Aile ve Çocuk Boşanma, çoğu kez evlenme kararını vermekten daha zor olan bir karardır. O denli uğraşla kurduğunuz, emek sarf ettiğiniz, kurumsallaştırdığınız, ailelerinizi kattığınız, belki de çocuk ya da çocuklar eklediğiniz bir yuvayı dağıtma kararı. Çoğunlukla öncesi bilinen, ama kendisi ve sonrası sadece tahminlere dayanan bir süreç. Sağlıklı, kavgasız-dövüşsüz, öfkeli değil, sadece belki kırgın ve hüzünlü olabilmesi için ne yapılması gerektiği pek de bilinmeyen yaşantı parçası: Boşanma Karar vermek Bazı çiftler evlendikleri günden itibaren, her tartışmada “çekip gitmeyi, boşanmayı, bazen bir tehdit, bazen bir karar, bazen bir arzu olarak dile getirip durur. Git-geller yaşanır, ama karar bir türlü verilmez. Sonuçta “boşanma” kelimesi artık gerçekleşip gerçekleşmemesi bile önemsiz olan günlük, sıradan bir kelime haline gelir. Bazen her şey çok iyi gidiyormuş gibi yaşanır evlilik. Yakınmalar, arzular, istekler dile getirilmez. Kendi içinde, kafalarında kurgulanır durur eşlerin. Kurgulanır, kurgulanır ve son cümle aniden gelir “boşanmak istiyorum”. Karşı tarafı şaşkına çeviren, ne olduğunu bile anlamadan bir çırpınmaya, depresyona iten o son cümle... 320 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Ya da kavgalar, bağırıp çağırmalar, mutsuzluklar şeklinde giden ama hep öyle süreceği, normalin o olduğu sanılan bir evlilikte, eşlerden biri birden “bitti” der. Biten şey, onun içinde, kafasında tartılmış, tartışılmıştır ama, karşı taraf hazırlıklı değildir. Belki de tam tersi, karşı taraf da rahatlar ve “iyi ki ilk dileği o söyledi, ben cesaret edemiyordum” diye düşünür. Bazen bu sözü söylemeden önce eşlerden biri bir başkasıyla tanışır. Her şeyin daha iyi olacağını düşündüğü, o başka biriyle sürdürmeyi düşünür yaşamını. Terk edilen eş, bu tür durumlarda o zamana kadar dile gelmiş olsun olmasın doğru gitmeyen evlilik sürecini unutur. Tüm öfkesini bu üçüncü kişiye yöneltir, sanki o çıkmasa evliliği sürecek ve mutlu olacakmış gibi hisseder. Oysa düzenli ve mutlu bir beraberlikte üçüncü kişilerin olamayacağını, evliliğinin yeni çıkan insan yüzünden bitmediğini, evliliği bittiği için üçüncü kişilerin gündeme geldiğini fark edebilse, bu denli acıtmaz kendi kendini. Bazen de, evliliğim bitti diye düşünmelerine karşın bir türlü son kararı veremez çiftler. İşte o zaman üçüncü kişiler bu sonucu sağlayacak bir liman gibi algılanır. Oysa bu, hem üçüncü kişiye haksızlıktır, hem de sonu baştan belirlenmiş yeni ilişkiye.. Bunların tümü, eşlerin bu kararı vermeden önce, aslında ilişkilerin ne kadar bozulduğunun göstergesi. Birbirlerinin söylediklerini duymayan, anlamlandırmayan, hep alıştıkları yanlış kalıpları algılamaya yönelik bir iletişim şekli. Çözüm: Son aşamaya gelmeden, yanlış gidişi algılamak ve bir uzman desteği almak. En azından karşımızdakinin dinlemediğimiz sözlerini, yanlışlarını duyabilmek, çözebilecek ve tercüme edebilecek bir uzman yardımı. Uzman yardımı sorunu çözer ve evliliği kurtarır mı? Her zaman değil. Ama zaten beklenen ve istenen de o değildir. Unutmayın, evlenme kararı verirken zaman ve kişi açısından doğru kararı vermek kadar, boşanma kararı verirken de doğru zaman, doğru sözler ve doğru davranışlar daha sonraki yaşam için önemlidir. Boşanma süreci, yasal olarak tamamlandıktan sonra etkileri devam Dünyadan Büyüktür Çocuk | 321 eden bir süreçtir. Genellikle boşanma sonrası birkaç devre geçirilir. Bazı kişiler çıktıkları düzenden uzaklaşmamak için kısa sürede yeniden evlenirler. Bir kısım ise ikinci ergenlik denilen bir dönem yaşar. Adeta her çiçekten bal alma şeklinde sürekli bir gezme süresi geçer. Bu süre genellikle 2-3 yıl devam eder. Erkeklerde kadınlardan uzun sürmektedir. Daha sonra tek yaşama uyum, yeni düzen ve daha dingin bir süreç başlar. Yeni ve yalnız yaşama alışmak, ekonomik koşulları yeniden düzenlemek, sosyal çevreyi toparlamak, anılarla başetmek zaman alır. Bu dönemlerde sıkıntılı ve baş edilmez zamanlar psikiyatr yardımı gerektirebilir. En azından aklı başında ve yanınızda olan bir dost çok önem kazanır. Aile içi şiddetin olduğu durumlar hem eşler için, hem de çocuklar için ruhsal ve bedensel ciddi sorunlara yol açtığından, şiddete uğrayan eşin bu yapıdan uzaklaşması koruyucu olacaktır. Çocuklar Tüm dünyada boşanmalar artmaktadır. Bu artış, tek ebeveynli ve anne ya da babanın yeni eşi kavramıyla tanışan çocuk sayısını da etkilemektedir. Boşanan ailelerin çocuklarının ruhsal sağlıklarının korunması için dikkat edilmesi gereken kurallar vardır. Çünkü boşanma çocuklar için risk taşıyan olaylardan biridir. Her çocuk anne ve babasıyla birlikte yaşamak ister. Ancak evlilik sürdürülemiyorsa, evde huzursuzluk varsa ve anne-baba mutsuzsa, bu durum çocukları olumsuz etkiler. Evlilikler çocuklar için yapılmadığı gibi, çocuklar için de sürdürülmez. Ama boşanma, çocuğun gelişiminde bir travmadır. Bu nedenle gerek kararın alınması, gerekse sonraki ilişkiler çocuğun ruh sağlığı açısından, çok önemlidir. Anne baba ayrılık kararı alıp bu kararı kesinleştirene değin, çocukla konuşmamalıdır. Sık sık ayrılacaklarını söyleyip tekrar barışma, kısa süre sonra yeniden ayrılık, çocuk için zararlı olur. Her de322 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı fasında ümit ve hayal kırıklığı yaşayan çocuğun ruh sağlığı olumsuz etkilenir. Karar verildikten sonra, ebeveynlerden biri evden ayrılmadan, mutlaka çocuğa durum açıklanmalıdır. Ayrılık kararı anne-baba tarafından birlikte çocuğa söylenmelidir. Bu açıklama, suçlamalar içermemelidir. Çocuğa, anne-babaların bazen birlikte oturduklarında birbirlerini mutsuz edebildiklerini, anlaşamadıklarını, artık ayrı evlerde olacaklarını, ama bunun onunla bir ilgisi olmadığını, hâlâ onun anne ve babası olduklarını ve onu çok sevdiklerini belirtmeleri gerekir. Çocuk hangi ebeveynle kalacaksa, onun evinin orası olduğu ve diğer eve uygun zamanlarda gidebileceği de söylenmelidir. Genellikle bir ebeveyn belli zamanlarda çocuğu alır. Bu zamanlar çok önemlidir ve aksatılmamalıdır. Çocuk boşanma ile bir ebeveynini kaybettiği duygusu yaşamamalıdır. Gidiş-geliş zamanlarının belli olması, çok önemli durumlar dışında aksatılmaması çocuğun ebeveynlerine güveni için önemlidir. Alınacağını bekleyen ve bilgisi dışında zamanı değişen, ya da alınmayan çocuk büyük bir hayal kırıklığı ve güven kaybı yaşar. Bazı çocuklar, yanında kaldığı ebeveynin de gideceği, tamamen yalnız kalacağı endişesine kapılırlar. Bu nedenle okula gitmek istemez, ebeveyni işe giderken ağlar ve devamlı yanında kalmasını isterler. Ayrılan anne-babalar birbirlerine ilişkin olumsuz duygularını çocuklara yansıtmamalıdır. Çocuğa diğer ebeveyn hakkında söylenecek olumsuz şeyler, çocuk aracılığı ile yollanacak olumsuz haberler, çocuğun ruh sağlığını bozar. Anne baba dışında, çocuğa yakın olan diğer büyüklerin, boşanmadan bir tarafı suçlaması, çocuğa diğer ebeveyne ilişkin olumsuz nitelikler söylemesi, çocuk için yıpratıcıdır. Kısa dönemde bu söylemler, söyleyen tarafa üstünlük sağlamış gibi görünse de, uzun dönemde hem çocukla ilişkilerinde sıkıntı yaratır, hem de ayrılık durumunda özellikle küçük çocuklar ayrılığın kendileriyle ilgili bir sorundan kaynaklandığını düşündükleri için suçluluk duyarlar. Kendilerinin ayrılığa neden Dünyadan Büyüktür Çocuk | 323 olduğuna göre birleşmeyi de yapabileceklerini düşünerek gereksiz bir çaba içine girerler. Bu sıkıntıyı engellemek için çocukların ayrılmada rolleri olmadığı onlara anlatılmalıdır. Yeniden beraber olma konusunda şüphe içinde bırakılmamalı, ayrılma kesinse, bu, net bir şekilde çocuğa söylenmelidir. Anne babaların ilişki düzeylerini ayarlamaları çok çok önemlidir. Hiç görüşmemeleri, çocuk hakkında birlikte verilen kararları verememeleri, devamlı birbirlerini suçlamaları, çocukların başıboş kalmasına ve uygun olmayan gelişim göstermelerine neden olur. Benzer şekilde hiç ayrılmamış gibi davranmaları, çok sık ve samimi görüşmeleri, beraber tatile gitmeleri gibi durumlar da çocuğun aklını karıştırır. Yeniden beraber olabilecekleri beklentisi ile sürekli hayal kırıklığı yaşamasının yanı sıra, anne ya da babanın daha sonraki birlikteliklerinden çok zarar görmesine ve sorun çıkarmasına neden olur. Özellikle ergenlik gibi yeni gelişim dönemlerine girişlerde, okula başlama gibi özel durumlarda çocuklarda yeni sorunlar çıkması, mevcut sorunların boyutlarının büyümesi sık rastlanan durumlardandır. Erkek çocuklarda daha çok dışa vuran saldırganlık, yalan söyleme, ders başarısızlığı gibi davranışlar gözlenirken, kız çocuklarda içe kapanma daha fazladır. Eğer iyi anlatılır, anne-baba boşanma sonrası çocuğa karşı olan tutumlarını ayarlayabilir ve çocuk her iki ebeveynle ayrı ayrı, yeterli zaman geçirirse, boşanma çocuğun ruh sağlığı üzerinde olumsuz etki yapmadan geçirilebilen bir süreçtir. Çocuk yeni bir gelişim dönemine girerken, okula başlama ya da bitirme gibi değişimlerde yeni sorunlar çıkabilir. Eğer ayrılan eşler, doğru bir düzen ve iletişim kurmuşlarsa, bu sorunların üstesinden geleceklerdir. Boşanmalarda unutulmaması gereken iki önemli şey vardır. Birincisi, bunun her koşulda bir travma olduğu ve gerekirse yardım alınması gerektiği, ikincisi ise çocukların da bu sürecin içinde bulunduğu, ayrılanılanın sadece eş olup çocuklardan “boşanılmayacağı” gerçeğidir. 324 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Yeni eşler ve çocuklar Boşanma sonrasında birçok çocuk ebeveynlerinin yeniden evleneceği endişesi taşır. Bunu sık sık ailelerine sorarlar. Eğer kararı verilmiş bir evlilik varsa, çocuğa mutlaka haber verilmelidir. Yeni annen, yeni baban gibi tanımlar çocuğu rahatsız eder. Zaten anne ya da babasının yerini alacağından endişelendiği kişinin bu şekilde tanıtılması, endişelerini arttırır. Oysa her çocuğun bir anne ve bir babası olur. Uygun ve saygılı, birlikte kararlaştırılacak bir hitap kullanılabilir. Önceden tanıştırmak, ilişki kurulmasını sağlamak yararlıdır. Eğer böyle bir karar yoksa, çocuğun ‘evlenecek misin?’ sorusuna ‘hiçbir zaman’ diye yanıt vermek hatalıdır. Gelecekte böyle bir durum olduğunda, hayal kırıklığına uğrayan çocuk, ebeveyne güvenini kaybeder ve bir kez daha kayıp duygusu yaşayabilir. Bu nedenle, ‘şu anda hayır, ama bir gün olursa, sana önceden haber veririm ve seninle konuşuruz’ demek daha doğrudur. Ebeveynin evlendiği kişi aynı evde yaşayacaksa yeni düzen gelecektir. Çocuk kendini ikinci plana atılmış hissedebilir. Bu nedenle yapılacak değişikliklerin çocukla paylaşılması, gelen kişinin sevgisiyle, kendisine duyulan sevginin farklı ve kıyaslanmayacak sevgiler olduğu, kendi konumuna ilişkin bir değişim olmadığı anlatılmalıdır. Gelen kişiyi zorla sevdirmeye çalışmak yanlış olur. Aslında anne ya da babasının yeni eşini sevme zorunluluğu yoktur. Bu, tanıdıkça hissedebileceği bir duygudur. Zorlamak ters etki yaratabilir. Ama anne ya da babanın çocuğa gelen kişinin kendisi için değerli olduğunu, onu sevme kararını çocuğun kendisinin vereceğini ancak evin içinde kurallı ve saygılı bir toplu yaşam sürdürülmesinin kendini mutlu edeceğini, bunu istediğini söylemesi gerekir. Aynı kurallar yeni eşin varsa çocukları için de geçerlidir. Onlarla artık kardeş olduklarını ve birbirlerini sevmek zorunda olduklarını söylemek ters tepkileri arttırabilir. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 325 Ergenler Boşanma, ergen için bir travmadır. Ergenler boşanma sırasında durumu reddedebilirler. Engellemek için saldırgan ve katı davranabilirler. İki ebeveyne de kötü davranma, bir arada kalmaları için sorun çıkarma gibi yöntemler deneyebilirler. Ebeveynlerden birini, özellikle gidecek olanı kendisini istememekle suçlayabilirler. O sırada kendi sorunlarına ve boşanmanın getirdiği zorluklara yoğunlaşan ebeveynler durumun farkında olmayabilirler. Ebeveynlerden biri, kendi olumsuz duyguları nedeni ile ergenin bu tepkisini diğer ebeveyne karşı kullanırsa, ergenin sorunları artar. Boşanmadan sonra en çok etkilenen ergenler, yeni yaşamlarında huzurlu bir yuva bulamayanlardır. Boşanma öncesi huzursuz bir ortam varsa ve bu durum ergeni psikolojik olarak sarsmışsa, etkilenme artabilir. Ergen kendini boşanma nedeni olarak görebilir. Anne-babasının kendi davranışları nedeniyle tartıştığı ve ayrılığa kendisinin neden olduğu düşüncesi ruhsal sorun yaratır. Küçük çocuklardan farklı olarak, boşanmada ergenlere nerede yaşamak istedikleri sorulabilir. Her iki ebeveynini üzmek istemeyen ve annesi ile babası arasında seçim yapma zorunluluğundan hoşlanmayan ergen, gerçek isteğini söylemekten çekinir. Ergenliğin sonuna rastlayan boşanmalarda, daha önceki ergenlik dönemlerine göre ergen daha tarafsız kalma eğilimindedir. Ergen, boşanma sürecinde özellikle bazı konuları kesin bilmek ister. Ergen için nerede kalacağı ve kiminle yaşayacağı, kardeşleri varsa birlikte olup olmayacakları önemlidir. Birlikte yaşamadığı ebeveynini ne kadar ve ne zamanlar görebileceğini de merak eder. Ayrılmanın nedenlerini öğrenmek, kendisinin suçu olup olmadığını bilmek ister. Evden ayrılan ebeveynin sevgisinin sürüp sürmeyeceği, bu ayrılmanın bir ebeveynin diğerine olduğu gibi kendisine olan sevgisinin de bitmesi anlamını taşıyıp taşımadığı, kafasında soru işaretleridir. Ergen, kendine dönük yapısı nedeniyle 326 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı ayrılmanın getireceği para durumunu, yaşayacağı evin durumunu ve çevre değiştirmek, arkadaşlarından ve okulundan ayrılmak zorunda olup olmadığı konularını önemser. Bir başka merakı da, boşanmaya neden olan birinin olup olmadığı ve kendisinin o kişiyle ilişki kurması gerekip gerekmediğidir. Bu tür endişeleri ve soruları ebeveynlerden biri tarafından körüklenirse, yaşadığı sorunlar artar. Ebeveynden biri boşanmaya isteksizse ve ergeni, diğer ebeveynin yuvalarını yıktığı, kendilerini terk ettiği, zor durumda bıraktığı gibi konularda kendi yanına çekmeye çalışırsa, ciddi problem yaşanır. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 327 328 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Prof. Dr. Ýrfan Erdoðan Hep İleriyi Düşünmekle Geçen Yıllar Çocukluğumun ilk yıllarından itibaren bir an önce büyüyüp gelişmek ve iş güç sahibi olmak isterdim. O yıllarda okuyup bileğinin hakkıyla yükselen kişilerin başarı öykülerinden bahsedilirdi hep. Devlette çalışmak, memur olmak çok önemli bir değerdi. Ben de özellikle çevremdeki insanların etkisiyle bir an önce bir kamu kurumunda görev almanın hayalini kuruyordum. İlkokulu birleştirilmiş sınıflarda okudum. Başarılı bir öğrenci olmama rağmen okulun açıldığı günlerde çok hüzünlenirdim. Sınavlara da hep korkarak girerdim, ama çok başarılı olurdum. Okulumuzda gruplar halinde ekip büyüttüğümüz her türlü bakımından sorumlu olduğumuz bahçelerimiz vardı. Bu çalışmalardan açıkçası bizi çiftçiliğe yönelteceğini düşünerek haz etmezdim. Uzun bir piyeste öğretmenin zorlamasıyla bir rol almıştım. Bu tür çalışmaların çok önemli olduğunu bugünkü gibi telkin eden bir çevre maalesef yoktu. Şimdi bu her iki işi de, hatta benzer başka işleri de keşke severek yapsaydım diye pişmanlık duyuyorum. Daha öğrenciyken eksiği olan arkadaşlarıma öğretmenlik yapmaktaydım. Lise yıllarında evimizde küçük bir gruba sistemli olarak ders verdiğimi hatırlıyorum. O zamanlar ben ve benim gibi kişiler, ihtiyaç duyan öğrencilere bu işi, yardım ettiğimiz kişilerin 330 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı sınavlarda elde edeceği başarıyı görme hazzıyla yapardık. Eğitim şimdiki gibi metalaşmamıştı. İlkokuldan sonra, o zamanın örnek okulları olan yatılı okullarda okudum. O sayede disiplini ve düzeni çok erken yaşlarda tanıdım. Kendi ayakları üzerinde durabilmeyi, sorumluluk almayı, sabretmeyi, alışmayı ve daha birçok değeri bizzat yaşayarak oralarda öğrendim. İlkokuldan sonra Bandırma, Edirne, Ankara ve nihayet Amerika’da yani hep uzaklarda okudum. Ailemi ve sevdiklerimi uzun zaman göremezdim. Bu yüzden çocukluğum bana özlemle geçen yılları hatırlatıyor. Mektuplaşmak vazgeçilmez bir tutkuydu. Bir mektup veya tebrik kartı aldığım zaman müthiş bir mutluluk yaşardım. Aldığım mektupları uzun yıllar saklar ve zevkle tekrar tekrar okurdum. Her Eylül’de otobüse binip Mersin’den ayrıldıkça gözlerimin dolduğu, Mayıs aylarında da Bandırma’dan, Edirne’den Ankara’dan dönerken yaşadığım sevinci hatırlıyorum. Bana hem hüznü, hem de sevinci yaşatan otogarlara bugün de yolum düştüğü zaman ayrı bir heyecan yaşarım. Bugünkü çocukların sahip olduğu imkanlara sahip değildim, ama mutsuz da değildim. Ama hep ileriyi düşünmekle geçen o yıllarımda çocukluğumu yeterince yaşayıp yaşayamadığımı bilmiyorum. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 331 Çocuk Eğitimindeki Paradigma Değişimi Çocuk eğitiminde “okul” denen kurumun ortaya çıkmasından bu yana eğitim, öğretim, okul, öğretmen ve öğrenciye dair değerlerde birtakım değişiklikler olsa da, bugünkü geldiğimiz noktada aynı yerdeyiz. Zira en eski medeniyetlerden sayılan Sümerlerde çocuk “eti senin kemiği benim” diyerek okula teslim edilirken, bugün de aslında “yeni” okula bırakılmaktadır. Bugünkü okul düne göre daha da dokunulmaz hale getirilmiştir. Eğitimli-okullu insanların sayıca az olduğu dönemlerde çocuğun “okul”a “eti senin kemiği benim” diyecek kadar güven duyulup teslim edilmesi anlaşılabilir, ama eğitimli-okullu insanların çok yaygınlaştığı günümüzde de “okul”un benzer bir konumda olması düşündürücüdür. Eğitime ve okula dair çok önemli paradigma değişimleri Ortaçağ sonrası dönemde gerçekleşmiştir. Bu değişimlerin en köklüsünün J. J. Rousseau’nun geliştirdiği perspektiflerle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. O zamana kadar genel olarak hiçbir potansiyeli ve donanımının olmadığı varsayılan çocuk, onlar adına, onların yetiştirilmesi için, yetişkinler tarafından geliştirilen amaçlar, planlar ve programlar doğrultusunda yetiştirilecek kişiler olarak görülmekteydi. Rousseau ve onu takip eden pedagoglarla birlikte çocuk, ken332 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı disinden hareket edilerek gelişebilecek “bireyler” olarak görülmeye başlandı. Çocuk, “yetersiz”, “yola getirilecek” varlıklar olarak değil, doğuştan iyi olan, gelişen ve oluşan bir varlık olarak kabul edildi. Çocuğun dışında belirlenen doğruları kazandırmak için, yani bir anlamda çocuğu yetiştirmek için gerçekleştirilen “eğitim”in terk edilmesi, yerine, çocuğun var olan potansiyelinden hareket eden bir “eğitim”in yapılması gerektiği konusu gündeme geldi. Bilhassa Rousseau’nun açtığı yolda Endüstrileşme çağında da Pestalozzi, Frobel ve Tolstoy gibi düşünürler, çocuğu merkeze alan “özgür eğitim” modelleri geliştirdiler ve uyguladılar. Bu, çocuk eğitimi açısından gerçek anlamda “yeni” bir dönemin başlangıcıydı. Yeni dönemle birlikte ortaya çıkan “yeni okul”da da çocuğun doğal potansiyelinin ve ilgisinin dikkate alınması öngörülmekteydi. Öğretmen ise çocuğa bildiği bir şeyleri dayatan değil, çocukla birlikte “öğrenen” kişi olarak algılandı. O zamana kadar eğitimin amaç ve içerikleri “toplum”, ”yetişkinler”, ”dış çevre” gibi unsurlar tarafından belirlenirken yeni dönemle birlikte artık “çocuk”, belirleyici unsur olmaya başladı. Çocuğun, gelişiminin her bir kademesinde, ancak kendisinden hareket edilerek anlaşılabileceği, onun yetişkinin ölçüsüyle ölçülemeyeceği ve her çocuğun bir fert olarak kendisine saygı duyulması gerektiği düşüncesi taraftar buldu. Çocuk, böylece eğitim ve öğretimin merkezini teşkil etmeye başladı. Bütün güçlere sahip bir varlık olarak kabul edilen çocuğun bağımlılıktan ve baskıdan kurtarılması için “eski okul”un yerine “yeni okul” talep edildi. “Eski okul”, hayata yabancı olmakla, yaşatmayıp sadece öğretmekle sınırlı olması açısından eleştirilmekteydi. Aynı doğrultuda eğitimin içeriğinin hayata değil, kitaplara dayanmış olduğu, ders plan ve programlarının bağlayıcı olduğu, ansiklopedik bilgilerin temele alındığı ileri sürülmekteydi. “Eski” okul, bir anlamda dominant olması nedeniyle “öğretmenin okulu” olarak görülmekteydi. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 333 Bu çerçevede “yeni okul”da başta öğrencinin, öğretmenin ve okulun özgür olması istenmekteydi. “Kurumlaşmış” ve katılaşmış” olan okulun “canlı bir topluluk” haline gelmesi ve okul ile hayat arasındaki yapay ayrımın kaldırılması hedeflenmekteydi. Bu doğrultuda öğretimin de çocuğun doğal potansiyeline yönelmesi ve doğal ilgileriyle bağ kurması amaçlanmıştı. Bütün bunlar ise öğrencilerin aktifleştirilmesi sayesinde mümkün olabilecekti. Eğitime dair geliştirilen bu düşünceler Pestelozzi, Frobel, Tolstoy, Montesaorri, Dewey, Kilpatrick gibi otoritelerin kuruluşuna öncülük yaptığı okullar ve projelerlerle hayat bularak dünyanın dört bir yanında etki yapmaya başladı. Bilhasssa 18 inci yüzyılın son dönemlerinden başlamak üzere 19 uncu yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa merkezli bir “yeni okul” akımı çok yaygın bir şekilde kabul gördü. Çocuğu merkeze alan, hayatla iç içe, yaparak ve yaşayarak öğrenmeye dayalı olan bu yeni eğitim akımı, bizde de II. Meşrutiyet Dönemi’nde eğitime yansıdı. Satı Bey, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Selim Sırrı Tarcan, İsmail Hakkı Tonguç gibi eğitimciler, okulun bir “iş okulu” olması için çaba sarf ettiler. Cumhuriyetle birlikte de Meşrutiyet Dönemi’nde şekil bulmaya başlayan eğitim ruhu devam etti. Bu süreç, müfredat yenileme çalışmalarıyla, yeni yöntem ve yeni okul denemeleriyle 1950’li yıllara kadar sürdü. Daha sonraki yıllarda ise eğitimde nitelik boyutu arka planda kalmaya başladı. 2000’li yılar ve sonrası da çocuk eğitimi adına kavramsal karmaşanın yaşandığı bir dönem oldu. Özellikle son yıllarda içi boş ve anlamsız çalışmalar bile “yeni”, “çağdaş” vb pozitif imajı olan sıfatlarla etiketlenerek sunuldu. J. J. Rousseau ve onu takip eden pedagoglarla başlayan “çocuktan hareket eden” eğitim akımlarının pedagoji alanında açtığı çığırın bugün aşılmış olduğunu söyleyebilmek zor görünmektedir. 334 | Çocuk ve Çocukluk Deneme Kitabı Bugün çocuk eğitimine dair dile getirilen “öğrenci merkezli eğitim”, “problem çözme”, ”keşfetme”, “proje hazırlama” gibi söylem ve kavramların tamamı o zamana aittir. Ancak bu kavramlar çoğu kez ilk kez dile getiriliyormuş gibi takdim edildi. Böylece söylemler ve kavramlar çok güçlü olan anlamlarını kaybettiler. Bunun sonucu olarak da çocuk eğitimine dair felsefi temellerin zemini kaymaya başladı. Çocuklar, yüz yıllar önce gerçekleşen pedagojik devrime rağmen bugün hâlâ kurtarılmaya, yetiştirilmeye, kısacası eğitilmeye çalışılmaktadır. Okullar da aynı şekilde hızla işlevsizleşmelerine rağmen bugün “dokunulmaz” kurumlar haline gelmiş durumdadır. Çocuk eğitimi adına bugünün eğitimcilerine düşen görev, Aydınlanma Dönemi’ni takiben ortaya çıkan büyük pedagoglarının ve bizde de Meşrutiyet Dönemi eğitimcilerinin başlattıkları eğitim devriminin tamamlanmasının sağlanmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’yi 2023 yılına daha iyi hazırlamak için yeniden bir “pedagoji” hareketine şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. KAYNAKLAR Aytaç, Kemal, Çağdaş Eğitim Akımları, Ankara, Ankara Üniversitesi, DTCF yayınları, 1980. Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Ankara Üniversitesi, EBF yayınları, 1983. Dünyadan Büyüktür Çocuk | 335