ED-DUHÂ SÛRESİ-Kitap Sayfa Sıralaması

Transkript

ED-DUHÂ SÛRESİ-Kitap Sayfa Sıralaması
AÇIK YOL MEDRESESİ
TEFSÎR DERS NOTLARI
ed-DUHÂ SÛRESİ
‫ﺳﻮﺭﺓ ﺍﻟﻀﺤﻰ‬
1
2
ِ‫بِ ْس ِم الل ّ ِه ال �ر ْحم َـنِ ال �ر ِحيم‬
Rahmetin Yegâne Kaynağı olan ve Rahmetini Yaratmış Olduğu Bütün Varlıklara
Aralarında Hiçbir Ayırım Gözetmeksizin Dağıtan Allah’ın ismini
derin bir şükranla anarak başlarım herşeye…
Tan yeri ağardıktan sonra, aydınlığın artık iyice yayıldığı o kuşluk vaktinin üzerine yemîn edip, bunun, kendi
hayatında ifâde edebileceği anlamı düşünmen için, dikkatini çekiyorum senin!
Ve gece vaktinde, karanlığın iyice çöküp tam bir durgunluğa erdiği zamanın da üzerine yemîn edip, bunun,
kendi hayatında ifâde edebileceği anlamı düşünmen için, dikkatini çekiyorum senin!
Vahiyden, mubârek Kur’ân’dan artık nasîbini alamadığını düşünerek derin bir endîşeye düşüp üzülme ve
telâşlanma sakın: ne terkedip gitti Rabbin seni, ne de tiksinti dolu yoğun bir nefret gösterdi sana!
Şunu iyi bil ve rahatla, ferahla: Hak Dîn’e îmân etmiş bir Mü’min olarak - âhiret hayatı dahil - o sonra gelecek
olan, senin için o önce gelenden daha hayırlıdır!
Ve zamanı geldiğinde Rabbin sana kesinlikle Mü’min bir Müslüman olarak yaşamış olmakla hak ettiğin
karşılığı, hatta daha da fazlasını verecek ve sen kesinlikle râzı olacaksın!
Şimdi bir ân için dur ve düşün:
O seni, tıpkı bir yetîm gibi, tek başına ve çâresiz bir hâlde bulup, sana Hak Dîn’e îmân nîmetini bahşetmekle
âdetâ korunaklı bir barınak vermedi mi?
Ve seni ne yapacağını bilemez bir hâlde bulup, sana Hak ve Hakîkat’in o Dosdoğru Yol’una ulaştıran ilâhî
rehberliğini bahşetmedi mi?
Ve seni sıkıntı veren ağır bir yükün altında ezilir hâlde bulup, sana ulaştırdığı vahyiyle, “mubârek Kur’ân’la
aydınlanıp, onun rehberliğinde yaşamak” demek olan o hakîkî zenginliği bahşetmedi mi?
Öyleyse, tıpkı senin bir zamanlar olduğun gibiler dâhil, yetîm konumunda olanları asla, boyun eğmek zorunda
bırakıp aşağılama ve onların boyun eğmek zorunda bırakılıp aşağılanmalarına asla yol açma, fırsat verme;
yüzünü asarak, kötü ve aşağılayıcı bir tavır içinde olma onlara karşı! Senden maddî ya da mânevî herhangi bir
konuda yardım isteyeni asla geri çevirme ve Rabbinin sana bahşettiği mubârek Kur’ân, îmân ve İslâm nî’metini
her vesîleyle, her zaman, herkese anlatmayı hiç bırakma!
3
4
Mubârek ed-Duhâ sûresi, “aydınlığın artık iyice yayıldığı o kuşluk vakti” anlamına gelen adını ilk âyet-i
kerîmesinden alır. İlk indirilen sûrelerdendir. Hz. Osman’ın (RA) mushâfını esas alan İslâm âlimlerinin
ekseriyetine göre mubârek ed-Duhâ sûresi vahyin iniş sürecinde 11. sırada yer alır. Hz. İbn Abbâs’ın (RA)
mushâfında ise 3. sırada yer aldığı bilinmektedir.
Üstâd Mustafa İslâmoğlu’na göre: “sûrenin baştan sona Rasûlullâh’ın (ASVS) kişisel tarihine atıf yapan ve onu
inşa eden bir sûre olduğu göz önüne alındığında, onu mubârek el-Muzzemmil ve el-Kalem sûrelerinin arasına, 5.
sıraya yerleştirmek daha isâbetli görünmektedir. Hz. Aişe vâlidemizin (RA) mubarek el-Kalem sûresi hakkındaki
rivâyeti de bu sıralamayı destekler.”
Günümüze ulaşan rivâyetler bu mubârek sûrenin bir vahiy kesintisinin (fetretu’l-vahy) ardından indiğini söyler.
Vahyin kesintiye uğramasının 3, 13, 15, 25, 40 gün, ya da 6 ay hattâ 2.5 yıl sürdüğüne dâir rivâyetler vardır.
Ne var ki birçok İslâm âlimi fetretu’l-vahy’i “iki vahy arasındaki normal bir ara” olarak görmekte, ancak
Rasûlullâh’ın (ASVS) daha öncekilere göre besbelli bir hayli uzun olan bu aradan dolayı, “Vahy kesildi mi? Yoksa
ben görevimi yerine getirmeye çalışırken bir hata mı yaptım da buna yol açtım?” diye anlaşılabilir bir endîşeye
düştüğünü belirtmektedirler. Nitekim vahyin insanlar üzerinde yaptığı tesirden rahatsız olanlar, iki vahiy
arasının uzamasını fırsat bilerek Rasûlullâh’ı (ASVS) kendilerince küçük düşürmek, zâtı ve bildirdiklerinin
geçerliliği konusunda kuşku uyandırmak için bulunmaz bir fırsat olarak gördüler ve onu, deyim yerindeyse,
“mânevî bir abluka” altına almaya çalıştılar! O güne kadar vahyin sık ve muntazam aralıklarla gelmesine alışmış
olan Rasûlullâh (ASVS), hâliyle bu boğucu ablukadan dolayı bunaldı ve belki bu yüzden gerçekten de endîşeye
düştü. Üstâd Mustafa İslâmoğlu bu endîşeyi, Rasûlullâh’a (ASVS) “vahiyden ayrı kalmanın acısının vahyin
sorumluluğundan daha büyük olduğunu” derinden idrâk ettirdiği için “ilâhî inşanın bir parçası” ve bir “rahmet”
olarak yorumlamaktadır.
Her hâl u kârda mubârek ed-Duhâ sûresi vahiy ile olan ilişkilerinde sıkıntı yaşayan Mü’min/Mü’mine
Müslümanları teskîn edip rahatlatan ve bu meyanda da mubârek Kur’ân’ın uygun görüp onayladığı bir hayatın
temel dinamiklerini en çarpıcı biçimde hatırlatan mesajlar taşımaktadır.
Hadîs imamlarından merhûm üstâdlar Buhârî ve Muslim’in bildirdiklerine göre, Rasûlullâh (ASVS) ashâb-ı
kirâmdan Mu’âz bin Cebel’e (RA) yatsı namazında uzun sûreler okumak yerine, mubârek ed-Duhâ sûresi gibi
kısa sûreler okumasını tavsiye etmiştir.
5
6
‫بِ ْس ِم اللّ ِه ال �ر ْحم َـنِ ال �ر ِحي ِم‬
Bismillâhirrahmânirrahîm
[er-Rahmân - Rahmetin Kaynağı, er-Rahîm - Rahmetini Yaratmış Olduğu Bütün Varlıklara, Aralarında Hiçbir
Ayırım Gözetmeksizin Dağıtan Allah’ın ismiyle…]
7
Besmele mubârek et-Tevbe sûresi hariç bütün sûrelerin başında yer alır. Mubârek et-Tevbe sûresinin
besmelesiz başlamasının sebebi konusunda İslâm ulemâsı tarafından muhtelif görüşler dile getirilmiştir ama
ortak bir kanaat oluşmamıştır. Bu yüzden bu görüşlere burada yer vermiyoruz.
Besmele mubârek en-Neml sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde ayrıca yer almaktadır:
‫اِن� ُه ِم ْن ُس َل ْيم َٰن َواِن� ُه بِ ْس ِم الل� ِه ال �ر ْحمٰنِ ال �ر ٖحي ِم‬
27 en-Neml 30
Şu kesin bir gerçek ki, o mektup Süleyman’dandır ve yine şu kesin bir gerçek ki o, er-Rahmân
- Rahmetin Kaynağı, er-Rahîm - Rahmetini Yaratmış Olduğu Bütün Varlıklara, Aralarında Hiçbir Ayırım
Gözetmeksizin Dağıtan Allah’ın ismiyle başlıyor
Mubârek Hûd sûresinin 41. âyet-i kerîmesinde yalnızca bismillah yani, “Allah’ın ismiyle” ifâdesi yer almaktadır:
‫یها اِ �ن َر ٖبّى لَ َغفُو ٌر َر ٖحي ٌم‬
َ ‫َو َقا َل ا ْرك َُبوا ٖف َيها بِ ْس ِم الل� ِه َم ْج ٰر َیها َو ُم ْر ٰس‬
11 Hûd 41
Ve Nûh dedi ki: "Binin bu geminin içine! Onun akıp gidercesine ilerlemesi de, demir atarak sâbit
kalması da Allah’ın ismiyledir! Şu kesin bir gerçek ki, Rabbim Allah ğafûrdur, rahîmdir!"
er-Rahmân ve er-Rahîm isimleri r-h-m kökünden türetilmişlerdir. Aynı kökten türemiş olan er-rahimu
kelimesi insanın doğmadan önce ana karnında yer aldığı, doğma aşamasına gelinceye kadar en güvenli şekilde
korunduğu, beslendiği ve aşama aşama geliştiği ve Allah Te’âlânın “güvenli, sağlam, korunaklı bir mekân”
olarak tanımladığı uzvun adıdır:
ٍ‫ثُ �م َج َع ْل َنا ُه نُ ْط َف ًة ٖفى َق َرارٍ َم ٖكين‬
23 el-Mu’minûn 13
Sonra onu {yani: bir balçığın süzülüp saflaşmış özünden tasarlanıp yaratılmış olan insanı}
güvenli, sağlam, korunaklı bir mekânın içinde bir nutfe - yani, sâf bir su; kavramsal olarak:
sperm
kıldık.
ٍ‫فَ َج َع ْل َنا ُه ٖفى َق َرارٍ َم ٖكين‬
77 el-Murselât 21
Artık onu {yani: sizi tasarlayıp yaratmış olduğumuz zayıf, değersiz suyu} güvenli, sağlam,
korunaklı bir mekânın - yani, rahmin içinde yerleşik kıldık.
Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, varlık âleminin varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan bu “güvenli,
sağlam bir korunma altında oluş”u her varlık için sağlamayı kendisine ilke edindiğini ve bu “güvenli, sağlam bir
korunma altında oluş”un her şeyi kuşattığını bildirir:
ِ ‫الس ٰم َو‬
‫ض قُ ْل لِل� ِه َك َت َب َعلٰى نَ ْف ِس ِه ال �ر ْح َم َة‬
ِ ‫ات َوا ْ�� َ ْر‬
� ‫قُ ْل لِ َم ْن َما فِى‬
‫ين خَ ِس ُروا اَنْف َُس ُه ْم فَ ُه ْم َ�� ُيؤ ِْم ُنو َن‬
َ ‫لَ َي ْج َم َع �ن ُك ْم اِلٰى َي ْو ِم الْ ِق ٰي َم ِة َ�� َر ْي َب ٖفي ِه اَل� ٖذ‬
8
6 el-En’âm 12
edinmiş
De ki: "Kimindir göklerde ve yerde ne varsa?" - De ki: "Rahmeti nefsine yazmış - yani, ilke
olan Allah'ın!". O, sizi hakkında hiçbir şüphe olmayan Kıyâmet Günü mutlaka bir araya toplayacaktır.
Nefslerini husrâna uğratmış olanlar - artık onlar îmân etmezler.
‫ين ُيؤ ِْم ُنو َن بِا ٰ َياتِ َنا فَ ُق ْل َس�َ� ٌم َع َل ْي ُك ْم َك َت َب َر �ب ُك ْم َعلٰى نَ ْف ِس ِه ال �ر ْح َم َة‬
َ ‫َواِ َذا َج َاء َك ال� ٖذ‬
‫َاب ِم ْن َب ْع ِد ٖه َواَ ْص َل َح فَاَن� ُه َغفُو ٌر َر ٖحي ٌم‬
َ ‫وءا بِ َج َهالَ ٍة ثُ �م ت‬
ً ‫اَن� ُه َم ْن َع ِم َل ِم ْن ُك ْم ُس‬
6 el-En’âm 54
Ve âyetlerimize îmân edenler sana geldikleri zaman artık de ki: "Selâmun aleykum – selâm
üzerinize olsun! Rabbiniz rahmeti nefsine yazmıştır - yani, ilke edinmiştir! Şu kesin bir gerçek ki O sizden biri
bir cehâletten dolayı kötü bir amelde bulunur ondan sonra da kesinlikle tevbe eder ve ıslâh olursa, artık şu kesin
bir gerçek ki O ğafûrdur, rahîmdir!"
‫يب بِ ٖه َم ْن اَشَ ُاء َو َر ْح َم ٖتى َو ِس َع ْت كُ �ل شَ ْی ٍء‬
ُ ‫َقا َل َع َذا ٖبى اُ ٖص‬
7 el-A’râf 156
(...) Allah dedi ki: “Azâbım... Onu dilediğim kişiye isâbet ettiririm. Ve rahmetim her şeyi kuşatır
(...)
İlk zamanlardan bu yana İslâm âlimleri, bu iki terimi birbirinden ayıran anlam inceliklerini tanımlamaya
çalışmışlardır. Bu açıklamaların en iknâ edici ve sâde olanı merhûm üstâd İbn Qayyım'a aittir. Ona göre, erRahmân terimi, Âlemlerin Rabbi Allah’ın, celle şânuhu, varlığı kavramında içkin bulunan ve ondan koparılması
mümkün olmayan rahmet saçıcılığı vasfını kapsarken, er-Rahîm, bu rahmetin Allah Te’âlâ'nın mahlûkatı
üzerindeki tezâhürünü ve onlar üzerindeki etkisini, başka bir deyişle Allah Te’âlâ'nın faaliyette oluş tarafını ifâde
eder. Buna benzer bir tanımlamayı üstâd Mustafa İslâmoğlu yapmıştır: er-Rahmân “özünde merhametli”, erRahîm ise “işinde merhametli” demektir.
Üstâd Prof. Dr. Mehmet Okuyan er-Rahmân ve er-Rahîm arasındaki anlam farklılığı konusunda merhûm üstâd
Fahruddîn er-Râzî’den kaynaklanan şöyle bir yorumu paylaşmaktadır: “er-Rahmân, kullardan ve/veya başka
varlıklardan benzerinin çıkması düşünülemeyen nî’metleri veren; er-Rahîm ise, benzerlerini kulların da
gerçekleştirebileceği nî’metlendirmeyi yapan anlamına gelir.”
er-Rahmân, er-Rahîm yani, “O Rahmetin Kaynağı, O Rahmetini Yaratmış Olduğu Bütün Varlıklara, Aralarında
Hiçbir Ayırım Gözetmeksizin Dağıtan” ifâdesi ise şu âyet-i kerîmelerde yer almaktadır:
‫اَل �ر ْح ٰمـنِ ال �ر ٖحي ِم‬
1 el-Fâtiha 3
er-Rahmân - Rahmetin Kaynağı, er-Rahîm - Rahmetini Yaratmış Olduğu Bütün Varlıklara,
Aralarında Hiçbir Ayırım Gözetmeksizin Dağıtan
‫َت ْن ٖزي ٌل ِم َن ال �ر ْحمٰنِ ال �ر ٖحي ِم‬
41 Fussilet 2
Bir indiriliş ki, er-Rahmân, er-Rahîm'dendir
9
‫َواِلٰـ ُه ُك ْم اِل ٰ ٌه َو ِاح ٌد َ�� اِل ٰ َه اِ��� ُه َو ال �ر ْح ٰم ُن ال �ر ٖحي ُم‬
2 el-Baqara163
Ve sizin ilâhınız, Tek İlâh'tır; O'ndan başka ilâh yok! er-Rahmân, er-Rahîm.
‫ُه َو الل� ُه ال� ٖذى َ�� اِل ٰ َه اِ��� ُه َو َعال ِ ُم الْ َغ ْي ِب َوالش� َها َد ِة ُه َو ال �ر ْح ٰم ُن ال �ر ٖحي ُم‬
59 el-Haşr 22
Allah O'dur ki O'ndan başka ilâh yok! O, o ğaybı ve o şehâdeyi bilendir. O’dur er-Rahmân, er-
Rahîm.
Yukarıda zikredilmiş olan âyet-i kerîmelerin dışında er-Rahmân ismi ayrıca 52 âyet-i kerîmede; er-Rahîm ismi
ise ayrıca 90 âyet-i kerîmede muhtelif bağlamlarda geçer.
DİKKAT! MERAKLISI İÇİN NOT:
“er-Rahmân ve er-Rahîm İsimlerinin Yer Aldığı Âyet-i Kerîmeler” ekine bakınız...
“Rahmet, Harâm, Mahrûm Bağlamı” ekine bakınız...
Doğrusunu bilen ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır, azze ve celle.
10
‫الض ٰحى‬
� ‫َو‬
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim aydınlığın artık iyice yayıldığı o kuşluk vaktini!
(93:1)
11
Aynı bağlamda:
‫یها‬
ِ ‫َوالش� ْم‬
َ ‫س َو ُض ٰح‬
91 eş-Şems 1
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o güneşi ve onun parlaklığının en güzel
şekilde ortaya çıktığı, aydınlığının kuşluk vakti artık iyice yayılışını
Bu ve bundan sonraki âyet-i kerîmenin başında yer alan ve bağlacı burada yemîn ifâde eden bir edattır.
Ve bağlacı yemîn edatı olarak kullanıldığında, kendisinden sonra belirtilen Hakîkat’e ya da Hakîkat’in delîline
ağırlık kazandırmak için - şâhitliğe çağrıda olduğu üzere - (“Vallahi - Allah'a andolsun!” ifâdesinde olduğu
ölçüde) yemîn kadar ağır ve güçlü bir iddia ve isbat mânâsı ifâde eder. Üstâd Mustafa İslâmoğlu’nun tesbîtine
göre,
ve bağlacının yemîn edatı olarak kullanılmasıyla başlayan sûrelerin genelinde yemîn edilenler
“gözlemlenebilen ve hissedilebilen fizikî ve maddî şeyler”, yemînin cevâbında gelenler ise “metafizik ve mânevî
durumlar”dır. Yemîn edilen şeyler, “maddî olandan mânevî olana zihnî intikal için bir destek noktası”
hükmündedir. Bununla da soyut düşünme yeteneği gelişmediği için, melek ve cinn gibi görünmez varlıkları
somutlaştıran ilk muhatapların bu yeteneğini geliştirmek amaçlanmıştır.
Kanaat-i âcizânemize göre merhûm üstâd Muhammed Esed’in mubârek Kur’ân’da toplam 16 yerde yer alan
ve
yemin edatlarını “gözönünde tut, mütalaa et, dikkate al, üzerinde enine boyuna ve derinlemesine düşün,
hakkında fikir sahibi ol” ve ek olarak da “hürmet göster” mânâlarına gelen “consider” kelimesiyle karşılaması
dikkat çekicidir! Şöyle ki: biz insanlar birilerini/birbirimizi herhangi bir konu hakkında tam mânâsıyla ikna
edebilmek için, genellikle de son çâre olarak yemîne başvurur, öncelikle kutsal/mukaddes kimi zaman da
yalnızca değerli bildiğimiz şeyler üzerine yemîn ederiz (Yemîn billâh etmek: Allah Te’âlâ üzerine yemîn etmek,
bir başka deyişle O’nu, celle celâluhu, şâhit tutmak/göstermek; Yemîn vermek: bir kimseden, kendisince
kutsal/mukaddes şeyleri öne sürüp bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını istemek). Ne var ki herşeyin yegâne
yaratıcısı, dolayısıyla da mutlak sâhibi olan Âlemlerin Rabbi Allah’ın, celle şânuhu, hiç kimseyi, hiçbir konuda,
hiçbir zaman iknâ etmeye, asla ihtiyâcı yoktur, olmaz/olamaz. O hâlde, “Allah Te’âlâ neden yemîn eder?” suâlini
kendimize sormamız gerekir. Besbelli ki bizleri, deyim yerindeyse, sarsmak-silkelemek, şaşırtmak ve böyle
yaparak dikkatimizi çekmek ve yoğunlaştırmak için! Bu dikkat çekme ve yoğunlaştırmanın hiç kuşku yok ki en
önemli hedefi, akıl ve vicdân sâhibi bir varlık olarak insanın düşünme melekesini harekete geçirmesini
sağlamak, bir başka deyişle, düşünme eylemini bütün boyutlarıyla (tefekkür, tedebbür, teâkkul, tezekkür,
tefakkuh, teemmül ve ilâ âhir…) tetiklemektir!
Merhûm üstâd Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın o pek lezzetli, şâirâne Türkçesiyle “güneşin parlayıp
yükselmeğe başladığı gündüzün gençliği” diye açıkladığı ve bizim burada “aydınlığın artık iyice yayıldığı kuşluk
vakti” diye meâllendirmeye çalıştığımız duhâ terimi mubârek Kur’ân’da çok önemli bir zaman dilimi olarak
vurgulanmaktadır:
‫یها‬
َ ‫ش لَ ْي َل َها َواَخْ َر َج ُض ٰح‬
َ ‫َواَ ْغ َط‬
79 en-Nâzi’ât 29 {Allah Te’âlâ varlık âlemini yaratırken}
onun {yani, gökyüzünün} gecesini karartmış ve onun
{yani, gökyüzünün}, aydınlığın artık iyice yayıldığı kuşluk vaktini çıkartmıştır.
Mecâzî anlam boyutuyla bu ifâdeyi, öncelikle mubârek ed-Duhâ sûresinin ışığında, her “kararmış” dönemi,
mutlaka “kuşluk vakti”nin simgelediği “aydınlığın artık iyice yayıldığı bir uyanış ” döneminin izleyeceğinin Allah
Te’âlâ tarafından varlık âleminin yaratılışının en başından itibâren konmuş bir İlâhî İlke, bir İlâhî İşleyiş olarak
da anlamak/yorumlamak mümkündür.
12
Aynı mubârek sûrede insanların, her şeyin bitip yeniden başladığı o Son Saat nihâyet geldiğinde, deyim
yerindeyse, “Hakîkat Zemini”ne oturacak olan zaman algılarını tarif ederken de “aydınlığın artık iyice yayıldığı
kuşluk vakti”nden söz edilmektedir:
‫یها‬
َ ‫َكاَن� ُه ْم َي ْو َم َي َر ْون ََها لَ ْم َي ْل َبثُوا اِ��� َع ِش �ي ًة اَ ْو ُض ٰح‬
79 en-Nâzi’ât 46
Onu {yani, o Son Saati} gördükleri gün sanki onlar bu dünyada ancak bir günbatımı ya da
onun, aydınlığın artık iyice yayıldığı kuşluk vakti kadar kalmışlar gibi gelecek onlara!
“Aydınlığın artık iyice yayıldığı kuşluk vakti” mecâzî anlam boyutuyla bir aydınlanma ve bir uyanıştır ama bu
zaman dilimi, bütün o aydınlığa rağmen, câhiliyye karanlığında yaşamakta ve câhiliyyenin hayat tarzını
sürdürmekte ısrar eden toplumlar için sonucu dehşet verici olan bir aymazlığa da dönüşebilir:
‫اَ َو اَ ِم َن اَ ْه ُل الْ ُق ٰرى َا ْن َياْتِ َي ُه ْم َباْ ُس َنا ُض ًحى َو ُه ْم َي ْل َع ُبو َن‬
7 el-A’râf 98
Ve emin midir o yerleşim merkezlerinin halkı, aydınlığın artık iyice yayıldığı bir kuşluk vaktinde
kendilerini kaptırmış oldukları eğlencelerde ağızlarını sulandırıp salyalarını akıtırken, ezici gücümüzün,
kendilerine gelmeyeceğinden?
Yine de “aydınlığın artık iyice yayıldığı o kuşluk vakti” câhiliyye karanlığında yaşayan toplumlar için Hakk ve
Hakîkat’le yüzleşip uyanabilmelerine imkân verir. Nitekim mubârek Kur’ân büyük İslâm peygamberi Hz.
Mûsâ’nın (AS) yaşadığı dönemin firavununun, halkını aptallaştırdığını bildirir:
‫ين‬
� َ‫اس َتخ‬
َ ‫ف َق ْو َم ُه فَاَ َطا ُعو ُه اِن� ُه ْم كَانُوا َق ْو ًما فَ ِاس ٖق‬
ْ َ‫ف‬
43 ez-Zuhruf 54
Böylece Firavun, kavmini aptallaştırdı – kelimesi kelimesine: “hafifleştirdi”; artık onlar da ona
itaat ettiler. Şu kesin bir gerçek ki, onlar hep fâsık bir kavim olagemişti - yani, Hak Dîn’in emir, kural ve
ölçülerini kabûl ettiklerini söyledikleri hâlde bunların bir kısmını ya da tamamını hayatlarına geçirmeyi ihmâl
ve/veya gözardı ettikleri için yoldan çıkıp çok yalan söyleyen, Hak Dîn’in günah olarak bildirdiklerini açıktan
işleyen ve Allah’tan hiç utanmayan insanlardan meydana gelmiş toplum ve/veya topluluktu!
Ve firavunun tahakkümü altında olan müşrik toplumun, şirk inancına dayalı ve onu pekiştiren gösterişli şenlikleri
vardır. Büyük İslâm peygamberi Hz. Mûsâ (AS) dönemin firavunu tarafından aptallaştırılmış ve hep fısk içinde
yaşayagelmiş bu kavmin, Hakk ve Hakîkat’in en çarpıcı tecellîlerinden biriyle aydınlanabilmesi için, o “gösterişli
şenlik günü”nde “aydınlığın artık iyice yayıldığı kuşluk vakti”ni uygun görmüştür:
‫اس ُض ًحى‬
ُ �‫َقا َل َم ْو ِع ُدكُ ْم َي ْو ُم ال ّٖزي َن ِة َواَ ْن ُي ْحشَ َر الن‬
20 TâHâ 59
Mûsâ dedi ki: “Buluşmanız o gösterişli şenlik günüdür. Ve insanlar, aydınlığın artık iyice yayıldığı
kuşluk vaktinde toplanıp biraraya gelsinler!”
13
Büyük İslâm peygamberi Hz. Mûsâ’nın (AS) böyle bir günü ve zaman dilimini tercîh etmesi, üzerinde mutlaka
tefekkür etmemiz gereken önemli bir konudur! İşte küçük, mütevâzı bir deneme:
Büyük İslâm peygamberi Hz. Mûsâ (AS) Hakk ve Hakîkat’i tebliğ görevini yerine getirmeye çalışırken, dönemin
firavunu ile bir tartışmaya girmiştir:
‫َولَ َق ْد اَ َر ْي َنا ُه اٰ َياتِ َنا كُل� َها فَ َك �ذ َب َواَبٰى‬
‫وسى‬
ٰ ‫َقا َل اَ ِج ْئ َت َنا لِ ُتخْ ر َِج َنا ِم ْن اَ ْر ِض َنا بِ ِس ْح ِر َك َيا ُم‬
‫اج َع ْل َب ْي َن َنا َو َب ْي َنكَ َم ْو ِعدًا َ�� نُخْ لِ ُف ُه ن َْح ُن َو َ�� اَنْ َت َم َكانًا ُس ًوى‬
ْ َ‫فَ َل َناْتِ َين�كَ بِ ِس ْح ٍر ِم ْثلِ ٖه ف‬
‫اس ُض ًحى‬
ُ �‫َقا َل َم ْو ِع ُدكُ ْم َي ْو ُم ال ّٖزي َن ِة َواَ ْن ُي ْحشَ َر الن‬
20 TâHâ 56-59
Ve nitekim, Biz ona - yani, dönemin firavununa âyetlerimizin hepsini gösterdik - yani, onu
İlâhî Mesajların tamamından haberdâr kıldık;
ama o, âyetlerimizin hepsini yalanladı ve direnerek reddetti.
Dönemin firavunu dedi ki: “Sen bize sihrinle bizi topraklarımızdan – kelimesi kelimesine: “arzımızdan”
çıkarmak için mi geldin ey Mûsâ? O hâlde, biz de sana onun misli olan - yani, onunla eşdeğer olan bir sihir
getireceğiz! O hâlde, bizim ve senin, her ikimizin arasında, her iki tarafın da herkesin gözünün önünde eşit
şartlarda bulunacağı geniş bir mekânda - bizim de, senin de muhalefet etmeyeceğimiz - bir buluşma yeri ve
zamanı belirle!"
Mûsâ dedi ki: “Buluşmanız o gösterişli şenlik günüdür. Ve insanlar, aydınlığın artık iyice yayıldığı kuşluk
vaktinde toplanıp biraraya gelsinler!”
Gösterişli şenlik, bâtılın alabildiğine kutlandığı ve yüceltildiği bir etkinliktir. Büyük İslâm peygamberi Hz. Mûsâ
(AS) bu gösterişli şenliğin yapıldığı, “her iki tarafın da muhalefet etmeyeceği ve herkesin gözünün önünde eşit
şartlarda bulunacağı geniş bir mekânda”, bâtılın karşısına Hakk ile çıkacak ve İlâhî Kural herkesin gözünün
önünde devreye girecektir:
‫َوقُ ْل َج َاء الْ َح �ق َو َز َه َق الْ َب ِاط ُل اِ �ن الْ َب ِاط َل كَا َن َز ُهو ًقا‬
17 el-İsrâ’ 81
Ve de ki: “O Hakk geldi ve o bâtıl yokolup gitti/ortadan kalktı! Şu kesin bir gerçek ki, o bâtıl hep
yokolup gider/ortadan kalkar!"
‫ف بِالْ َح �ق َع َلى الْ َب ِاط ِل فَ َي ْد َم ُغ ُه فَ ِا َذا ُه َو َزا ِه ٌق َولَ ُك ُم الْ َو ْي ُل ِم �ما ت َِصفُو َن‬
ُ ‫َب ْل نَ ْق ِذ‬
21 el-Enbiyâ’ 18
Hayır! Hakk gereğini o bâtılın üzerine fırlatırız da artık onu varlığını hiçbir şekilde
sürdüremeyecek hâle getirir
- kelimesi kelimesine: kafatasını yararak dimağını/beynini parçalar!
bâtıl yokolup gider/ortadan kalkar!
Artık o zaman o
14
Büyük İslâm peygamberi Hz. Mûsâ’nın (AS) uygun gördüğü zaman dilimi “aydınlığın artık iyice yayıldığı kuşluk
vakti”dir; bir başka deyişle, bâtıl olduğunu her zaman gizlemeye çalışan, bu yüzden de mümkün olduğunca
karanlık/alacakaranlık zaman dilimlerini ve/veya ortamları tercîh eden bâtılın – bu özel durumda, dönemin
firavununun resmî görevlileri olan sihirbazların, halkı aptallaştırmak için hep yapageldikleri sihrin/gözbağcılığın,
yani, büyük bir ustalıkla gerçekleştirilen aldatmacaların - foyasının kolayca ortaya çıkabileceği, dolayısıyla bâtılın
hiç de işine gelmeyen bir zaman dilimidir. Mubârek Kur’ân’ın ifâdesiyle “bâtılın zâil oluşu”na herkes pırıl pırıl bir
aydınlıkta şâhid olacak ve Hakk ve Hakîkatin pırıl pırıl aydınlığıyla, aydınlanabilme imkânına kavuşacaktır!
Nitekim üstâd Mustafa İslâmoğlu mubârek âyet-i kerîmeyi “Câhiliyye gecesini sona erdiren vahiy güneşinin ilk
sabahı şâhid olsun” şeklinde yorumlamıştır.
duhâ terimi ayrıca “güneşin (yakıcı) sıcaklığı”nı ifâde eder ve bu bağlamda mubârek Kur’ân’da bir tek yerde
geçer:
‫َواَن�كَ َ�� َت ْظ َم ُٶا ٖف َيها َو َ�� تَضْ ٰحى‬
20 TâHâ 119
ve şu kesin bir gerçek ki sen, orada {yani, Cennet’te} asla susuzluk çekmezsin ve asla aydınlığın
artık iyice yayıldığı kuşluk vaktindeki güneşin yakıcı sıcaklığından etkilenmezsin!”
Sabah vaktine farklı özellikleriyle vurgu yapan ve üzerine yemîn etmek sûretiyle dikkatimizi çeken diğer
mubârek âyet-i kerîmeler şunlardır:
‫الص ْب ِح اِ َذا اَ ْسف ََر‬
� ‫َو‬
74 el-Muddessir 34
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o sabahı – ağarmaya başladığı
zaman
‫�س‬
� ‫َو‬
َ ‫الص ْب ِح اِ َذا َت َنف‬
81 et-Tekvîr 18
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o sabahı - usulca soluk almaya
başladığı zaman
‫َوالْف َْج ِر‬
89 el-Fecr 1
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o fecri - yani, güneşin ufku enlemesine
yararcasına aydınlatmaya başladığı zaman dilimini
‫َوالن� َهارِ اِ َذا ت ََجل�ى‬
92 el-Leyl 2
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o gündüzü - tecellî ettiği - yani,
yükselerek kendini bütün aydınlığıyla apaçık ortaya koyduğu
zaman!
15
16
‫َوال� ْي ِل اِ َذا َس ٰجى‬
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim geceyi
- karanlığın iyice çöküp tam bir durgunluğa erdiği zaman!
(93:2)
17
Bu mubârek âyet-i kerîme de aynı yemîn edatıyla, dolayısıyla da aynı “ilâhî yönlendirme” ile başlamaktadır.
Ancak bu defâ Âlemlerin Rabbi Allah’ın, celle şânuhu, “üzerine yemîn etmek sûretiyle dikkatimizi çekip
düşünmemizi” istediği zaman dilimi “gecenin, karanlığın iyice çöküp tam bir durgunluğa erdiği” vaktidir. Merhûm
üstâd Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır şöyle tarif eder bu zaman dilimini: “zulmet {yani, karanlık} artacağı
kadar artmış, örteceğini örtmüş, kararını bulmuş, bir de ses sada kesilmiş, dinmiş olur”.
Merhûm üstâd Kurtûbî de secâ fiilinin deniz sükûn bulduğunda kullanıldığına dikkatimizi çeker: “Gecenin sükûn
bulmasının, karanlığın iyice yerleşmesi ve kemâl derecesine ulaşması anlamında olduğu da söylenmiştir”. Secâ
fiili mubârek Kur’ân’da yalnızca burada ve bir defa geçmektedir.
Mubârek âyet-i kerîmede “gece karanlığın iyice çöküp tam bir durgunluğa erdiği” ifâdesiyle tanımlanan zaman
dilimi birçok müfessire göre, mecâzî olarak insanın bu dünyadaki varoluşunu kuşatan üzüntü ve sıkıntı dolu
dönemlere atıfta bulunmaktadır. Bu bağlamda mubârek el-Beled sûresinin 4. âyet-i kerîmesini dikkate almak
gerekir:
‫لَ َق ْد خَ َل ْق َنا ا ْ� ِ�نْ َسا َن ٖفى ك ََب ٍد‬
90 el-Beled 4
Nitekim, Biz insanı acı dolu bir sıkıntı içinde geçecek bir hayatı yaşayabilecek bir donanıma
sahip olacak şekilde tasarlayıp yarattık.
Başka bir anlamı ise şu olabilir: nasıl ki sabah geceyi izliyorsa, aynı kesinlikte Allah Te’âlâ’nın rahmeti de, hem
bu dünyadaki, hem de âhiretteki her türlü sıkıntıyı giderecektir - çünkü Allah, celle şânuhu, “rahmeti Kendine
ilke edinmiştir”:
ِ ‫الس ٰم َو‬
‫ض قُ ْل لِل� ِه َك َت َب َعلٰى نَ ْف ِس ِه ال �ر ْح َم َة‬
ِ ‫ات َوا ْ�� َ ْر‬
� ‫قُ ْل لِ َم ْن َما فِى‬
‫ين خَ ِس ُروا اَنْف َُس ُه ْم فَ ُه ْم َ�� ُيؤ ِْم ُنو َن‬
َ ‫لَ َي ْج َم َع �ن ُك ْم اِلٰى َي ْو ِم الْ ِق ٰي َم ِة َ�� َر ْي َب ٖفي ِه اَل� ٖذ‬
6 el-En’âm 12
edinmiş
De ki: "Kimindir göklerde ve yerde ne varsa?" - De ki: "Rahmeti nefsine yazmış - yani, ilke
olan Allah'ın!". O, sizi hakkında hiçbir şüphe olmayan Kıyâmet Günü mutlaka bir araya toplayacaktır.
Nefslerini husrâna uğratmış olanlar - artık onlar îmân etmezler.
‫ين ُيؤ ِْم ُنو َن بِا ٰ َياتِ َنا فَ ُق ْل َس�َ� ٌم َع َل ْي ُك ْم َك َت َب َر �ب ُك ْم َعلٰى نَ ْف ِس ِه ال �ر ْح َم َة‬
َ ‫َواِ َذا َج َاء َك ال� ٖذ‬
‫َاب ِم ْن َب ْع ِد ٖه َواَ ْص َل َح فَاَن� ُه َغفُو ٌر َر ٖحي ٌم‬
َ ‫وءا بِ َج َهالَ ٍة ثُ �م ت‬
ً ‫اَن� ُه َم ْن َع ِم َل ِم ْن ُك ْم ُس‬
6 el-En’âm 54
Ve âyetlerimize îmân edenler sana geldikleri zaman artık de ki: "Selâmun aleykum – selâm
üzerinize olsun! Rabbiniz rahmeti nefsine yazmıştır - yani, ilke edinmiştir! Şu kesin bir gerçek ki O sizden biri
bir cehâletten dolayı kötü bir amelde bulunur ondan sonra da kesinlikle tevbe eder ve ıslâh olursa, artık şu kesin
bir gerçek ki O ğafûrdur, rahîmdir!"
Doğrusunu bilen ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır, azze ve celle.
Aynı bağlamda ayrıca şu âyet-i kerîmelere bakınız:
18
‫َوال� ْي ِل اِ َذا َيغ ْٰشى‬
92 el-Leyl 1
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim geceyi - ortalığı karanlıkla bürüyüp
kaplarken!
‫َوال� ْي ِل اِ َذا َيغ ْٰشى‬
91 eş-Şems 4
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o geceyi - ortalığı karanlıkla bürüyüp
kapladığı zaman!
‫َوال� ْي ِل اِ َذا َي ْس ِر‬
89 el-Fecr 4
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o geceyi - yürüyüp gittiği zaman!
‫َوال� ْي ِل اِ ْذ اَ ْد َب َر‬
74 el-Muddessir 33
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o geceyi - arkasını dönüp
uzaklaştığı zaman!
‫س‬
َ ‫َوال� ْي ِل اِ َذا َع ْس َع‬
81 et-Tekvîr 17
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o geceyi – başlangıcında ve bitişinde
karanlığı inceldiği zaman!
‫َوال� ْي ِل َو َما َو َس َق‬
84 el-İnşiqâq 17
getirdiklerini!
Düşün, üzerine yemin etmek sûretiyle dikkatini çektiğim o geceyi ve onun toplayıp bir araya
19
20
‫َما َو �د َعكَ َر �بكَ َو َما َقلٰى‬
Ne vedâ etti sana Rabbin ve ne de tiksinti dolu yoğun bir nefret gösterdi!
[Rabbin sana vedâ etmedi/etmez - yani, seni terketmedi/terketmez ve tiksinti dolu yoğun bir nefret
göstermedi/göstermez!]
(93:3)
21
Mubârek âyet-i kerîmede geçen ve q-l-y kökünden gelen qalâ ifâdesini merhûm üstâd Râğıb el-Isfahânî
“şiddetli buğz duymak” şeklinde açıklamaktadır. Nitekim mubârek eş-Şu’arâ sûresinin 168. âyet-i kerîmesinde
bu anlam açıkça ortaya çıkmaktadır:
‫ين‬
َ ‫َقا َل اِ ٖن ّى لِ َع َملِ ُك ْم ِم َن الْقَا ٖل‬
26 eş-Şu’arâ 168
Lût dedi ki: “Şu kesin bir gerçek ki, ben sizin amelleriniz karşısında tiksinti dolu yoğun bir
nefret gösteren o kimselerden biriyim!”
Üstâd Mustafa İslâmoğlu burada ki qâlîn ifâdesinin “nefretle kınama” anlamına geldiğini söyler.
Merhûm üstâd Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu mubârek âyet-i kerîmeyi şöyle meâllendirmiştir: “Ben, dedi:
doğrusu sizin amelinize buğz edenlerdenim!”.
İncelediğimiz meâllerin hepsinde q-l-y kökü “tiksinmek”, “iğrenmek”, “kin duymak”, “nefret etmek”, “tiksinmek
ve şiddetle kınamak”, hattâ, “ciğeri yanarak öfkelenmek” şeklinde aktarılmıştır. Buna rağmen, yine
incelediğimiz meâllerin hemen hepsinde mubârek ed-Duhâ sûresinin 3. âyet-i kerîmesindeki qalâ ifâdesi
“darılmak” ve/veya “küsmek” ve/veya “gücenmek” şeklinde aktarılmıştır. Oysa ki, incelediğimiz Arabca
lugâtların hiç birinde q-l-y kökünden türetilmiş kelimelerde “darılma”ya ve/veya “küsme”ye ve/veya
“gücenme”ye atıf yoktur.
Buğz terimi, merhûm üstâd Râğıb el-Isfahânî’ye göre, “nefsin arzulamadığı, istemediği, uzak durduğu şeyden
kaçması ona karşı nefret duyması” anlamına gelmektedir ki zıddı hubb yani “nefsin arzuladığı, istediği ya da
beğendiği şeye doğru cezbedilmesi, çekilmesi”dir. Mubârek âyet-i kerîmedeki qalâ ifâdesini “tiksinti dolu yoğun
bir nefret” şeklinde meâllendirmemiz işte bu açıklamalara dayanmaktadır. Nitekim Rasûlullâh’a (ASVS) karşı
düşmanca bir tavır içinde olanlar vahyin bir süreliğine kesilmesi karşısında alaycı ve de aşağılayıcı tavırlarını bu
tür sert ve çirkin ifâdelerle dillendirmişlerdir. Tarihî bağlamında mubârek âyet-i kerîme bu tavra verilmiş kesin
ve açık bir cevaptır.
Üstâd Mustafa İslâmoğlu birbirini tâkib eden bu iki âyet-i kerîmenin şöyle yorumlanabileceğine dikkat
çekmektedir: “Vahyin bazen kesilip bazen gelmesi gayet doğaldır, tıpkı gündüz ve gecenin doğal oluşu gibi!”
Mubârek âyet-i kerîmeyi tarîhî bağlamının ötesinde değerlendirecek olursak... Hiç kimse yoktur ki hayatının bir
döneminde, özellikle de yoğun sıkıntılar yaşadığı zamanlarda, âdetâ Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu,
tarafından terkedilmiş olduğu hissine kapılmasın! Kuşku yok ki bu şeytânın en sinsi aldatmalarından biridir.
“Allah sanki benden nefret ediyor!” söylemi de bu his kadar yoğun ve yaygındır. Bu yüzden öncelikle ve özellikle
mâneviyâtı zayıf olan kişilerin ama ciddî ve samîmî mü’minlerin/mü’minelerin bile Âlemlerin Rabbi Allah’a, celle
şânuhu, olan güvenlerinin, dolayısıyla îmânlarının sarsıldığı da bilinen bir vâkıâdır. Mubârek âyet-i kerîme,
Mü’min ve Mü’mine Müslümanları işte bu sarsıntıların tesirine kapılmaktan korumaktadır.
22
‫َولَ ْ�� ٰ ِخ َر ُة خَ ْي ٌر لَكَ ِم َن ا ْ��ُولٰى‬
Ve o âhiret senin için o önce gelenden daha hayırlıdır!
[Ve
o âhiret - yani, sonrası; ya da “ölümden sonraki ebedî hayat” senin için o önce gelenden - yani, dünya
hayatından
daha hayırlıdır!]
(93:4)
23
Üstâd Mustafa İslâmoğlu âhiret kavramının buradaki kullanılışındaki bir özelliğe dikkatimizi çeker: “Eğer
âhiret’e yevm veya dâr ilave edilmeden gelirse, bu takdirde âhiret ‘gelecek, akibet, sonrası’ anlamına gelir ve
hem bu dünyayı hem âhireti kapsar. Bu, ‘Muhammedî dâvetin geleceği bugününden çok daha parlak olacak’
gaybî ihbârını içerir!”.
“Sonrası/öncesi” bağlamda ayrıca şu âyet-i kerîmelere bakınız:
‫َواِ �ن لَ َنا لَ ْ�� ٰ ِخ َر َة َوا ْ��ُولٰى‬
92 el-Leyl 13
Ve şu kesin bir gerçek ki, bizimdir o âhiret ve o öncesi!
‫فَلِل� ِه ا ْ�� ٰ ِخ َر ُة َوا ْ��ُولٰى‬
Artık Allah’ındır o âhiret ve o öncesi!
53 en-Necm 25
‫فَاَخَ َذ ُه الل� ُه نَ َكا َل ا ْ�� ٰ ِخ َر ِة َوا ْ��ُولٰى‬
79 en-Nâzi’ât 25
Bunun üzerine Allah onu yakaladı! Onu o âhirette ve o öncesinde ibret verici ve caydırıcı bir
cezalandırma örneği kıldı.
Mubârek el-Qasas sûresinde ise “öncesi”, “âhiret”ten önce yer almaktadır:
‫َو ُه َو الل� ُه َ�� اِل ٰ َه اِ��� ُه َو لَ ُه الْ َح ْم ُد فِى ا ْ��ُولٰى َوا ْ�� ٰ ِخ َر ِة َولَ ُه الْ ُح ْك ُم َواِلَ ْي ِه تُ ْر َج ُعو َن‬
28 el-Qasas 70
Ve O, Allah’tır! O’ndan başka ilâh yok! O öncesinde ve o âhirette. Hamd O'nadır. Ve hüküm
O'nundur. Ve O'na döndürüleceksiniz.
Âhiret hayatının, yani “sonrası”nın, bu dünya hayatına, yani “öncesi”ne göre birçok bakımdan daha üstün,
Kur’ânî ifâdesiyle “daha hayırlı” olduğunu bildiren mubârek âyet-i kerîmeler iniş sırasına göre şunlardır:
‫الصلٰو َة َواٰتُوا ال �زكٰو َة‬
� ‫ين ٖقي َل لَ ُه ْم كُف�وا اَ ْي ِد َي ُك ْم َواَ ٖقي ُموا‬
َ ‫اَلَ ْم ت ََر اِلَى ال� ٖذ‬
‫اس َكخَ شْ َي ِة الل� ِه اَ ْو اَشَ �د خَ شْ َي ًة‬
َ �‫فَ َل �ما كُتِ َب َع َل ْي ِه ُم الْ ِق َتا ُل اِ َذا فَ ٖري ٌق ِم ْن ُه ْم َيخْ شَ ْو َن الن‬
ٍ ‫َو َقالُوا َرب� َنا لِ َم َك َت ْب َت َع َل ْي َنا الْ ِق َتا َل لَ ْو َ�� اَخ� ْر َت َنا اِلٰى اَ َج ٍل َق ٖر‬
‫يب‬
�ً�‫قُ ْل َم َتا ُع ال �دنْ َيا َق ٖلي ٌل َوا ْ�� ٰ ِخ َر ُة خَ ْي ٌر لِ َمنِ ات� ٰقى َو َ�� تُ ْظ َل ُمو َن فَ ٖتي‬
24
4 en-Nisâ’ 77
Görmüyor musun kendilerine "Ellerinizi çekin! Salâtı ikâme edin, zekât verin!" denilenleri?
Ama üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden ayrılan bir topluluk, Allah karşısında haşyet duyar gibi hatta daha da
şiddetli bir haşyetle insanlardan haşyet duymaya başlar ve der ki: "Rabbimiz! Neden üzerimize savaşı yazdın?
Bu farzı yakın bir ecele - yani, önceden belirlenmiş ve kesin
karara bağlanarak ayrılmış bir süreye
kadar bize
tehir edemez miydin!" - De ki: "Bu dünyadan zevk alarak yararlanma çok azdır. Ama âhiret Allah'a karşı
sorumluluk bilinci taşıma, bu sorumluluk bilincini taşımanın gereklerini yerine getirme, dolayısıyla da kendini
yaradılış amacına zarar verebilecek her türlü tehlikeden titizlikle koruma gayreti ortaya koyanlar için daha
hayırlıdır çünkü orada hiç biriniz asla, kıl kadar adâletsizliğe uğramayacaksınız.
‫ين َيت�قُو َن اَفَ�َ� َت ْع ِقلُو َن‬
َ ‫َو َما الْ َح ٰيو ُة ال �دنْ َيا اِ��� لَ ِع ٌب َولَ ْه ٌو َولَلد�ا ُر ا ْ�� ٰ ِخ َر ُة خَ ْي ٌر لِل� ٖذ‬
6 el-En’âm 32
Ve o dünya hayatı, ağız sulandırıp salya akıtan bir oyundan ve insanın dikkatini, onu
ilgilendirip endişelendirmesi gereken asıl mes’elelerden uzaklaştırarak başka yöne çeviren bir tür eğlenceden
başka bir şey değildir! Ve o âhiret yurdu Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıma ve bu bilinci taşımanın
gereklerini yerine getirme, dolayısıyla da yaradılış amaçlarına zarar verebilecek her türlü kötülükten ve
tehlikeden kendilerini titizlikle koruma gayreti içinde olan kimseler için kesinlikle daha hayırlıdır. O hâlde, siz
hiç aklınızı kullanmaz mısınız?
‫ين َيت�قُو َن اَفَ�َ� َت ْع ِقلُو َن‬
َ ‫َوالد�ا ُر ا ْ�� ٰ ِخ َر ُة خَ ْي ٌر لِل� ٖذ‬
7 el-A’râf 169
(…)Ve âhiret yurdu Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıma ve bu bilinci taşımanın gereklerini
yerine getirme, dolayısıyla da yaradılış amaçlarına zarar verebilecek her türlü kötülükten ve tehlikeden
kendilerini titizlikle koruma gayreti içinde olan kimseler için daha hayırlıdır. O hâlde, siz hiç aklınızı kullanmaz
mısınız?
‫ض‬
ِ ‫يروا فِى ا ْ�� َ ْر‬
ٖ ‫َو َما اَ ْر َس ْل َنا ِم ْن َق ْبلِكَ اِ��� ر َِجا ً�� ن‬
ُ ‫ُوحى اِلَ ْي ِه ْم ِم ْن اَ ْه ِل الْ ُق ٰرى اَفَ َل ْم َي ٖس‬
‫ين ات� َق ْوا اَفَ�َ� َت ْع ِقلُو َن‬
َ ‫ين ِم ْن َق ْبلِ ِه ْم َولَدَا ُر ا ْ�� ٰ ِخ َر ِة خَ ْي ٌر لِل� ٖذ‬
َ ‫ف كَا َن َعاقِ َب ُة ال� ٖذ‬
َ ‫فَ َي ْن ُظ ُروا َك ْي‬
12 Yûsuf 109
Ve Biz senden önce de o yerleşim merkezlerinin halkına kendilerine vahyettiğimiz adamlardan
başkasını göndermedik. Yeryüzünde dolaşıp da o kendilerinden önce gelip geçenlerin âkıbetinin nasıl
olageldiğini iyice idrâk etmek üzere araştırarak bakıp görmüyorlar mı? Ve âhiret yurdu Allah’a karşı sorumluluk
bilinci taşıma ve bu bilinci taşımanın gereklerini yerine getirme, dolayısıyla da yaradılış amaçlarına zarar
verebilecek her türlü kötülükten ve tehlikeden kendilerini titizlikle koruma gayreti içinde olan kimseler daha
hayırlıdır. O hâlde siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?
‫ين اَ ْح َس ُنوا ٖفى ٰه ِذ ِه ال �دنْ َيا َح َس َن ٌة‬
َ ‫ين ات� َق ْوا َما َذا َانْ َز َل َر �ب ُك ْم َقالُوا خَ ْي ًرا لِل� ٖذ‬
َ ‫َو ٖقي َل لِل� ٖذ‬
‫ين‬
َ ‫َولَدَا ُر ا ْ�� ٰ ِخ َر ِة خَ ْي ٌر َولَنِ ْع َم َدا ُر الْ ُم �ت ٖق‬
25
16 en-Nahl 30
Ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıma ve bu bilinci taşımanın gereklerini yerine getirme,
dolayısıyla da yaradılış amaçlarına zarar verebilecek her türlü kötülükten ve tehlikeden kendilerini titizlikle
koruma gayreti içinde olan kimselere denir ki: "Rabbiniz ne indirdi?". Onlar da derler ki: "Hayrı!". Hak Dîn’in
koyduğu ölçüler doğrultusunda iyi ve doğru olanı, dolayısıyla hakîkî anlamda mutluluk vereni en güzel şekilde
yapmayı bir hayat tarzı ve ilkesi hâline getirmiş olanlar için bu dünyada hakîkî anlamda mutluluk veren güzel bir
iyilik vardır. Ve âhiret yurdu daha hayırlıdır. Ve ne güzel bir yurt, o muttakîlerin yurdu!
‫َب ْل تُ ْؤثِ ُرو َن الْ َح ٰيو َة ال �دنْ َيا‬
‫َوا ْ�� ٰ ِخ َر ُة خَ ْي ٌر َواَ ْب ٰقى‬
Ama hayır, siz bu dünya hayatını tercih edersiniz. Ve o âhiret daha hayırlıdır ve daha
87 el-A’lâ 16-17
bâkîdir.
“Öncesi”ne göre “sonrası”nın “daha hayırlı” olduğunu bildiren mubârek âyet-i kerîmelerin bir kısmı da “Allah
indinde olanlar”a atıfta bulunur:
‫ين ٖف َيها‬
ٌ �‫ين ات� َق ْوا َر �ب ُه ْم لَ ُه ْم َجن‬
َ ‫ات ت َْج ٖرى ِم ْن ت َْحتِ َها ا ْ�� َ ْن َها ُر خَ الِ ٖد‬
َ ‫ل ٰ ِكنِ ال� ٖذ‬
‫نُ ُز ً�� ِم ْن ِع ْن ِد الل� ِه َو َما ِع ْن َد الل� ِه خَ ْي ٌر لِ ْ�� َ ْب َرا ِر‬
3 Âlû İmrân 198
Ve lâkin Rablerine karşı sorumluluk bilinci taşıma ve bu bilinci taşımanın gereklerini yerine
getirme, dolayısıyla da yaradılış amaçlarına zarar verebilecek her türlü kötülükten ve tehlikeden kendilerini
titizlikle koruma gayreti içinde olan kimseler… Onlar için, altlarında nehirler çağıldayan Cennetler vardır içlerinde hep kalacaklar! Allah indinden ne güzel bir ağırlanma! Ve Allah indinde ne varsa ebrâr için daha
hayırlıdır.
‫َو َ�� َتشْ َت ُروا بِ َع ْه ِد الل� ِه َث َم ًنا َق ٖلي�ً� اِن� َما ِع ْن َد الل� ِه ُه َو خَ ْي ٌر لَ ُك ْم اِ ْن كُ ْن ُت ْم َت ْع َل ُمو َن‬
16 en-Nahl 95
Ve Allah'la ahdinizi küçük bir kazanç karşılığında asla satmayın! Şu kesin bir gerçek ki, Allah
indinde ne varsa o sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz
‫َو َما اُو ٖتي ُت ْم ِم ْن شَ ْی ٍء فَ َم َتا ُع الْ َح ٰيو ِة ال �دنْ َيا َو ٖزي َن ُت َها َو َما ِع ْن َد الل� ِه خَ ْي ٌر َواَ ْب ٰقى اَفَ�َ� َت ْع ِقلُو َن‬
28 el-Qasas 60
Ve size verilen her ne varsa ancak dünya hayatının zevklerinden ve ziynetinden - yani,
yalnızca ilginizi çekmekten öteye gitmeyen süsünden
bâkîdir. O hâlde siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?
ibârettir.Ve Allah indinde ne varsa daha hayırlıdır ve daha
26
‫فَ َما اُو ٖتي ُت ْم ِم ْن شَ ْی ٍء فَ َم َتا ُع الْ َح ٰيو ِة ال �د ْن َيا َو َما ِع ْن َد الل� ِه خَ ْي ٌر‬
‫َواَ ْب ٰقى لِل� ٖذي َن اٰ َم ُنوا َو َعلٰى َر �ب ِه ْم َي َت َوك�لُو َن‬
42 eş-Şûrâ 36
Ve size verilen her ne varsa ancak dünya hayatının zevklerinden ibârettir. Ve Allah indinde ne
varsa daha hayırlıdır ve daha bâkîdir, Hak Dîn’e îmân edip, Hak Dîn’e îmânlarının gereğince yaşamayı bir hayat
tarzı ve ilkesi hâline getirmiş olan o mü’minler ve Rablerine tevekkül edenler için.
‫َضوا اِلَ ْي َها َوت ََركُو َك َقائِ ًما‬
� ‫َواِ َذا َراَ ْوا تِ َجا َر ًة اَ ْو لَ ْه ًوا انْف‬
‫ين‬
َ ‫قُ ْل َما ِع ْن َد الل� ِه خَ ْي ٌر ِم َن الل� ْه ِو َو ِم َن ال �ت َجا َر ِة َوالل� ُه خَ ْي ُر ال �رازِ ٖق‬
62 el-Cumu’â 11
Ve bir ticâret ve/veya insanın dikkatini, onu ilgilendirip endişelendirmesi gereken asıl
mes’elelerden uzaklaştırarak başka yöne çeviren bir tür eğlence gördükleri zaman, ona doğru fırlayıp gittiler ve
seni ayakta durur hâlde terkettiler! De ki: “Allah indinde ne varsa, o, insanın dikkatini, onu ilgilendirip
endişelendirmesi gereken asıl mes’elelerden uzaklaştırarak başka yöne çeviren eğlenceden ve ticâretten daha
hayırlıdır! Ve Allah o rızk verenlerin en hayırlısıdır!
‫َو َ�� َت ُم �د �ن َع ْي َن ْيكَ اِلٰى َما َمت� ْع َنا بِ ٖه اَ ْز َو ًاجا ِم ْن ُه ْم َز ْه َر َة الْ َح ٰيو ِة ال �د ْن َيا لِ َن ْفتِ َن ُه ْم ٖفي ِه‬
‫َورِ ْز ُق َر �بكَ خَ ْي ٌر َواَ ْب ٰقى‬
20 TâHâ 131
Ve onlardan birtakım kimselere, onları çetin bir sınavala sınamak için verdiğimiz, kendilerini
eğlendirerek sözümona faydalandıkları o dünya hayatının gözalıcı parlaklığı olarak ne varsa, onlara asla iki
gözünü birden dikme. Ve Rabbinin rızkı, daha hayırlı ve daha bâkîdir.
27
28
‫ف ُي ْع ٖطيكَ َر �بكَ فَ َت ْر ٰضى‬
َ ‫َولَ َس ْو‬
Ve zamanı geldiğinde Rabbin sana bahşedecek ve artık sen râzı olacaksın.
(93:5)
29
Bu bağlamda iniş sırasına göre şu âyet-i kerîmelere bakınız:
‫َو َس ُي َجن� ُب َها ا ْ�� َ ْت ٰقى‬
‫اَل� ٖذى ُي ْؤتٖى َمالَ ُه َي َت َزك�ى‬
‫َو َما �ِ� َ َح ٍد ِع ْن َد ُه ِم ْن نِ ْع َم ٍة ت ُْج ٰزى‬
‫اِ��� ا ْبتِغ ََاء َو ْج ِه َر �ب ِه ا ْ�� َ ْعلٰى‬
‫ف َي ْر ٰضى‬
َ ‫َولَ َس ْو‬
92 el-Leyl 17-21
Ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıma, bu sorumluluk bilincini taşımanın gereklerini
yerine getirme, dolayısıyla da kendini yaradılış amacına zarar verebilecek her türlü tehlikeden titizlikle koruma
konusunda daha çok gayret gösterenler ateşten uzak tutulacak.
O kimse ki malını arınmak için verir ve bu bir kimsenin indinde elde ettiği bir ni’metin hak edilmiş karşılığı
olarak verilmiş değildir - yalnızca yüce Rabbinin vechini/teveccühünü - yani, bu bağlamda rızâsını kazanmak
için verir. Ve zamanı geldiğinde o kimse Allah’ın kendisine bahşettiklerinden râzı olacak.
ِ ‫ُو ُجو ٌه َي ْو َمئِ ٍذ ن‬
‫َاع َم ٌة‬
ِ ‫لِ َس ْعيِ َها َر‬
‫اض َي ٌة‬
88 el-Ğâşiye 8-9
Birtakım yüzler o Gün mutludur, hayattayken göstermiş oldukları yoğun emek verilmiş
çabalarından dolayı kazandıklarına râzı.
Mubârek âyet-i kerîmeye Rasûlullâh (ASVS) bağlamında bakıldığında ise mubârek İsrâ’ sûresinin 79. âyet-i
kerîmesini hatırlamak gerekir:
‫َو ِم َن ال� ْي ِل فَ َت َه �ج ْد بِ ٖه ن َِاف َل ًة لَكَ َع ٰسى اَ ْن َي ْب َع َثكَ َر �بكَ َمقَا ًما َم ْح ُمو ًدا‬
17 el-İsrâ’ 79
Ve gecenin bir kısmında artık uyan; senin için bir nâfile - yani, artı değer üreten ilâve bir eylem
olsun bu. Umulur ki böylece Rabbin seni bir makâm-ı mahmûd’a - yani, övülmüş yüce bir konuma yükseltir.
DİKKAT! MERAKLISI İÇİN NOT:
“Mubârek Kur’ân’da Rızâ Kavramı” ekine bakınız...
30
‫اَلَ ْم َي ِج ْد َك َي ٖتي ًما فَاٰوٰى‬
O seni bir yetîm olarak bulup korunaklı bir barınak vermedi mi?
(93:6)
31
evâ “sığınma”yı ve aynı zamanda “barınma”yı ifâde eder. “Sığınma”da ise “kendini koruma/korunma ihtiyâcı”
vardır. Âyet-i kerîmedeki ifâdeyi “korunaklı barınak” şeklinde meâllendirişimiz buna dayanmaktadır.
yetîm ise “bulûğ çağına erişmeden evvel babası ölmüş çocuğa” denir. Dolayısıyla da en geniş ya da mecâzî
anlamıyla, nasıl “bulûğ/erginlik çağına” henüz erişmemiş, yani, hayatın zorluklarıyla başedebilecek bedenî ve
rûhî gelişme sürecini tamamlamamış bir çocuk, kendisini koruyacak, varlığını en iyi şekilde sürdürebilmesi için
gereken herşeyi, bütün şartları elinden geldiğince sağlayacak kimsesi olan/olması gereken babası vefât
ettiğinde, nasıl yalnız, güvencesiz, korunmasız ve çâresiz durumda kalıyorsa, tıpkı onun gibi “kendi elinde
olmayan sebeblerden dolayı yalnız, yani, güvencesiz, korunmasız, çâresiz kalmış kişi”ye de işâret etmek üzere
kullanılabilir. Üstâd Prof. Dr. Mehmet Okuyan yetîm kavramının anlam sahasını “muhtâc olunan şeylerden
yoksunluk” diye genişletir ve şöyle der: “Yetîmlik, sadece ana-babadan yoksun kalmayla sınırlı görülmemelidir.
İnsan, sahip olması gereken herhangi bir şeyden yoksun ise, o şeyin yetîmidir. Sağlık, bilgi, ilgi, şefkat, itibâr,
çevre, para, mal, destek gibi değerlerden yoksun olanların, bu değerlerin yetîmi olduğu unutulmamalıdır”.
Üstâd Mustafa İslâmoğlu’nun yetîm tanımlaması ise şöyledir: “Kazananı ölmüş, kendisi de kazanmaktan aciz
olan”!
Merhûm üstâd Râğıb el-Isfahânî yetîm terimiyle ilgili olarak ayrıca şu bilgileri verir: Tek olan her şey bir
yetîmdir (yetîmun). Kendisinden çıkmış olduğu maddesinin kesintiye uğramış olmasına - bir başka deyişle,
ondan kopartılmış olmasına – dikkatleri çekmek için tek olan, eşi-benzeri olmayan inciye de yetîm inci (durrun
yetîmetun) denir.
Bu âyet-i kerîme, tarîhî bağlamında, hiç kuşku yok ki, öncelikle ve özellikle Rasûlullâh’ın (ASVS), babasının
vefâtından birkaç ay sonra doğduğu ve daha altı yaşındayken de annesinin vefât ettiği gerçeğine göndermede
bulunmaktadır.
Ancak, bunun dışında, merhûm üstâd Muhammed Esed’e göre, her insan mecâzî anlamda bir “yetîm”dir, çünkü
herkes “yalnız yaratılmış”tır ve “Kıyâmet Günü Allah'ın huzuruna yalnız/tek başına çıkacaktır”:
‫َولَ َق ْد ِج ْئ ُت ُمونَا فُ َرا ٰدى َك َما خَ َل ْق َناكُ ْم اَ �و َل َم �ر ٍة َوت ََر ْك ُت ْم َما خَ �ولْ َنا ُك ْم‬
‫ين َز َع ْم ُت ْم اَن� ُه ْم ٖفي ُك ْم شُ َركٰ ُٶا لَ َق ْد‬
َ ‫َو َر َاء ظُ ُهورِكُ ْم َو َما نَ ٰرى َم َع ُك ْم شُ َف َع َاءكُ ُم ال� ٖذ‬
‫َت َقط� َع َب ْي َن ُك ْم َو َض �ل َع ْن ُك ْم َما كُ ْن ُت ْم َت ْز ُع ُمو َن‬
6 el-En’âm 94
başlangıçta
Ve nitekim Bize ferden - yani, birer birer, tek başınıza geldiniz, tıpkı sizi ilk defa - yani,
tasarlayıp yarattığımız gibi ve size siz hayattayken önce muhafaza sonra da, zaman içinde, ıslâh
etmeniz , yani daha iyi hâle getirmek amacıyla gözetmeniz için bahşettiklerimizi sırtlarınızın gerisine atarcasına
terkettiniz. Ve o şefaatçileriniz oldukları yalandan beslenen sahte iddiası ile kendinizle ilgili olarak Allah'a ortak
koştuğunuz o kimseleri de sizinle birlikte - yani, yanınızda durduklarını görmüyoruz! Nitekim, aranızdaki bütün
bağlar artık kesilmiştir ve yalandan beslenen sahte iddianıza konu olagelen ne varsa, hepsi sizden saparak
uzaklaşmıştır!”
32
‫َوكُل� ُه ْم اٰ ٖتي ِه َي ْو َم الْ ِق ٰي َم ِة فَ ْر ًدا‬
19 Meryem 95
ve onların hepsi {göklerde ve yerde her kim varsa} o Kıyâmet Günü'nde O'nun huzuruna
ferden - yani, birer birer, tek başına gelecektir.
Merhûm üstâd Kurtûbî’nin bildirdiğine göre, Câfer bin Muhammed es-Sâdık’a şöyle soruldu: “Rasûlullâh (ASVS)
ne diye anne babadan yetîm bırakıldı?” O da şu cevabı verdi: “Üzerinde hiçbir mahlûkun hakkı kalmasın diye!”
Yine merhûm üstâd Kurtûbî’nin bildirdiğine göre, Mucâhid’den şöyle rivayet edilmiştir: “Bu, Arabların eşi ve
benzeri olmayan şey hakkında kullandıkları yetîm inci şeklindeki sözlerine benzemektedir. Buna göre âyetin
mecazî anlamı şöyledir: Rabbin seni şerefin itibariyle eşsiz ve benzersiz bir kişi olarak görüp de seni koruyacak,
senin etrafını çepeçevre kuşatacak ashâb ile seni barındırıp himâyeye almadı mı?”.
DİKKAT! MERAKLISI İÇİN NOT:
“Mubârek Kur’ân’da Yetîm Kavramı” ekine bakınız...
33
34
‫َو َو َج َد َك َضا��� فَ َه ٰدى‬
Ve seni ne yapacağını bilemez bir hâlde bulup sana hidâyet etmedi mi?
[Ve seni ne yapacağını bilemez bir hâlde bulup sana hidâyet etmedi - yani, sana, Hakk ve Hakîkat’e götüren
doğru yolu bulabilmen için ilâhî rehberliğini bahşetmedi
mi?]
(93:7)
35
Mubârek âyet-i kerîmede geçen ve “ne yapacağını bilemez bir hâlde” olarak meâllendirmeyi uygun gördüğümüz
dallen ifâdesi tefsîr/yorum açısından mubârek Kur’ân’da en çok sıkıntı doğurmuş olan yerlerden biridir; zira
âyet-i kerîmenin ilk muhatabı olan Rasûlullâh’a (ASVS) dalâlet, yani, en genel anlamıyla “sapkınlık” içinde olma
hâlini, haklı olarak, hiç kimse yakıştıramamış, yakıştırmayı uygun görmemiştir. Bu yüzden müfessirlerin hemen
hepsi de dalâlet kavramının ifâde ettiği, ya da bir başka deyişle, kapsadığı anlam alanını büyük bir dikkatle
değerlendirmişlerdir.
Merhûm üstâd Kurtûbî’ye göre, dalâlet burada, gaflet, yani, “habersiz olmak” anlamındadır. Merhûm üstâd
Kurtûbî’nin bildirdiğine göre, “dalâl ayrıca “ istemek, araştırmak” anlamında olur; çünkü (ne yapması
gerektiğini tam olarak bilemediği için) şaşkın ve şaşırmış bir hâlde olan bir kimse, (en doğru çözümü) araştıran
bir kimsedir”. Buna göre, Rasûlullâh (ASVS) içinde yaşadığı câhiliyye toplumunun yanlış yola gittiğini görmüş,
fakat çözüme götürecek doğru yolun ne olduğunu bir türlü bilememenin ıstırabını yaşamaya başlamıştı.
Merhûm üstâd Râğıb el-Isfahânî’ye göre, “kasden ya da kasıdsız, yani, bilerek-isteyerek, ya da bilmedenistemeden, veya, bir yanılgı içinde olmaktan dolayı olsun, doğru yoldan az da olsa, çok da olsa her türlü
sapma”yı ifâde ettiği için, dalâlun kelimesinin “kendisinden herhangi bir hatânın sâdır olduğu herkes için, ister
nebî’, ister kâfir, kullanılması sahîh olmuştur”. Ancak, dalâlun kelimesinin nebî’ler için kullanılmış olmasıyla,
kâfirler için kullanılmış olması arasında çok büyük bir fark vardır! Bir başka deyişle, nebî’lerin kasden, yani,
bilerek-isteyerek doğru yoldan sapmaları asla sözkonusu değildir; dalâl ifâdesi nebî’ler için kullanıldığında
onların, vahyin rehberliği kendilerine ulaşmadan önce, “çözüme götürecek en doğru yol ve yöntem”in hakîkaten
ve de aslında ne olduğunu bir türlü bilememelerinden dolayı, içine düştükleri çâresizliğe ve bu çâresizlikten
kaynaklanan şaşkınlık hâline işâret eder. Nitekim dalâlet, hidâyet kavramının zıt anlamlısıdır.
Dalâletin peygamberlerle ilintili olarak kullanıldığı mubârek âyet-i kerîmeler şunlardır:
1.
İslâm peygamberi Hz. Yâ’kûb’a (AS) oğulları tarafından yöneltilmiş ağır bir suçlama olarak:
ٍ �‫ف َواَخُ و ُه اَ َح �ب اِلٰى اَ ٖبي َنا ِمن�ا َون َْح ُن ُع ْص َب ٌة اِ �ن اَ َبانَا لَ ٖفى َض‬
ٍ‫َ�ل ُم ٖبين‬
ُ ‫وس‬
ُ ‫اِ ْذ َقالُوا لَ ُي‬
12 Yûsuf 8
O ZAMAN Yûsuf'un üvey kardeşleri kendi aralarında dediler ki: “Yûsuf ve öz kardeşi babamıza
bizden daha sevgili ve biz aralarında güçlü bir bağ olup birbirlerine yardım eden, destek veren, birlik olmuş bir
topluluk oluşturuyoruz! Şu kesin bir gerçek ki, babamız apaçık bir dalâlet - yani, bu bağlamda: ne yaptığını
bilememezlik hâli
içinde!”
‫َقالُوا تَالل� ِه اِن�كَ لَ ٖفى َض�َ�لِكَ الْ َق ٖدي ِم‬
12 Yûsuf 95
{Yûsuf'un üvey kardeşleri babaları Yâ’kûb’a} Dediler ki: "Tallâhi - yani, Allah’a andolsun, şu
kesin bir gerçek ki, sen o eski dalâletinin - yani, bu bağlamda: ne yaptığını bilememezlik hâlinin içindesin!"
2.
Büyük İslâm peygamberi Hz. Mûsâ’nın (AS) dile getirdiği bir özeleştiri olarak:
‫ين‬
� ‫َقا َل فَ َع ْل ُت َها اِ ًذا َواَنَا ِم َن‬
َ ّ ‫الضا ٖل‬
26 eş-Şu’arâ 20
Mûsâ dedi ki: "Evet, o fiili o zaman işledim ve ben o sırada o dalâlet - yani, bu bağlamda:
bilgisizlikten ve habersizlikten kaynaklanan tam bir şaşkınlık, ne yaptığını, ne yapacağını bilememezlik hâli
içindeydim!"
36
3.
Rasûlullâh’a (ASVS) sözümona “arkadaşları”(!) olan kişilerce yapılmış bir hakarete Allah Te’âlâ’nın
verdiği cevap olarak:
ِ ‫َما َض �ل َص‬
‫اح ُب ُك ْم َو َما َغوٰى‬
53 en-Necm 2
Ne dalâlete - yani, bu bağlamda: sapkınlığa düştü arkadaşınız ve ne de çarpık bir inanıştan
kaynaklanan bir aldanışa
Mubârek el-Baqara sûresinin 282. âyet-i kerîmesinde geçen an tedille ifâdesi “bilmeden-istemeden yapılan
hata, şaşırıp yanılma” anlamını taşır:
‫َوا ْم َراَت َِان ِم �م ْن َت ْر َض ْو َن ِم َن الش� َهدَا ِء اَ ْن ت َِض �ل اِ ْح ٰدی ُه َما فَ ُت َذك� َر اِ ْح ٰدی ُه َما ا ْ��ُخْ ٰرى‬
2 el-Baqara 282 (…)
ve iki kadını şâhit tutun ki onlardan biri dalâlete düşerse - yani, bu bağlamda: bilmeden-
istemeden hata yapar ya da şaşırıp yanılırsa
diğeri ona hatırlatabilsin
(…)
Dalâletin “şaşırıp yanılma” anlamında kullanıldığı en çarpıcı yerlerden biri de mubârek Tâ Hâ sûresinin 52. âyeti kerîmesidir:
ٍ ‫َقا َل ِع ْل ُم َها ِع ْن َد َر ٖبّى ٖفى ِك َت‬
‫اب َ�� َي ِض �ل َر ٖبّى َو َ�� َي ْن ٰسى‬
20 TâHâ 52
Mûsâ dedi ki: "Onun ilmi Rabbimin katında, bir kitâbın içindedir; benim Rabbim asla dalâlete
düşmez - yani, bu bağlamda: bilmeden-istemeden herhangi bir hata yapmaz ve şaşırıp yanılmaz ve asla
unutmaz.”
Rasûlullâh’ın (ASVS), şirke dayalı bir dünya görüşünü ve hayat tarzını benimsemiş olan ve bu yüzden de
yozlaşmanın her türlüsünü yaşayan kavmi için doğru yolu ancak vahiy kendisine ulaştıktan sonra bulabildiğini
mubârek eş-Sûrâ sûresinin 52. âyet-i kerîmesi bildirir:
‫اب َو َ�� ا ْ� ٖ�ي َما ُن‬
ً ‫َوك َٰذلِكَ اَ ْو َح ْي َنا اِلَ ْيكَ ُر‬
ُ ‫وحا ِم ْن اَ ْم ِرنَا َما كُ ْن َت َت ْد ٖرى َما الْ ِك َت‬
ِ ٰ ‫َول‬
ٍ ‫ـك ْن َج َع ْل َنا ُه نُو ًرا ن َْه ٖدى بِ ٖه َم ْن نَشَ ُاء ِم ْن ِع َبا ِدنَا َواِن�كَ لَ َت ْه ٖدى اِلٰى ِص َر‬
‫اط ُم ْس َت ٖقي ٍم‬
42 eş-Şûrâ 52
İşte tıpkı bunun gibi sana da emrimizden bir rûh vahyettik. Sen nedir o Kitâb - yani, vahiy ve o
îmân - yani, “îmân” kavramının insanın Âlemlerin Rabbi Allah’a, şekksiz-şübhesiz, kayıtsız-şartsız tam
teslimiyeti demek olan “İslâm” anlamına geldiğini
kaynağından yansıyan bir aydınlatıcı
bilmezdin. Ve lâkin onu bir nûr - yani, Hakk ve Hakîkat’in
kıldık ki onunla kullarımızdan İlâhî Hikmet gereği öyle olmasını
dilediğimiz için, kendisini yaradılış amacının nihâî hedefine götürecek ve Allah tarafından belirlenmiş dosdoğru
bir yola ulaşabilmesi için gerekli ve kaçınılmaz olan ilâhî rehberliği dileyenlere hidâyet bahşedelim. Ve şu kesin
bir gerçek ki, sen de kesinlikle bir sırât-ı mustaqîme doğru hidâyet - yani, bu bağlamda: rehberlik edeceksin.
37
Netice olarak, mubârek Kur’ân’ı yalnızca tarihî bağlamında değerlendirmeme ilkesini gözönüne alacak olursak,
Rasûllâh’ın (ASVS) vahiy kendisine ulaşmadan evvel, öncelikle ve özellikle müşriklerin içinde bulundukları
türden bir “dalâlet, yani, sapkınlık içinde olması” hâlinin haklı reddi için özel yorumlar geliştirmek sıkıntısına
düşmekten kurtulmuş oluruz. Nitekim merhûm üstâd Muhammed Esed mubârek ez-Zumer sûresinin 65. âyet-i
kerîmesini tefsîr ederken, şu son derece önemli hususa dikkatimizi çekmektedir:
ِ ُ‫َولَ َق ْد ا‬
َ‫ين ِم ْن َق ْبلِكَ لَئِ ْن اَ ْش َر ْك َت لَ َي ْح َب َط �ن َع َملُك‬
َ ‫وح َى اِلَ ْيكَ َواِلَى ال� ٖذ‬
‫ين‬
َ ‫َولَ َت ُكونَ �ن ِم َن الْخَ ِاس ٖر‬
39 ez-Zumer 65
Ve nitekim sana ve senden önce yaşamış olanlara da vahyedilmiştir ki: “Eğer şirk koşarsan
amellerin kesinlikle boşa gidecektir ve sen kesinlikle husrâna uğrayanlardan olacaksın.
“ ‘Sana ve senden önce yaşamış olanlara da vahyedilmiştir ki’ ifâdesi vahyin bütün muhatablarına yöneliktir,
yani ‘... peygamberlere vahyedilmiş olan ilahî mesajlar aracılığıyla bildirilmiştir ki’ şeklinde anlaşılmalıdır.
Hemen hemen bütün klasik müfessirlerin, bu pasajın yalnızca Rasûlullâh’a (ASVS) hitâb ettiği şeklindeki
görüşleri anlamlı değildir; çünkü ne Rasûlullâh’ın (ASVS), ne de o'ndan önce gelmiş olan hiçbir peygamberin
‘şirk koşmak’ gibi vahim bir günah işlemiş olduğu asla düşünülemez! Diğer taraftan, bu uyarı ancak, hangi
şartta ve zamanda olursa olsun, genel olarak insanoğluna yönelik olarak düşünüldüğünde, anlamlı ve geçerli bir
uyarı olarak algılanabilir.”
Kanaatimize göre, mubârek Kur’ân’da geçen vahyetme ifâdesinin iki boyutu vardır ve bağlam gerektirdiğinde bu
boyutların ya biri, ya diğeri, bazan da ikisi birden anlaşılmalıdır. Şöyle ki: vahyetmek “kaynağı, mâhiyeti ve
yöntemi ilâhî olan, dolayısıyla insan kavrayışıyla tarif edilmesi mümkün olmayan bir işâretler sistemiyle ilâhî
hakîkatleri, insan kavrayışını aşan bir hızla ulaştırarak bilgilendirmek” demektir. Vahyetmenin birinci boyutu, hiç
kuşku yok ki, “İslâm peygamberlerine İlâhî Kelâm’ın ulaştırıldığı çok özel, tarif edilmesi çok zor, neredeyse
imkânsız olan yöntem”dir. İkinci boyutu ise, deyim yerindeyse fiilin “bize bakan yönü”dür - yani, “İslâm
peygamberlerinin kendilerine çok özel, tarif edilmesi çok zor, neredeyse imkânsız yöntemle ulaşmış olan İlâhî
Kelâm’ın, onu anlama cihâdına sıvanmış mü’minlere zaman içinde kendini tarif edilmesi çok zor, neredeyse
imkânsız bir şekilde açması”dır! Mubârek Kur’ân’ı anlama cihâdına gereken samîmîyet ve ciddîyetle sıvanmış
olan herkes bu mu’cizevî durumu yaşamıştır, yaşamaktadır ve yaşayacaktır!
‫يب‬
ٖ ‫قُ ْل اِ ْن َض َل ْل ُت فَ ِان� َما اَ ِض �ل َعلٰى َن ْف ٖسى َواِ ِن ا ْه َت َد ْي ُت فَبِ َما ُي‬
ٌ ‫وحى اِلَ �ی َر ٖبّى اِن� ُه َس ٖمي ٌع َق ٖر‬
34 Sebe’ 50
De ki: “Eğer dalâlete düşersem kendi yüzümden kendi aleyhime sapmış olurum. Ve eğer hidâyet
bulursam, bu, Rabbim bana vahyettiği içindir. Şu kesin bir gerçek ki, O, semî’dir, karîb’dir!”
Merhûm üstâd Mevdûdî “çevresinde ağaç bulunmayan tek ağaç” için de dâlle kelimesinin kullanıldığına dikkat
çeker ki, bu aynı zamanda Rasûllâh’ın (ASVS) kendisine vahiy gelmeden önceki maddî ve mânevî konumunun
muhteşem bir tasviri olarak da anlaşılabilir!
Doğrusunu bilen ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır, azze ve celle.
38
‫َو َو َج َد َك َعائِ�ً� فَاَ ْغنٰى‬
Ve seni sıkıntı veren ağır bir yükün altında ezilir hâlde bulup
ilâhî hikmetin belirlediği şekilde zenginleştirmedi mi?
(93:8)
39
‘âilen ifâdesini “sıkıntı veren ağır yükün altında olma hâli” şeklinde meâllendirmemizin sebebi kök olarak
bağlantılı olduğu ‘avlun kelimesinin taşıdığı bu anlamdır. Bir başka deyişle, kanaatimize göre ‘âilen kelimesi
burada yalnızca ekonomik anlamda bir yoksulluğu tarif etmekle sınırlı değildir. Nitekim mubârek âyet-i
kerîmenin devamında yer alan ğına kelimesi de, üstâd Mustafa İslâmoğlu’nun pek isâbetli tesbîti
doğrultusunda, yalnızca ekonomik anlamda bir zenginliği ifâde etmemektedir: “ğına terimi mubârek Kur’ân’ın
hiçbir yerinde ‘servet’in anlamdaşı olarak kullanılmaz. Dahası ğına, servet sahibi olmadan da var olabilen bir
şeydir. Malın karşıtı (zıddı) olarak da kullanılır”. Buradan, kanaat-i âcizânemize göre, çıkartmamız gereken en
önemli sonuç mubârek Kur’ân’ın “ne”ye zenginlik dediği, ya da bir başka deyişle zenginliği nasıl tarif ettiğidir:
‫َما اَ ْغنٰى َع ْن ُه َمالُ ُه َو َما ك ََس َب‬
111 Tebbet 2
Zenginlik de katmadı - ya da: kazanç da sağlamadı malı ve elde ettikleri ona!
‫َما اَ ْغنٰى َع ٖنّى َمالِ َي ْه‬
69 el-Haqqâ 28
Zenginlik de katmadı - ya da: kazanç da sağlamadı malım bana!
‫َو َما ُي ْغ ٖنى َع ْن ُه َمالُ ُه اِ َذا ت ََر �دى‬
92 el-Leyl 11
Ve zenginlik de katmaz - ya da: kazanç da sağlamaz malı ona, tepetaklak yuvarlanıp gittiği
zaman!
40
Yine üstâd Mustafa İslâmoğlu’na göre Rasûlullâh’ın (ASVS) serveti “kelimeler” idi. Bu yüzden Rabbi, onun
(ASVS) dünya metaına dönüp bakmasını istemedi:
‫َولَ َق ْد اٰ َت ْي َنا َك َس ْب ًعا ِم َن الْ َمثَا ٖنى َوالْ ُق ْراٰ َن الْ َع ٖظي َم‬
‫َ�� َت ُم �د �ن َع ْي َن ْيكَ اِلٰى َما َم �ت ْع َنا بِ ٖه اَ ْز َو ًاجا ِم ْن ُه ْم‬
‫ين‬
َ ‫ض َج َن‬
َ ‫احكَ لِ ْل ُم ْؤ ِم ٖن‬
ْ ‫َو َ�� ت َْح َز ْن َع َل ْي ِه ْم َواخْ ِف‬
15 el-Hicr 87-88
Ve nitekim, Biz sana o tekrarlanan - ya da: lafzî ve mecâzî anlam katmanları olan yediliyi
verdik ve o azîm Kur’ân'ı! Onlardan birtakım kimselere verdiğimiz, kendilerini eğlendirerek sözümona
faydalandıkları ne varsa, onlara asla iki gözünü birden dikme - yani, onlara özenme ve gıpta etme. Ve onlar için
üzülme ve mü’minlere kol kanat ger!
Bu hitâbın yalnızca doğrudan doğruya Rasûlullâh’a (ASVS) değil, umûma, yani bütün Mü’min/Mü’mine
Müslümanlara olduğu unutulmamalıdır!
Merhûm üstâd Kurtûbî’nin mubârek el-Hicr sûresinin 88. âyet-i kerîmesini şöyle yorumlamaktadır: “Yüce
Allah’ın: ‘asla iki gözünü birden dikme’ buyruğunun anlamı şudur: Kur’ân-ı Kerîm sâyesinde Ben, insanların
elinde bulunan şeylere seni muhtaç olmaktan kurtardım, yücelttim. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i kendisi için yeterli bir
servet görmeyen bizden değildir. (...) Ibn Uyeyne bununla ilgili olarak Rasûlullâh’ın (ASVS) şu hadîsini de zikreder: “Kur’ân-ı Kerîm ile kendisini zengin görmeyen yani başka şeylere ihtiyaçtan kendisini uzak kabul
etmeyen kimse bizden değildir!”. (...) Yüce Allah’ın şu buyruğu da buna benzemektedir:
‫َو َ�� َت ُم �د �ن َع ْي َن ْيكَ اِلٰى َما َمت� ْع َنا بِ ٖه اَ ْز َو ًاجا ِم ْن ُه ْم َز ْه َر َة الْ َح ٰيو ِة ال �د ْن َيا لِ َن ْفتِ َن ُه ْم ٖفي ِه‬
‫َورِ ْز ُق َر �بكَ خَ ْي ٌر َواَ ْب ٰقى‬
20 TâHâ 131
Ve onlardan birtakım kimselere onları çetin bir sınavala sınamak için verdiğimiz, kendilerini
eğlendirerek sözümona faydalandıkları o dünya hayatının gözalıcı parlaklığı olarak ne varsa, onlara asla iki
gözünü birden dikme. Ve Rabbinin rızkı, daha hayırlıdır ve daha bâkîdir.
Rasûlullâh (ASVS) şöyle buyurmaktadır: ‘İnsanlar öyle bir döneme geleceklerdir ki müslümanın en hayırlı malı dînini korumak kasdıyla fitnelerden kaçarak - dağ başlarında ve yağmurun düştüğü yerlerde, arkalarından
gideceği bir koyun (sürüsü) olacaktır’.”
41
42
‫فَاَ �ما الْ َي ٖتي َم فَ�َ� َت ْق َه ْر‬
Öyleyse artık o yetîmi asla kahretme!
[Öyleyse artık asla kahretme o yetîmi - yani, onu asla, boyun eğmek zorunda bırakıp aşağılama; dolaylı olarak:
onun, boyun eğmek zorunda bırakılıp aşağılanmasına asla yol açma, fırsat verme!]
(93:9)
43
Hatırlatma bâbında: yetîm “bulûğ çağına erişmeden evvel babası ölmüş çocuğa” denir. Dolayısıyla da en
geniş ya da mecâzî anlamıyla, nasıl “bulûğ/erginlik çağına” henüz erişmemiş, yani, hayatın zorluklarıyla
başedebilecek bedenî ve rûhî gelişme sürecini tamamlamamış bir çocuk, kendisini koruyacak, varlığını en iyi
şekilde sürdürebilmesi için gereken herşeyi, bütün şartları elinden geldiğince sağlayacak kimsesi olan/olması
gereken babası vefât ettiğinde, nasıl yalnız, güvencesiz, korunmasız ve çâresiz durumda kalıyorsa, tıpkı onun
gibi “kendi elinde olmayan sebeblerden dolayı yalnız, yani, güvencesiz, korunmasız, çâresiz kalmış kişi”ye de
işâret etmek üzere kullanılabilir. Üstâd Mustafa İslâmoğlu’nun yetîm tanımlaması ise şöyledir: “Kazananı ölmüş,
kendisi de kazanmaktan aciz olan”!
DİKKAT! MERAKLISI İÇİN NOT:
“Mubârek Kur’ân’da Yetîm Kavramı” ekine bakınız...
qahretmek ise çâresiz durumda kalmış bir kişiyi, onun çâresizliğinden ve korunmasızlığından istifâde ederek zor
kullanma yoluyla baskı altına alıp boyun eğdirmek ve onu böylece maddî ve/veya mânevî yönden istismâr
etmek demektir! Arabcada quhire’l-lehmu ifâdesi, “et –pişirilirken, dolayısıyla da artık cansız/güçsüz, kendini
korumaktan âciz durumdayken - ateşin öylesine tesiri altına girdi ki, suyunu salmak zorunda kaldı; ateş eti
suyunu salmaya zorladı” anlamına gelir.
Üstâd Hakkı Yılmaz’a göre: “Bir insanı, olması gereken konumdan daha aşağı bir duruma getirmek, o insanı
qahretmektir. qahr, ikrâmın, yani üstün kılmanın, saygın hâle getirmenin zıddıdır. Mubârek Kur’ân yetîmin
kerîmleştirilmesini emretmektedir:
‫َك��� َب ْل َ�� تُ ْك ِر ُمو َن الْ َي ٖتي َم‬
89 el-Fecr 17
Hayır, siz öyle zannetmeseniz bile, bu kesinlikle böyledir! Siz o yetîmi kerîmleştirmiyorsunuz -
yani, onun durumunu düzeltip onu toplum içinde saygın bir kişi hâline getirmiyor ve bunu sağlamak için gereken
maddî ve mânevî cömertliği o karşı göstermiyorsunuz!
Yine üstâd Hakkı Yılmaz’a göre: “Hemen hemen bütün Türkçe meallerde yer alan ‘yetîme ikrâm etmiyorsunuz’
çevirisi, âyetin gerçek manasını ifâde etmekten uzaktır. Âyette geçen ikrâm, çay, kahve vs. ikram etmek
anlamına gelmez. Buradaki ikrâm üstün kılma, saygın hâle getirme demektir ki bu ikrâm, eğitim vermekle,
fırsat vermekle, iş imkânı vermekle mümkün olabilir. Bir başka ifade ile ikrâm ‘aç, susuz, öğretimsiz, eğitimsiz,
becerisiz bırakma, toplumda seviyesiz hâle getirme’ demek olan qahr etmenin tam tersidir. (...)
Âlemlerin Rabbi Allah’ın, celle şânuhu, esmâından biri de el-Qahhâr’dır. Allah Te’âlâ’nın, bütün esmâında
olduğu üzere, qahr konusunda da mutlâkıyyet, tartışma götürmez bir tekel, ortaya koyması hiç kuşku yok ki
kullarını, onların zâfiyetini sonuna kadar kullanarak boyun eğdirici bir baskı altına alması ya da onları normal
konumlarından daha kötü bir duruma sokması anlamına gelmez! Bir başka deyişle –hâşâ!- “zorba” bir ilâha
işâret etmez! Nitekim Âlemlerin Rabbi Allah, celle şânuhu, “rahmeti nefsine yazdığını” (mubârek el-En’âm sûresi
12. ve 54. âyet-i kerîmeler) yani, “rahmeti kendine ilke edindiğini” ve “rahmetinin geniş olup herşeyi
kuşattığını” (mubârek el-A’râf sûresi 156. âyet-i kerîme) bildirmektedir. O hâlde el-Qahhâr ism-i celâlini şu
şekilde anlamamız gerekir:
1.
Allah Te’âlâ’nın “kul”u olmayı kabûl etmeyenler, ya bunu bir türlü içlerine sindiremeyenler, O’nun, azze
ve celle, “kul”u olarak yaşamamak konusunda ne kadar ısrarlı ve güçlü bir direniş gösterirlerse
göstersinler, netîce itibâriyle kaçınılmaz olarak O’nun, celle şânuhu, “kul”u olma keyfiyetinin dışına
çıkamazlar! Nitekim mubârek el-Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesi bu Hakîkat’i apaçık bir şekilde
dile getirmektedir: “Ve Ben o cinnleri ve o insanları yalnızca Bana kulluk etmeleri için tasarlayıp
44
yarattım!”. Bir başka deyişle, Âlemlerin Rabbi Allah’a, celle şânuhu, karşı yapılan her başkaldırı
ve/veya direniş mutlaka ezici bir yenilgiye uğrayacaktır!
2.
Allah Te’âlâ biz kullarına, onları kahretme cür’etini gösteren her türlü beşerî güce karşı, âdetâ: “Kahhâr
olunacaksa, hiç kimsenin günü Benim kadar kahhâr olmaya asla yetmez!” diyerek, deyim yerindeyse
“beşerî kahhâr”lara karşı çıkma gücü bahşetmektedir, en azından onlardan, onların arzuladığı şekilde
korkup çekinmekten bizi korumaktadır! Nitekim qahrın mubârek ed-Duhâ sûresinin 9. âyet-i
kerîmesinin dışında, beşerî bir güce izâfeten geçtiği yegâne yer, mubârek el-A’râf sûresinin 127. âyet-i
kerîmesidir ki burada da bahsi geçen kişi/güç firavundur!
Mubârek Kur’ân’da qahrın dönemin firavunu ile ilişkilendirilmiş olması dikkat çekicidir!
َ‫ض َو َي َذ َر َك َواٰلِ َه َتك‬
ِ ‫وسى َو َق ْو َم ُه لِ ُي ْف ِسدُوا فِى ا ْ�� َ ْر‬
ٰ ‫َو َقا َل الْ َم َ�� ُ ِم ْن َق ْو ِم فِ ْر َع ْو َن اَ َت َذ ُر ُم‬
‫َقا َل َس ُن َق �ت ُل اَ ْب َن َاء ُه ْم َون َْس َت ْح ٖيى نِ َسا َء ُه ْم َواِن�ا فَ ْو َق ُه ْم َقا ِه ُرو َن‬
07 el-A’râf 127
Ve Firavun’un kavminden önde gelen seçkinler dediler ki: "Mûsâ ve kavmini bırakacakmısın
yeryüzünde fesâda - yani, yozlaşmanın her türlüsüne yol açsınlar ve seni ve senin ilâhlarını bıraksınlar?"
Bunun üzerine Firavun dedi ki: "Onların oğullarını katledeceğiz ve kadınlarını hayatta bırakacağız! Ve, şu kesin
bir gerçek ki, onların üzerinde kahredici - yani, onları zorla boyun eğdirip aşağılayacağımız bir gücümüz var!"
Bu mubârek âyet-i kerîme, mubârek ed-Duhâ sûresinin 9. âyet-i kerîmesi dışında qahr kavramının Âlemlerin
Rabbi Allah ile, celle şânuhu, ilişkilendirilmediği ikinci yerdir. Yine bu bağlamda hemen hatırlanmalıdır ki
dönemin firavunu mubârek Kur’ân’da iki yerde ilâhlık, bir yerde de rabblık iddiâsında bulunmaktadır:
‫ين‬
َ ‫َقا َل لَئِنِ ات�خَ ْذ َت اِل ٰ ًها َغ ْي ٖرى َ�� َ ْج َع َلن�كَ ِم َن الْ َم ْس ُجو ٖن‬
26 eş-Şu’arâ 29
Firavun dedi ki: “Eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni kesinlikle o zindana atılanlardan
biri yaparım - yani, seni zindana attırırım!”
ِ‫َو َقا َل فِ ْر َع ْو ُن َيا اَ �ي َها الْ َم َ�� ُ َما َعلِ ْم ُت لَ ُك ْم ِم ْن اِل ٰ ٍه َغ ْي ٖرى فَاَ ْوقِ ْد لٖى َيا َها َما ُن َع َلى ال ٖطّين‬
‫ين‬
ٰ ‫اج َع ْل لٖى َص ْر ًحا لَ َع ٖلّى اَط�لِ ُع اِلٰى اِل ٰ ِه ُم‬
ْ َ‫ف‬
َ ‫وسى َواِ ٖنّى َ��َظُن� ُه ِم َن الْ َكا ِذ ٖب‬
28 el-Qasas 38
Ve firavun dedi ki: “Siz ey önde gelen seçkinler ailesi! Ben sizin için benden başka ilâh
bilmiyorum! Artık, ey Hâmân, benim için o balçığın üzerini tutuştur - yani, bir tuğla ocağı kurup, tuğla imal et!
Artık bana öyle gösterişli yüksek bir kule yap ki, Mûsâ'nın ilâhına ulaşayım! Ve şu kesin bir gerçek ki, ben onun
o yalancılardan biri olduğu zannındayım!”
45
‫فَقَا َل اَنَا َر �ب ُك ُم ا ْ�� َ ْعلٰى‬
79 en-Nâzi’ât 24
{Firavun} bunun üzerine dedi ki: “Ben sizin o en yüce rabbinizim!”
Bu bağlamda ayrıca mubârek el-Mâ’ûn sûresinin ilk iki âyet-i kerîmesini hatırlamak gerekir:
ِ‫اَ َراَ ْي َت ال� ٖذى ُي َك �ذ ُب بِال ٖ ّدين‬
‫فَ ٰذلِكَ ال� ٖذى َي ُد �ع الْ َي ٖتي َم‬
107 el-Mâ’ûn 1-2
Gördün mü o dîni - yani, harf-i târif ile geldiği için Âlemlerin Rabbi Allah’ın yegâne dîn olarak
uygun görüp onayladığı ve Âlemlerin Rabbi Allah’a şekksiz şübhesiz, kayıtsız şartsız teslîmîyet anlamına gelen
İslâm’ı
yalanlayanı - yani, böyle biri kimse nasıl bir insan olabilir? İşte böyle biridir, o yetîmi itip kovarak
uzaklaştıran.
Nitekim tekher okuyuşuna göre yetîme “sertlik gösterip haşin ve kaba davranmak” yasaklanmaktadır; zira
merhûm üstâd Kurtûbî’nin bildirdiğine göre, merhûm üstâd en-Nehhâs kehere fiilini “bir kimseye karşı sertlik
gösterilip haşin ve kaba davranmak” şeklinde açıklamaktadır.
Merhûm üstâd el-Buhârî’nin aktardığı bir hadîs-i şerîfte Rasûlullâh (ASVS) şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başka
kimsesi olmayan hakkında Allah’tan korkun!”
46
‫السائِ َل فَ�َ� َت ْن َه ْر‬
� ‫َواَ �ما‬
ve öyleyse o yardım isteyeni asla geri çevirme,
(93:10)
47
sâ’il terimi, kelime anlamıyla “suâl sormak sûretiyle yardım isteyen kimse”yi gösterir ki bu da yalnız “dilenci”yi
değil, hem maddî hem de manevî açıdan zor durumda iken yardım ve hatta bir konuda aydınlanma isteyen
herkesi kapsar. Nitekim sâ’il teriminin “suâl sormak sûretiyle yardım isteyen kimse” ya da merhûm üstâd
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın ifâdesiyle “araştıran” anlamında kullanıldığı mubârek âyet-i kerîmeler
şunlardır:
‫لسائِ ٖلي َن‬
ٌ ‫ف َواِخْ َوتِ ِه اٰ َي‬
َ ‫وس‬
� ِ‫ات ل‬
ُ ‫لَ َق ْد كَا َن ٖفى ُي‬
12 Yûsuf 7
Nitekim, Yûsuf ve kardeşlerinde - yani, onları anlatan bu sûrede Hak ve Hakîkat’i anlamak üzere
sorup araştırarak yardım arayanlar için âyetler - yani, İlâhî Mesajlar ve İşâretler olagelmiştir.
ٍ ‫َساَ َل َسائِ ٌل بِ َع َذ‬
‫اب َواقِ ٍع‬
‫س لَ ُه َدافِ ٌع‬
َ ‫لِ ْل َكافِ ٖر‬
َ ‫ين لَ ْي‬
70 el-Me’âric 1-2
Hak ve Hakîkat’i anlamak üzere sorup araştırarak yardım arayan biri, vukû’ bulacak bir
azâbı sorar, o kâfirler için... Onu def’edecek yok!
Nitekim, sâ’il teriminin bu bağlamda geçtiği âyet-i kerîmeler mubârek ‘Abese sûresinin ilk on âyet-i kerîmesinde
dile gelen hüküm doğrultusunda anlaşılmalıdır:
‫س َو َت َول�ى‬
َ ‫َع َب‬
‫اَ ْن َج َاء ُه ا ْ�� َ ْعمٰى‬
‫َو َما ُي ْد ٖريكَ لَ َعل� ُه َي �زك�ى‬
‫اَ ْو َي �ذك� ُر فَ َت ْن َف َع ُه ال �ذ ْك ٰرى‬
‫اَ �ما َمنِ ْاس َت ْغنٰى‬
‫فَاَنْ َت لَ ُه ت ََصد�ى‬
‫َو َما َع َل ْيكَ اَ��� َي �زك�ى‬
‫َواَ �ما َم ْن َج َاء َك َي ْسعٰى‬
‫َو ُه َو َيخْ ٰشى‬
48
‫فَاَنْ َت َع ْن ُه َت َل �هى‬
80 ‘Abese 1-10
O, gönlü daralmışçasına yüzünü buruşturup kaşlarını çattı ve uzaklaştı, kör bir adam o'na geldi
diye! Ve ne sana idrâk ettirebilir bu gerçeği: belki de o arınacaktı! Ya da öğrendiği Hakîkat bilgisini zikredecek yani, onun için zihninde her an diri tutarak hatırlanacak bir ders, bir uyarı olacak,
her an diri tutularak hatırlanacak o ders, o uyarı
böylece o zikr - yani, zihinde
kendisine fayda verecekti! Ama kendi-kendine yeterli olduğuna
inanana gelince... Artık sen ona ilgi gösterdin! Ve onun arınamaması senin üzerine kalmış bir sorumluluk
değildir! Ve gelelim, sana büyük bir istekle gelene... Ve o haşyet duyuyordu! Böylece - yani, ilgini kendikendine yeterli olduğuna inanana yöneltmekle
sen onu - yani, haşyet duyarak ve büyük bir istekle sana geleni
görmezden geldin!
Merhûm üstâd Kurtûbî’nin aktardığına göre, merhûm üstâd İbnu'l-Arabî demiştir ki: “Dîne dair soru soran
kimseye bilen için cevap vermek farz-ı kifâyedir. Tıpkı iyilik yapılmasını isteyen kimseye bir şeyler vermek
gibidir, onunla aynı şeydir!”
sâ’il teriminin maddî anlamda bir yoksulluğu dile getirerek yardım alma talebinde bulunmak anlamını taşıdığı
diğer âyet-i kerîmeler ise şunlardır:
ِ ٰ ‫س الْبِ �ر اَ ْن تُ َول�وا ُو ُجو َه ُك ْم قِ َب َل الْ َمشْ ر ِِق َوالْ َم ْغر ِِب َول‬
‫ـك �ن الْبِ �ر َم ْن اٰ َم َن بِالل� ِه‬
َ ‫لَ ْي‬
ِ ‫َوالْ َي ْو ِم ا ْ�� ٰ ِخ ِر َوالْ َملٰئِ َك ِة َوالْ ِك َت‬
‫اب َوالن�بِ ّٖي َن َواٰتَى الْ َما َل َعلٰى ُح �ب ٖه َذوِى الْ ُق ْربٰى َوالْ َي َتامٰى‬
ِ ‫ين َوفِى ال �ر َق‬
‫الصلٰو َة َواٰتَى ال �زكٰو َة‬
� ‫اب َواَ َقا َم‬
َ ‫السائِ ٖل‬
َ ‫َوالْ َم َسا ٖك‬
� ‫الس ٖبي ِل َو‬
� ‫ين َوا ْب َن‬
‫س‬
ِ ْ‫ين الْ َبا‬
� ‫ين ِفى الْ َباْ َسا ِء َو‬
� ‫َوالْ ُموفُو َن بِ َع ْه ِد ِه ْم اِ َذا َعا َهدُوا َو‬
َ ‫الض �را ِء َو ٖح‬
َ ‫الصابِ ٖر‬
‫ين َص َدقُوا َواُولٰئِكَ ُه ُم الْ ُمت�قُو َن‬
َ ‫اُولٰـئِكَ ال� ٖذ‬
2 el-Baqara 177
Birr yüzünüzü doğuya ya da batıya çevirmeniz değildir! Ve lâkin birr Allah'a ve o Âhiret
Günü'ne ve o meleklere ve o Kitâb’a ve o nebîlere îmân eden ve -onu ne kadar sevse de – o malını akrabalara ve
ve o miskînlere ve yolda kalmış yolcuya ve o ihtiyâcını dile getirerek yardım isteyenlere ve kölelere veren ve
salâtı ikâme eden ve zekâtı veren ve ahidlerini yerine getirenler ve şiddetli sıkıntıya ve aşırı zorluğa sabredenler
tarafından sergilenen tavırdır. İşte onlardır sadâkat göstermeyi bir hayat tarzı ve ilkesi hâline getirmiş olanlar ve
onlar, işte onlardır muttakîler.
‫لسائِ ِل َوالْ َم ْح ُرو ِم‬
� ِ‫َو ٖفى اَ ْم َوالِ ِه ْم َح �ق ل‬
51 ez-Zâriyât 19
ve onların {o muttakîlerin} mallarında o ihtiyâcını dile getirerek yardım isteyenler ve
mahrûmlar için bir hak - yani, onlar için meşrû gördükleri ve
mutlaka ayırdıkları bir pay
vardı.
49
‫لسائِ ِل َوالْ َم ْح ُرو ِم‬
� ِ‫ل‬
70 el-Me’âric 25
{o salâtta bulunan kimseler malları üzerinde } o ihtiyâcını dile getirerek yardım isteyenlerin
ve o mahrûmların - yani, rızkları bol olmayan kimselerin {herkesçe bilinen bir hak sâhibi olduklarını kabûl
ederler}.
Mubârek Fussilet sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde ise sâ’il terimi “azık arayışı” anlamında yer almaktadır:
‫ين‬
َ ‫لسائِ ٖل‬
� ِ‫َو َج َع َل ٖف َيها َر َو ِاس َى ِم ْن فَ ْوقِ َها َو َبا َر َك ٖف َيها َو َق �د َر ٖف َيها اَ ْق َوات ََها ٖفى اَ ْر َب َع ِة اَ �يا ٍم َس َو ًاء ل‬
41 Fussilet 10
Ve onda {yeryüzünde}, üzerinde sapasağlam hareketsiz duran dağlar yaptı, onu bereketlendirdi
ve onda bütün canlıların hayatlarını sürdürmelerine yetecek miktarda azıklarını takdîr etti dört günde/evrede
onları hayatta kalma ihtiyaçlarını gidermek üzere arayanlar için dengeli bir şekilde.
50
‫َواَ �ما بِنِ ْع َم ِة َر �بكَ َف َحد ْ�ث‬
ve öyleyse Rabbinin nî’metini artık hep dile getir!
(93:11)
51
Burada akla gelen/gelmesi gereken ilk suâl şudur: “Hep dile getirmemizin emredildiği Rabbin nî’meti nedir ya da
hangisidir?”
Mubârek Kur’ân cevap veriyor:
‫يت لَ ُك ُم ا ْ� ِ� ْس�َ� َم ٖدي ًنا‬
ُ ‫اَلْ َي ْو َم اَ ْك َم ْل ُت لَ ُك ْم ٖدي َن ُك ْم َواَ ْت َم ْم ُت َع َل ْي ُك ْم نِ ْع َم ٖتى َو َر ٖض‬
5 el-Mâ’ide 3 (...)
Bugün dîninizi sizin için kemâle erdirdim, üzerinizdeki nî’metimi tamamladım ve size dîn
olarak Bana teslimiyetten râzı oldum - yani, Âlemlerin Rabbi Allah’a kayıtsız şartsız, şekksiz şübhesiz teslîmiyet
demek olan İslâm’ı yegâne dîn olarak uygun gördüm.
(...)
Nî’met lugatta, “her türlü iyi hâl/durum” demektir. İnsanın sahip olduğu her türlü imkân, yetenek ve varlık,
aslında Rabbinin ona verdiği nî’metlerdir. Nî’met kapsamına akıl ve aklın işlevleri girdiği gibi, kullandığı eşyâ,
yeryüzü ve onun üzerinde yararlanılan her şey, hidâyet bulmak ve benzeri her şey girmektedir.
Bu mubârek âyet-i kerîme bağlamında sözkonusu olan nî’met ise yegâne Hakk Dîn olan İslâm ve onu insanlara
bildirip öğreten, ölçü, değer, emir yasak ve kurallarını koyan son vahiy mubârek Kur’ân’dır.
Nitekim bütün müfessirler bu konuda hemfikirdir.
“Hep dile getir” diye meâllendirmeye çalıştığımız fehaddis emrine gelince... Burada mubârek Kur’ân’ın, bir iki
istisnâ dışında, tamamı için geçerli olan bir kuralı hatırlamak gerekir: merhûm üstâd Kurtûbî diyor ki: “Hitâb
Rasûlullâh’a (ASVS) olmakla birlikte, hüküm umûmî olup, hem onu, hem de başkalarını kapsar”.
Üstâd Mustafa İslâmoğlu ise bu görüşü şöyle açıp genişletir:
“Bir şeyin dilde olması, hem onun gönülde ve zihinde olmasını gerektirir, hem de olduğuna delâlet eder.
Tahdîs-i nî’met, yani, nî’metin dile getirilmesi, nî’mete şükürdür.”
Lugat anlamıyla şükür, “hayvanların yedikleri gıdanın etkisinin bedenlerinde apaçık ortaya çıkması”dır.
Din dilindeki şükür de bunun gibidir. Şükür, kişinin kendine ulaşan her nî’metin Âlemlerin Rabii Allah’tan, celle
şânuhu, geldiğini bilmesi ve bunu çeşitli şekillerde açığa vurmasıdır. Yani, Allah Te’âlâ’nın bahşettiği her
nî’metin etkisinin kulun dilinde “övgü” olarak, kalbinde “şâhitlik ve muhabbet” olarak, uzuvlarında da “itaat
etmek” şeklinde ortaya çıkmasıdır. Şükür kavramının zıddı, küfr yani, bu bağlamdaki anlamıyla “nankörlük”tür,
nî’meti unutup örtmektir.
Dolayısıyla, “ve öyleyse Rabbinin nî’metini artık hep dile getir!” emrini İslâm’ı her zaman, her yerde, her
vesîleyle ve onu bilmeyen herkese tebliğ etmek olarak anlaşılabilir.
Doğrusunu bilen ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır, azze ve celle.
52

Benzer belgeler