12+ Yas grubu

Transkript

12+ Yas grubu
12+ Yas grubu
2011
12+ Yas grubu
Isim:
12+ Yas grubu
IÇERIK
Önsöz ................................................................................................................................. 4
Hac ve Umre ....................................................................................................................... 6
Kurban ve kurban cesitleri ................................................................................................14
Imanin Sartlari ve ÂMENTÜ ...............................................................................................21
ALLAH’a (C.C) Iman ..........................................................................................................24
SEBÎLÛLLAH.......................................................................................................................32
ÂDETULLAH ......................................................................................................................33
SIBGATULLAH ...................................................................................................................34
RÜ'YETULLAH ....................................................................................................................35
PEYGAMBERLERE IMAN ...................................................................................................42
PEYGAMBER, PEYGAMBERLIK..........................................................................................45
KITAPLARA IMAN ..............................................................................................................46
MEVLID .............................................................................................................................48
MELEKLERE IMAN .............................................................................................................50
CEBRÂIL (a.s.) ...................................................................................................................55
MIKÂIL ...............................................................................................................................56
ISRÂFIL (a.s) ......................................................................................................................56
AZRÂIL ..............................................................................................................................57
MÜNKER-NEKIR .................................................................................................................58
HAFAZA MELEKLERI .........................................................................................................60
12+ Yas grubu | IÇERIK
2
12+ Yas grubu
ÂHIRETE IMAN ..................................................................................................................62
ÖLÜM ................................................................................................................................66
CENNET ............................................................................................................................69
CEHENNEM .......................................................................................................................74
KAZA-KADER .....................................................................................................................77
Kutlu dogum: SEMÂIL-I SERFE ..........................................................................................83
TEMIZLIK ...........................................................................................................................86
ABDEST .............................................................................................................................90
GUSÜL (Boy Abdesti) ........................................................................................................98
TEYEMMÜM .................................................................................................................... 100
IBÂDET ............................................................................................................................ 103
REGÂIB ............................................................................................................................ 105
NAMAZ ............................................................................................................................ 106
MIRAC ............................................................................................................................. 114
SECDE-I SEHIV ................................................................................................................ 115
SECDE-I TILÂVET ............................................................................................................ 119
EZAN ............................................................................................................................... 122
IMAM ............................................................................................................................... 126
12+ Yas grubu |
3
12+ Yas grubu
Önsöz
Dinimiz Islamin ilk emridir "OKU".Okuyan kisi hayati ogrenir ,insanlari tanir hepsinden
otede Yaratanini bilir.
Dunyaya gelis amacini ogrenen kisi hem bu dunyada hemde ahiret yurdunda mutluluga
erisir.
Muslumanin ilk hedefi ilim ogrenmektir.
Bizlerde bu amacla yola cikarak sizler icin faydali olacagini dusundugumuz bu kitabi
istifadenize sunuyoruz.
Rabbimiz bizlere faydali ilim ogrenmeyi,ogrendiklerimizle amel etmeyi , amel
ettiklerimizide baskalarina ogretmeyi nasip eylesin.
Basari dileklerimizle...
kitabin ismi: Samil
islam Ansiklopedisi
KISALTMALAR
a.g.e. : Adı geçen
eser
a.g.y. : Adı geçen
yayın
(a.s.) :
Aleyhisselam
b.
: lbn,lbni,İbnu,Bin
bk.
: Bakınız
bt.
: Bint,Bintu
c.
: Cilt
(c.c) : Celle
Celâluhu
çev.
: çeviren
Doç. : Doçent
H.
: Hicri
Hz.
: Hazreti
Nşr:
: Neşreden
Ktb.
: Kütüphanesi
M.
: Milâdî
Mad. :
Maddesi,Madde
M.Ö. : Milattan
Önce
M.S. : Milattan
Sonra
ö.
: Ölüm tarihi
Prof. : Profesör
(r.a.) : Radiyallahu
Anh
(r.an.) : Radiyallahu
Anha
s.
: Sayfa
Şâmil İA: Şâmil İslâm
Ansiklopedisi
Trc.
: Tercüme
(t.y.) : Tarihi yok
v.
: Vefatı,Vefat
tarihi
vb.
: ve
benzerleri
vd.
: ve devamı
vr.
: Varak
vs.
: ve saire
y.y.
: Yüzyıl
*
: Bu maddeye
bakınız
Yazarlar ve diger
bilgiler:
Genel Yönetim ve
İlmî Redaksiyon
Doç. Dr. Ahmed
AĞIRAKÇA
Şâmil Yayınevi
Editör Duran
KÖMÜRCÜ
İlmî Danışman M.
Beşir ERYARSOY
İlmî Redaksiyon ve
İnceleme Kurulu
Doç. Dr. Ahmed
AĞIRAKÇA
Doç. Dr. Hamdi
DÖNDÜREN
Ömer TELLİOĞLU
Dil ve İmlâ
Danışmanı - Teknik
Redaksiyon
Dr. Muhammed Nur
DOĞAN
Yayın Müdürü Ömer
TELLİOĞLU
Tashih Mehmet
AYAYDIN
Mehmet ARDA
Asaf Erhan DEMİR
Bilgi İşlem (Yazılım)
Proje Yöneticisi
Mustafa CİMŞİT
Yazılım Tasarım ve
Geliştirme
Dr. Zübeyr AZZEF
Metin Bilgisayar
Girişi ve Dizgi
Fatih ALTINTEPE
Grafik Çalışması
Oğuz SARAÇ
Salih SEYREK
Katkıda Bulunanlar
Asuman KURT
Arzu YAKUT
Ayşe SİRMEN
Saadet KIRAL
Serpil CENGİZ
Ülkü ŞAHİN
Betül Cimşit
BilYaz Bilgi İşlem
YAZAR KADROSU
Doç. Dr. Ahmed
AĞIRAKÇA - İ. Ü.
Edebiyat Fakültesi
Doç. Dr. İ. Lütfi
ÇAKAN - M. Ü.
İlahiyat Fakültesi
Yard. Doç. Dr.
Hüsameddin AKSU İ. Ü. Edebiyat
Fakültesi
Doç. Dr. Orhan
ÇEKER - Selçuk Ü. İ.
Fakültesi
Yard. Doç. Dr.
Hüseyin ALGÜL Uludağ Üni. İlahiyat
Fakültesi
Doç. Dr. İbrahim
ÇELİK - Uludağ Ü. İ.
Fak.
Yahya ALKAN - DİB
Haseki Eğitim
Merkezi
12+ Yas grubu
Dr. Yunus APAYDIN
- Erciyes Ü. İlahiyat
FakÜltesi
Ahmed ARPA - DİB
Haseki Eğitim
Merkezi
Abdüsselam ARI DİB Haseki Eğitim
Merkezi
M. Emin AY - Uludağ
Ü. İlahiyat Fakültesi
Yaşar K. AYDINLI Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
Doç. Dr. Muhittin
BAĞÇECİ - Erciyes
Ü. İlahiyat Fakültesi
Doç. Dr. Ali
BARDAKOĞLU Erciyes Ü. İlahiyat
Fakültesi
Dr. Nebi BOZKURT M. Ü. İlahiyat
Fakültesi
Ali BULAÇ Araştırmacı-Yazar
Doç. Dr. Mehmed
BULUT - Dokuz Eylül
Ü. İlahiyat Fakültesi
Yard. Doç. Dr.
Mustafa ÇETİN Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
Doç. Dr. Osman
ÇETİN - D. E. Ü.
İlahiyat Fakültesi
Cemil ÇİFTÇİ Yüksek İslâm
Enstitüsü Mezunu
Doç. Dr. Hamdi
DÖNDÜREN Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
Ömer DUMLU Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat Fakültesi
Halid ERBOĞA Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat Fakültesi
Doç. Dr. Mehmed
ERKAL - M. Ü.
İlahiyat Fakültesi
Muammer ERTAN Yazar
Doç. Dr. Osman
ESKİCİOĞLU -
Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat Fakültesi
M. Beşir ERYARSOY
- Araştırmacı-Yazar
Ahmet GÜÇ - Uludağ
Ü. İlahiyat Fakültesi
Saffet KÖSE - M. Ü.
İlahiyat Fakültesi
H. Fehmi
KUMANLIOĞLU Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat Fakültesi
Abdurrahim KURT Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
Dr. Habil NAZLIGÜL
- Erciyes Ü. İlahiyat
Fakültesi
Yard. Doç. Dr.
Mustafa ÖCAL Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
Doç. Dr. Ahmed
ÖNKAL - Selçuk Ü.
İlahiyat Fakültesi
Ahmed ÖZALP Yazar
Sezai ÖZEL - Yüksek
İslam Enstitüsü
Mezunu, Öğretmen
Ahmed ÖZGEN - İ.
Ü. Edebiyat
Fakültesi
Dr. Abdulvehhab
ÖZTÜRK - DİB Din
İşleri Yüksek Kurulu
Ali OKUTAN - Dokuz
Eylül Ü. İlahiyat
Fakültesi
Durak PUSMAZ - DİB
Haseki Eğitim
Merkezi
Dr. Talat SAKALLI Erciyes Ü. İlahiyat
Fakültesi
Doç. Dr. İbrahim
SARMIŞ - Selçuk Ü.
İlahiyat Fakültesi
Abdurrahim GÜZEL
- Erciyes Ü. İlahiyat
Fakültesi
Mefâil HIZLI - Uludağ
Ü. İlahiyat Fakültesi
İbrahim İLHAN Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat Fakültesi
Zeki İZGÖER - M. Ü.
İktisadi Ticari
Bilimler Fakültesi
Yard. Doç. Dr. M. Ali
KAPAR - Selçuk Ü.
İlahiyat Fakültesi
İsmail KAYA Yüksek İslam
Enstitüsü Mezunu
Hüseyin KAYAPINAR
- DİB Haseki Eğitim
Merkezi-Yazar
Doç. Dr. Ziya KAZICI
- M. Ü. İlahiyat
Fakültesi
Yusuf KERİMOĞLU Araştırmacı-Yazar
Yard. Doç. Dr. İsmail
KILLIOĞLU - M. Ü.
İlahiyat Fakültesi
Sait KIZILIRMAK Gazeteci-Yazar
Fedakâr KIZMAZ Gazeteci-Yazar
Duran KÖMÜRCÜ Şâmil Yayınevi
Sahibi
Doç. Dr. Akif KÖTEN
- Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
Süleyman SAYAR Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
Prof. Dr. Günay
TÜMER - Uludağ Ü.
İlahiyat Fakültesi
Dr. Ahmed SEZİKLİ Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
D. Ali TÜRKMEN Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat Fakültesi
Doç. Dr. M. Ali
SÖNMEZ - Uludağ
Ü.İlahiyat Fakültesi
Ali ÜNAL Araştırmacı-Yazar
Ahmed ŞEN - Dokuz
Eylül Ü.İlahiyat
Fakültesi
Doç. Dr. Halid ÜNAL
- Dokuz Eylül Ü.
Hukuk Fakültesi
Doç. Dr. Sami
ŞENER - İ. T. Ü.
İşletme Sosyolojisi
Abdülkerim
ÜNALAN - Dokuz
Eylül Ü. İlahiyat
Fakültesi
Doç. Dr. M. Sait
ŞİMŞEK - Selçuk
Ü.İlahiyat Fakültesi
Mehmed VAROL Yazar-İlahiyat
Fakültesi Mezunu
M. Yılmaz TAYFUN Yazar
Cengiz YAŞCI Araştırmacı-Yazar
Doç. Dr. Necip
TAYLAN - M. Ü.
İlahiyat Fakültesi
Ahmed YAŞAR Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat Fakültesi
Selim TEKİN - YazarYayıncı
Zübeyir YETİK Araştırmacı-Yazar
Ali Rıza TEMEL - DİB
Haseki Eğitim
Merkezi
Doç. Dr. M. Kamil
YILMAZ - M. Ü.
İlahiyat Fakültesi
Bilal TEMİZ - Dokuz
Eylül Ü. İlahiyat
Fakültesi
M. Asım YEDİYILDIZ
- Uludağ Ü. İlahiyat
Fakültesi
Dr. Nuri
TOPALOĞLU - Dokuz
Eylül Ü. İlahiyat
Fakültesi
Abdullah YÜCEL DİB Haseki Eğitim
Merkezi
Doç. Dr. Abdülbaki
TURAN - Selçuk Ü.
İlahiyat Fakültesi
Doç. Dr. Ali Osman
YÜKSEL - M. Ü.
İlahiyat Fakültesi
Nureddin TURGAY Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat Fakültesi
Sâmil İA - Şâmil
İslam Ansiklopedisi
telif kuruluş
12+ Yas grubu | Önsöz
5
12+ Yas grubu
Hac ve Umre
İslâm'ın temel ibadetlerinden biri. Arafat'ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i
Muazzama'yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret olan ve İslâm'ın şartlarından birisini teşkil
eden ibadet.
Hac, HCC kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara göre ise
ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek, demektir. Kur'an-ı Kerîm'in 22.
suresinin adı da "Hac Suresi"dir.
Hac ibadeti maksadıyla ziyaret edilecek olan yerler; Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise hac
ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır. Hac'da her fiil için özel zamanlar
vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat'ta vakfenin ise,
arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer
yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.
Ebû Hureyre'den (ö. 58/677) şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah elçisine hangi amelin daha
faziletli olduğu sorulunca şöyle buyurdu: Allaha ve Resullüne iman'. Sonra hangisi? denildi.
Allah yolunda cihad', buyurdu. Sonra hangisi sorusuna ise; "mebrûr hac", cevabını verdi"
(Buhârî, Cihad l; Hac, 4, 34, 102; Umre, 1; Müslim, İman,135,140; Tirmizî, Mevâkît, 13, Hac, 6,14,
88; Dârimî, menâsik, 8, Salât, 24, 135).
"Umre, ikinci bir umreye kadar olan günâhlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak
cennettir" (Nesaî, Hac, 3, Zekat, 49, İmân, 1; Dârimî, Menâsik, 7, Salât, 135; Tirmizî, Hac, 6;
Ahmed b. Hanbel, I, 387, III,114, 412, IV, 342). Mebrûr hac; kendisine hiçbir günâh karışmayan,
eksiksiz olarak ifa edilen makbul hac, anlamına gelir.
eş-Şevkânî (ö. 1255/1839) amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisleri, Hz.
Peygamber'e soru soran muhatabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak değerlendirir (eşŞevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (F.Y), IV, 282 vd.). İmam Mâlik
(ö.179/795)'e göre, farz hatta nafile hac düşman korkusu olmadıkça cihaddan daha üstündür.
Ancak düşman korkusu olursa, cihad, nafile hactan önde gelir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve
Edilletüh, Dimaşk 1985, III, 11).
Hac ve umre ile, her yıl Kabe'nin ihyâsı gerçekleşir. Umre'yi bir yılın veya ömrün herhangi bir
gününde ifa imkânı vardır. Umre, belirli günlerde yapılabilen hac ibadetinden daha kolaydır.
Hac küçük günâhlara keffâret olur ve ruhu ma'siyet kirlerinden temizler. Hatta bazı Hanefi
bilginlerine göre, büyük günâhları da örter. Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren
hadisle, yine Hz. Peygamber'in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder. " Kim hac yapar,
bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden
doğduğu gündeki gibi günâhlarından kurtulur" (Buhârî, Muhsar, 9,10; Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce,
Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 410, 484, 494). "Hac ve Umre yapanlar
Allah'ın misafirleridir. O'ndan birşey isterlerse, onlara cevap verir. Af isterlerse, onları affeder. "
(İbn Mâce, Menâsik, 5). "Allah'ım, hac yapanı ve hacının kendisine dua ettiği kimseleri mağfiret
et" (İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim).
Kâdî Iyâz (ö. 544/1149) şöyle demiştir: Ehli sünnet, haccın büyük günâhlara, ancak tövbe
edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah'a ait veya
para borcu gibi kula ait bir borcun düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette
devam eder. Allahu Teâlâ kıyamet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar. Ancak
yüce yaratıcının bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları razı etmesi ve bir ikram
olmak üzere borçlulara müsamaha göstermesi de mümkündür (ez-Zühaylî, a.g.e., III, 12).
Hac ibadeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayırımı gözetilmeksizin, milyonlarca
müslümanı bir araya getirir. Tanışıp, görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine,
düşmanları karşısında tek saf hâlinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Böylece, şu
ayetlerdeki mana tecelli eder. "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak
yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar. Böylece onlar dünyevî ve uhrevî menfaatlerini
12+ Yas grubu | Hac ve Umre
6
12+ Yas grubu
görsünler ve belli günlerde, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken,
Allah'ın adını ansınlar. Siz de onlardan yeyin, yoksula ve fakire yedirin " (el Hac, 22/27, 28).
Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müminler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir.
İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın,
beyazla siyahın takva dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı vicdanlara yerleşir.
Haccın Hükmü ve Delilleri:
İslâm âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri;
Kitap ve Sünnettir. Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i
İmrân, 3/97).
"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" (el-Bakara, 2/196) "İnsanlarıhacca davet et ki, gerek
yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar" (el-Hac, 22/27)
Hadislerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz" (Müslim, Hac,
412; Nesaî, Menâsik, 1; Ahmed b. Hanbel, II, 508). " Îslâm beş şey üzerine bina edilmiştir:
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s)'in, Allah'ın elçisi olduğuna şehadet
etmek, namaz kılmak, zekât' vermek, Beytüllah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu
tutmak"(Buhârî, İman, l, 2; Müslim, İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13).
Hz. Peygamber haccın farz kılındığını ashab-ı kirâma duyurunca, içlerinden birisi; "Her yıl mı?"
demiş, Resulullah (s.a.s.) susmuştur. Bu soru üç defa tekrar edilince; " Eğer evet deseydim,
hac üzerinize her yıl farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz" buyurmuştur (Müslim, Hac, 412;
Nesaî, Menâsik,1, Ahmed b. Hanbel, II, 508). İbn Abbas (r.a)'dan yapılan rivayette, soru soranın
el-Akra' b. Hâbis olduğu belirtilir ve şu ilave yeralır: "Kim birden fazla hac yaparsa bu nafile hac
olur" (İbn Hanbel, II, 508; Nesâî, Menâsik,1; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 279). Bu hadis, haccın farz
olarak tekrarının gerekmediğini gösterir. İslâm hukukçuları, haccın bir defadan fazla farz
olmadığı ve fazla haccın nafile sayılacağı konusunda görüş birliği içindedir (İbnü'l-Humam,
Fethu'l Kadîr, Kahire 1316, II, 122; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 280). Hadiste şöyle buyurulur: " Hac ve
umreyi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün; demir, altın ve gümüşün pasını yok ettigi gibi,
fakirliği ve günâhları yok eder. Mebrûr haccın sevabı ancak cennettir" (Tirmizî, Hac, 2; Nesâî,
Hac, 6; İbn Mâce, Menâsik, 3). Bazı durumlarda birden fazla hac yapmak gerekebilir. Adak harcı
ve bozulan bir nafile haccı kaza etmek gibi. Bazen hac haram olur. Haram para ile haccetmek
gibi. Bazen de mekruh olur. Hizmete muhtaç olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi.
Ebeveyn bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu
ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur. Hanefilere göre bu kerâhet,
tahrîmendir.
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arazide kılınan namazda
olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nafile olarak sahih olur. Bu kimsenin üzerinden
farz veya nâfile düşer. Hanbeliler ise, haram malla yapılacak hacca icazet vermezler. Çünkü bu
mezhep, gasbedilen arazide kılınacak namazı da sahih kabul etmez (el-Kâsânî, Bedâyiu'sSanâyi', II, 223; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 223).
Haccın Fevri veya Ömrî Oluşu:
Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, iki görüşten tercih edilende Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir.
Yani yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir. Haccı, yıllar boyunca
geciktirirse fâsık olur ve şahitliği reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak küçük ma'siyettir.
Bunda ısrar etmek kişiyi fıska götürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para
alıp haccetmesi hâlinde, ilâhî mağfirete nail olacagı umulur. Haccın geciktirilmeden ifasına,
hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: "Hac yapmakta acele ediniz.
Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez" (Ebû Davûd, Menasik, 5;
İbn Mâce, Menâsik, 1; İbn Hanbel, I, 214, 225). " Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı
12+ Yas grubu | Hac ve Umre
7
12+ Yas grubu
veya zalim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahudi, isterse hrıstiyan olarak
ölsün"(eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 284).
Şâfîlere ve imam Muhammed'e göre, hac ömrî (terâh)dir; Yani, hac için gerekli şartları taşıyan
yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir. Ancak bu kimsenin hac veya umreyi,
geciktirmeksizin yapması sünnettir. Çünkü tâat sayılan amelleri çabuk yapmak, hayırlı işlerde
acele etmek İslâm'ın tavsiye ettiği hususlardandır. Ayette; "Ey müminler, hayır işlerine
koşunuz, birbirinizle yarış ediniz" (el-Bakara, 2/148) buyurulur. Hac kendisine farz olan kimse,
mesken yapma, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle, hatta sebepsiz olarak haccı başka bir
yıla geciktirebilir. Çünkü hac farîzası hicretin altıncı yılında geldiği halde, Hz. Peygamber bunu,
bir özür olmaksızın onuncu yıla tehir etmiştir. Eğer geciktirmek caiz olmasaydı, bunu onun da
yapmaması gerekirdi. Bu görüş, müslümanlara kolaylık sağlayacağı için daha uygundur. Çünkü
çoğunluk İslâm hukukçularının dayandığı hadisler zayıf olduğu gibi, haccın, hicretin altıncı
yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur (eş-Şîrâzî, elMühezzeb, I,199; ez-Zühaylî, a.g.e. III, 17, 18).
Haccın Şartları:
Haccın Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar
olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar tam olarak bulununca hac ve edası farz olur. Aksi halde farz
olmaz.
Genel Şartlar. Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edasının şartları kabilinden olur.
Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.
1. Müslüman Olmak! Kâfire hac farz olmaz. İbadeti eda ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı
hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm'a girse, ona İslâm'ın haccı farz olur.
Hanefilere göre, kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba
çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a muhataptır ve
ahirette bunlardan hesaba çekilir.
2. Ergin ve akıllı olmak: Çocuk ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer'î
hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibadet ehliyeti
bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl
hastası iyileşse, bunlara hac farz olur. Çocuğun bülûğdan önce yaptığı hac nafile sayılır.
Hadiste şöyle buyurulur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan,
gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifa buluncaya kadar akıl hastasından" (Ebû Davûd,
Hudud,17; İbn Mâce, Talâk, 15). Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku ihramı ortadan
kaldırmaz (el-Kâsânî, a.g.e., II, 120-122, 160; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II,120 vd.; el Meydânî,
el Lübâb, I,177; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 308 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 218-222,
241, 248-250).
3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir
yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibadettir: Hürriyetten
yoksun olan kimsenin bunu ifa etmesi mümkün olmaz.
4. Vakit: Arafat'ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şu
ayetler haccın vakitli bir ibadet olduğunu gösterir: " Sana yeni doğan aylan (hilaller) sorarlar.
De ki: "O, insanların faydası için vakit ölçüleridir" (el-Bakara, 2/189). " Hac ayları bilinen
aylardır" (el-Bakara, 2/197). Hanefi ve Hanbelîlere göre, hac ayları; Şevvâl, Zilkâde ve
Zilhicce'nin ilk on günüdür. Buna Abadile adıyla anılan (İbn Mes'ud İbn Abbâs, İbn Ömer ve
İbnü Zübeyr)'den nakledilendir. "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir"
hadîsi delil olarak gösterilir (Buhârî, Hac, 33, 34, Umre, 9; Müslim, Hac, 123; Nesâî, Menâsik, 77;
Dârimî, Menâsik, 38; Muvatta ; Hac, 63).
Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini ifaya elverişli
değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac
sahih olur. Delili: "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" ayetidir (el-Bakara, 2/196). Bu
12+ Yas grubu | Hac ve Umre
8
12+ Yas grubu
durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden birşey yapmak caiz olmaz. Hanefilere göre
ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden öne alınması gibidir. Çünkü
ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli
kılmasıdır. Yine bu, ihramı, Mîkat'tan önce başlatmak gibi olur. Bununla birlikte hac aylarından
önce ihrama girmek mekruhtur. İbn Abbâs'ın (ö. 68/687) naklettiği; "Hac için, ancak hac
aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir" hadisi delildir (Buhâri)
Mâlikîlere göre, hac ayları tam üç aydır. İhramın vakti, Şevvâl'in başından, yani Ramazarı
bayramının ilk gecesinden itibaren başlar, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar
devam eder. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat'ta
dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyaret tavafı ve sa'y gibi ibadetler kalır (İbnü'l-Hümâm,
a.g.e., II, 220 vd.; İbn Kudâme, el Muğnî, III, 271; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, I, 200; ez-Zühaylî, a.g.e.,
III, 63-65).
5. Haccı ifaya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir.
Ayette, "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır"
(Âl-i İmrân, 3/97) buyurulur. Ayetteki "hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten" ifadesi
Hanefîlere göre "bedenî, mâlî ve emniyet" unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edasının
şartlarını oluşturur.
a. Beden sağlığı ve sağlamlığı. Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit
üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zalim yöneticilerin hac için
vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ, haccın farz olması için
"gücün yetmesi"ni şart koşmuştur. İbn Abbâs "istitâa"yı yol azığı (zâd) ve binit (râhile) olarak
tefsir etmiştir. Ayette, "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" (elBakara, 2/286) buyurulur.
b. Gerekli maddî güce sahip olmak. Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için
bineceği vasıtadan ibarettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince
hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vasıtasını
temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip
olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.
c. Yol emniyeti. Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû Hanife'ye
göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edasının şartlarındandır.
Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) hısımlardan
fâsık olmayan akıllı, ergin veya murâhık (12 yaşla buluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin
veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımı
olmaksızın, Mekke'ye üç gün üç gece (sefer mesafesi) ve daha uzak yerden gelerek hac
yapması tahrîmen mekruhtur. O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte caiz olur. Mahremin
bulunması vücûb şartıdır. Eda şartı diyenler de vardır. Günümüzde yaygın fesat sebebiyle,
kadın süt erkek kardeşiyle yolculuk yapamaz. Çünkü genç sıhrî hısımlarda olduğu gibi, süt
hısmıyla başbaşa kalmak (halvet) mekruhtur. Şâfiîler buna "kadının, kafilede güvenilir diğer
kadınlarla birlikte hac yapabileceği" esasını ilave ederler (el-Kâsânî, a.g.e., II, 121-125; elMeydânî, el-Lübâb, I,177; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II,194-199; eş-Şîrâzî, a.g.e., 196-198; ezZühaylî, a.g.e., III, 25-32).
Haccın Yalnız Kadınlarla İlgili Özel Şartları:
Kadınlarla ilgili iki şart vardır.
1. Hacda yol arkadaşının bulunması:
Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımının bulunması gereklidir. Aksi
halde kendisine hac farı olmaz. "Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça üç günden fazla
yolculuk yapamaz" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 290). "Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac
yapmasın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 491) hadis-i şerifleri buna delildir. Şâfiîler ise, kadına,
12+ Yas grubu | Hac ve Umre
9
12+ Yas grubu
güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli
değildir. Mâlikilere göre ise, kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya
yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir. Bu iki mezhebin
dayandığı delil; "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek
farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) ayetinin genel anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine
kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur.
Mahrem hısım ifadesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen
haram olan kimseleri içine alır. Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş, damat, kayınpeder
gibi. Kızkardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak geçici evlenme engeli doğurduğundan,
eniştelerle hac yolculuğu caiz olmaz.
Şâfiî ve Mâlikîlerle diğer fakihler arasındaki bu görüş ayrılığı, bir farzı ifa için yapılacak
yolculuğa mahsustur. Hac yolculuğu böyledir. İhtiyârî yolculuklar icmâ' ile buna kıyas edilmez.
Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir erkek, bir kadınla yanlarında mahrem bir hısımı
bulunmadıkça yalnız kalmasın. Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça yolculuk
yapamaz." Bir adam kalktı.
"Ey Allah'ın elçisi, karım hac yolculuğuna çıktı. Ben ise falanca gazveye yazıldım. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Git ve karınla birlikte haccet" (Buhârî, Nikâh, III, Cihâd,140,181;
Müslim, Hac, 424).
2. İddetli Olmaması
Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir. Çünkü yüce
Allah şu ayetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: "Boşadığınız kadınları evlerinden
çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar" (et-Talâk, 65/1). Haccın başka bir vakitte edası
mümkündür. İddet ise ancak özel bir vakitte sözkonusu olur (ez-Zühaylî, a.g.e, III, 36,37).
İslâm'da haccın bazı engelleri vardır, bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle tesbit
edilmiştir.
1. Ebeveyn: Ana veya baba Mekkeli olmayan çocuğunu nafile hac veya umre için ihrama
girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi farz hacca engel olamaz. Çünkü ebeveyne hizmet, bir
cihaddır. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.
2. Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına engel olamaz.
Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî') farz olmuştur. Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz
veya sünnet hacdan alıkoyabilir. Çünkü kocanın hakkı önceliklidir. Hac ibadeti ise ömür boyu
ifa edilebilir.
3. Kölelik: Efendinin kölesini farz ve sünnet hacdan alıkoyma hakkı vardır. Ancak köle onun
izniyle ihrama girmişse, artık hac veya umreyi tamamlamasına engel olamaz.
4. Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı hapiste
bulunmak hac engelidir.
5. Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac
yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi gelmeyen borçlar hac engeli teşkil etmez.
6. Hacr altında bulunmak: Sefîh olan kimse veli veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.
7. İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık
gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmasıdır. Böyle
bir engelle karşılaşan kimseye de "muhsar" denir. Ölüm veya malını 'verme dışında engeli
aşmaya gücü yetmeyen, hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan
çıkabilir. Ancak bu durumda kurban kesmesi gerekir.
12+ Yas grubu | Hac ve Umre
10
12+ Yas grubu
8. Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife'ye göre, muhsar sayılır ve
ihramdan çıkabilir. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise; ihramda iken hastalanan kimse,
uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı olarak kalır (el-Kâsânî, a.g.e, II, 130, İbn Kudâme, elMuğnî, III, 240; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 200):
Haccın Sıhhatinin Şartları
Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:
1. İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.
2. Özel yerler: Arafat ve Kâbe.
3. Özel vakit: Arafatta vakfe, arafe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak
sökünceye; ziyaret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak ziyaret
tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vacib olduğu için, ziyaret tavafını bundan sonraya
bırakana, vacibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur.
4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil ve davranışları,
kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı
erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram" denilmektedir.
İhrama Girme Yerleri (Mikatlar)
Mîkat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Çoğulu mevâkît'tir. Bir terim olarak, Mekke
çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifade
eder. Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi caiz olmaz. Aksi halde
kurban veya mikat yerine dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden önce ihrâma girmek ittifakla
caizdir. Hatta Hanefilere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha faziletlidir.
"Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" (el Bakara, 2/196) ayetinde buna delâlet vardır.
Mikatları beklemeksizin, ailesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac ve umreyi eksiksiz
tamamlamak demektir. Hz. Ali (ö. 40/660) ve Abdullah b. Mes'ud'un (ö. 32/652) görüşü budur.
Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük tazîm vardır.
İhrama girme yerleri, Mekke'de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya
mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir (el-Kâsânî, a.g.e,
II, 163-167; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, II, 131-134; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 178 vd.; eş-Şîrâzî, elMühezzeb, I, 202-204; İbn Kudâme, el-Muğnî, III; 257-267).
1. Mekke'de oturanlar: Bunların hac için ihrama girme yeri yine Mekke'dir. Hz. Peygamber
ashab-ı kirâma hac için ihrama, Mekke'nin içinde girmelerini emir buyurmuştur (ez-Zeylaî,
Nasbu'r-Râye, III,16). Mekke dışında, harem dâhilinde evi olanlar da böyledir. Mekkelilerin umre
için mikat yeri ise, dilediği herhangi bir yerden, hıll'in harem bölgesine en yakın olan yeridir.
Ancak umrede ihrama girmek için hıll'in en fazîletli yeri Hanefi ve Hanbelîlere göre "Ten'îm",
sonrâ "Ci'râne", sonra "Hudeybiye"dir. Resulullah (s.a.s) Abdurrahman b. Ebî Bekr'e Hz.
Âişe'ye Ten'îm'de ihrama girerek umre yaptırmasını emir buyurmuştur (Buhârî, cihâd, 125,
Umre, 6; Müslim, Hac,135,136; Ahmed b. Hanbel, III, 309, 394; Tirmizî, Hac, 91).
2. Hıll'de oturanlar: Harem bölgesiyle, beş mikat yerinin çevrelediği alan arasındaki bölgeye
"hıll" denir. Hıll'de oturanların hac veya umre için ihrama girme yeri (mikat), ailelerinin
bulunduğu yer veya bu yerle. harem arasında kalan, hıll'den dilediği herhangi bir yerdir. Hac ve
umreyi tamamlamayı emreden ayetle (el-Bakara, 2/ 196) Hz. Ali ve İbn Mes'ud'un görüşü buna
delildir. Hanefîler bu görüşü benimsemiştir. İmam Mâlik'e göre, bunların mikat yeri, kendi
evleridir.
3. Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâki): Arabistan'da mikatlar dışında
oturanlarla, dış ülkelerden hac veya umre niyetiyle Hicaz'a gidenler için geldiği bölge veya
ülkeye göre ihrama girme yerleri (mikat) belirlenmiştir. İbn Abbâs (r.a)'tan şöyle dediği
12+ Yas grubu | Hac ve Umre
11
12+ Yas grubu
nakledilmiştir: "Nebî (s.a.s), Medineliler için Zülhuleyfe'yi, Şamlılar için el-Cuhfe'yi, Necidliler
için Karnü'l-Menâzil'i ve Yemenliler için Yelemlem'i mikat olarak belirledi. Bunlar, belirtilen
bölge veya ülke tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir" (Buhârî, Hac, 7, 9,
11,12, Sayd,18; Müslim, Hac,11-12; Ebû Dâvûd, Menâsik, 8; Nesâî, Menâsik,19, 20, 23; Ahmed b.
Hanbel, I, 238). Câbir (r.a)'den merfû olarak rivayet edilen Müslim hadisinde bunlara, Iraklılar
için Zat-ı ırk ilâve edilmiştir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 8).
Gelinen ülkelere göre mikatlar şöyledir:
a. Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı Cuhfe
(Râbiğ)'dir. Cuhfe ile Mekke aiası yaklaşık 187 km. dir.
b. Medine'den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke'ye yaklaşık 464 km.dir. En
uzak mikat yeri burasıdır.
c. Irak, İran ve diğer doğu ülkelerinden gelenlerin mikatı Zât-ı Irk'tır. Bu yer Mekke'ye yaklaşık
94 km.dir.
d. Kuveyt ve Necid yönünden gelenlerin mikatı bugün es-Seyl denilen Karnü'l-Menâzil'dir.
e. Yemen'den gelenlerin mikatı Mekke'nin güneyinde bulunan Yelemlem olup, Mekke'ye 54
km.dir,
İhrama girme yerlerini Hz. Peygamber tayin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir amaçla
gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrâma girmiş olması lâzımdır. Eğer yol, bu
noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrâma girilir. Medine'ye gelenler, hac için
Mekke'ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe'de bugün Âbâr-ı Alî denilen yerde ihrama girerler.
Mikatlardan içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke'ye girebilirler. Fakat hac veya umre için,
bulundukları yerden ihrama girerler. Mikat içinde, fakat Mekke dışında bulunan, bulunduğu
yerde; Mekke'nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama girerler.
Dışarıdan hac veya umre için gelen kimse mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya
geri dönüp mikat yerinde ihrama girer. Mekke'ye girme niyeti olmaksızın mikatı ihramsız
geçene birşey lâzım gelmez.
İhram:
Hac dışında yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefilere
göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye
yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibadeti
başlamış olur.
İhrama girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır:
1. Abdest veya boy abdesti almak. Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır. Hz.
Peygamber ihram için boy abdesti almıştır (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,17). Bu, temizlenmek
için olup, taharet (abdestlilik) için değildir. Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı kadınlar da bunu
yaparlar. İbn Abbâs'ın merfû olarak naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı
kadınlar boy abdesti alır, ihrama girer, Beytullah'ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa
ederler" (Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b. Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâsik, 9). Diğer yandan Hz.
Peygamber (s.a.s), Esmâ binti Umeys'e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını emir
buyurmuştur (Müslim, Hac, 109, 110).
İhrama girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması, koltuk altlarını
ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır..
12+ Yas grubu | Hac ve Umre
12
12+ Yas grubu
2. Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omuzuna
almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür. Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya
nalın giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst
peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından
aşağısını ayırsın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 305). İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını
ayırma" ifadesi yoktur (Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19;
Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47).
İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar.
Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.
3. Çoğunluğa göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir. Hanefî ve Hanbelîlere göre,
elbiseyi kokulamak caiz değildir. Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir. Delil, Hz.
Âişe'den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (s.a.s)'i, ihrama girerken bulabildiğim en güzel koku
ile kokuluyordum"(Buhârî, Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâsik, 10; Tirmizî,
Hac, 77). Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca yoktur.
Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun kullanmak caiz
görülmemiştir.
4. İhram namazı. Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki rekat ihram
namazı kılınır. Delil şu hadistir: "Nebî (s.a.s) Zülhuleyfe'de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama
girdi" (ez-Zeylaî, age, III, 30 vd.). Bu namazın birinci rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs
suresini okumak sünnettir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir.
Çünkü İbn Abbâs (r.a)'tan, Resulullah'ın böyle yaptığı nakledilmiştir.
5. Telbiye. Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir. Çünkü Hz. Peygamber
böyle yapmıştır. Efdal olan da budur. Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip, sonra niyet
edilebilir (ez-Zeylaî, age, III, 21). Telbiye şudur:
"Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. Inne'l-hamde ve'n-ni'mete
leke ve'l-mülke, Lâ şerîke leke" (Buharî, Hac, 26, Libâs, 69; Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî.
Menâsik, 22, Tirmizî, Hac, 97).
Hanefilere göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye,
yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların ardından tekrarlanır ve
zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü
Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır (Nesâî,
Menâsik, 229, İbn Mâce, Menâsik, 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79). Ancak
taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi
keser.
12+ Yas grubu | Hac ve Umre
13
12+ Yas grubu
Kurban ve kurban cesitleri
Muayyen bir vakitte, muayyen bir hayvanı ibâdet maksadıyla usûlüne uygun olarak kesme.
Sözlükte yaklaşmak anlamına gelen kurban, Allah'a yaklaşmayı Allah yolunda malların feda
edilebileceğini, Allah'a teslimiyeti ve şükrü ifade eder. hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır.
Kurban kesmenin meşrûiyeti Kitap, Sünnet ve icmâ-ı ümmet ile sabittir. Allah Teâlâ'nın Kur'ân-ı
Kerîm'de; "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Kevser, 108/2), Hz. Peygamber s.a.s)'in de
"İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın" (İbn Mâce, Edâhı, 2;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 321) şeklindeki ifadeleri konunun önemini ortaya koymaktadır. Bu
ve benzeri nasslardan hareket eden Hanefi fukahâsı kurban kesmenin vâcip olduğu
görüşündedirler (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XII, 8; Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Kahire,
1327-28/1910, V, 61, 62; el-Fetâva'l Hindiyye, Bulak 1310, V, 291).
Kurban Allah'a yaklaşmak maksadıyla ve yalnız O'nun rızasını kazanmak için kesilir. Allah'tan
başkası adına hayvan kesmek haramdır ve bu yola tevessül edenleri Hz. Peygamber (s.a.s)
"Allah'tan başkası nâmına hayvan kesene Allah lânet etsin " (Müslim, Edâhî, 43-45; Nesâî,
Dahâyâ, 34; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 108, 118, 152, 217, 309, 317) şeklindeki ifâdeleriyle
uyarmıştır.
Vücûbiyetinin Şartları:
Kurban kesecek kimsenin: Müslüman, hür ve yolculuk halinde bulunmayıp mukîm olması,
nisab miktarı mala sahip olması (Serahsî, a.g.e., XII, 8; Kâsânî, a.g.e., V, 63; el-Fetâva'lHindiyye, V, 292) gerekir. Akıllı ve bülûğa ermiş olma şartı konusunda ihtilâf vardır. İmam Azam
ve İmam Ebû Yûsuf'a göre kurban kesmekle mükellef olmak için akıllı ve bülûğa ermiş olmak
şartı yoktur. Zengin olan çocuk veya delinin malından velîsi kurban keser. İmam Muhammed'e
göre ise akıl ve bülûğa ermek şarttır. Fetva bu görüşe göredir (el-Fetâva'l-Hindiyye, V, 293).
Kâfire kurban kesme vacib olmamakla birlikte eyyâm-ı nahr (Kurban kesme günleri) da
müslüman olana veya bülûğa ermiş olana kurban vacibtir ve kurban kesmesi gerekir (Kâsânı,
a.g.e., V, 63; el-Fetâva'l-Hindiyye, V, 293).
Seferî olanlar kurban kesmekten muaftır. Bundan dolayı seferîliği gerektirecek yoldan gelen
hacılara kurban vücûbiyeti yoktur. Ancak mukîm olan Mekkeliler için bu vücûbiyet düşmez.
Eyyâm-ı nahr'da yolculuğa çıkan kişi, vakit çıkmadan mukîm olursa kurbanla mükelleftir.
Eyyâm-ı nahr'ın ilk günlerinde mukîm olduğu halde kurban kesmeyen ve son gün sefere çıkan
kişiden vücûbiyet düşer (Kâsânî, a.g.e., V, 63-64; el-Fetâva'l Hindiyye, V, 293).
Kurban kesmede nisab, sadaka-i fitırla* mükellef olmaktır. Bu durumdaki müslümana kurban
kesmek vaciptir (Kâsânî, V, 64).
Nisabı eksilten borç, eyyâm-ı nahrda kurbanlığın kaybolması kurbanın vücûbiyetini düşürmez.
Kişi vaktin başlangıcında fakir, sonunda zenginleşirse kurban kesmesi gerekir. Kurban
kesmekle mükellef olan aldığı kurbanlığı kaybeder ve mal varlığı nisabın altına düşerse eyyâm-ı
nahr'da fakir olduğundan yeni bir kurban almaya gerek yoktur. Zengin olduğu halde yerine
yenisini alıp keser ve diğerini de bulursa bunu kesmesi gerekmez (Kâsânı, V, 62-64).
Kurbanlık hayvanlar ve bu hayvanlarda aranan Şartlar:
Kurban edilecek hayvanlar, koyun, keçi, sığır, manda ve devedir. Vahşi hayvanlardan kurban
etmek caiz değildir. Çiftleşen hayvanlardan doğan yavrunun annesi ehlî ise erkeği vahşî'de
olsa bu yavrudan kurban etmek câizdir. Çünkü hayvanlarda yavru anneye tâbidir. Koyun ve
keçinin bir yıllığı kurban edilir. Ancak altı ayını doldurmuş olan kuzu annesinden
ayırdedilemeyecek kadar gösterişli ve semiz ise kurban edilebilir. Oğlak için bu durum geçerli
değildir. Sığır ve mandanın iki, devenin ise beş yaşında olanı kurban edilir (Serahsî, a.g.e., XII,
12+ Yas grubu | Kurban ve kurban cesitleri
14
12+ Yas grubu
9-10; Kâsânî, a.g.e., V, 69-71; el-Fetâva'l-Hindiyye, V, 297). Koyun ve keçi bir kişi adına kurban
edilebilir. Sığır ve deveye ise birden yediye kadar kişiler ortak olabilir. Ancak ortaklardan her
biri müslüman olmalı ve kurban niyetiyle ortaklığa girmiş bulunmalıdırlar. Et yeme maksadıyla
ortaklık kurulursa veya birisi et yeme maksadıyla ortaklıkta bulunursa hiç birisinin kurbanı
yerine gelmiş olmaz. Sığır veya deveyi kurban etmek üzere ortaklık kuranlardan her birinin
vacip olan kurban niyyetleri şart değildir. Ortaklardan bazısı vacip olan kurban, bazıları nafile,
bazıları keffâret kurbanı, ceza kurbanı, Hacc-ı temettü veya Hacc-ı kıran kurbanı, akîka kurbanı
gibi değişik niyetlerle oraklıkta bulunabilirler. Kurban kesildikten sonra et, tartı ile eşit şekilde
paylaşılmalıdır (Kâsânî, a.g.e., V, 71-72; Damad, Mecmau'l-Enhur, İstanbul 1328, II, 521).
Yaradılıştan boynuzsuz, burma, yenini yiyebilen delirmiş hayvan, çok zayıflamamış olan uyuz
hayvan, yaradılıştan kulakları küçük olan hayvan, dişlerinin azısı düşmüş veya dişleri olmadığı
halde yemini yiyebilen ve otlayabilen hayvanlardan kurban etmek câizdir.
Bir veya iki gözü kör, kemiğinde ilik kalmayacak kadar zayıflamış, kesileceği yere gidemeyecek
derecede topal, kulak veya kuyruğunun yarıdan fazlası kesilmiş veya kopmuş, boynuzunun
çoğu kırılmış, memesi kesilmiş, yavrusunu emziremeyen, memesi kurumuş veya memelerinden
birisi sütten kesilmiş olan koyun-keçi ile, ikisi sütten kesilmiş sığır-deve, dört ayağından biri
kesilmiş olan hayvan, burnu kesilmiş, pislik yiyen hayvanlar etindeki pislik temizleninceye
kadar tutulmamış ise kurban olmazlar. Bu konuda ulemadan bazıları şöyle bir genel kaide
koymuşlardır: "Hayvandan tam olarak, güzelce istifadeye mani olan her kusur kurbana
manidir." Kusur bu durumda değilse kurbana mani değildir. Kurbana mani olan bu kusurlar
zengin içindir. Zengin, kurban edeceği hayvanı bu kusurlardan biri bulunduğu halde satın alırsa
veya satın aldıktan sonra bu kusurlardan birisi meydana gelirse bu hayvanlar kurban edilemez.
Fakir için ise her hâlükârda kesmek câizdir (Serahsî, a.g.e., XII, 15-18; Kâsânî, a.g.e., V, 75-77;
el-Fetâva'l-Hindiyye, V, 297-299; Damad, a.g.e., II, 519-520).
Kurbanın Vakti:
Kurban, eyyâm-ı nahr (Kurban kesme günleri) denilen Zilhicce ayının onuncu, on birinci ve on
ikinci günleri kesilir. Onuncu gün kesmek daha faziletlidir. Zilhiccenin onuncu günü ikinci fecir
doğmadan önce kurban kesmek câiz değildir. İkinci fecirden sonra Zilhiccenin on ikinci günü
güneş batıncaya kadar geçen zaman içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak geceleri
kesmek mekruhtur. Bayram namazı kılınan yerlerde, imam bayram namazında iken veya
teşehhüd miktarı oturmadan önce kurban kesilmesi caiz değildir, Selâm verdikten sonra ise
kurban kesilebilir. Bayram namazı kılınmayan yerlerde ikinci fecrin doğumundan sonra kurban
kesilebilir (Serahsî, a.g.e., XII, 9; Kâsânî, a.g.e., V, 73-75; el-Fetâva'l Hindiyye, V, 295-296;
Damad, a.g.e., II, 518).
Kurban Nasıl Kesilir?
Kurban kesmek için bıçak önceden bilenip hazırlanır ve hayvanın göremeyeceği bir yere
konulur. Sonra hayvan ayakları ve yüzü kıbleye gelecek şekilde sol tarafına yatırılır. Hayvanın
sağ arka ayağı serbest kalmak şartıyla diğer ayakları bağlanır. Bundan sonra tekbir ve tehlîl
getirilir. Arkasından "Bismillâhi Allâhü ekber" denilerek, hayvanın boynuna bıçak vurulur.
Nefes ve yemek boruları ile şahdamarı denilen iki ana damarı kesilir. Hayvan soğumaya
bırakılır, kanının akması beklenir ve sonra derisi yüzülür. Hayvanı elinden gelirse, kurban
sahibinin kendisinin kesmesi menduptur. Kendisi kesemezse, bir müslümana kestirir (Mehmed
Mevkufâtî, Mevkûfât, (sadeleştiren: Ahmed Davudoğlu), İstanbul 1980, II, 331-332).
Kurbanlıktan Faydalanmak:
Kurbanlıktan tüylerinin kırpılması ve sütünün sağılması suretiyle faydalanmak mekruhtur. Eğer
kırpılmış ise tüyü ve sütlü ise sütü sağılıp tasadduk edilir. Hatta karışmasın diye alâmet olmak
üzere alman tüyleri bile tasadduk etmek gerekir. Eğer kullanılmış ise parası tasadduk edilir
(Serahsı, a.g.e., XII, 14, 15; Kâsânî, a.g.e., V, 78; el-Fetâva'l-Hindiyye, V, 301). Kurban kesildikten
sonra derisi satılmış ise parası tasadduk edilir. Ancak deriden mest, seccade vb. şekilde
12+ Yas grubu | Kurban ve kurban cesitleri
15
12+ Yas grubu
istifâde edebileceği gibi eve demirbaş eşya almak üzere satmakta da bir sakınca yoktur
(Serahsı, a.g.e., XII, 14).
Kurbanın eti konusunda en faziletli tutum üçte birini tasadduk, üçte birini dostlara ikram, üçte
birini de evde alıkoymaktır (Kâsânî, a.g.e., V, 81; el-Fetâva'l-Hindiyye, V, 300).
Kurbanlık yapmak üzere satın alınan bir hayvan satılıp yerine başka bir hayvan almak câizdir.
Eğer paradan arta kalan olursa tasadduk edilir (Serahsî, a.g.e., XII, 13).
Kurbanlığa binmek, onunla yük taşımak veya herhangi bir iş için ondan istifade etmek
mekruhtur. Eğer hayvan kullanılır ve değeri noksanlaşırsa eksilen kıymeti tasadduk etmek
gerekir. Kiraya verilmiş ise kiradan elde edilen para da tasadduk edilir. (Kâsânî, a.g.e, V, 79).
Kurbanın eti, yağı, başı, tüyü, sütü vb.lerinin satışı câiz değildir. Eğer satılmış ise tasadduk
etmek gerekir (Kâsanî, a.g.e, V, 81; el-Fetâva'l-Hindiyye, V, 301).
Kurbanlık olan hayvan boğazlanmadan önce yavrularsa o da annesiyle beraber kesilir. Bu
hüküm kendisine kurban vacip olmadığı halde kurbanlığı satın alıp kendine vacip kılan fakir
hakkındadır. Çünkü kurban bizzat o hayvana taalluk etmiştir ki yavrusu da kendisine tabidir.
Eğer bu yavru boğazlanmayıp satılırsa parasını tasadduk etmek gerekir. Şayet yavru eyyâm-ı
nahr geçinceye kadar boğazlanmaz ve elde tutulursa tasadduk edilir (Serahsî, a.g.e, XII, 14).
Zengin, yavruyu eyyâm-ı nahr'dan önce veya sonra kesebileceği gibi eyyâm-ı nahr'da diri
olarak tasadduk da edebilir. Eğer eyyâm-ı nahr'da satılmış olursa kıymeti tasadduk edilir. Yavru
kesilmez ve satılmaz ise diri olarak tasadduk edilir (Kâsânî, V, 78-79; el-Fetâva'l-Hindiyye, V,
301).
Kurbanda Vekâlet:
Bir müslüman kurbanını kendisi kesebileceği gibi bir müslümana da kestirebilir. Ancak
kendisinin kesmesi daha faziletlidir. Kurbanı kestirme konusundaki izin bizzat ifâde
edilebileceği gibi, izne delâlet eden söz, fiil ve davranışlar da izin sayılır. Meselâ bir müslüman
kurbanlık satın alsa kurban bayramı günü hayvanı yatırıp ayaklarını bağlasa onun emri
olmadan bir başkası gelip hayvanı boğazlasa bu kurban için yeterlidir. Başka bir hayvan
kesmek gerekmez. İki müslüman yanılarak birbirlerinin kurbanlarını kendi adlarına kesmiş
olsalar vacibi yerine getirmiş olurlar ve kestiklerini değişmek suretiyle kendi hayvanlarını alırlar
(Kâsânî, a.g.e, V, 67-68). Eğer böyle bir durumu etler yenildikten sonra farkederlerse
helâlleşirler. Aralarında anlaşmazlık çıkarsa birbirlerine kurbanlıkların değerini öderler. Eğer
eyyâm-ı nahr geçmiş ise bu paralan tasadduk ederler (el-Fetâva'l Hindiyye, V, 302).
Kurbanda müstehap olan şeyler:
Eyyâm-ı nahr'dan önce kurbanlığı bağlamak. Hayvana kurbanlık nişanı takmak,
işaretlendirmek. Kesilecek yere güzellikle, eziyet vermeden götürmek. Yemek borusu, nefes
borusu ve iki şahdamarını kesmek ve keserken acele davranmak. Boğazlamayı enseden değil
boğazdan yapmak. Kendi kurbanını kendisi kesmek, kesemiyorsa müslümana kestirmek. Ehl-i
kitab'tan birine kestirmek mekruhtur. Hayvanı kıbleye karşı kesmek. Hayvan kesilirken orada
hazır bulunmak. Dua etmek ve besmeleden önce veya sonra:
"Allahümme minke ve leke salatî nusukî ve mahyâye ve mematî lillahi Rabbil-Alemine lâ şerike
lehu ve bizalike Umirtu ve ene mine'l-müslimîn."
"Ey Rabbim bu senden ve yine sanadır. Namazım, kulluğum, kurbanım, ölümüm ve dirimim eşi
benzeri olmayan âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ben bununla emrolundum ve teslim
olanlardanım" demek. Dua ile besmeleyi birbirinden ayırmak. Besmeleden önce veya sonra dua
etmek, Besmele ile beraber dua etmek mekruhtur. Kurban olacak hayvanın imkan ölçüsünde en
semizi, en büyüğü olması. Eyyâm-ı nahr'ın ilk günü gündüzleyin kesmek. Kurban bıçağının çok
keskin olması. Hayvanı kesildikten sonra soğumaya ve canın iyice çekilmeye bırakılması,
12+ Yas grubu | Kurban ve kurban cesitleri
16
12+ Yas grubu
soğumadan ve can çekilmeden önce yüzmek mekruhtur. Kurban sahibinin kurban etinden
yemesi. Çünkü bu Allah'ın bir ziyafetidir. Etinden başkalarına vermek (Kâsânî, a.g.e, V, 78-81).
Kurban Bayramında kesilmek üzere satın alınmış olan hayvan kesilmez ve bayram günleri
geçerse, hayvanın tasadduk edilmesi gerekir. Bu konuda zengin ve fakir aynı hükme tabidir.
Zengin olan kişi ise kurbanlık alsın veya almasın kurban kesmediği takdirde kurbanın kıymetini
tasadduk etmesi gerekir. Ertesi yıla bırakamaz (Mevkufâtî, a.g.e., II, 329).
Ölüye kurban keseceğini söyleyen bir kimse, kurbanını bayram günlerinde kesmesi ona vacib
olur.
Saffet KÖSE
AKİKA KURBANI
Yeni doğan bebeğin başındaki ilk saçlarına akîka; bu çocuğun doğumundan yedi gün sonra
başındaki tüyleri kısmen veya tamamen traş edip adını koyduktan sonra Allah'u Teâlâ'ya şükür
için kesilen kurbana akîka kurbanı denir. Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle rivâyet edilmektedir.
"Resul-i Ekrem (s.a.s.} bize erkek çocuklar için iki, kız çocukları için bir koyun "akîka" olarak
kurban etmemizi emretti." (İbn Mâce hadis no: 3163, Zebâih, no: 1515).
Yine Hz. Âişe validemizin rivâyetine göre, Peygamber Efendimiz (s.a.s.), torunları Hasan ile
Hüseyin'in doğumlarının yedinci günü akika kurbanlarını kesmiş ve adlarını koymuştur.
(Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 401)
İslâm'dan önceki câhilî Arap toplumunda sadece erkek çocuklar için kurban* kesilirdi. Kız
çocukları için böyle bir merâsim söz konusu değildi. İslâm bu değişikliği yaparak kız
çocuklarına da değer verilmesini sağlamıştır .
Akîka kurbanında aranan şartlar
Kurban edilecek hayvan tek veya iki gözünden kör olmamalı; dişlerinin ekserisi düşmüş
olmamalı; kulakları kesik olmamalı; boynuzlarından biri veya ikisi kökünden kırılmış olmamalı;
kulağı veya kuyruğunun yarısından çoğu, memelerinin uçları kesik olmamalı; yahut yaratılıştan
kulak ve kuyruğu olmayan bir hayvan olmamalıdır. Akîka kurbanı Hanefi mezhebine göre
mübah ve dolayısıyla menduptur. Diğer üç büyük imâma göre sünnet, Zahiri mezhebine göre
ise farzdır.
Hz. Peygamber bu kurbanın kesilmesi sırasında bir örf olarak başa kan sürülmesi âdetini
yasaklamış, (Ebu Dâvud, Edahî, 20) kesilen saçların ağırlığınca altın veya gümüş tasadduk
edilmesini emretmiştir. Akîka kelimesi anne-babaya isyân anlamına geldiği için Resulullah bu
kurbanın adını "itaat ve ibadet" anlamına gelen "Nesike" kelimesi ile değiştirmiştir. (İbn Hanbel,
II, 182)
Bu kurban çocuğun doğduğu günden bâlîğ olacağı güne kadar kesilebilir. Ancak doğumun
yedinci gününde kesilmesi daha çok sevap kazanmaya sebeptir. Kesilen kurbanın kemikleri
çocuğun sıhhatli olmasına sebep olsun niyetiyle kırılmayıp eklem yerlerinden sıyrılır ve öylece
pişirilir. Sonra bu kemikler bir yere gömülür. Akîka kurbanının etinden bunu tasadduk eden
kimsenin yiyebileceği gibi ev halkı da bu etten istifâde eder. Bir kısmı da ihtiyaç sahiplerine
dağıtılır.
Ahmed AĞIRAKÇA
12+ Yas grubu | Kurban ve kurban cesitleri
17
12+ Yas grubu
ADAK (Nezir)
Allah'u Teâlâ'ya ibâdet maksadıyla mükellef olmadığı halde mübah olan bir işi yapmayı
kararlaştırmak, kişinin öyle bir ameli kendisine vâcip kılması ve bunu yapacağına dair Allah'a
söz vermesi.
Allah rızası için yapılan adaklar Allah katında geçerlidir. Yalnız Allah'ın rızası gözetilirse böyle
bir ibâdetten sevap elde edilir. Sırf Allah rızası için oruç tutmak, sadaka vermek, Kur'an okumak
namaz kılmak gibi. Ancak sırf dünyevî bir maksat uğruna yapılan adaklar geçerli değildir.
"Falan bir işim olursa şu kadar oruç tutacağım", veya şu kadar sadaka vereceğim demek gibi.
Buna benzer dünyaya yönelik isteklerin olması halinde yapılan adaklarda sırf dünyevî bir arzu
taşıdığından ibâdetlerde aranan ihlâs* ve Allah rızası özelliği kaybolmuş oluyor. Aslında böyle
bir adak Allah'ın takdirini değiştirmez. Mukadder ne ise o olur. Fakat her ne olursa olsun "falan
işim olsun, şöyle böyle oruç tutacağım, sadaka vereceğim..." gibi adakları yaptıktan sonra
mutlaka yerine getirmek vâcip olur.
Allah'ın rızasını ve yardımını istemek maksadıyla yapılan bu ibâdet genellikle bütün semâvî
dinlerde vardır. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Meryem ile ilgili olarak anlatılan kıssada annesinin şöyle
dediği ve adakta bulunduğu ifade edilmektedir: "Hani İmran'ın karısı şöyle demişti: 'Rabbim'
karnımda taşıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul buyur
Allah'ım sen her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilensin. " (Âl-i İmrân, 3/35). Ve yine Hz. Meryem'e
şöyle hitab edilmişti: "İnsanlardan birini görürsen "Rahman olan Allah'a konuşmama orucu
adadım bugün kimseyle konuşmayacağım" de." (Meryem, 19/26). Yalnız Semâvî dinlerde değil,
kısmen semâvî din özelliği ve kalıntıları taşıyan bazı toplum ve dinlerde de adak inancına
rastlanmaktadır. Yahudi ve Hristiyanların yanısıra eski Çin, Türk ve Arap toplumlarında
adakların yapıldığı bilinmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de adak ile ilgili olarak bazı hususlar zikredilmişse de bu konuda herhangi bir
emir veya nehiy mevcut değildir. Fakat ileride de ele alınacağı gibi adaklar yapıldıktan sonra
mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir.
Bazı hadislerde Rasûlullah (s.a.s.), yapıldıktan sonra Allah'a itaat kabilinden olan adakların
yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. (Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, XII, 226 vd.)
Adağın Hz. Peygamber tarafından yasaklandığını ileri sürenler olmuşsa da, bu adaklar insanı
kaderden müstağni kılmaya sürükleyen anlayışlara dayalı olan adaklardır. Çünkü yapıldıktan
sonra mutlaka yerine getirilmesi kesin olarak emredildiğine ve bu konuda gayet açık hükümler
bulunduğuna göre, yasaklanmış bir hususun yapıldıktan sonra yerine getirilmesi isteniyorsa bu
yasak ne ile izah edilebilir?
Adak, yemin keffâreti*nde olduğu gibi yerine getirilmesi kişinin İslâmî hükümlere olan
sadakatine bağlıdır. Böyle bir adağı yaptıktan sonra onu yapmaması halinde İslâm devleti
yetkilileri ibâdeti ihmal ettiğinden dolayı onu bu konuda zorlayamazlar. Ancak Cenab-ı Hakk
Kur'an-ı Kerim'de "Nezirlerini edâ etsinler" (el-Hacc, 22/29) buyurmaktadır.
Adağın Şartları
Adağın İslâmî hükümlere göre geçerli olabilmesinin çeşitli şartları vardır:
1- Adanan ibâdetin cinsinden mutlaka bir farz veya vâcibin olması gerekir. Örneğin "üç gün
oruç tutacağım.", "Şu kadar namaz kılacağım", "Kurban keseceğim", diye adamak câizdir ve
böyle bir adak sahihtir. Fakat "Filan hastayı ziyâret edeceğim", "Aldığım malları sermayesine
satacağım", demek adak olmuyor. Dolayısıyla Allah rızası için adanan ibâdetin cinsinden farz
ve vâcip olmayan hattâ İslâm dininde yapılması uygun olmayan, İslâm'ın emretmediği kötü
geleneklerden ibaret olan türbelere, yatırlara mum yakmak, bu yatırların uğruna bir şeyler
yapmak, yatırlara bazı eşyalar adamak câiz değildir. Hattâ bu gibi adaklar kesinlikle haramdır .
12+ Yas grubu | Kurban ve kurban cesitleri
18
12+ Yas grubu
2- Adayanın akıllı, bülûğa ermiş yani ergin olması gerekir. Adağı yapan kimsenin aklından hasta
olmaması, çocuk yaşta bulunmaması gerekir. Erginlik çağına ulaşmamış olanlarla delilerin*
yaptığı adakların yerine getirilmesi zorunlu değildir.
3- Adanan ibâdet o anda veya gelecekte yapılması farz olan bir ibâdet olmamalıdır. Meselâ 'şu
işim olursa öğle namazını veya yatsı namazını kılacağım', yahut 'Ramazan'da oruç tutacağım',
veya zengin olduğu halde 'Kurban bayramında kurban keseceğim' gibi adaklar sahih değildir.
Çünkü bu gibi ibâdetler zaten farz veya vâcip ibâdetler olup yerine getirilmesi gereken
ibâdetlerdir. Buna göre bu tür adaklar geçerli değildir.
4- Adanan ibâdet ayrıca bir farz veya vâcip bir ibâdete sebep ve zemin türünden olmamalıdır.
Örneğin abdest almayı veya tilâvet secdesi yapmayı adamak da sahih bir adak değildir. Zira bu
gibi ibâdetler farz olan ibâdetlere vesiledir, onun için adanmaz.
5- Adanan şey Allah'ın razı olmayacağı, günah özelliği taşıyan türden de olmamalıdır. Meselâ
"Şu işim olursa kendimi Allah rızası için kurban edeceğim" diye bir adak yapmak geçerli
olmadığı gibi haramdır. Fakat aslında İslâm'ın emrettiği bir ibâdet iken yine İslâm'ın başka bir
sebepten dolayı yasakladığı bir ibâdet türü ise geçerli olur. Meselâ bir kimsenin Ramazan
Bayramı'nın birinci gününde veya Kurban Bayramı'nın ilk üç gününde oruç tutmayı adaması
sahih bir adaktır. Ancak bu günlerde oruç tutmak haram olduğu için, başka bir zamanda bu
adağını kaza eder.
6- Adanan şeyin yerine getirilmesi mümkün olmalıdır. Meselâ geçen falan günde yahut falanın
geleceği günde oruç tutmak gibi. Geçen bir gün geri gelmeyeceği gibi, falan kimsenin gece
veya gündüz zeval vaktinden sonra gelmesi halinde artık oruç tutulamayacağı bellidir. Çünkü
oruç gündüz tutulduğu gibi fecirden başlanması gerekir. Dolayısıyla böyle bir adak olmaz.
7- Adanan şey bir malın sadaka* olarak verilmesi ise, adanan mal adağı yapanın malından ve
servetinden fazla olmamalıdır. Çünkü adağı yapan kimse ancak mal varlığı kadar bir tasaddukta
bulunabilecektir. Ayrıca başkasının malını tasadduk etmeyi adamak da câiz değildir.
Adağın Kısımları
Nezir'in şarta bağlı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrıldığı gibi bu türler de ayrıca kendi
aralarında çeşitli kısımlara ayrılmaktadırlar.
A- Şarta bağlı olan adaklar
Bunlara ıstılâhî olarak "Muallak Adaklar" denir. Muallak adaklar ikiye ayrılır:
1- Bazı hususların gerçekleşmesine ve yapılmasına bağlanan adaklar. Meselâ 'Hastalığım geçer
ve iyileşirsem şu kadar oruç tutacağım' veya 'Şu kadar kurban keseceğim' şeklinde yapılan
adak gibi. Bu hastalığı geçerse bu ibâdeti derhal yerine getirmek gerekir. Böyle bir adağı daha
sonra yapmak her ne kadar câiz ise de hemen yerine getirilmesi daha sevaptır.
2- Bazı iyi ve güzel hususların gerçekleşmemesi ve yapılmaması için adanan adaklar. Örneğin,
'Falan kimse ile konuşursam şu ibâdeti yapmak üzerime vâcip olsun' şeklindeki adaklar gibi.
Burada koşulan şart falan kimse ile konuşmamadır. Bu şarta rağmen o kimse ile konuşulursa
adağı yerine getirmek yahut bunun yerine yemin keffâreti ödemek gerekir.
Genel olarak belli bir şarta bağlanan adaklar belirtilen şartın gerçekleşmesinden önce
yapılmazlar. Örneğin 'Falan işim olursa şu kadar oruç tutacağım' diye adak yapılıp o işi
gerçekleşmeden adadığı orucu tutarsa adağını yerine getirmiş olmaz. Adı geçen işi
gerçekleşince yeniden o orucu tutması gerekir.
Aynı şekilde bu tür bir adak belirli bir zaman, yer ve kişilere yahut belli bir şekle bağlanırsa
mutlaka bu belirlenen şekilde yapılması şart değildir. Meselâ 'Falan işim olursa falan gün veya
12+ Yas grubu | Kurban ve kurban cesitleri
19
12+ Yas grubu
falan ay oruç tutacağım, şu parayı falan adama vereceğim', yahut şu kadar namazı falan camide
kılacağım' dese belirtilen işi gerçekleşince belirttiği gün veya ayda oruç tutması şart değildir.
Zikrettiği kişiye belirlediği parayı vermesi yahut söylediği camide namaz kılması şartı
aranmamaktadır. Orucunu istediği bir zamanda tutması, sadakasını istediği kimseye vermesi,
namazını istediği herhangi bir camide kılması mümkündür.
B- Şarta bağlı olmayan adaklar
Bunlara da "Mutlak Adaklar" adı verilmektedir. Bu tür adaklar da ikiye ayrılmaktadır.
1- Belirli olan yani muayyen adaklar: Şarta bağlı olmadan yapılan adaklardır. Meselâ
'önümüzdeki perşembe günü oruç tutmayı adamak' gibi.
Belirli olmayan adaklar. Bunlara da 'Gayr-i Muayyen Adaklar' denir. Bu tür adaklar da hiçbir şart
ve zamana bağlı olmayan adak türleridir. Meselâ "Şu kadar gün oruç tutacağım" diyerek hiçbir
şart ve zamana bağlamadan bir müddet oruç tutmayı adamak gibi.
Bütün bu hükümlere göre Mutlak * yani bir şarta bağlı olmadan adanan oruçların kesin olarak
yerine getirilmeleri gerekir. Belirli bir zamanda yapılması adanan adak başka bir günde kaza
edilmelidir. Aynı şekilde bu tür mutlak adaklarda belirli bir yer ve kişi ile belirli bir miktar da
önemli değildir. Mühim olan bu adakların yerine getirilmesidir. Belirlenen yer, kişi ve miktarlar
değiştirilebilir.
Adak Kurbanı:
Adanılan şey bazen kurban* olabilir. Bu durumda şu iki hususa dikkat edilmelidir:
1- Kurban davar, sığır ve deve gibi dört ayaklı hayvanlardan olur. Tavuk, kaz ve hindi gibi iki
ayaklı hayvanlardan kurban olmaz.
2- Kurbanın etinden onu adayan kimse ile usûl ve füru* yiyemezler. Kurbanın eti fakirlere
tasadduk edilir. Şayet yerlerse yedikleri miktarın değerini fakirlere vermeleri gerekir.
Ahmed AĞIRAKÇA
12+ Yas grubu | Kurban ve kurban cesitleri
20
12+ Yas grubu
Imanin Sartlari ve ÂMENTÜ
İman ettim anlamında, iman esasları hakkında kullanılan tabir.
Âmentü kelimesi Arapça olup 'âmene" fiilinin nefs-i mütekellim vahdesi (di'li geçmiş zamanın 1.
tekil şahsı)dır. Türkçe'de "inandım" demektir. Terim olarak ise, iman esaslarını ifade için
kullanılır. Zira Arapça'da inanç esaslarını topluca bildiren cümleler "âmentü" kelimesiyle
başlamaktadır ki şu cümlelerdir: "Âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusulihî ve'lyevmi'l-âhiri ve bi'lkaderi hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ". Bu cümlelerin Türkçe karşılığı
şöyledir: "Ben, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere,
hayır ve şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna inandım." İşte müslümanın âmentüsü
yani inanç esasları bu cümlelerde formüle edilmiştir. Bu formül elbette ayet ve hadislere
dayanmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "...Fakat birr (kişiyi Allah'a yaklaştıran her
iyi şey), Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden (in bu
imanı)dır..." (el-Bakara, 2/177). Bu ayette ve Nisâ suresinin şu ayetinde Cenâb-ı Allah iman
esaslarından beşini bir arada zikretmektedir. "Ey iman edenler! Allah'a, O'nun peygamberine,
peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a iman (da sebât) edin. Kim Allah'ı,
meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkâr ederek kâfir olursa, şüphesiz
derin bir sapıklığa sapmıştır. " (en-Nisâ, 4/136) Cenâb-ı Allah bu ayette müminlere, Allah'a,
O'nun peygamberi Hz. Muhammed'e, peygamberine indirdiği Kitab (Kur'an)'a, daha önceki
peygamberlere indirdiği mukaddes kitaplara inanmalarını emretmekte ve Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr edenlerin doğru yoldan tam olarak sapıp
kâfir olduklarını bildirmektedir.
Ömer (r.a.)'den sahih senetle rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), iman esaslarını
altı madde hâlinde bildirmiştir. Cibrîl hadîsi* diye meşhur olan bu hadise göre Cebrâîl (a.s.), Hz.
Peygamber'in yanında ashabdan bir kısmının bulunduğu bir zamanda insan kılığında gelmiş ve
Hz. Peygamber'in dizinin dibine oturarak İslâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında bilgi edinmek
ve bunları ashaba öğretmek istemiştir. İmanla ilgili soruya Hz. Peygamber şöyle cevap
vermiştir: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bir de hayrı
ve şerri ile kadere inanmandır." Cebrâîl de "doğru söyledin" diye tasdik etmiştir. (Buhârî, İmân,
37; Müslim, İmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, İmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, I, 51...) Hz. Peygamberin bu ve benzeri hadislerinde, iman esaslarını altı
madde halinde bildirmesiyle, iman esasları Âmentü dediğimiz cümlelerde altı madde halinde
ifade edilmiştir. Ehl-i Sünnet mensuplarınca ondört asırdır bu maddeler iman esasları olarak
kabul edilmiş ve bu hususta icmâ-ı ümmet* tahakkuk etmiştir.
Her ne kadar iman esaslarını bildiren ayetlerde (el-Bakara, 2/177; 285; en-Nisâ, 4/136..) kadere
imân zikredilmemişse de kadere ve kazaya imân, Allah Teâlâ'nın ilim, irâde, kudret ve tekvin
sıfatlarına inanmanın gereğidir. Bu sıfatlara inanma zarureti olduğu gibi bu sıfatlara iman da
kaza ve kadere inanmayı gerekli kılar. Kaza ve kadere inanmak demek, iyi kötü, hayır fer, acı
tatil her şeyin Allah'ın bilmesi, dilemesi, takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır. Ayrıca,
Kur'an-ı Kerim'de mevcut bir takım ayetler kadere inanmamızı istemektedir. Meselâ: "Şüphesiz
biz, her şeyi bir takdir ile (kaderle, bir ölçüye göre) yarattık" (el-Kamer, 54/49), "O (Allah), her
şeyi yaratıp ona bir nizam vermiş "mahlûkâtın mukadderatını tayin etmiştir." (el-Furkan, 25/2).
gibi ayetler bunlardandır. Kaza ve kadere imanla ilgili ayet ve hadisler birbirini teyid ederek
kesinlik ifade eder.
12+ Yas grubu | Imanin Sartlari ve ÂMENTÜ
21
12+ Yas grubu
Bir insanın mümin sayılabilmesi, önce Allah'ın varlığına ve birliğine inanmasıyla gerçekleşir.
Kısaca "La ilâhe illallah * Muhammedün Resulullah" kelime-i tevhid*ini (birleme cümlesini)
diliyle söyleyip kalbiyle buna inanan İslâm'a ilk adımını atmış olur. Ancak hemen belirtelim ki
bu cümle ile bütün iman esasları özlü ve toplu bir şekilde ifade edilmiş olur. Allah'ı yegane ilâh
tanıyan ve Hz. Muhammed'i O'nun elçisi (peygamberi) kabul eden kişi, Hz. Muhammed'in Allah
tarafından getirdiği hükümlerin ve esasların tamamını toptan kabullenmiş ve benimsemiş
demektir. Zaten İslâmî bir terim olarak iman şöyle târif edilmektedir: "Hz. Muhammed (s.a.s.)'in,
Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen İslâmî esasların, hükümlerin ve haberlerin doğru
ve gerçek olduğuna gönülden, tereddütsüz inanmak ve bunların yeryüzünde uygulanmasından
yana olmaktır." Bu inanca sahip kişiye de mümin denir. Bütün bunlara iman edip
uygulanmasını istemeyenlerin imanı yok hükmündedir.
Demek ki mümin sayılabilmek için sadece Allah'a inanmak yetmiyor. Allah'a inanmakla beraber
Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna ilâhi emir ve yasakların insanlar arasında
uygulanmasının lüzumuna inanmak gerekiyor. Yine, âmentü esasları dediğimiz imanın
şartlarına yani Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten
sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna
inanmak icab ediyor. Hatta bunlar da yeterli olmayıp; bunlarla beraber Kur'an ve mütevâtir
hadislerle bildirilen ve halkın, derin bir tefekkür ve muhâkemeye ihtiyaç duymadan bilebileceği
dînî hükümlere de inanmak ve uygulanmasını istemek zarûreti vardır. Meselâ, beş vakit
namazın farz olduğuna, rekatlarının belli sayıda olduğuna, Ramazan orucunun, zekâtın, gücü
yetene hac etmenin farz olduğuna; haksız yere insan öldürmenin, şarap içmenin, ana-babaya
asî olmanın, hırsızlık ve zina etmenin faiz ve yetim malı yemenin, vb. haram olduğuna inanmak
şarttır...
İman bir bütün olup bölünme kabul etmediğinden, mümin sayılabilmek için bütün bu
saydıklarımıza topluca ve herbirine ayrı ayrı inanma ve yeryüzünde bu hükümlerle
hükmetmenin gereğini kabul etme mecburiyeti vardır. Bu, inanılması zarûrî hususlardan birinin
inkârı, tamamını inkâr sayılmaktadır ve kâfir olmaya sebeptir. Hiç kimseye, imân konuları
arasında bazılarına inanmak ve bazılarını reddetmek hakkı tanınmamıştır. 'Biz bazılarına
inanırız, bazılarına inanmayız' demek küfürdür. (el-Bakara, 2/85; en-Nisâ, 4/150-151).
Âmentü esaslarının mana ve mahiyeti hakkında özetle şunları söylememiz mümkündür: 1)
Allah'a inanmanın manası şudur; Allah'ın var olduğuna; birliğine, eşi, dengi, benzeri
olmadığına; yegane yaratıcı olduğuna; O'ndan başka bir ilâh bulunmadığına; Allah'ın Kur'ân'da
bildirilen yüce sıfatlarına, her türlü kemâl sıfatlarla muttasıf her türlü eksikliklerden uzak
olduğuna; oğlu, kızı bulunmadığına; hiçbir şeye muhtaç olmadığına... vb. inanmak, 2) Allah'ın
gözle görülmeyen nurânî ve ruhânî yaratıkları olan meleklerin varlığına inanmak, 3) Allah'ın,
insanlar arasından, kendisiyle kulları arasında elçilik yapan peygamberler seçtiğine ve
bunlardan ismi Kur'an'da bildirilenlerin tek tek peygamberliğine inanmak, 4) Allah'ın,
peygamberlerden bazılarına kitaplar indirdiğine, bunlardan özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)'e
indirilen Kur'an'a ve Kur'an'da zikredildiği üzere Hz. Musâ'ya indirilen Tevrat'a, Hz. Dâvûd'a
indirilen Zebur'a, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'e inanmak, 5) Ahiret gününe, kıyametin kopacağına,
dünya hayatının son bulacağına, herkesin öleceğine ve tekrar diriltileceğine; hesaba, Sırata,
Mizâna, Cennet'e, Cehennem'e... vb. inanmak, 6) Kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın
dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak gerekmektedir.
Mümin sayılabilmek için bunlara toptan inanma gereği olduğu gibi, her birine ayrı ayrı inanmak
da zarurîdir. Bunlardan ve zarurât-ı dîniyye (kesin dini emir ve yasaklar)dan herbirine inanmak
gerekir. Bunlardan birini inkâr, tamamını inkâr sayıldığından, küfürdür. Zira imanda bölünme
olmaz.
12+ Yas grubu | Imanin Sartlari ve ÂMENTÜ
22
12+ Yas grubu
"Kalbinde arpa (zerre) ağırlığınca iman olduğu hâlde "Lâ ilâhe illallah" diyen Cehennem
ateşinden çıkar (Cennet'e girer)" (Buhârî, Tevhîd, 19; Müslim, İmân, 316, 325, 326; Nesâî, İmân,
18; Tirmizî, Birr, 61) hadisinin anlamı şudur: Cidden az bir imana sahip kimse Cehennem'de
ebedî kalmaz. Cezasını çektikten sonra Cehennem'den çıkarılır, Cennet'e sokulur. Burada "az
bir imanı olan" demek, "inanılması gerekenlerden bazılarına inanan, bazılarına inanmayan"
demek değildir. İman bir bütün olduğundan, bu küfürdür. Müminler, iman esaslarına inanma
açısından eşittirler. Ancak, imanlarının kuvvetli ve zayıf oluşları açısından farklıdırlar. Bir de
İslâm'ın emirlerinin yerine getirilmesi açısından farklıdırlar. "Kalbinde en küçük iman
bulunan"dan maksat, zayıf bir imana sahip olup amellerde kusur eden demektir. Helâl
saymaksızın bazı haramları işleyen, farzları terk edenler cezalarını çektikten sonra Cennet'e
gireceklerdir. (el-Aynî, Umdetu'l-Kârî, Beyrut, (t.y), I, 168, 172, 173).
Şunu da belirtmek gerekir ki; bu ve benzeri hadislere bakıp da gayr-i müslimlerin (Ehl-i Kitâb'ın)
Cennet'e gireceğini sanmak imkânsızdır. Çünkü -Allah Kur'an-ı Kerîm'de onların kâfir olduğunu
açıkça bildirmiştir. (el-Mâide, 5/17, 72-73; Nisâ, 4/151-152). Cennet'i hak etmenin ilk şartı
imandır. İman da, önce Allah'a Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmak ve bütün Kur'anî
hükümlerin hiçbirin ihmâl etmeden, eksiksiz olarak toplumda uygulanmasını istemekle
gerçekleşir.
Mehmed BULUT
12+ Yas grubu | Imanin Sartlari ve ÂMENTÜ
23
12+ Yas grubu
ALLAH’a (C.C) Iman
Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet
edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Huda'ya ait özel isim. En yüce varlık olarak inanılan, bütün
kemâl sıfatları şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma'bud.
Varlığı zorunlu olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan bir başka varlık
olmamıştır, olmayacaktır da.
İsim, ifade ettiği ilâhî manasıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin manasını ve
muhtevasını ifade gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz (Meryem Suresi,
19/65).
İsmin, ait olduğu yaratıcı bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak cinsleri olan
varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda
"şehirler" denilir ancak yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için "İstanbullar"
denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah'u Teâlâ'nın ayrı ayrı isimleri olabilir.
Türkçe'de Tanrı, Farsça'da Hudâ, İngilizce'de God, Fransızca'da Dieu gibi. Ne var ki bu isimler
"Allah!' gibi özel isim değildir. ilâh, rab, ma'bud gibi cins isimdirler. Arapça'da ilâhın çoğuluna
"âlihe", rabbın çoğuluna "erbâb" denildiği gibi Farsça'da Hudâ'nın çoğulu da "hudâyân" ve
lisanımızda da "tanrılar", rablar, ilâhlar, ma'budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma'bud Allah- için kullanıldığı gibi, Allah'ın dışında gerçek olmayan bir nice ma'bud kabul edilen şeyler
için de kullanıla gelmiştir. Eski Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar'da güzellik
tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi. Halbuki "Allahlar" denilmemiş ve denilemez.
Manasındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne tanrı kelimesiyle ne de bir başka
kelimeyle tercüme edilebilir.
İslâm'ın temel ilkesi olan "Lâ İlâhe İllâllah" tevhid kelimesi, meselâ Fransızca'ya tercüme
edildiği zaman "Diyöden başka diyö yok" Türkçe'ye aktarılmasında "İlâhtan başka ilâh yoktur."
denir. O zaman da Allah kelimesi "ilâh" kelimesiyle tercüme edilmiş olur. Bu da yanlış bir
tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid "tanrı" kelimesiyle
Türkçe'ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve yanlışlık ortaya çıkar. "Allah" kelimesinin kökenini
araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu
kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim
olduğudur.
Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve
bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren,
öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir
başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören, işiten, yarattıklarında en ufak bir
çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan, herşeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve
hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri
daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği,
boyun eğdiği, ismini ululadığı, ibadet edilmeye lâyık Hak mabud. Allah, mabud olduğu için
Allah değil, Allah olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibadete lâyık oluşu, bir başka
sebepten değil; kendi 'zat'ının yüceliğindendir. insanlar zaman zaman putlara, ateşe, güneşe,
yıldızlara, millî kahramanlara veya hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye
tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları
tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel mabudlaştırdıkları varlıkların
mabudluk vasıfları yok olur. Hülâsa Allah'ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla
mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibadet etse
de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibadete lâyıktır. Beşerin inkârı onu Allah olmaktan
uzaklaştıramaz.
İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda
Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir dîni inanca eğilim vardır. Batılı dinler tarihi
yazarlarının bir çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de,
12+ Yas grubu | ALLAH’a (C.C) Iman
24
12+ Yas grubu
müslüman âlimlerin genel kanaatlarına göre tamamen fıtrî ve doğuştandır. İlk insan olan Hz.
Âdem'in yaratılışından önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı (el-Bakara,
2/30) ve bu konuşmada Âdem'in-insanın- Allah'ın halifesi olarak yaratılması hususunu
düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına Allah'a halife olacak
özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah'a bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir. Hz.
Peygamber'in (s.a.s.) "Her doğan insan, İslâm fıtratı üzere doğar, onu Mecusi, Hristiyan veya
Yahudi yapan ana ve babasıdır" (Müslim, Kader, 25; Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17)
hadisi ve "Sizi karada ve denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler
içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden
gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık
kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini
yalnız Allah'a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar. And olsun eğer bizi bu (felâket) den
kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. (derler). (Yûnus, 10/23)" ayeti de keza Allah inancının -her
ne suretle ortaya çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat etmektedir.
Nereye gidilmişse orada basit ve batıl da olsa bir dîne, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş
devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi
bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden,
esirgeyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri Ona yaklaşmak
için birer vesîle edinmişlerdir." "Biz, bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (ezZümer, 39/3) Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç
konusundaki birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî olduğunu ispat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya kadir olan bir Allah'a inanmak, ergenlik çağına
gelen akıllı her insana farzdır. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar
bile, akılları ile Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmanla
mükelleftirler.
Akıl ile Allah'ın bilinebileceğine, birçok ayet delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat
çekici olanı, Hz. İbrahim'in daha çocukluk dönemlerinde iken parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı,
güneşi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile zamanla yok
olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede gerçeği görerek "...ben, yüzümü
tamamen, gökleri ve yeri yoktan varedene çevirdim ve artık ben Ona ortak koşanlardan değilim.
" (el-En'âm, 6/79) ayetidir. Maturîdiyye mezhebine göre Allah'a iman, insan fıtratının icabıdır.
Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna
aklen hükmedebilir. "Akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfidir." derler. "Göklerin ve yerin yaratıcısı
olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır? " (İbrahim, 14/10) ayetini delil gösterirler. Eş'ariye
imamları ise "akıl ve nazar 'marifetullah'da kâfi değildir." derler ve "Biz bir kavme peygamber
göndermedikçe onlara azap etmeyiz. " (el-İsrâ, 17/15) ayetini delîl gösterirler. Netice olarak,
semavât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta
meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde
cereyan etmesinde her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah'ın varlığını ispat eden delîller
vardır. (el-Bakara, 2/164).
Allah'ın zatı üzerinde düşünmek haramdır. Onun zatını idrak etmek aklen mümkün değildir.
(Çünkü Allah'ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O'na denk değildir. (İhlâs, 112/1-5). Gözler Onu
idrak edemez, (el-En'âm, 6/103). Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde
cinsinden olan şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu organlarımızla tespitini yaptığımız ve
hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan uzak olan bir yaratıcı tarafından
yaratılmıştır. Yaratılan ise yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir. Allah'ın varlığına inanmak,
her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm ıstılâhına göre inanmak ise
Allah'ın varlığına, birliğine, yani, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer
hususlara (Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten
sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir. İnanan insana
mümin, inanmayana ise kâfir denir. Akıl sahibi olan her insanın, Allah'ın varlığına inanması
gerekir. Allah'ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır. Allah'ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir.
Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:
12+ Yas grubu | ALLAH’a (C.C) Iman
25
12+ Yas grubu
a) Vâcibu'l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması mümkün olmayan varlık. Bu da sadece
Allah Teâlâ'dır.
b) Mümkinu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani, varolması da, olmaması da mümkün olan
varlıklardır ki Allah'ın dışında tüm yaratıklar böyledir .
c) Mümteniu'l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan. Allah'ın eşi ve benzerinin olması gibi. Allah'ın
eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.
Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden) Allah'tır. Kur'an'da Allah hakkında
varid olan birçok vasıflar onun bir cisim olduğunun delili değil, ancak ona ait mecazi
vasıflamalardır. (Bk: 5/69; 38/75; 39/67; 54/14; 2/109, 274; 6/52; 18/27 ayetler) Bu sıfatlarla Allah'ı
cisimlendirme veya bir başka varlığa benzetme sözkonusu değildir.
Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. O rahman ve rahîmdir. (2/163).
Üçyüzaltmış putu kendilerine ilâh kabul eden Mekkeli müşrikler, bu muazzam âlemin bir tek
ilâhı olduğu gerçeğini duyunca hayret etmişler, "Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir ilâh
nasıl yetişir." demişlerdi. Müşriklerin maddeci görüşlerini reddedip Allah'ın tek yaratıcı
olduğuna, varlığının isbatına delil olacak birçok âyetlerden biri de şudur: "Şüphesiz göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde
ta, sıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine
her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları
evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) delîller
vardır. " (el-Bakara, 2/164)"
Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir
yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. Bir bilginin kesinlik kazanması için o konuda ispat
edici deliller aranır. Allah'ın varlığı hakkında da bilgimizin kesinlik kazanması için birçok deliller
vardır. Bu deliller, aklî ve naklî deliller olmak üzere iki grupta toplanabilir.
A) Aklî deliller
1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın varlığını ispat.
Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye
muhtaçtır. Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir
mucide ihtiyacı vardır. O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması
gerekir. Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah
Teâlâ'dır. bu halde bu âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu delîli de iki
maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil. Kelâm âlimleri bu delîli şöyle
açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur). Her hâdis
(sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise
muhtaçtır. O da yüce Allah'tır. Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat
edilmiştir. Söyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız
olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir. Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört
oluş) denir. Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi
sonradan varolmuştur. Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra
siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler. Görülmemeleri
hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir. Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı
kendinden) olmaları gerekirdi. Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları
gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar. O halde vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları
sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir. Çünkü
hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur. Cevherler (cisimler) de mutlaka bu
dört durumdan birisiyle birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir
sonradan yaratılmıştır. Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır. O muhdis ise; bu âlem
12+ Yas grubu | ALLAH’a (C.C) Iman
26
12+ Yas grubu
cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah
Tebârek ve Teâlâ'dır.
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur. Yani vücudu sonradan
yaratılmıştır. O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır. Şayet o yaratıcı da bu
mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru
silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir.
Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan,
her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır. Bu varlık,
âlemin yaratıcısı olan Allah'tır.
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir. Her yoktan var
olunana da bir var edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah'tır. Âlemde
gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur. Her birinin varlığının bir
başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor. İlliyet kanununa
göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar
kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da, varlığının başlangıcı ve
sonu olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç yetiren Allah 'tır
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır. Terkip olunan
her varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır. Terkip olunan varlık,
parçalardan meydana gelir. Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde,
terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır.
Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden
başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir.
Teselsül ise batıldır. O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir
varlıktır. O da, Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır.
2-İmkân Delîli
a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her mümkün, varlığını yokluğuna
tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete
muhtaçtır. O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah'tır.
b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu
mümkün olandır. Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah'tır. Bu mevcut, varlığı
mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi
için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır. O yaratıcı-müreccih
ise Allah'tır.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket hâlinde olması ilmen
ispat edilmiştir. Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki
hareketin ezelî olduğunu söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin
neticesidir. O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez.
Bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir
hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir. O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır.
3- İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli. içinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok
güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz.
Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde varolan
hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve
vesîleler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve
gayesiz bir varlık değildir. Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. İnsanın
yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na
ibadet etmektir. İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet
ve faydası vardır. İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi;
bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret
sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud
12+ Yas grubu | ALLAH’a (C.C) Iman
27
12+ Yas grubu
olan Yüce Allah'tır. Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardır. (Bakara, 2/22,
Nebe', 78/6-16, ....)
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah'ın kendisine
lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp
yaratıcısını keşfedebilir. Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının varlığına delil
olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir. Aklı
delillere ilâveten Allah'ın varlığını isbat eden naklî delillere de kısaca göz atalım.
B) Naklî Deliller:
Naklî delillerden kastımız, Allah'ın varlığını dile getiren ve üzerinde düşünmemizi isteyen Kur'an
ayetleridir. Sayıca bir hayli kabarık olan bu ayetlerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz:
1- "Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer kazık kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık,
uykunuzu dinlenme vakti kıldık, geceyi bir örtü yaptık, gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık,
üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik, parlak ışık veren güneşi varettik, taneler, bitkiler ve
ağaçları sarmaş-dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik."
(Nebe', 78/6-16).
2- "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara
yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra
dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade
duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." (el-Bakara, 2/164).
3- "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay'a aydınlık
vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır. Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra
yine oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır. " (Nûh, 71/15-18).
4- "Şimdi gördünüz mü attığınız meniyi? "
"Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim
önümüze geçilmiş değildir. (Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi
getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, (bunu)
düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa
bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık, hayret ederdiniz. 'biz borçlandık,
doğrusu biz yoksun bırakıldık! (derdiniz). İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan
indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. , Şükretmeniz gerekmez mi?
Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu
bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık. Öyleyse Ulu Rabb'inin adını yücelt. " (elVâkıa, 56/58-74).
5- "Yer ve gökleri yaratan Allah'u Teâlâ'nın varlığında şüphe edilir mi?" (İbrahim, 14/10).
6- "Andolsun onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah" derler, "Hamd
Allah'a lâyıktır" de. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar. " (Lokman, 31/25).
7- "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dîne çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun
olan dîne dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. işte doğru
dîn odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm, 30/30).
Allah'ın sıfatları: İslâm'da iman esaslarının ilk ve en mühim şartı Allah'a imandır. Allah'a iman
ise; yalnız Allah'ın mücerret zat-ı ilâhisine inanmakla olmayıp, aynı zamanda o yüce varlığın zatı
hakkında vacip olan "Kemâl sıfatlarıyla", yüce zatına vasfedilmesi mümkün olmayan "noksan
sıfatlara" ve zat-ı ilâhisi hakkında inanılması caiz olan sıfatlara toptan ve tafsilatlı olarak
inanmakla olur. Zatî ve sübûtî sıfatlar olarak iki bölümde ele alınan bu sıfatlar sırasıyla
şunlardır:
12+ Yas grubu | ALLAH’a (C.C) Iman
28
12+ Yas grubu
Zatî sıfatlar
1-Vücut. Bu sıfat, Allah'ın var olduğunu ifade eder. Allah vardır ve en büyük varlık O'dur. O'nun
varlığı, herşeyin varlığından daha belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı. Kâinatın
varlığı O'nun varlığına en büyük şahittir. Âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir.
Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir. Halbuki çevremizde sayılamayacak
kadar varlık vücuda gelmekte ve yok olmaktadır. En ufak çarpıklık olmaksızın, en ince
hesaplarla var olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya
çıkması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok
eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığının şüphe götürmez delilleridir .
Allah'ın varlığı, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp; ilâhî vücudu, zatının gereğidir. Vücudu
zatının icabı olduğu içindir ki; Allah'a "Vâcibu'l Vücud" denmiştir. Allah'ın zatının ve sıfatlarının
hakikatini anlamak; sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zıt bir şey mi olduğu
hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir. Allah'ın ilâhî vücudu ister zatının aynı, ister
gayrı olsun, her mükellefe vacip olan husus; Allah'ın var olduğuna inanmaktır. O'nun varlığına
inanmamızı gerektiren akli ve naklî delilleri yukarıda izah ettik.
Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir. Yokluk, Allah için muhâl olan noksan
sıfatların birincisidir. Allah'ın yokluğu ne geçmişte, ne de gelecekte mümkündür.
2-Kıdem. Allah'u Teâlâ, varlığı, zatının icabı olduğu için kadîmdir ezelîdir. Geçmişe doğru ne
kadar gidilirse gidilsin, Allah'ın var olmadığı bir zaman düşünülemez. Eğer Allah kadîm-ezeli
olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu. Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden
bir (muhdise)- yaratıcıya muhtaçtır. Aksi takdirde yok olan bir şeyin varlığını yokluğuna tercih
eden bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düşünürlere göre
batıldır. Allah kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu.
Halbuki Allah'ın vücudu, zatının icabıdır. Yani varlığı kendindendir. Bir şeyin bir anda hem var,
hem de yok olması ise mümkün değildir. Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir.
Kıdem sıfatının zıddı "Hudûs-sonradan var olma" sıfatıdır. Allah kadîm olduğu için O'nun hâdis
olması aklen mümkün değildir.
3-Bekâ. Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur. O daima vardır. Varlığı kendinden olduğu için O,
hem kadîm ve eze!î; hem de bakî ve ebedîdir. "O, evvel ve ahirdir." (el-Hadîd, 57/3), "Kâinattaki
her şeytani -yok olucudur. Celâl ve İkram sahibi olan Rabb'im -zatı bakî'dir- ebedî'dir-. " (erRahman, 55/27) Bu ayet-i kerimeler, Allah'ın bakî olduğunun delilleridir. Allah'ın vücudunu
harici bir kuvvet yok edemez. Çünkü kadîm olan Allah'ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir
(sonradan yaratılmıştır.) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok edemez. Zira
vacibü'ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sıfatlardan uzaktır. Varlığını devam
ettirememe acizliktir. Acizlik ise noksanlıktır. Allah noksanlıktan münezzehtir. O'nu yok edecek
bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bakîdir, varlığının sonu yoktur.
Bekâ'nın zıddı "fena -(bir sonu olmak)"dır. Allah'ın fânî olması ise aklen muhaldir.
4-Muhalefetü'n li'l-Havâdis. (Sonradan vücut bulan varlıklara benzememe). Allah zat ve sıfatı ile
sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez. Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında
akla aykırıdır, mümkün değildir. Sınırlı olan aklımızla Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim,
hayâlimizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden hayal ve
tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır.
Hayalimizden geçirdiğimiz bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkasının
varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varlıklardır. Allah ise her türlü
noksanlıklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır. Böyle yüce bir varlık, önce yok iken
var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez. Allah kendi zatını "O 'nun benzeri
yoktur. O, herşeyi işitici ve görücüdür. " (eş-Şûrâ, 42/11)" ayetiyle vasıflandırmıştır.
Peygamberimiz de (s.a.s.), "Allah aklına gelen her şeyden başkadır. " buyurmuştur. Allah,
sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık olurdu.
Kadim ve bakî olan bir varlık ise hâdis olamaz. Başkasına benzemeye muhtaç olan bir varlık,
12+ Yas grubu | ALLAH’a (C.C) Iman
29
12+ Yas grubu
benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratıcısı olamaz. Allah, tek yaratıcı olduğuna göre,
yarattıklarına benzemez ve muhalefetü'n li'l-havâdis sıfatıyla muttasıfdır. Bu sıfat aynı zamanda,
Allah'ın, diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek,
yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu
ifade eder." (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27; Tâhâ, 20/5). ayetlerinde geçen "Allah'ın eli",
"Allah'ın yüzü", ''Allah'ın arşı istiva-istilâ etmesi" gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah
hakkında kullanılmış olması, Allah'ın başka varlıklara benzediğinin delili değildir. Bu
kelimelerin hepsi mecazî anlamındadır. Allah'ın eli: Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ın zatı
manasında kullanılmıştır.
5-Kıyâm Binefsihi. Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratmasına muhtaç olduğu halde, Allah,
başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardır. Bu sıfatın zıddı olan "mutlak
ihtiyaç" Allah hakkında muhal olan noksan bir sıfattır. Âlemde bulunan her varlık, yar
olmasında ve varlığının devamında bir yaratıcıya muhtaçtır. Hiç bir şey kendi kendine var
olmamıştır, varlığı sonradan vücûda gelmiştir. Buna mukabil Allah'ın varlığı kendi zatı'nın
gereğidir, var olmasında, kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir. Zatı düşünüldüğü
zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür. Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtından ayrı
tasavvur edilemez. Kâinatın var olması, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı
sayesindedir, O'da Allah'tır. Allah yaratıcıdır, diğer varlıklar ise yaratılandır. Yaratıcı, yaratılana
muhtaç olamaz.
"Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsınız. Allah ise -her şeyden- müstağnîdir (muhtaç değil),
öğünmeye lâyık olandır." (Fâtır, 35/15)
"Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir." (el-Ankebut, 29/8).
6-Vahdâniyet. Allah'ın her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için,
bu sıfatın zıddı olan "birden fazla olmak, bir ortağı bulunmak", Allah hakkında mümkün
olmayan bir sıfattır. Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Bütün semayı dinlerdeki inanç
esaslarının temelini "Allah'ın birliği" sıfatı oluşturur. Bu inanca "Tevhîd Akîdesi" denir. Tevhid
akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katında makbûl değildir. En son ve en
mükemmel din olan İslâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu
temel inanca çağırmıştır. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlıkların ve bütün insanların
Rabb'ıdır. Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O'dur.
O'nun ortağı, oğlu veya kızı yoktur. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun eşi ve
benzeri olamamıştır. Bu inanç ile İslâmiyet insanları Allah'ın dışındaki varlıklara kul köle olmak
zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklâllerini iade etmiş. Allah'ın birliği fikrini zedeleyen her
türlü kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibadeti, insanın insana köle ve esir olma
despotluğunu ortadan kaldırmış, Allah'tan başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve şirk
kabul etmiştir. Böylece İslâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında olduğu kadar, fizikî
sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhîd akidesiyle bütün insanların tek bir mabûdu
olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana geldiğini ifade ederek "beşer
ırkında birlik" fikrini telkin etmiştir. Her müslüman Allah'ın bir olduğunu söylemeli ve bu
inancını Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle, ibadetine dolaylı olarak da olsa hiçbir şeyi veya
kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir. Bu noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu aynı
olmalıdır. Allah'ın birliğine delil olan ayetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
a) "De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey varlığını ve varlığının devamını O'na
borçludur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiç bir , şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı,
yardım dileyeceği tek varlık O'dur). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası
tarafından)doğurulmamıştır. Hiçbirşey O'nun dengi olmamıştır." (İhlâs, 112/1-4) .
b) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar
değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak
değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn, 109/1-6).
c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (Fâtır, 35/3).
12+ Yas grubu | ALLAH’a (C.C) Iman
30
12+ Yas grubu
d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını
kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi." (Mü'minun, 23/91)
e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu."
(el-Enbiyâ, 21/22).
Allah, zatında, ilâhlığında, mabud ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka yaratıcı yoktur.
Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun
içindir ki ikinci bir Allah'ın varlığına imkân yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki
Allah'tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zâid-fazla olmuş olurdu.
Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da aciz-güçsüz
olurdu. Aciz ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardır ve birdir.
Sübûtî sıfatlar
7-Hayat. " Allah hayat sahibidir. " (Âli İmrân, 3/2). Bu sıfat, Allah'ın zatına vacip olan
sıfatlardandır. Fakat Allah hakkında vacip olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile
birleşmesinden doğan geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Allah hakkındaki
vücut sıfatının kamil olması, O'nun diri olmasıyla mümkündür. Hayatın zıddı ölümdür. Ezelî olan
Allah hakkında ölümü düşünmek, akla aykırıdır. Bir varlık hem ezelî, hem de ölümlü olamaz.
İlim, irade, kudret ve diğer kemâl sıfatlarını zatında bulunduran Allah'ın diri olması zaruridir.
Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü olması düşünülemez. Ölüm, bir
noksanlık sıfatıdır. Allah ise noksanlıklardan uzaktır. O hâlde Allah'ın hayat sahibi olduğu bir
gerçektir. Bu sıfat, ancak Allah'ta ezelî ve ebedîdir.
"Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)'a dayanan. " (el-Furkan, 25/58).ayeti
ve benzeri ayetler Allah'ın, hayat sahibi olduğunu ifade eder.
12+ Yas grubu | ALLAH’a (C.C) Iman
31
12+ Yas grubu
SEBÎLÛLLAH
Allah yolu. Fî edatı ile "Allah yolunda" anlamında, kendisine zekât verilmesi caiz olan bir sınıfı
ifade eder. Bununla Allah yolunda cihad edenler kastedilir. Kur'ân-ı Kerîm'de, zekât verilecek
sekiz sınıf bildirilirken; "Zekâtlar ancak fakirlerin, miskinlerin..., Allah yolunda cihad edenlerin
ve yolcuların hakkıdır" (et-Tevbe, 9/60) buyurulur.
Allah için savaşa hazırlanmak veya savaşta olanlara silâh temin etmek, bunları donatmak ve
ihtiyaçlarını karşılamak için de zekât verilir.
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, zekât ancak mücahitlerin yoksul olanlarına verilir. İmam Şâfiî
ve İmam Mâlik'e göre ise bu konuda mücahitler arasında zengin-yoksul ayırımı yapılmaz.
Hanbelîlere ve bazı Hanefîlere göre hac da "Allah yolunda" olmak demektir. Bu yüzden
haccetmek isteyen kimselere zekât verilebilir. Çünkü, İbn Abbas (r.anhümâ)'dan rivayet
edildiğine göre; "Bir kimse devesini Allah yoluna vakfetmiş, karısı ise haccetmek istemişti. Hz.
Peygamber, kadına; "O deveye binerek haccet, çünkü hac da "fî sebîlillah (Allah yolunda)"
sayılır" buyurmuştur" (Ebû Dâvud, Menâsik, 79; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh,
Dimaşk 1405/1985, II, 874). Ancak nafilelerde genişlik bulunduğu için nâfile hac için zekât
verilemez.
Diğer yandan büyük Hanefî hukukçusu el-Kâsânî (ö. 587/1191), el-Bedâyi' adlı eserinde "fî
Sebîlillah (Allah yolunda)" sınıfını "Allah'a yaklaştıran bütün işler" olarak tefsir etmiştir. Bu
yüzden Allah'a itaat ve hayır yolunda bulunan kimseler, ihtiyaç sahibi ise bu sınıfa girer (elKâsanî, el-Bedâyi', Beyrut 1394/1974, II, 45).
İmam Mâlik şöyle demiştir: Allah yolları çoktur. Fakat burada "Allah yolu"ndan cihad anlamının
kastedilmiş bulunduğunda ihtilaf edildiğini bilmiyorum (ez-Zühaylî, a.g.e., II, 876; Hamdi
Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 544).
Hamdi DÖNDÜREN
12+ Yas grubu | SEBÎLÛLLAH
32
12+ Yas grubu
ÂDETULLAH
Allah'ın kanunu, sünneti. Âdet, geri dönmek manasına olan Avd'dan isimdir. Aslı avdettir. Aynı
zamanda âdet; İsti'mâlin eş anlamlısıdır.
Âdet, Kur'an-ı Kerim'de "Sünnet" lâfzı ile teblîğ buyurulmuş ve müfessirler tarafından düstûr,
kanun diye izah edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in Ahzâb, Fâtır, Fetih gibi birçok surelerinde âdet, hep
sünnet lâfzıyla tabir buyurulup, bütün bunlarda Allah'ın âdetlerinden, kanunlarından sözedilmiş
ve Âdetullah'ın değişmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir. Âdetullah ile ilgili ayetlerin
çoğunda, bilhassa geçmiş ümmetlerin müşriklerine, dünyevî ve uhrevî ceza tayininde carî
bulunan ilâhî kanun tebliğ edilmiştir. (bk. el-Enfâl, 8/38; el-İsrâ, 17/76-77; el-Fâtır, 35/42-43)
Âdet; selim tabiatlarda makbul olup, devamlı yapılan işlerde insanların içinde istikrar bulmuş
hususlardan ibârettir. Âdet üç çeşittir: Genel örf âdetleri (ayak basma gibi.) Özel örf; (her
grubun terimleri. Nahiv'de ref' kelimesi gibi.) (Şer'î örf, salât, zekât ve hac gibi. Bunlarda lügat
manasının yerine şer'i manalar kullanılır) (et-Tehânevî, Keşşâf-u Istılâhâti'l-Fünûn, İstanbul
1984, II, 958)
İlâhî âdetler, kevnî ve ilâhî sünnetlerdir. Tabiat kanunları Âdetullahtır Kevnî sünnetler, Allah'ın
genel hikmeti gereği değişmez. (el-Fetih, 48/23) Şu kadar ki bazı kere özel tercih hikmeti gereği
Cenâb-ı Allah sebebi veya tesiri yok eder. Sebepsiz veya alışılmamış sebeplerle müsebbibâtı
yaratır; böylece âdât-ı İlahiyye haricinde harikulâde olaylar yaratır.
Kevnî sünnetlerin veya tabiat kanunlarının koyucusu olan mutlak yaratıcı, harikulâdeye has
olan birtakım kanunlar koymaktadır. İşte o kanunlara göre, bazen insanlar aracılığıyla birtakım
harikulâde olaylar meydana gelebilir.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de Âdetullah'ı ve hikmetlerini zikrederek Müslümanlara, daha
önce bilmedikleri her şeyin varlığını bildirdi ve kendisinin yaratıklar üzerinde kanunları
olduğunu haber verdi. Bu gerçekten hareketle, bu sünnetleri bir ibret ve nasihat olmak üzere en
güzel bir şekilde "Allah'ın Sünnetleri İlmi" diye bir ilim dalında toplayıp incelemek mümkündür.
Bilindiği üzere Allahü Teâlâ, bazı ayetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir. Bazan sebebi bir
ayette, onun sonucunu da diğer bir ayette zikretmiştir. O, geçmiş milletlerin haberlerini
zikrederken genellikle âdetini zımnen göstermiştir. Adetullah'ı izah eden ayetlerden bazısı
şunlardır:
"Biz bir Resul göndermedikçe, hiçbir kimseye azap edecek değiliz." (el-İsrâ, 17/15)
"Allah, bir topluma verdiği nimeti, onlar kendilerinin (iyi) hâlini (fenalığa) çevirmedikçe
bozmaz." (er-Ra'd, 13/11)
Bunlardan başka, Allah'ın, peygamberlerini fertlere değil toplumlara gönderdiğini (Hûd, l l/25),
cihada icabet etmeyen bir kavmin yerine başka bir kavmi getireceğini (et-Tevbe, 9/38-39),
servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmaması için zekât ve sadakaların
yanı sıra, ganimetlerden fakirlere daha fazla pay verilmesini (el-Haşr, 59/7) belirten ayetler
Âdetullah'ı ifade eden hükümlerdir.
12+ Yas grubu | ÂDETULLAH
33
12+ Yas grubu
SIBGATULLAH
Allah'ın boyası. Onun boyası ile boyanma manasına gelen bu tamlama, İslâmi ıstılahta bir
deyim haline gelmiştir. Her yönüyle müslüman olan, İslam'ın emir ve yasaklarından sakınan,
kısaca Kur'an hükümlerini hayatına hakim kılan bir insan Allah'ın boyası ile boyanmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de bu tür insanlar övülmekte ve şöyle buyurulmaktadır: Âllah'ın boyası (ile
boyan). Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir! Biz ancak O'na kulluk ederiz" (elBakara, 2/138).
Ayet-i kerimede tanımlanan Allah'ın boyası ile boyanmak, müslüman olduğunu iddia eden
bütün insanların görevidir. Rasûlüllah'ın Kur'an ahlâkıyla ahlâklandığı gibi müslümanlar da,
kendi iç dünyalarını, aile hayatını, toplum hayatını, kısaca bütün yer yönü Kur'an ilkelerine göre
şekillendirir, hayatlarını Kur'an'a uydururlarsa o zaman âyette tanımlanan mü'minler sınıfına
dahil olurlar. Zira Allah'ın boyası ile boyanmak "ancak O'na kulluk etmekle" mümkün olur.
Yalnız Allah'a kulluk gerçekleşmediği sürece, Allah'ın boyası değil; kişilerin üzerinde başka
ilahların, başka güçlerin boyası vardır. Bir insan "müslümanım" dediği halde; onun giyimi,
konuşması, yeme içmesi, başkalarıyla olan ilişkileri; dünyaya, hayata, ölüme, ölüm sonrası
hayata bakışı kâfirlerinkinden farklı değilse, onun müslüman olduğu nereden
anlaşılabilecektir? "Allah'ın boyasıyla boyandım" diyenin, dışarıdan bakıldığı anda müslüman
olduğu anlaşılmalıdır. O kişi her şeyiyle diğer insanlardan farklı bir müslüman olduğunu
hissettirmelidir. Kişilerin şahsında geçerli olan bu kural, aile hayatında da kendini göstermesi
gerekir. Karı-koca ilişkileri, anne-çocuk, baba-çocuk ve hatta akrabalar arası ilişkiler hangi
dünya görüşüne, hangi kurallara göre yürütülüyor? O ailenin yaşantısı İslam kurallarına göre
mi, yoksa televizyon kültürüyle mi şekilleniyor? Evlenme, boşanma, miras hükümleri hangi
hukuk kurallarına göre yürütülüyor? İslam'ın mı, yoksa beşeri düşünce sistemlerinin günübirlik
değişen medeni hukukuna göre mi? Bu aile yalnız ve yalnız Allah'a mı itaat, ibadet ediyor;
yoksa başka güçlerin etkisinde mi yaşıyor?
Yine insanların topluca yaşadıkları köyler, kasabalar, şehirler, ülkeler... Buralarda hangi
kanunlar yürürlüktedir? Çarşı-pazar, okullar, hastahâneler, mahkemeler; ekonomi, siyaset,
hukuk hangi kurallara göre işliyor? Allah'ın kitabı bu alanlarda söz sahibi mi? Ülkeyi idare eden
meclisler, kendilerini kime karşı sorumlu sayıyorlar? Kendilerinin üzerinde bir Allah'ı kabul
ediyorlar mı, etmiyorlar mı? Kiminle dostluk kuruluyor, düşmanlıklar kime karşı yürütülüyor?
İşte bütün bu sorulara karşı verilecek cevap o toplumun hangi boya ile boyandığını, hangi rengi
aldığını gösterir. Dilleriyle müslüman olduklarını söyleyenler, kendi hayatlarında, aile
içerisinde, yaşadıkları toplumda İslam'ın kurallarını yürürlüğe koymamışlarsa, henüz o kişi ve o
toplum Allah'ın boyasıyla boyanamamış, gerçek müslüman olamamıştır. Kendi kalbini bu boya
ile boyayan bir insanın bundan sonraki görevi; dış görünüşünü, tavırlarını da bu boya ile
boyamaya çalışmak; sonra da içinde yaşadığı topluma yönelmektir. İnsan tek başına İslâm'ı
yaşayamaz; İslâm, toplum dinidir. İnsanın içinde bulunduğu toplum İslâm'a bağlı değilse,
müslüman fert veya aile kendi dinlerini yaşamakta zorluk çekerler, hatta bunu başaramazlar.
Onun için toplumun rengini kendi rengine uydurmak, Allah'ın dinini toplum içerisinde hâkim
kılmak, müslümanın temel görevi, hatta müslüman kalabilmesinin vazgeçilmez şartıdır.
Müslüman ıssız adaya çekilemeyeceğine göre; önce yaşayacağı çevreyi kendi inancı
doğrultusunda şekillendirmekle yükümlüdür; yoksa inandığı gibi yaşayamaz. Allah'ın boyası ile
yaşayabilmek için bulunduğu ortamı da o boya ile boyamak gerekir.
Fedakar KlZMAZ
12+ Yas grubu | SIBGATULLAH
34
12+ Yas grubu
RÜ'YETULLAH
Kur'ân âyetlerinin ve Hz. Peygamberden rivayet edilen bir kısım hadislerin delaletiyle Yüce
Allah'ın kıyamet günü mü'minler tarafından görülmesi meselesi. Bir çok konuda olduğu gibi,
meseleye farklı boyutlarda bakılmasının bir sonucu olarak, bu konuda da İslâm ekolleri
arasında farklı görüşler belirtilmiştir. Bazı bilginler ve ekoller rü'yetin mümkün olamayacağını
ileri sürerek, Allah'ın görülmesi inancına İslâm dışı bir hüviyet kazandırırken, bazı fırkalar da
mümkün olacağını kabul ve ileri sürmekle kalmayıp, bir ifrat ve tefrit örneği sergileyerek, Yüce
Allah'a cisim isnad etme yolunu tutmuşlardır. Ehl-i Sünnet ekolü ise, geneldeki tutumunu
devam ettirip, orta yolu takip ederek, Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından
görülebileceğini, ancak bunun keyfiyetinin bilinemeyeceğini kabul etmiştir.
"Rü'yet" kelimesi, Arapça'da (re-a-ye)kökünden gelen bir mastardır. Bu kelimeye ise,
sözlüklerde çeşitli anlamlar verilmektedir. Bunlar arasında görmek, bakmak, inanmak, bilmek,
sanmak, sonunu düşünmek, tefekkür etmek, planlamak ve rüya görmek anlamları sayılabilir. Bu
fiilin bu kadar çeşitli anlamlara gelmesi, elbette Arapça'daki kurallara bağlı olarak bazı hal ve
durumlara göre olacaktır ve öyle de olmaktadır. Bu anlamlar fiilin beraberinde kullanıldığı harfi
cerlere göre söz konusu olmaktadır ki, bunun Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli örnekleri mevcuttur. Bu
kadar geniş bir anlam grubu ifade etmesine rağmen, bu fiilin anlamının genelde görmek olarak
ele alındığı görülmektedir. Bu da, fiilin genel yapısının bu minval üzere olduğunun bir
göstergesidir.
Terminolojik olarak, bir başka ifadeyle ıstılah bakımından rü'yet denilince, İslâmî literatürde:
Yüce Allah'ın mü'minler tarafından Cennet'te görülmesi meselesi akla gelmektedir. Bu mesele
Kelam ilminde üzerinde en çok tartışılan konulardan birisi haline gelmiştir. Bazı Kelam kitapları,
bu konuyu Allah'ın zatına ait bir mesele olarak kabul edip onu Allah'ın zatı ile ilgili meseleler
başlığında incelemişler (Gazzali, el-İktisad fil-İtikad, s. 41-48), bazıları ise Allah hakkında caiz
olan ve olmayan hususlar bahsinde ele almışlardır (Amidî, Gâyetül-Meramı fî İlmi'l Kelâm, s.
159-179).
Rüyet meselesi genel olarak iki noktada ele alınmaktadır. Birincisi, rüyetin, dünyada cevazı
meselesi: İkincisi ise, rüyetin ahirette vücûbu meselesidir. Bunlardan birincisine, daha çok bir
takım aklî izahlar delil olarak kullanılmakta olup, Kur'ân'dan ise, el-A'raf suresi,143. ayet delil
olarak getirilmektedir. İkincisi, yani ahirette vücûbu hususuna ise, hem Kur'ân'dan hem de
hadislerden bir çok delil ileri sürülmektedir. Ancak burada özellikle bu konuya has bir durum
vardır ki, o da hem rü'yetin imkanını hem de mümkün olmayacağını ileri sürenlerce aynı
âyetlerin delil olarak kullanılmış olmasıdır. Söz konusu olan nokta, sözü geçen âyetlerin çeşitli
yönlerden tevil edilmesi ve farklı şekillerde anlaşılmasıdır. Bu da bize İslam dininde esas olan
meseleler ile, esasa dahil olmayan meselelerdeki farklılığı ortaya koymaktadır. Zira, rü'yet
meselesinde, imkanını veya mümkün olmadığını ileri sürenlerden hiç birisi, İslam dinine göre,
tekfir edilemez. Çünkü bu konu dinin özünden telakki edilmeyen bir husus olup, yorum ve
anlayışa, temel kabul edilen prensiplere göre farklı anlaşılabilen meselelerdendir. Bu bakımdan
her iki grup da aynı âyetleri delil olarak kullanmışlardır. Eğer böyle değil de, İslamın temel
meselelerden birisi olmuş olsaydı, bu derece bir serbestlik ve hoş görünün olması
düşünülemez ve aynı âyetlerin her iki grup tarafından kullanılması mümkün olamazdı.
Rüyetin Dünyadaki Cevazı; Bu hususta daha çok aklî delillerin kullanıldığını biliyoruz. Bunlara
göre: Rü'yetullah aklen caizdir. Akıl, arızî sebeplerden uzak olarak, kendi halinde bırakılırsa,
rü'yetin imkansızlığına değil, imkanına, yani olabileceğine hükmeder. Çünkü görülme özelliği,
var olan şeylerin ortak özelliklerindendir. İnsan fıtrî olarak da arzu ettiği, hem de iştiyakla arzu
ettiği yüce yaratıcısını görmek ister ve bunun arzusuyla hayatını sürdürür. Öyle ise isbat
zarureti görülebilir iddiası için değil; görülmez iddiası için söz konusu olur. Öte yandan Yüce
Allah'ın görülüp görülmeyeceğinin tartışılması da bir bakıma O'nun görülmesinin bir başka
yönden ispatına esas teşkil etmektedir.
Rü'yetin aklen cevazı ile ilgili olarak "vücûd delili" ismi verilen bir başka delil vardır ki, bunu
şöyle açıklamak mümkündür:
12+ Yas grubu | RÜ'YETULLAH
35
12+ Yas grubu
İnsan, kainattaki varlıkları göz ile görmekte ve aradaki farkları yine göz ile ayırd etmektedir.
Mesela insan ile at, beyaz ile siyah göz ile farkedilmektedir. Buradan şu noktaya gelinebilir:
Rü'yetin sıhhati için ortak bir illet lazımdır ki; bu da ya vücûd ya hudûs ya da imkan olmalıdır.
Bir dördüncü illeti düşünemeyiz. Bu ortak illet olmadan; cevher, cevher olduğu için, araz da
araz olduğu için görülür diye bir sonuca ulaşamayız. Zira muhtelif illetler ile rü'yetin sıhhati
ortaya konulamaz.
Bu üç illetten hangisinin ortak illet olabileceğine gelince.
İnce hudus illetini ele alırsak; hudus, öncesinin sonsuz yokluk olmasının kabul edilmesine
rağmen yine de vücûddan ibarettir. Adem, yani yokluk da, illetten bir cüz olamaz. Hem de
hudus, yokluktan varlığa geçiştir, oluştur. Yani varlığa geçişte yine varlığa, bir başka ifadeyle
vücuda muhtaçtır. Dolayısıyla söz konusu ortak illet, hudûs olamaz.
İmkana gelince; imkanın varlığa da, yokluğa da şumûlü vardır. Yokluk ise görülemez. Yokluğa,
yani görülmemeye şümulü olan imkanın ise ortak illet olması düşünülemez. Zira, imkanda
yokluğun ve varlığın eşit derecede bulunması söz konusudur.
Hudûs ve imkanın her ikisinde de yokluğun düşünülmesi söz konusudur. Yokluğun ise
görülemeyeceği açıkça bilindiğine göre, ne hudûs ne de imkan ortak illet olamaz.
Geriye, vücûd illeti kalmaktadır ki, duyular aleminde görme hadisesinin mümkün oluşu başka
şeyden değil, doğrudan doğruya sadece "var olmak"tan doğmuştur. Yüce Allah da, var
olduğuna ve bunda şüphe söz konusu olmadığına göre, Yüce Allah görülecektir. O'nun
görülmesi mümkündür. Öte yandan var olan şey hakkında onun görülüp görülmeyeceği
tartışması yapılır. Olmayan şey hakkında bu yapılmaz. Eğer tartışma yapılıyorsa bu bir bakıma
o şeyin görülme özelliğine delalet eder (Bu delilin geniş tartışması için bkz. Sırrı Paşa, NakdulKelam fî Akaidil-İslam, İstanbul 1324, s. 147 vd.).
Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır: Burada esas tartışma konusu olan husus, Yüce
Allah'ın görülebilme imkanıdır. Yani O'nun, görülme özelliğine sahip olması meselesidir. Yoksa
bu dünyada ve dünyevi gözle mutlaka görüleceği iddiası değildir. Tartışma dünyada caiziyyet
konusu üzerinedir; yoksa ahiretteki vucubiyyet konusu üzerine değildir. Bu noktanın özellikle
belirtilmesi ve bilinmesi gereklidir.
Rü'yetin dünyadaki cevazı ile ilgili olarak delil getirilen el-A'râf suresi 143. ayeti ele alalım:
Bu ayet, Hz. Musa'nın Yüce Allah'tan rüyet talebinde bulunması hususunu ifade etmektedir ki,
ayetin metni şöyledir:
"Musa, tayin ettiğimiz zaman için gelip de, Rabbı onunla konuştuğu zaman, dedi ki; "Rabbim
bana (kendini) göster, sana bakayım". Allah, (ona şöyle) dedi; "Beni göremezsin, fakat (şu)
dağa bak; eğer yerinde durursa beni göreceksin ". Rabbi dağa tecelli edince, onu un ufak etti.
Musa da baygın düştü. Kendine geldiği zaman şöyle dedi; "Ya Rabbi! Seni tenzih ederim, sana
tövhe ederim; ben mü'minlerin ilkiyim"
Bu ayet, rü'yetin ispatı ve nefyi yani mümkün olup olmayacağı açısından iki yönde ele
alınmaktadır.
Birinci Yön: Hz. Musa'nın, rü'yet isteğinde bulunması ve bu konudaki tartışmaları
kapsamaktadır.
Hz. Musa'nın Yüce Allah'tan, O'nu görmeyi istemesi, O'nun görülebileceğine delildir. Zira açıkça
"Rabbim bana kendini göster. Sana bakayım" demiştir. Eğer, rüyet mümkün olmasaydı, Hz.
Musa, mümkün olmayan ve Allah üzerine caiz bulunmayan bir şeyi istemek durumuna düşmüş
olurdu ki, Allah için mümkün olmayan bir şeyi istemek, bir peygamber için doğru olmayan bir
harekettir.
12+ Yas grubu | RÜ'YETULLAH
36
12+ Yas grubu
Burada Hz. Musa'nın bu isteğini aynı zamanda iki ihtimal dahilinde düşünmek mümkündür;
1. İhtimal: Hz. Musanın, Yüce Allah'ın görülmesinin imkansız olduğunu bilerek böyle bir istekte
bulunmuş olması ihtimalidir ki, bu ihtimal, Hz. Musa'nın bir peygamber olması ve tevhid
konusunda cahil olmasının imkansız bulunması hasebiyle son derece zayıf bir ihtimaldir.
2. İhtimal: Hz. Musa'nın, rü'yetin mümkün olup olmadığını bilerek böyle bir istekte bulunmuş
olmasıdır. Bu da iki şekilde mümkün olabilir:
a) Hz. Musa, rü'yetin mümkün olmadığını bildiği halde böyle bir istekte bulunmuştur, denilebilir
ki; bunu söylemek biraz önce sözü edildiği gibi bir peygamber için düşünülemez. Öte yandan
Kur'ân'da Allah'ın kanunlarına aykırı isteklerde bulunan bazı peygamberlerin Allah tarafından
nasıl serzenişe maruz bırakıldıklarını gösteren ayetler vardır. Mesela, Hz. Nuh'un tufana kapılan
oğlunu kurtarmak istemesi ile, Hz. Adem ile Havva'nın yasak ağacın meyvelerini yemek
istemeleri üzerine Yüce Allah'ın onlara ikazda bulunup dikkatlerini çekmesi ve serzenişte
bulunması bu hususa örnek teşkil eder. Burada yani Hz. Musa'nın isteğinde ise, böyle bir
durum söz konusu değildir. Zira, Hz. Musa'nın rüyet isteği karşısında, Yüce Allah, Hz. Musa'ya
itab etmemiş, Hz. Nuh'a dediği gibi "Böyle bir şeyi benden isteme! Sana öğüt veriyorum,
Cahillerden olma" dememiştir.
b) Hz. Musa rü'yetin mümkün olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuştur. Zira biraz evvel
sözü geçtiği üzere, Yüce Allah Hz. Musa'ya Hz. Nuh ve Hz. Adem'e olduğu şekilde
cevaplandırmayıp onlara olduğu gibi bir itabla karşılık vermemiştir. Bu da bize Hz. Musa'nın
rü'yetin mümkün olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuş olduğu kanaatını oluşturur ki; bu
taleb, rü'yetin imkanı ile ilgili önemli bir delildir.
İkinci Yön: Rü'yetin, dağın istikrarına taalluk edilmesi hususu ve bununla ilgili tartışmaları içine
almaktadır.
Yüce Allah biraz önce sözü geçtiği üzere, Hz. Nuh hadisesinde olduğu gibi Hz. Musa'yı bu
isteğinden dolayı suçlamamış ve "Beni göremeyeceksin fakat şu dağa bak. Eğer yerinde
durursa beni görürsün" demiştir. İşte bu ifade tarzı bir diğer yönden rü'yet için delil teşkil eder.
Şimdi bu ifade üzerinde durursak; Cenab-ı Hakk'ın verdiği cevap dikkat çekicidir. Şöyle ki; eğer
Allahu Teala'nın görülmesi muhal olsaydı, Arap lugatine göre, "Seni göreyim" isteğine karşılık
verilmesi gereken cevap, kısaca, "Ben görünmem" olurdu. Veya da "Benim görünmem caiz ve
mümkün değildir", "Benim için caiz olmayan şeyi nasıl taleb ediyorsun?", ya da, görünmeyen
bir şeyin haberi için kullanıldığı üzere "Ben görünücü değilim" cevabı verilebilirdi. O halde,
buradan anlaşılmıştır ki, buradaki nefy, işin bizzat kendisinde değil, bilakis talebin ve bu işi
isteyenin halindeki noksanlıktadır. İsteyenin halinin nefyi söz konusudur (Cevheretü't-Tevhid,
s. 186; Ruhul-Beyân, III, 232-33). Nitekim, Yüce Allah, dağa tecelli ettiği zaman dağ bile o haliyle
tahammül edememiş ve paramparça olmuştur.
Rü'yet, genel anlamda nefyedilmiş olsaydı, böyle cevap verilmezdi. Zira, elinde bir taş tutan
kimseye, birisi, "Şu taşı ver de yiyeyim" dese, buna verilecek cevap, "Bu taş yenmez"dir.
Yoksa, burada dağın istikrarına taalluk edildiği gibi, "bu taşı filan kimse yerse, sen de yersin"
veya "bu taşı yeme" olmazdı. Çünkü, taş zaten yenilmez.
Rü'yetin dağın istikrarına taalluk edilmesi de, bir başka yönden rü'yetin ispatı için bir delil
olmaktadır. Şöyle ki; dağın yerinde durması, mümkün olan bir iştir ve nitekim dağa tecelli
edilmeden öncede dağ yerinde duruyordu. Dağın yerinde durması da durmaması da
mümkündür. Bu konuda bir mantık kuralı vardır ki, o da "Olması mümkün ve caiz olan şeye
taalluk edilen her iş her şey mümkündür". İşte burada da mümkün olan bir işe taalluk söz
konusudur. Böyle olmayıp da mümkün olmayan bir işe, mesela, "Balık kavağa çıkarsa bu iş
olur" gibi veya Kur'ân'da bir başka yerde geçtiği üzere. "Deve iğnenin deliğinden geçerse bu iş
olur" gibi (el-A 'raf, 7/40) bir taalluk olmuş olsaydı, o zaman durum farklı olabilirdi. Burada ise,
mümkün ve caiz olan bir şeye taalluk edilmiştir. O halde bu iş, yani rü'yet mümkün ve caizdir.
12+ Yas grubu | RÜ'YETULLAH
37
12+ Yas grubu
Burada sayılan ve benzeri açıklamalarla, rüyetin dünyada caiz olabileceği kanaatına varılmıştır.
Burada unutulmaması gereken önemli nokta rü'yet ile ilgili tartışmanın caiziyyet noktasında
olduğu, yani işin mümkün olup olmaması meselesidir. Yoksa bu halimizle mutlak surette
görüleceği iddiası değildir. Böyle bir iddiada bulunabilmek için çok kuvvetli kesin deliller
olması gerekir ki; yukarıda görüleceği üzere, ileri sürülen ayetlerle ilgili istidlal farklı izahlara
dayanmakta olup, aynı ayet her iki farklı görüşte olanlar tarafından kullanılmaktadır. Ulaşılan
netice farklı izahlara göre şekil kazanmaktadır.
Rü'yetin Âhiretteki Vücubu Rü'yetin ahiretteki vücubu ile ilgili olarak bazı ayetler delil olarak
kullanılmaktadır. Burada özellikle ahiretteki vucubiyyetin söz konusu edilmesi, bu ayetlerde,
ahiret halinden ve Cennet'ten söz edilmesinden dolayıdır:
Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "O gün yüzler vardır, Rabblarına bakıp parıldayan" (el-Kıyame,
75/22-23).
Rü'yetin ahirette vucubu ile ilgili olarak, Ehl-i Sünnet nazarında en kuvvetli delillerden birisi bu
ayettir. Ayetin öncesine dikkatle bakıldığında; ayetin içinde bulunduğu surenin isminin bile,
ahiret ahvalinden bahsedildiğine işaret ettiği görülecektir. Zira, surenin ismi "Kıyame
suresi"dir. Surenin başında kıyamet ahvalinden bahsedilmekte ve bu ayetten bir iki ayet
öncesine kadar, müşriklerin acıklı hallerinden söz edilirken, sıra mü'minlere gelmekte ve
Cennet ahvaline geçilmekte; o arada da, rü'yet ile ilgili bu ayetin zikri geçmekte ve o gün
mü'minlerin büyük bir neşe ve sürur içinde oldukları ifade edilmektedir. Dolayısıyla açık ve net
bir şekilde rü'yetin vukuu ifade edilmektedir.
Ayet üzerindeki tartışma ve mütalaalara gelince; özetle şunları söylemek mümkündür:
Rüyetin caiz olmadığını ileri sürenlerce-ki, bunların öncülüğünü Mutezile fırkası yapmaktadırbu ayette geçen "nazar" kelimesinin, görmek anlamında değil, "bekleme" anlamında alınması
gerektiğini, bunun Kur'ân'da bir çok örneklerinin bulunduğunu söylemektedirler.
Ehl-i Sünnet ise, "nazar" kelimesinin Kur'ân'da sadece beklemek değil, daha bir çok anlamlarda
kullanıldığını; bunlar arasında ummak, şefkat etmek, ibret almak, düşünmek, hüküm vermek
gibi anlamların bulunduğunu da söylemektedir. Ancak, bu ayette zikri geçen "nazar"
kelimesinin bir özelliği bulunduğunu zira burada bu kelimeyle birlikte, aynı cümle içinde hem
(e-l) harfi cerinin bulunduğunu, hem de insan yüzü anlamına gelen (ve-ce-ha) kelimesinin bir
arada bulunduğunu, bunun ise, bütün dilcilerin ittifakıyla, mutlaka (re-a-ye) yani "görmek"
anlamına geldiğini ifşade etmektedir ki, bu gerçekten ittifakla kabul edilen bir husustur. Bu
ittifaktan dolayıdır ki, rü'yetin nefyini avunan Mutezile fırkası burada zikri geçen (i-la) harfi
cerinin, harfi cer olmayıp, "nimet" anlamında bir kelime olduğunu ifade etmiştir. Zira, onlar da
bu ittifakın olduğunda hem fikirdirler. Öte yandan mantıkî bütünlük açısından da, gerek
beklemek ve gerekse şefkat göstermek gibi anlamların burada kullanılması mümkün değildir.
Zira Cennet bir bekleme yeri değil, mükafatların verildiği nimet yeridir. Ayrıca, beklemekte bir
bıkkınlık ve sıkıntı vardır. Oysa Cennet'te böyle şeylerin olması düşünülemez bile. İbaredeki
kullanılış açısından da, şefkat anlamının olması mümkün değildir. Zira, ibarenin akışına göre
kulların Yüce Allah'a şefkat göstermesi gerekir, gibi bir anlam çıkmış olacaktır ki; bu,
düşünülmesi bile mümkün olmayan bir ihtimaldir.
Netice itibariyle, bu ayetin delaletiyle, rü'yet, ahirette vacibtir ve mü'minler Yüce Allah'ı keyfiyeti
belli olmayacak bir şekilde göreceklerdir. Keyfiyeti belli olmayacak şekilde diyoruz; zira ahiret
aleminde söz konusu olacak şeyler hakkında keyfiyet belirtmek, şekli ve durumu şöyle veya
böyle olacaktır demek mümkün değildir. Sevgili Peygamberimiz, Cennet ile ilgili bir sözlerinde
"Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetler vardır" buyurmuşlardır. Şu ana
kadar gözlerin görmeyip, kulakların işitmediği bir şey hakkında her hangi bir tavsifde,
vasıflandırmada bulunmak doğru değildir. Yapılan zannî bir tahminden öteye geçmez.
Rü'yetin mümkün olup olmadığı hususunda kullanılan bir başka ayet ise el-Enâm suresi 6/103.
ayettir:
12+ Yas grubu | RÜ'YETULLAH
38
12+ Yas grubu
"Gözler O'nu idrak edemez. O bütün gözleri idrak eder" Bu âyet-i kerime de diğer ayetler gibi
hem ehl-i Sünnet hem de Mutezile tarafından kuvvetli bir delil olarak ileri sürülmüştür. Tartışma
esas itibariyle daha çok, ayette geçen "idrak" kelimesinin değişik manalara gelmesinden
kaynaklanmaktadır. Şöyle ki; idrak, mahdut olan bir şeyi ihata etmek, demektir. Mahdut ise,
hududu ve nihayeti olan bir şeydir ki, idrak o hududla vukû bulur. Renk, tad, zevk ve koku gibi
şeyler de böyledir. Her birinin kendine has yönü ve hududû vardır. Onları idrak etmek, ancak
bununla mümkün olabilmektedir. Kısacası idrak, bir şeyin hududunu; rü'yet ise, genelde
görmektir. Buradan anlaşılıyor ki, idrak ile rü'yet aynı şey değildir. İdrak hususi, rü'yet ise
umumidir.
Fahreddin Razi, idrak ile rü'yet ilişkisi ve farkını şöyle izah etmektedir;
Rü'yet ikiye ayrılır: Birincisi: Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sınırlar ve son ile görüldüğü
zaman, o şeyin görülmesi, idrak ile ifade edilebilir. Bu takdirde rü'yet ile aralarında bir fark
olmayabilir.
İkincisi ise; hududsuz ve nihayetsiz olan bir şeyin görülmesidir ki; onun idrak edilmiş olduğu
anlamına gelmez. Buna göre, rü'yetin bazen idrakle birlikte, bazen de idrakten ayrı olarak
meydana geldiğini söylemek mümkündür.
Şimdi her iki halde de "rü'yet" kelimesinin kullanılması mümkün olsa ve mesela "falan şeyi
gördüm" denilmek suretiyle, hem mücerred rü'yet, hem de idrakle birlikte rü'yet kastedilmiş
olsa bile; idrak kelimesinin kullanılması ve mesela, "falan şeyi idrak ettim" denilmesi, idrak
etmeksizin mücerred rü'yetin kastedilmiş olduğuna delalet etmez.
Bundan da anlıyoruz ki; rü'yet genel, idrak ise özeldir. Bu bakımdan özel olan bir şeyin ispatı,
genel olanın ispatını gerektirmiş olsa da özel olanın olumsuz kılınması, genel olanın olumsuz
olmasını gerektirmez. Her idrak rü'yettir, fakat her rü'yet idrak değildir.
Bu açıklamalar ışığında sözü geçen ayete bakacak olursak; Yüce Allah bu ayette id'raki
nefyetmiş olsa bile, onun nefyi, rü'yetin nefyini gerektirmez. Bu ayette Yüce Allah, kendisinin
yön ve hududu olmadığını, bu bakımdan da gözlerin O'nu görse bile idrak edemeyeceğini
bildirmiştir. Görmek idrak, etmek demek değildir. Zira, idrak etseydik, Yüce Allah sınırlı bir
varlık olmuş olurdu ki, bu Yüce Allah için düşünülemez. O, hududu ve sınırı olmayan,
düşündüklerimizin de ötesinde olandır. Bu duruma göre, ayetin manası şöyle ifade edilebilir:
"Gözler Allah Teâlâ'nın hakikatını ihata edemezler. O ise bütün gözleri görür ve ihata eder".
Ayetin delil olarak ele alındığı bir başka yön de; Yüce Allah'ın burada kendisini methetmesi
yönüdür. Bu konuda hemen hemen bir ittifak söz konusudur. Şayet, rü'yet mümkün olmasaydı,
tıpkı, görülmesi imkansız olduğu işin, görülmemesi övgü konusu olmayan "yokluk" gibi,
"Gözler O'nu idrak edemez" sözüyle bir medh söz konusu olamazdı. Bir şeyin görülmesi
mümkün olur da, büyüklükte tek ve eşsiz olduğu için, şartlar müsait olmadığı için görülmez ise,
o zaman bir medh söz konusu olur. Yoksa şayet görülmesi mümkün değil ise nasıl bir medh
söz konusu olacaktır? Zaten görülmesi o anlayışa göre mümkün değildir.
Bu ayette O'nun görülür olduğu ortaya konulmuş, fakat aynı zamanda O'nu görecek olan
gözlerin de, bu dünya hali ile görmekten aciz olduklarına işaret edilmiştir. Gözleri, kendisini
görmekten aciz bırakan da kendisidir. İşte, medhe ve övgüye layık olan da bu noktadır. Buna
göre, gözlerin O'nu görmekten aciz kalması, O'nun görülmez olmasını gerektirmez. Fakat O'nun
görülür olduğu halde, gözlerin O'nu görmemesi, kudret ve azametine layık bir iftihar ve öğünme
vesilesi olur. Gözleri bu haliyle görmekten aciz bırakan O'dur. Fakat dilediği anda, onları
acizlikten kurtaracak ve onlara görme gücünü verecek olan yine kendisi olacaktır ki; bu,
ahirette vukû bulacaktır. Mü'minler için de en büyük nimet mesabesinde olacaktır.
Rü'yet ile ilgili olarak delil getirilen diğer bir ayet de Yunus süresi 10/26. ayetidir:
"İyi davrananlar için Cennet ve nimetleri ve (bir de) ziyade vardır. "
12+ Yas grubu | RÜ'YETULLAH
39
12+ Yas grubu
Bu ayetin rü'yete delaleti, ayetin içinde yer alan "ziyade" kelimesinin
"Allah'a nazar etmek" şeklinde tefsir edilmesi dolayısıyladır. Bu tefsir Hz. Peygambere ve bazı
sahabelere varan isnadlarla kuvvet kazanmıştır.
Ubeyy b. Ka'b'a varan bir isnada göre, Hz. Peygambere "ziyade" kelimesinin manası
sorulduğunda, Hz. Peygamber "Rahman'ın yüzüne nazardır" diye cevap vermiştir.
Ehl-i Sünnet alimleri bu ve benzeri isnadlara dayanarak bu ayeti rü'yete delil olarak kabul
etmektedirler.
Ayet üzerindeki etimolojik yorumlara gelince; bunları da şöyle özetlemek mümkündür:
Ayette geçen "el-Hüsnâ" kelimesi, harf-i tarif almış müfred bir kelimedir, yani marifedir. Bu
bakımdan bir önceki ayette geçmiş olan bir isme delalet etmiş olmalıdır. Önceki ayetle beraber
bu ayetin meali ise şöyledir; Allah, Dâru's-Selam'a çağırır ve dilediğini doğru yola eriştirir. İyi
davrananlar için hüsnâ ve bir de ziyade vardır. "
Allah'ın insanları davet ettiği yer, Dâru's-Selam, yani Cennettir. Binaenaleyh iyi davrananlar için
ve güzel amel sahipleri için Cennet vardır. Nitekim, gelen haberlerden "hüsnâ" kelimesi Cennet
ile tefsir edilmiştir. Bu sabit olunca, insana Cennetle birlikte verilecek olan "ziyade"nin
Cennetten ayrı bir şey olması gerekir. Çünkü, insana verilen Cennet, içindeki bütün nimetleriyle
birlikte verilir. Ziyade ise, bunların dışında bunlardan ayrı bir şeydir. Aksi halde, eğer
Mutezile'nin dediği gibi burada ziyadeden maksat Cennet olmuş olsaydı, iki ayrı kelime ile aynı
şeyin verileceği bildirilmiş olurdu ki, bu da lüzumsuz bir tekrardan ibaret olurdu.
"Ziyade"nin Cennet nimetlerinden ayrı bir şey olması hususunda Fahrettin Razi'nin güzel bir
açıklaması vardır:
"Üzerine ilave olunan şey, belirli bir miktar ile tayin edildiği zaman "ziyade"nin o şeyin
cinsinden olması gerekir. Fakat belirli bir miktar ile tayin olunmamışsa, "ziyade"nin ondan
başka bir şey olması gerekir. Mesela, bir kimse, "Sana on kilo buğday ve bir de ziyade verdim"
derse, bu ziyadenin buğday cinsinden olduğu anlaşılır. Fakat miktar tayin etmeksizin "Sana
buğday ve bir de ziyade verdim" derse, buradaki "ziyade" buğdaydan farklı bir şey olması
gerekir ve öyledir" (er-Razi, Tefsir-i Kebir, IV, 333).
İşte burada da, "Cennet ve bir de ziyade" ifadesi vardır. Öyle ise, söz konusu olan nimetin,
Cennetten farklı bir şey olması gerekir ki, o da rüyettir.
Diğer bir delil el-Mutaffifin suresinin, 15. ayetidir: "Hayır, onlar o gün muhakkak ki, Rablarından
mahcub kalırlar".
Bu ayet de Ehl-i Sünnete göre, rü'yete delalet eder. Örtmek ve menetmek manasına gelen
"hicab" kelimesi, ayette ba'sı ve hesap gününü inkâr eden kimseleri tehdit etmek ve onlara
korku vermek için zikredilmiştir. Kâfirler için tehdit ve korku vasıtası olarak zikredilen bir şeyin,
mü'minler hakkında söz konusu olması düşünülemez. Bu bakımdan kâfirler kıyamet günü
Rabblarını görmekten alıkonulacaklar. Fakat mü'minler O'nu göreceklerdir.
Ehl-i Sünnet ve Mutezile, ayette geçen "mahcub" kelimesinin "memnü" manasına geldiğini
kabul etmekte, fakat, hangi hususta mahcub oldukları hususunda ayrılmaktadırlar. Bir kimsenin
bir başkasının yanına girip, onu görmesine engel olunmasının "hicab" kelimesi ile ifade
edildiğini kabul etmiş görünse bile, Mutezile, burada aynı manayı ifade eden ayeti, tecsim ve
teşbihe götürür endişesiyle kabul etmemekte, ayetin manasını; "Kâfirler Allah'ın rahmet ve
sevabından uzak kalacaklardır" şeklinde anlamaktadır. Zira Mutezile'ye göre, rü'yet, göz
bebeğini bir yöne çevirmek olarak anlaşılmaktadır. Bunun için de, yani göz bebeğinin bir yöne
çevrilmesi için de o şeyin cisim olması gerekir. Öyle ise; Yüce Allah'ın görülebilmesi için cisim
olması gerekir. O halde O, görülmez.
12+ Yas grubu | RÜ'YETULLAH
40
12+ Yas grubu
Ehl-i Sünnet ise, "kesin bir delil olmaksızın ayetin zahirini terketmek ve ondan uzaklaşmak
mümkün değildir" prensibinden hareketle, burada da manayı rü'yete hamlederek rü'yetin
vukûuna delil getiriyor. Zira Ehl-i Sünnet alimleri de Yüce Allah'ın cisim olmadığı hususunda
müttefik oldukları gibi, bu hususta her iki grupta da bir şüphe söz konusu değildir. Ancak, Ehl-i
Sünnet alimleri burada "bir şeyin görülüp görülmemesinin mümkün olması, O'nun cisim olup
olmamasına bağlı değildir görüşündedirler. Nitekim, renkler de cisim ve cevher olmadıkları
halde görülürler. Görülmesi caiz olmayan şey, yalnız "ma'dum"dur. Allah Teala ise mevcud
olduğuna göre, kendi nefsini bize göstermesi imkansız değildir.
Burada önemli bir noktaya gelinmiştir, o da; Ehl-i Sünnetin bu hususa özellikle önem vermiş
olmasıdır. Zira ay'ı görmemiz, bizim irademizin dışındadır. Biz istesek te istemesek de onu
görürüz. Tıpkı, görmek ve bakmak arasındaki fark konusunda görmenin irade dışında da
mümkün olması gibi... Rü'yeti yaratmaya yani Yüce Allah'ın kendisini göstermesine bir engel
yoktur. Onu Yüce Allah yaratmaktadır; isterse görme fiilini yaratabilir. Zira burada konu
vucubiyyet değil, caiziyyet safhasındadır. Biz, görülmez demekle O'na bir engel getirmek
hakkına sahip değiliz. Öte yarıdan O'nun görülmez oluşu, bir nevi noksanlık olarak telakki
edilmektedir.
Netice itibariyle, İslam akaidinde önemli bir yer tutan "rü'yetullah" meselesi, temelde Yüce
Allah'ın teşbih ve tecsimi kaygısından kaynaklanmaktadır. Zira gerek Ehl-i Sünnet "Yüce Allah
görülür" derken ve gerekse Mu'tezile "O görülmez" derken, her ikisinin de taşıdıkları ortak bir
kaygı ve korku vardır ki; o da acaba görülür veya görülmez dersek, O'nu teşbih ve tecsime
düşürmek gibi, akaid esaslarına göre sakıncalı olan bir konuma düşebilir miyiz korkusu ve
kaygısıdır. Bir başka ifadeyle her ikisinin de düşünce yapılarının temelinde, iyi niyet ve Yüce
Allah'ın azameti ve yüceliğine her hangi bir leke düşürmeme düşüncesi yatmaktadır. Bu itibarla
bu konuda yapılan tartışma ve ileri sürülen görüşleri, kendi içerisinde ve bütünlüğüne göre
değerlendirmeli ve öyle görmelidir.
Öte yandan bu mesele, esas itibariyle de, İslam Akaidinde temel hususlar, dinin özü ve esası
olarak kabul edilen Tevhid, Nübüvvet ve Mead prensiplerinin esasından olmadığı gibi; bunlara
aykırılık teşkil eden hususlardan da değildir. Bir mesele eğer bu üç meselenin esasına dahil
olmayan bir mesele ise, bunlar üzerinde farklı düşünmekte hiç bir mahzur olmadığı gibi; bunlar
üzerinde düşünmek meselenin hikmetini anlamak bakımından teşvik bile edilmiştir, denilebilir.
Zira, Kur'ân bu konuda oldukça serbest ve geniş bir tablo sergilemekte olup, bir bakıma bu gibi
hususları "eşyanın hakikatını anlama" teşviki çerçevesinde bile ele almaktadır. Önemli olan
düşünce çerçevesinin Kur'ân ve Hz. Peygamberin sünneti çerçevesinde olmasıdır.
Abdurrahim GÜZEL
12+ Yas grubu | RÜ'YETULLAH
41
12+ Yas grubu
PEYGAMBERLERE IMAN
Tevhid inancının temellerinden biri. Peygamber farsça bir kelime olup; sözlükte, "haberci"
demektir. Arapçadaki "Nebî" ve "Resul" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılır. Bir terim olarak
peygamber; Allah Teâlâ'nın, kullarına isteklerini bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı
açıklamak üzere seçtiği ve görevlendirdiği insanı ifade eder. Yeni bir kitap ve şeriat getirmiş
olan peygambere hem Nebî, hem de Resul denir. Yeni bir kitap getirmeyip kendinden önceki
peygamberin şeriatını devam ettiren, onunla amel eden peygambere de sadece Nebî denir.
Resulün çoğulu "rusûl"; Nebî'nin çoğulu ise "enbiyâ"dır. Ayet ve hadislerde Resul karşılığında
"mürsel" ve çoğulu "mürselûn" de kullanılır.
Peygamberlere inanmak, iman esaslarındandır. Yüce Allah, insanlardan bazılarını, diğer
insanlara müjdeleyici ve azabı haber verici elçiler olarak göndermiştir. Bu elçiler insanların
ihtiyaç duyacakları her şeyi onlara açıklamışlardır. İlk peygamber, Hz. Âdem; son peygamber
ise, Muhammed (s.a.s)'dir. Bu ikisi arasında sayısını ancak Allah'ın bildiği kadar peygamberler,
gelip geçmiştir. Kur'an-ı Kerim'de yalnız yirmi beş peygamberin adı zikredilir. Âdem, İdris, Nuh,
Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Davud,
Süleyman, İlyas, El-Yesa', Zül-Kifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa ve Muhammed (hepsine selâm
olsun). Bir de Uzeyr, Lokman ve Zül-Karneyn'in isimleri geçer ki, bu üçünün peygamber mi
yoksa velî mi oldukları ihtilaflıdır.
Bazı hadislerde peygamberlerin sayıları zikredilmişse de, bu konudaki hadisler âhâd yoluyla
geldiğinden, kesin delil sayılmamıştır. Çünkü peygamberleri bir sayı ile sınırlandırmak, bu
sayının dışında kalanları peygamber kabul etmemek sonucuna götürür ki, bunun için kesin delil
gerekir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: Daha önce bazılarını sana anlattığımız, bazılarını da
anlatmadığımız peygamberler gönderdik. Allah Musa ile bizzat konuştu" (en-Nisâ, 4/164).
Peygamberlerden beş tanesi getirdikleri tevhîd dininin yerleşmesi için büyük sıkıntı ve cefalara
katlanmaları, üstün irade ve fazîletleri sebebiyle Ulûl-azm peygamber sayılmışlardır. Bunlar; Hz.
Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'tir (bk. el-Ahzâb, 33/7).
Allahu Teâlâ her millete bir peygamber göndermiştir. Andolsun ki biz, her millet için; Allah'a
kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi gönderdik" (en-Nahl, 16/36). Buna göre, hak ve batıl
her ümmetin önüne, bir elçi aracılığı ile serilmiş, Allah emir ve yasaklarını onlara duyurmuştur.
Ayetlerde şöyle buyurulur: İçinde azabı haber veren bir korkutucunun geçmediği hiç bir ümmet
yoktur" (el Fatır 35/24); "Her ümmetin bir elçisi vardır" (Yunus, 10/47). Bu elçi bazan bir
peygamber, bazan da peygamberin o kavmi irşad için görevlendirip gönderdiği bir elçidir.
Yasin Suresinde İsa (a.s) tarafından, gönderilen elçiler, Hz. Muhammed'i dinledikten sonra
kavimlerine giderek İslâm dinini tebliğ eden cinler bunlar arasında sayılabilir.
Peygamberlere imanın bütün peygamberleri kapsaması gerekir. Bir tanesine bile inanmamak
kişiyi dinin dışına çıkarır. Buna göre, iman yönüyle hiç bir peygamberi diğerinden
ayırdetmemek gerekir (el-Bakara, 2/285). Ancak peygamberler arasında resul veya nebî olma,
daha faziletli bulunma gibi sebeplerle farklılık olabilir. Her resul nebîdir, fakat her nebî resul
değildir. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Muhammed'le İsmail aleyhisselâmın hem resul ve hem de nebî
oldukları belirtilir: "Muhammed, adamlarınızdan hiç birinin babası değildir. Fakat o, Allahın
resulu ve nebilerin sonuncusudur" (el-Ahzâb, 33/40); Kitapta İsmail'i de zikret. Çünkü o,
sözünde duran, resul ve nebî olan bir zat idi" (Meryem, 19/54).
Peygamberlerin en üstünü Hz. Muhammed, sonra ûlûl-azm diğer dört peygamber, daha sonra
resuller ve nebiler gelir. Bu duruma göre, Allah nezdinde bir peygamber, peygamber olmayan
bütün insan, melek ve cinlerden daha üstündür: "Biz onlardan her birine âlemlerin üstünde
yüksek meziyetler verdik" (el-En'âm, 6/86).
Peygamberlere, sahip oldukları sıfatlarla birlikte inanmak gerekir. Onlar da bizim gibi birer
insan olmakla birlikte, Allah tarafından seçilmiş kimseler oldukları için, diğer insanlardan ayrı
bazı vasıfları vardır. Bu sıfatları şöylece özetleyebiliriz:
12+ Yas grubu | PEYGAMBERLERE IMAN
42
12+ Yas grubu
1. Sıdk (doğru olmak); Peygamberler kesinlikle yalan söylemezler. Onlar doğru ve dürüst
kimselerdir.
2. Emânet (güvenilir olmak) Peygamber güvenilir kimselerdir. Asla emânete hıyanet etmezler.
3. Fetânet (zeki olmak); Bütün peygamberler insanların en akıllılarıdır.
4. İsmet (günah işlememek); Peygamberler, günah işlemezler. İnsanlık icabı olabilen bazı küçük
hataları "zelle (ayak kayması)" adını alır ve Allah tarafından uyarılarak düzeltilir (bk. Abese,
80/1-2).
5. Tebliğ (açıklamak); Peygamberler Allah'tan almış oldukları emirleri ümmetlerine mutlaka
ulaştırmışlardır. Hiç bir şeyi gizlememiş ve hiç bir şey de ilâve etmemişlerdir. Yukarıda sayılan
sıfatlar da bunu gerektirir (el-Mâide, 5/67).
Son peygamber Hz. Muhammed'tir. Kur'an-ı Kerim'de; "Muhammed Allah'ın elçisi ve
peygamberlerin sonuncusudur" (el-Ahzâb, 33/40) buyurulur. Bunun bir sonucu olarak Hz.
Peygamber'i diğerlerinden ayıran bazı özellikleri vardır:
a. Önceki peygamberler yalnız bir şehre, bir kavme gönderilirken (es-Sâffât, 37/147), Hz.
Muhammed gerek kendi devrinde yaşayan ve gerekse kıyamete kadar gelecek olan bütün
insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir: Biz seni başka bir maksatla değil, âlemlere rahmet
olmak üzere gönderdik" (el-Enbiyâ, 31/107); Biz seni bütün insanlara bir rahmet müjdecisi ve
azap habercisi olarak gönderdik" (es-Sebe ; 34/28); De ki, ey insanlar, ben sizin tamamınıza
gönderilmiş olan bir Allah elçisiyim" (el-A'raf, 7/158).
b. Diğer peygamberlere verilen sahîfeler bugün elde mevcut olmadığı gibi; Tevrat, İncil ve
Zebur'un da orijinal nüshaları yok olmuş, eldeki nüshalar ise tahrife uğramıştır. Halbuki Hz.
Muhammed'e indirilen Kur'an-ı Kerim hiç bir değişikliğe uğramadan orijinal nüshalarıyla ve bu
nüshalardan çoğaltılan şekilleriyle günümüze intikal etmiştir. Çünkü Kur'an ilâhi koruma
altındadır: "Kur'an'ı biz indirdik biz, onu koruyacak olan da biziz" (el-Hicr, 15/9).
c. Hz. Muhammed son peygamber olunca, Kur'an da, toplumların kıyamete kadar ortaya
çıkacak ana problemlerine çözümler sunmak üzere en mükemmel şekilde gelmiştir. Ayette;
Bugün size dininizi mükemmel hale getirdim" (el-Mâide, 5/3) buyurulur.
Peygamberlik çalışılarak elde edilecek bir makam değildir. Ancak Allah Teâlâ tarafından dilediği
kimseye verilen bir rütbedir. Ayette şöyle buyurulur: "Onlara bir ayet geldiği zaman, Allah'ın
peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe iman etmeyiz, derler. Allah peygamberlik
görevini kime ve nereye vereceğini daha iyi bilir" (el-En'âm, 6/124). Buna göre, peygamberlik
kesbî değil vehbîdir. Ancak kadından, köleden ve yalancıdan peygamber çıkmamıştır. Bu
sonuncular şehid, sâlih ve velî (evliya) olabilirler. Bugün ahlâksız, hatta inkârcı olan bir
kimsenin yarın tevbe ederek, yapacağı güzel ameller sonucu takvâ sahibi, salih bir insan, hatta
Allah'ın çok sevdiği bir velî olması mümkündür. Ashâb-ı Kiramdan bunun pek çok örnekleri
vardır.
Cenab-ı Hak, peygamberlerini tabiat kanunlarını yırtan birtakım mucizelerle desteklemiştir.
Asânın ejderha olması, ölüyü diriltmek, parmaklardan suyun fışkırması bunlar arasında
sayılabilir. Peygamberin ümmetinden bir ferdin elinde meydana gelen böyle olağan üstü bir
olaya da kerâmet denir (Kerâmet örnekleri için bk. Âl-i İmran, 3/37; el-Kehf, 18/9-10; en-Neml,
27/38-40).
Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu gösteren çeşitli mucizeler vardır. İlki Kur'an-ı Kerim'dir.
Hz. Peygamber onunla, Arap olan ve olmayan bütün ediblere -bir benzerini yapmalarını
isteyerek- meydan okumuştur. Ancak buna hiç bir edibin gücü yetmemiştir. Yüce Allah şöyle
buyurur: Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an hususunda şüphe ediyorsanız, haydi
siz de ona benzer bir süre getirin" (el-Bakara, 2/23); Deki, şüphesiz bütün insanlarla cinler şu
Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek için bir araya toplanıp yardımlaşsalar bile, yine onun
12+ Yas grubu | PEYGAMBERLERE IMAN
43
12+ Yas grubu
benzerini yapamazlar" (el-İsrâ,17/88). Bunu deneyen bazı edibler olmuşsa da, sözleri Kur'an'ın
fesâhat ve belâğatı yanında sönük ve saçma kalmıştır. Yalancı peygamberlik iddia eden
Müseyfime el-Kezzâb bunlardandır.
Kur'an geçmiş ve gelecek olaylara ait haber verir. Âd, Semud, Lût, Nuh ve İbrahim
peygamberlerle kavimlerine ait Kur'an'da yer alan haberleri gerçekte okuma-yazma bilmeyen
Hz. Muhammed'in bilmesi mümkün değildir (bk. en-Nahl, 16/103; el-Ankebût, 29/48). Kur'an'ın
geleceğe ait haber verdiği şeyler aynen meydana çıkmıştır. Bizanslıları önce yendiği halde
İranlıların sonra mağlup olacağını Kur'an-ı Kerim bildirmiş ve zaman da onu tasdik etmiştir (erRûm, 30/ 1-5).
Hz. Muhammed'in peygamberlikten önceki yüksek ahlâkı ve yüce kişiliği de peygamberlik
belirtilerindendir. Toplum ona, yalan söylememesi ve güvenilir kişi olması
nedeniyle"Muhammed el-Emîn" lakabını vermiştir (Ayrıca bk. Peygamber, Peygamberlik
maddesi). Hamdi DÖNDÜREN
12+ Yas grubu | PEYGAMBERLERE IMAN
44
12+ Yas grubu
PEYGAMBER, PEYGAMBERLIK
Haber getiren kişi. Allahu Teâlâ'nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve onlara hakkı,
doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı Kerim' de; "nebi"
veya "enbiya", bazan da "resul" veya "rusul" diye geçer.
"Nebi", arapça bir kelime olup, "nebe' " kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici"
anlamına gelir. Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok
önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe olmayan bir haber
için kullanılabilir (Rağıb el-Isfahanî el-Müfredât, Nebi maddesi). Nebi'nin manası, Allah'ın,
seçtiği kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime,
Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor (Saît Ramazan elButî, Kübrâ el- Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 172).
Bazı dilciler, "nebi" kelimesinin "yükseltilmiş" manasında olan "nübüvvet" kelimesinden
geldiğini ileri sürerler.
Diğer bir kısım dilciler ise, "nebi" kelimesine, Allah (c.c) ile akıl sahibi kulları arasında bir elçi
veya, "Biz insanlara, Allah Teâlâ'nın vahy-i ilâhisini bildiren kimse" manası verirler. Nebi'nin
çoğulu "enbiya"dır. Peygamberlere, ilâhî emir ve yasakları, hüküm ve haberleri insanlara
bildirdikleri için "enbiya" denmiştir (İbn Manzur, Lisanul-Arab, Nebi mad.; et-Taftâzânî, Şerhu'lMakâsıd, II, 128).
Kur'an-ı Kerim'de "nebi" yerine "resul" de geçmektedir. Arapçada "irsal" kelimesinden alınan
"rasul", gönderilen kimse, haberci, elçi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) tarafından, insanları
irşad edip onları doğru yola yöneltmek için gönderilmiş olduklarından, peygamberlere, "rüsûl-i
kirâm, mürselîn" denmiştir (el-Müfredat, Resul mad., Lisanul-Arap, Resul maddesi).
Bu esasa göre; nebi ve resul kelimeleri, aynı manaya gelen, arapçada iki (müterâdif) eş anlamlı
isimdir. Peygamberlere, Allah'dan önemli haber (vahy) aldıkları için "nebi"; aldıkları haberleri
gönderildikleri insanlara bildirdikleri için de "resul" denir. Onların en önemli görevi, kendilerine
indirilen ilâhî vahyi tebliğ etmektir. O halde risaletin manası Allah Teâlâ'nın, seçtiği kullarından
birini ilâhî hüküm veya şerîatini başkalarına tebliğ etmekle mükellef tutmasıdır. Bu kelime,
peygamber ile diğer insanlar arasındaki alâkayı açıklamaktadır. O da, irsal (gönderilme) ve
elçilik kavramıdır.
Bu esasa göre, peygamberlerin iki görevi vardır. Bunlardan Allah (c.c) ile özel ilişkisine
"nübüvvet"; insanlarla olan "ilâhî görev" ilişkisine de "risâlet" denmektedir. Nebî ve resul
kelimeleri bu iki ilişkiyi ifade etmektedir (bk. el-Butî, a.g.e., s. 173).
Çoğunluk Kelam âlimlerine göre ise "resul" kelimesi, lugat manası bakımından "nebi"
kelimesinden daha geniş ve şümullüdür. Çünkü melekler de, ilâhi haberler taşıdıklarından,
onlara da "İlâhi haberciler" anlamında "resul" denmektedir. Bu görüşte olanlara göre, kendisine
ilâhî kitab ve müstakil şerîat verilen peygamberler "resul" diye anılırlar. Bu bakımdan, her resul
aynı zamanda bir nebidir. Fakat her nebî, resul değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, -mantık
diliyle"umum-husus-mutlak" ilişkisi vardır. Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah
Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (hukuk
sistemini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda
"resul" denir. Her iki grubun da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Sonuç olarak, nebî ve resul
şöyle tarif edilebilir: "Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu Cibril (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken)
vahyettiği şeyleri insanların hepsine veya belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir
insandır (Nebî ve resul kelimelerinin terim anlamı, aralarındaki fark ve deliller için bk. etTaflâzânî, Şerhul-Makâsıd, II/128, el-Cürcanî, Şerhul-Mavâkıf, III, 173-174; İbnul-Hümam, ŞerhulMüsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, I/210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhul-Akâidi'l-Adudiyye, 3; Mustafa
Sabri, Mevkiful-Akli vel-İlmi vel Âlem, Kahire 1950, IV/40; el-Bûtî, a.g.e., 173).
12+ Yas grubu | PEYGAMBER, PEYGAMBERLIK
45
12+ Yas grubu
KITAPLARA IMAN
Allah'ın bazı peygamberlere kitaplar indirdiğine, bunların hepsinin doğru ve gerçek olduğuna
inanmak. Amentü olarak bilinen iman esaslarından birisidir. İman konusu olan kitaplara Allah
tarafından indirilmiş kitaplar anlamında Kütüb-i ilahiye, Kütüb-i Münezzele, Kütüb-i Semâviye
denir. İlahi kitaplar Allah'ın peygamberlerine gönderdiği vahiyler toplamından oluşur. Her
topluma peygamber ve uyarıcı gönderildiğine (en-Nahl, 16/32; el-Fatır, 35/25) ve bunlarla birlikte
kitaplar indirildiğinde (elBakara, 2/213) göre çok sayıda kitap indirilmiş olduğu söylenebilir. Ne
var ki, bunlar Kur'an'da ayrı ayrı anılmaz. Anılanlar yalnız Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a
indirilen Suhuf'la Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân'dır. Güvenilirliği tartışmalı bir hadiste ise toplam
yüz sahife indirildiği, bunlardan ellisinin Sit (a.s)'a, otuzunun İdris (a.s)'a, onunun İbrahim
(a.s)'a ve onunun da Musa (a.s)'a (onunun Adem (a.s)'a indirildiği de söylenir), indirildiği
belirtilir (Ebû Zer'den ibn Ebi'd- Dünya). Kitaplardan Tevrat Musa (a.s)'a, Zebur Davud (a.s)'a,
İncil İsa (a.s)'a ve Kur'an da Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilmiştir.
Kur'an kitaplara inanmanın gerekliliğini çok değişik biçimlerde ortaya koyar. Bu konuya ilişkin
âyetlerden bir bölümü kitaplara inanmayı buyruk halinde ifade eder: "Allah'a, bize indirilene,
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlar(ın)a indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve
(diğer) peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayrım yapmayız,
biz Allah'a teslim olanlarız deyin" (el-Bakara, 2/136). "Ey iman edenler, Allah'a, elçisine indirdiği
Kitap'a ve daha õnce indirmiş bulunduğu Kitap'a inanın " (en-Nisâ, 4/136). Bazı âyetlerde
kitaplara iman, mü'minlerin nitelikleri arasında sayılır: "Mü'minler) sana indirilene ve senden
önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler." (el-Bakara, 2/4). Peygamber de
diğer mü'minler gibi kitaplara inanmak zorundadır: "Elçi, Rabb'inden kendisine gelene inandı,
mü'minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı" (el-Bakara,
2/285). Bazı âyetler de kitaplara inanmamanın küfür ve sapıklık olduğunu belirterek imanın
gerekliliğini dile getirir: "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkar
ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisa, 4/136).
Kitaplara inanmak Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine inanmanın bir gereğidir. Allah
insanlara doğru yolu göstermek üzere, içlerinden seçtiği peygamberler aracılığı ile kitaplar
gönderir. Kitaplar, melek aracılığı ile gelen vahiyler toplamıdır. Allah'a inanmakla birlikte
meleklere, vahiy olayına inanmayan, peygamberlik kurumuna karşı çıkan kişi, İslâm'ın
öngördüğü inanç bütünlüğünden uzak düşmüş olur. Kitaplar yeryüzünde halife olarak yaratıları
insana verilen emanetin, başka bir deyişle yeryüzünde Allah'ın egemenliği ilkesi üzerine kurulu
ilahi düzenin gerçekleştirilmesi gõrevinin yerine nasıl getirileceğini gösteren, talimatlar, emir ve
yasaklar toplamıdır. Bunlar insan hayatını en mükemmel biçimde düzenleyecek inanç
esaslarını, ibadet biçimlerini, yapılması ya da yapılmaması gereken davranış ve eylemleri, güzel
ahlâk ilkelerini, siyasal ve toplumsal hayat düzenleyecek temel ilke ve kuralları ihtiva eder. Bu
nedenle kitaplara inanmak, insanın inanç ve düşünce dünyasını, bireysel ve toplumsal hayatını
Kitap'ın öngõrdüğü biçimde yönlendirme ve düzenlemeyi kabul etmek anlamına gelir.
Adı ne olursa olsun, nasıl nitelenirse nitelensin, bütün ilâhî kitaplar Allah kelamıdır. Kaynakları
ve taşıdıkları mesaj açısından aralarında bir fark yoktur. Hepsi gerçektir ve gerçeği bildirir.
Temiz yaratılmış melekler aracılığı ile indirilir, Allah'ın koruması altında oldukları için şeytânın
ya da başka bir varlığın müdahalesinden uzaktır. Hepsi Allah'ın birliğini, yalnız O'na kulluk
edilmesi gereğini bildirir: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona "Benden başka
ilah yoktur, bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım" (el-Enbiya, 21/25). "Andolsun biz her
ümmet içinde Allah'a kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi gõnderdik... " (en-Nahl, 16/36).
"O size dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" (eş-Şûra, 42/13).
Ancak indirildikleri topluma göre dilleri; "Biz her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki
onlara açıklasın" (İbrahim, 14/4), ile zaman ve toplum şartlarının gerektirdiği kimi kural ve
yöntemler değişir: "Sizden her biriniz için bir şerîat ve yol belirledik" (el-Maide, 5/48).
Kur'an'ın andığı suhuflar günümüze ulaşmadı. Tevrat, Zebur ve İncil ise ancak tahrif edilmiş
biçimde varlığını koruyabilmiştir. Kitab-ı Mukaddes adı altında birleştirilen bu kitaplardan
Tevrat Ahd-i Atik; İncil Ahd-i Cedid olarak anlamakta, Zebur ise Mezmurlar adıyla Ahd-i Atik
içinde yer almaktadır. Kur'an, önceki kitapların muhatablarınca nasıl tahrif edildiğine kısaca
12+ Yas grubu | KITAPLARA IMAN
46
12+ Yas grubu
değinir "Oysa onlardan bir grup vardı ki Allah'ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten
sonra. bile bile onu değiştirirlerdi... Vay haline o kimselerin ki Kitab'ı elleriyle, yazıp az bir
paraya satmak için "Bu Allah'tandır" derler! Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların.
Kazandıklarından ötürü vay haline onların" (el-Bakara, 2/75-79). Buna karşılık Kur'an
bozulmaktan, değiştirilmekten korunmuş, vahyin tek ve gerçek ifadesidir. Bu özelliğiyle önceki
kitapları içermekte, tahrif edilmiş biçimlerinde bulunan yanlışları düzeltmekte, eksik yanlarını
tamamlamakta, eklemeleri iptal etmektedir.
Kitaplara iman, Kur'an'la birlikte eldeki muharref Tevrat, Zebur ve İncil'de de gerçekliğini,
doğruluğunu kabul anlamına gelmez. Mü'min onların asallarının Allah kelâmı olduğunu kabul
etmekle yükümlü olduğu kadar, elde bulunan biçimlerinin bozulmuş olduğunu da kabul
etmekle yükümlüdür. Bu nedenle Tevrat ya da İncil'den gelen bir bilgiyle karşılaşan mü'min, bu
bilginin doğru ya da yanlış olduğunu söylemeden önce Kur'an'a başvurmak zorundadır.
Bilginin Kur'an'la çelişmemesi, Kur'an'ın öngördüğü ilke ve kurallarla çakışmaması durumunda
bilginin doğru olduğunun kabul edilmesinde bir sakınca yoktur. Ancak Kur'an'a ters düşen bir
bilginin kabul edilmesi, Allah'tan gelen bir bilgi biçiminde değerlendirilmesi söz konusu
edilemez. Öyleyse kitaplara iman, temelde Allah'ın gönderdiği vahye, vahyin peygamberler
boyunca sürdüğüne ve en son ve mükemmel biçimde Kur'an'la noktalandığına inanmayı ifade
eder.
Ahmet ÖZALP
12+ Yas grubu | KITAPLARA IMAN
47
12+ Yas grubu
MEVLID
Doğum, doğum zamanı, doğum yeri. Arapça "ve-le-de" kökünden türetilmiş olup Rasulullah
(s.a.s)'in doğumuna, bununla ilgili yapılan merasimlere, yazılan eserlere ve Rasulullah (s.a.s)'ın
doğduğu eve de "mevlid" denilmektedir. Halk arasında yanlış olarak "mevlud" ve "mevlüt"
şeklinde de kullanılmaktadır.
Rasulullah (s.a.s.), Fil yılında, Rebi'ülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi dünyaya gelmiştir
(İbn Sa'd,et-Tabakatul-Kübrâ, Beyrut, t.y. I, 100-101). Bu, miladî takvime göre, 571 yılının Nisan
ayının yirmisi olarak hesaplanmıştır. Onun doğduğu ev, Beytullah'ın doğusundaki Safa
tepesinin yanında Mevlid sokağı diye adlandırılan yerdedir.
Rasulullah (s.a.s.), doğduğu gece, bir takım mucizevî olaylar zuhur etmiş; Kisranın sarayındaki
burçlar çatlamış, bin yıldan beri yanmakta olan ateşgedelerindeki ateş sönmüştü. Ayrıca,
doğumu anında orada bulunan kadınlar da bir takım harikuladeliklere şahid olmuşlardı.
Abdulmuttalip, doğumdan yedi gün sonra Mekke'de büyük bir ziyafet tertiplemiş ve çocuğa,
Arapların o güne kadar kullanmadıkları bir isim olan Muhammed adını verdiğini ilan etmişti.
İslâm dünyasında mevlid merasimi ilk defa, Mısır'da hüküm süren Fatımîler (910-1171)
tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan
etmekte idi. Fatimîler, Hz. Ali (r.a.) ve Fatıma (r.anha.)'ın doğum günlerinde de mevlid
merasimleri tertip ederlerdi.
Sünnî müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî'nin eniştesi ve
Erbil atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Uzun hazırlıklarla
düzenlenen merasimler, bütün halkı kapsayan bir şekilde düzenlenirdi. Muzafferuddin, çevre
bölgelerden fakıh, sûfi, vaiz ve diğer alimleri Erbil'e çağırır ve kutlamalar gayet debdebeli bir
şekilde cereyan ederdi.
Daha sonra, değişikliğe uğrayarak, Mekke'de de mevlid merasimleri tertiplenmeye başlanmıştır
(bk. Asım Köksal, İslam Tarihi (Mekke Devri), İstanbul 1981, 50 vd.).
Mekke ve Medine'den sonra mevlid merasimleri, İslam coğrafyasının her tarafında birbirinden
farklı şekillerde tertiplenmeye başlanmış ve bu, bugüne kadar sürekliliğini korumuştur.
Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588'de resmi hale getirildi.
Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri
Ayasofya Camii'nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii'nde yapılan merasimlere, devlet
erkanıyla birlikte halk da katılırdı.
Bu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur'an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar
verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır
ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde
mevlid kutlamaları son bulurdu. Bu resmi kutlamalar daha sonraları laiklik ilkesine rağmen
Diyanet aracılığı ile Radyo ve TV'lerde aynen sürdürülmüştür.
Rasulullah (s.a.s.)'ın doğumunu ve hayatını medh ve senâ eden, "Mevlid" adını taşıyan çok eser
kaleme alınmıştır. Bu eserler daha sonra, mevlid merasimlerinde, mevlidhanlar tarafından
teğannî ile okunmaya başlanmıştır. Bunların Türkçede en meşhur olanı Süleyman Çelebi'nin
Vesiletun-Necât adındaki mevlididir. Ancak, Süleyman Çelebi hakkında kaynaklarda pek fazla
bir bilgi yoktur. Onun, Yıldırım Beyazıt zamanında Divan-ı Hümayûn Hocası olduğu, sonra da
Bursa Ulu Camii'ne imam tayin edildiği bilinmektedir.
İstanbul kütüphanelerinde bulunan Mevlid nüshaları arasındaki farklardan, Süleyman Çelebi'nin
kaleme almış olduğu Mevlid'in bir hayli değiştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
12+ Yas grubu | MEVLID
48
12+ Yas grubu
Arap ve Türk edebiyatında mevlid türü eserler iyice yer etmiş olmasına rağmen, İran
edebiyatında bu tür bir eser kaleme alınmamıştır.
İlk zamanlar, sırf Resulullah (s.a.s.)'in doğduğu zaman ve sadece camilerde okunan mevlid,
sonraları para karşılığında hanendeler tarafından rastgele zamanlarda okunur olmuştur. Kandil
gecelerinde, ölülerin ardından; kırkıncı, elli ikinci gecelerinde, sene-i devriyelerinde de
mevlidler okunmaya başlanmıştır.
Mevlid metinlerini kaleme alanlar, hiç bir zaman hanendeler tarafından camilerde, makamlı bir
şekilde, ibadet yapıyor süsü verilerek türkü, şarkı söyler gibi okunmasını akıllarına
getirmemişler; yalnızca Peygamber'e olan aşırı sevgileri onları, onun hatırasını canlı tutmak
için bu tür eserleri yazmaya sevketmiştir.
Mevlidler, dinde olmadığı halde varmış gibi, ibadet çeşitleri arasına katılmıştır. Bundan dolayı,
mevlid merasimleri düzenlemek ve mevlid okumak bir bid'attır. Hattâ İslâm'da olmayan, ölünün
kırkıncı, elli ikinci gecelerinde okunması İslamla ilgili olmayan bir merasim ve ibadet şekli ile
icra edilmesi haramdır.
Alimler, mevlid okumak ve merasimler düzenlemek hakkında, ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler,
buna şiddetle karşı çıkarken, bazıları da, İslamî ölçülerin dışına çıkılmaması kaydıyla itiraz da
bulunmamışlardır. Okunmasına cevaz verenler, inananların kalplerindeki Rasulullah (s.a.s.)
sevgisini canlı tutması ve ona olan muhabbeti artırmasındaki maslahatı gözetmişlerdir. Zira
Rasullulah (s.a.s.)'ı sevmek, imanın temel kıstaslarından biridir. Rasulullah (s.a.s.)'ın şu hadisi
şerifi bunun en açık delilidir: "Sonsuz kudret sahibi olan Allah'a yemin ederim ki, sizden
hiçbiriniz beni babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, iman etmiş
sayılmaz" (Buhari, İman 8).
Ancak, Mevlid, halk arasında büyük bir ibadet olarak kabul edilmekte, ölülerin ruhu için
mevlidler okutularak, onların günahlarının bağışlanacağı zannedilmektedir. Halkın cehaletinden
ve yanlış itikadlarından istifade eden mevlid okuyucu hanendeler, bir piyasa oluşturarak, bunu
ticarî bir çıkar aracı yapmışlardır. Bu tip bir kabul ve davranışın İslamî olmadığı hususu ile ilgili
herhangi bir ihtilaf sözkonusu değildir. Böyle bir olaya sebeb olan herkes dinen sorumludur.
Merasimlerde mevlid okunmasının vazgeçilmez bir âdet haline getirilişinin sakıncalarından biri
de, netice olarak insan kelâmı bir şiir olan bu metinlerin, okunması ve dinlenilmesi ibadet olan
Kur'an ile eşdeğerde görülmeğe ve değerlendirilmeğe başlanılması tehlikesidir.
Ömer TELLİOĞLU
12+ Yas grubu | MEVLID
49
12+ Yas grubu
MELEKLERE IMAN
Melek; erkeklik ve dişilik özelliği olmayan, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, doğmayan,
doğurmayan, normal gözle görülmeyen, Allah'ın emirlerine itaat eden yaratıklardır.
Arap dili uzmanlarına ve bazı İslâm âlimlerine göre "Melek", arapça bir kelime olup, "Elûk" veya
"Elûke" kökünden gelir. Elûk, "götüren", elûke ise "haber götüren" manâsınadır. Çoğulu
"melâike" gelir. Ancak "melek" kelimesinin, Arapça'da bazan, hem tekil, hem çoğul manasında
cins ismi olarak kullanıldığı da görülür. Bu kelimenin kökü sayılan "elk", aslında, "risalet" yani
"elçilik"; melekde, "elçi" demektir. Kelime önce, mef'al vezninde "melek" idi. Sonra hemze
"lâm" harfinden sonraya alınarak "melek" olmuş; daha sonra hemze de kaldırılarak "melek"
haline getirilmiştir. Bu gibi değişikliklere Arapçada çokça rastlanır.
Müfessir İbn Hayyâm ve dilcilerden Rağib el-İsfahânî, melek kelimesinin, "kuvvet ve iktidar
sahibi" anlamına gelen "melk" veya "mülk" kökünden türetildiği görüşündedirler. Dolayısıyla
melek kelimesi lügat bakımından; haberci, elçi, kuvvet ve iktidar sahibi, tedbir ve tasarruf
manalarına gelmektedir. İslâm dininde ise; melek denince, akla önce, peygamberlere
gönderilen ilâhî elçiler; sonra, insanlar ve kâinat üzerinde Allah (c.c.) namına tasarrufta
bulunan ve O'nun emirlerini ve verdiği vazifeleri aynen yerine getiren kudret sahibi manevî
varlıklar gelmektedir.
İngiliz müsteşriklerinden D. B. Macdonald, melek kelimesinin İbranîceden Arapçaya geçmiş
olabileceği düşüncesine kapılmış ise de, daha sonraki araştırmalarında İbranicenin çok eski
kitabelerinde böyle "bir fiilin hiç bir izine rastlanmadığını itiraf etmiştir (Macdonald Melek mad.
İA., Fazla bilgi için bk. "İbni-Manzur Lisânül-Arap, XII, 386-387; Râğib el-Müfredât s. 49; M.
Hamdi Yazır Hak Dini Kur'an Dili, I, 301-303).
Meleklerin hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında bazı farklı görüşler varsa da; Ehl-i
Sünnet âlimlerinin Kitap ve Sünnete dayanan ortak görüşleri icmalî olarak şöyledir: Melekler;
Allah Teâlâ'ya ibadet ve taatle meşgul olan ruhanî, nuranî, lâtif varlıklardır. Allah'ın kendilerine
verdiği her emri derhal ve aynen yerine getirirler ve asla itaatsizlik etmezler (et-Tahrîm, 66/6)
Melekler, "emanet" sıfatıyla muttasıfdırlar. Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetlerinde meleklerin,
kâinattaki bütün varlıklar gibi bağımsız olarak yaratılan, fakat insanlara ve diğer canlı ve maddî
yaratıklara mahsus olan yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi sıfatlardan; erkeklik ve dişilik gibi
cinsiyetten ve her çeşit günah işlemekten uzak, daima Allah'ı tenzih ve tesbih eden nuranî lâtif
varlıklar olduğu bildirilmiştir. Bu özellikleri sebebiyle, Cenab-ı Hak tarafından kendilerine
verilen her türlü işleri yapmaya, en kısa zamanda en uzak yerlere süratle gitmeye, diledikleri
şekil ve surette görülmeye muktedir olan, Hak Teâla'nın mükerrem kulları, şerefli ve kutsal
yaratıklarıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur:
"Belki onlar, Allah'ın şerefli kullarıdır. Onlar Allah'ın sözünden önce söz söylemezler ve O'nun
emrettiklerini (hemen) yaparlar" (el-Enbiya, 21/26-27); "Onlar, Allah'ın emirlerine (isyan edip)
karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar" (et-Tahrim 66/6); "Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler O'na ibadet etmekte (asla) kibir
göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve gündüz durmadan (yorulmadan) O'nu tesbih (ve
takdis) ederler" (el-Enbiyâ, 21/19-20).
Şu ayet-i kerîmelerde ise Allah (c.c.); "Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve
dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediğine (dilediğini) artırır.
Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir." (el-Fâtır 35/1); "Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti.
Biz de Ruhumuzu (Cebrail a.s) ona gönderdik. (O) ona düzgün bir insan şeklinde göründü "
(Meryem, 19/17) buyurmaktadır. Ayrıca Peygamber (s.a.s), Cibril (a.s)'i insanlardan biri
(Ashab'dan Dihyetü'l-Kelbî) suretinde gördüğünü meşhur Cibril hadisinde beyan etmiştir
(Buhârî, İman, 1; Müslim, İman, 1).
Bu ayetlerden ve onları açıklayıp manaca destekleyen pek çok sahih hadislerden, her
müslümanın melekler hakkında, aşağıda sıralanan özelliklerine inanması gerekmektedir:
12+ Yas grubu | MELEKLERE IMAN
50
12+ Yas grubu
1. Melekler, Allahu Teâlâ'nın yarattığı kullarıdır. Öyle ise onlar, Hak Teâlâ'nın haşa kızları,
çocukları olmadıkları gibi, asla düşmanları da değildir (Putperest Arap müşriklerin ve eski din
mensuplarının melekler hakkındaki sapık inançları hayalî olup batıldır).
2. Melekler, Allah'ın emirlerine harfiyen bağlıdırlar. O'na asla karşı gelmez ve isyan etmezler,
herhangi bir yasağını çiğnemezler, günah işlemezler. Çünkü "İsmet" ve "Emanet" sıfatlarıyla
muttasıfdırlar. Bütün meleklerin ortak özelliği; daima Allah'a hamd ve senada bulunmak, O'nu
itaat ve ibadetle, tesbih etmektir (el-Enbiyâ, 21/26-27; el-Mümin, 40/7).
3. Meleklerin, nuranî mahiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer, dörder
kanatları vardır. Bu husus, Allah kelâmı Kur'an ayetleriyle sabittir. Ancak; gâib (görülmeyen)
âlemden olan, maddî kesafetten soyutlanmış, mahiyeti bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı,
maddî varlılar olarak tasavvur etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allahu Teâlâ'nın irade ve
takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kuran'ı Kerimde bir konuda açık
bilgi verilmemiştir. Sözü edilen kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nuranî mahiyeti ile bağdaşan,
vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden manevî bir kanat, bir kuvvet
ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzıdır. Nitekim, din ve dünya
ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen "zül-cenaheyn" iki kanat sahibi dendiği gibi;
anaların çocukları için "şefkat ve merhamet kanatları"ndan bahsedilir. Hristiyanlar ise
melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm itikadından
ayrıldıkları bir husus da budur.
4. Kur'ân'a ve Sünnete göre melekler, gözle görülmeyen, nurdan (ışıktan) yaratılmış olmalarına
rağmen, Cenab-ı Hak onlara, gerektiğinde diledikleri kesif cisimler ve insan şekline girerek
görünme gücünü bağışlamıştır (M. Said Ramazan el-Butî, Kübrâl-Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 271278; A. A. Aydın İslâm İnançları, I, 402-403).
Melekler Neden Görünmezler?
Melekler, nurdan yaratılan, ruhanî ve lâtif varlıklar oldukları için, kendilerine mahsus olan bu
mahiyet ve hakikatları onların insan gözüne görünmesine engel teşkil eder. Çünkü, maddî olan
insan gözü, melekler gibi nuranî, lâtif ve soyut varlıkları görebilecek şekil ve vasıfda
yaratılmamıştır. Ancak Cenabı Hak, hidayet rehberi olarak gönderdiği üstün vasıflı insanlar olan
peygamberlerine bu kuvveti verdiğinden, yalnız onlar melekleri hakikî hüviyetleri veya Allah'ın
dilediği surette görebilirler.
Kur'an-ı Kerim'de insanların topraktan; cinlerin ve şeytanın yalın ateşten yaratıldıkları, "Cin'i
de, yalın ateşten yarattık" (er-Rahman, 55/15) âyetiyle beyan olunmakta ise de; (iblis) Ben
ondan (Âdem'den) daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi" (es-Sâd
38/76) ayetinde görüleceği gibi; meleklerin hangi maddeden yaratıldığı bildirilmemiştir. Ancak
Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe (R.anha) dan nakledilen sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz
(s.a.s), "Melekler nurdan, cinler yalın bir ateşten yaratıldı" (Sahih-i Müslim 7/226 (1333 H.))
buyurmuştur. Bu hadis, meleklerin maddî olmayan nuranî, lâtif varlıklar olduğuna, meleklerle
cinlerin iki aynı asıldan gelen iki ayrı varlıklar olduğuna delâlet etmektedir.
Meleklere İman, Her Müslümana Farzdır:
Meleklerin mana ve hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında Ehli Sünnet alimlerinin
Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimiz (s.a.s)'in sahih hadislerine dayanan (ve yukarda açıklanan)
ortak görüşleri, her müslümanın inanması gereken melek anlayışını ortaya koymaktadır.
Vasıfları ve görevleri Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde tafsilî olarak anlatılan meleklere
iman etmek, İslâm'da iman esaslarından biridir. Bu inanç, İslâm dininin inanç sistemi arasında
çok önemli bir yer işgal eder. Çünkü melekler; Rab Teâla'nın insanlara bir lütfu ve keremi
sayılan "peygamberlik müessesesi"nin temeli olan Allah'ın "ilâhî vahyini", görülmeyen gayb
âleminden, insanlara, onlar arasından seçilen peygamberlere indiren "Allah'ın ilâhî elçileri"dir.
Melekler, yaratılan bu âlemin, göklerde ve yeryüzünde nizam ve intizamını sağlayan Allah'ın
ruhanî yaratıkları, insanları koruyan, onlara hayrı ve iyiliği ilham eden, yaptıkları işleri yazan
şerefli kâtipler, nuranî yüce varlıklardır.
12+ Yas grubu | MELEKLERE IMAN
51
12+ Yas grubu
Bu esasa göre, vahye ve peygamberliğe, hatta ahirete ve gaybiyyât denilen "ahiret ahvali"ne,
Cennet ve Cehenneme inanmak ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde
peygamberlere ve onlara indirilen semavî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği
getiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin varlığına" kesin olarak inanmak lâzımdır. Bu
bakımdan, "meleklere iman", "peygamberlere iman" demektir. Melekleri inkâr ise,
peygamberliği de inkâr sayılır. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman; "iman esasları" arasında
"Allah (c.c)'a iman"dan sonra yer almıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de; Allah'a imandan sonra
meleklerine, daha sonra kitaplarına ve peygamberlerine iman etmek emredilmiştir: Bakara
sûresinde, Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de
inandılar. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı..." (2/285)
buyurulur. Esasen diğer iman esaslarına (ahirete, kaza ve kadere) iman etmek de, herşeyden
önce Allah Teâlâ'ya, sonra O'nun meleklerine inanmakla mümkün olur. Bu bakımdan meleklere
iman, Kur'an da, Allah'a imandan hemen sonra zikrolunmuştur. Bu konuda Resulullah
(s.a.s)'den Hz, Ömer (r.a)'ın rivayet ettiği meşhur hadiste, peygamberimiz (s.a.s), vahiy meleği
Cibril (a.s) ile konuşmuş, kendisine "iman nedir" diye sorduğunda Resulullah (s.a.s), şöyle
cevap vermiştir: "İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe,
hayriyle şerriyle kadere inanmaktır" (Müslim, İman 1; ayrıca Buharî, Ebu Davud, Tirmizî ve
Nesaî de benzerlerini rivayet etmişlerdir). Bu ve benzeri kesin nasslarla sabit olan meleklerin
varlığını inkâr eden; Kur'an, Sünnet ve İcma-ı Ümmet ile, kâfir olur. Çünkü Hak Teâlâ, Kim
Allahı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse; o uzak bir
sapıklığa düşmüştür" (en-Nahl 16/2) buyurmuştur. Dolayısıyla, melekleri inkâr etmek, hem
Kur'an'ı, hem de peygamberliği inkâr sayılır.
O halde gerçek şudur ki; meleklerin varlığı naklen sabit, aklen caizdir. Çünkü, bütün
peygamberler meleklerin var olduklarını bildirmişler. Hz. Peygamber (s.a.s)'de onları bizzat
görmüş ve var olduklarını haber vermiştir. Kur'ân-ı Kerim de meleklerden, onların vasıflarından
yaptıkları çeşitli vazifelerden, Allah katındaki yüksek derecelerinden söz eden pekçok âyet
vardır. Allah kelâmı olan Kur'an'ın her verdiği haber haktır ve gerçeğin kesin ifadesidir.
Peygamberler ise, masumdurlar. İsmet, sıdk, tebliğ ve emanet sıfatları ile muttasıf
olduklarından, asla yalan söylemezler. O halde müslümanlar, Kur'ân ayetleri ve sahih hadislerle
kesin olarak sâbit olan, bütün geçmiş peygamberlerin ve semavî dinlerin varlıklarında ittifak
ettikleri meleklere iman etmekle mükelleftirler. Bu sebeble, şer'an (Kitap ve Sünnet ile) sabit
olan melekleri inkâr etmek, küfrü gerektirir. İnkâr edeni iman ve İslâm dairesinden çıkarır. Bu
konuda varid olan muhkem ayetleri ve şer'î delilleri te'vile kalkışmak asla caiz değildir. ,
Melekler, "gaybiyyât" denilen görülmeyen âlemde mevcut nuranî lâtif varlıklar olduklarından;
biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî naklî delillerle sabit olduğundan, insan aklı da
onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, melâikenin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin
delillerle isbat edemez. Fakat, aklı selîm, gözle görülmeyen bu gibi lâtif varlıkların varlığının
imkansız olmadığına, aksine onların da, "vücudu caiz" olan şeylerden olduğuna delâlet eder.
Çünkü; meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiç bir
delil ortaya konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin ve felsefenin
mahiyet ve hakikatini tesbit edemediği "hayat cevheri"nin, "insan ruhu"nun ve aklımızın da
varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mahiyetini bilemiyoruz diye; ne ruhu,
ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi
gerçekleri inkâr edemeyiz. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve "mücerredât" denilen
maddeden soyutlanmış manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz. Bu gibi soyut varlıklar,
müşahede (gözlem) ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi, gaybî,
manevî yaratıklardır. Nitekim, özellikle Sokrat ve Eflatun gibi İlâhîyat Felsefesiyle uğraşan ve bir
çok eski filozoflar, fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmışlar ve
onlara "misaller âlemi", "ervâhı ulviyye" ve "nüfûz-ı mücerrede" gibi felsefî isimler vermişlerdir.
Bu günkü müsbet ilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi bir takım
kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebeb
olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler, meleklerin varlığının
aklen caiz ve mümkün görüldüğüne kesin olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki,
melekler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır.
Gerçi biz onları göremiyoruz ama, peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrail
(a.s) elçiliği ile Allahu Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy meleği aracılığı ile
Allah'ın emir ve yasaklarını alıp, öğrenmişler ve insanlığı hidayete ve saadete yöneltmişlerdir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerimde, Peygamberimiz (s.a.s)'e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin
12+ Yas grubu | MELEKLERE IMAN
52
12+ Yas grubu
varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar, Kur'ân-ı Kerim'in ve Peygamber
(s.a.s) Efendimizin haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr etmediği meleklere inanırlar. Çünkü
melekleri inkâr, mukaddes kitapları ve peygamberleri de inkâr etmeyi gerektirir.
Kur'ân-ı Kerim'de geçen pek çok ayetlerde meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları
işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve
göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l Ma'mur ve Sidre-i Münteha'da, Cennet ve
Cehennem'de sayısız melekler vardır. Bütün meleklerin çok çeşitli olan görevlerine ve yaptıkları
işlerin mahiyetine göre tanzim edip bunları yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve
amirleridir. Bu görevlerin en başta geleni ve en önemlisi; peygamberlere Allah (c.c.)'ın ilâhî
vahyini ulaştırmak, yani Allah'ın emirlerini tebliğ etmektir. Bu bakımdan, melek denilince akla
her şeyden önce, "Cebrail" adıyla tanınan vahiy meleği gelir. Sonra diğer görev gruplarının
başları olan Azrâil, Mikâil ve İsrâfil gelir. Bu dört melek meleklerin "Resulleri"dir.
Kur'ân-ı Kerim'in beyanına göre melekleri, şu üç büyük grupda toplamak mümkündür:
A) "İlliyyûn, Mukarrebûn" diye anılan melekler. Bunlar, daima Allahu Teâlâ'yı tenzih ve tehlil ile,
O'na ibadet ve taatla meşguldürler. Muhabbetullah (Allah sevgisi) ile istiğrak halindedirler.
B) "Müdebbirât" diye bilinen melekler olup, bu kâinatın nizam ve intizamını temin etmekle
görevlidirler. Allah'u Teâlâ'nın yerlerde ve göklerde irade ve kudretinin tecellisine aracılık
ederler.
C) Her şeyden önce, Peygamberlere vahyi ilâhîyi ulaştırmakla görevli olan ilahî elçilerdir.
Bunlar genellikle bütün insanların ruhî halleri ve tekâmülleri ile meşguldürler. İnsanlarla ilgili
çeşitli görevleri vardır.
Gerçek şudur ki; bütün meleklerin ne gibi görevleri olduğunu tafsilâtıyla bilmemize imkân
yoktur. Ancak Kur'ân-ı Kerim, meleklerin bazı görevlerini ve her göreve göre onlara verilen
melek ismini haber vermiştir. Onlara, bildirildiği isim ve vasıflarıyla inanmak gereklidir. Çünkü
bu görev ve ve isimler kesinlik ifade eden dinî nasslarla sabit olmuştur. Genellikle insanların
ruhî tekâmülleri, dünya ve ahiret hayatları ile ilgili olan meleklerin, Kur'an ayetleri ve
Peygamberimizin sahih hadisleri ile beyan olunan görevleri ve her birinin isimleri ana hatlarıyla
şöylece özetlenebilir:
1- Melekler, Allah'tan vahiy getiren ilâhî, elçilerdir. Meleklerin insanlarla ilgili en büyük ve en
önemli görevleri; onları hidayete sevkeden, iki cihanda saadet ve selâmete ulaştıran ilâhî vahyi
peygamberlere tebliğ etmek, Allah'ın kelâmını, emir ve hükümlerini, mümtaz kulları olan
peygamberlerine ulaştırmaktır. Meleklerin başta gelen bu görevleri, bir çok Kur'an ayetleri ile
sabittir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: "Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder
kanatlı "elçiler" yapan Allah'a hamdolsun. Allah dilediğine dilediğini (peygamberlikle) arttırır.
Şüphesiz Allah herşeye kadirdir" (el-Fatır, 35/1). Bu ayette Allah (c.c), yüce zatı ile
peygamberleri arasında risaletini ve ilâhî vahyi onlara tebliğ eden "melekler" yarattığını
bildiriyor. Kanat tabiri; ruhlar âleminde, meleklerin kudretini ve Allah'ın ilâhî emirlerini süratle
yerine getirdiklerini beyan eden mecazî bir ifadedir. Başka bir ayette de şöyle buyurur.
"Allah, kullarından dilediğine kendi emrinden bir ruh (vahiy) ile "melekleri" indirerek şöyle der:
(insanları) uyarın ki; benden başka (tapılacak) ilâh yoktur. Benden korkun" (en-Nahl, 16/2).
Ayetten anlaşıldığına göre Allahu Teâlâ, ilâhî vahyini vahiy melekleri vasıtasıyla, dilediği seçkin
kulları olan peygamberlerine indirir. Onlar insanlara, Allah'ın birliğini, ibadete ve korkulmaya
lâyık tek mabud olduğunu bildirirler. Ayette vahiy, ruha benzetilmiştir. Çünkü ruh, nasıl cesedin
dirilmesine sebeb olursa; vahiy de insanları ve milletleri dirilten bir ruh gibidir. Bu iki ayette
vahiy meleklerinden bahsedilmekte ise de, Kur'ân-ı Kerime göre Hz. Muhammed (s.a.s)'e vahyi
getiren meleğin ismi Cebrail'dir. Bu kelime bazı âlimlerin görüşlerine göre, "Allah'a hizmet
eden", manasına olup, Arapçası "Cibril"dir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: "Deki: Kim Cibrile
düşmansa, bilsin ki, o, Kuranı Allah'ın izniyle-kendinden öncekileri tasdik edici ve müminlere
yol gösterici ve müjdeci olarak-senin kalbine indirmiştir" (el-Bakara, 2/97). Cibril Kur'an'da
"Ruhu'l-Emin" ve "Ruhul-Kudüs" olarak da geçer: "Şüphesiz ki Kur'an, âlemlerin Rabbinin
12+ Yas grubu | MELEKLERE IMAN
53
12+ Yas grubu
indirdiği (bir kitap) tır. Onu "Ruhu'l-Emin" (Cebrail) senin kalbine, uyaranlardan olman için
indirmiştir" (eş-Şuarâ, 26/192-193), "De ki onu "Ruhu'l Kudüs" (mukaddes, temiz ruh)
Rabbinden hak olarak indirdi" (en-Nahl 16/102). Hz. Muhammed (s.a.s)'den önceki
peygamberlere de vahyin aynı yolla indirildiği bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/163). Cebrail (a.s)'a
"Vahiy meleği" ve "Namusu Ekber" de denir. Dört büyük melekten biri olarak, "Rasul" diye de
anılır. O, Vahiy meleklerinin başı ve resuludur. En büyük ve en şerefli melektir (ayrıca bk.
Cebrail, maddesi),
2- Meleklerin önemli vazifelerinden biri de; Allah'ın sevgili kulları olan peygamberlerini
destekleyerek onlara kuvvet vermek, karşılaştıkları güçlükleri kolaylaştırmak ve üzüntülü
anlarında onları teselli etmektir. Bu yardım ve manevî destek, hemen her peygamber için daima
görülmüştür. Bunun örnekleri çok olup, pekçok Kur'an ayetleriyle sabittir. Bu konuda, diğer
peygamberler arasında Hz. İsâ (a.s)'nın ismi çok geçer. Çünkü İsâ peygamber ve annesi Hz.
Meryem, Yahudilerin ciddi hücumlarına ve çirkin iftiralarına maruz kalmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de
üç yerde (el-Bakara, 2/87, 253 ve en-Nisâ 4/110), Hz. İsa'ya; Ruhu'l-Kudüs, yani Cebrail (a.s)
tarafından kuvvet verildiği bildirilmiştir. Bir ayette şöyle buyurulur: "..Meryem oğlu İsa'ya
apaçık deliller verdik, onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik" (el-Bakara 2/87 ve 253). Melekler,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz için, daima salâvat getirirler (el-Ahzab, 33/56).
3- Melekler, peygamberlerle beraber olan, onların yolunda yürüyen imanları kuvvetli gerçek
müminlere ve salih kullara da kuvvet vererek destek olurlar. Müminlere darlık zamanlarında
(özellikle, Allah yolunda savaşırken saf tutarak) yardım ederler ve müjdeler verirler. Kur'ân-ı
Kerim'de: "Rabbimiz Allah'tır deyip dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerlerine (müjdeci) melekler
iner. Onlara: Korkmayın, mahzun da olmayın, size vadedilen Cennetle sevinin. Sizin dünya
hayatında da, ahirette de dostlarınız Biziz" (el-Fussilet, 24/30-31) buyrulur. Meleklerin,
müminlere inişi, onların dünyada hayrı ve doğru olanı kalplerine ilham etmeleri şeklinde
olabileceği gibi; onları huzurlu kılmak, Allah'ın kendilerine vadettiği Cennetle müjdelemek
şeklinde de olabilir. Bu gruptaki yardımcı melekler, müminlere dünya ve ahirette dost ve
arkadaş olduklarını söyleyerek, sıkıntılı hallerinde onları teselli ederler. Nitekim Hak Teâlâ,
Peygamber (s.a.s)'e ve beraberindeki Ashâb-ı Kirama, kâfirlerle Allah yolunda savaşırken
onlara yardım eden ve müminleri düşmanlarına muzaffer kılan melekler gönderdiğini bildirir. Bu
konuda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hani siz Rabbinizden imdat (yardım) istemiştiniz. O da;
"Ben size birbiri ardından gelen bin melekle imdat ediyorum" diye duanızı kabul etmişti" (elEnfâl, 8/9-10). Diğer bir ayette; "Rabbinizin, indirdiği üçbin melekle yardım etmesi yetmez mi?"
(Âl-i İmran, 3/123); Başka bir ayette beşbin melek indirildiği (3/124); bir diğerinde, "kuvvetli
rüzgâr ve göremediğiniz askerler gönderdik" (el-Ahzâb 33/9) buyurulur. Nitekim müslümanların,
kâfirlerle yaptıkları üç savaşı da Allah'ın izni ve meleklerin yardımı ile kazandıkları tarihen
sabittir.
4- Meleklerin bir vazifesi de; insanların ruhen yükselmelerine yardım etmek ve onları, iyi, güzel
ve hayırlı işlere yöneltmektir. İnsanlar ancak meleklerin indirdiği ilâhî vahiy ve telkin ettikleri
ilâhî ilham ile ruhî hayatın ne olduğunu arılayabilir ve ruhî melekelerini geliştirerek ruhen
yükselebilirler. Melekler, müminlere manevî kuvvet vererek ruhen yükselme düşüncesinin
dünyada yerleşmesini sağlarlar. Meleklerin müminler, hatta kâfirler için dua etmeleri, bütün
insanları ruhen yükselme yoluna sokmak içindir. Müminleri Allah'ın izniyle hidayete sevkederek
onları aydınlığa çıkarmaları, hep bu ruhî yükselmeyi sağlamak içindir. Meleklerin insanlarla ilgili
olan bu görevleri; onların ruhen yükselmelerine yardım etmek, böylece onları ruhî olgunluğa
eriştirmek gayesi taşır. Genel olarak her türlü iyi, güzel ve hayırlı işler, bu ilham meleklerinin iyi
telkinleri ve bizi o işlere yönlendirmelerinin sonucudur.
5- Bu gruptaki meleklerin diğer bir görevi de; bütün insanların hidayetleri ve doğru yolu
bulmaları için duada ve şefaatta bulunmalarıdır. Şefaat, hüküm gününde günahkârlar hesabına
Allah'a yalvarmaktır. Bu dua ve şefat; "Rahmeti her şeyi kuşatan Allahu Teâlâ'nın iradesiyle
bütün insanlar için ise de; meleklerin yalnız müminlere mahsus olan duaları daha kuvvetlidir.
Nitekim Hak Teâlâ; "Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek O'nu tesbih
ederler, O'na inanmışlar. Müminler için: "Rabbimiz, rahmetin ve ilmin herşeyi (kavramış ve)
kuşatmıştır. Tevbe edip Senin yoluna uyanları bağışla, onları Cehennem azabından koru"diye
(dua eder ve) bağışlanma dilerler... " (el-Mümin, 40/7-9) buyurmuştur. Peygamberler ve
Peygamberimiz (s.a.s) için meleklerin duası ise, onları övmek ve salâtü selâm getirmekti (el-
12+ Yas grubu | MELEKLERE IMAN
54
12+ Yas grubu
Ahzâb, 33/56). Meleklerin şefaatından şöyle söz edilir: "Göklerde nice melekler vardır ki,
şefaatları hiç bir fayda vermez. Ancak, Allah'ın dilediği ve razı (hoşnut) olduğu kimseler
hakkında O'nun izniyle (meleklerin şefaati) fayda verir" (en-Necm, 53/26).
CEBRÂIL (a.s.)
Dört büyük melekten biri. Buna Cibril de denir. Bu tabirle Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde
geçmektedir. (el-Bakara, 2/97-98; et-Tahrim, 64/4). Cibril, "cibr" ve "il" kelimelerinden meydana
gelmiş İbrânice bir kelimedir. Cibr kul, il ise Allah anlamına olup ikisi beraber Allah'ın kulu
demektir (M.H. Yazır, Hak Dini Kur' an Dili, l, 431), Cebrâil, Kur'an-ı Kerîm'de "Ruh", "Ruhu'lKudüs" ve "Ruhu'l-Emin" isimleriyle de anılmaktadır.
Cebrâil (a.s.)'in görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir. Allah'tan aldığı emir ve
hükümleri peygamberlere bildirir. Bütün kitap ve vahiyler Cebrâil vasıtasıyla indirilmiştir.
Kur'an-ı Kerîm de Hz. Muhammed (s.a.s.)'e onun vasıtasıyla indirilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de bu
hususta şöyle buyurulur: "(Ey Muhammed!) Uyaranlardan olman için Kur'an'ı senin kalbine
apaçık Arapça diliyle Ruhu'l-Eınin (Cebrâil) indirmiştir." (eş-Şuâra, 26/192-195).
Cebrâil (a.s.) her şekle girebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onu biri vahyin başlangıcında
Hıra'dan Mekke'ye gelirken, diğeri Mirâc'dan dönüşte Sidretü'l-Münteha*'da olmak üzere iki
defa kendi aslî şekliyle görmüştür. (es-Saâtî, el-Fethu'r-Rabbânî, VIII, 5). Cebrâil (a.s.) bazan da
insan kılığına girerek Rasülullah (s.a.s.)'a vahiy getirirdi. Bu durumda çoğu kez yakışıklı ve
genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî'nin sûretinde görünürdü (Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 35).
Cebrâil (a.s.) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah (s.a.s.)'a Mekke'den Kudüs'e ve oradan
Sidretü'l-Münteha'ya kadar eşlik etmiştir (Buhârî, Bed'u'l-Halk 6; Salât 1).
Necm suresinde şu buyruklar yer almaktadır:
"Ona (Peygamber'e, bu Kur'an'ı) üstün bir güç ve hikmet sahibi (Cebrail) öğretmiştir, (ki (o)
görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. (O) hemen doğruldu. O en yüksek bir ufuktaydı.
Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi. Nitekim ikisi arasındaki uzaklık iki yay kadar oldu, yahut daha
da yakınlaştı. Böylece Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti. " Ve başka bir ayette:
".. Ve eğer ona karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yardımcısı Allah, Cibril ve
müminlerin iyileridir. Bunun ardından melekler de ona arkadır." (et-Tahrim, 66/4)
buyurulmaktadır.
Medine döneminde Yahudi bilginleri, kitaplarındaki bilgilere dayanarak Peygamber efendimizi
imtihan etmek için birkaç soru sormuşlar, hepsine doğru cevap alınca bu defa kendisine vahiy
getiren meleğin ismini sormuşlar, Rasûlullah (s.a.s.)
"Cibril" cevabını verince; "O, bizim düşmanımızdır, harp ve şiddet getirir. Bizim vahiy
meleğimiz Mikâil'dir. Mikâil müjde, ucuzluk ve bolluk getirir. Sana gelen o olsa idi, iman
ederdik" (M. Hamdi Yazır, a.g.e. I, 429). demişler, bunun üzerine: "De ki Cebrâil'e düşman olan
kimse Allah'a düşmandır. Çünkü o, Kur'an'ı Allah'ın izniyle kendinden öncekini tasdik ederek,
yol gösterici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir. Allaha meleklerine,
Cebrâile ve Mikâile düşman olan kimse inkâr etmiş olur. Şüphesiz Allah inkâr edenlerin
düşmanıdır. " (el-Bakara, 2/97-98) ayetleri inmiştir.
Allah'u Teâlâ Cebrâil'i kuvvet ve emanet sıfatı ile tavsif etmiştir: "Bu Kur'an, Arş'ın sahibi
katından değerli güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen Şerefli bir elç_inin getirdiği sözdür. " (etTekvir, 81/19-21).
Durak PUSMAZ
12+ Yas grubu | CEBRÂIL (a.s.)
55
12+ Yas grubu
MIKÂIL
Kur'an-ı Kerim'de adı geçen dört büyük melekten birisi.
Mikâil kelimesi Ahd-i Atik (Tevrat)'ta "Mikael" biçiminde geçmektedir. Mikâil'in "büyük reis",
"İsrail oğullarının hamisi" (Daniel: 12/1) olduğu zikredilmektedir. İsrail oğullarını, İranlılara
(Daniel: 10/13), Yunanlılara (Daniel: 10/20, 21) karşı koruyan da Mikâil'dir.
Mikâil kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bir âyette, Mikâl şeklinde geçmektedir. "Kim, Allah'a,
meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki, Allah da inkar
edenlerin düşmanıdır" (el-Bakara, 2/98) buyurulmaktadır.
Yahudilerin ve Müslümanların Mikâil hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için bu âyetin nüzul
sebebiyle ilgili bulunan iki rivayete göz atmakta yarar vardır:
1- Hz. Peygamber (s.a.s), Medine'ye hicret ettiği zaman Fedek Yahudilerinden Abdullah İbni
Suriya bir kaç kişiyle birlikte gelir ve bazı sorular sorar. Hz. Peygamber (s.a.s), onların
sorularını cevaplandırır. Yahudiler, cevapları olumlu bulurlar ve kabul ederler. Son olarak
kendisine hangi meleğin vahiy getirdiğini sorarlar Hz. Peygamber (s.a.s)'de "Cebrail" cevabını
verir. Yahudiler buna şiddetle itiraz ederler, "O bizim düşmanımızdır" derler. Gerekçe olarak
Cebrail'in "Kıtal ve Şiddet", Mikail'in ise "müjde, ucuzluk, bolluk" getirdiğini ileri sürerler.
2- Yahudiler, Hz. Ömer'e sorular sorarak cevaplar alırlar. Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahiy getiren
meleği sorarlar. O da "Cebrail" der. Yahudiler "vahiy getiren Mikail olsaydı ona inanırdık"
derler. Hz. Peygamber (s.a.s)'e inanmamalarının sebebini ona vahyi Cebrail'in getirmesine,
Mikâil'in getirmemesine bağlarlar. Cebrail'in "azab, kıtal, şiddet", Mikail'in "ucuzluk, bolluk,
refah" getirdiğini ileri sürerler.
Müslümanlar, Cebrail'in ve Mikail'in büyük meleklerden olduğuna inanırlar. Her ikisini de dost
kabul ederler. Bunlardan birisine dost olup diğerine düşman olmak melekler hakkındaki İslam
inancına ters düşer. Her iki melek de Allah'ın elçisidir. Allah'tan aldıkları görevleri yerine
getirmekle yükümlüdürler. Bu yükümlülüğün dışına çıkmaları da mümkün değildir. Allah
evrende meydana gelen olayların (tabiî olayların) idaresini Mikail'e vermiştir. Tabiat olaylarını
idare etmek, yağmuru yağdırmak, rüzgârı estirmek böylece, bitkilerin üretimini sağlayarak,
insanların ve diğer canlıların rızıklarını tayin etmek Mikail'in başlıca görevleridir.
Cemil ÇİFTÇİ
ISRÂFIL (a.s)
Sûr'a üfleyecek olan melek; dört büyük melekten birisi olan İsrâfil kıyamet günü Sur'a
üflemekle vazifeli melektir. Kıyamet günü Allah'ın emri ile iki defa Sûr'a üfleyecektir. "Sûr'a
üflenince, Allah'ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra
Sûr'a bir defa daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar" (ez-Zümer, 39/68).
İsrâfil'in birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölecek ve dünya hayatı sona erecektir.
İkinci defa üflemesiyle de bütün canlılar dirilecek ve ahiret hayatı başlayacaktır. Sûr'un ilk
üflenişine "nefha-i ûlâ"; ikinci üflenişine "nefha-i sâniye" denilir. İsrâfil (a.s)'a Sûr'a üfüreceği
için Sûr Meleği de denilmiştir. Peygamber (s.a.s)'e Sûr'un mahiyeti sorulunca şöyle demiştir:
"Üfürülen bir boynuzdur" (Ahmed b. Hanbel, II, 196). Peygamber (s.a.s); "İsrâfil Sûr'u tutmuş
hazır bir şekilde kendisine ne zaman üfürmek için emredileceğini bekliyor" buyurmuştur
(Taberî, Câmiu'l-Beyân, VII, 211; İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azim, Mısır, t.y. III, 276).
Sûr'un üfürülüşü ve İsrâfil (a.s)'ın sûr'a üfürmesini anlatan uzun bir hadis Tefsîr kitaplarında
konu ile ilgili ayetlerin açıklanmasında zikredilmiştir. Bu hadisin bazı cümleleri sahih hadis
12+ Yas grubu | MIKÂIL
56
12+ Yas grubu
kitaplarında konu ile ilgili anlatıları bahislerde geçmekle beraber, bazı cümleleri ifade ve manâ
bakımından peygamber sözü olmayacak derecede münker kabul edilmiştir. Bu hadisin tek
râvisi olan İsmail b. Râfi' Medine'nin kıssacılarındandır. Ahmed b. Hanbel ve Ebû Hâtim er-Razî
gibi hadis tenkidçileri hadislerinin münker olduğunu hatta metrûk bir râvi olduğunu
söylemişlerdir (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, III, 274282).
Levh-i Mahfuzda Allah'ın yazılı iradelerini okumak ve bu iradelerin yerine getirilmesiyle görevli
olan mukarreb meleğe bildirmek de İsrâfil (a.s)'ın görevlerindendir.
İsrâfil (a.s)'ın ve diğer meleklerin kadrinin yüceliğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) bazen
onların ismi ile dua etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) gece namazına kalktığında şöyle dua ederdi;
"Ey Allah'ım, Cebrâil, Mikâîl ve İsrâfil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gaybı ve şehâdet
âlemini bilen. Sen kullarının arasındaki ihtilaflar hakkında hüküm sahibisin. Beni izninle ihtilaf
edilen şeylerde hakka kavuştur. Sen dilediğini sırat-ı müstakim'e kavuşturursun (Müslim,
Müsafîrûn, 200). (Ayrıca bk. Sur).
Şâmil İA
AZRÂIL
Allah'ın kendisine verdiği emirle canlıların ruhlarını almakla görevli olan ölüm meleği. Kur'an-ı
Kerîm ve hadis-i şeriflerde bu şekliyle değil, doğrudan anlamı olan Melekü'l-Mevt (ölüm meleği)
terimi kullanılmaktadır.
"De ki; üzerinize memur edilen ölüm meleği, canınızı alır. Sonra Rabbinize döndürülürsünüz. "
(es-Secde, 32/11)
Azrail (a.s.) Cenâb-ı Hakk'ın emrindeki öteki melekler gibidir. Dört büyük melekten birisidir. O
yalnızca kendisine verilen emri yerine getirir ve eceli tamam olmuş kulların ruhlarını alıp bu
ruhu isteyene götürür. Onun emrinde de bazı melekler vardır. Bu melekler de kendilerine
Allah'u Teâlâ tarafından ulaştırılan emirleri yerine getirirler.
"... Nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar, onlar hiç geri kalmazlar." (elEn'âm, 6/61).
Kur'an-ı Kerîm'de, meleklerin kâfir olan bir kul ile mümin olan bir kulun canlarını alışları tasvir
edilmektedir. Kâfirlerin can verişleri şöyle tarif edilmektedir:
"Melekler, kâfirlerin canlarını alırken onları görseydin... Onların yüzlerine ve arkalarına
vuruyorlar: Haydi, yangın (Cehennem) azabını tadın diyorlardı. " (el-Enfal, 8/50)
Nâşitat meleklerinin müminlerin canlarını da tatlılıkla alışları şöyle ifade edilmektedir:
"Melekler iyi insanlar olarak canlarını aldıkları kimselere de: Selâm size, yaptıklarınıza karşılık
Cennet'e girin' derler." (en-Nahl, 16/32)
Şâmil İA
12+ Yas grubu | AZRÂIL
57
12+ Yas grubu
MÜNKER-NEKIR
Ölen kimseyi mezarında sorguya çeken ve gerektiğinde onu cezalandıran iki Melek. Bunların,
Münker ve Nekir diye isimlendirilmeleri, her ikisinin de aşinası olmadığımız garip bir sûrette
olmalarındandır. Nitekim Arapça'da bir kimsenin, bilmediği veya tanımadığı bir şeyi bilmediğini
ifade etmek için, "nekirtü'ş-şey'e" der.
Ehl-i Sünnet'e göre, Münker ve Nekir, ölen kişiye Rabbini, dinini ve peygamberini sorarlar.
Mü'min kişi bu sorulara cevap verir, ama kâfir veremez. Bu husustaki hadisler pek çoktur. Söz
konusu iki melek ölünün kabrine gelir, Allah ölüyü diriltir ve melekler sorularını yöneltirler
(Pezdevî, "Ehl-i Sünnet Akâidi" Çev., Şerafettin Gölcük, İstanbul 1980, 237).
Ebu Hüreyre'den; Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Ölü defnedildiğinde, ona gök gözlü simsiyah iki melek gelir. Bunlardan birine Münker diğerine
de Nekir denir. Ölüye: "Bu adam (Rasûlüllah) hakkında ne diyorsun?" diye sorarlar. O da
hayatta iken söylemekte olduğu; "O, Allah'ın kulu ve Resûlüdür. Allah'tan başka Allah
olmadığına, Muhammed(s.a.s.)in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim"sözlerini
söyler. Melekler; "Biz de bunu söylediğini biliyorduk zaten" derler. Sonra kabri yetmiş çarpı
yetmiş zira' kadar genişletilir ve aydınlatılır. Sonra ona "Yat!" denir. "Aileme dönüp onlara
haber versem mi?" diye sorar. Onlar da; "Akrabalarından en çok sevdiği kimseden başkası
kendisini uyandırmayan, güveğinin uyuması gibi uyu!" derler. Böylece, yatlığı yerden, Cenab-ı
Allah onu tekrar diriltinceye kadar uyur.
Eğer münafık ise, "İnsanların söylediklerini duyup aynısını söylerdim, bilmiyorum" der.
Melekler de, "Böyle söylediğini zaten biliyorduk" derler. Sonra arza: "Onu sıkıştır" denir. Arz
onu sıkıştırır da kaburga kemikleri birbirine geçer. Allah onu yattığı bu yerden tekrar
diriltinceye kadar kendisine azap edilir." (Tirmizi, Cenâiz, 70)
Akâid kitaplarının hemen hemen tümünde, Münker-Nekir'den, bunların kabirde ölüye
yönelttikleri sorulardan bahsedilir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu iki meleğin adından söz edilmediği gibi
kabirde ölünün sorguya çekileceğine dair açık bir ifadeye de rastlanmaz. Ancak bazı âyetlerin
buna işaret ettiği, hattâ bazılarının tamamen kabir suali ile ilgili olduğu Ehl-i Sünnet alimlerince
kabul edilmiştir. Ömer Nesefi'nin "Akaid"inde: "Münker ve Nekir'in suali Kitap ve Sünnetle
sabittir" denmektedir.
"Allah, îman edenleri dünyada da âhirette de değişmeyen sağlam söz üzerinde sabit kılar.
Zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar" (İbrahim, 14/27) âyetinde geçen âhiret hayatından
maksat kabir; "sabit söz''den maksat da "Kelime-i Şehadet''tir denmiştir. İbn Mâce, Sünen'inde
şöyle demektedir:
"Allah, iman edenleri sabit bir söz ile metanetli kılar" âyeti, kabir azabı (sorgusu) hakkında indi.
Ölüye kabirde; "Senin Rabbin kim?" diye sorulur. O da; "Rabbim Allah'tır, Peygamberim
Muhammed (s.a.s.)'dir" diye cevap verir. İşte mü'min ölünün böyle cevabı; "Allah iman edenleri
sâbit söz ile dünya hayatında ve ahirette metanetli kılar" meâlindeki âyetin ifadesidir (İbn Mace,
Zühd, 32; Ayrıca bk. Buhari, Tefsîr, Sûre, 14).
Bu hadis, kütübü sittenin hepsinde rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlerde kabirde ölüye sorulan
sorular; "Rabbin kimdir, dinin nedir, peygamberin kimdir?" diye üçe çıkarılmıştır.
"Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün; Fir'avn'ın adamlarını azabın en
ağırına sokun, denir" (el-Mü'min, 40/46) âyetinin de kabir suali ve kabir azabı ile ilgili olduğu
tefsir kitaplarında belirtilmiştir (İbn Kesîr, "Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm", 40/46. âyetin tefsîri).
Münker ve Nekir'in kabirdeki sorularıyla ilgili pek çok hadis varid olmuştur. Bu ahad haberler,
lafızları itibariyle tevâtür derecesine ulaşmamışlarsa da, bu konudaki hadislerin çokluğu,
12+ Yas grubu | MÜNKER-NEKIR
58
12+ Yas grubu
konuyu manevî mütevâtir derecesine yükseltir (Haşiyetü'l-Kesteli alâ Şerhi'l-Akâid, İstanbul
1973, 133, 134).
Bu hadislerin bir kısmında ölünün sorguya çekileceğinden söz edilmekte, ancak herhangi bir
melekten bahsedilmemektedir:
"Ölü mezara konulur. Salih kişi kabrinde endişesiz ve korkusuz oturtulur. Sonra ona; "Hangi
dinde idin?"diye sorulur. O; "Ben İslâm dininde idim" diye cevap verir. Sonra ona; "Şu adam
(Rasûlüllah, s.a.s.) kimdir?" diye sorulur. O da; "Muhammed (s.a.s.), Allah'ın Rasûlüdür. O, bize
Allah katından apaçık âyetler getirdi; biz de O'nu doğruladık" diye cevap verir. Daha sonra bu
ölüye; "Sen Allah'ı gördün mü? diye sorulur. O da "Hiçbir kimse Allah'ı görmeye lâyık değildir"
diye cevap verir. Bu soru ve cevaplardan sonra onun için ateş tarafına bir pencere açılır. Ölü
ona bakarak ateş alevlerinin birbirini kırıp yenmeye çalıştığını görür. Sonra ona; "Allah'ın seni
koruduğu ateşe bak" denir. Daha sonra onun için Cennet tarafına bir pencere açılır. O da bu
defa Cennetin süsüne ve nimetlerine bakar. Kendisine; "İşte bu yer senin makamındır"
denildikten sonra; "Sen samimi iman üzerinde idin, bu sağlam iman üzerinde öldün ve inşallah
iman üzerinde dirileceksin" denir" (İbn Mace, Zühd, 32).
Görüldüğü gibi yukardaki hadiste herhangi bir melekten söz edilmemekte, mücerred olarak
kabir suali zikredilmektedir. Başka bir hadiste ise ölüyü sorguya çekecek olanın bir melek
olduğu belirtilmekte ancak isminden bahsedilmemektedir:
"Bu ümmet kabirlerinde imtihan edilecek. İnsan defnedilip arkadaşları ondan ayrılınca, elinde
topuzla bir melek gelerek onu oturtur ve; "Bu adam (Rasûlüllah hakkında ne dersin "? diye
sorar. Kişi mü'min ise; "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)'in, Allah'ın kulu
ve Rasûlü olduğuna şehadet ederim" diye cevap verir. Melek de ona; "Doğru söyledin" der..."
(Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III, 3, 40).
Daha önce geçen Ebu Hüreyre hadisinde iki sorgu meleğinden söz edilmekte ve birinin adının
Münker, diğerinin de Nekir olduğu beyan edilmektedir.
Ehl-i Sünnet'e göre Münker ve Nekir'in kabirde ölüyü sorguya çekmeleri haktır. Kabrin sıkması
ve azabı haktır. Bu bütün kâfirler ve asi bazı mü'minler için olan bir şeydir (İmam Azam, "Fıkh-ı
Ekber", trc. H. Basrî Çantay, Ankara 1985, s. 14).
Ancak Mutezile buna muhalefet etmiştir. Kabirdeki sual ve azap, ruhun cesede iade edilmesiyle
mümkündür. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, ölüyü defnettikten sonra; " Kardeşiniz için Allah'tan
mağfiret dileyiniz, çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir" buyurmuşlardır (Ebu Davud,
Cenâiz. 67; es-Sâbûnî, "el-Bidâye Fi Usûli'd-Dîn ", Nşr. B. Topaloğlu, Dımaşk 1979 s. 97).
Halid ERBOĞA
12+ Yas grubu | MÜNKER-NEKIR
59
12+ Yas grubu
HAFAZA MELEKLERI
İyi ve kötü her yapılanı gözetip hıfz etmek ve korumakla görevli melekler. Hafaza ve hâfızîn,
hâfız kelimesinin çoğuludur.
Gözetlemeye memur melekler insandan hiç ayrılmaksızın her an onu murakabe etmekte ve her
hareketini yazmaktadırlar. Bütünüyle bu işin nasıl olduğunu da bilemediğimiz gibi keyfiyetini
bilmekle de mükellef değiliz.
"Muhakkak sizin üzerinizde hafız (gözetleyici) melekler var. Kiram (değerli) kâtipler var. Her ne
yaparsanız bilirler" (el-İnfitâr, 82/ 10, 11, 12).
"Hafızın" gözetleyici, amelleri ezberleyen, muhafaza eden ve koruyan anlamında tefsîr
edilmiştir. Âyette hafaza melekleri "kirâmen" değerli, şerefli sıfatlarıyla anılmıştır. Melekler
Allah katında şerefli ve değerlidirler (Taberî, Tefsîr, XXX, 88). Bu suretle kalplerde o şerefli
meleklerin yanında utanma ve toparlanma hissi uyarılmak istenmiştir. Zira insanoğlu yüksek
mevkide bulunanların huzurunda söz, hareket ve davranış bakımından bir hata yapmamak
hususunda son derece dikkatli ve itinalı hareket eder. "Kirâmen" vasfıyla anlatılan meleklerin
her an ve her durumda kendilerini gözetlediğini bilen kimselerde huy ve davranışlarını dikkatle
ve güzel bir şekilde yapmalarıdır.
Yaptığınız bütün işler melekler tarafından muhafaza edilmektedir.
"Yaptığınız bütün hileleri meleklerimiz kaydediyor" (Yûnus, 10/21).
"İnsanın arkasında ve önünde, Allah'ın emriyle onu koruyan ve yaptıklarınızı kaydeden melekler
vardır" (er-Ra'd, 13/11).
Rasûlullah (s.a.s) hafaza meleklerinin vazifelerini anlattığı bir hadiste şöyle buyurur: "Bir
müslüman bir rahatsızlığa düşünce Allah onu koruyan hafaza meleklerine şöyle emreder: "
Kulumun her gün ve gecede yaptığı iyiliklerin sevabını ona bu hastalık müddetince yazın"
(Dârimî, Rikâk, 56).
Gece melekleri ile gündüz melekleri sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Allah bu
meleklere "kullarım ne yapıyorlar?" diye sorar. Melekler; "Onlara vardığımızda namaz
kılıyorlardı, ayrıldığımızda da namaz kılıyorlardı" derler (Buhârî, Ezân, 31, Mevâkit, 16, Nesâî,
Salât, 21).
İnsanın sağ ve sol omuzlarında bulunan hafaza melekleri insanın günah ve sevaplarını
kaydederler. Bu melekler insandan cima, helâ ve gusül anında bu haller bitinceye kadar
ayrılırlar. Hz. Peygamber (s.a.s) "Sizden hela ve cima hali hariç ayrılmayan Kirâmen Kâtibin'e
saygı gösterin. İçinizden biri banyo yaptığında bir bez parçası ile avret mahallini örtsün" Hz. Ali
(r.a) da şöyle buyuru: "Avret mahalli açık olduğu melek kişiye yaklaşmaz" "Örtüsüz hamama
girilince iki meleği kişiye lanet eder" (Kurtubî, el-Câ'm'î !i-Ahkâmi'l Kur'ân, XIX, 248).
Âlimler helâ ve cimâ halinde hafaza melekleri bulunmadığından dolayı, konuşmayı câiz
görmemişlerdir.
Bazı âlimler kâfirlerin hafaza meleklerinin olmayacağını, çünkü onların durumunun belli
olduğunu, amellerin yalnızca kötülük olduğunu, sağlarında bulunan meleklerin mü'min
olmadıklarından hayır yapamayacağını ileri sürmüşlerdir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"Mü'minler alemetlerinden tanınırlar" (er-Rahman, 55/41).
12+ Yas grubu | HAFAZA MELEKLERI
60
12+ Yas grubu
Ancak genel olarak İslâm âlimleri kâfirlerin de hafaza meleklerinin olduğunu kabul etmişlerdir.
Allah Teâlâ: "Kitabı solundan verilene gelince..." (el-Hâkka, 69/25) "Kitabı arkasından verilene
gelince..." (el-İnşikâk, 84/10) buyurmuştur. Bu âyetler kâfirlerin kitaplarında hafaza melekleri
tarafından yazıldığını gösterir. Sağda bulunup hayır yazan melekler de kendisi bir şey yazmasa
da solda bulunan meleğe kâfirlerin kötülüklerini yazarken şâhitlik yapar. (Kurtubî, a.g.e., XIX,
248).
Hz. Peygamber (s.a.s): "Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: "Kulum bir günah işlemeye karar
verirse onun cezasını yazmayın. Şayet o kötülüğü işlerse ona bir günah yazın. Bir iyilik
yapmaya karar verirse yapmasa bile ona bir iyilik yazın. Yaparsa on iyilik yazın " der (Müslim,
İmân, 203).
Bu kudsî hadiste bildirilen karar vermek duygularla ilgili bir özellik olduğu için bunu hafaza
melekleri nasıl tespit ederler meselesi tartışılmıştır. Bu husus Şüfyan es-Sevrî'ye sorulunca
şöyle cevaplandırmıştır: "Kul iyiliğe karar verince ondan bir misk kokusu yükselir. Kötülüğe
karar verince de leş kokusu yükselir. Bunu melekler duyar ve yazarlar" (Kurtubî, a.g.e., XIX,
248). Nitekim âyet-i kerime de şöyle buyurulmuştur. "Hatırla ki (insanın) sağındo ve solunda
oturan, yaptıklarını tespit eden iki melek vardır. İnsan bir söz söylemeye dursun, mutlak onun
yanında (hayır ve şerrini) görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır" (Kâf, 50/17, 18).
Hafaza melekleri, sağ ve sol tarafta bulunan melekler Allah katında değerli, şereflidir. Kul helâ,
cimâ', banyo gibi avret mahallerinin açılmasına sebep olacak hallerde olunca bu melekler
geçici olarak ayrılır.
Zübeyr TEKKEŞİN
12+ Yas grubu | HAFAZA MELEKLERI
61
12+ Yas grubu
ÂHIRETE IMAN
"Son" ve "Sonra Olan" anlamında Arapça bir kelime olan "Âhiret", "Âhir" kelimesinin müennes
(dişi) şeklidir. Lügatte "Evvel" kelimesinin zıddı olarak kullanılır. İslâm literatüründe bu kelime
"Öbür Dünya" manasında kullanılmıştır. Dünya,canlıların yaşadığı evvelki âlem, ahiret ise son
âlemdir. Bu kelimeler bazen "dâr=yurt" kelimesiyle birlikte kullanılır (el-Ankebût, 29/64), Dâr-ı
Dünya ve Dâr-ı Ahiret gibi. Bazen de tek başına kullanılır (el-Bakara, 2/220). Dünya, yakın
ikamet yeri; Ahiret, son ikamet mahallidir.
Allah'u Teâlâ, içinde yaşadığımız bu Dünya'yı ve üzerindeki bütün varlıkları geçici bir zaman
için yaratmıştır. Bir gün dünya ve dünyadaki bütün insanlar, canlı ve cansız varlıklar yok
olacaktır. Dağlar, taşlar, yerler, gökler parçalanacak (el-Karia, 101/4-5), Allah'tan başka tüm
âlem son bulacaktır (er-Rahman, 55/27). Bu hâdiselerin meydana geldiği günü Kur'an, "zelzele
saati" (el-Hacc, 22/2) ve "Kıyamet Günü"* (el-Kıyâme, 75/-1) diye adlandırır. Kıyamet Günü'nden
sonra Allah'ın takdir ettiği bir zamanda insanlar yeniden hayat bularak kabirlerinden
kaldırılacak ve "Mahşer"* denilen düz bir sahada (el-Hicr, 15/25), hesabı süratle gören Allah'ın
(Âli İmrân, 3/19) huzurunda, dünyada yaptıklarının hesabını (el-Hakka, 69/19, 37) vermek üzere
toplanacaklardır (el-Casiye, 45/26). Hesapların görülmesinden sonra bir kısım insanlar iyilikleri
nedeniyle Cennet'e, diğerleri ise, inkâr ve kötülükleri nedeniyle Cehennem'e gideceklerdir.
İşte bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez tükenmez bir halde devam edecek
olan âleme "Ahiret Alemi" denir.
Bütün semâvi dinlerde olduğu gibi en son ve en mükemmel din (el-Mâide, 5/3) olan İslâm'a
göre, meydana geleceği ayet (el-Bakara, 2/4) ve hadisle (Tecrîd-i Sarih, 47 nolu hadis) ve bütün
ümmetin fikir birliği ile kesin olan ahiret gününe inanmak, imanın şartı olarak farzdır.
Ahiret Günü denilince;
1- Bu âlemin hepsinin yok olması ve hayatın tamamıyla sona ermesi.
2- Ahiret hayatının başlaması.
Ahiret hâdiseleri denilince de;
a) Canlılar için ahiret hayatının mukaddimesi olan ölüm, berzah âlemi *, kabir hayatı.
b) Sûra üfürülmesi ve herkesin tekrar dirilerek kabirlerden kalkıp mahşer* meydanında
toplanması.
c) Dünya'da iyilik veya kötülük cinsinden yapılan işlerin kaydedildiği amel defterinin
sahiplerine okutulması.
d) İyilik ve kötülüklerin tartıldığı mizan* (terazi)'nin kurulup amellerin tartılması.
e) Bütün insanların üzerinden geçmeleri mecburî olan Sırat* köprüsünden geçiş.
f) İmanlı ve ameli iyi olanların gideceği Cennet*
g) İmansız ve ameli kötü olanların gideceği Cehennem*
i) Peygamberimizin, seçkin müminlerle başında bulunduğu Kevser Havzı*
h) Peygamberimizin müminlere şefaati, gibi hadiseler hatıra gelir. İşte bütün bunlar, Ahirete
iman konusu içinde ele alınması gereken konulardır. Kesin nasslarla sabit olan bu hususlara
inanmak, imanın şartlarındandır. Bunlardan birini inkâr ise, ahireti inkâr demektir.
12+ Yas grubu | ÂHIRETE IMAN
62
12+ Yas grubu
Kur'an, Ahiret âlemini ayrıca "Din Günü " (el-Fatiha, I/3) ve "Gayb Âlemi" (el-Bakara, 2/3) olarak
isimlendirir .
Gözden kaybolan şeye gayb dendiği gibi, duyularla idrak edilemeyen, insan bilgisi dışında
kalan şeye de gayb denir. Bir şeyin gayb olması Allah'a göre değil, insanlara göredir. Çünkü
Allah'tan gizli kalan hiçbir şey olamaz. O, gayb ve şehâdet âlemini bilir (el-Haşr, 59/22). Kur'an'a
göre varlıklar iki kısımdır: Gayb âlemini meydana getiren; görülmeyen ve idrak edilemeyen
varlıklar ve şehâdet âlemini meydana getiren; görülüp, idrak edilen varlıklar. Gayb âlemine ait
varlıklar da iki kısımdır:
1- Bir kısmının delili yoktur. Varlığını ancak Allah bilir, duyularla idraki mümkün değildir.
"Gaybın anahtarları Onun yanındadır, onları Ondan başkası bilemez." (el-En'âm, 6/59)
2- Bir kısım varlıklar da idrak edilemez ancak varlıkları delillerle anlaşılabilir. Allah'ın sıfatları,
Ahiret, Cennet, Cehennem ve Melekler gibi. Bu tür gayb haberleri peygamberlere vahiy yoluyla
bildirilir. Onlar da ümmetlerine bildirirler. Müminler, kendilerine vahiy yoluyla bildirilen 'gayb'a
ait haberlere inanmak mecburiyetindedirler. Mümin zaten inanan insan demektir. Bu haberlere
inanmamak ise küfürdür. Ahiret de gayb haberlerinden olup inanılması zaruri olan vahye dayalı
bir haberdir.
Hayatının başlangıç ve sonu olmayan ancak Allah'tır. Bu âlemin de bir gün yok olacağı
muhakkaktır. Sonradan meydana geldiği bilinen bu âlem üzerindeki değişiklikler, zamanla
insan, hayvan, bitkiler ve bütün varlıkların ölmesi ve yok olması, depremler vs. bu âlemin
tamamının bir gün yok olacağının delilleridir. Bu tür hâdiseler insan iradesinin ve gücünün
dışında olan hâdiselerdir.
Başlangıcı itibariyle yoktan var olduğunu kabul ettiğimiz bu âlemin, yok olduktan sonra tekrar
yaratılması akla aykırı değildir. Çünkü onu yoktan yaratan Allah, onu helâk ettikten sonra tekrar
yaratmaya elbette kadirdir. İnsan da öldükten sonra tekrar, Allah'ın izniyle dirilecektir.
Kur'an'da tekrar dirilmeye dair pek çok ayet vardır:
"Mahlûkatı ilkin yaratıp, sonra (kıyamette) onu diriltecek olan O'dur, ki bu (öldükten sonra
diriltme, ilk yaratıştan) O'na daha kolaydır..." (er-Rûm, 30/27). "Ey Resulüm, de ki: Onları ilk
defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı hakkıyla bilir. " (Yâsin, 36/79). Bu ayetler, mahlûkâtı ilk
yaratanın, onları tekrar dirilteceğini ifade etmektedir.
İnsanların, hayvanların ve diğer canlıların uyumaları ve tekrar uyanmaları, öldükten sonra
dirilmeye bir benzetmedir: "Odur ki geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün ne
işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Sonra
dönüşünüz O'na dır; sonra (O, dünyada) yaptıklarınızı size haber verecektir." (el-En'âm, 6/60).
Kur'an-ı Kerim , kuraklık ve mevsim nedeniyle ölü hale gelen ve hayatı tamamen sönen
toprağın, yağmurla veya sulanarak eski haline dönüşünü ve bereketlenmesini de, öldükten
sonra dirilmeye delil göstererek şöyle buyuruyor: "O'nun ayetlerinden biri de (şudur): Sen,
toprağı, boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titretir ve
kabarır. Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir." (Fussilet, 41/39).
El-Hacc, 22/5-6 ayetinde öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olanların dikkatlerini,
yaratılışlarının safhalarına çekerek, bu ifâdelerin altında tekrar diriltilmenin imkânını ortaya
koymaktadır.
Âlemlerin yaratılışı, insanların yeniden dirilmelerine delil gösterilir:
12+ Yas grubu | ÂHIRETE IMAN
63
12+ Yas grubu
"Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları (öldükten sonra) yaratmaktan daha büyüktür. Fakat
insanların çoğu bilmezler. "(el-Mümin, 40/57; en-Naziât, 79/27, 33; Yâsin, 36/79, 81).
İnsanın boşuna yaratılmadığını (el-Müminûn, 23/115); başıboş terkedilmediğini, (el-Kıyâme,
75/36) her nefsin ölümü tadacağını, inanan ve iyi amellerde bulunan kişilerin
mükâfatlandırılması ve kâfirlerin de cezalandırılması için tekrar diriltileceklerini bildiren (Âli
İmrân, 3/185; Yunus, 10/4; el-Leyl, 92/4, 11) ayetler de, ahiret hayatının birer delilidirler.
Mahlûkâtın, ölüp yok olduktan sonra tekrar dirilmelerindeki hikmet, mükelleflerin bu dünyada
iradeleriyle kazandıklarının karşılığını görmeleridir. Çünkü bu dünya kazanç ve amel
dünyasıdır. Öbür dünya ise, yapılanların karşılığının görüleceği yerdir (Âli İmrân, 3/185) .
İnsanlar bu dünyada rızıklarında, işlerinde, ecellerinde, mutluluk ve mutsuzluklarında çok farklı
bir yaşayış içindedirler. Kimi zalim, kimi mazlum, kimi iyi, kimi hasta, bir kısmı zengin, bir kısmı
fakir, bir kısmı üstün, bir kısmı zelildir. Kimisi iyilik yapar, kimisi kötülük. Şayet ölüp de tekrar
dirilmeyecek olsalardı, iyilik yapanlar mükâfat, kötülük yapanlar da ceza görmemiş olurlardı. Bu
ise Allah'ın adâletine aykırı olurdu. Bundan dolayı Allah tekrar dirilmeyi ve cezayı yaratmıştır;
"İnkâr edenler, kat'iyyen diriltilmeyeceklerini sandılar. De ki: "Hayır, Rabbim hakkı için mutlaka
diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır." (etTeğabun, 64/7, ayrıca en-Nahl, 16/30-40).
Ahirete iman, kâinatta meydana gelecek olan korkunç inkılâbın kesin olduğunu kabul etmektir.
Bu dünya hayatı tamamıyla son bulup, başka bir hayat başlayacaktır. Bu âleme iman, İslâm
inancını meydana getiren altı esastan birisidir. Mümin, imanı ve Kur'an ahlâkı ile
ahlâklanmasının neticesini ahirette göreceğine, Allah'ın lûtfuna nâil olacağına yakînen inandığı
için ölüm ve âhiret hayatı, onu tedirgin etmezken; hayatını küfür ve isyanla, zulüm ve
haksızlıkla geçiren kâfir, asî ve zalim ise ölümü ve ölümden sonraki ahiret hayatını istemez (elBakara, 2/95; Âli İmrân, 3/56; el-İsrâ, 17/10; ez-Zümer, 39/26, 45).
Hz. Ali ahireti inkâr eden birisine şöyle demişti: "Benim dediğim olursa sonunda sen zararlı
çıkarsın. Fakat senin dediğin olursa, ben zararlı çıkmam. "
Ahiret inancı, insana ilerleme ve gelişme yolunda büyük bir güç kazandıran mükemmel bir
inanç türüdür. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Her kim inanarak ahireti ister ve onun için
gerektiği şekilde çalışırsa, onun emeği mükâfatla karşılanır." (el-İsrâ, 17/19). İnsan hayatı ile
dünyanın varlığı, ancak sonunda bütün yapılanların sorgulanacağı bir ahiret hayatının
olmasıyla bir anlam kazanır. Aksi takdirde hayatın ve dünyanın hiçbir anlamı olmadan insanın
hayatına tam bir nihilizm hakim olacaktır. Bu da insanların büyük bir bunalıma ve ümitsizliğe
sürüklenmesine yol açar. Ahirete iman insana sonsuzluğun yolunu açarken ölümü de en ince
teferruatına kadar açıklayarak bir son olmadığını bildirmektedir. Ölüm yeni bir hayatın
başlangıcı demektir. Ahiret inancıyla insanın bu dünyadaki hayatına bir anlam veriliyor. Ayrıca
insanın yaşayışı da büyük bir disiplin altına alınmış oluyor. Zira ahirete iman insana büyük bir
sorumluluk duygusu vermekte ve ilerde çekileceği büyük hesap gününe göre hayatını ve diğer
insanlarla ilişkilerini sağlam bir karakter ve temele dayandırıyor. İnsan dünya hayatında yaptığı
bütün amellerinin karşılığını o gün görecektir. "Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek ve
kim zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecektir. " (Zilzâl, 99/7-8). Böylece ahirete iman
insana büyük bir ümid kaynağı olduğu gibi onu adâlete ve sonsuzluğa inandırır. Bu da adil,
dürüst ve sağlam bir toplumun oluşmasını sağlar.
Kur'an, inanan ve inanmayanların ahiret hayatını özetle şöyle izah eder: "Sûr'a birinci üfleme
üflendiği, arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldığı (ve hepsi
darmadağın) olduğu zaman, işte o gün o vak'a olmuştur. Gök yarılmıştır, o gün o, zayıflamış,
sarkmıştır. Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabb'ının tahtını (arşını), bunların da
üstünde sekiz (melek) taşımaktadır. O gün (hesap için Allah'a) arz olunursunuz. Sizden hiçbir
12+ Yas grubu | ÂHIRETE IMAN
64
12+ Yas grubu
sır gizli kalmaz. Kitabı sağından verilen: "Alın kitabımı okuyun " der, "Ben hesabımla
karşılaşacağımı sezmiştim zaten. " Artık o, memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek bir
bahçede, devşirmesi kolay (meyveleri yakın). ' 'Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü
(bugün) afiyetle yiyin, için. "
Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: "Keşke bana kitabım verilmeseydi. Şu hesabımı hiç
görmemiş olsaydım. Keşke (ölüm işimi) bitirmiş olsaydı. Malım bana hiçbir fayda vermedi.
Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti (hiçbir şeyim kalmadı). (Yüce Allah, Cehhenem'in
muhafızlarına emreder): "Tutun onu, bağlayın onu, sonra Cehennem'e sallayın onu. Sonra
uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu. Çünkü o, yüce Allah'a inanmıyordu, yoksulu
doyurmaya ön ayak olmuyordu. Bugün onun için candan bir dost yoktur. İrinden başka yiyecek
yoktur. Onu (bile bile) hata işleyenden başkası yemez." (el-Hakka 69/13-37).
Yukarda çizilen manzara inanan ve inanmayan kişinin ahiret hayatını veciz bir şekilde ortaya
koymaktadır. İnanan için müjde, inanmayan için korku kaynağı olan bu âlem, onu idrak eden
her akıl sahibinin kendi dünyasını, fikir ve yaşayış biçimini, Allah'ın arzu ettiği biçimde intizama
koymasına en büyük etkendir. Herkesin toplandığı ve kazandığı kendisine tastamam verildiği
(Âli İmrân, 3/25-30; el-Câsiye, 45/28; Kâf, 50/44; et-Teğâbûn, 64/9), kimsenin kimseden cezasına
karşılık bir şey ödeyemediği (el-Bakara, 2/48, 123) ana, baba, evlâd, dost herkesin kendi
başlarının derdine düşerek ve hak talep edilmesi endişesiyle birbirinden kaçtığı (Abese, 80/3437), dünyada iken inanç ve amelleri nisbetinde bazı yüzlerin ak, bazı yüzlerin de kara olduğu
(Abese, 80/38-42; Âli İmrân, 3/106-107) o ceza gününde insanların makam, mevki, zenginlik,
tahsil gibi insanlarca meziyet kabul edilen hiçbir özelliklerine aldırış edilmeksizin, kulların
yaptıklarına göre hak tecelli eder. "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp)
gönderdiğine baksın. Allah'tan korkun; ve Allah, yaptıklarınızı haber almaktadır" (el-Haşr,
59/18).
12+ Yas grubu | ÂHIRETE IMAN
65
12+ Yas grubu
ÖLÜM
Ruhun bedenden ayrılması olayı. Ölüm insan varlığı için bir âlemden diğerine intikal etmektir.
Bu anlamda ölüm yok olmak değildir, kelâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ruh, suyun yaş
ağaca nüfuz etmesi gibi bedenle iç içe olan latif bir varlıktır. Ehli sünnete göre ruh bâkidir, yok
olmaz. İslâm bilginleri; Allah, Ruhlar öldüklerinde onları vefat ettirir" (ez-Zümer, 39/42) ayetini
"cesetleri ölünce" şeklinde anlamışlardır.
Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Canlılar doğar, büyür ve ölürler. Kur'an-ı
Kerim'de ölümle ilgili pek çok ayet vardır. Bazıları şunlardır: "Her can ölümü tadıcıdır" (Âl-i
İmrân, 3/185); "Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur" (el-İsrâ, 17/99); Biz
senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi
kalacaklardır?" (el-Enbiyâ, 21/34); "Yer yüzünde bulunan her canlı fanidir" (er-Rahmân, 55/26).
Allah'ın diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi şöyle açıklanır: "O, hanginizin daha güzel amel
yapacağınızı denemek için ölümü de dirimi de takdir edip yaratandır" (el-Mülk, 67/2). Ölüm
ancak Yüce Allah'ın belirlediği zaman vuku bulur. Ölüm konusundaki kader yazgısı ayette şöyle
ifade buyurulur: "Allah'ın emir ve kazası olmadıkça hiç bir kimseye ölmek yoktur. O, vadesiyle
yazılmış bir yazıdır" (Âl-i İmran, 3/145).
Hiç bir kimsenin ölümden kaçıp kurtulma imkânı yoktur: "Binlerce kişinin ölüm korkusuyla
beldelerini terkettiklerini görmedin mi? Allah onlara "ölün" dedi, sonra da kendilerini diriltti”
(el-Bakara, 2/243); "Şöyle de: Siz evlerinizde olsaydınız bile üzerlerine öldürülmesi yazılmış
olanlar, yine şüphesiz öldürülecekleri yerlere çıkıp giderlerdi" (Âl-i İmrân, 3/154); "Nerede
olursanız olun, tahkîm edilmiş yüksek kalelerde bile bulunsanız ölüm sizi bulur" (en-Nisâ, 4/78);
Bir gün bakarsın ki, ölüm baygınlığı gerçek olarak gelmiş "işte bu, senin kaçıp durduğun şey"
denilmiştir" (Kâf, 50/19).
Cenab-ı Hak gerçekte insan varlığına sonsuza kadar uzanan bir ömür takdir etmiştir. Ruhları
dünya hayatından belirsiz bir süre önce topluca yaratmış ve onlara Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" sorusunu yöneltmiştir. Kur'an'da ruhun başlangıcı ile ilgili olan bu olay şöyle
belirlenir:
"Hani Rabbin Âdem oğullarından onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine
şahit tutmuş; Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da; Evet, (Rabbimizsin), şahit
olduk"demişlerdi. İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü; Bizim bundan haberimiz yoktu"
dememeniz içindir" (el-A'raf 7/172). Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için hepinizi davet
edip, dururken, size ne oluyor ki, Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin teminat
almıştır" (el-Hadîd, 57/8). Bu söz alma, "elestü birabbiküm" sorgulaması sırasında veya
insanlara akıl vererek delilleri değerlendirme gücü kazandırmak suretiyle olmuştur (Hasan
Basri Çantay, Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, İstanbul 1959, III, 1006).
Ruh, dünya hayatına bir imtihan devresi geçirmek üzere doğum yoluyla gelen insan oğluna
anne karnın da dört aylık cenin döneminden sonra üflenir ve böylece dünya hayatı başlamış
olur. Ruhun bedenden ayrılması ile de kabir hayatı başlar (bk. "Kabir" maddesi). Kıyamet
koptuktan sonra da ahiret hayatına yeni bir yaşam için geçecek olan insan oğlu dünyadaki
inanç ve amel durumuna göre Cennet veya Cehennemdeki ebedî hayatta yerini alacaktır. İnanç
sahibi olup da amel eksikliği bulunanlar ise Cenab-ı Hakk'ın bileceği sürelerde cezalarını
çektikten sonra Cennet tarafına geçebileceklerdir.
Hayatın bu gerçeği karşısında ölüme hazırlıklı olmak her insanın şiarı olmalıdır. Ölümü anmak
ve hazırlıklı bulunmak her mümin için müstehap sayılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lezzetleri yok eden ölümü çok anın" Nesâî ile Beyhakî bu hadise şunu ilâve etmişlerdir: "Eğer
dünyada ölümü çok anarsanız, onu önemsemezsiniz; az anan ise onu çok önemser" (Tirmizî,
Zühd, 4; Kıyâme, 26; Nesâî, Cenâiz, 3; İbn Mâce, Zühd, 31). Başka bir hadiste, kabir içinde
olanların hatırlanması istenir: "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini
hatırlayın. Ahiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder" (Tirmizî, Kıyâme, 24;
Ahmed b. Hanbel, I, 387).
12+ Yas grubu | ÖLÜM
66
12+ Yas grubu
Hasta ziyareti sünnettir. Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet edilen merfû bir hadiste şöyle buyurulur:
"Müslümanın müslümandaki hakkı altıdır. Karşılaştığın zaman selam ver, çağırdığı zaman
davetine git, öğüt istediği zaman öğüt ver aksırdığı zaman elhamdülillah"derse "yerhamûkellah
(Allah sana merhamet etsin)"de, hasta olunca ziyaret et, ölünce cenazesine git" (Buharî, Libâs,
36, 45; Cenâiz, 2; Nikâh, 71; Eşribe, 28).
Hastanın yanında okunabilecek bazı dualar hadislerde yer almıştır. Şu duanın yedi kere
okunması müstehap sayılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bir kimse eceli gelmemiş
olan bir hastayı ziyaret eder ve onun yanında yedi kere; "Eselüllâhel-âzime, Rabbel-arşil-azîm
en yüce (Ulu arşın Rabbi olan Yüce Allah'tan sana şifa vermesini dilerim)"diye dua ederse Allah
Teâlâ o kişinin hastalığına şifa verir" (Ebû Davud Cenaiz, 8; Tirmizî, Tıbb, 32; Ahmed b. Hanbel,
I, 236, 352, II, 441).
Yine hasta ziyaretinde, hastanın yanında Fâtiha, İhlas ve Muavvizeteyn surelerinin okunacağına
dair hadisler vardır.
Ölüm hastasına ecel konusunda hoşuna gidecek, sevindirecek sözler söylemelidir. Çünkü
Allah'ın hükmünü hiç bir şey geri çeviremez. Sadece gönlü hoş olmuş olur (Tirmizî, Tıbb, 35).
Hasta tevbe etmeye ve vasiyetlerini yapmaya teşvik edilir. Çünkü Allah elçisi; "Vasiyet edeceği
bir şey olup da, yanında yanlı vasiyeti bulunmaksızın iki gece geçirmek müslümanın işi
değildir" (Buharî, Vasâya,I; Müslim, Vasiyye, I, IV) buyurmuştur. Sıkıntı, bela ve hastalığa maruz
kalanın sabretmesi Allah Resulünün isteği ve Allah'ın yardımı ile olur. Allah Teâlâ sabrı
emrederek şöyle buyurur: "Sabret! Çünkü senin sabrın ancak Allahın yardımı iledir" (en-Nahl,
16/127, bk. Hûd, 11/110; el-Kehf; 18/28).
Bir kadın Allah elçisine gelerek; "Dua et, Allah hastalığıma şifa versin" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: Dilersen Allaha dua ederim, sana şifa verir. Dilersen sabret, o
zaman senin için sorgu sual yoktur". Kadın; o zaman sabredeyim de bana sorgu sual olmasın
dedi" (Ahmed b. Hanbel, I, 347).
Ölüm halindeki kişiyi sağ yanına yatırıp kıbleye döndürmelidir. Çünkü Hz. Peygamber,
Beytullah için "Ölü ve dirilerinizin kıblesidir" (Ebû Dâvud Vesâyâ,10) buyurmuş. Hz. Fatıma
(r.anhüm), Rafi'nin annesine; "Beni kıbleye çevir" demiştir (Zeylaî, Nasbü'r-Raye, y.y.,
1393/1973, II, 250). Eğer yer darlığı yüzünden hastayı kıbleye çevirmek mümkün olmazsa sırt
üstü yatırılır ve yüzü ile ayakları kıbleye doğru çevrilir. Bu da yapılamazsa, olduğu hal üzere
bırakılır. Ölüm sırasında kişinin ağzına bir kaşık veya pamukla su verilir.
Hasta can çekişirken ona yardımcı olmak yakınları için bir görev ve sevap bir ameldir. Bu
yüzden onun yanında kelime-i şehadet getirmek ve söylemesine yardımcı olmak sünnettir.
Çünkü Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize; "Lâ ilahe illallah'ı" telkin ediniz. Çünkü
ölüm halinde onu söyleyen bir mümini bu kelime Cehennem'den kurtarır".
"Son sözü La ilahe illallah olan kimse Cennet'e girer" (Müslim, Cenâiz, 1, 2; Ebû Davud, Cenaiz,
16).
Hastanın yanında şehadet getirilir ki, o da hatırlayıp şehadet getirsin. Yoksa ısrarla, sen de yap
denilmez. Zira o anda zor bir durumdadır. Ona yeni bir zorluk çıkarmamalıdır. Bir defa da
söylese yeterli olur. Bu telkini hastanın sevdiği birisi yapmahdır. Amaç, hastada isteksizlik
uyandırmamaktır.
Kişi vefat edince ağzı kapatılır, bir bez ile çenesi başından bağlanır. Gözleri yumulur. Eller
yanlarına getirilir. Bunu yaparken de şu dua okunabilir:
"Bismillahi ve ala milleti rasülih. Allahümme yessir aleyhi emrahu ve sehhil aleyhi ma ba'dehü
ve es'idhu bi likaike vec'al ma harace ileyhi hayran mimma harace anhu". Anlamı: "Allah'ın
ismiyle ve Resulullah'ın milleti (dini) üzerinde olsun. Allah'ım, onun işini kolaylaştır, bundan
sonrasını ona kolay eyle, onu seni görmekle mutlu eyle. Dünyadan kendisi için çıkanı,
kendisinin çıktığı şeylerden hayırlı eyle".
12+ Yas grubu | ÖLÜM
67
12+ Yas grubu
Sonra ölünun üstüne bir örtü çekilir. Öldükten sonra yıkanıncaya kadar yanında Kur'an okumak
mekruhtur. Öldüğü iyice anlaşılınca hemen yıkanır.
İnsan ne zaman ve nerede öleceğini bilmez. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kıyametin
kopma zamanına ait bilgi şüphesiz Allah nezdindedir. Yağmuru o indirir, Rahimlerde olanı o
bilir, hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilmez.
Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır" (Lokmân, 31/34).
Müminin şiarı, bu dünyadan imanlı olarak ayrılmak olmalıdır. Kur'an'da Yâkub peygamberin
oğullarına şu tavsiyesi bildirilir: "Ey oğullarım! Allah sizin için İslam (dinini) beğenip seçti. O
halde siz de ancak müslümanlar olarak can verin" (el-Bakara, 2/132). Başka bir ayette bütün
müminlere şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun.
Sakın siz, müslüman olmaktan başka bir sıfatla ölmeyin" (Âl-i İmran, 3/102). "Ey Rabbimiz! artık
bizim günahlarımızı yarlığa, kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al" (Âl-i İmran, 3/ 193).
"Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır, bizi müslümanlar olarak öldür" (el-A'raf, 7/126).
Hamdi DÜNDÜREN
12+ Yas grubu | ÖLÜM
68
12+ Yas grubu
CENNET
Ağaçlı bahçe; yeşillikleri bol bostan; sık dal ve yaprakları ile yeri gölgelendiren hurmalık ve
bağlık.
Peygamberlerin davetine uyarak iman edip, dünya ve ahirete ait işleri, kulluk vazifelerini elden
geldiği kadar güzel bir şekilde yapan temiz ve müttakî kişiler için hazırlanmış bir huzur ve
saadet yurdudur. Kısaca ahiretteki nimetler yurdunun adıdır. Çoğulu Cinân ve Cennât'tır.
Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Cennet, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir. Bilhassa Kur'an-ı
Kerîm'de ağaçları altından ırmaklar akan Cennetler şeklinde anlatılmaktadır:
"Cennet takva sahiplerine, uzak olmayarak yaklaştırılmıştır. İşte size va'dolunan, gördüğünüz
şu Cennet'tir ki, O, Allah'ın taatına dönen onun (hudud ve ahkâmına) riayet eden çok esirgeyici
Allah'a bütün samimiyetiyle gıyâben saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalble gelen
kimselere aittir. " (Kâf, 50/31-33).
"Tövbe edenler, iyi amel ve harekette bulunanlar öyle değil. Çünkü bunlar hiç bir şeyle
haksızlığa uğratılmayarak Cennet'e, çok esirgeyici Allah'ın kullarına gıyâben va'd buyurduğu
Adn Cennet'lerine gireceklerdir. Onun vadi şüphesiz yerini bulacaktır. Orada selâmdan başka
boş bir söz işitmeyeceklerdir. Orada sabah, akşam rızıkları da ayaklarına gelecektir. O, öyle
Cennet'tir ki biz ona kullarımızdan gerçekten müttakî olanları vâris kılacağız. " (Meryem, 18/6063).
Cennet, bu dünyada yapılan iyiliklerin ahirette Allah tarafından verilen karşılığıdır. Kur'an'da
Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
"Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. İşte
günahlardan temizlenenlerin mükâfatı." (Tâhâ, 20/76).
Kur'an'da Cennet'in niteliklerinden bazılarına şu şekilde değinilir:
1- Altlarından ırmaklar akan, birbiri üzerine bina edilmiş yüksek köşkler (ez-Zümer, 39/20), güzel
meskenler (et-Tevbe, 9/72)
2- Türlü ağaç ve meyvalara, akar kaynaklara, görünüş ve kokusu güzel, isteyenlerin yanına
kadar sarktığından koparılması kolay, türlü bol meyvelere sahip (er-Rahmân, 55/58-54)
3- Gönlün çekeceği her türlü yemek ve etler, türlü kokulu içecekler, temiz şaraplar ve çeşit çeşit
tükenmez nimetleri içeren bir mekân.
"Onlara Cennet'te bir meyve, içlerinin çekeceği bir et verdik (vereceğiz)" (et-Tûr, 52/21).
"Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. Siz de orada devamlı
olarak kalacaksınız. İşte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle mirasçı kılındığınız Cennet'tir.
Sizin için orada çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz." (ez-Zuhruf 43/71-73).
"Cennet şarabından (dünya Şarabı gibi) mide ızdırabı yoktur" (Saffât, 37/47).
4- Cennet'te hayat sonsuzdur, kin yoktur, boş lâf ve günah'a sokacak söz işitilmiş. "Biz o
Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı
karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da
değillerdir" (el-Hicr, 15/47-48).
"Onlar Cennet'te ne bir boş laf işitirler ne de bir hezeyan. Ancak bir söz işitirler: Selâm..
(birbirleriyle selâmlaşır dururlar)." (el-Vâkıa, 56/25-26).
12+ Yas grubu | CENNET
69
12+ Yas grubu
5- Cennet nimetleri insan hayalinin erişemeyeceği güzelliktedir. Cennet'i aslında dünya
ölçüleriyle tarif etmek mümkün değildir. Bununla beraber Cennet'teki eşsiz nimet ve saltanatı
anlayabilmemiz için Allah Teâlâ onu bize şu şekilde tasvir etmiştir:
"İşte bu yüzden Allah onları o günün fenâlığından esirger. (Yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine)
sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara Cennet'i ve oradaki ipekleri lütfeder. Orada
koltuklara kurulmuş olarak bulunurlar. Ne yakıcı sıcak görürler orada, ne de dondurucu soğuk.
Ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar; kolayca koparılabilen meyveleri istifadelerine sunulur.
Yanlarında gümüş kaplar ve billür kaselerle, gümüşî beyazlıkta (billûr gibi) şeffâf kupalarla
dolaşılır ki (Cennet sakinleri bunlara dolduracakları Cennet şarabını Cennet'teki insanların
iştahları) ölçüsünde tavin ve takdir ederler. Onlara orada bir kâseden içirilir ki karışımında
zencefil vardır. (Bu şarap) orada bir pınardandır ki adına Selsebil denir. Cennettekilerin
etrafında öyle ölümsüz genç nedenler dolaşır ki, onları gördüğünde kendilerini etrafa saçılıp
dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün.
Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır.
Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Onlara: "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır,
çalışmalarınız şükre değer" denir. " (el-İnsan, 76/11-22).
Cennet'in tasviri konusunda söylenecek son söz şu kudsî hadis*in ifade ettiği durumdur: Hz.
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Salih kullanım için ben,
Cennet'te hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün
hatırlamadığı bir takım nimetler hazırladım." (et-Tâc, el-Câmiu li'l-Usül, fî ahâdisi'r-Rasul, V,
402).
Başka bir hadislerinde de, Rasûlullah (s.a.s.) Cennet'in gümüş ve âltın kerpiçten yapıldığını,
harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refâh içinde,
üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin
eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını ifade eder (et-Tâc, aynı yer).
Ehl-i Sünnet inancına göre mü'minler Cennet'te Allah'ı görecekler, bu onlar için en büyük nimet
olacaktır. Buna "Rü'yetullah*" denir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de: "O gün Rablerine bakan terü tâze (ışık saçan) yüzler vardır. " (el-Kryame, 75/22-23) buyrulur. Rasûlullah da bir hadislerinde
şöyle buyurur: "Siz gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça)
göreceksiniz. Onu görmekte haksızlığa uğramıyacak, izdihâma düşmeyeceksiniz. " (Buhârî,
Mevâkıt 16, 26). Suheyb (r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.s.): "iyi iş ve güzel amel
işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde (Allah'ı görmek) vardır. " (Yunus, 10/26), ayetini
okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah (c. c.) şöyle
buyuracak: " Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?" Cennetlikler de Şöyle derler:
"Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı?
(o yeter)." Rasûlullah sözlerine devam buyurarak: "Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, Cennetliklere
artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir şey verilmiş olmaz. " (Müslim'in rivayeti,
et-Tâc, V, 423).
Müminlerin Allah'ü Teâlâ'yı Cennet'te görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak olarak
vukû bulacaktır. Bunun keyfiyeti bizce meçhuldür. "Allah bilir" deriz. Kur'an ve Sünnet'te
bildirildiği için kesinlikle böyle inanırız. Ehl-i Sünnet inancına göre, Cennet halen vardır,
yaratılmıştır, hazırlanmıştır. Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade eder: "Rabbinizin mağfiretine ve
eni göklerle yer kadar olan Cennet'e koşun. O Cennet takva sâhipleri için hazırlanmıştır. " (Âli
İmrân, 3/133).
Enes b. Mâlik (r.a.)'den rivayet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle
buyurmuşlardır:
"Demincek Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu. " (Tecrid-i Sarih
Terceme ve Şerhi, II, 483).
Başka bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Cennet bana yaklaştı, (yaklaştı), o kadar ki, eğer
cür'et edeydim salkımlarından bir tânesini (alıp) size getirebilecektim. " (Aynı eser, II, 713).
12+ Yas grubu | CENNET
70
12+ Yas grubu
Bu hadislerden de anlaşılacağı gibi, Cennet yaratılmış olup hâlen mevcuttur.
Cennetlikler: Kur'an ve Sünnet'te ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman
eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler Cennet'e gireceklerdir. Bu kimseler Cennetliktir. Esasen
Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir
huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet'te
gerçekleşir: "Takva sahipleri, elbette Cennet'lerde ve pınarlardadırlar. Girin oraya selâmetle,
emin olarak. Biz, O Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak
tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar
oradan çıkarılacak da değiller. " (el-Hicr, 15/45-48).
Kur'an-ı Kerîm namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara ayıranların, cezahüküm gününe inananların, Allah'ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine
ve emânete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların Cennete gireceklerini bildirmektedir.
(el-Meâric, 70/23, 24, 25, 26, 27, 29, 33). Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın rızasını dileyerek sabredenlere
(er-Ra'd, 13/20, 21, 22, 23); şükredenlere (el-Ahkâf, 35/15-16) yürekten tövbe edenlere (etTahrim, 66/8); Allah yolunda canını feda eden şehitler (el-Bakara, 2/154) ve Allah'a yönelmiş bir
kalble idealize olmuş müslümanlara "Allah'ın ölçüsünde Allah'a yönelenlere" (Kaf, 50/31-34)
içinde ebedî kalınacak Cennet'e girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir.
Cennetliklerin hallerini dile getiren Kur'an ayetlerinden bazılarında şöyle buyrulur:
"İman edip sâlih amel işleyen kimseleri, Rableri, imanları sebebiyle, ağaçları altından ırmaklar
akan, nimeti bol Cennetler'e hidâyet buyurur. Bunların, Cennet'te duâları: Allah'ım, seni tesbih
ve tenzih ederiz. sözüdür ve aralarındaki dilekleri de hep selâmdır. Duâlarının sonu ise; "Bütün
hamdler, âlemlerin Rabbine mahsustur." gerçeğidir" (Yunus, 10/9-10).
"Kim de O'na bir mümin olarak sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek
dereceler var. "
" Adn Cennetleri vardır ki, (ağaçları) altından nehirler akar, orada ebedî kalacaklar. İşte böyle
Cennetler' de ebedî kalış, küfür ve isyandan temizlenenlerin mükâfatıdır" (Tâhâ, 20/75-76).
"İmran b. Husayn (r.a.)'dan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) Cennet ehlinin çoğunun
fakirler olduğunu ifade buyurmuşlardır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 40). Hadis yorumcuları
bunu şöyle açıklarlar. Bir çok kötülükleri insana mal işletir. Çoğu insan mal yüzünden azar.
Onun için maldan mahrum fakirler çoğunluğu oluşturduğundan bunların Cennet ehlinin
çoğunluğunu teşkil etmesi de olağandır.
Cennet'e ilk giren bir cemâatin yüzleri ayın ondördüncü gecesindeki gibi berraktır. Onlardan
sonra girenler de en keskin ışık yayan yıldızlar gibidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmetinden
yetmiş bin, yahut yediyüz bin kişi hesap ve ikap görmeksizin ilk olarak Cennet'e girecektir.
(Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 41-43).
Hadislerden öğrendiğimize göre (Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, 845). Cennete en son girecek
kimseye, bu dünya kadar, bu dünyanın on misli kadar Cennet verilecektir. Çeşitli rivayetlerle
sabittir ki, son sözü Kelimei Tevhîd olan kimsenin mükâfatı Cennet'tir (Tecrid-i Sarih
Tercemesi, IV, 264-275). Bu durumu hadisçiler şöyle yorumlarlar: Lâ ilâhe illallah, Cennet'in
anahtarıdır, ancak bu anahtarın dişleri vardır, onlarda ilâhi emirlere bağlı olmak itaat ve ibadet
etmektir. Bir de "Lâ ilâhe illallah" demekle, birinin müslümanlığına hükmedilmez,
"Muhammedün Rasûlullah" (Muhammed Allah'ın peygamberidir) sözünü de eklemesi gerekir.
Hatta İslâm dininden başka bütün dinlerden uzak olması icab eder. Bu inançta olan kimse, ehl-i
kebâir (büyük günah işleyen) de olsa, günahı kadar Cehennem'de ceza gördükten sonra
Cennet'e girecektir. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a.)'ın Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği şu
hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:
12+ Yas grubu | CENNET
71
12+ Yas grubu
"-Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed
(s.a.s.)'in, Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem'i haram
etmiş olmasın (herhalde harâm eder)" (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IV 271).
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat inancına göre, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen ve
bunun gereğince iman edip salih amel işleyen her kimse Allah'ın izniyle mutlaka Cennet'e
girecektir. Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs. hallerden uzak olarak
yaşayacaklardır.
Cennet Tabakaları: İbn Abbâs (r.a.)'dan gelen bir rivayette, Cennetin yedi tabakası olduğu haber
verilmektedir. Bunlar, Firdevs, Adn Cennet'i, Nâim Cennet'i, Daru'l-Huld, Me'va Cennet'i, Daru'sSelâm ve İlliyyûn'dur. Bu tabakalardan her birinde, müminlerin yaptıkları iyi işler karşılığında
girecekleri veya yükselecekleri derece veya mertebeler vardır (el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl,
Beyrut (t.y.), I, 119). Bunlar:
1-Cennetü'n-Nâim: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl... " (Şuârâ, 26/85) Ayrıca (bk. elMâide, 5/65; et-Tevbe, 9/21; Yunus, 10/9).
2-Cennetü'l-Adn: "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar
mahlûkatın en hayırlısıdırlar. Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların
altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da
ondan razı olmuşlardır. Bu Rabb'inden korkanlar içindir. " (Beyyine, 98/8, Ayrıca bk. et-Tevbe,
9/72; er-Ra'd, 13/23; en-Nahl, 16/31)
3-Cennetü'l-Firdevs: "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs
Cennetleri. vardır " (el-Kehf,18/107 ve el-Mü'minun, 23/11).
4-Cennetü'l-Me'vâ: "İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır.
" (Secde, 32/19 ve En-Necm, 53/15).
5-Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir
yola hidâyet buyurur. " (Yunus, 10/25 ve el-En'âm, 6/127).
6-Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu." (Fâtır, 35/35).
Her ne kadar İbn Abbâs Cennet'in tabakalarını yedi ile sınırlandırmışsa da, ayetlerden
anlaşıldığına göre, Cennet'in bir çok tabakası vardır. Burada İbn Abbâs'ın haber verdiği ve
ayetlerde adları geçen Cennet tabakaları, Cennet'in en yüksek tabakalarıdır. Çünkü bu
tabakalarda da bir çok tabaka vardır. Nitekim Allah Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs
Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna delildir. Ayrıca Ümmü Hârise Hadisinde
bu gerçek Hz. Peygamberin dilinden ifade olunmuştur. Ümmü Harise Bedir'de şehit olan
çocuğu hakkında Hz. Peygamber'den bilgi almak üzere gelmiş ve ona Rasûlullah bir çok
Cennet olduğunu belirterek, çocuğunun da "Firdevs-i Â'lâ'da" olduğunu söylemek suretiyle
teselli etmiştir (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, İstanbul (t.y.), V,
4033).
Nitekim Müslim'in Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet ettiği hadiste de, Allah yolunda cihat edenlerin,
cihatları sebebiyle Cennet'te yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök
arasındaki mesâfe kadar olduğu, Hz. Peygamber tarafından haber verilmektedir (Müslim, İmâre,
116). Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür. Bu dereceleri
zahiriyle anlamak mümkündür. Gerçekten söz konusu derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere,
birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir. Buna karşılık, yükseklikten
kasdın, Cennet'teki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile
gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması
muhtemeldir. Zira Allah Teâlâ'nın mücâhide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok
farklıdır, birbirinden üstündür. Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları
uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir. Fakat el-Kadî Iyad (544/1149) birinci
görüşü tercih etmiştir (en-Nevevi, Şerhu Müslim, Kahire (t.y.), XIII. 28).
12+ Yas grubu | CENNET
72
12+ Yas grubu
Yine Buhârî'nin bir rivayetinde Hz. Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için
Cennet'te yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi
olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla "Allah'dan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyin...
Çünkü Firdevs, Cennet'in ortası ve Cennet'in en yükseğidir (...). Firdevs'ten Cennet nehirleri
doğar" buyurmaktadır. (Buhârî, Cihad 4)
Aynî, "Firdevs, Cennetin ortasıdır (vasatıdır)." cümlesini, Cennet'in en iyi yeri veya üstünü
(efdali) olarak yorumlar ve bu görüşüne "Böylece sizi en hayırlı bir ümmet kıldık" (el-Bakara,
2/143) ayetinde geçen "vesetan" kelimesini delil getirir (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî fî Şerhi Sahihi'lBuhârî, İstanbul 1309, VI, 539). Çeşitli rivayetlerde Firdevs Cenneti'nin güzellikleri dile
getirilmiştir. Diğer taraftan hadiste söz konusu edilen Cennet dereceleri arasındaki mesafelerin
çeşitli rivayetlere göre "yüz senelik mesafe", "Beş yüz senelik mesafe" şeklinde değiştiğine
işaret edelim (el-Aynî, aynı yer).
Bütün bu ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet'in birçok tabakası olduğu
anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha
efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir. Firdevs Cenneti mertebece en yüksek olan
Cennet tabakasıdır. (Ayrıca bkz. et-Taberi, Tefsir, Mısır 1954, XVI. 37-8)
Durak PUSMAZ
12+ Yas grubu | CENNET
73
12+ Yas grubu
CEHENNEM
Derin kuyu, ahirette kâfir ve günahkâr kimselerin azap Cekecekleri ceza yeri. Kur'an-ı Kerîm'de
inanan ve güzel amel işleyen kimselere Cennet* vadedildiği gibi (el-Kehf 18/107); kâfir ve
günahkâr kimselere de Cehennem vâdedilmiştir. Kâfir, münâfık ve müşrikler Cehennem'de
ebedî kalırlar, orada ölmezler ve azabları hafifletilmez. Tövbe etmeden günahkâr olarak ölen ve
Allah'ın kendilerini affetmediği mü'minler ise Cehennem'de ebedî kalmazlar. Kendilerine
günahları kadar azap edilir. Sonra oradan kurtulup Cennet'e girerler ve orada ebedî kalırlar.
(Alâuddin Âbidîn, el-Hediyetü'l-Alâiyye, 468).
Allah Cehennem'i diğer yaratıklardan önce yaratmıştır ve şu anda mevcuttur, yok olmayacaktır.
Nitekim şu ayet bu durumu gayet açık ifade eder:
"Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odun (kâfir) insanlarla taşlardır. O (ateş) kâfirler
için hazırlanmıştır. " (el-Bakara, 2/24) "Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun. " (Âli İmrân,
3/131).
Enes b. Mâlik'ten rivâyet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle
buyurmuşlardır: "Demin Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu. " (Tecrid-i
Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483).
Ateş, insan cismine çok büyük acı ve ızdırap verdiği için ahirette kâfir ve münâfıkların cezası
ateşle verilecektir. Böylelikle Cehennem, Allah'nı tutuşturulmuş ateşinin ismidir (Râğıb elİsfahani, el-Müfredat, I02).
İşte Cehennem'in en açık vasfı ateş olduğu için bazen, Cehennem yerine ateş manasına "nâr"
kullanılır: "Şüplıesiz ki münâfıklar nâr (Cehenneın)'ın en aşağı tabakasındadırlar. " (en-Nisâ,
4/145).
Kur'an-ı Kerîm'de Cehennem'in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir.
"Cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. " (elHicr, 15/44). Bu ayet iki şekilde tefsîr edilmiştir:
a- Cehenneme girecekler çok olduğu için;
b- Cezalandırma azgınlığın çeşit ve derecelerine göre olacağı için Cehennem'in yedi kapısı veya
tabakası vardır. Bu kapı veya tabakalar şunlardır:
1- Cehennem; yukarıda söz konusu edildiği şekilde Kur'an-ı Kerîm'in yetmişyedi ayetinde
geçmektedir.
2- Lâzâ (alevli ateş): "Hayrı' (Allah onu azabdan kurtarmaz) Çünkü o Cehenneın alevli bir
ateştir" (el-Meâric, 70/15).
3- Saîr (pılgın ateş): "O şeytanlara (ahirette) çılgın ateş azabı hazırladık. " (el-Mülk, 67/5). Ayrıca
on beş ayette daha bu isimle geçmektedir. (22/4; 31/21; 34/12 vs.)
4- Sakar (kırmızı ateş): "Hem ey Rasûlüm bilir misin, nedir o sakar (Cehennem). " (el-Müddessir,
14/27)
5- Hâviye (uçurum): "O, kızgın bir ateştir " (el-Kâria, 101/9-11).
6-Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı): "Şüphesiz o, Hutame ye (ateşe) atılacaktır." (Hümeze,
104/4).
12+ Yas grubu | CEHENNEM
74
12+ Yas grubu
7- Cahim (yanan kızgın ateş):
"Küfredenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cahim'in yarânıdırlar. " (el-Mâide,
5/10).
Cehennem'de görülecek azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü'nün bizlere
bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz. Kur'an-ı Kerîm'de belirtildiğine göre;
a- Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatır: "Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre
kuşatacaktır. " (el-Tevbe, 9/49).
b- Cehennem ateşi sönmez: "Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun, körler, dilsizler ve
sağırlar olarak haşrederiz. Varacakları yer Cehennem'dir. Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz
tutsa hemen alevini artırırz. " (İsrâ, 17/97).
c- Cehennem dolmak bilmez: "O,gün Cehennem'e: "doldun mu?"deriz. O! " Daha var mı?" der.
" (Kaf, 50/30).
d- Kaynarken çıkardığı ses: "Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır. Ne kötü
bir dönüştür. Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Nerede ise
öfkesinden çatlayacak gibi olur. İçine her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara: "size bir
uyarıcı gelmemiş miydi" diye sorarlar. Onlar evet, doğrusu bize bir uyarırı geldi; fakat biz
yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz, demiştik "
derler. " (el-Mülk, 67/6-9).
e- "Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır. " (el-Mü'minün, 23/104).
f- "Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar. " (elMü'min, 40/70-72).
g- İnkâr edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir-. Başlarına kaynar su dökülür de bununla
karınlarındakiler ve derileri eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Orada uğradıkları gamdan ne
zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler. Ve kendilerine "yakıcı azabı
tadın"denir. (el-Hâcc, 22/19-22).
h- Derileri yandıkça azabı tatmaları için yeniden başka derilerle değiştirilir. (en-Nisâ, 4/56).
i- Ölümü isterler fakat azabları devamlıdır, ölmezler. (bk. 43/74-77; 35/36).
Hz. Peygamber'in ifadesine göre:
"Cehennem ateşi (miktarca ve sayıca) dünya ateşleri üzerine altmış dokuz derece fazla
kılınmıştır. Bunlardan her birinin harareti bütün dünya ateşinin harareti gibidir. " (Tecrîd-i Sârih
Tercüme ve Şerhi, IX, 50).
Kur'an-ı Kerîm, Cehennem ehlinin çekeceği azap ve yiyecekleri hakkında da bir takım tasvir ve
izahlarda bulunur: "(Nasıl) ağırlanmak için bu (nimet) mi hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Biz
onu zalimler için bir fitne (sınama vesilesi veya azap) kıldık. O, Cehennem'in dibinde çıkan bir
ağaçtır. Tomurcukları şeytanların başları gibidir. Onlar ondan yiyecekler ve karınlarını onunla
dolduracaklar. Sonra onların, bunun üzerine kaynar su karıştırılmış bir içkileri vardır. (Yedikleri
zakkum, boğazlarını yakar) Yanan boğazlarını dindirmek için içecek bir şey ararlar. Ama kaynar
su katılmış kusuntu ve irinden başka içecek bulamazlar." (Sâffat, 37/62/67). "O ayetlerimizi
inkâr edenleri yakında bir ateşe sokacağız, (öyle ki) derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara
başka deriler vereceğiz! Şüphesiz Allah daima üstün ve hikmet sahibidir." (en-Nisâ, 4/56).
Cezalar, işlenen suçlar cinsinden olacaktır. Dilleriyle suç işleyenlerin cezaları dillerine; elleriyle
günah işleyenlerin cezaları ellerine vs. tatbik edilecektir.
12+ Yas grubu | CEHENNEM
75
12+ Yas grubu
Cehennem'in yakacağı hakkında da Kur'an'da bilgi verilmekte ve şöyle denilmektedir: "Ey
inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır. " (etTahrîm, 66/6).
Kur'an'da Cennet ehli ile Cehennem ehli arasında konuşmalar yapılacağı da belirtilerek bu
konuşmalardan nakiller yapılmaktadır: "O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sür'atle
Cennet'e girmekte olan) müminlere derler ki: "(Ne olur) bize bakın da sizin nurunuzdan alalım."
Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir (Kendileriyle alay eden bu ses, onlara diyor ki:
Arkada kalan dünyaya dönün nur orada aranır. Nurun kaynağı, dünyada yapılan işlerdir. Böyle
denilir ve müminlerle münafıkların) aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır.
Dış yönünde de azap. (Münafıklar), onlara seslenirler: "Biz de sizinle beraber değil miydik"
Müminler derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz. (İnananların başlarına
felaket gelmesini) gözlediniz. Şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı. Allah'ın emri (olan ölüm)
gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz). O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldattı. " (elHadîd, 57/13-14). Başka bir yerde de şöyle anlatılır:
"Cennet halkı, ateş halkına seslendi: Rabbimiz'in bize vadettiğini biz gerçek bulduk. Siz de
Rabbiniz'in size vadettiğini gerçek buldunuz mu? (Onlar da): Evet dediler ve aralarında bir
ünleyici: Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye ünledi." (el-Â 'raf, 7/44-45).
İnsanın eğitimi ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından Cennet ve Cehennem inancının
dünya hayatına etkileri açıktır. Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını, bulacağını ve
Cehennem'deki cezânın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme
ihtiyacını duyacaktır.
M. Sait ŞİMŞEK
12+ Yas grubu | CEHENNEM
76
12+ Yas grubu
KAZA-KADER
Müslümanlar arasında ve Kelâm ilmi litaratüründe bu terim, genellikle
"Kaza ve Kader" şeklinde geçer. Bu iki kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir. Bazı
hadislerde, "Kadere İman", Hayrı ile Şerri ile kadere iman" diye geçmekte ise de çok de fa bir
arada kullanılmaktadır. Ancak genellikle Eş'arîler "Kaza ve Kader", Mâturidîler ise "Kader ve
Kaza" diye zikrederler. Bu kullanış, Kur'ân-ı Kerimde bir çok âyetlerde, ayrı yerlerde ve farklı
anlamlarda geçen "kaza" ve "kader" kelimelerine verilen değişik anlamlardan ileri gelmektedir.
Önemli olan; bu manaları iyi anlamak ve herşeyin Allahu Teâlâ'nın ezelde takdir ve tayin ettiği
kaderine, yani ilahi ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine kesinlikle iman
etmektir. Çünkü İslâm inançlarına göre her şeyin "takdir'i ilahi" ile yani "ilâhî kadere" uygun
olarak yeri ve zamanı geldiğine, yani yaratıldığına inanmak şarttır. Ancak kader konusu kelâm
âlimleri ve İslâm düşünürleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebeb olan,
anlaşılması ve çözümü çok zor bir mesele, hatta bazılarınca "İlâhî bir sır" olarak kabul
edilmektedir. Gerçek şudur ki; Selefiyye, Muhaddisler ve Ehl-i Sünnet Kelamcılarının ortak
görüşüne göre, Allahu Teâlâ'ya ve onun, ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman, "kaza ve
kadere iman" etmeyi de gerektirir. Çünkü lugat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı
gibi, "kader" Hak Teâlâ'nın "İlim" ve "İrade" sıfatlarına, "kaza" da "Kudret" ve "Tekvin" sıfatına
dayanır. Yani bu sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve gereğidir. Bu esasa dayanılarak ve İslâm
inançları arasındaki önemli yeri dikkate alınarak, bir de, peygamberimiz (s.a.s)'in meşhur "Cibril
Hadisi" de, nakli delil sayılarak "Kaza ve Kadere İman" ayrıca belirtilmiş ve "İman Esasları"
arasında altıncı esas kabul edilmiştir. Nitekim bazı sahih ve meşhur hadislerle beraber (Buharî,
el-kader; Müslim, el-iman) bir çok âyet-i kerimede her şeyi ilâhî takdire, tabi olduğu ve Allah'u
Teâlâ'nın Kudretinin ve hükmünün (kazasının) bir gereği olarak yaratıldığına işaret olunmuştur.
Kaza ve kader kelimelerinin lugat ve Kur'an âyetlerinde geçen değişik anlamları ile, Mâturîdilere
ve Eş'arîlere göre terim manaları şöyle açıklanabilir:
"Ka-de-re" kökünden gelen kader; lugatta; "ölçü, ölçme, miktar, bir şeyi ölçerek belirli bir
ölçüye göre yapmak, onu takdir ederek tayin ve tahsis etmek", anlamlarına gelir. Rağıb elİsfehanî'ye göre "kader ve takdir" bir şeyin miktarını ve sınırını bildirir (el-Müfredad, s.403).
Yani Kader; her hangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür. Nitekim her şey
"ilâhî bir ölçü"ye bağlı olarak ezelde takdir ve tayin edilmiştir. Mesela: buğday tohumu veya
hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdir ve tayin edilmiştir ki
birincisinden yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez. Her
nebatın her ağacın veya hayvanın tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün
varlıkların ilâhî hikmete göre yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan "İlâhî bir ölçü,
İlâhî bir kanun" dur.
Kader kelimesi Kur'an-ı Kerim'de "masdar" ve "fiil" olarak geçmektedir. "Şüphesiz biz, her
şeyi(n mahiyetini) belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdire) göre yarattık" (el-Kamer, 54/49)
âyetinde mastar; "...(Allah) herşeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizam vererek onun
kaderini takdir ve tayin etmiştir" (el-Furkan, 25/2). Yani, yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini,
yerini ve zamanını Hak veya batıl, hayır veya şer, sevap veya ikab olacağını ezelde tayin ve
tespit etmiştir anlamını ihtiva eden âyette de fiil olarak kullanılmıştır.
"Kaza" kelimesine gelince: lugatta; "bir şeyi sonuna getirerek hükme bağlamak", yani onun
sözle veya hareketle tamamlanması, "fiillerin zamanında yaratılması"dır.
Bu kelime Kur'an'ı Kerim'de "mastar" olarak değil, "fiil", "fâil" ve "Mef'ul" olarak kullanılmıştır
(Fussilet 41/2, Taha, 20/72 Meryem, 19/21). Yerine ve manaya göre; "emir, hüküm, ilan, beyan"
ve özellikle "yaratma" manalarına gelir. "Rabb'in, yalnız kendisine ibadet etmenizi "kaza
etti"emretti (öyle hükmetti)"(el-İsra, 17/23). Kaza kelimesi "emir ve hüküm" manasınadır. Emir
ve hüküm ise, bir şeyi "sözle tamamlamak" tır. "Bunun üzerine onları (Allah c.c) yedi gök olmak
üzere iki günde yaratır (kaza etti) " (Fussilet,41/12) âyetinde de kaza, yaratmak (halk etmek)
anlamına kullanılmıştır. Bu âyette geçen "Kadâhunne" kelimesi, Allahu Teâlâ'nın onları ezeli
olan ilmi ve sonsuz hikmeti ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Kaza kelimesi özet olarak;
"herhangi bir şeyi sona erdirip varlığını tamamlamak" anlamına ise de, bu mana, yerine göre
12+ Yas grubu | KAZA-KADER
77
12+ Yas grubu
bazen değişebilmektedir (fazla bilgi için bk. Abdul Kerim el-Hatip, el-Kadâ ve'!-Kader, s.147151).
Kaza ve Kader'in ıstılah manaları itikatta "Ehl-i Sünnet" mezhepleri olarak tanınan Eş'arî ve
Mâturîdî âlimlerine göre birbirinden farklı ve değişiktir.
Maturidîlere göre kader; "Allah Teâlâ'nın, ezelden ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak
şeylerin zamanını, mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o mahiyyet ve
şekilde takdir ve tahdid etmesidir. "Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ'nın "İlim" ve "İrade"
sıfatlarına bağlı olup, bu ilahi sıfatlara ve taalluklarına iman, kadere imanı da gerektirmektedir.
Maturîdîlere göre kaza ise; "Allahu Teâlâ'nın ezelde irade ve takdir etmiş olduğu şeyleri, zamanı
gelince, ilim, irade ve ezeldeki takdirlerine uygun olarak yaratması" demektir. Bu bakımdan
kaza, maturîdîlere göre ayrı bir kemal sıfatı olan "Tekvin" sıfatına tabi olup onun ilgi alanına
girer.
Bu tariflere göre kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü kader,
bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir,
aynen uygulamaktır. Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete dayanarak yapar. Kadere böyle
inanılması gerekir.
Eş'arilere göre kaza, hüküm manasına olup, "Allahu Teâlâ'nın bu kâinatta meydana gelecek
şeylerin hepsini nasıl, ne zaman, hangi şekil ve özelliklerde olacaklarsa, ezelde öylece bilmiş ve
ezeli ilmine uygun olarak dilemiş olmasıdır."
Kader ise; "Hak Teâlâ'nın her şeyi vakti gelince ezelî ilmine uygun olarak irade ettiği (dilediği)
şekil ve vasıfta yaratmasıdır."
Eş'arilerin bu tariflerine göre kaza, kaderden daha genel ve şumüllü olup, Allah (c.c)'ın ilim ve
irade sıfatlarına; kader ise, kudret sıfatına tabi olup, bu sıfatın hadis olan ikinci taallukunun
eseridir. Çünkü Eş'arîlere göre Hak Teâlâ'nın "Tekvin" diye ayrı bir sıfatı bulunmamaktadır.
Madurîdîlere göre durum aksine olup, kader, kazadan daha şumüllü ve geneldir. Ayrıca,
Maturîdîlerce yapılan tarifler "Kaza ve Kader" kelimelerinin lugat manalarına daha uygundur.
Özel olarak bilinmesi ve inanılması gereken husus; bu âlemde var veya yok olan her şey, Allah
Teâlâ'nın kaza ve kaderi iledir. Her şey bu ilâhî irade, ezeli ilim ve mutlak kudrete uygun olarak
var veya yok olur. Yani kâinattaki her şey bu ilahi kanuna tabidir. Her şeyde ve her yerde kader,
yani onu vücuda getiren vasıf ve ölçüler ile belirli sebepler mevcuttur. Bunlar ezelî olan Allah'ın
ilmine ve iradesine bağlıdır. Bu sebeplerin birleşme veya ayrılmasından ortaya çıkan olay ve
eşya ise, kazadır, kaza-i ilahî'nin tecellileridir. Hak Teâlâ'nın kader ve kazasında ilahi hikmetler
vardır. Çünkü Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete göre yaratır. Bu esasa göre Hak Teâlâ
kâinattaki her şeyi tespit ettiği ilahi plana ve yüce nizama göre yönetmektedir. O halde kainatta
meydana gelen maddi-manevi her çeşit varlıklar ve olaylar, gayesiz olarak rastgele ortaya
çıkmamaktadır. Belki her şey, Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmi, mutlak iradesi ve sonsuz kudreti ile
ilâhî ölçüye plan ve nizama uygun olarak yaratılmaktadır.
"Fâil-i Muhtar" olan Allah (c.c) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların vasıf
ve özelliklerini, yerini ve zamanını takdir ve tespit ederek "Levh-i Mahfuz"a yazmıştır. Bu
gerçeklere şu âyetler delâlet etmektedir. "(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde
herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu Bizim onu yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış)
olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır" (el-Hadid, 57/22). "De ki; Allah'ın bizim için
yazdığından başka bir şey bize isabet etmez" (et-Tevbe 9/51). Allah'ın kazası "Levh-i Mahfuz"
da yazılı olan kaderine daima uygun olarak tecelli eder. Kadere halk arasında "alın yazısı" da
denmektedir. Bilinmeyen alın yazısı bilerek veya kayıtsız olarak veya unutarak yapılan
günahları mazur göstermez, insanın iradesini etkisiz hale getirmez ve onu sorumluluktan
kurtarmaz. Kaza ve kaderin birbirine aykırı düşmesi imkansızdır. Aksi halde kâinatın mizan ve
düzeni bozulur, varlıklar âlemi devam edemezdi. Çünkü bu muazzam kâinat yer ve göklerdeki
canlı cansız varlıklar, ilahî bir plan ve kanun olmadan varlığını koruyamaz.
12+ Yas grubu | KAZA-KADER
78
12+ Yas grubu
Kaza ve Kader, İman Esaslarından mıdır?
Ehl-i Sünnet'e göre; "kaza ve kadere iman", iman esaslarındandır. Yukarıda kısaca işaret
olunduğu üzere, Ehl-i Sünnet'e göre Allahu Teâlâ'ya ve O'nun mukaddes sıfatlarına iman
etmek, "kaza ve kadere" imanı da gerektirir. Çünkü kader, Hak Teâlâ'nın "ilim" ve "irade"
sıfatlarının, kaza da "kudret" veya "tekvin" sıfatının birer gereğidir. Yani, "kaza ve kader
akidesi" Allah'a ve O'nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmenin zorunlu bir
neticesidir. Kadere imanı inkâr etmek, zâtullaha sâbit olan zâtî ve subûtî sıfatları inkâr etmek
demektir. Bu yüzden önemi dikkate alınarak, kaza ve kadere iman İslâm'da iman esaslarından
sayılmış ve altıncı esas olarak
"Müslüman'ın Âmentüsü"nde yer almıştır. Nitekim Buhâri ve Müslim'in Sahihler'inde zikredilen
(bk. Kitâbu'l İman, Kitâbu'l-Kader) Hz. Ömer (r.a)'in Rasûlullah (s.a.s)'den naklettiği meşhur
"Cibril Hadisi"nde, "Kadere iman" iman esasları arasında, aynen tasrih edilmiştir. Rivayete
göre; bir gün Peygamber (s.a.s) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen Cebrâil
(a.s), "İman, İslâm ve İhsan"ın manasını Peygamber (s.a.s)'e sormuş ve her sualin sonunda,
(Sadakte) diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir. "İman nedir?" sorusuna Rasulullah (s.a.s):
"İman; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmaktır (ayrıca)
hayrı ve şerri ile kadere iman etmektir" buyurmuşlardır.
"Bu konudaki hadisler 'ahad hadislerdir', sahih ve meşhur da olsa zannı ifade eder. Zannî
deliller akaid ve iman konularında delil olarak kullanılamaz" denilemez. Çünkü bu hadislerin
delâlet ettiği mana kesinlik ifade eden âyetlerle te'kid edilmiştir. Bu durumda zannî deliller de
kesinleşir. Yukarıda bazıları zikredilen bir çok âyeti kerimelerde her şeyin ilâhî takdire tabi
olduğu ve Allah'ın kazası (emir hüküm ve yaratma) ile meydana geldiğine işaret buyrulmuştur
(Âlu İmran, 3/47, en-Nisâ, 4/78, 143, e!Mâide, 5/77, el-En'am, 6/86-88, et-Tevbe, 9/51, el-Hicr,
15/60, el-İsrâ, 17/29, Tâhâ, 20/72, Sebe, 34/18, Meryem, 19/21, Fussilet, 41/12, el-Kamer, 54/49,
el-Hadid, 57/22). Bu bakımdan, "kaza ve kadere iman", iman esaslarını birarada zikreden (elBakara, 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) gibi âyetlerde ayrıca sayılmamıştır. Peygamberimiz (s.a.s)'in
vefatından bir müddet önce "kader meselesi" ve "hayır ve şer" etrafında yapılan bazı
tartışmalar üzerine; "Kadere, hayrın da, şerrin de Allahu Teâlâ'nın takdiri ve yaratması ile
olduğuna" inanmanın "iman esaslarından olduğu, Peygamberimiz (s.a.s) tarafından beyan
edilmiştir. Kendi aklı ve şahsi kanaati ile değil, daima ilâhî vahiyle dini hüküm ve esasları
ümmetine aynen tebliğ eden Rasûlullah (en-Necm, 53/3-4) Cibril hadisiyle bildirdiği iman
esasları, zamanla tevatür derecesine ulaştığını ehl-i sünnet imamları bu gerçeği ittifakla kabul
etmiş ve bu hususu eserlerinde zikretmişlerdir (Bu konuda geniş bilgi için bk. Faruk Ahmed edDerühi: El-Kada ve'l-Kader Fi'l-İslam, Beyrut 1986, III, s. 5-6; Ali Arslan Aydın: İslam da İman ve
Esasları, İstanbul 1982, s.394-397; Abdülkerim el-Hatib-el-Kadâ ve'I-Kader, Kahire 1961, s.225227). Kaza ve kaderin, kulun iradesi ve ihtiyarî fiilleri ile ilgisine kaza ve kadere iman
konusunun meşhur bir kelâm meselesi olan "halk'ı ef'âl-i ibâd", yani "insanların ihtiyârî
fiillerinin yaratılması", ile ilgisi, kısacası; "İnsanın irâdî fiilleri Kesb ve yaratma problemi- gibi
hususlara gelince Ehl-i sünnet akaid imamları Eş'ari ve Maturidi bu konuları geniş bir şekilde
açıklamışlardır:
İnsan İradesi-İhtiyârî Fiilleri ve Sorumluluk
Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu ve şereflisidir. Çünkü, bu âlemdeki canlı
cansız varlıkların hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. Bu bakımdan insan, Rabb'ini
bilmek ve O'na ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için de
yaratılmıştır. Bu sebeple "Allahu Teâlâ, insana her türlü güzel vasıflar, yanında onu diğer
varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi değerler vermiştir.
O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı bir çok işleri yapmak, yeni yeni
şeyler keşfedip kesb etmek kudretine sahiptir. İnsana bu sınırlı kudreti ve cüzî iradeyi veren;
gücü her şeye yeten mutlak kudret, kulli irade ve sonsuz kemal sahibi olan Allah Teâlâ'dır.
Fakat insana verilen bu sıfatların hiç biri tam ve mutlak değildir. Allah'ın kemâl sıfatlarına
nazaran çok eksik ve sınırlıdır. Bu sebeple insan, iradesini, fıtrî yeteneklerini ve diğer sıfatlarını
kullanırken, belirli ölçülere, kayıtlara ve ilâhî kanunlara tabidir. Fakat bu kayıtlara ve bazı
engellere rağmen insan, cüz'î iradesini kendi sınırları içinde kullanmakta ve dilediği tarafa
yöneltmekte serbesttir. Gerçek şudur ki insan, belirli ölçüler ve sınırlar içinde hareket edebilen
12+ Yas grubu | KAZA-KADER
79
12+ Yas grubu
hür bir varlıktır. O halde insanın kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı, isteyip kesbettiği (elde ettiği)
işler vardır ve yaptığı bu işlerden elbette sorumludur. Yapmakla mükellef olduğu iyi ve güzel
işler karşılığında mükafaat alacak, yapmaması gerekenler karşılığında da ceza görecektir.,
Çünkü insan, kendi irade ve isteğiyle iyi veya kötü belirli bir işi yapmaya karar vermiş ve o
kararını uygulamaya koymaya girişmiş olmakla, o işin sorumluluğunu yüklenmiştir. İşte
insanlar, sahip oldukları bu irade ve ihtiyarları (seçme melekelerine sahip olmalarından dolayı
mükellef ve yaptıkları işlerden sorumludurlar. Bu teklif esasına göre dinen sevaba layık veya
cezaya müstehak olurlar. Aksi halde insanlar mükellef ve yaptıkları işlerden sorumlu olmazlar.
Teklif ve sorumluluk, sevap ve ikab (ceza) esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilahî dinlerin
esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, şayet insanlar yaptıkları her işi mecburi ve zorunlu olarak yapar diye düşünürse,
cebir (zorlama) lazım gelir ve insan iradesi inkâr edilmiş olur. Yani insanların yaptıkları hiç bir
işte irade ve ihtiyarları olmaz, buna rağmen o işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki bu, ilahi
adalete aykırı düşer. Bu sonuç ise batıldır.
O halde, karşımıza, birbiriyle zor bağdaşan iki dini esas çıkıyor:
Birincisi; "Allah (c.c) her şeyin halîkı (yaratıcısı) dır" (ez.-Zümer, 39/62) âyetine uyarak, Hak
Teâlâ'nın yegane yaratıcı olduğuna, yaratıcılıkta hiç bir ortağı bulunmadığına ve kulun ihtiyari
fiillerini de yaratanın Allah olduğuna iman etmektir.
İkincisi de; kul, kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı (zorunlu olmayan) İhtiyari Fiillerinden
sorumludur. Yani Allah'ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Bu, teklif
ve sorumluluğun esası olup, dinde sevap ve ikabın kaynağıdır. Bu esas, bizi "insanın sorumlu
olması için, fiilini icad etmesi gerekir" sonucuna götürebilir. Bu sonuç ise, birinci esasa aykırı
düşer.
İşte, inanılması gereken bu iki esas arasında görülen çelişkiyi kaldırmanın zorluğu, insan aklını
tereddüde ve fikir ayrılıklarına sevketmiş ve bu konuda Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin
doğmasına neden olmuştur. O halde ihtilafın ana sebebi; insanların "ef'âli ihtiyariye" diye
anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptıkları "fiilleri yaratmak" Allah Teâlâ'nın fiillerinden midir?
Yani bu irâdı fiillerin yaratıcısı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o fiili bizzat işleyen kul mudur?
meselesidir. Bu konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmıştır:
1-Mutlak cebir düşüncesine dayanan "Cebriyye" mezhebi öncüsü Cehm b. Safvan olduğundan
"Cehmiyye" adıyla da anılır.
2-Mutlak ihtiyar fikrine dayanan Kaderiyye ve "Cumhuru Mu'tezile" mezhebi.
3-Cebr ve ihtiyar arasında görülen "Mâturîdiyye" mezhebi.
4-"Cebr-i Mutavassıt" olduğu iddia edilen "Eş'ariyye" mezhebidir.
İlk iki mezhep, insan iradesi üzerinde aşırı giden ve birbirinin zıddı olan "mutlak cebir" ve
"mutlak ihtiyar" fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefrite kayan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl
mezheplerdir.
Son iki mezhep ise, ifrat ve tefrite sapmayan hak mezheplerdir. Her ikisi de, Ehl-i Sünnet
görüşünü temsil ederler.
Cebriyye; insanın irâdî fiilleri üzerindeki kudret irade ve ihtiyarını tamamen inkâr ederek, kulun
daima mecbur ve muzdar olduğunu, yaptığı işlerde hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor. Böylece
"teklif ve sorumluluk" esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor. Onu âdeta cansız bir
varlık seviyesine indiriyor. İslâm'ın ana prensipleriyle bağdaşmayan bu çarpık görüş,
müslümanlar arasında rağbet görmemiş ve kısa zaman sonra ortadan kalkmıştır.
12+ Yas grubu | KAZA-KADER
80
12+ Yas grubu
Kaderiyye ve Mu'tezilenin büyük çoğunluğu; Cebriyye'nin mutlak cebir fikrinin tam aksini
savunacak, insanı "hâlikiyet" yani yaratıcı derecesine çıkarıyor ve "kul, yaptığı ihtiyârî fiillerin
yaratıcısıdır" diyorlar. Böylece Allahu Teâlâ'ya, bir çeşit şirk koşma gibi tevhid akidesine aykırı
bir duruma düşüyorlar.
Yaratma ve Kesb Teorisi
İslâm nazarında insan, yaratılanların en şereflisi ise de, her yaratık gibi noksan ve sınırlıdır.
Çünkü mutlak kemal Allah'a mahsustur. O halde iman, mutlak kudret, mutlak irade ve ihtiyar
sahibi, dolayısıyla yaptığı işlerin bizzat yaratıcısı olamaz. Çünkü hâlikiyet (yaratıcılık), Allah
(c.c)'a mahsus olan çok yüce bir sıfat, çok yüksek bir derecedir. Fakat insan hayvanlarda
olduğu gibi- irade ve ihtiyardan, seçme gücü ve isteme yeteneğinden tamamen mahrum bir
varlık da değildir. Çünkü bilinen bir gerçektir ki insan, bazı işleri dilerse yapıyor, dilerse
yapmıyor. O halde insanın kendine mahsus cüz-i bir kudreti, cüz-i bir irade ve seçme gücü
vardır. Bu sebepledir ki; mükelleftir, yaptığı iyi ve faydalı, kötü ve zararlı bütün işlerden
sorumludur. Öyle ise, kendi iradesiyle yaptığı işlerden bu sorumluluğu gerçekleştiren bir payı
almalıdır. Aksi halde mükellef ve sorumlu olamaz. Fakat insana böyle bir pay ayırır ve üstünlük
tanırken, onun yaratılan bir kul olduğunu unutarak, yegane yaratıcı Hâlık olan Hak Teâlâ'ya her
hangi bir yönden onu benzetmemeli ve yaratıcı Rab derecesine çıkarmamalıdır. Bu iki ana esas
birbirine karıştırılmaz, aradaki sınır iyi bilinirse, çok muğlak olan kader meselesi az çok
kavranmış olur. Gücü ve imkânı sınırlı olan insan aklı böyle ilâhî bir sırrı tam olarak çözemez.
Ancak bu büyük sırrı anlamaya ve esasını kavramaya çalışır.
Eş'arilere Göre Yaratma ve Kesb Teorisi
Yukarıda belirtilen iki ana esası benimseyen Eş'arilere göre; kul kendi iradesiyle yaptığı işlerde
mecbur değil, muhtardır. Yani kendine mahsus irade ve kudreti vardır; yaptığı ihtiyarî fiillerin
sahibi ve mahallidir. Fakat kulun kudreti, yaptığı işler üzerinde müessir (etkili) değildir. Çünkü
Allahu Teâlâ ortağı olmayan tek ve yegane Hâlık'tır. Kudreti tamdır ve her şeyi yaratma gücüne
sahiptir. O halde; her şeyin ve insanların, mide, ciğer ve kalb çalışmaları ve uyumak,
hazmelmek gibi ızdırarî (irade dışı, zorunlu) fiillerinin yaratıcısı Hak Teâlâ olduğu gibi, kulun
yaptığı iradî ve ihtiyarî fiillerinin de Hâlıkı Allah(c.c.)'dir. Zira imam Eş'ariye göre: "Bir eser
üzerinde iki tam müessir kuvvet ictima edemez" bu kural gereğince, kulun iradi fiilleri üzerinde
tek mücasir kuvvet Hâk Teâlâ'dır. O halde kulun kudretinin yaratmada, ikinci bir kuvvet olarak
bir tesiri yoktur. Ancak Hâk Teâlâ, ilahî kanunu icabı olarak, o fiili, kulun azim ve tasmimi (ısrarlı
isteği) bulunduğu anda yaratır. Bu azim ve kesin istek, kulun iradesini o şeye yöneltmesiyle o
işi kesb etmesi feklinde ortaya çıkar. O halde kul yaratıcı hâlık değil, o işi kazanan kâsibdir.
Yaratmada bir payı yoktur. Tek Hâlık, tek yaratıcı iail Allah (c.c)dir. İnsanın kazandığı fiile tesir
eden kudret ona Allah (c.c) tarafından verilmektedir. Kulun kudretinde olan şey Allah'ın da
kudreti altındadır. Bu açıdan bakılınca mülkiyette olduğu gibi bir ortaklık durumu yoktur (elEş'ari, Kitabu'l-Luma', s.72). Kulun kesb ettiği bu gibi fiillerle olan alakası, o fiilin mahalli ve
sahibi olmaktan ibarettir. Çünkü her fiil, o fiilin mahalline isnad edilir. Mesela güzellik onu
yaratana değil, onunla vasıflanan şahsa isnad edilir. O halde, Allah Hâlık, kul kâsibdir, yani
yaratma Allah'a mahsustur, kesb ise kula aiddir. Eş'arilerin "Halk ve kesbt' teorisinin özeti
budur. İşte Eş'arîler "teklif ve sorumluluk" esası ile "Allah'ın yegane yaratıcı" olduğu esasını
böylece bağdaştırarak Cebriyye, Kaderiyye ve Mu'tezilenin düştüğü hataya düşmemişlerdir.
Ancak kulun kudreti olup ta, fiillerin üzerinde belirli bir tesiri olmaması ve kesb teorisi üzerinde
çok tartışıları anlaşılması güç bir konudur. Öyle ki, "Akla min kesbi'l-Eş'ari" Eş'ari'nin kesbi
kadar dakik ve muğlak tabiri arapçada darbı mesel olarak görmüştür. Bazı âlimlerce, cebir
fikrine yakın görünen Eş'ariye Mezhebi, "Cebr-i Mutavassıt" diye de anılır. Nitekim bazı
Eş'arîlerin "insan muhtar (İrade sahibi suretinde) muzdar (mücber, mecbur) dur" sözü,
insandaki irade serbestisi sadece surette kalmaktadır. Gerçekte ise hakim ve müessir olan,
sadece Allah'ın küllî ve mutlak iradesidir.
Maturîdilere Göre insan İradesi, Kesb ve Halk
İslâm düşünce tarihi ve Kelâm ilmiyle meşgul olanlarca bilindiği gibi insanın irade ve kudreti,
ihtiyarı fiilleri üzerindeki tesirleri, yaratma ve kesb teorisi, kulun yaptığı iyi veya kötü işlerinden
sorumlu olduğu, başka bir deyimle "teklif ve sorumluluk" ile "Allah'ın tek yaratıcı" olduğu gibi
12+ Yas grubu | KAZA-KADER
81
12+ Yas grubu
konularda, ayrıca kaza-kadere iman, hayrın ve şerrin Allahu Teâlâ'nın İlmi, iradesi ve kudreti ile
yaratıldığı hususunda, Maturîdiler, Eş'arîlerle genellikle aynı görüşleri paylaşmaktadırlar.
Maturidilere göre "Kesb" azm-i musammem "yani" kesin ve değişmez bir karar ve irade
yönelmesi"dir. imam Mâturidî "Halk" ve "kesbi" kelimelerini beraber mütalâa ederek, hu terime
şöyle açıklık getirir: "Allah (c.c) fiilleri oldukları gibi (hakikatleri ıle) yaratmakta, onları
'yokluk'tan 'varlık' sahasına çıkarmaktadır. İnsanlar da o fiilleri kendi iradeleri ile Kesbettikleri
(işleyerek elde ettikleri) ölçüde o fiillere sahip olurlar (Kitabu't Tevhid, Nşr. Fethullah Huleyf,
Beyrut 1970, s. 226), Mâtûridî "Kesb" hakkında genel bir değerlendirme yaptıktan sonra fiil ile
kesbin âidiyeti hususunda şöyle diyor: "fiil aslında "kesb" yönünden insana, "Halk" yönünden
de Allah'a aittir': Kulun ihtiyari fiiline "halk" değil "kesb') Allahu Teâlâ'nın fiiline ise "kesb" değil
"halk" denilmekte, "fiil" kelimesi, bu iki terim için de kullanılmaktadır. Halbuki Eş'arîlere göre
fiil, yalnız "halk ve icat" manasına kullanılmakta kesb ise mecâzî olarak fiil denilmektedir.
Böylece İmam Mâturîdî'nin tek bir olaydaki fiile farklı açılardan baktığı anlaşılmakta ve bir fiilde
var olduğunu kabul ettiği yönden manası daha iyi anlaşılmaktadır. Bu esasa göre fiil; icat
(yaratma) yönü ile Allah'a mutlak kudret sahibine ait bir eser. Kesb yönüyle de kula aid bir
(cüz'î) kudret eseri olmaktadır. Yani fiil, yaratma yönünden Allah'ın külli kudreti altındadır. Allah
Teâlâ'nın yarattığı bu fiile insan kesb yönüyle esir ederek onu elde etmekte ve mahalli
olmaktadır. Halk ile Kesb arasındaki farka gelince; aletsiz meydana gelen şey halk, aletle
meydana gelen şey Kesbdir. Bazıları da şöyle dediler: "Kudret sahibinin (Kâdir-i Mutlak) tek
başına meydana getirmesi mümkün olan şey halk (yaratma) mümkün olmayan şey de kesbdir.
Böylece Kesb kula, halk da Allah (c.c)'a aid olmuş olur. Fiil Allah'a izafe edildiği zaman "halk"
insana nispet edildiği zaman "kesb" adını alır. Bu anlayışa göre insanın sorumluluğu daha çok
anlaşılmakta olduğu ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk konusunda İmam Maturidi şöyle bir delil
zikreder:
Madem ki, Hak Teâlâ dünyada itaat edenlere sevap, âsî olanlara da ikab (ceza) vadetmiştir. O
halde bu itaat ve isyan fiilleri ancak kulun iradesiyle seçtiği kendi fiili olduğu takdirde,
va'dedilen karşılıkları alabilir. Sevap ve ikab, Hak Teâlâ'nın bildiği gerçekler olduğuna göre
kulun bu fiillerinin de gerçek olması gerekir. Diğer bir husus da sudur: Herkes kendi nefsinden
ve tecrübelerinden bilir ki; yaptığı işlerde ihtiyar sahibidir, fâilidir, kâsibtir. Bunun aksini iddia
edenler kendilerinin herhangi bir fiili bulunmadığı söyleyen Cebriyye'dir. Onların bu sözlerinin
kendileriyle tartışmalarının bir hükmü ve manası yoktur. Çünkü mezheplerine göre bu sözleri
de-birer fiil olarak-onların değil demektir. Bu açıklama ile Maturidiyye'nin insandan her türlü fiili
iradeyi ve seçme gücünü kaldıran ve onu bir alet gibi telakki eden Cebriyye ile insanın
fiillerinden Allah'ın kudret ve iradesinin ve ezelî takdirinin (yani kaderin) rolünü ve etkisini inkâr
eden Kaderiyye ve Mu'tezile arasında ortak bir yol takip etmeye çalışmaktadır.
12+ Yas grubu | KAZA-KADER
82
12+ Yas grubu
Kutlu dogum: SEMÂIL-I SERFE
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, en güzel örnek olması bakımından, ibadet, ahlâk, davranış ve
yaşayışını, Allah'tan gayri varlık âleminde en güzel olan şerefli vücûdunun güzelliklerini anlatan
ilim. Bu ilme onun sıfatları, halleri, hususiyetleri ve sünneti de dahildir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şemâiliyle ilgili hadisler, ya müstakil kitaplar halinde yazılmış veya
büyük hadis mecmualarında ibadet, muamelât, ahlâk, âdâb, zühd ve rekaik bablarındaki
hadisler arasında, konuyla ilgisi açısından, dağınık olarak bulunmuştur. İbn Kesîr, "Semâilü'rRasûl" isimli eserinde konuyu şöyle anlatır:
"Bu konuda ulema, gerek eskiden, gerek şimdi, müstakil veya diğer bilgilerle karışık kitaplar
yazmışlardır. Bu konuda, en güzel ve konuyu en iyi ifade eden kitabı, İmam Ebû İsa Muhammed
b. İsa b. Sevrâ et-Tirmizî yazmış, diğer bilgilerden arındırarak meşhur "eş-Şemâil" isimli eserini
meydana getirmiştir" (İbn Kesîr, Şemâilü'r-Rasûl, Kahire 1967, 5).
Hz. Peygamber (s.a.s.)'den bahseden eserler, dört grupta toplanır:
1- Şemâil. Bu konuda en önemli eserler, Ebû İsâ et-Tirmizî'nin "eş-Şemâil” ve İbn Kesîr'in
"Şemâilü'rRasûl" isimli kitaplarıdır.
2- Delâilü'n-Nübüvve. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in peygamberliğine delâlet eden haberlerin toplu
adıdır. Büyük hadis imamları eserlerinde bu konudaki haberleri ya ayrı başlıklar altında
yazmışlar veya diğer konular arasına, konuyla ilgisine göre dağıtmışlardır. Meselâ, İmam
Buharî'nin "Sahîh”inde, "İslâm'da Peygamberliğin Alâmetleri"; İmam Müslim'in "Sahîh"inde ise,
"Rasûlüllahın Mucizeleri" isimli müstakil bablar açılmıştır. İmam Ahmed'in "Müsned"in de de
her sahabenin müsnedinde dağınık olarak yazılmıştır. Delâille ilgili başlıca müstakil kitaplar da
şunlardır:
a) Delâilü'n-Nübüvve, Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah el-Isbahanî (ö. 430 H.).
b) A'lâmü'n-Nübüvve, Ebü'l-Hasen Ali b. Muhammed el-Maverdî eş-Şâfiî (ö. 500 H.).
c) Delâilü'n-Nübüvve ve Ma'rifetü Ahvali Sahibi'ş-Şerî'a, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn elBeyhakî (ö. 458 H). Yedi ciltlik bu eser bu konudaki en geniş çalışmadır.
d) Delâilü'n-Nübüvve, Fakîh Muhammed Abdullah b. Hamid.
e) el-Meb'as, Hişam b. Ammâr.
3- Hasâis. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in özelliklerinden söz eder. Bu konuda İmam Suyûtî'nin "elHasâisü'l-Kübrâ" isimli iki ciltlik bir eseri vardır.
4- Fezail. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in üstünlüklerinden bahseder. Bu konudaki haberler hem
yukarıdaki kitaplarda, hem de büyük hadis ve siyer kitaplarında, konusuna göre dağınık olarak
bulunmaktadır.
Yukarıda yazılan dört çeşit ilmin hepsi bir arada da toplanmıştır. İbn Kesr'in Şemâilü'r-Rasûl
isimli eseri bunun en güzel örneklerinden birisidir. Zaten delâil, hasâis ve fezail de şemâil'le
ilgilidir.
Bu konuda önemli eserlerden birisi, Kadı İyâz'ın "eş-Şifâ bi Ta'rifi Hukûki'l-Mustafa"sıdır. Bu
değerli eserin Hafacî tarafından yapılan dört ciltlik ve Aliyyü'l-Karî tarafından yapılan iki ciltlik
şerhleri ihtiva ettikleri bilgiler açısından önemlidirler.
12+ Yas grubu | Kutlu dogum: SEMÂIL-I SERFE
83
12+ Yas grubu
İsmail b. Yûsuf en Nebhanî'nin iki cilt halinde tercüme edilen "Huccetullahi ale'l-Alemin fi
Mu'cizati Seyyidi'l-Mürseln " isimli eseri de şemâille ilgili haberleri ihtiva etmektedir.
Şemâil konusuna açıklık getirmek üzere şu üç örneği alıyoruz:
1- Ebû Nuaym el-Isbahanî'nin Delâilü'n-Nübüvve isimli eserinden:
"Rasûlullah (s.a.s.) bir topluluğa uğradı. Onlar bir geyiği yakalamış ve bir çadır direğine
bağlamışlardı. Geyik,
-Ey Allahın Rasûlü, ben yakalandım, fakat benim iki yavrum var. Bana izin ver de gidip onları
emzireyim ve (beni yakalayan bu) adamlara geri döneyim, dedi. Rasûlullah (s.a.s.),
-Bunun sahibi nerededir? diye sordu. Topluluktakiler:
-Biziz, ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Rasûlullah (s.a.s.),
-Onu bırakın, gitsin, yavrularını emzirsin ve size geri dönsün, buyurdu.
-Bu konuda bize kim kefil olacak, dediler. Rasûlullah,
-Ben, buyurdu.
Geyiği saldılar. Gitti, yavrularını emzirdi geldi, yine bağladılar. Rasûlullah (s.a.s.) onların yanına
tekrar uğradığında,
-Bunun sahibleri nerede? diye sordu.
-İşte biziz, Ey Allah'ın Rasûlü, dediler.
-Bu geyiği bana satın, buyurdu.
-Onu sana bağışladık ey Allah'ın Rasûlü, dediler.
-O halde onu salıverin, buyurdu. Onlar da geyiği serbest bıraktılar" (İbn Kesîr, Şemâilü'r-Rasûl,
281-282).
2- Enes b. Mâlik (r.a.)'den: "Ashabtan mesleği terzilik olan birisi Rasûlüllah (s.a.s.)'ı hazırladığı
bir yemeğe davet etti. Ben de Rasûlüllah'la birlikte bu yemeğe gittim. Rasûlüllah (s.a.s.)'a arpa
ekmeği ile içinde kabak ve kurutulmuş et bulunan çorba takdim edildi. (Enes der ki:) Ben
Rasûlüllah (s.a.s.)'ın yemek kabının kenarlarından kabağı araştırıp seçtiğini gördüm. O günden
beri de kabağı severim" (Ebû İsâ et-Tirmizî, Şemâil-i Şerife, Terc. M. Sadık Aydın, İstanbul 1978,
197).
3- Rasûlüllah (s.a.s.)'ın yüzünün güzelliği ve organlarının mütenasibliği hususunda, sıhhatli ve
çok rivayetler vardır. Bunlardan bir kısmı şu zatlardan rivayet edilmiştir: Ali b. Ebi Talib, Enes b.
Mâlik, Ebû Hüreyre, Bera' b. Âzib, mü'minlerin annesi Âişe, İbn Ebû Hâle, Ebû Cuhayfe, Câbir b.
Semüre, Ümmü Ma'bed, İbn Abbas, Muarrıd b. Muaykıb, Ebu't-Tufeyl, Addâ b. Hâlid, Hureym b.
Fâtik, Hakîm b. Hizâm r.anhüm...
Bu rivayetlere göre, Rasûlüllah (s.a.s.) güzel tenli, siyahı gayet koyu, beyazında kırmızılık
bulunan büyücek gözlü, uzun kirpikli, kaşları birbirinden ayrı idi. Dişleri inci daneleri gibi
seyrek, az değirmi çehreli ve uzunca yüzlü, açık alınlı, göğsünü kapayacak kadar sıkça sakallı
idi. Göğsü ile karnı aynı hizada ve geniş göğüslü idi.
12+ Yas grubu | Kutlu dogum: SEMÂIL-I SERFE
84
12+ Yas grubu
Kemikleri, omuzları, pazıları, bilek ve baldırları iri ve kalındı. Avuçları ve ayakları genişçe,
parmakları uzunca idi. Mübarek cildi ipekten yumuşaktı. Göğsünün ortasında göbeğine kadar
ince uzun bir kıl dizisi vardı. Ne fazla uzun, ne de kısacık, uzuna yakın orta boylu idi. Maamafih
uzun boylu bir kimse ile yanyana gelse ondan daha boylu görünürdü. Saçları ne kıvırcık, ne de
dümdüzdü, hafif dalgalı idi. Tebessüm ettiği zaman karanlık gecede yıldırım şavkımışçasına
inci danesi gibi dişleri etrafa nurlar saçardı. Konuştuğu zaman da yine dişleri etrafa ışık ve nur
saçardı. Boynu gayet mevzundu. Şişman yüzlü ve yumru yanaklı değildi. Ne zayıf, ne semiz,
ikisi ortası ve sıkı etli idi.
İsmail KAYA
12+ Yas grubu | Kutlu dogum: SEMÂIL-I SERFE
85
12+ Yas grubu
TEMIZLIK
Bedenin ve ruhun maddî manevî pisliklerden uzak tutulması. İslâm Müslümanları bazı görevleri
yerine getirmekle mükellef tutmuştur. Bu görevlerden bir kısmı Müslümanın ruhi yönünü bir
kısmı da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediği bedenî
görevlerin aksatılması vücudun çeşitli rahatsızlıklara yakalanması ve dinî-ahlakî görevlerin
yapılabilme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek,
sağlıklı ve her an her türlü görevleri eksiksiz yapabilecek bir beden yapısına sahip olmak,
ahlakî bir yükümlülüktür.
Bedenî görevlerin başında temizlik gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâla şöyle
buyurmaktadır:
"Orada (Mescid-i Kuba'da) günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır.
Allah da böyle çok temizlenenleri sever" (Tevbe, 9/108).
Ayetten de anlaşılacağı gibi, sadece gözle görülen maddî kirler değil günah ve kötülükler gibi
manevî kötülükler de pis sayılmış ve müslümanların bunlardan arınmaları istenmiştir.
Peygamber (s.a.s)'in "Temizlik imanın yarısıdır"(Müslim, Tahare, 1)buyurması da temizliğin
önemini gösterir.
Temizliği; beden temizliği, yiyecek-giyecek temizliği ve çevre temizliği olarak ele almak gerekir.
Kur'an-ı Kerîm'de de bu üç çeşit temizliğe işaret eden ayetler vardır.
a- Beden temizliği:
Allah Teâlâ belli durumlarda müslümanlara abdest ve boy abdesti almalarını emretmiş ve şöyle
buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi
yıkayın, başınızı meshedin ve ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın. Eğer cünüp iseniz tam
temizlenin" (el-Mâide, 5/16).
Peygamber (s.a.s)'in de hiç olmazsa haftada bir kere vücudun tamamen yıkanmasını ve her
türlü kirden ve pis kokulardan arındırılmasını tavsiye ettiğini bilinmektedir. "Ona tertemiz
olanlardan başkası el sürmesin" (el-Vakıa, 56/79) ayeti de Kur'an'ın ancak abdestli olarak ele
alınabileceğini göstermektedir. Namaz kılmak, Kur'an okumak için abdest alınması, belli zaman
ve durumlarda boy abdestinin alınması mecburiyetinin olması, Müslümanların, ister istemez
her an temiz olmaları sonucunu ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki, bir Müslümanın bedenini
temizlemesi sadece abdest ve boy abdesti ile sınırlı kalmaz; gerekli gördüğü her yerde
yıkanmak, yemeklerden önce ve sonra kesinlikle elleri yıkamak, özellikle ağız ve diş temizliğine
dikkat etmek icab eder. Peygamber efendimiz:
"Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler" (Buharî, Savm, 27);
"Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı
emrederdim" (Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42);
"Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir" (Tirmizî, Et'ime, 29) buyurmakla
el, ağız ve diş temizliğine verdiği önemi göstermiştir. Bu sebeple misvak veya fırça kullanarak
dişleri temizlemenin önemli bir sağlık kuralı olduğu unutulmamalıdır.
Fazla uzadıkları zaman ve bakımsız, pis bırakıldıkları zaman birer mikrop yuvası olan
tırnaklarla, vücudun belli yerlerindeki kılların kesilip temizlenmesine de dikkat edilmeli, saç,
sakal, bıyık her zaman taranıp düzeltilmeli ve temiz tutulmalıdır. İbadetlerle elde etmek
istediğimiz gönül temizliğine giden yolun, beden temizliğinden geçtiği unutulmamalıdır.
12+ Yas grubu | TEMIZLIK
86
12+ Yas grubu
b- Yiyecek ve giyecek temizliği:
İnsan yaşayabilmek için yer ve içer. Yiyecek ve içecekleri temiz ve helâl olanlardan seçmek
İslam'ın emirlerindendir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey iman edenler; size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, şayet sadece Allah 'a
ibadet ediyorsanız ona şükredin" (el-Bakara, 2/72).
Başka bir ayet-i kerimede de:
"Ey iman edenler! Allah 'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin, sınırı,
aşmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz
olarak yeyin ve inandığınız Allah 'tan korkun" (el-Mâide, 5/87-88) buyurmuştur.
Besin maddelerinde iki türlü temizlik aranması gerektiğini yukarıdaki
Bedenin ve ruhun maddî manevî pisliklerden uzak tutulması. İslâm Müslümanları bazı görevleri
yerine getirmekle mükellef tutmuştur. Bu görevlerden bir kısmı Müslümanın ruhi yönünü bir
kısmı da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediği bedenî
görevlerin aksatılması vücudun çeşitli rahatsızlıklara yakalanması ve dinî-ahlakî görevlerin
yapılabilme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek,
sağlıklı ve her an her türlü görevleri eksiksiz yapabilecek bir beden yapısına sahip olmak,
ahlakî bir yükümlülüktür.
Bedenî görevlerin başında temizlik gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâla şöyle
buyurmaktadır:
"Orada (Mescid-i Kuba'da) günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır.
Allah da böyle çok temizlenenleri sever" (Tevbe, 9/108).
Ayetten de anlaşılacağı gibi, sadece gözle görülen maddî kirler değil günah ve kötülükler gibi
manevî kötülükler de pis sayılmış ve müslümanların bunlardan arınmaları istenmiştir.
Peygamber (s.a.s)'in "Temizlik imanın yarısıdır" (Müslim, Tahare, 1) buyurması da temizliğin
önemini gösterir.
Temizliği; beden temizliği, yiyecek-giyecek temizliği ve çevre temizliği olarak ele almak gerekir.
Kur'ân-ı Kerîm'de de bu üç çeşit temizliğe işaret eden ayetler vardır.
a- Beden temizliği:
Allah Teâlâ belli durumlarda müslümanlara abdest ve boy abdesti almalarını emretmiş ve şöyle
buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi
yıkayın, başınızı meshedin ve ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın. Eğer cünüp iseniz tam
temizlenin" (el-Mâide, 5/16).
Peygamber (s.a.s)'in de hiç olmazsa haftada bir kere vücudun tamamen yıkanmasını ve her
türlü kirden ve pis kokulardan arındırılmasını tavsiye ettiğini bilinmektedir. "Ona tertemiz
olanlardan başkası el sürmesin.”(el-Vakıa, 56/79) ayeti de Kur'an ancak abdestli olarak ele
alınabileceğini göstermektedir. Namaz kılmak, Kur'an okumak için abdest alınması, belli zaman
ve durumlarda boy abdestinin alınması mecburiyetinin olması, Müslümanların, ister istemez
her an temiz olmaları sonucunu ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki, bir Müslümanın bedeninin
temizlemesi sadece abdest ve boy abdesti ile sınırlı kalmaz; gerekli gördüğü her yerde
12+ Yas grubu | TEMIZLIK
87
12+ Yas grubu
yıkanmak, yemeklerden önce ve sonra kesinlikle elleri yıkamak, özellikle ağız ve diş temizliğine
dikkat etmek icab eder. Peygamber efendimiz:
"Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler" (Buharî, Savm, 27);
"Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı
emrederdim" (Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42);
"Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir" (Tirmizî, Et'ime, 29) buyurmakla
el, ağız ve diş temizliğine verdiği önemi göstermiştir. Bu sebeple misvak veya fırça kullanarak
dişleri temizlemenin önemli bir sağlık kuralı olduğu unutulmamalıdır.
Fazla uzadıkları zaman ve bakımsız, pis bırakıldıkları zaman birer mikrop yuvası olan
tırnaklarla, vücudun belli yerlerindeki kılların kesilip temizlenmesine de dikkat edilmeli, saç,
sakal, bıyık her zaman taranıp düzeltilmeli ve temiz tutulmalıdır. İbadetlerle elde etmek
istediğimiz gönül temizliğine giden yolun, beden temizliğinden geçtiği unutulmamalıdır.
b- Yiyecek ve giyecek temizliği:
İnsan yaşayabilmek için yer ve içer. Yiyecek ve içecekleri temiz ve helâl olanlardan seçmek
İslam'ın emirlerindendir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin,
şayet sadece Allah'a ibadet ediyorsanız ona şükredin" (el-Bakara, 2/72).
Başka tür ayet-i kerimede de: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri
haram etmeyin, sınırı aşmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği
rızıklardan helâl ve temiz olarak yeyin ve inandığınız Allah'tan korkun" (el-Mâide, 5/87-88)
buyurmuştur.
Besin maddelerinde iki türlü temizlik aranması gerektiğini yukarıdaki ayetler ortaya
koymaktadır. Bunlar maddî ve manevî temizliktir. Maddî temizlikten maksat, yenilen şeylerin
kirli olmamasıdır. Kirli olanlar temizlendikten sonra yenilebilir. İçeçeklein de pis olmamasına
özen gösterilir. Kirli ve mikroplu besinlerin vücud için ne büyük tehlike teşkil ettiğini, pek çok
hastalığın bu yolla vücuda girdiği bilinmektedir.
Yiyecek ve içeceklerde aranan ikinci temizlik, manevi temizliktir. Allah Teâlâ, helal olan şeyleri
temiz, haram olan şeyleri pis saymıştır. Öyleyse, nasıl yıkamak, kaynatmak, pişirmek yolu ile
yiyecek ve içeceklerde maddî yönden temizlenmeye çalışılıyorsa, helal olanlarını seçmek
suretiyle, de onlardaki manevî temizliğe dikkat edilmesi gerekmektedir. İslâm içki ve domuz
etini haram oldukları için pis saydığı gibi aynı şekilde, hırsızlıkla veya haksız kazanç yoluyla
elde edilen yiyecek ve içecekleri de pis kabul etmiştir.
Yiyeceklerde olduğu kadar giyeceklerde de temizliğe dikkat edilmelidir. Vücud ne kadar temiz
tutulursa tutulsun, elbiseler temiz olmazsa, bu temizliğin bir kıymeti kalmaz. Allah Teâlâ'nın
Peygamber (s.a.s)'e ilk emirlerinden biri "Elbiseni de daima temiz tut” (el-Müddessir, 74/4)
emridir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
"Ey Âdem oğulları! Size çirkin (avret) yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva
elbisesi daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah'ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar. "
"Ey Âdem oğullar! Her mescide gidişinizde, süslü, güzel elbiselerinizi giyin, yeyin, için fakat
israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.”
"De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti? " De ki, "O dünya
hayatında inananlarındır, kıyamet günü de yalnız onlarındır. " İşte biz, bilen bir topluluk için
ayetleri böyle açıklıyoruz" (el-A'raf, 6/31-32).
12+ Yas grubu | TEMIZLIK
88
12+ Yas grubu
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah Teâlâ örtünmek ve süslenmek için giyecekleri insanlara
bir nimet olarak vermiştir. İsrafa ve gösterişe kaçmadan, temiz ve sade giyinmek her
Müslümanın görevidir. Ayrıca Peygamberimiz, giyim kuşamı ile başkalarına karşı
böbürlenenlerin Allah'ın rahmetinden uzaklaşacaklarını haber vermiştir (Müslim, Libas, 42-80).
Şu halde Müslüman, giyiminde temiz ve derli toplu olmaya çalışmalıdır. Pis ve pejmürde bir
kıyafet yalnız giyinen için değil, çevresindekileri de rahatsız eder. Peygamber (s.a.s)'in her
konuda olduğu gibi, üst-baş ve giyim kuşam konusunda da, temizliği ve derli toplu olmasıyla,
Müslümanlara örnektir.
c- Çevre temizliği:
Müslüman, yediği, içtiği ve giyindikleri kadar içinde yaşadığı çevrenin de temiz olmasına dikkat
eder. Bu önemli bir ahlakî sorumluluktur. Başta evler olmak üzere, sokaklar, mahalleler, köy ve
kasabalar mutlaka temiz tutulmalıdır. Eğitim kurumları, fabrikalar, dükkanlar, camiler temiz
tutulmalıdır .
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"İbrahim ve İsmail'e: ”Tavaf edenler, orada ibadet amacıyla oturanlar, rüku ve secde edenler
için Evimi (Kabe'yi) temizleyin!" diye emretmiştik" (el-Bakara, 2/135).
"Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri ve pisliklerden temizlenenleri sever" (el-Bakara, 2/222).
Çevre temizliği sadece kişileri ilgilendirmez, toplumsal bir konudur. Burada fertlerin karşılıklı
hak ve görevleri söz konusudur. Meselâ; yola çöp atan veya çekinmeden tükürüp geçen;
dinlenmek için gittiği gezinti yerlerinde yeyip içtiklerinin artıklarını çevreye saçan; işyerinin
etrafını artık maddelerle kirleten bir kişi, yalnız çevresini kirletmiş olmakla kalmaz, kirlettiği
yerlerde yaşayan veya o yerlerden yararlanan insanlara karşı da haksızlık yapmış,
terbiyesizlikte bulunmuş olur. Bunun için çevre temizliğini aynı zamanda toplumsal bir görev
olarak değerlendirmek ve bu konuda çok titiz davranmak Müslümanlar için bir yükümlülüktür.
Resulullah (s.a.s): İnsanların çoğunun aldandığı (yani değerini bilmediği) iki nimet vardır:
Sağlık ve boş vakit" (Buharî, Rikak, 1 ) buyurmuştur. Gerçekten de çoğu zaman insan ancak
hastalandığında sağlığın kıymetini anlar. Buna meydan vermemek, sonunda pişman olmamak
için hastalık gelmeden tedbirinin alınması gerekir. Sağlığın ilk şartı hastalıklara karşı en önemli
tedbir olan temizliğe riayet etmektir.
Özetle Müslüman; üstü-başı, çevresi, yiyeceği ve giyeceği ile temiz, derli-toplu, intizamlı
olmaya ve böylece Allah Teâla'nın rızasını kazanarak O'nun sevgili kulları arasına girmeye
çalışır. Bu onun en önemli ahlakî görevidir. Bu görevini kesinlikle aksatmamalı ve dikkatli bir
şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. (Ayrıca bk. "Abdest”, "Gusül”,"Taharet” mad.).
Osman ÇETİN
12+ Yas grubu | TEMIZLIK
89
12+ Yas grubu
ABDEST
İslâm'da bazı ibâdetlerin yerine getirilmesi için yapılan ve bizzat kendisi ibâdet olan
temizlenme. Abdest kelimesi Farsça'da su anlamına gelen "âb" ile el anlamına gelen "dest"
kelimelerinden oluşmuş birleşik bir isimdir. Arapça karşılığı olan "vudû" kelimesi hadislerde
kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de ise temizlik anlamında "tahâret" ve "zekâ" kelimeleri
geçmektedir. Vudû' kelimesi güzellik ve temizlik anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ibâdete
başlanmadan önce insanın iç dünyasını güzelleştirmesi ve dışını da iyice temizlemesi gerekir.
İslâm'da abdestin farziyetine "Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve
dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın. Başınıza meshedin. Her iki topuğunuzla birlikte
ayaklarınızı da (yıkayın)..." (el-Mâide, 5/6), âyeti delâlet etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
abdest almadan hiç bir iş yapmadığını görüyoruz (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1583). Ancak
abdest her amel ve ibâdet için değil başta namaz olmak üzere bazı ibâdetler için farz kılınmıştır.
Fakat müslümanın sürekli abdestli bulunması sünnettir.
Abdest her şeyden önce her türlü pislik ve kirlilikten kurtulmak, yani maddî ve manevî bütün
pislik ve mikroplardan uzak kalmak için İslâm'ın emrettiği önemli bir ibâdettir. Mikrobun en
kolay ürediği yer ağızdır. Ağızdan başlayarak el, yüz ve ayakların günde beş defa temizlenmesi
İslâm'ın temizliğe verdiği önemi gösterir. Böylelikle İslâm yüzyıllar önce temizliğin üzerinde
durup insanoğlunu maddî-manevî her türlü pislik ve mikroptan korumayı hedeflemiştir. Bunun
yanında abdest alan bir insan, kendini manen temiz ve rahat hisseder ve bu güzel his ve temiz
duyguyla Allah'a ibâdete durur. Bu da ruhun temizliğini sağlamaktadır. İnsanın yaratılış gayesi
olan Allah'a kulluk böyle bir temizleme ameliyesi ile başlayınca insanoğluna vereceği zevk ve
rahatlığın değeri sonsuzdur.
İnsan abdestle bedenen ve mânen temizlendikten sonra Allah'ın huzuruna çıkar. Böyle bir
temizlenme ile günlük bütün yorgunlukları ve yükleri geride bırakır.
Abdest almakla, dünyevî ve uhrevî birçok fazilet ve güzellikler elde edilir. Hz. Peygamber
(s.a.s.) abdestle ilgili olarak şöyle buyururlar:
"Bir müslüman abdest alıp yüzünü yıkadığında, yüzündeki âzaların işlediği bütün günahları; el
ve ayaklarını yıkadığında el ve ayaklarıyla işlediği bütün hata ve günahları, su damlalarıyla
beraber akıp gider ve kendisi de tertemiz olur. Hatta kirpik ve tırnak diplerindeki günahlarından
eser kalmaz. Âdâp ve erkânına uymak suretiyle abdest alıp kıbleye dönerek: "Eşhedü en lâ
ilâhe illallahü vahdehu lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlühü" diyen
bu kul için cennetin kapıları açılmıştır; o, cennet kapılarının dilediğinden içeri girer."(Müslim,
Tahare, 32, 33; Tirmizî, Tahâre, 2).
Abdestin Farzları
1- Yüzü Yıkamak
Yüzün bir defa yıkanması farzdır. Yüzün sınırları, saçın bittiği yerden sakal veya çene altına,
kulakların köklerine kadar olan bölümdür. Gözlerin içine suyun ulaştırılması gerekmez. Ancak
abdest alırken gözler sıkılmaz, tamamen açık bırakılmaz. Normal bir şekilde yüz yıkanır.
Dudaklar yumulduğu zaman, dışarda kalan kısımlar yüzün sınırlarıdır. Sakal, bıyık ve kaşın
altına suyu ulaştırmak gereklidir.
2- Kolları Yıkamak
Parmak uçlarından kol dirseklerine kadar -dirsekler de dahil- olan kısmı bir defa yıkamak
farzdır. Eğer iğne ucu kadar kuru bir yer kalırsa veya tırnağının altına suyu geçirmeyecek
(hamur, boya, çamur vb.) bir madde bulunursa, abdest alınmış sayılmaz. Ancak boyacıların
tırnaklarındaki boyalardan kaçınmanın mümkün olmamasından dolayı bunlar abdeste zarar
vermez. Tırnaklar parmak uçlarından dışarı taşacak kadar uzamış olursa o fazlalığı da yıkamak
12+ Yas grubu | ABDEST
90
12+ Yas grubu
gerekir. Bir kimse abdest aldıktan sonra bu uzamış tırnağı keserse abdestini yenilemesi
gerekmez. Parmakta yüzük var ve bu geniş ise abdest alırken bunu oynatmak sünnet, eğer
yüzük dar ve altına su geçirmeyecek kadar parmağa oturmuşsa onu oynatmak farzdır.
3- Başı Meshetmek
Mesh, sözlükte eli bir şeyin üzerinden geçirmek demektir. İbâdet hukukunda ise suyun bir
vücut organına isâbet etmesidir. Başın meshedilmesindeki farz oranı alın miktarıdır. Bu miktar
ise başın dörtte biridir. Meshederken üç veya daha fazla parmağı kullanmak gerekir. İki
parmakla yapılan mesh câiz değildir.
Başa giyilen sarık veya takke üzerine meshetmek geçerli değildir. Kadınlar da baş örtüleri
üzerine meshedemezler.
4- Ayakları Yıkamak
Sağlam ve çıplak ayakları topuklarıyla birlikte bir defa yıkamak farzdır. Yaralı veya mestle örtülü
ayakları yıkamaya gerek olmayıp sadece meshetmek yeterlidir. Mâide Sûresi 6. âyette geçen
topuk = ka'b, ayağın iki tarafından inak kemiğine bitişik kemiktir. Rasûlullah (s.a.s.): "Vay
ateşten o topukların haline... " (Buhârı, İlim 30; Vudû', 27,29; Müslim, Tahâre, 25-28,30; Ebû
Davud, Tahâre, 46) buyurduğu ve ayakların tamamen yıkanmasını emrettiği bilinmektedir.
Bir kimsenin ayağında yarık varsa ve o yarığa su sızdırmayan bir ilaç sürülmüşse, o kimse
ayağını yıkadığı zaman, su yarığın altına geçmezse bu durumda su, ayağa zarar verecekse
abdest yerine getirilmiş sayılır ve bu câizdir. Ancak su zarar vermiyorsa abdest tam olarak
alınmış sayılmaz. Dolayısıyla zarar vermediği takdirde yarıklara su ulaşacak şekilde yıkamak
gereklidir .
Abdestin Sünnetleri
1- Niyetle Başlamak
Niyet, bir şeyi yapmayı kalbinden geçirmektir. Kalpden niyet etmeden, yalnız dil ile niyeti
söylemek yeterli değildir. Abdest için niyet müstehap bir sünnettir. Ancak Şâfiî mezhebine göre
niyet, başlı başına bir ibâdet olduğundan abdeste niyet de farzdır. Bu sebeple niyetsiz abdest
olamaz.
2-Abdeste Besmele ile Başlamak
Abdeste başlarken Allah'u Teâlâ'nın ismiyle yani besmele ile başlamak sünnettir. Rasûlullah
(s.a.s.): "Allah'u Teâlâ'nın ismini zikretmeyen kimsenin abdesti yoktur." (Ebû Davud, Tahâre,
48; Tirmizî, Tahâre, 20; İbn Mâce, Tahâre, 41) buyurarak besmelenin faziletini belirtmiş
olmaktadır. Besmeleyi abdeste başlarken okumak esastır. Çıplak bir hâlde iken veya tuvalette
besmele okunmaz. Bir kimse abdestin başında "Lâilâhe illallah" veya "Elhamdülillah" dese
besmele yerine geçer (Fetevâyı Hinddyye, 1,7).
3-Önce Bileklere Kadar Elleri Yıkamak
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): "Sizden birisi uykusundan uyandığı zaman, kat'iyyen elini yıkamadıkça
su kabına daldırmasın. Çünkü o, eli nerede gecelemiştir bilemez" (Buhârî, Vudû', 26; Müslim,
Tahâre, 87-88; Ebu Davud, Tahare, 49) buyurmuştur. Ayrıca insanın eli, temizleme hususunda
bir araçtır. Dolayısıyla ilkin onu temizlemeye başlamak sünnettir. Bilindiği üzere, elleri,
dirseklere kadar yıkamak (dirsekler dahil) farzdır. Fakat önce bileklere kadar yıkamak tertip
olarak sünnettir.
4-Misvak Kullanmak
12+ Yas grubu | ABDEST
91
12+ Yas grubu
Rasûlullah (s.a.s.): "Eğer ümmetime zorluk vereceğinden çekinmeseydim, her namazdan önce
onlara misvak kullanmayı mutlaka emrederdim." (Müslim, Tahâre, 15; Ahmed İbn Hanbel, II,
250, 400) buyurmaktadır. Dişleri parmakla yıkamak misvağın yerini tutmaz. Ancak misvak
bulunmazsa sağ elin bir parmağı ile dişleri temizlemek misvak yerine geçerli olabilir.
5- Ağzı Yıkamak
Abdest alırken Rasûlullah (s.a.s.)'in ağzını üç defa yıkadığı (mazmaza yaptığı) bize ulaşan
bilgiler arasındadır. Bunun sınırı, suyun ağzın tamamını kaplamasıdır. Ayrıca her seferinde
suyu yenilemek de sünnettir.
6- Burnu Yıkamak
Yine Hz. Peygamber (s.a.s.)'in abdest alırken burnuna da üç defa su çektiği bilinmektedir.
Burna su çekerek sol eli ile suyu dışarıya verip yeniden su çekerek burnu sol el ile temizlemek
sünnettir.
7- Kulakların Meshedilmesi
Baş meshedilirken kulakların da aynı şekilde sayılarak meshedilmesi sünnettir. Ayrı bir su ile
meshedilmesini sünnet olarak kabul edenler de vardır.
8- Yıkanması Gereken Uzuvları Üçer Defa Yıkamak
Yıkanması farz olan yüz, eller ve ayaklar gibi organlarımızı üçer kere yıkamak sünnettir. Bu
organlarımızdan her birini yıkamaya başlayınca ilk yıkama farzdır. En sağlam ve geçerli görüşe
göre ikinci yıkama ise sünnettir. Abdest alırken, yıkanmakta olan organa su ulaşır ve ondan
damla damla dökülüp akarsa, yıkamanın tamam olduğu tam anlamıyla anlaşılır.
9- Parmakların Arasını Yıkamak
"Parmaklarınızın arasını hilâlleyiniz ki onların arasına Cehennem ateşi girmesin ve onları
hilâllemesin" (Ebu Davud, Tahâre 56, 59; Tirmizî, Tahâre, 30; Savm 68; Nesâî, Tahâre 91)
buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu buyruklarıyla belirtilen işi yapmak sünnet olmaktadır. Bu
aynı zamanda, farz olan yıkamanın da kâmil anlamda gerçekleşmesini sağlar.
10- Sakalı Ovmak
Abdest alırken sakalı bulunanların sakallarını, parmaklarını sakalın içine sokarak alt taraftan üst
tarafa doğru hareket ettirmesi hilâllemek olarak tanımlanmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.):
"Müşriklere muhâlefet edin, bıyıkları kısaltın, sakalı uzatın." (Müslim, Tahâre, 56; Ebû Davud,
Tahâre, 29; Tirmîzî, Edeb, 14; Nesâi, Zinet, 1, 56) buyurarak mü'minler için sakalın gerekçe ve
önemini belirtmiş olmaktadır. Dolayısıyla mü'minler sakallarını sünnete göre uzatmak ve sakal
bırakmak konusunda duyarlı olmak zorundadırlar.
11- Abdest Almaya Sağ Taraftan Başlamak
"Şüphesiz ki Allah'u Teâlâ, her şeye sağdan başlanmasını sever. Hattâ ayakkabılar giyilirken ve
çıkarılırken dahi" (Buhârî, Vudû', 31) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu uyarısına göre de
abdeste sağdan başlamak sünnettir.
12-Tertibe Uymak
Abdest alırken, Mâide Sûresinde beyan buyurulan sıraya uymak ve bu sıraya göre abdest
almak da sünnettir. Yani önce elleri ve akabinde yüzü yıkamak, ardından da başı meshetmek ve
en son olarak da ayakları yıkamaktır. İmam Şâfiî (rh.a) bu sıraya uymanın farz olduğu
kanaatindedir. Şâfiî'nin bu içtihadı ile âlimler abdestin farzının altı olduğunu tesbit etmişlerdir ki
12+ Yas grubu | ABDEST
92
12+ Yas grubu
bunlar şöylece sıralanmaktadır: Niyet, ellerin yıkanması, yüzün yıkanması, başa meshedilmesi,
ayakların yıkanması ve tertibe uymaktır.
13-Başın Tamamını Bir Defada Meshetmek
Abdest alan bir kimse, iki avucunu ve parmaklarını başının ön kısmından başlayarak arka
kısmına kadar, başın tamamını kaplayacak bir şekilde arkaya doğru çekerek mesheder. Bu
sünnettir. Başın tamamını devamlı olarak meshetmek ve özürsüz bir şekilde terk etmek günah
olur.
Muvalât ise, organları ara vermeden birbiri ardında yıkamak demektir. Öyle ki ılıman bir havada
ilk yıkanan organ, abdest tamamlanmadan kurumamalıdır.
Abdestin Çeşitleri
1- Farz Olan Abdest
Namaz kılmak, Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek ve tilâvet secdesi yapmak için abdest almak farzdır.
Cünüp veya abdestsiz olan kimsenin Kur'ân-ı Kerim'i eline almasının helâl olamayacağı
hususunda İslâm bilginleri arasında ittifak vardır.
2-Vâcip Olan Abdest
Kâbe-i Muazzama'yı tavaf* etmek için abdest almak vaciptir. Bir kimsenin Kâbe'yi abdestsiz
tavaf etmesi vacibi terk ettiğinden dolayı sorumlu olmakla beraber yaptığı bu tavaf câiz ve
geçerlidir. Ancak bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
"Tavaf, namaz gibidir. Fakat tavaf sırasında konuşmak câizdir. Tavafta konuşan kimse hayırlı
söz söylesin." (Tirmîzî, Hacc, 112; Nesâî, Menasik, 126) .
Farz olan tavaf abdestsiz olarak yapıldığı takdirde bir küçükbaş hayvan kurban etmek gerekir.
Cünüb olan kimsenin ise böyle bir farz tavafı yapması hâlinde bir büyükbaş hayvan kurban
etmesi lâzımdır. Ancak bu farz tavaf, abdest alınarak yeniden yapılırsa böyle bir kurbana gerek
kalmaz. Fakat farz günler dışında tekrar yapılması hâlinde geciktirilmiş olduğundan dolayı
kurban kesmek gerekmektedir .
Yapılması vacip olan vedâ tavafını abdestsiz olarak yapan kimse bir miktar sadaka vermelidir.
Fakat vacip olan tavafı cünüb olarak yapanın bir küçükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır.
3- Mendup Olan Abdest
Uykudan önce veya uykudan kalktıktan sonra, cenâze yıkamak, cenâze taşımak, cenâzeyi
yıkadıktan sonra, cinsel temastan önce, ezberden Kur'ân okumak, hadîs okumak, Cenâb-ı
Allah'ı ta'zim veya tesbih etmek için veya kızgınlık sırasında kızgınlığını gidermek gayesiyle
abdest almak ve sürekli abdestli olmak niyetiyle abdest almak menduptur.
Abdestin Mekruhları
1- Abdest alırken gereğinden fazla suyu boş yere tüketmek.
2- Gereği yokken suyu âdetâ âzaları mesheder gibi çok az kullanmak.
3- Suyu abdest âzalarına hızlı çarpmak, etrafa su sıçratmak.
4- Abdest alırken gereksiz yere konuşmak.
12+ Yas grubu | ABDEST
93
12+ Yas grubu
5- İhtiyacı olmadığı halde abdest almak için başkasından yardım ve su dökmesini istemek.
6- Temiz olmayan pis ve kirli bir yerde abdest almak.
7- Abdestin sünnetlerini bilerek terk etmek.
Abdestsiz Olarak Yapılması Yasak Olan Hususlar
1- Namaz kılmak.
2- Kur'ân-ı Kerim'e el sürmek.
3- Tilâvet secdesi yapmak.
4- Cenâze namazı kılmak.
5- Kâbe'yi tavaf etmektir.
Abdestin Edepleri (Âdâbı)
Edeb; nezâket, zarâfet, insanlara sözle ve davranışla yardımda bulunmak, gönüllerini okşamak
demektir. Abdestin edepleri ise yapılması halinde sahibine sevap kazandıran hususlardır.
Yapılmamaları halinde ise kişiye günah yazılmaz. Abdestin edepleri şunlardır:
1- Abdest alırken başkasından yardım istememek.
2- Abdest alırken suyun sıçramaması için dikkatli davranmak.
3- Kıbleye doğru yönelmek.
4- Gereksiz yere konuşmamak.
5- Niyet ederken dil ile niyet etmek.
6- Her uzvu iyice ovmak.
7- Abdest dualarını okumak.
8- Kullanılmış bir su ile abdest almamaya dikkat etmek.
9- Her uzvu yıkarken niyeti korumakla birlikte "Bismillâh" demek.
10- Kulağını meshederken serçe parmaklarının uçlarıyla kulak deliklerini meshetmek.
11- Burna ve ağıza suyu alırken sağ eli kullanmak.
12- Sol el ile sümkürmek.
13- Özür sahibi olmayan kimsenin namaz vaktinden önce abdest alması.
14- Abdest bittikten sonra kıbleye karşı ayakta kelime-i şehâdet getirmek ve dua yapmak, biraz
su içmek.
15- Durgun veya akarak yer değiştiren sular ile birikinti hâlindeki sulara ve Kıble'ye karşı
abdest bozulmaz.
12+ Yas grubu | ABDEST
94
12+ Yas grubu
Abdest Namazı
Abdest namazı abdest aldıktan sonra abdest âzaları henüz yaş iken iki rek'at nafile namaz
kılmaktan ibarettir.
Abdesti Bozan Durumlar
1- İdrar veya dışkı yollarından yani ön ve arkadan herhangi bir şeyin çıkması. Mâide sûresi 6.
âyetinde "...sizden birisi abdest bozmaktan geri dönmüşse..." ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'e
"Hades nedir?" diye sorulduğunda; "Her iki yoldan çıkandır" cevabını vermeleri, ön ve arka
yollardan birinden çıkan idrar, dışkı, yel, vedi, mezi, meni, kurt ve diğer hususların abdesti
bozduğunu ifâde eder.
2- Aklın idrak gücünü gideren hususlar; uyumak, bayılmak, delirmek, sarhoş olmak vs.'dir.
Ancak oturduğu yerde kıpırdamadan uyuyan kimsenin abdesti bozulmaz. (Müslim, Vudû', 2;
Ahmed b. Hanbel, 1, 256).
3- Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya sarı su çıkması ve etrafına yayılması. Ağızdan
akan kana bakılır, şâyet bu kan tükrük kadar veya tükrükten fazla ise abdesti bozulur.
4- Ağız dolusu kusmak. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) "Kusuntu abdesti bozar" (Tirmizî, Tahâre,
64) buyurmaktadır. Kusma ağız dolusu değilse abdest bozulmaz.
5- Cinsî münasebette bulunmak.
6- Tam olarak cinsî ilişki olmasa bile kadın ve erkeğin çıplak veya ince bir elbise ile vücutlarının
veya tenâsül uzuvlarının birbirine değmesi.
7- Teyemmüm yapan kimsenin su bulması .
8- Namazda sesli olarak gülmek. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden
biriniz namazdayken kahkaha ile gülerse abdesti ve namazı birlikte iade etsin. " Kahkaha
namazın dışında olursa abdesti bozmaz.
Bir kimse abdest alırken bazı organlarını yıkayıp yıkamadığı konusunda endişe ederse, şayet
bu ilk defa karşılaştığı bir şüphe ise o organını yeniden yıkar, yok eğer sürekli şüpheye düşüp
duruyorsa bu şüphesinin önemi yoktur. Abdestini tam almış sayılır. Abdestinin bozulup
bozulmadığını tam hatırlayamayan kişi kesin olarak abdest aldığını hatırlıyorsa abdestli
demektir. Çünkü kesin olarak bilinen bir husus şüphelerle yok olmaz.
Ayrıca namaz haricinde abdestinden şüpheye düşenin abdest almasının takvaya daha yakın
olduğu; fakat namaz içinde bulunan kimsenin ise abdestinden şüpheye düşmesi hâlinde
namazını bozup abdest alması gerekmediği âlimler tarafından ifâde edilmiştir.
Abdesti Bozmayan Durumlar
1- Kişinin ön veya arka yollarından başka vücudunun herhangi bir yerinden kan çıkıp, bir damla
halinde kalması.
2- Kabuk bağlamış bir yaranın kan çıkmadan kabuğunun düşmesi.
3- Yaradan, burundan yahut kulaktan bir vücud kurdunun düşmesi.
4- Tenâsül uzvuna (cinsî organına) el sürmek.
5- Kadın vücudunun herhangi bir yerine dokunmak.
12+ Yas grubu | ABDEST
95
12+ Yas grubu
6- Ağız dolusu olmayan kusuntu.
7- Ağızdan çıkan balgam.
8- Oturduğu yerde veya namazda uyumak .
9- Ağlamak.
Abdest Nasıl Alınır?
Farz, sünnet ve edeplerini yukarıdaki maddelerde verdiğimiz abdesti tertip ve usûlüne göre
ancak şöylece alabiliriz:
Abdeste başlarken şu dua yapılmalıdır:
"Bismillâhilazîm ve'l hamdülillâhi alâ dini'l İslâm" .
"Yüce Allah'ın ismini anarak başlarım. Beni İslâm dini ve akidesi üzere yarattığı için hamd
ederim."
Abdest almaya niyetlendikten sonra, eûzü besmele çekilerek eller bileklere kadar yıkanır.
Parmakta yüzük varsa, kımıldatılır. Altına suyun geçmesi sağlanır.
Uzuvların yıkanması sırasında bizden öncekilerden nakledilen şu duaları okumak abdestin
edeplerindendir.
A- Mazmaza=Ağıza su verme sırasında: "Allâhümme einnî alâ tilâveti'l Kur'ân ve zikrike ve
şükrike ve hüsn-i ibâdetike."
"Allah'ım, Kur'ân-ı Kerimi okumada, seni zikretme, sana şükretme ve sana güzel şekilde kulluk
etmede yardımını istirham ederim."
B- İstinşak = Buruna su verme sırasında: "Allâhümme, erihnî râyihate'l Cenneti verzuknî min
neîmihâ."
"Allah'ım, bana Cennetin kokusunu koklat. Cennet nimetlerinden beni rızıklandır."
C- Yüzü Yıkama Sırasında
"Allâhümme, beyyid vechî binûrike yevme tebyaddu vücûhun ve tesveddü vücûh."
"Allah'ım, bir kısım yüzlerin ağarıp nurlandığı, bir kısım yüzlerin ise karardığı gün, benim
yüzümü nurlandır, ağart."
D- Sağ Eli Yıkama Sırasında
"Allâhümme, a'tınî kitâbî biyemînî ve hâsibnî hisâben yesîrâ."
"Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sağ elime ver ve hesabımı kolaylaştır."
E- Sol Eli Dirseklere Kadar Yıkama Sırasında
"Allâhümme, lâ tu'tinî kitâbî bişimâlî velâ min verâi zahfi."
"Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sol elimden ve arkamdan verme."
12+ Yas grubu | ABDEST
96
12+ Yas grubu
Sonra sıra başı meshetmeye gelir.
Kaplama mesh için, eller ıslatılır, küçük parmakla üç parmak uc uca getirilir. Önden başlayarak
başın üstü sıvazlanıp arka ve yan taraflarda böylece meshedilir.
F- Kulakları Yıkarken
"Allâhümmec'alnî minellezîne yestemîune'l-kavle feyettebiûne ahseneh."
"Allah'ım, beni hak sözü dinleyenlerden ve onun en güzeline uyanlardan eyle." denilir ve
kulaklar yıkanır.
G- Boyuna Mesh Etme Sırasında
"Allâhümme a'tik unuki (veya rakabeti) mine'n-nâri."
"Allah'ım, boynumu Cehennem ateşinden azad buyur."
H- Ayakları Yıkama Sırasında
"Allâhümme, sebbit kademeyye ales'sırâtı yevme tezûlü Fhi'l-akdâm."
"Allah'ım, Sırat köprüsünde ayakların kaydığı günde ayaklarımı kaydırma, sabit eyle..."
Abdest alıp bittikten sonra Rasûlullah (s.a.s.)'e salavât getirilmeli ve şu dua okunmalıdır:
"Allâhümmec'alnî minettevvâbîne vec'alnî mine'l-mütetahhirîn."
"Allah'ım, beni, tevbe eden ve günahlarından temizlenen kullarından eyle. . ."
Şâmil İA
12+ Yas grubu | ABDEST
97
12+ Yas grubu
GUSÜL (Boy Abdesti)
Tepeden tırnağa kadar vücudun her tarafını hiçbir yer kuru kalmayacak şekilde yıkamak.
Fiil kökünden isim olan gusl, sözlükte; yıkanmak ve temizlenmek manasına gelir. "Gasele" fiili
de, kirin suyla giderilmesi ve temizlenmesini ifade eder.
Erginlik çağına gelmiş her müslüman erkeğin ve kadının şu durumlarda boy abdesti alması
gerekir.
1) Cünüplük; yani cinsî münasebet, ihtilam ve ne şekilde olursa olsun meninin (sperm) şehvetle
vücut dışına çıkması.
2) Hayız (kadının âdet görmesi) ve nifâs (lohusalık) hâlinin sona ermesi.
Bu hallerde gusletmek farzdır. Bazı durumlarda da gusletmek, sünnet veya müstehabdır.
Meselâ; Hac ve Umre yapmak maksadıyla Mekke ve Medine'ye girmeden önce, hac mevsiminde
Mina ve Müzdelife'de bulunmadan önce; yağmur duasından önce; herhangi bir hayırlı iş için
müslümanlarla bir araya gelmeden ve mübarek gecelerde gusletmek sünnet ve müstehabdır. '
Namaz için alınan abdest "küçük abdest" kabul edilerek, gusle "büyük abdest" veya "boy
abdesti" adı verilmektedir.
Guslün farzları üçtür.
I) Ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak. 2) Buruna su çekmek ve yıkamak. 3) Tepeden tırnağa
bütün vücudu yıkamak.
Vücut yıkanırken en ufak bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilmelidir. Aksi taktirde gusül
yerine gelmemiş olur. Onun için kulaklar, göbek çukuru, saç, sakal ve bıyıkların dipleri iyice
yıkanır.
Guslün sünnetlerine gelince: 1) Gusle besmele ve niyet ile başlamak. 2) Avret yerini yıkamak ve
bedenin herhangi bir yerinde pislik varsa onu temizlemek. 3) Gusülden evvel abdest almak. 4)
Abdestten sonra, önce üç defa başa, sonra üç defa sağ, üç defa da sol omuza su dökerek her
defasında bedeni iyice oğuşturmak. 5) Guslederken çok fazla veya çok az su kullanmaktan
kaçınmak. 6) Kimsenin göremeyeceği bir yerde yıkanmak. 7) Tenha bir yerde yıkanılsa bile,
avret yerini açmamak. 8) Guslederken konuşmamak. 9) Gusl bitince bedeni bir havlu ile
kurutmak 10) Gusulden sonra çabucak giyinmektir.
Guslün adabı aynen abdest adabı gibidir.
Gusletmek isteyen kimse önce besmele çekerek gusle niyet eder. Ellerini bileklerine kadar
yıkar ve üzerinde yapışıp kurumuş bir şey varsa onları temizler. Sonra herhangi bir pislik
olmasa bile avret yerlerini ve uyluklarını yıkar. Sonra sağ avucu ile ağzına bolca su alarak iyice
çalkalar; bunu üç defa tekrar eder; oruçlu değilse suyun boğazına ulaşmasını sağlar. Sonra
yine sağ eli ile burnuna üç defa su çekerek iyice temizler. Bundan sonra namaz abdesti gibi bir
abdest alır. Şayet yıkandığı yere su toplanıyorsa, ayaklan, abdest alırken değil gusülden
çıkarken yıkar. Abdest aldıktan sonra, önce başına, sonra sırayla sağ ve sol omuzlarına üçer
defa su döker. Her defasında vücudun her tarafını iyice oğuşturur. Hiçbir yerinin kuru
kalmaması için dikkat eder. Bunun için saçlarının, sakallarının diplerine, göbeğinin içine suyun
ulaşmasını sağlar. Eğer vücudunun bir yerinde, herhangi bir yaradan dolayı ilaç veya sargı
varsa ve fazla su bunlara zarar verecekse, bunların üzerinden suyu hafifçe geçirmekle yetinir;
bu da zarar verirse sadece eliyle üzerini mesheder.
Cünüb bir kimsenin veya hayız ve nifâs hâlindeki bir kadının bu durumdayken yapması haram
olan hususlar, şunlardır:
12+ Yas grubu | GUSÜL (Boy Abdesti)
98
12+ Yas grubu
Namaz kılmak; Kur'an niyetiyle Kur'an'dan bir parça okumak (ancak dua niyetiyle okumak
caizdir. Ayrıca Kur'an ayetlerini çocuklara kelime kelime öğretmek, Kelime-i Şehâdet getirmek,
tesbih ve tekbirde bulunmakta da sakınca yoktur); Kur'an-ı Kerîm'e ve onun en ufak bir
parçasına dokunmak ya da tutmak (fakat bitişik olmayan bir kılıf veya kutu içerisinde ise
tutmak caizdir); Kâbe-i Muazzamayı tavaf etmek ve zaruret olmadığı halde bir mescide girmek
ve içinden geçmek; Üzerinde ayet yazılı olan bir levhayı veya buna benzer birşeyi tutmak.
Guslü gerektirmeyen hallere gelince;
Henüz şehvet duygusu oluşmamış ve bulûğa ermemiş çocuğun cinsî yakınlaşmada bulunması.
Tenâsül uzvundan şehvetle açık bir sıvı hâlinde meni akması. Cinsî bir şehvet duyulmasına
rağmen meninin dışarıya çıkmaması. Şehvetten, başka bir şeyden (hastalık, heyecan vs.) dolayı
meninin akması, kızın bekâretini gidermeyen cinsî bir yakınlaşma (çünkü kızlık zarı haşefenin
sünnet yerine kadar girişini engeller). Bu gibi durumlarda gusül farz değildir.
Gusletmeleri farz olanların, gusülsüz olarak yapmaları caiz olan hususlar da şunlardır:
Zikretmek; tesbih etmek; salât ve selâm getirmek; Kur'an ayetlerini kelime kelime öğretmek;
dua maksadıyla Kur'an'dan ayetler okumak: Kelime-i şehâdet getirmek; Kur'an'a bakmak;
bitişik olmayan bir kap içerisinde bulunan mushafa dokunmak; uyumak (Cünübün abdest
aldıktan sonra uyuması daha iyidir). Cünüp iken yemek yeneceği veya içileceği zaman elleri
yıkamak ve ağzı çalkalamak gerekir. Bunların yanısıra, Ramazan'da cünüp olarak sabahlayan
kimse veya gündüz uyuyarak ihtilam olan kimsenin orucu bozulmaz.
Cünüb olan kimsenin ise;
Dinî kitaplardan herhangi birini elle tutması ve okuması; elini ve ağzını yıkamadan yiyip içmesi
ve eliyle tutmadığı bir kağıda Kur'an ayetleri yazması mekruhtur.
Gusl, Allah'u Teâlâ'nın müslümanlar için emrettiği en önemli maddî-manevî temizlik biçimidir.
Cenâb-ı Hak, "Eğer cünüb iseniz yıkanıp temizlenin" (el-Mâide, 5/6) buyurmaktadır. Bu
yıkanmanın şeklini de Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi tatbikatıyla bize öğretmiştir. Guslün daha
çok manevî bir temizleme aracı olduğu unutulmamalıdır. Çünkü vücudumuzun herhangi bir
yerinde görünür bir pislik veya kir-pas olmasa bile cünüb olan kimsenin ibadetlerini yerine
getirebilmesi için mutlaka gusletmesi gerekir. Ayrıca gerekli şartları yerine getirilmeyen
yıkanma, ne kadar itinalı yapılırsa yapılsın guslün yerine geçmez ve bununla cünüblükten
kurtulmak mümkün olmaz. Cünüb olan kimse ilk fırsatta gusletmeye çalışmalıdır. Bu durumda
ancak, içinde bulunduğu namaz vaktinin çıkmasına kadar müsaade vardır; daha fazla
geciktirnıesi günâh kazanmasına sebep olur.
Guslün vücud için faydalarına işaret eden doktorlar bu hususta şunları söylemektedir: İnsanın
başına gusletmesi gerektiren bir hal gelince bütün damarlarda büyük bir sarsıntı olur. Vücutta
bir yorgunluk ve gevşeklik meydana gelir. Bu yorgunluk ve sarsıntıyı gidermek için vücudun
her tarafını yıkamak lâzımdır. Demek ki; guslü gerektiren hallerde sadece bazı organlar değil,
vücudun tamamı yıkanma ihtiyacı hissetmektedir. Çünkü gerek cünüblükte, gerekse hayız ve
nifâs hâlinde, başta kalp olmak üzere bütün organlar ve kan dolaşımı, yorgunluklarını, ancak
güzel bir boy abdesti ile tertemiz bir zindeliğe terkedeceklerdir. Allah'ın her emrinde olduğu gibi
gusül abdestinde de bizim bildiğimiz ve bilemediğimiz daha birçok hikmet ve faydalar
bulunmaktadır.
12+ Yas grubu | GUSÜL (Boy Abdesti)
99
12+ Yas grubu
TEYEMMÜM
Kast etmek, yönelmek manasına gelen teyemmüm, şeriat dilinde su bulunmadığı veya bulunsa
da kullanma gücü olmadığı zaman, temiz toprak cinsinden bir şeyle hadesi (abdest almak veya
gusl gerektiren hal) gidermek amacıyla yapılan hareketleri dile getirir.
Teyemmüm kitap ve sünnet ile sabittir. Kur'an-ı Kerim'de "Su bulamazsanız temiz yere
teyemmüm ediniz" (el-Maide, 5/6) ayeti su bulunmadığı durumlarda teyemmümü öngörür. Yer
bana mescid ve temizleyici kılındı. Binaenaleyh kime namaz vakti gelirse, namazını kılsın."
(Ahmed b. Hanbel) hadisi de yer cinsinden bir şeyle teyemmüm caiz olduğuna delalet eder
(Ahmed Davudoğlu, Selâmet Yolları, I, 154).
Teyemmüm, Hicretin beşinci yılında meşrû kılındı. O sene şaban ayının ilk günlerinde, Huzaa
kabilesinin bir oymağı olan Benî Mustalık gazasında Hz. Peygamber ile bin kadar İslâm askeri,
susuz bir yerde gecelediler. Sabah namazını kılmak için abdest alacak su bulamadılar. Sabaha
yakın Mâide suresinin "Temiz yere teyemmüm ediniz" mealindeki altıncı ayeti nazil oldu. Bu
suretle, teyemmümle namaz kılmalarına izin verildi, teyemmüm ederek sabah namazını kıldılar.
Teyemmümü gerektiren haller
1- Su, temizlenecek kimsenin bulunduğu yerden en az dört bin adım, yani üç kilometre uzakta
bulunursa,
2- Suyun kullanılması durumunda hastalanma, hastalığın artması veya uzaması gibi tehlike
mevcutsa,
3- Yakında bulunan suyu elde etme hususunda nefse, mala, ırz ve namusa tehlike gelme hali
varsa,
4- Elde bulunan su, abdest veya gusle yetmeyecekse,
5- Suyun kullanılması halinde kendisinin, arkadaşının veya hayvanının susuzluktan helak
olacağına kanaat getirilirse,
6- Kuyudan su çekmek için ip veya kova bulunmazsa,
7- Bulunan su ile abdest alındığı veya gusul edildiği takdirde bayram veya cenaze namazlarını
tamamen geçirme ihtimali varsa,
Teyemmüm nasıl yapılır
l-Besmele çekilip, temizlenmek için niyet edilir.
2- İki el, parmakları açık durumda, bir toprağa veya toprak cinsinden biryere vurulup ileri geri
çekilir.
3- Eğer eller fazla tozlanmışsa, yan yana getirilerek hafifçe birbirine vurulur, tozlar silkildikten
sonra, bunlarla yüz mesh edilir.
4- Eller tekrar temiz bir yere vurulur, toz tutarlarsa yine silkilir, daha sonra sol elin baş parmağı
ayrılır diğer parmakların iç tarafıyla sağ elin dış tarafı parmak uçlarından başlanarak dirseğe
kadar meshedilir; sonra sağ elin baş parmağı ayrılır, diğer parmakların iç tarafıyla sol elin dış
taraf parmak uçlarından başlanarak dirseğe kadar mesh edilir.
Teyemmümün farzları
12+ Yas grubu | TEYEMMÜM
100
12+ Yas grubu
Niyet ve elleri toprağa vurup yüzü ve kolları mesh etmek farzdır.
Teyemmümün sahih olmasının şartları
1- Niyet. Eli toprağa vururken temizlenmeye ya da namaz tilavet secdesi ve cenaze namazı gibi
bir ibadete niyet etmek.
2- Teyemmümü gerektiren bir özürün bulunması.
3- Teyemmüm edilen maddenin temiz bir toprak ya da taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir
şey olması.
4- Yüzü ve kolları kaplarcasına meshetmek.
5- Meshi elin hepsi veya çoğuyla yapmak.
6- Eli toprağa ya da toprak cinsinden bir şeye iki kere vurmak.
7- Teyemmüm edecek kimse kadın ise, abdest almaya ve gusul yapmaya engel olan hayız ve
nifas gibi bir hâli bulunmaması.
8- Meshedilecek uzuvlarda meshe engel bir şey varsa, evvela onları gidermek.
Teyemmümün sünnetleri
1- Önce besmele çekmek.
2- Uzuvları sırayla meshetmek.
3- Mesih işlemini ara vermeden yapmak.
4- Elleri yere vurduktan sonra önce ileri, sonra geri hareket ettirmek.
5- Parmakları açık bulundurmak.
6- Eller yerden kaldırıldığında avuç içlerinde toz kalmışsa birbirine vurarak silkelemek.
Teyemmümü bozan seyler
1- Abdesti bozan veya guslü gerektiren haller teyemmümu de bozar, hukümsuz bırakır.
Teyemmumü mübah kılan özrün ortadan kalkmasıyla da teyemmüm bozulur. Meselâ su
bulunmadığından veya hastalıktan dolayı yapılmış olan bir teyemmüm, su bulunduğu veya
hastalık geçtiği anda bozulur.
2- Teyemmüm etmiş kimse, namaz içindeyken su bulursa, namazı bozulur. Abdest alıp namazı
yeniden kılması gerekir.
3- Bir özürden dolayı teyemmüm eden kimse, diğer bir özre tutulsa, birinci özrü son bulmasıyla
teyemmümü de son bulur. Diğer özrü için tekrar teyemmüm etmesi gerekir.
Teyemmümle ilgili bazı meseleler
1- Bir kimsenin, suyu bulamadığından dolayı teyemmüm yapabilmesi için yerleşim bölgesi
dışında olması ve yerleşim yeri ile arasında en az 4000 adım (takriben 3 km)'lik bir mesafe
bulunması gerekir.
12+ Yas grubu | TEYEMMÜM
101
12+ Yas grubu
2- Hastalıktan dolayı teyemmüm edecek kişi, suyun hastalığına zarar vereceğini ya da tecrübesi
ile ya da doktor tavsiyesi ile bilmelidir.
3- Bulunduğu yere üç kilometreden daha fazla yakında su bulunduğunu tahmin eden kişi o
istikamette üç dört yüz adım yürümeli ve suyu aramalıdır.
4 Bölgeyi bilen bir kimse varken, ona suyu sormadan teyemmüm edilemez. Eğer edilip namaz
kılınır, bilahare üç kilometreden daha kısa mesafede su bulunursa, namaz iade edilir.
5- Kendisine su verileceği vaadedilen kişi hemen teyemmüm etmez, bekler.
6- Gusül yerine teyemmüm eden kişi, suyu bulamadan abdesti bozulursa sadece abdest yerine
teyemmümünü yeniler.
7- Abdest alamayacak derecede hasta veya güçsüz olan kişi, mali gücü müsaitse kendisine
abdest aldıracak birini tutar. Teyemmüm edemez.
8- Bir yere hapsedilip de abdest için su veya teyemmüm edecek bir madde bulamayan kimse
namazı terkeder, abdest veya teyemmüm imkânı bulunca kılar.
9- Abdest organlarının yarısı veya yarıdan fazlası yaralı olan kişi su olsa bile abdest almaz,
teyemmüm eder. Yara daha az yerinde ise sağlam yerleri yıkar yaralı yerlere mesheder.
10- Namaz vakti girmeden teyemmüm edilebilir. Ancak, namazın kılınması müstehap vakit
çıkmadan su bulacağını ümid eden kişinin teyemmümü geciktirmesi iyidir.
11- Bir teyemmüm ile birden fazla namaz kılınabilir.
Şamil İA
12+ Yas grubu | TEYEMMÜM
102
12+ Yas grubu
IBÂDET
Tapmak, kulluk yapmak, itaat etmek, boyun eğmek. Niyete bağlı olarak yapılmasında sevap
olan, Cenab-ı Hakka yakınlık ifade eden ve özel bir şekilde yapılan taat ve fiillerden ibarettir. Bu,
bizi yoktan var eden, bize sayısız nimetler bahşeden yüce Allah'ı ta'zîm (ululamak, yüceltmek)
amacıyla güden bir kulluk görevidir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1935, I,
95).
Bu duruma göre ibadet, Cenab-ı Allah'a karşı gösterilen saygı ve hürmetin, en yüksek
derecesini ifade eder. En geniş anlamda ibadet, Allah'ın hoşnut ve razı olduğu bütün fiil ve
davranışları kapsamına alır. İslam'da ibadet, yalnız Allah için yapılır. Peygamber veya diğer
insanlar için ibadet asla söz konusu olmaz. Kur'an-ı Kerîm'de, yeryüzündeki tüm insanlar için
şu çağrıda bulunulur: "Ey iman edenler! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin.
Umulur ki, sakınırsınız" (El-Bakara, 2/21). İslâm inancında, Allah'tan başkasına tapma, tevhîd
inancı ile çelişir ve kişiyi niyetine göre dinden çıkarabilir. Putlara tapan müşriklere, cevap
olmak üzere inen el-Kâfîrûn Sûresi konuyu şu esasa bağlar: "Ey Muhammed! De ki; ey kafirler!.
Ben sizin taptıklarınıza ibadet etmem. Biz de benim ibadet ettiğime tapacak değilsiniz. Ben de
sizin taptığınıza ibadet edecek değilim. Siz de, benim ibadet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin
dininiz size; benim dinim banadır" (el-Kâfirûn, 1 09/1 -6) .
Hz. İsa'yı ilâh ve Allah'ın oğlu tanıyarak, ona ibadet edenler için âyette şöyle buyurulur:
"Şüphesiz, Allah, Meryem oğlu İsa Mesih'tir, diyenler kâfir oldular. Oysa Mesih onlara şöyle
demişti: Ey İsrailoğulları! Hem benim hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Kim
Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer
cehennemdir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur" (el-Mâide, 5/72).
Allah'a kulluk edenlerin, ilâhî duygular içinde, yeni ve mânevî bir ortamın rengini alacakları,
âyette şöyle ifade buyurulur: "Allah'ın boyası ile boyandık, Allah'ın boyasından (din) daha güzel
boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz deyin" (el-Bakara, 2/1 38).
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, Sahabenin çok üzülmesi, O'nun âhirete intikaline
inanmayacak derecede bazı davranışlar göstermesi ve meselâ Hz. Ömer'in kılıcını çekerek "Kim
Muhammed öldü derse, başını uçurum" gibi sözler sarfetmesi üzerine, ilk halîfe Hz. Ebû Bekir,
Ashâb-ı kiramı toplayarak büyük bir soğukkanlılıkla şöyle demiştir: "Dikkat ediniz, kim
Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed ölmüştür. Kim de Allah'a ibadet ediyorsa,
şüphesiz Allah ölümsüz ve Bâkidir sonu yoktur" (Buhârı, Cenâiz, 3; Fedâilü Ashabı'n-Nebi, 5;
Megâzî, 83; İbn Mâce, Cenâiz, 65; Ahmed b. Hanbel, VI, 220).
İslâm'a göre, insanın yaratılış gayesi Allah'a ibadet etmektir. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (ez-Zâriyât, 51/56).
İslâm'da ameller niyetlere göredir. Amellerden beklenen ecir ve sevabın almabilmesi, ibâdetin
yapılmasından daha çok, niyetin hâlis ve katkısız olmasına bağlıdır. Hadîste; "ameller niyetlere
göredir. Her bir kimse için niyet ettiği şey vardır" (Buhârî, Bed'ül Vahy, 1; ltk, 6; Menâkıbu'lEnsâr, 45; Talâk, 11; Hıyel, 1; Müslim, İmâre, 155; Ebû Dâvud, Talâk, 11).
İbadet, yapanın niyet ve maksadına göre üç dereceye ayrılır.
a) Allah'a, sevabını umarak ve azabından korkarak ibadet etmek. Yani Cennet ümidi veya
Cehennem korkusu ile ibadet etmek.
2- Allah'a ibadetle şereflenmek veya onun emirlerine uymak ve kabul etmiş olmak için ibadet
etmek.
3- Allah'a, ibadet ve tâzime lâyık olduğu için ibadet etmek. Bu ibadetin en yüksek derecesidir
(el-Alûsî, Rûhi'l-Meânî, Beyrut, t.y, I, 86).
12+ Yas grubu | IBÂDET
103
12+ Yas grubu
Bu dereceye hadiste "ihsan" derecesi denir. Cibril hadisinde, Cebrail aleyhisselâmın Rasûlullah
(s.a.s) ve sorduğu sorulardan birisi de "ihsan" olmuştur. Hz. Peygamber buna şöyle cevap
vermiştir; "İhsan; Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen
O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir" (Müslim, İmân, 5, 6; İbn Mâce Mukaddime, 9).
Dolayısıyla İslâm'da ibadet insanın bütün davranışlarını kapsar.
Bunlardan başka bir de dünya ile ilgili bir takım faydaları olduğu için ibadet etmek vardır ki,
buna ibadet etmek bile doğru değildir.
İslâm'da ibadet, kısa tanımı ile üç şekilde yapılır:
a) Beden ile yapılan ibadetler: Namaz ve oruç gibi ibadetler bu çeşit bir ibadettir. Beden ile
yapılan ibadetlerde başka birini vekil tayin etmek câiz değildir. Yani bir kimse başka birinin
yerine namaz kılamadığı gibi, oruç da tutamaz. Bunları herkes kendi yapmalıdır (bk. namaz ve
oruç mad.).
b) Mal ile yapılan ibadetler: İslâm'ın beş şartından biri olan zekât bu çeşit bir ibadettir. Mal ile
yapılan ibadetlerde başka birini vekil yapmak câizdir.
c) Hem beden hem de mal ile yapılan ibadetler: Hac böyle bir ibadettir. Parası olduğu halde
hacca gitmekten âciz olan veya herhangi bir özürden dolayı hac vazifesini yapamayan bir
kimsenin başka birini yerine vekil göndermesi caizdir (bk. Hac mad.).
Hamdi DÖNDÜREN
12+ Yas grubu | IBÂDET
104
12+ Yas grubu
REGÂIB
Regâib, arapça bir kelimedir ve "reğa-be" kökünden gelmektedir. "Reğa-be", kelime olarak,
herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba
sarfetmek demektir. "Reğîb" kelimesi ise, "reğabe"'den türemiş olan bir isimdir ve kendisine
rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demektir. Müennesi, "reğîbe"dir. "Reğîbe"nin çoğulu
da "reğâib" dir. Kelime olarak "Regâib"in aslı budur.
Regâib kelimesi Kur'an'da geçmemektedir. Ancak "reğabe"den türemiş olan çeşitli kelimeler,
Kur'ân'da sekiz yerde geçmekte ve "reğabe"nin ifâde ettiği mana için kullanılmaktadır (elBakara, 2/ 130; en-Nisa, 4/ 127; et-Tevbe, 9/59,120; Meryem, 19/46; el-Enbiyâ, 21/90; el-Kalem,
68/32; el-İnşirah, 94/8).
Terim olarak Regâib, türkçede kandil geceleri dediğimiz mübârek gecelerden biridir. Hicrî
takvime göre, yedinci ay olan Receb'in, müslümanlar arasında kutsal kabul edilen ilk cuma
gecesidir. Bu gecede Yüce Allah'ın rahmet, bağış ve yardımlarının dağıtıldığına inanılır.
Hz. Muhammed (s.a.s)'in Receb'in ilk perşembe gününü oruçla geçirdiği ve cuma gecesinde, bu
kandil gecesine mahsus olmak üzere on iki rekât namaz kıldığı kabul edilir. Fakat bu
rivâyetlerin de, herhangi bir dayanağı yoktur. Müslümanlar arasında, Regâib gecesinde on iki
rekât namaz kılma alışkanlığı, ilk kez on ikinci yüzyılın başlarında görülmüştür. Bu na
"Müslümanlar arasında mübarek sayılan "Regâib" gecesi ibadetle ihya edilir.
Namazın kılınması, fıkıh alimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Alimlerin ekseriyeti,
aslında böyle bir namazın olmadığı kanaatinde birleşmişlerdir.
On sekizinci asırda, Regâib geceleri tekke ve zaviyelerde gösterişli törenlerle kutlanmaya
başlandı. Tasavvuf ehli olan şairler, bu gece için "reğâibiye" adı verilen şiirler yazdılar. Bu
şiirlerin bazıları bestelenerek yapılan törenlerde okundu. Diğer kandil gecelerinde olduğu gibi,
Regâib kandillerinde de minârelere kandillerin asılması gelenek haline geldi. Halk arasında
Regâib gecelerinde ibâdet ve duada bulunma, geceyi kandil simidi ve şekerlemeleri ile kutlama
âdeti yerleşti. Bu gibi âdetler, günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
Regâib gecelerinde dua etmek, tevbe ve istiğfarda bulunmak, bu geceyi kutsal kabul etmek
suretiyle çeşitli ibâdetlerle geçirmek, genel olarak alimler arasında kabul görmüştür.
Nureddin TURÇAY
12+ Yas grubu | REGÂIB
105
12+ Yas grubu
NAMAZ
Dua, hayırla dua; müslümanların yaptıkları, bazı hareketleri de kapsayan bir ibadet türü.
Arapçası "salât" olup, çoğulu "salavât"tır.
Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a
karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.
Namaz, Kur'an'da doksandan fazla ayette zikredilir. Önceki şeriatlerde beş vakit namaz yoktu.
Ancak vakitleri belirsiz genel anlamda namaz vardı. Namaz, hicretten bir buçuk yıl kadar önce
Mi'rac (İsrâ) gecesinde farz kılınmıştır. Enes b. Mâlik'ten rivâyete göre özet olarak şöyle
demiştir:
"Hz. Peygamber (s.a.s)'e İsrâ gecesi, namaz elli vakit olarak farz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş
vakte düşürüldü. Sonra şöyle seslenildi: Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir
değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır" (Buhâri,
Salat, 76, Enbiya, 5; Müslim, İman, 263; Ahmed b. Hanbel, V,122,143). Her güzel amele on katı
ecir verileceği şu ayetle sabittir: "Kim bir iyilik yaparsa, ona bunun on katı ecir vardır" (el
Enam, 6/160; ayrıca bk. en-Neml, 27/89; el-Kasas, 28/84). Beş vakit namaz farz kılınmadan önce,
Hz. Peygamber'in ibadet tarzı Cenâb-ı Hakk'ın yaratıklarını düşünmek, Allah'ın yüceliğini
tefekkür etmek şeklinde idi. Sabah ve akşam ikişer rekat hâlinde namaz kıldığı da nakledilir.
Daha önceki ümmetlerin de namaz ibadeti vardır. Kur'an-ı Kerim'de Lokman aleyhisselâmın
oğluna namazı emretmesi (Lokman, 31/17), Hz. İbrahim'in Hicaz'ın güvenliği için dua ederken
namazdan söz etmesi (İbrâhim,14/37), Yüce Allâh'ın, Tur dağında ilk vahiy sırasında Hz.
Mûsa'dan namaz kılmasını istemesi (Tahâ, 20/14) örnek verilebilir.
İslâmda namazın meşrûluğu Kitap, Sünnet ve İcmâ'ya dayanır.
Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde; namazı kılınız ve zekâtı veriniz" buyurulur. "Bütün namazları
ve orta namazı muhafaza edin" (el-Bakara, 2/238). "Şüphesiz namaz, müminlere, vakitle
belirlenmiş olarak fon kılınmıştır" (en-Nisa, 4/103).
"Oysa onlar, tevhid inancına yönelerek, dini yalnız Allah'a tahsis ederek O'na kulluk etmek,
namazı kılmak ve zekatı vermekle emr olunmuşlardır. İşte doğru din budur" (el-Beyyine, 98/5).
"Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın. O, sizin mevlânızdır. O, ne güzel
mevlâ ve ne güzel yardımcıdır" (el-Hacc, 22/78).
Sünnetten delil: Bu konuda rivâyet edilmiş çok sayıda hadis vardır. Bu hadislerden bazıları
şunlardır: "İbn Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"İslâm beş temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz.
Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek
ve Ramazan orucunu tutmaktır" (Buhârî, İman,1, 2; Müslim, İmân, 19-22).
Hz. Peygamber (s.a.s), Muaz b. Cebel (r.a)'i Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurmuştur: "Sen
ehli kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları ilk önce Allah'a kulluk etmeğe çağır. Allah'ı
tanırlarsa, Allah'ın onlara gecede ve gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle. Namazı
kılanlarsa; Allahın onlara, zenginlerinden alınıp yoksullara verilmek üzere zekâtı farz kıldığını
söyle. İtaat ederlerse, bunu onlardan al, insanların mallarının en iyisini alma, mazlumun
bedduasından sakın. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur" (Buhârî, Zekât, 41, 63,
Meğâzî, 60, Tevhîd, 1; Nesâî, Zekât, 1; Dârimî, Zekât, I ).
Diğer yandan İslâm ümmeti, bir gün ve gecede beş vakit namazın farz olduğu konusunda görüş
birliği içindedir.
Namaz ergenlik çağına gelmiş, akıllı her müslümanın üzerine farzdır. Fakat yedi yaşına gelmiş
olan çocuklar da namaz kılmakla emredilir. On yaşına geldikleri halde namaz kılmazlarsa el ile
hafifçe dövülebilirler. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınıza yedi yaşında namaz
12+ Yas grubu | NAMAZ
106
12+ Yas grubu
kılmalarını emredin, on yaşına girince bundan dolayı dövün ve o yaşta yataklarını ayırın" (Ebû
Dâvûd Salât, 26; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 187).
Bir günle gece içinde farz olan namazların sayısı beştir. Yalnızcada, vitir veya bayram namazları
vacib hükmündedir. Bir bedevi ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadis beş vakit farz namaza
delildir: "Bir gün bir gecede farz olan namazlar beştir " Bedevî; "Benim üzerimde bundan başka
bir borç var mıdır?" diye sorunca, Allah'ın Resulu şöyle cevap vermiştir:
"Hayır kendiliğinden nafile olarak kılarsan bu müstesnadır". Bunun üzerine bedevî: "Seni hak
olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım" dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Eğer doğru söylüyorsa bu adam kurtulmuştur"
(Buhârî, İmân, 34, Şehâdât, 26; Müslim, İmân, 8,10,15,17,18; Ebû Dâvûd, Salât, 1).
Namazı Terketmenin Hükmü
Namazın akıllı, büluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her müslümana farz olduğu
konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde vekâlet ve niyabet
geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet,
hadis ve icma delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terkeden âsî
ve fasık olur.
Namazı kılmamak dünya ve âhirette azaba sebep olur. Âhiretteki azapla ilgili olarak Allah Teâlâ
şöyle buyurur: "Onlar suçlulara sorarlar: Sizi Sakar cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular
şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik” (el-Müddessir, 74/40-43). "Onlardan
sonra öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular. Onlar bu
taşkınlıklarının cezasını yakında göreceklerdir. Fakat tövbe edip, iman eden ve salih amel
işleyen bunun dışındadır" (Meryem, 19/59, 60). "Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları
namazdan habersizdirler" (el-Mâûn, 107/4-5). Hz. Peygamber (s.a.s)'de şöyle buyurmuştur:
Bilerek namazı terkeden kimseden Allah ve Resulunün zimmeti kalkar" (Ahmed b. Hanbel, IV,
238, VI, 461). Kim ikindi namazını terkederse ameli boşa gitmiş olur" (Buhârî, Mevâkît,13, 34;
Nesâî, Salât,15). Kim, önemsemeyerek üç cuma namazını terkederse, Allah Teâlâ onun kalbine
mühür vurur" (Nesâî, Cumâ, 2; Tirmizî, Cuma 7; İbn Mâce, İkâme, 93).
Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terkeden kimse, namazı inkâr etmediği sürece
dinden çıkmaz, ancak günahkâr, fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye , kötü örnek
olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te'dib amacıyla dövülür. Ramazan orucunu terkeden
kimse de bunun gibidir (İbn Abidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., I, 326; eş-Şürünbülâlî, MerâkılFelâh, Mısır 1315, s. 60; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1985, I, 503).
Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse,
mürted'de olduğu gibi İslâm toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tövbe etmezse en ağır şekilde
cezalandırılır (İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır t.y., I, 87; eş-Şirâzî, el-Muhezzeb, el-Nalebî
tab'ı, I, 51; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire t.y., II, 442-447; ez-Zühaylî, a.g.e., I.503, 504;
Krş. et-Tevbe, 9/5; Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26).
Namazını unutarak, uyanamayarak veya tembellik yüzünden zamanında kılamayan bunu kaza
eder. Hadis-i şerifte; Kim uyuyarak veya unutmak suretiyle namazını kılmamış olursa,
hatırladığında hemen kılsın " (Ebû Davûd, Salât,11; İbn Mâce, Salât,10; Nesaî, Mevakît, 53)
buyurulur. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre; uyumak veya unutmak gibi bir özür sebebiyle
namazım vaktinde kılamayanın kaza etmesi gerekince, özürsüz olarak, tembellik yüzünden
kılmayana öncelikle kaza gerekir. Namazı vaktinde kılamadığından dolayı da Allah'a ayrıca
tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir. Cenab-ı Hak, kendisine ortak koşmanın dışında kalan
günahları affedebilir. Namazı da içine alabilen bu affın kapsamıyla ilgili çeşitli nasslar vardır. ,
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
"Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder"
(en-Nisâ, 4/48).
12+ Yas grubu | NAMAZ
107
12+ Yas grubu
Ubâde b. es-Sâmit'in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: Kullarına farz kıldığı beş vakit
namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah Teâlâ cennetine
sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur.
Dilerse azap eder, dilerse bağışlar" (Ebû Dâvûd, Vitr, 2; Nesâî, Salât, 6; Dârimî, Salât, 208;
Mâlik, Muvatta', Salâtül-Leyl, 14). Ebû Hureyre (r.a)'ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur:
"Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak
yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var
mıdır?" Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer
farzlar için de aynı şeyler yapılır” (Tirmizî, Salât, 188; Ebû Dâvûd, Salât, 145; Nesaî, Salât, 9,
Tahrîm, 2; İbn Mâce, İkame, 202).
Bu duruma göre, farz namazların eksisini sünnet ve diğer nafile namazlar tamamlamaktadır.
Farz, vacib veya sünnet ayırımı yapılmaksızın ibadetlerin yerine getirilmesi müminin gayesi
olmalıdır. Çünkü bu, dünyevî huzur ve mânevî mutluluk kaynağı olması yanında, ahiret için de
en büyük hazırlıktır.
Namaz Vakitleri: Farz namazlar ile bunların sünnetleri, vitr, teravih ve bayram namazları için
vakit şarttır. Farz namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından ibarettir. Cuma
namazı da öğle namazı yerine geçer. Namazın yükümlüye gerekli olması ve kılındığında da
geçerli sayılması kendisine bağlı olan "namaz vakitleri"ni bilmeyi gerektirir. Bu vakitler Kitap ve
Sünnetle belirlenmiştir:
1) Sabah Namazının Vakti:
İkinci fecrin doğmasından güneşin doğmasına kadar olan süre, sabah namazının vaktidir. İkinci
fecir; sabaha karşı doğu ufkunda yayılmaya başlayan bir aydınlıktan ibarettir. Bununla sabah
vakti girmiş, yatsı namazının vakti çıkmış ve oruç tutacaklar için bu ibadet başlamış olur. Bu
yüzden buna "fecr-i sadık" denir. Bunun karşıtı, birinci fecirdir. Bu, doğu ufkunun ortasında
yükseklere doğru, iki tarafı karanlık ve uzunlamasına bir hat şeklinde yayılan bir beyazlıktır. Bu
beyazlık kısa bir süre sonra kaybolur ve kendisini bir karanlık izler. Bundan sonra ikinci fecir
doğar. Bu birinci fecre, sabahın gerçekten girdiğini göstermemesi ve yalancı bir aydınlık olması
yüzünden "fecr-i kâzib" adı verilmiştir. Bu fecir gece hükmündedir. Bununla ne yatsı namazı
çıkmış ve ne de sabah namazı vakti girmiş olmaz. Oruç tutacakların bu süre içinde yiyip
içmeleri de caizdir.
Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Fecir (şafak) iki tanedir. Birincisi yemeyi içmeyi
haram kılan ve kendisinde namaz kılmayı helal kılan fecirdir. İkincisi ise, sabah namazını kılmak
caiz olmayan, fakat yemek içmek helal olan fecr-i kâzibtir" (es-San'ânî, Sübülüs-Selâm, 2. baskı,
t.y., I,115). "Sabah namazının vakti ikinci fecrin doğmasından, güneşin doğuşuna kadardır"
(Buhârî, Mevâkît, 27; Ebû Dâvûd Salât, 2; İbn Mâce, Salât, 2; Nesâî, Mevâkît,15; Ahmed İbn
Hanbel, II, 210, 213, 223).
2) Öğle Namazının Vakti: Öğle vakti, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan batıya
doğru meyletmesiyle başlar ve her şeyin gölgesinin bir misli uzamasına kadar devam eder.
Cisimlerin, güneş tam tepe noktada iken yere düşen gölgesi (fey-i zeval), bunun dışındadır.
Öğlenin bu vaktine "asr-ı evvel" denir. Bu, Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed
b. Hanbel'in görüşüdür. Ebû Hanîfe'ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zeval dışında, cisimlerin
gölgesi, iki misli uzayıncaya kadar devam eder. Bununla öğle namazı vakti çıkmış, ikindi vakti
girmiş olur. Buna "asr-ı sânî" denir.
Hac farizasını yerine getirmek için dünyanın her tarafından Mekke ye gelen müslümanlar,
namazlarını Harem-i Şerifte kılmaya özen gösterirler.
Cisimlerin gölgesinin mislini hesaplamada, zeval vaktinde bu cisimlerin sahip oldukları gölge,
uzunluğu itibar etmede uzayan gölgeye ilâve edilir.
Çoğunluk fakihlerin delili şu hadistir: Cebrail aleyhisselâm, Hz. Peygamber'e namaz vakitlerini
öğretirken, ikinci gün her şeyin gölgesi bir misli olduğu zaman öğle namazını kıldırmıştır (Ebû
12+ Yas grubu | NAMAZ
108
12+ Yas grubu
Dâvûd, Salât, 2; Tirmizî, Mevâkît,1; Nesâî, Mevâkît, 6, 10,15; İbn Hanbel, I, 383, III, 330; Mâlik,
Muvatta', Salât, 9).
Ebû Hanîfe'nin delili ise, Hz. Peygamber'in şu hadisidir: "Öğle namazını hava serinlediği zaman
kılınız. Çünkü öğle vaktindeki sıcaklığın şiddeti, cehennemin sıcaklığını andırır" (Buhârî,
Mevâkît, 9, 10, Ezân, 18). Arabistan yöresinde sıcağın en şiddetli olduğu zaman, her şeyin
gölgesinin bir misli olduğu zamandır. Bu yüzden öğleyi yazın serine bırakmak (ibrâd) müstehap
sayılmıştır (el-Mevsilî, el-İhtiyâr, I, 38, 39; Zühaylî, a.g.e., I, 508).
Cuma namazının vakti de, tam öğle namazının vakti gibidir.
3) İkindi Namazının Vakti: İkindi vakti, öğle vaktinin çıktığı andan itibaren başlar ve güneşin
batması ile son bulur. İkindi vakti; çoğunluk müctehidlere göre, her şeyin gölgesinin bir misli,
Ebû Hanîfe'ye göre ise, iki misli olduğu andan itibaren başlar ve ittifakla güneşin battığı zamana
kadar devam eder. Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Güneş batmadan önce,
ikindi namazından bir rekata yetişen kimse, ikindi namazına yetişmiştir" (Malik, Muvatta', Vükût,
5; Ebû Dâvûd Salât, 5; İbn Mâce, Salât, 2; İbn Hanbel, II, 236, 254).
Çoğunluk müctehidlere göre, ikindi namazını güneşin sararma vaktine kadar geciktirmek
mekruhtur. Çünkü Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bu vakitte kılınan namaz münafıkların
namazıdır. Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girdiği (batmaya
yüz tuttuğu) zaman, çabuk olarak ikindiyi dört rekat kılar, Allah'ı çok az anar" (Mâlik, Muvatta',
Kurân, 46).
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen "orta namaz", ikindi
namazıdır. Delil, Hz. Âişe (r.anhâ)'nin naklettiği şu hadistir: "Hz. Peygamber (s.a.s); "Namazlara
devam edin, orta namaza da devam edin" (el-Bakara, 2/238) ayetini okudu. "orta namaz ise
ikindi namazıdır" buyurdu (Ebû Dâvûd Salât, 5; İbn Hanbel, V, 8; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsirî
İbn Kesîr. thk. M. Ali es-Sâbûnî, Beyrut 1981, I, 218). İkindi namazına "orta namaz" denmesi iki
adet geceye ait, iki adet de gündüze ait namazın arasında bulunması yüzündendir.
4) Akşam Namazının Vakti: Akşam namazının vakti, güneş yuvarlağının tam olarak batmasıyla
başlar ve şafağın kaybolması ile sona erer. Ebû Hanîfe'ye göre, şafak, akşamleyin batı
ufkundaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve
Hanefiler dışındaki diğer üç mezhep ile Ebû Hanîfe'den başka bir rivayete göre ise şafak, ufukta
meydana gelen kızıllıktan ibarettir. Bu kızıllık gidince, akşam namazının vakti çıkmış olur. Delil,
İbn Ömer'in; "Şafak, ufuktaki kırmızılıktır" (es-San'ânî, Sûbûtüs-Selâm, I, 106) sözüdür.
Hanefilerde fetvaya esas olan görüş Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür.
5) Yatsı Namazının Vakti:
Yatsının vakti, kırmızı şafağın kaybolduğu andan itibaren başlar ve ikinci fecrin doğmasına
kadar devam eder. İkinci fecir doğunca yatsının vakti çıkmış olur. Delil, İbn Ömer (r.a)'den
rivayet edilen şu hadistir: "Şafak kırmızılıktır. Şafak kaybolunca namaz kılmak farz olur" (esSanânî, a.g.e., I,114). Başka bir delil, Ebû Katade hadisidir: "Uyku halinde kusur yoktur. Kusur
ancak, diğer namazın vakti gelinceye kadar namazı kılmayandadır" (Müslim, Mesâcid, 311).
Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehaptır. Gecenin yarısına kadar
geciktirmek mübah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise mekruhtur. Çünkü
bu durumda namazı kaçırmaktan korkulur.
Vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonradır. Vitrin sonu ise, ikinci fecrin
doğmasından biraz önceye kadardır.
Vitir namazını, uyanacağından emin olmayan kimse için uyumadan önce kılmak,
uyanacağından emin olan kimse için ise, gecenin sonuna kadar geciktirmek daha faziletlidir.
12+ Yas grubu | NAMAZ
109
12+ Yas grubu
Teravih namazının vakti, tercih edilen görüşe göre, yatsı namazından sonradır, sabah
namazının vaktine kadar devam eder. Teravih, vitir namazından önce de, sonra da kılınabilir.
Ancak yatsı namazı kılınmadan önce teravih namazı kılınsa, iadesi gerekir. Bayram
namazlarının vakti, güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra başlar, güneşin gökyüzünde en
yüksek noktaya çıkışına (istivâ) kadar devam eder. Ramazan bayramı namazı, bir özür
sebebiyle birinci gün istivâ zamanından önce kılınamazsa, ikinci gün istivâ zamanına kadar
kılınır, artık özür bulunmasa da üçüncü gün kılınamaz. Kurban bayramı namazı ise, bir özür
sebebiyle, birinci gün kılınamazsa ikinci gün kılınır. İkinci gün de bir özür sebebiyle kılınamazsa
üçüncü gün istivâ zamanına kadar kılınır. Bu namazları bir özür bulunmaksızın böyle ikinci
veya üçüncü güne bırakmak ise çirkin bir ameldir. Bu bayram namazları, istivâ zamanından
veya zeval vaktinden sonra ise hiç bir halde kılınamaz. Kazaları da caiz değildir (namaz vakitleri
için bk. İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 151-160; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, I, 321-342; elMeydânî, el-Lübâb, I, 59-62; eş-Şîrâzî, el-Mûhezzeb, I, 51-54; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 370-395;
ez-Zühaylî, a.g.e., I, 506 vd.).
6) Kutuplarda Namaz Vakitleri:
Bu konuda iki görüş vardır. a. Vakit, namazın bir şartı olduğu gibi, farz olmasının da sebebidir.
Bu yüzden bir yerde, namaz vakitlerinden bir veya ikisi gerçekleşmezse, o vakitlere ait
namazlar, o yer halkına farz olmamış olur.
Meselâ, bazı yerlerde, yılın bir mevsiminde daha akşam namazının vakti çıkmadan sabahın
ikinci fecri doğarak sabah namazının vakti girmektedir. Artık bu gibi yerlerde yatsı namazı
düşmüş olur. Bu konuda, abdest organlarından bir veya ikisini kaybeden kimsenin bu organları
yıkama yükümlülüğünün düşmesine kıyas yapılarak namazın da düşeceğine fetva verilmiştir.
b. Araştırmacı bazı fakihlere göre, bu gibi yerlerdeki müslümanlar da beş vakit namazla
yükümlüdürler. Bulundukları yerde bu namazlardan herhangi birinin vakti gerçekleşmezse, o
namazı kaza olarak kılarlar veya o beldeye en yakın olup, beş vakit namazların vakitleri tam
olarak gerçekleşen beldenin vakitlerine göre, takdir ederek namazları edaya çalışırlar. Her ne
kadar vakit, namazın bir şartı ve bir sebebi ise de, namazın asıl sebebi Allah'ın emri oluşudur.
Bu yüzden bütün müslümanlar, bu beş vakit namazı kılmakla yükümlüdürler.
İmam Şâfiî'nin görüşü de bu şekilde olup, ihtiyata uygun olan da budur.
Güneşin uzun süre doğmadığı veya batmadığı kutup bölgeleri ve yakınlarında da yukarıdaki
esaslara göre amel edilir. Bu gibi yerlerde yaşayan müslümanların, oruç ve zekâtları
konusunda da bu şekilde bir takdir uygun düşer (İki namazı bir vakitte kılmak için bk. "Cem'i
Takdim ve Cem'i Tehir" mad.).
Namaz Çeşitleri: Namaz dört kısma ayrılır.
1. Farz-ı ayn olan namazlar. Beş vakit namaz ve cuma namazı gibi. Bunların her yükümlü için
bizzat yerine getirilmesi gerekir.
2. Farz-ı kifâye olan namaz. Cenâze namazı gibi. Bu, topluluk tarafından yapılması istenilen bir
emirdir. Topluluktan bir kısmı bunu yerine getirince, diğerlerinden sorumluluk kalkar. Eğer
bunu hiç kimse yerine getirmezse hepsi günahkâr olur. Allah yolunda cihad, iyiliği emir
kötülüğü yasak etme, müslümanlar arasında bir halife seçme de bu çeşit farzlardandır (Şâfiî, erRisâle, Kahire 1960, s. 54, 55, 363, 364; Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Terc. Abdulkadir Şener, Ankara
1986, s. 37-39).
3. Vacib olan namazlar. Vitir namazı, bayram namazları gibi. Sübut yönünden kesin, fakat
delâlet bakımından zannî olan delile dayalı emirler vâcib hükmündedir. Bu, Hanefilerin
benimsediği bir prensiptir. Diğer mezheplerde farz ile vacib aynı anlamda kullanılır. Onlara göre
bir şey farz değilse sünnettir. Vacibin işlenmesine sevap, terkine azap vardır. Ancak vacibi
inkâr eden dinden çıkmaz.
12+ Yas grubu | NAMAZ
110
12+ Yas grubu
4. Nâfile namazlar. Farz ve vacipten fazla olarak kılınan namazlara nâfile denir. Cenâb-ı Hakk'ın
rızasını kazanmak, amacıyla kendiliğinden kılındığı için bunlara "tatavvu"da denir. Sünnetler de
nâfile içine girer. Her sünnet nâfiledir, fakat her nafile sünnet değildir. Peygamberimizin kıldığı
nâfile namazlar sünnettir.
Namazların Rekâtları:
Namazların rekatlarını şu şekilde sıralayabiliriz: Sabah namazının iki rek'at sünneti, iki rek'at da
farzı vardır. Öğle namazının dört rek'at ilk sünneti, dört rek'at farzı, iki rek'at da son sünneti
vardır. İkindi namazının dört rek'at sünneti, dört rek'at da farz vardır. Akşam namazının üç
rek'at farzı, iki rek'at da sünneti vardır.
Yatsı namazının dört rekat ilk sünneti, dört rekat farzı, iki rekat da son sünneti.
Vitir namazı üç rekattır. Bayram namazları ise ikişer rekattan ibarettir. Teravih namazı yirmi
rekattır. Diğer nafile namazlar da en az ikişer rekat olur.
Namazın şartları:
Namazın geçerli olması için bazı şartların ve rükünlerin bulunması gereklidir. Şart, sözlükte
alâmet demektir. Bir terim olarak şart; varlığı kendisinin varlığına bağlı bulunan, fakat onun
gerçek varlığından ve mâhiyetinden ayrı olan şeydir. Rükün ise, sözlükte; en kuvvetli taraf
demektir. Bir terim olarak rükün; bir şeyin varlığı kendisine bağlı bulunan ve o şeyin esas
unsur ve parçalarını teşkil eden esaslardır. Şer'i hüküm olarak şart ve rükne farz vasfı verilir.
Bunların her ikisi de farzdır. Bu yüzden bazı fakihler bu konuya "namazın farzları” başlığını
koymuşlardır. Bir de namazın farz olmasının şartları vardır. Bunlar müslüman olmak, büluğ
çağına ulaşmak ve akıllı olmak üzere üç tanedir (Şürünbülâlî, Merakul-Felah, s. 28; eş-Şirazî, elMuhezzeb, 1, 53; İbn Kudâme, el-Muğni, I, 396-401; ez-Zühâylî, el-Fıkhuul-İslâmî ve Edilletüh,
Dimaşk 1405/1985, I, 563 vd)
Namazın farzları on ikidir. Bunlardan altısı daha namaza başlamadan bulunması gereken farzlar
olup şunlardır:
1) Hadesten temizlenme 2) Necasetten temizlenme, 3) Avret yerini örtmek, 4) Kıbleye yönelmek,
5) Vakit, 6) Niyet. Bunlara, "namazın şartları" denir.
Diğer altısı da namaza başladıktan sonra bulunması gereken farzlar olup şunlardır: 1) İftitah
tekbiri, 2) Kıyam, 3) Kıraat, 4) Rükû, 5) Sücûd, 6) Son oturuşta "et-Tehiyyâtü"yü okuyacak kadar
bir süre oturmak. Bunlara da "namazın rükünleri" denir. Bunlardan başka ta'dîl-i erkân ve
namazdan kendi isteği ile çıkmak gibi başka rükünler de vardır. İleride bunları açıklayacağız.
Burada, önce namazın şartları üzerinde duracağız:
1) Hadesten Temizlenme: Abdestsizlik, cünüplük, hayız veya lohusa hallerinde bulunmaya
"hades hâli" denir. Abdestsizlik küçük hades, diğerleri büyük hadestir. Küçük veya büyük
hadeslerden temizlenmek abdest almak, yıkanmak veya teyemmüm etmekle olur. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerle birlikte
ellerinizi yıkayın. Başınızın bir bölümünü meshedin. Topuklarla birlikte ayaklarınızı da (yıkayın)
Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin " (el-Maide, 5/6).
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Abdest bozan kimse, abdest almadıkça Allah Teâlâ
sizden birinizin namazını kabul etmez" (Buhârî, Vüdû ; 2; Müslim, Tahâre, 2; Ahmed b. Hanbel,
II, 308). Allah Teâlâ temizlenilmeksizin hiç bir namazı kabul etmez" (Buhârî, Vüdû ; 2; Müslim,
Tahâre, 1; Tirmizî, Tahâre, 1; Darimî, Vüdû', 21; Ahmed İbn Hanbel, II, 39).
Farz, vacib, sünnet veya nâfile tam namaz veya tilâvet yahut şükür secdesi gibi eksik namaz
için hadesten temizlenmiş olmak şarttır. Abdestsiz kılınacak bir namaz sahih olmaz.
12+ Yas grubu | NAMAZ
111
12+ Yas grubu
Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest bozulsa, namaz da bozulmuş olur. Hz. Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizden birisi, namazda yellendiği zaman, namazdan ayrılıp abdest
alsın ve namazını iade etsin " (Ebû Dâvûd, Tahâre, 81, Salât, 187; Tirmizî, Raciâ, 12).
Hadesten temizlenme, namazın diğer şartları gibi sıhhat şartlarındandır (bk. el-Kâsânî,
Bedâyiu's-Sanâyî', I, 114 vd.; İbnül-Hümam, Fethul-Kadîr, I, 179 vd.).
2) Necasetten Temizlenme: Namazdan önce bedende, elbisede veya namaz kılınacak yerde
bulunan pisliği temizlemek gerekir. Bu temizlik namazın geçerli olması için ön şarttır. Elbisede
ve namaz kılınan yerde, ayak, el ve dizler ile sağlam görüşe göre alnın konulacağı yerde dört
gramdan (1 miskal) fazla insan dışkısı gibi katı yahut avuç içinden daha geniş alana yayılan
insan sidiği veya şarap gibi sıvı pisliğin bulunması namazın sıhhatine engel teşkil eder. Eti
yenen hayvanların veya atların sidiği ve dışkısı ise bulaştığı bedenin veya elbisenin dörtte bir
bölümünden az miktarı namaza engel olmaz, affedilmiş sayılır. Bundan fazlasını ise,
temizlemeye güç yetince namazın sıhhatine engel olur.
Allah Teâlâ; "Elbiseni temizle" (el-Müddessir, 74/4) buyurmuştur. İbn Sîrin, bu temizlemenin
elbisedeki pisliğin su ile temizlemek olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber Fâtıma binti Ebî
Hubeyş (r.anhâ)'nın özür kanının (istihâza) hükmünü sorması üzerine şu cevabı vermiştir: "Bu,
kanama yapan bir damardır. Ay başı değildir. Âdet zamanın geldiğinde, namazı bırak. Âdetin
kadar bir süre geçtikten sonra kanını yıka, guslet ve namaz kıl" (Buhârî, Vüdû', 63; Hayz, 24;
Müslim, Hayz, 62, 63; Ebû Dâvud, Tahâre, 107). Mescidin içinde küçük abdest bozan bedevî için
Resulullah (s.a.s); "Bu bedevinin işediği yere kova ile su dökün " (Buhârı, Vüdû', 58, Edeb, 35,
80; Müslim, Tahâre, 98-100) buyurmuştur. Yukarıdaki ayet elbiseyi temizlemenin, ilk hadis
bedeni, ikinci hadis ise namaz kılınacak yeri temizlemenin farz olduğuna delâlet eder.
3) Avret Yerini Örtmek:
Avret sözlükte; eksiklik, kusur, düşmanın sızmasından korkulan zayıf mevzi, örtülmesi gereken
yer ve kadın gibi anlamlara gelir. Şer'î bir terim olarak; bakılması haram olup, örtülmesi farı
bulunan uzuvlara "avret yeri" denir. Hanefîlere göre, insanların huzurunda avret yerinin
örtülmesi icma ile farzdır. Sağlam olan görüşe göre, tenhada örtmek de farzdır. Bir kimse
karanlık bir evde bile olsa, temiz elbisesi bulunduğu halde çıplak olarak namaz kılsa, bu namaz
sahih olmaz (İbn Âbidîn, a.g.e., I, 375).
Yıkanma, tabiî ihtiyaç, taharetlenme gibi ihtiyaçlar dışında, tenha bir yerde de bulunulsa,
namazda veya namaz dışında avret yerlerinin örtülmesi farzdır. Bunun delili Kitap ve Sünnettir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: Ey Âdemoğulları! Her mescide gelişinizde güzel elbiselerinizi
giyerek gelin" (el-A'râf, 7/31). İbn Abbas (r.a)'a göre; bundan kastedilen namazda giyilen temiz
elbiselerdir.
Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Allah Teâlâ büluğa ermiş kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mâce, Tahâre,132;
Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, VI,151, 218, 259). Ey Esma! Kadın büluğ çağına ulaşınca,
onun şu ve şu uzuvlarından başkasının görünmesi helâl ve caiz olmaz". Hz. Peygamber bu
sözleri söylerken, elleri ile yüzünü işaret etmişti" (Ebû Dâvûd, Libâs, 31).
Erkeklerin avret yeri sayılan uzuvları; göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımdır.
Sağlam görüşe göre diz kapağı da uyluktan olup avret yeri sayılır. Delil, Hz. Peygamber'in şu
hadisidir: "Erkeğin avret yeri, göbeği ile diz kapağı arasıdır", "Göbeğinden aşağısı diz
kapaklarını geçinceye kadar olan kısımdır" (Ahmed b. Hanbel, II, 187). Başka bir delil de
Darekutnî'den rivayet edilen, Diz kapağı avret yerlerindendir" (Zeylâi, Nasbur-Râye, I, 297)
anlamındaki zayıf hadistir.
Hür kadınların yüzleriyle ellerinden başka, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avrettir.
Yüzleriyle elleri ise ne namazda, ne de bir fitne korkusu bulunmadıkça namaz dışında avret
değildir. Ayakları konusunda ise görüş ayrılığı vardır. Daha sağlam görülen görüşe göre,
12+ Yas grubu | NAMAZ
112
12+ Yas grubu
ayakları da avret değildir. Çünkü ayaklarla yolda yürüme zarûreti vardır. Özellikle bunları
örtmek yoksullar için güçtür. Başka bir görüşe göre, bir kadının namazı, ayağının dörtte biri
nisbetinde açık bulunmasıyla bozulur, diğer bir görüşe göre ise, ayakları namaza göre avret
yeri sayılmazsa da namaz dışında avret yeri sayılır. Bu görüş ayrılığından kurtulmak için
ayakların örtülmesi daha uygun görülmüştür. Sağlam görüşe göre, hür kadınların kolları ile
kulakları ve salıverilmiş saçları da avrettir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kadınlar, kendiliğinden görünen dışında, ziynetlerini göstermesinler" (en-Nûr, 24/31). Bundan
kastedilen ziynetlerin takıldığı yerlerdir. Kadının kendiliğinden görünen yerleri ise elleri ile
yüzdür. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadın avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona
gözünü diker" (Tirmizî, Radâ', 18). Diğer yandan Allah elçisi, Esmâ (r.anhâ)'ya büluğ çağından
sonra el ile yüz ve avuçlarına işaret ederek, bu yerlerin dışındaki kısımların örtülmesini
bildirmiştir (Ebû Dâvud Libâs, 31). Hz. Âişe'den nakledilen; "Allah Teâlâ büluğ çağına ulaşan
kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât,160) hadisi de,
saçları örtünme kapsamına almaktadır.
Müstehcen avret yerleri olan ön ve arka uzuvlar ile hafif avret yeri sayılan, bu iki yer dışındaki
uzuvlardan birinin tamamı veya en az dörtte biri açık bulunur ve bu durum kasıtsız olarak iki
rükün eda edecek kadar devam ederse namaz bozulur. Çünkü bir şeyin dörtte biri tamamı
hükmündedir.
Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Bu yüzden
derinin rengini belli edecek şekilde bulunan, dolayısıyla derinin beyazlığı veya kırmızılığı belli
olan elbise ile namaz sahih olmaz. Çünkü bununla örtünme gerçekleşmemektedir. Eğer elbise
kalın olmakla birlikte uzvu belli ederse ve hacmi ortaya koyarsa bu, zemmedilmiş olmakla
birlikte namaz sahih olur. Çünkü bundan kaçınmak mümkün değildir (bk. İbn Âbidîn, a.g.e, I,
375 vd.; Zeylaî, Tebyînül-Hakâik, I, 95 vd.; İbn Kudame, el-Muğnî, I, 599; İbn Rüşd BidâyetülMüctehid I,111; Bilmen, B. İslâm İlmihali,109).
4) Kıbleye Yönelmek: Namazı kıbleye doğru yönelerek kılmak şarttır. Mekke döneminde ve
Medine döneminin ilk günlerinde müslümanların kıblesi Kudüsteki Mescid-i Aksa idi. Medine
döneminde inen şu ayet-i kerime ilk kıble, Mekke'deki Ka'be-i Muazzama'ya çevrildi: "Yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de olduğunuz yerde, yüzünüzü onun tarafına döndürünüz"
(el-Bakara" 2/144). Kâbe, Mekke'deki bilinen binadan ibaret değildir. Ancak bu binanın yerini
ifade eder. Nitekim bu kutsal yerin göklere kadar üst tarafı ve toprağın derinliklerine kadar alt
tarafı kıble yönüdür. Bu yüzden Kâbe-i Muazzamanın yanında veya içinde bulunanlar, bunun
herhangi bir tarafına yönelerek namazlarını kılabilirler. Cemaatle namazda imamın önüne
geçmemek şartıyla, cemaat Kâbe'nin çevresinde halka olur ve hepsi imamla birlikte namaz
kılarlar.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Mekke fethedildiği gün, Kâbe'ye bir kere girip içinde namaz kıldığı
nakledilir. Abdullah b. Ömer, Bilâl (r.a)'e, Allah elçisinin Kâbe'ye girdiği zaman namaz kılıp
kılmadığını sormuş, Bilâl şu cevabı vermiştir: "Evet Kâbe'ye girince sol taraftaki iki direk
arasında namaz kıldıktan sonra çıktı ve Kâbe'nin yönüne doğru iki rek'at namaz kıldı" (Buhârî,
Salât, 30; Nesâî, Menâsik, 127; Dârimî, Menâsik, 43; Ahmed İbn Hanbel, II, 75, III, 410, VI, 12, 13,
14).
Kâbe-i Muazzamadan uzakta bulunanların tam Kâbe'ye yönelerek namaz kılmaları farz değildir,
Kâbe tarafına yönelmeleri farz olup, bu yeterlidir (bk. İbn Âbidîn, a.g.e., I, 397 vd.; el-Meydânî,
el-Lübâb, I, 67; eş-Şürünbülâlî, a.g.e., s. 34; Zeylaî, Tebyinül-Hakâik, I,100 vd.; İbn Kudâme, elMuğnî, I, 431 vd.). Hz. Peygamber (s.a.s); "Doğu ile batı orası kıbledir"' (Tirmizî, Salât; 139;
Nesâî, Sıyâm, 43; İbn Mâce, İkâme, 56) buyurmuştur. Eğer kıblede Kâbe'nin kendisine isabet
ettirmek farz olsaydı, bir mescidde uzun bir safın sadece Kâbe'nin hizasına rastlayan kısımdaki
cemaatin namazlarının sahih olması, diğerlerinin ise sahih olmaması gerekirdi.
>>>>>
12+ Yas grubu | NAMAZ
113
12+ Yas grubu
MIRAC
Arapça'da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz. Peygamber
(s.a.s)' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayı. Mirac olayı hicretten bir yıl ya
da onyedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşir. Olayın iki aşaması vardır.
Birinci aşamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs)
götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. İkinci aşamayı
ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Mirac olarak anılan
bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadis ayrıntılı biçimde anlatılır.
Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasının kızı
Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile
yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü'l-Makdis'e
getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından
karşılandı. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırdı.
Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Mirac'la ve yanında Cebrail olduğu halde
göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya,
üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında
Hz. Musa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Cebrail ile birlikte yükseliş Sidretü'lMünteha'ya kadar sürdü. Cebrail, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım"
diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren Refref adlı başka bir
binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve
azabını müşahede etti. Sonunda Allah'ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a
şirk koşmayanların Cennet'e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş
vakit namaz farı kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e,
oradan da Mekke'ye döndürüldü.
Hz. Peygamber (s.a.s) ertesi günü Mirac olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir
kampanya başlatarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu
kampanya bazı müslümanları da etkileyerek şüpheye düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını
araştırmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular
sorarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i sınadılar. Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği bilgilerin doğruluğu
müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Mirac olayı
inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki
tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekr, Hz. Peygamber (s.a.s)'ce "Sıddîk" lakabıyla onurlandırıldı. Hz.
Ebu Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran müşriklere
"O söylüyorsa şüphesiz doğrudur" cevabını vermişti.
Ahad hadislere dayansa da Mirac olayının gerçekliğinde tüm müslümanlar birleşmişlerdir.
Ancak olayın gerçekleşme biçimi İslam bilginleri arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştur.
Buna göre İbn Abbas'ın da içinde bulunduğu bazı bilginlere göre Mirac olayı uykuda
gerçekleşmiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğuna göre ise uyku durumunda ve rüyada değil,
uyanık iken gerçekleşmiştir. Fakat bu görüşü savunanlar da Mirac'ın yalnız ruhla mı, yoksa
hem ruh, hem de bedenle mi olduğu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Sonraki Kelamcıların
büyük çoğunluğuna göre mirac olayı uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir.
İçlerinde Hz. Aişe'nin de bulunduğu bazı bilginlerle mutasavvıfların büyük çoğunluğuna göre
ise uyanık durumda iken ama yalnız ruhla gerçekleşmiştir.
Mirac olayının gerçekleştiği gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece
sayılmış ve bu gecenin ibadetle ihyası gelenekleşmiştir. Osmanlılar döneminde, camiler
kandillerle donatıldığı için Mirac kandili olarak anılan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde
Mirac olayını anlatan ve Miraciye adı verilen şiirlerin okunması, dinleyenlere süt ikram edilmesi
de bir gelenekti.
Ahmet ÖZALP
12+ Yas grubu | MIRAC
114
12+ Yas grubu
SECDE-I SEHIV
Secde, alnı yere koyma; aşırı saygı gösterme; sehiv, dalma, gaflet etme, bilmeyerek terk etme
demektir. Sehiv secdesi ise, yanılmak suretiyle namazın rükünlerinden birisini geciktirme veya
bir vacibi terk ya da geciktirme halinde, namazın sonunda yapılması gereken iki secde
demektir.
Bir rüknün tehiri veya bir vacibin terk yahut tehiri halinde son oturuşta yalnız Tahiyyat
okunduktan sonra iki tarafa selâm verilir, daha sonra "Allahu ekber" denilerek secdeye varılıp,
üç kere "Sübhane Rabbiyel a'lâ" okunur; sonra "Allahu ekber" denilerek oturulur, bir tesbih
miktarı celseden sonra yeniden "Allahu ekber" diye, ikinci secdeye varılır; yine üç defa
"Sübhane Rabbiyel-a'lâ" okunduktan sonra "Allahu ekber" denilerek oturulur. Tahiyyat,
Allahümme salli ve Allahümme barik ve Rabbenâ âtinâ duaları okunduktan sonra önce sağ
tarafa, sonra da sol tarafa selâm verilir.
Yalnız sağ tarafa selâm verildikten sonra sehiv secdelerinin yapılması daha faziletli ve ihtiyata
daha uygundur. Nitekim cemaatla kılınan namazlarda cemaatin yanlışlıkla dağılmasına meydan
vermemek için, yalnız sağ tarafa selâmdan sonra sehiv secdelerinin yapılması gerekli
görülmüştür.
Hanefilerin sağlam görülen görüşüne göre sehiv secdesi vacib, genel olarak diğer mezheplere
göre ise sünnettir (İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, Mısır 1316/1898, I, 355, 374; el-Kâsânî,
Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1394/1974, I,163-179; el-Meydânî, el-Lübâb, İstanbul t.y., I, 95 vd.; ezZühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, I, 87 vd.).
Hanefilerin bu konuda dayandığı delil, Abdullah b. Mes'ud (r.a)'den nakledilen şu hadistir:
"Sizden birisi namazında şüpheye düşerse, doğrusunu araştırsın ve namazını kanaatine göre
tamamlasın, sonra selam verip sehiv secdesi yapsın, yani yanıldığı için iki secde daha yapsın "
(Buhârî, Salat, 31; Müslim, Mesâcid, 88, 89; Ebû Dâvud, Salât, 190, 191, 193; Nesâî, Sehv, 24, 25;
İbn Mâce, İkâme, 132, 133; Mâlik, Muvatta', Nidâ, 61-63; Ahmed b. Hanbel, I, 190, 193, 204-206).
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) de Allah elçisinin şöyle buyurduğunu nakleder: "Sizden biri namazı üç
rek'at mı yoksa dört rek'at mı kıldığında şüpheye düşerse, şüphesini atsın ve kesin olarak
bildiği ne ise, onun üzerinden namazı tamamlasın. Selâm vermeden önce de iki secde yapsın.
Eğer beş kılmış ise, bu secdeler namazına şefaatçi olur, tam kılmış durumda ise, bu iki secde
şeytanın kendisinden uzaklaşmasına vesile olur" (Buhârî, Sehv, 6, 7; Müslim, Salât, 19, 20;
Ahmed b. Hanbel, III, 12, 37, 42).
Hz. Peygamber ile Ashab-ı kiramın gerektiği durumda sehiv secdesi yapmaları bu secdenin
vacib olduğunu gösterir. Haccın vaciblerinden birisinin eksik kalması halinde, bunu telâfi için
kurban kesilmesi gibi, sehiv secdesi de, namazdaki eksiklerin tamamlanması için vacib
kılınmıştır.
Hanefilere göre; Namaz kılan kişi bu secdeyi terketmekle günahkâr olur, fakat namazı fasit
olmaz. Çünkü sehiv secdesi kaybolmuş bir şeyin tazminidir. Bir şeyin tazmini ise ancak vacib
olur. Sehiv secdesi, teşehhüdü okumak ve selâm vermek gibi vacib olan işlerin yapılmasından
doğan günahı kaldırır, fakat bir rükün olan, meselâ bir rükuu yapmamaktan doğan eksikliği
kaldırmaz.
Sehiv secdesi imama ve tek başına namaz kılana vacibtir. İmama uyan kişi namazında yanılırsa
onun üzerine sehiv secdesi vacib olmaz. Eğer İmam yanılmışsa cemaatin ona uyması vacib
olur. Eğer imama uyan kişi müdrik veya mesbuk ise, onun da imamın sehiv secdesine katılması
gerekir. Eğer imam sehiv secdesini yapmazsa bu secde cemaatten de düşer. Çünkü cemaatin
imama uyması gerekir. Fakat mesbuk, yalnız secdelerde imama uyar, selâmda ona uymaz (bk.
"Müdrik"; "Mesbûk", "Lâhik" mad.).
Sehiv secdesi vakit namazı kılmaya elverişli olduğu zamanlarda ve durumlarda vacibtir.
Meselâ; sabah namazını kılarken selâm verdikten sonra güneş doğsa veya ikindi namazında
güneşin ufuktaki kırmızılığı iyice ortaya çıksa bu kimseden sehiv secdesi düşer.
12+ Yas grubu | SECDE-I SEHIV
115
12+ Yas grubu
Cuma ve bayram namazlarında kalabalık bir cemaat varsa karışıklığa meydan verilmemesi için
sehiv secdesinin terkedilmesi daha uygun görülmüştür. Bir kimse sehiv secdesini yaparken
yanılsa, ayrıca bir sehiv secdesi daha yapması gerekmez.
Farz, vacib veya sünnet bir namazın kendi içinde kıyam, kıraat, rükû ve secde gibi farzları;
Fâtiha, süre ilâvesi, tertibe uymak gibi vacibleri; oturuşlarda Allahümme Salli-Allahümme bârik
duaları gibi sünnetleri vardır. Bunlara tam olarak riayet edilince eksiksiz namaz kılınmış olur.
Herhangi bir namazda bir farzın kasten veya yanılarak terk edilmesi o namazın iadesini
gerektirir. Bu büyük eksikliği tamamlamak için sehiv secdeleri yeterli olmaz.
Bir vacibin kasten terk veya tehiri ise kötü bir iş olup, bundan dolayı sehiv secdesi gerekmezse
de; böyle bir namazı yeniden kılmak daha uygundur. Bir vacibin yanılarak terk veya tehir
edilmesi ise sehiv secdelerini gerektirir. Bu yolla o eksiklik telâfi edilmiş olur. Bir sünnetin
kasten veya yanılarak terki ise sehiv secdesini gerektirmez, fakat böyle bir hareket bir
kusurdur, sevap ve faziletten mahrum kalmaya sebep olur.
Sehiv secdesinin sebepleri şunlardır: 1) Kasten yapılan işlerden dolayı üç yerde sehiv secdesi
yapmak gerekir. İlk oturuşu terketmek yahut birinci rekâttan bir secdeyi namazın sonuna
bırakmak yahut da bir rükün eda edecek kadar bir süre tefekküre dalarak bir şey yapmamak.
2) Namazın vaciblerinden birini yanılarak terketmekle sehiv secdesi gerekir. Bu da ya o vacibi
terketmek, geri bırakmak, öne almak, namaza bir şey eklemek veya bir şeyi eksiltmek
şekillerinde ortaya çıkabilir.
Terk veya tehir halinde sehiv secdesini gerektiren bu vacibler on bir tanedir. Bunlardan altı
tanesi aslî olup şunlardır:
a) Farz namazların ilk iki rek'atında Fâtiha süresinin tamamını veya çoğunu terketmek.
b) Farz namazların ilk iki rek'atında Fâtiha'dan sonra üç kısa âyet veya uzun bir âyet okumayı
terketmek.
c) Namazlarda açıktan veya gizli okuma esasına uymamak. İmamın akşam namazında gizli, öğle
namazında açıktan okuması gibi, namazı yalnız kılan kimse de aynı hükme tabi olur. Bu
durumda namazın sonunda sehiv secdesi yapılarak bu eksiklik giderilir.
Gizli okunacak yerde Fâtiha'nın çoğu açık okunsa geri kalanı gizli okunur. Bunun aksine açık
okunacak bir namazda Fâtiha'nın bir bölümü gizli okunsa, yeni baştan açıktan okunması
gerekir. Böylece, açık ve gizli okuyuş, tek namazda birleşmemiş olur. Başka bir görüşe göre,
yeniden başlamak gerekmez, yanlışlıkla sessiz okuduğu anlaşılınca, geri kalan kısım sesli
okunmakla yetinilir.
d) Üç veya dört rekatlı namazların ilk oturuşunda teşehhüdü terketmek.
e) Son oturuşta teşehhüdü terketmek,
f) Bir rekâtın içinde tekrarlanması gereken bir işi yapmakta sırayı gözetmemek. Bu fiil her
rekâtın ikinci secdesidir. Meselâ; bir kimse, bir rekâtta ilk secdeden sonra yanılarak sonraki
rekâta kalkar ve o rekâtı iki secdesi ile yerine getirdikten sonra, namazın sonunda terkettiği bu
secdeyi hatırlayıp, o secdeyi de yerine getirse, sıraya uymadığından dolayı bu kimseye sehiv
secdesi yapmak vacib olur.
g) İftitah tekbirinden sonra rükuya gidip, yanıldığını anlayarak geri dönüp Fâtiha ve ilâve süre
okuyan kimse, rükuu yeniler, tertibe riayet etmediği için de sehiv secdesi yapar. Bunun gibi
tilâvet secdesini yerinde yapmayıp terk etmek de sehiv secdesini gerektirir.
12+ Yas grubu | SECDE-I SEHIV
116
12+ Yas grubu
Diğer yandan ayakta duracak yerde oturmak, oturacak yerde ayağa kalkmak durumlarında
olduğu gibi bir farzın yerini değiştirmek veya tehir etmek de sehiv secdesini gerektirir.
h) Rükû ve secdede ta'dili erkânı terketmek. Sahih görülen görüşe göre, yanılarak ta'dili erkânı
terkeden kimsenin sehiv secdesi yapması vacib olur.
i) Farz namazlarda kıraatin yerini değiştirmek. Meselâ; ilâve süreden sonra Fâtiha okumak veya
dört rekâtlı namazların son iki rekâtında süre okumak gibi durumlarda sehiv secdesi yapmak
gerekir.
j) Vitir namazının kunutunu terketmek. Bu da kunutu okumadan rükûya varmakla gerçekleşir.
Kunutu terk eden kimse sehiv secdesi yapar.
k) Kunut tekbirini terketmek I) Bayram tekbirlerinin tamamını veya bir bölümünü terketmek,
yahut bayram namazının ikinci rekâtının rükû tekbirini terketmek gibi durumlarda da sehiv
secdesi yapmak gerekir. Çünkü bunlar vacib tekbirlerdir. Birinci rekâtın rükû tekbiri böyle
değildir.
3) Namaza, namaz cinsinden olmayan bir şeyi ilâve etmek. İki kere rükû etmek gibi. Bu
durumda namazın sonunda sehiv secdesi gerekir.
4) Yanılarak terkedilen fiile geri dönmek:
Bir kimse yanılarak birinci oturuşu yapmasa, sonra bu durumu hatırlasa bakılır; eğer oturma
haline daha yakın ise, geri döner ve oturup teşehhütte bulunur. Eğer ayakta durma haline daha
yakın ise, geri dönmez, namazın sonunda sehiv secdesi yapar.
Son oturuşu yanılarak terkedip beşinci rekâta kalkan kimse, beşinci rekâtın secdesini
yapmamışsa geri döner ve oturur, sonunda da sehiv secdesi yapar. Eğer bu kimse, beşinci
rekâtın secdesini yapmışsa farzı bâtıl olur ve kıldığı namaz nâfileye dönüşür. Böyle bir
kimsenin bu namazı altıya tamamlaması menduptur. Bu hüküm Ebû Hanîfe ile İmam
Muhammed'e göredir.
Eğer son oturuşta teşehhüt miktarı oturduktan sonra yanılarak ayağa kalkarsa, bu oturuşu
birinci oturuş sanarak selâm vermemişse bakılır: Beşinci rekâtın secdesini yapmadıysa tekrar
oturur. Eğer beşinci rekâtın secdesini yapmışsa müstehap olarak bu namaza bir rekât daha
ilâve eder. Bu kimsenin kıldığı farz namaz tamam olur. Çünkü son oturuş, kendi mahallinde
olmuştur. Fazla olarak kılınan iki rekât ise, bu kimse için nafile hükmünde olmuş olur.
5) Namazda rekât sayısında şüphelenmek:
Bir kimse namazında şüphelenerek üç mü yoksa dört mü kıldığını hatırlamasa, eğer yanılma
olayı bu kişinin başına ilk defa gelmişse, yani bu gibi şüphelenmeler o kişide devamlı bir âdet
hâline gelmemişse namazını yeniden kılmalıdır. Bunu yeniden kılmak için oturarak selâm
vermesi daha uygundur. Çünkü Allah elçisi; Sizden biri namazında kaç rekât kıldığı hususunda
şüpheye düşerse namazını yeniden kılsın " (Zeylaî, bu hadis için "garib" demiştir. bk. Nasbu'rRâye, II, 173) buyurmuştur.
Eğer böyle bir kimseye çoğu kez şüphelenme durumu geliyorsa, galip olan kanaatine göre
namazına devam eder. Üç veya dört rekâttan hangisi hakkındaki kanaatı ağır basıyorsa o tarafı
tercih eder. Çünkü sık sık vesveseye düşen kimsenin namazını yeniden kılmasında güçlükler
vardır. Hz. Peygamber (s.a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden biri şüphelendiği zaman
doğruyu araştırsın ve namazını tamamlasın " (Buhârî, Salât, 31; Müslim, Mesâcid, 88, 89, Ebû
Davud, Salât, 190, 191, 193; Nesâi, Sehv, 24, 25)
Namazda şüphelenip, kaç rekât kıldığı hususunda kesin bir kanaata varamayan kimse en az
rekâtı esas alarak namazına devam eder. Çünkü en azı hakkındaki bilgi kesindir. Böyle bir
12+ Yas grubu | SECDE-I SEHIV
117
12+ Yas grubu
kimse oturması lâzım geldiğine kanaat getirdiği her yerde oturmalıdır. Böylece farz veya vacib
olan bir oturuşu terketmemiş olur. Meselâ; dört rekâtlı bir namazda, kılmakta olduğu rekâtın
birinci mi, yoksa ikinci mi olduğu hususunda şüphe eden kimse araştırmasına göre amel eder.
Eğer araştırması bir sonuç vermezse en az olan bir rekatı esas alarak namaza devam eder.
Ancak bunun ikinci rekâtında oturmak vaciptir. Sonra kalkıp bir rekât daha kılar ve oturur. Bu
konuda delil Allah elçisinin şu hadisidir: "Sizden biri namazında şüphe eder, üç mü yoksa dört
mü kıldığını bilemezse, şüpheyi atsın ve en az rekâtı esas alarak namazına devam etsin "
(Zeylaî, Nasbü'r-Râye, II, 174).
Bir kimse namazda iki defa veya daha fazla yanılırsa, hepsi için namazın sonunda bir tek sehiv
secdesi (iki secde) yapması yeterlidir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri yanıldığı zaman iki defa secde etsin " (İbn Mâce, İkâme, 129). Bu hadis iki kere
yanılmayı da kapsamaktadır.
Diğer yandan bu son hadis, rukûlu ve secdeli olan bütün vacib, sünnet ve diğer nafile
namazlardaki yanılmaları da kapsamına almaktadır.
Tek başına namaz kılanın açıktan veya gizlice okumasından dolayı zâhiru'r-rivâye'ye göre,
sehiv secdesi gerekmez. Ancak gizlice okunacak yerde, meselâ; öğle namazında açıktan
okuması kasta dayanıyorsa kötü bir iş sayılır.
Tek başına namaz kılanın gündüz kılacağı nâfile namazlarında açıktan kıraatta bulunması
mekruhtur.
İmam, meselâ sabah namazında Fâtiha'yı yanılarak gizlice okuyup, sonra hatırlasa, ilâve
edeceği süreyi açıktan okur, Fâtiha'yı yeniden okumaz.
Dört veya üç rekâtlı farz veya vitir namazlarında birinci oturuşta, Tahiyyat okunduktan sonra,
yanılarak "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed" denilmesi ve Ebû
Hanîfe'den bir rivayete göre bu Tahiyyattan sonra bir harf bile ziyade edilmesi sehiv secdelerini
gerektirir. Fakat son oturuşlarda Tahiyyattan sonra Kuran okunması, dua edilmesi, sehiv
secdelerini gerektirmez. Çünkü son oturuş dua ve senâ mahallidir. Kuran ise dua ve senâyı
içine alır.
İmam yanıldığı zaman, yanıldığını hatırlatmak konusunda, Allah elçisi şöyle buyurmuştur:
"Erkeklerin sübhanellah demesi, kadınların ise el çırpması gerekir” (eş-Şevkani, Nehyül-Evtâr,
II, 320 vd.)
İmam Şafii de Ahmed b. Hanbele göre, sehiv secdeleri iki tarafa selâm verilmeden yapılmalıdır.
İmam Mâlike göre ise, secde namaza bir ilâve yüzünden yapılacaksa bunun selâmdan sonra;
bir eksiklik yüzünden ise selâmdan önce yapılmalıdır.
12+ Yas grubu | SECDE-I SEHIV
118
12+ Yas grubu
SECDE-I TILÂVET
Kur'an'daki bir secde âyetini okuyan veya dinleyen müslümanın yapması vacib olan secde.
Tilavet, arapça bir mastar olup; okuma, özellikle Kur'an-ı Kerîm'i okuma anlamına gelir.
Kur'an'daki bir secde âyetini okuyan veya dinleyen âkıl, bâliğ bir müslümanın bir defa secde
yapması vacibtir. Secde âyetinin tercemesini okuyan veya dinleyen kimse de secde yapmalıdır.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar ve kendilerine Kur'an
okunduğu zaman secde etmiyorlar" (el-İnşikâk, 84/21). Bir kimse ancak vacib olan işi
yapmamaktan ötürü kötülenir. Diğer yandan bu secde namazda yapılan secde olup, namaz
secdesi gibi vacib hükmüne tabi olur.
Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı okuyan ve dinleyene secde etmek vacibtir" (Buhârî,
Sücûd, 10; Zeylaî bu hadis için garîb demiştir. bk. Nasbu'r-Râye, II, 178). Hadisin anlamı mutlak
olup, dinlemek isteyeni de istemeyeni de kapsar.
Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre tilâvet secdesi sünnettir. Zeyd b. Sabit (r.a) şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber'e Necm Süresi'ni okudum ve bizden hiçbir kimse secde yapmadı" (Buhârî,
Sücûd 6; Müslim, Mesâcid,106; Tirmizî, Cum'a, 52; Nesâî, İftitah, 50; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr,
III, 101). Diğer yandan Hz. Ömer'in, en-Nahl süresindeki secde âyetini okuduktan sonra cemaatı
secde yapıp yapmamakta serbest bırakmıştır. O, şöyle demiştir: Allah bize secde yapmayı farz
kılmamıştır. Ancak kendiliğimizden dilersek yaparız" (eş-Şevkânî, a.g.e., III, 102).
Tilâvet secdesi şu sebeplerle vacib olur:
1. Secde âyetini okumak. Okuyanın kulakları duymasa bile secde gerekli olur.
2. Okunan secde âyetini işitmek veya dinlemek. İşitmek kasıtsız, dinlemek ise kasıtlı olur.
3. Bir imama uymuş olmak, İmama uyan kimse imamın okuduğu secde âyetini duymasa bile
tilâvet secdesi yapar. Çünkü öğle namazı gibi gizli okunan bir namazda imam okuduğu secde
âyetinden dolayı secde yapsa cemaat de kendisine uyar.
Bu secdenin yapılışı şöyledir: Tilâvet secdesi niyetiyle eller kaldırılmaksızın "Allahu ekber"
denilerek secdeye varılır, secdede üç kere "Sübhane Rabbîyel-a'lâ (Erı yüce olan Rabbimi
bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim)" denilir. Bundan sonra "Allahu ekber" denilerek
secdeden kalkılır. Tilâvet secdesinin rüknü, Allah Teâlâ'yı ta'zîm için yüzü yere koymaktır.
Ancak namaz hâlinde rükû ve hastalar için imâ da bu secde yerine geçer.
Bu secde için abdestli, temiz, avret yerleri örtülü ve kıbleye yönelmiş olmak şarttır.
Tilâvet secdesine ayaktan inilmesi ve bu secdeden kalkarken ayağa kalkılması ve bu şekilde
ayağa kalkarken "Gufrâneke Rabbenâ ve İleykel masîr (Ey Rabbimiz! Senin bağışlamanı
bekliyoruz. Son dönüş sanadır" denilmesi müstehaptır. Tilâvet secdesine varılırken ve
kalkarken alınan tekbirler de müstehaptır. Asıl secde ise vacibtir.
Hanefilere göre namaz dışında okunan secde âyetinden dolayı yapılacak secdenin zamanı
belirsiz olup geniş zaman içinde yapılabilir. Ancak özürsüz olarak geciktirmek mekruhtur. Ebû
Yusuf'a göre bu secde namaz dışında da fevren vacibtir. Kur'an okuyanın insan olması, uyanık
bulunması ve akıllı olması gerekir. Bu yüzden okuyanın cünüp, hayızlı ve nifas halinde olması,
kâfir veya mümeyyiz çocuk bulunması yahut sarhoş olması bu hükmü değiştirmez: Çünkü
bunların bu okuyuşları sahih bir okuyuştur. Müslüman olan bir cünüp veya sarhoş da
okuyacağı veya işiteceği bir secde âyetinden dolayı secde ile yükümlü olur. Temizlik ve ayık
halinde bu secdeyi yapmaları gerekir.
12+ Yas grubu | SECDE-I TILÂVET
119
12+ Yas grubu
Ancak bir kimse secde âyetini papağan gibi öğretilmiş bir kuştan veya ses kayıt cihazının
bantından yahut ses yankısı olarak dinlerse secde etmesi gerekmez. Yine secde âyeti uyuyan,
baygın olan veya akıl hastası bulunan yahut mümeyyiz olmayan çocuktan işitilse, en sağlam
görüşe göre tilâvet secdesi gerekmez. Bu sayılanlarda temyiz gücü bulunmadığı için bu okuyuş
sıhhatli bir okuyuş sayılmaz. Ancak sağlam görülen bir görüşe göre, kendisine secde âyetinin
okunduğu haber verilen uyuyan kimseye de tilâvet secdesi vacib olur.
Fakat ay halinde ve lohusa bulunan bir kadına ne okuyacağı ve ne de işiteceği bir secde
âyetinden dolayı tilâvet secdesi vacib olmaz. Çünkü bunlar bu halde namaz ile yükümlü
değildirler.
Secde âyetini hoparlörden dinlemek, okuyucudan dinlemek gibidir. Radyo ve televizyondan
dinlenen secde âyeti de hoparlörden dinlemeye benzer. Çünkü sesin tel aracılığı ile ulaşması ile
ses dalgaları aracılığı ile telsiz olarak anında ulaşması arasında bir fark bulunmamaktadır.
Sadece okuyanla dinleyen arasında bir mekân farkı söz konusudur. Ulaşan ses aks-ı sada
niteliğinde değildir. Bant yayınında da ihtiyaten secde edilmelidir. Çünkü çoğu kere bant veya
canlı yayını ayırmakta güçlük vardır.
Namaz sırasında okunacak secde âyeti için tilâvet secdesi derhal vacib olur. Çünkü bu
namazdan bir parça olmuştur, namaz dışında kaza olunamaz.
Secde âyeti namazda kıyam halinde okunsa, eğer bundan sonra üç âyetten fazla
okunmayacaksa namaz için yapılacak rukû veya secdelerle, bu tilâvet secdesi de yerine
getirilmiş olur. Tilâvet secdesine niyet edilip edilmemesi, sonucu değiştirmez. Ancak üç
âyetten fazla okunacak ise bu secde âyetinden dolayı hemen bağımsız olarak rukû veya secde
edilmesi gerekir. Secde edilmesi daha faziletlidir. Bu durumda namazın rukû ve secdeleriyle bu
tilâvet secdesi düşmez.
Secde âyetini namazın içinde okuyan kimse, dilerse okuyacağı âyetlerin miktarına bakmaksızın
derhal "Allahu ekber" diyerek tilâvet secdesine varır. Tilâvet secdesi niyetiyle yalnız rükûya
varması da yeterlidir. Bundan sonra yeniden ayağa kalkar, bir kaç âyet daha okur, ondan sonra
namazın rükuuna ve secdelerine gider. Namazına devam eder. Eğer bir süreyi bitirmiş ise,
başka bir süreden bir kaç âyet okur. Çünkü tilâvet secdesinden kalkar kalkmaz bu şekilde bir
kaç âyet okumadan rukû ve secdeye varmak mekruhtur.
Namazın dışında ise yalnız rukû etmek suretiyle tilâvet secdesi eda edilmiş olmaz. Çünkü
Allah'a ta'zîm namaz dışında rukû ile yapılmış olamaz.
Cemaatle namazda imam da rukû ile tilâvet secdesine niyet etmemelidir. Çünkü cemaat,
farkında olmayarak, bu niyeti terkeder ve tilâvet secdesi onlardan düşmez. Bu durumda,
imamın selâmından sonra cemaatin tilâvet secdesi yapıp, bundan sonra tekrar teşehhütte
bulunmaları gerekir ki, bunu herkes yapamaz.
Secde âyeti bir namazda birden fazla yerde okunsa sağlam görüşe göre bir tilâvet secdesi
yeterlidir. Çünkü meclis birdir. Ayrı ayrı rekâtlarda secde âyetinin tekrarlanması da hükmü
değiştirmez. Bu görüş Ebû Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre, değişik rekâtlarda
okunursa meclis değişmiş sayılacağı için secde âyeti sayısınca tilâvet secdesi gerekir.
İmam secde âyetini okuyup, secdeye varınca, cemaat imamın rukû ve secdeye vardığını
sanarak rukû ve secdeye varsalar, bununla namazları bozulmaz, fakat bir secde daha
yaparlarsa fasit olur.
İmamın cuma ve bayram namazları ile gizli okunan namazlarda secde âyetini okuması
mekruhtur. Çünkü cemaatin yanılmasına yol açabilir. Ancak secde âyeti kıraatın sonuna
rastlarsa bu sakınca kalkar. Bu durumda da imamın bu namazın ruküu ile tilâvet secdesine
niyet etmemesi gerekir.
12+ Yas grubu | SECDE-I TILÂVET
120
12+ Yas grubu
Bir kimse namaz kılarken rukû, secde veya oturuş halinde secde âyetini okusa yahut imama
uymuş olduğu halde onun arkasında secde âyetini tilâvet etse ne kendisine ve ne de imama
uyan diğer cemaata tilâvet secdesi vacib olmaz. Çünkü namaz kılanlar bu yerlerde kıraattan
men edilmişlerdir, bunların kıraati hükümsüzdür. Fakat bu okuyuşu dışarıdan duyanlara tilâvet
secdesi lâzım gelir.
Secde âyetini, hazır olanlar secde için hazırlıklı iseler açıktan, hazır değil iseler gizlice okumak
müstehaptır. Bunda cemaata karşı bir şefkat vârdır.
Bir süre okunup, içinden secde âyetinin atlanması mekruhtur. Yalnız secde âyetinin okunup,
diğer âyetlerin okunmamasında ise bir kerahet yoktur. Ancak secde âyetiyle birlikte bir veya bir
kaç âyetin de okunması müstehaptır. Secde âyeti okununca, hemen secde yapılması mümkün
olmadığı takdirde okuyan ve dinleyenin "Semi'nâ ve eta'nâ, gufrâneke Rabbenâ ve ileykelmasîr" demeleri müstehaptır.
Secde âyetinin tekrarlanması:
Bir mecliste secde âyetinin birden fazla tekrarlanması hâlinde bir tilâvet secdesi yeterlidir.
Secdeyi ilk okuyuştan sonra yapmak daha iyidir. Başka bir görüşe göre, bu secdeyi tehir etmek
daha uygundur.
Yine bir kimse çeşitli yer ve meclislerde bir secde âyetini tekrarlarsa, secdenin de
tekrarlanması gerekir.
Bir kaç secdenin bulunduğu çeşitli âyetleri okuyan kimsenin, meclis bir olsun farklı bulunsun,
her bir âyet için ayrı bir tilâvet secdesi yapması vacib olur.
Açık arazide ve yoldaki meclis birliği üç adım yürümekle, yani o yerden başka yere geçmekle;
ağaç üzerinde bulunan için ağacın bir dalından başka bir dalına geçmekle; veya bir nehirde
yüzmekle değişmiş olur. Küçük bir evde bir köşeden diğerine geçmekle veya büyük bir camide
mekân değişikliği gerçekleşmez. Ancak okuyan sabit bir yerde bulunmakla birlikte dinleyen
meclis değişirse secdenin vücûbu da tekrarlanır (İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, I, 726-728).
Secde âyetlerinin bulunduğu süreler şunlardır:
Kur'an-ı Kerîm'de on dört yerde secde âyeti bulunmaktadır. Bu süre ve âyet noları aşağıda
verilmiştir: el-A'raf, 7/206; er-Ra'd, 13/15; en-Nahl, 16/50; el-İsrâ, 17/109; Meryem,19/58; el-Hac,
22/18; el-Furkân, 25/60; en-Neml, 27/25; es-Secde, 32/15; Sâd, 38/24; Fussilet, 41/37; en-Necm,
53/62; el-İnşikâk, 84/20 ve Alak, 96/19.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre de sayı on dört olup, ancak onlar Sâd süresindeki secdeyi "şükür
secdesi"sayarken; el-Hac süresinde iki tane secde âyeti kabul ederler. Mâlikîlere göre ise sayı
on birdir. Onlar en-Necm, el-İnşikak ve Alak sürelerindeki secdeleri bağlayıcı saymazlar (elMeydânî, el-Lübâb, I, 103; eş-Şürünbülâlî, Merakîl-Felâh, 84 vd.).
Bu on dört secde âyetini bir mecliste okuyup, her biri için okudukça ayrıca bir secde yapan
veya hepsini okuduktan sonra tamamına birden on dört secdede bulunan kimsenin dünyevî ve
uhrevî istek, sıkıntı ve kederleri konusunda Allah Teâlâ'nın yeterli olacağı rivayet edilmiştir.
Tilâvet secdesini bozan haller: Namazı bozan her şey tilâvet secdesini de bozar. Daha tilâvet
secdesinden kalkmadan abdestin bozulması, konuşma veya kahkaha ile gülme gibi. Ancak bu
secdede, kahkaha ile gülmek abdesti bozmaz, kadınlarda bir hizada bulunmak da bu secdeyi
ifsat etmez (el-Kâsânî, Bedâyiu's Sanayi, I, 179 vd.; İbnü'I-Hümâm, Fethu'l-Kadir, I, 380-392; İbn
Âbidîn, a.g.e. I, 715 vd.; el-Meydânî, a.g.e., I, 103 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 6l6 vd.; eş-Şirbinî,
Muğni'l-Muhtâç, Mısır, t.y. 1, 214; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, İstanbul 1991, .
371 vd.)
12+ Yas grubu | SECDE-I TILÂVET
121
12+ Yas grubu
Hamdi DÖNDÜREN
EZAN
Müslümanlara, günde beş kez, belli bir yerde namaz kılmaları ve namaz için toplanma vaktinin
geldiğini ilân etmek, namaz için yapılan çağrı. Arapça bir kelime olan ezan; bildirmek, ilân
etmek demektir.
Yüksek bir yere çıkıp gür sesiyle tüm insanlara yeryüzünde tek egemen gücün Allah, tek
önderin Hz. Muhammed olduğunu Allah adına korkusuzca haykıran; Allah'ı ilâh ve rabb; Hz.
Muhammed'i de kendilerine önder kabul eden müslümanlara da inandıkları Allah'ın önünde
topluca ibâdet etsinler, bir ve beraber olduklarını, yeryüzündeki zulmün yerine Allah'ın adaletini
yerleştirmek için her an hazır olduklarını düşmanlarına gösterip onlara korku, müslümanlara
güven versinler diye camiye çağıran kişiye de müezzin denir.
Ezan, bir yerin müslümanların mı yoksa zorbaların mı kontrolünde olduğunu belirten bir işaret,
bir semboldür. Korkusuzca ve doğru bir şekilde okunan ezan o yerin İslâm beldesi olduğunu
gösterir. İslâm fıkhında, bir yörenin Daru'l-harp* veya Daru'l İslâm * olduğu tespitinde orada
ezanın okunup okunmadığı dikkate alınan ölçülerden biridir.
Müslümanlara namaz Mekke döneminin dokuzuncu yılında farz kılındığı halde onlar namazlarını
ezan okumadan kılıyorlardı. Çünkü Mekke'de zayıftılar; orada güçlü olan, toplumda hatta
Allah'ın evi Kâbe'de egemen olan müşrik düzendi. Bu yüzden müslümanlar kendi
yönetimlerinde olmayan ve güçsüz oldukları bir yerde açıkça ezan okumakla yükümlü
tutulmamışlardı.
Medine'ye hicretin birinci yılında birbirlerini "es-salâh es-salâh (namaza namaza)" veya "essalâtü câmlatün (namaz toplayıcıdır, namaz için toplanın)" şeklinde namaza davet ederlerdi.
Ancak bu şekildeki bir çağrı yeterli olmuyor, uzakta oturanlar bu sesi duymadıkları için namaza
yetişemiyorlar ve bu yüzden de İslâm cemâatinin biraraya gelmesinde zorluklar oluyordu.
Peygamber efendimiz (s.a.s.) sahâbelerini toplayarak namaza çağırmak için nasıl bir yöntem
kullanmak gerektiğini kendileriyle istişâre etti. Sahâbîler birçok teklif getirdiler:
- Çan çalalım ya Resulullah.
- O hıristiyanların adetidir, olmaz.
- Boru çalalım.
- O yahudilerin adetidir, olmaz.
- O zaman ateş yakalım ya Resulullah.
- O da mecusilerin adetidir, bu da olmaz.
Bayrak dikme teklifi de uygun görülmeyince müslümanlar ortak bir karara varamadı ve toplantı
sona erdi. Abdullah b. Zeyd de diğer sahâbiler gibi üzüntüyle evine döndü ve yattı. Abdullâh
şöyle anlatır:
"Ben de üzüntülü olarak yatmıştım. Uyku ile uyanıklık arasında iken üzerinde yeşil elbisesi olan
biri yanıma geldi, bir duvârın üzerinde durdu. Elinde bir çan vardı. Aramızda şu konuşma geçti:
- Onu bana satar mısın?
- Onu ne yapacaksın?
12+ Yas grubu | EZAN
122
12+ Yas grubu
- Namaz için çalarız.
- Ben sana bu konuyla ilgili daha hayırlı bir şey versem olmaz mı?
- Olur, dedim. Hemen kıbleye karşı durdu ve okumaya başladı:
"Allahu Ekber, Allahu Ekber
Allahu Ekber, Allahu Ekber
Eşhedü en Lailahe illallah,
Eşhedü en Lailahe illallah
Eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah Eşhedü enne Muhammeden
Rasûlullah Hayyaala's-salâh, Hayyaala's-salâh Hayyaala'l-felâh, Hayyaala'l-felâh Allahu Ekber,
Allahu Ekber
La ilahe illallah "
Sabahleyin Abdullah b. Zeyd gece gördüğü rüyayı Resulullah'a anlattı. Aynı gece onunla
birlikte birçok sahâbe de benzer rüyalâr gördüklerini anlattılar. Öğretilen ezanda değişiklik
yoktu. Hz. Ömer de aynı rüyayı görenler arasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.s.) her birini
dinledikten sonra Zeyd'e dönerek, "Gördüğünü Bilâl'e anlat (öğret) ezanı Bilâl okusun; onun
sesi seninkinden gürdür" buyurdu. Namaz vakti gelince Bilal Medine'nin en yüksek yerine
çıkarak gür sesiyle İslâm'ın ilk ezanını okudu.
Namaz vakitlerini bildirmek için okunan ezanın ne şekilde olduğu Kur'an-ı Kerîm'de
bildirilmemiş, ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'e vahiyle bildirilmiş ve onun kelimeleri bizzat
Cebrail (a.s.) tarafından öğretilmiştir. Şu âyet-i kerimeler ezanın Allah'tan geldiğini gösterir:
"Siz namaza çağırdığınız zaman onlar o çağrıyı eğlence ve alay konusu yapıyorlardı" (el-Mâide,
5/58).
"Ey müminler, cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah'ın zikrine koşun " (elCum'â, 62/9). Bu ayet-i kerimelerde geçen "çağrıldığınız zaman" ifadesindeki "nidâ" kelimesi
ezanı kasdetmektedir.
Okunan ezanın Allah'ın istediği gerçek ezan olabilmesi isin dikkat edilmesi gereken hususlar
vardır:
1) Ezan mutlaka Arapça okunmalıdır. Allah'ın gönderdiği Cebrail (a.s.)'ın öğrettiği kelimelerin
dışına Sıkılamaz. Örneğin "Allahu Ekber" cümlesini aynı anlama geliyor diyerek "Tanrı uludur"
şeklinde Türkçeleştirerek ezan okunamaz. Hangi ırk ve dilden olursa olsun ortak ibâdet dilleri
sayesin de kardeşçe kucaklaşan müslümanların birliğini yok etmek isteyen İslâm düşmanları
"kendi dilinle ibâdet etmek daha iyidir" diyerek ezanı Arapça'nın dışında bir dille okutmak
isterler. Ama Allah, müslümanları tek vücud gibi görmek istemektedir. Ortak ibâdet diliyle
Tevhîd sağlanmaktadır.
2) Ezân; müslümanların sevip saydığı. güvenilir, İslâm ahlâkıyla ahlâklanmış, kısaca gerçek
anlamda bir "müslüman" tarafından okunmalıdır. Allah adına insanları Allah'ın mescidine
çağıran kişinin dâvetine cevap verecek olanlar güvendikleri bir müslümanın sesini
duyduklarında daha bir şevkle toplanırlar. Allah'ın sevmediği bir günahkâr Allah adına insanları
Allah'a çağırmaya yetkili olamaz. Yine bu kişi güvenilirliği yanında, o topluluğun içinde önder
12+ Yas grubu | EZAN
123
12+ Yas grubu
olabilecek, sözünün dinlendiği biri olmalıdır. Ancak bu, bu şartlan taşımayanların ezan
okuyamayacağı anlamına gelmez. Mümeyyiz olmayan bir çocuğun okuduğu ezan geçerlidir.
3) Ezan okuyan kişinin güzel ve gür sesli olması ve ezanın yüksek bir yerde okunması gerekir.
"Yüksek bir yer'in anlamı günümüzde teknolojinin getirdiği ses yükseltici aletlerle değişime
uğradı. Ezan daha iyi duyulsun diye gerekli görülen "yüksek yer" müslümanlar arasında o
derece önem kazanmış ki İslâm şehirlerinde minarelerden daha yüksek yapılan görmek
mümkün değildir.
Ancak günümüzde amphlikatör gibi ses yükseltici aletler kullanarak yüksek yere çıkılmadan
ezan okunabilir mi, bu aletler kullanılabilir mi? sorusu müslümanların bir kesimini meşgul
etmektedir. İnsan sesi iptal ettiği gerekçesiyle bu aletlerden ezan okumanın helâl olmadığını
savunan insanlar varlığını korumaktadır. İslâm'ın geldiği ve mezhep imamlarının yasadığı
dönemlerde böyle bir sorun olmadığı için bu konuyla ilgili bir ictihad yoktur. Ancak Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in Vedâ Haccı'nda verdiği hutbe bu konuya en güzel örnek teşkil etmektedir.
Vedâ Hutbesi'nde yüzyirmibin kişiye hitap eden Hz. Peygamber belli mesafelere gür sesli
görevliler yerleştirerek kendi söylediklerini aynen tekrarlamalarını istemiş ve böylelikle kendi
sesinin ulâşmadığı insanlara görevlilerin sesiyle ulaşmıştır. Hz. Peygamber'in bu
uygulamasından yola çıkarak Edille-i Şer'iyyenin Kıyas yolunu kullanarak hoparlörün meşrû
olduğu gibi sesi uzaklara taşıdığı için son derece faydalı olduğu gayet açık bir husustur.
Allah'ın kendilerine öğrettiği ilimden yararlanan müslümanlar hoparlörden yararlanabileceği
gibi isteyen de yüksek yere çıkmaya devam edebilir.
4) Farz namazlardan önce okunan ikamet hızlı okunduğu halde ezan ağır ağır okunur.
5) Ezan okurken kelimeleri yanlış okumak ve aşırı şekilde teğanni yapmak câiz değildir.
6) Ezan okurken müezzinin konuşması, hattâ kendisine verilen selâm'ı dahi alması caiz değildir.
Ezan okuyanın dikkat edeceği hususların yanında dinleyenin de uyması gereken hususlar
vardır:
I) Ezan okunurken konuşulmaz. Hattâ Kur'ân-ı Kerîm okuyan bir kişi ezan başladığında okumayı
bırakıp ezanı dinler.
2) Ezan'ı dinleyen müslüman, müezzinin okuduğu ezanı tekrar eder ve böylece o da ezan
okunmuş olur. "Hayya ala'ssalâh" ve "Hayya alalfelâh" cümlelerinde "lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh (Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet kaynağı yoktur)" der. Sabah ezan'ında müezzinin
"essalâtü hayrün mine'n-nevm" cümlesine "sadakte ve berirte (doğru söylüyorsun)" diye
karşılık vermesi sünnettir.
3) Ezanı işiten kişi cünüp de olsa yukarıdaki yükümlülükleri yerine getirir. Ancak hayızlı ve
nifaslı olan kadınlar bunun dışındadır.
4) Ezanın bitiminde dinleyen kişi ezan duasını okur.
"Allahumma Rabbe hezihi'd-da' vati't-tamme ve's-salati'l-kâime âti seyyidina Muhammeden elvesilete ve'l-fazilete ve'd-dereceti'r-rafiati'l âliye ve'b-ashû makamen mahmuden ellezi vaadtehu
inneke la tuhlifu'lmi'ad. "
"Ey bu üstün çağrının ve hazır namazın Rabbi olan Allahım! Muhammed 'e vesileyi, fazileti ve
yüksek dereceyi ihsan et. Onu kendisine vadetmiş olduğun övülmüş makama eriştir. Zira sen
vaadinden dönmezsin "
Bunların dışında ezan hakkında şu hususları belirtelim:
12+ Yas grubu | EZAN
124
12+ Yas grubu
Cuma namazında bir dış bir de iç ezan okunur diğer namazlarda her vakit için bir defa ezan
okunur.
Ezan ile kametin arasını biraz uzatmak gerekir ki namaza geç kalanlar cemâate yetişebilsin.
Caminin dışında bir yerde de ezan okunabilir, ikamet getirilerek cemâatle namaz kılınabilir.
Kaza namazları için de ezan okunabilir, ikamet getirilebilir. Bayram, Vitir, teravih ve cenaze
namazları için ezan okunmaz.
Ezan Vacib derecesinde sünneti müekkeddir.
Fedakâr KIZMAZ
12+ Yas grubu | EZAN
125
12+ Yas grubu
IMAM
Önde bulunan zat, kendisine uyulan kimse, önder. İmam kelimesi tekil olarak Kur'an-ı Kerim'de
sekiz yerde geçmektedir (el-Bakara, 2/124; Hûd, 11/17; el-Hicr, 15/79; el-İsrâ, 17/71; el-Furkân,
25/74; Yasîn, 36/12; el-Ahkâf, 46/12). Çoğul olarak "eimme" şeklinde de beş yerde geçmektedir
(et-Tevbe, 9/12; el-Enbiyâ, 21/73; el-Kasas, 28/5, 41; es-Secde, 32/24). İmam kelimesi bu
ayetlerde şu anlamlarda kullanılmıştır:
Allah Teâlâ Hz. İbrahim'den bahsederken; "Seni insanlara imam (önder) kılacağım" (el-Bakara,
2/124) buyurmuştur.
Allah iyi kullarından bahsederken: onların: "Bizi, Allah'a karşı gelmek fen sakınanlara imam
(önder) yap" (el-Furkân, 25/74) dediklerini nakleder.
"Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar, dinimize dil uzatırlarsa, küfrün imamları
(önderleri)yle savaşın" (et-Tevbe, 9/12).
Bu ayet-i kerime, küfre öncülük yapanlara da imam denilebileceğini gösterir.
"Önlerinde Musa'nın kitabı imam (önder, rehber) ve rahmet olarak bulunanlar..." (Hûd, 11/17).
Ayette, insanların uyduğu kitap ve benzeri şeyler için de imam ifadesi kullanılmıştır. Buna göre
devlet başkanına, halifeye bir birlik komutanına, bir toplumun öncüsüne de imam denir.
İnsanlar kendilerine uyup fikirleri etrafında toplandıkları için, büyük İslâm bilginlerine,
müctehidlere de imam denmiştir. İmam Azam, İmam Şâfiî, İmam Mâlik gibi.
Şiîler ise "İmam" tabirini daha değişik anlamlarda kullanmışlardır. (Daha geniş bilgi için bk.
Hilâfet ve Ca'feriyye mad.).
Terim olarak fıkıhta imam; cemaatin önüne geçip onlara namaz kıldıran kimseye denir. İmamın
yapmış olduğu göreve de imamet denir. İmamlık faziletli bir görevdir. Peygamber efendimiz ve
kendisinden sonra gelen râşid halifeler bu görevi yapmışlardır. Gelişi güzel herkes bu görevi
yapamaz. İmam olabilmek için bir takım şartlar vardır. Bunlar;
1- Müslüman olmak. Müslüman olmayanlar imam olamaz. Fâsık ve bid'at sahibi kimselerin
imam olması ise tahrimen mekruhtur.
2- Erkek olmak. Kadının imam olması caiz değildir. Ancak kadının kadınlara imam olması
kerahetle caizdir. Bu durumda imam olan kadın öne geçmez, cemaat olan kadınların sağında
bulunur.
3- Akıllı olmak. Akıl hastasının imamlığı caiz değildir.
4- Erginlik çağına ermiş olmak. Erginlik çağına ermemiş olan çocuğun büyüklere imam olması
caiz değildir. Ancak kendisi gibi çocuklara imam olabilir.
5- Özürlü olmamak. İdrarı tutamamak, devamlı olarak burundan veya yaradan kan gelmesi gibi
durumlar birer özürdür. Bu gibi özürleri olan kimseler imam olamazlar. Ancak aynı cins özre
sahip olanlara imam olabilirler. Özürleri farklı ise imam olması caiz değildir.
6- Namaz sahih olacak kadar ezbere düzgün Kur'an okumasını bilmek. Okuma yazma
bilmeyenlere "Ümmî" denir. Ümmî kendisi gibi olanlara imam olabilir. Ümmînin ümmîye
imamlığı caizdir. Kur'an'ı iyi okuyamayanların, iyi okuyanlara imam olması sahih değildir.
Camide namaz kıldırmak, görevli olan imamın hakkıdır.
12+ Yas grubu | IMAM
126
12+ Yas grubu
Evde ev sahibinin kıldırması daha uygundur.
Cemaatle namaz kılacaklar arasında ev sahibi, görevli bir imam veya yetkili amir yoksa,
sırasıyla şunlar imam olurlar:
1- Namazın hükümlerini en iyi bilen,
2- Kur'an-ı Kerimi en güzel okuyan,
3- En fazla günahlardan sakınan.
4- En yaşlı olan,
5- Ahlâkı en güzel olan,
6- Yüzü daha çok nurlu olan
7- Sesi en güzel olan,
8- Elbisesi daha temiz olan.
Bütün bu hususlarda eşit olurlarsa aralarında kur'a çekilir ya da cemaat onlardan birisini
imamlığa seçer.
Abdullah YÜCEL
12+ Yas grubu | IMAM
127

Benzer belgeler