Sözün Büyük Önemi - Gönül Sohbetleri

Transkript

Sözün Büyük Önemi - Gönül Sohbetleri
Gönül Sohbetleri
7
Sözün Büyük Önemi
Yunus Emre’nin çok bilinen, çok söylenen güzel bir şiiri
vardır:
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ide bir söz.
Çocukluğumuzdan beri işitiriz. “Dil yarası kılıç yarasından
daha ağırdır” derler. Bazen kılıç yarası bir süre sonra iyileşebilir. Ama bazen sözle açılan yaralar ölümle bile bitmez,
mânevi âleme intikal eder. Bazen bir söz, hassas, dertli, yaralı,
kolu kanadı kırılmış bir insanı ölüme bile götürebilir. İstihza dolu
bir bakış, alaycı bir gülüş, bir küçük görme, bir hakir görme, nice
insanların ölümüne sebep olmuştur. Aynı şekilde, anlayış dolu,
sevgi dolu, şefkat dolu bir söz ve o sözün İslamî edep, incelikle
8
Gönül Sohbetleri
ifade edilişi, intihar etmek isteyen bir insanı ölümden döndürmüştür.
Senelerce, senelerce evveldi. Bir akşam Danıştay’dan çıkmış, köşedeki büfeye gitmiştim. Önümde iki kişi vardı. Sıramı
beklemek için kuyruğa girdim. Önümde bekleyen genç bir insandı. Soğuk bir kış günüydü. Üzerinde kalın bir palto vardı.
Büfeciye döndü, iki tüp aspirin istedi. Çıkan ses beni ürpertti.
Normal bir ses tonu gibi değildi. Sanki ölüme giden bir insanın iç
dünyasından gelen bir çığlıktı. Tir tir titredim. O anda bana öyle
geldi ki, bu genç adam bu iki tüp aspirini içerek intihar edecekti.
Düşündüm, ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Yanına yaklaştım. Elimi omzuna koydum, “Bak yavrum,” dedim. “Şu karşıdaki binayı tanıyor musun?” “Evet,” dedi genç adam. “Tanıyorum. Danıştay Başkanlığı.” “İşte,” dedim, “benim eşim orada
savcı. Geçen hafta bir gün başı ağrıyor, bir aspirin alıyor. O bir
aspirin, ülseri olduğu için mide kanamasına sebep oldu. Bir
hafta çekti.” Biraz daha yaklaştım. “Aman yavrum,” dedim. “Dikkatli ol. Allah seni korusun.” Sonra sırtını sıvazladım, gönderdim. Sıra bana geldi. Alacağımı aldım ve evime gittim. Aradan üç gün geçti. Bir öğle vakti idi. Heyetten yeni çıkmıştık.
Yorulmuştum. Dinlenmek için odama çekilmiştim. Biraz sonra
kapı çalındı. O akşam büfede gördüğüm genç adam başını
uzattı. “Efendim, müsaadenizle girebilir miyim?” dedi. “Buyurun
efendim,” dedim. Elinde bir buket çiçek vardı. “Müsaade ederseniz, verebilir miyim?” dedi. Hayrola der gibi yüzüne baktım.
Anlamıştı. “Efendim,” dedi. “Üç gün evvel büfeden, intihar etmek
için iki tüp aspirin aldım. Niyetim hepsini içip hayatıma son
vermekti. Fakat siz öyle sıcak, öyle yumuşak bir davranışla
elinizi omzuma koydunuz ki, kalın paltoma rağmen yüreğinizin
sıcaklığını ta içimde duydum. Yolda hep bunu düşündüm. Daha
Gönül Sohbetleri
9
eve gelmeden kararımı vermiştim. Madem dedim, hayatta böyle
yüreği insan sevgisi ile dolu kimseler var, o halde bu hayat
yaşanmaya değer. Size teşekkür etmeye geldim. Lütfettiniz,
makamınızda kabul ettiniz. Artık müsaade isteyebilir miyim?”
Ayağa kalktı, gözleri yaşla doldu. Ben de çok heyecanlanmıştım. Ağlamaya başIadım. Birbirimize sarıldık ve Allah’tan
sağlık, afiyet ve mutluluklar diledik.
Efendim, sözden bahis açılınca aklıma hemen yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’deki o ürpertici Âyet gelir. Cenab-ı Hak
Musa Peygamberi, Firavun’u Hak’ka davetle görevlendiriyor. Ve
sonunda, “Ya Musa, Firavun’la konuşurken, yumuşak ve
tatlı söyle” buyuruyor. Söz o kadar önemli ki, yine gözümün
önünde bir hatıram canlanıyor. Dört yaşımdaydım. Rahmetli
anneciğim öğretmendi. Bir gün akşam okuldan eve gelirken, bir
defter ve bir kalem getirdi. Bana döndü. “Oğlum,” dedi. “Otur,
dediklerimi yaz.” Üç buçuk yaşımda iken okuma yazma öğrenmiştim. Komşumuz Şaziye Hanım teyzenin üç kızı vardı.
Üçü de öğretmendi. Ben her sabah elimde kâğıt kalem gider,
“Bana okuma yazma öğretin” derdim. Kızarlardı. “Git çocuk başımızdan,” derlerdi. “Biz hazırlanacağız, okula yetişeceğiz. Sırası mı şimdi?” Baktılar başa çıkılacak gibi değil. Bendeki okuma yazma aşkı o kadar büyük ki, kapıdan kovsalar, bacadan
gireceğim. Nihayet çalışmaya başladık. Bir haftada öğrendim.
Teşekkür ederek ayrıldım.
Merak içindeydim. Acaba annem bu defteri kalemi niye
almıştı? Oturduğum masada bunu düşünüyordum. Birden annem konuşmaya başladı.
“Oğlum, Allah’ın ve Peygamber’in inan dediklerinden başka
bir şeye inanma.” “Şimdi,” dedi, “defter bitinceye kadar bu
10
Gönül Sohbetleri
cümleyi yazacaksın.” Anlamamıştım. Ama annemi kırarım, incitirim düşüncesiyle bir şey demedim ve yazmaya başladım.
Defter bitinceye kadar o cümleyi tekrarladım. Beni yakînen
tanıyanlar bilirler. Sohbetlerde bir soru sorulduğu zaman cevabım ya Âyetle, ya Hadisle olur. Hayatımda hiçbir gün, bu
benim düşüncem, ben böyle düşünüyorum, demedim. Bundan
sonra da demekten Allah’a sığınırım. Ben kim oluyorum ki?
Rahmetli Anneciğimin o cümleyi yüzlerce defa yazdırmasındaki
amaç, o fikrin ömür boyu kafamdan silinmemesi idi. Nur içinde
yatsın. Mekânı cennet olsun. Allah’ın rahmeti, Peygamber’in
şefaati üzerine olsun.
Hayat boyu karşılaştığım nice meseleIerde, anneciğimin
yazdırdığı o cümle bana ışık tuttu, yol gösterdi, rehber oldu.
Gerek sohbetlerimde, gerek konferanslarımda, bıkmadan, usanmadan söylediğim bir Hadis-i Şerif var. “Ya hayır söyle, yahut
sus.” Yıllarca düşündüm. Bu bir tek Hadis’in uygulanması
günlük hayatta insana nice ufuklar aştırır. Nice müşküllerini
halleder. Nice problemlerini çözer. Bu Hadis-i Şerif’in uygulandığı ailelerde bir kere olsun, münakaşa, kavga, gürültü olmaz.
Nur içinde yatsın, Rahmetli eşim Rânâ Hanımla kırk dört yıl
evli kaldık. Bu süre içinde bir kere bile bizim evde bir tartışma
olmadı. Bir dargınlık, bir kırgınlık olmadı. Danıştay’da otuz
dokuz yıl çalıştım. İlk günden itibaren bu Hadis-i Şerif’i uyguladım. Hiç kimseyle, ama hiç kimseyle en ufak bir münakaşam,
sürtüşmem, dargınlığım olmadı. Ben, bu Hadis’in yaşandığı bir
toplumun bireyleri arasında, yaşamın her bölümünde, sulh,
sükûn, huzur, mutluluk, güzellik olacağına, bütün kalbimle inanıyorum. Lütfen konuşurken çok dikkâtli olalım. Muhatabımız
Gönül Sohbetleri
11
ister bir insan, ister bir hayvan, ister bir bitki, ister bir eşya olsun,
daima saygılı, edepli, kibar olalım. Beni tanıyanlar, Paşa Dede
Hazretleri’nin nasıl, Edip Atam beyin torunu Deniz’e, saygılı,
edepli, ihtiramla ayağa kalktığını hatırlarlar. Bazen beş yaşındaki bir çocuğun kalbinde kaba bir sözle açılacak yaranın,
ömür boyu devam edeceğini düşünebilir misiniz? Ben evet
diyorum ve o çocuğun kendim olduğunu söylüyorum. Hayat,
sandığımızdan çok daha ince nüanslarla birbirine bağlı, muhteşem bir kompozisyon. Hiçbir şey unutulmuyor. Olaylar geçip
gidiyor, şuuraltında izleri bazen mezarda da, ikinci hayatta da
devam ediyor. Aman dikkatli olalım. Bazen bir tek kelimenin, bir
insanın inancını, hayat görüşünü, yaşama felsefesini kökünden
değiştirdiğini görüyoruz. Evet, sözün gelişi söylemedim. Bir tek
kelime bu işi yapabiliyor. Bazen bir tebessüm bütün dünyayı
dolaşıyor. Bu cümleyi bir televizyon sohbetinde farkında olmadan kullanmışım. Ertesi gün İstanbul’dan Psikolog Suna
Tanaltay Hanım telefon etti. Bu sözü çok beğendiğini, beni
kutladığını söyledi. “Efendim,” dedi. “Müsaade ederseniz bu
sözü ben de yazılarımda kullanabilir miyim?” İlgisine ve iltifatına
tekrar tekrar teşekkür ettim. Evet, bir tebessüm bazen bütün
dünyayı dolaşıyor, ama aynı şekilde acı bir söz de. Hatta ben,
bu dünya ile sınırlı kaldığını sanmıyorum. Günümüzde
Alzheimer hastalığı gittikçe yayılıyor. Günlük hayatımıza giriyor.
Çevreden mütemadiyen işitiyorum. Acaba sayın doktorlar bunun sebebini hiç düşünüyorlar mı? Bana öyle geliyor ki, beyne
giden negatif ışınlar, insan ruhunu allak bullak ediyor. Beyin
görevini yapamaz oluyor. Ne yazık ki ülkemizde gazeteler,
televizyon kanalları, birkaç istisna dışında, zehir saçıyorlar.
Diziler, eğlence programları, artık utanç verici düzeyi de aştı. Bir
felâket halini aldı. Ne yazık ki sorumlular tam bir vurdum-
Gönül Sohbetleri
12
duymazlık, sorumsuzluk içinde omuz silkiyorlar. İlgilenmiyorlar
bile. Hepimiz bir geminin içindeyiz. Gemi batarsa hepimiz boğulacağız. Ne yazık ki, kimse çıkıp da; “Durun kalabalıklar, bu
cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak” demiyor.
Okul cinayetleri nasıl ilgililere saçlarını, başlarını yoldurtmuyor, uykularını kaçırmıyor, hayretler içindeyim. Bunlar hep
televizyonlardaki dizilerin sonucu. Ekilen zehirli tohumlar meyvelerini veriyor. Eskiden ailelerde güzel sohbetler olurdu. Güzel
kitaplar okunurdu. Güzel evliyâ hikâyeleri anlatılırdı. Şimdi sadist bir duyguyla, genci, ihtiyarı, kadını, erkeği o aptal kutusunun önüne doluşuyorlar günlük zehirlerini almak için. Oysa ki,
bu dünya bir misafirhâne. Hepimiz gelip geçici misafirleriz. Şu
anda doğumevinde yeni doğan bir bebeğin bile topu topu ne
kadar ömrü var ki? Neden şu sayılı günlerimizi, sevgiyle, saygıyla, incelikle, ihlâsla, yardımla, hizmetle geçirmeyelim? Neden
mânâ âlemine geçeceğimiz anda, eyvah, yanlış yaşadık, pişman olduk diyelim. Neden biz de Yunus Emre gibi, “Sevelim,
sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”, “Aşk gelicek, cümle
eksikler biter” demeyelim. Neden biz de “Sevmek devam
eden en güzel huyum” demeyelim. Neden, “Gelin canlar bir
olalım” demeyelim.
Allah’ın selâmı üzerinize olsun...
Gönül Sohbetleri
13
Tevhidin Güzelliğinde Yaşamak
İnsanlar görüyoruz, hayata sürekli olarak tek yönlü pencereden bakıyorlar. Onlar için her şey donmuş, statik, belli kalıplar
içinde. Adeta kemikleşmiş bir yaşam tarzları var. Bir ömür boyu
aynı hareketler tekrarlanıyor, aynı sözler söyleniyor, düşünce
adı altında, aynı kalıplar öne sürülüyor. Ve bu kimseler aydın,
entelektüel olduklarını sanıyorlar. Kolay kolay da adam beğenmiyorlar. İnsana sevgi, insana saygı, hoşgörü, edep, incelik,
zarâfet onların dilinde olmayan kelimeler. Ve ne yazık ki ömürleri böyle akıp geçiyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca böyleleri için;
“Öyle dalmış ki asırlar süren uykusuna,
Uyandırmazsan, uyanacak değil...”
der. Hepiniz çevrenizde böyle kimseler görüyorsunuzdur. Bu,
yalnız bizim ülkemizde, bizim çevremizde değil, çağlar boyunca
hep böyle olmuş. Bir dönem olmuş, insanlar dünyaya yalnız
mâneviyatı yaşadıklarını sanarak tek yönlü bakmışlar. Ortaçağ
14
Gönül Sohbetleri
Avrupası’nda karanlıklar içinde yaşayan insanlar, dış dünyadan,
maddeden, vücuttan öyle tiksinmişler ki, adamlar yıkanmayı bile
bırakmışlar. Bu tek yönlü görüşler, insanlık kültür tarihi incelenecek olursa hep yön değiştirmiş. Bazen hedef mânâ olmuş,
bazen madde olmuş. Günümüzde de bu kültür dışı gidiş hâlâ
devam ediyor. Materyalist olduklarını ileri süren birtakım zavallılar, hayata yalnız kışrından, kabuğundan, dışından bakıyorlar. İnsanı insan eden, insanı hayvanlıktan kurtarıp, Hz. İnsan çizgisine götüren mânevi güzelliklere sırt çeviriyorlar. Hatta
düşman oluyorlar. Bunlar ne kadar çirkin, ne kadar üzücü durumlar. Hatta insanlık kültürü adına yüz kızartıcı, utanç verici
görünümler.
Nice yüzyıllar, insanlık nefis problemi ile uğraşmış. Bir “nefsi
öldürmek” diye tutturmuşlar, her şey buna göre ayarlanmış,
şekillenmiş, biçim almış. Bugün hâlâ Avrupa’yı gezenler bilirler,
pek çok yerde manastırlar var. Hayata küsen, hayatla barış,
biliş, güzellik içinde yaşayamayan nice insanlar, oralara tıkılıp
güya tekâmül etmeye çalışıyorlar. Zavallı insanlar. Manastırlarda, oradaki sevgiden uzak, saygıdan, edepten, incelikten,
sanattan uzak havası içinde, nasıl gelişecekler, tekâmül edecekler? İnsan kelimesi üns kökünden geliyor. Ünsiyet yakınlık,
beraberlik, bir arada olmak, birbirine sevgi, saygı duymak.
Hayat boyu dikkat ettim, ünsiyetten uzaklaşanlar insanlıktan da
uzaklaşıyorlar.
Nice insan, nefsimi öldüreceğim diye kendine eziyetler
etmiş, işkenceler yapmış. Amaç hep nefsi öldürmek. Ama ne
hikmetse, Resulullah Efendimiz gelinceye kadar kimse bu işin
içinden çıkamamış. Kâinatın Efendisi her konuda olduğu gibi bu
konuyu da vuzûha, ışığa, aydınlığa kavuşturuyor. Buyuruyor ki;
Gönül Sohbetleri
15
“Nefsin senin binek hayvanındır. Ona rıfk ile, tatlılıkla,
yumuşaklıkla muamele et.” Ancak Peygamber Efendimizin yol
göstermesiyle insanlık kültür tarihinde en büyük devrim olmuş,
insanlar acı ve ıstırap yolundan kurtulup, huzura, mutluluğa,
güzelliğe kavuşmuşlardır. Önemli olan nefsi öldürmek değil, ki
bu bir edebiyattan başka bir şey değildir, nefis ölmez, onu kimse
öldüremez. Önemli olan onu eğitmek, ıslah etmek, ona güzel bir
anlam verebilmektir. Bunu yapanlar, bunda başarıya ulaşanlar
ne güzel insanlardır. Hep böyle oluyor. İnsanlar ifrat ve tefrit
arasında bocalıyorlar. Onun için insanlık âlemini bu çırpınışlardan, bu çelişkilerden kurtaracak tek yol, Resulullah Efendimizin gösterdiği tevhid yolundan başka bir şey değildir. Çünkü
bugüne kadar gördüklerimizin hiçbiri insanları huzura ve mutluluğa götürücü o büyük sentezi, o Muhammedî Tevhidi ortaya
koyamadı. Zavallı insanlar binlerce seneden beri çırpındılar,
bocaladılar, sonuçta hüsranla karşılaştılar.
Madde ile mânâ, ruh ile beden, iç dünya ile dış dünya, kadın
ile erkek arasında, yalnızca Hz. Peygamber’in getirdiği ilâhi
Tevhid, bütünlüğü sağladı, dengeyi kurdu, birliğin, beraberliğin
en güzel çiçekleri ortaya çıktı. Ancak Hz. Peygamber’e aşkla,
inançla, iman bütünlüğü ile bağlı olanlar, her iki dünyalarında
güzelliği yaşayacaklar, mutluluğu tadacaklardır. Ne olur bugün
ıstıraplar içinde çırpınan insanlar bu gerçeği görebilseler. Bu
gerçek aklın yolu, mantığın yolu, ışığın yolu, güzelliğin yoludur.
Körler körlere yol gösterirlerse, hepsinin gideceği yer uçurumdur. Nitekim öyle oluyor. Milyarlarca insan kardeşimiz bu gerçeği görmemekte ayak diredikleri için, dünyaları da, âhiretleri de
zehir oluyor. Biz onlar için de acıyoruz. Çünkü biz onlara da
dost, kardeş gözüyle bakıyoruz. Hayat taassuplara, dar görüşlere, küçük, basit çıkarlara sığmayacak kadar büyük, güzel,
16
Gönül Sohbetleri
sonsuz, muhteşem. Allah o kadar güzel bir dünya yaratmış ki,
Yunus Emre ne güzel özetliyor; “Cümle yerde Hak nâzır, göz
gerektir göresi” diyor. Hep gönlüm istiyor, ne olur yedi milyar
insan el ele versek. Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisi’nin koro
kısmında olduğu gibi, “Birleşiniz insanlar, kardeş gibi olunuz” diyebilsek. Birbirimizi sevsek, birbirimize saygı duysak,
birbirimiz için her türlü yardımı yapabilsek. Gerekirse birbirimiz
için canımızı dahi verebilsek. Yunus; “Aşk gelicek, cümle
eksikler biter” diyordu. “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye
kalmaz” diyordu. Niye bizler de o yolda yürümeyelim. Kâinatın
Efendisinin gösterdiği ışıklı yolda, dünyamızı da, âhiretimizi de
neden cennete çevirmeyelim. Neden, “Seviyoruz, seviliyoruz,
güzelliğimiz bu yüzden” demeyelim...
Gönül Sohbetleri
17
Şükrün Hayattaki Önemi
Son zamanlarda bana en çok sorulan sorulardan biri de bu.
Şükür niçin önemlidir? Şükretmeden de mutlu, sağlıklı bir hayat
yaşayabilir miyiz? Şimdi bu meseleyi irdeleyelim. Yıllarca düşündüm. Birçok mânevi büyükle görüştüm. Gördüm ki hayatın
vazgeçilemeyen unsurlarından, “olmazsa olmaz”larından biri de
şükür. İnsanoğlu dünyaya geliyor. İstekleri sınırsız. Halbuki bu
istekleri gerçekleştirecek imkânlar mahdut. Pek çok insanın
ömrü hep çırpınmakla geçiyor. Çünkü dur durak bilmeyen istekleri, ihtiyaçları onu sürekli olarak hep “daha fazla”ya itiyor.
Diyelim elli milyarım olsun istiyor. Oluyor. Ama bu sefer neden
yüz milyarım yok diye üzülüyor. Rahmetli Şair Özdemir Asaf bir
şiirinde “Kime sorsam bir odası noksan” diyordu. Bu daha
fazla, daha fazla istekleri bir türlü bitmiyor. Derken ölüm kapıyı
çalıyor. İşte burada karşımıza “şükür” kavramı çıkıyor. Elindekiyle yetinmek, imkânlarını en iyi değerlendirmeye çalışmak,
bizim çoğumuzun ya yapmadığı, ya da yapamadığı bir husus.
Ne var ki, hayat sandığımız kadar uzun değil. Bir yerde noktalanıveriyor. Yaşadığım hayat içinde nice zenginler tanıdım.
Gönül Sohbetleri
18
Hemen hiçbiri mutlu değildi. Memnun olamıyor, sürekli şikâyet
ediyordu. Hep daha diyordu. Peki, bir de şunu düşünsek, biz ne
zaman mutlu, ne zaman huzurlu olacağız? Ne zaman, Allah’ım,
sana sonsuz şükürler olsun, bizleri verdiğin bu nimetlere lâyık
kıl, diyeceğiz? Ve bunu demedikçe burnu büyüklük yapıp, bize
sunulan rızkı itekledikçe acaba mesut ve bahtiyar olmamıza
imkân var mı? Bence şükürde ilk nokta, bir kimsenin o an sahip
olduğu maddi ve mânevi imkânları kabul edip, benimseyip,
teşekkürle karşılamasına bağlı. Bunu yapmadığımız sürece,
hiçbir zaman huzuru, mutluluğu hissedemeyeceğiz. Sürekli şikâyet etmek, sürekli yakınmak, o kimsenin ruhen gelişmemiş
olduğunun göstergesi değil midir? Bir atasözü vardır: “Aza
kanaat etmeyen çoğu bulamaz” derler. Daha iyiye, daha
güzele, mükemmele doğru bir hamle yapabilmemiz için, önce
bulunduğumuz yere sağlam bir şekilde tutunup, orada harekete
geçmek gerekmez mi? Hayatta bütün yapıcı karakterde, olgun,
kâmil, efendi insanlar hep şükür sahiplerinin arasından çıkmıyor
mu? Elindekiyle yetinmeyen, gözü hep başkalarında olan, ben,
neden falanca kimse gibi yemiyorum, giyinmiyorum, benim neden falanca gibi bir arabam yok diyen insanlar, hep ömür boyu
gözü dışarıda olacak, bir türlü kendi imkânlarına, kendi kaynaklarına dönemeyeceklerdir. Dolayısıyla da hiçbir zaman
memnun, mesut, bahtiyar olamayacaklardır. Ama yazık değil
mi? Yunus Emre;
“Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi.
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan”
demiyor mu?
Gönül Sohbetleri
19
İskender dünyayı fethe çıkar. Yolda bir fıçının içinde güneşlenen bir adam görür. Kumandanlarına sorar. “Bu adam
kimdir?” “Efendim,” derler, “bu adam Diyojen.” “Özelliği nedir?”
der. “Düşünür, yerinde konuşur.” İskender atından iner, adamın
yanına gider. “Ey Diyojen,” der. “Ben, Dünya’yı fethe çıkan
İskender’im. Dile benden ne dilersen.” Diyojen’in canı sıkılır.
“Ben, nefsimin hâkimi Diyojen’im. Sen, nefsinin kölesi İskender’sin. Bana ne verebilirsin? Gölge etme, başka ihsan istemem.” İskender, başını önüne eğer, atına doğru yürür. Kumandanları sorar. “Efendim, Diyojen’i nasıl buldunuz?” İskender;
“Müthiş bir adam,” der.
“Eğer İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim.”
Senelerce, senelerce evveldi. Küçük bir çocuktum. Bir gün
babaannem bir masal anlatıyordu. Bir yeri beni ürpertti. Allah,
diyordu, kara gecede, kara taşın üzerindeki, kara karıncanın
bile rızkını düşünür. Ürperdim, heyecanlandım. Ömür boyu
unutmadım. Bazen düşünürüm, bizim, kendi önündeki oyuncağını unutup, gözünü başkalarının oyuncaklarına diken çocuklardan ne farkımız var? Başkasının arabasının modeline ve
rengine özenip, kendimizi kahredeceğimize, biraz da kendi
arabamıza baksak. Acaba biz onu hayır işlerinde kullanabiliyor
muyuz? Biz onunla mânevi büyükleri ziyarete gidiyor muyuz?
Çoluk çocuğumuza, doğal güzellikleri olan, tarihi zenginlikleri
olan yerleri gösterebiliyor muyuz? Eşimizin biraz dinlenebilmesi
için onu bir sanat merkezine götürebiliyor muyuz? Onun güzel
bir konferans dinleyerek ufkunun açılmasına, görüşlerinin genişlemesine hizmet edebiliyor muyuz? Yoksa sadece benim de
şu marka arabam var deyip, hava mı basıyoruz. Ne olur
kendimizi aldatmayalım. Şöyle bir dikkatlice gözden geçirelim.
Gönül Sohbetleri
20
Acaba biz soframızda yediğimiz yemeğe, giydiğimiz elbiseye,
oturduğumuz eve, evdeki eşyalarımıza, kitaplarımıza lâyık mıyız? Lâyık olabilmek için neler yapıyoruz? Sadece boş sözlerle
kendimizi mi avutuyoruz? Bir gün meşhur veli zatlardan birisi
oturmuş kuru ekmek yiyormuş. Birisi görmüş. Hayret etmiş.
“Nasıl olur efendim, siz deve yükü kitap yazmış bir insansınız.
Nasıl kuru ekmek yersiniz?” O zat cevap vermiş. “Ah evladım,”
demiş, “Ben deminden beri o ekmeğe lâyık olamadığımı düşünüyor, dua ediyordum. Allah’ım. Önümdeki bu rızka beni lâyık
et. Ondan hasıl olan enerjiyi hayırlı işlerde kullanmamı nasibeyle.” İşte meselenin püf noktası burada. Biz kendimizi ne
sanıyoruz. Kâinatın en büyük şairi Yunus Emre ne diyor, dikkat
buyurun:
“Miskin Yunus sen seni bir adam mı sanırsın,
Halini miktarını bil derlerse ne dersin?”
“Sana derim ey hoca,
Sırat köprüsü nice.
Kıllardan daha ince,
Geç derlerse ne dersin?
Yoğ ise amalimiz,
Fayda vermez malımız.
Kabirde sualimiz,
Ver derlerse ne dersin?”
Gönül Sohbetleri
21
Kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, ben, şükür
kapısından geçmeden kimsenin mutlu olacağına, sağlıklı olacağına, başarılı olacağına, güzel bir hayat yaşayacağına ve
çevresindeki insanlara da yaşatacağına inanmıyorum. Allah
bizlere de, yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimize de o şükür
kapısından geçmeyi nasibetsin...
22
Gönül Sohbetleri
Mutlu Olabilmenin Değişmeyen Şartı
Geçen akşam telefon çaldı. Açtım, telefondaki zat çok dertli.
“Efendim,” dedi, “çok mutsuzum, huzursuzum. Aklıma kötü
şeyler geliyor. Bir türlü orta yolu bulamıyorum. Bazen dünya
hayatı çekiyor beni. Çeşitli zevkler, eğlenceler başımı döndürüyor. Bazen mânevi hayata yöneliyorum. İçimde öyle temiz,
öyle nezih duygular hissediyorum ki, işi gücü bıraksam, kendimi
yalnız ibadete versem. Yalnız mânevi güzellikleri olan insanlarla
görüşsem. Bu iki zıt düşünce arasında bir gelgit olayı yaşıyorum. Bazen bir tarafa, bazen öbür tarafa yalpalıyorum.
Bunun pek çok mahzurları ortaya çıkıyor. Bir tarafa meylettiğim zaman edindiğim dostlar, öbür tarafa meylettiğim zaman
şaşırıyorlar, hayret içinde kalıyorlar. Bu, bir halden öbür hale
geçişler, beni ruhen de, bedenen de sarsıyor, hırpalıyor. Ne
yapmak lâzım geldiğini kestiremiyorum. Lütfen bir yol gösterir
misiniz? Yaşım kırkı geçti. Artık sağlam, temiz, nezih bir aile
yuvası kurup, istikrarlı bir hayat yaşamak istiyorum. Bu gel-
Gönül Sohbetleri
23
gitlerden kurtulmak istiyorum. Ne yapayım, nasıl hareket edeyim?”
Telefondaki zata, efendim, dedim. Yapılacak iş, hiç de sandığınız gibi çok karışık, çok karmaşık değil. Bütün mesele,
hayat boyu, uçurumun kıyılarında dolaşmadan, orta yolda sağlam bir şekilde yürüyebilmek. Bunu bize temin edecek tek yol,
İslamî Tevhid yoludur. Ne zaman ki madde ile mânâ, ruh ile
beden, soyut ile somut, dünya hayatı ile âhiret hayatı arasında
bir denge, bir birlik ve beraberlik kurulursa, o zaman sarsıntılar
geçirmekten, çırpınmaktan, bunalmaktan kurtulur, memnun ve
mesut, huzur ve sükûn içinde tevhidin güzelliklerini yaşar, dünya hayatında da âhiret hayatında da cennet içinde oluruz.
Önemli olan, ne ruhu, ne bedeni inkâr etmeden, ihmal etmeden,
tevhidin gösterdiği ışık altında, ölçüler içinde yaşayabilmek.
Şu anda sağız. Yaşıyoruz. Varız. Şu anda bizim bir ruhumuz, bir bedenimiz var. Dünyanın en büyük velisi de, akşam
olunca içecek bir tas çorba ister. Uykusu gelince yatacağı bir
yatak ister. Sokağa çıkacağı zaman dosta düşmana karşı
mahcup duruma düşmemek için giyeceği bir elbise ister. İnsanoğlu sadece maddi ihtiyaçlarını tatmin etmekle mutlu olamaz
ki.
Hangi insan bugüne kadar karnım tok, sırtım pek, deyip, o
halde dünyanın en mutlu insanı benim diyebilmiştir. İnsanların
maddi ihtiyaçlarının yanı sıra mânevi ihtiyaçları da vardır.
Descartes “Düşünüyorum, o halde varım” demişti. Mânevi
ihtiyaçlar da maddi ihtiyaçlarımız gibi tatmin olmak ister. Onlara
aldırış etmediğimiz zaman, karşılamadığımız zaman, cevap
vermediğimiz zaman, en mutsuz insan biz oluruz. İşte, bu iki
yönümüzü de aklın, ilmin, inançların doğrultusunda düzene koy-
24
Gönül Sohbetleri
madığımız zaman problem başlıyor. Ortaya çıkan ilk sorun, o
şahıstaki dengesizlik oluyor. Mala, mülke de sahip olsa, mevki,
makam, rütbeye de ulaşsa, yine de o cıvıl cıvıl, o pırıl pırıl
yaşama sevincine ulaşamıyor. Bir türlü “Seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden” diyemiyor.
Hayatta her şey bir denge, bir uyum, bir âhenk istiyor. Meselâ çorba yapıyoruz. Biraz tuz koyuyoruz. Çorbanın tadı geliyor. Ama tuz biraz fazla kaçınca zehir gibi oluyor, içilmiyor.
Keza çay içerken kimi insan bir, kimi insan iki şeker koyuyor.
Ama dokuz, on şeker koyarsanız, o çay içilmez. Bu giyim konusunda da böyledir. Bir kravat güzel olabilir. Kaliteli olabilir.
Ama elbise ile uyum göstermediği takdirde, giyilen elbisenin de,
takılan kravatın da kıymeti kalmaz. Hayatta aklınıza gelen hangi
konu olursa olsun durum değişmez. Bilimde de böyledir, güzel
sanatlarda da. Denge, uyum, âhenk, hayatın hiç değişmeyen
ana kanunudur. Bütün mesele, bizi dengeli yaşamaya götürecek o ölçütleri, kriterleri bulabilmekte. Bunu bize öğretecek tek
ilim, İlm-i Tevhid’dir. Bu, madde ile mânâ arasındaki tevhidi insanlık tarihinde gösteren tek insan Resulullah Efendimiz olmuştur. Bugün insanlık bir türlü bu dengeyi bulamıyor. Kâh bir
tarafa, kâh öbür tarafa yalpalıyor. Bizi ve bütün insanlık âlemini
bu çırpınmalardan kurtaracak tek yol, Peygamber Efendimizin
gösterdiği tevhid yolu olmuştur. Peygamber Efendimiz sade
Müslümanların değil, kâinattaki bütün insanların, bütün varlıkların rehberi, kurtarıcısı, yol göstericisidir. Peygamber Efendimiz
o kadar büyük, o kadar yüce yol göstericidir ki, onun bir tek
Hadis-i Şerifini, meselâ, “Ya hayır söyle yahut sus” hadisini,
aile hayatında, iş hayatında, sosyal hayatta uygulayabilenler,
velayet makamına ererler, her iki dünyada da mesut ve bahtiyar, huzur içinde yaşarlar.
Gönül Sohbetleri
25
Erzurumlu büyük veli İbrahim Hakkı Hazretleri, üç asır önce
tehlikeyi görmüştü. Medreselerden müspet ilimler kaldırılıyordu.
O günkü ulema geçinen cahiller, akl-ı evveller, ne lüzum var
müspet ilimlere, mânevi ilimler bize yetmez mi, diyorlardı.
Hazret, çok çırpındı, çok didindi ama sözünü dinletemedi. İşte
Marifetname isimli dev eser bu çırpınmalar sırasında ortaya
çıktı. Ve sonra gelen yüzyıllar İbrahim Hakkı Hazretlerinin ne
kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Müspet ilimleri fuzuli gibi
görüp gündemden çıkarışımızın cezasını çok ağır ödedik. Ve
hâlâ ödüyoruz. Bu zıtlık, bu karşıtlık, gerçekte öyle midir? Yoksa
sadece bir görünüşten mi ibarettir. Acaba onlar birbirini mi
tamamlıyor?
Transistörlü radyomuzu çalıştırmak için, çarşıya gidip pil
alıyoruz. Bir ucu artı, bir ucu eksi. Peki, iki ucu artı olsa ne olur,
hiç. Sadece radyo çalışmaz. İlle bir ucu artı, bir ucu eksi olacak.
Hayatta her şey pil örneğinde olduğu gibi birbirini tamamladığı
zaman bütünleşiyorlar, bir senteze, bir tevhide ulaşıyorlar. Mesele, ne sadece dünyaya bağlanmak, ne de dünyadan el etek
çekip rahip hayatı yaşamaktır. Çok görüldü, çok denendi. Bu iki
yol da bizi huzura ve mutluluğa götürmüyor. İslâmiyet bu dengeyi, bu sentezi ne güzel kurmuş. Evde tek başına namaz kılmak, iyi güzel. Allah kabul etsin. Ama aslolan camide, mescitte
cemaatle beraber kılmak değil midir? Evet, tek kılınan namazla
da, birçok güzellikler yakalanabilir. Ama cemaatle kılınan namazın insana getireceği öyle incelikler ve güzellikler vardır ki,
bunları sıralamak, değil bir yazının, bir kitabın bile sınırlarına
sığmaz. Hayat öylesine ince ipliklerle dokunan bir doku ki, en
ufak bir kabalık, görgüsüzlük, ilkellik bazen hayat boyu telâfisi
mümkün olmayan zararlar meydana getirebiliyor. Hepimiz ama
hepimiz güzel bir sözün, masum, temiz bir tebessümün, ince bir
26
Gönül Sohbetleri
davranışın etkisini ömür boyu unutabilir miyiz? Peygamber
Efendimiz, “Hediyeleşiniz, hediyeler kalpte kalan küçük
kırgınlıkları giderir” buyuruyor.
Eğer bizler, hayat boyu memnun, mesut ve bahtiyar yaşamak istiyorsak, burnumuzun dikine gitmekten vazgeçelim.
Hayatın muhteşem bütünlüğünü bozmaya, bölmeye kalkmayalım. Sonra bir gün bakarız ki, olanlar olmuş ve bizler o yükün
altından kalkamıyoruz.
Rabbimize şükredelim. Bize Resulullah Efendimiz gibi bir
yüce Peygamber gönderdi. Bir büyük, bir güzel tevhid ilminin
sultanını gönderdi. Ancak O’nun yolundan giderek, O’nun dediklerini uygulayarak, O’na en büyük sevgiyi ve saygıyı göstererek doğru yolu bulabiliriz. Aksi takdirde yapılan bütün işler,
hep buz üstünde yazı yazmaya benzeyecek.
Allah, bizleri de, yeryüzündeki bütün insanları da bu feci
akıbetten korusun.
Gönül Sohbetleri
27
İnsanlara Yargı ile
Eleştiri ile Yaklaşılamaz
Geçen gün internetteki siteme bir mail geldi. “Efendim,”
diyordu, “bir hususu öğrenmek istiyorum. Ben, günlük hayatında
insanları uyarmak için onları eleştiririm. Yargılarım. Bunu tamamen iyi niyetle, onlara faydalı olabilmek, onların daha iyiye,
daha güzele, daha mükemmele gitmesini istediğim için yaparım.
Fakat ne yazık ki çevrem tarafından anlaşılamıyorum. Kimisi
darılıyor, kimisi kırılıyor, kimisi benden uzaklaşıyor. Bu beni çok
müteessir ediyor. Ben de bilirim onları pohpohlamayı, onlarda
mevcut olmayan meziyetlerle onları göklere uçurmayı. Ama
yapmıyorum. Hem kendi kendimle çelişkiye düşmek, hem de
kimsenin dalkavuğu olmak istemiyorum. Bu iki zıt duygu arasında şaşırdım kaldım. Nasıl adım atacağımı bilemiyorum. Ne
yapmam gerek kestiremiyorum. Lütfen bana bir yol gösterir
misiniz?”
Gönül Sohbetleri
28
Sayın izleyicim, mailiniz beni uzun uzun düşündürdü. İnanın
bu sıkıntınız yalnız size münhasır değil. Bugün pek çok insan
aynı dertten muzdarip. Sonuç olarak pek çok insan evlilik hayatında başarılı olamıyor. Önce kaba, çirkin, acı sözler başlıyor,
arkasından darılmalar, kırılmalar, gücenmeler ve arkasından
boşanma davaları birbirini takip ediyor. Dil Tarih’in karşısındaki
Ankara Adliyesi’nin kapısından girin. Biraz yürüyün. Boşanma
mahkemelerinin dosyalarının arka arkaya sıralandığını göreceksiniz. Neredeyse bazı dosyalar koridorlara taşacak. O kadar
fazla. Tabi toplum adına çok acı, çok üzücü bir sonuç. Neden
böyle oluyor? Evlilik ki karşı cinsten iki insanın el ele vererek bir
ömür boyu, bir güzelliği paylaşacakları, acı tatlı günlerinde
birbirlerine yardımcı olacakları ve sık sık, Allah’ım, bizi hayatta
da, mezarda da, öbür dünyada da ayırma diyecekleri bir müessese olması gerekirken, böyle dramatik durumların ortaya
çıkmasının sebepleri nelerdir?
Hepimiz işitmişizdir; “Akrep etmez, akrabanın akrabaya
ettiğin” sözünü. Türkiye’de bugün düzeyli akrabalık ilişkileri o
kadar az ki. Buna vıcık vıcık sıfatına maalesef hak verdirecekler
bulunuyor. Hele gelin kaynana ilişkileri ne yazık ki köyde olsun,
kentte olsun utanılacak düzeyde. İlkokuldaydım. O zamanların
tek iletişim aracı radyo idi. Bir sabah radyo dinliyordum. Tek
kanal Ankara Radyosu idi. Bir türkü söyleniyordu:
“Kaynanayı nitmeli
Merdivenden itmeli.
Tıngır mıngır düşerken
Geçip seyir etmeli”
Gönül Sohbetleri
29
Dinlerken ağlamaya başladım. Rahmetli annem geldi. “Oğlum niye ağlıyorsun, ne oldu?” dedi. Durumu anlattım. “Anneciğim,” dedim, “bu ne biçim toplum. Bu ne biçim insanlık. Bu
nasıl terbiye...” Sonra düşündüm. Rahmetli annem edebiyat
öğretmeniydi. Üç dil bilen, çok okuyan, çok kültürlü bir insandı.
Babaannem, Konya’nın Ermenek ilçesinde büyümüş, yetişmiş,
genç yaşta dul kalmış, dikiş dikerek, nakış yaparak çocuklarını
yetiştirmiş, okutmuş, mübarek bir hanımdı. Son olarak da beni
büyütmek için Ankara’ya gelmişti. Babaannemin hiçbir resmi,
özel tahsili yoktu. Okuma yazma bilmezdi. Alfabe görmemişti.
Ama babaannem, şahsında İslâm’ın bütün edebini, inceliğini,
zarâfetini, güzelliğini görebileceğiniz müstesna bir insandı.
Komşu teyzeler ki içlerinde üniversite öğretim üyeleri de vardı.
Şahsi, ailevi ve mesleki bir problemleri olduğu zaman babaanneme gelirlerdi. Dertlerini anlatırlardı. Babaannem onları sükûnetle dinler, sonra kısa olarak ne yapmaları gerektiğini anlatırdı. Herhalde bu çözüm onların meselelerini hallederdi ki, bir
süre sonra ellerinde şeker paketleri babaanneme teşekküre
gelirlerdi. Babaannem de (aidiyeti cihetiyle) şekerleri bana verirdi. Öyle ince bir insandı ki, ne zaman annemi görse, saygıyla,
edeple, incelikle ayağa kalkar, “Hoş geldin Sabiha Hanım,”
derdi. Annem kaç kere rica etmişti. “Aman anneciğim. Benim
için rahatsız olmayın. Ben sizin kızınızım.” Fakat babaannem
her defasında, “Aman yavrum,” derdi, “ben, gelinime ayağa
kalkmayacağım da kime kalkacağım?” Annem sık sık tekrar
ederdi. “Dünya bir yana, kayınvalidem bir yana” derdi. “Hayatta
ben hiç kimseyi kayınvalidem kadar sevemem.” Sonra ben
büyüdüm, evlendim. Annem aynı davranışları gelinine karşı
gösterdi. Beraber oldukları sürece bir kere dahi annemle eşim
arasında kavga, münakaşa, tartışma, kırgınlık olmadı. Hep bir
30
Gönül Sohbetleri
saygı içinde, sevgi içinde, anlayış içinde ilişkilerini sürdürdüler.
İkisi de nur içinde yatsın. Allah’ın Rahmeti, Peygamberin Şefaati
üzerlerine olsun.
Özel hayatımdan şunun için örnek verdim. Bugün bazı
kimseler, kendilerini çağdaş, aydın, ilerici sanan bazı cahiller,
gelin-kaynana kavgasını kaçınılmaz bir sonuç gibi görüyorlar.
Yok öyle bir şey. Önemli olan ilk günden itibaren sevgi, saygı,
anlayış, hoşgörü çizgisinde ilişkileri sürdürebilmek.
Evliliğim kırk dört yıl sürdü. Eşim Rânâ Hanım savcı idi. Bir
kere bile aramızda kırıcı bir söz söylenmedi. Üzücü bir durum
olmadı. Kırk dört yılımız her an karşılıklı sevgi, saygı, anlayış
içinde geçti. Çevreme bakıyorum. Aman Yarabbi; bazen insanı
üzen, bazen utandıran, bazen ürperten, bazen tiksindiren nice
durumlar. Neden böyle oluyor? Bazı kimseler bilgiç bilgiç başlarını sallayacaklar, ekonomik nedenler diye başlayan nutuklar
atacaklar. Kesinlikle inanmıyorum. İnsan ayağını yorganına göre uzattıktan sonra mesele kalmaz. Asıl neden, bence nefsin
terbiye edilmemesi. Tahakküm kurmak, egemenliği altına almak
illeti. İlle benim dediğim olacak derse iki taraf da, o evde huzur,
mutluluk, güzel geçim olur mu?
7 Mart 1962 yılında evlenmiştik. Belediye nikah salonundan
çıktık. Eve geldik. Yenimahalle 5. Durak Çavuşoğulları Camii’nin imamı Rıza Çöllü Hoca geldi. Dini nikâhımızı kıydı.
Dualar edildi. Sonra Sıhhiye Cihan Sokaktaki evimizin yolunu
tuttuk. Besmele ile kapıdan girdik. Eşime döndüm. “Bak Rânâ,”
dedim, “şu andan itibaren Allah’ın önünde ve kanun nazarında
evliyiz. Kısmet olursa bir ömrü beraber yaşayacağız. Bir teklifim
olacak. İkimiz de hukukçuyuz. Bir akit yapalım. Evliliğimiz boyunca bu evde ne senin dediğin olacak, ne benim dediğim
Gönül Sohbetleri
31
olacak. Yalnız, ama yalnız Allah’ın ve Peygamber’in dediği
olacak.” Ve kırk dört sene bir rüya gibi, bir masal gibi, bir şiir gibi
geçti. Bir kere birbirimize kırılmadık, incinmedik. Bir an birbirimize dargın kalmadık, beraber dua ettik. Allah’ım bizi dünya
hayatında da, mezarda da, âhiret hayatında da birbirimizden
ayırma.
Mesele burada efendim. Boşanma sebepleri olarak hep
“şiddetli geçimsizlik” gösterilir. Daha fakültede okurken de buna
inanmadım. Kanundaki “şiddetli geçimsizlik” ibaresinin yanına,
hayır demişim; “şiddetli sevgisizlik”.
Efendim bütün mesele yaklaşımda. Biz insanlara sevgiyle,
saygıyla, iyi niyetle, edeple, incelikle, tevazu ile yaklaştığımız
zaman, hiçbir evlilik boşanma ile neticelenmez. Hiçbir dostluk
ve arkadaşlık yarıda kalmaz. Ama ben insanları uyaracağım,
eleştireceğim, yargılayacağım diye yola çıkarsak, evliliğimiz de
rezil olur, dostluklarımız da.
Açık konuşalım. Hepimiz bugün o kadar zor şartlarda yaşıyor, dengemizi o kadar zor temin ediyoruz ki, artık hiç birimizin
yediden yetmişe, kadından erkeğe, köylüden kentliye yargılanmaya, eleştirilmeye takatimiz yok. Unutmayalım, ateşin üzerine benzinle gidilmez. Ateş, su ile söner. Rahmetli babaannem
veli bir hanım olduğu halde, bir kere evde din, iman, ahlâk
nutukları atmadı. Ama İslâm edebi üzerine öyle nezih, öyle hoş
bir yaşantısı vardı ki, bir insanın onu sevmemesi, saygı duymaması imkânsızdı. İşin püf noktası burada. Kimse bu çağda
tehditle, palavrayla, nutukla yola gelmez. İnsanın nefsaniyetini
kıran, onu karşısındaki insana bağlayan, hayran eden, âşık
eden unsur, gördüğü sevgidir. Karşılaştığı nezakettir, inceliktir,
zarâfettir, edeptir. Bunun en güzel örneği, gelmiş geçmiş in-
32
Gönül Sohbetleri
sanların en büyüğü olan Resulullah Efendimizin müstesna
edebi, inceliğidir. Bir gün hakikati arayan bir yolcu, bir yerde, bir
mânevi büyüğün dergâhı olduğunu duyar. Gerçeği bulmak aşkıyla içi cayır cayır yanmaktadır. Günlerce yol alır. O dergâhı
bulur. Kapısını çalar. O dergâhın bir özelliği vardır. Orada sükût
egemendir. Konuşma yoktur, insanlar meramlarını birbirlerine
hâl diliyle anlatırlar. Gelen yolcu hâl diliyle dergâha katılmak
istediğini, bunu çok arzuladığını anlatır. Biraz sonra kapıyı açan
kimse, elinde ağzına kadar su dolu bardakla gelir. Bardağı
uzatır. Demek ister ki, burası tamamen dolu. Boşuna ısrar etme.
Onun üzerine gelen yolcu cebinden bir gül yaprağı çıkarır.
Usulca bardaktaki suyun üzerine koyar. Hâl diliyle der ki, beni
kabul ederseniz size ağırlık vermem. Aranızda bir gül yaprağı
gibi yaşarım. Durum mânevi büyüğe anlatılır. O zat heyecanlanır, gözleri yaşarır, buyursun, der. Hoş geldi, safalar getirdi.
Ne olur bizler de şu içinde yaşadığımız hayatta o gül yaprağı
gibi olsak. Kimseye yük olmadan, kimseye ağırlık vermeden bir
melek gibi yaşayıp, bir melek gibi Hak’ka göçsek.
Allah bunu bize de, yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimize de nasip etsin...
Gönül Sohbetleri
33
İnsan Ektiğini Biçiyor
Günlük hayatta sık kullandığımız kelimelerden biri de
“tesadüf”dür. Tesadüfen gördüm, tesadüfen işittim, tesadüfen
okudum, tesadüfen rastladım. Her gün bu tür sözler işitiriz, şahit
oluruz. Oysa bir bilsek ki hayatta tesadüf yoktur. Tesadüf sadece lügatlarda olan bir kelimedir. Her şey birbirine öyle görünmeyen ipliklerle bağlı ki, çoğumuz hayaller, önyargılar içinde
yaşıyoruz. Ama farkında bile değiliz. Öyle gördüm, öyle işittim,
öyle okudum ve arkasından bir önyargılar zinciri başlıyor. Gerçek bu mu acaba? İslâm’ın Güler Yüzü isimli eseri ile kitapseverler arasında büyük bir beğeni kazanan Prof. Eva Hanım
diyor ki: “Çay bardağımıza koyduğumuz şekeri karıştırırken
çıkan ses, aynı anda uzayın bütün zerrelerinde duyulur. Hayatta
her şey öylesine birbirine bağlı ki, gelişigüzel söylediğimiz bir
söz, yaptığımız bir hareket bazen bize yıllar sonra faturasını
ödetiyor. Şaşırıyor, hayret ediyor, bazen de zaman geçince
aradaki irtibatı kuramıyor, apışıp kalıyoruz.”
34
Gönül Sohbetleri
Öğretmen Leman Hanım öğretmen okulunu bitiriyor. Bir
okula tayini yapılıyor. Zeki, alımlı, genç, güzel bir kız. Biraz
güzelliği ile mağrur. Bir gün dersten çıkıyor, öğretmenler odasına çay içmeye gidiyor. Çayını yudumlarken okulun hademesi
geliyor, “Efendim,” diyor, “sizi müdür bey çağırıyor.” Leman
Hanım öfkeleniyor. “Müdür bey nasıl olur da genç bir hanımı
ayağına çağırır. Bu kabalık değil mi?” Hademe süklüm püklüm
gidiyor. Biraz sonra müdür bey geliyor. Emekli olmak üzere.
Mesleğinin son günleri... Saygı ile selâm veriyor. “Efendim,”
diyor, “ders çizelgesi hazırlıyordum, hangi gününüz müsait diye
soracaktım. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.” Müdür beye
gereken cevap veriliyor. Aradan otuz yıl geçiyor. Leman Hanım
bir sabah okula geliyor. Sınıf buz gibi. Çocuklar soğuktan titriyorlar. Leman Hanım mümessili çağırıyor. “Evladım, hademeye söyle gelsin sobayı yaksın.” Hademe çocuğu tersliyor.
“Kocaman kadın,” diyor, “otursun sobasını kendisi yaksın. Beni
rahatsız etmesin. Leman Hanım şaşırıyor. Kendisi söylemek
için ayağa kalkıyor. Hademenin yanına yaklaşırken o gürlüyor:
“Niye beni rahatsız ediyorsun? Sobanı kendin yaksana.” Leman
Hanım çok üzülüyor. Üzüntüsünden dudakları titriyor, ağlamaya
başlıyor. Onun da emekliliği yaklaşmış. Günleri sayılı. Allah’ım
diyor, mesleğimin son günlerinde nedir bu başıma gelen? Biraz
sonra okul müdürü geliyor. “Hocanım,” diyor, “siz bu ruh hali ile
ders yapamazsınız. Lütfen evinize gidin. Ben sınıfı tatil ederim.”
Leman Hanım eve geldikten sonra bir süre daha ağlıyor.
Sonra düşünmeye başlıyor. Acaba diyor, ben dün bir insan kalbi
mi kırdım. Neden başıma böyle bir olay geldi? Sonra geriye
doğru dönüş başlıyor. Dün, evvelki gün, daha önceki gün, daha
önceki hafta, daha önceki ay derken iş otuz yıl evveline gelip
dayanıyor. Leman Hanım birden ürperiyor. Otuz yıl önce oku-
Gönül Sohbetleri
35
lumuzun müdürünün emekliliğine çok az bir zaman kalmıştı.
Ben onu kırdım, incittim, işte şimdi otuz yıl sonra faturası
karşıma çıkıyor. Kalkıyor, abdest alıyor, tövbe namazı kılıyor.
Namazın sonunda, Allah’ım diyor, Senden, Resulünden ve merhum müdür beyin mâneviyatından özür diliyorum. Beni bağışlayın...
Ertesi sabah okula gidiyor. Okula yüz metre yaklaşmışken
hademeyi görüyor. Hademe süklüm püklüm af diliyor. “Hocanım,” diyor. “Beni bağışlayın. Ne kadar üzüldüm anlatamam.
Gece sabaha kadar ağladım. Müsaade edin elinizi öpeyim.”
Leman Hanım elini vermek istemiyor. Hademe ısrar ediyor.
“Efendim,” diyor, “eğer elinizi vermezseniz ayaklarınızdan öperim. Ne olur beni affedin.” Leman Hanım ürperiyor. Ben, diyor,
müdür beyin mâneviyatından özür dilemiştim, şimdi hademe
benden özür diliyor.
Bu anekdodu kırk beş yıl önce Leman Hanım’dan işitmiştim.
Hiç unutmadım. Kırk beş yıl düşündüm. Hayat olayları arasında
inanılmaz, akıl almaz incelikte bir rabıta var.
Nuraydın Hanım, emekli banka müdürü. Bir sabah Konutkent’ten Kızılay’a gitmek üzere otobüse biniyor. Otobüste yanına yaşlı bir hanımefendi oturuyor. Üzgün görünüyor. Nuraydın
Hanımın dikkatini çekiyor. Edep ve saygı ile dönüyor, “Günaydın efendim, nasılsınız?” diyor. Yaşlı hanım çok memnun
oluyor. Yüzü ışıldıyor. Gözleri parlıyor. Memnun ve mesut oluyor. Kızılay’da işlerini bitiriyor, geri dönecek. Yanına bir başka
hanım oturuyor. Aynı edep ve incelikle selâm veriyor, hatır
soruyor ve aralarında güzel bir sohbet başlıyor. Nuraydın
Hanım ürperiyor. Bunca yıldır diyor, Konutkent’te oturuyorum,
ilk defa böyle bir olayla karşılaşıyorum. Sabahleyin ektiği
36
Gönül Sohbetleri
tohumlar akşama meyvesini veriyor. Hayat böyle. İnsanoğlu ne
ekerse onu biçiyor. Hayat boyu ekilen tohumlar hep iyi, güzel,
müspet olsun ki, yemişleri de bizi mutluluğa götürsün.
Bazı kimseler burada bir yanılgıya düşüyorlar. Efendim,
diyorlar, biz falancadan zulüm gördük, kötülük gördük. Neden
onun için hayır dua edelim. İlk bakışta bu fikir doğru gibi
görünse de, aslında hiç öyle değil. Peygamberimiz İslâm’ın
güzelliklerini anlatmak için Taif’e gitmişti.
Karşılaştığı manzara tüyler ürpertici idi. Kötü sözler, hakaretler, alaylar birbiri peşi sıra yağıyordu. Biraz sonra taş da
atmaya başladılar. Mübarek ayakları kan içinde kaldı. Bir sahabi, öyle kırılmıştı ki “Ya Resulullah,” dedi, “öyle dua edin ki
bütün Taif yerin dibine göçsün.” Peygamberimiz mübarek ellerini kaldırdı; “Allahım,” dedi, “bunlar aslında iyi insanlar. Ama şu
anda ne istediklerini bilmiyorlar. Ya Rabbi, sen onları en kısa
zamanda İslâm’la şereflendir.” Ve bir süre sonra Taif’liler akın
akın gelip Müslümanlığı kabul ettiler. Biz hayat yolunda yürürken rehberimiz, önderimiz, büyüğümüz hep Allah’ın Resulü
olacak. Bu nedenle bizler kin, nefret, intikam, düşmanlık duygularını içimizde barındırmayacağız. Duygumuz, düşüncelerimiz, yaşantımız hep sevgi üzerine kurulacak. İçimizdeki sevgi
her gün biraz daha büyüyecek, büyüyecek, öyle bir an gelecek
ki yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün bitkileri, bütün eşya ve cemadatı Muhammedi bir aşkla kucaklayacağız. Sevgi içinde yaşayıp, sevgi içinde Hak’ka göçeceğiz...
Gönül Sohbetleri
37
Nefsin Hâkimiyetinden Nasıl Kurtulabiliriz?
Yüzyıllarca insanların kafalarını meşgul eden bir problem
var; nefs, nefsin halleri, nefse karşı takınılacak tavır, nefsi öldürmenin yolları. Nice insanlar bu konuda kafa yormuş, fikir
beyan etmiş, öneriler getirmişler. Yüzyıllarca hep bir tema işlenmiş: Nefsimizi nasıl öldürebiliriz? Nefse boğulması, öldürülmesi gereken bir düşman gibi bakılmış. Kimisi açlıkla, kimisi
uykusuzlukla, kimisi insanlardan uzak kalmakla, kimisi bedenine
işkence etmekle vakit geçirmişler. Ama ne hikmetse o nefis bir
türlü ölmemiş. Her yerde, her dönem hükümran olmuş. İnsanlar
sadece ıstırap çekmişler, inlemişler ama nefis mağrur bir totem
gibi her yerde başını kaldırmış, dişlerini göstermiş Resulullah
Efendimiz gelinceye kadar. Ne zaman Kâinatın Efendisi; “Nefsin senin binek hayvanındır. Ona rıfk ile, mülayemet ile
muamele ediniz” demiş, ona insan fıtratına en uygun çözümü
getirmiş. Günümüzde nefs problemi gene bir problem olarak
yürürlükte. Boyuna yeni yeni nefsi öldürme teorileri üretiliyor,
yolları gösteriliyor.
38
Gönül Sohbetleri
Yıllarca önceydi. Bir sohbette sordular. “Efendim,” dediler,
“nefsimizin elinden perişan oluyoruz. Büyük sıkıntılar içindeyiz.
Ne yapalım, nasıl edelim de bu işi halledelim?” Cevap verdim.
“Değerli kardeşlerim,” dedim, “biz nefsimizle didişmeyi bırakalım. Onu bir kenara koyalım. Kendimiz günlük hayatımız içinde
iyiyi, güzeli, doğruyu yaşamaya çalışalım. Onunla öyle meşgul
olalım ki, nefsi düşünmeye vakit kalmasın. İşimizle, gücümüzle,
meşguliyetimizle, görevlerimizle öyle hemhal olalım ki, o işlere
kendimizi öyle adapte edelim ki, nefis de baksın baksın, sonra
bu işyerinde grev vardır deyip, gitsin.” İşin özeti bu arkadaşlar.
Dinle, ilimle, güzel sanatlarla, düşünce dünyası ile öylesine
meşgul olalım ki, nefsin girebilmesi için en ufak bir kapı aralığı
kalmasın. Bu konuda biliyorum, çeşitli sözler söylenecek, itiraz
sesleri yükselecek. Ama benim düşüncem bu. Diyeceksiniz ki,
uygulamasını yaptın mı? Öteden beri âdetimdir. Uygulamasını
yapmadığım hiçbir şeyi söylemem.
Geçenlerde bir hanımefendi telefon etti. “Efendim,” dedi,
“sizi televizyonlardan, internetten takip ediyorum. Kitaplarınızı
okuyorum. Bir konuda bana yardımcı olur musunuz?” “Nedir?”
dedim. “Ben,” dedi, “yıllardan beri zayıflamak istiyorum. Gitmediğim diyetisyen, aletli jimnastik, başvurmadığım diyet usulleri kalmadı. Hiçbirinden netice alamadım. Bu konuda bana
yardımcı olur musunuz?” “Efendim,” dedim, “boşuna yorulmuş,
zahmet çekmişsiniz. Birkaç Peygamber buyruğunu uygulamakla, bu işi en güzel şekilde halledebilirdiniz. Meselâ; ‘Kesinlikle acıkmadan sofraya oturmayınız’, ‘Ellerinizi yıkayarak ve
Besmele çekerek, verdiği nimetler için Allah’a şükrederek yemeğinize başlayınız,’ ‘Acele etmeden, yavaş yavaş, incelikle, zarafetle yemeğinizi yiyiniz,’ ‘Sofradan yarı aç, yarı tok kalkınız,’
‘Önünüzde kırıntılar oluşmuşsa, onları da birer birer toplayınız.’
Gönül Sohbetleri
39
İki yemek arasında dondurma, kuruyemiş, abur cubur yemeyiniz. Bu şekilde hareket ettiğiniz takdirde kilo vermemeniz
mümkün değil. Bırakın diyet kitapları ne yazarsa yazsın. Diyetisyenler ne derlerse desin. Siz bu metodla kısa bir zaman
sonra istediğiniz kiloya gelebilirsiniz. Deneyin bakın.” Mesele
burada. Bir şeyi takıntı haline getirmek, zihnin sürekli olarak
onunla meşgul olması bizi büsbütün onun kölesi haline getiriyor.
Unutmayalım ki biz bu dünyaya aslımızı bulmak, kendimizi
arıtıp temizleyip, Yaradanımıza geldiğimiz gibi tertemiz gitmek
için gönderildik. Ömer Hayyam bir şiirinde; “Sevginle gireceğim toprağa, sevginle çıkacağım topraktan” diyordu.
Önemli olan tek şey var. Emaneti aldığımız gibi Yaradanımıza
ulaştırabilmek. Nefisle uğraşmak, didişmek, mücadele etmek
bize ne kazandırır; hiç. Sadece yeni mağlubiyetler. Ama biz
nefsimizi şöyle bir kenara koyup da, kendimizi bütün varlığımızla, bütün aşkımız ve heyecanımızla birtakım güzelliklere
adarsak, o zaman nefis hükmünü icra edemez. Olayın en ince
noktası budur. Önemli olan, içimizde nefisten gelen heyecanları,
duyguları müspete kanalize edebilmek, süblimasyona tabi tutabilmektir. Nice insanlar, içlerindeki büyük negatif duyguları
süblime ederek, onları din, bilim, şiir, edebiyat, resim, müzik
yolunda değerlendirerek çok güzel sonuçlar almışlardır. Bu
insanlar dün vardı, bugün de var, yarın da varolacaklar. Allah
onlardan râzı olsun. Onlar insanlık kültür tarihinin tacıdırlar.
Medar-ı iftiharıdırlar. Hayat onlarla güzel, yaşamak onlarla anlamlıdır. Bu formülü, yani nefsi bir yana koyarak içimizdeki
büyük enerjiyi hayatın her alanında değerlendirebiliriz. Allah bu
yolda çalışacakların yâri ve yardımcısı olsun.
Gönül Sohbetleri
40
Yetiş Yâ Resûlullah
Her şey un ufak olmuş. Her şey darmadağın. Bütün mânevi
setler yıkılmış. Beyefendilik, hanımefendilik gitmiş, yerine soytarı baylar, kepaze bayanlar gelmiş, zarafetin, inceliğin, asaletin
yerinde yeller esiyor. Bakmayın siz birtakım insanların kasım
kasım kasılmalarına. İri lakırdılar edip, birbirlerine en kaba, en
çirkin şekilde saldırmalarına. Ortalıkta görülen sadece bir it
dalaşı. Netice ne mi oluyor; alabildiğine perişanlık, alabildiğine
kabalık, çirkinlik. Kimse hayatından memnun değil. Zengini de,
fakiri de, güzeli de, çirkini de, imkânlara kavuşanı da, kavuşmayanı da. Herkes hayatından yakınıyor. Bir dokun, bin ah
dinle. Aile, birkaç istisna dışında televizyon kanallarından, paçavra gazetelerden toplumda en çok yarayı alan müesseselerden biri. Darmadağın. Sevgi, saygı, edep, incelik, sabır,
şükür, kanaat içinde efendice yaşayan, el ele vermiş, birbiriyle
kenetlenen, bir sevgiyi paylaşan kaç aile tanıyorsunuz? Okullarımızın hali yürekler acısı. Artık ilkokulların bile önünde simit
Gönül Sohbetleri
41
satar gibi nöbet tutan uyuşturucu simsarları. Mahkemelerimizin
hali yürekler acısı. Avrupa Birliği’ne uyum sağlayacağız diye,
tabir caizse bütün taşlar bağlandı, bütün köpekler salıverildi.
Amerika’da çocuk pornosundan bir doktora iki yüz yıl ceza
verildi. Aynı suçtan bizde verilen ceza üç ay. Tarımda en büyük
felaketi görüyoruz. Toplum süratle üreticilikten çıkarılıyor, tüketiciliğe götürülüyor. Şehit kanıyla sulanan vatan toprakları, işyerleri, fabrikalar haraç mezat satılıyor. Artık bankalarımızın
üzerinde yabancı isimler görüyoruz. Hal-ü keyfiyet böyle.
Allah nasip etti, doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün
Avrupa’yı gezdim. Karacaoğlan’ın dediği gibi:
“Bir başıma olsam gam yemez idim,
Bir ben değil, cümle âlem perişan.”
İnanın yüzü gülen kimse yok. Herkesin yaşadığı dram en
kalın çizgileriyle yüz hatlarından okunuyor. Artık bazı Avrupa
ülkelerinde erkek erkekle, kadın kadınla kanunen evlenebiliyor.
Babasız doğan çocukların sayısı çığ gibi büyüyor. Yaz geliyor,
tatile çıkılıyor. Erkek bir tarafa, kadın bir tarafa. Sonra dönüşte
iki taraf da yaptıkları çapkınlıkları birbirlerine anlatıyorlar. Uygarlık, ilericilik, çağdaşlık, hepsi palavra. Hepsi en çirkin sahtekârlıklarla dolu. Sözüm ona bugünün Fransa’sında, bir kimse;
“Türkler, soykırım yapmamışlardır” derse, derhal hapse atılıyor.
Sonra da utanmadan rezilce, hayâsızca, Voltaire’lerin, Jean
Jaques Rousseau’ların torunlarıyız diye caka satıyorlar, hava
basıyorlar. Sizi gidi kâfirler. Medeniyetin yüz karaları. Alçaklar.
Şerefsizler.
Bir Türk işçi kadın, gece aniden hastalanıyor. Kıvranarak
hastaneye götürülüyor. Alman doktor: “Neyin var?” diye soruyor.
Gönül Sohbetleri
42
Kadın Türkçe olarak derdini anlatmak istiyor. Alman doktor
dinlemiyor. Almanca bilmeyenler ölüme mahkûmdur deyip,
defolup gidiyor. Gözlerimle gördüğüm, bizzat şahit olduğum
öyle çirkin olaylar var ki, hepsini anlatsam aylar sürer.
İşte bu anlattıklarımı üç aşağı beş yukarı nereye gitseniz
görebilirsiniz. Bu ipini koparmış, anlamını kaybetmiş, sevgisiz
yaşayan dünyada, hepimizin ama tek istisna olmadan hepimizin
bir öndere, bir kurtarıcıya, bir devrimciye, bir lidere ihtiyacımız
var. Hem kendi ülkemizde, hem bütün dünyada bu aranan,
özlenen, beklenen yol gösterici sadece ama sadece yüce Peygamberimiz, Resulullah Efendimizdir. O’nun gösterdiği yoldan
gitmedikçe, ilişkilerimizde O’nun işaret buyurduğu ölçülerle balans ayarı yapılmadıkça ne bizim, ne başkalarının kurtulmasına
imkân ve ihtimal yoktur. O, bütün güzelliklerin, yüceliklerin,
inceliklerin menbaı ve kaynağıdır. Bugün dünya büyük bir hızla
felâkete doğru gitmektedir. Bizi selâmete götürecek tek yol,
O’nun hepimize ilâhi bir armağan olarak getirdiği Kur’an-ı Kerim,
çeşitli durumlar ve olaylar karşısında söylemiş olduğu Hadis-i
Şerifler ve O’nun mübarek Sünnet-i Seniyyesidir.
Gerek ülkemiz, gerek bütün dünya o ilâhi ölçülere o kadar
muhtacız ki, Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde;
“Gelme, gelme üstüme,
Bir şifa vermeyeceksen eğer”
diyor. Artık bugünün insanının birtakım saçma ideolojilere,
palavra teorilere, iri lakırdılara karnı tok. Boş lâf karın doyurmuyor. Ve onu söyleyenlere bakarak Necip Fazıl Kısakürek
gibi;
Gönül Sohbetleri
43
“Yeter senden çektiğim,
Ey tersi dönmüş ahmak”
diyor. İşte günümüzde gerek kendimizi, gerek ailemizi, gerek
ülkemizi ve bütün dünyayı mânen ve maddeten yuvarlanmakta
olduğumuz uçurumdan kurtaracak tek ışık ve güzellik kaynağı
Resulullah Efendimizin işaret buyurduğu yoldur. Artık kuru
gürültülere kulaklarımızı tıkayıp, ışığın kaynağına yönelmek
zamanı geldi. Hatta geçiyor bile. Yüce Peygamberimize yalnız
İslâm Peygamberi gözüyle bakmak İslâm’ı hiç anlamamaktır,
vahim bir hatadır, affedilmez bir suçtur. O yüceler yücesi, o
güzeller güzeli, o büyükler büyüğü insan, sade bizim değil,
bütün insanlığın, bütün kâinatın, bütün varlığın önderidir, lideridir, yol göstericisidir. Bir tek Hadisle bir insan, bir aile, bir şehir,
bir ülke ve bütün bir dünya kurtulabilir mi? Evet, kurtulabilir. İşte
örneği; “Ya hayır söyle yahut sus” Hadisini evinde, işyerinde,
sosyal hayatında samimi olarak aşkla, inançla, sadakatle uygulayan bir insan, velâyet makamına kadar yükselebilir. Deneyin isterseniz. İnsanları bugün içinde bulundukları gaflet denizinden, çirkinliklerden kurtaracak tek yol Peygamberimizin yoludur. Yâ Resulullah, seni çılgınlar gibi seviyoruz. Sana aşığız. Ne
olur tut ellerimizden bizim. Çıkar bizi bu karanlık kuyulardan.
Bizim de yüzümüz gülsün. Biz de senin yolunun ışığı altında
“Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyelim.
Yâ Resulullah, sana müştakız, sana muhtacız. Allah bizlere
senin yolunda çene kapamayı nasip etsin. Karanlıklarda boğulduk artık. İçinde yaşadığımız zulmet, gönül dünyamızı da
kararttı. Sensiz her şey anlamını kaybetti. Sensiz her şey güzelliğini yitirdi. Ne olur tut ellerimizden. İçimiz yanıyor, susuzluk
44
Gönül Sohbetleri
içinde kavruluyoruz. Bizler ki sevgiye susuz, saygıya susuz,
ilgiye ve şefkate susuz, zavallı, perişan insanlarız. Tut ellerimizden, bizi kurtar. Bizi, iyinin ve güzelin, asil ve yüce olanın
yoluna çek. Dünya yeniden hayat bulsun. İnsanlık senin doğuşuna yeniden şahit olsun. Bizleri affet, aşkımızı kabul et yâ
Resulullah...
Gönül Sohbetleri
45
İstanbul’un Fethi
1453 yılında Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldı. Bu olay
gerek Türk tarihi, gerek İslâm tarihi ve gerekse dünya tarihi
bakımından son derece önemlidir. Bu zaferle tarihte bir çağ
kapanmış, yeni bir çağ açılmıştır. Bu zaferle insanlık kültür
tarihinde yepyeni bir mutluluk ve medeniyet başlamaktadır.
İstanbul’un alınmasının hemen arkasından yirmi iki yaşındaki
genç Fatih Sultan Mehmet bir genelge yayınlamış ve herkesin
inanışında, itikadında, ibadetinde tamamen bağımsız, hür ve
özgür olduğunu bütün dünyaya ilân etmiştir.
Bu, o kadar önemli bir olaydır ki, insanlık kültür tarihi o
zamana kadar bilmediği, görmediği, hayal bile edemediği bir
olayı, yirmi iki yaşındaki genç bir kumandan, yüce Fatih Sultan
Mehmet gerçekleştirmiştir. Allah nasip etti, pek çok ülkeyi gezdim, gördüm. İncelemeler yaptım. Ama ne oralarda, ne ülkemizde bu genelgenin önemi üzerinde yeteri kadar durulmadığını
gördüm. Saint Bartelmy’de, bir gecede aynı dinin iki farklı mez-
46
Gönül Sohbetleri
hebi birbirlerini kılıçtan geçirmişlerdi. Ertesi sabah harp meydanında otuz bin ölü sayılmıştı. O günün nüfus durumu, şartları
göz önünde bulundurulursa, bu otuz bin rakamı aklın, havsalanın alacağı bir rakam değildir. Bütün ortaçağ boyunca Hıristiyan Avrupa’da nice bilim adamı, düşünür, sanatkâr, sırf inançlarından, kanaatlerinden dolayı ateşe atılmış, diri diri yakılmışlardı. Cadı kazanları mütemadiyen kaynamıştı.
İşte bu ortamda, herkesin birbirini ihbar ettiği, birbirinin
ölümüne sebep olduğu bir taassup platformunda ve döneminde,
yirmi iki yaşındaki bir insan, genç ve muzaffer Fatih, İstanbul’un
fethinin ertesi gününde böyle bir genelge yayınlıyordu. Bu,
duyan, düşünen, hisseden herkesi ürpertecek, titretecek, uyanışa ve tefekküre sevkedecek olağanüstü bir olaydı. Ne yazık
ki, bırakalım bize karşı hep bir önyargıyla, kuyruk acısıyla hareket eden batılıları, bizim tarihçilerimiz, yazarlarımız, düşünürlerimiz, sanatkârlarımız dahi bu konuyu lâyıkı veçhiyle değerlendirememişler, üzerinde hassasiyetle duramamışlardır. İlk
gençlik yıllarımdan beri buna hep hayret etmişimdir. Olay biraz
derine inerek sosyal yönden, psikolojik yönden incelenecek
olursa, aslında bu duruma hayret de etmemek lâzımdır.
Yıllar ötesine gidelim. Fatih küçük bir çocuktur. Zeki, uyanık,
ateş gibi, yerinde duramayan, cevval, pırıl pırıl bir zekâ. Bir gün
okulda yaramazlık yapar. Hocası Molla Gürani kulağını çeker.
Küçük çocuğun babası padişah ikinci Murat akşam olaydan
haberdar edilir. Fatih öfke ve kızgınlık içindedir. “Ben,” der,
“Koskoca bir padişah çocuğuyum. Nasıl benim kulağım çekilir?
Bu olacak iş mi? Babacığım, sabahleyin okula beraber gidelim.
Sen hocamızı bir güzel döv. Görsün dünyasını. Bir padişah çocuğunun kulağını çekmek ne demekmiş anlasın.” Velî padişah
Gönül Sohbetleri
47
ikinci Murat Hazretleri oğlunun başını okşar. “Merak etme
yavrum,” der. “Yarın sabah okula beraber gideriz. O hocan gününü görür.” Sabah olur, baba oğul el ele okulun kapısından
girerler. Daha önceden haberdar edilen, uyarılan ve talimat verilen Molla Gürani elinde sopa onları beklemektedir. “Vay, beni
dövmeye gelen siz misiniz” diyerek sopayla hücum eder. Baba
oğul korkuyla kaçarlar. Onlar kaçar, Molla Gürani kovalar. Sonra yorulur, sopasını bırakır, sınıfına gider. Velî Padişah oğluna
döner. “Bak yavrum,” der. “Sen bir padişah oğlusun. Ben de
padişahım. Ama senin hocan, senden de büyük, benden de
büyük. Gördün, bizi nasıl sopayla kovaladı. Hadi şimdi sınıfına
git, hocanın elini öp, özür dile. Sonra git, saygılı bir şekilde
sırana otur.” Ve oğlunu bırakır gider. Şimdi soruyorum sizlere,
günümüzde bu asil, büyük, yüce davranışı gösterecek kaç ana
baba çıkar? Lütfen cevabını siz verin. Fatih’in çocukluğu böyle
geçmişti. Velî padişahın kaldığı evi gezdim. O kadar sade, o
kadar mütevazı, evin eşyası o kadar basitti ki, ince ince anlatsam belki inanmazsınız. Fatih babasından, annesinden her
yönüyle tam bir İslâm terbiyesi alarak yetişti. O evde edep
hâkimdi. Sevgi, saygı, incelik, zarafet hâkimdi. O evde sabır
vardı, şükür vardı, kanaat vardı. Fatih on iki yaşına gelmişti.
Babası tahtı oğluna bıraktı. Kendisi daha çok okuyabilmek,
daha çok ibadet edebilmek, daha çok zikir yapıp tefekkür
edebilmek için köşesine çekildi. Bunu öğrenen Sırplar fırsat bu
fırsattır deyip, hücum hazırlıkları yapmaya başladılar. Fatih durumu babasına bildirdi ve gelmesini söyledi. Babadan gecikmeden cevap geldi. “Evlâdım, padişah sensin, dilediğin gibi
hareket et.” Fatih hemen cevabını gönderdi. “Eğer padişah sensen, geç devletinin başına. Düşman bizi yok etmeye geliyor.
Eğer padişah bensem, geç ordunun başına. Vatan tehlikede.”
48
Gönül Sohbetleri
Fatih bir yandan dünyevi ilimler öğrenirken, altı dile konuşacak ve yazacak kadar sahip olmuşken, bir yandan da mânevi
ilimler tahsiline başlamıştı. Hocası, mürşidi Akşemseddin Hazretleri idi. Mübarek sultan sık sık genç öğrencisine Peygamber
Efendimizin şu Hadis-i Şerifini hatırlatıyordu:
“İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel
askerdir.” Fatih tahta geçtiği andan itibaren bütün düşüncelerini ve çalışmalarını bu hedefe doğru odaklamıştı. İstanbul’un fethi için gece gündüz uyumuyor, sürekli planlar yapıyordu. Kafası hep fetihle doluydu. Onun için İstanbul’u fethetmek ve Resulullah’ın Hadisine mazhar olmak, bu dünyada
kazanılacak şereflerin en büyüğü idi. Dünya harp tarihinde ilk
defa Fatih, karadan gemileri denize indirdi. İstanbul’un, yıkılması imkânsız denilen surlarını yıkacak güçte topların çizimlerini yapıyor ve döktürüyordu. Fetih için gerekli gördüğü Rumeli
Hisarı’nın yapılmasını emrediyor, kollarını sıvayıp askerle birlikte surlara taş koyuyordu. Değil o günün şartları, günümüzün
teknolojisiyle bile başarılamayacak bu büyük işi, çok kısa bir
sürede tamamlamıştı. Burada çok ince bir nokta var. O, çağ
kapayıp yeni bir çağ açan genç padişahın yanında, her zaman
mânevi hocası, mürşidi Akşemseddin Hazretleri bulunuyor, sık
sık onunla istişare ediyordu. Günler geçiyor, haftalar geçiyor,
fakat İstanbul bir türlü düşmüyordu. Genç padişahın morali biraz
bozulur gibi olmuştu. Desteklenmeye ihtiyacı vardı. Böyle bir
anında Akşemseddin Hazretleri’ne sordu. “Hocam, bu ne iştir,
bir türlü İstanbul düşmüyor. Bundaki hikmet nedir?” Mübârek
hoca ıstırap içindeki genç talebesinin yüzüne baktı; “Düşmez
Sultanım” dedi. “Çünkü senin ordunda Süleyman isimli bir asker
var. O, velî bir insan. Şefkât ve merhamet onda o kadar
Gönül Sohbetleri
49
yoğunlaşmış ki, her gece herkesin uyuduğu bir saatte kalkıyor,
gözyaşları içinde Rabbine yalvarıyor. Allah’ım diyor. Büyüksün,
Rahmansın, Rahimsin, gâvurcuklara sen acı. Sen merhamet et.
Sen onları koru. Hazret biraz sükût ettikten sonra, işte Sultanım
diyor. O askeri buldur. Rica et, gönlünü yap, birkaç gece dua
etmemesini iste, yoksa İstanbul düşmez,” diyor. Fatih, Süleyman’ı bulduruyor, ricasını söylüyor ve söz alıyor. İşte o sözden
sonra üçüncü gün Ulubatlı Hasan İstanbul’a ilk giren asker
oluyor. Bu olay Topkapı Sarayı’ndaki Defter-i Hakani’de yazılıdır. Biliyorum günümüzün sözde aydınları, entel dantel geçinen ukalâları yazının bu kısmını okurken burun kıvıracaklar,
dudak bükecekler, canım öyle şey olur mu diyecekler. Oluyor ya
sayın çok bilmişler. Siz gidin Amerikan uşaklığınızı devam ettirin. Siz gidin Bush’un önünde diz çökün. Başka ne işe yararsınız. İstanbul’un fethindeki ince sırrı, sizin batı uşaklığıyla şartlanmış kafalarınız almaz ki. Eskiden bir ülkeyi fethetmek için
ordular gönderilirmiş. Asker telef edilirmiş. Dünya kadar masraf
yapılırmış. Günümüzde işin kolayı bulundu. Üç yöntemle hiç
bunlara gerek kalmadı. Birinci yöntem; kültürel istilâ. İstilâ planının uygulanışı, ilk kültürel istilâ ile başlıyor. Radyolarla, televizyonlarla, gazetelerle, okullarla, üniversitelerle birtakım uşak
ruhlu köleler yetiştiriliyor. Onların beyinleri yıkanıyor. Ruhları,
inançları yok ediliyor. Ilımlı İslâm palavraları ile bütün mânevi
hayatları berhava ediliyor. Sonra birtakım entel danteller üretiliyor. Amerika’ya tapan, Avrupa Birliği’nin önünde secde eden,
renksiz, şahsiyetsiz, korkak, aciz insancıklar ortaya çıkıyor. Ve
bunlar ne yazık ki kendi dillerine, dinlerine, milliyetlerine, bayraklarına, tarihlerine, kültürlerine, şehit kanlarına ihanet ediyorlar. Adamlar haykırıyor. Sizi sevmiyoruz, istemiyoruz, sizden
nefret ediyoruz, tiksiniyoruz. Elli sene de geçse, sizi Avrupa
50
Gönül Sohbetleri
Birliği’ne almayız diyorlar. Biz hâlâ, onlar ne derse desin, Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye ısrar ediyoruz. Katran ruhlu papazların, Vatikan’ın ortaya attığı rezil, adi, aşağılık bir görüş var,
dinler arası diyalog diye. Adı profesöre çıkmış bir sürü dünya,
âhiret cahili insan, bunun bayraktarlığını yapıyor. Kardeşim
hangi diyalog? Siz neden bahsediyorsunuz? Adam senin inandığın Allah’a inanmıyor. Senin inandığın kitaba inanmıyor. Senin bütün hücrelerinle, bütün varlığınla, bütün aşkınla bağlı olduğun Peygamberinin çok çirkin karikatürlerini yapıyor, onları
dünyaya yayıyor. O papa denilen katran ruhlu adam, Türkiye’ye
gelmezden önce, ağız dolusu İslâm’a ve Peygamberine hakaret
ediyor. Sonra bu diyalogcu geçinen zavallı yaratıklar, sırıtarak
ellerini uzatıyorlar, kardeşçilik oynuyorlar. İşte kültürel istilâ bu.
Daha düşmanın kurşunu gelmeden, kaleler içten fethediliyor.
Bugüne kadar televizyon dizilerinde bir kere ortaya pozitif düşünen, kibar, asil, efendi, saygılı bir Türk ailesi tipi ortaya konmadı. Akşam olunca nice zavallı, kurbanlık koyunlar gibi o iğrenç dizilerin önüne oturarak, günlük zehirlerini kâfi dozajda
alıyorlar. İşte kültür istilâsı bu. Kaleler içten fethediliyor. Artık
her yayın organı, ayrı bir Truva atı. Gayet tabi bütün bu olanlardan sonra ikinci yöntem kendiliğinden ortaya çıkıyor. Ekonomik istilâ. Bankalar satılıyor, fabrikalar satılıyor, işyerleri satılıyor, topraklar satılıyor, vicdanlar satılıyor. Ve bunun arkasından pek tabi siyasal istilâ geliyor. Bir büyükelçi çıkıyor, müstemleke valisi gibi beyanat veriyor, yol gösteriyor, emirler yağdırıyor. On bir askerimizin başına çuval geçiriliyor, yetmiş üç
milyonda bir kişiden tık çıkmıyor. İşte siyasal istilâ. En çirkin, en
adi, en rezil şekliyle. Bütün bunlar bir şeyden kaynaklanıyor. O
yirmi iki yaşındaki delikanlının içindeki Himalaya gibi aşka, heyecana ne yazık ki bizler sahip değiliz. Olamadığımız için de,
Gönül Sohbetleri
51
bütün bunlar başımıza geliyor. Aslında o çuvallar on bir askerin
başına geçmedi. Yetmiş üç milyonun başına geçti. Kalbinde
nakış iğnesinin ucu kadar vatan aşkı, bayrak aşkı, Allah aşkı
olanlar, gece ıstırap içinde bu çuvalların acısını haykırıyorlar.
Bugün kalkındık, kalkınıyoruz yalanlarının, palavralarının arkasındaki gerçek bu. Önce kültürel istilâ, sonra siyasal istilâ.
Sonra bütün bunları kamufle etmek için nutuklar... Nutuklar...
Nutuklar...
Bu hakikatler herkesin gözü önünde. Ama ne yazık ki, gözler
ıstırabı haykırırken dudaklar susuyor. Yapılacak iş nedir? O
fetih günlerinin saf neşesine, aşkına, heyecanına tekrar kavuşabilmek. EI ele verip tek yürek olmak, bütün küçük hesapları,
dargınlıkları, kırgınlıkları unutup, o Allah aşkını, Peygamber
aşkını, vatan aşkını, bayrak aşkını yüreğimizde duyabilmek. O
temiz, sıcak, asil aşkı içimizde tekrar duyduğumuz gün göreceğiz ki, bütün imkânsızlıklar yok olacak. Bütün karanlıklar
aydınlanacak. Bütün çirkinlikler güzelliğe dönüşecek ve biz el
ele, yürek yüreğe verip, “Aşk gelicek, cümle eksikler biter”
diyeceğiz, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyeceğiz...
Gönül Sohbetleri
52
Hayatın Bütünlüğü
Çocukluğumuzdan itibaren bize öğretilen, gösterilen, aşılanan yanlış fikirlerle hayatı mütemadiyen bölüyor, parçalıyoruz.
Bu madde, bu mânâ, bu dünya, bu âhiret, bu ruh, bu vücut, bu
bekârlık, bu evlilik, bu gençlik, bu ihtiyarlık, bu resmî iş, bu özel
iş... Bu ikilem sonsuza kadar uzayıp gidiyor. Ve hepimiz bundan
çok şey kaybediyoruz. İnsan hayatının, doğduğu andan son
nefesini verdiği âna kadar bir bütün olduğunu göremiyor, sezemiyor, hissedemiyoruz. Ve hepimiz bundan çok, ama çok şey
kaybediyoruz. Her gün işitiriz; “Efendim, benim özel hayatım
başka, resmî işim başka.” Ah kardeşim, sen hayatı peynir diler
gibi diliyorsun. Acaba özel hayatı kirli olan, şaibeli olan, çirkin
olan bir insanın resmî hayatının temiz, güzel, pırıl pırıl olmasına
imkân var mı? Ne sanıyoruz? Hayat her ânıyla, her köşesiyle bir
bütün, bir kompozisyon. Aynı durum dünya, âhiret için de söz
konusu. Dünya hayatının türlü pisliklerle dolu olması halinde,
âhiretin pırıl pırıl geçeceğini ummak biraz safdillik olmaz mı? Bir
Gönül Sohbetleri
53
çiftçi toprağa ne ekerse onu biçer. Neden acaba bunu görmezlikten geliyoruz? Toplumun bazı kesimlerinde çok yanlış bir
düşünce var. Efendim diyorlar, o bekâr. Biraz gençliğini yaşasın, sonra evlenince düzelir. Düzelmez efendim. Bunlar ve bunun gibi daha nice yanlış görüşler, saçma sapan düşünceler
insanı, hayatı, varoluşu anlamamaktan doğan birtakım önyargılar. Daima göz önünde bulundurulması gereken nokta şudur:
Hayatın en küçük hareketleri bile geleceği yapar veya yıkar. Her
yanlış hareket hayatta faturası ödetilecek bir durumdur.
Bundan kırk yıl önce idi. O zaman emekli olan bir öğretmen
hanımefendi anlatmıştı. Bundan diyor, otuz yıl önceydi. Öğretmen Okulunu bitirmiş, mesleğe ilk adımımı atmıştım. Bir okulda
öğretmendim. Bir gün ders bitmiş, teneffüs zili çalmış, çayımı
içmek için öğretmenler odasına gidiyordum. Oturdum. Biraz
sonra bir hademe geldi. Efendim, dedi, vaktiniz müsaitse müdür
bey sizi bir dakika rica ediyor. O zaman gençtim, güzeldim, yeni
öğretmen olmuştum. Gaflet, delâlet içinde, kendimi bir şey sanıyordum. Kendimi ömür boyu affedemeyeceğim bir terbiyesizlik
yaptım. Ben gelemem, dedim. Ne söyleyecekse gelsin burada
söylesin. Biraz sonra müdür bey geldi. Emekliliğine çok az bir
zaman kalmıştı. Biraz beli bükülmüş, biraz kamburu çıkmıştı.
Geldi, saygıyla selâm verdi. Affedersiniz kızım, dedi. Sizi rahatsız ettim. Ders çizelgelerini hazırlıyordum. Müsait gününüzü
tespit etmek istemiştim. Lütfedip söylerseniz memnun olurum.
Ben yine aynı kabalıkla, “falanca gün,” dedim. Müdür bey gitti.
Ve aradan otuz yıl geçti. Bu sefer benim emekliliğim yaklaşmıştı. Keçiören’de bir okulda öğretmendim. O zamanlar okullar
sobalıydı. Derse girdim, sınıf buz gibi, soba yanmıyor. Çocuklar
titriyorlar. Canım sıkıldı. Hemen mümessili çağırdım. Hademeyi
görmesini, sobayı yakmasını istedim. Biraz sonra mümessil
54
Gönül Sohbetleri
sınıfa girdi. Öğretmenim, dedi, hademe gelmiyor. Kocaman kadın, otursun sobayı kendi yaksın, diyor. Şoke olmuştum. Şaşırdım, başka bir öğrenciyi gönderdim. Aynı cevabı vermişti.
Moralim bozuldu. Bu sefer kalktım kendim gittim. Hademe oturmuş, sigarasını içiyordu. Beni görünce asabi bir ses tonuyla,
“İkide birde niye haber gönderiyorsun, otur sobanı yak,” dedi.
Birden boşanıverdim. Emekliliğime üç gün kala talebelerimin
önünde rezil olmuştum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Müdür bey
geldi. Efendim, dedi, siz lütfen eve gidin. Bu ruh hali içinde ders
yapılmaz. İstirahat buyurun. Ben öğrencileri evlerine gönderirim.
Eve gittim. Bir süre daha ağladım. Sonra gittim, abdest aldım,
namaz kıldım. Ve Allah’ım dedim. Bu ne haldir? Bunun sebebi
hikmeti nedir? Tespihimi çekerken, birden aklıma otuz yıl önceki
yaptığım hareket geldi. Utandım, yüzüm kızardı. Ve ellerimi
açarak, önce Allah’tan, sonra Peygamber’den, sonra da Rahmet-i Rahman’a kavuşan müdür beyin ruhundan özür diledim.
Sonra ertesi gün okula gittim. Okula yüz metre kala, dün beni
talebelerimin önünde mahcup duruma düşüren hademeyi süklüm püklüm beni beklerken gördüm. Beni görünce birden koştu,
“Hocam,” dedi. “Beni affedin. Dün çok büyük bir terbiyesizlik
yaptım. O kadar üzüldüm ki gece sabaha kadar uyuyamadım.
Müsaade ederseniz, elinizi öpmek istiyorum. Müsaade etmezseniz ayaklarınızı öpeceğim.” Aman Yâ Rabbi, bu, izahı mümkün olmayan bir olaydı. Ben, müdür beyin ruhaniyetinden özür
diliyordum, ertesi gün okulun hademesi benden.
Eskiden şuuraltı derlerdi. Şimdi bilinçaltı deniyor. Ne denirse
densin. O öyle muhteşem bir depo ki, çocuk daha ana karnındayken o depo alımlara başlıyor. Ve bu son nefese kadar devam ediyor. İşittiğimiz, gördüğümüz, okuduğumuz, şahit olduğumuz her şey orada yerini alıyor. Onun için değil midir ki,
Gönül Sohbetleri
55
Peygamber Efendimiz, “Her kötülük kalbe siyah bir nokta
getirir. Bir kötülük işlediğiniz zaman hemen arkasından bir
hayır, bir güzellik işleyin ki o silinsin” buyuruyor. Hayatta hiç
kimse istese de, istemese de yaşamını peynir dilimler gibi bölümlere ayıramaz. Buna hiçbir insanın gücü yetmez. Bazı kimseler ısrarla söylüyorlar. Efendim, o benim özel hayatım. Bana
kimse karışamaz. Ve ben özel hayatımla resmî hayatımı birbirine karıştırmam. Ben gece istediğim eğlence yerlerinde gezerim. İstediğim içkileri içerim. İstediğim safahatta bulunurum.
Ertesi gün de kuzu kuzu işe giderim. Ben, otuz dokuz yıl hukuk
mesleğinde bulundum. Danıştay üyeliğinden emekli oldum.
Özel hayatıyla, resmî hayatını birbirinden ayırabilen kimse görmedim. İstese de, istemese de yaşadığı birtakım çirkinlikler,
pislikler onun meslek hayatında da yansımalar yapacak. Buna
engel olacak kimseyi daha analar doğurmadı. Onun için bu
mesnedi olmayan kuru gürültüleri şöyle kulağımızın arkasına
atalım da, hayatımızın her ânını, “sanki son ânımızmış” gibi
nezih, temiz, güzel, efendice, insanca, müslümanca yaşamaya
çalışalım. Fransız Profesör Eva Hanım ki sonradan kendisi
Müslüman oldu ve “Havva” ismini aldı. “İslam’ın Güler Yüzü”
isimli harikulâde güzel bir eser de yazdı. Sayın profesör diyor ki;
çay bardağına bir şeker koyup da karıştırmaya başladığınız
zaman çıkan ses aynı anda uzaydaki bütün zerrelerden de
duyulur. Hayat olayları akıl sır ermeyecek şekilde birbirine bağlı.
Her şey her şeyi etkiliyor. Birtakım aslı olmayan düşüncelerle
kuru iddialarda bulunmak, sadece o insanları zavallı durumuna
düşürüyor. Elimizden geldiği kadar, gücümüzün yettiği kadar
her söze, her harekete dikkat edelim. Kâinatın Efendisi, Yüce
Resûlümüz, bu durumu bir Hadis-i Şerif’inde ne güzel özetliyor;
“Ya hayır söyle, yahut sus.” Bir cümleden hatta bir kelimeden
Gönül Sohbetleri
56
ne çıkar demeyelim. Onlar bazen bir yuvanın yıkılmasına sebebiyet veriyor. Bazen bir dövüşe, hatta bir cinayete sebep
oluyor. Bazen iki milleti savaşa götüren bir durum ortaya çıkıyor.
Büyük Yunus ne güzel söylüyor;
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal ide bir söz.”
Bir söz bazen bir insanı hasta yatağından kaldırabilir. Umutsuz bir durumda gözüken bir hasta, sevdiği insandan işiteceği
güzel bir sözle, yepyeni, pırıl pırıl bir hayata kavuşabilir. Aynı
şekilde alaycı bir dudak büküş, hakaret dolu bir ses tonu bir
insanı ölüme götürebilir. İnsan ruhu o kadar hassas, o kadar
ince ki. Kur’an-ı Kerim’de, Cenab-ı Hak, Hz. Musa’yı Firavun’u
Hak’ka davetle görevlendirir. Ve sonunda, “Ya Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle” buyurur. Bir de
çok sevdiğim bir atasözü vardır. Sık sık tekrarlanır. “Tatlı söz,
yılanı deliğinden çıkarır” derler. Peygamber Efendimizin o
mübârek sözü hepimizin her an göz önünde bulundurmamız
gereken sonsuz hikmetler, incelikler, güzellikler taşıyor. Ne olur,
o bir Hadisi hayatımıza intikal ettirsek, iş hayatında, aile hayatında, sosyal hayatta hep onun ışığında hareket edebilsek. İnanın o bir Hadis, dünyamızı da, âhiretimizi de cennet etmeye,
sayısız güzellikleri yaşamamıza imkân hazırlar. O Hadisin yaşandığı aile hayatında, ne karı koca kavgası, ne gelin, görümce,
kaynana ihtilâfı olur. O yuvada sadece sevgi, saygı, dayanışma
ve yardımlaşma duygusu vardır. O Hadisin yaşandığı bir işyeri,
insanların birbirini sevdiği, saydığı, birbirine şefkât ve yardım
Gönül Sohbetleri
57
göstermek için bahane aradığı bir cennet köşesi olur. O Hadisin
yaşandığı bir ülkede sadece sulh, sükûn, güzellik, ilerleme ve
kalkınma olur. Ne olur insanı, hayatı, varoluşu anlamaya, algılamaya, özümlemeye elimizden geldiği kadar gayret etsek. Hayatımızın bir bölümüne değil, tümüne, her ânına sadece sevgi,
saygı, şükür, sabır, sükûnet ve yardımlaşma hâkim olsa. Hayatımız renkle dolsa, ışıkla dolsa. Ve biz de Yunus gibi, “Sevelim,
sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyebilsek.
Bütün iyilikler, güzellikler, mutluluklar sizinle beraber olsun.
Allah’ın yardımı her an üzerinizde olsun.
Gönül Sohbetleri
58
Yürüyeceğimiz En Güzel Yol
Başlangıçtan itibaren gelecek konusu insanların kafasını
meşgul etmiş, zaman zaman çeşitli kimseler bu konuyu işlemişler, çözmeye çalışmışlardır. Bu arada kendilerine medyum
denilen, falcı denilen kimseler, insanların bu tecessüsünü kullanma yoluna gitmişler ve muhtelif istismar yolları bulmuşlardır.
Bir zamanlar bu konuda medyada çeşitli tipler boy göstermişler,
ceplerini doldurmuşlardır. Ama sürekli olarak çevreden ilgi görmüşler, kendilerini bir şey sanmışlardır. Bunların hepsi, aslında
olaylar karşısında nasıl davranacağını bilemeyen şaşkın insanların ortaya koyduğu traji komik durumlardır. İslâm, gayba
inananların dinidir. Bizler gaybı bilemeyiz. Arada olağanüstü
durumlar ve olağanüstü insanlar çıkmışsa da sonuç değişmez.
Öteden beri merak ederim. Bu geleceğini öğrenmek isteyen
insanlar, acaba ateşle oynadıklarının farkına varmışlar mıdır?
Bana göre, hayatı güzel, anlamlı, çekici kılan biraz da gaybı
bilemememizdir sanırım. İnsanın bu merak içinde yaşayanlara,
Gönül Sohbetleri
59
“Kardeşim, öğrenip de ne yapacaksın? Eline ne geçecek?”
diyesi gelir. Acaba bizler gaybı kurcalarken biraz da edep
hududunun dışına çıkmış olmuyor muyuz? Hemen bütün mutasavvıflar, “Dem, bu demdir, dem bu dem” diyorlar. Önemli
olan ânı yaşayabilmek, ona, güzel, renkli, ışık dolu bir anlam
verebilmektir. Şimdi güzel yaşayanlar geleceklerini de sağlama
bağlamış olmuyorlar mı? Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde; “Ve
bir an yaşıyorum, bütün bir ömre bedel” diyor. Sürekli dünle,
yarınla meşgul olanlar, ânın güzelliğini, ihtişamını yakalayamazlar ki. Bazı insanlar görürsünüz. Sürekli, vaktiyle kaçırdıkları
fırsatların yasını tutarlar. Ah, derler, o arsa kaçar mıydı, keşke
önüme kadar gelen o fırsatı tepmeseydim. Keşke, keşke diye
ömür boyu dövünüp dururlar. Ama onlar, ânın güzelliğini kaçırdıklarını, o kaçan pırlanta zamanların bir daha gelmeyeceğini
düşünüyorlar mı? Bazı kimseler sürekli geleceğe ait hayaller
kurarlar. Bugünü yaşamıyorlardır. Akılları fikirleri şöyle yapacağım, böyle edeceğim hayalleriyle doludur. Bir düşünseler ki,
yarına çıkacağımızı kim garanti edebilir? Dikkât ettim, hayatta
mutlu, huzurlu ve başarılı olanlar, hep dünün pişmanlıklarıyla
oyalanmayan, geleceğin parlak hayalleriyle kendilerini avutmayan, ama ânını yaşayıp, onu değerlendirmeye çalışan kimselerdir. Bugünler, yarınların tarlası gibidir. Bugün ne ekersek
yarın onu biçeriz. Bugünümüzü dürüst, temiz, faydalı ve hayırlı
geçirmekle aynı zamanda geleceğin de temellerini atmış olmuyor muyuz? Resulullah Efendimiz, “Bir insanı sevdiğin zaman
onu hemen söyle, yarına bırakma. Yarın ikinizden biri için
çok geç olabilir” buyuruyor. Bu durum fertler için olduğu gibi,
toplumlar için de böyledir. Sonuç değişmez. Japonya İkinci
Cihan Harbi’nden yeni çıkmıştı. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan
atom bombaları Japon insanının ruhunda derin yaralar açmıştı.
60
Gönül Sohbetleri
Ama o insanlar ahü vah edip sızlanmadılar, ağlamadılar. Olan
olmuş, biten bitmiş dediler. Biz bundan sonrası için ne yapabiliriz? Kolları sıvadılar. Her bir Japon, vatanın kurtuluşu için
canla başla çalıştı. Arka arkaya hamleler yaptılar. Ve hepsinde
başarılı oldular. Bizim gençliğimizde saat denince akla İsviçre
saati gelirdi. Dakik, muntazam, dikkâtli insanlar için “İsviçre
saati gibi adam” derlerdi. Ama Japonlar öyle bir aşkla işe başladılar ki, İsviçre saatinin pabucunu dama attılar. Bu iş öyle
zorla, dayatmayla değil, kendiliğinden oldu. Japonların piyasaya
sürdükleri saatler hem daha zarif, daha güzel, daha ince yapılı,
hem de İsviçre saatinden daha hassas, daha dakiktiler. Ne ileri
gidiyor, ne geri kalıyorlardı. Dakikası dakikasına doğru zamanı
gösteriyordu. Bu zaferlerinden sonra daha da artan enerjileriyle
otomotiv sanayiine geçtiler. Çok kısa bir sürede Japon arabaları
bütün dünyada ün kazandı, beğeni kazandı, takdir topladı.
Bugün Amerika’da bile, yollarda daha çok Japon arabalarını
görüyorsunuz. Hayat böyle efendim. Hep daha iyiye, daha
güzele, daha mükemmele gitmek için, önce içinde bulunduğumuz zaman dilimini değerlendirmek gerekiyor.
Bazı kimseler, kafalarına koydukları, olmasını istedikleri bir
iş olmayınca üzülürler. Teessüre kapılırlar. Bazıları daha ileri
gidip, sıkıntıdan kendilerini yer bitirirler. Acaba bir an için düşünseler, o iş olsaydı kendileri için hayırlar, güzellikler, mutluluklar getirecek miydi? Yoksa bugünkü durumlarını aratan pozisyonlar mı ortaya çıkacaktı, bilmiyoruz. Oysa bunda da bir
hayır var deyip, önündeki işine koyulsa, onu daha mükemmel
bir şekilde başarmaya çalışsa durumları daha iyi olmaz mı?
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şiiri hepimiz için ne
güzel bir direktiftir;
Gönül Sohbetleri
61
“Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler”
mısralarında ne muhteşem bir gerçek anlatılıyor. Hepimiz bunu
günlük hayatımızda yaşayabilsek, uygulayabilsek, huzurumuz,
mutluluğumuz daha çok artmaz mı?
Önemli olan, adına hayat denilen çeşitli imtihanlarla dolu şu
kısacık zamanda güzel bir ömür sürmek değil midir? Yunus
Emre ne güzel söylüyor; “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye
kalmaz.” Hiçbirimizin ahü vahla geçirilecek bir tek dakikamız
dahi yok. Yol uzun. Yük ağır. Bu yükle bu yola dayanamayız.
Yüklerden kurtulalım. Hep bir hoşluk, bir güzellik, bir edep ve
incelik içinde yaşayalım.
Yıllar önce gazeteci, yazar Oktay Akbal çok sıcak bir yaz
gününde Cağaloğlu Yokuşu’ndan çıkmaktadır. Önünde bir hamal, sırtında kocaman bir yük yürümekte, yürürken de türkü
söylemektedir. Gazeteci dayanamaz sorar. “Kardeşim,” der,
“benim elim kolum bomboş. Ama yine de bu sıcakta yürürken
çok zorluk çekiyorum. Sen nasıl olur da bu kadar büyük bir
yükün altında türkü söyleyebiliyorsun?” Hamal cevap verir.
“Bey,” der, “sen bu işleri anlamazsın. İçim düzgün olunca en
ağır yük bile bana vız gelir.” Bunu yıllarca evvel bir gazetede
okumuştum. Beni çok etkiledi. O günden beri düşünürüm. Galiba hamal haklı. Mesele, için düzgün oluşunda. İçimiz düzgün
olmayınca, gidişimiz Hak yolda, hayır yolunda olmayınca kendimize ne dertler icat ediyoruz. Ve kendimizi ne güzel aldatıyoruz, farkında bile değiliz. Hayatta dertsiz insan olmaz. Tek
62
Gönül Sohbetleri
istisna olmadan hepimiz çeşitli imtihanların süzgecinden geçiyoruz. O sınavlarda başarılı olabilmek için galiba her şeyden
önce içimizin düzgün olması gerekiyor. Şuna bir inanabilsek. Bir
şeyin olması bizim için mukadderse, onun oluşuna hiç kimse
engel olamaz. Eğer mukadder değilse, dünya bir araya gelse
yine olmaz. Olayların kendine göre bir hâl dili var. O dili bir
çözebilsek, her şey kendiliğinden halledilecek…
Düğümler çözülecek, ama bütün mesele o dili öğrenebilmek,
hissedebilmek, yaşayabilmek. Hadiselerin oluşundan önce hiçbirimiz bu bizim için hayır mı getirecek, şer mi getirecek bilemiyoruz. O zaman güzel bir teslimiyetle kendimizi olayların
akışına bırakmak daha doğru bir davranış değil midir? Yüzme
öğrenmek için deniz kenarında önce korkuları, endişeleri bırakmak, kendimizi yumuşacık bir davranışla denizin sularına
teslim etmek gerekmez mi? Çırpındıkça dibe batarız. Halbuki
kendimizi bırakıversek su bizi kendiliğinden kaldırır. O zaman
korktuğumuz deniz bize güzel bir yatak gibi gelir. Hayat da
böyle. Biz adımlarımızı düzgün atalım. İstikametimizi hayra ve
güzelliğe çevirelim, gerisi kolay. Kim hayat yolunda başladığı
işe Besmele çekerek, “Allah bize yar ve yakındır.” diyerek emin
adımlarla yürürse, sonuçta o güzelliklerle kucaklaşır. Mevlânâ;
“Hangi tohum zamanında Besmeleyle, güzellikle ve iyi
niyetlerle atıldı da yeşermedi?” diye sorar. Çevremizden hep
işitiriz. Hayat şöyle değişti, böyle değişti, çevre kötü insanlarla,
kötü tuzaklarla doldu diye diye önce kendi moralimizi bozar,
şevkimizi azaltır, çalışma gücümüzü kırarız. Peki, eşek arısı var
diye, arı bal yapmaktan vazgeçiyor mu? Zaman aynı zaman.
Dem bu dem. Bırakalım bu boş sözleri. Her şeye rağmen yine
günümüzde de çok güzel, çok değerli, pırlanta insanlar var. Biz
de onlardan biri olmak için ne bekliyoruz? Yunus bir şiirinde;
Gönül Sohbetleri
63
“Bu dünya dopdolu kalleş, her birinden bir ses gelir” diyor
ama sonunda kendi Hak bildiği yolda giderek; “Ballar balını
buldum, kovanım yağma olsun” diyor. Ve bize ne güzel bir
hedef gösteriyor. Önemli olan Allah’ın ve Resulünün yolunda, o
Hak ölçüler içinde emin adımlarla hayat yolunda yürüyebilmek.
Yapabilenlere ne mutlu. Allah bizlere de, o temiz yola girmeyi,
sonsuzluk kervanında yürümeyi nasibetsin...
64
Gönül Sohbetleri
Üniversiteli Gençlerle Sohbet
Dergiyi hazırlarken teknik alan dışında kendini çok yönlü
olarak yetiştirmiş ülkemizin birikimli ve entelektüel insanlarına
yer vermek istedik. Bu amaçla ilk sohbetimizi kendisini çeşitli
televizyon sohbetleri, gazete ve dergi yazılarıyla kitaplarından
tanıdığımız emekli Danıştay üyesi Sayın Sabri Tandoğan ile
yapmaya karar verdik. Bizi kırmadılar ve kendisiyle Ankara’nın
güzide bir yerinde keyifli bir söyleşi yapma imkânı bulduk.
Değerli yazar ve hukukçu Sayın Sabri Tandoğan sorularımıza içtenlikle öyle güzel cevaplar verdi ki, sizler de okumaya
doyamayacaksınız…
– Efendim, Sabri Tandoğan’ı bizlere tanıtır mısınız?
S.T.: 1934 yılında Ankara’da doğdum. 3,5 yaşında okumayazma öğrendim. İlkokula başladığımda hepsi okunmuş olmak
üzere bir kitaplık dolusu kitabım olmuştu. Bunda edebiyat öğ-
Gönül Sohbetleri
65
retmeni annemin de büyük etkisi oldu. Halen Türkiye’nin en
büyük kişisel birkaç kütüphanesinden birine sahibim. Onbeş
yaşında çeşitli dergilerde yazılarım yayınlanmaya başladı. Çok
çalışan, inceleyen, araştıran ve daima hakkını arayan, savunan
bir öğrenciydim. Gerçi hiçbir zaman bu huyum değişmedi. Dört
fakültede okudum: Hukuk, Tıp, İlâhiyat ve Felsefe. Ancak benim
hayatta bir tek konuda ihtirasım oldu; o da insanı tanımak,
anlamak hususunda. Bununsa nihayeti yok... Dört ayrı fakültede
okumamın nedeni de buydu. İnsanı ruh, beden, fikir ve sosyal
yönleriyle bir büyük varlık olarak anlayabilmek ve tanıyabilmek... İnsanı anlamak ise, hayatı anlamak demekti. O zamanlar
üniversite sınavı yoktu tabi. Sonradan çıkarılan bu sınavlar
olmasa, daha çok fakültede okumayı düşünürdüm. Bütün hayatım okumakla geçti. Gece gündüz sürekli okurum ve okumalarım daima çok yönlüdür. Edebiyat, tasavvuf, tarih, tıp, sosyoloji, psikoloji ve felsefe en çok ilgilendiğim alanlar. Ancak
benim için önemli olan satırlarda kalmayıp, öğrenilenlerin yaşantıya yansıtılmasıdır. Kullanılmayan bilgi işe yaramaz. Ayrıca
güzel sanatları çok seviyorum. Edebiyat, şiir, müzik ve resimle
daima ilgiliyim. Klâsik müziği çok severim, fırsat buldukça dinlerim. En sevdiğim ve beni en çok etkileyen yerli ve yabancı
yazarlar ise Yunus Emre, Mevlâna, Erzurumlu İbrahim Hakkı,
Dostoyevski, Shakespeare, Rainer Maria Rilke ve Goethe olmuştur.
Meslek olarak hukukçuluğu seçtim. 1999 yılında 39 yıl
hizmet verdiğim Danıştay 2. Daire Üyeliğinden emekli oldum.
Halen basılı olarak altı ciltlik “Gönül Sohbetleri” adlı kitaplarım
ile “Bekleyiş” isimli bir şiir kitabım var. Ayrıca çok sevdiğim ünlü
Alman yazar Rainer Maria Rilke hakkında da bir incelemem
oldu. Bir de gonulsohbetleri.net isimli bir internet sitem var,
66
Gönül Sohbetleri
dünyadaki yedi milyar insanın görüş, soru ve düşüncelerine
açık. Orada mümkün olduğunca günü gününe sorulara cevaplar
verilmeye çalışılıyor. Sizler de bana sansürsüz olarak her
konuda sorularınızı, sorunlarınızı yazabilirsiniz.
Bana göre hayatın iki muhteşem olayı var: Birisi sevmek,
diğeri hizmet etmek. Hayatım boyunca hep bu iki çizgi üzerinde
ilerlemeye gayret ettim ve bu bana inanılmaz bir mutluluk
getirdi. İnsanları sevmek ve onlara hizmet etmekten daha büyük
bir güzellik düşünemiyorum. Yerdeki bir kum tanesinden gökyüzündeki Samanyolu’na kadar kâinattaki her zerreye karşı
sevgi ve saygı dolu olmayan bir insanın mânen de yükselebileceğine inanmıyorum. İlim ile duyguyu, akıl ile gönlü bütünlemiş, bilgilerini hâl haline getirmiş, madde ile mânâyı bir
etmiş yaşama sanatının gerçek ustaları hep bu şekilde sevgi
dolu olan kimselerden çıkmıştır.
– Efendim, siz hayatı hep çalışmakla, okumakla, araştırmakla geçmiş bir kimse olarak başarıyı nasıl tanımlarsınız,
başarılı insan kimdir? Sizce gerçek başarı nedir?
S.T.: Bence çok para kazanmak, mal mülk sahibi olmak,
hep ön plânda olmak, üst kademelere çıkmak gerçek başarı
değildir. İnsanın bu hayatı insan onuruna yaraşır bir şekilde
dürüst ve temiz olarak sürdürebilmesi, seven ve sevilen bir
kimse olabilmesi ve her geçen gün kendini bir öncekinden daha
iyiye götürebilmesi gerçek başarıdır. Önemli olan en iyi olmak
değil, bir gün evveline göre daha iyi olmaktır. İnsanlar iç dünyalarında kurabildikleri âhenk kadar, hayatta huzur, sükûn,
uyum ve güzellik bulabilirler, başarılı olabilirler. Bazen bakıyorsunuz adamın cebi para dolu, mevki, makam sahibi olmuş,
Gönül Sohbetleri
67
mesleğinde zirveye çıkmış ama evinde, işyerinde bir güzel
dostluğu, sevgiyi yakalayamamış, kendisiyle ve çevresiyle daima kavga halinde. Böyle bir insana başarılı denilebilir mi?
– Tesadüfler hakkında ne düşünüyorsunuz, bilimde tesadüf
olabilir mi?
S.T.: Hayatta bir tek tesadüf vardır, o da sözlükteki “tesadüf”
kelimesidir. Bilimde veya günlük hayat içinde bize tesadüf gibi
gelen bazı olaylar, aslında çok daha öncesinden kurulmuş bir
zincir içerisinde meydana gelir. Fakat biz o anda onu açıklayamadığımız için tesadüf deyip olayı geçiştiririz. Yoksa koskoca bu evren ve hayatımızda gerçekleşen olayların hiçbiri
tesadüfle açıklanamaz. Hayatta küçük, basit, sıradan diyebileceğimiz tek bir olay dahi yoktur. Her şey birbirine bağlıdır. Bu
nedenle Japonlar konuşmalarında küçük, basit, önemsiz, sıradan kelimelerini kullanmazlar. Onlar için her şey çok önemlidir.
Bir Japon hikâyesinde okumuştum. Şöyle anlatılıyordu: Sayın
tamirci işyerine geldi, sayın masasına oturdu, sayın aletlerini
yerleştirdi, sayın dolabını açtı... diye. Beni çok etkilemişti.
– Sizce günümüzde gençlik nasıl olmalı, siz nasıl bir gençlik
görmek istiyorsunuz?
S.T.: Bir genç, daima gerçekler peşinde koşan, hiçbir zaman
kaybetmekten korkmayan, hem pozitif alanlarda kendini en iyi
şekilde yetiştirip hem de mânevi anlamda da şahsiyetini oturtarak (mânevi değerler, saygı, sevgi, hoşgörü, incelik...) milletine ve bütün insanlığa hizmet amacı gütmelidir. Kendi ecdadını
ve dünyaya güzel şeyler bırakmış insanları örnek alarak çevresi
için bir ışık olmalıdır. Benim istediğim gençlik bıkkın değildir,
68
Gönül Sohbetleri
haksızlıklar karşısında kendini savunur, aynı şekilde diğer
kişilerin haklarına da riayet eder, öğrenme aşkıyla doludur,
kendini, nereden gelip, nereye gittiğini, varoluşunun nedenlerini,
yaşamın gayelerini araştırır. Bugün bazı gençler cinsel yönden
bir uçurumun kenarına kadar gelebiliyor. Oysa cinsel alandaki
ahlâksızlık, gayesizlikten ileri gelir. Öğrenme, kendini yetiştirme,
hayatı ve insanları anlama aşkı içinde olan bir genç insan
enerjisini bu yöne sevkederek kendine iyinin, güzelin, asil ve
temiz olanın yolunu açabilir. Bu hiç de sanıldığı kadar zor bir
şey değil. Bunu, etrafına zararlar vererek başıboş akan bir
nehrin sularının barajda toplanmasıyla elektrik enerjisine dönüştürülmesine ve bu enerjiyle şehirlerin, yolların aydınlatılmasına benzetebiliriz. Madem ki bir enerji başka bir enerjiye
dönüşebiliyor, pekâlâ cinsel enerji de kültürel enerjiye dönüştürülebilir. Çok okuyarak, güzel sanatlarla ilgilenerek, resim yaparak, şiir yazarak, yazı yazarak, gerçek sanat müziğiyle ilgilenerek cinsel enerji de kültürel enerjiye dönüştürülebilir. Bu
görüşü ben ortaya attım. Kendim hayatımda uyguladım ve çok
iyi sonuç aldım. Bu beni sonsuz bir huzura, mutluluğa ve
güzelliğe götürdü.
– Peki siz bu konularda gençliğe güveniyor musunuz, sizce
bunları başarabilirler mi?
S.T.: Ben gençliğime ve insanlarıma güveniyorum. Biz bu
kültürleri yaşamış bir medeniyetin torunlarıyız. Neden bunları
başaramayalım? Eğer bu modelleri kendimizde ararsak başarılı
olacağımıza inanıyorum.
Gönül Sohbetleri
69
– Sizce eğitimci-öğrenci ilişkileri nasıl olmalıdır? Burada
eğitimcilere düşen görevler nelerdir?
S.T.: Genel anlamda bir eğitimci her zaman öğrencilerine
rehber olmalı, örnek olmalı, onlara bilimin ve insanlık değerlerinin ışığıyla aydınlık saçmalıdır. Sadece bilgi yetmez. Aksi
takdirde öğrencilerini cehaletin karanlığına itmiş olur.
– Peki, gençlerin gerçekleri aramasını söylüyorsunuz. Gerçekler derken neleri kastettiniz?
S.T.: Kastettiğim şey gencin kendisini araması ve doğru
yorumlayabilmesidir. Kendini anlayan genç için başkalarını ve
hayatın diğer gerçeklerini anlamak kolay olacaktır. İnsan evrenin bir modelidir. Her şey insanda mevcuttur. O nedenle yapılacak en büyük keşif, insanın kendi iç dünyasına doğru bir
yolculuğa çıkması, onu keşfetmesi, onunla dost, arkadaş olabilmesidir.
– Bize öğrencilik anılarınızdan bir örnek verebilir misiniz?
S.T.: Öğrencilik yaşamımda kendine güveni tam bir öğrenciydim. Dersi en az 3-4 farklı kaynaktan çalışır ve derse
hazırlıklı giderdim. Bir seferinde 10 beklediğim sınavdan 9 almışım. Öğretmenime gücendim, hiç konuşmuyordum, çünkü
çok iyi bir sınav kâğıdıydı. Bir süre ona dargın kaldım. İkinci
sınavda kâğıda sadece adımı yazarak verdim. Sonra notlar
okundu, hocam adımı okudu, kalktım, “Sabri Tandoğan: 10”
dedi. Böylece barışmış olduk. Gençlik tabi. Şimdi olsa böyle
davranmazdım.
70
Gönül Sohbetleri
– Peki, dâhilikle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
S.T.: Dâhilerin en büyük özelliği dikkâtli olmaları, kısa
zamanda büyük kararlara imza atabilmeleridir. Valery, “Deha,
dikkâttir” der. Bir de dâhilerin ortak özelliği, zamanı çok iyi
kullanan kimseler olmalarıdır. Bizim ülkemizde neden şimdi
daha az dâhi çıkıyor, çünkü insanlar dikkâtlerini toplayamıyorlar,
kendilerini gereksiz şeylerle, lüzumsuz bilgilerle meşgul ediyorlar.
– Bu soruyu sorarken düşündüm ama gene de sorayım.
Evlilik hayatınızdan bahseder misiniz? Örnek bir evliliğiniz olduğunu okumuştuk bir kitabınızda.
S.T.: Eşimle Danıştay’da çalışırken tanışmıştık. Danıştay
savcısı idi. 44 yıl evli kaldık. Üç yıl önce Hak’ka göçtü. 44 yıl
boyunca kâinatın en büyük aşklarından birini yaşadık. Rahmetli
eşimi çok sevdim, ona hep saygı duydum. Zaten ben saygı
olmadan gerçek bir sevginin yaşanabileceğine inanmam. Eşim
çok müstesna bir insandı, hem işini çok titiz yapar, hem de
kendini farklı alanlarda yetiştirmeye gayret eder, resim yapar,
yazı yazar, müzikle ilgilenirdi. “Günlüğümden” adlı bir eseri
yayınlandı. Her zaman herkese karşı zarif, edepli, saygılı, hoşgörülü ve sevgi dolu bir kimseydi. Nur içinde yatsın. Ben de ona
bir tek gün bile yüksek sesle hitap etmedim, ondan en ufak bir
şey dahi istemedim, onun yanında bir tek gün ayak ayak üstüne
atarak oturmadım. Bu şekilde karşılıklı sevgi ve saygı ile dünyada eşi az bulunur örnek bir evliliği yaşadık. Hâlâ onu anmadığım bir tek günüm yoktur.
Gönül Sohbetleri
71
– Efendim, biraz da tuttuğunuz takımdan bahsedelim mi?
S.T.: Hay hay. Ben çocukluğumdan beri koyu Fenerbahçeliyim. Fakat bu sene Trabzonspor’un şampiyon olmasını
istiyorum. Çünkü Anadolu’dan bir şampiyon çıkmalı artık.
– Ben de bir Trabzonspor taraftarı olarak size teşekkür
ediyorum. Son olarak Hacettepe Üniversitesi öğrencilerine ve
Türk gençliğine bir sözünüz var mı?
S.T.: İnsanları tanıyın, sevin ve hiçbir ayrım yapmadan
onlara sevgi, saygı duyun, hoşgörü gösterin. Bütün insanlığa
hizmet aşkı ile dolu olun. Bu ülkenin dinamikleri sizlersiniz.
Kendinizi bu millet ve tüm dünya için yeterli birikime ulaştırın.
Çok okuyun, daima sorun, araştırın, hakikatler üzerinde kafa
yorun ve kendinizi dar bir alana hapsetmeden çok yönlü olarak
yetiştirmeye gayret edin. Yolunuz açık olsun.
Size ve üniversitenize bu söyleşi için teşekkür ediyorum.
– Biz de size bizi kırmayarak değerli zamanınızı ayırdığınız
ve verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz. Sağolun.
72
Gönül Sohbetleri
Önemli Olan Olaylar Değil,
O Olaylar Karşısında
Takınmış Olduğumuz Tavırlardır
Nedir hayata karşı tavır almak? Neden önemlidir? Hayat
karşısında alınacak en güzel ve gerçekçi tavır ne olmalıdır?
Önce sohbetimizi bununla açalım.
İnsanoğlu istese de istemese de, iradesi dışında yeryüzüne
gönderiliyor ve derhal çevresi birtakım sosyal ve psikolojik
olgularla çevriliyor. Önce bir aile içinde yaşıyor. Anne, baba,
akrabalar, komşular derken, yıllar geçtikçe bu çevre genişliyor,
büyüyor. Okul, mahalle arkadaşlarına askerlik, sonra da meslek
arkadaşları katılıyor. Yurt dışına seyahatler yapıyor, iş, gezi v.s.
orada yeni dostlar ediniyor ve çevre mütemadiyen genişliyor.
Belli sayıdaki aile fertlerinin yerini, yeni ilişkiler gittikçe gelişip
büyüdükçe, sayısını kendisinin de bilemeyeceği yepyeni kimseler alıyor. İşte bu psikolojik çevrenin yanısıra çocuk yavaş
Gönül Sohbetleri
73
yavaş dünyayı tanıdıkça, yollar, büyük binalar, ibâdet yerleri,
okul, stadyum, sinema, gökdelenler, büyük devlet daireleri ve
mahkemeler v.s... bir çember gibi çocuğu sarıyor. Onun kafasında sorular, bitmek tükenmek bilmeyen sorular başlıyor akın
etmeye. Geceleri gökyüzüne bakıyor, aya, yıldızlara, Samanyolu’na bakıyor, ürperiyor. Hayatın kozmik ve trajik oluşumu
karşısında titriyor. Cevap arıyor sorularına. Ama o güzelim düşünceler, o tertemiz, o eşi olmayan ürpertiler, ne yazık ki ertesi
gün, hayatın bir zift sağanağı gibi boşalan gerçekleri karşısında
eriyip kayboluyor. İnsanın, o güzelim insanın, o yeryüzünde
Allah’ın halifesi olarak gönderilen eşref-i mahlûkatın o en yüce,
o en güzel yönü, –korunması için– sabun köpüğü gibi dağılıveriyor. Gazeteler, ruhun katili, güzelliğin ve asâletin, edep ve
hayânın, zarafet ve inceliğin düşmanı olan gazeteler, geceleri
en temiz ürperişlerle dolan insan gönüllerine katran döküyor...
O her gün en alçakça cinayet filmleri ile, ruh hastası, rezil ve
aşağılık, mâbudu para ve menfaat olan insan ruhunun düşmanlarıyla dolu dizi filmlerle, kadını alçaltan et teşhiri reklâmları
ile, baş belâsı televizyon, iyi, güzel, temiz ve asil ne kaldıysa
hepsini silip süpürmeye memur yedibaşlı canavar televizyon,
insan gönüllerine katran döküyor ve her gün yüzbinlerce insan,
tertemiz kalplerine rağmen, kafasızlıkları, kültürsüzlükleri, aşk
ve iman zâfiyetleri, taktik ve strateji bilmedikleri için, şerre âlet
olup, insan gönüllerine katran döküyor.
Ve daha neler ve nelerle, ruhu ve kafası bir zift sağanağı
karşısında kalan insanoğlu, ama soylu, ama asil insanoğlu,
hayat karşısında nasıl bir tavır takınmalı ki, bütün bu pisliklerin
etkisinde kalmadan, hayat yolunda, sağlam adımlarla, insanca,
efendice, varoluş amacına uygun olarak yürüyebilsin. İşte şimdi
74
Gönül Sohbetleri
çağımızın en önemli meselesi karşısında bulunuyoruz. Hep
beraber bu hususu inceleyerek, günlük hayatımızda yararlı
olacak, pratik, somut, işe yarar sonuçlar bulmaya çalışalım.
Her şeyden önce, insanın ayağının yere değmesi gerekir.
Nice insanlar vardır ki, bir ömür boyu havalarda uçar. Gelir
geçer, ayağı yere değmez. Bitmek tükenmek bilmeyen hayalleriyle, hem kendilerini, hem çevrelerini aldatırlar. Kendilerine
gerçek dünya içinde ikinci bir hayal dünya kurmuşlardır. Bir türlü
gerçeği göremezler. Çünkü, görmek istemezler. Başarısızlıklarının nedenlerini hep çevrede ararlar. Suç ya falancanındır ya
da toplumundur. Sürekli itham ederler. Hiçbir zaman, ben şu
konuda hatalı adım attığım için kabahat benimdir diyemezler.
Kendilerinde en ufak bir noksanlık olduğunu düşünemezler
bile... Tabi sonuçta kaybeden kendileri olurlar. Dış dünyanın
gerçekleri ister istemez kendilerini kabul ettirirler.
O halde, ilk yapılacak iş, dış dünyayı –içimizdeki dünya ile
ne kadar çelişki içinde olursa olsun– olduğu gibi görmeye,
algılamaya çalışmak olmalıdır. Somut gerçekleri, işimize gelsin
gelmesin, bütün boyutları ile objektif olarak algılamayanlar,
değişik yorumlarla çarpıtanlar, sosyal olguları noksan veya fazla
gösterenler, sonuçta ister istemez başlarını gerçeğin kayasına
çarparlar, zararları hem kendilerine, hem de çevresindeki insanlara olur. İki kere iki her zaman, her yerde dörttür. Gerçek,
kelimelerde değil, somut, yaşanan, canlı varlığın içindedir. Düşünmek demek, hayalleri, varsayımları, kelimeleri aşarak varlığın kendine gitmek, onu olduğu gibi algılamak demektir. Önce
kelimelerin boşluğunu anlamak gelir. Büyük iddialar ile hep
yükseklerden atan, attığı zaman mangalda kül bırakmayan insanlara bakın, somut gerçeğin ne kadar önemli olduğunu ça-
Gönül Sohbetleri
75
bucak kavrarsınız. Yaşayışı ile konuşmaları arasındaki çelişkiyi
göremeden atıp tutan, palavra sıkan insanlar ne kadar zavallıdır. Kabul de, ya onların dışında yaşayıp da, o çelişkileri görmeden alkış tutanlara ne diyelim. İnsanoğlu, somut gerçeklerden uzaklaşıp da, hayallerinin, kafasındaki fantezilerin esiri
olduğu zaman ne kadar zararlı olmaktadır.
Evet, içinde yaşadığımız dünyayı, bütün somut gerçekleri
ile, çarpıtmadan, hayallerimiz ile değiştirmeden, oldukları gibi
algılamak ilk adımımız olacak. Tabi iş bununla bitmiyor, yeni
başlıyor. İkinci adım, bu gerçekler karşısında, müsbet, sağlam,
yine hayaller ve fantezilerden sıyrılmış bir tavır almak olacaktır.
Doktorun sadece hastalığı teşhisi yetmez. Teşhis ne kadar
sağlam, doğru ve gerçekçi de olsa; tedavi cihetine gidilmediği
takdirde, hastalık yine devam edecek, belki de hastasının ölümü
ile sonuçlanacaktır.
Değerli okurlarım! Hemen her gün yüzlerce defa tekrarlanan
bir olay vardır. Birtakım iyi, güzel, temiz, vatansever insanlar bir
araya geldiklerinde, söz hemen toplumdaki bozuk, aksayan,
bize acı veren, sıkıntı veren konulara geçerler. Kimi başından
geçenleri, yediği kazıkları anlatır. Kimi gazeteden edindiği –doğruluğu hiçbir zaman tahkik edilmeyen, edilemeyen– birtakım
bilgileri sıralar. Herkes karşısındakini dinlemeden habire kendi
bildiklerini söyleyebilmenin telaşı içinde saatler geçer, ayrılma
vakti gelir, söz “hayırlı olur inşallah”la bağlanır, sonra vazifesini
yapmış insanlara has bir rahatlık ve tatlılık içinde veda ederek
ayrılırlar. İşte kendi gerçeğimiz. Kimseye kızmayalım. Öfkelenmeyelim. Hepimiz buyuz. Lâf... lâf... lâf... Dünyamız kelimelerle
dolu, kelimelerden ibaret... Sanki yüzüyoruz onların içinde. Gerçeklerden uzak, yaşanan, canlı, gerçek hayattan uzak, kelime-
Gönül Sohbetleri
76
lerden meydana gelen bir hayal dünya. Sanki dünyaya lâf üretmek için gelmişiz. En ufak bir harekete teşebbüs etmeden, en
ufak bir hareket için öncülük etmeden, sadece şikâyet... İnsanlardan, belediyeden, hükümetten, hayattan, çocuktan, aileden... her şeyden, ama her şeyden şikâyet. Sanki dünyaya
bunun için gelmişiz. İnsanlar bir araya bunun için geliyor, bunun
için toplantılar yapılıyor, bunun için gazeteler çıkıyor. Kelimelerle besleniyor, keIimelerle yaşıyoruz. Yahut, kelimelerle zehirleniyor, kelimelerle ölüyoruz. En ufak bir hareket bahis konusu
olduğu zaman, herkes bir başkasından bekliyor bunu. Öylesine
uyuşmuş, öylesine hayattan, gerçeklerden uzaklaşmış bir yaşama tarzı.
Bir gün bir yaşlı akrabamı ziyarete gitmiştim. Gece son
otobüsle dönüyorum. Otobüs tenha. Karşımda ben yaşlarında
bir yolcu oturuyor. Gazete okumakla meşgul. Birden öfkelendi.
Okuduğu gazeteyi büyük bir hiddetle,
– Lânet olsun böyle gazeteye, diyerek buruşturup yere
fırlattı. Büyük bir asabiyet bütün vücudunu sarmıştı. Konuşmak,
dertleşmek ihtiyacı içinde olduğu her halinden belli oluyordu.
Ben, sükûnetle kendisini seyrediyordum. Birden bakışları bakışlarımı aradı, ıslık gibi bir sesle
– Öyle değil mi efendim, dedi ve ilâve etti.
– Aile içine girecek bir gazeteye bu kadar açık bir kadın
fotoğrafı koymak, hayâsızlık olmuyor mu? Her halinden cevap
beklediği belli idi. Döndüm ve sükûnetle
– Beyefendi, siz bu gazeteyi kaç yıldır okuyorsunuz? dedim.
– Yirmi yıl geçti, diye cevap verdi.
Gönül Sohbetleri
77
– Kimbilir bu yıllarda daha böyle niceleri yayınlanmıştır.
Neden bugün sinirlendiniz. Çünkü o gazetenin temel yayın felsefesi bu. Çıktığı sürece de daha niceleri yayınlanacak. Neden
müsbet bir tepki göstermiyorsunuz. Neden bir mektup yazıp,
gazete sahibine, yazı işleri müdürüne, şu... şu nedenlerle artık
gazetenizi almayacağım. Böyle devam ettiğiniz takdirde, sözümün geçtiği arkadaşlarıma uyarılarda bulunarak onların da aImamalarını söyleyeceğim, demiyorsunuz. Sadece şikâyet etmek, söylenmekle hangi mesele halledilebilir, dedim.
– Aman efendim, diye cevap verdi. Devamla:
– O gazeteyi yüzbinlerce insan okuyor. Bir ben bırakmışım,
ne ifade eder. Devede kulak bile olmaz. Nasıl olsa, yine bildiklerini okurlar, dedi. Dayanamadım:
– İşte beyefendi, dedim. Medenilik şuuru denilen, şahsiyet
denilen husus o ince noktada başlar. Siz ne yazık ki, oraya
gelememişsiniz. Kendinizi hor, hakir, beş para etmez görüyorsunuz. Hatanız burada başlıyor ve zincirleme devam ediyor.
Sizin için önemli olan dış âlemde var olan hatalar, yanlışlıklar,
edepsizlikler değil, onların sizin sınırınızda durup durmamasıdır.
Sizin bir noktada onlara dur demeniz önemlidir. Sizin için önemli
olan, o gazetenin yüzbinlerce satması değil, sizin o gazete için,
– Hayır, bu yayın politikası böyle devam ettiği sürece, bu
gazete benim evime giremez, diyebilmenizdir. Bunu dediğiniz,
diyebildiğiniz anda siz medeni, aklı başında, şuurlu, şahsiyet
sahibi bir insansınız.
Hiç sesini çıkarmadan dinledi. Başını öne eğdi. Cevap vermedi. Otobüsten inerken, döndü,
78
Gönül Sohbetleri
– Teşekkür ederim, keşke bu sözleri daha önce söyleyen biri
çıksaydı, dedi.
Hayat karşısında müsbet tavır almanın ikinci şartı, olaylar
karşısında, duygusallığa kapılmadan, akılcı yoldan, en güzel şekilde tepki göstermek oluyor. Nedense bizim toplumumuzda
tepki göstermek kavramı da yanlış anlaşılıyor. Tepki göstermek
demek, hiddet buhranlarına kapılarak, sövüp saymak, vurup
dökmek, yakıp yıkmak, çılgına dönerek karşısındakinin gırtlağına sarılmak değildir. Tepki göstermek, karşımıza çıkan meselenin halli için, zamana ve zemine göre en uygun çözüm
yolunu bulup, onu uygulamaya geçmek demektir. Bu iş de, öfke
ile bağırıp çağırıp yumruk sıkmakla değil, bilâkis son derece
sakin bir kafa ile düşünerek, o an için en uygun taktik ve stratejiyi akılcı yoldan bulup uygulamaya geçmekle olur.
Gönül Sohbetleri
79
İnsan Ayrılırken Bile Büyük Olmalı
İkinci Cihan Harbi’nden yeni çıkılmıştı. Yaptığı zafer işareti
ile İngiltere için zaferin simgesi olan Başbakan Churchill, girdiği
seçimleri kaybetmiş, köşesine çekilmişti. Doktorun tavsiyesi
üzerine sabahları yürüyüş yapıyor, zaman zaman onu izleyen
gazetecilerle sohbet ediyordu. Bir gün, bir gazeteci sordu.
“Efendim”, dedi. “Yeni Başbakan Atlee hakkında ne düşünüyorsunuz?” Churchill gülümsedi. “Efendim,” dedi. “Geçen gün
sabah yürüyüşe çıkmıştım. Herhalde alışkanlık olacak Başbakanlığa doğru yürüdüm. Baktım, kapının önünde yeni başbakanın arabası durdu. Arabanın kapısı açıldı. İçinden Atlee’nin
elbiseleri çıktı”. Aradan uzun yıllar geçti, bu esprideki inceliği,
güzelliği unutamadım.
Merhum Hocam Operatör Doktor Münir Derman Hazretleri’nin de bir sözünü hep hatırlarım, üzerinde düşünürüm. “Öyle
insanlar gördüm ki sırtında elbisesi yok, öyle elbiseler gördüm ki
içinde insan yok.” Bunlar bize hep bir çelişkiyi söylüyor. İç ile
80
Gönül Sohbetleri
dış, zâhir ile batın, öz ile şekil; hayatın hangi cephesine bakarsak bakalım, bu çelişkiyi görüyoruz. Birtakım insanlar mâneviyat adına, güzellik adına hep zâhire, şekle sarılıyorlar. O
insanların nazarında dinin en yüce hakikatleri, güzellikleri hep
birer şekilden ibaret. Birtakım ritüellerle durumu kurtardıklarını
sanıyorlar. Ve kendilerini ve çevrelerini aldattıklarının, inançlarına ihanet ettiklerinin farkında bile değiller. Birtakım kimseler
tam aksine, onlar da yalnız bâtına, derûni olana, içsel olana
önem veriyorlar, şekli hiçe sayıyorlar. Çocukluğumuzdan beri
hep işitiriz. Kendilerine namazdan, oruçtan, hacdan, zekattan
sorulduğu zaman; “Efendim,” derler, “bunlar şekilden ibaret.
Sadece suretin muhtelif görünüşleri. Sen kalbe bak. Benim
kalbim tertemiz.” Be kardeşim, sen kalbini tursille mi, persille mi
yıkıyorsun? Böyle bembeyaz, tertemiz olduğunu iddia ediyorsun. Oysa gerçekten mânâ yolunda, aşk yolunda ömürlerini
tüketen, gecelerini gündüzlerine katan öyle insanlar vardır ki, bu
konular açıldığı zaman renkleri değişir, titrerler, ürperirler ve
derinden bir ah çekerek, “aman” derler, “benim için çok dua
edin. Bu aciz, günahkâr kul, dualarınıza muhtaç.” Bu gibi durumlar hep devam eder gider. Oysa bizlerin İslâmiyet’in özünden, ruhundan, aşkından uzaklaşmamızdan başka bir şey değildir bunlar. İslâm bir sentezdir. İç ile dış, madde ile mânâ, ruh
ile beden, kadın ile erkek, dünya ile âhiret arasında kurulan en
güzel, en yüce, en muhteşem bir sentez...
İnsanlık kültür tarihi baştan itibaren incelenip etüt edilecek
olursa görülür ki, hiçbir din, hiçbir görüş, hiçbir ideoloji böyle
muhteşem bir terkibe ulaşamamıştır. Onun için Kur’an-ı Kerim’de “Hak geldi, bâtıl zail oldu” buyruluyor. İnsanlık bu
senteze yaklaştığı oranda mutlu oldu, bahtiyar oldu. Bu sentezden uzaklaştığı oranda çeşitli üzüntüler, sıkıntılar, bunalım-
Gönül Sohbetleri
81
lar, felâketlerle karşılaştı. Günümüz dünyasına şöyle bir göz
atacak olursak ne görürüz? Bütün zahiri debdebelere, şaşaalara rağmen, boynu bükük, gözleri fersiz, kalbi aşksız nice insanlar veya insan müsveddeleri. Rahmetli Münir Bey; “Her
gördüğün iki ayaklıyı insan mı sanıyorsun?” derdi. Kavgalar,
gürültüler, küskünlükler, dargınlıklar, ihanetler ve bunların sonucu nice ailelerin yıkılışı, nice ocakların sönüşü. Artık günümüz
insanı bir mutluluk, bir huzur, bir yaşama sevinci özlemi içinde
bile değil. Gidin, kalabalık caddelerde dolaşın. Büyük iş merkezlerini gezin. Ne göreceksiniz? Sıkılmış yumruklar, kenetlenmiş dişler, saygısız bakışlar. Şimdi Mehmet Akif sağ olsaydı bu
durum için; “Nazarlardan taşan mânâ, ibadullahı istihkar”
derdi. Ne yazık ki günümüz insanlarının çoğu bu çılgın gidişin
farkında bile değiller. Kafalar, kalpler öyle negatifle dolmuş ki,
radyolar, televizyonlar, gazeteler, sinemalar, tiyatrolar hep negatifi yayıyorlar. İnsan kafalarını ve insan gönüllerini kirletiyorlar.
Ama bir sorumlu kişi çıkıp da; “Durun kalabalıklar durun, bu
yollar çıkmaz sokak” demiyor. Artık çok küçük yaştaki çocuklarda bile bu stresin, bu bunalımın sonucunda şeker hastalıkları
görülmeye başlandı. İnsan ister istemez; “Bu gidiş nereye?”
diye sormaktan kendini alamıyor. Artık bugünün insanı “Sevmek devam eden en güzel huyum” diyemiyor. Artık günümüz
insanı Yunus’un; “Aşk gelicek, cümle eksikler biter” mısraını
bile idrakten uzak. Peki bu durum karşısında bir ümit ışığı yok
mu? Var tabi. Olmaz olur mu? Bizler ışığı cebinde unutup, mum
ışığı peşinde koşmaya niye gerek duyalım?
Hayat her şeye rağmen binbir güzelliklerle dolu. Kur’an-ı
Kerim’de; “Ne yana bakarsan bak Allah’ın vechi oradadır”
buyuruluyor. Büyük Yunus; “Cümle yerde Hak nazır, göz
gerektir göresi” diyor. Yapılacak iş ortada. İslâm’a sarılmak,
82
Gönül Sohbetleri
Allah’ın ipine sarılmak. Lâfla değil, nutukla değil, kuru gürültüyle
değil, yaşayarak, özümleyerek, içimize sindirerek İslâm’ı günlük
hayatımızda tahakkuk ettirmek...
Hep kendimize soracağımız soru şu olmalı: İşlenmeyen
iman, yaşanmayan, aile hayatında, meslek hayatında, toplum
hayatında ışıkları görülmeyen İslâmi gerçekleri acaba yaşıyor
muyuz? Acaba inancımızda samimi miyiz? Yoksa lâf ebeliği
yaparak kendi kendimizi kandırıyor muyuz? Yoksa biz de Fikret
gibi; “İnan Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak” mı diyoruz?
Yol uzun, yük ağır, bu yükle bu yola katlanamayız. Yüklerden kurtulalım. İri lakırdıları bırakalım. Bir Âyeti, bir Hadisi
hayatımızda tahakkuk ettirmeye çalışalım. Bir müddet sonra
adına dünya denilen bu misafirhanedeki kalma süremiz bitecek,
belki de bitmek üzere. Yarın mânâ âleminde hesaba çekildiğimiz zaman, hiç olmazsa, “Ben de ey Rabbim, senin Resulünün bir Hadisini, senin Kitabının bir Âyetini yaşadım”, diyebilelim. Allah cümlemize sağlık, afiyet, iman bütünlüğü ve aşk
ile, iman ile çene kapamayı nasip etsin.
Gönül Sohbetleri
83
Eğitim Adına Sahtekârlık
Sabah kahvaltısına oturmuştum. Birden telefon çaldı. Açtım,
“Buyurun efendim.” dedim. Telefondaki ses, “Efendim,” dedi.
“Sizi İstanbul’dan arıyorum. Ben bir hastanede çocuk mütehassısı olarak görev yapıyorum. Sizi yıllardır tanıyorum. Yazılarınızdan, kitaplarınızdan, televizyon konuşmalarınızdan, internetteki sitenizden yıllardır sizinle görüşüyorum. Bugün bir hususta fikrinizi almak istedim. Lütfen beni aydınlatır mısınız?
Acaba ben mi yanlış düşünüyorum. Kızım lise son sınıfta.
İstanbul liselerinin birinde okuyor. Dün okuluna gitti. Kapıda
müdür karşılıyor. Niye geldin, diyor. Okulda ne bir tek öğretmen,
ne bir tek öğrenci var. Gelmenin sebebini anlayamadım. Kızım;
Hocam, diyor, okula gelmezsem devamsızlıktan sınıfta kalırım.
Müdür; daha öğrenemedin mi, diyor. Bütün arkadaşların para
verip sahte rapor alırken, senin aklın neredeydi. Sen de git,
sahte rapor verecek bir sahtekâr doktor bul, raporunu al,
devamsızlıktan kurtul.” Doktor hanım bunları anlattıktan sonra
84
Gönül Sohbetleri
hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Efendim,” dedi, “bu ne biçim
iş. Bu ne biçim doktorluk. Bu ne biçim okul, bu ne biçim okul
müdürlüğü. Olay beni fevkalâde müteessir etti. Ne oluyoruz,
nereye gidiyoruz? Dershane sahipleri milyoner, trilyoner olacak
diye Milli Eğitim kendi kendisini yok ediyor, zelil bir duruma
düşürüyor, farkında değiller mi? Biz kendi ellerimizle daha okullarımızda yarının sahtekârlarını yetiştiriyoruz. Para için rapor
yazan doktor, sağlam bir insana, aslan gibi bir delikanlıya, pırıl
pırıl bir genç kıza hasta raporunu verirken elleri titremeyecek
mi? O aldığı para ona zehir zıkkım olmayacak mı? Yarın
Allah’ın huzuruna çıktığı zaman acaba bunun hesabını nasıl
verecek? Acaba Milli Eğitim Bakanlığı bu iğrenç durumu öğrendiği zaman tahkikat için müfettişler gönderecek mi, yoksa
görmezden mi gelecek? Yoksa bazı müdürler, bazı öğretmenler
dershanede görev alarak ceplerini mi dolduracaklar? Lütfen
beni bu konuda aydınlatın. Yanlış düşünüyorsam yanlışımı gösterin. Saygılarımla.”
Sayın doktor, telefonda söylediklerinize tamamen katılıyorum. Aynı fikirdeyim. Yerden göğe kadar haklısınız. Bu durum
Türk eğitimi adına, insanlık kültürü adına utanç verici bir durum.
İnanın siz telefonu kapattıktan sonra bir süre ağladım. Memleketim için, o gencecik pırlanta çocuklarımız için, yıkılan Türk
ailesi için, unutulan İslâm ahlâkı için hüngür hüngür ağladım. Ve
bu âdeti ilk çıkaranlar için beddua ettim. Benim havsalam
almıyor. Kendi ellerimizle çocuklarımızı sahtekârlığa, yalancılığa
itiyoruz. Bütün bunlar niçin? Bir diploma için bu kadar yalancılık,
samimiyetsizlik, sahtekârlık aklın alacağı bir husus değil. Benim
oğlum, kızım doktor olmuş, hukukçu olmuş, mühendis olmuş
ama sahte rapor veriyor, yaptığı işin malzemesinden çalmayı
doğal görüyor. Ama rüşvet alınıp verilmesini tabi karşılıyor,
Gönül Sohbetleri
85
hatta aracı oluyor. O zaman benim yetiştirdiğim çocuğun ne
kıymeti kaldı. Oğlum bakkal olmuş, manav olmuş, kızım terzi
olmuş, ama onurlu, ama insan, ama dürüst. Sorarım size, deminki sahtekâr insanlardan daha iyi bir evlât yetiştirmiş olmaz
mıyım? Nedir bu diplomaya düşkünlük? Sokaklar yüzbinlerce
üniversite mezunu işsizle dolu. Yıllardır bu böyle sürüp gidiyor.
Almanya’da konsolosluk yapan bir arkadaşım anlatmıştı. Bir
gün, bir hamal tutması gerekiyor. Yolda beraber gidiyorlar. Arkadaşım mesleğinin dışında çok okuyan, gerçekten kültürlü bir
insandı. Hamalla konuşurlarken bir şey dikkatini çekiyor. Hamal
Goethe’den bir cümle söylüyor. Arkadaşım hayret içinde. Hamala soruyor; “Bu cümle size mi ait, bir yerden mi aldınız?”
Hamal; “Efendim,” diyor, “bu cümle Goethe’nin Faust isimli eserinin filanca sayfasında var.” Arkadaşımın hayreti daha çok
artıyor. “Siz nereden biliyorsunuz?” diyor. Hamal; “Efendim,” diyor. “Ben on iki yıldır Goethe ve Faust üzerinde çalışıyordum.
Bir kitap hazırladım, basılması için matbaaya verdim. Eğer ilgiliyseniz baskı bittikten sonra size kitabımı hediye edebilirim.
Aradan yıllar geçti. Arkadaşımdan dinlediğim bu hatırasını hiç
unutmadım. Mesele diploma değil. Acaba bugüne kadar Alman
Edebiyatı kürsüsünde profesörlük yapan kaç kişi Goethe ve
Faust hakkında bir eser verebildi? Hatta kaç kişi bir makale
yazabildi. Efendim, adam olmak için, gerçek kültürlü bir insan
olmak için ille de diplomalı olmak şart değil. Benim gençlik
yıllarımda edebiyat âleminde gerçekten herkesin çekindiği bir
insan vardı: Nurullah Ataç. Profesörler bile Nurullah Ataç ile
münakaşa yapamazlardı. Çünkü pek çoğu onun kadar kitaba ve
okumaya düşkün değildi. Ama bu Nurullah Ataç, ilkokul mezunu
idi. Kendi kendini yetiştirmişti. Türk edebiyatının en büyük romancılarından ve fıkra yazarlarından biri olan Peyami Safa da
86
Gönül Sohbetleri
orta ikiden ayrılmıştı. Hayatı boyunca Peyami Safa ile polemiğe
girip de kaybetmeyen bir kişi olmadı. Son devrin büyük velilerinden Mamaklı Ahmet Kayhan Hazretleri hayata hamal olarak
başlamış, bahçıvan olarak bitirmişti. Ama ben nice profesörlerin,
bakanların, Efendi Hazretlerinin elini öpmek için kapıda kuyruğa
girdiklerini gördüm. Hayat bugünkü bazı insanların sandığı gibi
paradan, puldan, mevki, makam, rütbeden, diplomadan ibaret
değil. Önemli olan insan olabilmek, insan-ı kâmil olabilmek.
Hazret-i insan makamına yükselebilmek. Aman dikkatli olalım.
Çocuğumuzun diploma sahibi olmasından evvel adam olmasına, bir beyefendi, bir hanımefendi olarak yetişmesine gayret
edelim. Bugün öyle servet sahibi insanlar var ki, öyle makam
sahibi insanlar var ki, yüzüne tükürseniz, tükürüğünüze yazık
olur. Hani herkesin bildiği bir Anadolu hikâyesi vardır. Adam
vezir olmuş, sonra babasını ayağına çağırtmış. Bak baba demiş, gördün mü? Sen bana adam olamazsın derdin. Bak gör,
ben vezir bile oldum. Adamlarıma emir verdim, seni buraya
getirttim. Baba gülmüş. Ah evlâdım demiş. Ben sana vezir olamazsın demedim ki. Ben sana adam olamazsın dedim. Nitekim
beni ayağına çağırtmakla bunu ispat etmiş oldun. Hayat bir
bütün, bir kompozisyon. Diploma onun bir nüansı.
Nice zaman var ki, biz toplum olarak ne yazık ki nereden
geldiğimizi, niçin yaşadığımızı, nereye gideceğimizi bilemiyoruz.
Bir belirsizlik, bir müphemiyet, bunun yanı sıra bir şüphecilik ve
önyargılar bütün hayatımıza girmiş durumda. Başta aile hayatı
olmak üzere, iş hayatı, sosyal hayat sürekli negatifler bombardımanı altında. Medya bu çöküşü, bu yıkıntıyı süratlendirmek
için elinden geleni yapıyor. Bazı nezih aileler televizyonlardaki
çirkin programlar yüzünden televizyonu açmaya çekiniyorlar. Bir
kısmı boykot ediyor, hiç açmıyor. Eğer bir toplumda sahtekârca
Gönül Sohbetleri
87
alınan, çirkin ve kirli raporlar yıllardır devam ediyorsa, o toplumun düşünen kafalarının bir an da olsa başlarını önlerine eğip
düşünmeleri gerekmez mi? Şair ne güzel söylüyor:
“Bıçak soksan gölgeme
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme
Başsız, başsız adamlar.
Ağlayın su yükselsin
Belki kurtulur gemi.
Anne seccaden gelsin,
Bize dua et emi.”
İnsanlık ailesinin bugüne kadar yetiştirdiği en büyük insanlardan biri olan Yunus Emre Hazretleri meseleyi ne güzel
özetlemiş:
“İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.”
88
Gönül Sohbetleri
Hayat Karşısında Tavır Almak
Modern heykel sanatında bir tür var. Adına “mobil” diyorlar.
Küçücük parçalar çok ince bir şekilde ucuca ekleniyor ve
herhangi bir yerine dokunduğunuz zaman hepsi birden titreşiyorlar. Ben, bugünkü içinde yaşadığımız toplumu, biraz buna
benzetiyorum. İnsanlar her gün, hatta her saat yeni bir titreşimle
sarsılıyorlar. Eliniz bir gazeteye gitmeye görsün. Aman Ya
Rabbi... İlk satırından son satırına kadar insanı ürperten, sarsan, üzen, yoran, bunaltan, daraltan haberler, küfürler, hakaretler, acı sözler. Acaba hiç düşünüyor muyuz, bir insan bedeni
bu kadar sarsılmaya, bu kadar ıstırap içinde kalmaya müsait
mi? Bir çocuk ruhu, bir genç kızın, bir delikanlının iç dünyası,
orta yaşa gelmiş, hayatın bin bir acısıyla yoğrulmuş bir annenin,
bir babanın ruh dünyası. Acaba ateşle oynadığımızın farkında
mıyız? Geçenlerde bir arkadaşım anlattı. Eline kumanda cihazını almış, televizyonun karşısına geçmiş. Başlamış kanalları
gezinmeye. Ama en ufak şekilde de olsa sesi açmamış. “İnanır
Gönül Sohbetleri
89
mısın Sabri Bey” dedi. “O televizyondaki bakışlardan, konuşmalardan, jestlerden, mimiklerden ürperdim. Şöyle sakin sakin
konuşan kimse yoktu. Hep kin dolu, hep nefret dolu bakışlar,
hep karşısındakini itham eden tarzda el kol hareketleri. Bakışlardan sanki alev fışkırıyor. Çok üzüldüm” dedi. Bir toplum ki,
gazetesi böyle, televizyonu böyle, sineması böyle, tiyatrosu
böyle. İster istemez insanın dudaklarından Necip Fazıl’ın mısraları dökülüyor:
“Bıçak soksan gölgeme
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme
Başsız başsız adamlar.
Ağlayın su yükselsin
Belki kurtulur gemi.
Anne seccaden gelsin,
Bize dua et emi.”
Sokakta, caddede yürüyorsunuz. Yumruklar sıkılmış, dişler
kenetlenmiş, çehrelerde sıkıntının, stresin, bunalımın çıkardığı
sert ve derin çizgiler. Nice evlerde hep aynı dram oynanıyor.
“Yemek hazır mı?” veya “Yiyecek ne var?” Hep bu sözleri
işittiğimde aklıma Kâinatın Efendisinin tavrı gelir. Bir gün eve
gelir. Selâm verilir, hâl hatır sorulur. Hz. Ayşe validemize acıktığını söyler. Müminlerin annesi, “Ya Resulullah, kusura bakma.
Misafirler geldi, yemek hazırlayamadım” der. O zaman kâinatın
en büyük, en yüce, en güzel insanı, “Önemi yok” der. “Mutfağa
bak, ne varsa getir.” Hz. Ayşe seslenir; “Biraz sirke ile, bir parça
kuru ekmekten başka bir şey yok.” Peygamberimiz getirilmesini
90
Gönül Sohbetleri
söyler, ekmeğini sirkeye batırarak yer ve “Allah’ım sana şükürler
olsun, sirke ne güzel katık” buyurur. Her zaman söylerim, yazılarımda, konuşmalarımda usanmadan belirtirim. Önemli olan
hayattaki olaylar değil, o olaylar karşısında takınacağımız tavırdır.
Evet, değer yargılarının alt üst olduğu, birçok çevrelerinde
sevginin, saygının, şefkâtin, edebin kalmadığı bir toplumda yaşamak zorunda isek, nasıl bir tavır takınacağız? Davranışlarımızı nasıl ayarlayacağız? Her gün, her saat, her yerde münâkaşa edip, tatsızlık çıkaracak kadar hiçbirimiz güçlü değiliz.
İşte işin can alıcı noktası burada. Bir gün, bir pastanede camın
önünde oturmuş, çayımı yudumluyordum. Yolun ortasında bir
köpek pisliği vardı. Çok işlek bir caddeydi. Binlerce insan mütemadiyen gelip gidiyorlardı. Ama dikkât ettim, hiç kimse o
pisliğe basmadı. Herkes kenarından dolaşıyor, ayaklarının ucunun bile pisliğe değmesini istemiyorlardı. İşte diyorum ki, hayat
olayları karşısında aynı tavrı takınabilsek, hayat yolunda önümüze çıkan bütün engellere rağmen yine de dürüst, temiz,
güzel, efendi olabilsek. O günkü, o anki görevimiz ne ise, sağa
sola bulaşmadan, kimseyle dalaşmadan işimizi yapabilsek. Sanırım birçok mesele, bizim için kendiliğinden halledilmiş olacak.
Meselâ ben pazara gittiğim zaman, sattığı mal kaliteli de olsa,
sinirli, asabi, hırçın, yüzünden melânet akan bir esnafla katiyen
alışveriş yapmam. Ve bu gibi durumlarda hep Çinlilerin atasözünü hatırlarım; “Güler yüzlü olmayan dükkân açmasın.”
Çünkü, hırçın ve mütecaviz bir esnafla yapılacak alışveriş,
eninde sonunda bizi rahatsız edebilir, incitebilir, kırabilir. Ortaokulda Coğrafya öğretmenimiz anlatmıştı. Bazen siklon rüzgârları çıkıyor. Önüne ne gelirse deviriyor. “Yalnız,” demişti hocamız, “bu siklon merkezlerinin ortasında, son derece sessiz,
Gönül Sohbetleri
91
sakin bir tabaka var. Orada her şey huzur dolu, mutluluk dolu,
bir sükûnet içinde.” Aradan uzun yıllar geçti, ama ben hocamız
Muhsin Bey’in o gün anlattıklarını unutamadım. Ve hep hayatta
öyle kalmaya çalıştım. Dışarıdaki şartlar ne olursa olsun, ona
uymamak, temiz, nezih, güzel hayatımızı yaşamak. Başkaları
kaba konuşuyorsa, sert konuşuyorsa niye onları örnek alalım?
Niye Kur’an-ı Kerim’deki Âyetleri hatırlamayalım? Cenab-ı Hak,
Hz. Musa’yı Firavun’u Hak’ka davetle görevlendirir. Sonunda;
“Ya Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle”
buyurur. Hayat boyu birçok kavgaların, küskünlüklerin, dargınlıkların bir tek sert bir sözle başladığını gördüm. İnsan sesi o
kadar önemli ki, ağzımızdan çıkan sözler, sesimizin yumuşaklığında şekillenmiyorsa, konuşmalarımızın da ne kıymeti kalır?
Yunus Emre:
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ide bir söz”
der. Bazen tatlı, yumuşak, sıcak bir ses tonuyla söylenen birkaç
kelime bir kavgayı, hatta bir savaşı önleyebilir. Hepimizin buna
ihtiyacımız var. Peki bunu başkalarından bekleyene kadar önce
kendimiz yapsak. Başkaları dedikodu yapıyor olabilir, biz yapmayalım. Başkaları yalan söylüyor olabilir, biz söylemeyelim.
Mesele çevrenin etkisi altında kalmak değil, o çevreye rağmen
kendi efendiliğimizi, güzelliğimizi sürdürebilmektir. “Nâkıs emsal olamaz” diye güzel bir söz vardır. Kendimize negatif örneklerle şekil vereceğimize, tavır alacağımıza, önümüzdeki kâinatın en büyük, en güzel örneğine baksak daha iyi olmaz mı?
92
Gönül Sohbetleri
Resulullah Efendimizin yaşama sanatının en güzel örneği olan
Hadis-i Şeriflerini okusak ve sonra onları hayatımızın her bölümünde, meslek hayatında, aile hayatında, sosyal hayatta uygulasak. Bir tek Hadisin bile yaşama geçirilmesiyle, gerek o
insanın, gerek o toplumun, pek çok değerler ve güzellikler kazanacağına inanıyorum. Bir tek; “Ya hayır söyle, yahut sus”
Hadisinin uygulanması, bir cemiyeti kötü gidişinden kurtarabilir,
bir insanı velâyet makamına götürebilir. Bazı kimselerin, “Efendim, çevre böyle istiyor, cemiyetin gidişi böyle, ben istemesem
de onlara ayak uydurmak zorundayım” demelerini, ömür boyu
asla kabul etmedim. Hep, “Hak bildiğin yola yalnız gideceksin” sözünü rehber edindim. Mâdem ki bu hayat bir sınav
yeri, bir er meydanı, savaştan kaçmaya ne haddimiz, ne imkânımız var. Mesele, sonuna kadar yiğitçe direnebilmekte. İyinin, güzelin ve doğrunun yolunda taviz vermeden yürüyebilmekte. Böyle yaparsak başkaları bizi sevmeyecekmiş, beğenmeyecekmiş, bizimle alay edecekmiş. Olabilir. O, kendi bildikleri, bilecekleri bir iş. İslâm’ın ilk müezzini Bilâl-i Habeşi Hazretleri’ne ne zulümler, ne işkenceler yapıldı. Ama o güzel, o
mübârek insan hiçbir zaman yılmadı, yolundan dönmedi. Hep
Hak bildiği yolda gitti. Gelin, bizler de elâlem şöyle diyor, elâlem
böyle diyor saçmalıklarından kendimizi kurtaralım. Yarın din
gününde, hesap gününde bizi elâlem değil, Allah yargılayacak.
Şimdiden o büyük güne hazırlanalım. Rehberimiz Kur’an, Hadis
ve Sünnet-i Seniyye olsun. Biz de sonsuzluk kervanının içinde
olalım, dışında kalmayalım. Çünkü dünya ve âhiret saadeti,
huzur, güzellik hep orada. Allah bize de, bütün insan kardeşlerimize de bu güzellikleri nasip etsin...
Gönül Sohbetleri
93
500. Sayının Mutluluğu
Bu ay memleket olarak büyük bir mutluluğu yaşıyoruz.
Allah’a sonsuz şükürler olsun. Sevgili “HAKSES”imiz 500. sayıya ulaştı. Sevincimi nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Bu
benim için hayatın getirdiği en büyük armağanlardan biri. İlk
sayısından beri, HAKSES’i aldım. Okudum, sevdim, beğendim.
Baştan itibaren onu bugüne kadar getirenlere ayrı ayrı teşekkürler ediyorum. Onlardan ve emeği geçenlerden Allah razı
olsun. Bugünün Türkiye’sinde, siyasetle ilgisi olmayan, kimselere yanaşmak, yaltaklık etmek, şirin gözükmek ihtiyacını duymayan, sadece iyinin, güzelin ve doğrunun peşinde giden,
kendisine ilke olarak; Kur’an’ı, Hadis’i ve Sünnet-i Seniyye’yi
alan ciddi bir derginin 500. sayısını idrak etmesindeki güzelliği
ancak memleket gerçeklerini yakinen tanıyanlar anlayabilir,
görebilir ve bununla iftihar edebilir. Bugün öyle anormal şartlarda yaşıyoruz ki… Birtakım insanlar, birtakım kutsal ve mânevi
değerleri âlet ederek, birtakım insanların gölgelerine sığınmaya
94
Gönül Sohbetleri
çalışıyorlar; onları velinimet biliyorlar. HAKSES, ilk sayısından
itibaren, bugüne kadar, bu küçüklüklere tenezzül etmedi. Şükürler olsun her zaman başını dik tuttu. Hatırlarsınız, bir gün Hz.
Ömer’e soruyorlar; “Efendim, gerçek bir Müslüman’ın özellikleri
nedir?” O yüceler yücesi insan cevap veriyor; “Gerçek bir Müslüman, hükümdarken; halktan biri gibi olan; halktan biri iken,
hükümdar gibi olandır.” İşte HAKSES Dergisi, bu çizgiyi her
zaman korudu. Gün oldu, birtakım ne yaptığını bilmeyen, şaşkın, zavallı insanlar müftülüklerde bu dergiyi sattırmamak için
direndiler. Bunu işittiğim zaman o kadar üzüldüm ki; gözümü
uyku tutmadı. Sabaha kadar ağladım. Ya Rabbi!.. Bugün yurdumuzda çıkan birçok gazetenin, derginin nasıl pespaye hale
geldiklerini görmezlikten gelerek, bu mübarek dergiyle uğraşmanın, ona savaş açmanın hesabını acaba bu sayın kardeşlerimiz nasıl vereceklerdi. Onlar için de ağladım. Birisi çıksa
dese ki; “Dergide çıkan şu yazının şu cümlesi İslâm’a aykırıdır,
Kur’an’a, Hadis’e, Sünnet-i Seniyye’ye aykırıdır” dese, ona
diyeceğimiz olmaz. Hatta Allah razı olsun deriz. Allah bir
gününü bin etsin deriz. Ama hiçbir gerekçe göstermeden uluorta
HAKSES’i suçlamak bilmiyorum, ne dereceye kadar insafla
bağdaşır. Derginin başında olan Sayın İsmail Karakaya’yı yıllardır tanırım. Ona olan sevgim, saygım, hayranlığım her gün
daha da büyüyor. Kendisi sadece bir din adamı değil, aynı
zamanda bir ilim adamı, bir mutasavvıf, bir sanatkârdır. Kılı kırk
yararcasına dergiye girecek yazıları inceler; Kur’an’a, Hadis’e,
Sünnet-i Seniyye’ye aykırı bir tek cümlenin girmesine ölüm
pahasına da olsa müsaade etmez. O sanki günümüzde edebin,
inceliğin, saygının, zarafetin erişilmez bir simgesi. Allah ondan
razı olsun. İnşallah daha nice yıllar derginin başında hizmetlerine devam eder. Şimdi bu dergiye çatanlara, onu sattırmak
Gönül Sohbetleri
95
istemeyenlere soruyorum; siz hayatınızda bir tek kişiyi etkileyebildiniz mi? Bir tek kişinin yanlış ve çarpık gidişini düzeltebildiniz mi? Siz evde kendi hanımlarınız, kendi çocuklarınız,
kendi torunlarınız üzerinde etkili olabiliyor musunuz, örnek olabiliyor musunuz? Önemli olan Resûlullah Efendimizin “Ya hayır
söyle, yahut sus.” Hadis’i Şerifini yaşayabilmek; onu günlük
hayatta uygulayabilmek. Soruyorum sizlere bunu yapabildiniz
mi? Gelin bugüne kadar olanları unutalım. Tövbe edelim.
Allah’tan, Peygamber’den af dileyelim. Ve bizler de minicik de
olsa, iyinin, güzelin, hayrın peşinde koşalım.
Bu 500. sayısı çıkan mübârek dergi, bir okul, bir üniversite
oldu memleketimiz için. Nice güzel insan, o dergiye emek vererek, yazı yazarak, tashihini yaparak, basılmasında yardımcı
olarak, dünyaları ve âhiretleri için nurdan ağaçlar diktiler.
Bu 500 sayı içindeki yazılardan memleket kültürüne, irfanına
nice kitaplar, ansiklopediler çıkarılabilir. Bugün Türk Tarihinin
hiçbir döneminde görülmediği kadar bir mânevi açlık ve susuzluk içindeyiz. Artık insanların içi yanık, kavruk, alevler içinde
zavallı insanlar… Mânevi ışıkla beslenemedikleri için içkinin,
sigaranın, kumarın peşinde gidiyorlar. Ne yaptıklarını, nereye
gittiklerini bilmeden, anlamadan, idrak etmeden uçuruma gidiyorlar. Rahmetli Necip Fazıl boşuna söylemiyor;
“Bıçak soksan gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme,
Başsız başsız adamlar.”
96
Gönül Sohbetleri
Gidin, sokaktaki gazete bayiinden 20 gazete alın. Onlara
şöyle bir bakın. Televizyon kanallarında şöyle bir dolaşın. Sonra
temizlenmeye çalışın. Hangi su, hangi sabun buna yetişir? Bu
şartlarda böyle mis gibi, gül gibi bir dergi çıkıyor. Ve bazı
insanlar, onu batırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Aklıma
meşhur hikâye geliyor. Bir zamanlar Doktor Mazhar Osman
Bakırköy akıl ve sinir hastalıkları hastanesinin başhekimi idi. Bir
sabah asistanlarıyla beraber vizite çıkıyor. Odaları dolaşıyor.
Hastalarıyla ilgileniyor, hatırlarını soruyor. Bir hasta, odasının
kapısına çıkıyor. İki elini birbirine vurarak, “deli doktor, deli doktor” diye tempo tutuyor. Mazhar Osman, hastanın yanına gidiyor. Ve elini omzuna koyarak; “Bak kardeşim” diyor. “Sen bana
aylarca deli doktor desen bana bir şey olmaz. Ama ben sana
delidir dediğim sürece sen, ilelebet bu hastaneden çıkamazsın.”
Hasta birden susuyor, düşünüyor ve sonra “tamam doktor bey
sustum” diyor. M. Osman hastasını okşuyor ve iyi günler diliyor.
Oradan uzaklaşıyor. Bazen düşünürüm de “Allah’ım” derim. Sen
çevremizdekilere hiç olmazsa bu delininki kadar akıl ver de,
gittikleri yolu görebilsinler.
Dergiler bir ülkenin kültürünün, irfanının aynı zamanda terazisidirler. O dergilere bakarak o ülkenin gidişatı, istikbali, o
günkü yaşantısı hakkında hükme varabilirsiniz. Gerek Türk, gerek dünya edebiyatında bazı dergiler, bir okul olmuş, o derginin
ismiyle edebiyat tarihine geçmişlerdir. Servet-i Fünun gibi…
Bizim gençlik yıllarımızda da Yaşar Nabi’nin çıkarttığı Varlık
Dergisi ve Varlık Yayınları birçok yazarın yetişmesine vesile
olmuştur. Rahmetli Peyami Safa’nın çıkarttığı “Türk Düşüncesi”
dergisi de zaman zaman çıkardığı özel sayılarıyla topluma
faydalı olmuştur.
Gönül Sohbetleri
97
Birçok insanda ilk tefekkürün uyanışı dergilerle başlamıştır.
Evet kültür kitaptır; ama insanı kitaba götüren yolların birisi,
belki birincisi dergilerdir. Bazı dergilerde öyle yazılar çıkmıştır ki,
bazı insanlar o bir yazıyla hayatlarının akışını değiştirmişler,
daha iyiye, daha güzele doğru yürümeye başlamışlardır. Sevgili
HAKSES’imiz de böyledir. Orada nice insan okuyarak, düşünerek, araştırarak, soruşturarak doğru yolu bulmuşlardır. Allah
cümlemize hayır yolunda, iyilikler ve güzellikler yolunda yürümeyi ve memleketimizin dertli, çileli insanlarına yardımcı olmayı,
faydalı olmayı, hizmet etmeyi nasip etsin.
98
Gönül Sohbetleri
Kulluk Edemedim, Affına Geldim
Bir okurum telefon etti. “Efendim,” dedi. “Ben, İslâm dinini
öğrenmek istiyorum. Geçen gün bir kitapçıya gittim. Kapıdan
girdim. Aman Ya Rabbi, sağımda solumda, önümde arkamda
binlerce kitap. Şaşırdım. Bir an için paniğe kapıldım. Ben bunların içinde hangisini seçecektim? Acaba seçeceğim kitap bana
dinimi öğretebilecek miydi? Yoksa beni birtakım yan sokaklara
götürerek iyice hedeften uzaklaştıracak mıydı? Çünkü çevremde görüyorum, bazı iyiyi, doğruyu, güzeIi gösteren kitaplar yanında, din adı altında, mâneviyat adı altında insanı yanıltan,
şaşırtan, aksi istikametlere götüren kitaplar da vardı. Yine çevremdeki bazı kimselerde gördüğüm sadece bir kafa karışıklığı,
bir ruhi şaşkınlık idi. Bazı kimseler reklâma uyarak, günün
modasına kapılarak, bazı yazarları tutuyorlar, göklere çıkarıyorlar, sonra da onların zararlı etkilerini bir ömür boyu iç dünyalarından çıkaramıyorlardı. Yıllarca bunları gördüm, müşahede
ettim. Açık söylüyorum, ben onların durumuna düşmek iste-
Gönül Sohbetleri
99
miyorum. Sağlam bir yolda, emin adımlarla yürümek, amacıma
ulaşmak istiyorum. Lütfen bir yol gösterin. Hangi yazarları okuyayım, hangi yazarları kendime önder, lider, rehber edineyim?
Bu konuda bana yardımcı olursanız size ömür boyu hayır dua
edeceğim.”
Kıymetli okurum, önce şunu söyleyeyim, bu sadece sizin
derdiniz, sizin meseleniz değil. Pek çok kimse aynı ruh halini
yaşıyor. Hep acaba diyorlar, hata etmeden, yanılmadan ve bu
yanılgıların faturasını çok ağır bir şekilde ödemeden nasıl işin
içinden çıkmalı? İnsanoğlu bazı hatalarından dönebiliyor, sıyrılabiliyor. Ama bazı hatalar ömür boyu devam ediyor.
Bir gemi düşünelim. Fırtınalı bir denizde yol alıyor. Dalgalar
sanki bir dağ gibi. Koca gemi denizde bir fındık kabuğu gibi
sallanıyor. Kaptan, tereddüt içinde; acaba doğru mu yol alıyorum, yoksa ters istikamete doğru mu gidiyoruz. Ne yapar?
Çımacıya mı sorar, tayfaya mı sorar, aşçı yamağına mı sorar?
Ne yapacağı belli. Önündeki pusulaya bakar, ona göre hareket
eder. Efendim, adına hayat denilen, hayat mücadelesi denilen
bu fırtınalı denizde yol alırken, bizim de yapacağımız aynı şey
değil mi? Bizim pusulamız nedir? Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif
ve Sünnet-i Seniyye. Bunlar olmadan hayat yoluna çıkmak
demek bizi felakete götürmez mi? Fert olarak, aile olarak, toplum olarak ve bütün insanlık ailesi olarak. Filân âlim şunu
söylüyor, söyleyebilir. Bu onun kişisel düşüncesidir. Filân yazar
şu kanaatte, olabilir. Ama bunlardan bize ne? Yarın Allah’ın
huzuruna çıktığımız zaman bize o âlimden, o yazardan sorulmayacak. Herkes kendi faturasını kendi ödeyecek. Öyle bir
mahkeme ki, orada karının kocaya, ebeveynin evlâdına faydası
olmayacak. Herkes kendi kendinden mesul olacak. Düşünün,
100
Gönül Sohbetleri
yıllardır şu memlekette bir başörtüsü kavgası yapılıyor. Gerek
İlâhiyat Fakültesi’nden, gerek Diyanet İşleri’nden biri çıkıp da,
efendiler, siz bu işin boşuna mücadelesini veriyorsunuz. Bu,
sizin ihtisas konunuza girmez. İşin aslı şudur, dedi mi? Ben
hatırlamıyorum. Hep akıntıya kürek çekiliyor. Hep boşuna atış
yapılıyor. Bizler Allah’a ve O’nun Resulüne ve o yüce Resulün
getirdiği Kitaba gerçekten, yürekten inanmış olsak, bu sözlere
gerek kalır mı? Pusula varken, bulaşıkçının sözüyle hareket
eden bir kaptan ya aptaldır, geri zekâlıdır yahut delidir. Sayın
okurum, siz o kitapçılardaki binlerce kitabın, yazarın sözüne
değil, Allah’ın hak Kitabına ve onun yüce Peygamberinin sözlerine kulak verin ve ona göre hareket edin. Davranışlarınızı ona
göre ayarlayın. Onları iyice öğrendikten, aile hayatınızda, iş
hayatınızda, sosyal hayatınızda harfiyen yaşadıktan sonra, yani
elinize o mübarek pusulayı aldıktan sonra, o pusulaya göre
istikametinizi bulduktan sonra ister yüzlerce, ister binlerce kitap
okuyun, o sizin bileceğiniz iş.
Efendim, Hz. Ömer’e sormuşlar: “Ya Ömer, sen cennetle
müjdelenen bir insansın. Acaba kimin imanına sahip olmak
isterdin?” Hz. Ömer gözleri nemli cevap vermiş; “Hani,” demiş,
“çöllerde yaşayan, hayatta kimsesi kalmamış yaşlı kadınlar
vardır. Her an Allah’la ve Resulü ile beraberdirler. Geceleri
yıldızlara bakarak gözyaşı dökerler. Allah’ım, derler, sen ne
büyüksün, ne yücesin ve ben ne kadar hatalıyım, kusurluyum,
günahkârım. Allah’ım, bana iman ile çene kapamayı nasibeyle.”
İşte, demiş Hz. Ömer, “Ben, böyle bir çöl kadınının imanına
sahip olmak isterdim.” Değerli okurum ne olursunuz, lütfen
istirham ediyorum, şu entelliği bırakalım. O çok bilen aydın
havalarından sıyrılalım. Başımız önümüzde her an, her yerde,
her zaman edep içinde, tevazu içinde, saygı içinde, incelik
Gönül Sohbetleri
101
içinde bir Müslüman olalım. Bir tek Âyeti, bir tek Hadisi alfabenin ilk harfi olarak hayatımızda yaşamaya çalışalım. İlk hedefimiz edep, tevazu, saygı ve incelik olsun. Kendimizi kimseden üstün görmeyelim. Yarın Allah’ın huzuruna vardığımız
zaman, kimin kimden üstün olduğu orada ortaya çıkar. Zahiri
gösterişlere, mevki, makam, rütbe, zenginlik, mal, mülk farklarına aldırış etmeyelim. Bizler hiçbirimiz bu devirde Allah’ın
verdiği nimetlere, imkânlara lâyık değiliz. Yüce Allah lütfediyor,
bize imkânlar tanıyor. Bu da bir imtihan. O verilenlerin milyonda
birine dahi olsa lâyık olmaya çalışalım. Çok zor bir dünyada,
çok zor bir toplumda yaşıyoruz. Günahımız başımızdan aşkın.
Bir gün bir hanımefendi anlatmıştı. Trafikte arabası ile giderken
görevli memur durduruyor. Kadın başını camdan uzatarak memura, “Ne oldu?” diyor. “Bir hatamız mı var?” Memur cevap veriyor. “Abla be,” diyor. “Senin her tarafın hata.” Bizler de onun
gibiyiz. Her tarafımız kusur, her işimiz hata. Ne olur ellerimizi
açalım, gözümüz yaşlı, Allah’ım diyelim, kulluk edemedim, affına geldim. Sen bizleri bağışla. Sen bizleri affet.
İşte böyle sayın okurum. İnşallah Allah bizleri de, yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimizi de affeder ve cümlemize
iman ile çene kapamayı nasibeder.
Gönül Sohbetleri
102
Gerçek Şahsiyet
On yedinci Amerika Cumhurbaşkanı bir konuşma yapmak
için kürsüye gelir. Akıllı, dengeli, ne söylediğini bilen bir insandır. Tane tane, yumuşak bir sesle, akıcı bir üslupla konuşmaya
başlar. Bir süre sonra, küstah, kendini bilmez, saygısız bir
milletvekili, alaycı bir ifadeyle kürsüye lâf atar. “Sen,” der,
Cumhurbaşkanına, “biraz da terzilik günlerinden bahset.” Cumhurbaşkanı hiç efendiliğini, olgun tavrını, kibarlığını bozmaz.
Sesin geldiği tarafa döner; “Evet,” der, “ben cumhurbaşkanı
olmadan evvel terzilik yaparak ekmeğimi kazandım. Çoluk çocuğuma dikiş dikerek helâl ekmek yedirdim. Ama ben onurlu,
haysiyetli, ciddi ve dikkâtli bir terzi idim. Bir gün bile, gerek
elbise provalarında, gerek teslim günlerinde aksama olmadı.
Günü gününe, saati saatine işimi yaptım. Bununla da iftihar
ediyorum. Gurur duyuyorum. Asıl utanç duyması gerekenler,
kirli işlerden para kazanarak çoluk çocuğuna haram ekmek
yedirenlerdir.” Meclise bir sessizlik çöker. Deminki terbiyesiz ve
Gönül Sohbetleri
103
saygısız çıkışı yapan adamın yüzü kıpkırmızı olur. Bu, tarihe
geçen, ibret verici, düşündürücü, örnek alınması gereken güzel
davranışlardan biridir.
Çin’de ihtilâl olmuş, Maocu güçler imparatorluğa son vermiş,
idareyi ellerine almışlardır. Son imparator tahtından alınmış,
kendisini küçük düşürmek amacıyla bahçıvan yapılmıştır. Bir
gün ağaçların dibini çapalarken kızıl muhafızlardan biri gelir.
Alay etmek ister imparatorla: “Ooo İmparator Hazretleri, bu ne
düşüş böyle. Dün Çin tahtında oturan bir imparatordun, bugün
çapa yapan bir bahçıvan...” İmparator bu çirkin hitap üzerine
çapasını bırakır, büyük bir edep ve saygıyla; “Sayın muhafız,”
der, “ben sizin gibi düşünmüyorum. Olaya sizin gibi bakmıyorum. Evet dün imparatordum. Tahtta kaldığım sürece görevimi en iyi yapmaya çalıştım. Bugün bahçıvanım. Görevim ne
ise yine onu en iyi yapmaya çalışıyorum. Dün milletime muhatap oluyordum, bugün ağaçlara. Şimdi ağaçlarla konuşuyor,
onlara faydalı olmaya çalışıyorum. Onlarla arkadaşlık yapıyorum. Dün imparator olarak mutluydum. Bugün bahçıvan olarak
mutluyum. Saygılarımı sunarım.” Bu cevap üzerine kızıl muhafız
utanır, yüzü kızarır ve koşar adımlarla oradan ayrılır.
Efendim, bu iki tarihi olay da bize şunu gösteriyor: Mal,
mülk, mevki, makam sahibi olmak başka, şahsiyet sahibi, efendi
karakterli, medeni insan olmak yine başkadır. Bugün ne yazık ki
birtakım kimseler, lâyık olmadıkları makamlara çıkıp, lâyık olmadıkları ünvanları kazanınca kendilerini bir şey sanıyorlar.
Ama insanlık, ama efendilik onlardan o kadar uzak ki. Abuk
sabuk konuşmak, firavun gibi hareket etmek onların başlıca
özelliği. Çok rahat kalp kırıyor, gönül yıkıyorlar. Ve bu kaba
davranışlarından bir nevi gurur duyuyorlar. Geçenlerde televiz-
104
Gönül Sohbetleri
yonda utanç duyarak böyle bir rektörün konuşmasını dinledim.
Evet, rektör olmuş ama adam olamamış. İnsanlıktan, efendilikten, memleket sevgisinden, insan sevgisinden o kadar uzak
ki, çok rahat bir şekilde İmam Hatip Okullarının kapatılmasını
istiyordu. Hayretler içinde kaldım. Gençlik yıllarımı düşündüm.
Hep şu terane tekrarlanırdı; “Efendim, Türkiye’nin geri kalmasına cahil imamlar sebep oluyor. Ne zaman onları okutursak
Türkiye kurtulacak.” İşte İmam Hatip Okulları açıldı. O okullardan memlekete birçok kıymetli gençler yetişti. Sayın rektör
şöyle deseydi, yine ona olan itimadım bu kadar sarsılmaz, bu
kadar kırılmazdım. “Efendim,” deseydi, “Bu İmam Hatip Okulları
iyi güzel de, şu tarafları noksan. O noksanların tamamlanması
gerekir. Yahut şu tarafları fazla, ifrata gidiyorlar, aşırıya kaçıyorlar. Bu yönlerinin törpülenmesi gerekir.” Evet her müessesenin kendine göre zaman zaman birtakım artıları veya eksileri
oluyor. Elbirliği ile efendice, saygılı bir şekilde bunları itidal
çizgisine getirmek hepimizin görevi. Ama böyle yapmayıp da
köküne dinamit koymak, onu havaya uçurmak, işte burası bana
akıl dışı, ilim dışı, insanlık dışı gibi geliyor.
Anadolu’da bir atasözü vardır, çok kullanılır: “Bir kere tökezledi diye bir atı vurmazlar.” denir. Genellikle bu çağdışı, idrak
dışı davranışlar, maalesef toplumumuzda çok sık görülüyor.
Yazık günah değil mi? Yüce Peygamberimiz; “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuruyor. Bize düşen görev, fert
olarak, toplum olarak, her gün, her saat, hatta her dakika daha
iyiye, daha güzele, daha mükemmele gitmek değil midir? Bir
söz vardır. Hatasız kul olmaz derler. Hepimizin hataları var,
hepimizin artıları, eksileri, noksanlıkları veya fazlalıkları var.
Önemli olan, elbirliği ile bunları itidal çizgisine çekmek olmalı.
Peygamberimiz bir Hadisinde; “Hayatta hiçbir konuda itidal
Gönül Sohbetleri
105
dışına çıkmayın. İfrat veya tefritlere gitmeyin. Daima orta
yolda kalın” buyuruyor. Cemaatten biri; “Ya Resulullah hepsi
iyi güzel de, ibadette aşırı gitsek daha iyi değil mi?” diyor.
Peygamberimiz cevaben; “Siz siz olun, ibadette dahi aşırıya
gitmeyin. Çünkü sizden evvel gelen nice kavimler dinde ifrata
gitmek yüzünden helake uğradılar.” buyuruyor.
İtidal çizgisini, ben medeniyetin, efendiliğin, edebin, saygının, güzelliğin ilk harfi olarak görüyorum. Çünkü, insanlık kültür
tarihi baştan itibaren incelenecek olursa, hep insanların başına
ne geldiyse, ifrata veya tefrite gitmeleri yüzünden geldiğini görürüz. Hayatın bir genel çizgisi var, işleyiş kanunları var. Tek
başımıza onları değiştiremeyiz. Altında kalır, eziliriz.
Yıllar önceydi. Olimpiyat müsabakaları yapılıyordu. Televizyonlar müsabakaları günü gününe yayınlıyorlardı. Sıra haltere gelmişti. O günün Bulgar şampiyonu Vasilevski önce
Bulgaristan, sonra Avrupa, sonra da olimpiyat rekorunu kırdı.
Hakem, yaşlı, tecrübeli bir zattı. Vasilevski’ye döndü. “Bırakalım
mı artık?” dedi. Vasilevski, kırdığı rekorların sarhoşluğu içinde;
“Hayır,” dedi, “devam edelim.” Bu sefer hakem çok az bir rakam
ilâve edilmesinde Vasilevski’yi güçlükle ikna etti. Bulgar şampiyonu itiraz etti. Mütemadiyen; “Daha” diyordu. “Daha çok koyalım. Ben onu da kaldırırım. Ben güçlüyüm.” Hakem çok güçlükle Vasilevski’yi durdurdu. “Gel,” dedi, “çok azdan başlayalım,
yavaş yavaş çıkalım.” Biraz sonra o çok az ilâve edilen rakamla
Vasilevski halterin başına geçti. Önce zorlandı, zorlandı, sonra
birden yıkılıverdi. Bir türlü o koca halterci yerinden kalkamıyordu. O konulan küçücük bir ağırlık Vasilevski’yi perişan etmeye kâfi gelmişti. Hayat böyle efendim. Hepimizin kaldıracağımız bir yük var. Taşıyacağımız bir ağırlık var. Haddimizi
Gönül Sohbetleri
106
bilelim. Efendiliğimizi bilelim. Ölçümüzün dışına çıkmayalım.
Güzel başlayalım, güzel bitirelim. Ömer Hayyam bir şiirinde;
“Sevginle gireceğim toprağa,
Sevginle çıkacağım topraktan”
diyor. Bizler de hayatımızı nezih, temiz, efendice yaşayalım,
iman içinde çene kapayalım ki, sonumuz da hayırlı gelsin. Allah
bunu bize de, yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimize de
nasip etsin.
Gönül Sohbetleri
107
Hayat Arkadaşımızı Seçerken
Nelere Dikkat Etmeliyiz?
Günümüzde boşanma davaları gittikçe artıyor. Bir mahkemeye gidiyorsunuz, birbiri ardı sıra aile mahkemeleri sıralanıyor.
Sayıları o kadar çok ki. Ve hepsinde kapılara kadar dosyalar.
İnsan ister istemez ürperiyor. Bu kadar çok dava dosyası ve
onların arkasında ıstırap çeken, uykusuz kalan, gözyaşı döken
nice insanlar. Birtakım kadınlar, erkekler sürekli olarak yakınlarına öbür tarafı kötülüyorlar, atılmadık çamur bırakmıyorlar.
Bazen insanın işitmek istemeyeceği iftiralar onları takip ediyor.
Bir hukukçu olarak bunu yıllarca düşündüm. Yıllarca Yargıtay 2.
Hukuk Dairesi’nin kararlarını takip ettim. Boşanan insanlarla
görüştüm. Sonuç ürpertici oldu. Birçok evliliklerin daha başlangıçta mutlu bir sona ulaşmayacakları aşikârdı.
Bir düğün efsanesi nesiller boyu devam ediyor. Ne demek
düğün? Bizler gariban insanlarız. Kazancımızla ayın sonunu zar
108
Gönül Sohbetleri
zor getiriyoruz. Nemize gerek bizim. Belki Rahmi Koç kızını
evlendirirken düğün yapabilir, ama öyle aileler görüyoruz ki,
ceplerinde düğüne harcayacakları on para yok. Diyeceksiniz ki,
peki nasıl düğün yapıyorlar. Günümüzde mâlum, birçok insanların cebinde düzine ile banka kartı var. Eh, düğün salonları da
değil altı aylık, bir yıllık, iki yıllık mukavele yapıyorlar. Salon
tamam, salonda harcanacak para da tamam. Niye düğün
yapılmasın? Birçok kimse evliliğe borçla giriyor. Daha ilk aydan
itibaren bankalardan ekstreler gelmeye başlıyor. Peki bunları
kim ödeyecek? Daha ilk aydan itibaren sonu gelmeyen münakaşalar, kavgalar başlıyor. Düğün salonu borcu, düğün masrafı borcu, mobilya borcu, yatak odası takımı borcu, halı borcu,
çamaşır makinesi borcu, buzdolabı borcu, bulaşık makinesi
borcu, televizyon borcu… Borç… Borç… Borç… Bitmeyen, tükenmeyen borç. Zamanında ödenmeyen borçların ilâve faizleri.
Önceleri bir cambazlıkla işe başlanıyor. Bir bankadan para
çekiliyor, öbür bankaya yatırılıyor. Kısa bir süre sonra o yol da
tıkanıyor. İnsanların sinir sistemi bozuluyor. Artık, kavgalar bir
saldırı şeklini alıyor. Sonra boşanmak için mahkemeye müracaat ediliyor.
Olay bundan ibaret. Buna ilâveten psikolojik faktörler devreye giriyor. Eş seçiminde asıl dikkât edilmesi gereken hususlar,
ne yazık ki gözden uzak tutuluyor. İki eşin dinleri, inanışları, aile
görgüleri, yetiştikleri ortam farklı ise, kesinlikle o ailede huzur ve
mutluluk olacağına inanmıyorum. Aksini iddia edenler ne yazık
ki ezbere konuşuyorlar. Bu, o kadar önemli bir faktör ki. Hele
çocuk olduktan sonra en büyük anlaşmazlık ortaya çıkıyor.
Çocuğa hangi inanç aşılanacak? Çocuk hangi kriterlere göre
yetiştirilecek? Kadın “Ben anneyim,” diyor. “Onu dokuz ay karnımda taşıdım. Onu geceli gündüzlü olağanüstü bir çaba ile ben
Gönül Sohbetleri
109
yetiştiriyorum. O sabahtan akşama kadar benim etkim altında.
Tabiidir ki benim dediğim olacak.” Erkek buna şiddetle karşı
çıkıyor. “Hayır,” diyor. “Ben bu evin erkeğiyim. Reisiyim. Babasıyım. Benim dediğim olacak. Çocuk, benim inancıma göre yetiştirilecek.” Haydi bakalım, çıkın işin içinden. Pek tabi, bu içinden çıkılmaz durum mahkemeye intikal ediyor. On binlerce
dosyaya bir dosya daha ilâve ediliyor. Ne yazık ki günümüzde
kızın fiziksel güzelliği, erkeğin cebinin dolgunluğu hep ön plânda oluyor. Sigara içen, içki içen, kumar oynayan, mâlum kadınlara giden erkekler için bile bile, göz göre göre “Aa,” diyorlar,
“Adamın malı, mülkü var. Parası var, dövizi var. Mevkii, makâmı
var.” Başka söz söylemiyorlar. Bir erkek şurada, burada gördüğü güzel bir kıza hemen tutuluveriyor. Evet, o kızın şurası
burası güzel olabilir ama aynı zamanda edepli mi? Saygılı mı?
Büyüklerine hürmetkâr mı? Kültür durumu nasıl? Onun şu veya
bu okulda okuması kesinlikle onun bir kültüre sahip olduğunu
göstermez. Böyle düşünürsek sadece kendimizi aldatmış oluruz. Acaba gelinle damat bir araya geldikleri zaman ikisi arasında bir uyum olacak mı? Güzel bir dialog kurulacak mı? Mesele burada.
Geçen gün bir taksiye bindim. Taksi şoförü, asil, kibar,
efendi bir insandı. Yıllardır tanıyordum. O gün çok üzgündü.
Sebebini sordum. Kızı üniversiteyi bitirmiş, imtihanla bir işe
girmiş. Bir gün bir komşuları geliyor. “Bizim bir tanıdığımız var.
Üniversite mezunu. Saygın bir görevi var. Biz bu gençlerin
evlenmesini uygun gördük. Ne dersiniz?” diyor. Gençler tanışıyor. Bir araya geliyorlar. Kız karşı tarafın ailesini soruyor.
“Babanız kimdir, özellikleri nelerdir?” diyor. Genç bu sorudan
rahatsız oluyor. Kıza babası için; “Aman canım,” diyor, “bırak şu
hanzoyu.” Kız bundan fevkalâde rahatsız oluyor. Derhal kal-
110
Gönül Sohbetleri
kıyor, “Ben, babasına hanzo diyen bir insanla konuşamam”
diyor ve geri dönüyor.
Günümüzde aynı inanışın bile değişik muhitlerde çeşitli tezahürleri oluyor. Bunlara çok dikkât etmek gerekiyor. Yalnız
kızın güzelliği, yalnız erkeğin zenginliği mutlu olmak için yetmiyor. Değil inanışlar, töreler, görgüler bile farklı olunca ortaya
çok tatsız durumlar çıkıyor. Kadınla erkek ilişkileri son derece
dikkât, ihtimam ve incelik istiyor. Necip Fazıl Kısakürek, “Bir
Adam Yaratmak” piyesinde diyor ki:
“Kadınla erkek arasında öyle hassas bir cazibe muhiti
var ki, en olmayacak sebeplerle bir anda renk gibi uçar,
duman gibi dağılır. Artık hiçbir gayret ve fedakârlık onu
geriye iade edemez.”
Bir arkadaşım vardı, rahmetli Aytekin Bey. Eşi Özden Hanımla beraber örnek bir yuva kurmuşlardı. Evlendikleri zaman
biri genel müdür, biri de bir kız okulunun müdiresi idi. Ellerindeki
imkânlara göre bir somya, bir minicik masa, birkaç çatal kaşık,
iki tencere alarak evlerini açmışlardı. Sonra yavaş yavaş her
şeyleri oldu. Ama borç etmeden, ama kimsenin önünde boyun
eğmeden. Onları tanıyanlar önce hayretler içinde kalıyorlar,
sonra takdirlerini, saygılarını, hayranlıklarını sunuyorlardı. O
kadar nezih, güzel, örnek bir evlilikleri oldu ki… İkisi de birbiri
ardı sıra Rahmet-i Rahmana kavuştular. Nur içinde yatsınlar.
Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerlerine olsun.
Rahmetli eşim Rânâ Hanımla beraber kırk dört yıl evli
kaldık. 14 Şubat 2006 tarihinde Hak’ka göçtü. Bu kırk dört yıl
içinde bir kere dahi olsun münakaşa etmedik. Birbirimizi kırıp
incitmedik. İlk gün başlayan sevgi, saygı kırk dört yıl devam etti.
Gönül Sohbetleri
111
Bazen eş dost merakla sorarlardı. “Sabri Bey, bunun sırrı ne?”
diye. “Çok basit,” derdim. “Medeni ve dini nikahımız kıyıldıktan
sonra evimize geldik. Kapıdan içeri giriyoruz. Rahmetli eşime
“Bak Rânâ,” dedim. “İkimiz de hukukçuyuz. Bir mukavele yapalım. Diyelim ki, bu evde ne senin dediğin olacak, ne benim
dediğim olacak. Yalnız Allah’ın ve Peygamberin dedikleri olacak.” Rânâ memnuniyetle kabul etti ve son nefesini verinceye
kadar ikimiz de bu mukaveleye sadık kaldık. İkinci husus para
meselesiydi. Biliyordum ki birçok evlilikleri yıpratan hep parasal
sorunlar oluyordu. Rahmetli eşime teklif ettim. “Rânâ,” dedim,
“Ben maaşımı alınca sana vereyim. Evi sen idare et. Benim
sigaram yok, içkim yok, kumarım yok, yalnız kitapları çok seviyorum. Onları alabilmem için bana harçlık verirsin.” Eşim bu
teklifimi kabul etmedi. “Hayır Sabri,” dedi. “Olmaz. Evi sen idare
et. Bana harçlığımı ver.” Ve bir ömür boyu bizim evde para lâfı
edilmedi. Bir gün babam Hak’ka göçtü. O, kaloriferli bir daire
almak istiyordu. Yıllarca para biriktirmişti. Ben onun ruhunu
ancak onun istediği gibi bir daire alarak şâdedebilirdim. Daire
alırken elimizdeki para yetmedi. Müteahhide bir miktar borçlandık. Müteahhit, uzun vade kabul edemem dedi. Aylık borcumuzu verdiğimiz zaman elimize ancak kuru ekmek parası
kalıyordu. Borcumuz ödenene kadar kuru ekmek yedik. Çünkü
borçlu bir insanın katık alması bile doğru değildi. Evi yerleştirdik.
Sonra annemi babamın istediği kaloriferli daireye yerleştirdik.
Annem vefât edinceye kadar beraber oturduk. Annemle gelini
arasında bir kere dahi olsa en ufak bir sürtüşme, tatsızlık,
münakaşa olmadı. İki taraf da birbirine son derece saygılıydı.
Allah gani gani rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Annem de çok
hassas, çok dikkâtli, çok saygılı bir insandı. Hep merak ederim,
gelin kaynana sürtüşmesi niye olur diye. Sonsuz şükürler olsun,
112
Gönül Sohbetleri
ben onu ne çocukluğumda, ne evliliğimde görmedim. Bir atasözü vardır. “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur.” diye.
Ben o söze bütün kalbimle inanıyorum. Önemli olan aynı ruhta,
aynı inanışta, aynı duyuşta olan iki insanın Allah’ın huzurunda
el ele vererek birbirleriyle en güzel şekilde sevgi ve saygı ile
hayatlarını sürdürmeleri değil midir? Ne olur günümüz insanları
paraya, pula, mala, mülke, fiziksel güzelliğe aldanmadan bilinçli
bir şekilde Allah’ın huzurunda ebediyet bağlılığı ile birleşecekleri
bir eş seçseler. Önemli olan Allah’ın ve Peygamberin istediği
şekilde nezih, temiz, güzel bir yuva kurmak değil midir? İnşallah
sevgili gençlerimiz böyle yuva kurarak dünyalarını cennete
çevirirler. Bunu, Allah bütün gençlere nasibeder inşallah.
Gönül Sohbetleri
113
Çanakkale Savaşının Derin Anlamı
Bir yıldır evimin duvarını süslüyor. Çanakkale’ye giden dostlar o tabloyu getirdiler. Gencecik, çocukluktan yeni çıkmış gibi
gözüken iki Anadolu genci. Fotoğraflarını çekmiş birisi. Üzerlerindeki giysi kelimelerle anlatılmayacak kadar eski, yıpranmış.
Hani, dökülüyor diye bir kelime vardır. İşte öyle. Ama o iki
gencin bakışları çakmak çakmak. Aşk dolu, iman dolu, vatan
sevgisi dolu. Azim, irade dolu bakışlar. Çanakkale’de savaşan
askerlerimizden ikisinin fotoğrafı. Bir yıl evvel getirmişlerdi. Çalışma masamın yanındaki duvara astım. Bir yıldır ürpererek
bakıyorum. O yırtık elbiseli iki asker, bana azmin, iradenin, mücadele gücünün, hayat enerjisinin, vatan sevgisinin bir simgesi
gibi geliyor. Ürperiyorum. Bazen ağlıyorum. Allah’ım, diyorum.
O Çanakkale Harbi’nde nasıl büyük bir aşk, bir iman vardı ki, o
günün büyük devletlerinin hepsine kan kusturdu. Onların mağrur suratlarını yerle yeksan etti, rezil etti, paçavraya çevirdi. Ve
birden dudaklarımdan Akif’in mısraları yükseliyor;
114
Gönül Sohbetleri
“Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada bir eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi”
Sanırım dünya harp tarihinde Çanakkale Savaşı’nın bir eşi,
bir benzeri görülmemiştir. Bir tarafta o günün tekniğine göre en
ileri gemiler, uçaklar, toplar, silahlar. Hepsi en güzel şekilde
beslenmiş, giyinmiş, teçhizatlanmış düşman askerleri. Beri
tarafta aylardır güzel bir yemek bulamamış, giyecek elbise,
atacak silah bulamamış, ama göğüsleri aşk dolu, iman dolu
Anadolu çocukları. İki tarafta bu kadar zıddiyetin bulunduğu bir
savaşı ben hatırlamıyorum. Aslında Çanakkale, Türkün varlığına son vermek isteyen güçlerin bir ön denemesi. Bana göre
eğer Çanakkale’de kaybetseydik, Kurtuluş Savaşı’nda da başarılı olamazdık. 276 kiloluk top mermisini sırtında taşıyarak
namlunun ucuna süren Seyit Onbaşı. Batı harp tarihinde aklın,
havsalanın almayacağı bir olay. Söylesek bugün bile çoğu
inanmaz. Ama o iman gücü var ya, o Allah aşkı, o Peygamber
aşkı var ya, onun yanında bütün sayısal, matematiksel gerçekler mahkûm olmaya mecburdur.
Harp bitmiştir. İngiliz Parlamentosu toplanıyor. Devrin başbakanı feci bir eleştiri yağmuru altında adeta topa tutuluyor.
Milletvekillerinin biri bitiriyor, biri başlıyor. Başbakan yerden yere
vuruluyor. Başbakan kendini savunmak için ağır adımlarla kürsüye geliyor. Konuşmaya başlıyor. Elinde tuttuğu bir kitabı ağır
ağır havaya kaldırıyor. “Arkadaşlar,” diyor. “Bu kitabı görüyor
musunuz? Bunun adı Kur’an-ı Kerim. Türk Milletinin inandığı bir
kitap. Siz beni ne zamandır eleştiri yağmuru altında yerden yere
vurdunuz. Belki haklısınız. Ama şunu unutmayın ki, bu kitap
olduğu sürece, Türk Milletinin kalbi bu kitap için çarptığı sürece,
sâde İngilizler değil, bütün dünya bir araya gelse Türkleri ye-
Gönül Sohbetleri
115
nemez, mağlup edemez. Kusura bakmayın, siz burada ezbere
konuşuyorsunuz. Gazetelerde okuduklarınıza göre ahkâm kesiyorsunuz. O harbi görmediniz. O harpte, o kadar zor şartlar
altında yaşayan, o imkânsızlıklar içinde çırpınan insanların sinelerindeki aşka şahit olmadınız. Bunu bilemeyen insanların,
göremeyen insanların realiteyi bütün boyutlarıyla objektif olarak
görebilmelerine imkân ve ihtimal yoktur. Son olarak şunu söylemek isterim. Bizler bu kitapla (Kur’an-ı Kerim’le) bu Milletin
arasını açmadığımız sürece, yeni mağlubiyetler, yeni hezimetler
kaçınılmaz olacaktır. Karar sizin. Durumu takdirlerinize arz ediyorum.”
Çanakkale Savaşı, hiçbir kalemin, hiçbir yazarın bütün nüanslarıyla anlatabileceği bir durum değildir. Onu anlatmak isteyen dil susar, kalem kırılır. Aklın, izanın, idrakin alamayacağı
muhteşem bir olaydı o. Onu ancak yürekten inanan, inancını,
aşk haline getiren, inancının önünde her şeyini geride bırakan
insanlar hissedebilir. Vatan aşkı ne mübarek bir duygu. Bütün
aşkların, bütün heyecanların üzerinde... Kalbinde vatan aşkı
olmayan bir insanın toprağı için, bayrağı için her an ölümü göze
alamayan, hayatını kaybetmekten korkan bir insanın ben onuruyla, şerefiyle, haysiyetiyle yaşayabileceğine inanmıyorum,
açık söyleyeyim. Bunun aksine söylenecek her söz bence palavradan başka nedir ki. Vatanı olmayan bir insanın, ne namusu, ne şerefi, ne haysiyeti olabilir. O, ayaklar altında bir paçavra gibi çiğnenmeye mahkûm, sefil bir yaratıktır. Bir şairimiz;
“Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır” diyor. Sanırım
Çanakkale Harbi’ni özetleyecek en güzel, en anlamlı, en muhteşem söz budur. Ve Allah’ın izniyle ilelebet bu mübarek topraklar üzerinde bir bayrak gibi dalgalanacaktır. Her aile arada
çocuklarını Çanakkale’ye götürmeli, o mübarek şehitlerimizi
116
Gönül Sohbetleri
ziyaret ettirmelidir. Onların mübarek ruhlarına okunmalıdır. Her
birimizin evlerinde tablolarla, plaketlerle, nişanlarla, kitaplarla
Çanakkale’den bir iz bulunmalıdır. Ben, Çanakkale Harbi’ni sadece bir harp olarak görmüyorum. O, aynı zamanda hem bizler
için, hem yeryüzündeki bütün duyan, düşünen, hisseden, tefekkür eden insanlar için azmin, mücadele gücünün, zafere
inancın bir simgesi olmalıdır. Demek ki insanoğlu bir hususu
aşk haline getirince, o aşk onun vücudunun bütün hücrelerini
kaplayınca, onun yapamayacağı, mağlup edemeyeceği hiçbir
şey yoktur. Yunus Emre bir şiirinde; “Aşk gelicek, cümle
eksikler biter” diyor. Çanakkale Harbi’nde de öyle oldu. Aşk
geldi, dağ gibi zorlukları tüy gibi aştı, devirdi, yok etti. Bizler de
hayatımızın her anında, özellikle üzüldüğümüz, kırıldığımız,
bedbinleştiğimiz, yaşama sevincimizi kaybeder gibi olduğumuz
zamanlarda, Çanakkale şehitlerinden, onların mübarek ruhlarından yardım istemeli, onları düşünmeli, hatırlamalı, onlardan
güç almalıyız. Allah, cümlesinin ruhunu şâd etsin. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati hepsinin üzerine olsun... Âmin...
Gönül Sohbetleri
117
Olaylar ve İnsanlar
İçinde yaşadığımız hayat tam mânâsıyla bir kaos manzarası
gösteriyor. Gazeteler, radyolar, televizyonlar her gün zehir kusuyorlar. Hırsızlar, rüşvetçiler, dolandırıcılar, gaspçılar, tecavüz
edenler, Meclis kürsüsünden birbirlerine en ağır hakaretleri
savuranlar, adına okul denilen, bugün artık bıçakların, tabancaların, kesici âletlerin, uyuşturucuların içinde cirit attığı mekânlar. Geçen gün televizyonda gördüm. Bir okul müdürünü
öğrencisi evire çevire dövmüş. Ağzını burnunu kırmış. Adamı
hastaneye götürmek için sedye getirmişler. Sedyeyle götürülürken bir kameraman soruyor; “Sayın Müdür,” diyor, “işin iç
yüzü nedir?” Adam tam bir vurdumduymazlık içinde; “Olur böyle
şeyler.” diyor. “Bu normal bir olay.” Sabahleyin televizyonda
dinledim. İki katlı bir okul ikiye bölünmüş. Bir bölümünde zengin
çocukları okuyorlar. Onların oturdukları sırada, bilgisayarlarına
kadar, yedikleri yemeğe kadar her şey farklı. Bir grup fukara
çocuğu. Oturdukları sıradan, yedikleri yemeğe kadar her şeyleri
118
Gönül Sohbetleri
dökülüyor. Sorumlu kişi; “Bu münferit bir vakadır. Olur böyle
şeyler,” diyor. İstanbul’da Bahçelievler semtinde fukara çocuklarının barındığı bir yurt var. Bu yurtta on iki, on üç yaşındaki kız
çocukları fuhşa zorlanıyor. Bir şahıs bunu öğreniyor. Derhal
İstanbul’a gidiyor. Gece, Bahçelievler’deki çocuk yurduna bir
baskın yapıyor. Derhal bir yoklama yaptırıyor. Yaşları on iki ile
on üç olan otuz üç kız çocuğu yok. Arkadaşlarından soruşturuyor. “Efendim,” diyorlar, “arkadaşlarımız fuhşa gittiler.” Bu
şahsın bu girişimi bütün televizyon kanallarında ve bütün televizyonlarda duyuruldu. Yetkili kişi, insanlık tarihinde misli görülmedik bir yırtıklık ve pişkinlik içinde; “Bana,” diyor, “resmen
müracaat olmadı. Resmi müracaat olmadıkça ben takibata geçmem.” Bunu işitmek beni çılgına çevirdi. Uzun uzun ağladım.
Ne yana bakarsak bakalım hep bir hayal kırıklığı, yüzümüzü
güldüren ne bir söz, ne bir ses. Sadece acı, ıstırap, yalnızlık ve
gözyaşı. Bu satırları okuyanların içinde beni karamsarlıkla,
bedbinlikle suçlayanlar olabilir. Ben de onların izanından, idrakinden, namusundan, haysiyetinden şüphe ederim. Ankara’da
mevki, makam sahiplerinin, zenginlerin çocuklarının gittiği bir
kolejde uyuşturucu partileri yapılıyor. Hayatlarının baharında
pırıl pırıl çocuklarımız aldıkları uyuşturucudan bazen öksürürlerken, bazen bayıIırlarken bir arkadaşları olup bitenlerin fotoğrafını çekiyor. Gazeteciler o okulların başkanına gidiyorlar.
Adam pişkinlikle; “Aman canım,” diyor, “büyütmeyin. Çocuklar
şakalaşıyorlar.”
Bu misâllerin daha yüzlercesini verebiliriz. Bize bir şeyler
oluyor. Açıkçası düşman içimize sızmış, Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da yapamadığını, içimizde yetiştirdiği ajanları
ile burada yapıyor. Truva atı olayı tekrarlanıyor. Peki, bütün
bunların karşısında ne yapabiliriz? Elimizden ne gelir? Nasıl bir
Gönül Sohbetleri
119
tavır almamız gerekiyor? Madem ki bizim inancımızda kaçmak
yok, savaşı terk yok, korkmak yok, o halde geriye tek ihtimal
kalıyor: Mücadele etmek. Sonuna kadar, son nefesimizi verinceye kadar mertçe, yiğitçe, insanca, efendice, medenice mücadele etmek. Türkler İstanbul’a girmeye başlamışlardır. Yıl
1453 Mayıs’ın sonu. Sadık adamları, Bizans İmparatoru’na giderler. “Efendim,” derler, “Türkler geliyor. Size bir hizmetkâr
elbisesi giydirelim, sarayın arka kapısından kaçıralım.” İmparator şiddetle reddeder. “Hayır,” der. “Ben bir imparatorum. Bize
yakışan sonuna kadar savaşa savaşa can vermektir.” Bunun
öyküsünü okuduğum zaman ilkokul ikinci sınıftaydım. Rahmetli
amcam bir kitap getirmişti hediye: İstanbul’un Fethi. Günlerce o
kitabı heyecan içinde okudum. Bizans İmparatoru’nun sözü beni
çok duygulandırmıştı. O gün karar verdim. Ben de vatanım için,
toprağım için, bayrağım için, şehitlerimizin kanı için Allah müsaade ederse, son nefesime kadar mücadele edecektim. Bugün
yetmiş beş yaşıma geldim. Emekliyim. Televizyon konuşmalarıyla, internetteki sitemle, dergilerdeki yazılarımla, konferanslarımla, kitaplarımla gecemi gündüzüme katarak, canımı dişime
takarak mücadele veriyorum. İlk yapacağımız iş budur. Teslim
olmamak, bayrağı dik tutmak. Artık bizim, falanca beni seviyor,
filanca sevmiyor, falanca arıyor, filanca aramıyor gibi küçük
hesaplarla alâkamız kalmayacak. Kestirip atacağız. Seven de
sağ olsun, sevmeyen de diyeceğiz o kadar.
İkinci yapılacak iş; herkes kendi imkânlarına göre (maddi,
mânevi), kimi yazı yazacak, kimi okul yaptıracak, kimi cami
yaptıracak. Kimi istidatlı ve fakir çocukları bulup okutacak. Kimi
hastaları tedavi ettirecek. Kimi hastaları ziyarete gidecek. Kimi,
dertli insanların ıstırabını, gözyaşını paylaşacak. Kimi açları
doyuracak. Kimi fakir kızların çeyizine yardım edecek. Kimi
120
Gönül Sohbetleri
hayatta hiç kimsesi kalmamış, yaşlı, hasta insanları ziyaret
edecek, onlara nasıl faydalı olacaklarını soracak...
Yapılacak üçüncü husus; memleket için, vatan topraklarının
bütünlüğü için, bayrak için, şehit kanını çiğnetmemek için mücadele veren derneklere, teşekküllere imkân nispetinde yardımcı olmak.
Dördüncü husus; olanca imkânlarımızla kendimizi yetiştirmeye çalışmak. Bildiklerimizi hayata tatbik etmek, boşlukta bırakmamak. Televizyonlarda, incir çekirdeğini doldurmayan ukalaca lâflarla kafa şişiren “entel”lerden olmamak.
Beşinci husus; iyinin, güzelin, doğrunun peşinde koşan ve
çalışmalarındaki dikkâti, temizliği, dürüstlüğü ile emsallerine
örnek olan “Hakses” gibi yayın organlarını desteklemek. İçindeki
güzel yazıları gerek ev halkına, gerek gelen misafirlere okuyarak derginin tanıtımında yardımcı olmak.
Altıncı husus; yurt dışına giden dost, akraba, hemşerilerle
ilgilenmek. Onlarla ilişkimizi kesmemek. Faydalı yayınlarla onların fikren ve ruhen beslenmelerinde karınca kararınca yardımcı
olmak.
Yedinci husus; gücümüz yettiği kadar Kur’an ve Hadis’te
derinleşmek. Bu konuda çıkan kitapları okumak. Daha önce
çıkanların üzerinde durup düşünmek. Çağa uygun düşünceleri
geliştirmek. Kendimizin, ailemizin, çevremizin problemlerini halletmede bilim adamları ile istişare etmek.
Sekizinci husus; en azından bir yabancı dili rahatlıkla okuyup yazacak kadar öğrenmek.
Gönül Sohbetleri
121
Dokuzuncu husus, günlük hadiselerin zâhiri sonuçlarıyla
yetinmeden, onların kökenlerindeki gerçek sebepleri anlamaya
çalışmak.
Bu yolda kafa yormak. Bugün Filistin halkının yıllardır çektikleri çile yetmiyormuş gibi, bir de içlerindeki beyinsizler yüzünden birbirinin kanına susayan iki gruba ayrılması gibi. Beyinsizlikler karşısında ürperip, titreyip, bunun sebeplerini araştırmak.
Onuncu husus; imkân nispetinde, gücümüz yettiği kadar,
gerek yurt içinde, gerek yurt dışında seyahatler yapmak. Dünya
nereye gidiyor? İnsanlığın gidişi nereye? Bunlara çözüm aramak.
Ve bütün bunlardan sonra çevre tarafından yanlış da anlaşılsak, haksız olarak birtakım insanların husumetine de muhatap olsak, içimizdeki en temiz, en nezih, en yüce duygulara
karşılık karşı taraftan sadece sıkılmış yumruklar da görsek, yine
de gözyaşlarımızı içimize akıtarak, acılarımızı bağrımıza basarak, son nefesimize kadar doğrunun, iyinin ve güzelin peşinde
olmak. Ve bütün bunlara mukabil hiçbir çıkar, menfaat, küçük
hesap gözetmemek. Sadece ama sadece Allah rızası için bir
cephedeymişiz gibi çarpışarak son nefesimizi vermek.
Bunları yapabilenlere ne mutlu. Allah onların hepsinden razı
olsun.
Gönül Sohbetleri
122
Sayın Sabri Tandoğan ile Söyleşi
Efendim,
Siz çok sevgili büyüğümüze ve bütün dostlara sonsuz
esenlikler ve güzellikler dilekleriyle bir kez daha gönül dolusu
selâmlar, sevgiler, saygılar...
Efendim, bugün, birçok insan için umut kaynağı ve örnek bir
şahsiyet olan siz çok değerli büyüğümüzü biraz daha yakından
tanıyabilmek, dünyanızdan kesitler sunarak ışığınızdan daha
fazlasını alabilmek üzere bir sohbetinizi sunmak istedik, inşallah
okuyanların da bu satırlardan yudum yudum birçok güzelliklere
ulaşabilmesi dilekleriyle...
Bizlere kattığınız bütün güzellikler için, yedi milyar insana
ayrım yapmadan sevgi yumağı bir baba olarak davrandığınız
için siz çok değerli büyüğümüze bir kez daha sonsuz teşekkürler ediyor, dünyanın bütün çiçeklerinden bir buketle birlikte sevgilerimizi ve hürmetlerimizi sunuyoruz...
Gönül Sohbetleri
123
Hepinize hayırlı günler dileğiyle efendim,
Hoşçakalın...
Çiğdem Seçkin Gürel
Bir Örnek Yaşantı, Bir Örnek İnsan: SABRİ TANDOĞAN
– Efendim, siz çocukluğundan itibaren her dakikasının hakkını vererek yaşamış ender kimselerden birisisiniz. Yaşama
sanatının en güzel bir ustasısınız. Bunu sizin çeşitli zamanlardaki sohbetlerinizden ve yazılarınızdan öğreniyoruz. Biz de
bugün sizin bu çok özel yaşanmış hayatınızdan kesitler sunmak
istedik örnek olması düşüncesiyle.
Bunun için müsaadenizle çocukluk, hatta bebeklik yıllarınızla
başlayabilir miyiz? O günlere ait ilk hatırladıklarınız nelerdir?
Bir buçuk yaşımdan itibaren olayları hatırlarım. Meselâ
Ermenek’e gelmiştik, o yolculuk hatırımdadır. Yine hatırlıyorum,
beni uykuya yatırırlardı ama ben uyumazdım. Ampule bakardım. Gözüme ışıklar akardı. Bayılırdım o çizgi çizgi ışıklara.
Uyumaz, hayran hayran onları seyrederdim.
– Çocukken de mi az uyurdunuz?
Evet.
– Rahmetli Sabiha Anne sizin doğduğunuz zamanlarla ilgili
özel olarak neleri hatırlar, anlatırdı?
Ben doğmuşum. Annem rüyasında benim göbeğimden bir
ağaç çıktığını görmüş. O ağaç büyüyerek bütün dünyayı kap-
Gönül Sohbetleri
124
lamış. Ben anne sütü almamışım bebekken. Onun yerine bana
fosfatin falyer adlı bir mama yedirmişler. Bir gün annem eczaneye gitmiş mama almak için. Parası bütünmüş. Adam “sonra
ödersiniz” deyip mamayı vermiş. Annem eve gelmiş, bana o
mamadan pişirmiş. Çok aç olmama rağmen yememişim. Annem
şaşırmış, bunda bir hikmet var diye düşünmüş. Sonra adamın
parasını götürmeyi unuttuğunu hatırlamış ve sabahleyin hemen
götürmüş. Sonra gelmiş, bu sefer mamayı almışım. Bunun izahı
mümkün değil tabi. Belki ben o zaman mamadan yeseydim,
annem parayı vermeyi tamamen unutacaktı.
– Okuma aşkınız ne zaman başladı?
Henüz üç buçuk yaşındaydım. Nasıl oldu bilmiyorum, okuma
yazma öğrenmek istedim. Alt katta bir komşumuz vardı. Üç
öğretmen kızı vardı: Şöhret Abla, Sebahat Abla, Münire Abla...
Onlar her sabah okula gitmeden önce gider “Bana okuma yazma öğretin.” derdim. Bir iki, baktılar olacak gibi değil, sonunda
öğrettiler. Bir haftada öğrendim.
– Okul hayatınızda arkadaşlıklarınız nasıldı? İyi arkadaşlarınız var mıydı?
Ben herkesle iyi geçinirdim. Ama seçilmiş bir yalnızlığım
vardı. Baktım hayatın gidişine, insanlara, yalnızlık bana güzel
göründü. Evimizin terasında benim bir çadırım vardı. Yazları
orada yaşardım. Yemeğim çadırın önüne bırakılırdı. Uzun uzun
düşüncelere dalardım.
- Tefekkür ederdiniz yani?
Gönül Sohbetleri
125
Evet. Düşünürdüm: Niçin yaşıyoruz, neden dünyaya geldik,
yaşamamızın gayesi nedir? Sürekli düşünürdüm... Ama öğlene
kadar da çocuklarla çılgınca top koşturmuş olurdum. Öğlene
kadar çocuklarlaydım, öğleden sonra kendimle yani... Öğlene
kadar çocukluk, öğleden sonra ihtiyarlık... Şimdi Türkçe’de münzevi diyorlar. Öyle tek tip değildim.
– Bu çadır fikri de nereden çıkmıştı, kim öğütledi?
Hiç kimse. O yaştaki çocuğa kim ne der?
– Peki anne babalar çocuklarını tefekküre yönlendirmeli mi o
yaşlarda?
Bu zorla olmaz. Ama çocuk güzel sorularla düşünmeye
teşvik edilebilir. Meselâ ağaç nedir, aklına nasıl birisi geliyor iyi
insan denilince gibi sorular ona sorulabilir.
– Anneniz çalıştığı için size babaanneniz bakmış. Ondan
çok şey öğrendiğinizi söylüyorsunuz hep. Nasıl bir kimseydi
babaanneniz?
Babaannem yirmibeş yaşında iken en büyüğü onüç yaşında
olan, biri de karnında beş çocukla dul kalmış bir hanımdı. Uzun
boylu ve heybetli idi. Dedem vefat edince nakış yapmaya başlamış babaannem. En büyük oğlu olan babam da Ermenek’ten
ceviz alır, at sırtında Anamur’a, Mut’a götürür satar, oradan da
Ermenek’te para edecek mallar alır, getirirmiş. Bir kış günü, at
sırtında giderken gece olmuş. Kar bastırmış. Babam Toroslarda
yüksek dağ geçitleri olan yollardan geçerken iyice korkmaya
başlamış, titriyormuş. O arada bir yaşlı adam belirmiş, yaklaşmış. “Yavrum,” demiş, “hiç korkma. Şimdi gözlerini kapat.
126
Gönül Sohbetleri
Kendini sabaha Anamur’da bulacaksın.” Sonra birden gözden
kaybolmuş. Babam dediklerini aynen yapmış adamın, sabah
gözlerini açtığında at sırtında Anamur’a giriyorlarmış. Hızır
Aleyhisselam’mış o gece yanına gelen kimse.
Babaannem bütün çocuklarını okutmuş, yetiştirmişti. En son
da beni yetiştirdi. Bana göre veli bir hanımdı. Bana hâl diliyle
örnek oldu. Hiçbir zaman bunu neden böyle yaptın demedi. Bir
gün akşama misafir gelecekti. Babaannem arabaşı çorbası
pişirmişti. Tencereyi sobanın yanına getirdi. Ben de içerde o
zamanların plonjonları ile meşhur kalecisi Cihat Arman’ı taklit
etmeye çalışıyorum. Topa atlayıp yakalayım derken, ayağım
çorba tenceresine takıldı. Bütün halı çorba oldu. Orada dondum, kaldım. Kımıldayamıyordum. Babaannem hiçbir şey demedi. Önce halıyı bir güzel temizledi. Sonra giyindi, çıktı, yeniden malzeme almış, geldi. Çorbayı yeniden pişirdi.
Misafirlere çeşit çeşit yemekler yapar ama kendi ekmek
ceviz yerdi. Bir gün sordum, “Babaanne,” dedim, “evde bir sürü
yemek var, niye ekmek ceviz yiyorsun?” “Yavrum,” dedi, “ben
bunu sana anlatamam ki.” Sonra anladım ki, babaannem riyazet
yapıyordu. Yere düşürdüğü bir tek pirinç tanesini bile mutlaka
arar bulurdu. Bir gün yine böyle düşürdüğü bir pirinç tanesini
ararken “Amaan babaanne,” dedim, “niye bir pirinç tanesi için
kendini bu kadar yoruyorsun?” O güne kadar beni hep seven,
okşayan babaannem birden sertleşti, “Ooo, küçük beyimiz
sobanın yanında oturmuş ahkâm kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü, ne kadar zorluk çekiyorlar haberin var mı?”
dedi. O kadar utanmıştım ki. Yıllar sonra “Acı Pirinç” filmini
seyredince, pirinç işçilerinin çilesine tanık olunca babaannemi
daha iyi anladım.
Gönül Sohbetleri
127
Onun birçok sözleri hâlâ hatırımdadır:
“Allah, kara gecede kara taşın üstündeki kara karıncanın
bile rızkını düşünür.”
“Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar.”
“İt tekkeyi (takkeyi) ne yapacak, dingilderken düşürür.”
“Yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur.”
“O kırk puşttan kırk muşta yemiş.” (hayat tecrübesi çok olan
kimseler için)
“Bir elin âsâ, bir elin kese olsun.” (kızdığı kimselere)
“Kuyruğu tava sapına dönmüş” (bir işten çok keyif almış
kimseler için)
…
Babaannem, anneme çok büyük saygı gösterirdi. O içeri
girince oturduğu yerden ayağa kalkar, “Buyur, Sebihanım”
derdi. Annem de babaannemi çok sever, “Anneciğim, lütfen
rahatsız olmayın, ben siz ayağa kalkınca çok rahatsız oluyorum” derdi. Babaannem, “Ah yavrum, ben gelinime ayağa
kalkmayacağım da kime kalkacağım” diye cevap verirdi. Annem, babaannem için “O benim annem” derdi. Annem kendi
annesini altı yaşında, ablalarını yedi yaşında kaybetmişti.
Ben, ne annemle babaannem arasında, ne de kendi eşimle
annem arasında gelin-kaynana kavgasına şahit olmadım, çok
şükür.
128
Gönül Sohbetleri
– Efendim, sizin ilk öğretmenleriniz babaanneniz ve anneniz
olmuş, hâl diliyle örnek olmuşlar size. Peki ilkokula başladığınızda neler hissettiniz? Aradıklarınızı bulabildiniz mi okulda?
Hayır. Çünkü ben ilkokula başladığımda bir kitaplık dolusu
kitap okumuştum. Öğretmen tahtaya harfleri yazdı. Ben gülmeye başladım. Hoca, “Madem öyle, gel bu kitabı oku bakalım”
dedi. Meğer o aralar Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserini okuyormuş. Başladım okumaya. Hoca şaşırdı, “anlaşıldı,”
dedi, “biz ders yaparken sen şöyle otur, istediğini oku. Bu kitabı
tiyatro sanatkârları bile bu kadar akıcı okuyamazlar” dedi. O
zamanlar sınıf atlama yoktu, mevzuat uygun değildi.
Okul hayatım hep bu şekilde devam etti. Bir gün lisede
sömestr tatiline girmeden, hoca, “Tatilde Fransız İhtilâlini kitaptan çalışın gelin, dönüşte anlattıracağım” dedi. Ben gittim, Albert
Sorel’in üç ciltlik “Fransız İhtilâli” adlı eserini aldım, okudum.
Sömestr tatili bitti. Hoca derste sordu, kimler hazırlandı diye.
Herkes başını önüne eğdi. Ben el kaldırdım. Tahtaya çağırdı.
“Fransız İhtilâline geçmeden önce” dedim, “bu ihtilâli hazırlayan
sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplere bir göz atalım.” Bunu
duyunca hoca şaşırdı. Laz Hayri derlerdi, çok iri bir adamdı.
Sınıfa önce göbeği, biraz sonra da kendisi girerdi. “Yavrum”
dedi, kürsüyü gösterdi, “ayakta kalma, gel buradan anlat, senin
yerin burası.” Tam dört saat konuyu anlattım. O zaman daha
lise ikideydim. Hukuk Fakültesinde de durum değişmedi. Genel
sınavlar yapılırdı, tek tek sözlü sınav için jüri önüne çıkılırdı.
Herkes salonun dışında elinde kâğıtlarla telâş içinde ezber
yaparken, ben cebimden şiirler çıkartır, onları okurdum.
Gönül Sohbetleri
129
– Henüz ilkokuldayken bile arkadaşlarınızın dertlerine çare
ararmışsınız?
Evet, meselâ gelirlerdi, “babam çok dövüyor, ne yapayım?”
derlerdi. Dertlerini anlatırlardı. Ben de onlara ne yapmaları,
nasıl davranmaları gerektiğini anlatırdım.
– Çocuk yaşlarda olmanıza rağmen bu nasıl oluyordu?
Çok küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir gözlemciydim.
Annem beni alır misafirliğe götürür, bir sandalyeye oturturdu.
Onlar sohbet ederken, ben oradan bütün hanımları etüd ederdim: “Bu hanımın mutfağı nasıldır, evi temiz midir, güzel yemek
yapar mı, kocasıyla ilişkileri nasıldır...” Tabi bunları kimseye
anlatmazdım... Bu bir ömür boyu devam etti.
Beş yaşındaydım. Arkadaşlarla sokakta oynuyorduk. Komşumuzun kızına görücü gelecekti. Yanımızdan geçtiler, eve
girdiler. Damat adayını hiç gözüm tutmadı. Bakışları hoşuma
gitmemişti, bir tuhaftı. Görücü gelen kızın annesi, kocasına
“Bey, bir de komşunun oğlu Sabri’ye sorsaydık, damat adayı
hakkında ne düşünür diye” demiş. Adam da “Kafamı kızdırma
hanım, kız verirken elin beş yaşındaki çocuğuna mı danışacağız” diye kadını azarlamış. Annemle akşam konuştuk. “Anneciğim,” dedim, “o evlilikten hayır gelmez. Çünkü o adam sapık.” Hakikaten de kız altı ay sonra adamdan boşandı, sapık
diye. İşte şimdi bunu akılla izah etmeye kalksanız, akıl orada
durur.
Yeni evliydik. Bir gün eve geldim, Rânâ’nın arkadaşları vardı
salonda. Kısa bir süre salona bir şey almak için girip çıkmam
gerekmişti. Sonra akşam Rânâ sordu, “Nasıl buldun arkadaş-
130
Gönül Sohbetleri
larımı?” dedi. “Hangisini?” dedim. “Meselâ köşede oturan” deyince, ona tam üç saat o hanımı anlattım. Rânâ şaşırdı, “Önceden onunla bir tanışıklığın mı vardı yoksa” diye sordu. Oysa o
hanımı sadece bir kez görmüştüm, o içeri giriş çıkış sırasında.
Halen de ilk gördüğüm insanı hemen tahlile başlarım.
– Bir de çok yardımsevermişsiniz çocukken?
Ha, evet. Mahallemizde Karyağdı Türbesi’nin yanına belediye hurda bir otobüs bırakmıştı. Orayı ispirtocular ikametgâh
yapmışlar. Ben harçlığımla onlara simit alır götürürdüm. Bir gün
baktım birisi üşütmüş. O günlerde daha okula gitmiyorum.
Yakında da sünnet olacağım. Annem bana çok özel bir Avrupa
kumaşından yorgan diktirmişti, o benim üzerime örtülecek. Çok
güzel pembe bir yorgan. Daha onun kumaşı kadar güzel bir
kumaş hiç görmedim. Hemen eve geldim, yorganı kaptığım gibi
ispirtocuya götürdüm. Üstünü örttüm. Sonra harçlığımdan aspirin aldım, adama içirdim. Posta Caddesi’nde Başkent Eczanesi vardı o zaman. Adam sonra iyileşmişti. O akşam evde
olanları bir bir anneme anlattım. Annem bana baktı, “Aferin
yavrum” dedi. Eğildi, beni alnımdan öptü. “Çok iyi etmişsin.
Yalnız, bu yorgan işini baban duymasın. Evde olay çıkar. Biz
gidelim, başka bir yorgan yaptıralım” dedi.
Bir gün de geldim baktım, mahallenin çocukları toplanmışlar,
aralarında para toplamışlar, o ispirtocuya “Eğer bize biraz
oynarsan bu paraları sana veririz” demişler. Etrafını çevirmişler.
Adamcağız hem oynuyor, hem gözlerinden akan yaşları siliyor,
ne hallere düştük diye. Hemen cebimde ne kadar harçlığım
varsa çıkardım, çocuklara dedim ki “Bu para sizinkinden fazla.
Gönül Sohbetleri
131
Alın, adamı rahat bırakın.” Sonra adamı otobüse geri gönderdim.
Bir gün annem bana “Oğlum, kalk seni gezmeye götüreceğim, ayakkabılarını boyat” dedi. Hemen boyacıya koştum.
Ayakkabılarımı boyattım. “Ne vereceğim?” dedim. Adam, “Ağalığına kalmış beyim” dedi. Ay bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti.
Çıkardım, cebimde ne var ne yoksa adama saydım.
İşte böyle. Benim çocukluğum bir film gibiydi. Bakarsınız bir
gün bir senaristin eline geçer de bunlardan bir film yapar.
– Annenizin sizin eğitiminizde çok büyük yeri var değil mi
efendim? Meselâ o yorgan olayında gösterdiği asil davranış ne
güzel. Bugün kaç anne bunu yapabilir?
Öyle. Annem edebiyat öğretmeniydi. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Beni de çok küçük yaşlardan itibaren hayata
hazırladı. O benim kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan
olmamı istiyordu. Beni ona göre yetiştirdi. Beş yaşındaydım,
“Haydi oğlum” dedi, “sen artık delikanlı oldun, kendi kahvaltını
bundan sonra kendin hazırla.” Bu söz bir hoşuma gitti, bir
hoşuma gitti. O günden sonra kendime sabahları tereyağında
yumurta yapar, bal tenekesinden bir tabak bal çıkarır, çorba
kaşığıyla yerdim. İlk çorbamı beş yaşındayken yaptım. Pirinç
çorbası; domatesli, maydanozlu. Tadı hâlâ damağımdadır.
Annem bana geceleri saat onikide tahta fırçasıyla merdiven
fırçalatırdı. Sabaha tertemiz kurumuş olsun diye. Evin bütün
işlerine bakardım annem okula gidince. Temizlik, alışveriş, odun
kırma, yemekler için ön hazırlık... Komşular “Aman Sabiha Hanım niye o küçücük çocuğa eziyet ediyorsun?” derlerdi. O da
132
Gönül Sohbetleri
“Siz benim işime karışmayın, ben oğlumu hayata hazırlıyorum”
diye cevaplardı.
Bir gün sofraya bamya geldi. “Ben bamya yemem” dedim.
Sandım ki annem bana başka bir şey hazırlar. Ama annem öyle
yapmadı. “Sen bilirsin,” dedi, yemeği önümden aldı. Onlar afiyetle yediler. Ben kaldım aç karnına. Akşam da bir şey yiyemedim. Sonra gece el ayak çekilince dolaptan bamya tenceresini çıkardım, bamyaları mideye indirdim. O günden beri en
sevdiğim yemek bamyadır. Annem orada bana çok büyük bir
ders vermişti. Çocuk ailenin şartları neyse ona uyması gerektiğini bilmeli. Annem de bu düşünceyle hareket ediyordu.
Yıl sonunda, ilkokulda sınıf birincisi olmuştum. Gururla geldim, anneme söyledim. Beni bu halde görünce şımarmayayım
diye hiç yüz vermedi, “Ne yapalım,” dedi, “birinci olduysan, karın
sevinsin.”
Bir gün beni tek başıma lokantaya yemek yemeğe gönderdi,
orada da usûl öğreneyim diye. Gittim, oturdum. Alaburus tıraşlı
bir garson geldi. “Ne yiyeceksin bakalım” dedi. Ben de “kuru
fasulye istiyorum” dedim. Getirdi. Sonra yemek bitince geldi.
“Doydun mu?” dedi. “Doymadım” dedim. “Ne getireyim?” dedi.
Bu sefer de taze fasulye istedim. Garson iki elini birbirine vurdu,
“İşte,” dedi, “parmak kadar çocuğu tek başına lokantaya gönderirsen böyle olur. Hiç taze fasulyeyle kuru fasulye aynı anda
yenir mi?” Ben gayet sakin “Niye böyle söylüyorsunuz,” dedim,
“taze fasulyenin tadı ayrı, kuru fasulyenin tadı ayrı.”
Bir gün de annem beni pazara gönderdi. “Git,” dedi, “bir kilo
domates al gel.” Gittim, aldım, geldim. Annem açtı baktı, hepsi
çürük, yalnız nasılsa bir tane küçük sağlam domates koymuş
Gönül Sohbetleri
133
adam. Ben kıpkırmızı olmuştum ama annem hiç kızmadı, o
küçük sağlam domatesi yıkadı, “Bak oğlum,” dedi, “eğer bundan
sonra alışveriş yaparken çok dikkâtli olursan, bütün domatesleri
bunun gibi alabilirsin.” Sonra o domatesi gidip misafir teyzelere
gösterdi, “Bakın” dedi, “benim oğlum ne güzel domates almış.
Bundan sonra hep böyle alacak.” O günden sonra tek başıma
pazara gider, evin alışverişini en güzel şekilde yapardım. Bakkalın, manavın, kasabın benden ödü kopardı. Bozuk mal satanları karakola bizzat gider şikâyet eder, dükkânlarını birer ay
kapattırırdım. Komşu teyzeler “Yavrum,” derlerdi, “sen bizden
daha iyi alıyorsun, misafir gelecek, haydi şunları şunları bize
alıver.”
– Çocukken de etrafınızdaki güzel insanlara, davranışlara
dikkat eder miydiniz?
Evet, tabi. Meselâ beş yaşındaydım. O zamanlar Ankara’da
odun kırıcılar olurdu. Sokaklardan bağırarak geçerlerdi, “Odun
kıran, odun kıran” diye. Bir gün babam böyle bir adam çağırdı
kışlık odunları kırdırmak için. Adamın yanında küçük bir oğlu
vardı. O gün hep adamı seyrettim. Öyle güzel bir odun kesişi
vardı ki. Hepsi aynı boyda. Yunus’un dergâha taşıdığı odunlar
gibi... Oğlu o arada bir kavgaya karışmıştı. Onu kenara çekip
uyarışı hâlâ gözümün önündedir.
Bir gün de yine annem beni bakkala kibrit almaya gönderdi.
İçeri girdim, “Bir kutu kibrit istiyorum” dedim. Adam kızdı,
“Veremem” dedi. Şaşırmıştım. “Niye?” dedim. Dedi ki “Çünkü
sen içeri girerken selâm vermedin. Ben selâm vermeden girene
mal vermem. Şimdi çık, biraz dolaş. Sonra gel, selâm ver,
isteyeceğini ondan sonra söylersin.” Çok utanmıştım. Kıpkırmızı
134
Gönül Sohbetleri
oldum. Hemen dediklerini yaptım. Biraz dolaşıp geri geldim. Bu
sefer içeri girerken önce selâm verdim. “Hah, şöyle” dedi. Kibriti
verdi, bir de yanında çikolata vardı. “Bu da selâm vererek
girdiğin için benim sana hediyem” dedi. Onun bu hareketi beni
çok etkilemiştir. Yıllarca üzerinde düşündüm. Bana çok büyük
bir ders vermişti bakkal amca. Allah ondan razı olsun.
Bir gün de annem bana “Ayakkabılarını hemen boyat, gel.
Misafirliğe gideceğiz.” dedi. Hemen mahallemizdeki ayakkabı
boyacısı Osman Efendi’ye koştum. “Acele boyar mısın?” dedim.
Yağız bir Anadolu insanı idi Osman Efendi. Başını kaldırdı,
yüzüme baktı. “Kusura bakma beyim ama boyayamam” dedi.
Fazla para istiyor sandım, “İki katını vereyim, boya” dedim.
“Gene olmaz” dedi. “Niye peki?” dedim. “Ben acele iş yapmam.
Sonra boyacı Osman Efendi’nin boyadığı ayakkabı bu muymuş
derlerse, benim intihar etmem lâzım” dedi. Bu hareket de beni
çok etkilemiştir. Hayat boyu bana ışık tuttu Osman Efendi’nin bu
davranışı. İşini güzel yapan insanlara her zaman için hayranlık
duymama neden oldu bütün bunlar...
– Yunus Emre’ye hayranlığınız da çocukluğunuzda mı başlamıştı?
Evet. Bir gün babamın bir arkadaşı bize misafirliğe gelmişti.
Elini öptüm. Bana beş kuruş verdi. Beş kuruş iyi paraydı o
zaman. Hemen kitapçıya gittim. Rafta bir kitap dikkâtimi çekti.
Aldım. Yunus Emre’nin şiirleri vardı o kitapta. Okudukça okudum, okudum. Doyamadım. Hâlâ da Yunus’dan mısralar okumadığım bir tek günüm yoktur. Yunus benim için en güzel bir
arkadaş oldu. Onu çok, ama pek çok sevdim. O bana göre
Gönül Sohbetleri
135
dünyanın en büyük şairi. Bir mısrada öyle büyük hakikatleri
özetliyor ki, hayran olmamak mümkün değil.
– Çocukluğunuzla ilgili başka anılarınız var mı?
Henüz okula gitmiyordum. Bir gün rahmetli Emin Amcamla
hayvanat bahçesine gitmiştik. Bir yerde mis gibi kokular saçan
mısır satılıyordu. Amcamdan bir tane almasını istedim. Aldı,
ama sanki biraz sıkıntılı gibiydi. Ben mısırımı yerken eve dönme
zamanı geldi. Ancak amcam bir türlü gelen otobüslere binmek
istemiyordu. O otobüsler de pekâlâ eve yakın bir yerden geçtiği
halde bekliyorduk. Uzaktan, gelen otobüslere bakıyor, “bu değil”
deyip geri çekiliyordu. Nihayet bir otobüs geldi, şoför tanıdığıymış meğer Emin Amcamın. Bindik. İşi o zaman anladım. Ben
o mısırı aldırınca cebinde dönüş parası kalmadığı için tanıdığı
bir şoför geçene kadar otobüse binememişti. O gün öyle üzüldüm ki... Hâlâ o gün bu gündür mısır yiyemem, hep aklıma
rahmetli Emin Amcam gelir.
Babam o zamanlar cumartesileri pastırmalı, yumurtalı pide
yaptırırdı. Pideler fırında pişerken, biraz aşağıda Şarki
Karaağaç helvacısı vardı. Orada cumartesi günleri taze helva
çıkarırlardı. Oradan sıcak helva alırdı. Benim çocukluğumda
cumartesileri yarım gün çalışılırdı, tam gün tatil değildi. O gün
okulda aklım hep evdeki pidede olurdu, son iki derste kafam
sanki çalışmazdı. Öğlen evde toplanınca hep birlikte babamın
getirdiği sıcak pidelerle helvayı yerdik. Yemeye doyamazdık,
başlarken derin bir nefes alır, pide bitince nefesimizi verirdik...
(uzun uzun gülüyor Sabri Baba…)
Gönül Sohbetleri
136
– İyi bir harçlık alır mıydınız çocukken?
İlkokuldayken yaz tatillerinde gazeteden kesekâğıt yapardım. Buğday ununu su ile pişirirdim, yapıştırıcı olarak kullanırdım. Sonra o kesekâğıtlarını dolaşır, bütün mahalle esnafına
satardım. Her gün kazandığım parayla arkadaşlarımı Ulus’ta
Osman Nuri’de dondurmalı tavuk göğsü yemeğe götürürdüm.
Her yıl göğüslük ve yakamı, defter, kalem ve kitaplarımı da o
parayla alırdım.
Lise yıllarımda annem bana haftalık harçlık verirdi. Otobüs
param, öğle yemeği paramı oradan karşılardım. Bir hafta nasılsa annem harçlığımı vermeyi unuttu. Anneme “Bana bu hafta
harçlık vermeyi unuttun” diyemedim. O hafta okula Yenimahalle’den Cebeci’ye, Cebeci’den Yenimahalle’ye vıcık vıcık çamur içinde yürüyerek gidip geldim. Öğlenleri aç kaldım. Ama
anneme söyleyemedim. Bu durumu komşular görmüşler, “Sabri
niye okula yürüyerek gidip geliyor?” demişler. Annem o zaman
hatırlamış, çok üzüldü, “Neden böyle yapıyorsun?” dedi. Oturup
ağladı. Oysa ben annemi o kadar çok seviyordum ki, olur da
kırar mıyım diye isteyememiştim harçlığımı.
– Efendim, lise yıllarınızla ilgili başka neler var hatırınızda?
Hayatımda bir tek kez bir kıza lâf attım, sonra yıllarca ıstırap
çektim. Denizciler Caddesi’nde oturuyorduk, orada bir lise vardı.
Liseden kızlar çıkıyor. Birinin ayağında o zamanlar kabara denilen ve ayakkabıda çok kaba duran bir tabanlık vardı. Ayakkabısında kabara olan bir kız geçiyordu, ona ayakkabısını ima
ederek lâf attım. Sanırım çok üzüldü. Belki de fakir bir ailenin
kızıydı. Sonra bu beni çok etkiledi. Yıllarca ıstırap çektim. Eğer
Gönül Sohbetleri
137
yarın âhirette benden davacı olursa, nasıl hesap vereceğim
bakalım?
Bir de liseyi bitirip üniversiteye başlayacağım yıl, yaz tatilinde bir esnafın yanında çalışmaya ve yeni tecrübeler edinmeye karar verdim. Hâl’de gıda maddeleri satan bir yere gittim,
“Ben, tüccarlığın sırlarını öğrenmek istiyorum. Yanınızda çalışabilir miyim?” dedim. “Ne vereceğiz sana?” dedi. “Bir ücret istemem, yalnız bir şartım var, dükkânda yapacağım yenilik ve
değişikliklere karışılmayacak” dedim. Adam razı oldu. O gün
dükkânın bütün raflarını indirdim. Yeni kaplama kâğıtları aldım,
onlarla bütün rafları kapladım. Dükkânda birçok su şişeleri
vardı. Onları güzelce yıkadım, bazılarına su, bazılarına turşu
suyu koydum, dolaba bıraktım. Oradan soğuk olarak her gelen
müşteriye, o sıcak yaz günlerinde ikram etmeye başladım.
Meselâ şişman bir hanım gelmiş, kan ter içinde, ona “Efendim,”
derdim, “size su mu ikram edeyim, turşu suyu mu? Ne içersiniz?” Bir tane içtikten sonra “Bir daha vereyim mi?” diye
kibarca sorardım. Kadın iyice rahatlamış olarak başlardı, “şunu
da ver, bunu da ver” demeye. Eee, ticaret böyle yavrum. Her
adam ticaret yapamaz. Böyle bir gün, bir hanıma kamyon
tutmak zorunda kaldık satın aldığı şeyler için. Başka bir gün de
bir hanım geldi. Birçok paketler vardı elinde. “Efendim,” dedim,
“verin o paketleri size tek bir pakette toplayayım.” Ambalaj kâğıtları arasından bir tane çektim. O arada dükkân sahibinin
gözleri faltaşı gibi açıldı, bir kâğıt boşa gidecek diye. Oysa o
ticaretin inceliklerini bilmiyordu. Ticarette en önemli husus, müşteriyi hoşnut etmektir her şeyden önce. Bunun için bazı şeyleri
önceden düşüneceksin. Sonra onlar bir şekilde geri döner. Kadının paketlerini aldım, güzelce tek paket yaptım, üstüne de bir
fiyonk attım. Kadın o kadar mutlu oldu ki. Başladı alışveriş
138
Gönül Sohbetleri
yapmaya. O gün birçok şey satın aldı. Ve böyle böyle ne oldu
biliyor musunuz? Dükkânın cirosu o yaz iki katına çıktı. O arada
iki de evlilik teklifi aldım. Etrafın zengin işadamlarından ikisi
bana “Gel delikanlı” dediler, “seni kızımızla evlendirelim, bizim
ortağımız ol. İşlerimizin başına sen geç.” Onlara “Hayır efendim,” dedim, “ben okumak istiyorum. Çok teşekkür ederim.” O
yaz tatilinde birçok tecrübeler edinmiştim böylece.
– Peki kızlarla aranız nasıldı bu gençlik günlerinizde?
Aslında ben heyecanları çok fazla olan bir gençtim. Hatta bu
heyecanlarımın azalması için doktora bile gitmiştim. Ama doktorun önerdiği, benim aradığım çözüm değildi. Çünkü ben tertemiz bir hayat yaşamayı baştan kafama koymuştum. Bir gün
izlediğim bir film bana ilham verdi, o filmde bir nehrin deli dolu
sularından elektrik enerjisi üretiliyordu. O gece sabaha kadar
düşündüm ve bir enerjinin başka bir enerjiye dönüşümü metodu
ile içimdeki bu enerjiyi kendimi yetiştirme aşkına dönüştürmeye
karar verdim. Okudum, sürekli okudum, gece gündüz okudum.
Araştırdım, inceledim. Ve sonunda ne oldu? Bugün Türkiye’nin
en kültürlü insanıyım, sayılı birkaç büyük kişisel kütüphanesinden birine sahibim. Hâlâ da gece gündüz okumaya devam
ediyorum. Hayatı, insanı anlamak, varoluşun sırlarını araştırmak
bir aşk halini aldı bende.
Ben çok temiz bir gençlik yaşadım. Ama tertemiz, pırıl pırıl
bir gençlik. Bu hep böyle devam etti. Sonunda da Allah karşıma
Rânâ isimli eşsiz bir meleğini çıkardı. Bu iş böyle yavrum.
Kur’an-ı Kerim’de “Temiz kadınlar, temiz erkekler için; temiz
erkekler de temiz kadınlar içindir.” buyruluyor.
Gönül Sohbetleri
139
– Bu dönemlerde annenizle diyaloğunuz nasıldı? Genellikle
gençler bu yaşlarda biraz âsi olurlar.
Annemle arkadaştık. Ona çocukluğumdan beri her şeyimi
anlatırdım. Onunla her şeyi açık açık konuşurdum. Meselâ eve
gelirken yolda çok güzel bir kız görsem, beğensem, anneme
söylerdim. “Yahu, o kızı bir de ben görseydim” derdi. Akşam
eve geldiğimde, elimi annemin omzuna koyardım, kanepede
beraber oturur, o günkü yaşadığımız olayları onunla yorumlardık. Orada duyduğum lezzeti başka hiçbir şeyde bulamazdım. Sonra bir de Rânâ’nın yanında hissettim aynı duyguyu.
Ergenlik dönemine girdiğim günlerde, bir gün baktım masanın kenarında o dönemle ilgili insan vücudundaki bütün değişimleri anlatan yabancı bir yazarın kitabı duruyordu. Annem
oraya benim göreceğimi tahmin ederek bırakmıştı. Alıp okudum,
kafamdaki soruların cevapları orada vardı.
Annem her yönden olağanüstü bir insandı. Çok küçük yaşta
bir tek babası sağ kalmış. Dedem Rodos savcısı imiş. Onu da
Yunanlılar baskın yapıp hapse atınca, annem uzak bir akrabalarının yanında kalmış, ta ki yıllar sonra dedem hapisten
çıkarılana dek. O aile de çok cimriymiş. Annem gidermiş, gündüzleri yol kenarlarındaki ağaçlardan karnını doyurur, akşam
eve gidince sofraya el uzatmazmış. Dedem hapisten çıkınca
Rodos’ta kalmayı uygun bulmamış, Ankara’ya gelmişler, bir
mahalleye yerleşmişler. Babam da o mahallede oturuyormuş.
Hukukçuydu babam. Annemi işe gidip gelirken görüp, beğenmiş; dedemden istemiş. Evlenmişler. Üç lisan bilirdi annem. Çok
kültürlü bir insandı.
140
Gönül Sohbetleri
İş yaparken yorulsa, uzanırken eline muhakkak bir kitap
alırdı. Beni de her konuda çok iyi yetiştirdi. Benim en yakın
arkadaşım, sırdaşım oldu. Babamın vefatından sonra Rânâ ile
gidip onu yanımıza aldık. Vefat ettiğinde onu sevgiyle yerleştirdim, çenesini bağladım. Hâlâ onu anmadan geçen bir tek
günüm yoktur. Nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti Peygamberin
şefaati üzerine olsun.
– Efendim, hayatınıza yön veren mânevi büyüklerden birisi
olan Ömer Efendi Hoca da lise yıllarınızda tanıştığınız bir
kimseydi değil mi?
Evet. Lise birden ikiye geçmiştim. O yaz babamın memleketi
Konya Ermenek’e gitmiştik. Orada Ömer Efendi Hoca’yı gördüm. Cildi adeta şeffaf gibiydi. Kıyafetleri çok temiz ve düzenli
idi. Çok asil bir duruşu vardı. Süfas Camii’nin imamı idi, gelirdi
avluda abdest alır, camiye girerdi. Bir gece kafama koydum.
Bütün namaz dualarını ezberledim ve sabahleyin Ömer Efendi
Hoca’nın arkasında sabah namazı kılmak üzere camiye gittim.
Namazdan sonra tesbihat başladı. Bir ara Ömer Efendi Hoca
bana baktı ve gülümsedi. O gülümseme ile içim öyle aydınlanmıştı ki... O günden sonra onu daha yakından tanıdım. Ona
pek çok sorular sordum. Aldığım cevaplar hayatıma ışık tuttu,
renk verdi. Meselâ bir gün sordum, “Hocam,” dedim, “Klâsik
Batı Müziğini dinlemeyi çok seviyorum, ama günah diyorlar. Siz
ne dersiniz?” “Yavrum,” dedi, “her ne ki içinde bir güzellik, bir
ferahlık, bir huzur hissi uyandırıyorsa, o şey hayırlıdır, güzeldir.
Her ne ki seni huzursuz ediyor, içinde bir daralma, bunalma
hissi bırakıyorsa, o şerdir, günahtır. Ondan uzak dur.” Onun bu
sözü benim için bir genel anahtar oldu. Hayat boyu bu anahtar
Gönül Sohbetleri
141
ile birçok müşkülü açtım. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti,
Peygamberin şefaati üzerine olsun. Ne güzel bir insandı o...
– Hukuk Fakültesi yıllarına geçelim mi? O yıllarda yazdığınız
bir şiir var “Bekleyiş” kitabınızda: “Elma Çiçekleri, Sözlü Kız ve
...” diye. Kimdi o sözlü kız?
Fakültede bir kız vardı. Çok ağırbaşlı, hanımefendi, çok
çalışkan bir kızdı. Aşk denilemez ama onu beğeniyordum.
Onunla evlenmeyi plânlıyordum. Onun bundan haberi yoktu. Bir
gün sözlendiğini duyunca biraz sarsıldım. Ve o şiiri o zaman
yazdım.
“…
Oysa tertemiz başlamıştı bu sevgi böyle
Beyaz bulutlar kadar güzel ve temiz
Dağ çeşmesi gibiydi ilkin...
Ama bir deli rüzgâr, bir unutuş
Unut diye bakıyordu, unut diye son defa, unut
... Ve sonra sözlü kız oldu adı...”
“Bekleyiş”ten
– Fakültede arkadaşlarınızla genel olarak aranız iyi miydi?
Herkesle çok iyi anlaşırdım. Kız arkadaşlar bana “İtimad”
adını takmışlardı. Kimseye açamadıkları sırlarını bana açarlar,
ne yapmaları gerektiğini sorarlardı. Bu konuşmalar hep aramızda bir sır olarak kalırdı.
Gönül Sohbetleri
142
– Efendim, siz Rânâ Hanım’dan başka kimseye âşık olmadım, dünyaya bir daha gelecek olsaydım yine ona âşık
olurdum diyorsunuz. Peki, size aşkını tek taraflı ilân eden hanımlar var mıydı o yıllarda?
Şimdi bu soruyu cevaplarsam Sabri Bey övünüyor derler.
Ama ben evlendiğim zamana kadar bir küçük sandık dolusu aşk
mektubu almıştım. Fakülteden eve dönerken kızlar pencerelere
dolarlardı. Sonra evlenirken o mektupları yaktım. Rânâ’ya
söylediğimde “Ah, keşke yakmasaydın, şimdi beraber okurduk”
dedi.
(Bu sırada içeriye bir genç adam ile genç bir hanım giriyor, yan masaya
oturuyorlar. Adam daha oturur oturmaz hemen bir sigara yakıyor, tüttürmeye başlıyor. Bunun üzerine Sabri Baba:
- “Ne var o sigarayı yakacak şimdi.” diyor. “İnsanlar neden ânın güzelliğini yaşamazlar... Bak, ne güzel bir hanımla berabersin. Onunla geçirdiğin anların güzelliğini yaşa. Onun gözlerine bak, ona şiirler oku:
“Gözlerin, gözlerime değince
Felâketim olurdu, ağlardım”
Atila İlhan
Sonra tekrar sohbetimize dönüyoruz.)
– Efendim, acaba fakülte yıllarınızda en beğendiğiniz hocanız kimdi?
Valla, doğrusunu söylemek gerekirse, benim fakültede en
beğendiğim, takdir ettiğim kimse kapıcı İrfan Efendi idi. Ona
hayrandım. Kapının girişinde paltolara bakardı. Gelen mektuplarımızı ondan sorardık. Kimisi sevgilisinden, ailesinden mektup
Gönül Sohbetleri
143
beklerdi. Kimi de benim gibi yazı yazdığı dergilerden. İrfan
Efendi, kendine sorulduğu zaman oturduğu yerden edeple ayağa kalkar, ceketini ilikler, eğer gelen bir şey varsa verir, yoksa
“Size bugün mektup yok efendim, ama inşallah yakında gelir”
der, ümidini de verirdi. Ben ondan daha fazla kimseye saygı
duymadım fakülte yıllarımda. Hayat boyu da hep kapıcı İrfan
Efendi gibi olmaya çalıştım.
– Fakülte bittikten sonra neler yaptınız?
Henüz stajımı yaparken annemden para istememek için
öğretmenlik yapmaya karar verdim. Bir liseye vekil öğretmen
aranıyordu. Orada edebiyat öğretmenliği yaptım. Çok güzel, çok
değerli öğrencilerim oldu. İsimleri hâlâ hatırımdadır. Meselâ
Sumru Ortalan, M. Ceceli, hâlen görüştüğümüz sevgili Mustafa... Zil çalardı, ama onlar “Öğretmenim, nolur çıkmayalım,
devam edelim” derlerdi. Hep birlikte şiirler okur, onların üzerinde
konuşurduk.
– Askerlik yıllarınızla ilgili neler var hatırınızda?
Yedeksubay olarak askerliğimi yapıyordum. Allah için, çok
yakışıklı bir gençtim. Bir gün bir kız yolumu kesti: “Ben,” dedi
“tanınmış bir ailenin kızıyım. Mankenim. Sizi hep buralarda
görüyorum, çok beğeniyorum. Acaba benimle bir öğle yemeği
yer misiniz?” Baktım, iyi bir kıza benziyordu, güzel, zarif bir
hanımdı. “Olur” dedim, Çankaya’da RV Restoran için anlaştık.
Onun bu teklifini geri çevirmedim. Belki o kızı mankenlikten
uzaklaştırabilir, ona farklı bir çıkış yolu bulabilirim diye düşündüm. Benim bu şekilde çıkış yapmasına vesile olduğum birçok
144
Gönül Sohbetleri
kimse olmuştur. Plaja gidenlerden namaza başlayanlar, yanlış
yoldan düze çıkanlar olmuştur.
O hanımla ertesi günü buluştuk. Siparişlerimizi verdik. Ama
kız ikide birde çantasından ayna çıkarıyor, rujunu tazeliyor,
elleriyle habire saçlarını düzeltiyordu. Sonra yine aynı hareketler... Baktım, bir değil, iki değil... Daha fazla beklemeden masadan âni olarak kalktım. “Nereye gidiyorsunuz, daha yemekler
gelmedi ki” dedi. “Hanımefendi, kusura bakmayın ama” dedim,
“siz kendi kendinizle o kadar dolusunuz ki, bana bu masada yer
yok.” Hemen oradan uzaklaştım. O kızın bir başka hale girmesine ihtimal olmadığını anlamıştım. Bunları biraz da şunun
için anlatıyorum; herkes aslında bir yerden açık verir. İş onu
zamanında tespit edebilmekte ve hemen gereken tavrı alabilmekte.
– Efendim, askerlik dönüşü Danıştay’da mı işe başladınız?
Evet. Milli Birlik Komitesi Danıştay’a yeni baştan hâkim
alacaktı sınavla. Gazetede ilânlarını okudum. Sınava girdim. Bin
kişi arasında birinci oldum. Bana çalışacağım daireyi söylediler.
Ertesi günü gittim, işe başladım.
– Rânâ Anne ile tanışmanız da o zaman oldu değil mi
efendim?
Evet. O işe daha ilk başladığım gün, çalışacağım yer olan
onaltı kişilik salonun kapısını açtım, tam karşıda Rânâ Hanım
oturuyordu. Üzerinde yakasının üst kısmı siyah kadife olan gri
bir tayyör vardı. İçinde beyaz bluzu ile adeta bir melek gibiydi.
Sanki Allah gökyüzünden bir melek göndermiş, anlaşılmasın
diye kanatlarını kırmış...
Gönül Sohbetleri
145
O anda içimden bir ses “İşte Sabri,” dedi, “senin evleneceğin
kız bu.” O güne kadar da etraftaki hoppa, züppe kızları göre
göre evlenmemeye kesin olarak karar vermiştim. “Ölürüm de bu
kızlarla gene evlenmem” diyordum. Buna rağmen o anda ne
olduysa oldu. Kararımı değiştirdim. Çünkü o güne kadar Rânâ
Hanım kadar edepli, zarif, ince bir hanımefendi görmemiştim.
(Sabri Baba burada derin bir iç çekiyor...)
Ahh, ne güzel bir rüyaydı o! Kırkdört yıl sürdü…
– O ilk karşılaştığınız anda Rânâ Anne sizin hakkınızda ne
düşündü acaba?
Bilmem ki yavrum. Ben ona hiç özel soru sormadım.
– Evlenmeye karar verdiğiniz halde, belli etmeden onu
izlemeye devam ettiniz mi?
Evet. Bir yıl boyunca, her gün onun bütün hareketlerini
inceledim, ona kafamda notlar verdim. Çünkü aramızda sekiz
yaş fark vardı. O benden büyüktü. O farkı kapattıracak, aramızda sorun olmasını engelleyecek bir şeyler bulmalıydım.
Onda bunu kaldıracak olgunluğu görmek istedim.
Evlenme teklif etmeden önce bir gün dairede arkadaşlarla
oturmuş sohbet ediyorduk. Bir ara bir arkadaş “Rânâ Hanım,”
dedi, “sizin babanız kaptanmış, herhalde siz çok balık yiyorsunuzdur.” Rânâ da “Balığı çok severim ama annem balık kokusundan hiç hoşlanmaz, evde de pişirilmesine izin vermez.”
deyince hemen fırsatı yakaladım, “Rânâ Hanım,” dedim, “ben
size yarın güzel bir balık ızgara yapıp getireyim. Siz de ekmekle
helva getirin. Birlikte yiyelim.” O günlerde de palamut mevsimi
Gönül Sohbetleri
146
idi. Ertesi günü öğle tatilinde arkadaşlara “Siz toz olun” dedim.
Sonra ben balıkları açtım, Rânâ da getirdiği helva, ekmeği açtı,
birlikte afiyetle yedik. Onunla güzel bir sohbet imkânı yakalamıştım; çok güzel anlaşıyorduk.
Bundan kısa bir süre sonra ona evlenme teklif etmeye karar
verdim.
– Nasıl oldu?
Rânâ, cumartesi günleri yarım gün olan iş çıkışı otobüsle,
şan derslerine gidiyordu. Onu tespit ettim. Bir gün öğlen onu
durakta beklemeye başladım. Durakta kimse yoktu. Rânâ geldi.
Karşılıklı hatır sorduk. Sonra ona birden “Rânâ Hanım,” dedim,
“beni hayat arkadaşlığına kabul eder misiniz?” Rânâ şaşırdı.
Elinde kalın bir müzik defteri vardı, “pat” diye defter elinden yere
düştü. Hemen defteri aldım, eline verdim.
“Bir düşüneyim Sabri” dedi.
– Evlenme teklif etmek için niye otobüs durağını seçtiniz?
Bilmem, farklı, romantik bir ortam olsun diye...
– Peki, ondan cevap beklediğiniz sürede ya kabul etmezse
diye içinizde bir endişe var mıydı?
Hayır yoktu. Benim de bildiğim bazı şeyler vardı yani...
Birkaç gün sonra “Sabri, düşündüm ama aramızda yaş farkı
var. Bu ilerde sorun olabilir.” dedi. Ben de bunun üzerine
Peygamber Efendimizle Hz. Hatice Annemizin evliliğini örnek
gösterdim, “Onların da aralarında onbeş yaş fark vardı ama
Gönül Sohbetleri
147
kâinatın en muhteşem evliliğini yaptılar. Biz neden yapmayalım
Rânâ dedim?” Beni dinledi ve ikna oldu.
Evlendik, iki odalı, mütevazı, sobalı bir ev tuttuk. İçeri girerken bir anlaşma yaptık, bu evde ne senin dediğin olacak, ne
benim, yalnız Allah’ın ve Peygamberin dedikleri olacak dedik.
Ve bu mukaveleye hep sadık kaldık. Bana göre en azından son
bir asrın en muhteşem aşkını ve evliliğini biz yaşadık. Çünkü
kırk dört yıl hiç kavga etmeyen bir başka çift olmamıştır.
Bizim her ânımız bir ibadet şeklinde geçti. Dedikodu ile,
lüzumsuz konuşmalarla hiç vakit geçirmedik. Rânâ, evlendiğimiz gece bir rüya görmüş. Bir pir-i fâni rüyasında ona yaklaşarak “İntibah ve inşirah” demiş ve kaybolmuş. Sabahleyin
uyandığında bana sordu, “Sabri, bu rüyadaki sözler ne anlama
geliyor?” dedi. Dedim ki, “Rânâ, artık senin için yeni bir hayat
başlıyor, tamamen yeni bir hayat. İntibah bu. İnşirah da bu yeni
hayattan duyacağın ferahlık ve saadet demek.” Hakikaten de
evliliğimiz bir intibah ve inşirah oldu Rânâ için.
Birbirimize hep Allah’ın emaneti olarak baktık. Bir tek gün
münakaşa etmedik, birbirimize itiraz etmedik. Rânâ benim için
“Sabri, benim mürşidim” derdi.
Evlendiğimiz günlerde hanımlar arasında bir çuval modası
vardı. Hiç de estetik olmayan bir kıyafet tarzı idi. Bir akşam
otururken çuval modası hakkında ne düşündüğümü sordu. Hiç
beğenmediğimi, kadın vücudunu ortaya çıkardığını söyledim.
Biraz sonra Rânâ birden ortadan kayboldu. Bekledim, bekledim..., yok. Merak ettim, gittim baktım. Eline makası almış,
elindeki iki elbiseyi makasla dilim dilim doğruyor. Meğer evlenirken kendine iki tane çuval elbise almış. Ben öyle söyleyince
148
Gönül Sohbetleri
kimse giymesin diye onları doğramış. Bu olaydan sonra ona
olan saygım, sevgim daha da arttı.
Ev almıştık, müteahhide borçlanmıştık bir süre için. O arada
başkalarından borç almayalım diye her gün musluk suyu ile
ekmek yemek durumunda kaldık. Rânâ, bir tek gün bile şikâyet
etmedi, “Ben Danıştay savcısıyım, bu nasıl olur” demedi. Suyla
ekmeğimizi yerken birbirimize “Şimdi biz Sheraton’da kahvaltı
yapıyoruz, şimdi Hilton’da yemekteyiz” diye takılır, güle oynaya
yemeğimizi yerdik. Sonra borcumuz bitti, eski günlerimize geri
döndük. Sonra bazı günlerde de nefsimizi terbiye etmek için
Rânâ ile kuru ekmek yediğimiz oldu.
Bizim evliliğimiz hep böyle karşılıklı sevgi, saygı, anlayış
içinde geçti. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin
şefaati üzerine olsun.
Ben de kırk dört yıl boyunca ona hep saygı, sevgi duydum,
hayranlık duydum. Onda her gün yeni bir güzellik bulurdum. Hiç
bir gün ne çekmecesini, ne çantasını açmadım. Bir gün bana
“Sabri çantamda ilâcım var, verir misin?” dedi. Tuttum çantayı
öylece götürdüm. “Niye açmıyorsun” dedi, şaşırdı. “Kusura bakma Rânâ,” dedim, “ben senin çantanı nasıl açarım?”
– Efendim, ne kadar güzel bir insanmış Rânâ Anne, nur
içinde yatsın. İnşallah bu güzel beraberliğiniz öbür dünyada da
devam eder...
Efendim, siz bir sohbetinizde kırk mânâ büyüğüne hizmet
ettim demiştiniz. Bunların en sonuncusu galiba mânevi hocanız
olan Münir Derman Hazretleri’ydi, değil mi?
Gönül Sohbetleri
149
Evet. Ona gelene kadar birçok velî zat tanıdım. Ama Münir
Bey’i görünce ona âşık oldum, hayran oldum. Bazıları yurtdışında olmak üzere beş fakülte bitirmişti. Yedi lisan bilirdi.
Onun kadar kültürlü bir insan hiç görmedim. Operatör doktordu
kendisi.
– Efendim, Münir Derman Hazretleri ile tanışmanız nasıl
oldu?
Münir Bey o zamanlar çıkan “İslâm” mecmuasında her ay
yazı yazardı. O yazılara hayrandım. Bir gün dergiyi telefonla
aradım, yazar hakkında bilgi istedim. Eskişehir’de operatör doktorluk yaptığını söylediler. Telefonla randevu aldım, Rânâ ile
gittik, tanıştık, elini öptük. Bana bir fotoğrafını imzalayarak hediye etti. Ondan sonra her hafta Cumartesi öğleden sonra Rânâ
ile Eskişehir’e onun sohbetlerini dinlemeye gider, Pazar günü
dönerdik. Münir Bey çok özel bir insandı. Kırklardandı. Ölümünden önce açıklamıştı bunu.
– Efendim, Münir Baba’nın kıymetini sağlığında bilebildi mi
etrafındakiler?
Hayır. Ne gezer. Münir Bey’i gerçek anlamda anlayanlar çok
ama çok az oldu. Eskişehir’de ona deli doktor derlerdi. Geceleri
hastaların durumunu evinden hisseder, pelerinini giyer hastaneye koşarmış. Hemşire uyuyup kaldığı için bunalan hastalara
yetişir, altlarına sürgü sürer, idrarlarını gider kendisi tuvalete
dökermiş. Münir Bey, her zaman abdestli bulunurdu. Bize de
hep sürekli abdestli olmamızı tavsiye ederdi. “Şartlar uygun
değilse, yanınızda teyemmüm taşı bulundurun, onunla teyemmüm abdesti alın” derdi.
150
Gönül Sohbetleri
Münir Bey’in sağ eli geceleri ışık yayardı bir fener gibi. Bu
hassasına nasıl sahip olduğunu şöyle anlatmıştı: “Bir gün salgın
hastalık başlayan bir köyden çağırırlar. Gider. O sırada tuvalet
ihtiyacı olur. Köy tuvaletlerini bilirsiniz, dışarıdadır çoğu, yerden
biraz yüksekçedir. Münir Bey girer, bakar bir sinek kuburun
içinde çırpınıp duruyor. Bir an bile tereddüt göstermeden elini
kuburdan içeri sokar ve sineği oradan kurtarır. Sinek elinden
havalanır, uçar gider. O günden sonra kubura soktuğum sağ
elim, gece karanlıkta fener vazifesi görüyor.” Derdi.
– Efendim, galiba bir gün de iki şeridi arasında yüksek
bariyer bulunan bir yolda yürüyerek karşıdan karşıya geçince,
karşıda duran bir polis memuru gözlerine inanamamış. “Efendim,” demiş, “nasıl oldu da o ortadaki bariyerleri aştınız, hâlâ
anlayamıyorum.” Münir Bey de gülmüş. “Bilmem ki yavrum”
demiş.
Münir Bey çok kerametleri olan bir zattı. Çok heybetli idi. Bir
Ramazan günü, iftara eve misafirimizdi. O geleceği zaman
dolaba buzlu su koyardık. Yarısı buz, yarısı su olan bardaktan
içerdi. Çok az yemek yerdi. Yaz kış ince bir tişörtle dolaşırdı. O
akşam içeri girerken gülümsüyordu. “Ne oldu Efendim?” diye
sordum. İçeri girince anlattı. Yetmiş yaşlarında bir adamla karşılaşıyor gelirken. Adam iftar saatine çok az bir zaman kalmasına rağmen ağzında sakız çiğniyormuş. Münir Bey çok
sinirlenmiş, adama yaklaşmış, dikkâtle yüzüne bakmaya başlamış. Adam terslemeye kalkmış, “ne bakıyorsun” diye. Münir
Bey de “Ben hayvanat mütehassısıyım. Et oburlar yukarıdan
aşağıya doğru çiğnerler, ot oburlar sağdan sola doğru. Sen
hangi cinstensin diye bakıyorum.” Adam bunun üzerine iyice
kızmış. O zaman Münir Bey de adama öyle bir bakışla bakmış
Gönül Sohbetleri
151
ki, adam korkup hemen dönmüş. Eğer bakmakta ısrar etseydi,
orada yığılıp kalırdı. Münir Bey öyle bir adamdı çünkü...
– Rânâ Anne ile Münir Bey tanışıyorlardı tabi.
Evet, Münir Bey, Rânâ’yı çok severdi. Rânâ’nın elinde egzama vardı. Bana bir gün “Sabri,” dedi, “dua etsen de şu egzamam geçse, çok rahatsız ediyor.” Ben de “Münir Bey’e söyleyelim.” dedim. Eskişehir’e uğurlamak için tren garındaydık.
Orada rica ettik kendisinden. Hemen oracıkta parmağını yalayıp, Rânâ’nın elini meshetti. Rânâ’nın eli ondan sonra günlerce
gül koktu. Egzamadan eser kalmadı.
– Efendim, Münir Bey’i sağlığında bizzat tanımış bir kimse
“Münir Bey ameliyatlarını bıçaksız yaparmış” demişti. Siz ne
düşünüyorsunuz bu konuda?
Onlar elsiz de ameliyat yaparlar yavrum...
– Efendim, Şemsettin Yeşil Hazretleri’yle de bizzat tanışmış
mıydınız?
Evet. Onun İstanbul’da Etyemez’de babadan kalma bir konağı vardı. Orada her hafta sonu sohbet ederdi. Biz de Rânâ ile
her hafta gider, onu dinlerdik. Onun sohbetinde bayılanlar olurdu. Çok tesirli idi sohbetleri. Çok önemli eserleri vardır. Çok şık
giyinirdi. Bir de çok yakışıklı bir kimseydi. Ben daha ömrümde
onun kadar yakışıklı ikinci bir kimse görmedim. Abdülkadir
Geylani Hazretleri’nin soyundan geliyordu. Oradan da Peygamber Efendimize dayanıyordu soyu.
Gönül Sohbetleri
152
– Efendim, sizin bazı gençlik fotoğraflarınız da Şemsettin
Yeşil Hazretleri’ne benziyor.
Orasını bilemem ama bizim de baba tarafından soyumuz
Ahmet Yesevi Hazretleri’ne dayanır.
– Ahmet Kayhan Hazretleri’yle de bizzat tanışmıştınız, değil
mi?
Evet. O da çok büyük bir insandı. Gençliğinde hamallık
yapmış. Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılırken bavulunu o taşımış.
Onun da evi herkese açıktı. Adeta çağın Mevlânâ’sı idi. Kimseyi
ayırmaz, herkese sevgi ve ilgi gösterirdi.
Ahmet Kayhan Hazretleri beni de çok severdi. Ziyaretine
gittiğim zaman gözleri parlar, yanına oturtur, çayını bana verirdi.
Bir gün beraber oturduk, sohbet ediyorduk. Dışarıda bir patırtı,
gürültü duyduk. Hazret sordu: “Nedir mesele?” “Efendim,” dediler, “bir sarhoş gelmiş, sizinle görüşmek istiyor. Biz de engel
oluyoruz. Durum bu.” Bundan hoşnut olmamıştı. “Oğlumu bırakın gelsin” dedi. Onu büyük bir sevgiyle karşıladı, “Hoşgeldin
yavrum” dedi. Ona sarıldı. Sarhoş da, “Baba,” dedi, “ben senin
huzuruna geldim. Tövbe etmek istiyorum. Bir daha içmeyeceğim.” Ve sonra Efendi Hazretleri’nin en yakın talebelerinden
birisi oldu.
– Onun için “Zamanının Gavsıydı” demiştiniz galiba bir
sohbetinizde?
Evet!
Gönül Sohbetleri
153
– Edebiyat çevresinden de bazı yakın dostlarınız olmuş.
Meselâ Samiha Ayverdi, Cemil Meriç ve Mehmet Kaplan bizzat
tanıştığınız ve görüştüğünüz kimselerdi değil mi?
Evet, hepsi de ailecek görüştüğümüz kimselerdi. Samiha
Hanım, çok müstesna bir insandı. Ankara’ya geldiğinde misafirimiz olurdu. İstanbul’a gidince biz de onu ziyaret ederdik.
Cemil Meriç’e gittiğimde ona kitap okurdum, dinlerdi. Sonraları
gözleri rahatsızlandığı için ziyaretine gelenlerden kendisine
kitap okumalarını rica ediyordu. Mehmet Kaplan’la da güzel bir
dostluğumuz vardı. Nur içinde yatsınlar.
– Böyle güzel ve çok özel insanlarla tanışmak sizin için de,
Rânâ Anne için de çok büyük bir nasip olmuş.
Efendim, şimdi biraz da izninizle Danıştay’daki yıllarınıza bir
uzanalım mı? Orada kaç yıl hizmet verdiniz?
Otuz dokuz yıl Danıştay’da hizmet ettim. Danıştay tarihinde
en çok muhalif kalan üye oldum. Bazı günler evden çıkarken
“Bak, Rânâ” derdim, “şimdi üye olarak evden çıkıyorum ama
akşama Kızılay’da simit satan bir simitçi olarak geri dönebilirim.”
Rânâ gülerdi, “Olsun, Sabri, biz de simitleri beraber satarız.”
derdi. Öyle yiğit bir kadındı o! Sonra yaş haddinden emekli
oldum.
– Yaş haddine kadar beklemenizin sebebi neydi? Yorulmamış mıydınız?
Yavrum, bir ara çalışırken çok sıkıntıya düşmüştüm. Emekli
olmaya karar verdim. Ama içimde bir tereddüt vardı. Bir velî
zata gittim, durumu anlattım. Bana bir olay anlattı: Vaktiyle
Gönül Sohbetleri
154
Selimiye Kışlası’nda çok dindar, mâneviyat ehli bir binbaşı
varmış. Günü gelir gelmez hemen emeklisini almış. O gece
rüyasında görmüş ki, Peygamber Efendimiz Selimiye Kışlası’nı
ziyaret ediyor ama onun bölüğüne uğramadan geri dönüyor.
Adam bu rüya üzerine çok üzülmüş, gitmiş bir velî zata danışmış. Velî zat, bu rüyayı yorumlarken “Evladım,” demiş, “genç
yaşta, hâlâ daha hizmet verebilecekken işinden ayrılmışsın.
Resulullah Efendimizi gücendirmişsin.”
Ben bunları duyar duymaz dersimi almıştım. Eğer yaptığımız
işi, o anda bizden daha iyi yapacak kimse yoksa, o işi yapmaya
devam edeceğiz yavrum. O nedenle, ben de yaş haddinden
emekli olana dek çalışmayı sürdürdüm.
– Efendim, hem çok okuyan ve araştıran bir kimse olarak
hem de mesleğinizden dolayı sizin insanı anlama, insan psikolojisini yorumlama konusunda gerçekten büyük bir birikiminiz
var. Acaba internet sitenize gelen sorulara cevaplar verirken bu
bilgilerinize göre mi, yoksa kalp aynanızdan yansıyanlara göre
mi cevaplar veriyorsunuz?
Her ikisiyle birlikte...
– Bazen sitede verdiğiniz cevaplarda benzer gibi görünen
durumlar için farklı çözümler önerdiğinizi düşünenler olursa,
onlara ne dersiniz?
Yavrum, hayatta hiçbir olay bir diğerinin aynısı değildir. Bir
olaya ait çözümü, kalıp gibi alıp benzer bütün olaylara uygulamaya, o kalıba göre her şeyi açıklamaya kalkanlar asla doğruya ulaşamazlar. Her olay kendi içinde farklıdır, her insan
Gönül Sohbetleri
155
birbirinden farklıdır ve her olayın çözümü benzer gibi görünseler
de farklı farklıdır. Burada çok dikkâtli olmak lâzım.
Bugün bizim sitemizin dünyada bir eşi, benzeri yok. Var
diyen olursa, buyursun göstersin. Bundan sonra da olmayacak.
Çünkü bir Sabri Tandoğan bir daha gelmeyecek. Çünkü artık ne
onu yetiştirenler var, ne de onun yetişmesine katkıda bulunabilecek o güzel insanlar ve o çevre var.
– Efendim, siz hayatınızın her döneminde, o anda içinde
bulunduğunuz durum her ne ise, onun hakkını en güzel şekilde
vermişsiniz, olayları ve insanları birbirleriyle kıyaslamadan hayatınızın her ânında güzellikleri dolu dolu yaşamışsınız.
Sizce, bugün hayatını böyle dolu dolu yaşayan, yaşama
sanatının ustası olmuş kaç insan vardır?
Yavrum, bugün hayatını adam gibi yaşayan o kadar az
insan var ki. Ben hayatım boyunca kimseyle kavga etmedim,
kimseye küsmedim. Saçmalıklarla karşılaşmadım mı, karşılaştım. Ölesiye bir mücadele verdim mi, verdim. Ama hiçbir zaman
darılıp, gücenmedim. Kendi dünyamı kurdum. Kırk dört yıl evli
kaldım, eşimle bir tek gün münakaşa etmedim. Bir tek gün ona
“Kalk bana bir su getir” bile demedim. Yanında ayak ayak
üstüne atarak oturmadım. Ona yan gözle bakmadım. Her işimi
aşkla, şevkle yaparak sevilen, sayılan bir kimse olmaya çalıştım. Nerede güzel olan bir şey varsa, onu araştırdım, inceledim. İnsanları, hayatı etüd ettim. Hayatı ve insanları anlamaya
çalışmaktan başka bir ihtirasım olmadı. Bugün yetmiş beş
yaşımda bile, bu aynen devam ediyor. Dünyadaki yedi milyar
insan benim kardeşim. Hangi düşüncede, inançta, felsefede
olursa olsun benim kardeşim. Ben hepsini bağrıma basmaya
Gönül Sohbetleri
156
hazırım. Herkesin derdini paylaşmaya hazırım. Ben şu anda
dünyanın en mutlu insanı olarak görüyorum kendimi. İşte hayatı
adam gibi yaşamak budur. Yeryüzündeki bir kum tanesinden
gökyüzündeki Samanyolu’na kadar insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle, eşya ve cemâdatıyla bütün evreni Muhammedi bir aşkla
kucaklamak...
“Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz”
diyebilmek.
“Aşk gelicek, cümle eksikler biter”
diyebilmek.
“Her dem taze doğarız, bizden kim usanası”
diyebilmek...
Benim hayatta bir tek üzüntüm oldu: O da insanların benden
yeterince istifade etmemesi. Bakın bunun için onlara dargınım,
küskünüm filân demiyorum, dikkât edin. Ne yazık ki, büyük
televizyon kanalları benden istifade etmiyor, buna çok üzülüyorum. Sanki Türkiye’de ikinci bir Sabri Tandoğan varmış gibi
bana ilgisiz kalıyorlar. Ve o çok sevdiğim insanlara ulaşmama,
onların derdini, ıstırabını paylaşmama imkân vermiyorlar. Acaba
bunun hesabını yarın Allah’ın huzurunda nasıl verecekler?
Ama ben her şeye rağmen, sadece Allah rızası için insanlara gece gündüz faydalı olmaya uğraşıyorum. İnternet
sitemi de bu amaçla kurdum. Bugün hiç kimse hayatı benim
kadar objektif göremiyor, benim kadar güzel sentez yapamıyor.
Ben kendimi küçük yaştan itibaren buna hazırladım. İnsanları
hep sevdim, çok sevdim. Onlara yalnızca Allah rızası için ayrım
Gönül Sohbetleri
157
yapmaksızın hizmet etmek, benim için yüce bir gaye oldu her
zaman için. Daha lise yıllarımdayken yazdığım bir şiirde şöyle
dile getirmiştim bunu:
“Hepsinin derdini paylaşmaya hazırım
Ne kadar kederli varsa kâinatta
Sarmak, sarmak ister onları kollarım
Sıcacıktan, kardeşçe, dostça”
İnşallah, Allah bu hizmeti bana son nefesime kadar nasibeder.
– Efendim, sizin hayat hikâyeniz çok anlamlı ve bir o kadar
da düşündürücü. İnşallah o televizyon kanalları da, bizler de
sizin bu hizmet aşkınızın gereğince farkına varabilir ve sizin
sevgi pınarınızdan akan güzellikleri bir özsu gibi yudumlayabiliriz. Siz, bunun için gerekli bütün ortamı ve imkânları
bizlere sunuyorsunuz. İnşallah hayırlı ömürler içinde hizmetleriniz nice yıllar daha devam eder. Ve rahmetli annenizin
gördüğü rüyada olduğu gibi, hizmet şemsiyeniz ve gönül dostlarınız günden güne bütün dünyayı kaplar... Bizler de bu
şemsiye altında olabilmenin güzelliğini lâyıkıyla idrak edebilenlerden oluruz inşallah.
Efendim, sevgi dolu dünyanızın kapılarını bizlere açtığınız
için, Hak’ka ve insanlığa hizmete adanmış örnek yaşantınızdan
kesitleri içtenlikle paylaştığınız için size çok teşekkürler ediyoruz. Üzerinizde emeği olanlardan Hak’ka göçenlere de
Allah’tan sonsuz rahmetler diliyoruz.
…
Gönül Sohbetleri
158
Ve sayın büyüğümüzün “Yaşamak İstiyorum” şiirinden dizelerle tamamlıyoruz sohbetimizi...
“…
Sevmek delicesine, deliler gibi sevmek
Sevgiler içinde yiterek eriyerek
Ta göklere kadar hem
Hem Allah’a kadar sevmek...
Sevgiler üstüne kurulmuş dünya
Mayıs akşamları kadar hoş
Madem ki doldurmaya geldik testimizi
Gitmesin elimizde bomboş...”
Sabri Tandoğan
“Bekleyiş”
Gönül Sohbetleri
159
İnternetteki Siteme Gelen
Bazı Sorular ve Cevapları
Soru: Efendim, sizin yazılarınızı okurken yaşadığım mânevi
lezzet için önce Rabbime sonra da size çok teşekkür ederim.
Derin bilgi birikiminiz, engin tecrübeleriniz biz gençler için vazgeçilmez, çok etkili nasihat hükmünde... Günümüzde gençliğin
içler acısı hali malûm ortada. Benim de dahil olduğum bu karamsar tablonun çıkmazına ışık yaktığınız, sorularımızı dikkâte
alıp cevapladığınız için şükürden acizim... İzninizle meramımı
anlatayım.
Ekonomi bölümü ikinci sınıf öğrencisiyim, tembellik ve atalet
üzerime karabasan gibi çökmüş durumda. Öyle ki çok uyuyor,
boş konuşuyor, görev ve sorumluluklarımı yerine getiremiyorum. Tasavvufa gönül vermeme rağmen en ufak bir disiplin
altına dahi giremiyor, nefsimin her seferinde kurbanı oluyorum.
Derslerimin kötüye gitmesine rağmen silkinip kendime gele-
Gönül Sohbetleri
160
miyorum. Her geçen gün büyüyen yaşıma paralel akli melekelerimin artıp olgunlaşması yerine daha da bir küçük –sorumluluklardan kaçan– tembel biri oluyorum. Nasıl toparlanıp
kendime gelmeliyim? Ne yapmalıyım da ataletten kurtulmalıyım? Ciddi anlamda bir an önce kendime gelmeliyim. Ömrü
insanlığa hizmetle geçmiş, çalışkan, disiplinli olan sizden yardım istiyorum. Belki de sizden gelecek bir formül hayatımda
ciddi bir değişikliğe yol açar diye ümit ediyorum duanızla...
Şimdiden cevabınız için çok teşekkür ederim. Ellerinizden
saygıyla öper, muhabbetlerimi sunarım...
Cevap: Kıymetli yavrum, gelin uzun vadeli plânlar, programlar yapmayı bir yana bırakalım. Yalnız bir gün için, sadece
bir gün için saati kuralım, erkenden kalkalım, namazımızı
kılalım. Ve çalışmaya başlayalım: O gün, ama yalnız o gün az
uyuyalım, az yiyelim, ama çok çalışalım. O gün için tayin ve
tesbit edeceğimiz programı uygulamak için gerekirse kellemizi
ortaya koyalım. Evet yavrum, sadece bir tek gün. Bunu başardığınız takdirde, her şey çorap söküğü gibi kendiliğinden
gelecektir. Haydi yavrum, bir tek gün, sadece bir tek gün.
Önemli olan o bir tek günü dolu dolu, aşk ile, şevk ile, heyecan
ile yaşayabilmek. Size dua edeceğim. Başaracağınıza inanıyorum.
Selâm, sevgi ve saygı ile.
Soru: Değerli büyüğüm,
Benim evliliğimde problemler var, eşimi çok kıskanıyorum.
Onu bunalttığımın farkındayım. O yakışıklı, kadınların hoş sohbet bulduğu biri. O da onlara samimi davranıyor. Kendisini de-
Gönül Sohbetleri
161
falarca uyardım, hareketlerinin yanlış anlaşılabileceğini ve ağır
olması gerektiğini anlattım. Benim fazla endişe ettiğimi, kendisinin doğal davrandığını söylüyor, beni çok üzüyor. Ben bu
durumdan çok rahatsızım, aldatılmak istemiyorum. Bir kızım
var. Ayrılma noktasına geldik. Bir de bazen eve gelince televizyonun başına geçiyor, geç saatlere kadar televizyon izliyor.
Hep kavga ediyoruz. Ne yapayım, çok çaresizim bana yol gösterin. Evliliğimi bozmak istemiyorum, iyi bir eş, iyi bir anne
olmak istiyorum. Önerileriniz benim için çok önemli, lütfen beni
kızınız kabul edin. Öğütlerinize ihtiyacım var, ellerinizden öperim.
Cevap: Kıymetli yavrum, anlattığınız kadarıyla ortada bir
ihanet durumu yok. Siz biraz kıskanç mizaçlısınız. Belki kocanız
mizahtan, espriden, hoş sohbetten zevk alan bir insan. Siz
acaba kocanızın bu yönüne cevap veriyor musunuz? Onu her
gün ayrı bir elbise giyerek, saçınıza ve makyajınıza itina ederek
karşılıyor musunuz? Onu karşılamak için daha önceden ev
işlerini bitirip müzik gibi, şiir gibi, kitap okumak gibi bazı şeylerle
meşgul olarak kendinizi, eşinizi karşılamaya hazırlıyor musunuz? Değişik kıyafetlerle ona sürprizler yapıyor musunuz?
Acaba hiç bir fıkra kitabı aldınız mı? Oradaki fıkraları okuyup,
eşinize anlatıyor musunuz? İşyerine telefon edip onu çok sevdiğinizi, gece ona bir sürpriz hazırladığınızı söylüyor musunuz?
Onun gece hayatının daha renkli, daha ışıklı, daha heyecanlı
geçmesi için plânlar yapıyor musunuz? Onu zaman zaman
harçlığınızı biriktirip iyi lokantalarda yemeğe götürüyor musunuz? Arada bir (tabi özel günlerin hepsinde) gömlek gibi, kravat,
tişört gibi, yelek gibi hediyelerle sevindiriyor musunuz? Eşinizin
akrabalarına ve arkadaşlarına karşı özel bir ilgi, yakınlık gös-
162
Gönül Sohbetleri
teriyor musunuz? Yoksa akşam eşiniz geldiği zaman onu çalışma kıyafetinizle mi karşılıyorsunuz? Kapıdan içeri girerken
“benim yakışıklım geldi, benim bir tanem geldi, benim gönlümün
sultanı geldi” diye, onu hoşnut edecek kelimelerle karşılıyor
musunuz? Kapıdan girdikten sonra ona sımsıkı sarılıp “seni ne
kadar özledim, bir bilsen” diyor musunuz? Onun sevdiği yemeklerden yapıyor musunuz? Sofranızı bir sanat eseri gibi süslüyor musunuz? Yaptığınız salatayı bir tablo haline getiriyor
musunuz? Kapıdan içeri girince ona soruyor musunuz “Sevgilim, sana ne hazırlayım, çay mı, kahve mi, meyve suyu mu
içersin?” Onun yanına oturup ellerini ellerinizin arasına alıp ona
aşk şiirleri okuyor musunuz? Yoksa sabah akşam ekşi bir yüzle
vır vır, dır dır edip, yok şu kadına baktın, yok bu kadına baktın,
kafa mı şişiriyorsunuz? Bak yavrum, bir erkek psikolojisini bilme
sanatı vardır. O sanatı bilen her kadın kocasını kendisine esir
edebilir. Ama mütemadiyen asık yüz, mütemadiyen çehre surat,
şikâyet bir erkeği canından bezdirebilir, intihara kadar götürebilir. Kilonuz varsa zayıflayın, hiçbir erkek karşısında şişman
bir kadın görmek istemez. Cazibeli olun. Şikâyeti bırakın. Cıvıl
cıvıl olun. Bazen eşiniz eve erken gelmek için bahaneler arasın.
Sizi özlesin, siz de kendinizi özletin. Cıvıl cıvıl, hayat dolu, neş’e
dolu bir hanım olun. Nasıl mağazalarda, vitrinlerdeki hanımlar
ilgi çekici, hayranlık uyandırıcı oluyorsa siz niye olmayasınız?
Allah bu güzellikleri, o incelikleri size de vermiş. Niye kullanmıyorsunuz? Ta çocukluğumdan beri dikkât etmişimdir, bir genç
kız evlendiği zaman manken gibi oluyor, zarif, incecik, ışıl ışıI,
pırıl pırıl. Evlendikten sonra çok zaman kendilerini bırakıveriyorlar. Bir süre sonra bir yağ tulumu haline geliyorlar. Oldu
mu ya. İki kere Fransa’ya gittim. Özel olarak bir gün rahmetli
Rânâ ile beraber Paris’te Şanzelize Caddesinde dolaştık. Bir tek
Gönül Sohbetleri
163
kilolu hanım görmedik. Hepsi dal inceliğinde idiler. Geçen sene
Remzi Kitabevi’nde bir kitap gördüm. “Fransız kadınları neden
kilo almaz?”
Kıymetli yavrum, olay bu. Sorduğun için söylüyorum. Eğer
bu dediklerimi yaparsan kocan sana deli divâne âşık olur,
çevrende fır döner. İster kabul et, ister etme, o senin bileceğin
iş. Bir de benim “Gönül Sohbetleri” isimli eserimin üçüncü
cildinde “Bir Babanın Kızına Mektupları” bölümü var, onu okumanı tavsiye ederim.
Çocukluğumdan beri hemen her gün kitapçılara giderim.
Bugüne kadar Türkçe yazılmış “kadınlık sanatı” isimli bir kitap
görmedim. Ne kadar acı. Kadınlık, başlı başına bir san’attır. O
sanatı meydana getiren unsurlar zekâdır, inceliktir, zarafettir,
gayrettir, aşk ve heyecandır. Acaba neden böyle bir kitap yazılmıyor?
Selâm, sevgi ve saygı ile...
Soru: Efendim,
Değerli bilgilerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
Benim sorum, kısmet var mı, yoksa her şey tesadüflerin değerlendirilmesiyle mi gerçekleşir? Evleneceğimiz insan belli
midir? Teşekkür ederim.
Cevap: Kıymetli yavrum, kısmet vardır ama durağan bir şey
değildir. Ağaçtaki elma bile koparılmayı bekler. Bahçenizdeki
maydanoz ilgi görmez, sulanmaz, bakımsız kalırsa, onu yemeğinize, salatanıza koyamazsınız. Kısmet de öyle. O kuşun
gelip avucumuza konması için bizler acaba elimizden geleni
164
Gönül Sohbetleri
yapıyor muyuz? Acaba yeteri kadar çalışkan mıyız, gayretli
miyiz, yeteri kadar insanlara hizmet ediyor muyuz? Çevremizdeki açları, hastaları, yalnızları, garipleri, gözü yaşlı olanları
düşünüyor muyuz? Çevremizdeki hastalarla, cenazelerle ilgileniyor muyuz? Dostlarımızı, arkadaşlarımızı arıyor, hatırlarını
soruyor muyuz? Onların doğum günlerini, evlilik günlerini bir
yere not ettik mi? O günlerde minicik hediyelerle de olsa onları
arayıp soruyor muyuz? Dışarı çıkarken olduğu kadar, içeride de
kıyafetimiz temiz mi, bakımlı mı? Evimiz her zaman derli toplu
mu? Lavabolarımız her zaman pırıl pırıl mı? Her zaman şartlar
ne olursa olsun sakin, mütebessim, saygılı ve zarif miyiz?
Kendimizi yetiştirmek, geliştirmek için okuyor muyuz? Resim
çalışıyor muyuz? Yazı yazıyor muyuz? Günlük tutuyor muyuz?
Güzel şiirler ezberliyor muyuz? Resim sergilerine gidiyor muyuz? En basitinden de olsa bir enstrüman çalmasını biliyor
muyuz? Güzel yemekler yapmasını biliyor muyuz? Yemek repertuarımıza zaman zaman yeni yemekler, yeni salatalar, yeni
kekler, yeni pastalar ilâve ediyor muyuz? Elimizden biçki, dikiş
geliyor mu? Gerektiğinde kendimize bir etek, bir bluz, aile
fertlerimize pijama, gecelik dikebiliyor muyuz? Yün örebiliyor
muyuz? Çiçek yetiştiriyor muyuz? Hayatı, insanları her gün
biraz daha yakından tanıyabilmek için bütün gücümüzle çaba
harcıyor muyuz? Bu konuda kitaplar okuyor muyuz? Yoksa
kısmetim varsa gelsin beni bulsun deyip öğleye kadar miskin
miskin, uyuşuk uyuşuk yatıyor muyuz? Dışarıya çıktığımız zaman rahmetli babaannemin tabiriyle “Kırk köpek yalasa doyar”
dediği pis, iğrenç, tiksindirici, paçaları sokakları süpüren kotları
mı giyiyoruz? İkide birde “Ay bunaldım, ay sıkıldım” deyip, adına
sigara denilen o iğrenç nesneyle ağzımızı leş gibi kokutup,
yüzümüzü solduruyor muyuz? Her yerde “ben, ben” diyerek
Gönül Sohbetleri
165
kendi egomuzu ortaya mı koyuyoruz? Tek düşüncemiz diskotekler, gece klüpleri, gazinolar mı? Hayatın ve sanatın güzelliklerine sırt çeviriyor muyuz? Dedikoducu insanları ağzımızı
açarak dinliyor muyuz? Kıymetli yavrum, sizi usandırmamak için
burada kesiyorum. Ne demek istediğimi anladınız. Açıkça söylüyorum. Kısmetin gelmesi de gelmemesi de o insanın hayat
karşısında takınacağı tavra bağlıdır. Ben, pozitif ve negatif
özellikleri olan iki genç kız tipini kısaca çizdim. Artık karar sizin.
Selâm, sevgi ve saygı ile.
Soru: Merhaba Sabri Bey Amca,
Sizce düğünler nasıl olmalı? Bir düğünün edep ve âdabı
nasıl olmalı? Bizler düğünlere gittiğimiz zaman hangi edep ve
âdaplarla hareket etmeliyiz? Düğünlerdeki takı merasimlerini
nasıl değerlendiriyorsunuz? Müslüman iki insanın düğünü nasıl
olmalıdır? Dün bir tanıdığımızın düğününe gitmiştim. Orada
gördüklerim, açık saçıklık, laubalilik beni tiksindirdi. Cevabınız
için çok teşekkür ederim. Selâm ve saygılarımı sunarım.
Cevap: Kıymetli yavrum, seni o kadar iyi anlıyorum ki.
Orada hissettiklerin, yaşadıkların, şahit oldukların aynen gözlerimin önünde. Sevgili yavrum, böyle mekânlardan sıkılmak,
yer yer utanç duymak o kadar doğal ki. Eğer aksini söyleseydin,
o zaman sana karşı olan sevgim ve saygımda büyük azalmalar
olurdu. Ta çocukluk günlerimden beri bu tür düğünlerden hep
sıkıldım, rahatsız oldum. Zaman zaman tiksindim, iğrendim,
midem bulandı. Bir kere düğüne gelen hanımların kıyafetleri
beni rahatsız etti. Ne yazık ki birçok hanım kendilerini teşhir
eden kıyafetleri giymeyi zorunlu sayıyorlar. İkincisi, bu yüksek
166
Gönül Sohbetleri
sesli müzik kulakları tırmalıyor, insanın iç dünyasını delik deşik
ediyor, yaralıyor. Sonra o oyun denilen kepazelik. Koca koca,
yaşını başını almış, enseli, göbekli sözümona beyefendiler, sözümona hanımefendiler çıkıp şıkır şıkır çingenelere taş çıkartacak şekilde göbek atıyorlar, kıvırıyorlar. İşte bu bölüm tiksindirici, iğrendirici, hatta kusturucu oluyor. İş bununla da kalmıyor. Birçok düğünde marifetmiş gibi gelen hediyeler ilân ediliyor. Aman Yarabbi, insanlık bu kadar düşebilir, küçülebilir...
Kim bu âdeti çıkarttıysa rahmetli babaannemin tabiriyle “Sinde,
mezarda rahat yatmasın”. Bana akıl almayacak kadar iğrenç
geliyor bu âdet. Ne demek ilân etmek. Herkes kendi imkânlarına
göre bir şeyler getiriyor. Belki bir insanın gönlü çok yüce, en
büyük hediyeleri getirmek istiyor, ama imkânları o kadar kısıtlı
ki, o kadar zor şartlar altında yaşıyor ki, küçücük bir hediye
getirebiliyor. Şimdi o hassas, temiz, ince ruhlu insanı, yüce
gönüllü insanı orada teşhir etmenin ne anlamı var? Onu ıstırap
içinde bırakmaya kimin ne hakkı var? İnsanlar düğünden çıktıkları zaman dayak yemiş gibi oluyorlar. Düğünden çıkan bir
insanın huzur içinde, melekler gibi bir uyku uyumasına imkân
var mı? İşittikleri, şahit oldukları, gördükleri, hissettikleri onu
günlerce tedirgin ediyor. Arkasından dedikodu furyası başlıyor.
Efendim, böyle düğün mü olurmuş, şu noksan, bu noksan, bu
olmamış, bu neye benzemiş, bu ne biçim ikram, doğru dürüst
bir şey ne yedik, ne içtik filân filân.
Kıymetli yavrum, küçüklüğümden beri bunları göre göre, bu
düğün denilen olay bende sadece tiksinti uyandırdı. Kendim
evlenirken kesinlikle düğün yapmadım. Nikâhımız oldu, sonra
annemlerin evine geldik. Rahmetli Rânâ Hanım’ın ve benim
bazı yakınlarımız, aile dostlarımız ile beraberce bir yemek
yenildi, dualar edildi. Sonra Çavuşoğulları Camii’nin imamı Rıza
Gönül Sohbetleri
167
Çöllü Hocaefendi geldi, nikâhımız kıyıldı. Sonra vedalaşarak
ayrıldık. Yeni evimize gittik. Kapıdan içeri girerken bir sözleşme
yaptık. “Bak, Rânâ” dedim, “şu andan itibaren yeni bir hayat
başlıyor. Bundan böyle bu evde ne senin dediğin olacak, ne
benim dediğim olacak. Allah’ın ve Peygamberin emirleri neyse,
o geçerli olacak” dedim. Ve tarihte bir örneği görülmemiş muhteşem bir evlilik böyle başladı. Kırkdört yıl bir masal, bir aşk
rüyası yaşadık. Sadece sevdik ve sevildik. En ufak bir kavgamız, münakaşamız olmadı. Kırkdört yıl içinde bir kere bile
para lâfı edilmedi. Bir kere bile ne yiyeceğiz diye düşünmedik,
Allah ne verdiyse şükrederek onu yedik. Ve kırkdört yılın sonunda Rânâ Hak’ka göçtü. İki kişilik mezar yaptırdım. Yakınlarıma söyledim, Hak’ka göçünce beni Rânâ’nın yanına gömün
dedim. İnşallah nasip olur. Tek düşüncem, mânâ âleminde de
Rânâ ile beraber olmak.
Sevgili yavrum, düğün nasıl olmalı diye soruyorsun. Bugün
ne o düğünü yapacak düğün sahipleri kaldı, ne o düğüne gelecek davetliler. Hepsi “Beyaz atlara binip uzaklara gittiler”.
Şaka bir tarafa, düğün öyle tertiplenmeli ki, düğüne gelenler
öyle edepli, öyle hassas, öyle zarif, öyle ince olmalı ki, düğündeki süreç bir masal gibi, bir rüya gibi, bir şiir gibi geçmeli.
Orada beşerî kültürün bütün nüansları, bir gökkuşağı gibi sergilenmeli. Orada ruhlar arınmalı, temizlenmeli, bembeyaz olmalı.
Kıymetli yavrum, düğünde müzik de olabilir, ama insana
huzur veren, mutluluk veren, dinlendiren, derinlerden gelen bir
müzik, bir meltem gibi okşayan, bir sevgili eli gibi insana yaşama sevinci getiren bir müzik olmalı. Oradan ayrıldığı zaman
insanlar huzur içinde, mutluluk içinde, dualar içinde olmalı.
Gönül Sohbetleri
168
Allah’ım bu gençler birbirlerini çok sevsinler, birbirleri üzerinde
titresinler, aşkları o kadar büyüsün, o kadar büyüsün ki, Allah’a
ulaşsın. EI ele, diz dize, gönül gönüle birbirlerini her gün, her
saat, her dakika daha çok severek, daha çok saygı duyarak
evliliklerini bitmeyen bir senfoni haline getirsinler diye dualar
edilsin.
Kıymetli yavrum, bilmem ne demek istediğimi anlatabiliyor
muyum? Ben böyle düşündüm, böyle yaşadım. Hiç de pişman
olmadım. Bütün ömrüm huzur ve mutluluk içinde geçti. Artık
karar senin.
Yeni maillerini bekliyor, selâm, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Soru: Merhaba Saygıdeğer Hocam,
Uzunca bir süredir sizi takip ediyorum. Eserlerinizi okumak,
sohbetlerinizi dinlemek beni çok mutlu ediyor, bilgilendiriyor.
Efendim, benim size açmak istediğim husus ise şu. Ben küçük
bir vilâyette ailemle beraber yaşıyorum. Ailem ve yakın çevrem
dar bir muhit. Evimize gelen misafirler genellikle benim ufkumu
açabilecek türden kültürlü ve bilgili insanlar olmuyor. Onlarla
oturup sohbet etmek içimden gelmiyor. Öte yandan gerek oturduğum muhit, gerek kendi sosyal çevrem, imkânlarım kendimi
kültürel yönden geliştirebilmeye müsait değil. Çevremde kendini
yetiştirmek için aşk duyan hiç kimse de yok. Ancak bu tekdüzelik beni çok rahatsız ediyor. Kendimi geliştirmek, bakış
açımı genişletmek, kısaca daha kültürlü olmak istiyorum. Sizden
ricam ise bana bu yolda neler yapmam, nasıl bir yol izlemem
gerektiğini bildirmeniz, tavsiyelerde bulunmanız.
İyi günler, hürmetler efendim.
Gönül Sohbetleri
169
Cevap: Kıymetli yavrum, hayat yolunda yetişmek, tekâmül
etmek istiyorsun. İyi, çok güzel. Ama bunu neden çevrenden
bekliyorsun? Dünyanın en büyük on romancısından biri olan
Maksim Gorki, bir fırıncının yanında çıraktı. En güzel eserlerini
odun alevlerinin karşısında yazdı. Bunun gibi daha yüzlerce,
binlerce örnek verebiliriz. Cezanne, o kadar fakirdi ki, çiçek
alacak parası yoktu. Daha uzun süre dayandığı için elma alıyor,
model olarak elmaları kullanıyordu. Siz bırakın çevrenizi. Var
gücünüzle kendinizi yetiştirmeye çalışın. Gecenizi gündüzünüze
katın. Kültüre giden yol kitaptan geçer. Önümüzde Yunuslar,
Mevlânâlar varken, çevredeki insanlardan bize ne? Yunus’un
öyle mısraları var ki, kırk yıldır onları çözmeye çalışıyorum.
Meselâ,
“Bir ben vardır bende, benden içeri”
“Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar”
“Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu”
“Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır”
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan”
“Her dem taze doğarız, bizden kim usanası”
“Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın”
gibi mısralar. Bırakın çevredeki onu bunu, siz Yunus’u, Mevlânâ’yı çözmeye çalışın. Yüz yıl da yaşasanız onlardaki derinliğin, güzelliğin sonuna varamazsınız. Bilmem ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Benim çevrem de hep “ver yesin,
Gönül Sohbetleri
170
ört uyusun”larla doluydu. Ama ben onlara aldırış bile etmedim.
Okudum, deliler gibi, çılgınlar gibi okudum. Gün oldu aç kaldım,
ekmek paramı kitaba verdim. Olay bu yavrum. Lütfen kafanı
çevreye takma. Anlatacaklarım bu kadar.
Selâm, sevgi ve saygı ile.
Soru: Sitenizde okuduğum bir mail üzerine size yazmaya
karar verdim. Ben 15 yıllık evliyim. Annem ise yalnız oturuyor.
Bazı sağlık sorunları var. Onun da bizimle oturmasını çok arzu
etmeme rağmen daha önce onu evimize getirdiğim zamanlarda
eşim buna tepki gösterdiği için ve bu durumdan hoşnutsuz
olduğunu hareketleriyle anneme hissettirdiği için bu aramızda
hep huzursuzluk kaynağı oldu. Ben de bu tavra karşılık annemin yalnız kalmasına razı olmasam da elimden gelen bir şey
olmadığı için durumu hep idare etmeye çalışıyorum, ancak bu
da beni çok üzüyor. Sizce ben bu durumda ne yapabilirim?
Lütfen bana bir yol gösterin. Hürmetle ellerinizden öperim.
Cevap: Kıymetli yavrum, başkalarının görüşlerini bilmem.
Benim için anne, baba en kutsal varlıktır. Onların en büyük
ihtiyaçları sevgidir, saygıdır, ilgidir. Bir kimse kocasının veya
karısının hatırı için annesini veya babasını ihmal ediyor, onlarla
yeteri kadar ilgilenmiyor, yeteri kadar sevgi ve saygı göstermiyorsa, onları huzurevlerine atıp, nasıl olsa orada karnı doyuyordur diye huzur içinde yatıp uyuyabiliyorsa, o insan alçak,
şerefsiz, namussuz, rezil bir kimsedir. Onlar hayatın ve insanlığın yüz karasıdır. Ne demek karım istemiyor, kocam istemiyor. Bunlar küçük menfaatler uğruna ruhlarını satmış, dünyalarını ve âhiretlerini cehenneme çevirmiş kimselerdir. Kocan
istemiyorsa ona bir tekme vurursun. Sonra da şerefli bir şekilde
Gönül Sohbetleri
171
rızkını ararsın. Bir gün Ali Uzun’a helva almaya gitmiştim.
Sıramı bekliyordum. Seksen beş yaşlarında bir kadın geldi.
“Evlâtlarım,” dedi, “ben tereyağında nefis gözlemeler yaptım.
Alır mısınız?” Gerek çalışanlar, gerek müşteriler birkaç dakika
içinde kadının bütün gözlemelerini aldılar. Pekâlâ şerefli, haysiyetli bir hanım evde poğaça, börek, gözleme yaparak onları bir
poşete koyup pazarlara, işyerlerine, dükkânlara götürerek hayatını kazanabilir. İlle evde tembel tembel oturup kocanın getireceği ekmeğe eyvallah demek şart mıdır? Benim görüşüm bu.
İlknur Hanım, bir mailinde anlatmıştı. Huzurevinde bir konser
veriyorlar. Hanımefendi müsveddesi bir şırfıntı son model cipiyle
geliyor, konseri dinliyor, ayrılırken huzurevine attığı annesine
“Hakkını helâl et” diyor. A kepaze kadın, o kadın sana hakkını
helâl eder mi? Aldığın süt zehir olsun, zıkkım olsun, iki dünyan
cehennem olsun... Hafsalam almıyor, bir insanın ihtiyacı sadece
karnını doyurmak mıdır? Asıl insan ihtiyarlayınca biraz sevgi,
biraz şefkât bekliyor çevresinden. Yüce Peygamberimiz emrediyor. “Allah’ı en çok memnun eden ibadet, insanları sevmek ve onlara hizmet etmektir” buyuruyor.
Annelerini, babalarını en çok sevgiye, şefkâte muhtaç oldukları bir dönemde huzurevlerine atanlara yazıklar olsun diyorum. İki dünyanız cehennem olsun diyorum. Kıymetli yavrum,
ben olaya böyle bakıyorum. Yanlış düşünüyorsam Allah affetsin.
Selâm, sevgi ve saygı ile.
Soru: Sevgili efendim,
Allah nasip ederse, Nisan ayında bir bebeğimiz dünyaya
gelecek. Diğer iki yavrumuzu iyi yetiştiremedik. Çünkü o za-
Gönül Sohbetleri
172
manlar bizim yetiştirilmeye ihtiyacımız varmış... Şimdi ergen
çağlarına geldiler. Onlarla başetmekte zorlanıyoruz. Nasipse
yeni doğacak yavruyu eğitmeye şimdiden başlamak istiyoruz.
Bize ne tavsiye edersiniz? Ne yapalım, nasıl başlayalım?
Yardımlarınızı esirgemeyeceğinizi umuyoruz. Ellerinizden
öperim...
Cevap: Sayın Okuyucum,
Dünyanın en güç, en çetin işi çocuk yetiştirmektir. Her şey
bunun yanında önemsiz kalır. Bunun için önce evde karı koca
arasında sevgiye, saygıya, karşılıklı yardımlaşmaya dayanan bir
hava oluşmalı. İki taraf da birbirine karşı çok dikkâtli, çok edepli,
çok saygılı davranmalı. Ben, kırk dört yıllık evliliğimde bir kere
Rânâ Hanım’ın önünde ayak ayak üstüne atmadım. Bir kere
ondan su istemedim. Çocuğa yapamayacağımız şeyleri söylememeli, yerine getiremeyeceğimiz vaadlerde bulunmamalıyız.
Daima çocuğumuza saygılı olmalıyız. Japonlar kendi çocuklarına bir hükümdara nasıl davranılırsa öyle davranırlar. Ama
asla onları şımartmazlar. Bir anne babanın çocuğuna karşı
yapacağı en büyük kötülük onu şımartmaktır. Şımarık büyüyen
bir çocuk kadar hayatta tehlikeli hiçbir şey yoktur. Ne yazık ki
bugün Türkiye’de, en sosyetik aileden varoşlara kadar çocuk bir
put gibi yetiştiriliyor. Anne baba ne yazık ki çocuklarına tapıyorlar. Bugün Türkiye’de üçüz bir tanrıya inanılıyor: 1- para, 2çocuk, 3- mevki, makam. Önce bu pis, bu iğrenç hastalıktan
kurtulmak lâzımdır. Çocuk eve geliyor, annesinin önüne koyduğu yemeği beğenmiyor. Bir firavun namzedi gibi “ben bunu
yemem” diyor. Anne, yani modern “köle İsaura’lar” derhal telefona sarılıyorlar. Çocuk ne emrederse pizza, hamburger, kola
Gönül Sohbetleri
173
hep o sipariş ediliyor. Hangi evde kola varsa, ne o anne babadan, ne de o evlâttan hayır gelmez. Allah böyle ailelerin
şerrinden bütün insanlığı korusun. Evde ne pişerse çocuk onu
yiyecek. Beğenmiyorsa aç kalır, sofrayı terkeder. Bunlar belki
çok basit gibi görünen durumlar. Ama yeni firavunlar böyle
yetişiyor, böyle yetiştiriliyor. Karı koca kesinlikle birbirine yalan
söylememeli, sonunda ölüm de olsa doğruyu söylemekten çekinmemelidir. Hayat sandığımızdan çok daha ciddi, çok daha
önemli bir olaydır. Ona göre davranmak gerekir.
Geçen yıl televizyonda bir program seyretmiştim. Bir Konyalı
mühendisin kızı oluyor. Arkadaşları tebrike gidiyorlar. Baba, son
derece saygılı, son derece edepli oturmaktadır. Arkadaşları takılıyorlar, “Aman” diyorlar, “biz ilkokulda beraber okuduk, bu
teşrifatlara ne lüzum var?” Mühendis cevap veriyor, “Arkadaşlar” diyor, “kızım olduğu gün ben Allah’a söz verdim. Kızımın
çok edepli bir hanımefendi olmasını Allah’tan diledim. Şimdi ben
kendim edepli olmalıyım ki, kızım da bana bakarak edepli olsun.
Sohbet, bu minval üzere gidiyordu. Çok heyecanlandım. Aylarca bunu düşündüm. O Konyalı mühendise karşı içimde büyük
bir saygı duydum.
Sevgili okuyucum, şimdilik bu bir başlangıç. İleride olaylar
geliştikçe ona göre gerekenler yapılır inşallah.
Selâm, sevgi ve saygı ile.
Soru: İyi günler Sabri Amca, merhaba,
Bizim sınıfta bazı arkadaşlarımız öğretmenimizi çok üzüyorlar, derste konuşuyorlar diye. Okul servisinde de çok gürültü
yapan bazı çocuklar var. İnsanın kafasını şişiriyorlar. Ben çok
Gönül Sohbetleri
174
rahatsız oluyorum ama bir şey de söylemiyorum. Sizce de bu
çok kötü bir davranış değil mi Sabri Amca? Ellerinizden öperim.
Size iyi günler.
Cevap: Kıymetli yavrum, bu yüksek sesle konuşma meselesi ne yazık ki toplumumuzda kanayan bir yara gibi. Evlerde,
işyerlerinde, dolmuşta, otobüste o kadar çok yüksek sesle konuşan var ki, bazen insanı canından bezdiriyor. Dört beş masalı
bir dönerciye, bir pideciye gidiyorsunuz, sesler sizi canınızdan
bezdiriyor. Bir matematik profesörü arkadaşım anlatmıştı. Japonya’da bin kişilik bir lokantaya gidiyor. Hayretler içinde kalıyor. Düşün yavrum, bin kişi yemek yiyor, çıt çıkmıyor. Bizde on
onbeş kişilik bir yerde gürültüden oturulmuyor. Bu bir eğitim ve
kültür meselesi. Bazen insanın canından bezdiği oluyor. İnsanın
feryat edeceği geliyor, “Ben sizi dinlemeye mecbur muyum”
diye. Aslında bu yüksek sesle konuşan insanlar çevrelerinden
daima eksi puan alıyorlar. İnsanları kendilerinden uzaklaştırıyorlar. Hayatta her şey gibi konuşmak da bir görgünün, bir
yetişmenin sonucu. Hazret-i Musa firavunu Hak’ka davetle görevlendiriyor. Cenab-ı Hak, “Ya Musa” diyor, “firavunla konuşurken yumuşak ve tatlı söyle”.
Yüksek sesle bağıra bağıra konuşmak görgüsüzlüğün, ilkelliğin göstergesi oluyor. Hepimizin çok dikkâtli olması lâzım.
Sevgili yavrum, sana iyi günler diliyor, selâm, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Soru: Çok Sevgili Sabri Amcacığım,
Siz iyi bir evliliğin önemine çok vurgu yapıyorsunuz. Önce
kendimizi yetiştirelim, sonra evlenmeyi düşünelim diyorsunuz.
Gönül Sohbetleri
175
Benim sorum şu: Bir kadın veya bir erkek kendisinin evlenmeye
hazır olduğunu ya da olmadığını nasıl bilecek? Kendimizi nasıl
doğru değerlendirebiliriz? Cevabınız için şimdiden çok teşekkür
ederim.
Cevap: Kıymetli yavrum, sadece, şu kadar yaşa geldim, şu
kadar gelirim var, şöyle bir sosyal statü sahibiyim demekle insan evliliğe hazır olmaz. İnsan kendi dünyasını kurabilmişse,
karşısına çıkan problemleri halledebiliyorsa, cebindeki parayı
adam gibi harcayabiliyorsa, dilini tutmayı öğrenmişse, insanlarla
medenice ilişki kurabiliyorsa, geçimsiz değilse, haram yollara
sapmadan hayatını götürebiliyorsa, modanın kepazesi olmadan
efendice giyinebiliyorsa, kültürünü artırmak için dakikalarını bile
değerlendirebiliyorsa, güzel sanatları seviyorsa, karşı cinsin psikolojisini anlamak için birçok kitaplar okumuş ve çocukluğundan
itibaren bu yolda gayret harcamış ise, kendi ailesindeki insanlarla medenice bir diyalog kurabilmiş ise, o kimse evliliğe hazır
demektir. Kendi kendisiyle geçinemeyen, mutluluğu içinde duyamayan bir insan evlenince hiç duyamaz. Çünkü her evlilik
kendi içinde birtakım problemler taşır. Bu problemleri çözecek
sağlam, dingin bir iç yapısı yoksa, evlenince ne yapacak? Evlilikten keramet beklemek bence akıl işi değildir. Problemler
akılla çözülür.
Çevreye bakıyoruz, oğlan itin birisi. Aklı fikri serserilikte,
yaramazlıkta. Anne baba diyor ki, şu oğlanı bir evlendirelim, aklı
başına gelsin. Bu şekilde düşünmek bir cinayetten başka nedir?
Elin kızının başını derde sokmaktan başka nedir? Yazık değil mi
o yavrucağa? Bir genç kız düşünelim. Aklı başından bir karış
yukarıda. Havai, tembel, saygısız, ukala, yatağını bile düzeltmiyor, hayatında yemek pişirmemiş, akşam eve geldiği zaman
176
Gönül Sohbetleri
çoraplarını nereye fırlatıyor, bluzu nerde, kendi bile bilmiyor.
Eline geçen parayı har vurup harman savuruyor. Aklı fikri
eğlencede. Böyle serseri ruhlu bir kızı evlendirmek cinayet değil
midir? Eğer evleneceği eşi temiz, dürüst, efendi, aklı başında bir
gençse, o çocuğa yazık olmayacak mı?
İşte böyle yavrum. Kendi dünyasını kurmadan, adam olmadan, efendi olmadan evlenmek kâinattaki kötülüklerin en büyüğü değil midir? Ben böyle düşünüyorum. Amacım kimseyi
eleştirmek değil. Teeddüp ederim. Allah’a sığınırım. Selâm, sevgi ve saygı ile.

Benzer belgeler

1 UCU YANIK MEKTUPLAR/1 Hasret iki ucu yanık mektup, vuslat

1 UCU YANIK MEKTUPLAR/1 Hasret iki ucu yanık mektup, vuslat gireceğim. Nihayet çalışmaya başladık. Bir haftada öğrendim. Teşekkür ederek ayrıldım. Merak içindeydim. Acaba annem bu defteri kalemi niye almıştı? Oturduğum masada bunu düşünüyordum. Birden annem...

Detaylı