Burhan Dergisi 33. Sayı

Transkript

Burhan Dergisi 33. Sayı
Selam ile
Bir dünyevîleşme, dünyayı öne alma, lüks yaşama, rahat yaşama sarhoşluğu aldı başını gidiyor. Hayatın
anlamını zevk ve safa olarak algılama, dünya nimetlerine boğularak yaşama olarak zannetme yanılgısı
içerisindeyiz. Dinî ve uhrevî olan şeylerle gitgide aramıza mesafeler örüyor, aşılmaz setler inşa ediyoruz.
Dün başımıza gelmesinden korktuğumuz birçok şey bu gün başımıza gelmiş olmasına rağmen işlerin
hangi boyuta ulaştığının farkında bile değiliz. Dünyevîleşmenin getirdiği durumumuzu kurtarmak için “uygun
fetvalar” arıyoruz. Ev sahibi olabilmem için banka kredisi kullanabilir miyim, İyi ve lüks bir araba alabilmem için
banka kredisi kullanabilir miyim, İyi bir makama, mevkie gelebilmek için hanımın başını açabilir miyim, işe
kendimi veya yakınımı yerleştirebilmek için beş vakit namaz kılmayabilir miyim vs. gibi sorularla karşısında
ezilip büzüldüğümüz dünya için çıkış yolu aramaktayız. Ahiret için hangi dertlerimiz, sıkıntılarımız var? Hangisini
daha çok önceliyoruz?
Dünyaya hangi gözle bakmalı, dünya nedir? “Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş,
güzel cins atlar, davarlar ve ekinlere olan istekler/arzular insanlar için süslendirilmiştir.” (Âli İmran 3: 14),
“İnsanlardan kimileri vardır ki, Allah’tan başka şeyleri Allah’a denk tutarlar da onları Allah’ı sever gibi
severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler” (Bakara, 2: 165) ayetleri ile “Dünya çekicidir, tatlıdır” (Müslim,
Zikir, 99) hadis-i şerifi ve “İnsanoğlunun bir vadi dolusu malı olsa ikincisini ister” (Müslim, Zekât, 117) hadis-i şerifleri
dünyayı ve durumumuzu gayet iyi açıklıyor. Bediüzzaman Hazretlerinin dünyaya farklı yönlerden bakmak
gerektiğini ifade eden şu tespiti gerçekten harikadır: “Dünyanın üç yüzü vardır. Birinci yüzü, Cenab-ı Hakk’ın
esmasına bakar; onların nukûşunu gösterir, mana-i harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü,
hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir, nefrete değil, aşka layıktır. İkinci yüzü, ahirete
bakar; ahiretin tarlasıdır, Cennetin mezrasıdır, rahmetin mezheresidir. u yüzü dahi, evvelki yüzü gibi
güzeldir; tahkire değil, muhabbete layıktır. Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi
olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzüdür. u yüz çirkindir. Çünkü fanidir, zaildir, elemlidir,
aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.” (Sözler, s. 862–863, ahdamar yay.).
Dünya ednadır. Dünyayı gönle koymamak lazımdır. Gönlü batırır. Gönlü sahibine vermek gerekir.
Dünyanın her türlü malı, süsü müminin tehlike çemberidir. Mevlana Hazretleri’nin deyimiyle mal insan için gemiyi
yüzdüren su gibi olmalıdır, ama içine girmemelidir. Çünkü içine girdiğinde gemiyi batıran da aynı sudur. Dünya
sevgisi de insanın manevi hayatını batırır. “Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu kazanmaya bak, bu
arada dünyadan da nasibini unutma, Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.” (Kasas 28/77). Resulü
Kibriya (s.a.s.) de “Salih adam için salih mal ne güzeldir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 194) buyurmuştur. Bizim
sıkıntımız paranın, malın mülkün cebe girmesi değil, kalbe girmesi ve sahibini esiri etmesidir. “Korktuğum
şeylerden birisi de benden sonra size dünya nimet ve ziynetlerinin açılması (sizin de onlara gönlünüzü
kaptırmanızdır.)” (Buhari, Zekât, 47; Müslim, Zekât 121–122) “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına
(sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.” buyurunca bir
sahabî, “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” diye sorar. Rasûlüllah (s.a.s.), “Hayır, aksine siz o
gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden
sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” cevabında bulunurlar. Bir başka
sahabî, “Vehn nedir ya Rasûlallah?” diye sorunca da, “Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir.”
buyururlar (Ebu Davud, Melahim 5).
“Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey
değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebut, 29.64) “İyi bilin
ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli
çoğaltma yarışıdır.” (Hadid, 57/20)
Dünya hayatının süsüne, oyun ve eğlencesine kapılmadan Mevla’nın rızasına ulaşabilmemiz dileğiyle
Allah’a emanet olun.
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 3 Sayı: 33
Haziran 2008
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. ti.
içindekiler
4 İKİ DÜNYA
42 SUFİLİK ADAM İNŞA ETMEKTİR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Umut BULUT
8 DÜNYA ALDATICIDIR
TASAVVUF İMAN HİZMETİNİN
MERKEZİDİR
SORUMLU YAZI İLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAAR
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
MÜESSESE MÜDÜRÜ
Osman MERT
10 DÜNYEVİLEŞMEMİZ BİZE ÇOK ŞEY
YAYIN DANIMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Kamil ABDULLAHOĞLU
Aydın BAŞAR
KAYBETTİRDİ
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
İhsan AKTA
Mustafa ÖZKAYA
Semi HAFIZOĞLU
44
14 FITRİ ÖZELLİKLERİMİZ…
49 ATALAR SÖZÜ DESTANI
50 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
Hüseyin SELAMCI
52 ÖLÜMÜ ÖLDÜRMEK
16 SEKÜLERİZM (DÜNYEVÎLEŞME) BÜYÜK
Hasan BAŞAR
BİR FİTNEDİR
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
Abdullah ÇAKIR
56 MÜ’MİNLERİN ÖZELLİKLERİ
Ersan BİLGİN
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli ubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli ubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
22 PEŞİNDE SÜRÜKLE(N)MEK
Halil ATİK
60 MUHABBET BAHÇESİ
Yusuf ELİBOL
24 İNSAN ÖLMÜŞ BİRİSİNİ GÖREBİLİR Mİ?
Prof. Dr. Süleyman TOPRAK
62 EVLERİN YENİ KÂBESİ
Salih AYDIN
30 HER TÜRLÜ İŞTE NİYET ASILDIR
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
64 ÇOBANIN AŞKI
Zeynep GÜLOĞLU
32 EBU HANİFE’NİN (r.a) İÇTİHAT METODU
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK*
Zeynep BAYRAM**
67 SUYA YÜRÜMEK
37 HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN
68 BURHAN ÇOCUK
SEÇMELER 16
Mehmet DEMİRCİ
Musa KARACA
Prof.Dr. İbrahim BAYRAKTAROĞLU
38 KİME UYMALIYIZ veya İMAM MALİKTEN
70 SİZDEN GELENLER
A.Kadir TEMUR
KESİTLER
Osman KARABULUTOĞLU
41 Fıkıh
Mehmet TALU
71 SATIRLIK HAKİKATLER
72 Şiir DEĞERMİ
Sebahattin TÜZÜN
İKİ DÜNYA
4
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
DÜNYEVİLEŞMEMİZ
BİZE ÇOK ŞEY KAYBETTİRDİ
10
Kamil ABDULLAHOĞLU
İNSAN ÖLMÜŞ BİRİSİNİ GÖREBİLİR Mİ?
24
Prof. Dr. Süleyman TOPRAK
Fıkıh
KASKO YAPTIRMAK CAİZ Mİ?
ÜVEY KAYINVALİDENİN ELİ ÖPÜLEBİLİRMİ?
41
Mehmet TALU
SUFİLİK ADAM İNŞA ETMEKTİR
42
Umut BULUT
EVLERİN YENİ KÂBESİ
62
Salih AYDIN
64
ÇOBANIN AŞKI
Zeynep GÜLOĞLU
Otuzüç
[email protected]
DOSYA
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
İKİ
“Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahib olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyada bir
yudum su bile içirmezdi.” ( Tirmizî, Zühd 13; ibn
Mâce, Zühd 3 )
4
Burhan
DÜNYA
“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. üphesiz ki Allah, dünyanın idaresini size verecek ve
nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza
bakacaktır. O halde dünyadan sakının ve kadınlardan korunun.” (Müslim, Zikr 99)
Burhan
5
iz, iki dünyanın varlığına inanırız; biri bu
dünya, diğeri de öteki dünya. Bizim inancımıza göre bu dünya, öteki dünyanın tarlasıdır. Burada eker, orada biçeriz. Burada saçar,
orada toplarız. Asıl yerimizin, yurdumuzun öbür
dünya olduğunu kabul eder ve ona göre çalışırız.
B
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de, sevgili Peygamberimiz de hadis-i şeriflerinde bu iki dünya
hakkında bizi bilgilendirir ve aklı başında olanları
öbür dünyayı kazanmaya yönlendirirler. Bu yazımızda önce hazreti Peygamber Efendimiz’in dünya
hayatıyla ilgili değerlendirmeleri sunacak sonra da
yüce Allah’ın ölmez, pörsümez ve solmaz âyetlerinin mealleri ile yazıya nokta koyacağız.
kötü bir akıbete sürüklenmesinden endişelendiğini
kendilerine bildirmiş, onların bu yönde dikkatlerini
çekmiştir. Bununla onun ümmete yoksul kalmayı
veya yoksulluğa özenmelerini tavsiye ettiği söylenemez. O, sadece zenginliğin getireceği felâketlerden korunmalarını istemiştir. Çünkü zenginliğin
sorumluluğu, yoksulluğun sorumluluğundan daha
çoktur.
Hz. Peygamber’in bu konudaki uyarılarına
kulak vermeye devam ediyoruz:
“Benden sonra size dünya nîmetlerinin ve
zînetlerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü
kaptırmanızdan korkuyorum.” (Buhârî, Zekat 47; Müslim,
Zekat 121)
Hz. Peygamber, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’ın
Bahreyn’den getirdiği malı dağıtması gereken sahabîlere dağıttıktan sonra onlara şöyle dedi:
“Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümit
ediniz. Allah’a yemin ederim ki, sizler için yoksulluktan korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin
önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk
etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikak 7; Müslim, Zühd 6)
Görülüyor ki, Peygamberimiz, insan tabiatında mevcut olan mala sahip olma duygusunu hoş
karşılamakla beraber bir endişesini de dile getirmektedir. Bu endişe, mala mülke ve dünyalığa aşırı
düşkünlük, helal ve harama dikkat etmeme, yoksullara karşı acıma hissini kaybetme ve bu sebeple
bir takım belalara ve musibetlere uğrama endişesidir. Bu endişenin kaynağı daha önceki ümmetlerin ve milletlerin geçirmiş olduğu tecrübelerdir.
Çünkü onlar, büyük dünyalıklara, zenginliğe ve yeryüzü hâkimiyetine sahip olmuşlar; fakat her biri
dünyalığa aşırı düşkünlük göstererek ona tek başına sahip olmaya çalışmış ve bu konuda âdeta bir
yarışa girmişlerdi.
Dünya malı ve zenginlik Allah’ın gösterdiği
doğrultuda kullanılmazsa, sonu kavga, helâk, yıkılış ve yok oluş şeklinde neticelenir. Geçmişte böyle
olduğu için Peygamberimiz, ümmetinin de böyle
6
“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. üphesiz ki Allah, dünyanın idaresini size verecek
ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O halde dünyadan sakının ve
kadınlardan korunun.” (Müslim, Zikr 99)
Peygamber Efendimiz, genel anlamda dünyadan ve kadınlardan sakınıp korunmayı tavsiye
etmiştir. Dünyadan niçin sakınılması gerektiğini yukarıdaki açıklamalardan anlamak mümkündür. Kadınlardan sakınmanın tavsiye edilmiş olması ise,
erkek ve kadının şehevî arzularının birbirlerine
karşı olan meyil ve yönelişlerinin, her türlü gayr-i
meşru ve haram ilişkilerden arındırılması gayesine
yöneliktir. Çünkü toplumdaki nizamın ve düzenin
sağlanması, annesi ve babası belli sağlıklı nesiller
yetiştirilmesi, âile hayatının mutluluğu ve sürekliliği, kadın-erkek ilişkilerinin ahlakî bir temel üzerine
bina edilmesine bağlıdır.
Kadınlar da tıpkı dünya gibi çekicidir. Birçok
kavganın kan dökmenin, bela ve musibetlere uğramanın sebeplerinden biri de kadın-erkek ilişkilerindeki
dengesizliktir.
Nitekim
günümüz
dünyasında, hatta içinde yaşadığımız toplumda
dahi bu durumu yakındam müşâhede etme imkanına sahibiz. Bu sebeple, İslâm dini kadın-erkek
ilişkilerinin temel kurallarını, zaman içinde değiştirilmesi söz konusu olmayan Kur’ân ve Sünnet’e
dayandırmıştır. Bir mü’minin inancı gereği Allah ve
Rasûlü’nün koymuş olduğu bu kuralların dışına
çıkması söz konusu olamaz.
Burhan
HZ. CABİR ANLATIYOR:
“Rasûlullah (s.a.v.), bir gün pazaryerine uğradı. Etrafında ashâbı da vardı. Yolda, küçük kulaklı
bir oğlak ölüsüne rastladı ve onun kulağından tutarak:
“-Hanginiz bunu bir dirheme satın almak
ister?” dedi.
“-Ey Allah’ın elçisi! Sizin için bir döşek edinsek.” dedik. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):
“-Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben
bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen,
sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.” buyurdu.” ( Tirmizi, Zühd 44 )
Yazımızı, Yüce Allah’ın konu ile ilgili âyet mealleriyle bitirelim:
Ashâb-ı Kirâm’da:
“-Daha az parayla da olsa biz bunu almayız,
onu ne yapalım ki?” dediler.
Daha sonra Hz. Peygamber:
“-Size bedava verilse ister misiniz?” diye
sordu. Onlar da:
“-Allah’a yemin ederiz ki, o diri bile olsa,
kulaksız olduğu için kusurludur. Ölüsünü ne yapalım?” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“-Allah’a yemin ederim ki Allah’a göre
dünya, önünüzdeki şu oğlaktan daha değersizdir.” (Müslim, Zühd 2)
Hz. Peygamber’in konu ile ilgili birkaç hadîs-i
şerifinin meâli de şöyledir:
“Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahib olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyada bir yudum su bile içirmezdi.”
( Tirmizî, Zühd 13; ibn Mâce, Zühd 3 )
“Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki
aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve makama düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.” (Tirmizi, Zühd 43)
ABDULLAH B. MES’ÛD
ANLATIYOR:
“Rasûlullah (s.a.v.), bir hasır üzerinde yatıp
uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun
yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:
Burhan
“Dünya hayatının durumu, ancak gökten
indirdiğimiz bir su gibidir ki, insan ve hayvanların yediği bitkiler o su sayesinde gürleşip birbirine girmiştir. Yeryüzü zînetini takınıp süslendiği
ve halkının da onun üzerinde kendilerini güçlü
sandığı bir sırada, geceleyin veya gündüzün
emrimiz o yere gelir de, bir gün önce hiçbir güzellik ve süsü yokmuş gibi, onu kökünden biçilmiş duruma getiririz; işte böylece iyi düşünen
bir topluluğa ayetleri bir bir açıklıyoruz.” Yûnus sûresi (10), 24
“Onlara dünya hayatının neye benzediğini
söyle! Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir
suya benzer ki, onunla yeryüzünün bitkileri gelişip, birbirine karışır ve sonunda rüzgarların savurup uçurduğu bir çöp kırıntısı haline döner.
Allah her şeyi meydana getirmeye gücü yetendir. Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür.
Ebedî kalacak iyi işler ise Rabbinin katında hem
sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya
daha layıktır.” Kehf sûresi (18), 45-46
“Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun,
eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha
çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun
sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp
olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine
orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya
hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” Hadîd sûresi (57), 20
Dünyayı, Yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber’in
anlattığı gibi gören ve onu âhiretin tarlası olarak
kabul edenlere müjdeler, ona tapan ve dünyevîleşenlere de yazıklar olsun.
7
Otuzüç
DOSYA
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
DÜNYA
ALDATICIDIR
ünya bizim için bir istasyon, hayat akıp
giden bir tren ve bizler, bugün burada yarın
başka yerde, fakat bir gün muhakkak Yaradan’ın huzurunda olacak yolcularız. Dünyanın tek
fonksiyonunun; Ahiret’in kazanılma yeri oluşundan
ibaret bulunduğunu kabul ederiz. “Dünya’da
mekân, Ahiret’te iman” tekerlemesinin imanı zedeleyici bir safsata olduğunu, bunun doğrusunun ise;
“Dünyada iman, Ahirette mekân” olması gerektiğinin şuuruna sahip oluruz. Hesab’a, Mizan’a, Sırat’a, Cennet ve Cehenneme iman ederiz. Deliller:
Bakara,212; Yunus, 7–8;Hadid, 20.
D
8
Dünyaya bakış açısı, dünya görüşü veya bir
başka ifadeyle, hayat felsefesi; ferd, cemiyet ve
devlet açısından fevkalade ehemmiyet arz eder.
Dünyada ebedi hayatın kazanılacağı bir istasyon
gözü ile bakmak var, bir de onu, kaçırılmaz fırsatların zemini olarak görmek var. Bunlar, ferd, toplum
ve devlet olarak insanoğlunun hayatında taban tabana zıt oluşumlar meydana getirir.
Dünya hayatının geçiciliği ve insanoğlunun faniliği; ölüm denen gerçekle her an ispat edilmekteBurhan
çok defa iradesini acze düşmektedir. Bu da çıkarıcı
yönetimlerin ve hortumcuların işine gelmektedir.
Bizde ise, insanımızı dünyaperest yapma uğruna mukaddes dinimiz, yıllar yılı alabildiğine sömürülmektedir. İnsanımıza iftar sofrasında bile;
“yaşama sevinci” duası yaptırılmaktadır. Mezarlık
duvarındaki “her canlı ölümü tadacaktır”(Ankebut,57)
Ayet-i Kerimesi’nden rahatsız olanlar, alkışla ve
keman çalarak ölüsünü yolcu edenler, mezarı başında içki içilmesini vasiyet edenler ve daha neler,
neler Hepsi “yaşama sevinci”nin kurbanları
“Dünyada mekân, Ahirette iman” safsatası da din
adına dünyayı sevdirmek için kim bilir nice zamandır kullanılmaktadır. İslâmi bilgilerin ışığında meseleye baktığımızda; insana iman dünyada lazım ki
onu Ahirette yani cennette mekân sahibi yapsın.
Dünyada mekân sahibi olmak, öbür âlemde bir işe
yaramadığı gibi, Ahirette de imanın bir önemi yoktur. Herhalde bir zamanlar; “Dünyada iman, Ahirette mekân” olarak kullanılırken, açıkgöz bir
dünyaperest, kelimelerin yerlerini değiştirerek bu tuzağı hazırlamış.
İnsanların tek hedeflerini dünya haline getirme çabaları ne yazık ki, yüz yılımızda dünya çapında başarıya ulaşmıştır. Dünya Müslümanlarının
da büyük çoğunluğunun öncelikli hedefi, dünya olmuştur. Esefle ifade etmeye mecburuz ki; dünya
sevgisine mukaddes kitabımızdan kılıf arayanların
tutundukları tek dal bu Ayet-i Kerime’dir. Oysa Allah,
öncelikle verdiği nimetleriyle Ahiret’i kazanma kazanma çabasında bulunmanızı emrettikten sonra;
“dünyadan nasibini de unutma” buyurmaktadır.
(Kasas,77)
dir. Herkes, doğduğuna inandığı gibi, öleceğine de
mutlak gözüyle bakmaktadır.. Buna rağmen dünya
hayatının cazibesi, insanlara çok kere ölüm gerçe-
Burada ne dünya sevgisinden bahis var, ne
de ona verilmiş bir değer var. Dünyadan nasibimizi
unutur, yemez-içmez, sağlığımızla ilgilenmezsek,
Ahiret’i hangi vasıtayla kazanacağız? İslam adına
ğini unutturmakta ve yanlış işler yaptırmaktadır.
dünyayı sevdirme çabaları boştur. Kur’an da dünya
Mevcut dünya düzeni ve bunun baş aktörleri, fani
lehine veya ona değer veren tek ayet yoktur. Buna
hayatı, çekici hale getirmek için muazzam bir se-
mukabil dünya ve dünya hayatıyla ilgili bütün ayet-
ferberlik ilan etmiş durumdadır.
ler onun önemsizliğini hatta hiçliğini vurgular.
Bu hal, onları diledikleri gibi at oynatma im-
Peygamber Efendimiz, “dünya sevgisinin
kânı vermekte olduğundan, varlıklısı ve varlıksızı ile
her yanlış ve günahın başlangıç noktası oldu-
insanoğlu bu baş döndürücü tuzağın esiri olmakla,
ğunu” beyan buyurur. (el-Camiussağir, Kahire, 1321 H,I, 122)
Burhan
9
Otuzüç
DOSYA
Kamil ABDULLAHOĞLU
Dünyevileşmemiz
BİZE ÇOK EY KAYBETTİRDİ
vren içerisinde dünya insan için bir denenme
ve bir geçiş yeri olarak kılınmıştır. Dünya kesinlikle asıl bir barınak ve sürekli yaşanacak
bir yurt değildir. Ancak dünya insan için küçümsenmeyecek derecede cazibeli kılınmıştır. Sürekli insanı kendi yörüngesine çekmekte ve potasında
eritmeye çalışmaktadır. İşte kullukta burada başlamaktadır. İmtihanı kaybedenler dünyanın geçici olarak sunduğu bu cazibeye kapılıp ilahi sadaya kulak
tıkayanlardır. Yüce Rabbimiz Kur’an da dünyanın
cazibesini şöyle anlatmaktadır: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe,
salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici'
kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.”1
E
Kur’an bizlere dünyanın geçici bir hayat olduğunu sürekli vurgulamakta ve bizler için hazırlanmış nimetlere davet etmektedir. Bir ayette de
Rabbimiz: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun,
eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha
çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçıların hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun
sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp
olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine
10
orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya
hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.”2 Dünyanın bizim önemsediğimiz kadar bir
kıymeti harbiyesinin olmadığını bildirmekte ve dünyanın cazibesine karşı dikkatli olmaya davet etmektedir. İdeal sahibi Müslümanları alt etmenin en
kolay yollarından biri onlara dünya nimetlerinin sunulmasıdır. Ta sahabeleri takip eden zamanda başlamış olan bu gidişat Müslümanlar bağlamında
belkide zirveye vurduğu dönemde yaşıyoruz.
Dünyevileşme, ölümü bize kerih göstermekte
ve İlahi rıza uğrunda yapılan cihad, tebliğ ve benzeri çalışmaları (haşa) lüzumsuzmuş gibi algılamaya neden olmaktadır. Allah’ın dinine hizmet
uğrunda bir zamanlar koşturmuş olanlardan bazıları o devrelerini bir kayıp yıllar olarak görmektedirler. Çünkü dünya gözümüzde çok ama çok cazibeli
olmaya başladı. Lüks yaşantılarımız, arabalarımız,
kışlık –yazlık villalarımız ve bankada yatan milyarlarımız bizi bu dünyadan nasıl koparsın ki? Osmanlı
mütefekkirlerinden Ömer Ferit KAM kabir âlemini
tasvir ederken şu cümleleri kaleme alıyor: “(Kabrin
başında) Bu esnada birçok hallerin, birçok fikirlerin
zebunu oldum. Aradan yarım saat geçti. Üzüntüm
biraz hafifledi. Kabristana, koyu servilerin koruyucu
gölgesine sığınan o yokluğu haber veren sahaya,
Burhan
canlıca bir nazar fırlattım ne olursa olsun dedim.
Merak gidermek için bütün mezarları açtım. Ne göreyim asli bütünlüğüne halel gelmeksizin kafes halinde uzanmış vücutlar, dağılmış kemikler, yeni
kokmağa başlamış bedenler, onlardan sızan muhtelif mayilerle rengârenk olmuş kefenler, masum çocuklar, hevesini alamamış gençler, çökmüş
ihtiyarlar, anasına hasret giden evlatlar, evladına
doymadan hayata veda eden analar, canından sökülen son hasretli bakışı servet ve samanında çakılıp kalan zenginler, bela zindanından kurtulmuş
gibi kabre can atan fakirler, sabahları zevk ve safalarıyla meşgul iken, öğlenden sonra kendilerini
orada bulan biçareler!”3
Değerli kardeşler dünya saltanatından sökülüp gitmenin pek kolay olmadığını herhalde hepimiz
biraz olsun hissediyoruz. Gönüller sultanı şöyle buyurdular “Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler
ümid ediniz. Allah’a yemin ederim ki, sizler için
fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin
önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizinde yarışa girmenizden, dünyanın onları helak ettiği gibi sizi de helak
etmesinden korkuyorum.”4
Dünyevileşmenin ne demek olduğunu bize en
güzel anlatan Said bin Amir hazretlerinin bize örnek
olacak hayat hikâyesinden bir kesiti iyi özümseyerek anlamaya çalışalım.
Saîd bin Âmir hazretleri, Yermük savaşından
sonra Abbâs bin Ganem'den boşalan Humus vâliliğine ta'yîn edildi. Vâli olmayı pek istemiyordu,
ancak Hz. Ömer'in emrine itâ'at ederek Humus'a
geldi. Vâliliği zamanında çok dikkatli ve âdil hareket eden Hz. Saîd, son derece fakir bir hayat yaşadı.
Herkes bu hayatına şaşırıp, hayret ediyordu.
Hz. Ömer, am'a teşrif ettiği zaman oradan
Humus'a geçti. Humus'ta fakirlerin bir listesinin
çıkarılmasını isteyen Hz. Ömer, fakirlerin içerisinde
Saîd bin Âmir hazretlerinin ismini görünce çok şaşırdı. Listeyi hazırlayanlara sordu:
- Saîd bin Âmir'i niçin listeye yazdınız?
- Vâlimiz fakirdir, devamlı "Rüşvet alan da
veren de Cehennemdedir" hadîs-i şerîfini okur ve
en küçük bir hediyeyi dahî kabûl etmez.
Hz. Ömer, Saîd bin Âmir'e bin dirhem tahsis etti.
Hz. Saîd, bin dirhem ile hanımına geldi ve dedi ki:
Burhan
- Hz. Ömer bize şu gördüğün bin dirhemi göndermiş.
- Ondan bir miktar parayla yiyecek ve katık alıp,
kalanını saklayalım, ileride lâzım olur.
Saîd hazretleri hanımına şöyle dedi:
- Ben bundan çok daha iyisini sana söyleyeyim
mi? Biz bu malı çok iyi bir şekilde kullanacak, işletecek bir kimseye ortaklığa verelim. Onun kâr ve
gelirinden de yeriz.
Hanımı, razı oldu:
- Peki, öyle olsun.
Saîd bin Âmir hazretleri bu parayla yiyecekler, iki deve, iki köle satın aldı. Köleleri azâd ederek
hürriyetine kavuşturdu. Aldıklarını Humus'taki fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Kendine çok az
birşey dışında birşey kalmadı. Bir müddet sonra hanımı kendisine dedi ki:
- Malı ortaklığa verdiğin kimseden paranın kârını al ve onunla şunları şunları satın al.
Saîd hazretleri sustu. Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı
istekleri yine tekrarladı. Saîd hazretleri yine sustu.
Birgün sonra hanımı hâlleri ve sözleri ile Hz. Saîd'i
çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi.
Akrabalarından birisi hanımına gelerek dedi ki:
- Sana ne oluyor ki kocana eziyet ediyorsun. O
malının tamamını fakirlere dağıttı.
Kadın üzüldü ve ağladı. Sonra Saîd hazretleri
geldi ve şöyle buyurdu:
- Allahü teâlânın razı olduğu birşey, dünya
ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahü teâlânın razı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba gibi asılsaydı,
onun nûru, yeryüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş sönük kalırdı.
İşte seni bu iyilikler için terkeder, senden
ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve iyilikleri
terkedemem. Her hal üzere hayır ve hasenat yaparım...
Fakirlik ve sıkıntı içinde olduğu hâlde, parayı
kendisi için harcamadığını soranlara şöyle buyurdu:
- Resûl aleyhisselâmdan işittim buyurdular ki:
Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girerler. Zenginlerden
biri kendini onların arasına atar ve Cennete girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasın11
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence,
bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve
evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir
yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçıların hoşuna gider.
Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu
görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir
azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası
vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir
şey değildir.”
12
Burhan
dan çıkarır ve "bekle, henüz senin Cennete
girme zamanın gelmedi" der. Beşyüz sene onu
kıyâmetin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının hesâbını verir, sonra Cennete girer.
Hz. Ömer zamanında, Humus vâlisi olan,
Saîd bin Âmir, Müslüman, gayrı müslim herkes tarafından çok sevilirdi.
Hz. Ömer, Saîd bin Âmir hazretlerinin, herkes
tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince Humuslulardan bir cemâ'ata sordu:
- Peki vâlinin hiç kusuru yok mudur?
Onlar da ba'zı kusurları olduğunu söyleyip
dört tanesini zikrettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer,
Saîd hazretlerini hemen Medîne-i Münevvereye çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti:
- Yâ Saîd, senin ba'zı kusurların varmış. Bunların aslı nedir?
4- Hubeyb hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini
asarlarken yanlarında idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci kaldım. Onun gösterdiği cesâret ve
celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir
îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyorum. Niçin
mâni olmadım diye üzüntümden bayılıyorum.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
- Yâ Saîd, Allah’ü teâlânın korkusu seni ne
kadar yüceltmiş, millete faydalı hâle getirmiş,
dedi ve gözyaşı döküp ağladı.
Sonra, Saîd bin Âmir Hz. Ömer'den ricâ etti:
- Yâ Ömer, bundan sonra beni vâlilikten affet.
Hz. Ömer bunu kabûl etmeyip yine vâli olarak
bırakmıştır.
- Bunlar neymiş, ya Ömer?
- Vazîfene sabah namazından hemen sonra
değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada
bir gün evine çekilir hiç kimseyi kabûl etmezmişsin.
Eshâb-ı kiramdan, Hubeyb hazretlerinin şehîd edildiği söylenince bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun.
Bunun üzerine Hz. Saîd, şu cevâbı verdi:
- Yâ Emir-el mü'minin! Anlatılanlar doğru.
imdi bunları sana izâh edeyim:
1- Vazîfeme ancak kuşluk vakti, gelebiliyorum. Çünkü hanımım hastadır. Evde bütün hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur,
ondan ekmek yapar, pişirir, abdest alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır.
2- Geceleri insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle
meşgul olurum. Geceleri de Allahü teâlâya hizmet ve kulluk için ayırdım. Böylece gündüzleri
yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhâsebesini yapar, yanlış kararlarım varsa düzeltirim.
3- Haftada bir gün evime çekilip hiç kimse ile
görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem
olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabûl edemiyorum.
Burhan
Hz. Saîd bin Âmir, İslâmın koruması ve emniyeti altında bulunan gayrı müslimlere karşı yumuşak davranır ve çok ilgi gösterirdi.
am'daki zimmîler onun bu yüksek tavrından
çok memnun idiler. Bir defa Hz. Ömer, onun zimmîler tarafından çok sevildiğini haber aldı ve oradakilere sordu:
- Neden ahâli bu kadar ona muhabbet gösteriyorlar?
- O, halkın dert ortağıdır da ondan.
Hz.Ömer bu duruma sevindi ve memnuniyetini belli etti.
Saîd bin Âmir, muhâcir olan Eshâb-ı kirâmdan
olup, Hayber'in fethinden önce Müslüman oldu.
641yılında Rakka'da vefât etti.
Onlar bu yaşantılarıyla dünyayı fethettiler. Bizlerin zillete düşmesinin sebebi zengin olalımda hizmet edelim derken başka şeylere kul olmamızdan
kaynaklandığı kanaatindeyim. Selam ve dua ile.
.................................................
1 - Al-i İmran, 14
2 - Hadid, 20
3 - Prof. Ömer Ferit KAM, Dini Felsefi Sohbetlet, 94
4 - Buhari, Rikak 7; Müslim, Zühd, 6
13
Otuzüç
Hüseyin SELAMCI
Fıtri Özelliklerimiz…
İnsanın dünya hayatındaki
ömrüne şöyle bir bakacak olursak, fıtri özelliklerimizin bu kısa
bir zaman dilimi için verilemeyeceğini anlarız.
llah (c.c) kullarına belli bir ömür
A
sermayesi vererek, geri dönmek
şartıyla
dünya
gurbetine
göndermiştir. İnsan bu dünyada görevini ifa
edip, tekrar asıl yurdu olan, ahiret yurduna
dönüş yapar. Önemli olan bu dünyadan
öbür âleme dönüş yaparken elimizin boş
gitmemesidir. Bol kazançlarla gitmektir.
Sermaye ne kadar çok olursa, oradaki iltifat
ve ağırlanma da o kadar güzel olacaktır.
Büyüklerden birine, efendim falanca
adam
öldü,
dediler.
Efendi:
Eyvah!
Dünyanın sefasını sürmeden gitti! Diye
karşılık verince; Efendim, o adam çok
zengindi.
Evleri,
develeri,
sürüleri,
hizmetkârları çok fazlaydı, nasıl olurda,
dünyanın
zevkini
alamadan
gidebilir,
denildiğinde;
Efendi: Olsun evladım o dünyanın
zevk ve sefasını süremeden gitti der.
14
Burhan
O zaman efendiye sorarlar. Efendim dünyanın
zevk ve sefası nedeydi de o bunu tadamadan gitti.
(s.a.v.): ‘’Sabır, hadisesinin sarsıntı tesiri yaptığı
ilk
anda
gösterilen
tahamüldür.’’
diye
buyurmuştur. (Buhari, cenaiz,s-32)
Efendi: Oğlum dünyanın zevk ve sefası
‘’Marifetullah’’dır. O da bundan mahrum gitti, der.
Cüneyd’i Bağdadi’ye sormuşlar, sabır nedir?
Diye O da: ‘’Yüzü ekşitmeden acıyı yudum
Demek
ki
insanoğlunun
dünyaya
asıl
gönderilişinin hikmeti Marifetullah, yani Allah (c.c)’ı
yudum içine sindirmektir.’’ demiştir.
bilmektir.
Demek ki, insanın fıtri özelliklerini ahiret
Bizler dünyaya rabbimizi bilmeye, onu
hayatı
için
kullanırken
sabır
göstermesi
tanımaya, ona kul olmaya geldik. Eğer bu asli
gerekmektedir. Yoksa elde etmesi gerekenleri elde
görevlerimizi
edemez.
yerine
getiremezsek
o
zaman
dünyaya gönderilişimizin hiçbir espirisi kalmaz.
İnsanın tabi ki dünya nimetlerine karşı meyli
hayatının
olacaktır. Ama bu meyli dahi, ahiret sermayesine
sürüsüdür. Kalıcı olan Salih ameller ise,
dâhil etmeye gayret gösterecektir. Unutmayalım
Rabbinin katında sevapça daha hayırlıdır, ümid
dünya ahiret için bir perdedir. Bu perde yırtılırsa
bağlamak cihetiyle de daha hayırlıdır.’’ (kehf-46)
ahiret gözükmeye başlar. eytan, Kur’an için bir
‘’Mal
ve
oğullar,
dünya
perdedir. Onun vesvesesi ortadan kaldırılırsa
Üstad Bediüzzaman; ‘’Dünyaya ait işler
kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. İnsanın
fıtratındaki şiddetli merak, sevgi, dehşetli hırs,
istek ve bunun gibi şiddetli hisler, ahreti
kazanmak için verilmiştir.
Bu
hissiyatları
Kur’an hakikatleri anlaşılmaya başlar. İnsanda
hakikat için bir perdedir. Eğer kendisini, benliğini,
duygularını, isteklerini aşar ve fanileşirse hakikate
geçmiş olur. Bütün bunlar dünya hayatında elde
edilen kazanımlardır.
dünyevi
işlere
yönlendirmek, fani ve kırılacak şişelere baki
olan elmas fiyatlarını vermek demektir.’’ (Mektubat-9,
Rabbimiz:
‘’Onlar
ki,
dünya
hayatını
severek ahirete tercih ederler.’’ (İbrahim-3) uyarısıyla
bizlere verilen ilahi imkanları ahiret sermayesi için
mektubat-25)
kullanmamız gerektiğini hatırlatıyor.
İşte bizlerin fıtratında bulunan şiddetli merak,
sevgi, dehşetli hırs, istek ve buna benzer duyular
aslında bize ahiret yurdunun nimetlerini cennet ve
cemalullahı kazanmak için verilmiş
kıymetli
İnsanın dünya hayatındaki ömrüne şöyle bir
bakacak olursak, fıtri özelliklerimizin bu kısa bir
zaman dilimi için verilemeyeceğini anlarız. Çünkü
hediyelerdir. Bu güzel olan fıtri duyguları doğru
insan sevgi, hırs, istek duygusu, merak gibi hislerini
kullanmak için iki şeye çok dikkat etmeliyiz. Birincisi
ancak edebileşmek için kullanabilir Yoksa elinden
namaz, ikincisi sabırdır.
gidecek bir dünya nimeti için kullanmaz.
Çünkü bu duyguların sarsıntısını geçirirken,
Dinimiz için daha fazla gayret göstermek için
meylimiz dünya tarafına da kayabilir. Nitekim bu
hırslanmalıyız. Rabbimizin varlığını kazanmak için
kayma günümüzde daha fazla gözlemlenmektedir.
sevgi kanallarını açmalıyız. Cenneti ve Allah(c.c.)’ın
Onun için sabır ve namaz ile Allah (c.c.)’den yardım
cemalini görmek için meraklanmalıyız. Bu duygu ve
dileyerek bu sarsıntıları atlatmalıyız. Resulullah
düşüncelerle
Burhan
15
Otuzüç
[email protected]
DOSYA
Abdullah ÇAKIR
Sekülerizm
(Dünyevîleşme)
Büyük Bir
Fitnedir
16
Burhan
BİLİNÇALTINDA
DÜNYEVÎLEŞME /
İHTİRASLAR
Âdemoğlunun bu
korkusuna açgözlülük,
cimrilik ve bencillikkendi yararını gözetme
vs. gibi düşünce, tutum
ve arzular da eşlik
etmektedir. İnsanın
faaliyetlerinde sadece
kendini odak nokta
alması, canı tatlı olması,
kendi çıkarını, kendi
kaygılarını
başkalarınınkinden
üstün tutması
bireyselleşmenin
dünyevîleşmekten,
dünyevîleşmenin de
doyumsuzlaşmaktan
ayrı
düşünülemeyeceğini
göstermektedir.
Harcamadan, infâk
etmeden biriktirmek,
ama mutsuz olmak
bunun en belirgin
özelliğidir.
Burhan
er ne zaman dünyevîleşme ya da ehl-i
dünya ile ilgili bir mevzu açıldığında siyasi
zulüm ve daspotlukta, diktatörlükte sınır tanımayan bir simge olan Firavn; onun şeytânî ideolojisinin fikir kanalından besleyicisi, baş danışmanı
Hâmân ve şürekâsı; halkın gözünde baskıcı-yıldırıcı-korkutucu tanrısal rejiminin otoritesini göstermek için etkili bir medya-reklam ve propaganda
aracı olarak kullandığı sihirbazları; ekonomik despotluk ve vurgunculukta sınır tanımayan, küresel bir
vurguncu ve acımasız bir kapitalist olan komprador
Karûn ve onların yerinde olmak isteyen insanlar
canlanır zihnimde. İbret verici bir hadise olması nedeniyle Kur’ân-ı Kerîm’de Kasas Sûresi’nin 76–82.
âyetlerinde bu mevzu şöyle işlenmektedir:
H
“Gerçekten Karûn, Mûsa’nın toplumundan
idi de onlara karşı azgınlık yapmış idi. Ona öyle
hazineler vermiştik ki (sadece hazinelerinin)
anahtarlarını taşımak gerçekten güçlü-kuvvetli
bir bölüğe ağır geliyordu.
O zaman toplumu ona şöyle demişti: ‘ımarıp malına güvenme! Çünkü Allah şımarıp
güvenenleri sevmez. Ve Allah’ın sana lütfundan
sen âhiret yurdunu ara ve dünyadan payını da
unutma. Allah’ın sana iyilikte bulunduğu gibi
sen de iyili et ye yeryüzünde fesatçılık yapma.
Çünkü Allah fesatçıları sevmez.’
O ‘Ben bu (zenginliği) sırf bendeki bir bilgi
(ve beceri) sayesinde elde ettim’ dedi. Allah’ın
ondan önce, o nesiller içinden ondan daha
güçlü ve toplulukça daha kalabalık nice kimseleri yok etmiş olduğunu bilmiyor muydu?!
(Allah hepsini bildiği için, yargılamaya gerek
dahi duyulmadan) suçlulara günahlarından
soru da sorulmaz.
Derken süsü püsü içinde, (zinetleriyle) toplumunun karşına çıktı. u değersiz yaşamı
(dünya hayatını) arzulayanlar: ‘Âaah!’, dediler,
‘Ne olaydı şu Karûn’a verilen gibi bizim de olsa!
O gerçekten çok şanslı biri!’
17
Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar
olsun size! Allah’ın vereceği ödül, iman edip
Salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır.
O ödüle ise ancak sabredenler kavuşturulur’ dediler.
Sonunda, biz onu hem de mâlikânesiyle
beraber yerin dibine geçiriverdik! O zaman Allah’a karşı yardımına gelecek taraftarları da olmadı. (zaten) o kendini kurtarabileceklerden de
değildi.
Daha dün onun konumunda olmayı temenni edenler de bu sabah şöyle diyorlardı:
‘Vay be! Demek ki Allah, rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, (dilediğine) az veriyor. Eğer
Allah bize lutfetmiş olmasaydı, bizi de batırıp
yerin dibine geçirivermişti. Vay be! Demek gerçek şu ki inançsızlar kurtuluş bulamayacak!”
(Kasas, 20/76–82)
Zaman ve mekan, süreç ve konum değişse de
sahnelenen oyun ve roller aynı. Yüzler değişik fakat
insan her zaman aynı kalmakta. Kur’ân’ın tarihsel
değil de çağlar üstü bir ‘Kitab’ oluşu da insanın bu
değişmeyen tarafıyla da alakalı. Benî Âdem olması
için nefs taşımak zorunda olan bir varlık için, yaratıldığı andan itibaren bir imtihan vesilesi olarak nefsinde taşıdığı ulvî fazîletleri ve zaafları-hayvani
iştahları açısından bakıldığında, kavramsal olarak
ilk insan ile son insan arasında bu açıdan hiçbir fark
olmayacaktır. Bu müstesna konumu sayesindedir ki
insan hayvan ile melek yani şehâdet âlemi ile ervâh
(ruhlar) âlemine çıkıp inebilmektedir.
İnsanın dünyaya olan rağbeti fıtrîdir. “Nefsanî
arzulara, özellikle kadınlara, oğullara, yığın yığın
biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı düşkünlük insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya
hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer Allah’ın katıdır.” (Âl-i İmrân, 13). Buna
göre yaşamaya, dünyanın çekiciliğine karşı arzu ve
iştah doğuştan bizimle beraber bir imtihan vesilesi
olarak gelmektedir ve ruhu bedenini terk edene
kadar insanla kalmaktadır. “İhtiyarlasa bile insanın iki duygusu hep genç kalır. Biri çok kazanma hırsı, öteki çok yaşama arzusu.” (Buhârî, Rikâk
5; Müslim, Zekât 115). Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi,
hayır da şer de imtihan için yaratılmıştır: “Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz.” (Enbiyâ,21) ve “üphesiz her ümmetin bir fitnesi
vardır. Ümmetimin fitnesi de (imtihan vesilesi)
maldır” (Tirmizî, Zühd 26) diyen sevgili Peygamberimiz de
18
kendisinden sonra ümmeti için en çok endişelendiği
konunun dünyevîleşme ya da dünya sevgisini âhiret sevgisine tercîh etmek olduğunu haber vermektedir.
Arzularımız (ihtiraslar) sınırsız, onları tatmin
edecek kaynaklar ise sınırlıdır. Arzular, insanın
umumiyetle ihtiyaç duyduğundan daha fazla maddî
varlığa sahib olması yönündedir. “Âdemoğlunun
bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister.
Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz.
Ama Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.”
(Buhârî, Rikâk 10; Müslim, Zekât 116–119).
Bunun birinci sebebi, “gelecek-ölüm korkusu,
yaşama arzusu ya da kaybetme-muhtaç olma endişesi”dir. Korkan insan kötümser olur. Mevcut ihtiyaçlarını karşıladığı anda bile, uzun hesaplar (tûl-i
emel) yapar. Hatırına ihtiyacına yeten malın-paranın telef olabileceği ve başkasına muhtaç duruma
düşebileceği gelir. Bir kere bu hatırına gelince de
gönlüne korku dolar ve korkunun verdiği rahatsızlığı, herhangi bir âfet halinde başvurabileceği başka
bir malının da bulunduğunu bilmekten gelen bir güvenlik duygusundan başka bir şey dindiremez olur.
Artık o kendisini veya çoluk-çocuğunun geleceği
için beslediği korkudan ve hayata olan sevgisinden
dolayı habire uzun bir ömrü, hücûm eden ihtiyaçları, mallarının-paralarının afetlere maruz kalma ihtimallerini hesap edip durur. Netice de bu hal, onu,
korkusunun tek çaresi olarak gördüğü, ihtiyacından
fazla mal toplamaya iter. Bu korkuyu dindirebilecek
son nokta için dünyada sahip olunacak belirli hiçbir
mal miktarı yoktur.
Âdemoğlunun bu korkusuna açgözlülük, cimrilik ve bencillik-kendi yararını gözetme vs. gibi düşünce, tutum ve arzular da eşlik etmektedir. İnsanın
faaliyetlerinde sadece kendini odak nokta alması,
canı tatlı olması, kendi çıkarını, kendi kaygılarını
başkalarınınkinden üstün tutması bireyselleşmenin
dünyevîleşmekten, dünyevîleşmenin de doyumsuzlaşmaktan ayrı düşünülemeyeceğini göstermektedir. Harcamadan, infâk etmeden biriktirmek,
ama mutsuz olmak bunun en belirgin özelliğidir.
Servet peşinde koşmanın ya da dünyevîleşmenin ikinci ve daha kuvvetli sâiki ise “rubûbiyet
eğilimi, tanrısal veya yarı tanrısal hükmetme, en
güçlü olma, baş eğdirme arzusu”dur. Mayasındaki
rabbani özellik icabı insan ruhu rububiyeti sever.
Yani kemalde eşsiz, varlıkta tek ve rakipsiz, güzellikte bircik olmak ister. Kamil olmayı ötesi olmayan
Burhan
bir amaç olarak, kendi içinde bir amaç olarak arzular. Ancak varlıkta tekleşerek kemale erme imkânı
olmayınca bu sefer diğer bütün varlıklara hükmetme yoluyla kemale erme ihtiyacını tatmin etmek
ister. İnsanlar üzerinde hâkimiyet onların ruhlarını
ve gönüllerini kendine râm etmekle olur. Gönüllerin
râm olması ancak sevgiyle mümkündür. Böyle bir
kemâl yoksa o zaman ademoğlu malının çokluğuyla
bu zaafını dengelemek ister ve malı vasıtasıyla köleleri mülkiyetine geçirmeye, hür insanları köleleştirmeye, gönüllerini kendisine bağlayamasa bile
bedenlerinde ve şahsiyetlerinde tasarrufta bulunabilmek için gerekirse zor ve galebe yoluyla diğerlerine beğendirmeye çalışır1.
DÜŞÜNCE VE KAPİTALDE
(MAL-MÜLK)
DÜNYEVÎLEŞME VE
EĞLENCE MEDENİYETİ
İnsanın dünyevîleşmeye ilişkin bilinçaltını vermeye çalıştığımız bu düşünce en kaba ifadesiyle ilk
çağda materyalizm olarak ifade edilen 19, yy.dan
itibaren ise pozitivizmin etkisiyle ortaya çıkan seküBurhan
lerizm (dünyevîleşme)dir. Yani insanın nefsanî arzularının, kitabına uydurularak dünya genelinde
bütün herkesin uyması gereken bir sistem haline
getirilmesi sürecidir. Kapitalist sistemin üretimde başarılı olması, insana bu dünyada cennet vaad ederken “infâkta bulunmanın lezzetini, ölümden
sonrasını-âhireti” unutturdu. Aydınlanma ile birlikte
Batılılar kilisenin köleliliğinden kurtulurken, kapitalist
sistemin sunduğu cazibeli dünyalıklarla nefsanî arzularına köle oldular. “Fikir ve inanç planındaki
dünyevîleşme”nin göstergesi olarak ötelere yönelik
her türlü kutsalı bırakıp dünyayı kutsamaya yöneldiler. Dini ve dinin öğretilerini bireylerin hayatında
belirleyici olmaktan çıkardılar. Hatta yaratıcının varlığını bile sorgulamaya başladılar. 6 Nisan 1966 tarihli Time Dergisi bu değişimi kapak konusu yapmış
ve şu soruyu sormuştu: “Tanrı öldü mü?” Nietzche’nin (ö. 1900) tespitiyle, batılılar kendi elleriyle
tanrılarını öldürmüşlerdi. Öldürdükleri tanrılarını yerine nefislerini/arzularını, Freud’un (ö. 1939) tabiriyle bilinçaltlarını tanrı edindiler. imdi sıra
arzularına engel gördükleri diğer insanların kutsallarını kurban etmeye gelmişti. “Dünyevîleşmeyi (sekülarizm)” medenî-modern-uygar olmanın ölçütüne
dönüştürüp küreselleşme adı altında ulaşımın ve
bilgi alışverişinin hızlanmasıyla küçük bir köy haline
19
gelen bütün dünyaya dayattılar. Bu yaşam biçimine
uygun yaşamayanları bütün dünyada gerici ve çağdışı olarak ilan ettiler. Hevâsâtı ilâh edinenler, hayvani güdülerini tatmin, “gelecek-ölüm korkusu,
yaşama arzusu ya da kaybetme-muhtaç olma endişesini” bastırma “rubûbiyet eğilimi-tanrısal veya
yarı tanrısal hükmetme, en güçlü olma, baş eğdirme arzularını” doyuma ulaştırmak için her şeyi
tüketen “tüketici”ler oluşturdular. Üretim ve tüketim Garip bir şekilde sürekli büyüyen tüketim harcamalarını karşılamak için daha çok çalışmak
zorunda kalan, tüketim standartlarının sürekli yükselmesi nedeniyle, tükettiği mal ve hizmet miktarının artmasına karşın yoksunluk hissi devam eden
ve bu üretim-tüketim süreci içinde duyarsızlaşan
duyguları, değersizlikleriyle toplumu bir arada tutan
değerleri çözen, servet kazanmayı en üstün değer
haline getiren, mukaddesata yabancılaşan, hikmetten yüz çeviren mutsuz-umutsuz insanlar
“Bilin ki dünya hayâtı ancak bir oyun, bir
eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha
fazla mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir ekin gibidir ki bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun
sapsarı olduğunu görürsün, sonra da o çer-çöp
20
olur.” (Hadîd, 57/20) âyetinin işâret ettiği sekülerizm
bütün dünyayı sarmış durumda. Eğlence medeniyeti küresel bir hal almıştır. Hareketli müzik, video,
TV, sinema, dergi ve eğlence parklarıyla, ortak değerler ve markalar, klişeler, film yıldızları ve şarkılar
etrafında birleşen hoş ve boş vakit geçiren; özünde
ölümden sonrasına inanmayan, umursamayan bir
kültür inşa edilmektedir. Küresel holdingler ve ortakları olan politikacılar ürettikleri mal ve hizmetleri
talep edecek tüketim kültürünü her yerde hâkim kılmak için medyayı etkili bir araç olarak kullanmaktadırlar.
Modern ya da modernite ötesi sekülerizm ve
kapitalizm küresel medya ağıyla eğlence kültürünü
her tarafa yaymaya ve yeni koloniler oluşturup,
hedef aldığı sosyal kesimi sömürmeyi, dinî-felsefî,
politik olarak etkilemeyi hatta yok etmeyi hedeflemektedir. Parçalanmış koca bir Müslüman dünya ve
başta gençliği olmak üzere değişik sosyal tabakalarıyla, küresel kapitalizmin etkisinde ve kolonileştiriliyor. Ateşli silahlarıyla Müslümanları öldürdüğü
gibi ondan daha etkili silahını kolonileştirmeye çalıştığı müslüman coğrafyaya çevirmiş durumda. Yayınlarıyla onların kapitalist tüketim anlayışını
frenleyen bütün duygularını öldürüp, sırtlarından
Burhan
para kazanma stratejisini uyguluyor. Ve maalesef
mal- (kapital) servet, şehvet ve şöhret fitnesi içindeki Müslümanlar “VEHN İLLETİ”ne yakalanmışlardır. Cihan harbiyle parçalanan bir “Devlet-i
Âliye”yi ve halen süren işgalleri ve ileride cereyan
etmesi muhtemel diğer harpleri, Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) 14 asır evvel şöyle haber
vermiştir: "İleride, ehl-i kitap ve diğer milletler,
tıpkı aç kimsenin sofranın başına koştuğu gibi
sizin üzerinize üşüşeceklerdir; üşüşüp ağzınızdaki lokmaları almak isteyeceklerdir." Yani görünen ve görünmeyen bir işgal hareketiyle
kaynaklarınızı sömüreceklerdir. Sahabi sorar: "O
gün bizim azlığımızdan mı böyle olacak ya Rasûlallah!?" Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem),
"Hayır; bilakis siz o gün fevkalâde çok olacaksınız; ama Allah, düşmanlarınızın kalbinden size
karşı olan mehabeti çıkaracak; (yani hasımlarınız nazarında saygısız hâle gelecek, emniyet telkin
edemeyecek
ve
ağırlığınızı
hissettiremeyeceksiniz; sizden korkmayacaklar) Aynı zamanda Allah sizin kalbinize 'vehn'
koyacak." buyurur.
Sahabi yine sorar: "Vehn nedir ya Rasûlallah?"
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem);
"Vehn, (gelip-geçici yanları itibarıyla) dünya
sevgisi, dünyayı birinci plânda ele alma ve
ölümden ürkmektir." (Ebu Davud, Melâhim, 5; Müsned, 2/359; 5/278)
buyururlar.
Âhir zaman Nebîsi’nin (sallallahü aleyhi ve
selem)’in de haber verdiği gibi artarak karşı konulamayacak bir küresel boyut kazanan mal(kapital)/dünyevîleşme/eğlence
ile
Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmeti’nin fitnesi olması hasebiyle imtihan ediliyoruz.
DÜNYANIN HANGİ
ŞARTLARDA SÂLİH AMELE
DÖNÜŞEBİLECEĞİNİ
BİLMEK GEREK
Gaye ve hedef edinilen şey, geçici değil kalıcı, çirkin değil güzel olmalıdır. “Gurur” aldanmak
demektir. Bu nokta-i nazardan dünyaya da “insanların aldandığı yer” manasında Kur’ân-ı Kerîm’de
“DÂRU’L- ĞURÛR” denmiştir. (Âl-i İmrân 185). Bazı kimseler ebedî hayata giden bu yol üzerinde süsünden
ve cazibesinden dolayı bu dünya bineğine âşık olmuşlar, varacağı yerin ebedî güzselliğini bu fani güBurhan
zelliğe satmıştır. Halbuki bu dünya bineğinin asıl vazifesi sırtına yüklendiği insanı ötelere taşımasıdır.
Müslümanın dünya işlerinde çalışıp kazanması,
kimseye yük olmaması, ancak çalışıp kazanırken
de Hak Teâlâ’dan gâfil olmaması gerekir. Eli kârda,
dili yârda; halk içinde Hak ile olması gerekir. âh-ı
Nakşbend Hâce Bahâeddîn el-Buhârî (rahmetullahi aleyh) Hazretleri (ö. 1389) hacca gittiğinde
Mekke’de biri himmet ve kalbî ilgileri bakımından
düşük, diğeri ise gayet yüksek iki kişi görür. Himmeti düşük olan kişi Ka’be kapısının halkasına yapışmış dünyalık istiyordu. Yüksek olan kişi ise çarşı
ve pazarda (Mina Pazarı’nda) dolaşıp ticâret yapıyor, binlerce altınlık mal satın almasına rağmen bir
an bile Hak Teâlâ’dan gafil bulunmuyordu. Bu manzarayı gören Hazret-i Pîr (rahmetullahi aleyh) himmeti yüksek olan kişi karşısında gayet
duygulandığını ve yüreğini kan bastığını ifade eder.2
Bu örnekte de gördüğümüz gibi Yüce Dinimiz,
Peygamberi tacir olan bir ümmetin mensupları olarak zenginleşmenin ve servet elde etmenin şükür
ve infak (sadaka-zekât) kapısı açık olmak şartıyla
meşru olduğunu ifade etmektedir. Yine de biz Müslümanlar olarak hangi şartlar altında bunların “Sâlih
Amel”e dönüştüğünü bilmemiz gerekmektedir. Varlığa şükretmek, yokluğa sabretmek ükreden
zengin ya da sabreden fakîr olmak Hangisinin hayırlı olduğunu Allah bilir ama Müslüman çoğunluğun
bu ikisini aynı derecede tuttuğu; sözlerinde yoksulluğa, fiillerinde ise zenginliğe mütemayil oldukları
tarihi ve fıtrî gerçeklere daha yakındır.
Allah, insanın toprağını kuruyan, sıcaktan
kavrulan, suya hasret çeken tarzda yaratmıştır.
Müslüman, hakikatte “Benî Âdem” olduğundan onu
nefsi ve bitmek tükenmek bilmeyen hırsı esir alabilir, ulvî özelliklerini kaybedebilir, toprağını kurutabilir. Yeniden kendisine gelmesinin yegâne ilacı/yolu
kendisini fânî, Allah’ı ise bâkî olarak bilmesi ve sadece onun rızasını istemesidir. “O’nun veçhinden
başka her şey helâk olucudur.” (Kasas 20/ 70), “Her
canlı fânîdir (yok olacaktır). Bâkî kalacak olan
ise O ululuk ve ikram sahibi Rabbin’in yüzüdür.”
(Rahmân, 55/26-27) Onu ancak Allah’ın lütfedeceği bol rahmet yağmurları canlandırabilir. İşte ancak o zaman
yeniden hayat bulan toprak gönül okşayan bin bir
güzelliğini ortaya çıkarabilir.
Sessiz bir nasîhatçi olaraksa ölüm kâfidir! Velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn!
......................................................................
1 Mustafa Özel, “Birey, Burjuva ve Zengin”, İstanbul 1994, İz Yay, s.47–48.
2 Necdet Tosun, “Bahâeddîn Nakşbend Hayatı-Eserleri-Görüşleri” İnsan yay. S.113114.
21
Peşinde
Sürükle(n)mek
Halil ATİK
Yükü her iki kanadına paylaştırmış kuş
renkler istiyor. Bir fark var sadece ellerimiz biz-
nede güzel süzülüyor gökyüzünde. Hayallerinde
den bağımsız yazıyor, yaptıklarımızı, söyledikle-
ne göğü yırtma arzusu nede yere çakılma kor-
rimizi ve düşündüklerimizi...
kusu var. İçinde arşın büyüklüğü, uçuşunda taşıdığı yükün asaleti tebessüm ediyor. Kanadını
Müslüman, hakedene hak ettiği değeri
seriyor dünyanın altına yükünün yanında ihmal
veren yegâne bir insandır. Anlık zevkler, süslü
edilecek bir ağırlık.'Dünya dünya dediğiniz bu-
gösterilen yaşam şekilleri, kaypaklıkla renklendi-
muydu' diyor.
rilmiş sözler onda bir etki bırakamaz. Sırtını nereye
dayayacağını
ve
bastığı
zeminin
Bir adımla bile değişen bir dünya bize nasıl
kayganlığını hesaplayacak kadar ince zekâlıdır
yol gösterici olabilirdi? Nasıl yaşayış şeklimizi
bir müslüman. Dünya önemlidir onun için çünkü
fani bir değişkene göre ayarlayabilirdik? Özü-
çalışılacak tek yerin orası olduğunu bilir. Lâkin
müze serpilen ukba tohumlarından dünya nasıl
seline kapılmaz geçici oyunlara kanıp. Güneşini
filizlenebilirdi?
feda etmez bir yudum rüzgâra. Yüreği siperdir
onun bütün hilelere. Bir yaprağın bile habersiz
Hayat, elde ettiğimiz ilk ve hakiki servet.
düşmeyeceğinin farkındadır. Bir karıncaya hayat
Üzerini doldurmak için bize bırakılmış boş bir
verenin ve içinde kurduğu bu düzenin sırrının da-
sayfa. Kalemi veren rabbim bize iradeyi de verdi
marlarında gezer aldığı her nefes...
ne yazacağımızı görmek için. İki türlü mürekke-
22
bimiz var. Biri dünya yazarken öteki ukbanın yur-
Bir yaprak daha koptu dalından işte. Bıra-
dunda hayat buluyor. Bu defter ikisinden de
karak yurdunu yuvasını rüzgârın önünde savru-
lan bir varlık oldu 'dur' dahi diyemeden. İradesi
Aldığımız her nefeste bir 'Hû' bırakırken
elinden alındı. Ya biz? Sımsıkı tutunduğumuz
hayata habersiz mi kalacağız halâ bir elifin ma-
dal misali değil mi dünya? Ya bir gün ölüm mi-
nasından. Arşa imrenirken içimizde saklanan
sali o rüzgârda bize esmeyecek mi? O zaman
arşı daha ne kadar hapsedeceğiz yokluğa?
nedir bu hırs! Kime ne yetiştirmeye çalışıyoruz.
Kazandığımız paralar kadar sayabildik mi kırdığımız
kalpleri?
Kime
ne
anlatıyoruz
biz!'Huzur İslam`dadır.'yazdırırken taşıtlarımıza
biz bu huzurun neresindeyiz? Açık tüm kapılar
Kardeşlerimiz ağlarken uzaklarda biz halâ kaplumbağa gibi yuvamıza çekilip ağır adımlarla
sanki habersiz gibi yürümeye devam mı edeceğiz?Eminim
ki
'Hayır'
diyoruz
hep
önümüzde. İyiliğinde, kötülüğünde. eytanın
birlikte.Lâkin aramızda dünya oldukça sadece
süslü gösterdiği kapıda attığımız adımların ne
hayır demekle kalacağız...
kadarının nedametini duyuyoruz içimizde?
Dünya ki bizler için sadece bir iş imkânı. Kullu-
Dünyevileşme imtihanı içerisindeyiz her
ğumuzu sergileyeceğimiz bir sahne. Rolümüz
birimiz.En Sevgili`nin de bizim için korktuğu
hak kitapta yazılı. Biz kimlerden rol istiyoruz?
hastalıkda bu değilmiydi zaten?Çünkü dünya-
Dünyalıklar ne kadarda gözlerimizi boyamış.
nın serildiği bir yürek elbetteki gaflet uykusun-
Arşa çıkmak istiyoruz da yüreğimize inmek hiç
dan uyanamazdı.Her şey hiç bir şeyden
aklımıza gelmiyor...
Yaşarken içinde hayatın ölümünde yakın
farksızdı onun için.Her birimiz yoklayalım kalbimizi şimdi.Derman için derdimize koşalım...
olduğunu unutmak ne kadar acı. İşte o zaman
Bu durak ilk ve son durak!Ötesi ve berisi
uzaklaşıyoruz değerlerimizden. Yanlış yerlerde
arıyoruz kayıplarımızı. Ölümü unutuyoruz ve
yok...
unutuluyoruz...
Bak dostum!
Dört yanımızda dört duvar. Dünya ile sınırlanmışız. Biz; içimizde sonsuzluk aşkını ta-
Yükü her iki kanadına paylaştırmış kuş
şıyan eşref-i mahlûkat, ne kadarda ufak
nede güzel süzülüyor gökyüzünde.Hayâlle-
sınırlara tabi olmuşuz. Damarlarımıza empoze
rinde ne göğü yırtma arzusu nede yere çakılma
edilen bir gelecek kaygısı dünyayı gereğinden
korkusu var.İçinde arşın büyüklüğü,uçuşunda
fazla değerli gösteriyor bize. İşte bu yüzdendir
taşıdığı yükün asaleti tebessüm ediyor.Kana-
her kaybedişteki feryadımız. Haberimiz yok ki
en başta kendimizi kaybettiğimizden. Kukla
tarzı bir hayat. Ne garip dimi en kutsal bir hadise; evlenirken bile dünya evine giriyoruz...
Kâinat tüm güzellikleriyle doldurulmuş bir
dını seriyor dünyanın altına yükünün yanında
ihmal edilecek bir ağırlık.'Dünya dünya dediğiniz bumuydu' diyor.
...
kitap. Değilmi ki her ilim bir yaratılmıştan esinlenerek ortaya çıkmış. İlimde geriyiz diyoruz,
Son not:Dünya mümin için elbette önem-
yaratanı ne kadar tanıyoruz ki yaratılmışı tanı-
liydi lâkin peşinde sürüklenmek için değil pe-
yalım...
şinde sürüklemek için...
23
Otuzüç
Prof. Dr. Süleyman TOPRAK
İnsan
ölmüş birisini
görebilir mi?
lülerin Berzah âleminde birbirleriyle görüşmeleri: Ruhların yeri konusunda da belirtildiği gibi, berzah âlemindeki ruhlar iki
kısımdır: Nimet içinde olanlar ve azapta olanlar.
Ö
İbn Ebi'd-Dünyâ'nın naklettiği bir haberde de Rasulullah (s.a.v) e: "ölüler birbirini bilir mi?" diye sorulunca Rasulullah
(s.a.v) in cevabı: "Evet, nefsim yed-i
kurdetinde olan Allah'a yemin ederim
ki onlar, kuşların ağaçların tepelerinde
birbirlerini bildiği (tanıdıkları gibi) birbirlerini bilirler." şeklinde olmuştur. (8)
İbnü'l-Kayyim'in açıklamasına göre azapta
olan ruhlar birbirleriyle görüşmeye fırsat bulamazlar. Onlar bir nevi tutuklu gibidirler. Ama tutuklu olmayıp serbest olan yani nimet içindeki ruhlar
birbirleriyle buluşup görüşürler, birbirlerini ziyaret
ederler. Dünyadaki olmuş ve olacak şeyleri müzakere ederler. Her ruh, amelde kendi dengi ve kendi
derecesinde olan arkadaşlarıyla beraber olur. Hz.
Peygamber (s.a.v) in ruhu ise Refiku'l-A'lâ (en yüksek mertebe) dadır.
Nisa Suresi'nde: "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine
nimet verdiği Peygamberlerle, sıddıklarla, şe-
24
Burhan
hidlerle ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne
güzel arkadaştırlar."(1) buyrulmuştur ki, bu beraberlik dünyada, berzahta ve âhirette olmak üzere
üç yerdedir. Bu üç âlemin hepsinde de kişi sevdiği
ile beraberdir. (2)
Bu âyet-i kerimede ruhların berzah âleminde
birbirlerine kavuşacakları haber verilmektedir.
Çünkü bu âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir olay
anlatılmaktadır: Ashaptan biri, öldükten sonra Hz.
Peygamber (s.a.v) in makamının kendilerinden çok
yüce olacağını ve Hz. Peygamber (s.a.v) den ayrı
kalacaklarını düşünerek üzülmüş ve ağlamış. Üzüntüsünün sebebini soran Hz. Muhammed (s.a.v) e:
"Biz dünyada senden ayrılmaya hiç tahammül edemiyoruz va Rasulullah. Öldükten sonra senin merteben bizden yüce olacağı için seni göremeyeceğiz.
Senin ayrılığına nasıl tahammül edebilirim?" diye
derdini açar. Bu olay üzerine yukarıdaki âyet nâzil
olmuş (3) ve Allah'ı ve Rasulullah'ı sevenlerin berzah âleminde ve âhirette de, dünyadaki gibi, Hz.
Rasûl ile birlikte olacakları bildirilmiştir.
anlaşılan, mü'minlerin ruhlarının Cennet'te birbirleriyle görüştükleridir.
İbn Ebi'd-Dünyâ'nın naklettiği bir haberde de
Rasulullah (s.a.v) e: "ölüler birbirini bilir mi?" diye
sorulunca Rasulullah (s.a.v) in cevabı: "Evet, nefsim yed-i kurdetinde olan Allah'a yemin ederim
ki onlar, kuşların ağaçların tepelerinde birbirlerini bildiği (tanıdıkları gibi) birbirlerini bilirler."
şeklinde olmuştur. (8) Bu soruyu ashaptan Bişr b.
Berâ' b. Ma'rûr'un annesi sormuş ve ölülerin birbirleriyle tanışıp biliştiklerini öğrenince hemen Beni
Seleme'den ölmek üzere olan birinin yanına varıp,
oğlu Bişr'e onunla selâm göndermiştir. (9) Hadisin bir
diğer rivayetinde Cennet'te kuşlar gibi birbirleriyle
buluşup tanışacak olan ruhların "iyi ruhlar " oldukları
zikredilmiştir.
Peygamberlerden
başkasının
hayattayken ve uyanıkken berzahtaki
Allah Tealâ âI-u îmrân Suresi'nde şehitlerin
diri ve Rabbleri indinde rızıklanmakta olduklarını,
arkalarında bulunanlara da korku ve üzüntü olmadığının müjdelenmesin! İstediklerini, Allah'ın nimet
ve keremiyle sevinç duyduklarını haber vermiştir.(4)
Bu âyet-i kerime de berzah âlemindeki ruhların birbirleriyle buluşup konuştuklarına delâlet eder.
Çünkü âyette geçen "yestebşirûn" kelimesi, "müjde
verilmesini isterler" anlamına geldiği gibi, "sevinirler ve birbirlerini müjdelerler" manasına da gelir. (5)
Birbirlerine müjde verdiklerine göre demek ki birbirleriyle görüşüp konuşmaktadırlar.
Ebu Hureyre, Rasulullah (s.a.v) in: "Muhakkak Cennet ehli orada (Cennet'te) birbirlerini ziyaret ederler." buyurduğunu söylemiştir.(6) Mü'min
ruhlarının berzah âleminde Cennet'te olacaklarını
belirtmiştik. Buna göre bu hadis-i şerifteki Cennet
ehliyle, berzah âleminde Cennet'te olanlar kastedilmiş olabilir. Hadisin bu şekilde anlaşılmasını, Ebû
Tâlib'in kızı ümmü Hâni'den (40/ 660) rivayet edilen
şu hadis de doğrulamaktadır: ümmü Hâni' bir gün
Hz. Peygamber (s.a.v) e şöyle soruyor: "ölünce de
birbirimizi görür ve ziyaretleşir miyiz?" Rasulullah
(s.a.v) in cevabı şudur: "Ruh, Cennet meyvelerinden yiyen bir kuş olur. Kıyamet günü olunca da
her ruh kendi cese dine girer." (7) Bu cevaptan da
Burhan
lerle görüşmeleri ise ancak Allah'ın ikram
ettiği kimselere nasip olmuştur ki, bu
hususta Allah'ın veli kullarının, Hz.
Peygamber (s.a.v) ve bazı büyük zevatla
görüştüklerine
dair
pek
çok
olay
anlatılmaktadır. (31)
Ashaptan Bilâl b. Rebâh (v. 20/641) vefat edeceği zaman hanımı ah, vah etmeye başlar. Hz. Bilâl
ise: "Ne büyük neşe ne büyük sevinç. Yani sevgililere, Muhammed'e ve onun gurubuna kavuşacağım." demeye başlar, (10) Burada Bilâl
berzahta Rasulullah (s.a.v) e ve ashabına kavuşacağını ve tıpkı dünyadaki gibi, orada da onunla bir
arada olacaklarını müjdelemektedir. (11) ve hanımının ah, vah edip üzülmemesi gerektiğini, aslında
sevinmesi gerektiğini hatırlatmaktadır bu sözüyle.
Beyhakî'nin hasen bir senetle İbn-i Abbas'dan
tahric ettiği kabir suâliyle ilgili bir hadis-i şerifte, kabirdeki sorgulama sırasında iyi cevap veren mü'minin ruhunun diğer mü'minlerle beraber olacağı
haber verilmiştir. (12)
25
"Dirilerin amelleri ölülere arz olunur. Eğer bir iyilik
görürlerse sevinir, birbirlerine müjdelerler; bir kötülük görünce
de, Allah’ım onu ondan geri çevir, derler." (25)
Yine Beyhakî'nin "u'abu'1-İman" da Ali b. Ebi
Tâlib'den tahric ettiği haberde Hz. Ali şöyle demiştir: "İki mü'min ve iki kâfir dost vardı. Bunlardan
mü'min olanların biri öldü. Cennetle müjdelenince
arkadaşını hatırlar ve: "Allah’ım, benim falan arkadaşım bana her zaman sana ve Rasulûne itaati emreder,
hayırla
tavsiye
eder,
kötülükten
nehyederdi..." diyerek onun kendisinden sonra sapıtmaması ve kendisine verilen nimetlerin ona da
verilmesi için dua eder. Sonra öbür arkadaşı da
ölünce ruhları bir araya gelir ve birbirlerine: "Ne
güzel kardeş, ne güzel arkadaş ve ne güzel
dost" derler.
Kâfir olan iki arkadaştan birisi ölüp de azapla
müjdelenince diğer arkadaşını hatırlayıp şöyle der:
"Allah’ım, arkadaşım bana hep sana ve senin Rasulûne isyanı emrediyor, kötülüğü yapıp iyiliği yapmamamı söylüyordu. Allah’ım, .onu benden sonra
hidayete erdirme ki, benim gördüğüm azabı o da
görsün ve bana kızdığın gibi ona da kızasın." Sonra
diğeri de ölür, ruhları bir araya gelince birbirlerine: "Ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaş." derler." (13) Bundan da iyi ve kötülerin ruhlarının
berzahta birbirleriyle buluştukları anlaşılmak tadır.
26
Ebû Katâde ve Câbir'den tahric edilen ölülerin
kefenlerinin güzel yapılması ile ilgili hadis-i şerifin
Suyûtî ve Beyhakî tarafından rivayet edilen şeklinde: "Muhakkak ki onlar kabirlerinde birbirlerini ziyaret ederler." cümlesi de yer almaktadır. (14)
Beyhakî "u'abu'1-İman" da Ebu Katâde'den
(54/673) hadisi naklettikten sonra bu hadisin şehitler hakkındaki onların rızıklandırıldıklarını haber vererr âl-u îmrân, 3/169–170 âyetiyle mutabakat arz
ettiğini söylemiştir. (15)
Rasulullah (s.a.v) in Miraç gecesinde semâda
Hz. âdem (As) İle karşılaştığında Hz. âdem'in sağ
ve solunda bir takım karartılar görmesi ve bunların
kimler olduğunu sorunca, cennetlik ve cehennemlik
olanların ruhları olduklarının bildirilmesi de, (16) berzahta iyi ve kötülerin -Hz. Ali'nin de, dediği gibi- bir
arada olacaklarına delildir.
Ruhların berzah âleminde birbirleriyle görüştükleri ve konuştuklarının bir delili de, ölümü müteakip semâya yükseltilen mü'min ruhunun rahmet
ehli tarafından karşılanıp, dünyadan ve dünyadakilerden haber soracaklarını bildiren hadis-i şeriftir.
Burhan
Ebu Eyyûb el-Ensârî'den rivayet edilen hadis-i şeriflerinde Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Mü'minin ruhu kabz olunca onu Allah
katında rahmet ehli karşılarlar." (17) Tıpkı dünyada
müjde getiren birinin karşılandığı gibi. (Bu esnada
yeni ölmüş olanın ruhunu getiren melekler) derler
ki:
—Onu bırakın, fırsat verin de bir dinlensin.
Çünkü o büyük bir sıkıntı içinde idi. Ona:
—O benden önce ölmüştü, derse;
—İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râci'ûn (biz Allah'a
aidiz ve yine ona döneceğiz), ebedi kalış yeri olan
Hâviye'ye (kızgın ateşli Cehennem'e) gitmiş. O ne
kötü yer ve ne kötü terbiyecidir, derler. (18)
Bu hususta Abdullah b. Mübârek'in de şöyle
dediği rivayet edilir: "Kabir ehli haberleri beklerler.
Bir ölü oraya gittiği zaman ona falan ne yaptı, filan
ne yaptı diye sorarlar. Birisi için: "O öldü, size gelmedi mi?" deyince: "İnnâ lillâh ve İnnâ İleyhi Râciûn" derler ve: "Bizim yolumuzdan başka yola
gitti o." diye ilave ederler." (19)
Tabiinden Sa'id b. el-Müseyyeb (v. 94/712) de:
"Bir adam öldüğü zaman (daha önce ölmüş olan)
çocuğu onu, seferden dönen gaibin karşılandığı gibi
karşılar" demiştir. (20)
Ölülerin berzahta birbirleriyle görüştüklerini ve
yeni ölüp de aralarına katılanlardan haber aldıklarını bildiren bu hadis ve haberleri, evlât, torun ve
yakın akrabaların amellerinin kabirdeki baba ve yakınlarına arz olunacağım, onların da amelleri kendilerine arz edilen akrabalarının iyiliklerinden ötürü
sevineceklerini, kötülükleri sebebiyle de üzüleceklerini bildiren haberler de desteklemektedir.
Kabir ehli, geride bıraktıkları akraba ve arkadaşlarının yaptıkları işlerden haberdar olup, iyi
amellerinden ötürü sevinir, kötülüklerine de üzülürler. (21) Mücâhid'in bu hususta şöyle dediği sahih rivayetle gelmiştir: "Kişi kabrinde kendinden sonra
çocuğunun iyilikleri (salahı) ile müjdelenir." (22)
Sa'id b. Cübeyr'in (v. 95/714) de şöyle dediği
rivayet edilir: "Muhakkak ki ölülere dirilerin haberleri gelir. Daha önce bir yakını ölmüş, olan
hiç bir kimse yoktur ki ona geride kalan akrabalarının haberleri gelmesin. Eğer gelen haber iyi
Burhan
ise sevinir ve ferahlar; kötü ise o zaman da üzülür." (23) Ashaptan Ebu'd-Derdâ (v. 32/652) da şöyle
dua ederdi: "Allah’ım, ölülerimin rezil olacağı bir
iş yapmaktan sana sığınırım.'' (24)
Abdullah b. Mübarek de ashaptan Ebu Eyyûb
el-Ensarî'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Dirilerin
amelleri ölülere arz olunur. Eğer bir iyilik görürlerse sevinir, birbirlerine müjdelerler; bir kötülük görünce de, Allah’ım onu ondan geri çevir,
derler." (25)
Yukarıdaki yeni gelen ölüden haber sormalarından da anlaşılacağı üzere, ölülerin dirilerden bizzat haberdar olduklarını -Allah'ın diledikleri
müstesna- söyleyemeyiz. Bu sebeple buradaki haberdar oluşlarını, yeni gelen ve aralarına katılanlardan öğrenirler şeklinde anlıyoruz. Yeni gelenlerden
haber alışları da, ruhların berzahta birbirleriyle görüşüp konuştuklarına delâlet eder.
Ölmüş olanların ruhları, berzah âleminde birbirleriyle görüşüp konuşuyorlar. Acaba henüz ölmemiş ve dünyada yaşamakta olanların da
berzahtakilerle görüşüp konuşmaları mümkün
müdür? Ve ölülerin dirilerle bir takım münâsebetleri
var mıdır? imdi de bu husus üzerinde duralım:
Hayattakilerin
Berzahtakilerle
Görüşmeleri:
Henüz hayatta olanların berzahtakilerle görüşmeleri uyanık ve uyku halinde olmak üzere iki
şekildedir.
Uyanıkken görüşmenin en büyük misâli ve
olabilirliğinin delili, Rasulullah (s.a.v) in Miraç'ta bazı
Peygamberlerin ruhlarıyla karşılaştığını haber
veren ve kabir ziyaretini öğreten hadislerdir.
Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Muhammed (s.a.v) e hitaben: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor ki; biz, Rahman'dan
başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız?" (26)
buyurmaktadır. Müfessirlerden bir kısmı buradaki
sorma fiilinin sadece İsrâ ve Miraç gecesine has olduğunu söylerken, (27) bazıları da her istediği zaman
27
Rivayete göre Ashab-ı kiramdan
Sa'b b. Cessâme ile Avf b. Mâlik (v.
73/692) kardeş olmuşlar ve öldükten
sonra da birbirimizden haberdar olalım
diye sözleşmişler. Aradan bir müddet
geçtikten sonra Sa'b ölüyor. Avf bir gece
rüyasında, aynen hayattaymış gibi
Sa'b'ın kendisine geldiğini görüyor ve
Sa'b'a hesap ve suâlin nasıl geçtiğini
soruyor. O da şimdilik iyi olduğunu
söyleyip Allah'a hamdediyor. Bu arada
Avf, Sa'b'ın göğsünde gördüğü bir kara
lekenin sebebini soruyor. O da bir
yahudiden on dirhem ödünç aldığını ve
paraların asılı olduğu yeri söyleyerek, o
paranın sahibine verilmesini istiyor. Yine
evdeki kedisinin öldüğünü, kızının da
yakında öleceğini haber veriyor ve bütün
bunlar aynen çıkıyor. Sabah olup da Avf,
arkadaşının evine gidince, paranın
aynen haber verilen yerde olduğunu
görüyor ve alıp yahudiye götürüyor.
Yahudiye, ölmüş olan arkadaşının
kendisinden ödünç para alıp almadığını
sorunca, yahudi aldığını ve miktarını
söylüyor. Bunun üzerine rüyada
gördüklerinin gerçek olduğunu anlayan
Avf, elindeki paralan, arkadaşının
rüyadaki vasiyetine uyarak yahudiye
veriyor.
Allah Tealâ'nın Rasulullah (s.a.v) e önceki peygamberlerle konuşma imkânı verdiği şeklinde tefsir
etmişlerdir. Bu ikinci görüşte olanlara göre âyetteki
mutlak lafzı (sözü), İsrâ ve Miraç gecesi ile takyid
etmek (kayıtlamak) hatalı bir te'vil olur. Ve âyetin olduğu gibi anlaşılıp, her istediği zaman Rasulullah
(s.a.v) e bu imkânın verileceğini söylemek daha
isâbetlidir. (28)
Hz. Peygamber (s.a.v) in önceki peygamberlerle daha kendisi hayatta iken görüşmesi, vukuu
mümkün olan işlerdendir. Ve Allah'ın kudretine göre
bunda hiç bir zorluk yoktur. Allah Tealâ görüştürünce de bu olay gerçekleşmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) Miraç gecesinde, uyanık halde iken diğer
Peygamberlerin ruhlarıyla Beytü'l-Makdis'de (Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da) bir araya gelmiştir. Daha
sonra semâvât (gökler) âleminde de onlardan bazıları ile bir araya gelip konuştuğuna sahih haberler
delâlet etmektedir, (29)
Yine Hz. Ömer’den rivayet edilen bir hadisinde Rasulullah (s.a.v), Hz. Musa (As) in Allah
Tealâ'ya dua edip, Hz. Âdem (A.s) ile görüşmeyi dilediğini ve Yüce Allah'ın, henüz hayatta iken ve uyanıkken, Adem (A.s) ı Hz. Musa'ya gösterip ve
birbirleriyle konuşmuş olduklarını haber vermiştir,
(30)
Peygamberlerden başkasının hayattayken ve
uyanıkken berzahtakilerle görüşmeleri ise ancak Allah'ın ikram ettiği kimselere nasip olmuştur ki, bu
hususta Allah'ın veli kullarının, Hz. Peygamber
(s.a.v) ve bazı büyük zevatla görüştüklerine dair
pek çok olay anlatılmaktadır. (31)
Kabir ziyaretinde ziyaret edene "zâir", ziyaret
edilene "mezür" denilmesi de, ziyaret edilenin ziyaret esnasında ziyaretçisini duyup bildiğine delidir.
Çünkü ziyaret edilen, ziyaretçisini bilmezse buna
"mezûr= ziyaret edilen" denmez. Kaldı ki, Peygamberimiz (s.a.v) ziyaret adabını öğretirken, kabristana
varınca
ölülere
selâm
verilmesini
öğretmişlerdir ki, bu da onların dirilerle olan münâsebetleri cümlesindendir. (32)
Hayattakilerin berzahtakilerle rüyada görüşmeleri ise, İbnu'l-Kayyim'in belirttiğine göre, nübüvvetin bir parçası olan sâlih rüyalardandır ve İlim
ifade eder. (33) Erzurumlu İbrahim Hakkı da:
28
Burhan
"ölüleri rüyada hayırla veya şerle görmek, onların halini aynen bilmektir. Bu, ölünün halini bildirmek veya uyanık olmayı sağlamak içindir,.."
(34) diyerek ölüleri rüyada görmenin, sâdık rüyalardan olduğuna işaret etmiştir.
Rüya ya da keramet yoluyla -Peygamberlerden gayri için- olan bu görüşmeler ve görülenler,
kelâm âlimlerine göre umum için değil, ancak sahibi için (gören kişinin kendisi için) delil olabilir.
Ancak bizim burada onlardan bahsedişimiz, sadece
imkânını belirtmek içindir.
rını söylüyor. Bunun üzerine rüyada gördüklerinin
gerçek olduğunu anlayan Avf, elindeki paralan, arkadaşının rüyadaki vasiyetine uyarak yahudiye veriyor.
Hülasa, ölülerle dirilerin gerek uyanıkken, gerekse rüyada görüşmeleri imkânsız değildir, mümkündür. Allah Teala dilediği kulları için bunu yaratır.
Nitekim yukarıdaki misallerde bunun gerçekleşmiş
olduğunu göstermektedir. Ruhların insanlara zarar
vermez.
.......................................................................................
1- Nisa, 4/69.,
Hayattakilerle berzahtakilerin rüyada görüşmeleri, ikisinden birinin arzusu ve bazı gayeler için
bu görüşmeyi Allah Tealâ'dan istemesiyle Allah'ın
bir lütfü olarak meydana gelmektedir. Hayattakilerin görüşmeyi istemesine -hepimizin en büyük arzusu olan ve pek çok mü'mine nasib olan- Hz.
Peygamber (s.a.v) i rüyada görmek istemeyi, ya da
çok sevdiğimiz yakınlarımızdan âhirete göçmüş
olanları rüyada olsun görmek isteyişimizi misâl verebiliriz.
2- îbnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 17; Suyûti, Büşra'1-Keîb, v. 147 b; Hasan el-'Idvî, a.g.e, s.
74; Rodosîzâde, a.g.e. v. 19 a.,
3-tbnu'lKayyim, a.g.e, s. 17; Ibn Kesir, Tefsir, c. I, s. 522; Rodosîzâde, a.g.e. v. 19 b.,
4-bkz. Al-u Imran, 3/169-170.,
5-Mu'cemu'l-Vasit, c. I, s. 57; Atay Kardeşler. ArapçaTürkçe Büyük Lügat, c. I. s. 128;
Abnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 18.,
6- Ab. Hanbel, Müsned. c. II, s. 335.,
7- A b. Hanbel. Müsned. c. VI, s. 425; A Siracuddin, a.g.e, s. 106-107.,
8- Suyûtî, B. el-Keib, v. 144 b.,
9- A. Siracuddin, a.g.e. s. 107; tbnu'l-Kayyim, e.g.e, s. 19.,
10- Suyûtî, B. el-Keib, v. 148 b.,
11- Abdullah Siracuddin, a.g.e. s. 107.,
12- bkz. Suyûtî, erhu's-Sudûr. v. 53 a.,
13- Suyûtî, erhu's-Sudûr, v. 38 b; v. 173 b.,
İbnü'l-Kayyim diyor ki: "Rüyada ölülerle buluşmak ve onlarla bazı haber alışverişinde bulunmak; falan yerde hazine var, filan yerde şu var, falan
iş şöyle olacak, filan zamanda bize geleceksin...
gibi haberler vermeleri ve bunların da aynen çıkması, bu buluşmanın gerçekliğini ifade eder."(35)
14- Suyûtî, Büşra'1-Keib, v. 147 b; Suyûtî, erhu Süneni'n-Nesâî, c. IV, s. 34; Hasan
el-'Idvî, a.g.e, s. 73; Abdullah Siracud,
15- Suyûti .Sünen'n-Nesâî, c. W, s. 34; H. el-'Idvî, a.g.e, s.73.,
16- Miraç hadisi için bkz. Buhârî. Sahih, Salât, l, c. I. s. 91-92; Müslim, Sahih, imân,
74. c. I, s. 148; A. b. Hanbel. Müsned, c. V. s. 143; ibn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihaye,
c. I, s. 97, Beyrut, 1977.,
17- Hadis-i erifin, ibn Hıbbân'ın Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edilen şeklinde:
"Mü'minlerin ruhlarının yanına getirilir ve ğaib olan birini bulanların sevinci gibi
sevinirler." denilmektedir, bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 106.,
Rivayete göre Ashab-ı kiramdan Sa'b b. Cessâme ile Avf b. Mâlik (v. 73/692) kardeş olmuşlar ve
öldükten sonra da birbirimizden haberdar olalım
diye sözleşmişler. Aradan bir müddet geçtikten
sonra Sa'b ölüyor. Avf bir gece rüyasında, aynen
hayattaymış gibi Sa'b'ın kendisine geldiğini görüyor
ve Sa'b'a hesap ve suâlin nasıl geçtiğini soruyor. O
da şimdilik iyi olduğunu söyleyip Allah'a hamdediyor. Bu arada Avf, Sa'b'ın göğsünde gördüğü bir
kara lekenin sebebini soruyor. O da bir yahudiden
on dirhem ödünç aldığını ve paraların asılı olduğu
yeri söyleyerek, o paranın sahibine verilmesini istiyor. Yine evdeki kedisinin öldüğünü, kızının da yakında öleceğini haber veriyor ve bütün bunlar aynen
çıkıyor. Sabah olup da Avf, arkadaşının evine gidince, paranın aynen haber verilen yerde olduğunu
görüyor ve alıp yahudiye götürüyor. Yahudiye,
ölmüş olan arkadaşının kendisinden ödünç para
alıp almadığını sorunca, yahudi aldığını ve miktaBurhan
18- bkz. Nesâi, Cenâiz, 9, c. IV, s. 8-9; Suyûti, . Sudur, v. 37 a; B. el-Keîb, v. 144 b;
İbnu'l-Kayyim, a.g. e, s. 20; Rodosîzâde, a.g.e, v, 26a; A Siracuddin, a.g.e. s. 106.,
19- İbnu'l-Kayyim, a.g.e. s. 19: Birgivî, R. Fî Ah. Etfâlİ'l-Müslimin, s. 85; Birgivî bu konuyu işledikten sonra, vasiyyet etmeden ölenlerin berzahta konuşamayacaklarım ve
berzah ehlinin sorularına cevap veremeyeceklerini ilave eder. (bkz. a.g.e, s. 85.),
20- İbnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 19; Rodosîzâde, a.g.e. v. 25 a.,
21- Rodosîzâde, a.g.e. v. 7 b.,
22- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 12.,
23- Hasan el-'Idvî, a.g.e, s. 16, Mısır, 1316.,
24- Aynı eser, a. yer.,
25- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 7; Rodosîzâde, a.g.e, v, 8 b.,
26- Zuhruf, 43/45. ',
27- bkz. Ibn Kesir, Tefsir, c. IV, s. 129.,
28- bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 109-110.,
29- Bu husustaki hadisler için bkz. Buhârî, Sahih, Salât, l, c. I, s. 91-92; Enbiyâ, 5, c.
IV, s. 106-107; Müslim.Sahih.lman, 74, c.I,s.l48; Fezâil,42,c.IV,s.l845; Nesâî, Sünen,
Kıyâmu'1-Leyl, 15, c. m, s. 215; A-b. Hanbel, Müsned, c. ffl, s. 120, 248; c. V. s. 59,143.,
30- Ebu Davud, Sünen, Sünne, 17, c. W, s. 226.,
31- bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 110-113.,
32- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 8; Rodosîzâde, a.g.e, v. 8 b; Vücûdî, Muhammed b. Abdulaziz, Ahvâl-i Alem-i Berzah, v. 9 a, elyazma, ist. Süleymaniye.Küt. Halef Ef. Böl. Nr.
237.,
33- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 29; Rodosîzade, a.g.e, v. 39 b.,
34- Erzurumlu ibrahim Hakkı, Mârifetname, c. I, s. 60.
29
Otuzüç
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
Her Türlü İşte
NİYET ASILDIR
iyet bir şeyi yapmayı önceden isteyip düşünme ve maksat anlamlarına gelmektedir.
Niyet her türlü işte son derece önemlidir.
İster gündelik işlerde, ister hayatımızın geleceği ile
ilgili verdiğimiz kararlarda niyet asıldır. İbadetten
dünyevi işlere, mahkemeden en küçük davranışlara
kadar niyet nazar-ı itibara alınır. Bazen niyet iyi olabilir, ancak sonuç olumsuz olabilir. Zira kişinin niyeti
iyi, doğru, halis olabilir, ancak kişi neticenin olumsuz
olabileceğini bazen kestiremez. Böylesi bir durumda kişinin niyetinin hiçbir değeri yoktur denilemez. Çünkü, kişiye düşen her zaman niyetini ve
maksadını iyiye ve güzele yöneltmesidir.
N
Alemlere rahmet olarak yaratılan ve bütün
mevcudatın sebeb-i vücudu olan Hz. Muhammed
(s.a.v.)’e nispet edilen yüzbinlerce hadis, hadis
mecmualarında yer almaktadır. Bu hadislerin ilki
niyet hadisi ile başlar. Söz konusu hadis şöyledir:
“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir;
herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin
hicreti, Allah ve Resûlü (rızası ve hoşnutlukları)
için ise, onun hicreti Allah ve Resûlü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya
30
veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.”1
Küçük veya büyük hangi amel olursa olsun o
konuda niyet önemlidir. Hicret gibi İslam tarihinde
son derece ehemmiyetli olan ve bir dönüm noktası
teşkil eden bir hususta bile, asıl niyet Allah rızası
olurken; tek tük de olsa daha önceden hicret etmiş
olan sevdiğine kavuşmak niyetinde olanlar da bulunabilmektedir. O kişiler de hicret etmiş görünüyor
ancak onların asıl niyetlerini Allah bildiğinden dolayı
amelleri boşa çıkıyor. Zahmetlerinin karşılığını
ancak dünyada görüyor. Halbuki niyetleri Allah ve
Rasulü olsaydı, yaptığı amelin karşılığını sadece Allah’tan bekleyecekti. Allah da, onun amelinin karşılığını kat kat ebedi yurt olan ahirette verecektir.
Allah Rasulü, “Mü’minin niyeti, amelinden
hayırlıdır.2” buyurarak niyetin amelden hayırlı olduğuna işaret buyurmaktadırlar. Yapılan amellerin,
ibadetlerin öncesinde yapılan niyet, hedeflenen
maksat büyük öneme haizdir. Mesela, namaz,
zekat gibi biri fiziki diğeri mali olan, hatta hac gibi
Burhan
hem fiziki hem de mali olan bir ibadette farklı niyetler söz konusu olabilir. Eğer bu ibadetler Allah için
yapılıyor, namaz alemlerin rabbi ve yaratıcısı olan
Allah’a şükür olarak ve sırf O emrettiği için kılınıyor;
zekat asıl mal sahibi olan Allah emrettiği için veriliyor ve hac da sırf Allah emrettiği ve onun rızası için
gerçekleştiriliyor ve de başka dünyevi maksatlar hedeflenmiyor ise gerçek değerine kavuşur. Aksi takdirde sadece zahmeti yanında kalır. Oruçlunun
uyması gereken bir kısım kuralları yerine getirmeyen, mesela dilini gıybetten, dedikodudan, gözünü
haramdan, kulağını yasak şeyleri dinlemekten vb.
kötü ve çirkinliklerden kendisini korumayan kişinin
açlık ve susuzluktan başka bir kar elde edemeyeceği belirtilmektedir. Konu hadiste şöyle dile getirilir: “Oruç tutan nice insan vardır ki, kârları
sadece açlık ve susuzluk çekmektir. Oruç insanı
(her türlü kötülükten koruyan) kalkandır. Sakın
oruçlu iken kötü söz söylemeyin, biri size sataşacak olursa ‘ben oruçluyum’, deyin.3”
Aslında niyet de başlı başına bir amel gibidir.
Zira o da kalbin bir amelidir. Yine sevgililer sevgilisi
olan Hz. Peygamber bir hadisinde “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o
salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o
bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o,
kalbtir.4” buyurmaktadır. Evet, kalbin iyi olması
bütün vücudun iyiliğini temin ederken, oradaki niyet
de kişinin bütün amellerini rahatlıkla etkileyebilmektedir. Zira kalpte gerçekleşen iyi bir niyet, gündelik hayatta yaptığımız normal işleri bile ibadete
çevirebilir. Her birimiz şüphesiz ki, yemekten önce
ve sonra ellerimizi yıkarız. Bu mutlaka yapılması
gereken bir ameldir. Ancak İslam’ın temizliğe verdiği önemi hatırlayarak, Hz. Peygamber’in bu husustaki emirlerini göz önünde bulundurarak o işlemi
yaparsak bu iş bize ibadet sevabını kazandırır.
Yatsı namazını kılıp sorumluluğumuzu yerine getirdikten sonra yatağa girer; Efendimizin bir kısım tavsiyelerine uygun olarak dua eder ve sabah
namazına kalkmak niyeti ile uykuya geçmeye çalışırsak, bilinmelidir ki uyku halimiz bile ibadetten sayılacaktır. Sabahleyin de üzerimize düşen farzları
yerine getirdikten sonra, başkalarına el avuç açmamak, alan el değil veren el olmak ve ailemizin ihtiyaçlarını gidermek kastıyla işimize gidersek, yine
bilelim ki o çalışmamız ibadet olmaktadır. Ancak
şunun çok iyi bilinmesi gerekir, çalışmanın ibadet
olmasının şartı güzel bir niyetin yanında, farzları yerine getirmek ve özellikle de büyük günahlardan kaçınmaktır.
Burhan
Niyet öyle bir özelliğe sahiptir ki, gündelik iş
ve eylemleri ibadete çeviren bir ilaç ve bir maya gibidir. Aynı şekilde ölü olan davranışlara hayat veren
ve ibadete çeviren bir ruhtur. Zira kısa, fani ve geçici olan şu dünyada uzun, daimi ve sürekli bir cennet hayatının elde edilmesi ancak ve ancak niyete
bağlıdır. Sözünü ettiğimiz gibi dünya hayatının her
bir dakikasını, saniyesini ibadet halini alması şüphesiz ki niyete bağlıdır. Allah, rahmeti ile mümine
yaptığının karşılığını kat be kat vermektedir. Aslında
suçun cezası fazla olması adalet gereği iken Allah,
suça bir, yapılan iyiliğe en az on kat mükâfat vermektedir. Bu Allah’ın fazl ve keremi gereğidir. Bir
âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim bir hasene
islerse, Allah ona on tane lütfeder, kim bir kötülük yaparsa, ona da sadece o kötülük kadarı yazılır.5”
Aynı şekilde bir hadislerinde Hz. Peygamber
de şu güzel müjdeyi vermektedir: “Bir kimse bir
iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa, Allah
kendi katında o kimse için tam bir iyilik sevabı
yazar. Eğer hem niyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yedi
yüze ve daha fazlasına kadar çıkarır. Ve eğer fenalık yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse,
Allah onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer
kötü işe hem niyetlenir, hem de onu yaparsa,
Allah o kimse için bir günah yazar.6”
Evet, sonuç şu ki niyet başlı başına bir ibadet
olup, kişiye çok sevap kazandırdığı gibi, diğer bütün
hayatını da ibadet haline getirebilecek; bazen da
ibadet olarak gözüken bir takım fiillerini de tersine
çevirebilecek bir özelliğe sahiptir. Niyet, bu haliyle
kömürü elmasa, elması da kömüre çevirebilecek bir
iksir gibidir. Allah, insanlara ebedi saadeti niyetlerine bağlı olarak lütfetmektedir. Tabii ki, niyet yapılan bir işin ruhu ve esasıdır.
Niyetlerimizin doğru, güzel ve hayırlı olması
temennisiyle
..................................................
* Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
1 Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11
2 Mecmeu’z-Zevâid, 1/61,109.
3 Buhari, Savm, 2.
4 Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 107.
5 En'am Suresi, 6/160.
6 Buhari, Rikak, 31; Müslim, İman, 206-207.
31
Otuzüç
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK*
Zeynep BAYRAM**
Ebu Hanife’nin (r.a)
İÇTİHAT METODU
Geçen ayın devamı
Ebu Hanife’nin metodunun oluşmasında
fazlaca önemli olan özellikleri ve anlayışından
bahsettikten sonra metodunu sırası ile maddeler
halinde sunmak istiyoruz.
amel etmemelerini örnek verebiliriz. Çünkü Ebu
Hüreyre, bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda
üç defa yıkamıştır. Hanefiler de, onun fetvasına
aykırı davrandığı gerekçesiyle üç defa yıkamayı
esas almışlardır.
1. KİTAP: Kur’ân-ı Kerim’dir.
2. SÜNNET: Peygamber sözleri, fiilleri ve
takrirleridir.
3. SAHABE SÖZLERİ: Peygamber zamanında
yaşamış, bir defalık da olsa onu görme şerefine
ulaşan insanlara sahabe diyoruz. Biz Müslümanlar
için, onların sözleri ve fiilleri önemlidir. Onun için
Ebu Hanife sünnetten sonra Kur’ân’a ve sahih
sünnete aykırı olmamak kaydı ile sahabe görüşüne
başvurur. Ebu Hanife’ye göre sahabe’nin sünneti
peygamberin sünneti gibidir.
Ebu Hanife’nin Sahabe sözlerini tercih
edişine, Ebu Hüreyre’nin Hz. Peygamberden
rivayet ettiği, “birinizin kabını köpek yaladığı
takdirde onu döksün; sonra, biri toprakla olmak
üzere yedi defa yıkasın” anlamındaki hadisle
32
4. KIYAS: Bunu şöyle tarif ederiz: Hakkında
nas bulunmayan meseleleri, aralarındaki ortak illet
sebebiyle, hakkında nas bulunan meseleye
bağlamak ve hepsine aynı hükmü vermektir.
“Ebu Hanife’nin metodu ile daha
sonraları sistemleşen Ehl-i Sünnet
inancı olgunlaşmıştır. Görüşleri, insanlara getirdiği kolaylık, akla uygunluk ve naslara yaklaşımı ile büyük
kabul görerek geniş bir coğrafyaya
yayılmıştır.”
Burhan
5. İSTİHSÂN: Kıyasa zıt görünen meselede
kıyası terk edip insanların kullanmasına uygun
olanı almaktır. İmamı Azam’ın metodunda önemli
bir yeri olan istihsânın birkaç çeşidi olup, daha iyi
anlaşılması için, örneklerle izah etmek istiyoruz:
a. Nass Sebebiyle İstihsân
Bir mesele hakkında belli bir nas bulunuyorsa
ve bu nas, genel nas yahut yerleşik genel kural
gereğince o meselenin benzerleri hakkında
uygulanan genel hükmün aksine bir hüküm ihtiva
ediyorsa o zaman bu tür istihsândan söz edilir.
Örneğin, unutarak yiyip içmenin orucu bozup
bozmayacağı hususunda iki delil bulunmaktadır.
Birincisine
göre,
orucun
bozulacağına
hükmetmemek gerekir. Bunun delili, “bir şeyin
rükünlerinden birine halel geldiğinde, o şey yok
kabul edilir.” şeklindeki genel kuraldır. Bilindiği
gibi imsak, orucun rüknüdür. Unutarak da olsa
yeme içme ile bu rükün ortadan kalkarsa, oruç
bozulur. İkinci delil ise, orucun bozulduğuna
hükmetmemektir. Çünkü peygamber, “oruçlu iken
unutarak yiyip içen kimse, orucunu tamamlasın
zira onu Allah yedirip içirmiştir.” buyurmaktadır.
Hanefiler bu özel nassa göre hüküm verirken,
“unutarak yiyip içmek, kıyasa aykırı olmakla
beraber, istihsânen orucu bozmaz.” demişlerdir.
b. İcma Sebebiyle İstihsân
Müçtehitlerin bir olayda o olayın benzerine
uygulanan genel kuralın aksine, hüküm vermeleri
veya insanların genel bir kurala aykırı davranmaları
karşısında, sükût etmeleri ve buna karşı
çıkmamaları halinde, icmâ sebebiyle istihsândan
bahsedilir. Örnek, hamamlarda yıkanma ile ilgili
sözleşme, bir nevi isticâr (kira) sözleşmesidir. Fakat
bu sözleşmede ücret, kullanılacak su, yıkanma
süresi gibi konular başta belirlenmemektedir. İlgili
hususlardaki belirsizlik sebebiyle, genel kurala göre
sözleşmenin geçersiz sayılaması gerekir. Zira
kullanılacak su ve kalınacak süre kişiden kişiye
değişmektedir. İnsanlar bu uygulamayı teamül
haline getirdiği için, içtihat ehlinden hiç kimse buna
karşı çıkmamıştır. Bu tutum onlara, bu sözleşmenin
cevazında icmâ ettiklerini göstermektedir.
Burhan
Hanefilere göre bu muamele, kıyasa aykırı
olmakla beraber istihsânen caizdir.
c. Zaruret ve İhtiyaç Sebebiyle İstihsân
Pislenen kuyu ve havuzların temizlenmesi:
Yerleşik kurala göre kuyular ve havuzlar, pislenme
esnasındaki suyun bir kısmı veya tamamı
boşaltılsa dahi asla temiz hale gelmez. Çünkü
suyun bir kısmının boşaltılması halinde bu
boşaltılmanın kalan suyun temizlenmesine tesiri
olmayacağı açıktır; tamamen boşaltılması halinde
de sonuç değişmez. Zira kuyuya gelen veya
havuza dökülen yeni su kuyunun duvarlarındaki
veya havuzun duvarlarında veya tabanında kalan
pislikle mutlaka karışır. Fakat fakihler, zarurete
binaen temizlikle ilgili bu hususu terk edip suyun
bir kısmını ya da pislenen suyun boşaltılması
halinde kuyu veya havuzun temiz olacağına
hükmetmişlerdir.
d. Kapalı Kıyas Sebebiyle İstihsân
Bu istihsân, birbiri ile çatışan ve biri açık
diğeri kapalı iki kıyas imkanı bulunan meselede
uygulanır. Örneğin, Hanefilerde, sözleşme
sırasında özel kayıt konmadıkça, ziraî arazinin
satımı ile bu araziye ait irtifak hakları (murûr, mesîl
hakları) alıcıya geçmez. Yine Hanefiler, yerleşik
kurala göre, sözleşme sırasında ayrıca belirtilmese
dahi, böyle bir arazinin, kira sözleşmesine konu
olması halinde irtifak haklarından faydalanmanın
sözleşmeye dâhil sayılacağını kabul eder. Yani
kiracı bu haklardan faydalanır.
e. Örf Sebebiyle İstihsân
İnsanlar kıyasla belirlenen bir hükme veya
yerleşik bir genel kurala aykırı düşen bir
uygulamayı örf haline getirirlerse, o zaman bu çeşit
istihsân söz konusu olur.
Hanefilere göre, sözleşmelerde örfen
benimsenmiş bulunan her şart geçerlidir. Bu, örfe
dayanan istihsân yoluyla kabul edilmiş bir
33
hükümdür ve genel kurala aykırıdır. Bu kural,
Hanefi fakihlerce sıhhati kabul edilen, “Hz.
Peygamber şartlı alış verişi yasakladı.”
anlamındaki genel nitelikli hadis ile sabittir. Bu
örnek, istihsândan kastedilen kıyastan maksat,
nassın kendisi olabileceği gibi, Hanefi fıkhında
benimsenen alım-satım sözleşmeler sırasında ileri
sürülen şartların geçersiz sayılacağı genel kuralı da
olabilir. Genel kural ve nassa aykırı olsa bile, ileri
sürülen şart hakkında örf meydana gelmişse, o şart
istihsânen geçerlidir.
f.
Maslahat Sebebiyle İstihsân
Maslahat düşüncesi, o mesele hakkında,
genel nassa veya genel kurala göre uygulanacak
hükümden istisna yapmayı ve aksi yönde bir hüküm
vermeyi gerektirirse, bu çeşit istihsândan söz edilir.
Hanefi mezhebindeki bir kurala göre muzaraa
(ziraat ortaklığı), kira sözleşmesinde olduğu gibi,
âkidlerin veya birinin ölümü ile son bulur. Fakat
maslahat düşüncesi ile bazı durumları, bu kuralda
34
istisna etmişlerdir. Mesela; toprak sahibi ölmüş ve
mahsul henüz yetişmemiş ise, bu durumda kıyasa
aykırı olmakla birlikte, istihsânen sözleşmenin
devam edeceğine hükmetmişlerdir. Gerekçesi ise,
emek sahibinin menfaatini korumak ve zarara
uğramasını önlemektir.
6. İCMA: Her hangi bir asırdaki müçtehitlerin bir
hüküm üzerine fikir birliğine varmalarıdır. Birkaç
hususta icmâ olup, burada sadece Allahın kitabı
veya peygamberin sünnetindeki bir nassa
dayandırılan icmâa örnek vermek istiyoruz:
Allahın kitabındaki bir nassa dayandırılan
icmâa örnek olarak; müctehidlerin nine ile
evlenmenin haram olduğuna dair ittifakını
zikredebiliriz. Onlar bu icmâı, “Analarınız,
kızlarınız, kız kardeşleriniz (ile evlenmek) size
haram kılındı.” ayetine (4/23) dayandırmışlardır.
Çünkü bu nastaki ‘ana’dan maksat mutlak anlamda
‘kök’tür. Bu ise, kişinin dolaylı veya dolaysız olarak
kendisine bağlandığı kimsedir.
Burhan
Peygamberin sünnetine dayandırılan icmâa
örnek olarak ise; müçtehitlerin bir gıda maddesini,
teslim almadan önce, alıcı tarafından satılmasının
yasak oluşu hükmündeki ittifakını gösterebiliriz.
Zira onların bu icmâdaki delili, Hz. Peygamberin,
“Kim bir gıda maddesi satın alırsa, onu teslim
almadan önce satmasın.” anlamındaki hadisidir.
rükûdan kaldırdığında, ellerini de kaldırırdı.”
anlamındaki hadis ile amel etmemişler ve şöyle
demişlerdir: Bu durumda Peygamber’in ellerini
kaldırılması, herkes tarafından görülebilecek olan
bir olaydır. Halbuki bu hususta tek bir rivayet
gelmiştir. Onun için bu hükmün, herkesçe rivayet
edilen açık bir delilinin olması gerekir, oysa öyle
değildir.
7. ÖRF: Kur’ân, sünnet ve sahabenin tatbikatı
gibi hakkında bir nas bulunmayan mesele üzerinde
Müslümanların teâmülü demektir.
Bütün bunlar, Ebu Hanife’nin metodunu
oluşturmakta; o, içtihatlarında bu kaynaklara sırası
ile başvurmaktadır. Bunların yanında, yukarıda
ifade ettiğimiz gibi, İmam-ı Azam, kendini tabiinle
bir görür ve onlar gibi içtihat yapabileceğini söyler.
İçtihatlarında rey’i ve kıyas’ı kullanmasındaki
becerisinin yanında, toplumun geneline, sosyal ve
içtimaî şartlara uygun olarak daha esnek düşünür.
Toplum menfaatine hizmet etme noktasında
istihsânı geliştiren İmam-ı Azam, onunla kıyas ve
rey’e de esneklik getirmiştir. Ayrıca icmâı da gerekli
gören Ebu Hanife, onunla, toplum tarafından genel
kabul gören görüşleri ve üzerine birlik olunan ortak
değerleri esas alır. Bunların yanında gerekli
durumda toplumsal örfe de gider. Buna, ilginç
görünen şu örneği verebiliriz: Hangi dille yapılırsa
yapılsın zina iftirası haddi gerektirir. Bir adam
Örf, amelî ve kavlî olmak üzere ikiye ayrılır.
Kavli; halkın, “çocuk” (veled=evlâd) lafzını, sadece
erkeği anlatmak için kullanmayı adet haline
getirmesidir. Oysa dil açısından çocuk lafzı, hem
erkek hem de kızı ifade eder. Kur’ân; “Allah
çocuklarınız hakkında şöyle davranmanızı
istiyor: Erkeğin payı iki kadın payı kadardır”
ayetinde (4/11), bu kullanım açıkça görülür. Burada
örfe gidilerek, çocuk=veled kelimesi, erkek olarak
anlaşılmaktadır.
Yine Hanefiler, Abdullah b. Ömer’den rivayet
edilen, “Peygamber namazdayken, başını
Burhan
35
diğerine, “ya zânî” derse, bu söz haddi gerektirir.
Fakat adama “ya zânîye” yani “ey zina eden kadın”
dese, kıyasa göre, had gerekir. İmam
Muhammed’in görüşü budur. Oysa Ebu Yusuf ve
Ebu Hanife’ye göre, had verilmez. Onlara göre bu
sözden maksat, “sen zinayı insanların
çoğundan daha çok daha iyi bilirsin” demektir.
Onun için bu, haddi gerektiren bir söz değildir. Ebu
Hanife bu hususta toplum yapısını, örfünü ve dilini
dikkate alarak istihsân yapmıştır.
Bunların yanında Ebu Hanife’nin hadise
içtihadında, kıyası, ayet ve hadise tercih ettiğine
dair yapılan iddiaların da doğru olmadığını
göstermektedir.
İmam-ı Azam, “insanların en bilgininin,
olayların ihtilaf sebeplerini en iyi bilenlerin”
olduğunu söyler. Bunu da hadisteki, “hakim
hükmünü vereceği sırada içtihat eder; doğru
olanı bulursa iki sevap, hata ederse bir sevap
vardır.” sözüne dayandırır. Yine hadiste,
“ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” buyrulur.
Ebu Hanife de, buna dayanarak insanlar arası
ihtilaf ve anlaşmazlıklara anlayışla bakmıştır.
dayanarak kıyası terk ettiği de olurdu. Örneğin;
Namazda kahkaha ile gülmek, kıyasa göre abdesti
bozmamaktadır. Çünkü abdesti bozan şeyler
arasında gülmek yoktur, gülmek ile abdest
bozulmuş olsa idi namaz ve namazın dışında da
bozulmuş olması gerekirdi. Hâlbuki namaz dışında
İmam-ı afi’nin Ebu Hanife hakkındaki,
“bütün insanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin çocukları
sayılır.” sözünü hatırlattıktan sonra, son olarak
Ebu Hanife’nin İslam dünyasındaki öneminden
bahsetmek istiyoruz.
gülmek, abdesti bozmaz. Bu kıyas hükmüdür.
Fakat Ebu Hanife, “sizden kim kahkaha ile gülerse,
abdest
ve
namazını
iade
etsin.”
hadisine
a. İslam düşüncesinde kelam ve fıkıh gibi temel
dini ilimlerin ilk kurucusudur.
dayanarak bu kıyası terk etmiş ve hadisi kıstas
almıştır.
Bunun yanında Ebu Hanife’nin Kur’ân’a
dayanarak kıyası terk ettiği de olmuştur. Bu gibi
örnekler, ona bu yönde yöneltilen eleştirilere de
cevap olacaktır. Mesela; buluğ çağına ulaşmamış
bir erkek, henüz buluğ çağına ulaşmış bir kadınla
evli ise, kadının hamile kalması durumunda
kadının bu erkekten hamile kalması mümkün
değildir. Çocuk zinadan dolayıdır. Kocanın ölümü
esnasında kadın hamile ise kıyasa göre iddet
beklemelidir. Ancak bu hamileliğin, zinadan dolayı
olduğu bilinirse bu durumda iddetin ona bağlı
olarak geçirilmesi takdir edilmez. İddetle doğumun
gerçekleşmesinin beklenmesi soyun hürmeti ve
korunması içindir. Zânînin soyunun (nesebinin)
hürmeti yoktur. Dolayısıyla nikâhın hakkı olarak, bu
kadının iddet beklemesi yeterlidir. Ebu Hanife’nin
istihsân anlayışına göre ise, doğuma bağlı olarak
iddet beklemesi gerekirdi. Ancak Kur’ân’da,
“hamile olanların iddet müddetinin, taşıdıklarını
doğurmaları” denmesini delil alarak, çocuğun
doğumuna kadarki bekleme süresini esas alır. Bu
gibi örnekler bize, aynı zamanda Ebu Hanife’nin
36
b. İslam’ı anlamada nassın yanında akla ve
zihniyete önem vererek aklı da dinin
kaynaklarından saymasıdır.
c. Yetiştiği ortam şehirsel kültür ortamı olduğu
için, kelam ve fıkha olduğu kadar, genel olarak
düşüncesine, bu ortamın özelliklerini yansıtarak
meselelerin çözümünde de ortama uygunluğu
esas almıştır.
d. Gerek kelamî gerekse fıkhî düşüncesi, özellikle
Ebu Yusuf ve Ebu Muhammed ile mezhep halinde
sistemleşmiş ve görüşleri, Türkistan’dan Balkanlar
ve Hint kıtası gibi geniş coğrafyaya yayılmıştır.
Ebu Hanife’nin metodu ile daha sonraları
sistemleşen Ehl-i Sünnet inancı olgunlaşmıştır.
Görüşleri, insanlara getirdiği kolaylık, akla uygunluk
ve naslara yaklaşımı ile büyük kabul görerek geniş
bir coğrafyaya yayılmıştır. Günümüzde de
Müslümanların büyük çoğunluğu Hanefi mezhebine
mensuptur. Bunlarla beraber söyleyebiliriz ki, Ebu
Hanife’nin bize bıraktığı en büyük miras, onun ilmî
metodudur. Bunu çok iyi anlayıp, buna göre İslam’ı
anlamada onun bu yönünü kullanmalıyız.
Burhan
Hasen ve Sahih
HADİSLERDEN SEÇMELER 16
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Mucizeler
(devamı)
85- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır. “Kıyamet, mal ve servetin her taraf yayılması hatta kişinin zekâtını verecek kimseyi bulamaması ve Arap topraklarının suya kavuşmasına kadar
kopmayacaktır.” Hadisi, Müslim kitabına almıştır.
86- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. “Kıyamet günü iri ve şişman bir adam gelir. O adamın Allah’ın katında sineğin kanadı kadar bir ağırlığı olmaz. İsterseniz bu hususta delil olarak şu
ayeti okuyunuz. Kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutmayacağız. (Kehf, 105) ”
Hadis, muttefekun aleyhdir.
87- Ebu Hureyre rivayet etmiştir. Hz. Peygamber buyurdular. “Beni rüyasında gören sanki uyanıkken görmüş gibidir.” Hadisi, İbn Hibban ve İbn Hazm
kitaplarında almıştır.
88- Sehl b. Sa‘d ve Ebu Said rivayet etmişlerdir Rasulullah buyurdular ki
“Ben Havz-ı kevserin başına en önce geleninizim. Kim ona uğrar da içerse,
ebedi olarak bir daha susamaz. Benim yanıma birtakım kişiler gelirler ki ben
onları tanırım; onlarda beni tanırlar. Sonra benim yanımdan uzaklaşırlar. Ben
derim ki, --onlar bendendir. Bana denilir ki --sen onların senden sonra ne yaptıklarını bilmemektesin. Bunun üzerine ben derim ki; --benden sonra dini kafalarına göre değiştirenlere yazıklar olsun.” Hadis, muttefekun aleyhtir.
89- İbn Ömer, Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Teala
Kıyamet günü gökleri dürer, sonra onu sağ eliyle alır. Sonra şöyle der: -Melik, benim. (Bütün varlık âleminin tasarrufu hiç şüphesiz benim elimdedir.) Cebbarlar ve mütekebbirler nerede?!! Daha sonra da sol eliyle
yeryüzünü dürer ve yine --Melik benim, der. --Cebbarlar ve mütekebbirler nerede?!! diye sorar.” Hadisi, Müslim rivayet etmiştir.
Burhan
37
Otuzüç
[email protected]
Osman KARABULUTOĞLU
Kime Uymalıyız
VEYA
İMAM MALİKTEN
KESİTLER
ep sorar dururuz; kime uyacağız. Hele günümüzde televizyona çıkıp bir sürü ahkâm
kesen ünlüler diyarında dinimizin gereklerini kimden öğreneceğiz; televizyonlarda ki bu anlı
şanlı proflar bizi ne kadar bağlar, en iyisi şimdi biz
lafı uzatmadan İmam Malik’in geçmişte kendisine
sorulan soruları nasıl cevaplandırmış bir bakalım da
sonra karar verelim, günümüzde şu veya bu şekilde
kendisine ilmî hüviyet verilen adamların durumu
nedir? Bunların söylediklerine ittiba edilir mi bir görelim:
H
Malik bin Enes diyor ki: ‘Bana bir mesele soruldu mu, o soru beni yemeden, içmeden ve uykudan alı koyardı.’
Ona denilirdi ki: Ey Ebu Abdullah. Vallahi
senin sözün taşlar arasında yakut ne ise insanlar
arasında senin kelamında odur; bir şey söylemezsin ki insanlar ona ulaşmasın. İmam Malik’te buna
cevaben buyururdu ki: Belirttiğiniz gibi onu araştırıp ulaşan da böyledir.
Yine İmam Malik diyor ki: On-beş yıl düşündüğüm mesele vardır; hala bir neticeye bağlayamamışımdır.
38
Yine o diyor ki: Bir mesele getirilir bana, gecelerce düşünürüm. (Acaba şimdi de var mı?)
Ona bir mesele sorana git, bakıyım sonra
cevap veririm derdi. Adam gelir cevap almadan dönerdi de; bu davranış sitem konusu olunca ağlar ve
derdi ki: Korkarım ki bu meselelerle alakalı ağır bir
gün gelir de o gün halim nice olur.
O oturduğun da başını önüne eğer, dudakları
hareket eder, sağa ve sola hareket etmeden Allah’ı
(c.c) zikrederdi. Bir mesele sorulduğun da rengi
kaçar – önce kızarır- sonra sararır başını önüne
eğer dudakları hareket eder (Allah’ı zikreder) sonra
şöyle derdi: Allah’ın dilediği olur; zira O’ndan gayri
kudret ve kuvvet sahibi yoktur!
Zaman olur ona 50 civarında mesele sorulur
hiç birine cevap vermez ve şöyle derdi: Kim kendisine sorulan bir meseleye cevap vermeyi seviyorsa,
o meseleye cevap vermeden önce kendini cennete
ve cehenneme arz etsin, ahiretde durumu nicedir
ona baksın ve sonra cevap versin!
Burhan
O dönemden bazıları diyor ki: İmam Malik’e
bir şey sorulduğun da vallahi adeta cennetle cehennem arasında dururdu.
Keza o derdi ki: Bana sorulan sualler arasında
en ağır olanı helal ve haramla alakalı meselelerdir;
çünkü Allah’ın hükmünde bunlar kat’îdir; ben bizim
beldemizde ehli ilimden şunu müşahede ettim ki onlara bir mesele sorulduğun da ona cevap vermektense ölümü yeylerlerdi. (Yani o kadar sorumluk
hissederlerdi.) Zamanımızın ehli ise fetva ve konuşma heveslisi, hâlbuki eğer yarın varacakları yeri
düşünselerdi cevaplarını elbette ki azaltırlardı.
Ömer, Ali ve diğer önde gelen ashaba (r.a) ki onlar
İslam toplumunun en hayırlılarıdır, herhangi bir mesele sorulduğunda ashabı toplar onlarla istişare
eder sonra cevap verirlerdi; zamanımızda ise fetva
vermek bir iftihar vesilesi oldu. Verdikleri fetva nisbetinde ilim kapıları onlara açılıyor. Hâlbuki ne günümüz insanı için ve ne de İslam’a inkiyad etmiş
seleflerimizin şu helal bu haram deme yetkileri yoktur. Ancak şöyle diyebilirler ben bunu kerih görüyorum veya reyim şöyledir; amma helal ve haram
diyişleri ise Allah’a iftiradır. Siz Allah’ın (c.c): ‘Deki:
Allah’ın size rızk olarak indirdiğini görmüyor
musunuz?’ (Yunus: 59) ayetini işitmediniz mi? Niye
böyle, çünkü: Helal ve haram kılmak ve onu tesbit
Allah ve Resul’üne aittir.
Musa Bin Davut diyor ki: Ulemadan Malik’ten
daha güzel ve hassasını görmedim. Ona bir şey sorulduğunda git bakıyım derdi. Ravi diyor ki: fıkhî
meseleler onun malumu idi. Lakin takvası ve o meseleyi iyice tebit için böyle yapardı. Allah onu sadece ve sadece takva ile yüceltti.
Bir adam İmam Malik’e geldi kendisinin Mağripten altı ayda geldiğini ve ona bir mesele sormak
için gönderildiğini İmama arz etti.
O da ona, seni gönderene söyle: Sorulan bu
sual hakkında bilgim yok. Dedi.
Adam pekiyi bu meseleyi kim bilir?
Allah kime öğretmiş ise o bilir.
Yine Mağripliler bir sual tevdii için ona bir
adam gönderdi; suali getiren elçiye dedi ki: Biz buralarda böyle bir mesele ile karşılaşmadık, hocalaBurhan
rımızdan böyle bir şey söyleyeni de duymadık.
Bekle yarın gel. Dedi.
Adam ertesi gün gitti İmamın yolculuk hazırlığında olduğunu görünce, bizim mesele ne oldu diye
sordu?
İmam, sizin meselenin ne olduğunu ve nasıl
cevap verileceğini kavrayamadım. Diye cevap
verdi. .
Bunun üzerine adam: Yeryüzünde en bilge
denilen adamı ben artık arakama attım ve onu terk
ettim.
Bu sözlere karşı kaba davranmadan şöyle
cevap verdi: Memleketine gittiğin de onlara benim
ihsan kâr biri olmadığımı söylersin.
Bir başkası ona bir sual sordu. Cevap vermedi.
Adam dedi ki: Ey Eba Abdillah bana cevap
ver.
Dedi ki: Yazıklar olsun sana! Sen beni Allah’la
kendi aranda bir hüccet kılmak istiyorsun; hâlbuki
ben önce kendi mesuliyetimin ağırlığını ve ondan
kurtuluşu sonra da senin halasına ihtiyaç duyuyorum.
Bir gün İmama 48 sual arz ettiler de onlardan
32 si için bilmiyorum. Dedi.
Bir adam İmama bir mesele surdu da onu bilemiyorum diye cevaplayınca adam, bu kolay ve
hafif bir mesele fakat ben onu sizin gibi bir otoriteden öğrenmek istedim. Deyince. İmam ona: Vallahi
ilmin hafifi yoktur, sen Allah’ın: ‘Yakında biz senin
üzerine ağır bir söz atarız’ (Müzzemmil Ayet:5) buyruğunu
duymadın mı? İlmin hepsi ağırdır; hele kıyametle
alakalı olan sualler ise daha ağırdır.
İmam Malik’ten rivayet edilen La Edrî (ben bilmiyorum) şeklindeki sözleri sahifeler tutar diye bize
aktarılır. .
Onun için bazısı diyor ki: Biz ondan en fazla
lahavle ve la kuvvete illa billâh sözünü duyduk.
39
HADİS HUSUSUNDA
SÖYLEDİKLERİ:
İbni Vehb diyor ki: İmam Malik dedi
ki: İbni ihab’dan çok hadis duydum,
asla onlardan hiçbirini rivayet etmedim.
Niçin diye sordum, onda amel yok diye
cevap verdi.
İbni Uyeyne’nin yanında ona dediler ki: Birçok hadis var ki; onlar senin yanında yok. Buna cevaben İmam buyurdu
ki: Her duyduğunu nasa söylersem, o
takdirde ben ahmağım demektir. Diğer
bir rivayette ise o zaman ben insanları
idlal (saptırma) ediyorum demektir.
İmam vefat edince terekesinden
cidden çok hadis çıktı ki, onları hayatında asla rivayet etmedi.
Ona birisi falan garip hadisleri rivayet ediyor deyince cevaben dedi ki: Gariplerden kaçar firar ederim.
Bir Hadisten kuşku duydu mu, onu
tamamen terk ederdi. Ve derdi ki, ben
beşerim söylediğimde yanılırım da isabet de ederim. Re’y-lerime bakınız kitap
ve sünnete uygun ise alınız; uygun olmayanı terk ediniz.
Ona denildi ki: Sen meclisinde Kureyş’in erdemini zikretmiyorsun. Cevaben buyurdu ki: Bereket umduklarımızı
konuşuyoruz.1
Evet, İmam Malik’ten bir takım aktarımlar yaptık; işte böyleleri fetva vermeye de arkalarından gitmeye de layık
olanlardır; varın siz günümüzde televizyonlarda arzı ubudiyet edenleri düşünün
de ona göre onlara tabi olun veya terk
edin.
........................................................
1 El-Muvafakat C. 4 S. 632-636 Arapça metin.
40
Burhan
Otuzüç
Fıkıh
Mehmet TALU
Kasko yaptırmak caiz mi ?
Üvey kayın validenin eli öpülebilirmi ?
Soru: Kasko yaptırmak caiz mi? Bazıları İslami kargo yaptırılabilir diyorlar peki bunun şartları nelerdir? Nasıl olursa dinen caiz olur? Veya
böyle bir şey var mıdır?
Abdulsamet BOYLU
Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim.
Kasko ücretli sigorta kısmından olup bu tip sigortada, sigortacı kaza, yangın, ölüm gibi durumlarda zararı telafi etmeyi üstlenmekte, bunlar
meydana gelmese herhangi bir ödeme yapmamakta sigortalı tarafta periyodik olarak pirim adı altında belli bir miktarda ödemeyi üstlenmektedir.
Ücretli sigorta sistemi, bunu oluşturan ve üzerine alan firma müstakil olup kar amacı gütmektedir. Bu nevi sigorta (ücretli sigorta), İslam
hukukunun sözleşmeleri mümkün olduğu müddetçe
belirsizlikten arındırmayı hedeflediğinden dolayı
İslam Alimlerinin önemli bir kısmı bu tür sigortayı
İslam hukukunun ilke ve amaçlarıyla uyuşmadığından caiz görmemekte dir.
Buna delil olarak 5 gerekçe sunmuşlardır.
1-Faiz: Bu tip sigorta faizin her iki nevisi olan
(ribe'l-fadl ve ribe'l-nesîe) içerir. Zira pirimi veren sigortalı verdiğinden fazla ve ya eksik alırsa ribe'lfadl, verdiği miktarca alırsa hemen almadığından
ribe'l-nesîe olur.
2- Garar: Bu tip sigorta, varlığının tahakkuku
sabit olmayan ihtimalli bir iş üzerine olmasıdır ki
buda "Ğarar" dır. Zira sigorta şirketi bu ğarara binaen karşılığı olmayan çok meblağlar borçlanabilir.
Burhan
3- Gabn: Bu tip sigorta "gabn" dediğimiz aldanmayı ihtiva eder, zira akit mahalli açık değildir.
Halbuki Dinen, akdin sıhhatinin şartlarından biride
akit mahallinin malum olmasıdır.
4- Kumar: Zira bu tip akitte sigortalı olan
kimse, büyük meblağlar beklentisi içinde pirim adı
altında az bir meblağ veriyor. Bu da kumardır. Bu
tip sigorta piyangodan farklı değildir.
5- Cehalet: Bu da gerek sigorta yapan kurumun veya sigortalı olan şahsın ne kadar ödeme yapacakları meçhuldür.
Soru: Normalde bir erkek bir hanımla evlendiği zaman hanımının annesi kendi annesi
gibi olur. Yani artık onunla evlenmesi caiz değildir. Kişinin kendi annesiyle arasındaki durum
nasılsa hanımının annesiyle de artık durum aynı
olur. Peki hanımının üvey annesi de aynı öz annesi gibi midir? Veya durum nedir nasıl muamele edilmesi gerekir? Bu durumu izah
ederseniz çok memnun olurum
Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim.
Bir erkek bir hanımla evlendiği zaman, kayınvalidesi yani hanımının annesi kendi annesi gibi
olur. Yani artık onunla evlenmesi ebediyyen haramdır.
Hanımının üvey annesi ise böyle değildir. Hiçbir mahremiyet söz konusu değildir. Evlenme yasağı yoktur. Hanımı varken de, dulluk halinde
icabında ikinci hanım olarak alabileceği gibi, hanımının vefatından sonra da evlenebilir.
41
Otuzüç
[email protected]
Umut BULUT
Sufilik
Adam İnşa
Etmektir
42
Burhan
ufilik dediğimizde zihnimizde canlanan ilk
tanım ''adam inşa etmek'' tir.Tabiri caizse
Adem'in hamurunu yeni baştan yoğurmak
,eldeki heykeli yeni baştan tesviye ve tezyin etmektir.
S
Tasavvuf büyüklerinin ''istikamet' kavramını
öncemeleri az da olsa sürekli olan ibadetleri makbul
saymaları anlatmak istediğimiz tevhid bilincini sürekli canlı tutmanın önemine işaret etmektedir. Bir
tekstil imalatçısı düşünün önce bir model bulur
sonra bu modeli taklid ederek binlerce belki onbin-
Her tarafı aynalarla kaplanmış bir oda hayal
edin içine giridğinizde her aynada kendiniz gibi bir
sürü kopyanızı göreceksiniz . Sizde bir yara bir zaaf
varsa bütün kopyalarınızda bu yara ve zaaf yansıyacaktır.
lerce çoğaltır .Burada asıl önemli olan doğru zamanda doğro modeli bulmaktır.
Aynı şekilde insanın maddi ve manevi eğitimi
için ''model insanlar '' üretmek durumundayız .Etra-
Sizde bir güzellik bir zerafet bir ihtişam bir
heybet varsa bütün kopyalarınızda bunların yansımalarını görecek siniz.
fını değiştirip dönüştürecek güçlü karakter yapısına
sahip lider kadroları yetiştirmek te büyük dava ve
mana adamlarının işi...Millet olarak bu manevi dinamiklere sahip olduğumuzdan hiç kuşkumuz yok-
Bir ressam bir resim yapar ressamın kendini
görmesenizde resimlerini gördükçe ressam hakkında kafanızda az çok bir fikir canlanacaktır .Bazı
absürd resimler vardır ,insanın ya kafası gövdesinden büyük yada gözü kafasından büyük resmedilmiştir.Bir çeşit anlamsızlık hakimdir bu resimlerde.
Bizler dışardan bakan birileri olarak adamın hastalıklı bir ruh yapısına sahip olduğunu düşünürüz.
Usta bir sanat eleştirmeniyse bizim gibi bakmaz
.Hangi resmin ne maksatla hangi akım etkisinde yazıldığının farkına varabilir. Bu da onun hüneridir.
tur.
Sufiler
bir
bakıma
bu
işin
gönüllü
hizmetkarlarıdır .İnsan mühendisliği de diyebileceği
miz bu meslek sahipleri Adem 'in hamurunu yeniden yoğurmak gibi büyük bir sorumluluğun altına
gönüllü olarak girmiştir . Bu hamurda bu mayada
bu tohumda nelerin olması gerektiğini ve nelerin olmaması gerektiğini bilecek olan yine onlardır.
İdeal insanda olması gereken vasıfler nelerdir? Bu sorunu cevabını doğru adresten vermek zorundayız. Kaynağı itibarıyla doğruluğundan süphe
Aynı şekilde bizler de sufinin etkilediği kitlelere bakarak nasıl bir duygu düşünce dünyasına
sahip olduğu hakkında bir fikir sahibi olabiliriz.Bizim
edinebildiğimiz fikir daha çok yüzeyseldir .Hüner sahibi sufilerin edindiği fikirse daha isabetli ve güvenilirdir.Bu hüner sahibi büyük insanlara biz ''hal ehli''
diyoruz.Hal ehli kitlelerde uyanışa sebep olan kitleyi, nazarıyla fiiliyle sözüyle harekete geçiren insandır. Bu noktada tasavvuf bir bakıma insan
bilincini uyandırmak bunun daha ötesinde ,uyanan
insan bilincini sürekli uyanık tutma gayretinin bir
diğer adıdır.Bu da statik değil dinamik bir olgudur.Her an bir oluş halidir bu.Herdem yeniden
doğma herdem yeniden tazelenme halidir.İnsanın
zihninde ve kalbinde boşluk bırakmadan tatmin
edici bir cevap ve yaşama biçimi üretme halidir.
Burhan
edilemeyecek yegane doğru adres Kur'an-ı Kerim
'dir.Yüce Allah kitabında ''Kalpler ancak Allah'ı
zikretmekle mutmain olur'' (Rad 2 diye buyuruyor.)
İnsanın ihya ve inşası yine ancak Allah'la arasındaki ilişkisini doğru bir temele oturtmakla mümkün olacaktır.
Kur'an-ı Kerim'de Allah zikri,insanı dünyaya
ait kayıt ve kaygılardan azad etmesi bakımından
mutluluk ve iç huzuru için yani mutmain olmak için
tek adres olarak olarak gösterilmiştir.
43
Otuzüç
[email protected]
Aydın BAŞAR
Tasavvuf
İMAN HİZMETİNİN MERKEZİDİR
içbir dönemde inanan insanlar, imanlarını
son nefeslerine varıncaya kadar muhafaza
edebileceklerinden emin olmamışlardır.
Hatta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve
selem zamanında sahabenin büyüklerinden Hz
Ömer radıyallahu anh bile bundan emin
olamadığından, münafıklar listesinde isminin yazılı
olup olmadığını merak etmiş ve soruşturmuştur.
Çünkü o, her dönemde imanın bir risk altında
olduğunu, şeytanın her zaman ve her koşulda
görevini yerine getirerek insanları tüm gücüyle
imanından uzaklaştırmaya çalıştığını çok iyi
bilmekteydi. O zaman da şimdiki gibi mal, mülk,
evlat, altın, gümüş, para pul, şehvet ve şöhret gibi
faktörler tüm gösteriş ve süsüyle insanları Yüce
Allah’tan uzaklaştırmaktaydı. Belki bu faktörler o
zamanlar günümüzdeki kadar yaygın olmasa da o
dönemin de kendisine göre bir şeytanı vardı. Ve bu
şeytan insanları yoldan çıkarma konusunda
zamana ve zemine göre en uygun hileleri bulmakta
ve insanları bir şekilde aldatmayı başarmaktaydı.
eytanın her dönemde farklı yöntemlerle vazifesini
ifa etmesi, her zaman imanın bir risk altında
olduğunu göstermektedir. Evliyasından avama
kadar hiçbir kimsenin imanı garanti altında
olmadığından iman hakikatlerinin yayılması her
asırda ayrı bir öneme haizdir. Bu nedenle insanlığın
H
44
her asrı bir “iman kurtarma dönemi” olarak
değerlendirilebilir. Çünkü cennet ucuz değildir ve
onu satın alabilecek yegane değer de imandır.
Hz Adem aleyhisselam’.dan Hz Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’e kadar tüm
peygamberler insanlığın iki cihanda kurtuluşu için
hep iman hakikatlerini anlatmış ve açıklamışlardır.
Son peygamberden sonra ise, iman hakikatlerini
insanlara anlatma görevini hadis-i şerife göre
peygamber varisi olarak nitelendirilen değerli
alimler ve veliler üstlenmişlerdir. Elbette peygamber
varisi olma şerefini kazanmış olan bu zatlar;
kendilerini Allah yolunda iman hizmetine adamış,
yaşantılarında hal ve kal (davranış ve söz)
bütünlüğünü sergileyen Allah’ın sevgili kullarıdır.
İman hizmetleri konusunda tarih boyunca
birçok farklı kesimin gayretleri söz konusudur. Ve
her bir kesim bu konuda ayrı bir boşluğu
doldurmuştur. Osmanlı padişahları gibi imanlı
devlet adamlarının hizmetlerini veya Mezhep
imamları gibi fıkıh alimlerinin hizmetlerini buna
örnek olarak verebiliriz. Bu konuda zikredilebilecek
en önemli kesimlerden birisi de kuşkusuz tarikat
çevreleridir.
Burhan
Allah dostları kendilerine verilen bir
nefesi bile israf etmeyen ve tüm
vakitlerini Yüce Allah’a ve onun iman
davasına hizmete adamış büyük
şahsiyetlerdir.
Orta
Asya’nın
Müslümanlaşmasında büyük rolü olan
Ahmet Yesevi, Hindistan’da İslam’ın
yayılmasında çok emeği olan İmam-ı
Rabbani, Kuzey Afrika’da Ahmet
Senusi, Anadolu’da Hacı Bektaş Veli,
Hacı Bayram Veli ve Mevlana bu
büyük mutasavvıflardan bazılarıdır.
Geçmişte
olduğu
gibi
günümüzde de tasavvuf yolunu takip
eden
zatların
iman
hizmeti
konusundaki gayretleri küçümsene
meyecek derecede önemli bir yere
sahiptir. Bu zatların iman hizmetleri
sadece yaşantıları ile sınırlı kalmayıp,
manevi evlatları sayesinde vefat
ettikten sonra bile devam etmektedir.
Bu durumu Sezai Karakoç şöyle ifade
etmektedir: “Veliler hayatlarında da,
öldükten sonra da, müminlere tesir
etmek, onların gidişlerinde bir
iyileşmeye, yükselmeye hizmet
etmek
anlamında
tasarruf
sahibidirler. Bu görevi de kendilerinden sonra,
ya yetiştirdikleri, yetiştirdiklerinin yetiştirdikleri
ve sonra onların yetiştirdikleri, bir zincir gibi
uzayıp giden zatlar, ya da bizzat eserleri, daha
doğrusu hem yetiştirdikleri insanlar, hem
eserleri yerine getirir.”1
Tarih boyunca tebliğ ve irşad adına yapılan
bütün bu hizmetler göstermektedir ki tasavvuf
birilerinin algılamak istediği gibi, güzel sözlerle bir
gönül eğlendirme veya yoga ya da meditasyon gibi
bir avutma mesleği değil, bizzat iman hizmetinin
merkezidir. Mevlana’dan, Yunus Emre’den, İbni
Arabi’den veya başka bir veliden etkilenerek
Müslüman olan veya hayatına dini anlamda çeki
düzen veren insanların çokluğu, bu tezimizi
doğrulamaktadır. Niceliksel anlamdaki bu artış
tasavvufun iman hizmetinin merkezi olduğuna bir
işaret olduğu gibi, insanların imanı yaşamaktaki
olumlu niteliksel değişimi de aynı gerçeğin başka
bir kanıtıdır.
Velilerin iman hakikatlerini açıklamadaki
üstünlüklerinin bir göstergesi de şudur: Onlar
sadece sözlerle değil bizzat yaşantıları ile bunu
ispatlarlar. Yani tasavvuf ehlinin sözleri, kendileri
tarafından bizzat yaşanılan hakikatler olduğu için,
Burhan
onların muhataplarına tesir güçleri daha fazladır.
Bir velinin ağzından dinlenilen iman hakikatleri,
elbette ki diğer hatiplerin söyledikleri sözlerle aynı
değerde değildir. İmam-ı Ahmed Bin Hambel
velilerin tesirli sözlerini dinlemek konusunda oğluna
şöyle nasihat etmektedir: “Sofilerle sohbeti
tavsiye ederim, onlar ilimleri ile murakabeden
edindikleri feyz ile Allah korkusunu hakkıyla
tanımalarıyla ve halkın mesavi ve abeslerinden
uzak kalmakla ve ali himmet olmalarıyla bizi
geçmişlerdir.”2
Tasavvuf tarihinden okuduğumuz tüm gerçek
velilerin sözleri fantastik sözler değil saf iman
hakikatlerinin birer yansımasıdır. Çünkü onlar “Ya
hayır söyle ya sus” tavsiyesi gereğince
konuştukları zaman daima hayır söylemişler ve bu
duygular ile iman hakikatlerini tüm berraklığı ve
sadeliğiyle insanlara açıklamışlardır. Bu konuda
Ferududdin Attar şöyle söyler: “Sufilerin sözleri
Kur'an ve sünnetin şerhinden ibarettir.”3 Zira
ünlü mutasavvıf Nasrabazî’nin de dediği gibi;
“Tasavvuf heva heves ve bidatı terkederek
kitap ve sünnete dört elle sarılmaktır.”4
Ne Abdulkadiri Geylani hazretleri ne
Bahauddin Nakşibendi hazretleri, ne Mevlana
45
Celaleddin-i Rumi hazretleri ne de diğer velilerin
sözleri cezbe halindeyken söylenmiş veya sadece
tarikat zevki olan sofilerin feyz almaları için
söylenmiş, insanı adeta uçurup kaçıran, kulağa hoş
gelen tatlı sözlerden ibaret değildir. Bizzat hayatın
içinde olan hayata dair sözlerdir. İnsanların
imanlarına fayda sağlamayacak, onları alıp bir adım
ileriye götürmeyecek sözler, onların ilgi alanlarının
dışındadır.
Onlar söz söylerken, insanların inançlarını
kuvvetlendirmek, şüphelerini yok etmek ve böylece
kalplerindeki Allah sevgisini arttırmak amacıyla
konuşurlar. Ve çoğu zaman da insanların kişisel
sorunlarına bir çözüm olmak veya çeşitli toplumsal
dertlere de bir deva bulmak niyetiyle söz söylerler.
Bütün bu hayırlı konuşmaları ve şuana kadar ortaya
konulmuş milyonlarca tasavvufi eseri, iman hizmetinin dışında zannetmek, ya izansızlık ya da insafsızlıktır. Evet, bu sözlerdeki asıl gaye insanların
imanlarına bir katkı sağlamak ve onları hayra ve harekete yönlendirmektir. Yoksa söylenen sözlerle
mest olmuş fakat hizmeti unutmuş bir zümre meydana getirmek için değildir. Fakat ab-ı hayat gibi nefesi olanların sözleriyle kalplere hayat vermesi de
söz konusu olduğundan, bu sözleri içselleştiren
kalplerin bir takım lezzetler yaşaması da son derece normaldir. Bu manevi lezzetleri de asla “biz bu
lezzetlere müşteri değiliz” diyerek küçümsemek
doğru değildir. Unutulmamalıdır ki bir işteki lezzet o
işi yapmaya olan aşkı ve şevki artırır.
46
Yüce Allah bir
kuluna bir şeyleri
ikram ediyorsa mutlaka bunda bir hayır
vardır.
Misalen
Yüce Allah neslin
devamı için karşı
cinsler arasında bir
muhabbet yaratmıştır ki bu muhabbet
sayesinde nesiller
devam etmektedir.
Başka bir misal verecek olursak, namazdaki
manevi
lezzet sayesinde
namaz, zoraki yapılan bir yükümlülük
olmaktan çıkar ve
adeta vuslat heyecanı ile eda edilen bir ibadete dönüşür. İşte bu misallerde de görüldüğü gibi tasavvuf
yoluyla Rabbimiz’den gelen manevi lezzetler de
bizim imani konulara sarılmaktaki hassasiyetimizi
artırarak, bizleri hak yolda hizmet etmeye motive
eder. Yani manevi zevklerin iman hizmetine, pozitif
bir katkısı vardır. Bu konuda Mevlana hazretleri
şöyle söyler: “Hz. Musa’nın feyziyle Tur Dağı’nın
bütün cüzleri canlandı, akıllandı. Ey insanlar!
Bizler taştan da daha mı aşağıyız ki onların feyzini kabul edemiyoruz, ondan yararlanamıyoruz? Manevi heyecan dan ruhani zevkten
mahrum kalan o bedende ne Yaratan’a karşı bir
özlem vardır, ne de ezelde ruhuna sunulan vahdet sakisinin şarabının sefası ve neşesi mevcuttur.”5
Diğer bir husus ise kalplerde parlayan feyze
ve iman iştiyakına hepimiz muhtaç olduğumuzdan
dolayı Allah’tan gelen en ufaktan en büyük
hediyeye kadar bütün lütuflara müşteri olmalıyız.
İmanımızın dünyadaki bir meyvesi olarak bizlere
hediye edilen feyzleri ve manevi halleri elde etmek
için çalışmadığımız gibi onları küçümsemek de biz
muhtaçların haddi değildir. Zira muhtaçlığımızın
farkına vardığımız ölçüde enaniyet hastalığından
kurtulur ve “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz
vardı?” (Furkan 77) ayetinin hakikatine yaklaşırız.
Muhtaç olana istemek yakışırken, kendini müstağni
görenler ise istemeyi kendisine yakıştıramaz. İşte
Burhan
biz bu yüzden imanın hem bu dünyadaki hem de
ahiretteki meyvelerini talep etmekten asla
çekinmemeliyiz.
Yüce Allah’ın asıl meyveyi ahirette verecek
olması dünyada vereceği meyvelere bir engel
değildir. O meyveleri ikram eden Kerim olan Allah;
bir kısmını dünyada vermesi ile O’nun sonsuz
hazineleri de haşa eksilmez. Ahiretteki meyveler,
Cennet, Allah’ın rızası ve Cemalullah iken,
dünyadaki meyvelerden bir tanesi de; şüphe ve
vesveselerden azade olmuş, feyiz ve manevi
hallerle süslenmiş huzurlu bir hayat nimetidir.
Tasavvufun amacı da insanlara bu meyveleri
tattırarak onların iki cihanda huzurlu ve mutlu
olmalarına yardımcı olmaktır. eriat da, tarikat da,
hakikat de bunun içindir.
“Hak ehli yani Allah’ın has
kulları seni çabuk anlar. Onların
birine düşersen edepli ol. Onu
karşılamadan önce günahlarına
Hakikat ve tarikat tasavvuf erbabınca bir
bütünün birbirini tamamlayan iki önemli unsurudur.
Bu nedenle “biz sadece hakikat ehliyiz” veya
“sadece tarikat ehliyiz” gibi bir iddiaları da yoktur.
Tasavvuf tarikat ve hakikatin bütünüdür. eriatsız
da bu ikisinin bir anlamı kalmaz. Fakat ilkokula
gitmeden üniversite konularını tartışanlar yani
Mevlana olmadan mesnevi yazmaya kalkanlar
tarikatı inkar ederek hakikate ulaştıklarını iddia
ederler.
Bu tip söylemlere karşı tasavvufun cevabı
şudur: “Yol büyüklerin yoludur.” Yani bugüne
kadar gelen nice büyük evliyaların nasihatleri odur
ki hakikati arayanların evvela büyüklere tabi
olmaları gerekir. İşte tarihten günümüze; Beyazid-ı
Bestami hazretlerinden Cüneyd-i Bağdadi
hazretlerine, ah Nakşibendi hazretlerinden
Abdulkadir’i Geylani hazretlerine kadar tüm veliler
ve burada ismini sayamadığımız bu yolun tüm
büyükleri, hakikate ulaşma ve Allah’a yaklaşmanın
tasavvuf yolu ile olacağını söylemiş ve bu konuda
söz birliği etmişlerdir. Bu zevatın tecrübelerine
güvenen ve onların sözlerine itibar edenler
söyledikleri bu hakikatlerden de şüphe etmezler.
Zamanın kutbu azamlarının sözlerine itibar
edilmeyecekse acaba kimin sözüne itibar edilebilir?
Allah dostlarının tespitleri doğru değilse ya kiminki
doğrudur?
tevbe et. Onların yanında
küçüldüğünü bil. Onlara tevazu
göster. İyi kullara gösterilen
tevazu Allah için olur. Bir kimse
Allah için kendini engin gönüllü
ederse Allah onu yüceltir.
Senden üstün herkesin yanında
edebini iyi et. Çünkü Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimiz şöyle buyurdu:
Bereket ve bolluk büyüklerin
bulunduğu yerdedir.”6
İşte bu Allah dostlarından Abdulkadir Geylani
hazretlerinin bu konudaki öğüdü şöyledir:
Burhan
47
“Hak ehli yani Allah’ın has kulları seni
çabuk anlar. Onların birine düşersen edepli ol.
Onu karşılamadan önce günahlarına tevbe et.
Onların yanında küçüldüğünü bil. Onlara
tevazu göster. İyi kullara gösterilen tevazu
Allah için olur. Bir kimse Allah için kendini
engin gönüllü ederse Allah onu yüceltir.
Senden üstün herkesin yanında edebini iyi et.
Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimiz şöyle buyurdu: Bereket ve bolluk
büyüklerin bulunduğu yerdedir.”6
Bu yolun referansını teşkil eden ve iman
hizmetinin birer bayraktarı olan bu büyük zatların
çerçevesini çizdiği tasavvufi çizgiye adeta vefa
duygusu unutularak yapılan yıkıcı eleştirilere
rağmen, bu asır ve her asır ispat etmiştir ki, zaman
her zaman tasavvuf ehlinin zamanı olmuştur. Yani
bu devir de önceki devirler gibi tarikat ve hakikatin,
şeriatla mezcedildiği tasavvufun zamanıdır. Bunun
ispatı dünyanın her tarafında sayıları milyonlara
ulaşmış bu ulvi yola birer bende olmuş gönül ehli
insanlardır. Başka bir ispatı ise dünyada hakikate
susamış olan hikmet arayıcılarının, dinlerken ve
okurken manevi susuzluklarını giderdikleri ve en
çok etkilendikleri zatların ekserisinin tasavvuf ehli
olan veliler olmasıdır.
Bugün dünya Mesenevi okumakta, İbni
Arabi’yi
araştırmakta,
Yunus
Emre’yle
coşmaktadır. Gazali’nin İhya-yı Ulumiddin’i, İmamı Rabbani’nin Mektubat’ı, Kuşeyri’nin Risale’si
hiçbir zaman değerini yitirmemiş ve her zaman
büyük ilgi görmüştür. Bu ve diğer tasavvufi
klasikler; hakikatler zamanla sınırlandırıla
mayacağına göre bir asrın değil tüm asırların
kitaplarıdır. Dünyanın tasavvufa olan ilgisi ve
merakı her geçen gün katlanarak artmakta ve
dünyanın her tarafında düzenlenen tasavvuf
konulu sempozyum, panel ve konferanslar büyük
bir teveccüh ile karşılanmaktadır. Velhasıl iman
hakikatlerinin birer sözcüsü olan tasavvuf yolunun
güzide simalarının etki alanları, kıyamete kadar
genişleyen bir çember ile daha da genişlemekte ve
tüm dünyaya yayılmaktadır. Zaman ve mekândan
azade olarak
...............................................
1Karakoç, Sezai, Mevlana, İstanbul, 1999, s. 75, 2İz, Mahir, Tasavvuf, İstanbul, 1997, s. 228, 3Süleyman
Uludağ’ın yazdığı bölüm bkz. Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s.20 , 4 Süleyman
Uludağ’ın yazdığı bölüm bkz. Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s.25, 5 Can, efik,
Konulara Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul, 2006, c. 1-2, s. 363, 6 Abdulkadir Geylani,
Fethu’r Rabbani Tercümesi İlahi Armağan, Ter: Abdulkadir Akçiçek, İstanbul, 1988, s. 74
48
Burhan
Atalar Sözü Destanı
Tut atalar sözünü kalbi selim ol
Gönülden gönüle yol var demişler
Gider yavuzluğun tab'ı halim ol
Sert sirke küpüne zarar demişler
Her kara uzatma elin eteğin
Yelkovana döner ahır emeğin
Nitekim göllerde şaşkın ördeğin
Başın kor kıçından dalar demişler
Aldanma cihanın sakın varına
Düşmeyegör onun ah-ü zarına
Bugünkü işini koyma yarına
Yar yıkıldığı gün tozar demişler
Çoktur bu âlemde boşa yelenler
Kande bilenler ile bilmeyenler
Eskiden adettir dağdan gelenler
Bağda olanları kovar demişler
Dediler bu pendi sordumsa kime
Tuz ekmek bilmeze müşkilin deme
Kül kömür ye namert lokmasın yeme
Gün olur başına kakar demişler
Arzeyle bu pendi kendi özüne
Dost addetme her güleni yüzüne
İncinme dostunun doğru sözüne
Doğru söz insana batar demişler
Bir mürşid-i kâmil bulmayanlara
Pirler nasihatın almayanlara
Sözünün ispatı olmayanlara
Bir dipsiz kile boş anbar demişler
Burhan
Yar ile ettiğin kavle ver karar
Kar etmezsen bari eyleme zarar
Aza kanaat et olma tamahkâr
Ucuz satan tezcek satar demişler
Kanaat halkasın bırakma elden
Elinden çıkmasın der isen dümen
Deve ahu gibi boynuz isterken
İki kulaktan da çıkar demişler
Güneş balçık ilen sıvanmaz ey dil
Bi-zeban da olsa bellidir kâmil
Kendüden gayruyu beğenmez cahil
Kendi çalar kendi oynar demişler
Hileyi irtikâp etme kıl hazer
Desinler sana bir er oğlu er
Sen elin kapısın çalarsan eğer
El de senin kapın çalar demişler
Gerek şaki olsun gerekse said
Kerim kereminden eylemez teb'id
Böyledir Mevla'dan sen kesme ümid
Gün doğmadan neler doğar demişler
Levni nasihatı pirlerin böyle
Durub-ı emsalden hazm ile söyle
Meydan-ı hünerde ağırlık eyle
Ağır bassa beğni ağar demişler
Levni ( ? - 1732)
49
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
Hz. Ali (k.v.)’nin rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdular: “Beni
Rabbim terbiye etti, terbiyemi ne de güzel etti”
Bu hadis-i şerif Rasulullah (s.a.v)’in terbiyesine sahip olmak gerektiğini anlatır. Onun edep yolunda ayağı sürçen, hevasına uymuş ve bu yoldan
ayrılanda yoldan çıkıp sapıklığa düşmüş demektir.
Mukarreblerin (hakka yakın olanlar) arzular, Rasulullah’ın edebiyle yükselir. Ariflerin sırları onunla parlar. Rabbini bilen Arifin bağlandığı usul ancak
Muhammedi edebin yoludur. Bütün bunların basamağı ise daimi zikirdir.
Ey oğul!
Hak Teâlâ’yı zikret. Zikrin derecesini, rütbesini, şanını, şerefini ve fazlını Allah’ın yükselttiğini
yücelttiğini bil. Sonra O’nun zikrini sözlere, davranışlara ve kalplere dağıt.
Zakirin dikkatle zikre yönelmesi gerekir. Böylece iradesi ve gayesi şeref bulur. Manevi işaretleri
anlama hususunda zekâsı keskinleşir. Niyet ve iradesi sağlamlaşır. O’ndan başkasını zikretmeyi istemez. O’nu zikretmek haricinde boş ve anlamsız
bir şeyi Hakk’tan talep etmez. Çünkü her şeye ulaşmak, sadece O’nun rızasıyla mümkündür. O’ndan
gayrisiyle oyalanmak her şeyden mahrum olmak
demektir.
Zakirin adet yerini bulsun diye ve gafletle değil
son derece tazim ve hürmetle Hakk’ı zikretmesi
gerekir. Tazim ve hürmeti terk etmenin cezası zâkirle zikrettiği Hakk’ın arasına perde konulmasıdır.
Çünkü zikirde edebi korumak zikirden hayırlıdır.
Hakiki manada Hakk’ı zikreden bir kul, O’nun
zikri esnasında masivayı unutur. Onun için her
şeyin bedeli Allah olur. Muhakkak ki Arif O’nu zikretmeyi ister, kalbindeki tazim ve heybet dalgaları
coşar. Dili tutulur, gönlü vahdaniyet tepelerine kanatlanır. Sonra arifin kalp perdesinden muhabbet
ve şevk huzmeleri belirir. Bunun ardından arifin himmeti ulûhiyet otağı ve rububiyyet meydanına Allah’ın izniyle ulaşır. İşte o zaman herkesten gizlene
gayp sırları, ilahi sanatın incelikleri, ilahi kudretin
kemali ve mukaddes nurlar arife açılır.
Kul Allah Teala’nın karşı konulamayan farzl-u
kerem ile dilediği şeyi, dilediği kişiye dilediği kişinin
eliyle dilediği zaman nasıl isterse öylece lütuf ve
ihsan ettiğini bildiği zaman onun hükmüne karşı gelmez. Onunla meşgul olur, bekası içinde fani olur.
Bu mananın mukaddes kitapların birinde Allah
Teala tarafından şu şekilde vahyedildiği rivayet edilir:
“Beni zikreden beni unutmaz. Zakirin muhabbetimle çarpan kalbi, konuşunca benimle
konuşur, susunca benimle susar.” Nitekim Allah
Teala; “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir.” Buyurur.
Yahya bin Muaz (r.a) der ki:
“Zikir, cennetten daha kıymetlidir. Çünkü
zikir Allah’ın nasibi, cennet ise kulun nasibidir.
Zikirde Hakk’ın rızası, cennette ise gönlünün
hoşluğu vardır.”
Hz. Ali (k.v) şöyle buyurur:
“Allah Teala, zikrullah ve Kur’an tilaveti esnasında zikredenlere tecelli eder. Bu tecelliyi
onlar gözle göremezler. Çünkü ilahi tecelli görünen her şeyden daha değerli ve gizlenmiş her
şeyden daha zahirdir. Öyleyse Hakk’ı her şeyden münezzeh kılarak O’nun eşsiz ve yegane olduğunu tasdik edin. Zikrullahla Hakk’ın
dostluğunu kazanın. İnsanoğlu inen bela ve hidayet hakkında mutlaka Allah’ın kitabında yol
gösterici ve açıklayıcı bir işaret vardır.”
Ebu Abdullah Nessac (r.a) der ki:
“Dünyada Allah’ın bir cenneti vardır. İçine
giren her türlü bela ve musibetten emin olur. Varılacak yerlerin en güzeline ulaşmış olanlara ne
mutlu.” Nessac’a, tasvir ettiği bu yerin ne olduğu sorulunca, “zikrullahtaki ünsün tadıdır”
diye cevap vermiştir.
Allah Teala mukaddes kitaplardan birinde
şöyle buyurmuştur: “Dostlarım ve sevgililerim!
Zikrimle sevinin ve benimle dost olun! Ben, hem
dünyada hem Ahirette sizler için ne güzel bir
Rabbim!”
Ebu Bekir Vasiti (r.a)’a yemek yemeyi sevip
sevmediği sorulunca “Evet severim” diye cevap vermiştir. Hangi yemeği sevdiği sorulunca “Marifet
sofrasındaki rıza kâsesinden Rabbim hakkında
Hüsnü zan sahibi olmak suretiyle ve yakinin sefasıyla aldığım zikrullah lokmasıdır” diye cevap
vermiştir.
Allah Teala’nın dostu, İbrahim (a.s)’a şöyle
vahyettiği rivayet olunur:
“Seni niçin dost edindiğimi bilirmisin?” İbrahim (a.s), “Hayır” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Teala: “Zira hiçbir şey senin kalbini
benden alıkoymaz. Her ne hal olursa olsun,
senin beni unuttuğunu görmedim!”
“Eğer bize, zikrini emretmeseydin, ululuğuna hürmeten seni zikretmeye kim cüret edebilirdi?”
“Zikredenlere hayret doğrusu! Nasıl oluyor
da, senin azametini zikrederken kalpler bedenlerinde sabit kalabiliyor!”
ederim”.
İsa bin Meryem (a.s) der ki:
“Bir kimse zikredecekse, yalnız
Allah’ı
zikretmeli. Korkacaksa, ancak Allah’tan korkmalı. Bunu yapabilene ne mutlu!”
Yakup (a.s), “Vah Yusuf’uma vah!” dediği
zaman Allah Teala’nın ona şöyle vahyettiği rivayet
edilir:
“Daha ne zamana kadar Yusuf’u anacaksın? Seni Yusuf mu yarattı, rızkını o mu verdi,
peygamberliği ondan mı aldın? İzzetim hakkı
için! ayet beni zikretseydin, benden başkasını
anmayı bırakıp benimle meşgul olsaydın, bir
an bile sürmez seni bu halden kurtarırdım”.
Bunun üzerine Yakup (a.s) her an Yusuf’u sayıklamakla hata ettiğini anladı ve Yusuf’u anmaktan
vazgeçti”.
Rabia Hatun (r.a) der ki: “Allah’ı anmadan
geçirdiğim an kadar kötü bir şey bilmem?”
Musa (a.s) bir gün münacatı esnasında şöyle
dedi:
Allah Teala’nın, Musa (a.s)’a şöyle vahyettiği
rivayet olunur:
“İlahi! Yakınımda isen yavaş konuşayım,
uzağımda isen bağırayım (sen neredesin).”
“Ey Musa! Ben ancak azametime boyun
eğen, korkumla kalbi titreyen ve ömrünü beni
anmakla geçirenlerin namazını ve zikrini kabul
ederim.
Allah Teala ona şöyle cevap verdi: “Ben beni
zikredenlerin sohbet arkadaşıyım, bana dost
olanın yakınındayım. Ona şahdamarından daha
yakınım”.
Ey Musa! Böyle bir kulumun insanlar içerisindeki konumu cennetler, arasında firdevs cennetinin konumu gibidir. Firdevs cenneti, daimi
olup bozulmaz, yeşillikleri solmaz. Onun için,
korkuyu emniyet, karanlığı nur ederim. Daha o
bana dua etmeden duasını kabul ederim. İstemeden her arzusunu veririm”.
Bir gün, Zünnun (r.a)’a kulun ne zaman safiyane bir şekilde Allah’ı anabileceği soruldu. Mübarek zat, “Allah’ı tanıyıp ondan gayrı her şeyden
uzak olduğunda” buyurdu.
Ka’b el-Ahbar (r.a) bir hadis-i kudsi de, Allah
Teala’nın şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Zikrullah ruhun gıdasıdır. O’nun övmek
ruhun şarabıdır. O’ndan utanmak, ruhun libasıdır. Lezzet peşinde koşanların O’nun zikrinden
daha tatlı; nimet peşinde koşanlar ise; O’nun
yakınlığından daha bereketli bir şey bulamazlar.”
“Beni anmaktan dolayı dua etmeye vakit
bulamayan kuluma, benden dua etmek suretiyle
arzusunu beyan edenden daha üstününü ihsan
Hz. Ali (k.v) zikir hakkında şöyle buyurur:
51
Otuzüç
Hasan BAŞAR
Ölümü Öldürmek
Ölüm güzel şey budur perde arkasından haber
Eğer güzel olmasaydı, hiç ölür müydü peygamber.
lüm, ölüm, ölüm kendisinden kaçamadığı-
Ö
mız, eninde sonunda bizleri yakalayacak
olan değişmez hakikat, hayatımızı çepe-
çevre kuşatmış olan ölüm, her nefsin tadacağı bir
tecrübedir. Ölüm hayatın kendisidir aslında. Ölüm
kimisine göre korkudur. İnsanın hayatında bir defa
tattığı ve tattıktan sonrada dönüşü mümkün olmayan sonsuz bir yolculuktur ölüm. Ölüm gizemdir,
ancak ölenlerin sırrını çözdüğü; ama yaşayanlara
yabancı bir gizem. Etrafımızda ölen insanları görürüz. Ama nasıl bir şey olduğunu bilmeyiz. Ölümün
kesin bir tanımını yapmamız mümkün değildir. Her
insanoğlunun hayatında bir defa yaşadığı bir hayat
tecrübesi olan ölüm dünya âlemindeki bizlere yabancıdır. Dolaysıyla ölüm soyut bir kavramdır. Göreceli ve göreceli olduğu kadar da karmaşık bir
kavramdır aynı zamanda. “Asırlardır çözülmeyen
bir denklem; ölüm!” (Olcay İnanç) İnsanoğlu bu
denklem üzerine yorumlar yapmış ve kendisine
göre bir takım tanımlar getirmiştir.
Kamus-i Türkî’de ölüm şu şekilde tanımlanır:
“Yaşamaz olmak, can vermek, terki hayat etmek,
52
Burhan
vefat.” Orhan Hancerlioğlu’nun İnanç sözlüğünde:
“Çeşitli inançlara konu olan yaşamın sona ermesi
olayı “ olarak tanımlanır. “Ölüm hayatın sonu, yaşamın bitişi, ömrün sona ermesi.” (Longman, 1997) “İnsan
hayvan ya da bitkide yaşamın tam ve kesin olarak
sona ermesidir.” (Doğan 1982) İslamiyet ölümü,
Allah’tan gelen varlığın yine O’na dönmesi olarak
kabul eder.
Ölüm düşüncesi beraberinde birçok duyguyu
barındırır. Korku, yok olma, muğlâklık, zaman,
ömür, umut, yenilgi, acı, bunalım, ayrılık, teselli, çaresizlik, hesaplaşma, gibi daha çok olumsuz duyguları bünyesinde barındırır. Ve hepsinden
önemlisi yaşanmış koskoca bir ömrün muhasebesi.
Nasıl ki ölüme yaklaştığımız anlarda bütün hayatımızın birkaç saniyeye sığdırılması gibi. airin
dediği gibi her ölüm erken ölümdür.
E. Kübler Ross,ölme evresini beş süreçte
özetler:
Öfke; “ Neden ben” 3.Evre: Pazarlık; Tanrıyla, doktorla ya da başkalarıyla pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışmak. 4.Evre: Depresyon 5.Evre:
Kabul etme; Bu son evre öncekilerin en yüksek
noktasıdır.
Ölüm insanda benlik duygusunun ortaya çıkmasına sebep olur. Evet, tek başımıza yaşadığımız ve tek bizim olan ölüm. Bir yolculuğa
çıkıyorsun ve teksin. Kendinle berabersin. Bu yolculukta yardımcında yoktur. Onun içindir ki, burada
önemli olan kişinin kendisidir. Bir yolculuğa çıkıyorsun ve bu yolculukta sadece sen varsın. Tabi
bizim inancımıza göre de bir de amellerimiz.
En eski zamanlardan günümüze kadar insanlar “ateizm ve stoacıları” saymazsak ölümden
sonra hayatın var olduğuna inanmışlardır. Ateistlere ve stoacılara bakılırsa ölümden sonra yaşam
yoktur. Onlara göre ölmek ölmektir, o kadar. Ken-
1.Evre: Yadsıma ve Yanıltma; Kabullenmeme “ Hayır ben değil, doğru olamaz” 2.Evre:
Burhan
dilerini ölüm korkusundan kurtarmak için bu fikri ve
inancı benimsemişlerdir.
53
Öteki âlemin varlığına inanan insanoğlu ölüm
karşısında daha az kaygı duyar. Dini inanca sahip
olanlarda ölüm kaygısı daha düşüktür. Özge Dirik’in söylediği gibi: “Tanrı ile en çok annem öldüğünde tanışmak istedim.” Çünkü bu anlarımızda
sığınacağımız bir ilah olduğunu bilmek insanı rahatlatacaktır. Ölümü yok oluş olarak düşünenler
ölüm kaygısına daha çok kapılmaktadır. Oysa
ölümden sonra hayatın devam ettiğini düşünmek
insanın daha çok kaygılanmasına sebep olmalıdır.
Her ne kadar ilahi kaynaklardan bir fikir ediniyor
olsak ta o âlem tamamen bilmediğimiz bir âlemdir.
Bilinmezlik insanı ürkütür. Ölümle başka bir âleme
Her ne kadar hatırlamak
istemezsekte, yaşamak
için aldığımız her nefes,
bizi, biraz daha ölüme
yaklaştırmaktadır.
Kafamızı kuma sokup
hakikatlere gözümüzü
kapatmakla ölüm
gerçeğini hayatımızdan
çıkarmış olmayız.
Ölümü öldürmenin tek
yolu ölmeden önce
ölmektir.
geçiyorsun ve orada neyle karşılaşacağını bilmiyorsun. Ölüm karşısında içi ürpermeyen var mıdır
acaba? Sanıyorum çok az insan ölüm karşısında
duyarsızdır.
İnsanoğlu her defasında ölüme yenilmiştir.
Ölüme anlam katan, insanın düşünce ve inançlarıdır. Her medeniyet ve kavim sahip oldukları dini düşünce sistemine göre ölümü yorumlamıştır.
Semavi olmayan dinler ve inançlarda da ölümden
sonraki hayatın varlığına inanmışlardır. Öbür âlem
düşüncesi ölüme bakış açımıza göre düşüncelerimize, geleneklerimize şekil vermiştir. Ölüm karşısındaki duruşumuza şekil verende sanırım bu
olmaktadır.
Aztekler, ölen kişi için köpeği keserek cesetle
birlikte gömer yâda yakarlar. Çünkü onlara göre
ölen kişi öbür âleme giderken yol üzerinde olduğuna inandıkları bir nehirden geçecektir. Köpeği,
ölen kişiye yardımcısı olması için keserlerdi. (ERGİNER
1997, 74)
Barneo kayanları arasındaki bir inanışa göre,
ölen kişinin köleleri, köleliklerinin öte dünyada da
süreceği inancıyla öldürülürlerdi. ( Erginer 1997,7)
Eski Türk kavimlerinden Kumanlar; mezara
ölünün içmesi için kımız ve yemesi içinde et koymuşlardır. (Öğel)
Gagauzlar ölüye giydirilmiş olan elbisenin
ceplerine para da koyarlardı. (Kalafat)
54
Burhan
Hemen bütün inançlar ölüm ve ölümden son-
“Kamu cürm u günahum mağfiret eyle inayet kıl
rasına cevaplar aramışlardır. Dinlerin ve değişik
Dem-i ahirde iman dünyede sabr u kanaat ver”
inanç sistemlerinin doğuşunda, ölüm ve ondan son-
(FEVRİ)
rası hayatın devam ettiği düşüncesinin önemli bir
etkisi vardır. Kendilerine göre pratikler geliştirmiş-
Tasavvufta ölüm; dünyanın süsünden yüz çe-
lerdir. Ama bu tanım ve yöntemler kişileri tatmin et-
virmek insanların meylede geldikleri geçici lezzet-
memiştir. Ya ölümden sonrasını yok saymışlar ya
lerden
da vicdanlarını rahatlatacak çözümler bulmaya ça-
yönelmektir. (İz 1981) şeklinde tanımlanır.
korunmak
halk
ile
beraber
Hakk’a
lışmışlardır. Oysa hiçbiri İslamiyet’in verdiği hakikate yaklaşamamıştır. Ve nihayet İslamiyet bu
Ölüm bir bakarsın dünyanın ne kadar önem-
önemli ve gizemli konuya açıklık getirmiştir. Ölüm
siz olduğunu, gelip geçici şeylerin farkına varma-
artık eskisi gibi korkulacak bir durum olmaktan çık-
mızı sağlarken yine o gelip geçici şeylere ne kadar
mıştır.
muhtaç olduğumuzun farkına varmamızı da sağlar.
Tasavvufta ölüm fena ile beka arasında ki perdenin
“O (Allah) ki hanginizin daha güzel amel iş-
kalkmasıdır. Tasavvufta asıl sevgili Allah’tır. Bu an-
leyeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı
lamda ölen kişi Allah’a başka bir ifade ile sevgilisine
yaratmıştır. O mutlak galiptir, çok yargılayıcıdır.”
kavuşmuş olacaktır. Ölüm hadisesi ile ruh beden-
(Mülk Suresi 2)
den ayrılıp Mevla’sına kavuşur. Mevlana Celalettini Rumi’nin ölüm gecesini “eb-i Arus” olarak nite-
“Nerde olursanız olun isterse tahkim edil-
lendirmesini hepimiz çok iyi biliriz. Tasavvufun
miş yüksek kalelerde bulunun ölüm sizi bulup
önemli şahsiyetlerinden Necip Fazıl Kısakürek’te
yakalayacaktır.” (Nisa Suresi 78)
ölümün korkulacak bir durum olmadığını belirtmiştir.
Bu demek değildir ki bu korku tamamen ortadan kalkmıştır. Hayır, bu korku ortadan tamamen
“Öleceğiz müjdeler olsun müjdeler olsun
kalkmaz. Gerçekliğini bildiğin ama görmediğin bir
Ölümü öldüren Rabb’e secdeler olsun secdeler olsun”
âleme gidiyorsun. Neyle karşılaşacağını bilmiyor-
“Ölüm güzel şey budur perde arkasından haber
sun. Sanıyorum insanı korkutanda işte bu yolculu-
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber.”
ğun bilinmezliğidir.
Tanzimatla birlikte batı ile geçtiğimiz temasın
Gülşehri, ölüm ve hayatı ana tema olarak iş-
sonunda inançlarımızda meydana gelen erozyon
lediği Felekname’de ölümü fani hayat ile baki ara-
ölüme bakış acımızı da değiştirmeye başladı. Ölüm
sında bir perde olarak görür ve şöyle der: “Perde
artık korkulmaya başlanan bir durum haline geldi.
ortadan kalkınca vücut vücuda, can da cana ula-
Cemal Süreyya’nın bu şiiri durumu daha iyi anla-
şır. Öyleyse ey melekler bilin ki ecel ile ancak
mamızı sağlayacaktır. “Ölüm geliyor aklıma birden
vücut bozulur, cana helal gelmez.” (Kocatürk)
ölüm, Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.”
İslamiyet'le birlikte ölüme bakış acımızda de-
Her ne kadar hatırlamak istemezsekte, yaşa-
ğişmiştir. İslamiyet’in zirvelerinde dolaşan tasavvuf
mak için aldığımız her nefes, bizi, biraz daha ölüme
ve onun edebiyattaki temsilcisi Divan edebiyatında
yaklaştırmaktadır. Kafamızı kuma sokup hakikatlere
ölüm bambaşka bir anlam kazanmıştır. Orada ölüm
gözümüzü kapatmakla ölüm gerçeğini hayatımız-
artık korkulacak bir şey değildir. Bilakis özlenen ve
dan çıkarmış olmayız. Ölümü öldürmenin tek yolu
dört gözle beklenen bir durum olmuştur. İslami inan-
ölmeden önce ölmektir. Yani ölüm gelip çattığında
cın ümit ile kork arasında gidip gelen ince çizgisi el-
ölüme kendimizi hazırlayabildik mi? Bu sorunun ce-
bette divan şiirinde de yok değildir. Bunun için divan
vabını verebiliyorsak, sanırım ölümden korkmamız
şiirinde Allah’a yalvarma önemli bir yer tutar.
içinde bir nedenimiz kalmayacaktır.
Burhan
55
Otuzüç
Yol Kandilleri
Ersan BİLGİN
Mü’minlerin Özellikleri
Rabbimiz buyuruyor:
“Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile
hakkı gizlemeyin.
Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle
birlikte rükû edin.
Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi
unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz?
Düşünmez misiniz? Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin;
Rablerine kavuşacak ve Ona döneceklerini
umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz
elbette ağır gelir.” (Bakara 42, 43, 44, 45)
— Hakkı batıl ile karıştırıp aldatmayın; doğruyu yalanla, yanlışlarla bulayıp da bile bile hakkı
gizlemeyiniz. Bu ayetin anlamı çok kapsamlıdır.
İlme ve amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve bozgunculuklarına,
hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hâkimlerin
56
haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsine şümulü vardır. "İnsanları aldatmayınız, sahtekârlık
yapmayınız." mealinde bir genellemeyi ifade eder.
Bununla beraber (kelâmın) sevki bilhassa ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi
gönüllerine göre evirerek çevirerek aslından çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar, altın diye satarlar. Bu
durum İsrail oğulları haberlerinde çok vardı. Bunlar,
kendi yazdıkları fikirleri, tevilleri, tercümeleri, Tevrat'ın aslı ile karıştırıyorlar, seçilmez bir hale getiriyorlar ve bazen de Muhammed (s.a.v.)'e ait vasıflar
hakkında yaptıkları gibi geçmiş kitaplardaki ayetleri
saklıyorlardı ki, bu konuda "Yazıklar olsun o kimselere ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra 'Bu Allah
katındandır.' derler." (Bakara, 2/79), "Kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar." (Nisa, 4/46, Maide, 5/13) ve diğerleri gibi başka ayetler de vardır. Bunlar, Tevrat'ın
aslını korumuyorlar, kendi yazdıkları tercümeleri:
"İşte Allah'ın kitabı" diye Tevrat yerine koyuyorlardı İşte bütün bunlara karşı İsrail oğullarının bilginlerine genel olarak bu yasaklama hitabı
söylenmiştir ki, Kur'ân'da bu konuda başka bir ayet
olmayıp da yalnız bu ayet olsaydı, Kur'ân'ın terBurhan
cüme ve tefsiri meselesinde ve diğer ilmî vaziyette
İslâm'ın tutumunu, ilmî vazifenin şeklini tayin etmek
için bu ayet yeterli olurdu. Kur'ân'ın tecrit (soyutlama) meselesinin ne büyük önemi haiz olduğu,
Kur'ân'ı Kur'ân, tercümesini tercüme, tefsir ve tevili
de tefsir ve tevil olarak bellemek ve belletmek bir
hak görev olduğu unutulmamalı. "Farsça Kur'ân",
"Türkçe Kur'ân" gibi sözlerden çekinmelidir. Çünkü
milyonla tercüme ve tevil yazılır, onlar yine Kur'ân'ın
hakikati olmaz, bu gerçeği Cenabı Hak buyurmuştur.
Ciddî olarak namaz kılmak, zekât vermek, cemaate
devam etmek; hakkı gizlemekten ve hakkı batıl ile
bulamaktan, karıştırmaktan men eder.
— Bundan başka bir de namazı dosdoğru kılınız ve zekâtı veriniz. Hem rükû' edenlerle, yani
müslüman cemaat ile beraber rükû' ediniz, eğiliniz,
rükû’lu namaz kılınız. Bunda, hem o namazın başka
değil, İslâm'ın namazı olduğuna tembih hem de cemaatin varlığına işaret vardır. Çünkü rükû' ile
namaz İslâm dinine mahsustur Müslümanın namazı, kalbin düzelme ve temizlenmesiyle beraber
bir miracı olduğu gibi, bedene ait hareketlerin de tazimi, ağırbaşlılık ve sükûneti ifade eden her kısmını
içerir. Beşer ömrünün geçişini ne güzel tasvir eder.
— Bundan sonra hakkı karıştırmamakla beraber, başkalarına hakkı tebliğ edip de kendini unutmak da caiz olmayacağını anlatmak için bir özel
hitap da vârid oluyor. Rivayet olunduğuna göre saadet asrı (Peygamberimizin asrı)nda Medine'deki yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip:
"Muhammed hakkında ne dersin?" diye soranlara:
"Doğrudur, haktır." derler, Rasulullah’a uymalarını
emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri altında
bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve
vergilerden mahrum kalmak endişesiyle ona uyma
Burhan
Bütün bu emirler, bu yasaklar, İsrail oğulları’na
hitap etmekle beraber, hükmü onlara mahsus değildir. İslâm şeriatında bunlar vardır. "Siz de bunlara
iman ve itaat ediniz." demek olduğu açıktır. u
halde "sebebin hususu (özel oluşu), hükmün umumi
(genel oluşu)na engel olamayacağı açıktır.
57
arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da : "Sadaka
veriniz." diye emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: "Allah'a itaat ediniz, asi olmayınız." derler, fakat kendileri sözleriyle amel
etmezlermiş. Nihayet bu ayet münasebetiyle:
"Namaz kılınız, zekât veriniz" diyenler olurmuş
fakat kendileri hiç birini yapmazlarmış. İşte bunların biri veya her biri dolayısıyla bu ayet nazil olmuştur. Siz insanlara birr (yani bol bol iyilik)
emreder de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki
daima kitabı da okuyorsunuz. O halde akıl etmez
misiniz? Yahut daha akıllanmayacak mısınız? Fenalık emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir.
Fakat aklı olan başkasının iyiliğini isterken kendini
unutur mu?
Birinci olarak, emir bil maruf (iyiliği emretmek)
ve nehiy anil'münker (kötülüğü yasaklamak)den
maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle
istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip de
kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşat dan
mahrum etmek, eli selamete çıkarıp, kendini ateşe
atmak demektir ki, amelî akıl açısından bir çelişki
teşkil eder.
İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini
ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı
bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan
saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir, bunda da bir
çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise çelişkiye düşmez.
Üçüncüsü, söylediği sözün, verdiği nasihatin
bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir.
Hâlbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin
yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan
nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Hâsılı, iyilik iyiliktir, elbette insanlara iyiliği emretmek de haddi zatında iyidir ve bir görevdir. Fakat
bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık ora58
dadır. Bu ayette yasaklanan da budur Vaizin,
âmirin kendi hakkında ciddi olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini
anlatıyor
Buharî ve Müslim'de bu konuda şu hadis-i
şerif rivayet edilmiştir: Kıyamet gününde bir adam
getirilir, ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi
dönmeye başlar. Cehennem ehli onun etrafını çevirirler: "Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder, fenalıkları yasaklar değil miydin?" derler. "Evet ama,
ben size emreder, kendim yapmazdım; sizi yasaklar, kendim yapardım." der. u halde insan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin
verip de, kendi zakkum salkımı yutmamalıdır. İrşad
(halkı aydınlatmak) için doğru söyleyenler böyle
olursa, sapıtmak için eğri söyleyenlerin hali kıyas
edilsin!
Birr (her türlü iyilik, her türlü hayır) üçtür: Allah'a ibadette birr, akraba (hakkına) riayette birr,
dostlarına muamelede birr
— imdi bu güzel hitaplara, baştanbaşa hak
ve doğru olan bu beliğ emirlere, yasaklara, ahlâkî
davetlere, irşatlara karşı söyleyecek söz yok, hepsi
güzel. Fakat bu kadar zaruretler içinde bunları yapmak kolay mı? Bu kadar ciddiyete, bu kadar doğruluğa dayanılabilir mi? derseniz daraldığınız
zaman da ihtiyaçlarınıza sabır ve salât (namaz) ile
yardım isteyiniz. Sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır ki, her ferahın, her başarının anahtarıdır. Baştaki darlığın,
sıkıntının geçmesi için Allah'ın yardımını celp edecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ruhlar her
zaman darlık içindedir. Onların, dünyaya ait olaylara hiç dayanıklılıkları yoktur. Her şey ister, her
şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamanında eldeki
nimetin kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül edemez,
hemen mahvolurlar. Hâlbuki dünyada değişmeyen,
tahavvül etmeyen hiçbir şey yoktur. Bundan dolayı
bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini bağlayarak, bunun da Allah'ın izniyle geçeceğine iman
eder ve Allah'ın yardımını, mutluluk ve ferah gününü temiz kalp ve olgun iman içinde beklerse
sonuç kurtuluş olur. Ve hiçbir fenalığa düşmeden
Burhan
kurtuluş olur. Bunun için nefisleri sabra alıştırmalı,
insan sabrı alışkanlık edinebilmelidir. Bu alışkanlık,
acıyı bırakmak için değil, def etmek içindir. Ve
bunun (yani sabra alışmakla nefsi süsleyebilmenin)
en iyi çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra
alıştırır, tiryakilikleri tedavi eder. Bundan dolayıdır
ki, buradaki sabır, doğrudan doğruya, oruç ile de
tefsir olunabilir ve olunmuştur
Bununla beraber namazın bu konuda da
büyük önemi ve faydası vardır. Namazla; İnsan yıkanır, temizlenir, ayıplarını, ayıp yerlerini kapatır.
Bunları yapmak için emek ve mal da sarf eder. Yüzünü kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin
eder. Kalbini iyi niyetle doldurur. Gönül buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun birlik duruluğunu incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyla ve
büyük bir saygı ile tekbirini alır ve ibadete koyulur.
Dünyanın acılarını, tatlılarını şöyle bir tarafa atar,
Hak Teâlâ'ya dua eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını
okur, dinler, onun huzurunda hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder, Kitap okur; dikilip beklemek, eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp
doğrulmak, nihayet oturup dinlenmek ve sonunda
Burhan
selam ve esenliğe ermek ve o anda gaybtan şehadet (görünürlüğ)e geçerek, şehadet getirmek gibi
ruhî, bedenî büyük bir nizam ve intizam ile bir miraç
yapar
Bütün dünyadaki beşerî ızdırabın esası, genel
ahlâkın düşmesinde ve hak yerine batılın itibar kazanmasındadır. Allah'ın öfkesini celbeden de budur.
Yoksa Allah'ın rahmeti âleme şamildir. Evet, ama bu
sabır, bu namaz, böyle yardım dileme kolay mı?
üphesiz bu da kolay değil, ağır ve büyük bir iştir
ama ancak hâşiîn (layıkıyla korkanlar)e, başını öne
alıp düşünen Allah’a saygılı kimselere ağır gelmez,
hatta zevk verir, meleke (alışkanlık) olur.
— O saygılı kimseler ki şunları, şu demleri gözetirler, her halde kendilerinin bir gün olup Rab’lerine
kavuşacaklarını,
Rab’lerinin
lika
(karşılama)sına ereceklerini ve her halde dönüp
ona varacaklarını, amellerinin mükâfatını alacaklarını sayarlar. İşte bunların her halde olacağını bir
galip ve kuvvetli zan ile olsun bilenlere, sabır ve
namaz ile yardım dilemek ağır gelmez.
Hamd olsun Âlemlerin Rabbi olan Allah’a
59
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
finalinde Dünyayı kurtaran bir Amerika vurgusu
TARİH VE SİNEMA
ile, seyirciler
Kültürel ve tarihi mirasların, nesilden nesile
büyük minnet duygusu ve
hayranlıkla salondan ayrılıyorlardı.
aktarılmasında kitle iletişim araçlarının inkar
edilemez bir geçerliliği vardır. Günümüzde
Hollywood’un
sadece
ekonomik
bir
insanlara en net mesajlar sinema aracılığıyla
yönünün olmadığını yaklaşan Amerikan seçimleri
ulaşmaktadır. Çok basit bir tarih olay, son
arefesinde öğrenmeye başlıyoruz. Ünlü Amerikalı
teknolojik araçlarla dev bir sinema filmine
ve Yahudi kökenli yönetmen, Steven Spelberg
dönüşebilmektedir.
başkan adaylarından Hlarry Clınton’a seçim
kampanyalarında kullanmak üzere 2.5 milyon
Sinema sektörünün kalbi günümüzde
Amerikanın Hollywood şehrinde atmaktadır. Bu
şehir adeta büyük bir sinema seti durumunda.
Amerikan ekonomisinin vazgeçemeyeceği bir
dolar yardım ediyor. Yahudi lobisinin Amerikan
siyasetinde ve sinemasındaki ağırlığıyla alakalı
bu tek örnek bile yeterli olsa gerek. İsmi geçen
yönetmenin Oscar ödüllü filminide burada
Şubat ayında
anmadan geçmeyelim. Schindlerin Listesi, isimli
Hollywood da büyük bir grev başlamıştı. Tam üç
film en iyi yönetmen dalında ödüle layık
ay süren bu grev sırasında 10.500 senaryo yazarı
görülmüştü. Bu film 2. Dünya Savaşında Polonya
çalışmama kararı almıştı. bu grev o kadar etkili
Yahudilerine Alman Nazilerinin yaptığı işkence ve
oldu ki, Altın Küre gibi Dünya çapında bir film
zulmü anlatıyordu.
yerdir,
Hollywood şehri.
festivalinin ertelenmesi bile gündeme gelmişti.
Sinema
eleştirmenlerinin
yukarıda
Avrupa
zikrettiğimiz filmlere karşı en büyük eleştirileri
Devletlerinin tarihlerini yeni nesillere aktarma da
“Tarihi Filme çekmek mi yoksa film ile tarih
sinemayı çok iyi kullandıklarına dair önümüzde
yapmak mı?” sorusu ile özetlenebilir. Hayali bir
pek çok örnek var. İşte bu filmlerden bazıları.
çok senaryo ile ortaya çıkan bu filmlerde
Gerek
Amerikanın
gerekse
ideolojik kaygının aşırı bir şekilde ön plana
Gladyatör, Braveheart (Cesur Yürek),
Truva, 300 Spartalı, Pearl Harbor, Cennetin
Krallığı, Kral Arthur . Gişe rekorları kıran bu
çıktığını vurguluyorlardı. Olmayanı olmuş gibi
göstermek, yenilgileri zafer gibi lanse etmek
eleştirmenlerin diğer bir vurgusuydu.
filmler tüm Dünya da olduğu gibi bizim
ülkemizde de ilgiyle izlendi.
60
Bu filmlere en
Hong
Kong’lu
aktör
Jackıe
Chan,
çarpıcı örnek herhalde Rambo olsa gerek. Üç
Hollywood filmlerine karşı açtığı mücadelede
kuşak tarafından izlenen Rambo film serilerinde
Amerikan filmlerinin Asya kültürünü aşındırdığını
Amerikanın 20. yüzyılda başından geçen olaylar
ifade ederek Asyalıları bu kültürel erozyona karşı
beyaz perdeye aktarılıyordu. Serideki her birinin
birleşmeye çağırıyor.
Burhan
Günümüzde Hollywood’un önemini fark
bu ülkenin insanları senaryosunda kendisinden
edenler arasında Kuzey Irak da ki Barzani
bir parça bulduğu filmleri beğenerek izliyor.
yönetimi ile Ermenilerin de olduğunu görüyoruz.
Bunun en somut örneklerinden birisi şüphesiz
30 civarında Hollywood yapımcısının
Kurtlar Vadisi Irak oldu.
Kuzey
Irak’a davet edildiğini basından öğreniyoruz.
Çekilmesi düşünülen filmin adı şimdiden belli
“Peşmerge”. Bu film için Kuzey Irak yönetiminin
kesenin ağzını açtığı da anlaşılmakta.
Türkiye de en çok
izlenen film rekorunu, 4.5 milyon izleyici ile bu
film elinde bulunduruyor. Filmin konusunu
bilmeyenimiz yok. Ve bu filmin Amerika da
rahatsızlık doğurduğuna dair çıkan haberleri de
medyadan takip ettik. Ve geçen ay vizyona giren
Ermeniler de atağa kalkmış gözüküyor.
bir film. 120… 1. Dünya Savaşında Kafkasya
Yazar Franz Nobel’in “Musa Dağı’nda Kırk Gün”
Cephesinde
isimli romanını sinemaya aktararak sözde Ermeni
götürmek için seçilen liseli gençlerin hikayesi.
Soykırımını desteklemek için bir film hazırlığında
Yüreğim var diyen herkesin, gözpınarlarına
olduğunu öğreniyoruz. Ve bu yapım için de nakit
yaşlar akıtacak bir film. Boğazınıza düğüm
100 milyon dolarlık da bir bütçeyi hazırladıkları
düğüm bir şeylerin bağlandığını hissedeceğiniz
belirtiliyor.
bir film. Emeği geçen herkese teşekkürler.
Tarihi ve kültürel birikimiyle ülkemizin bir
çok filme senaryo olabilecek zenginliği mevcut.
1000 yıldan fazla bu topraklarda yaşayan, Dünya
tarihinin seyrini değiştiren pek çok olayda başrol
Şimdi
gönüllü
biraz
olarak
özeleştiri.
cepheye
Yazımızın
silah
baş
taraflarında verdiğimiz filmlerden bazıları ile 120
filmini bir karşılaştırma yapmak gerekirse.
oynayan insanımızın maalesef günümüzde gişe
Schındlerin Listesi isimli filmin bütçesi 25 milyon
rekorları kıran bir sinema filmi yok. İşte en çok
dolar. Yine aynı yönetmenin diğer bir filmi olan
üzüldüğümüz, eksik kalan yönlerimizden birisi
Er Ryan’ı Kurtarmak, bütçesi 70 milyon dolar.
burası. Mustafa Kemal’in de ifade ettiği gibi
Truva savaşlarının anlatıldığı Truva
“Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir” .
bütçesi 200 milyon dolar. Ve bize ait 120 filminin
Bizler tarihe damgasını vurmuş ve o damganın
bütçesini söyleyelim mi? 3 milyon dolar. Arada
izlerini hala yeryüzünün değişik bölgelerinde
dağlar kadar fark var. Ancak yine de bu tür
görmekte olan bir milletiz. Bölgesindeki stratejik
filmleri desteklemek gerekiyor. Destek olmalıyız
konumunu, tarihten aldığı güçle daha etkin
kullanabilen bir Türkiye’nin fertleri olarak bir
Çanakkale Destanı’nı, 1000 yıllık Doğu Roma’yı
filminin
ki daha sonra bu tür filmleri yapmak için insanlar
cesarete gelsin.
yıkan bir Fethi, Sarıkamış da ki hüznü, Yemen de
ki matemi anlatacak filmlere olan ihtiyacımızı
Netice olarak, batının kültürünü dünyaya
buradan ifade etmek istiyoruz.
yaymak ve empoze etmek için en iyi kullandığı
sinema sektörünün, bize ait kültürel ve tarihi
Ülkemizde son yıllarda
sosyo-politik ve
tarihsel temalı filmlere şahit olduk. Ve gördük ki
Burhan
değerlerin aktarılmasında daha etkin bir şekilde
kullanılması gerekmektedir.
61
Otuzüç
[email protected]
Salih AYDIN
EVLERİN
YENİ KÂBESİ
izim kültürümüzde kıble büyük yer tutar. Kıble
yön ve yöneliş, cihet demektir. Müminin kıblesi
beytullah’tır. Kıble bizim hayatımıza işlemişti.
Evler inşa edilirken kıble temel alınarak inşa edilirdi. Mutlaka kıble göz önünde bulundurulur ve evin şekli şemaili
kıbleye göre ayarlanırdı. Dikkat edin Anadolu’muzdaki
birçok yerleşim yeri adeta namazda safa durmuş gibi
kıble cihetine doğru sıralanmıştır. Yani bizim şehir kültürümüzün ruhunda cami vardır ve bu camilerin yönü
de kıbledir.
B
Evler kıbleye doğru inşa edilirde evlerin içi kıbleye
göre tasarlanmaz mı? Her şeyiyle evler adeta “namazdaymış” gibi kıbleye yönlendirilirdi. Mesela “sedirler ne
tarafa konulacak” öyle konulmalı ki oturanın sırtı asla
kıbleye karşı gelmemeliydi. Onun için koltuklar kanepeler hep kıbleye göre ayarlanır. Ev içerisinde sadece insanların yüzü ve yönü değil eşyalarında yüzü ve yönü
kıbleye çevrilirdi. Evlerin içerisi sürekli ibadete hazır tutulur ve her an mescid olarak kullanılmaya hazır düşünülürdü.
Eskiden mi demem gerekiyor bilmem ama büyüklerimiz ev içerisinde oturunca mutlaka kıbleye karşı
oturur, asla kıbleye karşı ayak uzatmaz, kıbleye büyük
bir tazim ve hürmet gösterirlerdi. Kıbleye karşı tükürmezler, abdest ihtiyacını giderirken asla öyle bir saygı62
sızlık yapmazlar yapanlara da pek iyi gözle bakmazlardı. Yatıp uyuyacakları zaman yüzleri veya baş tarafları kıbleye gelecek şekilde yatar uyurlardı. Namazda
yönelip ibadet ettikleri Beytullah’a asla namaz dışında
saygısızlık yapıp, hürmette kusur etmezlerdi. Kâbe sevgisi, kıble sevgisi onların tavır ve davranışlarında görülürdü.
Bu terbiye büyüklerden gelmekteydi. Büyüklerin
hayatı kıbleye saygının örnekleriyle doludur. Bir gün
yakınları Bayezıd-i Bestami (k.s.) Hazretlerine;
-"Efendim, filan yerde büyük bir zat var. Fazilet ve
keramet sahibi bir velidir." dediler ve daha başka sözlerle o zatı çok medh ettiler. Bunun üzerine Bayezıd-i
Bestami (k.s.) Hazretleri,
-"Madem öyledir. O halde o büyük zatı ziyarete
gitmemiz lazım oldu," buyurdular. Talebelerinden bazıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler. Bayezıd-i
Bestami bildirilen zatın, mescide gitmekte olduğunu ve
kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle
buyurdu:
-"Dinin hükümlerini yerine getirmekte, Sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riayette zayıf biBurhan
risine, nasıl olur da keramet sahibi denilir. Böyle bir
kimsenin, Allah- ü Tealanın evliyasından olması
mümkün değildir." Buyurdu.
Kıble müminin hayat yönüdür. Yapıp ettiklerini
kıble eksenli yapar. Düşündüklerini kıble eksenli düşünür. Gönlüde, yüzü de müminin kıbleye dönüktür. Kıble
müminin doğumundan ölümüne yüzünü döndüğü ve
yüzüyle birlikte kişiliğini şekillendirdiği, oradan aldığı
ruhla bir şeyler yapabildiği feyz kaynağıdır.
Ne olduysa “evlerin yeni kâbesi” çıktıktan sonra
oldu. Eskiden gördüğümüz birçok şey değişti. Artık evlerin iç tasarımı “yeni kâbeye” göre yapılıyor. Beytullah
arka planda kaldı. Koltuk ve kanepeler ona göre ayarlandığından oturmalarda ona göre şekil alıyor. Kimsenin
aklına artık sırtım kıbleye geldi böyle oturmamalıyım gibi
düşünceler gelmiyor. Yüzler “yeni kıbleye” dönüyor.
Sırtlar beytullaha Çocuklar bu “yeni kıbleye” göre yetiştiriliyor, eğitiliyor. Yatana kadar huzuruna ailecek yüz
dönülüyor. Örnek şahsiyetler oradan alınıyor. Yavrularımız oradan şekilleniyor. Günlük hayatta konuştuğumuz
birçok şey oradan dile getiriliyor. Evlerde ona sen hâkim
olacaksın, ben hâkim olacam tartışmaları yapılıyor.
“Hocam babam ona bakarken yanında konuşamıyoruz,
geliyor yorgun yorgun onun başında kalıyor, sonra uyuyup gidiyor.” Diyor öğrencilerimiz. Bu kıble aile ortamını
Burhan
bombardıman etti. Anne ve babaları çocuklarından kopardı. Evlerdeki “sohbet ortamını” yok etti. Artık çocuklarımıza bizler değil “yeni kâbe” dekiler sohbet
yapıyor. Onların tekeline terk ettik geleceğimizi Onlar
evlerin baş kösesinde kıble yerinde sohbet makamındalar.
Evlerimizde artık Kuran hadis sohbetleri yok. Büyüklerin küçüklere anlattıkları öğüt verdikleri o güzel
sohbet ortamları yok. Hasbıhal etmek, dertleşmek yok.
Hayat damarlarımızı kurutuyor bu nesne bizim.
Evet, anladınız bahsettiğim “yeni kâbe”yi. Bu
yeni kâbe elbetteki televizyon. Zararları saymakla bitmeyen televizyon... Kontrol edemediğimiz ve bizi kontrol eden televizyon. Peki, sorum şu: sizin evin kıblesi,
kâbesi neresi?
imdi bunları yazarken hemen televizyona karşı
olup olmama gibi bir şey sorulabilir. Teknolojiye karşı çıkmak akıl kârı değil. Televizyon bıçak gibi bir alettir. Nasıl
kullanıldığına bakmamız lazım. Bıçakla ister ekmek keseriz ister kötü şeyler yaparız. Maalesef bu televizyon bıçağı bizim birçok değerimizi kesiyor. Onun yüzünden
veya içindekilerin yüzünden birçoklarımız Allah’ın farz
kıldığı namazı bile aksatıyoruz. Sorumuzu tekrar ederek
yazıyı noktalayalım: Sizin evin kıblesi neresi?
63
Evinin Sultanları
Zeynep GÜLOĞLU
[email protected]
Çobanın Aşkı
Âşıktı genç çoban. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez,
arkadaşı anlatıyordu onun halini:
— Gözleri günlerdir uyku görmedi
efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi
gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız
oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir
çare diye geldik size. Hâlbuki "sen bir garip
çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi
dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim,
ama herhalde aşkın gözü kördür diye de
buna diyorlar, değil mi efendim...
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişçesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına
karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden gözlerinde aşktan gayrisi kalmayan diğer çobanı
süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü
nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
— Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz
çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan
bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın
bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce
padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde
bir tek şey istemişti ondan; burada
yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O
günden beri de bu kulübede yaşıyor,
gelen geçene ikram edip, gül alıp gül
satıyordu. Padişahın kızının
aşkıyla eriyip muma
dönen genç çoban ve
Burhan
yanındaki kadim dostu nereden bilsin di bu
garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Âşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği
anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
—Sahiden bu kadar kolay mı efendim,
dedi, yani o mağarada elimde tespih, kırk
gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir
miyim, onunla evlenebilir miyim?
— Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk
gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, âşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına
sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez
hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar
etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tespihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah,
Allah...
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun,
mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti
çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen
gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, oyun oynarken çocuklar, herkes onu
konuşuyordu:
— Şu karşı mağarada bir genç varmış,
kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah...
Âşık dostunun ne halde olduğunu
merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da
kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herBurhan
halde diye düşündü. Tespih tanelerinin
parmaklarının arasında dolaşmaya devam
ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye
sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan
genç adam, karşısında arkadaşını görünce,
günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri
ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir
haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret
parmağım sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını
sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay
ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Âşık çoban yeniden eline tespihini
aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü,
dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece,
mağaranın duvarları sustu, tükendi her
şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz
kaldı: Allah...
Kırk günün dolmasına üç-beş gün
kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında
konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak
eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna
bereket
getirdiklerinden,
ne
yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya
ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun
bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini
artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı
gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde.
Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının
yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi
veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar
saydığı her şey, bilgenin:
— Hünkârım, gönül erleri mala-mülke,
makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
65
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz
çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de
aynı
tebessümle
bahtiyar
ederdi. Güldü ihtiyar:
—Neden kerimenizin nikâhını teklif
etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma
sırası
padişaha gelmişti.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ
ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
—Efendim, diyebildi en son, sessizce,
benim bir kızım var efendim, zât-ı âlinize
layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza
alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz
denilen olmuştu. İşte âşık maşukuna kavuşacak, murad hâsıl olacaktı. Bizimkinin ar-
—Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler
mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden...
Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan
meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup
bitenlere bir mana vermeye çalışan âşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye
başladılar. Bu arada bizim âşık kendinden
öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tespihten
başka
bir
şey
bulamasalar
şaşırmazlardı.
kadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap
sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye
yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak,
haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç
adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini
padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi.
Kendinden emin bir ifadeyle:
— Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor,
bilge tebessüm ediyordu. Âşık çobanın
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı,
duyulması güç bir sesle;
— Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi âşık, sonra
bütün vücuduyla döndü, gözlerinde
en ufak bir şaşkınlık emaresi
yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi.
Herkes heyecan içinde. Vezirler,
halk, genç çoban, mağara, tespih,
sessizlik, duvar... Hatta güneş bile
batmaktan vazgeçmiş, kafasını
mağaranın içine doğru uzatarak
olan biteni görme telaşındaydı.
genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden
ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
— Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü âşık çoban, gözleriyle ihtiyar
bilgeyi arayarak:
— A dostum, dedi, ben kırk gün padi-
şahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla
vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah
için Allah deseydim...
Burhan
Mehmet DEMİRCİ
Suya Yürümek
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak, dinleyerek değil.
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım. (C.Y)
Gözlerini ilk ışıkla aralayınca insan,
dünya denen bu dönencede bir serüvenin
peşinde buldu kendini. Adı hayat konmuştu
bu serüvenin. İlk başta anlamsız geldi her şey.
Sonra bu çekingenlik tavrını aşarak
emeklemeye başladı. Kapılar aralandı, yavaş
yavaş adımladı hayatı. Hayat her zamanki gibi
oyalıyordu onu. Güzel davranıyor, yüreğine
bana gel diye fısıldıyordu. Hayal denizinde
yelkenli sefası yapıyordu insan. Derken
kapılar ardına kadar açıldı. İnsan kendini
özgürlük rüzgârına bırakıverdi. Sonra birden
kalakaldı
yolun
ortasında.
Her
şey
darmadağın olmuştu. Kendini bir an dünyaya
sığmayacakmış hissetti. Gözlerinin feri
söndü, yüreğindeki ışık hafiflemiş ve nihayet
sönmüştü. Bir müddet bu haline anlam
veremedi. Her şey hoş gidiyordu ama içinde
bir şeyler onu devamlı rahatsız ediyordu. Bir
gece vakti aniden yüreğinin yanmakta
olduğunu ve tüm hücrelerinin İMDAT diye
haykırdığını hissetti. Tüyleri ürpermişti. Her
şey gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti.
Yürüdüğü yollar ilk başta güvenli iken
sonraları her an ölüm saçar hale gelmişti.
Kupkuru ve siyah Acı ve keder. Birikmişti
yıllarca içine. Bir an duraksadı. İçinden bir ses
haydi suya koşma vakti diye sesleniyordu.
Kendi kendine ama ben her gün su içiyorum
dedi. Tekrar haydi suya denildi. Bu sefer
kalbinin ve zihninin suya ihtiyacı olduğunu
anladı. Yıllarca duyduğu fakat anlam
veremediği sırrı çözüyordu. Geç değildi.
Hemen işe koyuldu. Neye ihtiyacı olduğunu
tespit ederken bir hususun farkına vardı veya
vardırıldı. Çıkış yolu kendinde idi. Gecenin
tenhaya düşen vakitlerinde oda birden derin
Burhan
sessizliğe bürünmüş su yolculuğu başlamıştı.
Ne kadar siyahlara battığını görüyordu.
Kasvet her yanına aşılması güç duvarlar
örmüştü. Usulca kafasını ellerinin arasına
aldı. Eğildi. O eğildikçe kalbinde bir şeylerin
kıpırdadığını hissetti. Bu durum bir müddet
devam etti. Nedametli bir kalp ile suya
yürüme vakti gelmişti. Artık arınacak, su gibi
pak ve duru olacaktı. Kalbindeki siyaha çalan
ne varsa suya verdi. Hayat bulmuştu kalbinin
kuruyan
çölleri,
sanki
düşecekmiş
gibi
hissediyordu
adeta.
birden
oldu.
Artık
bayılıp
Hücrelerinde
susuzluğunu
giderecek pınarın yolunu bulmuştu. Hakikat
güneşinin ilk ışıkları kalbinin tepelerinde
belirginleşmeye başlamış, yeni bir yol ve yeni
bir yolcu vardı artık. Vakit yoktu. Yola
koyulmak gerekti. O da öyle yaptı. Heybesine
ihlâs koyarak nedametle koyuldu hakikat
yoluna. Kılavuzunu bulmuştu. Yavaş yavaş
dünyanın bir konak yeri olduğunu kavradı. Su
ona her zaman ışık olmaya, yol göstermeye
devam
edecekti.
Bu
su
hiçbir
yerde
bulunmazdı. Bu suyun kaynağı insandı.
Gözlerden fışkıran inci taneleri Nice insan
var varlık içinde yokluk çekiyor. Kendini
oyalıyor. Asıl marifet yokluk içinde var
olabilmek. Diri kalabilen, öz varlığını kendinde
bulan, dimdik durabilen insan ancak kendini
kavrayıp, kendinden hakikate kapı aralayan
insandır. Her şey eskir, değişir, kaybolur ama
insan ve insanca yaşam asla kaybolmaz.
Hiçbir sele kapılmadan insanca yaşabilen ve
insan kalabilenlere selam olsun.
67
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
PEYGAMBER EFENDİMİZDEN (S.A.V) ÖĞÜTLER
Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Abdullah’a;
“ Abdullah! öncelikle sana şunları öğretmek isterim. Genişlik zamanında Allah’a kendini
sevdir ki, O da seni sıkıntılı zamanında tanısın ve sevsin. Allah’ın emir ve yasaklarına önem ver
ki, Allah da sana önem versin, seni gözetsin. Allah’ın hakkını gözet ki, O’nu yanıbaşında
bulasın.
Bir şey istediğin zaman Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah’tan dile şunu bil ki,
bütün varlıklar elbirliğiyle sana bir fayda sağlamak isteseler, senin için sadece Allah’ın yazmış
olduğunu sağlayabilirler. Ve yine bütün varlıklar elbirliğiyle sana zarar vermek isteseler, Allah’ın
takdir ettiğinden fazlasını yapamazlar. Kaderi yazan kalemin işi bitmiş, yazılanlar ise
kurumuştur. Bilmiş ol ki, Allah’ın yardımı ancak sabredenler içindir. Ve her zorlukla beraber
mutlaka bir kolaylık vardır.”
Bu öğütleri biz de hiç unutmayalım.
...Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla (sükunet) huzur bulur.
Rad Suresi Ayet:28
ÖRNEK NESİL
Mehmet AĞA
DIHYE-İ KELBÎ
(Cebrâil (a.s)’ın şekline girdiği sahâbî)
Bir köyde akıl noksanlığı olan
Memmet Ağa yaşarmış. Bir gün
Memmet emmi ölmüş. Kabrini eşip,
hazırlamışlar, köy odasında toplanmış
otururken, ağa memmet emminin
mezarında sabaha kadar kim
korkmadan yatarsa ona yirmi koyun
vereceğim . Çobanın biri ben yatarım
ağam demiş. Çoban korkusuzca
kabire
girmiş
ve
yatmış.Ağa
yanındaki iki hizmetkarına gidin
çobanı biz münker melekleriyiz diye
korkutunda yirmi koyunu vermiyelim
demiş.hizmetkarlar çobanın yanına
gidip suallerini sormaya başlamış,
çoban valla burası benim yerim değil
memmet emminin yeri ben emanet
duruyorum demiş.
Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Hz. Dıhye sûretinde
Mescid-i Nebîye, Resûlullah efendimizin yanına geldi. Bu sırada
daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde
oynuyorlardı. Cebrâil aleyhisselâmı Dıhye zannedip, hemen
ona doğru koştular ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler
aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edebsiz
zannetme! Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse
hediye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle
alıştırdı.
- Cebrâil Aleyhisselâm bunu işitince üzüldü. “Dıhye
bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim”
dedi. Elini uzatıp Cennetten bir salkım üzüm kopardı ve Hz.
Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar koparıp, onu da Hz.
Hüseyin’e verdi.
Hz. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca, Dıhye
zannettikleri Cebrâil aleyhisselâmın yanından uzaklaştılar ve
Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler.
68
Faik Eren
Sultanbeyli
YAŞAROĞLU
/
Burhan
UYKUDAN UYANINCA OKUNACAK DUA
Peygamber Efendimiz (s.a.v) uykudan uyanınca şu şekilde dua ederdi:
“Ruhumu bana geri veren ( beni uyuduktan sonra uyandıran), bedenime
sağlık ve afiyet veren ve kendisini zikretmem için bana izin veren Allah’a
hamdolsun.”
Buhari
İBADET ÇEŞİTLERİ
(*)
A) Dilin İbadeti: Dille hayırlı ve iyi işler yapmaktır. Örneğin: Kur’an okumak, doğru
konuşmak, Allah’ı zikretmek, yalandan uzak durmak, kimsenin arkasından dedi kodu
yapmamak, iftira etmemek. Eğer bunları ve benzeri şeyleri yaparsanız Allah’a dilinizle ibadet
etmiş olursunuz.
B) Kalbin İbadeti: Kalple güzel ve iyi şeyler yapmaktır. Örneğin:Allah’ı sevmek ve O’nu
razı/memnun edememekten korkmak, O’na güvenmek, emirlerine uymak, yasaklarından uzak
durmak, bizden razı olmasını ve bizi cennetine koymasını istemek. Mü’minleri sevmek ve
kendimiz için istediğimiz şeyleri onlar içinde istemek. Bunları ve benzeri şeyleri yaptığınız
zaman Allah’a (c.c) kalbinizle ibadet etmiş olursunuz.
C) Bedenin İbadeti: Bedenle hayırlı ve güzel işler yapmaktır. Beş vakit namazı sürekli
kılmak, insanlar için sürekli iyi işler yapmak, Allah yolunda çalışmak gibi...Bedeni kötü işlerden
uzak tutmak da ibadettir. Müslümanlara sıkıntı vermemek, kötü işler yapmamak… Bunları ve
benzeri şeyleri yaptığınız zaman bedeninizle ibadet etmiş olursunuz.
.................................................………
* - Çocuklar İçin İslam Akaidi - Usame Abdussemi – Polen Yayınları
FIKRA
BİLMECELER
Öğretmen, Öğrencilere:
- Sizlere sorular soracağım.
Birinci soruyu bilene ikinci soru
sorulmayacak.
Simdi
söyle
bakalım Ahmet bir hindinin kaç
tane tüyü vardır?
- 9567
tane tüyü vardır
Öğretmenim!
- Nereden öğrendin bunu?
- Öğretmenim, hani ikinci soru
sorulmayacaktı.
1- Hangi on tatlıdır?
2- Uzaktan baktım bir karataş, yanına
gittim dört ayak bir baş
3- Açarsam dünya olur yakarsam kül olur.
4- Temel her şimşek çaktığında saçını,
başını düzeltiyormuş. Niçin?
Sevda TERZİ / Bayburt
Abdussamed GENCER / DARICA
Burhan
Cevaplar
1- Bal-On
2- Kaplumbağa
3- Harita
4- Fotoğrafının çekildiğini
sanıyormuş
69
Otuzüç
Sizden gelenler
A.Kadir TEMUR
Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Sancaktarı
ABDÜLVEHHAB GAZİ (r.a)
Abdülvehhab Gazi (r.a) hazretleri hicri 103–
Soyu: Kendi kaleminde kitab-ı Tevhid isimli
104 tarihlerinde Emevi Hükümdarı Sultan Abdül-
Risalesinde Ebeveyni muhteremlerini şöyle zikret-
melik tarafından Anadolu’yu Feth etmek için
miştir. Abdülvehhab bin boht bin Hüsrev bin Veliy-
gönderilen ordulardan birinde Piştar yani öncü ku-
yüd-din el Amidiyye (haşera humullahu meas Sıddîkîn ves Salihin.(2)
mandandı. Aslen kendi Türk Beyi olup, İslamiyet’i
kabul ettikten sonra, Peçenek Türklerinden birço-
Abdülvehhab Gazi (r.a)’ın Boyundan gelen
ğunun Müslüman olmalarına sebep olmuştur, hatta
değerleri yüksek insanlar, Örnek ahsiyetlerden ba-
kendisinin Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in hizme-
zıları:
tinde bulunmuş olduğu ve zamanında da sancaktarlık
yaptığı
rivayet
edilmektedir.
(Roma
Bey Böyrek Veli, Hoca Ahmet Yesevi, Dede
İmparatorluğunun doğu karargâhı) olan Babert
Korkut Veli, Necmeddin-i Kilanî Ekber-i Kebirî,
Konstantin üç Hisarlı kalesi, (Bayburt Kalesi) ilk ola-
M.Ekmelüddin Babertî, Ahmed-i Zencanî, Evliya
rak Hicri 105, Miladi 724 tarihinde bu komutan ta-
Çelebi Ahmed, Mehmet Kirman-i Çağığan, Zahidi-
rafından zapt (FETH) olunmuştur. Bu tarihten
i Geylenî, Ahi Emir Ahmed Hoca, Hacıpaşa Molla
itibaren Asya ve Anadolu’ya giriş noktası olmuştur.
Fenar-i, Hoca Ekmel Bekir Çelebi, Sultan Fakih,
Hoca Hayran, Hoca Yakut, Hoca gavsi Veysel,
Türbesi: Abdülvehhab Gazi (r.a) Bayburt’da
Duduzar (Erenli) Karyede şehit olarak oraya defne-
Mehmet el Babertî, Hoca Damat Ali, Meşayıh Hoca
Haydar Han, Hz’leri (R.Aleyhim Ecmain)
dilmiş ve bulunduğu yere miladi 1591 tarihinde
kendi adına bir zaviye yaptırılmıştır. Yaptırılan bu
Tercüme: Azimet Karatekin, Emekli İmam Hatibi
zaviye, o döneme ait olan tapu defterindeki kayıtlardan anlaşılmaktadır.
(Zaviye-i Abdülvehhab Gazi Derneği, Karye-i
Tarihçi Yazar, Tercüman,(Noter Tasdikli)
....................................................................
Bibliyografya:
dudlar Lalelik, Tabi-i Bayburt/Türkiye ) (1)
(1) T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müd. Osmanlı Arşivleri, Daire Başkanlığı
Ev, D,15070,sayfa 1-A. Sultanahmet / İstanbul
Abdülvehhab Gazi (r.a)’ın Sivas, Harput, Ak-
(2) Kitab-ı Tevhid (çeviri) Azimet Karatekin Bayburt.
şehir, Ahlat ve İznik’te de kendisi adına yapılamış
(3) Erzurum (Evkaf)Vakıflar bölge Müd.(Hicri,1317,Miladi,1899)tarihli Erzurum salna-
makamları olduğu bilinmekle beraber, kaynaklar
mesi sayfa ./195
zaviyenin sadece Bayburt’ta olduğunu kesinleştir-
(4) Evliya Çelebi Seyehatnamesi (Üç dal Neşriyat)Cilt,2 sayfa /647 Mehmed Zıllioğlu
mektedir. (1-3)
(5) Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi- Cilt 5.sayfa-227.
70
Erzurum.
Burhan
Satırlık Hakikatler
üphesiz senin için son
olan ilk olandan (ahiret
dünyadan) daha hayırlıdır.
En cömert insan,
muhtaçken verebilendir.
(Duha 4)
Hz. Ömer
Maddî hayata tapanlar, deniz Kimseden sana kötülük
suyu içenlere benzerler,
gelmesini istemiyorsan, fena
içtikçe susuzlukları artar.
söyleyici, fena öğreticisi, fena
düşünceli olma.
Muhiddin-i Arabî
Hz. Mevlana
Birçok kimseye dostluk gösterdim. Onlardan bir dostluk
görmedim. Yine de dostluktan vazgeçmedim.
Hz. Ali
Keremi takvâda, zenginliği
yakînde (ilimde, marifette,
bilgide) ve şerefi tevâzuda
bulduk.
Hz. Ebû Bekir
Tasavvuf, güzel ahlâktan
ibârettir.
İmam-ı Kettânî
Burhan
Kılıcın yapamadığını,
adalet yapar.
Kanunî Sultan Süleyman
Sana yapılan haksızlıkları
toza, iyilikleri mermere yaz.
Benjamin Franklin
71
Değermi
Misafirsen şu üç günlük dünyada,
Gam yüküyle dolaşmaya değer mi?
Dünya bir damladır sanki deryada,
Bir damlaya bulaşmaya değer mi?
Bir tatlı yalanı yaşarım diye,
Elinden kaçacak, gerçek hediye,
Peşinden gelse de yar diye, diye,
Bir hayalle buluşmaya değer mi?
Uyan artık, geçiciyse bu diyar,
Bir nefeslik nargileyi kar sayar,
Süleyman’a bile olmadı ki yar,
Azrail’e ilişmeye değer mi?
Madem bir oyundur dünya hayatı,
Elbet olacaktır oyuncak atı,
Sana hoş gelse de iğreti yatı,
Bir saatlik dolaşmaya değer mi?
Tamahkâr köstebek, oyuna geldi,
Üç patates için, üç çuval deldi,
Bir ömür çaldı da ne yiyebildi,
Rezilliğe alışmaya değer mi?
Hayat, iman ile anlam kazanır,
Dünya, seni bozmak için bezenir,
Solucanda bu âlemde gezinir,
Çukurlarda gelişmeye değer mi?
Hayatı din ile döşemek varken,
Kutsal emaneti taşımak varken
Her çağın gönlünde yaşamak varken,
Bir mideye çalışmaya değer mi?
Sebahattin TÜZÜN
[email protected]
Burhan
72

Benzer belgeler