ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ AÜİFD XLVI (2005
Transkript
ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ AÜİFD XLVI (2005
ANKARA ÜNÝVERSÝTESÝ ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ DERGÝSÝ AÜÝFD XLVI (2005), sayý I f SAHÝBÝ/PUBLISHER ANKARA ÜNÝVERSÝTESÝ ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ adýna Mualla SELÇUK Ankara University Review of the Faculty of Divinity f EDÝTÖR/EDITOR-IN CHIEF Mualla SELÇUK f SORUMLU YAZI ÝÞLERÝ MÜDÜRÜ Mehmet PAÇACI f YAYIN KOMÝSYONU/EDITORIAL BOARD Mehmet ÖZDEMÝR Mehmet PAÇACI Þaban Ali DÜZGÜN Recai DOÐAN f DANIÞMANLAR KURULU/ADVISORY BOARD Ýlber ORTAYLI (Galatasaray Üniversitesi) Mustafa FAYDA (Marmara Üniversitesi) Ahmet ÝNAM (Ortadoðu Teknik üniversitesi) Johannes LAHNEMANN (Erlangen Üniversitesi) Rotraund WIELANDT (Bamberg Üniversitesi) Süleyman Hayri BOLAY (Gazi Üniversitesi) Mustafa KARA (Uludað Üniversitesi) Mehmet HATÝPOÐLU (Ankara Üniversitesi) Ünver GÜNAY (Erciyes Üniversitesi) Bahaeddin YEDÝYILDIZ (Hacettepe Üniversitesi) f SEKRETERLER Ýhsan ÇAPCIOÐLU Yýldýz KIZILABDULLAH f REDAKSÝYON/PROOF READING Ýhsan ÇAPCIOÐLU AÜÝFD (ISSN 1301-0522) yýlda iki sayý olarak yayýnlanan hakemli bir dergidir. Bu dergide yayýnlanan makalelerin ilim ve dil yönünden sorumluluðu yazarlarýna aittir. Fikirlerden editörler sorumlu tutulamaz. AUIFD is regularly published twice a year. Opinions expressed in this journal are solely those of the authors and do not necessakrily express the opinions of the editors. Ankara Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesi Dergisi'nde yayýnlanan yazýlarýn tüm yayýn haklarý dergimize aittir. Ýzin alýnmaksýzýn kýsmen veya tamamen herhangi bir þekilde basýlamaz, çoðaltýlamaz. ancak bilimsel amaçlarla kaynak göstermek kaydýyla özetleme ve alýntý yapýlabilir. ALL rights reserved. All the articles published in this journal neither in part nor in whole may be reproduced or transmitted in any form or by any information storage and retrieval system, without a written permission. However, we allow brief quotations for criticism and/or scholarlay discussions. f ÝLETÝÞÝM ADRESÝ/CORRESPONDING Ankara Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesi 06500 Beþevler/ANKARA Fax: (312) 2130003 URL: http://www.ankara.edu.tr/ilahiyat [email protected] ANKARA ÜNÝVERSÝTESÝ BASIMEVÝ z 2005 www.ankara.edu.tr Ýçindekiler f Editörden .............................................................................v f Makaleler MUHÝT MERT ....................................................................... 1 Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý ve Bu Tanýmlarýn Ýçerdiði Problemler MUSA BAÐCI .................................................................... 21 El-Buhari'nin Kader Konusunda Mutezile ile Münakaþalarý ALÝ RIZA GÜL .................................................................... 43 Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe ile Selef Yöntemlerinin Mukayesesi AHMET ÝSHAK DEMÝR ......................................................... 85 Ýbn'ul-Mutahhar el-Hilliye Göre Ýmamet EYÜP BAÞ ........................................................................ 103 Dil-Tarih iliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý HASAN KAYIKLIK .............................................................. 133 Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe DURMUÞ ARIK ................................................................. 157 Kýrgýzlarda Kurban Fenomeni f Çeviriler ALÝ ULVÝ MEHMETOÐLU .................................................. 177 Dini Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler MEHMET AKGÜL - ÝHSAN ÇAPCIOÐLU ............................ 203 Din Sosyolojisinde Yeni Yaklaþýmlar: Batýlý Bir Bakýþ YILDIZ KIZILABDULLAH .................................................... 217 Rusya Okullarýnda Din eðitiminin Çaðdaþ Durumu ve Onun Mezhepler Arasý Modelinin Perspektifleri ÞAHÝN GÜRSOY .............................................................. 225 Sekülerleþme: Avrupa: Evet, Amerika: Hayýr. Sekülerleþme Neden Avrupa'da Ortaya Çýktý da Amerika'da Ortaya Çýkmadý? f Kitap, Tez ve Sempozyum Deðerlendirmeleri AHMET KAVAS ................................................................ 233 Vincent Mansour Monteil Vefat Etti BURHAN BALTACI ........................................................... 241 Þatýbi'nin Kur'an'ý Anlama Yöntemi EDÝTÖRDEN Tarihte Ýslam Bilimleri, oluþumlarýný hazýrlayan sosyo-kültürel, sosyo-politik, sosyo-ekonomik vb. etmenlerin de belirlemesiyle bir biçimde doktriner bir yapýnýn içinde kendilerini bulmuþlardýr. Bu alanda belirli fikri hareket noktalarýndan yola çýkýlarak dinin kaynaklarýyla insan ve insan yaþamýnýn köklü sorunlarý arasýndaki iliþkiler ince ayrýntýlara varýncaya kadar irdelenmiþ ve tartýþýlmýþtýr. Ýslam Bilginleri ve düþünürleri doðal olarak kendi tarihsellikleri içerisinde ve bir düþünce evreninden/odaðýndan yansýttýklarý bakýþlarla çözümlemelerde bulunmuþlar ve deðerlendirmeler yapmýþlardýr. Bu durum, Ýslam Bilimlerinin düþünce boyutundaki yoðunluðunu gösterdiði ölçüde yaklaþým çeþitliliðini de gösterir. Günümüz Ýlahiyat çalýþmalarý da bu zenginliði bilimsel bir nesnellik içinde tahlil ederken, tevarüs ettiði temel karakterin bir belirtisi olarak kendilerini insan sorunlarýna iliþkin düþünce üretiminden uzak tutmamýþlardýr. Bu sayýda yer alan makalelerden bazýlarýnda çaðýn insanýný da ilgilendiren rýzýk, faizsiz bankacýlýk ve kader gibi olgularýn bu baðlamda dergimizde yer aldýðýný görmekteyiz. Temel Ýslam Bilimlerinin dýþýndaki alanlara dair makalelerde ise deskriptif niteliðin baskýn tonunu görebiliyoruz. Ýlahiyat alanýnýn, bilim yolculuðunda kendine özgü bazý boyutlarý tartýþarak ve bilimsellik ölçütlerinden ödün vermeden ilerlediðini gözlemlemek gurur vericidir. Dergimizin bu sayýsýnda yine alanýndaki çalýþmalara yeni açýlýmlar getirebilecek nitelikte çevirinin olduðunu görmekteyiz. Bunun yanýnda bilimsel anlamda faaliyetini sürdüren dergilerde vazgeçilmez bir kategori olup bilimsel düzeyin yükselmesinin temel araçlarýndan biri olan kitap, tez ve sempozyum deðerlendirmeleri bölümünün de bu sayýda hak ettiði yeri aldýðýný belirterek bilim dolu günler diliyorum. Prof.Dr.Mualla SELÇUK vi AÜÝFD XLVI (2005), sayý I AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 1-19 Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý ve Bu Tanýmlarýn Ýçerdiði Problemler MUHÝT MERT Doç. Dr., GAZÝ Ü. ÇORUM ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-mail: [email protected] abstract The Definition of the Conception Rýzq and Problems it Contains as a Classical Problem of Kalam. In this article, we aimed to deal with the definitions of conception rýzq as a classical Muslim theologians problem of kalam and the problems the definitions contain. Muslim theologians defines rýzq in different ways. The forms and the words they used in these definitions give clues of their main ideas on the issue. Morever, different definitions which belong to the theologians who are related to the same school point, different viwes within those schools. For these reason, analysing definitions is important from the view of scientific approach. In this context, the extent of rýzq, whther the things obtained by unjust ways and haram (unlawful) from a religious point of view can be considered as rýzq or not will be discussed. key words Rýzq, Definition, Profit, Possesion, Forbidden by religion, Unlawful. Giriþ Rýzýk kavramý klasik kelamda kader ve/veya insan fiilleri konularý çerçevesinde ele alýnmýþ; kavrama dair bir tanýmlamadan sonra kaderle/insan fiilleriyle iliþkisi kurularak incelenmiþtir. Ancak biz burada rýzýk ile ilgili tartýþmalarýn bütün yönleriyle deðil, sadece rýzkýn tanýmýyla, bu tanýmda kullanýlan kavramlarýn delaletleriyle ve tanýmlama biçimlerinin içerdiði problemlerle ilgileneceðiz. Bunu yaparken de öncelikle rýzkýn sözlük ve kelam disiplini içindeki terim anlamlarýný belirleyecek, sonra da tanýmlarýn içerdiði problemlere geçeceðiz. 2 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Rýzkýn Sözlük veTerim Anlamlarý Rýzýk (er-Rýzk, çoðulu el-Erzâk) kelimesi, Arapça (Re-ze-ka) fiilinden türetilmiþ bir isimdir. Rýzýk sözlükte, kendisinden faydalanýlan þey olarak tarif edilir.1 Arap dil bilimcileri rýzýk kelimesinin atâ (ihsan), pay, þükür, yaðmur ve yiyecek manasýnda kullanýldýðýný da tespit etmektedirler.2 Rýzýk kelimesinin buradaki her bir manada ayrý ayrý kullanýldýðýný göstermek için Kur’an’dan deliller gösterilir. Bunlarý þöyle sýralayabiliriz. Rýzýk kelimesi Kur’an’da; ister dünyevî olsun isterse uhrevî olsun maddî manevî ihsanlar manasýnda kullanýlmýþtýr. Meselâ; “Onlara rýzýk olarak verdiðimiz þeylerden infak ederler.”3 âyetinde rýzýk ile, Allah’ýn insana dünyada bahþettiði mal, amel, güç ve ilim gibi maddi-manevi þeyler kastedilmekte; 4 “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayýn, bilâkis onlar Rab’leri katýnda diridirler. Allah’ýn bol nimetinden onlara verdiði þeylerle sevinç içinde rýzýklanýrlar”5 âyetinde ise sadece uhrevî ihsanlar anlatýlmaktadýr. Ragýp el-Isfahânî (ö:502/1106) ile Fahreddin er-Razî (ö:606/1210) Vâkýa (56) sûresinin 82. âyetindeki rýzýk kelimesini pay/nasip manasýna tefsir ederek “Siz nasibinizi yalanlamak için mi kullanýyorsunuz?” þeklinde anlarlar.6 Araplarýn Ezd kabilesi ise bu âyetteki rýzýk kelimesini þükür manasýna yormuþlardýr.7 Buna göre âyetin anlamý “Siz þükrünüzü yalanlayarak mý yapýyorsunuz?” olmaktadýr. Bu þekildeki anlamlandýrma için kendilerinin kullandýðý; “Faaltü zalike limâ razaktenî/Bana teþekküründen dolayý bunu yaptým” sözünü delil olarak ileri sürerler.8 Ýbn Manzûr (ö:711/1311) ise, âyetteki rýzýk kelimesinin þükür manasýna mecaz olarak kullanýldýðýný söylemektedir.9 Buna göre âyetin manasý “Rýzkýnýzýn þükrünü yalanlayarak mý yapýyorsunuz?” olur. Rýzýk yaðmur anlamýnda da kullanýlýr. Rýzkýn yaðmur manasýna kullanýlmasý ikisi arasýndaki sebep-sonuç alâkasýndan dolayýdýr. Yaðmur rýzka konu olan nesnelerin artýþýna sebep olduðu için ona mecaz olarak rýzýk da denir. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Murtaza ez-Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, Beyrut 1994, XIII, 162; Muhammed b. Yakub el-Fîruzâbâdî, Kâmusu’l-muhit, Beyrut 1987, s. 1144. Butrus el-Bustânî, Muhîtu’l-Muhît, Beyrut 1979, s. 333; Hasan Sid el-Kermî, el-Hâdî, Beyrut 1991, II, 160. el-Bakara 2/3. M. Hamdi Yazýr, Hak Dini Kur’an Dili, Ýstanbul ty., I, 192. Âl-i Ýmran 3/169. Fahreddin Râzî, Mefâtihü’l-gayb, Beyrut 1990, II, 30; Raðýb el-Isfahânî, el-Müfredat, Beyrut ty., s. 194. Fîruzâbâdî, a.g.e., s. 1144. Ýbn Zekeriyya, Mu’cemu mekâyisi’l-luða, Kahire h.1366, II, 388 . Ýbn Manzûr, Lisanü’l-arab, Beyrut ty., X, 115. Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 3 Meselâ, “Rýzkýnýz semadadýr.”1 0 âyetindeki rýzýk ile yaðmurun kastedildiði söylenmiþtir.1 1 Nitekim Câsiye suresinin, “Allah’ýn gökyüzünden rýzýk indirip ölmüþ olan yeryüzünü onunla diriltmesinde akledenler için dersler vardýr”1 2 âyetinde de yaðmur hakkýnda rýzýk tabiri kullanýlmýþtýr.1 3 Bu kullaným, aralarýndaki sebebiyet iliþkisi nedeniyledir. Araplar; “et-Temru fî ka’ri’l-bi’r/Hurma kuyunun dibindedir” derler. Halbuki gerçekte böyle deðildir. Ancak hurma kuyunun dibindeki su ile sulanarak elde edildiði için böyle söylenmiþtir. Yaðmur da rýzka sebep olduðu için ona rýzýk adý verilmiþtir.1 4 Rýzýk kelimesi Kur’an’da sadece yenilen þeyler için de kullanýlmaktadýr. Meselâ, maðarada uzun süre uyumuþ olan Ashâb-ý kehf uyandýktan sonra içlerinden birinin diðerlerine söylediði sözü nakleden “Ýçinizden birini þu gümüþ paralarla þehre gönderin de baksýn, yiyeceklerden en temizi hangisi ise size rýzýk (yiyecek) getirsin” 1 5 ayeti ile “Biz o su ile kullara rýzýk olmak üzere bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcuklarý olan boylu hurma aðaçlarý yetiþtirdik”1 6 âyetinde geçen rýzýk kelimeleri, sadece yenilen þeyler manasýnda kullanýlmýþtýr. Netice olarak, rýzýk kelimesinin kullanýldýðý manalarýn tümünde kendisinden faydalanýlan þey anlamýnýn hakim olduðu görülmektedir. Dinî bir terim olarak rýzýk kavramýnýn, lügat manasýndan alýnarak kelâm disiplini içerisinde ifade ettiði anlamý tam olarak belirlemek için kelamcýlarýn bu terimden ne anladýklarýný tespit etmek gerekmektedir. Biz burada önemli düþünce farklýlýklarýna delalet eden bazý tanýmlarý zikredeceðiz. Rýzýk kavramý kelamcýlar tarafýndan dört þekilde tanýmlanmýþtýr: 1-Ýster helal olsun isterse haram, beslendiðimiz gýdalar. Abdulkâhir elBaðdâdî(ö.429/1038), Ebu Bekr Ahmed el-Beyhakî (ö.458/1066), Nureddin es-Sabunî (ö.580/114), Adudüddin el-Îcî (ö. 756/1355), Sadeddin etTaftazânî (ö.793/1390) ve Seyyid Þerif el-Cürcânî (ö. 816/1413) bu tanýmý benimsemiþlerdir. 2-Faydalandýðýmýz þeyler. Ýmamü’l-Harameyn el-Cüveynî (ö. 478/1085), et-Taftazâni, Ýbn Haldun (ö.808/1405), Kemaleddin el-Beyâzî (ö.1097/ 1686), Ýbrahim el-Bâcûrî (ö.1277/1860), ve Elmalýlý Hamdi Yazýr (ö.1942) rýzký bu þekilde tanýmlamýþlardýr. 10 11 12 13 14 15 16 ez-Zâriyât 51/22. Ebu’l-Fidâ Ýsmail Ýbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-azim, Beyrut 1969, VI, 235. el-Câsiye 45/5. Zebîdî, a.g.e., XIII, 162, el-Bustânî, a.g.e., s. 333; el-Kermî, a.g.e., II, 160. Ýbn Manzûr, a.g.e., X, 115. el-Kehf 18/19. Kâf 50/9-11. 4 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I 3-Faydalandýðýmýz þeylerle birlikte sahip olduðumuz þeyler. Gazalî (ö.505/1111), Ebu’l-Muin en-Nesefî (ö. 508/1115), Fahreddin er-Razi (ö. 606/1210), Ýbn Teymiye (ö.728/1327), Muhammed Hüseyin et-Tabatabâî rýzkýn bu þekilde tanýmlanmasý gerektiðini savunmuþlardýr. 4-Meþru (helal) olarak faydalandýðýmýz þeyler. Ebu’l-Hüzeyl el-Allaf (H. 135-226), Kadý Abdülcebbar (ö. 415/1025), Ebu Ali el-Fazl Ýbn el-Hasen et-Tabersî (ö.548/1153), rýzký bu þekilde tanýmlamýþlardýr.1 7 Burada naklettiðimiz tanýmlardan anlaþýldýðý kadarýyla kelamcýlar rýzýk kavramýnýn anlam alanýný belirlerken onun hem sözlük anlamýný göz önünde bulundurmuþlar, hem de dildeki kullaným örfünü esas almýþlardýr. Rýzkýn Tanýmýyla ilgili Kelami Tartýþmalar Yukarýda zikrettiðimiz tanýmlar üzerinde düþündüðümüzde temelde iki þeyin problem edinildiði gözlenmektedir. Bunlardan birincisi bir þeyin rýzýk olabilmesi için ondan yararlanma þartý ve yararlanmanýn nasýl olacaðý, ikincisi rýzkta meþruiyet problemi, yani haram bir þeyin rýzýk olup olmayacaðý sorunudur. a)Yararlanma Þartý ve Yararlanmanýn Þekli Rýzýk tanýmlarýna dikkat edildiðinde rýzkýn kök anlamý olan yararlanmanýn esas alýndýðý görülür. Ancak hangi çeþit yararlanmayla rýzýklanmanýn gerçekleþeceði hususunda ihtilaf edilmiþtir. Burada iki temel soru ortaya koyabiliriz: 1-Yeme-içmenin dýþýndaki faydalanmalar rýzýk kapsamýna girer mi? 2-Faydalanýlmayan fakat elimizde bulunan þeyler rýzýk olur mu? Eþ’arîlerden Abdulkâhir el-Baðdâdî, “Kim helal veya haram bir þey yer içerse o, onun rýzkýdýr”1 8 demiþtir. Beyhakî rýzký, “Haram olsun, helâl olsun canlýlarýn gýdalandýðý her þey onlarýn rýzkýdýr”1 9 þeklinde tanýmlamýþtýr. Mâturîdî kelâm bilginlerinden Nureddin es-Sâbûnî rýzký; “Ýster helal olsun isterse haram, insanýn yediði þey onun rýzkýdýr”2 0 diye tarif etmiþtir. Eþ’ari ekolü kelâmcýlarýdan Adudüddin el-Îcî, “Ýster helal olsun isterse haram, Al17 18 19 20 Bu tanýmlarýn kaynaklarýna çalýþmanýn ilerleyen kýsýmlarýnda yer verileceðinden, burada ayrýca atýfta bulunmaya gerek duymadýk. Abdulkâhir el-Baðdâdi, Usulüddin, Ýstanbul 1928, s. 144. Nispeti belli olmamakla birlikte bazý kaynaklarda Baðdâdî’ninkine benzer bir tarif daha zikredilmektedir. Buna göre de rýzýk “Canlýlarýn beslendiði gýdalar ve içecekler”dir. Seyyid Þerif el-Cürcânî, Þerhu’l-Mevâkýf, Kahire 1907, VIII, 172; Kemaleddin el-Beyâzî, Ýþârâtu’l-merâm min Ýbârâti’l-Ýmam, Kahire 1949, s. 235; M. Ali b. Ali Tehânevî, Keþþafu ýstýlâhâti’l-fünün, Ýstanbul 1984, I, 581. Ebu Bekr Ahmed el-Beyhakî, el-Ýtikad, Beyrut 1985, s. 113. Nureddin es-Sâbûnî, el-Bidaye fî usûli’d-din (Matüridiyye Akaidi), çev. Bekir Topaloðlu, Ankara 1992, s. 75. Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 5 lah’ýn kiþiye yemesi için verdiði þeydir”2 1 , Sa’deddin et-Taftazanî ile Seyyid Þerif el-Cürcânî de rýzký, “Allah Teâlâ’nýn canlýya, yemesi için verdiði þeydir ki, helali de haramý da kapsar”2 2 diye tarif etmiþlerdir. Bu tanýmlarda öne çýkan hususlarý þöyle sýralayabiliriz: 1-Baðdâdî’nin tanýmýnda yeme ile birlikte içme de rýzkýn kapsamýna alýnýrken, diðerlerinde sadece yeme tabiri kullanýlmýþtýr. Bu ya içmeyi yeme kapsamýna aldýklarýndan, ya da onu tanýmýn dýþýnda tutmak istediklerinden kaynaklanabilir. Bu ikincisi de muhtemel olmakla –ki Þerhu’l-Mevâkýf’a haþiye yazan Hasan Çelebi böyle düþünmektedir2 3 - birlikte içmeyi yeme kapsamýnda düþündükleri daha muhtemeldir. Örneðin küçük çocuklar da sütle beslenmekteler ve bu da rýzýklanma anlamýna gelir. Bu yüzden biz de yemeiçmeyi birlikte düþünüyoruz. 2-Bu tanýmlarda rýzýk sadece yenilen-içilen þeylerden ibaret sayýlmakta, bu suretle giyecekler ve kendisinden deðiþik yollarla yararlanýlan diðer þeyler tanýmýn dýþýnda býrakýlmaktadýr. Bu, dilde rýzkýn aðýrlýklý olarak yenileniçilen þeyler için kullanýlmasýndan kaynaklanmaktadýr. 3-es-Sâbûnî ile el-Îcî’nin tanýmlarýnda sadece insan, rýzýklandýrma kapsamý içine alýnýrken, el-Beyhakî, et-Taftazânî ve el-Cürcânî’ninkinde diðer canlýlar da bu kapsama dahil edilmiþtir. Bu, onlarýn diðer canlýlarýn rýzýklanmadýðý düþüncesinde olduklarýndan deðil, Mutezile tarafýndan insanýn rýzký tartýþma konusu yapýldýðýndan ve rýzkýn kelam ilminin temel konularýndan insan fiilleri konusu içinde ele alýndýðýndan kaynaklanmaktadýr. Ancak doðru bir tanýmlama yapýlacaksa umumiyet ifade eden bir kelimenin kullanýlmasý daha uygundur. Zira diðer canlýlar da rýzýklanmaktadýrlar. 4-Bu tanýmlarda helal ve haram kavramlarýyla meþruiyet konusuna da atýf yapýlmýþtýr. Bu atýf þüphesiz ki haramý rýzýk saymayan Mutezili düþünceyi reddetmek için konulmaktadýr. Mutezile tarafýndan rýzk tanýmlarýna haram kaydýnýn konulmasý, rýzkýn diðer canlýlarý kapsayacak þekildeki tanýmýyla çeliþmektedir. Zira helallik-haramlýk mükellef insanla ilgili hükümlerdir. Eðer rýzýk bütün canlýlar içinse bu kaydýn konulmamasý gerekir. Dolayýsýyla Ehl-i sünnetin haram-helal kaydýný koymasý umumiyet ifade etmesi içindir. Ancak bu ifadeler tanýmda yine de fazlalýk kavramlar olarak durmaktadýr. 21 22 23 Adudüddin el-Îcî, el-Mevâkýf, Beyrut ty., s. 320. Sa’deddin Taftazânî, Þerhu’l- Akâid, Ýstanbul 1976, s. 127; Seyyid Þerif el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, Beyrut 1996, s. 147. Hasan Çelebi b. Muhammed Þah el-Fenârî, Haþiyetü Þerhi’l-Mevâkýf (Þerhu’l-Mevâkýf’la birlikte), VIII, 172. 6 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I 5-el-Îcî, et-Taftazânî ve el-Cürcânî’nin tanýmlarýnda dikkat çeken bir husus da rýzkýn Allah’a nispet edilmesidir. Taftazânî, diðer tariflerin Allah’a nispet edilmekten yoksun olduðunu belirterek rýzkýn Allah’a izâfe edilmesini tanýmýn önemli bir unsuru saymýþtýr.2 4 Bu da yegâne rýzýklandýrýcýnýn (Rezzak) Allah olmasýndan ve Kur’an’ýn rýzýk kelimesini daima Allah’a nispet etmesinden kaynaklanmaktadýr. Rýzkýn sadece gýdalanýlacak þeyler olarak tanýmlanmasý, bazý kelamcýlar tarafýndan dar kapsamlý bulunmuþtur. Bu yüzden tanýma, gýdalanma/yemeiçme kelimelerinin yerine daha genel bir anlamý ifade eden faydalanma kelimesini koyarak tanýmlamanýn daha uygun olacaðý kanaatine varmýþlardýr. Ýþte bunlardan birisi olan Kâdî Abdülcebbâr, rýzkýn yenilen-içilen þeyler olarak tarif edilmesini tenkit ederek; evlatlarýn ve mallarýn da Allah tarafýndan verilmiþ rýzýklar olduðunu, ancak onlarýn yenilip içilmediðini söylemiþtir.2 5 Kadý Abdülcebbar’ýn bu eleþtiriden amacý, rýzkýn tanýmýnýn bu kadar dar tutulmamasý gerektiðini vurgulamaktýr. Bu baðlamda Kâdý Abdülcebbâr rýzký, mutlak ve muayyen olmak üzere ikiye ayýrmýþ, bir þeyin rýzýk olabilmesi için ondan faydalanmak gerektiðini söylemiþtir. 1-Mutlak rýzýk: Su, ot, av ve denizden yakalanan mübah gýda maddeleri olup, bunlardan yararlanabilmek için her hangi bir engel yoktur. Kimse onlara sahiplenemez, kim önce davranýrsa o istifade eder ve onun rýzký olur. Bunlar hayvanlar için de rýzýktýr. Faydalanma uygunsa ve faydalanmaya engel bir þey de yoksa, o þeyin insanlar veya diðer varlýklar için rýzýk olmasý arasýnda herhangi bir fark yoktur. 2-Muayyen rýzýk: Sahip olduðumuz þeylerdir. Ancak onlar sýrf elde bulundurmak ve sahip olmakla deðil, bizzat, tasarruf ve istifade etmekle rýzýk niteliðine kavuþurlar.2 6 Kâdý Abdülcebbâr’ýn rýzýk tanýmýnda rýzkýn lügat manasýný, yani onun faydalanýlan þey anlamýný temel unsur olarak kabul ettiði anlaþýlmaktadýr. Böyle bir yaklaþýmla o, rýzka geniþ bir çerçeve çizerek; herhangi bir engel bulunmaksýzýn yeme, içme, giyme vs. gibi her türlü yararlanma þeklini rýzýklanma olarak deðerlendirmiþtir. Ayrýca, haram rýzýk deðildir demekle rýzýk olgusuna ahlâki açýdan yaklaþmýþtýr. Ýmamü’l-Harameyn el-Cüveynî, Ehl-i sünnet bilginlerinin tanýmlarýnýn sýnýrýný geniþletmek amacýyla rýzký, sözlük anlamýndan hareketle faydalaný- 24 25 26 Taftazânî, Þerhu’l- Akâid, s. 127. Kâdý Abdulcebbar, Þerhu usuli’l-hamse, thk. Abdülkerim Osman, Kahire 1988, s. 787. Kâdî Abdülcebbâr, el-Muðnî, Kahire 1965, XI, 27. Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 7 lan þeyler olarak tarif etmiþtir.2 7 Buna göre faydalanýlan þeyler rýzkýn kapsamýna girer, ama kiþinin sahip olup da faydalanmadýðý þeyler rýzýk sayýlmazlar. Taftazânî Þerhu’l-Makasýd adlý eserinde ise yukarýda ondan naklettiðimiz tanýmdan farklý olarak yeme tabiri yerine faydalanma ifadesini kullanmýþ ve rýzký “Allah Teâlâ’nýn, faydalanmasý için canlýya verdiði þeydir”2 8 diye tanýmlamýþtýr. Bu ifadeyle tanýmýn kapsamýný geniþletmiþ ve böylece yenilen þeylerin dýþýnda faydalandýðýmýz diðer þeyleri de tarifin içine sokmuþtur. Ýbn Haldun da ayný fikre katýlarak kiþinin sahip olup faydalanamadýðý þeyleri rýzýk deðil, kesb (kazanç) olarak isimlendirmektedir. Bunu, “Ölen kimsenin miras olarak býraktýðý þeyler, kendisi faydalanamadýðý için, kesbidir. Varisleri faydalandýklarý zaman, onlar için rýzýk olur” cümlesiyle açýklar.2 9 Kemaleddin el-Beyâzî rýzký, “Gýdalanmasý, ya da baþka bir yolla faydalanmasý için Allah’ýn canlýya verdiði þey” olarak tarif etmiþtir.3 0 Bu taným yemeiçme ile beraber giyme, kullanma gibi baþka türlü faydalanma biçimlerini de içine alýr. Ayrýca Taftazânî’nin hassasiyet gösterdiði rýzkýn Allah’a izafe edilmesini de içerir. Ýbrahim el-Bâcûrî bu tanýmdaki faydalanmayý bilfiil ifadesiyle kayýtlamýþtýr.3 1 Ona göre her hangi bir kimsenin, sahip olduðu fakat bilfiil faydalanmadýðý þey onun rýzký olmaz. O þey, kendisinden faydalanan kimse için rýzýktýr. Zenginin verdiði bir sadaka, kendi rýzký olmayýp, eðer faydalanýrsa fakirin rýzýk olur. Elmalýlý Hamdi Yazýr da Bakara suresi 3. âyetindeki rýzýk kelimesinin maddi þeylerle beraber manevi þeyleri de içine aldýðýný, rýzkýn tanýmýndaki yeme ifadesinin faydalanma ile açýklanarak içecek, giyecek, ilim, marifet, kudret, amel, evlat ve zevceye de þamil olduðunu, yani mutlak bir faydalanma ifade ettiðini söylemektedir. Fakat o da bütün bunlar için bilfiil faydalanmayý þart koþar ve bilfiil faydalanýlmayan þeylerin rýzýk olmayacaðýný ifade eder.3 2 Bazý kelamcýlar ise faydalanma þartý olmaksýzýn elde bulundurulan maddelerin de rýzk kavramýnýn kapsamýna girmesi gerektiði düþüncesindedirler. Bu husustaki ilk tanýmlama Mu’tezile bilginlerinden Ebu’l-Hüzeyl el 27 28 29 30 31 32 Ýmamü’l-Harameyn Abdülmelik Cüveynî, el-Ýrþâd, Beyrut 1985, s. 307. Sadeddin Taftazânî, Þerhu’l- Makâsýd, Beyrut 1988, IV, 318. Ýbn Haldun, Mukaddime, çev. Süleyman Uludað, Ýstanbul 1983, s.343. Beyâzî, a.g.e., s.235. Ýbrahim Bâcûrî, Þerhu Cevhereti’t-tevhid, Dýmaþk 1972, s.441. Yazýr, Hak Dini, I, 192, VII, 5230. 8 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Allaf’a nispet edilmekte ve onun rýzký ikiye ayýrdýðý söylenmektedir. Bunlardan birisi, Allah’ýn kullara rýzýk olmak üzere yarattýðý faydalanýlacak þeyler, diðeri ise kullarýna verdiði bu rýzýktan helâl ve haram diye belirledikleridir. Helâl kýldýðý onun rýzkýdýr, haram kýldýðý ise rýzký deðildir.3 3 Ebu’l-Hüzeyl’in sözlerinden anlaþýlmaktadýr ki o, faydalanma olmasa da elde bulunan þeylere rýzýk adýný vermektedir. Ayrýca rýzký sadece insanla iliþkilendirerek ahlaki alana çekmekte ve haram olan bir nesneyi rýzýk olarak kabul etmemektedir. Bu onun diðer canlýlarýn rýzýklanmadýðýna dair bir görüþ taþýdýðýndan deðil, yalnýzca insan rýzkýný tartýþma konusu yaptýðýndan kaynaklanmaktadýr. Ebu’l-Hasen el-Eþ’arî’nin (ö. 324/936) Makâlat’ýnda genel bir nispetle Ehl-i Sünnet’in rýzký, Allah’ýn insana mülk olarak verdiði þeyler ve haram dahi olsa insana gýda olarak verdiði þeyler þeklinde ikiye ayýrdýklarýný söylemektedir.3 4 Bu tanýmlama Ebu’l-Hüzeyl’in tanýmýyla kalýp olarak benzerlik arzetmekte ancak, haramýn rýzýk sayýlýp sayýlmamasý noktasýnda ondan ayrýlmaktadýr. Ebu’l-Hüzeyl’in veya Eþ’arî’nin kendilerine görüþ nispet ettiði Ehl-i sünnetin, faydalanma olmasa da elde bulunan þeyleri neden tanýmýn kapsamýna aldýklarýna dair her hangi bir açýklama yapýlmamakla birlikte bu þekildeki anlamlandýrma, daha sonra temas edeceðimiz üzere muhtemelen rýzýk kelimesinin Kur’anda geniþ kapsamlý olarak kullanýlmasýndan kaynaklanmaktadýr. Ebu’l-Muin en-Nesefî de rýzýk kelimesinin bazen gýdalandýðýmýz þeyler için, bazen de sahip olduðumuz þeyler için kullanýldýðýný söylemektedir.3 5 Bu tarif, Eþ’arî’nin Ehl-i sünnete atfettiði tanýmlamaya uymaktadýr. Rýzýk kavramýnýn daha geniþ bir anlam alanýna sahip olmasý gerektiðini düþünen Gazâlî de rýzký dört gruba ayýrarak tanýmlamaya çalýþmýþtýr. 1-Mazmun (garanti altýna alýnan) rýzýk: Diðer sebepler olmaksýzýn bünyenin hayatiyetini saðlayan gýda gibi þeylerdir. Cenab-ý Hak bu nevi rýzký garanti etmiþtir. 2-Maksum (taksim edilmiþ) rýzýk: Yiyecek, içecek ve giyeceklerden Allah’ýn insanlara taksim edip Levh-i Mahfuz’da yazdýðý þeylerdir. Bunlarýn her biri yazýldýðý þekilde, muayyen zamanlarda ve belirlenmiþ miktarlarda verilir, artmaz, eksilmez, erken gelmez ve gecikmez. 33 34 35 Ebul-Feth Muhammed eþ-Þehristânî, el- Milel ven-nihal, thk. Muhammed Seyyid el-Kilânî, Beyrut 1986, II, 53. Ebu’l-Hasen el-Eþ’arî, Makalatü’l-Ýslâmiyyîn, nþr. Hellmut Ritter, Almanya 1980, s. 257. Ebu’l-Muin en-Nesefî, Tabsýratü’l-edille, thk. Hüseyin Atay, Þ. Ali Düzgün, Ankara 2003, II, 279. Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 9 3-Memluk (sahip olduðumuz) rýzýk: Dünya mallarýndan Allah’ýn takdir ederek insanlarýn mülkiyetine verdiði þeylerdir. Zira Allah’ýn; “Sizi rýzýklandýrdýðýmýz þeylerden infak edin”3 6 emri, malik olduklarýnýzdan infak edin demektir. 4-Mev’ud (va’d edilen) rýzýk: Allah’ýn müttakî kullarýna takva þartýyla, helâl yoldan ve meþakkatsiz olarak vermeyi vad ettiði rýzýklardýr. Nitekim; “Kim Allah’tan sakýnýrsa Allah ona bir kurtuluþ yolu hazýrlar ve ummadýðý yerden rýzýklandýrýr”3 7 âyetinde bahsedilen rýzýk bu tür içerisinde deðerlendirilir.3 8 Görüldüðü gibi Ýmam Gazâlî, bedende kullanýlarak veya depo edilerek vücudun kývamýný saðlayan þeyleri, sahip olduðumuz mallarý, yediðimiz, içtiðimiz ve giydiðimiz þeyleri ve bize va’d olunanlarý rýzkýn kapsamý içine dâhil etmiþtir. Bu verdiðimiz bilgilerden anlaþýlýyor ki tanýmda taksimi tercih eden kelamcýlar, sahip olduðumuz fakat istifade etmediðimiz, baþkalarýný da istifade ettirmediðimiz þeyleri de göz önünde bulundurarak bu tarifin kapsamýný biraz daha geniþ tutmak amacýyla bunu yapmýþlardýr. Rýzkýn sadece yenilen-içilen/faydalanýlan þeyler olarak tanýmlanmasýna karþý çýkan kelamcýlardan biri de Fahreddin er-Râzî’dir. Râzî, Allah’ýn “Sizi rýzýklandýrdýðýmýz þeylerden infak edin”3 9 âyetiyle, rýzýklandýrdýðý þeylerden infak etmemizi emrettiðini, rýzýk yenilen þeyler olarak tarif edildiði takdirde yediðimiz þeylerin infakýnýn bizden istenmiþ olacaðýný, böyle bir infakýn ise mümkün olmadýðýný ileri sürerek bu tanýmýn yanlýþ olduðunu söyler.4 0 Ona göre elde bulundurulan þeyler de rýzýk kapsamýna alýnmalýdýr. Ýbn Teymiye de rýzký, sahip olduðumuz þeyler ve faydalandýðýmýz þeyler olarak ikiye ayýrýr, ancak o, faydalanmayý yiyerek faydalanma þeklinde açýklýða kavuþturur.4 1 Bu tanýmlama biçimi Þiî müfessirlerden Tabatabâî tarafýndan da kabul görmüþtür. Tabatabâî rýzkýn, gýdalanýlan þeyler veya insana verilen maddimanevi þeyler ya da faydalanýlan þeyler gibi muhtelif kapsamlý olarak kullanýldýðý ve bu kullanýmlarýn hepsinin de doðru olduðu kanaatini taþýmaktadýr.42 36 37 38 39 40 41 42 el-Münafikun 63/7. et-Talâk 65/7. Muhammed b. Mahmud el-Gazâlî, Minhâcü”l-âbidin ( Sirâcu’t-talibin ile birlikte), Kahire 1953, s. 88-97. el-Münafikûn 63/10. Râzî, Tefsir, 2/30. Takiyüddin b. Ahmed Ýbn Teymiye, Mecmuu’l-fetava, Beyrut h.1398, VIII, 581. Muhammed Hüseyin et-Tabatabâî, el-Mizan fî tefsiri’l-Kur’an, Beyrut 1972, III, 137. 10 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Demek ki rýzkýn faydalanýlan þeyler olarak tanýmý esas alýnabilir ve yeme-içme daha genel bir ifade olan faydalanma kelimesiyle açýklanabilir. Faydalanýlmasa bile faydalanmak üzere elde bulundurulan þeyler de rýzk kapsamýna sokulabilir. Daha sonra bahsedeceðimiz üzere bu tür bir yaklaþým, rýzkýn hem dildeki yaygýn kullanýlýþýna, hem de dinî metinlerde kullanýlýþýna uygun düþmektedir. b) Meþruiyet Sorunu Rýzkýn yukarda zikredilen tanýmlarýnda dikkatimizi çeken diðer bir problem de haram bir þeyin rýzýk olup olmayacaðý tartýþmasýdýr. Bizzat haram olan (haram li’aynihi), yani Þari’ tarafýndan haram olduðu bildirilen veya bizzat helal olduðu halde haram bir yolla elde edilmiþ olan (haram li gayrihi) bir þeyin insana rýzýk olup olmayacaðý konusu da kelamcýlar tarafýndan geniþ bir þekilde tartýþýlmýþtýr. Ehl-i Sünnet bilginleri helâl olan bir þeyi rýzýk olarak kabul ettikleri gibi, haram olan bir þeyi de rýzýk olarak kabul ederler. Çünkü insan/canlýlar, helâl olan bir þeyle beslendiði gibi, haram olan bir þeyle de beslenebilir. Rýzkýn helâl (meþru) veya haram (gayr-ý meþru) olmasý ahlâkî-hukukî bir sorundur. Halbuki bir þeyin rýzýk olup olmamasý, canlýnýn ondan yararlanmasý ya da dar anlamda onunla beslenmesiyle ilgilidir. Ýlk dönemlerden itibaren yapýlan bu tanýmlama daha sonraki Ehl-i sünnet kelamcýlarý tarafýndan da benimsenmiþtir.4 3 Ehl-i Sünnet kelâmcýlarý Mu’tezile bilginlerinin, rýzký malikin mülkünden faydalandýðý ya da kendisinden faydalanmaya herhangi bir mani bulunmayan þey olarak tarif ettiklerini söylemektedir.4 4 Bu tanýmlardan birincisinde mülkiyet þartý konulmasý haram ligayrihiyi rýzkýn kapsamý dýþýnda tutmak içindir. Ýkincisi ise daha geniþ kapsamlý olup haram li’aynihiyi de tanýmýn içine almaktadýr. Mutezile haramý kötü saydýðý için, “Allah haramla kullarýný rýzýklandýrdý” demeyi uygun görmemektedir, ancak bu durumda haram bir þeyle rýzýklananlarýn rýzký kime nispet edilecektir? Ýþte Ehl-i Sünnet bu konuda Mu’tezile’yi tenkit ederek; “Eðer haram rýzýk deðilse, haram yiyenler rýzýklanmýyor mu? Þayet rýzýklanýyorsa onlarý Allah’tan baþka biri mi rýzýklandýrýyor?” gibi sorular yöneltmiþlerdir.4 5 Ayrýca Ehl-i sünnet kaynaklarýnda Mu43 44 45 Ebul-Feth Muhammed eþ-Þehristânî, Nihâyetü’l-ikdâm fî ilmi’l-kelam, nþr. Alfred Guillaum, Kahire ty., s. 415. Taftazânî, Þerhu’l-akâid, s.128; a.mlf., Ta’rîfât, s. 147; Aliyyü’l-Kârî, Þerhu Fýkhi’l-ekber, Beyrut 1987, s.191. Eþ’arî, Makâlât, s. 247; Ebu Bekir el-Bâkýllâni, Temhidü’l-evâil ve Telhisü’d-delâil, Beyrut 1987, s. 328-329; Sâbûnî, a.g.e., s. 75; er-Râzî, a.g.e., II, 30-31; Bâcûrî, a.g.e., s. 442-443. Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 11 tezilîlerin, “Kul fiilini kendi yapar” yaklaþýmlarýndan hareketle haram yiyenin de kendi kendini rýzýklandýracaðý görüþünde olduklarý ileri sürülür.4 6 Ehl-i Sünnet kelâmcýlarý, bir þeyin canlýya rýzýk olabilmesi için onun, kiþinin mülkü olmasý gerekmediði görüþünü savunmuþ ve Mu’tezile’nin, rýzký mülk olarak tarif etmelerini tenkit etmiþlerdir. Mutezilenin bu görüþünün yanlýþlýðýný ispat etmek için, “Þayet rýzýkda mülkiyet þart ise, her þey Allah’ýn mülküdür; o halde her þey Allah’ýn rýzkýdýr” demek mümkün müdür? Yine, çocuklarýn emdiði sütlerle, hayvanlarýn yediði otlar mülkleri olmadýðýna göre onlarýn rýzýklarý deðil midir?” gibi sorular yöneltmiþlerdir.4 7 Ancak Mutezileye nispet edilen bu rýzýk tanýmlamasý bütün Mutezililerin ortak görüþünü yansýtmamaktadýr. Çünkü Mutezilîler bu konuda ittifak içerisinde deðildirler. Meselâ Ebu Hâþim el-Cûbbâî’nin (ö.321/933) görüþlerini tercih ederek izahlarýný o doðrultuda yapan Kâdî Abdülcebbâr ve baðlý bulunduðu ekol, Mu’tezileye nispet edilen bu rýzýk anlayýþýna muhalefet ederek rýzka mülkiyet þartýný koymamýþtýr. Kâdî Abdülcebbâr rýzký, faydalanýlan þeyler olarak tarif etmiþ ve rýzkýn gerçekleþebilmesi için faydalanmayý engelleyecek bir þeyin olmamasýný þart koþmuþtur. O, faydalanma olmadýðý takdirde bir þeyin insanýn mülkü olsa da rýzký olmayacaðýný ileri sürmüþtür.4 8 Ayný zamanda o, Üstadý Ebû Ali el-Hallad’ýn elUsûl isimli kitabýnda rýzký böyle tarif ettiðini ve ekolün üstadlarýndan Ebu Haþim el-Cübbâî’nin (ö. 321/933) de ayný görüþte olduðunu söyler.4 9 Rýzkýn mülk olarak tanýmlanmasýný kabul etmeyen ve hatta böyle bir tarifin olur yönü bulunmadýðýný söyleyen5 0 Kâdî, bu hususu þöyle izah etmektedir: “Mülkiyet rýzýk olmayý gerektirmez. Bir þeyin birisine rýzýk olmasý için onun sahibi olmasý ve malikin mülkünü kendine tahsis ettiði gibi tahsis etmesi þart deðildir. Çünkü rýzýk olarak tahsis etmek, tasarruf etme veya tasarrufun faydasýný elde etmek üzere sahip olmayý gerektirir. Bu sebeple insanýn sahip olmadýðý, meselâ baþkasýnýn verdiði yiyecek gibi bir þey de olsa, kullanmasý ve faydalanmasý mubah olduðunda onun için rýzýk olur. Yine hayvanlarýn istifade ettiði þeyler onlarýn rýzký olsa bile mülkü deðildir. Çocuklar ise her ne kadar mükellefiyeti gerektirecek seviyede akýllý olmasalar da durumlarý hayvanlardan farklýdýr. Çünkü çocuklar mülklerinin sahipleridir ve tasarruflarý46 47 48 49 50 Nâsýruddin el-Ýskenderi, el-Ýnsaf (Zemahþeri’nin Keþþaf’ýyla birlikte), Beyrut ty., I, 32. Ebu’l Hasen el-Eþ’arî, el-Ýbâne an usûli’d-diyane, Beyrut 1993, s. 59-60; a. mlf., Makâlât, s.247; Bâkýllânî, Temhid, s. 328-329; es-Sâbûnî, a.g.e., s. 75; Bâcûrî, a.g.e., s.442-443. Kâdî, a.g.e., XI, 30. Kâdî, a.g.e., XI, 29-30. Kâdî, el-Muðnî, XI/30. 12 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I nýn faydasý mümkündür. Dolayýsýyla sahip olduklarý þeylerde akýllý/mükellef konumundadýrlar.”5 1 Kadý Abdülcebbar meseleyi sadece mülkiyet açýsýndan düþünüyor, oysa diðer Mutezililer hýrsýzlýk, gasp gibi haksýz yollarla elde edilmiþ haram li gayrihi olan þeyleri tanýmýn dýþýnda tutmak için mülkiyet þartýný koymuþlardýr. Mezhebin sistematiði açýsýndan diðerlerinin yaklaþýmý daha tutarlý gözükmektedir. Þiî müfessir Tabersi, itikadi konularda genellikle Mu’tezile ile ayný düþündüðünden rýzký, Kâdý Abdülcebbâr gibi tanýmlamýþtýr. Ona göre de rýzýk, “Kendisinden faydalanýlmasý uygun olan ve istifadeye bir engel bulunmayan þeydir.”5 2 Daha önce belirtildiði gibi Mutezilîler rýzkýn tarifine yararlanmaya bir engel bulunmamasý þartýný koymuþlardýr.5 3 Onlarýn bu þartý, ister liaynihi olsun isterse ligayrihi olsun, haramý rýzkýn kapsamý dýþýnda tutmak için ileri sürdükleri görülmektedir. Bunu ise üç temel esasa dayandýrýrlar: 1Haramla rýzýklandýrma onlarýn salah-aslah anlayýþlarýna ters düþmektedir. Çünkü onlar, Allah’ýn kullarý için aslah/en iyi olaný yapmasýnýn vacip olduðu inancýný taþýrlar. Buna göre Allah kullarýný helâl olan þeylerle rýzýklandýrmalýdýr.5 4 2-Onlar Allah’ý tenzih maksadýyla kabih (kötü) olaný Allah’a isnat etmeyi uygun görmezler. Haram da kabih olduðundan onu Allah’a nispet ederek kullarýný haramla rýzýklandýrdý demeyi inanç bakýmýndan doðru bulmazlar.5 5 3-Mutezile’ye göre, hüsün ve kubuh aklî olup, teklif de aklî olan hüsün ve kubha göre yapýldýðýndan onlar haramý rýzýk saymamaktadýrlar. Çünkü onlara göre haram olan þey bizzat kötüdür. Allah da o sebeple onu yasaklamýþtýr. O, yasakladýðý bir þeyi kullarýna rýzýk yapmaz.5 6 Ne var ki Mutezilenin bu üç temel anlayýþý da Ehl-i sünnet tarafýndan tenkit edilmiþtir. Buna göre Mu’tezile Allah’ý herhangi bir fiille zorunlu tutmuþ olmaktadýr ki, Ehl-i sünnet kelamcýlarý Allah’ýn mutlak iradesine zorunluluk nispet edilemeyeceðini savunurlar. Ayrýca kabihliðin, rýzkýn yaratýlýp kullara ulaþtýrýlmasýnda mý yoksa insan iradesinin kötüye kullanýlmasýnda mý olduðunun ayýrt edilememesini de bir baþka eksiklik olarak görürler. Allah’ýn rýzký yaratmasý ve kullarýna ulaþtýrmasýnda kabihlik yoktur. Allah, haramý rýzýk olarak tercih etmeleri konusunda kullarýný zorlamaz. Hat- 51 52 53 54 55 56 Kâdî, a.g.e., XI, 27-28. Ebu Ali el-Fazl b. El-Hasen et-Tabersî, Mecmau’l-beyan, Beyrut ty., I, 83. Kâdî, a.g.e., XI, 30. Kâdî, a.g.e., XI, 47. Kâdî, a.g.e., XI, 40. Kâdî, a.g.e., XI, 40. Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 13 ta onlarýn rýzýklarýný helal olan þeyden ve helâl yoldan talep etmelerini ister. Fakat kul haramý tercih ediyorsa Allah da ona istediðini verir. Eðer kulun istediðini Allah vermezse o zaman insanýn dünyada imtihan için bulunmasýnýn manasý kalmaz. Çünkü bu durumda, kul için zorunluluk söz konusu olur ve dolayýsýyla onun sorumluluðu üzerinden kalkmýþ olur. Halbuki Allah insaný, yarattýðý þeylerle deðil, teklifleriyle, yani emir ve yasaklarýyla imtihan etmektedir. Meselâ, Allah sarhoþluk veren bir içeceði yaratmakla deðil, onu içmeyi yasaklamakla insaný imtihan eder. Tercih eden insan olduðu için hüsün ve kubuhla, yani iyilik ve kötülükle onun fiilleri sýfatlanýr. Ýnsanýn itab ve ceza görmesi de fiilinin kabih olmasýndandýr. Yoksa Allah’ýn yaratmasý daima iyidir. Bazý þeylerde zararýn ve dolayýsýyla kötülüðün olmasý da bazý hikmetlere binaendir. Ehl-i sünnetin bu eleþtirilerini Kâdî Abdülcebbâr’ýn göz ardý ettiði görülmektedir. Hatta o, konuyu takdir noktasýndan ele almakta ve rýzkýn takdir edilmesiyle haramýn rýzýk olmasýný birbiriyle baðdaþtýramamaktadýr. Bunun için Kâdî Abdülcebbâr, hýrsýzýn çaldýðý þeyi Allah’ýn hýrsýza rýzýk yapmasýnýn, sonra da eþyasý çalýnan kimseye eþyasýný geri almasýný, idarecilere hýrsýzý cezalandýrmalarýný ve diðer insanlara da hýrsýzý kötülemelerini, ondan uzak durmalarýný emretmesinin nasýl mümkün olduðunu sorar. Ona göre bu mümkün deðildir.5 7 Hatta bunun da ötesinde o, “Allah birini haramla rýzýklandýrýyorsa bu, onu Allah’ýn ezelde takdir ve taksim ettiði ve dolayýsýyla kulun da bu takdire rýza göstererek yemesi gerektiði neticesine götürür ki böyle bir neticeye varmak insaný dinden çýkarýr”5 8 diyerek kendisini haklý çýkarmaya çalýþmaktadýr. Bu sözlerden anlaþýlmaktadýr ki, kader veya takdir denilince Mu’tezile’nin aklýna cebir anlayýþý gelmektedir. Bu yüzden de onlar, kullarýn iradî fiillerinin Allah tarafýndan takdir edilmediði inancýný taþýmaktadýrlar. Allah’ýn takdirini bu þekilde anlamalarý onlarý isabetli olmayan bir sonuca götürmektedir. Kadý Abdülcebbar, haramýn rýzýk olmadýðýna dair görüþlerini desteklemek için bir takým naklî deliler de ileri sürmektedir. Bu delillerden birincisi, “Kendilerini rýzýklandýrdýðýmýz þeylerden infak ederler”5 9 , ikincisi ise; “Sizi rýzýklandýrdýðýmýz þeylerden infak edin”6 0 âyetleridir. Bu âyetlerin birincisinde Allah, infak edenleri övmekte, ikincisinde ise infaký emretmektedir. Kadý Abdülcebbar, “Eðer haram rýzýk olsaydý onu infak eden de övgüye hak kaza- 57 58 59 60 Kâdî, el-Muðnî, XI, 36. Kâdî, a.g.e, XI, 39. el-Bakara 2/3. el-Münafikun 63/0. 14 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I nýrdý ve Allah onun infakýný da emretmiþ olurdu ki bunlar mümkün deðildir. Meselâ, gasbedilmiþ bir þeyin infaký caiz deðil, bilakis onu sahibine geri vermek vaciptir” der.6 1 Bize göre bu iki âyetteki rýzýkdan, rýzýk olmak üzere verilen þeyler kastedilmektedir. Yani henüz faydalanýlmamýþ, ama insanýn elinde bulunan þeydir. Ýnfak bu mülkten istenmekte ve övülmektedir. Yoksa insanýn yiyip tükettiði þeyi infak etmesi zaten mümkün deðildir. Diðer yandan Kâdý Abdülcebbâr’ýn dediðine göre elde bulunan bir þey henüz kullanýlmamýþsa o, rýzýk deðildir. Dolayýsýyla bu iki âyetin Mutezilenin iddialarý için tutarlý birer delil olmadýklarý söylenebilir. Mu’tezile’nin nakli delillerinin üçüncüsü, “Allah’ýn lütfundan rýzýk ararlar”6 2 ; dördüncüsü ise, “Diðerleri de yeryüzünde gezer ve Allah’ýn lütfundan rýzýk ararlar”6 3 âyetleridir. Mu’tezileye göre bu iki âyette Allah, lütfunun kullar tarafýndan talep edilmesini istemektedir. Þâyet haram rýzýk olsaydý, Allah onun da talebini istemiþ olurdu. Böyle bir þey ise mümkün deðildir.6 4 Halbuki Allah bu âyetlerde helâlin talebini istemektedir. Zaten helâli fazl (lütuf) olarak nitelendirmiþtir. Ama kullar Allah’ýn bu isteðinin dýþýna çýkýp rýzký haram yoldan taleb ediyorlarsa bunun sorumluluðu kula aittir. Çünkü rýzký haram olarak taleb eden insandýr. Netice olarak bu iki âyetin de onlara delil olmaktan uzak olduklarýný söyleyebiliriz. Öte yandan Mu’tezile’nin kendilerine delil olarak kullandýklarý Safvan b. Ümeyye hadisi de bilakis onlarýn aleyhine delildir. Bu hadiste anlatýldýðýna göre Amr b. Kurre Hz. Peygamber’in yanýna gelerek “Ey Allah’ýn Resûlü! Allah bana þekaveti takdir etti. Bu sebeple rýzkýmý elimle çaldýðým defimde görüyorum. Ahlâksýzlýk telkin etmediði sürece þarký söylemem için bana izin ver” demiþ, Hz. Peygamber de ona cevaben, “Sana ne izin, ne ikram, ne de nimet vardýr. Ey Allah’ýn düþmaný! Yalan söyledin. Allah seni güzel rýzýklarla rýzýklandýrdý ama sen, Allah’ ýn sana helâl olarak verdiði rýzkýn yerine haram kýldýðý rýzkýný tercih ettin” buyurmuþtur.6 5 Bu hadisteki “Sen Allah’ýn sana haram kýldýðý rýzkýný tercih ettin” sözü haramýn rýzýk olduðunu açýkca ifade etmektedir ki, böyle bir delil onlarýn lehine olarak algýlanamaz. Mutezilenin delillerinin beþincisi, “Yetimlerin mallarýný haksýz yere yiyenler karýnlarýna ateþ doldurmuþ olurlar”6 6 ayetidir. Bu âyette haksýz yere 61 62 63 64 65 66 Kâdî, el-Muðnî, XI, 35. el-Cuma 62/10. el-Müzemmil 74/20. Kâdý, el-Muðnî, XI, 36. Ýbn Mace, Hudud, 38. en-Nisa 4/10. Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 15 yetim malý yemenin karna ateþ doldurmak olduðu bildirilmektedir. Mu’tezililer, haram rýzýk olsaydý Allah onu, karna ateþ doldurmak olarak nitelemezdi demektedirler.6 7 Halbuki âyetin onlara delil olamayacaðý hususu çok açýktýr. Çünkü âyet haksýz yere yetim malý yemenin kötülüðünü anlatmaktadýr. Onlarýn delillerinden altýncýsý, “De ki: Allah’ýn size verdiði rýzkýn bir kýsmýný haram, bir kýsmýný helâl kýldýðýnýzý görmüyor musunuz? De ki: size Allah mý izin verdi yoksa Allah’a karþý yalan mý uyduruyorsunuz?”6 8 ; yedincisi ise; “Beyinsizlikleri yüzünden körü körüne çocuklarýný öldürenler ve Allah’ýn kendilerine verdiði nimetleri Allah’a iftira ederek haram sayanlar mahvolmuþlardýr”6 9 âyetleridir. Mu’tezililer bu iki âyetin de kendileri için delil olduðunu iddia ederek, haram rýzýk olsaydý insanlarýn bazý þeyleri helâl, bazý þeyleri de haram saymalarýný Allah zemmetmezdi demektedirler.7 0 Ancak bu iki âyetin de konuyla ilgisi bulunmamaktadýr. Bu âyetler hükmün Allah’a ait olduðunu, insanýn kendi kafasýndan hükümler koymasýnýn, haddi aþmak olduðunu ifade etmektedir. Bütün bu delilleri incelenmesinden Mu’tezile’nin kendi iddialarýný desteklemek için ileri sürdükleri delillerin hiç birisinin onlar için geçerli birer delil olmadýðý anlaþýlmaktadýr. Bu durumda onlarýn haramý rýzýk saymama yaklaþýmlarý, hem Kur’an’a, hem hadise hem de kendi temel kurallarýna aykýrý gözükmektedir. Þiîler de Mutezile gibi haramý rýzýk olarak kabul etmemiþlerdir. Onlar da bu konuda Bakara suresinin 3. ayetini delil gösterirler. Ancak Þii bilginlerden Tabatabâî Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile arasýnda orta bir yol ile problemi halletmeye çalýþmaktadýr. O, yaratma cihetiyle haramý rýzýk saymakta ise de teþri cihetiyle rýzýk saymamakta, dahasý bu ikisi arasýnda her hangi bir zýtlýk da görmemektedir.7 1 Muhammed Bâkýr el-Mecâlisî de konuyu ayný þekilde izah eder: “Hayatýn devamý rýzka baðlýdýr. Allah rýzký bu sebeple yaratmýþtýr. Bu yönüyle rýzýk tekvînî bir emirdir. Yaratma cihetiyle rýzýk zorunludur ve bu cihetten ona haramlýk taalluk etmez. Ama insanýn fiili olarak onu elde etmesine teklif taalluk eder. Bunda da haramlýk helâllik söz konusudur. Teþrîî rýzýk, insanýn hayatýnda kullandýðý, haram olan deðil, helâl olandýr. Çünkü haram, Allah’ýn meþrû kýldýðý rýzýk deðildir.”7 2 67 68 69 70 71 72 Kâdî, a.g.e., XI, 39-40. Yunus 10/59. el-En’âm 6/140. Kâdî, el-Muðnî, XI, 36. Tabatabâî, a.g.e., III, 138. Muhammed Bâkýr el-Mecâlisî, Bihâru’l-envâr, Beyrut 1983, V, 149. 16 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Þîa bilginlerinin bu izah tarzý da anlaþýlýr gibi deðildir. Çünkü, tekvînî cihetten rýzýk olan bir þey, sonra kulun tercihinin kötü olmasý sebebiyle, rýzýk ismini nasýl ve neden yitirmektedir? Kaldý ki, el-Mecâlisî, yukarýda zikrettiðimiz; Haram Allah’ýn meþru kýldýðý rýzýk deðildir sözüyle haramý rýzýk olarak kabul ettiðini ortaya koymaktadýr. Öte yandan Þia’nýn bu izah tarzýnýn, Mu’tezile’nin anlayýþýyla paralellik arzettiði görülmektedir. Çünkü Mu’tezile de haramý Allah’dan baþkasý yarattý iddiasýnda deðildir. Onlar da konunun teþrîî yönünü problem olarak algýlamaktadýrlar. Þîa’nýn Mu’tezile’ye paralel bir izah tarzý ile bu konuya yaklaþmasý, onlarýn salah-aslah, hüsün-kubuh ve kader meselelerinde Mu’tezile ile ayný anlayýþta olmalarýndan kaynaklanmaktýr.7 3 Tabatabâî, Kâdî Abülcebbâr ile ayný görüþü paylaþarak, “Allah insanýn rýzkýný vermeyi üzerine almýþtýr. Buna göre Allah, insaný hem haramla rýzýklandýrýp hem de nehyederek cezaya çarptýrmaktan münezzehtir”7 4 demektedir. Allah’ýn takdir etmesi olgusuna yaklaþýmýnýn farklý oluþu sebebiyle o, problemi karmaþýk bir hale sokmuþtur. Þîa’nýn cebrî bir anlayýþ içerisine düþmemek için böyle bir yaklaþýmda bulunduðu söylenebilir. Halbuki insanýn iradî fiillerinde Allah’ýn takdirinin kulun iradesi ile beraber olduðu fikrinden çýkýþ yapýlsa idi cebrî bir anlayýþ içerisine düþülmemiþ olurdu. Eðer Þîa’nýn “Teþrî cihetiyle haram olan, Allah tarafýndan rýzýk deðildir” sözlerinden maksatlarý “Haram, yenmesine Allah’ýn rýzasý olan rýzýk deðildir” demek ise bu kabul edilebilir bir sözdür. Fakat Þîa’nýn söz konusu ifadeyle bu manayý kasdetmedikleri açýktýr. Çünkü Þîa daha önce’de belirttiðimiz gibi hüsün-kubuh, salah-aslah ve kader konusunda Mu’tezile ile ortak bir anlayýþý paylaþmaktadýr. Bu yüzden de fikirleri paralellik arzetmektedir. Anlaþýlan o ki rýzýk tanýmlanýrken haram veya helal kaydýnýn konulmasý pek isabetli deðildir. Mutezile bu kaydý koyarken rýzký sadece insan için ve hukukî-ahlakî alanýn bir problemi olarak düþündüðü görüntüsü veriyor. Halbuki diðer canlýlarý da rýzýklandýrma kapsamý içinde düþünmek gerekir. Deðerlendirme Buraya kadar verdiðimiz bilgilerden rýzýk kavramýnýn, hakiki manada yenilerek faydalanýlan gýda maddeleri için kullanýldýðý anlaþýlmaktadýr. Rýzýk tabirinin, yemenin dýþýnda faydalanýlan þeyler için kullanýlmasý ise mecazdýr. Þehabeddin Mahmud el-Âlûsî (ö. 1872) bunu þöyle ifade etmiþtir: 73 74 Abdülaziz Gulam Hakim ed-Dehlevi, Muhtasaru’t-Tuhfetü’l-Ýsnâ Aþeriyye, Ýstanbul 1979, s. 7290. Tabatabâî, a.g.e., III, 140 Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 17 “Yiyerek istifade ettiðimiz þeylere rýzýk isminin verilmesi hakikat olup, sahip olduðumuz veya baþkalarýnýn istifade etmesi için infak ettiðimiz þeylere rýzýk isminin verilmesi ise mecazdýr. Çünkü onlar, gerek bize gerekse infak ettiðimiz kimselere rýzýk olmak üzere verilmiþtir.”7 5 Hakiki manada rýzýk, canlýnýn yiyerek gýdalandýðý þeylerdir. Nitekim Kur’an’da bu manayý ifade eden ayetler mevcuttur. “Analarýn rýzkýný ve giyeceðini uygun bir þekilde saðlamak çocuk kendisine ait olan babaya aittir”7 6 ve “Allah’ýn sizi koruyucusu kýlmýþ olduðu mallarýnýzý sefihlere vermeyin. Kendilerini onlarýn gelirleriyle rýzýklandýrýn ve giydirin”7 7 âyetlerinde, giyeceðin rýzýktan ayrý olarak zikredilmesi, bu ikisinin ayrý þeyler olduðunu göstermektedir. Hatta cehennemliklerle cennetlikler arasýnda geçen bir konuþmayý anlatan A’raf suresindeki; “Cehennemlikler cennetliklere, bize biraz su veya Allah’ýn size verdiði rýzýktan gönderin”7 8 âyetinde, suyun rýzýktan ayrý olarak zikredilmesi de rýzýk isminin sadece yenilen þeyler için hakikat olarak kullanýldýðýný ifade eder. Kâf suresindeki, “Biz o su ile kullara rýzýk olmak üzere bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcuklarý olan boylu hurma aðaçlarý yetiþtirdik”7 9 âyeti de bu fikri desteklemektedir. Sadece yenilen þeylerin rýzka dahil edilmesi ve baþka þeylerin tanýmýn dýþýnda býrakýlmasý, tarifin biraz daraltýldýðý fikrini vermektedir. Çünkü, rýzkýn hem lügat anlamý, hem bu konudaki âyet ve hadislerin ifadeleri ve hem de halkýn bu kelimeyi mecazi anlamda kullanýþý (kullaným örfü) tarifin daha kapsamlý olabileceðini göstermektedir. Rýzkýn sözlükteki, kendisinden faydalanýlan þey, atâ ve pay þeklindeki tarifi esas olarak alýnýrsa, yenilen içilen þeylerle beraber, kendilerinden diðer yollarla istifade edilen þeylerin de rýzkýn içine girmesi gerekir. Kur’an’daki, “Kendilerini rýzýklandýrdýðýmýz þeylerden infak ederler”8 0 âyeti sahip olduðumuz mallarýn; “Dünya dört kimsenindir. Bunlardan biri de Allah’ýn kendisini mal ve ilimle rýzýklandýrdýðý kimsedir”8 1 hadis-i þerifi ise hem mallarýn hem de ilim gibi manevi þeylerin; “Allahým þeytaný, bizden ve bize rýzýk olarak vereceðin çocuktan uzaklaþtýr”8 2 þeklindeki Hz. Peygamber’in duasýnýn ise çocuklarýn, rýzkýn kapsamý içine girebileceðini göstermektedir. Hz. Peygamber’in; “Ýnsan oðlu malým, malým 75 76 77 78 79 80 81 82 Þehabeddin Mahmud el-Âlûsî, Rûhu’l-maânî, Beyrut ty., 1/117. el-Bakara 2/233. en-Nisa 4/5. el-A’râf 7/50. Kâf 50/9-11. el-Bakara 2/3. Tirmizi, Zühd, 17. Tirmizi, Nikâh, 8. 18 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I der, senin yiyip tükettiðin, giyip eskittiðin ve sadaka olarak verip ahiret için ebedileþtirdiðinden baþka malýn var mýdýr?”8 3 hadisi de böyle genel bir faydalanmayý anlatmaktadýr. Anlaþýlan o ki, yenilen þeyler dýþýndaki maddi-manevi faydalandýðýmýz diðer þeyler için rýzýk teriminin kullanýlýþý mecazdýr. Rýzka sebep olduðu için su, istifade etsek de etmesek de bize rýzýk olmasý için verilen mallar ve baþkalarýna infak ettiklerimiz mecâzen rýzýk olarak adlandýrýlmýþtýr.Yiyecek ve gýdalar bedenin rýzký olduðu gibi; ilim ve marifet aklýn; zevce ve evlat da kalbin rýzkýdýr. Ýnsanýn nasibi olduðu için bu gibi manevi þeylere de mecâzen rýzýk adý verilmiþtir. Maddi þeylerin dýþýnda manevi þeylere de rýzýk adý verilebileceði konusuna Kur’an, Hz. Þuayb’ýn (a.s); “Ey milletim! Rabbimden benim bir belgem olduðu ve bana güzel bir rýzýk verildiði halde O’na karþý gelebilir miyim?”8 4 sözünü nakleden âyetiyle iþaret etmektedir. Çünkü burada güzel rýzýktan maksat peygamberliktir.8 5 Hatta insanýn zevk aldýðý, ruhen hoþlandýðý ve huzur duyduðu þeyler de rýzýk konusu içinde deðerlendirilebilir. Nitekim bir âyette, “Yeryüzünde rengârenk þeyleri de Allah sizin için yaratmýþtýr”8 6 buyurulmaktadýr ki, böyle güzel manzaralar psikolojik tatmin vasýtalarýdýr ve bunlar da mecazen rýzýk kapsamýnda kabul edilmelidir. Ehl-i Sünnet alimlerinin rýzký farklý þekillerde tanýmlamalarýnýn sebebi, onun dildeki kullanýmýdýr. Bazý kelamcýlarýn, insanýn sadece beslendiði gýda maddelerini rýzýk saymalarý, onun hakiki anlamýný esas almalarýndandýr. Bazý kelamcýlarýn yeme-içmenin dýþýnda baþka yollarla insanýn faydalandýðý diðer þeyleri de rýzýk kapsamý içine sokmalarý ise, mecazi anlamýný temel almalarýndan kaynaklanmaktadýr. Mu’tezile bilginleri de kendilerine yapýlan bazý itirazlarý dikkate, alarak daha makul bir taným yapmaya gayret etmiþlerdir. Þîa ise genelde Mu’tezile’nin itikad esaslarýný benimsediðinden, onlarýn tanýmlarýna ortak olmuþtur. Cüveynî’nin rýzký yararlanýlan þeyler olarak tarif etmesi ve Kâdî Abdülcebbâr’ýn mülkiyet þartýný tariften çýkartmasýyla, ekoller arasý farklýlýk hemen hemen kapanmýþ, sadece haramlýk problemi bir ihtilaf konusu olarak kalmýþtýr. Netice olarak þunu söyleyebiliriz: Rýzýk üç kategoride ele alýnabilir; 1Hususi ve dar manasýyla insan bedeninin gücünü ve dolayýsýyla hayatýn devamýný saðlayan gýdalardýr. Bu bazý kelâmcýlarýn tarifine uymaktadýr. 2- 83 84 85 86 Müslim, Rikâk, 29,58. Hûd 11/88. Ebu’l-Fidâ Ýsmail Ýbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-azim, Beyrut 1969, II, 456. en-Nahl 16/13. Klasik Bir Kelam Problemi Olarak Rýzýk Kavramýnýn Tanýmlarý 19 Geniþ anlamýyla, Allah’ýn insana verdiði, yararlansýn veya yararlanmasýn insanýn elinde bulundurduðu mal ve mülktür. Bu da bazý kelâmcýlarýn tarifine ve halkýn kullaným örfüne (mecaz) uymaktadýr. 3-Ýktisadi anlamda da insan hayatýnýn devamý için kullanýlan, hatta insan elde etsin veya etmesin evrende potansiyel olarak bulunan, insanlýðýn istifadesine sunulabilecek mal ve kaynaklarýn tamamýna rýzýk adý verilebilir. Bu anlamda rýzýk iktisadi hayatýn objesi olmakta ve iktisat ilmindeki kaynak teriminin ilahi boyutu da içeren bir karþýlýðý olarak kullanýlmýþ olmaktadýr. Kur’an-ý Kerim’in rýzýk kelimesini sadece dar anlamda kullanmayýp, geniþ kapsamlý kullanýþý konuya ýþýk tutmaktadýr. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 21-42 el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý H. MUSA BAÐCI YRD. DOÇ. DR., DÝCLE Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ abstract el-Bukhari’s discussions on Qadar With Mu’tazila. While writing his monumental work “al-Jami’ al-Sahih”, al-Bukhari was influenced by religious and cultural discussion / currents and by discussions on belief of his time. He wrote some parts in his book as a reaction / response to groups of bid’a (innovative sects). One of the parts is Kitap al-Qadar (Book of Destiny), was written against Mu’tazila to criticize their interpretation of Qadar. This fact is seen in the Sharhs (Elucidations) of the elucidators who interpreted hadiths of the book. key words Al-Bukhari, Kitab al-Qadar, Mu’tazila, Innovate Sect (The Group of Bid’a). Bu makalede el-Buharî (256/870)’nin el-Câmi’u-s-Sahîh adlý eserinin Kitâbu’l-Kader bölümünün tetkiki ve Ehli Hadis’i temsil eden el-Buharî ile baþlangýçta Kaderiyye, daha sonra Mutezile olarak tarih sahnesine çýkan fýrka ile kader konusundaki münakaþalarýný irdelemek istiyoruz. Bu tartýþmada el-Buharî’nin Kitâbu’l-Kader bölümü temel hareket noktasý olacaktýr. Zira her ne kadar bizzat el-Buharî Kitâbu’l-Kader bölümünü Mutezile’ye bir reddiye olarak oluþturduðunu açýkça ifade etmese de gerek kullandýðý bab baþlýklarý gerekse kader kitabýnda tasnif ettiði hadisler, kaderi telkin etmesi ve doðrudan kaderin ispatýna yönelik olmasý nedeniyle, onun Mutezile’ye karþý yazýlan bir reddiye olduðu kuvvetle muhtemeldir. Ayrýca Kitâbu’l-Kader’in içinde kullanýlan ayetler ve bu ayetlerin yorumuna iliþkin görüþler, hep kaderi ispatlamaya matuftur. el-Buharî’nin kader ile ilgili görüþlerini bab baþlýklarýndan, bu baþlýklardaki yorumlarýndan ve müteakiben tasnif ettiði hadislerden tespit etmeye 22 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I çalýþacaðýz. Ayrýca el-Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh’i hakkýnda yazýlan þerhler, onun kaderle ilgili görüþleri hakkýnda fikir vermeleri bakýmýndan bizce önemlidir. Bu þerhler, el-Buharî’nin hangi bab baþlýklarýný ve bu bablarýn yorumuyla ilgili ifadeleri ve hangi hadisleri Mutezile’nin reddi mahiyetinde getirdiðine ýþýk tutacak niteliktedir. Dolayýsýyla þerhlerin el-Buharî’nin düþüncelerini anlamamýz açýsýndan büyük önemi olduðu açýktýr. Bizim bu tartýþmada amacýmýz azamî derecede objektif davranarak her iki tarafýn delillerini ortaya koymak ve görüþlerini olduðu gibi yansýtmaktýr. Ayrýca el-Buharî’nin es-Sahîh’ini ve özellikle konumuzun mihverini teþkil eden Kitabu’l-Kader’i hangi amaçla, kimlere karþý ve hangi sosyal ve kültürel ortamda yazdýðýný ortaya çýkarmaktýr. Bu tartýþmalar esnasýnda el-Buharî’nin kader konusundaki görüþleri de tetkik edilmiþ olacaktýr. el-Buharî’nin Kitabu’l-Kader Bölümünü Yazmasýnýn Amacý Hiç bir eser, içinde bulunduðu çaðýn siyasî, sosyal, tarihî, dînî ve kültürel yapýsýndan soyutlanamaz. Gerek el-Buharî’nin es-Sahîh’i gerekse diðer hadis külliyatý, söz konusu edilen ortamlardan azade meydana getirilmiþ deðildir. Ehli Hadis tarafýndan yazýlmýþ hadis külliyâtýnýn telif amaçlarýndan biri de kendileri açýsýndan tehlikeli bir þekilde geliþme gösteren bid’atlarý yok etmek, yok olma tehlikesiyle karþý karþýya olan sünneti ihya etmek ve sünnetin önünde engel olan fýrka mensuplarýnýn görüþlerini bertaraf etmektir. Nitekim Ýbn Hacer, Tabiîn asrýnýn sonlarýnda âsârýn tedvini ve haberlerin konularýna göre tasnif edilmesinin nedenini, alimlerin çeþitli þehirlere daðýlmasý ve Haricîler, Rafýzîler ve kader münkirlerinin (Mutezile) bid’atlarýnýn çoðalmasýyla açýklamaktadýr.1 Bir anlamda Ýbn Hacer, hadislerin tedvin ve tasnifini çoðalan bid’at tehlikesine karþý bir tedbir olarak kabul etmektedir. Bu doðru bir tespittir. Söz konusu hadis mecmualarýnýn bölümleri ve onlarýn alt baþlýklarý (bab baþlýklarý) müellifinin konuyla ilgili görüþlerini yansýtacak niteliktedir. el-Buharî de el-Câmiu’s-Sahîh adlý eserini oluþtururken yaþadýðý asrýn söz konusu dini ve kültürel yapýsýndan ve o dönemdeki itikadî tartýþmalardan etkilenmiþtir. Onun eseri bu atmosfer içinde þekillenmiþtir. O, es-Sahîh’inin bazý bölümlerini býd’atçý fýrkalara reddiye mahiyetinde oluþturmaya çalýþmýþtýr. Ýbn Hacer (852/1448)’in yorumuna göre el-Buharî, Kitabu’t-Tevhîd’i Kaderiyye ve Cehmiyye’ye, Kitabu’l-Fiten’i Hariciler’e, Kitabu’l-Ahkam’ý da Rafýzîlere reddiye olarak yazmýþtýr.2 1 2 Ýbn Hacer, Hedyu’s-sârî, (Mukaddime), Daru’l-Ma’rife , Beyrut, Tarihsiz, I, 6. Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî, XIII, 290; el-Kastallânî, Ýrþâdu’s-sârî, X, 344; M. Hayri Kýrbaþoðlu, Ashâbu’l-Hadis’in Akaid Edebiyatý, Ýslâmî Arþ. Der, Sayý: 5, Ekim, 1987, s. 80 ; Kamil Çakýn, Buharî’nin Murcie ile Ýman Konusunda Tartýþmasý, AÜÝF der. Ankara, 1992, XXXII, 184. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 23 el-Buharî, Kitabu’l-Ýman’ý ise Murcie’ye reddiye mahiyetinde kaleme almýþtýr.3 el-Buharî’nin reddiye yazdýðý bu dört fýrka, yani Kaderiyye, Cehmiyye, Hariciler ve Rafizîler bid’at fýrkalarýnýn baþýný çekmektedirler.4 Þarihlerin yorumlarýna bakýlacak olursa el-Buharî’nin, eserindeki Kitâbu’l-Kader bölümünü kaderi reddeden Mu’tezile fýrkasýna bir reddiye olarak yazmýþ olmasý kuvvetle muhtemeldir. Çünkü bu bölümün bab baþlýklarý, bu baþlýklar içerisinde kullandýðý hadisler, hatta bab baþlýklarý içerinde serpiþtirdiði ayetler ve bu ayetlerin izahý mahiyetinde yapmýþ olduðu açýklamalar bunu açýkça göstermektedir. el-Buhârî’deki kader bölümü on altý babtan oluþmaktadýr.5 el-Buharî, on altý babýn baþlýðýný ayetlerden, hadislerden ve fýkhî mahiyetteki ibarelerden oluþturmuþtur. O, kadere iman ile ilgili hadislere de Kitabu’l-Ýman bölümünde yer vermiþtir. Bu yüzden “elBuharî’nin fýkhî görüþleri bab baþlýklarýndadýr” sözü meþhur olmuþtur. elBuharî’nin bu özelliði nedeniyle onun kaderle ilgili görüþlerini bab baþlýklarýndan, burada kullandýðý ayetlerden, hadislerden ve bunlarla ilgili yaptýðý yorumlardan öðrenmek mümkündür. Yukarýda da belirttiðimiz gibi Ýbn Hacer, el-Buharî’deki bazý bölümlerin bazý fýrkalara reddiye olduðunu belirttiði halde, kader bölümünün Kaderiyye’ye reddiye olmasýndan bahsetmemektedir. Oysaki Ýbn Hacer’in de içinde bulunduðu el-Buhârî þârihleri, kader bölümünü þerh ederken bazý bab ve hadislerin Kaderiyye’ye bir reddiye olduklarýný ifade etmektedirler ve Kaderiyye’nin görüþlerini eleþtirmektedirler. Örneðin, el-Aynî (855/1451) kader bölümünün 5. babýndaki “Ameller sonlarýna göredir,” hadisinin, “Ýnsan kendi iþinin malikidir, hayrý ve þerri seçmekte muhtardýr,” diyen Kaderiyye’ye karþý kesin bir hüccet olduðunu ifade etmektedir.6 Yine o, 13. babta Felak sûresinin 1. ve 2. ayetlerini delil olarak getiren el-Buharî’nin kulun kendi fiilini yarattýðýný iddia eden kimselere (Kaderiyye) bu ayetin bir reddiye olduðunu belirtmektedir.7 el-Kastallânî (923/1517) ise Felak sûresinin ilk ayetlerinin Allah’ýn her þeyi yarattýðýna delalet ettiðini, bu sûrede kulun fiilini yarattýðýný iddia edenlere (Kaderiyye) bir reddiye olduðunu ifade etmektedir.8 Ýbn Hacer de el-Buharî’nin Felak sûresinin ilk ayetini 3 4 5 6 7 8 Bu konuda yapýlan bir araþtýrma için bkz: Kamil Çakýn, Buharî’nin Murcie ile Ýman Konusunda Tartýþmasý, AÜÝF. Der. C. XXXII, Ankara, 1992. A.y. el-Buharî, 82 Kader 1, (VII, 210). el-Aynî, Umdetu’l-kârî þerhu sahîhi’l-Buhârî, Ýdaretu’t-Týba’ati’l-Muniriyye, Mýsýr, Tarihsiz, XI, 153. el-Aynî, a.g.e, XI, 160. el-Kastallânî, Ýrþâdu’s-sârî li þerhi sahîhi’l-Buharî, el-matba’tu’l-Meymene, Mýsýr, 1306, IX, 343. 24 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Kaderiyye’ye reddiye mahiyetinde getirdiðini ifade etmektedir.9 el-Aynî, 16. babta geçen hadisin Allah’ýn hidayeti ve dalaleti yaratmada tek olduðunu, kullara iman ve küfürden murad ettiði þeyin iktisabýný takdir ettiðini ve Kaderiyye’nin iddia ettiði gibi bunun kullarýn fiillerinin yaratýcýsý olmadýðýna bir nas olduðunu açýklamaktadýr. 10 el-Kastallânî, 16. babtaki hadisi yorumlarken þöyle demektedir: Ehli Sünnet mezhebinin görüþü þudur: Allah kullarýna iman ve küfürden murad ettiðini kazandýrmaya muktedirdir. Bu Kaderiyye’nin iddia ettiði gibi kullarýn fiillerini yaratmasý þeklinde deðildir.1 1 el-Kastallânî, bu babta geçen A’raf sûresinin 43. ayetiyle ilgili Mutezile mezhebinin insanýn hidayeti konusundaki görüþünü zikretmekte ve bunun tutarlý olmadýðýný ifade ederek eleþtirmektedir.1 2 Ýbn Hacer, 4. babtaki hadislerde verilen anlayýþýn, her ne kadar kendilerinden sadýr olsa da kullarýn fiillerinin Allah’ýn ilminde sabýk olup onun takdiriyle vuku bulduðunu ifade etmekte ve bu hadislerin Kaderiyye’nin görüþünün sarih olarak batýllýðýna delalet ettiðini belirtmektedir.1 3 Yine Ýbn Hacer, 9. babtaki Ebu Hureyre hadisiyle ilgili Ýbn Battal’ýn yorumunu verdikten sonra “Böylece Kaderiyye ve Cebriye’nin görüþü reddedilir” demektedir.1 4 Son olarak Ýbn Hacer, Hz.Adem ile Hz.Musa’nýn tartýþmasý hadisinin son kýsmýný Hz.Peygamber’in “Adem Musa’ya galebe çaldý” ifadesiyle bitirdiðini ve onun kaderi inkar eden Mutezile gibi ümmetinin bir kýsmýný uyarmak amacýyla yaptýðýný açýklamaktadýr.1 5 el-Buharî’nin bab baþlýklarýnda kullandýðý ayetler ve sahabeye ait görüþler ve onun bunlarý izah mahiyetindeki yorumlarýyla birlikte þârihlerin naklettiðimiz yorumlarý, el-Buhârî’nin kader kitabýný Kaderiyye’ye karþý yazdýðýnýn bir göstergesi olarak kabul edilebilir. el-Buharî’nin Mutezilî Çevre ile Münasebeti el-Buharî’nin gerek el-Camiu’s-Sahîh’inde Kitabu’t-Tevhîd (Kitabu’t-Tevhîd ve’r-Red ale’l-Cehmiyye ve ðayrihim), Kitabu’l-Kader, Kitabu’l-Fiten, Kitabu’l-Ýman gibi bölümlerinde ve gerekse bir diðer eseri olan “Halku Ef’âli’lÝbad”da ele aldýðý konulardan anlaþýldýðýna göre, o, itikadî meselelerle yakýndan ilgilenerek, selef inancýna aykýrý görüþler ileri süren Cehmiyye, Mutezile, Havaric ve Þia mezheplerini tenkit eden ve böylece Ehli Sünnet mez- 9 10 11 12 13 14 15 Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî bi þerhi sahîhi’l-buharî, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, Tarihsiz, XI, 514. el-Aynî, a.g.e, XI, 163. el-Kastallânî, a.g.e, IX, 345. el-Kastallânî, a.g.e, IX, 345. Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 498. Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 504. Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 513. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 25 hebinin oluþumuna katkýda bulunan Sünnî alimlerdendir.1 6 el-Buharî, özellikle Ehli Hadis-Ehli Rey mücadelesinde, Ehli Hadis kanadýnda yer almayý tercih etmiþtir. O, Ehli Rey’i temsil eden Ebu Hanife ve ashabýna eleþtiriler yöneltmiþ ve bazý konularda onlardan farklý düþündüðünü belirtmiþtir.1 7 el-Buharî, Hanefilerden Bilhassa iman-amel münasebeti konusunda imanýn söz ve amel olduðunu belirterek onlara karþý tavýr almýþtýr. Onun yaþadýðý dönemde Kur’an’ýn mahluk olduðu (halku’l-kur’an) ve kader meseleleri de yoðun olarak tartýþýlan konular arasýndadýr. el-Buharî’nin yaþadýðý muhitteki Kelâmî tartýþmalara baktýðýmýz zaman pek çok fýrka ve mezhebin bulunduðu görülmektedir. Onun asýl memleketi Buhârâ olmakla birlikte Belh, Baðdat, Nisabur, Mekke, Basra, Kufe, Þam, Askalân, Mýsýr, Cezîre, Hýms ve Dýmaþk gibi ilim merkezlerine hadis toplamak için uðradýðý ve bazýlarýnda uzun zaman kaldýðý bilinmektedir.1 8 el-Buharî 6 sene Hicaz’da, 5 sene de Basra’da kalmýþtýr.1 9 Onun 5 yýl Basra’da kalmýþ olmasý, Kaderî/ Mutezilî çevre ile münasebeti açýsýndan önemlidir. Bilindiði gibi Basra kurulduðu günden itibaren hep problemli olmuþ, siyasi ayaklanmalara merkez teþkil etmiþ, kelâmî ekollere odaklýk etmiþ ve hepsinden önemlisi rivayetlere septik anlayýþla bakan Mu’tezile mezhebinin önemli bir merkezi olmuþtur.2 0 Baþka bir deyiþle burasý hem bilimsel ve felsefî okullarýn hem de çeþitli dinsel yöneliþlerin tartýþýldýðý bir yer idi. Burada Kur’an’ýn mahluk olup olmadýðý, amel-iman münasebeti ve Allah’ýn kudreti karþýsýnda insanýn özgürlük alanýnýn bulunup bulunmadýðý (kader, ihtiyar ve cebr) gibi itikadî sorunlar yoðun bir biçimde tartýþýlmýþtýr.2 1 el-Buharî’nin yaþadýðý dönemin önemli bir meselesi olan Kur’an’ýn yaratýlmasý (halku’l-Kur’an) meselesi Mutezile ile Ashabu’l-Hadis arasýnda önemli tartýþma konularýndan biridir. Bu meselenin el-Buharî’yle alakalý kýsmýna deðinmekte fayda vardýr. el-Hakim Ebu Abdillah þöyle diyor: el-Buharî 250 yýlýnda Nisabur’a geldi. Halk hadis dinlemek için akýn akýn yanýna gidiyordu. Bir gün adamýn birisi kendisine Kur’an’ýn lafýz olup olmadýðýný sordu. el-Buharî þu cevabý verdi: “Fiillerimiz mahluktur, lafýzlarýmýz da fiillerimizin bir parçasýdýr.” Onun 16 17 18 19 20 21 Yusuf Þevki Yavuz, Buharî mad (Akaide Dair Görüþleri), DÝA, (Ýst, 1992) VI, 372 Bu konuda detaylýý bilgi için bkz: M. Hilmi Merttürkmen, Buharî’nin Ebu Hanife’ye Ýtirazlarý ve Aralarýndaki Ýhtlaflar (Basýlmamýþ Doktora Tezi), Erzurum, 1976. ez-Zehebî, Siyeru a’lami’n-nubelâ, Beyrut, 1990, XII, 394; Krþ: Hasan Kurt, Orta Asya’nýn Ýslamlaþma Süreci (Buhara Örneði), Fecir yay, Ankara, 1998, s. 304 ; Kasým Kufralý, Buharî mad, MEB. ÝA, Ýst, 1986, II, 771; Talat Koçyiðit, Hadis Tarihi, s. 251. Kufralý, Buharî mad, II, 771. M. Emin Özafþar, “Polemik Türü Rivayetlerin Gerçek Mahiyeti”, Ýslâmiyat I (1998) sayý 3, s. 32. Claude Cahen, Doðuþundan Osmanlý Devletinin Kuruluþuna Kadar Ýslâmiyet, Bilgi yay, Ýst, 1990, s. 80. 26 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I bu sözü büyük ihtilafa yol açtý. Çok geçmeden Muhammed b. Yahya ezZuhlî halký onun aleyhine kýþkýrtarak: “Bunu kim söylerse bid’atçidir. Onun ne meclisine oturulur, ne de kendisiyle konuþulur.” Halk el-Buharî’nin meclisine gidenleri bid’atçýlýkla itham etmiþtir. el-Buharî’nin meclisine kendisiyle ayný görüþü paylaþan Muslim b. Haccac ve Ahmed b. Seleme dýþýnda kimse gelmemiþtir. Bir defasýnda Muhammed Ýbn Yahya, Muslim’e hitap ederek: “Dikkat ediniz! Kur’an’ýn yaratýlmýþ olduðunu söyleyen, meclisimizde oturmasýn!” demiþ, Bunun üzerine Muslim ridasýný sarýðýnýn üzerine kaldýrmýþ ve ayaða kalkarak ondan (Ýbn Yahya) yazdýðý her þeyi kendisine göndermiþtir. el-Buharî hayatýnýn tehlikeye düþmesinden endiþelenerek Nisabur’dan ayrýlmýþtýr.2 2 Görüldüðü gibi bu olay, o dönemde halku’l-Kur’an, kader, ihtiyar, cebir gibi konularýn nasýl yoðun bir þekilde tartýþýldýðýný açýk bir biçimde göstermektedir. Az önce de belirttiðimiz gibi Basra þehrinde pek çok Mutezilî alim yaþamýþ olup orasý i’tizalin merkezi durumundadýr. Vasýl b. Ata (131/ 748) Basra’da tahsilini gerçekleþtirmiþtir. O burada Cehm b. Safvan (128/ 746), Beþþar b. Burd ve Amr b. Ubeyd ile tanýþmýþtýr ve Amr’ýn kýz kardeþiyle evlenmiþtir.2 3 Amr b. Ubeyd (145/162), Ýbrahim en-Nazzam (220/ 835) Ebu’l-Huzeyl el-Allaf (226/840) da Basra’da uzun süre ikâmet eden Mutezilî imamlardandýr.2 4 el-Buharî’nin eserinin Fiten bölümü 10. babýn ilk hadisinin senedinde “an raculin lem yusemmihi” þeklinde bir ravi müphem olarak zikredilmiþtir. Bu müphemlik senedde bulunan Hammad b. Zeyd’den kaynaklanmaktadýr. el-Buharî de bu müphem kiþiyi tanýmasý kuvvetle muhtemel olmakla beraber onun kimliði konusunda her hangi bir açýklamada bulunmamýþtýr. Ýbn Hacer’in yorumuna göre ismi tesmiye edilmeyen kiþi Mutezile’nin þeyhi ve kötü bir zabta sahip olan Amr b. Ubeyd’ dir. Muðaltay b. Kýlýç el-Bekcerî (762/1361)2 5 bu þahsýn Hiþam b. Hassan olduðunu söylese de Ýbn Hacer’e göre bu uzak bir ihtimaldir.2 6 el-Buharî’ nin bu þahsýn Amr b. Ubeyd olduðunu bildiðinden kuþku yoktur. eþ-Þafiî hadislere olumsuz bakan ve kendisiyle bu konuda tartýþmaya giren kiþinin ismini veya mensubu olduðu fýrkayý belirtmediði gibi el-Buharî de Mutezile mezhebine mensup olmasý nedeniyle onun ismini açýkça zikrederek ona 22 23 24 25 26 Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî, II, 203-204. Neþet Çaðatay, Vasýl b. Ata mad. MEB. Ý.A, XIII, 219. Bu konuda geniþ bilgi için bkz: Osman Aydýnlý, Ýslam Düþüncesinde Aklîleþme Süreci, Ankara Okulu, Ankara, 2001, ss. 93-132; Basra’da yaþayan alimler için bkz: W. Montgomery Watt, Ýslam Düþüncesinin Teþekkül Devri, (Çev: Ethem Ruhi Fýðlalý) Umran yay, Ankara, 1981, s. 131-138. Hayruddin ez-Ziriklî, el-A’lam, Daru’l-Ýlm, Beyrut, 1992, VII, 275. Ýbn Hacer, a.g.e, XIII, 32. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 27 bir deðer atfetmekten kaçýnmýþ olabilir. Aslýnda bu durum el-Buharî’nin Mutezile’ye karþý tavrýný ortaya koymaktadýr. Netice itibariyle gerek el-Buharî’nin 5 yýl Basra’da kalmýþ olmasý, gerekse onun Mutezilî çevre ile direk münasebeti, onun Mu’tezile’nin görüþlerini deðerlendirme ve eleþtirme imkanýný bulmasýna fýrsat vermiþtir. O, gerek Basra’da Mutezile ile gerekse gezdiði diðer ilim merkezlerinde Rafizîler, Murcie, Cehmiyye, Hariciler ve Þia gibi bid’atçý olarak kabul ettiði bir çok fýrkalarla karþýlaþma ve temas imkaný bulmuþtur. Ýþte el-Buharî bu yoðun tartýþmalar içerisinde el-Camiu’s-Sahîh adlý esrini 16 yýl süre zarfýnda yukarýda isimlerini belirttiðimiz þehirleri dolaþarak ve özellikle Basra’da ve diðer þehirlerde çeþitli fýrkalarýn yoðun tartýþma atmosferi içinde ilmi seyahatleri neticesinde oluþturmuþtur.27 Mu’tezile’nin Kader Anlayýþý el-Buharî’nin Mutezile ile kelamî alandaki tartýþmasýna geçmeden önce Mutezile’nin kader konusundaki anlayýþýna kýsaca temas etmek faydalý olacaktýr. Kader meselesi konusunda ilk defa görüþ beyan eden kiþi Ma’bed b. Halid el-Cuhenî (80/699)’dir. O, el-Hasen el-Basrî (110/728)’nin meclisine devam edenlerdendi. Basra’da bu görüþü yaymaya baþladýðý zaman Amr b. Ubeyd (145/762) de ona katýlmýþ, Basra halký da onun peþinden gitmiþtir.2 8 Muslim’in es-Sahîh’inde de Basra’da kaderin nefyi konusunda ilk konuþan kimsenin Ma’bed el-Cuhenî olduðu nakledilmektedir. Bu rivayete göre baþta Ma’bed olmak üzere bu görüþe sahip olan kimseler “kaderin olmadýðýný ve her þeyin yeniden meydana geldiðini” (La kadera enne’l-emra unufun) savunmaktadýrlar.2 9 Ma’bed’den sonra ayný görüþleri savunan ve yayan kiþi Gaylan ed-Dýmaþkî (101/721)‘dir.3 0 Kaderiyye fýrkasýnýn bu iki þahsiyetinin kaderin nefyi konusundaki fikirleri, onlarýn takipçileri olan Mutezile imamlarý tarafýndan benimsenmiþ ve sistemli hale getirilmiþtir. Mutezile mezhebinde Kaderin nefyi ve insan iradesinin hürriyeti meselesi adalet prensibi içinde mütalaa edilmiþtir. Bu prensibe göre Allah adil olup kullarýna asla zulmetmez. Ýnsan hürdür. Ýnsan kendi fiilini kendisi yaratýr. Allah kullarýna bir þeyi yapýp yapmama gücü vermiþtir. Eðer insan her hangi bir þeyi yapmak hürriyetine sahip deðilse, o insanýn iþlediði kötü veya iyi 27 28 29 30 Muhammed Ebu Zehv, el-Hadîs ve’l-muhaddisûn, Daru’l-Fikri’l-Arabî, Mýsýr, Tarihsiz, s. 378. Takiyuddin Ahmed el-Makrizî, Kitabu’l-hýtat ve’l-âsâr, Mýsýr, 1324, IV, 181. Muslim, 1 Ýman 1 Hn: 1 (I, 36-7). Erken Ýslamî dönemdeki ilk tartýþmalar için bkz: Ýlhami Güler, Allah’ýn Ahlakîliði Sorunu, Ankara Okulu yay, Ankara, 1998, s. 78-81 ; H. Musa Baðcý, Kader Ýnancýnýn Siyasetle Ýliþkisi ve Bu Ýliþkinin Hadis Uydurmadaki Rolü, DÜÝF der. Cilt II, Diyarbakýr, 2000, 105-131. 28 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I amellerden dolayý ceza veya sevap görmesi manasýz olur. Eðer Allah belirli fiilleri yapmaya zorlamýþ farz edilirse, Allah’ýn o fiillerden dolayý bir insaný cezalandýrmasý zulüm olur. Allah‘ýn mutlak adaletinin gerçekleþmesi için insan hiçbir tesir altýnda kalmadan kendi fiilini kendisi yapmalýdýr. Ýrade hürriyeti olmayan bir insanýn sorumlu tutulmasý, Allah’ýn adaletiyle baðdaþmaz.3 1 Mutezile bu düþünceyi destekleyen bir çok ayeti delil olarak getirmektedir.3 2 Mutezile’nin ortaya koyduðu bu düþünce, Ehli Sünneti temsil eden elEþ’arî (324/942) ve el-Maturidî (333/944) tarafýndan þiddetle tenkit edilmiþ ve bu mezhep Hz.Peygamber’e isnad edilen “Kaderiyye bu ümmetin Mecusîleridir”3 3 sözüyle zemmedilmiþtir.3 4 el-Eþ’arî fiillerin yaratýcýsýnýn Allah olduðunu, insanýn da bu yaratýlmýþ fiilleri kesbettiðini savunmuþtur.3 5 el-Maturidî ise Allah’ýn küllî iradesini kabul etmiþ ve kesbin kulun bir þeye niyet ve azmetmesi ile hasýl olacaðýný savunmuþtur.3 6 Bilindiði gibi Ehli Sunnet’in akaid esaslarý Ehli Hadis/Ashabu’l-Hadis tarafýndan belirlenmiþti. el-Eþ’arî ve el-Maturidî, Ehli Hadis çizgisinde hareket etmiþ ve bunlar daha önceden Ehli Hadis tarafýndan oluþturulan akaid esaslarýný akýl ile desteklemiþ ve Mutezile’ye karþý Ehli Sünnet’in akaid esaslarýný savunmuþlardýr. Burada el-Eþ’arî ve el-Maturidî’den daha önce yaþamýþ ve Ashabu’lHadis’ten kabul edilen el-Buharî’nin eserinin kader bölümündeki kader anlayýþýný ve Mutezile ile olan münakaþasýný irdelemeye geçebiliriz. el-Buharî’nin Kader Anlayýþý ve Mu’tezile ile Münakaþalarý Ashabu’l-Hadis’e göre kader, takdir manasýna masdar olup, Allah’ýn eþyayý yaratmazdan önce eþyanýn miktarlarýný, ahvalini, icad zamanlarýný takdir edip bilmesidir. Sabýk olan bu ilmi gereðince de onlarý icad eder. Ýman, küfür, hayýr, þer, menfaat, zarar gibi bütün durumlar Allah’ýn ezelî ilmi ve iradesinden sadýr olur. Bütün bunlarýn hepsi kendisinden baþka ilah olma- 31 32 33 34 35 36 Kâdî Abdulcebbar, Þerhu’l-usûlü’l-hamse, Mektebetu Vehbe, Kahire, 1996, s. 301 vd. Ayrýca bkz: 336-350; Kemal Iþýk, Mutezile’nin Doðuþu ve Kelamî Görüþleri, AÜÝF yay, Ankara, 1967, s. 69; Mir Veliyyuddin, Mutezile, Ýslam Düþünce Tarihi, Editör: M.M. Þerif, Ýnsan yay, Ýst, 1990, II, 236; Muhammed Ebu Zehra, Tarihu’l-mezahibi’l-Ýslâmiyye, Daru’l-Hadis, 1987, s. 127. 4, Nisa , 40; 9, Tevbe, 70; 30, Rum, 9; 10, Yunus 44; 2, Bakara, 281, 286. Ebû Davud 34 Sunne, Kader 17 (IV, 222). Bu hadisin mevzû olduðunu gösteren kaynaklar için bkz: Ýbnu’l- Cevzî, el-Mevzûat, Daru’l-Fikr, B.y.y., 1983, I, 274 ; eþ-Þevkânî, el-Fevaidu’lmecmû’a, Kahire, 1960, s. 502; es-Suyutî, el-Leâli’l-masnû’a, Daru’l-Kutubi’l-Ýlmiyye, Beyrut, 1996, I, 133, 134 ; Ýbn Arrak, Tenzîhu’þ-þerî’a, Daru’l-Kutubi’l-Ýlmiyye, Beyrut, 1981, s. 316. Ebu’l-Hasen el-Eþ’arî, el-Ýbâne an usûli’d-diyâne, Mektebetu Dâru’l-Beyân, 1993, s. 39, 140. el-Eþ’arî, Kitabu’l-lum’a, s. 69. Ebu Zehra, a.g.e, s. 182. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 29 yan ve yaratýcý bulunmayan Allah’ýn kudreti ve tesiriyle hasýl olur. Onun mülkünde Onun hüküm ve takdirinden baþka hiçbir þey cereyan etmez.3 7 Bu konuda Abdülkerim Ýbnu’s-Sem’ânî (562/1167), Ehli Sünnet’in görüþünü þöyle özetlemektedir: Bu konuyu bilmenin en iyi yolu, akýl ve kýyasý devreye sokmaksýzýn kitap ve sünnete baðlý kalmaktýr. Kim kitap ve sünnetten saparsa, o sýnýrsýz sahada hayret ve dalâlete düþer ve kalbi mutmain olmayýp þifa bulamaz. Çünkü kader Allah’ýn kendisine tahsis ettiði bir sýrdýr ki, onun önüne çektiði bir perde ile Allah onu beþerin akýl ve idrakine kapamýþtýr. Onu Allah bildirmedikçe ne peygamber ne de yakýn melekleri bilir.3 8 Ýbnu’s-Sem’ânî’nin bu ifadeleri, bütün hadisçilerin benimsediði bir görüþtür. el-Buharî de kaderi Allah’ýn eþyayý yaratmadan önce miktarlarýný, ahvalini takdir edip bilmesi ve her þeyin Allah’ýn bilgisi çerçevesinde gerçekleþeceði anlamýný ifade eden bab baþlýklarý koymuþtur. Kader kitabýnýn 2. bab baþlýðý olarak o, “Allah’ýn ilmi üzere yazan kalem kurudu” ifadesini ve arkasýndan “Allah onu bir ilim üzere sapýttý” (Casiye 23) ayetini serdetmiþtir. Bunu muteakiben Hz.Peygamber’in Ebu Hureyre’ye “Senin karþýlaþacaðýn mukadderatý yazan kalem kurudu” sözünü ve “leha sâbikûne” (Mu’minûn, 61) ayeti için Ýbn Abbas’ýn “Onlar için saadet (Allah’ýn ilminde) sabýk olmuþtur”3 9 yorumunu nakletmiþtir. Bu nakiller el-Buharî’nin kaderi nasýl yorumladýðýný açýkça ortaya koymaktadýr. Ona göre kalemin kurumasý, Allah’ýn hükmünün deðiþmemesi demektir. Ashabu’l-Hadis’in yorumuna göre kalemlerin kurumasý Allah’ýn eþyanýn mýktarýný ilm-i sabýkýnda takdir buyurmasý ve levhi mahfuza yazýlma iþinin tamamlanmasýdýr. Yazý yazan kalem kurursa, onunla fazla veya eksik bir þey yazma imkaný kalmaz.4 0 O, bu görüþünü ayetle de destekleyerek ayeti ‘ezelde ilmiyle onu sapýttý’ manasýnda serdetmiþtir.4 1 el-Buharî, Ýbn Abbas’ýn “onlar hayýrda yarýþýrlar ve onlar onun için önde gidenlerdir” (23 Mu’minûn 61) ayeti hakkýndaki “onlar için saadet öne geçmiþtir” yorumunu kendi kader anlayýþýna bir destek olarak nakilde bulunmuþtur. Buna göre hayýrda önde gidenlerin önde olmalarýnýn nedeni Allah’ýn ilminde ve takdirinde onlarýn saadet üzere olmalarýndan dolayýdýr.4 2 el-Buharî’nin bu babta serdettiði hadis de önceden tayin ve tespit anlamýnda bir kader inancýný destekleyecek niteliktedir. Ým- 37 38 39 40 41 42 el-Kastallanî, a.g.e, IX, 328 ; el-Aynî, a.g.e, XI, 145 ; Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 477. en-Nevevî, Sahîhi muslim bi þerhi’n-Nevevî, XVI, 196 ; Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 477; el-Aynî, a.g.e, XI, 145; el-Kastallânî, a.g.e, IX, 328. el-Buharî, 82 Kader 2, (VII, 210). en-Nevevî, a.g.e, XVI, 198. el-Aynî, a.g.e, XI, 147 ; el-Kastallânî, a.g.e, IX, 331. el-Kastallânî, a.g.e, IX, 331 ; Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 492. 30 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I ran b. Husayn’ýn rivayetine göre bir adam Hz.Peygamber’e Cennet ehli ile Cehennem ehli bilinir mi diye sorduðunda o, evet, diyor. Adam o zaman “öyleyse (ezelde bunlar biliniyorsa) çalýþýp amel iþleyenler niçin amel ediyorlar? dediðinde, Hz.Peygamber “Herkes ne için yaratýlmýþsa onun için çalýþýr, yahut kendisi için kolaylaþtýrýlýp hazýrlanan þey için çalýþýr.” demektedir.4 3 Muslim’de geçen rivayette Ýmran, Ebu’l-Esved ed-Duelî’ye “Ne dersin, insanlarýn bugün yapmakta olduðu ve hakkýnda çaba gösterdikleri þey, onlara takdir edilmiþ ve geçmiþte haklarýnda kaza buyurulmuþ bir kader midir? Yoksa geleceklerine ait Peygamberlerinin kendilerine getirdiði ve haklarýnda hüccet sabit olan bir þey midir? diye sormuþtur. O da “Bilakis haklarýnda hüküm verilmiþ ve geçmiþ bir kaderdir” þeklinde cevap vermiþtir. Ýmran, bu zulüm olmaz mý? deyince, o, “Hayýr her þeyi Allah yaratmýþ ve onun mülkündedir. Ona yaptýðýndan sorulamaz” demiþtir. Bunu tasdik için de Þems suresinin 8. ayetini delil olarak getirmiþtir.4 4 Ýbn Hacer bu son rivayetle ilgili olarak Kadý Iyaz’dan þunu nakletmektedir: “Ýmran, bu rivayette Ebu’l-Esved’e Kaderiyye’nin þüphesini ihsas ettirmiþtir.”4 5 Bu hadisten anlaþýldýðýna göre Ýmran’la Ebu’l-Esved arasýnda geçen bu diyalog, Kaderiyye’nin ‘Ýnsan davranýþlarýnýn önceden takdir edilmediði ve önceden takdir edilmiþ olsaydý bu zulüm olurdu’ þeklindeki inancýnýn bir reddiyesidir. Ebu’l-Esved, ayný rivayet içinde bunu Hz.Peygamber’den bir rivayet nakletmek suretiyle reddetmektedir.4 6 Bu diyalog, o dönemde sahabe arasýnda Kaderiyye’nin görüþlerinin tartýþýldýðýnýn açýk bir kanýtýdýr. Bu hadis, kader tartýþmalarýnýn hadislere yansýmasýnýn bir iþareti olarak kabul edilebilir. Buradan hareketle söz konusu ettiðimiz el-Buharî hadisi (Ýmran’ýn hadisi) de Kaderiyye’nin bir reddi mahiyetindedir. Netice itibariyle Ehli Sünnete göre Bu hadisler kaderi ispat etmektedir. Vaki olan her þey Allah’ýn kazasý ve kaderiyledir. O yaptýðý þeylerden sorulmaz, Mülk ona aittir, dilediðini yapar ve Malike mülkünde itiraz olmaz. Çünkü Allah’ýn fiilleri için bir illet aranmaz.4 7 Dolayýsýyla Allah’ýn ilminde olan her þey, o bilgi çerçevesinde gerçekleþecektir. Allah’ýn ilminde ve takdirinde bir deðiþme söz konusu olamaz. Mutezile de Allah’ýn kainatta her þeyi bildiðini ve zatý ile alim olduðunu ve her þeyi önceden bildiðini kabul etmektedir. Söz konusu bu mezhep ezelî ilimle insan iradesi arasýn- 43 44 45 46 47 el-Buharî, 82 kader 2, (VII, 211). Muslim, 46 Kader 1, Hn: 10, (IV, 2041). Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 493. Muslim, 46 Kader 1, Hn: 10, (IV, 2041). en-Nevevî, a.g.e, XVI, 196; Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 493. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 31 da bir çatýþma görmemektedir.4 8 Bu konuda Ehli Sünnet ile Mutezile arasýnda bir fark yoktur. Kanaatimce fark ezeli ilmin insan davranýþlarýný yönlendirip yönlendirmediðindedir. Mutezile ezeli ilmin insan davranýþlarýna bir etkisinin olmadýðýna inanmaktadýr. Nitekim Amr b. Ubeyd, Allah’ýn ilminin zorlayýcý olmadýðýný, ne zarar ne de fayda vereceðini ifade etmektedir.4 9 Mutezile’nin ekseriyeti Allah’ýn ilmini, insanlarýn kendi faaliyetleriyle fiilen yapacaklarý þeyin bilgisi þeklinde açýklamýþlardýr. Allah bir kimsenin iman etmeyeceðini bilmekle beraber, yine de o kimseyi inanmaya muktedir kýlmýþtýr.5 0 Görüldüðü gibi Mutezile Allah’ýn bilgisinin cebir ifade etmediðini söylerken, el-Buharî’nin de içinde bulunduðu Ehli sünnet ise Allah’ýn ilminin her þeyi kuþattýðýný ve onun takdirinde deðiþmezlik vasfýnýn bulunduðunu savunmaktadýr. el-Buharî 4. bab unvanýný “Allah’ýn emri takdir edilmiþ bir kaderdir” (33 Ahzab 38) ayetiyle oluþturmuþtur. O, burada ayette geçen kader kelimesini önceden tayin ve tespit anlamýnda yorumlamýþtýr ve bu yorum çerçevesinde bazý hadislere yer vermiþtir. Bu hadislere göre hiç bir kadýn evlenmek amacýyla bir baþka kadýnýn boþanmasýný istememelidir. Zira her ikisi için de takdir edilen bir nasibi (kaderi) vardýr. Hz.Peygamber can çekiþmekte olan bir çocuðun annesine “Allah’ýn aldýðý ve verdiði her þey kendisine aittir. Her þeyin bir eceli vardýr.” demiþtir. Hz.Peygamber azil yapan sahabilerine “Hakikat þu ki, Allah’ýn (takdir edip) yazdýðý her bir nefis, muhakkak var olacaktýr,” demiþtir. Bir baþka rivayette ise Hz.Peygamber “Sizden her bir kiþinin cehennem yahut cennetten oturaðý takdir edilip yazýlmýþtýr,” deyince, Ashabtan bir adam Allah’ýn takdirine dayanmayalým mý? diye sormuþtur. O: “Hayýr, sizler çalýþýp amel edin, herkese ameli kolaylaþtýrýlýr,” buyurmuþtur. Daha sonra Leyl suresinin “Kim verir ve sakýnýrsa” ayetini okumuþtur.5 1 Þarihler bu babtan amacýn bütün mahlukatýn Allah’ýn kün emriyle yaratýldýðýný, kullarýn hareketleri, iradelerinin farklýlýðý, iyi ve kötü amelleri gibi bunlarýn hepsinin ne bir ziyade ne bir noksan, ne vaktinden önce ne de sonra belli zamanlarla ve vakitlerle mukadder kýlýnmýþ (belirlenmiþ) olduðunu ifade etmektedirler.5 2 Ayný zamanda bu þarihlere göre hadislerde amelin terkine ve sabýk bir kadere dayanmanýn nehyine iþaret olup, bilakis, þeriatin varid kýldýðý teklifler ve amellerin vacip olduðu, bununla birlikte herkes ne için yaratýldý ise amelinin ona göre kolaylaþtýrýlacaðý, saadet 48 49 50 51 52 Kâdî Abdulcabbar, a.g.e, s. 156 vd. Abdullah b. Hanbel, Kitabu’s-sunen, Demmam, 1986, I, 438. Watt, Ýslam Düþüncesi, s. 293. el-Buharî, 82 Kader 4, (VII, 211-2). el-Aynî, a.g.e, XI, 150. 32 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I ehline saadet ehlinin amelinin, þekavet ehline de þekavet ehlinin amelinin Allah tarafýndan kolaylaþtýrýlacaðý ifade edilmiþtir.5 3 Ýbn Hacer zikrettiðimiz son hadisin Ehli Sünnet’in kader konusundaki aslýný oluþturduðunu ve saadet ve þekavetin Allah’ýn takdiriyle olduðunu belirtmektedir. Ona göre bu hadiste Cebriye mezhebine bir reddiye vardýr. Çünkü teysir (kolaylaþtýrma) cebrin zýddýdýr. Cebirde ancak mecburiyet vardýr. Ýnsanýn teysir yoluyla yaptýðý þeylerde zorlama söz konusu deðildir. Ýbn Hacer’e göre bu hadiste Kaderiyye için de bir reddiye vardýr. Ona göre Kaderiyye’nin þüphesinden kurtulmanýn yolu þudur: Allah bize ameli emretmiþtir. Bizim ise amele sarýlmamýz gerekir. Allah’ýn takdiri bizim bilgimiz dahilinde deðildir. Ameller Allah’ýn meþietinde sabýk olan þeye iþaret olarak nasbedilmiþtir. Kim bundan ayrýlýrsa dalâlete ve þaþkýnlýða düþer. Çünkü kader, Allah’ýn bir sýrrýdýr ki kendisinden baþka kimse muttali olamaz. Sonuç olarak bu babtaki hadislerde her ne kadar onlardan sadýr olsa da kullarýn fiilleri Allah’ýn ilminde sabýk olup onun takdiriyle vukua gelmektedirler. Ona göre burada açýkça insanýn fiilleri konusunda Kaderiyye’nin görüþünün batýllýðý ortaya çýkmaktadýr.5 4 el-Buharî ile Kaderiyye arasýnda geçen tartýþmalardan biri de Hz.Musa ile Hz.Adem arasýnda geçen tartýþmayý ihtiva eden hadistir. el-Buharî bu tartýþmayý kader bölümünde þöyle vaz’ etmektedir: Kader bölümünün 11. bab baþlýðý “Allah katýnda Adem ile Musa’nýn birbirlerine hüccet getirip çekiþmeleri” þeklindedir. O bu bab baþlýðý altýnda bir hadise yer vermektedir. Ebu Hureyre’den gelen rivayete göre Adem, Musa ile münakaþa etti. Musa ona: “Ey Adem! Sen bizim babamýzsýn. Sen bizim ayaðýmýzý kaydýrýp cennetten çýkardýn,” dedi. Adem de ona : “Ey Musa! Allah seni kelamýyla seçkin kýldý ve kudret eliyle senin için yazdý. Allah’ýn beni yaratmazdan kýrk yýl önce bana takdir ettiði þeyden dolayý beni kýnýyor musun?” dedi. Böylece (Hz.Peygamber) “Adem, Musa’ya galebe çaldý,” buyurdu ve bunu üç defa söyledi.5 5 el-Buharî bu rivayeti kaderi ispat etmek amacýyla serdetmiþtir. Rivayete göre Adem ile Musa’nýn bu tartýþmasýnda Hz.Adem’in Hz. Musa’ya galebe çaldýðý Hz.Peygamber tarafýndan üç defa tekrarlanmak suretiyle onaylanmýþ olmaktadýr. Bundan dolayý bu rivayet Ashabu’l-Hadis ile Mu’tezile arasýnda münakaþa konusu yapýlmýþtýr. Burada hadisin güvenirliliði dýþýnda yoðun olarak münakaþa konusu olan husus, “Hacce Adem Musa” cümlesidir. el-Buharî’nin de içinde bulunduðu Ashabu’l-Hadis –Bunlarýn için- 53 54 55 en-Nevevî, a.g.e, XVI, 196. Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 498. el-Buharî, 82 Kader 11, (VII, 214). el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 33 de raviler, þarihler de vardýr- Adem kelimesini ref’ mahallinde fail olarak kabulde ittifak etmiþlerdir.5 6 Ýbn Hacer, el-Aynî ve el-Kastallânî bunu bazý insanlarýn nasb mahallinde mef’ul olarak okuyup, Musa kelimesini ref’ mahallinde fail olarak kabul ettiklerini, fakat bu okuyuþun þâz olduðunu belirtmektedirler.5 7 Bu okuyuþa göre Musa Adem’e galebe çalmýþ olur. Bu durumda Kaderiyye’nin görüþü daha güçlenmiþ olup Hz.Peygamber’in onayladýðý görüþ de bu olur. Bu þarihlerin þaz okuyuþ tarzýný benimseyen insanlardan kastýnýn Mutezile olduðu bir sonraki satýrdan anlaþýlmaktadýr. Hafýz Ebu Bekir b. Hâssa, Mes’ud b. Nâsýr es-Siczî’nin Adem kelimesini nasb halinde ve mef’ul kabul ettiðini nakletmektedir. Ayný zaman da Ebu Bekir, Mes’ud b. Nâsýr’in kaderî (Kaderi reddeden) bir kimse olduðunu haber vermektedir.5 8 Görüldüðü gibi Kaderiyye’nin bazý imamlarý kendi anlayýþlarý doðrultusunda gramer açýsýndan bazý tahlillere giriþerek hadisten kendi lehlerine bazý sonuçlar çýkarmaya çalýþsalar da Ebu Ali el-Cubbâî (303/ 915) ve diðerleri gibi bazý imamlar da gramatik tahlillere girmeyip hadisi doðrudan tekzip etmiþlerdir. Onlara göre bu hadiste verilmeye çalýþýlan mesaj, Rasullerin getirdiði mesaja aykýrýdýr. Hz.Peygamber’e dayandýrýlan bir hadisten önceden tayin ve tespit anlamýnda insanýn davranýþlarýný selbeden bir inancýn çýkarýlmasý mümkün deðildir. Bundan Hz.Peygamber’i tenzih etmek gerekir. Ayný þekilde bütün peygamberleri ve onlarýn tabilerini Allah’a ve Rasulüne isyan eden kimseler için kaderi hüccet kýlmalarýndan tenzih etmek gerekir.5 9 Ashabu’l-Hadis ise onlara karþý kendi yorumlarýný destekleyecek bazý deliller ileri sürmektedirler. Ýbn Hacer, el-Aynî ve elHattabî (388/998) gibi þârihler, Adem kelimesinin ittifakla ref’ mahallinde fail olmasýný þöyle delillendirmiþlerdir. Ahmed b. Hanbel (241/855)’in Ýbn Þihab Zuhrî’den o da Ummu Seleme’den, o da Ebu Hureyre’den rivayetine göre (Haccehu Adem) “Adem ona galebe çaldý” þeklinde bir rivayet varid olmuþtur. Bu rivayet, onlara göre hadisteki müþkili ortadan kaldýrmaktadýr. Çünkü onun ravileri hafýz imamlardýr. Ýmam Zuhrî ise hafýz fakihlerin büyüklerindendir. Onun rivayeti bu konuda itimada þayandýr. Bu durumda “haccehu”nun manasý “ona hüccetle galebe çaldý” demektir.6 0 Ýbn Abdilber, bu hadisin kaderi ispat konusunda Ehli Hak için önemli bir asýl olduðu- 56 57 58 59 60 Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 509; el-Aynî, a.g.e, XI, 159; el-Kastallânî, a.g.e, IX, 341; en-Nevevî, a.g.e, XVI, 201-202. Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 509.; el-Aynî, a.g.e, XI, 159; el-Kastallânî, a.g.e, IX, 341. Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 509; el-Aynî, a.g.e, XI, 159. Ahmed Ýbn Teymiyye, Mecmû’u fetâvâ, (Kader Kitabý) Mektebetu’l-Meârif, Riyad, Tarihsiz, s. 304. Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 509; el-Aynî, a.g.e, XI, 159. 34 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I nu ve Allah’ýn kullarýn amellerini takdir ettiðini ve bunlarýn her birinin Allah’ýn sabýk ilmi çerçevesinde takdir edildiðini ifade etmektedir. O, (Ashabu’l-Hadis’in bu okuyuþ biçimiyle) bu hadisin cebriye için bir hüccet olamayacaðýný da belirtmektedir.6 1 el-Hattabî de bazý insanlarýn kader manasýnýn icbar ve kulun icbarý anlamýnda olduðunu zannettiklerini, Adem’in Musa’ya galebe çalmasýný da bu þekilde yorumladýklarýný ve fakat bunun onlarýn vehmettikleri gibi olmadýðýný açýklamaktadýr.6 2 Bu son deðerlendirmelerden þarihlerin bu hadisin Kaderiyye için olduðu kadar Cebriye fýrkasý için de bir reddiye olduðunu savunduklarý ortaya çýkmaktadýr. Fahreddin er-Râzî (606/1209) de Mutezile’nin bu hadisle ilgili argümanlarýnýn Ehli Sünnet tarafýndan bir çok yönlerden eleþtiriye uðradýðýný nakletmektedir. Birincisi, bu haber (Mutezile’nin iddia ettiði gibi Adem kelimesi mansub okunduðunda ve Musa galebe çaldýðýnda) Musa’nýn Adem’i küçük günahla zemmini gerektirir. Bu da Musa’nýn cehaletini intaç eder ki bu caiz deðildir. Ýkincisi, Hz. Musa’nýn babasýna (Adem) aðýr söz söylemesi uygun deðildir. Üçüncüsü, Musa’nýn, yaratýklarýn bahtsýz olmasýnýn ve cennetten çýkarýlmasýnýn Adem’in yüzünden olmayýp bilakis Allah tarafýndan olduðunu bilmesidir. Dördüncüsü, bu durumda Adem hüccet olmayan bir þeyle ihticac etmiþtir. Çünkü bu hüccet olsaydý, Firavun, Haman ve sair kafirler de onunla ihticac ederlerdi. Bu batýl olunca, bu hüccet de fasit olur. Beþincisi, biz doðru olmadýðýný beyan etmekle beraber, Hz.Peygamber getirdiði hüccet konusunda Adem’i onaylamýþtýr. Bu sabit olunca, hadisi þu üç anlamdan birisine hamletmek gerekir: Ýlki, Hz.Peygamber bu rivayeti Allah’tan veya kendi nefsinden deðil, Yahudilerden rivayet etmiþtir. Rasul bu hikayeyi zikretmiþtir, ancak ravi Hz.Peygamber’in huzuruna girdiði zaman Yahudilerden naklettiðine dair olan sözüne yetiþmemiþtir. Dolayýsýyla Hz.Peygamber’in onu Yahudilerden deðil de kendi nefsinden zikrettiðini zannetmiþtir. Ýkincisi, “hacce Adem” deki Adem mansub olarak okunur. Bu durumda anlam “Musa galebe çaldý” olur ve buna göre Adem’in getirdiði þey hüccet olmadýðý gibi bir özür de kabul edilmez. Üçüncüsü, kabul edilen bir yorumdur: Münazaradan murad, ne masiyetten dolayý zemmetmek ne de Allah’ýn ilmi ile ondan özür beyan etmektir. Bilakis Musa cennetten çýkmasýna sebep olan bu zellenin sebebini sormuþtur. Adem de ona: “benim cennetten çýkmam bu zelle sebebiyle deðildir. Bilakis cennetten yeryüzüne gönderilmemin sebebi Allah’ýn beni yeryüzüne halife olarak tayin etmesidir.” cevabýný vermiþtir. Sonuç 61 62 Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 509. el-Hattabî, Meâlimu’s-sunen, Daru’l-Kutubi’l-Ýlmiyye, Beyrut, 1996, II, 297. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 35 olarak Adem’in hüccetinin kuvvetli olduðu ve Musa’nýn da bu konuda maðlup olduðu muhakkaktýr.6 3 el-Buharî ile Mutezile arasýndaki tartýþma noktalarýnýn geçtiði bablardan birisi de “Meþakkate ve kazanýn kötüsüne ulaþmaktan Allah’a sýðýnan kimse” þeklindeki 13. babtýr. el-Buharî bu babý destekleyen Felak sûresinin “De ki: Yarattýðý þeylerin þerrinden sabahýn Rabbine sýðýnýrým.” þeklindeki ilk ayetlerini delil olarak getirmiþtir. el-Buharî burada Hz.Peygamber’in “Bela þiddetinden, zorluk ve meþakkate eriþmekten, kazanýn kötüsünden ve düþmanýn sevincinden doðacak hüzünden Allah’a sýðýnýnýz ”6 4 sözünü nakletmektedir. Buradaki tartýþma konusu kötünün, þerrin Allah’a izafe edilip edilemeyeceðidir. Mutezile Allah’ýn fiillerinin hasen olduðunu, kabih olan fiillerin Allah tarafýndan yaratýlmadýðýný savunmaktadýr.6 5 Dolayýsýyla onlar, Allah’ýn þerri yaratmayacaðý ve onunla hükmetmeyeceði fikrini benimsemiþlerdir. Çünkü eðer Allah, þerri yaratsa ve onunla hükmetse, ardýndan da kullarýna azab etse; bu, Allah’ýn kullarýna zulmetmesi anlamýna gelirdi. Oysa Allah adildir ve kullarýna zulüm yapmasý düþünülemez. Ebu’l-Huzeyl elAllâf (226/840)’a göre hem hayýr hem de þer Allah’ýn zatýndadýr. Allah hayrý irade eder ve onu emreder. Çünkü hayýr onun zatýndadýr. Þerri de yasaklar, çünkü þer de zatýndadýr.6 6 Buna göre Ebu’l-Huzeyl, Allah’ýn kötülüðü ve adaletsizliði yapma gücünün olduðunu, fakat onu yapmayacaðý tezini savunmaktadýr. Allah’ýn zulmü ve kötülüðü yapmamasý, iyiliðinden ve ilminden dolayýdýr. O, insanýn kötü eylemlerine müsaade eder; eylemlerin iþlenmemesine yönelik otoritesini kullanmaz.6 7 Kadî Abdulcebbar (415/ 1024) da Allah’ýn zulme kadir olduðunu fakat bunu yaratmadýðýný savunmaktadýr.6 8 Mutezile genel anlamda böyle bir görüþe sahip olduðu için elBuharî bu görüþü eleþtirmek amacýyla bu babý oluþturmuþ ve müteakiben hadisi zikretmiþtir. Bu hadis içerisinde zikredilen her þeyin failinin Allah olduðunu tazammun etmektedir.6 9 Dolayýsýyla el-Buharî’ye göre hayrýn da þerrin de faili Allah’týr. O halde bu bab baþlýðý ve müteakiben serdedilen hadis ve özellikle Felak sûresinin ilk ayetleri Kaderiyye’ye red niteliðindedir. Orada el-Buharî Allah’ýn þerri de yarattýðý fikrini öne çýkarmaktadýr. Þa63 64 65 66 67 68 69 Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1993, I, 54. el-Buharî, 82 Kader 13, (VII, 215). Kâdî Abdulcebbar, Þerhu usûli’l-hamse, s. 324. Osman Aydýnlý, Ýslam Düþüncesinde Aklileþme Süreci, Ankara Okulu, Ank, 2001, s. 204 (Kadý Abdulcabbar, Fýrak ve Tabakatu mutezile, s. 146’dan naklen); Ayrýca eþ-Þehristânî, el-Milel ve’n-nihal, Daru’l-Kutubi’l-Ýlmiyye, Beyrut, 1992, I, 39. Aydýnlý, a.g.e, s. 204. Abdulcebbar, a.g.e, s. 313-323. Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 513. 36 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I rihlerin verdiði bilgiye bakýlýrsa bu ayet, kulun fililini yarattýðý görüþünü savunan Kaderiyye’yi reddetmek amacýyla serdedilmiþtir. Çünkü el-Buharî’nin anlayýþýna göre kendisinden sýðýnýlmasý istenen bir kötülük, kulun kendisi tarafýndan yaratýldýysa o zaman Allah’a sýðýnmasýnýn bir anlamý olmayacaktýr. Zira ancak kendisinden sýðýnýlan þeyi izale etmeye muktedir olan kimseye sýðýnmak sahih olur.7 0 Bu ayetteki “Min þerri ma halak” ifadesindeki þer, “Þeytanýn þerri, cehennem veya Allah‘ýn yarattýðý her þer sahibinin þerri” anlamlarýna gelmektedir. Bu ifadedeki ‘ma’ mevsule ma’sýdýr ve ait zamiri mahzuftur. Veyahut da masdariyyedir, bu durumda mahluk anlamýnda halk olup “halkýn þerrinden” manasýnadýr.7 1 Dolayýsýyla Bu sûre Allah’ýn hayýr ve þerden her þeyin yaratýcýsý olduðuna delalet etmektedir. Burada kulun fiilini yarattýðýný söyleyen Kaderiyye’ye bir reddiye vardýr.7 2 Mutezile’den Allah’ýn þerri yaratmadýðýný savunanlar ise bu ayetteki “Min þerri ma halaka” þerri kesralý tenvinle, ‘ma halaka’daki ma’yý nefiy ma’sý kabul etmiþlerdir. Bu durumda onlara göre anlam “Allah’ýn yaratmadýðý þerden sana sýðýnýrým” olur. Ashabu’l-Hadis, bunun batýl bir mezhebe mebnî merdud bir okuyuþ biçimi olduðunu savunmaktadýr.7 3 el-Buharî dalâlet ve hidayet konusunda da Mutezileye karþý tavrýný 15. ve 16. bablarda ortaya koymuþtur. Onun bu tavrýný ortaya koymadan önce Mutezile’nin hidayet ve dalalet kavramlarýna nasýl baktýðýný ifade etmemiz gerekir. Mutezile’ye göre hidayet, Allah’ýn doðru yolu beyan ve iþaret etmesidir. Bu beyan ve çaðrýyý kabul eden hidayete erer, kabul etmeyen deðil. Allah kafirlere doðru yolu gösterir, fakat onlar doðru yola girmezler. Dolayýsýyla Allah hem mü’minlere hem de kafirlere hidayet etmiþtir. Ama kafirler hidayeti tercih etmemiþlerdir. Onlara göre Allah’ýn saptýrmasýnýn anlamý, kulun dalâleti seçmesi ve sapýtmasý sonucunda sapýklýk hükmünü almasýdýr. Yani kulun hidayeti ve dalâleti yine kendi irade ihtiyarýna baðlý olmaktadýr. Onlara göre Allah’ýn, yarattýklarýndan bir kimseyi dinden saptýrdýðýný söylemek imkansýzdýr.7 4 Fakat el-Buharî’nin de içinde bulunduðu Ashabu’lHadis veya en geniþ anlamýyla Ehli Sünnet, hidayetin ve dalâletin Allah tarafýndan yaratýldýðýný savunmaktadýrlar.7 5 Ýþte el-Buharî kader bölümünün 15. ve 16. bablarýný bu konuya ayýrmýþ ve burada Kaderiyye’ye red mahiyetinde bazý deliller ileri sürmüþtür. O, Tevbe suresinin “De ki: Allah- 70 71 72 73 74 75 Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 513; el-Aynî, a.g.e, XI, 160, el-Kastallânî, a.g.e, IX, 343. el-Kastallânî, a.g.e, IX, 343. A.y. A.y. el-Eþ’arî, Makâlâtu’l-islâmiyyîn, el-mektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1990, I, 324-5. el-Eþ’arî, a.g.e, I, 325. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 37 ’ýn bizim için yazdýðýndan baþkasý asla bize eriþmez” ayetini 15. bab baþlýðý yapmýþtýr. Ayette geçen “Bizim için yazdýðý” ifadesini “kadâ”, yani “Bizim için hayýr ve þerden takdir ve hükmettiði þey vardýr,” þeklinde tefsir etmiþtir. Daha sonra Tabiî alimlerden Mucahid b. Cebr Saffat suresinin 161. ayetindeki “bi fâtinîn” kelimesini “bi mudillîn” þeklinde tefsir etmiþtir ki bu durumda ayetin anlamý þöyle olur: Sizler Allah’ýn cehenneme gireceðini yazmýþ olduðu kimselerden baþkasýný dalalete düþürüp saptýramazsýnýz“ Dolayýsýyla el-Buharî’ye göre sapma ve saptýrma insanýn iradesinde olmayýp Allah’ýn kudretindedir. Yani insanýn saptýrmasýný da yaratan Allah’týr. elBuharî A’la suresinin 3. ayetindeki “kaddera fe hedâ” þeklindeki ifadeyi “Þakaveti ve saadeti takdir eden ve bütün hayvanlarý da otlaklarýna hidayet edip götüren” þeklinde tefsir etmektedir.7 6 Dalalet konusundaki yaklaþýmýný 15. babta veren el-Buharî hidayetle ilgili yaklaþýmýný da 16. babta dile getirmektedir. Bu babýn baþlýðýný yine hidayet anlayýþýný yansýtan ayetlerle oluþturmuþtur. Bu ayetlerden biri, “Eðer Allah bize hidayet etmeseydi, doðru yolu bulamazdýk”. (A’raf 43) Diðeri de “Eðer Allah bana hidayet verseydi, herhalde sakýnanlardan olurdum,” ayetidir. (Zumer, 57) el-Buharî bu bab baþlýðý altýnda el-Bera b. Azib’in Hz.Peygamber’den naklettiði þu ifadelere yer vermektedir: Allah’a yemin olsun ki Allah olmasaydý, doðru yolu bulamazdýk. Oruç da tutmaz namaz da kýlmazdýk…”7 7 el-Aynî’nin ifadesine göre bu 16. babta her iki ayet ve nakledilen hadis, Allah’ýn hidayeti ve dalâleti yaratmada tek olduðunu ve Allah’ýn kullar için iman ve küfürden murad ettiði þeyi iktisabýna muktedir olduðunu ve bunun Kaderiyye’nin iddia ettiði gibi kullarýn yaratmasýyla olmadýðýný ispat etmektedir.7 8 elKastallânî hidayet konusunda Mutezile’nin görüþünü zikredip el-Buharî’nin 16. babýnýn Mutezile’ye reddiye anlamýnda oluþturulduðunu ifade etmektedir. Onun nakline göre Mutezile mezhebi, Allah’ýn enbiya ve evliya için hidayet ve irþad nev’inden yaptýðý her þeyi, kafirler ve fasýklar için de yaptýðýný savunmaktadýr. Onlara göre mü’min ile kafir arasýnda haklý ile haksýz arasýndaki imtiyaz, kiþinin çalýþmasý ve ihtiyarýna göre hasýl olur. Dolayýsýyla kiþi kendisini övmesi gerekir, çünkü imaný kendi çalýþmasýyla hasýl etmiþtir. Ki o iman da onu cennetin derecelerine ulaþtýracak ve cehenneme düþmekten kurtaracaktýr.7 9 el-Kastallânî, Mutezile’nin bu düþüncesini eleþtirerek insan asla kendi nefsini övmeyip sadece Allah’ý övmesi gerek- 76 77 78 79 el-Buharî, 82 Kader 15, (VII, 215). el-Buharî, 82 Kader 16, (VII, 216). el-Aynî, a.g.e, XI, 163. el-Kastallânî, a.g.e, IX, 345. 38 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I tiðini ve hidayeti verenin yalnýzca Allah olduðunu ifade etmektedir.8 0 Yani ona göre hidayeti kendi çalýþmasýyla elde eden insan olmayýp, hidayeti ona veren Allah’týr. Ýnsanýn fiilleri de dahil her þeyi yaratan Allah olduðu gibi hidayeti ve dalaleti de yaratan Allah’týr. el-Kastallânî, 16. babtaki “Allah bana hidayet etseydi, (her türlü þirk ve küfürden) sakýnanlardan olurdum” (Zumer, 57) ayetini yorumlarken þöyle demektedir: Bu ayette sözü edilen kafir, hidayeti Mutezile’den daha iyi bilmektedir. Keza tabiîlerine “Allah bize doðru yolu gösterseydi, biz de size doðru yolu gösterirdik” diyen kafirler de hidayeti çok iyi bilmektedirler. Yani diyorlar ki Allah hidayeti bize muvaffak kýlsaydý ve doðru yolu bize gösterseydi, biz de sizi ona çaðýrýrdýk. Oysaki bize dalalet ve azgýnlýk verildiði için doðru yolu bulmakta muvaffak olamadýk. el-Kastallânî kafirlerin bu yanlýþ anlayýþlarýný naklettikten sonra Mutezile’nin bu konudaki anlayýþýný þöyle ifade etmektedir: “Bilakis Allah onlara (kafirlere) doðru yolu gösterdi ve baþarýyý onlara verdi. Fakat onlar doðru yola gelmediler.” Bu cümle Mutezile’nin hidayet ve dalâlet konusundaki bakýþ açýsýný yansýtmaktadýr. Sonuç olarak el-Kastallanî kafirlerin hidayet konusundaki tavýrlarýný eleþtirdiði gibi, Mutezile’nin bu anlayýþýný da þu sözlerle eleþtirmektedir: Ehli Sünnet mezhebine göre Allah iman ve küfürden murad ettiði þeyi kullarýn iktisabýna muktedirdir ve Kaderiyye’nin iddia ettiði gibi, bu iman veya küfrün kullar tarafýndan yaratýlmasý söz konusu olamaz.8 1 el-Buhârî’nin kader kitabýnýn ilk babýnda –ki el-Mustemlî’nn rivayetine göre bu babýn baþlýðý “babun fi’l-Kader”dir- naklettiði hadisler Mutezile ile münakaþa konusu olan hadislerdir. Bu münakaþa konusu olan hadis, insanýn ana karnýndaki durumuyla ilgilidir. Süleyman el-A’meþ’in, Zeyd b. Vehb’den, o da Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet ettiði bu hadise göre Hz.Peygamber þöyle buyurmuþtur: “Sizin her biriniz anne karnýnda kýrk günde toplanýr. Sonra bir o kadar zaman içinde kan pýhtýsý (alaka) halini alýr. Sonra bir o kadar zaman içinde bir çiðnem et (mudða) olur. Sonra Allah bir melek gönderir de bu melek dört kelime ile yani rýzkýný, ecelini, þakî yahut said olduðunu yazmakla emrolunur. Allah’a yemin ederim ki sizlerden biriniz yahut bir adam ateþ ehlinin ameliyle amel etmeye devam eder, nihayet kendisiyle cehennem arasýnda bir kulaç yahut bir zira’dan baþka bir mesafe kalmaz. Kitap onun önüne geçer, cennet ehlinin amelini iþler de oraya girer. Bu sefer o adam cennet ehlinin ameliyle amel etmeye devam eder, nihayet kendisiyle cennet arasýnda bir kulaç yahut bir zira’dan baþka bir mesafe kalmaz. Kitap onun önüne geçer, cehennem ehlinin amelini iþler de oraya 80 81 A.y. el-Kastallânî, a.g.e, IX, 345. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 39 girer.” Diðer rivayet ise Enes b. Malik’ten gelmekte olup bu rivaytte “Melek Rabbine erkek mi diþi mi olduðu, saîd mi þakî mi olduðunu rýzký ve ecelini sorar ve anasýnýn karnýnda iken bunlar böylece yazýlýr,”8 2 ifadesi vardýr. el-Buharî’nin bu hadisi kader kitabýnýn baþýna koymasý gerçekten manidardýr. Zira Mutezile tarafýndan þiddetle reddedilen hadislerdendir. Kader konusunda üzerinde en çok tartýþýlan hadislerden biridir. Bu açýdan el-Buharî’nin bu hadisleri baþa almasýnýn bir anlamý olmalýdýr. Fakat el-Buharî’nin bu hadisler için “Babun fi’l-Kader” þeklinde bab baþlýðý koyduðu anlaþýlmaktadýr. Ýbn Hacer, el-Mustemlî’nin rivayetinde bab baþlýðý olarak “babun fi’l-Kader” ziyadesinin olduðunu, fakat el-Buharî’nin es-Sahih’ini rivayet edenlerin çoðu için de böyle olduðunu ifade etmektedir.8 3 Mutezile’nin bu hadislerin ilkine þiddetli bir tenkit yönelttiðini söylemiþtik. Bu tenkidi yönelten Mutezilî imamlarýndan biri Amr b. Ubeyd (145/762)’dir. Baþta da söylediðimiz gibi o, Kaderiyye fýrkasýnýn önemli simalarýndan olan Mabed el-Cuhenî’nin hareketine katýlanlardan biridir. Onun insanýn anne karnýndaki durumuyla ilgili naklettiðimiz hadisi eleþtirisini burada zikretmek gerekir. O bu hadisi iþittiði zaman þöyle eleþtirmiþtir: “Eðer bu hadisi elA’meþ söylerken iþitseydim ona yalancý olduðunu söylerdim. Zeyd b. Vehb söylerken iþitseydim cevap vermezdim. Abdullah b. Mes’ud söylerken iþitseydim, kabul etmezdim. Peygamber söylerken iþitseydim reddederdim. Allah böyle söyleseydi, Ona da derdim ki: Sen bu esas üzere bizden misak almadýn.” 8 4 Bu hadis, Ýbrahim en-Nazzam (220/835)’ýn da eleþtiri oklarýna maruz kalmýþtýr. O, özellikle bu hadisi rivayet eden Abdullah b. Mes’ud’u þiddetli bir þekilde eleþtirmiþtir. en-Nazzam Ýbn Mes’ud’un, Birva’a bnt Vasýk’ýn rivayet ettiði hadis hakkýnda : “Bu hususta ben kendi görüþümü söylüyorum. Eðer hata ise benden, doðru ise Allah’tandýr.” dediðini zikretmiþ ve : “Ýþte bu zan ve þüphe ile hüküm vermenin ta kendisidir. Zan ile þehadet (þahitlik) haram olursa, zan ile hüküm vermek daha büyük bir (haram)dýr. Eðer Ýbn Mes’ud, aklýný fetva ile meþgul edeceðine þakî (dalalette olan) niçin þakî oluyor, saîd (hidayette olan) niçin saîd oluyor? Bunun üzerinde düþünseydi, Allah’a karþý bu kadar çirkin bir þey söylemez, hatasý da büyümezdi ve bu da onun için daha iyi olurdu.” demiþtir.8 5 Basra’da beþ yýl 82 83 84 85 el-Buharî, 82 Kader 1, (VII, 210). Ýbn Hacer, a.g.e, XI, 477. el-Hatib el-Baðdâdî, Tarihu Baðdat, Mýsýr, 1349/1931, XII, 172; Muhammed b. Halife elVeþtânî el-Ubbî, Ýkmâlu ikmali’l-mu’lim, Daru’l-Kutubi’l-Ýlmiyye, Beyrut, 1994, IX, 7. Muslim’in þârihi el-Ubbî, Amr b. Ubeyd’in bu sözünün þeksiz þüphesiz küfür olduðunu belirtmektedir. A.g.e, IX, 7. Ýbn Kuteybe, Hadis Mudafaasý (Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis), (Çev: M. Hayri Kýrbaþoðlu), Kayýhan, Ýst, 1989, s. 88. 40 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I kalmýþ olan el-Buharî’nin kendisinden önce yaþamýþ olan Amr b. Ubeyd’in ve çaðdaþý olan en-Nazzam’ýn bu eleþtirilerinden habersiz olmasý mümkün deðildir. Mutezile’nin kader konusundaki görüþlerini Hz.Peygamber’in dilinden geçersiz hale getirecek bir hadisi kader kitabýnýn baþýna almýþ olmasý, onun Mutezile’ye açýktan veya ima yollu bir cevabý olarak kabul edilebilir. el-Buharî’nin bu hadisleri müdafaa sadedinde kendisinin sarih bir açýklamasý mevcut deðildir. Fakat o bu hadisi kader kitabýnýn baþýna almýþ olmakla aslýnda fiilî bir cevap vermiþ olmaktadýr. el-Buharî ile ayný asýrda yaþamýþ olan Ýbn Kuteybe (276/889) bu hadisin müdafaasý sadedinde Mutezile imamlarýndan en-Nazzam’a uzun bir cevap vermektedir. Buna göre o, Ýbnu Mes’ud’un bu hadis nedeniyle yalancý olarak itham edilmesine þöyle cevap verir: “Ýbn Mes’ud’un böyle meþhur ve yüce bir hadis ile Rasulullah’a yalan isnad etmesi nasýl caiz olur? Pek çok ashab mevcut olduðu halde niçin hiç biri onun bu sözünü inkar etmiyor? Hem ne için ve ne gaye ile Rasulullah’a yalan isnad etsin ki? Bunun ona ne faydasý veya zararý olur, ne sultan ve idarecilere yaklaþmasýna vesile olur, ne de malý artar. Onun bu rivayetini destekleyen pek çok kimsenin rivayeti varken nasýl olur da yalan söylemiþ olur?” Ýbn Kuteybe, Ýbn Mes’ud’un hadisini destekleyen diðer rivayetleri ve bu konudaki ayetleri ve hatta gerek Cahiliye’de gerekse Ýslâmî dönemdeki Arap þairlerin kader konusundaki þiirlerini zikrederek bu hadisin doðruluðunu kanýtlamaya çalýþmaktadýr.8 6 Aslýnda bu tartýþmalarý yapan müellifler el-Buharî’nin çaðdaþý olmalarý ve özellikle Basra çevresinde yaþamýþ olmalarý nedeniyle kader konusundaki tartýþmalarýn üst seviyede yaþandýðýný göstermektedir. Doðal olarak el-Buhârî bu tartýþmalardan etkilenerek es-Sahih’inin kader bölümünü oluþturmuþ olmalýdýr. el-Buharî’nin insanýn ana karnýndaki durumu ile ilgili bu hadisi kitabýna almasý, onun, kiþinin doðduðu zaman yiyip içeceði rýzký, eceli, ameli, þaki mi said mi olacaðý gibi mukadderatýnýn yazýlacaðý kanaatini benimsemiþ olduðunu göstermektedir. el-Buharî’ye göre bunlar kaderin var olduðunu gösteren þeylerdir. el-Buharî’nin de içinde bulunduðu Ehli Sünnet bu hadiste sayýlan maddelerin hepsinin önceden Allah’ýn ilminde sabýk olup deðiþmesinin mümkün olmadýðýný savunmaktadýr. Hadiste sayýlan bu maddeler konusunda Mutezile ile hiç birinde hem fikir deðillerdir. Bizim burada üzerinde durmak istediðimiz husus özellikle ecel konusudur. el-Buharî hadiste belirtilen her insan için bir ecelin tespit edilmiþ olmasýný benimsemiþtir. Bu yüzden þarihler Ehli Sünnet ile Mutezile’nin bu konuda farklý bakýþ açýlarýna sahip olduklarýný vurgulamaktadýrlar. Ehli Sünnet’in anlayýþýna göre kat86 Ýbn Kuteybe, a.g.e, s. 98-101. el-Buharî’nin Kader Konusunda Mu’tezile ile Münakaþalarý 41 ’i delillerle takarrur etmiþtir ki ecelleri ve rýzklarý Allah bilir. Bilmenin hakikati, bilinen þeyi bulunduðu hal üzere anlamaktýr. Allah Zeyd’in beþ yüz tarihinde öleceðini bildiði zaman, artýk onun bu tarihten önce veya sonra ölmesi imkansýzdýr. Çünkü ilim cehle munkalip olur. Bundan dolayý Allah’ýn bildiði ecellerin artýp eksilmesi imkansýzdýr. Dolayýsýyla Ehli Hakk’ýn mezhebine göre öldürülen kimse eceliyle ölmüþtür. Mutezile ise o kimsenin eceliyle ölmediðini ve ecelinin kesildiðini savunmaktadýr.8 7 Mutezile’nin cumhuru, özellikle Baðdat ekolü ve yine Mutezile imamlarýndan Ebu’l-Kâsým el-Ka’bî (319/931)’ye göre ecel iki türlüdür. Birisi, katl eceli, diðeri ölüm ecelidir. Mutezile’nin cumhuru ve el-Ka’bî, eðer insan öldürülmemiþ olsaydý, ölüm eceline kadar yaþayacaðýný savunmaktadýrlar. Dolayýsýyla onlara göre kâtil maktulün ecelini kesmiþtir. Maktulün tek bir eceli vardýr ve öldürme olmasaydý, o da Allah’ýn ilminde olan vakitti. Öldürülmeseydi, kesin olarak yaþayacaktý. Aksi takdirde onu öldürenin cezalandýrýlmasýnýn bir anlamý olmazdý.8 8 ez-Zemahþerî de Baðdat ekolünün görüþünü savunarak insanýn tutum ve davranýþlarýna göre ömrünün uzatýlýp kýsaltýlabileceðini savunmaktadýr.8 9 el-Buharî mutezile’nin bu görüþlerini reddettiði için ecelin daha insan doðmadan yazýldýðýný veya Allah’ýn ilminde sabýk olduðunu bu tarihten önce veya sonra insanýn ölmesinin mümkün olmadýðý anlamýnda bu hadisleri serdetmiþtir. Onun bu hadisleri seçmesi Mutezile’yi sarih olarak ret niteliðindedir. Sonuç Netice itibariyle el-Buharî’nin es-Sahih’indeki bazý bölümleri çeþitli bid’at fýrkalarýný reddetmek amacýyla yazdýðý gibi, Kitâbu’l-Kader’i de Mutezile’nin kader anlayýþýný tenkit etmek amacýyla oluþturduðu ortaya çýkmaktadýr. Þârihlerin kader bölümünü þerhleri esnasýnda yer yer bazý bab baþlýklarýnýn ve bu baþlýklar içindeki ayet, hadis ve bunlara ait yorumlarýn Kaderiyye’yi reddetmek amacýyla irad edildiðini söylemeleri bunun açýk göstergesidir. Bu araþtýrmadan da anlaþýlmaktadýr ki el-Buharî’nin kendine has bir kader anlayýþý olmayýp, daha sonra teþekkül edecek olan Ehli Sünnet’in akaid esaslarýný belirleyen Ashabu’l-Hadis’in kader anlayýþýný benimsemiþ görünmektedir. Onun kader konusunda görüþleri kendisinden sonra yaþa- 87 88 89 en-Nevevî, Sahîhu Muslim bi þerhi’n-Nevevî, XVI, 213; el-Ubbî, Ýkmâlu ikmali’l-muallim, IX, 39. el-Eþ’arî, Makâlât, I, 321 ; Ýbrahim b. Muhammed el-Beycûrî, Þerhu cevheri’t-tevhîd, Daru’lKutubi’l-Ýlmiyye, Beyrut, 1983, s. 162. ez-Zemahþerî, el-Keþþaf, Daru’l-Kutubi’l-Ýlmiyye, Beyrut, 1995, III, 586. mýþ olan el-Eþ’arî’nin görüþleriyle de paralellik arz etmektedir. el-Buharî’nin kader konusundaki görüþlerini þu þekilde maddeleþtirebiliriz: a) el-Buharî’ye göre kader, Allah’ýn eþyayý yaratmadan önce miktarlarýný, ahvalini takdir edip bilmesi ve her þeyin Allah’ýn bilgisi çerçevesinde gerçekleþmesi ve Allah’ýn ilminde herhangi bir deðiþikliðin söz konusu olmamasýdýr. b) el-Buharî’nin bab baþlýklarý altýnda serdettiði hadislerde her ne kadar onlardan sâdýr olsa da kullarýn fiilleri Allah’ýn ilminde sabýk olup onun takdiriyle vukua gelmektedirler. Ýnsan fiillerini kendisi yaratmaya muktedir deðildir. Allah her þeyi yarattýðý gibi kullarýn fiillerini de yaratmaya muktedir. Ona göre Kaderiyye’nin iddia ettiði gibi, insanýn kendi fiillerini yarattýðý hususu doðru deðildir. c) el-Buharî’ye göre hayýr ve þer Allah’tandýr. Allah hayrý yarattýðý gibi þerri de yaratmaktadýr. Mutezile’nin iddia ettiði Allah’ýn þerri yaratmadýðý hususu doðru deðildir. Allah’ýn þerri yaratmadýðýný söylemek Onun gücü ve kudretine halel getirir. Allah Hayrý da þerri de yaratmaktadýr. d) el-Buharî’ye göre hidayet ve dalalet Allah’tandýr. Dolayýsýyla el-Buharî’ye göre sapma ve saptýrma insanýn iradesinde olmayýp Allah’ýn kudretindedir. O, Allah’ýn hidayeti ve dalâleti yaratmada tek olduðunu, Allah’ýn kullar için iman ve küfürden murad ettiði þeyi iktisabýna muktedir olduðunu ve bunun Mutezle’nin iddia ettiði gibi kullarýn yaratmasýyla olmadýðýný savunmaktadýr. e) el-Buharî’nin anlayýþýna göre ecelleri ve rýzklarý Allah bilir. Bilmenin hakikati, bilinen þeyi bulunduðu hal üzere anlamaktýr. Allah Zeyd’in beþyüz tarihinde öleceðini bildiði zaman, artýk onun bu tarihten önce veya sonra ölmesi imkansýzdýr. Bundan dolayý Allah’ýn bildiði ecellerin artýp eksilmesi imkansýzdýr. Dolayýsýyla Ehli Sünnet/Ashabu’l-Hadis mezhebine göre öldürülen kimse eceliyle ölmüþtür. Mutezile ise o kimsenin eceliyle ölmediðini ve ecelinin kesildiðini savunmaktadýr. el-Buharî irad ettiði hadislerle Mutezile’nin bu anlayýþýný reddetmektedir. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 43-83 Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe ile Selef Yöntemlerinin Mukayesesi* ALÝ RIZA GÜL DR., YÜZÜNCÜ YIL Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-mail: [email protected] abstract Comparison of Mudaraba and Salaph in point of Religious Basis of Interest-Free Banking. Today’s interest-free banks continue their activities in line with principles of mudaraba. In accordance with these principles, these banks collect deposits in status of profit and loss partnership, and make use funds in the same status. Because of this, these banks make their depositors partners for their benefits and losses in appearance. In this structure, their obligation of repayment for their depositors is removed exactly in their loss. Yet there is no similarity between mudaraba and banking, but a little. From this point of view, mudaraba doesn’t own qualities that will be basis for banking system; thus, it makes interest-free banks face excessive problems. We propose that the salaph method used by Zubair b. Avvam as a collecting capital system in the period of Prophet Muhammad (pbuh) and first four caliphs should be accept as a foundation in the interest-free banking system. key words Mudaraba, Salaph, Zubair b. Avvam, Debt, Loan, Lent, Interest-Free Banking, Deposits, Fund. I. Giriþ Faizli olsun, faizsiz olsun, bir bankanýn en önemli iþlevi, servet sahiplerinden sermaye (mevduat) toplamalarý ve bu sermayeyi gerek kendileri kullanarak, gerekse isteyenlere kullandýrarak iktisadi hayata katkýda bulunmaktýr. Banka bu iþlevini belli bir statü içerisinde yerine getirmektedir. Daha açýk bir ifadeyle, belli bir resmi statü içerisinde mevduat toplamakta, yine resmi bir statü içerisinde kredi (veya fon) kullandýrmaktadýr. Konvansiyo* Bu araþtýrma, Borç Ayetlerinin Aktüel Deðeri Faizsiz Bankacýlýkta Mevduat ve Fonlarýn Statüsü Meselesine Kur’ân Iþýðýnda Bir Yaklaþým (Ankara: Ýlâhiyât, 2004) isimli çalýþmamýzýn üçüncü bölümünün biraz daha geniþletilerek makaleye dönüþtürülmüþ þeklidir. 44 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I nel (faizli) bankalar, mevduat toplama ve kredi kullandýrma fonksiyonlarýný temelde borç-alacak (karz-ikraz) iliþkisi içerisinde, dolayýsýyla borçlar hukuku çerçevesinde yürütmektedirler; yani, mevduat toplarlarken kendileri borçlu, mudileri alacaklý, kredi verirken ise kendileri alacaklý, müþterileri borçlu konumunda olmaktadýr.1 Böyle olunca da ister kâr, ister zarar etsinler, borçlarýný ödemelerini, alacaklarýný da tahsil etmelerini saðlayacak hukuki bir temel doðmuþ olmaktadýr.2 Mudi ile yaptýklarý akit gereðince faizli bankalar, mevduattan kaynaklanan borçlarýný normal þartlarda bizzat ödemek zorunluluðuyla karþý karþýyadýrlar. Bununla birlikte onlar, bu tür borçlarýný ödemede aciz kalmamalarý için –ülkeden ülkeye ve mevduatýn türüne göre bazý farklýlýklar arzetse de- birtakým önlemler almak zorundadýrlar. Sözgelimi, ülkemizde faaliyet gösteren bankalar, mevduatýn belli bir miktarýný kasalarýnda tutarlarken (disponibilite), bir miktarýný da munzam / kanuni karþýlýk olarak merkez bankasýnda bloke ederler; ayný zamanda elde edilen gelirin bir kýsmýný daðýtmayýp yedek akçe (ihtiyat akçesi) olarak þirket bünyesinde alýkoyarlar.3 Bütün bu tedbirlere raðmen mali bünyeleri borçlarýný ödeyemeyecek kadar zayýflarsa, birçok ülkede, kanaatimizce halkýn bankacýlýk sistemine karþý güvenini sarsmamak, buna baðlý olarak mevduatlarýn bankalardan çekilmesini önlemek gibi gerekçelerle mudilerin borçlarýný ödeme sorumluluðunu kýsmen veya tamamen üstlenen resmi bir sigorta sistemi devreye girmektedir. Böylece mevduatlar devlet garantisi altýna girmiþ olmaktadýr.4 Ülkemizde bu görevi, yalnýzca tasarruf mevduatlarýný* kapsayacak þekilde Tasarruf Mevduatý Sigorta Fonu yerine getirmektedir.5 Bu fona gelir olmak üzere tasarruf mevduatlarýndan % 03 oranýnda kesinti yapýlmaktadýr.6 Diðer bazý ülkelerde de benzer kurum ve uygulamalar mevcuttur.7 1 2 3 4 * 5 6 7 Tezer Öçal – Ö. Faruk Çolak, Para-Banka, Ankara: Ýmge Kitabevi Yay., 1988, s. 32-36; Servet Eyüpgiller, Bankacýlar Ýçin Banka Ýþletmeciliði Bilgisi, 6. baský, Ankara: Banka ve Ticaret Hukuku Araþtýrma Enstitüsü (T. Ýþ Bankasý A.Þ. Vakfý), 1997, s. 105. Öçal–Çolak, Para-Banka, 32-36; Eyüpgiller, Bankacýlar Ýçin Banka Ýþletmeciliði, 105; el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye el-Ýslâmiyye ve kadâya’t-teþgîl, Kahire: Dâru Ebullû li’t-týbâa, 1996/ 1417, s. 258. Öçal–Çolak, Para-Banka, 31-32; Eyüpgiller, Bankacýlar Ýçin Banka Ýþletmeciliði, 60-61. Geniþ bilgi için bkz. Öçal–Çolak, Para-Banka, 33-35; Eyüpgiller, Bankacýlar Ýçin Banka Ýþletmeciliði, 59-63. Bankalarýn topladýklarý mevduatlar, sahiplerine göre birkaç gruba ayrýlýr. Tasarruf mevduatý bunlardan biridir. Bu mevduat grubu, gerçek kiþilerce bu ad altýnda bankalara yatýrýlan paralar ile, vakýflara, dernek ve birliklere, sendikalara, kanunla veya bir kanuna dayanarak kurulmuþ tasarruf sandýklarýna ait mevduatlarý kapsar (Öçal–Çolak, Para-Banka, 33-34). Öçal–Çolak, Para-Banka, 33-34; Eyüpgiller, Bankacýlar Ýçin Banka Ýþletmeciliði, 239-42. Eyüpgiller, Bankacýlar Ýçin Banka Ýþletmeciliði, 241. Örnekler için bkz. el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 272-73. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 45 Faizli bankalarda uygulanan bu sistemin istismara açýk yönleri elbette vardýr. Banka sahipleri, nasýl olsa neticede sigorta fonu tarafýndan ödenecek düþüncesiyle bankalarýný bilinçli olarak zarara sürükleyebilirler. Bundan doðacak zarar, toplumsal bir kayýp olacaðýndan, toplumun bankayla ilgisi olsun veya olmasýn bütün bireyleri tarafýndan ortaklaþa karþýlanacaktýr. Ayrýca banka sahiplerinin istismarý, kendileri için haksýz bir gelir, toplumun bireyleri için de zarar anlamýna geleceðinden, gelir daðýlýmýný haksýz biçimde bozacaktýr. Ancak mevduatlarýn borç statüsünde toplanmasýna dayanýlarak yapýlacak kanuni düzenlemelerle, takibatlarla ve yöneticilerin kararlý tavýrlarýyla, bu zararlar istismarcýlarýn diðer malvarlýklarýndan karþýlanabilir, toplumun zararý azaltýlabilir veya tamamen giderilebilir. Bununla birlikte, banka ile mudi arasýndaki iliþkinin temelde borç-alacak iliþkisi olduðuna dayanýlarak, mevduatlardan devlet garantisi tamamen kaldýrýlabilir. O zaman her türlü mevduatta meydana gelen zararlarý bizzat banka karþýlar. Borç statüsü bu düzenlemelerin yapýlabilmesine her zaman imkan tanýmaktadýr. Bankacýlýk sisteminin hukuki açýdan borç temeline dayanmasý, banka ile kredi kullananlar açýsýndan da önemli sonuçlar doðurmaktadýr. Bunlarýn en önemlisi, borç akdinin bankaya, kullandýrdýðý kredilerin geri dönüþünü saðlayacak saðlam bir hukuki zemin sunmuþ olmasýdýr; zira banka, alacaðýný borçludan tahsil etmeye hak sahibi olmaktadýr. O halde netice olarak, gerek kendisine, gerekse mudilerine esasen faiz yoluyla kazanç saðlamasýný genel olarak tasvip etmesek bile, mevduat toplama ve kredi kullandýrma iþlemlerinin temelde borç-alacak statüsünde yürütüldüðü faizli bankacýlýk sisteminde mevduatlarýn ve kredilerin herhangi bir þekilde teminat altýna alýndýðýný söyleyebiliriz. XX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda hem Müslümanlar arasýnda faize karþý Ýslâmî hassasiyetin, hem de ülkemiz gibi demokratik ülkelerde faizli bankalarýn sun’i iflaslarla toplumu ve devleti zarara uðratmalarýna karþý duyulan toplumsal tepkinin artmasýna paralel olarak, Ýslâm dünyasýnda ortaya çýkan faizsiz bankacýlýk uygulamasýnda, mevduatlarýn garanti altýna alýnmasý konvansiyonel bankalarda olduðundan çok daha farklý bir görünüm arzetmektedir. Bu bankalar, cari hesaplarda topladýklarý mevduatlara geri ödeme garantisi verirken, yatýrým hesaplarýnda topladýklarý mevduatlara ayný 8 Refîk el-Mýsrî, Masrifu’t-Tenmiye el-Ýslâmî ev Muhâvele Cedîde fi’r-Ribâ ve’l-Fâide ve’l-Benk, Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 1407/1987, s. 350; Mustafa Abdullah el-Hemþerî, el-A’mâlü’lmasrifiyye ve’l-Ýslâm, Kahire: el-Hey’etü’l-âmme li þuûni’l-matâbii’l-emîra, 1405/1985, s. 25153; el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 68, 260. 46 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I garantiyi vermemektedirler. Çünkü faizli bankalar borç statüsünde mevduat toplamalarýna raðmen, faizsiz bankalar cari mevduatlarý ödünç (karz),8 yatýrým mevduatlarýný ise ortaklýk statüsünde toplamaktadýrlar. Böyle olunca da, cari mevduatlara geri ödeme garantisi verirken, yatýrým mevduatlarýna ayný garantiyi vermemektedirler.9 Konuyla ilgilenen araþtýrmacýlarýn neredeyse tamamý, çaðdaþ faizsiz bankacýlýk sisteminin Ýslâm hukukundaki (fýkýh) mudârabe hükümlerinin üzerine kurulmasý gerektiðini, dolayýsýyla yatýrým mevduatlarýyla ilgili bu durumun Ýslâm’a uygun olduðunu ileri sürmektedirler.1 0 Bankalar da onlarýn bu görüþlerine dayanarak, zarar veya iflas etmeleri halinde mudilerinin anamallarýný kýsmen veya tamamen ödememektedirler. Neticede hem bu bankalarýn güvenilirlikleri sarsýlmakta, hem de mudiler maðdur olabilmektedirler. Yatýrým mevduatlarýnýn faizsiz bankalara yatýrýlan mevduatlarýn ortalama % 90’ýna tekabül etmesi,1 1 konunun ne kadar nazik bir durum arzettiðini göstermektedir. Mudârabe kurallarý gereðince, bu nazik durumun Ýslâm’dan kaynaklandýðý gibi bir görüntü ortaya çýkmaktadýr. Bizim bu araþtýrmamýzýn konusu da iþte bu noktada belirginleþmektedir. Bu araþtýrmamýzda biz, hem faizsiz bankalarýn bu uygulamalarýný yüce Ýslâm dini ve onun ana kaynaðý Kur’ân açýsýndan onaylamanýn mümkün olup olmadýðýný ortaya koymayý, hem de bu bankalarýn çalýþma sistemlerine küçük, ama sonuçlarý itibariy- 9 10 11 Hayreddin Karaman, Ýslâm’a Göre Banka ve Sigorta, ilaveli 3. baský, Ýstanbul: Nesil Yay., 1992, s. 54 (Dördüncü Baskýya Önsöz); Hamdi Döndüren, Ýslâm Ekonomisinde Sermaye Birikimi ve Kullanýlma Yöntemleri, “ÝLAM Araþtýrma Dergisi”, Ýstanbul: ÝLAM, C. I, sayý: 2 (TemmuzAralýk 1996, ss. 53-80), s. 70; M. A. Mannan, Faizsiz Banka (Ýslâm ve Modern Bankacýlýkta Eðilimler), çev. M. T. Güran, Ankara: Ufuk Yay., tarihsiz, s. 316; Adnan Büyükdeniz, Faizsiz Finans Kurumlarýnýn Mali Sistem Ýçindeki Yeri ve Çalýþma Prensipleri, “Türkiye’de Özel Finans Kurumlarý –Teori ve Uygulama-”, Ýstanbul: Albaraka Türk Yay., 2000 (ss. 23-28), s. 25; Mustafa Tosun, Türk Mali Sisteminde Özel Finans Kurumlarý Deneyimi ve ÖFK’larýn Türk Banka Sistemi Ýçindeki Yeri Üzerine, “Türkiye’de Özel Finans Kurumlarý –Teori ve Uygulama-” (ss. 177-90), Ýstanbul: Albaraka Türk Yay., 2000, s. 179; Mahmut Vural, Finansal Hizmetlerin ve Özel Finans Kurumlarýnýn Vergilendirilmesi, “Türkiye’de Özel Finans Kurumlarý –Teori ve Uygulama-” (ss. 227-33), s. 230-31; Fahim Khan, Islamic Banking as Practised Now in the World, “Money and Banking in Islam” (pp. 259-275), edited by Ziauddin Ahmed – Munawar Iqbal – M. Fahim Khan, Islamabad: Institute of Policy Studies, 1983, p. 261; el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 66-67; Abdul Halim Ismail, Bank Islam Malaysia: Principles and Operations, “An Introduction to Islamic Finance” (pp. 258-83), Edited by S. Ghazali Sheikh Abod – Syed Omer Syed Agil – Aidit Hj. Ghazali, Kuala Lumpur: Quill Publishers, 1992, s. 274-75. Mannan, Faizsiz Banka, 316; Sâmî Hasen Ahmed Hamûd, Tatvîru’l-a’mâli’l-masrifiyye bimâ yettefik ve’þ-Þerîatü’l-Ýslâmiyye, et-tab’atü’s-sâlise, Kahire: Mektebetü dâri’t-türâs, 1411/1991, s. 381 vd. Ýstatistikler, faizsiz bankalarda toplanan mevduatlardan ortalama % 10’unun cari mevduat, geri kalanýnýn ise yatýrým mevduatý olduðunu göstermektedir. Bkz. el-Garîb Nâsýr, Usûlü’lmasrifiyye, 285-86. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 47 le büyük bir katký yapmayý hedefliyoruz. Hedefimize ulaþabilmek amacýyla, önce bu bankalarýn uygulamalarýnýn dayanaðý olarak gösterilen mudârabeyi ele alarak, bir bankacýlýk sistemi için temel teþkil etmeye elveriþli olup olmadýðýný sorgulayacaðýz; sonra da Hz. Peygamber ve ilk dört halife dönemlerinde bir sermaye toplama yöntemi olarak uygulandýðý anlaþýlan selef metodunu tanýtarak, faizsiz bankacýlýk baðlamýnda mudârabe ile mukayese edeceðiz. II. Tarihi Geliþim: Mudârabe Deneyimi Varlýklý kiþileri servetlerini iþletme karþýsýnda sergiledikleri iktisadi davranýþlar bakýmýndan birkaç grupta mütalaa etmek mümkündür. Bunlardan bir kýsmý, servetlerini iyi niyetle ve verimli bir þekilde iþleterek insanlara iþ alanlarý açarlar, hem kendileri kazanýrlar, hem baþkalarýna ve topluma kazandýrýrlar, hem de muhtaçlara yardým ederler. Kur’ân’da bu tür zenginler sürekli bir biçimde övülerek, Allah katýndaki yüksek derecelerine dikkat çekilir.1 2 Diðer kýsmý, çeþitli nedenlerle servetlerinin bir bölümünü veya tamamýný iþletme imkanýndan yoksundurlar. Bir grup zengin de vardýr ki, malý gereksiz yere biriktirerek insanlarýn istifadesinden alýkoyarlar. Bu tür kiþiler Kur’ân’da oldukça þiddetli ifadelerle kýnanýr, yaptýklarý bu iþten dolayý ahirette büyük bir cezaya çarptýrýlacaklarý belirtilir.1 3 Çünkü servetin iþletilmeden atýl vaziyette bekletilmesi, hem bizzat bu servetin sahipleri, hem de toplum için zararlýdýr. O halde atýl vaziyette bekletilen tasarruflarý iktisadi hayata kazandýracak yollar tespit edilmelidir. Bu yollar, ellerindeki servetlerini iþletmeyen veya iþletemeyen zenginleri, bu mallarýný iþletme hakkýný baþkalarýna devrettirecek kadar cazip olmalýdýr. Ayrýca bu yollar, insanlarý tasarrufa yöneltme fonksiyonunu da etkili bir biçimde icra etmelidir. Öte yandan iþletmeci kiþi ve kurumlara da çýkar saðlayabilmelidir. Burada kýsaca þunu demek istiyoruz ki, bir toplumda insanlarýn ellerinde atýl vaziyette bekleyen veya verimli alanlara yöneltilemeyen malvarlýklarýný aktif hale getirerek, verimli alanlarda iþletilmelerini saðlayacak, bu arada hem servet sahiplerine, hem iþletmecilere cazip gelecek, hem de iþlettirilmek üzere tasarruf yapýlmasýna yol açacak, yani herkes için faydalý olacak bir formül lazýmdýr. Ýslâm tarihinde bu formülün en yaygýn örneklerinden birisi mudârabedir. Mudârabenin faizsiz bankacýlýk için entelektüel bir temel oluþturup oluþturmadýðýný, onun cahiliye dönemindeki uygulama 12 13 Birkaç örnek için bkz. Bakara (2), 3, 261-64, 274; Âl-i Ýmrân (3), 117, 134; Sebe’ (34), 10-13. Tevbe (9), 34-35. 48 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I biçimini, ilk Ýslâm toplumundaki fonksiyonunu ve Ýslâm hukukundaki anlamýný ortaya koyduktan sonra irdeleyebiliriz. 1. Cahiliye Döneminde ve Ýlk Ýslâm Toplumunda Mudârabe Tarihçilerin verdiði bilgilerden, mudârabenin eski bir Arap geleneðine dayandýðý anlaþýlmaktadýr. Ýslâm’dan önce Mekkeli sermayedarlardan bir kýsmý, ticaretten anlayan ve güvenilir gördükleri bazý kiþilere, ücret karþýlýðýnda kiralayarak ve / veya kâra belli bir oranda ortak yaparak, birtakým ticari iþlerini yaptýrýrlardý. Mesela, onlarý ticaret kervanlarýnýn baþýnda civar ülke ve þehirlere gönderirlerdi. Onlar ticaret kervanýnýn taþýdýðý mallarý oralarda satarlar, Mekke pazarlarýnda veya diðer pazarlarda satmak üzere yeni mallar satýn alýrlardý. Ayrýca gidip gelirken uðradýklarý yerlerde de alýþveriþ yaparlardý. Sermayedarlar da baþta yaptýklarý anlaþma gereðince elde edilen kârýn bir kýsmýný veya belli bir oranýný emeklerinin karþýlýðý olarak onlara verirlerdi. Bu iliþki bazen ileri boyutta dostluklara dönüþebilirdi. Nitekim Ýslâm’dan önce Hz. Hatice, ücretlerini vererek veya saðlanacak kâra onlarý ortak ederek, sermayesini (mâl) bu tür kiþilere ticari iþlerde iþlettirirdi. Hz. Muhammed’in doðru sözlü, güvenilir ve iyi ahlaklý olduðunu öðrenince, böylesi iþler için o ana kadar verdiði ücretten daha fazlasýný vereceðini söyleyerek, kendine ait sermayesini Þam’a götürmesini ve ticari iþlerde iþletmesini teklif etmiþ, o da bu teklifi kabul etmiþ, görevini de en güzel þekilde yapmýþtý. Bu iliþki, Hz. Hatice ile Hz. Muhammed’in evlenmesi ile sonuçlanmýþtý.1 4 Yine Hz. Muhammed’in, mudârib veya ücretli olarak sermaye iþletmek üzere, bir defa Tihâme’deki Hubâþe Pazarý’na,1 5 iki defa da Yemen’in Cureþ þehrine1 6 gittiði bilinmektedir. Özet olarak verilen bu bilgiler, Ýslâm’dan önce mudârabenin, sermayedar ile iþletmeci arasýnda yapýlan anlaþmaya baðlý olarak, hem kâr ve zarar ortaklýðý, hem de iþletmeciye verilen belli bir ücretten sonra yalnýzca kâr ortaklýðý þeklinde uygulandýðý anlaþýlmaktadýr ki, bu ikincisi, günümüzde 14 15 16 Muhammed b.Ýshâk b. Yesar, Sîratu Ýbn Ýshâk (Kitâbü’l-Mübtede’ ve’l-Meb’as ve’l-Megâzî), thk. Muhammed Hamidullah, Konya: Hayra Hizmet Vakfý, 1401/1981, s. 59-61; Ebû Muhammed Abdulmelik b. Hiþâm, es-Sîratu’n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Sakka vd., Beyrut: Dâru ihyâi’ttürâsi’l-Arabî, tarihsiz, I, 199-201; Muhammed b. Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, Beyrut: Dâru sâdir, tarihsiz, I, 131-32; Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tarîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk (Tarîhu’t-Taberî), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1407, I, 521; Mevlânâ Þiblî, Ýslâm Tarihi: Asr-ý Saâdet, çev. Ömer Rýza [Doðrul], Ýstanbul: Âsâr-ý Ýlmiyye Kütüphanesi, 1928/1347, I, 206-10. et-Taberî, Tarîh, I, 522. Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Hâkim en-Neysâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn fi’lHadis, Riyad: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, tarihsiz, III, 200. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 49 uzman kiþilere sabit bir taban ücreti, ilave olarak da belli bir miktarý aþan satýþlarda prim verilerek pazarlamacýlýk yaptýrýlmasý usulü ile benzerlik arzetmektedir. Bu cümlelerden, Ýslâm’dan önce Araplar arasýnda mudârabenin aþýrý derecede yaygýn olduðu gibi bir sonuç çýkarýlmamalýdýr. Zira kaynaklarda yer alan bilgilerden, o dönemde her ticaret adamýnýn kendi iþini mümkün olduðunca bizzat yürüttüðü, sermayesini ihtiyaç hasýl oldukça mudârabe vb. ortaklýk usulleriyle baþkalarýna iþlettirdiði anlaþýlmaktadýr. Ayrýca rahatça hissedilir bir güven bunalýmýnýn yaþandýðý Hicaz ortamýnda mudârabenin çok yaygýn olduðunu düþünmenin aþýrý derecede iyimserlik olacaðýnda þüphe yoktur. Ýslâm öncesi dönemin, “cahiliye” tabiriyle nitelenen, dünyevi ve uhrevi sorumluluk bilincinden, siyasi otoriteden ve herkesin uymak zorunda olduðu hukuk kurallarýndan yoksun toplumsal yapýsý da fazla iyimser olmamýzý zayýflatan faktörlerdir. Mudârabe, Ýslâm’dan sonra da varlýðýný sürdürmüþtür. Hz. Peygamber, kendi dönemindeki insanlarýn yaptýklarý mudârabeyi tasvip etmiþtir.1 7 O, cahiliye dönemine ait bile olsa, taraflarýn birbirini aldatmadan ve birbiriyle niza etmeden sürdürmüþ olduklarý bu tür ortaklýklardan övgüyle söz etmiþtir.1 8 Eþi Hz. Âiþe (58/678) kendisine býrakýlan mallarý mudârabe sermayesi olarak baþkasýna devretmiþtir.1 9 Ýkinci Halife Hz. Ömer (23/644), oðullarý Abdullah ile Ubeydullah’a Basra valisi (emîr) Ebû Musa el-Eþ’arî’nin (44/664), iþleterek kendilerine kazanç saðladýktan sonra babalarýna teslim etmek üzere Irak’ta hazine malý vermesini, oðullarý ile devlet arasýnda akdedilen bir mudârabe sayarak, kârý onlarla hazine arasýnda yarý yarýya bölüþtürmüþtür.2 0 O, mudârabe ortaklýðýný, yetimlerin mali haklarýný koruma, paralarýnýn deðerinin düþmesini önleme, mallarýný artýrma gibi hayýr iþlerinde mali bir araç olarak da kullanmýþtýr. Sözgelimi, bir yetimin malýný 17 18 19 20 21 22 Þemsü’l-Eimme Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr es-Serahsî, Kitâb el-Mebsût, Ýstanbul: Çaðrý Yayýnlarý, 1983/1403, XXII, 19. Ýbn Mâce’nin (273/886) rivayetine göre, Hz. Peygamber, es-Sâib’e, “Cahiliye [döneminde] sen benim ortaðýmdýn, iyi bir ortaktýn, beni aldatmazdýn, beni þüphelendirmezdin / benimle tartýþmazdýn.” demiþtir (Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd, Sünenü Ýbn Mâce, thk. M. Fuâd Abdulbâkî, et-tab’atü’s-sâniye, Ýstanbul: Çaðrý Yayýnlarý, 1992/1413, K. et-ticârât: 63, II, 768, No: 2287). es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 18. Mâlik b. Enes el-Asbahî, Muvattau Mâlik, thk. M. Fuad Abdulbaki, Ýstanbul: Çaðrý Yayýnlarý, 1981, K. el-Kýrâd, 32: 1, II, 687-88 (Metin Mâlik’e ait); Ebu’l-Hasan Ali b. Ömer ed-Dârakutnî el-Baðdâdî, Sünenü’d-Dârakutnî, thk. es-Seyyid Abdullah Hâþim Yemânî, el-Medenî, Beyrut: Dâru’l-ma’rife, 1386/1966, K. el-Buyû’, 241, III, 63. Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebî Þeybe, Musannafü Ýbn Ebî Þeybe, thk. Kemâl Yûsuf elHût, Riyâd: Mektebetü’r-rüþd, 1409, IV, 390, No: 21368; Ebû Abdillâh Muhammed b. Ýdrîs eþÞâfiî, el-Üm, et-tab’atü’s-sâniye, Beyrut: Dâru’l-ma’rife, 1393, VII, 108. Ebû Yûsuf Ya’kûb b. Ýbrahim el-Ensârî, Kitâbül-âsâr, thk. Ebû el-Vefâ’, Beyrut: Dâru’l-kütübi’lilmiyye, 1355, s. 160, No: 732; Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 390, No: 21369. 50 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I mudarabe usulüyle iþletmesi için birisine vermiþ, elde edilen kazancý ikisi arasýnda paylaþtýrmýþtýr.2 1 Diðer bir yetimin malýný, deniz ticaretinde mudârib olarak iþletmesi þartýyla baþka birisine vermiþtir.2 2 Ayný þekilde oðlu Abdullah da bazý yetimlerin mallarýný mudarabe usulüyle iþlettirmiþtir.2 3 Üçüncü Halife Hz. Osman (35/656), el-Alâ’ b. Abdirrahman’ýn (132/749750) dedesine2 4 kârý ikisi arasýnda ortak olmak üzere mudârabe sermayesi vermiþtir.2 5 Abdullah b. Mes’ûd (32/652), Zeyd b. Halîde’ye mudârabe usulüyle iþletmesi için sermaye vermiþtir.2 6 Hz. Hasan (49/669), bir yetimin malýný, mudarabe usulüyle iþletmesi için bir kiþiye devretmiþtir.2 7 Bu örnekler, Hz. Muhammed’in ashabý arasýnda mudârabe ortaklýðýnýn yaygýnlaþtýðýný göstermektedir. Hz. Peygamber’in damadý ve dördüncü Halife Hz. Ali (40/661) de, mudârabede zararýn sermayeye, dolayýsýyla mal sahibine ait olduðunu, kârýn ise üzerinde anlaþýlan þekilde paylaþýlacaðýný söylemek suretiyle,2 8 mudârabenin o dönemde uygulanan temel kuralýný bildirmiþ olmaktadýr. 2. Ýslâm Hukukunda Mudârabe Gerek Hz. Peygamber’in mudârabeyi övmesi, gerekse onun ashabý arasýnda mudârabe ortaklýðýnýn yaygýn olmasý, Ýslâm alimlerinin dikkatlerini bu ortaklýk üzerinde yoðunlaþtýrmalarýna neden olmuþtur. Onlarýn genel kabul gören açýklamalarýna göre, bir Ýslâm hukuku (fýkýh) terimi olarak mudârabe, bir veya birçok iþ yapmak amacýyla ve sonuçta ortaya çýkan kârý paylaþmak, zararý ise sermayeye çýkarmak þartýyla bir tarafýn sermayesini, diðer tarafýn da emeðini ortaya koyarak yaptýklarý bir ortaklýk türüdür. Þirketin bu türüne Iraklýlar mudârabe adý verirlerken, Hicazlýlar kýrâd ve mukârada isimlerini kullanmayý tercih etmiþlerdir. Bazý alimler muâmele demeyi yeðlemiþ23 24 25 26 27 28 29 Örnek olarak bkz. Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 390, No: 21367; Ebû Bekir Ahmed b. elHüseyin el-Beyhakî, Sünenü’l-Beyhakî el-kübrâ, Mekke: Mektebetü dâri’l-bâz, 1414/1994, VI, 111, No: 11388. Dedesinin ismi Ya’kûb olup (Ebu’l-Haccâc Yûsuf b. ez-Zekî Abdurrahman el-Mizzî, Tehzîbü’lkemâl, thk. Beþþâr Avvâd Ma’rûf, Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 1400/1980, XXXI, 108), Mâlik b. Evs’in mükâtebidir (Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân et-Temîmî, es-Sikât, thk. es-Seyyid Þerefüddin Ahmed, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1395/1975, V, 247). Mâlik, el-Muvatta’, II, 688. Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-âsâr, 186, No: 845. eþ-Þâfiî, el-Üm, VII, 108; Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 390, No: 21370. Ebû Bekir Abdurrezzâk b. Hemmâm, el-Musannaf, thk. Habîburrahmân el-A’zamî, et-tab’atü’ssâniye, Johannesburg–Karachi–Gujarat: Majlis Ilmi, 1403/1983, VIII, 248. Geniþ bilgi için bkz. Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm, el-Muhallâ, thk. Muhammed Münir ed-Dimaþkî, Beyrut: Ýdâratü’t-týbâti’l-münîriyye, 1350, VIII, 247; es-Serahsî, elMebsût, XXII, 17-18; Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed el-Mâverdî, Min usûli’l-iktisâdi’l-Ýslâmî elmudârabe li’l-Mâverdî mukâraneten beyne’l-mezâhibi’l-fýkhiyye (el-Mâverdî’nin, el-Hâvî el- Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 51 lerdir. Mudârabe ortaklýðýnda sermaye sahibine genellikle rabbü’l-mâl (mal sahibi), emek sahibine de mudârib / mukârid (iþletmeci, çalýþan) denilmektedir.2 9 Bu genel bilginin aldatýcý olmamasý bakýmýndan, Ýslâm alimlerinin iþ yapma birine ait olmak üzere iki kiþinin sermayelerini birleþtirerek ve alacaklarý kâr oranlarýný belirleyerek de mudârabe yapabileceklerini genellikle tasvip ettiklerini3 0 belirtmekte yarar görüyoruz. Her iki durumda da esas olarak, akit yapan taraflardan birisi veya her ikisi anamalý saðladýðý, diðeri ise emeðini ortaya koyduðu için bu ortaklýk türü emek-sermaye þirketi þeklinde Türkçe’ye çevrilebilir.3 1 Bazen tercih edilebilen kâr-zarar ortaklýðý tabirinin ise, mudârabe ile sýnýrlý kalmadýðý, taraflarýn hem kârý, hem de zararý üstlenmelerini gerektiren her türlü þirketi kapsadýðý gözden kaçýrýlmamalýdýr. Klasik uygulama þeklinde mudârabenin sahih olabilmesi için taraflarla, bizzat akitle, akdin konusuyla (iþletmecinin yapacaðý, ticaret, tarým, zanaat, kiralama vb. iþlerle) ve sermaye ile ilgili bazý þartlarýn gerçekleþmesi gerektiði belirtilmektedir.3 2 Biz burada bu þartlarýn hepsi üzerinde duracak deðiliz; araþtýrmamýzýn amaçlarýna uygun olarak sadece bir-iki noktaya dikkat çekmekle yetineceðiz. Ýslâm alimlerinin çoðunluðu mudârabenin sahih olabilmesi için, sermaye yapýlacak malýn cinsinin ve miktarýnýn belli olmasýnýn þart olduðunu savunmuþlardýr. Bazý alimler bunlara malýn niteliðini de eklemiþlerdir.3 3 Bu þartlarýn bir parçasý olarak, altýn, gümüþ veya bunlar- 30 31 32 33 34 kebîr isimli eserinin Kitâbü’l-mudârabe kýsmýnýn tahkikli basýmý), thk. Abdulvehhâb es-Seyyid es-Sibâî Havâs, Kahire: Dâru’l-ensâr, tarihsiz, 98-100; Ebu’l-Hüseyin Ali b. Ebî Bekir el-Merginânî, el-Hidâye þerhu’l-Bidâye, Beyrut: el-Mektetü’l-Ýslâmiyye, tarihsiz, III, 202; Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. Rüþd el-Kurtubî, Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’lmuktesid, et-tab’atü’l-hâmise, Mýsýr: Þirketü mektebe ve matbaa Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1401/1981, II, 236; es-Seyyid eþ-Þerîf Ali b. Muhammed b. Ali Ebû’l-Hasen el-Huseynî elCürcânî, et-Ta’rîfât, Beyrut: Âlemü’l-kütüb, 1407/1987, s. 272; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye ve Istýlahatý Fýkhiyye Kamusu, Ýstanbul: Bilmen Yayýnevi, tarihsiz, VII, 101; Ali Himmet Berki, Açýklamalý Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ý Adliyye), 3. baský, Ýstanbul: Hikmet Yayýnlarý, 1982, s. 290 (Madde: 1404); Osman Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku Emek-Sermaye Þirketi (el-Mudaraba), Ýstanbul: Marifet Yayýnlarý, 1981, s. 249-50; Nezih Hammâd, Ýktisadî Fýkýh Terimleri, çev. Recep Ulusoy, Ýstanbul: Ýz Yayýncýlýk, 1996, s. 236-37; Muhammed Ravvâs Kal’acî, Mu’cemu lugati’l-fukahâ’ Arabî-Ýnkilizî-Fransî, Beyrut: Dâru’n-nefâis, 1416/1996, s. 404. Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Kudâme el-Makdisî, el-Muðnî, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1405, V, 20; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 257-58. Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 247-48. Ayrýntýlý bilgi için bkz. Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VII, 103-04; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 254-57, 261 vd. el-Mâverdî, el-Mudârabe, 112-13; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 236; Ýbn Kudâme, elMuðnî, V, 43-44; Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VII, 103; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 269-72. Mâlik, el-Muvatta’, II, 693; er-Rebî’ b. Habîb b. Ömer el-Ezdî el-Basrî, Müsnedü’r-Rebî’ (esSahîh), thk. Muhammed Ýdrîs-Âþur b. Yusuf, Beyrut: Dâru’l-hikme, Saltanatü Umân: Mektebetü’l-istikâme, 1415, s. 232, No: 587; Abdurrezzâk el-Musannaf, VIII, 250, No: 15095, 15098; Ýbn Hazm, el-Muhallâ, VIII, 247; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 37-38; el-Mâverdî, el-Mudârabe, 52 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I dan yapýlmýþ para (ayn) haricindeki mallarýn ve sermayedarýn iþletmeci olarak tayin edeceði kiþideki alacaklarýnýn mudârabe sermayesi yapýlmasýný genellikle tecviz etmemiþlerdir.3 4 Ayný þekilde, deðerleri siyasi ve iktisadi þartlara göre büyük deðiþiklikler gösterebilen, hatta tedavülden kalktýðýnda para olarak deðerleri tamamen yok olabilen bakýr, bronz vb. madenlerden mamul paralarýn (fülûs) þirket sermayesi yapýlmasý, Ýslâm hukukçularý arasýnda genel olarak kabul görmemiþtir.3 5 Öte yandan, alimlerin genel kanaatlerine göre, emek sahibinin kârdan alacaðý payýn üçte bir, dörtte bir vb. þekillerde belli olmasý da þarttýr. Aksi halde mudârabe bozulur.3 6 Bununla birlikte kârýn eþit olarak paylaþýlmasý þart deðildir; dolayýsýyla, baþta yapýlan anlaþma gereðince, kâr yarý yarýya bölüþülebileceði gibi, taraflardan biri kârýn üçte birini, daha fazlasýný veya daha azýný, diðeri de geri kalanýný alabilir. Ýþletmeci önce anamalý mal sahibine öder, sonra kâr bölüþülür.3 7 Bazý alimler ise, taraflarýn kârýn 1.000 dirhemini bir tarafýn, geri kalanýný da diðer tarafýn almak üzere anlaþmalarýný sakýncalý görmemiþlerdir.3 8 Eðer kârýn nasýl paylaþýlacaðý belirlenmemiþse, iþletmeciye yaptýðý iþ için baþkalarýnýn aldýðý ücret kadar ücret (ecr-i misil) verilir.3 9 Mudârabenin önemli bir özelliði de mal sahibinin, iþletmeciyi, iþ çeþidi, süre, yer, zaman (ay, mevsim gibi), ticaret malý, ticaret türü, mal satýn alacaðý satýcý, mal satacaðý müþteri vb. yönlerden ticari gelenek ve gereklilikler doðrultusunda sýnýrlandýrabilmesidir.4 0 Nitekim, el-Abbâs b. Abdulmuttalip (32/652-53) malýný birisine mudârabe fonu olarak verdiði zaman, denizde seyahat etmemesini, vadiye inmemesini, canlý hayvan satýn alma- 35 36 37 38 39 40 41 106-109 (dipnotlarla birlikte); Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 236; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 11, 13; Alâüddin el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, et-tab’atü’s-sâniye, Beyrut: Dâru’l-kitâbi’l-Arabî, 1982, 82; Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VII, 103; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 266-67, 270. es-Serahsî, el-Mebsût, XI, 160, XXII, 21, 33-34; el-Mâverdî, el-Mudârabe, 109-112 (dipnotlarla birlikte); Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 236-37; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 11; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 59, 82. Mâlik, el-Muvatta’, II, 690-91; eþ-Þâfiî, el-Üm, VII, 111; Ýbn Hazm, el-Muhallâ, VIII, 247-48; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 236; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 20-21; el-Kâsânî, Bedâiu’ssanâi’, VI, 81; Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VII, 104. Mâlik, el-Muvatta’, II, 690-91; Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 248, No: 15088; Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 268; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 19; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 240; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 20-21; Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VII, 104. Mesela, Saîd b. el-Müseyyeb ile Ýbn Sîrîn bu görüþtedir (Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, V, 11). Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 252, No: 15105. Ýþletmecinin hangi yönlerden sýnýrlandýrýlabileceði Ýslâm alimleri arasýnda tartýþmalýdýr. Geniþ bilgi için bkz. Mâlik, el-Muvatta’, II, 690-692; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 150; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 238; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 71-72; Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VII, 102. Ebu’l-Kâsým Süleyman b. Ahmed et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, thk. Tarýk b. Avdullah-Abdulmuhsin b. Ýbrahim el-Hüseynî, Kahire: Dâru’l-Harameyn, 1415, I, 231, No: 760; el-Beyhakî, Sünenü’l-Beyhakî, VI, 111, No: 11391; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 18. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 53 masýný, eðer bunlardan birisini yaparsa, sermayesini tazmin etmesini þart koþmuþ, sonra bu þartlarýný Hz. Peygamber’e sormuþ, o da buna müsaade etmiþtir.4 1 Hakîm b. Hizâm’ýn (54/673-74) da mudarabe yaptýðý zaman, iþletmeciyi ayný þartlarlarla sorumlu tuttuðu nakledilmektedir.4 2 Ýslâm alimleri bu sýnýrlandýrmayý beli kurallara baðlayarak, mal sahibinin anlaþmaya, malýnýn –iþletmeci anlaþmaya aykýrý hareket etmese ve gayr-i meþru iþler yapmasa bile- geri ödenmesini garanti altýna alacak4 3 veya mudârabe bahanesiyle kendisine sabit gelir vb. þekillerde artý kazançlar saðlayacak þartlar koyamayacaðýný, böylesi þartlarýn, türlerine göre, fasit veya batýl olduðunu belirtmiþlerdir.4 4 Bazý alimlere göre, bu þartlar faiz (ribâ) kavramýnýn kapsamýna bile girebilmektedir.4 5 Genellikle Ýslâm alimleri, sermayedarýn iþletmeciyi sýnýrlandýrmadýðý mudârabeye þartsýz / sýnýrsýz mudârabe (elmudârabetü’l-mutlaka), sýnýrlandýrdýðý mudârabeye de þartlý / sýnýrlý mudârabe (el-mudârabetü’l-mukayyede) adý vermektedirler.4 6 Bununla birlikte, bunlardan birincisini genel mudârabe (el-mudârabetü’l-âmme), ikincisini özel mudârabe (el-mudârabetü’l-hâssa) þeklinde adlandýran alimler de mevcuttur.4 7 Ýþletmeci, sermaye sahibinin getirdiði meþru ve akitte belirtilen sýnýrlamalara uymak zorundadýr. Aksi halde sözleþmeye aykýrý hareket etmiþ olur (et-taaddî) ve mal sahibinin verdiði sermayeyi tazmin eder.4 8 Sözleþmeye aykýrý hareket ettiði halde kâr saðlarsa, bazý alimlere göre bu kârý sözleþmedeki gibi paylaþýrlar; bazýlarýna göre kâr mal sahibinindir; di- 42 43 44 45 46 47 48 49 es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 18. Mâlik, el-Muvatta’, II, 692; Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 512; eþ-Þâfiî, el-Üm, III, 168. Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 513; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 238; Ýbn Kudâme, elMuðnî, V, 29, 41-42. Hanefilere göre, mudârabe ortaklýðýndaki fasit þartlar akdi geçici olarak bozar, bunlardan vazgeçildiðinde akit sahih hale döner. Oysa batýl þartlar akdi bir daha sahih olmayacak þekilde bozar. Ayrýntýlý bilgi için bkz. es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 37, 84-85, 149-50. Sözgelimi, Ýkrime (107/725), Katâde (118/736) ve Ýmam Mâlik bu görüþtedir. Bkz. Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 513, No: 22654; Mâlik, el-Muvatta’, II, 689, No: 1374. el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 87; Muhammed Emîn (Ýbn Âbidîn), Hâþiyetü reddi’l-muhtâr ale’d-dürri’l-muhtâr (Hâþiyetü Ýbn Âbidîn), et-tab’atü’s-sâniye, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1386, V, 649; Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VII, 102; Berki, Açýklamalý Mecelle, 291 (Madde: 1406-07); N. Hammâd, Ýktisadî Fýkýh Terimleri, 237. Muhammed b. Ahmed b. Ebî Ahmed es-Semerkandî, Tuhfetü’l-fukahâ’, Beyrut: Dâru’l-kütübi’lilmiyye, 1405, III, 19, 22-23. Mâlik, el-Muvatta’, II, 695; eþ-Þâfiî, el-Üm, VI, 222, VII, 108; Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 252-54; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 242; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 30 vd.; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 82. Hasan el-Basrî, sözleþmeye aykýrý hareket etse dahi iþletmeciyi güvenilir (mu’temen) kabul ederek, sermayeyi tazmin etmesini uygun olaný (salâh) yapmama þartýna baðlamaktadýr (Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 254-55, No: 15121-22). Ayrýntýlý bilgi için bkz. Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 252-55. 54 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I ðer bir gruba göre ise, bu kârý taraflardan hiçbirisi alamaz.4 9 Ancak sözleþmeye aykýrý hareket etmemesine raðmen zararla karþýlaþýlýrsa veya sermaye telef olursa, iþletmecinin bunu tazmin etme gibi bir sorumluluðu yoktur; bu tür zararlar sermayeden karþýlanýr;5 0 buna karþýlýk iþletmeci de emeðinin karþýlýðýný alamaz.5 1 Ýslâm alimlerinin ekseriyetinin kanaatine göre, mudârabe sözleþmesinin gereklerini yerine getirmek amacýyla sefere çýkan bir iþletmecinin makul düzeydeki –ki, bu daha çok örfle belirlenir- binek vb. seyahat harcamalarý, yiyecek, içecek, giyim ve barýnma giderleri, iþçi ücretleri, nakliye masraflarý vb. sermayeden karþýlanýr; zarar edilmesi, iþletmecinin sermaye üzerindeki bu hakkýný ortadan kaldýrmaz.5 2 Genel kanaate göre, sermayeyi iþletme konusunda iþletmeci mal sahibinin vekili durumundadýr. Binaenaleyh, mal sahibinin açýk izni olmadan veya “Kendi görüþüne göre iþ yap” þeklinde izin yerine geçecek bir imada bulunmadan (Hanefiler bu görüþtedir) sermayeyi baþka bir iþletmeciye devredemez;5 3 eðer sermayedardan izinsiz böyle bir þey yaparsa, gaspçý durumuna düþeceðinden veya en azýndan sözleþmeye aykýrý davranmýþ olacaðýndan malý tazmin eder.5 4 Ýslâm alimlerinden bazýlarý mal sahibinin izni konusunu daha da ileri götürerek, iþletmecinin, ancak onun izin vermesi ve ilk mudârabeye zarar vermemesi halinde, iþletmeci olarak baþkasýyla yeni bir mudârabe yapabileceðini ileri sürmektedirler. Onlara göre, bir kiþi iþletmeci olarak iki sermayedarla iki ayrý mudârabe yaptýðýnda ortak ücretli (elecîru’l-müþterek) gibi olmaktadýr.5 5 Bu kiþi, ikinci mudârabeden kâr saðladýðýnda ikinci mal sahibine hissesini verir, kendi hissesini ise birinci mudârabeye ekler. Bundan sonra kârý ilk mal sahibi ile paylaþýr; çünkü bu kâra ilk 50 51 52 53 54 55 56 57 58 Mâlik, el-Muvatta’, II, 692; Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 248-49, No: 15085-86, 15088-89. Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 248, No: 15085, 252-54; Mâlik, el-Muvatta’, II, 696; Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 247, No: 15081, 15083, s. 248, No: 15084; Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 383, VIII, 248, No: 15084; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 63-64; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 240; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 105. Mâlik, el-Muvatta’, II, 695; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 98, 132; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 3031; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 85; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 312. Mâlik, el-Muvatta’, II, 695; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 98-99; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 242. el-Mâverdî, el-Mudârabe, 205-08; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 30. Konuyla ilgili farklý deðerlendirmeler için bkz. Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 30-31. es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 47; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 43; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 87, 92; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 315-16. Þartsýz / sýnýrsýz mudârabede, veresiye alýþveriþ yapmak, iþçi, ev ve hayvan kiralamak, sermayeyi kârýný almak þartýyla iþlettirmek (el-bidâa) ve emanet býrakmak için iþletmecinin sermaye sahibinden izin almasýna gerek yoktur (es-Semerkandî, Tuhfetü’l-fukahâ’, III, 22). es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 47; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 92; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 317. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 55 akit neticesinde gerçekleþen menfaat sayesinde hak kazanmýþtýr.5 6 Ayný þekilde Ýslâm alimlerinin çoðunluðu, iþletmecinin mudârabe için borçlanmasýný, veresiye alýþveriþ yapmasýný,5 7 poliçe (es-süftece) alýp vermesini,5 8 sermayeden hediye, mükafat, sadaka vb. þekillerde teberru etmesini veya ödünç olarak baþkasýna vermesini mal sahibinin izin vermesi þartýna baðlamýþlardýr.59 Ýslâm alimleri, Müslümanlarýn gayr-i müslimlerle mudârabe yapýp yapamayacaðý meselesini de tartýþmýþlardýr. Onlarýn, bu meseleyi ortaklýk akdinin Ýslâm ülkesinde yapýlýp yapýlmamasýný, mal sahibinin veya iþletmecinin Müslüman olup olmamasýný, gayr-i müslim ortaðýn zimmî olup olmamasýný vb. hususlarý hareket noktasý yaparak tartýþtýklarý anlaþýlmaktadýr.6 0 Biz bu tartýþmalarý Ýslâm hukuku araþtýrmacýlarýna havale ederek, araþtýrmamýzýn amacýný ve sýnýrlarýný aþmadan þunu söyleyebiliriz: Ýslâm alimleri genel bir prensip olarak, Müslümanlarýn gayr-i müslim iþletmecilerle ortaklýk kurmalarýný uygun görmemiþlerdir; çünkü gayr-i müslimler faiz alýp vererek veya Ýslâm’a göre haram olan alýþveriþleri yaparak sermayeyi iþletebilirler. Bu yüzden bir Müslümanýn bir gayr-i müslimle yaptýðý mudârabe ortaklýðýnda eðer iþletmeci Müslüman ise, bunda herhangi bir sakýnca yoktur; ancak eðer iþletmeci gayr-i müslim ise, genel kabul gören görüþe göre, Müslüman mal sahibi onun yaptýðý iþlemleri izleme (lafzen: görme) imkanýna sahip olmadýðý müddetçe bu mudârabe caiz deðildir.6 1 Mudârabe hakkýndaki önemli bir ayrýntý da mudârabe akdinin süresi ile ilgilidir. Ýslâm alimlerinin cumhuru bu akdi belli bir süre ile sýnýrlandýrmanýn caiz olmadýðýný belirtirken,6 2 Ebû Hanife (150/767) dahil birçok alim de zaman yönünden konulan sýnýrlandýrmanýn caiz olduðunu ileri sürmektedir.6 3 Ancak caiz görenler de, görmeyenler de sýnýrlandýrmanýn veya sýnýrlandýrmamanýn bir þart olarak deðerlendirilemeyeceði konusunda görüþ birliði içerisindedirler. Bu kanaat, onlara göre, mudârabenin her an feshedi59 60 61 62 63 Mâlik, el-Muvatta’, II, 697; eþ-Þâfiî, el-Üm, VII, 108, 112; es-Serahsî, el-Mebsût, XIX, 103; esSemerkandî, Tuhfetü’l-fukahâ’, III, 22; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 14; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 92; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 317. el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 81. Müslümanlarýn gayr-i müslimlerle mudârabe yapabilmeleri hakkýndaki farklý deðerlendirmeler için bkz. Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 268-69; eþ-Þâfiî, el-Üm, IV, 212; el-Mâverdî, elMudârabe, 244-48 (2 numaralý dipnotla birlikte); es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 125-26; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 2-4; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 262-63. Mâlik, el-Muvatta’, II, 691-92; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 236; el-Kâsânî, Bedâiu’ssanâi’, VI, 105. Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, IV, 563 No: 23150; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 19, 150; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 238-39; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 105; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 329. 56 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I lebileceði sonucunu da ortaya koymaktadýr. Nitekim onlar, mudârabenin kârla ilgili olarak yapýlan ve baðlayýcýlýðý bulunmayan / gönüllü (câiz) akitlerden olduðunu, dolayýsýyla taraflardan herhangi birinin feshetmesi, ölmesi, delirmesi, sefihliðinden dolayý hacr altýna alýnmasý, sermayenin telef olmasý gibi sebeplerden dolayý mudârabenin fesholacaðýný belirtmektedirler.6 4 Bu noktada küçük, fakat önemli bir ayrýntý olarak, mal sahibinin istediði anda akdi tamamen feshederek sermayesinin tamamýný veya kýsmen feshederek sermayesinin bir kýsmýný geri alma hakkýna sahip olmasýný zikretmeliyiz. Bu sonuncu durumda mudârabe yalnýzca geri kalan malda devam eder.6 5 Bu arada farklý görüþte olan hukukçularýn varlýðýný da zikretmek lazýmdýr. Ýbn Rüþd (595/1199), bazý Ýslâm alimlerine göre, iþletmeci iþletmeye baþladýktan sonra mudârabenin baðlayýcý (lâzým) akde dönüþtüðünü, dolayýsýyla mal sahibinin istediði anda akdi feshedemeyeceðini, hatta iþletmecinin ölümünden sonra mirasçý çocuklarýnýn babalarýnýn görevini sürdürebileceðini belirtmektedir.6 6 3. Faizsiz Bankacýlýðýn Temeli Olarak Mudârabe Buraya kadar verdiðimiz bilgiler, Ýslâm tarihi boyunca bilinen ve uygulanan mudârabeyi kýsaca tasvir etmektedir. Aslýnda konu, bizim burada yaptýðýmýz tasvirden çok daha geniþ ve ihtilaflýdýr. Ancak biz, araþtýrmamýzýn amacýný ve sýnýrlýlýðýný göz önünde tutarak, konunun yalnýzca ana hatlarýna temas etmekle yetindik. Bu þekliyle klasik mudârabe, bir ticaret yapma veya sermaye toplama biçimi olarak deðil, bir sermayedarýn, sermayesinin bir kýsmýný ya da tamamýný, ticaret ve/veya üretim yapmayý bilen güvenilir kiþilere, kârý aralarýnda paylaþmak þartýyla iþlettirmesi þeklinde karþýmýza çýkmaktadýr. Bu, taraflarýn ortaya koyduklarý öðeler açýsýndan emek-sermaye ortaklýðý iken, elde ettikleri gelir açýsýndan kâr ortaklýðýdýr. Bu arada, sözleþme esnasýnda iþletmecinin, mudârabeye sermaye koyabileceðini de hatýrdan çýkarmamak gerekir. Tasvir ettiðimiz bu özellikleriyle mudârabe, bir kiþinin, iktisadi alanda bankalar gibi dolaylý olarak deðil de, ticari þirketler gibi doðrudan ve aktif olarak faaliyet gösteren herhangi bir kiþi veya þirkete (müteþebbis þirket) sermaye vererek, iþletim iþlerine karýþmadan ortak olmasýna benzemektedir. Böyle bir ortaklýkta, küçük olsun, büyük olsun bütün ortaklar hem kâra, hem de zarara katýlýrlar; görünürdeki en 64 65 66 Mâlik, el-Muvatta’, II, 691-92; Ýbn Hazm, el-Muhallâ, VIII, 249; es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 19; Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 240; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 38-39. es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 86-87; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 34; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 300-01. Ýbn Rüþd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 240. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 57 önemli farklýlýk, belli bir ücret karþýlýðýnda çalýþan ücretlilerin (iþçi, yönetici, hizmetli vb.), müteþebbis kiþi veya þirket zarar etse bile ücretlerini alma hakkýna sahip olmalarýdýr. Mudârabe, çaðdaþ uygulamalar içerisinde en fazla böyle bir ortaklýða benzetilebilir; dolayýsýyla, kurallarý –mutlaka uygulamak gerekiyorsa- yine böyle bir ortaklýk için esas alýnabilir. Oysa yukarýda da belirttiðimiz gibi, birçok çaðdaþ araþtýrmacý ve teorisyen, mudârabeye bundan çok daha ileri bir fonksiyon yükleyerek, faizsiz bankacýlýk sisteminin bu ortaklýk türünün fýkýh kaynaklarýnda belirtilen ilkeleri üzerine kurulmasý gerektiðini ileri sürmüþlerdir.6 7 Onlara göre, banka, Ýslâmî ve faizsiz olma özelliðini bu ilkelerden almaktadýr; çünkü Ýslâm kaynaklarýnda adý geçen meþru ortaklýk türleri içerisinde faizsiz bankacýlýk sistemi için en elveriþli olaný mudârabedir. Böylece görüþlerine fýkhî ve tarihi bir örnek bulduklarý görüntüsü veren bu araþtýrmacý ve teorisyenler, mudârabe ortaklýðýna dayanan bankacýlýðýn birtakým üstünlük ve avantajlarýndan bahsetmektedirler. Sözgelimi A. Muhammed Abdulaziz en-Neccâr, faiz karþýsýnda ortaklýðýn psikolojik, içtimai, iktisadi ve teknik avantajlarýný sýralamaktadýr. Özetle, parayý çalýþtýrmanýn veya iþ ortaklýðýnýn Allah’a tevekkül etmiþ Müslüman insan tipine psikolojik olarak daha uygun geldiðini, adalet çizgisine daha yakýn olduðunu, halkýn onayýný daha kýsa zamanda kazandýðýný belirtmektedir; içtimai ve iktisadi olarak ortaklarýn üretim gücünü artýrdýðýný, risk ve krizler karþýsýnda cesaret ve dayanma gücü verdiðini, gelirin taraflar arasýnda paylaþýmýnda adalete daha uygun olduðunu, bankanýn bilgi ve tecrübesini iþe yansýtmasýnýn büyük bir fayda temin ettiðini savunmaktadýr; ayrýca bankanýn yatýrým yapacaðý projede bölgesel açýdan maksimum fayda arayacaðýný, bankanýn ortak olduðu projenin baþarýsý için sýrf prestijini korumak maksadýyla bile azami gayreti göstereceðini, bunlarýn da iktisadi verimliliði artýracaðýný ileri sürmektedir; teknik açýdan ise, ortaklýk esasýna dayalý bir bankanýn topluluklara kredi terbiyesi vereceðini, böyle bir bankada ortaklarýn kârlarýný hesaplamanýn mevduatlarýn faizlerini teker teker hesaplamaktan daha kolay olacaðýný, ortaklýðýn kazancýnýn faizden daha çok olacaðýný iddia etmektedir.6 8 M. A. Mannan ise, ortaklýðýn esas alýnmasý neticesinde mevduat 67 68 Geniþ bilgi için bkz. M. A. Mannan, Ýslâm Ekonomisi Teori Ve Pratik, çev. Bahri Zengin – Tevfik Ömeroðlu, Ýstanbul: Fikir Yayýnlarý, 1980, s. 316-17; Muhammed Necatullah Sýddýkî, Ýslâm Ekonomi Düþüncesi, çev. Yaþar Kaplan, Ýstanbul, 1984, s. 57, 97-105; Muhammed Ekrem Han, Ýslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, çev. Ömer Dinçer, Ýstanbul: Kayýhan Yayýnlarý, 1988, s. 65; Karaman, Ýslâm’a Göre Banka ve Sigorta, 27 (Dördüncü Baskýya Önsöz). Ahmed Muhammed Abdulaziz en-Neccâr, Ýslâm Ülkelerinde Ýktisadi ve Ýçtimai Kalkýnma Stratejisi Olarak Faizsiz Bankalar, çev. Hayreddin Karaman, “Ýslâm’a Göre Banka ve Sigorta” (ss. 73-175), Ýstanbul: Nesil Yay., 1992, s. 142-44. 58 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I sahiplerinin birer sermayedar konumuna geleceðini, müteþebbis konumundaki bankalarýn da kendilerine tevdi edilen mevduatlarý en fazla kâr getiren yatýrýmlarda deðerlendireceðini, böylece Ýslâm bankasýnýn, ekonomik olmayan, toplumsal açýdan elveriþsiz ve zararlý endüstri ve ticaretin yayýlmasýný kontrol altýna alýnmasýnda, ekonominin emin ve kararlý bir biçimde geliþmesinde büyük katkýlar saðlayacaðýný öngörmektedir.6 9 Ayrýca, yine onun öngörüsüne göre, ticaret ve ziraat alanlarýna kýsa süreli finansman saðlamalarý, dolayýsýyla kýsa sürede kâr elde etmeleri sebebiyle, ortaklýk esaslarý üzerine kurulu Ýslâmî bankalar, hem mudilerine, hem de kendilerinden ödünç para alanlara güven vermektedir.7 0 Ne var ki, mudârabenin faizsiz bankacýlýk için en uygun ortaklýk þekli olduðunu, kurallarý uygulandýðý takdirde bunun bankaya büyük faydalar saðlayacaðýný söylemekle mesele bitmemektedir. Kanaatimizce bu noktada en az iki önemli soruya cevap aranmalýdýr. Bunlardan birincisi, mudârabe ile bankacýlýk arasýndaki iliþki ile ilgilidir: Hangi özelliklerinden dolayý mudârabe faizsiz bir bankacýlýk sistemi için en uygun geleneksel ortaklýk þeklidir? Veya mudârabe, bankacýlýk ile hangi yönlerden benzerlik arzediyor ki, kurallarý bir banka için temel teþkil edebilsin? Ýkinci soru, mudârabenin zararlarý ile ilgilidir: Mudârabe ortaklýðý, faizsiz bankacýlýða temel yapýldýðýnda, hep fayda mý ortaya çýkmaktadýr, bunun hiç mi zararlý veya olumsuz tarafý yoktur? Þimdi bu sorular gereðince, faizsiz bankacýlýðýn mudârabe temeli üzerine kurulup kurulamayacaðýný, her þeye raðmen bu gerçekleþirse, daha doðrusu gerçekleþmiþse, bunun ortaya çýkaracaðý problemlerin neler olduðunu ve olabileceðini kýsaca ele alabiliriz. Mudârabenin, bankacýlýk sistemine esas alýnabilmesi için, bu ortaklýk þekli ile bankacýlýk arasýnda bir benzerliðin bulunmasý gereklidir. Yukarýda verdiðimiz bilgiler, mudârabenin, mevduat toplayýp kredi kullandýrmak için deðil, fakat ticaret, ziraat, sanayi vb. gerçek iktisat alanlarýna doðrudan yatýrým yaparak kâr elde edip paylaþmak amacýyla genellikle basit düzeyde (iki kiþi arasýnda) kurulan bir ortaklýk türü olduðunu göstermektedir. Oysa banka, finans sektöründe hizmet vererek, reel kesimin gerçekleþtirdiði tasarruflarý yine bu kesime kullandýran, daha açýk bir ifadeyle tasarruf sahipleri ile bu tasarrufa ihtiyaç duyanlar arasýnda finansal anlamda aracýlýk yapan bir kurumdur; asýl fonksiyonu, yatýrým yapmak deðil, mevduat topla69 70 71 Mannan, Ýslâm Ekonomisi, 320. Mannan, Ýslâm Ekonomisi, 317. Ahmet Kýlýçbay, Ýktisadýn Prensipleri, Ýstanbul: Ýstanbul Ün. Ýktisat Fak. Yay., 1974, s. 480-83; Refîk el-Mýsrî, Masrifu’t-tenmiye, 37-38; Öçal–Çolak, Para-Banka, 11; Arif Ersoy, Faizsiz Banka ve Ýþlevleri, “Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli (Faizsiz Kredileþme Sistemi)” (ss. 1-17), Ýstan- Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 59 yarak, bunlarý kredi þeklinde yatýrýmcýlara ve isteyen diðer gerçek veya tüzel kiþilere kullandýrmaktýr. Banka bütün gelirini iþte bu aracýlýktan elde etmektedir.7 1 Bunlara ilaveten, sermaye bakýmýndan ortaya çýkan farklýlýk da göz ardý edilmemelidir. Mudârabe sermayesinin esas itibariyle altýn veya gümüþ olmasý þartýnýn çaðdaþ bankalarda uygulanmasý, imkansýz denecek kadar zordur; zira hem çaðdaþ para olgusuna aykýrýdýr, hem de Ýslâm dünyasýnda bütün bankacýlýk iþlemlerini yürütmeye yetecek miktarda altýn ve gümüþ rezervi bulunmamaktadýr, dolayýsýyla böyle bir uygulama, bu madenlerin deðerlerini gereksiz yere yükseltmekten ve bunlarýn rezervlerini ve/veya ticaretini ellerinde tutan ülkeleri zengin etmekten baþka bir iþe yaramayacaktýr. Bütün bunlardan hareketle söyleyebiliriz ki, mudârabe ile bankacýlýk arasýnda herhangi bir benzerlik kurulamaz; dolayýsýyla, bu ortaklýk türü faizsiz bankacýlýða temel olamaz. Sýrf þekilsel açýdan bakýlsa bile, bu gerçek açýkça görülebilir. Belki bu noktada, bizim bu görüþümüze itiraz amacýyla, Ebû Yûsuf’un (182/797) “felslerle veya içerisindeki katký maddeleri asýl madeninden (altýn veya gümüþ) fazla olduðu için fels hükmüne giren maðþûþ paralarla* veresiye alýþveriþ ya da ödünç (el-kard) muamelesi yapýldýðý zaman, bu paralarýn deðerlerinde akdin yapýldýðý tarihe göre altýn veya gümüþ paraya nispetle meydana gelen yükselme veya düþmelerin ödeme tarihinde dikkate alýnarak, borç miktarýna yansýtýlmasý gerektiðini” belirten görüþüne7 2 dayanýlarak, mudârabe sermayesini altýn ve gümüþ madenlerinden birine endekslemenin, taraflarý enflasyon, deflasyon veya devalüasyondan kaynak- * 72 bul: Ýlmî Neþriyat A.Þ., 1987, s. 3; Mahmud Muhammed Bâbilli, el-Masârifü’l-Ýslâmiyye Darûra Hatmiyye, Beyrut: el-Mektebü’l-Ýslâmî, 1409/1989, s. 16-17; Rasih Demirci vd., Genel Ekonomi Mikro-Makro, Ankara, 1992, s. 245-47; Eyüpgiller, Bankacýlar Ýçin Banka Ýþletmeciliði, 2. Latince follis kelimesinin Arapçalaþmýþ þekli olan fels (ç. fülûs, eflus), teknik bir terim olarak, altýn ve gümüþ dýþýndaki bakýr, nikel, tunç vb. madenlerden basýlan, daha çok bozukluk yerine ve küçük ödemeler için kullanýlan paralara verilen addýr. Arapça’da fels kelimesinin genel olarak her türlü parayý kapsayacak þekilde kullanýldýðý da olmuþtur. Geniþ bilgi için bkz. Cevâd Ali, Ta’rîhu’l-Arab, VIII, 210-11; N. Hammad, Ýktisadî Fýkýh Terimleri, 98; Abdülaziz Bayýndýr, Paranýn Deðer Kaybetmesiyle Ortaya Çýkan Problemler ve Ýslâm Hukukuna Göre Çözüm Yollarý, “Ýslâm Açýsýndan Enflasyon ve Çözüm Yollarý” (ss. 11-61), Ýstanbul: Ensar Neþriyat, 1983, s. 15-18; Ahmed Hasen Ahmed el-Hasenî, Fýkhî ve Ýktisadi Açýdan Ýslâm’da Para, çev. Adem Esen, Ýstanbul: Ýz Yay., 1989, s. 69-70; Ýbrahim Artuk, ‘Fels’ Maddesi, “TDV Ýslâm Ansiklopedisi”, Ýstanbul: ÝSAM, 1995, XII, 309-10. Maðþûþ paralar ise, bakýr vb. madenler katýlarak ayarý düþürülen altýn ve gümüþten yapýlan paralardýr. Ýslâm hukukunda bu paralar, katký maddesi altýnýndan veya gümüþünden daha fazla olduðunda felsler gibi deðerlendirilir. Geniþ bilgi için bkz. Osman Eskicioðlu, Enflasyon ve Para, “Ýslâm Açýsýndan Enflasyon ve Çözüm Yollarý” (ss. 11-61), Ýstanbul: Ensar Neþriyat, 1983, s. 162-63; Bayýndýr, Paranýn Deðer Kaybetmesi, 16; el-Hasenî, Ýslâm’da Para, 67-68. Ebû Yûsuf’un bu görüþü için bkz. Ýbn Âbidîn, Hâþiyetü reddi’l-muhtâr, IV, 534. 60 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I lanan haksýzlýklara karþý koruyacaðý ileri sürülebilir. Nitekim son zamanlarda, onun bu görüþünü delil göstererek, günümüzdeki kâðýt para sisteminde görülen enflasyon farkýndan doðan zararýn borçluya ödettirilmesi gerektiðini ileri süren görüþler ortaya çýkmýþtýr.7 3 Oysa ortaya konan mantýk yürütme bunu gerektirmektedir. Fakat dikkatten kaçýrmamak gerekir ki, Ebû Yûsuf’un bu görüþü, paranýn deðerini etkileyen enflasyon vb. iktisadi hareketlerle deðil, deðeri kendinden deðil de itibarî / temsîlî olan bir paranýn, deðeri kendinden olan bir para karþýsýndaki konumu ile ilgilidir. Dolayýsýyla, böyle bir çýkarým þekilsel olarak makul olmaktan uzaktýr. Yapýlacak tek þey, böyle þekilsel noktalara takýlýp kalmak deðil, amaçlara yönelerek, bunlarýn da arka planýna damgasýný vuran “adalet yapma”, diðer bir anlatýmla, “haksýzlýklarý önleme” prensibini esas kýlmaktýr. Öte yandan, biraz dikkatli bir bakýþla, Ebû Yûsuf’un bu görüþünün –anlatýldýðý þekliyle- günümüzde uygulanmasýnýn zor olacaðý, adaleti saðlamayacaðý ve hatta karýþýklýða yol açacaðý görülebilecektir. Burada yalnýzca, bu iki madenin kâðýt para karþýsýndaki deðer deðiþikliðinin ayný oranda gerçekleþmediðini, üstelik onlarýn deðerlerindeki bu deðiþikliklerin paranýn deðerindeki enflasyon gibi piyasa hareketlerine baðlý deðiþikliklere eþit olmadýðýný hatýrlatmamýz bile, sanýrýz bir fikir verecektir. Öyleyse, mudârabenin sermayesi olarak altýn ve/veya gümüþ para üzerinde ýsrar etmek, anlamsýzdýr. Hz. Peygamber döneminde bu iki para türünün kullanýlmýþ olmasý, konjonktürel bir durum olup, her yerde ve her zaman bunun böyle olmasý gerektiðini göstermez. Ancak maalesef, Ýslâm tarihi boyunca böyle düþünenler hep azýnlýkta kalmýþ, anlamsýz bir biçimde, yani çoðu kere gerekmediði halde þekli dayatanlar, toplumun Ýslâm anlayýþýna hakim olarak, mudârabe sermayesinin bizzat altýn ve gümüþ olmasý gerektiði (endeksleme deðil) hususunda ýsrar etmiþlerdir. Þekilsel uyumsuzlukla ilgili diðer bir nokta, iþletmeci taraf (mudârib) ile ilgilidir. Gerçek iktisadi alanda gerçek iþ yapmamasý, daha doðrusu çoðu kere böyle bir hukuki hakka sahip bulunmamasý, gerçek iktisadi alanla kahir ekseriyetle fon kullandýrma þeklinde ilgili olmasý, diðer bir ifadeyle müteþebbis deðil de ona kredi kullandýran konumunda bulunmasý sebebiyle faizsiz banka, geleneksel mudârabedeki iþletmeci tanýmýna uymamaktadýr. Araþtýrmacýlar, faizsiz bankanýn, mudileri karþýsýnda iþletmeci, fon 73 74 Ayrýntýlý birkaç analiz için bkz. Eskicioðlu, Enflasyon ve Para, 187 vd.; Bayýndýr, Paranýn Deðer Kaybetmesi, 43-49; Ali Þafak, Enflasyon Olayý ve Ýslâm’da Getirilen Önleyici Tedbirler, “Ýslâm Açýsýndan Enflasyon ve Çözüm Yollarý” (ss. 73-111), Ýstanbul: Ensar Neþriyat, 1983, s. 98-104. Ayrýntýlý bilgi için bkz. Sâmî Hamûd, Tatvîru’l-a’mâl el-masrifiyye, 398 vd.; Muhammed Ahmed Sirâc, en-Nizâmü’l-masrifî el-Ýslâmî, Kahire: Dâru’s-sekâfe, 1410/1989, s. 254 vd.; Ýsmail Özsoy, Türkiye’de Özel Finans Kurumlarý ve Ýslâm Bankacýlýðý, Ýstanbul: TÝMAÞ, 1987, s. 114 vd. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 61 kullandýrdýðý gerçek kesim karþýsýnda ise sermayedar / mal sahibi konumunda olduðunu –bu durumda bankanýn fon kullandýrdýðý kiþilere ikinci iþletmeci adý verilmektedir- ileri sürerek,7 4 bu sorunu aþmaya çalýþmaktadýrlar. Banka da onlarýn bu iki farklý mudârabe önerisini uygulamaktadýr. Oysa onlarýn bu görüþü mudârabe ile ilgili geleneksel fýkhî bilgilerle baðdaþmamaktadýr. Çünkü mudârabede asýl olan, iþletmecinin kendisine tevdi edilen malý iþletmesidir; ortaklýk akdedildikten sonra malý baþkasýna devretmesi, çoðu kere istisnâî bir durum olup, mal sahibinin iznine baðlýdýr. Buna bir de, iþletmecinin yine iþletmeci olarak yeni bir mudârabe yapmasýnýn bile ilk akitteki mal sahibinin iznine baðlý olduðu yönündeki görüþleri ekleyecek olursak, bunlarýn hiçbirisini dikkate almayan bankanýn ne kadar iþletmeci olduðu ciddi olarak tartýþýlýr. Üstelik tasarruflarýn katýlým sürelerinin genellikle bir ay gibi kýsa sürelerle sýnýrlý oluþu, faizsiz bankanýn uzun vadeli sanayi ve teknolojiye yatýrým yapan iyi bir iþletmeci olmasýný zaten daha baþtan engellemektedir. Öte yandan, yukarýda belirttiðimiz gibi, klasik mudârabede mal sahibi iþletmeciyi, iþ çeþidi, yer, zaman, ödünç alýp-verme, borç senedi düzenleme vb. yönlerden sýnýrlandýrma hakkýna, bunlarý þart olarak ileri sürme düzeyinde sahipken, banka mudârabesinde yalnýzca vade yönünden, o da süresi banka tarafýndan bir ay, bir yýl vb. þekillerde belirlenmiþ zaman periyotlarýndan birini seçmek suretiyle sýnýrlandýrma hakkýna sahiptir. Bu bile büyük tartýþma ve anlaþmazlýklara yol açacak bir konudur; zira Þâfiîler ile Mâlikiler mezhep imamlarýnýn görüþlerine uyarak, süre ile sýnýrlandýrýlan bir sözleþmeyi meþru görmeyip reddedebilirler. Oysa süre sýnýrlamasý olmadan toplanan mevduatlar, bankanýn hareket alanýný sýnýrlandýrýr; açýkçasý banka, sahipleri tarafýndan ne zaman geri çekileceði belli olmayan bu mevduatlarýn önemli bir bölümünü kasasýnda tutmak mecburiyetinde kalýr; neticede banka rahat kullanamaz. Vadeden söz açýlmýþken belirtmeliyiz ki, geleneksel mudârabe caiz akitlerdendir; bu yüzden mal sahibi istediði anda sözleþmeyi kýsmen veya tamamen feshederek sermayesini geri alabilir. Çok ortaklý mudârabelerde sermayedarlardan birisi sözleþmeyi feshederse, diðer ortaklarýn sözleþmeleri de fesholacaktýr. Halbuki çaðdaþ banka uygulamalarýnda (vadeli mevduatlarda) bu tür þeyler söz konusu bile olamaz. Eðer bir mudi sözleþmeyi bozarsa, faizden vazgeçerek mevduatýný geri alabilir; fakat bu, sadece kendisi ile banka arasýnda cereyan eder, diðer mudilerin durumunu etkilemez. Þekilsel uyumsuzluktan söz açýlmýþken, banka mudârabesinde taraflarýn dini durumlarýna baðlý olarak ortaya çýkan bir-iki önemli probleme de deðinmek istiyoruz. Faizsiz bir bankanýn gerçek ortaklarý (sahipleri) ve ida- 62 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I recileri, ayný zamanda iþletmeci konumunda olacaklarýndan, geleneksel mudârabe anlayýþýna göre, bankanýn sahipleri ve idarecileri arasýnda gayri müslim birisinin yer almasý oldukça zorlaþmaktadýr. Ayný þekilde, bankanýn gayr-i müslim birine fon kullandýrmasý da imkansýz denecek kadar güçleþmektedir. Bu durum, bir yandan bankanýn faaliyetlerini, özellikle uluslar arasý faaliyetlerini sýnýrlandýrýrken, diðer yandan Müslüman toplumun iktisadi yönden içe kapanmasýna yol açabilecektir. Bunun toplumsal yansýmalarý ise, daha zararlý olacaktýr. Çünkü böyle bir uygulama, Ýslâm dünyasýnda yaþayan gayr-i müslim vatandaþlarý rahatsýz edecek, mütekabiliyet esasýna göre, onlarýn dindaþlarýnýn hakim olduðu ülkelerde Müslümanlarýn bazý iktisadi haklarýnýn kýsýtlanmasý sonucunu doðurabilecektir. Tabiî ki, bu durum yalnýzca mudârabe gibi ortaklýklarýn uygulanmasý sonucunda ortaya çýkmaktadýr. Bunlar dýþýndaki yöntemlerde, sözgelimi murâbaha ve kiralamada dine baðlý bir sýnýrlamadan söz edilemez; fakat bu yöntemlerin, Ýslâm dýþýndaki dinlere mensup çok sayýda insanýn yaþadýðý bir dünyada iktisadi kalkýnmayý saðlama ve Müslüman olmayan unsurlarýn tepkilerini yumuþatma hususunda yeterli olup olmadýðý tartýþýlabilir. Mudârabenin faizsiz bankacýlýk için uyumsuz olduðu uygulamada da kendini göstermektedir; zira bazý faydalarýn yaný sýra birçok önemli problem de ortaya çýkmaktadýr. Bunlarýn büyük bir kýsmýna araþtýrmacýlar tarafýndan iþaret edilmiþtir. Mesela Muhammed Ekrem Han, mudârabenin (kendi ifadesiyle kâr ortaklýðý), altyapýnýn geliþtirilmesinin finansmaný, kýsa dönem borçlanmalar ve genellikle kabul edilmiþ muhasebe uygulamalarýnýn ilkelerine uymayan küçük iþletmelerin finansmaný gibi konularda yeterli bir temel oluþturmadýðýný dile getirmektedir. Ona göre, faize karþý bir alternatif olarak önerilen mudârabenin sýnýrlýlýðý, Ýslâm bankacýlýðý uygulamalarýnda belli olmuþtur. Ýslâm bankalarý mudârabe ortaklýðýyla asgari düzeyde kredi vermektedirler. Kârlarýnýn büyük bir bölümü taksitli satýþlar, sermaye kiralama (leasing), garantili fiyat artýþlarý olan alým ve satýmlar (guaranteed markups) ve döviz iþlemlerinden oluþmaktadýr. Kredi almak isteyenlerin, güvenilir projeler sunmamalarý, zaman zaman aldatýcý uygulamalara baþvurabilmeleri, ortak (mudârib) konumundaki bu kiþileri ve yürüttükleri projeleri bankalarýn kontrol altýnda tutmasýnýn zor olmasý gibi nedenlerle mudârabe yüksek risk içermektedir. Bu yüzden bankalar, fon kullandýrýrken mudârabeyi deðil, diðer iþlem türlerini tercih etmektedirler. Ekrem Han, bu problemleri sýraladýktan sonra, mudârabeyi “bankacýlýðýn muhtemel baþarýsýzlýðýný saðlayacak önemli bir tuzak” olarak nitelendirme zorunluluðu hissetmektedir.7 5 75 M. Ekrem Han, Ýslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, 65-66. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 63 Duygularýmýzý bir tarafa býrakarak aklýmýzýn sesine kulak verirsek, Ekrem Han’ý mutlaka haklý görürüz. Çünkü kanalizasyon vb. altyapýya yapýlan yatýrýmlar, gerçekten kâr getirici yatýrýmlar deðildir. Üretime geçinceye kadar fabrika ve imalathaneler, ticarete baþlayýncaya kadar ticarethaneler – bu türden çok sayýda örnek zikredilebilir- için yapýlan yatýrýmlar da kâr saðlamaz. Böylesi durumlarda banka, gerekli malzemeleri satýn alarak, ilgili kiþi ve kurumlara veresiye olarak satma (murâbaha) yolunu tercih edebilir. Ancak bu ve benzeri yollar, faizsiz sistemin esprisiyle baðdaþmayan sonuçlara yol açabilmektedir. Nitekim faizsiz bankalarýn, sistemlerinin temeli saydýklarý mudârabe metoduna deðil de veresiye satýþ muamelelerine yöneldikleri görülmektedir. Veresiye satýþ muameleleri, bu bankalarýn yaptýðý iþlemlerin zaman zaman % 80’ine ulaþabilmiþtir.7 6 Araþtýrmacýlar, bu bankalarýn içine düþtüðü bu paradoksal durumu eleþtirmiþlerdir.7 7 Bu bankalarýn yaptýðý diðer iþlemlerin azlýðý göz önüne alýnacak olursa, araþtýrmacýlarýn eleþtirilerinin gayet yerinde olduðu görülecektir. Zira veresiye satýþlar, özellikle murâbaha, teorik olarak olmasa bile fiilen bu bankalarýn temeli haline gelmiþtir. Mevduat toplarken mudârabe usulünü iþleten faizsiz bankalarýn, fon kullandýrýrken ayný usulü uygulamamalarý, bunun yerine murâbaha iþlemlerini tercih etmeleri, aslýnda mudârabenin bankacýlýk sistemine entelektüel bir temel teþkil edemeyeceðini kendilerinin de bildiðini göstermektedir. Ekrem Han, mudârabenin banka sistemi için uygun olmamasýný onun sýnýrlý oluþuna dayandýrmasý, kanaatimizce oldukça yerinde bir tespittir. Çünkü mudârabe bankanýn uyguladýðý fon kullandýrma yöntemlerinin sýnýrlý kalmasýna yol açmaktadýr. Oysa iktisadi hayat sýrf kâr-zarar ortaklýðýndan ibaret deðildir ve bu usulle yapýlamayacak çok sayýda iþ vardýr. Ekrem Han’ýn dile getirdiði altyapý hizmetleri örneðine biz de mudârabenin, bankanýn kredi –özellikle tüketim kredisi- kullandýrmasý için elveriþli olmamasýný eklemek istiyoruz. Teorisyenler ve araþtýrmacýlar, kâr-zarar ortaklýðýnýn kredi kullandýrmanýn önünü týkadýðýný bildiklerinden, bu olumsuzluðu gidermek maksadýyla uygulanmasý son derece zor alternatif fikirler ileri sürmek zorunda kalmýþlardýr.7 8 Bu konuda iki gerekçeden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi, krediye karþýlýk faiz vb. herhangi bir sabit gelir elde ede76 77 78 Karaman, Ýslâm’a Göre Banka ve Sigorta, 65-66 (Dördüncü Baskýya Önsöz); el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 74-75, 81. Karaman, Ýslâm’a Göre Banka ve Sigorta, 40, 65-66 (Dördüncü Baskýya Önsöz); el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 75-80. Bu görüþler için bkz. Mannan, Ýslâm Ekonomisi, 319; Karaman, Ýslâm’a Göre Banka ve Sigorta, 10, 26-28 (Çevirenin Önsözü); Fahim Khan, Islamic Banking, 272 64 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I mediði için bankanýn kâr saðlayamayabilmesi, üstelik kredi alan zarar ibraz ederse, onun bütün zararýný –sermaye sahibi olduðu için- karþýlamak zorunda kalmasýdýr. Hatta bazen alýnan kredilerin gýda, giyim gibi kâr saðlamayacaðý baþtan belli olan tüketim alanlarýnda kullanýlmasý durumunda kâr-zarar hesabý yapmak dahi mümkün olamamaktadýr. Ýkinci gerekçe, mudârabe ilkeleri gereðince, kredi verme konusunda banka mudilerinin iznini almak zorunda kalmasýdýr. Ýzin almadýðý takdirde banka, ortaklarýnýn (banka sahipleri) izniyle yalnýzca öz sermayesinden kredi verebilecektir ki, bu þahit olunan bir uygulama deðildir. Ayný þekilde mudârabe ortaklýðýnda bankanýn kredi almasý da problemli hale gelmektedir; çünkü geleneksel anlayýþa göre, mudârabe için borçlanmasý, borç senedi alýp vermesi vb., mal sahibinin izin vermesi þartýna baðlýdýr. Kredi gibi sermayenin geri ödeneceði müþteri tarafýndan garanti edilen bir konuda bu kadar sorun ortaya çýkýyorsa, bankanýn teberru vermesi, mesela üstün hizmetlerinden dolayý bir çalýþanýný mükafatlandýrmasý, bilimsel veya kültürel bir yapýt için ödül vermesi, mudârabe mantýðýyla çok zor olacaktýr; zira teberru için yapýlan harcamalar, geri dönüþü bulunmayan harcamalardýr. Mudârabenin sýnýrlýlýðý ve bankacýlýk için elveriþsiz oluþu, bankanýn merkez bankasýyla iliþkilerinde kendini daha iyi göstermektedir. Yatýrým mevduatlarýndan kesilerek merkez bankasýna aktarýlan ihtiyat akçelerini, merkez bankasý mudârabe usulüyle nasýl iþletecektir? Mudi mi, yoksa banka mý merkez bankasýna ortak olacak? Mali durumu kötüleþen bir banka merkez bankasýndan mudârabe usulüyle nasýl yardým (kredi) alacak? Mal sahibi olmasý hasebiyle, zarar durumunda bütün zararý karþýlamak zorunda kalan bir merkez bankasý, zararýný nasýl kapatacak, iþlevlerini nasýl sürdürebilecektir? Eðer sistemin temeli mudârabe olacaksa, merkez bankasý para piyasasýna nasýl müdahale edecek, gerekli para politikasý iþlemlerini nasýl yapacak veya bunlarýn yerine neyi ikame edecektir? Araþtýrmacýlar, bu problemlerle ilgili olarak çeþitli çözüm önerileri getirmiþlerse de,7 9 bunlarýn uygulanabilirlikleri þüphelidir. Faizsiz bankacýlýk sisteminde uygulanan mudârabenin hem mudiler, hem de bankalar açýsýndan bize göre en riskli noktasýný, denetime elveriþli olmamasý oluþturmaktadýr. Mudârabe ilkelerine göre banka, çok az kâr ettiðini, kâr etmediðini, zarar veya iflas ettiðini beyan edebilir. Bu durumlarda mudilerin yapabilecekleri fazla bir þey yoktur; ortaklýk ilkeleri, neredeyse bütün hukuki yollarý týkamaktadýr. Ayný þekilde, fon kullanan kiþi veya kurumlar da benzer beyanlarda bulunduklarýnda da banka çaresiz kalmakta79 Geniþ bilgi için bkz. el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 293-99. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 65 dýr. Bu, mudârabenin fizibilitesini gölgelemektedir. M. Necatullah Sýddýki, faizsiz bankacýlýðýn karþý karþýya bulunduðu bu probleme araþtýrmacýlarýn iki çözüm önerdiklerini belirtmektedir. Bunlardan birisi, fon kullanan kiþi ve kurumlarýn, mali ve idari yönden sýký denetim altýnda tutulmasý, diðeri ise, bankalarýn tatmin edici kâr gösteremeyen firmalara daha az avans vermeleridir.8 0 Oysa hem bankalarýn, hem de iþ-ortaklarýnýn iþlemlerini muntazam olarak her zaman denetlemek zordur. Küçük firmalarýn, küçük esnaf ve sanatkârýn iþlemlerini denetlemede bu zorluk daha da artmaktadýr. Bazen denetlemek de çözüm getirmeyebilir; çünkü sahte iþlemlere karþý denetim yetersiz kalabilir. Ayrýca denetçilerin dürüst davranýp davranmayacaklarý veya gerçekleri saptýrýp saptýrmayacaklarý da ayrý bir problemdir. Bütün bu problemlerin üstesinden gelinse bile, çoðu iþ adamý ve firma, hesaplarýný sürekli denetleyen veya resmi yolla denetleten kiþi ve kurumlardan hoþlanmaz ve onlarla ortak iþ yapmak istemez. O halde öyle bir sistem tesis edilmelidir ki, oto-kontrol mekanizmalarýný devreye sokarak en az idari denetimle uygulanabilsin. Oysa mudarabe metodu, böyle bir sistem için elveriþsiz bir görünüm arzetmektedir. Sahte iþlemleri önlemek için önerilen ve firmanýn kârýný esas alan öneri de uygulanabilir deðildir. Unutmamak gerekir ki, müteþebbislere kredi verilirken sýrf bankadan daha önce aldýklarý krediye kazandýrdýklarý kârlarýn baz alýnmasý, bir takým sorunlarý beraberinde getirecektir. Bu usul, kýsa vadeli, fakat kârlý iþlerin tercih edilmesi, toplum için çok önemli, fakat diðer birçok iþe göre daha az kârlý –veya kârsýz da olabilir- iþlerin ihmal edilmesi, uzun vadede kâr getirecek iþler konusunda gevþeklik gösterilmesi, yeni müteþebbislerle ortaklýk kurulmamasý, bankayla hiç iþ yapmamýþ veya istenilen performansý gösterememiþ kiþi ya da kuruluþlar tarafýndan geliþtirilen yeni projelerin hayata geçirilmesinde aðýr davranýlmasý gibi sonuçlarý oldukça aðýr problemlere yol açabilecektir. Ayrýca zikredilen mahzurlarýndan da anlaþýlacaðý gibi bu usul, iþ dünyasýnda güçlünün daha güçlenmesi, zayýfýn da daha zayýflamasý sonucunu doðurabilecektir. Kanaatimizce bankacýlýk tekniði yönünden mudârabenin en zayýf noktasý, yatýrým mevduatlarýný ve bankalarýn kullandýrdýklarý fonlarý garanti altýna alma imkaný vermemesidir. Faizsiz bankalar, mudârabe hükümlerine dayanarak, yatýrým mevduatý sahiplerini, kâr ettiklerinde kâra, zarar ettik- 80 81 Sýddýkî, Ýslâm Ekonomi Düþüncesi, 101-02. Mannan, Faizsiz Banka, 316; Karaman, Ýslâm’a Göre Banka ve Sigorta, 54 (Dördüncü Baskýya Önsöz); Döndüren, Ýslâm Ekonomisinde Sermaye Birikimi, 70; Büyükdeniz, Faizsiz Finans Kurumlarý, 25; Tosun, Türk Mali Sistemi Ýçerisinde Özel Finans Kurumlarý, 179; Vural, Finansal 66 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I lerinde zarara ortak etmektedirler; eðer kâr da, zarar da söz konusu deðilse, mudilerinin yalnýzca anamallarýný geri ödemektedirler. Ýflas durumunda ise, ortaklýk ilkeleri gereðince mudiler de iflas etmiþ sayýlmaktadýr.8 1 Oysa bir bankanýn zarar veya iflas etmesinin banka yöneticilerinden ve sahiplerinden kaynaklanan çeþitli nedenleri olabilir; bu durumda mudiler nasýl sorumlu tutulabilirler? Zararlarýn oluþumunda banka yöneticilerinin ve sahiplerinin paylarý nasýl, neye göre ve kimler tarafýndan tespit edilebilecektir? Mudiler sermayenin iþletimi ile ilgili bütün haklarýný bankaya devrettiklerine göre, zararlar onlara hangi kanuni dayanakla tazmin ettirilebilecektir? Diðer bir anlatýmla, iþletmeciden kaynaklanan zararlarýn yine onun tarafýndan karþýlanmasý gerektiði kuralýna nasýl iþlerlik kazandýrýlacaktýr? Hem geleneksel mudârabede olduðunun aksine, bankanýn yönetiminde ve denetiminde hiçbir hakka sahip olmayan mudiler, bankanýn zararýný niçin üstlensinler? Böyle bir uygulama, hangi ahlaki ve hukuki ölçüte göre makul ve mazur görülebilir? Geleneksel mudârabe uygulamalarýndaki genel görüntünün aksine, günümüzde iþletmeci olduklarý iddia edilen bankalar mal sahibi durumundaki mudilere nispetle genellikle çok daha zengindirler. Öyleyse, mevduatlarýn garantisiz býrakýlmasý, Ýslâm ahlaký ile nasýl baðdaþtýrýlabilir? Öte yandan M. Bakýr es-Sadr’ýn (1980) da itiraf etmek zorunda kaldýðý gibi,8 2 normalde hiçbir mudi, mevduatlara geri ödeme garantisi vermeyen faizsiz bankalara sermayesini yatýrmaz ve faizli bankalarý tercih eder. Eðer bir yerde faizsiz bir banka mevduatlarý garanti etmediði halde tasarruf toplayabiliyorsa, orada ya mudiler ideolojik davranýyorlardýr, ya da mevduatlarý garanti eden baþka bir banka yoktur veya olsa bile halkýn güvenini kazanamamýþtýr. Bu da, mevduatlara garanti vermeyen faizsiz bankalarýn, konvansiyonel bankalarýn bulunmadýðý, yani baþka bir seçeneðin kalmadýðý ortamlarda varlýklarýný sürdürebilecekleri, bunun aksi durumlarda veya tasarruf sahiplerinin ideolojik davranýþ sergilemediði þartlarda varlýklarýný uzun süre devam ettiremeyebilecekleri anlamýna gelmektedir. Tasarruf sahiplerinin sermayeleri konusunda son derece bilinçli olduðu ortamlarda ise, ortaya çýkmalarý bile muhal gibidir. Bu olumsuzluklar göz önüne alýndýðýnda, faizsiz bankalarýn, deðil dünya ölçeðinde, Ýslâm dünyasýnda bile 82 Hizmetlerin ve Özel Finans Kurumlarýnýn Vergilendirilmesi, 230-31; Fahim Khan, Islamic Banking, 261; el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 66-67; Abdul Halim Ismail, Bank Islam Malaysia, 274-75. Muhammed Bâkýr es-Sadr, el-Benkü’l-lâribevî fi’l-Ýslâm, Beyrut: Dâru’t-teâruf li’l-matbûât, 1410/1990, s. 31. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 67 faizli bankalar karþýsýndaki rekabet þanslarýnýn kýsýtlý kaldýðý söylenebilir. Bunlara ilaveten, mevduatýn garantisiz kalmasý, bankanýn sermaye iþletme tekniklerini de doðrudan etkilemektedir. Bankalar, kullandýrdýklarý fonlar için garanti alma imkanýna sahip olmadýklarý için murâbaha ve finansal kiralama gibi garantili yollara yönelmektedirler. Bunlardan anlaþýlmaktadýr ki, sermayenin garantisiz kalmasý, sadece mudi için deðil, ayný zamanda banka için de büyük riskler taþýmaktadýr. Dikkat çekmeye çalýþtýðýmýz bu mahzurlarýn yegane sebebi, faizsiz bankalarýn mudârabe temeli üzerine oturtulmasýdýr. Bu gerçeði görmüþ olmalý ki, Muhammed Muslihuddin gibi bazý Müslüman iktisatçýlar, bu bankalarýn mudârabeye dayandýrýlmasýna karþý çýkmýþlardýr.8 3 Ne var ki, -bildiðimiz kadarýyla- bu araþtýrmacýlarýn hiçbirisi mudarabe yerine baþka bir seçenek de sunmamýþtýr. Bazý araþtýrmacýlar, yatýrým mevduatlarýnýn ve fonlarýn garantisi meselesini mudârabe içerisinde çözmeye çalýþmýþlardýr. Bunlarýn baþýnda Sadr gelmektedir. Ona göre, madem ki, mudârabe sözleþmesinde faizsiz banka gerçek taraf deðil de iþletmeci ile mal sahibi arasýnda aracý durumundadýr, o halde mudilerinin mevduatlarýný zarara karþý gönüllü olarak (teberruan) garanti etmelidir, diðer bir ifadeyle, zararý karþýlamayý taahhüt etmelidir.8 4 Ayrýca geleneksel mudârabe anlayýþýna aykýrý olarak o, mudinin, telef olmasý halinde mevduatýný bankanýn tazmin etmesini þart koþabileceðini, bunun Ýslâm’a aykýrý olmayacaðýný ileri sürmektedir.8 5 Hatta bir adým daha ileri giderek, mudinin, mevduatýnda sözleþme anýndaki deðerine nispetle oluþan deðer kaybýný da bankanýn karþýlamasýný þart olarak ileri sürebileceði kanaatindedir.8 6 Buna karþýlýk o, fon kullandýrdýðý kiþiler karþýsýnda bankanýn da ayný haklara sahip olduðunu savunmaktadýr. Bu görüþünü kanýtlandýrýrken onun kalkýþ noktasý, yine bankanýn mudârabede gerçek taraf deðil de aracý konumunda olmasýdýr. Bankanýn yaptýðý bu aracýlýk saygýn bir hizmettir; o halde banka, yalnýzca fon olarak kullandýrdýðý anamalý geri alma hakkýna deðil, ayný zamanda iþletmecilere sunduðu bu hizmet karþýlýðýnda sabit ücret alma hakkýna da sahiptir. O, bu sabit ücretin faizli banka- 83 84 85 86 * Sýddýkî, Ýslâm Ekonomi Düþüncesi, 100; Sirâc, en-Nizâmü’l-masrifî, 241-42. es-Sadr, el-Benkü’l-lâribevî, 32-33. es-Sadr, el-Benkü’l-lâribevî, 185 vd. es-Sadr, el-Benkü’l-lâribevî, 196 vd. Cuâle (ciâle ve cu’l da denir) kelimesi lügatte, “bir iþe karþýlýk verilen ücret” anlamýna gelir. Teknik bir terim olarak ise, “hizmet karþýlýðýnda verilen ücret” anlamýnda kullanýlmaktadýr. Daha ayrýntýlý bir anlatýmla, “belirli ya da kaçan köleyi yakalamak gibi belirlenmesi kolay olan belirsiz bir iþi yapmaya karþýlýk ödenen bedel” anlamýna gelmektedir. Geniþ bilgi için bkz. Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, III, 334; N. Hammâd, Ýktisadi Fýkýh Terimleri, 54; Kal’acî, Mu’cemu lugati’l-fukahâ’, 143. 68 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I larýn aldýðý sabit ücretle (faiz) karýþtýrýlmamasý gerektiðini, zira bunun Ýslâm hukuku açýsýndan meþru olan cuâleye (yapýlan iþe karþýlýk alýnan ücret veya mükâfat)* benzediðini söylemektedir. Ne var ki, bu ücretin miktarýnýn, konvansiyonel bankalarýn mevduatlara ödediði faizle kredi kullandýrdýðý kiþilerden aldýðý faiz oranlarýnýn ortalamasýnýn esas alýnarak hesaplanmasýný önermektedir.8 7 Sadr’ýn, bu görüþlerini ortaya koyarken mudinin lehine bir tavýr takýndýðý açýkça görülmektedir. Günümüzdeki bazý faizsiz bankalar da onun bu görüþlerinden esinlenerek, sözleþme metinleriyle kârýn da, zararýn da % 20’sine ortak olacaklarýný taahhüt etmelerine raðmen, zorunlu olmadýklarý halde zararýn geri kalan kýsmýna da teberruan katýlacaklarýný belirtmektedirler. Fakat bunun isteðe baðlý olduðu, dolayýsýyla hukukî hiçbir baðlayýcýlýðýnýn bulunmadýðý, bu yüzden de iflas veya zarar durumlarýnda mudinin maðdur olmasýný önleyemeyeceði açýktýr. Mudinin haklarýnýn korunabilmesi için, bankayý hukuken sorumlu tutan mekanizmalarýn oluþturulmasý, dînî ve iktisadi bakýmdan hayatî bir zarurettir. Sami Hamûd da mevduatlarýn ve fonlarýn garanti altýna alýnmasý sorununu mudârabe çerçevesinde çözmeye çalýþan araþtýrmacýlardandýr. Hamûd, Ýslâm hukukuna göre, ücretlilerin (el-ecîr =ücretli, çalýþan, emekçi), özel ve ortak adlarýnda iki ayrý grupta incelenmesinden hareketle,8 8 mudarabeyi biri özel, diðeri genel olmak üzere ikiye ayýrarak görüþünü temellendirmeye baþlamaktadýr.8 9 Ona göre, faizsiz bankacýlýkta uygulanan mudârabe, ortak mudârabe (el-mudârebetü’l-müþtereke) þeklinde isimlendirilmelidir; çünkü bu yeni mudârabede banka, klasik mudârabede olduðu gibi, ne iþletmeci, ne de mal sahibidir; yalnýzca bunlar arasýndaki irtibatý saðlayan bir aracýdýr. Bu iþlemde bankanýn yaptýðý iþ, ortak iþ (el-amelü’l-müþterek) kapsamýndadýr; dolayýsýyla, klasik mudârabede yapýlan özel iþten çok daha farklý þartlara sahiptir. Bu farklýlýk, [ticari taksi gibi] özel bir ulaþým aracýndan yararlanma þartlarý ile bir toplu taþýma aracýndan [sözgelimi, belediye otobüsünden] yararlanma þartlarýnýn farklý oluþunda açýkça görülmektedir. 87 88 89 Ayrýntýlý bilgi için bkz. es-Sadr, el-Benkü’l-lâribevî, 41-47. Ýslâm Hukukuna göre, emeðin kiralanmasý iþleminde, sözleþme konusunu yerine getirmek üzere kendisiyle anlaþma yapýlan kiþiye ücretli adý verilir. Yalnýzca bir kiþi veya kurum adýna, özellikleri belli bir iþte çalýþan ve ücreti günlük, aylýk, yýllýk vb. olarak belirlenebilen, yani sadece bir kiþi veya kuruma ücret karþýlýðýnda iþ yapan kimse özel ücretli (el-ecîru’l-hâss / vâhid / münferid); bir kiþi veya kurum adýna çalýþmayan, diðer bir ifadeyle, isteyen herkesin ücret karþýlýðýnda iþ yaptýrabildiði terzi, berber gibi serbest meslek sahipleri ise, ortak ücretli (elecîru’l-müþterek / âmm) adýný alýr (Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VI, 157; N. Hammâd, Ýktisadi Fýkýh Terimleri, 79-80; Kal’acî, Mu’cemu lugati’l-fukahâ’, 23). Sâmî Hamûd, Tatvîru’l-a’mâl el-masrifiyye, 387, 392. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 69 Kiracý, kiraladýðý özel aracý istediði yere yönlendirebilir, güzergâhýný istediði gibi deðiþtirebilir. Oysa bir kiþi, bir toplu taþýma aracýna ücret karþýlýðýnda bindiðinde bu haklardan hiçbirine sahip deðildir; çünkü bu aracýn güzergâhýný, ilk, ara ve son duraklarýný belirleyen kurallar vardýr. Nasýl ki, idareciler kamuya ait bu araçlar için birtakým kurallar koyma hakkýna sahipse, ayný þekilde ortak mudârib konumundaki banka da gerek öz sermayesini, gerekse topladýðý mevduatlarý zarardan korumak maksadýyla, bunlarý devredeceði iþletmeciye kolektif yatýrýmýn doðasýna uygun olarak bazý þartlar ileri sürebilir. Ayný zamanda ortak ücretli olmasý hasebiyle banka, Ebû Yûsuf (182/797), Muhammed eþ-Þeybânî (189/805) gibi Ýslâm hukukçularýnýn görüþlerini esas alarak, iþletmecinin sermayeyi garanti etmesini isteyebilir. Ancak ayný haklar, ilk mal sahibi durumundaki mudiler için söz konusu deðildir; çünkü onlar bankayla ilk mudârabeyi yapmýþlar, banka da onlardan topladýðý mevduatý yine mudârabe usulüyle yeni iþletmecilere devretmiþtir. Bu yeni mudârabede mudilerin hiçbir katkýsý ve sorumluluðu bulunmamaktadýr.9 0 Önerdiði yeni mudârabe þeklinin geleneksel mudârabe ilkeleri ile çok da baðdaþmadýðýnýn farkýnda olan Hamûd, bu tür deðiþiklikleri dünyanýn deðiþmesine baðlamaktadýr.9 1 Özetlemeye çalýþtýðýmýz bu dolambaçlý açýklamalarýndan, Hamûd’un asýl amacýnýn, faizsiz bankalarý, iþletmecilerin baþarýsýzlýklarýndan, onlara kullandýrdýklarý fonlarýn tabii afet vb. sebeplerle kýsmen veya tamamen telef olmasýndan vs. kaynaklanan zararlara karþý korumak, açýkçasý, bu tür zararlarý iþletmecilere yüklemek olduðu sezilmektedir. Onun önerdiði yöntem gereðince banka, iþletmecisi olduðu mudilerin mevduatlarýný garanti etmezken, kullandýrdýðý fonlara karþýlýk kendi iþletmecilerinden garanti alabilmektedir. Ancak bankanýn hem iþletmeci, hem de mal sahibi olmasýnýn niçin böyle bir sonuç doðurduðunu, diðer bir ifadeyle bu konumunun bankaya bu kadar büyük bir avantaj saðlamasýnýn haklý dayanaðýnýn ne olduðunu ikna edici bir biçimde açýklayamamaktadýr. Þayet iki tarafla mudârabe yapmasý bankaya bu avantajý saðlýyorsa, benzer mudârabeler yapan gerçek kiþiler (mesela mudiler ve iþletmeciler) de ayný haklardan yararlanabilirler mi? Eðer iþletmeci karþýsýnda mal sahibi olmasý bankaya bu avantajý saðlýyorsa, mudilerin de ayný avantajdan yararlanmasý gerekmez mi? Hamûd’un bu ikinci soruya vereceði cevap kesinlikle hayýrdýr. Zira o, sýrf mudilerin de bu tür haklara sahip olduðunu savunuyor diye Sadr’ý eleþtirmekte90 91 92 Geniþ açýklama için bkz. Sâmî Hamûd, Tatvîru’l-a’mâl el-masrifiyye, 398-406. Ayrýca bkz. Özsoy, Türkiye’de Özel Finans Kurumlarý, 114-15. Sâmî Hamûd, Tatvîru’l-a’mâli’l-masrifiyye, 387. Sâmî Hamûd, Tatvîru’l-a’mâl el-masrifiyye, 399. 70 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I dir.9 2 Oysa hem kendisinin, hem de Sadr’ýn görüþü, geleneksel mudârabe anlayýþýnýn oldukça keyfi ve zorlama birer yorumu gibi durmaktadýr. Özellikle Hamûd’un, mudârabeyi bankaya göre maddi yönden genellikle çok daha zayýf olan mudilerin anamallarýnýn deðil de, bankanýn kullandýrdýðý fonlarýn geri dönüþünü garanti edecek þekilde yorumlamasý, geleneksel fýkhýn da, onun usulünün de ne kadar istismar edildiðinin açýk bir göstergesidir. Gerek böylesi aþýrý yorumlar, gerekse yukarýda sýralamaya çalýþtýðýmýz sakýncalar, faizsiz bankacýlýk sisteminin geleneksel mudârabe anlayýþýna dayandýrýlamayacaðýný net bir biçimde gözler önüne sermektedir. O halde, gerçek anlamda iþletmeci olmayan, fakat sadece mudârabe kamuflajý içerisinde gerçek iþletmecilere fon kullandýran bir kurumla, bu durumu bilen, fakat sermayesini teslim etme dýþýndaki bütün yetkileri elinden alýnmýþ bir mal sahibinin, mudârabe usulüyle ortaklýk kurmasý geleneksel Ýslâm hukuku açýsýndan nasýl caiz görülebilir? Böyle bir ortaklýðýn entelektüel temeli nedir? Þekil yönünden Ýslâm kaynaklarýndaki aslýna çok da benzemeyen bu ortaklýða mudârabe ismi verilmesi, göstermelik olmaktan baþka ne anlam ifade edebilir? Uygulandýðýnda, mudileri, kurumu ve fon kullananlarý haddinden fazla problemle yüz yüze getiren bu metoda Müslümanlar mahkum mudurlar? Faize karþý bunun dýþýnda hiçbir alternatif çözüm yok mudur? Bu sorular bizi, en baþa, yani faizsiz bankacýlýk için hangi geleneksel ortaklýk þeklinin temel alýnmasý gerektiði sorununa döndürmektedir. Bizim buraya kadar yaptýðýmýz deðerlendirmelerden mudârabeye karþý olduðumuz gibi bir sonuç çýkarýlmamalýdýr. Ortaklýklar iktisadi hayatta çok önemli iþlevler icra etmektedir. Günümüzde büyük ekonomik atýlýmlar ve teknolojik geliþmeler ancak büyük iktisadi ortaklýklar kurularak gerçekleþtirilebilmektedir. Ekonomik yönden hayli geri kalmýþ olan Ýslâm dünyasý, ortaklýklar yoluyla iktisadi güçlerin birleþtirilmesine her zamankinden çok daha fazla muhtaç durumdadýr. Kur’ân’da da faiz (ribâ) açýk ifadelerle yasaklanýrken,9 3 iyilik ve takvaya uygun olarak yapýlýp yürütülen yardýmlaþma, dolayýsýyla ortaklýk türleri teþvik edilmiþ,9 4 ayrýca düþmanlýða yol açan ortaklýklar konusunda uyarý yapýlmýþ9 5 ve ortaklýklarýn birbirine haksýzlýk yapmalarý yasaklanmýþtýr.9 6 Kur’ân’ýn bu tavrýna raðmen mudârabeye karþý olmamýz mümkün deðildir. Bizim karþý olduðumuz nokta, faizsiz bankacý- 93 94 95 96 Bakara (2), 275, 276, 278; Âl-i Ýmrân (3), 130. Mâide (5), 2. Zümer (39), 29. Sâd (38), 24. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 71 lýkta mudi-banka, banka-müþteri (fon kullanan kiþi) iliþkilerinin bu ortaklýk üzerine bina edilmesidir. Bununla birlikte, nasýl ki, bazý konvansiyonel bankalar isteyen müþterileriyle risk sermayesi yatýrým ortaklýðý (venture capital investment fund) metoduyla9 7 birtakým yatýrýmlar yapabiliyorsa, benzer bir þekilde faizsiz bankalar da isteyen müþterileriyle mudârabe türü ortaklýklar kurmak suretiyle birtakým yatýrýmlar yapabilirler. Hatta esasen mudârabeden dönüþtürüldüðü muhakkak olan risk sermayesi yatýrým ortaklýðý metoduyla “risk sermayesi firmasý” veya “risk sermayedarý” olarak da yatýrým yapabilirler.9 8 Ancak nasýl ki, risk sermayesi sadece proje geliþtiren birkaç kiþi veya þirketle sýnýrlý istisnai bir durumu ifade ediyorsa,9 9 ayný þekilde mudârabe metodu da istisnai bir metot olarak uygulanabilir. 97 98 99 “Küçük giriþimci sermayesi” de denen risk sermayesi (venture / risk capital), genellikle yeni kurulan iþletmelere ve yüksek derecede riskli küçük veya orta büyüklükteki giriþimcilere (Kiþi, þirket veya herhangi bir iþletme olabilir.), önemli gelirler getireceði umulan sanayi ve teknoloji alanlarý ile ilgili özellikle yeni ve orijinal fikirlerini gerçekleþtirmek için saðlanan uzun vadeli sermaye fonlarýný ifade eder. Risk sermayesi yatýrýmlarýna yönelen yatýrým ortaklýlarýna da “risk sermayesi yatýrým ortaklýðý” (venture / risk capital investment fund) adý verilir. Ayrýntýlý bilgi için bkz. Ýlker Parasýz, Modern Ansiklopedik Ekonomi Sözlüðü, Bursa: Ezgi Kitabevi Yay., 1999, s. 509-10; Halil Seyidoðlu, Ekonomik Terimler Ansiklopedik Sözlük, Ýstanbul: Güzem Can Yay., 2002, s. 531. “Risk sermayesi finansman biçiminde biri risk sermayedarý, diðeri risk sermaye þirketi ve giriþimciler olmak üzere üç taraf vardýr. Risk sermayedarý, parasýný risk sermayesi ortaklýðýna yatýran kiþi ya da kuruluþtur. Risk sermayesi firmalarý, ellerinde yatýrýma dönüþtürülebilecek fonu bulunanlardan saðladýðý kaynaklarý fon gereksinimi olan yenilikçi, buluþçu, genç ve dinamik giriþimcilere aktaran mali aracýlardýr. Giriþimci ise, kendisine katýlmayý kabul ederek finansman gereksinimini karþýlayan yeni fikir ve buluþ sahibi olan kimse ya da kuruluþtur (Ýlker Parasýz, Para Banka ve Finansal Piyasalar, 7. baský, Bursa: Ezgi Kitabevi yay., 2000, s. 673).” “Risk sermayesi iki farklý anlamda kullanýlmaktadýr. Birinci olarak, risk sermayesinin kapsamý geniþ olarak düþünülmektedir. Buna göre, risk sermayesi, riskli, ancak getirisi yüksek yatýrým olanaklarýný arayan bir sermaye türüdür. Ýkinci olarak, risk sermayesinin kapsamý daha dar tutulmaktadýr. Bu baðlamda risk sermayesi belli bir orandaki pay karþýlýðýnda yeni fikirler ya da yeni teknolojiler üretecek küçük iþletmelerin kurulmasýna yardýmcý olan bir sermaye türüdür (Parasýz, Para Banka ve Finansal Piyasalar, 673).” Risk sermayesi araçlarý olarak, pay senetleri, pay senetlerine çevrilebilir tahviller, borçluluðu temsil eden senetler ve varant sayýlabilir. Risk sermayesi þirketleri finansmanýna katýldýklarý firmanýn pay senedini alabilirler. Risk sermayesi þirketlerinin farklý aþamalarda gerçekleþtirdiði finansman türleri; fikir aþamasýndaki yatýrýmlarýn finansmaný (seed investment), baþlangýç finansmaný (start up investment), büyüme finansmaný (expansion investment), köprü ya da destek finansmaný (bridge financing / turn-around), satýn alma destek finansmaný (leverage buy-out investment) þeklinde sýralanabilir. Ayrýntýlar için bkz. Parasýz, Para Banka ve Finansal Piyasalar, 674-75. Risk sermayesinin faizsiz bankacýlýkta uygulanabilirliði konusunda geniþ bir deðerlendirme için bkz. Döndüren, Ýslâm Ekonomisinde Sermaye Birikimi, 71 vd. özellikle 76-78’inci sayfalar. Risk sermayesinin temel kriteri teknolojik yeniliktir. Ortaklardan biri, bilimdeki geliþmeleri inceleyen ve bu geliþmelerden para kazanacak mallarýn üretilebileceðine inanan giriþimcinin fikirlerini ciddiye alýp, onu sermaye ile destekleyen risk sermayedarýdýr (Parasýz, Ekonomi Sözlüðü, 510). 72 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I III. Gölgede Kalmýþ Bir Giriþim: Selef Örneði Hz. Peygamber döneminde günümüzdeki gibi kurumlaþmýþ banka örneklerine rastlamak mümkün deðildir. Bu durum karþýsýnda yapýlmasý gereken, tarihin derinliklerinde çaðýmýzdaki gibi geliþmiþ bankalar aramak deðil, o dönemde yaþayan Müslümanlarýn ellerindeki sermayeleri bir araya toplayarak, ihtiyaç sahiplerine ve yatýrýma yönlendirmede kullandýklarý metotlar içerisinde bankaya en çok benzeyeni ortaya koyarak, bunlardan temel ilkeler çýkarmaya çalýþmaktýr. Zira iktisadi faaliyetlerin yapýldýðý her ortamda müteþebbisler, diðer insanlarýn ellerindeki sermayeleri bir araya toplayýp yatýrýma dönüþtürmek amacýyla çeþitli metotlar geliþtirmiþlerdir. Bu, sadece iktisadi bir ihtiyaç deðil, ayný zamanda Kur’ânî bir gerekliliktir. Çünkü Kur’ân’da, mal yýðmak (hiç gerek yokken biriktirmek) genel bir prensip olarak kötülenmiþ,100 altýný ile gümüþü biriktirerek, Allah yolunda harcamayan Yahudi ve Hýristiyan din adamlarý kýnanmýþ, ahirette þiddetle cezalandýrýlacaklarý haber verilmiþtir.101 Müfessirlerin, buradaki altýný ve gümüþü açýklarken, bildiðimiz kýymetli iki madenden ziyade, Kur’ân’ýn nazil olduðu dönemde tedavülde olan altýn ve gümüþ paralar (dinar ve dirhem) üzerine özellikle vurgu yapmalarý,102 bu eleþtirilerle, M. Hamdi Yazýr’ýn (1942) da isabetle deðindiði gibi,103 genel olarak sermaye olabilecek tasarruflarý, özel olarak da paralarý gereksiz yere iktisadi hayattan çekenlerin, bunlarý insanlarýn istifadesinden alýkoyanla- 100 101 102 103 Risk sermayesi, geleneksel finans sisteminden kaynak bulmada büyük sýkýntý çeken orta ve küçük ölçekli firmalarýn finansmanýna yönelik bir yöntemdir. Genel olarak risk sermayesi, firmalarýn baþlangýç ve riskli dönemlerinde baþvurduklarý bir finansman yöntemidir. (Parasýz, Para Banka ve Finansal Piyasalar, 673). Risk sermayesinin en önemli yapýsal özelliklerinden birisi, alt ve üst sýnýrý belli olan bir þerit aralýðýnda sermayeye sahip þirketler üzerinde yoðunlaþmasýdýr (Murat Çizakça, Ýslâm Dünyasýnda ve Batý’da Ýþ Ortaklýklarý Tarihi, Ýstanbul: Tarih Vakfi Yurt Yay., 1999, s. 44). Bu bilgiler, risk sermayesi yönteminin genel bir uygulama olmadýðýný, iktisadi yatýrýmlarýn finansmanýnda istisnâî ve sýnýrlý bir yöntem olarak kullanýldýðýný göstermektedir. Meâric (70), 18; Hümeze (104), 2. Tevbe (9), 34-35. Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-beyân an te’vîl-i âyi’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru’lfikr, 1408/1988, X, 118-19; Ebû’l-Kâsým Cârullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed ez-Zemahþerî, el-Keþþâf an hakâiki gavâmidi’t-tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl, thk. Muhammed Abdusselam Þahin, Beyrut: Dâru’kütübi’l-ilmiyye, 1415/1995, II, 258-59; Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habîb el-Mâverdî, en-Nüketü ve’l-uyûn (Tefsîru’l-Mâverdî), thk. es-Seyyid b. Abdilmaksûd b. Abdirrahîm, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye-Dâru’l-kütübi’s-sekâfe, 1412/1992, II, 357-58; Ebû’l-Fidâ’ Ýsmâîl Ýmâdüddîn b. Ömer b. Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, thk. Abdulaziz Anîm vd., Kahire: Dâru’þ-þa’b, tarihsiz, IV, 81-85. Muhammed Hamdi Yazýr, Hak Dini Kur’ân Dili – Türkçe Tefsir, Ýstanbul: Eser Neþriyat, 1960, IV, 2520. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 73 rýn –meþru miktarda tasarruf yapanlarýn deðil- hedeflendiði anlaþýlmaktadýr. Tersinden okunacak olursa, bu eleþtirilerden insanlarýn tasarruflarýný iktisadi faaliyetlere yönlendirecek mekanizmalarýn kurulmasý gerektiði sonucunu çýkarmak pekala mümkündür. Hz. Peygamber dönemindeki Müslümanlar bu amaçla bazý metotlar kullanmýþlardýr. Yukarýda deðerlendirdiðimiz mudârabe usulü bunlardan biridir. Ancak tek yöntem deðildir. Tespit edebildiðimiz kadarýyla, Ýslâm’ýn ilk dönemlerinde selef adý verilen bir yöntem daha kullanýlmýþtýr. Biraz sonra deðineceðimiz çeþitli nedenlerden ötürü yaygýnlýk kazanmayan bu yönteme, faizsiz bankacýlýðýn dini temeli meselesine katký saðlamasý ümidiyle kýsaca temas etmek istiyoruz. 1. Sermaye Toplama Yöntemi Olarak Selef Kaynaklarda bir sermaye toplama yöntemi olarak selef hakkýnda yeterli ve ayrýntýlý bilgi yer almamaktadýr. Biz bu yöntemin Ýslâm’ýn ilk asrýnda uygulandýðýný, ez-Zübeyr b. el-Avvâm’ýn (36/656) hayatý anlatýlýrken kaynaklarda verilen bilgilerden anlýyoruz. Bu bilgilere göre, Cemel Savaþý esnasýnda oðlu Abdullah’ý (73/692) yanýna çaðýrarak, öldürüleceðini hissettirir mahiyette bazý sözler söyledikten sonra borçlu olduðunu hatýrlatmýþ, þayet öldürülürse, býraktýðý mallarýn bir kýsmýný satarak bu borçlarýný ödemesini, geri kalanýn da üçte birini sadaka olarak daðýtmasýný vasiyet etmiþtir.104 Gerçekten de hem Hz. Peygamber’e, hem de onun ilk eþi Hz. Hatice’ye yakýn akraba olan, on altý yaþlarýnda iken Hz. Ebû Bekir’den (13/634) hemen sonra Ýslâm’ý kabul eden, Mekke müþriklerinin baskýlarýndan dolayý ikisi Habeþistan’a, birisi Medine’ye olmak üzere üç defa hicret etmek zorunda kalan,105 Allah yolunda kýlýç çeken ilk Müslüman olma þerefini elin104 105 106 107 Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 108; Ebû Nuaym Ahmed b. Abdillâh el-Esbahânî, Hilyetü’levliyâ, et-tab’atü’r-râbia, Beyrut: Dâru’l-kitâbi’l-Arabî, 1405, I, 90-91; Ebû Abdillah Þemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ’, thk. Þuayb el-Arnavud-Muhammed Naîm, et-tab’atü’t-tâsia, Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 1413, I, 65; Ebû’lFidâ’ Ýsmâîl Ýmâdüddîn b. Ömer b. Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, Beyrut: Mektebetü’l-maârif, tarihsiz, V, 345. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 100-102; Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-Ýsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, thk. Ali Muhammed el-Becâvî, Beyrut: Dâru’l-cîl, 1412/1992, II, 553-54; ezZehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, I, 41; Ýbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 344. Ýbn Ebî Þeybe, el-Musannaf, VI, 377; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 89; Yûsuf b. Abdillâh b. Muhammed b. Abdilber, el-Ýstîâb, thk. Ali Muhammed el-Becâvî, Beyrut: Dâru’l-cîl, 1412, II, 512-13; Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, II, 554; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, I, 41; Ýbn Kesîr, elBidâye ve’n-nihâye, V, 344. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 111-12; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 91; Ýbn Abdilber, elÝstîâb, II, 515-16; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, I, 60-61, 64; Ýbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 344. 74 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I de bulunduran, Mekke’de iken bile Hz. Peygamber’i koruyan ve hayattayken Cennet’le müjdelenme bahtiyarlýðýna eriþen106 bu seçkin sahabi, Aiþe taraftarý olarak geldiði savaþ alanýndan savaþa katýlmadan Medine’ye dönerken Ali taraftarlarýndan haddini bilmez bazý kiþilerce öldürülmüþtür.107 Abdullah da derhal babasýnýn borçlarýný tespit etmeye baþlamýþ, alacaklý olanlarýn kendisine müracaat etmesini istemiþtir. Hatta peþ peþe dört hac mevsiminde babasýnýn alacaklýlarýný ilanla aramýþtýr. Onun bu gayretleri sonuç vermiþ, alacaklýlar ona baþvurarak alacaklarýnýn miktarýný bildirmiþlerdir. Sözgelimi, Abdullah b. Ca’fer, babasýnýn kendisine dört yüz bin [dirhem] borcu olduðunu söylemiþtir. Oðlunun bu gayretleri neticesinde Zübeyr’in çok sayýda kiþiye oldukça fazla miktarda borcunun bulunduðu ortaya çýkmýþtýr. Nitekim Abdullah’ýn, babasýnýn bütün borçlarýný iki milyon iki yüz bin [dirhem] gibi yüksek bir meblað olarak tespit ettiði ve mirasýný ancak bu borçlarý ödedikten sonra hak sahiplerine paylaþtýrdýðý nakledilmiþtir.108 Oysa Zübeyr sahabilerin zenginlerindendir. Her ne kadar eþi ve Ebû Bekir’in kýzý Esmâ (73/692), “Benimle evlendiðinde Zübeyr’in yeryüzünde bir atýndan baþka ne malý, ne kölesi, ne de sulama devesi vardý.” diyorsa da, bu söz, Mekke’de iken evliliklerinin ilk yýllarý ile ilgili bir tespittir ve Ýbn Hacer’in (852/1448) de isabetle belirttiði gibi, Zübeyr’in, ailesini geçindiremeyen fakir bir sahabi olduðunu göstermez.109 Bilakis, biraz sonra zikredeceðimiz tarihi veriler onun meþru yollardan zengin olduðunu ve yaþadýðý döneme göre kesinlikle çok sayýlabilecek bir mal varlýðýna ulaþtýðýný göstermektedir. Ýbn Sa’d’ýn (230/845), onun mirasý ile ilgili olarak, otuz beþ milyon ile elli milyon [dirhem] arasýnda deðiþen rakamlar vermesi,110 borçlarýnýn daðýtýlmasýndan sonra dört karýsýndan her birine bir milyon yüz bin [dirhem] düþtüðünü nakletmesi,111 zenginliðinin boyutlarý hakkýnda yeterli bilgi vermektedir. Bu kadar zengin olan bir sahabinin, dört hac mevsimi süresince arama gerektirecek kadar çok sayýda kiþiye borçlanmasýnýn sýradan bir borçlanma olduðunu söylemek oldukça zordur. O halde bunun gerçek sebebini tespit etmemiz konumuz açýsýndan büyük bir önem arzetmektedir. Tarihçi Ýbn Sa’d, bütün zenginliðine raðmen Zübeyr’in bu kadar fazla 108 109 110 111 Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 109-10; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 91. Ýbn Kesîr’e göre bu meblað dinar cinsindendir. Bkz. Ýbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 345. Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi þerh-i Sahîhi’l-Buhârî, Tashih: M. Fuad Abdulbaki -M. el-Hatib, Beyrut: Dâru’l-ma’rife, 1379, IX, 322-23. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 110-11. Ayrýca bkz. Ýbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 345. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 109. Ayrýca bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 91; Ýbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 345. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 75 borçlanmasýnýn sebebini oðlu Abdullah’ýn þöyle açýkladýðýný bildirmektedir: “Borçlarýnýn yegane [sebebi] þuydu: [Bazý] insanlar mallarýný Zübeyr’e getirirlerdi; amaçlarý, bu [mallarý] yalnýzca ona emanet býrakmaktý. O da onlara, ‘Hayýr, fakat bu [mallar] selef [olsun]; çünkü bunlarýn zayi olmasýndan korkarým.’ cevabýný verirdi.”112 Abdullah’ýn bu cümleleri, babasýnýn borçlarýnýn gerçek nedenini tespit edebilmemizi kolaylaþtýran bazý ipuçlarý içermektedir. Bu anlatýma göre, Zübeyr kendisine getirilen mallarý, zayi olabileceði gerekçesiyle emanet (vedîa) statüsünde kabul etmemekte, bunun yerine selef statüsünü önermektedir. Onun bu önerisini anlamlandýrabilmek için vedîa ve selef kavramlarýnýn anlamlarýna kýsaca göz atmak yerinde olacaktýr. Arapça’da “býrakýlan / terkedilen þey” anlamýna gelen vedîa kelimesi,113 teknik bir terim olarak, “bir kiþiye, korumasý için býrakýlan emanet mal” anlamýnda kullanýlmaktadýr. Ýslâm alimlerinin genel kanaatlerine göre, emanetçi (el-emîn, el-mu’temen), kendisine emanet edilen bir malý kullanamaz, iþletemez; iþletirse, gelirini tasadduk edebilir, fakat kendisi alamaz; emanetin zarar görmesi ya da zayi olmasý durumunda ise, herhangi bir kusuru, hatasý veya ihaneti sabit olmadýkça bu zararý tazmin etme yükümlülüðü yoktur.114 Ma’mer b. Râþid (210/825), sahabilerin bu görüþte olduklarýný ve karþýt görüþe sahip hiçbir sahabi bilmediðini zikretmektedir.115 Sözlükte esas olarak “[zaman bakýmýndan] önce gelen (baba ve ata gibi), [mekan bakýmýndan] önde olan veya önden gelen (savaþta öncü birlikler gibi)” anlamýndaki116 selef kelimesi ise, iktisadi iþlemlerle ilgili olarak iki farklý teknik anlamda kullanýlmaktadýr. Bunlardan birincisi, ödünççüye (elmukriz) sevap kazanmaktan ve teþekkür edilmekten baþka hiçbir menfaat saðlamayan, borçlunun da karþýlýðýnda herhangi bir maddi bedel ödemediði ödünçtür ki, buna karz da denmektedir. Ýkincisi, “satýlýk bir mala (elmebî’) karþýlýk önceden [yani, peþin olarak] ödenen bedeldir. Bir alýþveriþ 112 113 114 115 116 117 Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 108. Ayrýca bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 91. el-Cürcânî, et-Ta’rifat, 861. Ýbn Ebî Þeybe, V, 11; Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 182-84; el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, 307; Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, IV, 146, 148, 155-60; Kal’acî, Mu’cemu lugati’l-fukahâ’, 472. Abdurrezzâk, el-Musannaf, VIII, 182, No: 14801. Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem (Ýbn Manzûr), Lisânü’l-Arab, Beyrut: Dâru ihyâi’ttürâsi’l-Arabî, 1413/1993, VI, 330-32. Selef hakkýnda geniþ bilgi için bkz. el-Hüseyin b. Muhammed er-Râgýb el-Ýsfahânî, Müfredâtü elfâzý’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnan Dâvûdî, Dimaþk: Dâru’l-kalem, 1412/1992, 420 (Selef mad.); el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, 159 (Selem mad.); Mecdüddin Ebu’s-Saâdât el-Mübârek b. Muhammed el-Cezerî (Ýbnü’l-Esîr), en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs ve’l-eser, thk. Mahmud Muhammed et-Tanâhî - Tâhir Ahmed ez-Zâvî, Kahire: Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye, tarihsiz, II, 390; Ýbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, VI, 331; Berki, Açýklamalý Mecelle, 31 (Madde: 123); Bilmen, Hukuký Ýslâmiyye, VI, 6; N. Hammâd, Ýktisadi Fýkýh Terimleri, 295-96; Kal’acî, Mu’cemu lugati’l-fukahâ’, 222. 76 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I muamelesi olarak selef satýþý, “peþin ödeme ile veresiye olarak mal satýn almaktan” ibarettir ki, bu tür iþlemlere selem veya selem satýþý adý da verilmektedir.117 Ýbnü’l-Esîr (606/1210) ise, sermayedarýn amacýný öne çýkararak selefi, “Satýlýk bir mala (sil’a), teslim alýnacaðý zamanki fiyatýnda oluþacak [muhtemel] fazlalýktan dolayý vadesi belli bir þekilde finansman (mâl) saðlamaktýr.” þeklinde tanýmlamakta, böyle bir iþlemin finansman sahibine (el-müslif) menfaat saðlayacaðýný vurgulamaktadýr.118 Vedîa ve selef kavramlarý ile ilgili bu bilgilerde, Zübeyr’in, insanlarýn mallarýný vedîa deðil de selef statüsünde kabul etmesinin nedenlerinin ipuçlarýný yakalamak mümkündür. Öyle görünüyor ki, selef metodu hem mal sahipleri, hem de kendisi açýsýndan bazý avantajlar sunmaktadýr. Eðer vedîa statüsünde kabul etseydi, herhangi bir zarar görmesi veya zayi olmasý durumunda bu mallarý –ki, biz bunlara tasarruf diyebiliriz- tazmin etmesi gerekmeyecekti. Ayný þekilde vedîa sözleþmesinin bir gereði olarak, bu tasarruflarý iktisadi iþlerinde kullanmasý da imkansýzlaþacaktý. Fakat selef akdi devreye girdiði zaman bunlar ortadan kalkmýþ, Zübeyr’in insanlardan topladýðý tasarruflarý garanti etmesi de, iþletmesi de mümkün hale gelmiþtir. Böylece hem tasarruf sahipleri mallarýnýn zayi olabileceði endiþesinden kurtulmuþlar, hem de Zübeyr topladýðý tasarruflarý, gereksiz yere mal biriktirmeyi (kenz) yasaklayan ayetlerin119 amacýna uygun olarak, iktisadi yatýrýmlara yönlendirebilme ve deðerlendirebilme fýrsatý yakalamýþtýr. Mirasýnýn çokluðuna bakýlarak, onun iktisadi anlamdaki bu fýrsatý iyi deðerlendirdiði söylenebilir. Ancak eðer sadece kendisi kazanç saðlasaydý, onun aþýrý derecede borçlanmasýný gerektirecek sayýda insan tasarrufunu ona vermezdi. Zaten tasarruf sahiplerinin, tasarruflarýný diðer sahabilere veya insanlara deðil de özellikle ona vermelerinden, onun yaptýðý bu iþten haberdar olduklarý, paralarýný atýl vaziyette tutmaktansa, iþlettirerek kazanç saðlamak amacýyla bilinçli olarak ona geldikleri, iyi kazandýrmasý sebebiyle onun da iktisadi anlamda bir cazibe merkezi haline geldiði sezilmektedir. Aksi halde Abdullah’ýn, son derece zengin olan babasýnýn alacaklýlarýný dört hac mevsimi süresince aramasýna bir anlam vermek zor olacaktýr. Abdullah’ýn bu çabasý, babasýnýn geniþ bir coðrafya üzerinde çok sayýda insandan sermaye topladýðýný bildiði hususunda önemli bir ipucu olarak da deðerlendirilebilir. Dikkat edilecek olursa Zübeyr, tasarruf sahiplerine vedîa statüsüne alternatif olarak, yaþadýðý dönemde yaygýn olarak kullanýlan mudârabe ortaklýðýný da önermemektedir. Çünkü eðer tasarruflarý bu statüde toplamýþ 118 119 Ýbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 390. Ayrýca bkz. Ýbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, VI, 331. Tevbe (9), 34-35. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 77 olsaydý, sermayeyi kullanabileceði alanlar sýnýrlý kalacak, üstelik tasarruf sahiplerine karþý sorumluluðu da artacaktý. Oysa tasarruflarý selef akdi ile topladýðýnda mudârabenin tabiatýndan kaynaklanan bütün sýnýrlýlýklar kalkmýþ, sermayeyi meþru olan her türlü iþe yönlendirme imkaný doðmuþtur. Bu noktada onun selef ile neyi kastettiði önem kazanmaktadýr. Tasarruflarýn zayi olmasýný, yani mal sahibinin zarara uðramasýný önlemek için vedîa statüsünü reddettiðini söylediðine göre, selefi öncelikle ödünç anlamýnda kullandýðýnda þüphe yoktur. Ancak ödünç deyince akla gelebilecek ilk kelime olan karz kavramýný deðil de selef kavramýný kullanmasý oldukça dikkat çekicidir. Öyle anlaþýlýyor ki, özellikle bu kavramý kullanmasýnýn sebebi, topladýðý tasarruflarý ticaret baþta olmak üzere iktisadi iþlerde kullanacaðýný bu tasarruflarýn sahiplerine hissettirmek istemesidir. Nitekim Ýbn Battâl (449/1057), onun bu mallarý selef statüsünde kabul etmesini, bu mallardan kâr saðlama imkanýný elde etme amacýna baðlamaktadýr.120 Ýnsanlarýn da mallarýný vermek için özellikle onu tercih etmeleri, diðer bir ifadeyle, tasarruflarýný kâr saðlamak niyetiyle ona vermeleri, bu deðerlendirmeyi destekler niteliktedir. Bu durumda sermayedarlar açýsýndan selef, kýsmen selem anlamý taþýmaktadýr. Kýsmen selem dememizin sebebi, o dönemdeki Ýslâm toplumunda bilinen ve uygulanan selem gibi, seleme konu olan malýn cinsinin, fiyatýnýn ve miktarýnýn belirli olmamasýdýr. Kaynaklarda, ana hatlarýný belirlemeye çalýþtýðýmýz selef metodu yoluyla topladýðý tasarruflarý, Zübeyr’in hangi iktisadi alanlarda iþlettiði belirtilmemektedir. Karanlýkta kalan bu nokta, belki onun zenginliðinin kaynaðýna inilerek, yani gelir saðladýðý iþler araþtýrýlarak ve mirasýnýn ayrýntýlarýna bakýlarak aydýnlatýlabilir. Onu zengin kýlan unsurlar, devlet desteðinden ganimete, tarýmdan ticarete kadar gayet geniþ bir yelpaze içerisinde deðiþiklik arzetmektedir. Hz. Peygamber, her sahabisine, özellikle bütün mal varlýðýndan feragat ederek hicret eden bütün muhacirlere yaptýðý gibi, ona da Medine arazilerinden tarla ve hurma aðacý iktâ etmiþtir. Sözgelimi, Benî Nadîr Yahudilerinden fey’ olarak alýnan mallardan bir tarla vermiþtir. Ýlk iki halife de bu seçkin sahabiye karþý ayný þekilde cömert davranmýþtýr.121 Üçüncü halife Hz. Osman (35/656) da ona altý yüz bin [dirhem] faizsiz kredi kullandýrmýþtýr.122 Ayrýca Zübeyr, Hz. Peygamber’le birlikte bütün savaþlara 120 121 122 123 Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 230. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 103-04; Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî, IX, 323. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 107. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 104-05, 108; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 90; Ýbn Abdilber, el-Ýstîâb, II, 511-13; Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, II, 556; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, I, 4648, 50. 78 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I katýlarak, büyük kahramanlýklar ve yararlýlýklar göstermiþtir. Hatta Hendek Savaþý’nda yaptýðý üstün hizmetlerinden ötürü Hz. Peygamber onu, “Her peygamberin bir havarisi vardýr, benim havarim de Zübeyr’dir.” hadisiyle övmüþtür.123 Ayný þekilde ilk üç halife döneminde de Müslümanlarýn yaptýklarý bütün savaþlara katýlmýþtýr. Bazen nefer, bazen de komutan olarak katýldýðý bu savaþlarda, hissesine düþen ganimetlerden önemli miktarda gelir elde etmiþtir.124 Öte yandan divana da kaydedilmiþtir. Gerçi o, Hz. Ömer öldürüldüðünde kendisini divandan düþürtmüþtür; fakat o zamana kadar maaþ aldýðý anlaþýlmaktadýr.125 Halifeler ve diðer devlet adamlarý nezdindeki güvenirliliðine binaen olmalý ki, kendisine vergi (el-cibâye, el-harâc) toplama iþi tevdi edilmiþtir. Bin civarýnda kiþinin vergilerini ona verdikleri rivayet edilmektedir. O bu iþten elbette gelir elde etmiþtir; fakat bu gelirini þahsi ve ailevi ihtiyaçlarý için kullanmayarak sadaka vb. þekillerde gerekli yerlere daðýttýðý bildirilmiþtir.126 Zenginliðinin kaynaðýyla ilgili olarak buraya kadar zikrettiðimiz gelir kaynaklarý, Zübeyr’in topladýðý tasarruflarý iþletebileceði kaynaklar deðildir. Zübeyr’in yaptýðý iþlerden bir kýsmý, topladýðý tasarruflarý iþletebileceði özelliklere sahiptir. Tarým bunlardan ilkidir. Onun, hicretten önce Mekke’de ikamet ederken, sahibi olmadýðý, fakat ekip diktiði ve gelirinden faydalandýðý bir tarlasýnýn bulunduðu nakledilmektedir.127 Medine’ye hicret ettikten sonra ise, yukarýda da belirttiðimiz gibi, Hz. Peygamber’in çeþitli vesilelerle ona tarla tahsis etmesi, ilk iki halifenin de ona karþý ayný þekilde cömert davranmasý, onun tarým iþleriyle uðraþmaya devam ettiðini göstermektedir. Eþi Esmâ da tarým iþlerinde ona yardýmcý olmuþtur.128 Ýkincisi, orman iþletmeciliðidir. Gerek orman satýn almasý, gerekse sahip olduðu arazilerin bir kýsmýnda orman bulunmasý,129 onun orman iþletmeciliði de yaptýðýný ve bu iþten gelir saðladýðýný ihsas etmektedir. Üçüncüsü ve en önemlisi ise, onun çok ciddi ve baþarýlý bir ticaret adamý olmasýdýr. Onun, ticaret hayatýna Mekke’deyken atýldýðý, Hz. Peygamber ile kayýn pederi Ebû Bekir hicret ediyorlarken bile, ticaret için gittiði Þam’dan dönmekte olduðu, yolda onlara rastlayarak elbise verdiði bilinmektedir.130 Onun, hicretten son124 125 126 127 128 129 130 131 Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 108; Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî, VI, 230. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 107; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, I, 57. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 90; Ýbn Abdilber, el-Ýstîâb, II, 514; Ýbn Kesîr, el-Bidâye ve’nnihâye, V, 345; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, I, 56; Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, II, 556-57. Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî, IX, 323. Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî, IX, 323-24. Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 108-09. Ýbn Hacer, Fethu’l-bârî, IX, 323. Ýbn Abdilber, el-Ýstîâb, II, 514. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 79 raki yaþantýsýnda da ticari faaliyetlerine devam ettiði, helal yollardan ticaret yaparak büyük kazançlar saðladýðý, baþarýlý bir ticaret adamý olmasýndan dolayý kendisine zaman zaman ticaretin incelikleri hakkýnda sorular sorulduðu belirtilmektedir.131 2. Faizsiz Bankacýlýk Sisteminin Temeli Olarak Selef Tespit edebildiðimiz veya edemediðimiz kazanç yollarý sayesinde Zübeyr büyük bir mal varlýðýna ulaþmýþtýr. Ýbn Sa’d’ýn bildirdiðine göre, oðlu Abdullah babasýnýn mirasýyla ilgili olarak þu bilgiyi vermiþtir: “Zübeyr öldüðü zaman dinar ve dirhem deðil, içerisinde orman bulunan birkaç büyük arazi, ayrýca Medine’de on bir, Basra’da iki, Kufe’de bir, Mýsýr’da [Kahire] da bir ev / yer (dâr) býrakmýþtý.”132 Diðer oðlu Urve (92/710) de tamamlayýcý mahiyette, babasýnýn Mýsýr [Kahire], Ýskenderiye ve Kufe þehirlerinin her birinde çiftliklerinin / etrafý çevrili topraklarýnýn (hýtat) bulunduðunu, Basra’da da birçok evi / yeri (dûr) olduðunu, Medine bölgesindeki mallarýndan önemli miktarda gelir saðladýðýný bildirmiþtir.133 Þimdi, bu ayrýntýlarý onun baþarýlý bir ticaret adamý olmasý ile de birleþtirerek, Zübeyr’in, iktisadi yönden son derece canlý olan, özellikle ticaret merkezi tabir edebileceðimiz birçok büyük þehirde tarlalar, araziler, ormanlar ve evler satýn aldýðý, buralarý ev veya tarla olmanýn ötesine geçirerek, birer iþyeri, özellikle de ticarethane haline dönüþtürdüðü, buralarda birbiriyle koordineli olarak çeþitli iktisadi faaliyetler yürüttüðü, sözgelimi, gerek tarlalarýnda yetiþen ürünleri, gerekse diðer mallarý pazarladýðý, neticede çok geniþ bir coðrafyada faaliyet gösteren büyük bir iþ aðý kurduðu ve bu sayede büyük gelirler elde ettiði söylenebilir. Garîb Nâsýr’ýn da belirttiði gibi,134 buralarý birer büro gibi kullanarak, tahvil vb. iþlemler de yapmýþ olabilir. Bu kadar büyük bir iktisadi organizasyonu, onun tek baþýna ve sýrf vergilerle ganimetlerden elde ettiði gelirlerle yürütemeyeceði, iþ yerlerini faal tutabilmek için çok sayýda çalýþana ve fazla miktarda sermayeye ihtiyaç duyacaðý açýktýr. Onun, insanlardan tasarruflarýný toplamasý, bu ihtiyaçlarýndan ikincisini, yani sermaye ihtiyacýný karþýlamaya yönelik bir çaba olarak deðerlendirilebilir. Mal varlýðýnýn çokluðuna bakýlarak, gerek öz sermayesini, gerekse topladýðý tasarruflarý yukarýda ismi geçen iþlerde, özellikle ticari faaliyetlerinde son derece verimli iþlettiði söylenebilir. Tasarruf sahip132 133 134 Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 108. Arapça’da dâr kelimesinin ilk anlamý “ev”dir. Ýbn Sa’d’ýn, bu kelimeyi, “içerisinde ev bulunan arazi” veya “arazisi bulunan ev” anlamýnda kullandýðý anlaþýlmaktadýr: “Rasülüllah Medine’de [arazisi bulunan] evleri (ed-dûr) [Müslümanlara] tahsis ettiði zaman, Zübeyr’e geniþ bir tarla (bakîan vâsian) verdi” (Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 103). Ýbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, III, 110. el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 8. 80 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I lerinin tasarruflarýný ona yönlendirmeleri dikkate alýnarak da, iyi kâr daðýttýðý varsayýlabilir. Ýnsanlarýn tasarruflarýný ona yönlendirmelerinde, kârýn yaný sýra tasarruflara kazandýrdýðý ödünç (selef) statüsü de merkezi bir rol oynamýþ olmalýdýr. Çaðdaþ bilim adamlarýndan Salih Ahmed el-Alî, muhtemelen yaptýðý bu iþlere ve iþyerlerine farklý bir fonksiyon yükleyerek, Zübeyr’in Medine merkezli bir bankasýnýn bulunduðunu, bu bankanýn Ýskenderiye’de, Kufe’de, Basra’da… þubelerinin olduðunu iddia etmektedir.135 Sami Hamûd ise, insanlarýn, güvenilir bir kiþi olduðu için Zübeyr’e mallarýný emanet ettiklerini, dolayýsýyla bunun bankacýlýkla bir ilgisinin bulunmadýðýný ileri sürerek Salih Ahmed’e karþý çýkmaktadýr.136 Garîb Nâsýr ise, Zübeyr’in kurduðu iktisadi teþekkülün, bir bankanýn onun yaþadýðý dönemde yapmasý gereken ana bankacýlýk iþlemlerini yaptýðýný, bu yüzden günümüzdeki gibi geliþmiþ düzeyde deðil de ancak o asrýn þartlarý içerisinde banka kabul edilebileceðini ileri sürmektedir.137 Biz ise, Zübeyr’in kurduðu iktisadi teþekkülün, faaliyet gösterdiði dönemin ihtiyaçlarýnýn gerektirdiði düzeyde bankacýlýk iþlemleri de yapan gayet geliþmiþ bir iktisadi iþletme statüsünde deðerlendirmenin daha doðru olacaðý kanaatindeyiz. Basit düzeyde de olsa bankacýlýk iþlemleri yapan bu iþletmede uygulanan ve iþletilmek üzere toplanan tasarruflara borç statüsü getiren selef yönteminin faizsiz bankacýlýk sistemi için mudârabeye göre daha saðlýklý ve daha güvenilir bir prototip oluþturacaðýný düþünüyoruz. Bu yöntem sayesinde, hem faizsiz bankalar mudârabenin sýnýrlýlýk baþta olmak üzere çeþitli olumsuzluklarýndan ve murâbaha gibi muvazaaya yol açabilecek alýþveriþ iþlemlerine sýðýnmaktan önemli ölçüde kurtulacaklar, hem de mudiler mevduatlarýnýn garantisi konusunda hukuki bir dayanaða kavuþmuþ olacaklardýr. Böylece faizsiz bankalar, bu yöntem sayesinde tasarruf sahipleri nezdinde büyük bir prestij ve güven kazanacaklar, Zübeyr örneðinde olduðu gibi, birer cazibe merkezi haline geleceklerdir. Ayrýca bu yöntem, kredi kullandýrma, özellikle tüketim kredisi verme, ticaret, sanayi, ziraat gibi iktisadi alanlardaki çeþitli projelere plasmanda bulunma vb. iþlemler açýsýndan da mudârabeye nispetle çok daha elveriþli bir görüntü çizmektedir. Selef yöntemi muhasebe bakýmýndan da daha uygundur; çünkü bu sayede mudârabenin gerektirdiði havuz sistemi kalkacak, bunun yerine bir bankanýn veya bir þubesinin bir, üç, altý, 135 136 137 Salih Ahmed el-Alî, et-Tanzîmâtü’l-Ýctimâiyye ve’l-Ýktisâdiyye fi’l-Basra fi’l-Karni’l-Evvel el-Hicrî, Beyrut, 1969, s. 295, zikreden: Sâmî Hamûd, Tatvîru’l-a’mâl el-masrifiyye, 44. Sâmî Hamûd, Tatvîru’l-a’mâli’l-masrifiyye, 44. el-Garîb Nâsýr, Usûlü’l-masrifiyye, 8. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 81 on iki… aylýk net geliri üzerinden kâr daðýtýmý yapýlacaktýr. Dolayýsýyla bu yöntem, bankalarý, bir mudârabe havuzunun zararýný mudilere hiç haber vermeden diðer mudârabe havuzundan karþýlama usulsüzlüðünü yapmaktan da kurtaracaktýr. Netice olarak, hangi yönden bakýlýrsa bakýlsýn bu yöntem, hem çaðdaþ iktisadi gerçeklerle daha iyi baðdaþmaktadýr, hem de bankalarla mudiler açýsýndan daha kârlý, hakkaniyete ve adalete daha uygun görünmektedir. Sermaye iþletme ve kâr paylaþýmý açýsýndan büyük kolaylýklar getiren selef yönteminin Ýslâm tarihi boyunca Müslümanlar arasýnda niçin gölgede kaldýðý, buna karþýn mudârabenin niçin vazgeçilmez bir gelenek haline dönüþtüðü sorulabilir. Görebildiðimiz kadarýyla bunun dini, hukuki ve iktisadi sebepleri vardýr. Dini sebeplerin baþýnda Ýslâm alimlerinin mudârabeyi Kur’ân’a dayandýrmalarý gelmektedir. Onlarýn çoðunluðu, “[Rabbin] bir kýsmýnýzýn hasta olacaðýný, bir kýsmýnýzýn Allah’ýn lütfünü [rýzkýný] aramak / elde etmek amacýyla yeryüzünde dolaþacaðýný (yadribûne), diðer bir kýsmýnýzýn da Allah yolunda savaþacaðýný bilmektedir.”138 ayetinin mudârabeyi meþru kýlmakla kalmayýp, övdüðü ve teþvik ettiði görüþündedir.139 Alimlerin bir kýsmý ise, sözgelimi Mâverdî (450/1058),140 mudârabenin meþruluðunu, “Rabbinizin lütfünü aramanýzda / elde etmenizde sizin için hiçbir günah yoktur.”141 Ayetine dayandýrýrken, diðer bir kýsmý, “Allah’ýn lütfünü arayýn / elde edin.”142 ayetine dayanarak açýklamýþlardýr.143 Ayrýca Hz. Peygamber mudârabeyi övmüþtür.144 Yukarýda belirttiðimiz gibi, Hz. Peygamber ve sahabileri mudârabe iþlemleri yapmýþlardýr. Bu argümanlar, mudârabenin Müslümanlar arasýnda yaygýnlaþmasý sonucunu doðurmuþ olabilir. Oysa burada zikredilen ayetlerde sadece mudârabenin deðil, ticaret baþta olmak üzere, insan emeðine dayanan ve helal olan bütün kazanç yollarýnýn meþru olduðu vurgulanmaktadýr.145 Zübeyr’in selef metodu da tabii ki, bunlarýn içerisine girmektedir. Arap geleneðinde mevcut olup olmadýðýný bilmediðimiz bu metodu Zübeyr, gerek Hz. Peygamber, gerekse ilk dört halife döneminde hayata geçirmiþ, meþru olmadýðý yönünde herhangi bir tepkiy138 139 140 141 142 143 144 145 Müzzemmil (73), 20. es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 18; Ýbn Kudâme, el-Muðnî, V, 16; el-Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, VI, 79; Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 250. el-Mâverdî, el-Mudârabe, 101. Bakara (2), 198. Cum’a (62), 10. Þekerci, Ýslâm Þirketler Hukuku, 250-51. Ýbn Mâce, K. et-ticârât: 63, II, 768, No: 2287-89. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIX, 141; el-Mâverdî, en-Nüketü ve’l-uyûn VI, 133; Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, thk. Ýrfan el-Aþþâ, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1414/1993, XIX, 52; Ýbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, VIII, 285. 82 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I le karþýlaþmamýþtýr. Bu da mudârabe gibi selef metodunun da Hz. Peygamber’in ve sahabilerinin tasvibinden geçtiðini göstermektedir. Bir sermaye toplama yöntemi olarak selefin gölgede kalmasýnýn hukuki ve iktisadi sebebi ise, onun yapý ve nitelikleri itibariyle mudârabeden son derece farklý olmasýdýr. Yeterli öz sermayeye sahip olmayan, bu yüzden de baþkalarýndan sermaye tedarik etmek zorunda kalan bir iþletmeci açýsýndan en akýlcý yol, sermaye için garanti gerektirmeyen mudârabe yöntemini tercih etmesidir. Çünkü böylece, iflas, telef, zarar vb. durumlarda sadece emeðinin karþýlýðýný almakla kalmayacak, kendi durumunu da garanti altýna alarak, bir müteþebbis olarak varlýðýný yine devam ettirecektir. Oysa selef yapmýþ olsa, hem sermayeyi, hem de emeðinin karþýlýðýný kaybetmiþ olacaktýr. Üstelik baþkalarýndan tedarik ettiði sermayeyi de ödemek zorunda kalacaktýr. Neticede bir müteþebbis olarak iktisadi hayattaki varlýðýný sürdüremeyebilecektir. Mudârabe gibi risksiz bir yöntem varken, bu riskleri Zübeyr gibi çok az sayýda iþletmeci göze almýþ olabilir. Ýki iþletim yöntemi arasýndaki farklýlýk, günümüzde faaliyet gösteren faizsiz bankalarýn, sistemlerine dayanak olarak mudârabeyi özellikle seçmiþ olmalarýnýn sebebini de açýklar niteliktedir. Bu tercihin, geçtiðimiz yüzyýl içerisinde faizli bankalardaki mevduatlarýn devlet tarafýndan garanti altýna alýnmasýný öngören görüþlere paralel olarak ortaya çýkan öykünmeci bir seçim gibi göründüðünü dikkatten kaçýrmamakta yarar vardýr. Ortaya çýktýklarý sosyal þartlar itibariyle faizsiz bankalar, topladýklarý mevduatlara devlet garantisi temin edecek durumda olmadýklarý için mudârabeyi tercih etmiþ olabilirler. Doðrusu, araþtýrmacýlar ve teorisyenler de þimdiye kadar bu bankalara uygulayabilecekleri farklý yöntem veya yöntemler önermemiþlerdir. Neticede bu bankalara yatýrýlan mevduatlar garantisiz kalmýþ, zarar, iflas, telef gibi durumlarda mudiler maðdur olmuþlardýr. Oysa faizsiz bankalar, Kur’ân’daki borç ayetlerinin146 de ruhuna ve iþaretine uygun olarak, mevduatlarý ödünç kapsamýnda topladýklarý zaman mudilerin bu maðduriyetleri ortadan kalkmýþ olacaktýr. IV. Sonuç XX. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda ortaya çýkan faizsiz bankacýlýk sistemini, Müslüman bilim adamlarý ve teorisyenler mudârabe temeli üzerine kurmaya çalýþmýþlardýr. Kanaatimizce bunun en önemli sebebi, Hz. Muhammed’in bizzat mudârabe yapmasý ve onu övmesidir. Bu yöntemin sahabiler tarafýndan yaygýn olarak kullanýlmasý da bunda etkili olmuþtur. Oysa faizsiz 146 Bakara (2), 282-283. Faizsiz Bankacýlýðýn Dini Temeli Açýsýndan Mudarabe 83 bankacýlýðýn dayandýrýldýðý mudârabe yöntemi, birçok problemi beraberinde getirmektedir. Mudârabenin, bankanýn faaliyetlerini oldukça sýnýrlandýrmasý, kanalizasyon gibi kâr getirmeyen alanlara yatýrým yapmaya imkan tanýmamasý, yine ayný gerekçeyle tüketim amaçlý fon kullandýrmaya müsait olmamasý, fon kullananlara sadece sýnýrlý bir hareket alaný býrakmasý, bankanýn topladýðý mevduatlarý ve kullandýrdýðý fonlarý garanti altýna almamasý, bu problemlerden yalnýzca birkaçýdýr. Mudârabenin, esas itibariyle karþýlýklý güvene dayanmasý ve iþletmecinin kazanç elde edemediði yönündeki beyanýna karþý hukuken yapýlabilecek fazla bir þeyin bulunmamasý, bir yandan bu problemleri daha da aðýrlaþtýrýrken, diðer yandan istismar ve sahtecilik þüphelerini artýrmaktadýr. Bize göre bu problemlerin kaynaðý, Ýslâm tarihinde bilinen ve uygulanan geleneksel mudârabe þekli ile günümüzdeki þekliyle bankacýlýðýn farklý birer olgu oluþlarýdýr. Oysa Hz. Muhammed ve ilk dört halife dönemlerinde sermaye toplama yöntemi olarak selef (iþletme amaçlý ödünç) de uygulanmýþtýr. Zübeyr b. Avvam bu uygulamanýn en baþarýlý örneklerinden birini sergilemiþtir. Eðer çaðdaþ bir olgu olan faizsiz bankacýlýðýn mutlaka tarihi bir temele dayandýrýlmasý gerekiyorsa, bu yöntem mudârabeden daha elveriþli görünmektedir. Çünkü banka, bu yöntem gereðince borç statüsünde mevduat toplayacak, yine ayný statüde fon kullandýracaktýr. Bu bakýmdan selef yönteminin faizsiz bankacýlýða en önemli katkýsý, toplanan mevduatlarýn ve kullandýrýlan fonlarýn garanti altýna alýnmasý için uygun bir hukuki zemin saðlamýþ olmasýdýr. Kâr olmasa bile, en azýndan sermaye hukuken garanti altýna alýndýðýndan bankanýn fon kullandýrmasý kolaylaþacak, murâbaha gibi kolaylýkla muvazaalý iþlemler ve örtülü faize dönüþebilecek muameleler gözle görülür biçimde azalacaktýr. Ayrýca mudârabe sebebiyle ortaya çýkan sýnýrlýlýklar da büyük ölçüde ortadan kalkacaktýr. Bütün bunlar, faizsiz bankalarýn güvenilirliklerini, performanslarýný ve kazançlarýný artýracaktýr. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 85-102 Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet AHMET ÝSHAK DEMÝR YRD. DOÇ. DR., KTÜ RÝZE ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-mail: [email protected] abstract Imamat According to Ibn al-Mutahhar al-Hillî. His article explores Ibn al-Mutahhar alHilli’s approaches to al-imamat. According to al-Hillî imamat must be believed in order to gain the paradise. For this importance, imamat can not be left to human elections so the imam must be chosen by God. al-Hillî emphasizes to infallible (‘ismah) and virtue (afdaliyyah) as imam’s qualities. al-Hillî strives to prove that Ali b. Abu Talib had appointed as imam after the last Prophet Muhammad by Him. For arguing this subject, al-Hillî uses a lot of verses and hadiths. Although imam’s importance for protection and practice of religion, al-Hillî did not mention, except saying: “only God has the knowledge”, why the imams did not perform this duty in history and why the last imam is absent since centuries. key words Shi‘ite, Twelver Shi‘ism, Imamat, Allamah al-Hillî Giriþ Ýslâm toplumunda ilk dönemlerden itibaren baþlayan fýrkalaþma sonucunda ortaya çýkan irili ufaklý çok sayýda mezhepten varlýðýný günümüzde de devam ettirenlerinin en geniþ kitleye sahip olaný Þî‘a’dýr. Baþlangýcýndan itibaren Þî‘a’ya ana rengini veren temel konu olan imâmet anlayýþý Þî‘iliðin anlaþýlmasýnda önemli bir unsur oluþturmaktadýr1 . Bu çalýþmamýzda Þî‘a’nýn büyük çoðunluðunu oluþturan Ýmâmiyye’nin önemli müelliflerinden olan Ýbnu’l-Mutahhar Allâme el-Hillî’nin imâmet anlayýþýný ele almaya çalýþacaðýz. 1 Hasan Onat, “Þi‘î Ýmamet Nazariyesi”, Ankara Üniversitesi Ýlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. 32 (Ankara 1992), s. 90 vd. 86 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Allâme el-Hillî Ýmâmiyye Þî‘asýnýn usûlî ekolünün önde gelen müelliflerinden olan Cemâlüddin el-Hasen (el-Hüseyn) b. Yusuf b. Ali b. Mutahhar el-Hillî, Ýslâmî ilimlerdeki geniþ bilgisi dolayýsýyla Þî‘â’da “‘Allâme” lakabýyla anýlýr. 648/ 1250 yýlýnda Hille’de doðdu. Öðrenimine babasý Sedîdüddîn Yusuf’un yanýnda baþlayarak Þî‘â’nýn temel hadis kaynaklarý Kütüb-i Erba‘a yanýnda Malik’in Muvatta’ý, Buharî’nin el-Cami‘u’s-sahîh’i, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i ve Ebû Davud’un es-Sünen’i gibi Sünnî kaynaklarý da ondan okudu. Daha sonraki hocalarý arasýnda yer alan Nasiruddin et-Tusî (ö. 672/1274) onun düþünce yapýsý üzerinde izler býraktý. Hayatýnýn büyük bir kýsmýný Baðdat’ta geçirdi ise de Sultan Olcaytu2 ile tanýþtýktan sonra 705/1305’te Ýlhanlýlarýn merkezi Sultaniye’ye geçerek bu Moðol hükümdarýnýn Þî‘î olmasýný saðladý. Olcaytu’nun ölümüne kadar (716/1316) burada kalan elHillî, ömrünün geri kalaný kýsmýný Hille’de geçirdi ve 726/1325 yýlýnda ayný yerde vefat ettiyse de Necef’te defnedildi3 . Çok sayýda öðrenci yetiþtirmiþ olan el-Hillî velût bir müellif olarak Ýslâmî ilimlerin çeþitli dallarýnda eserler vermiþse de usûlî ekole mensup bir kelâmcý ve fakihtir. Ýmamet konusu dýþýndaki itikâdî meselelerde Mu’tezile’nin etkisinde bulunmakla beraber Sünnî literatüre aþinalýðýn izlerini de taþýr. Bu yönüyle ahbarîleri eleþtirerek akla daha fazla yer vermesiyle Þi‘î düþünceye canlýlýk kazandýrmýþtýr4 . Kaynaklarda ismi geçen yüzü aþkýn eseri arasýnda Kelâm Ýlmi’yle ilgili olanlar çoðunluktadýr5 . Bunlardan belli baþlýlarýný þöylece sýralayabiliriz: 1. Menâhicu’l-yakîn fî usûli’d-dîn6 . 2. Keþfu’l-murâd fî þerhi Tecrîdi’l-i‘tikâd li’t-Tûsî7 . 2 3 4 5 6 7 Ýlhanlý Devleti’nin sekizinci hükümdarý olup 703/1304-716/1316 arasýnda saltanat sürmüþ; 36 yaþýnda ölmüþtür. Hýristiyanlýk ve Budizm’den sonra Ýslamiyet’i seçmiþtir. Müslüman olduktan sonra da üç mezhep deðiþtirmiþ; hanefî, þafî ve sonunda da þi’î olmuþtur. Þiîliði benimseyiþinden sonraki icraatlarýndan sünnîlerin rahatsýz olduðu kaydedilir. Geniþ bilgi için bk. T.H., “Olcaytu”, Ýslâm Ansiklopedisi, Ýstanbul 1988, IX, 387-389; Ýsmail Aka, “X. Yüzyýldan XX. Yüzyýla Kadar Þiilik”, Milletlerarasý Tarihte ve Günümüzde Þiilik Sempozyumu, Ýstanbul 1993, s. 80 vd. Muhsin el-Emin, A‘yânü’þ-Þî‘a, (nþr. Hasan el-Emin), Beyrut 1403/1983, V, 396-402; Hayreddin ez-Ziriklî, el-’A‘lâm kâmûsu terâcim, Beyrut 1992, II, 227-28; Seyyid Rýza es-Sadr, “Hayatu’l-müellif”, el-Hillî, Nehcu’l-hak ve keþfü’s-sýdk, (nþr. Aynullah el-Hüseynî el-’Urmevî), Kum 1407, s. 10-11. Mustafa Öz, “Hillî, Ýbnü’l-Mutahhar”, DÝA, XVIII, 37-39; Mazlum Uyar, Ýmâmiyye Þîasý’nda Düþünce Ekolleri: Ahbârîlik, Ýstanbul 2000, s. 127-129. Konulara göre tasnifli 108 eser ismi için bk. el-Emin, a.g.e. V, 403-407; es-Sadr, a.g.e., s. 15-28. Otuz eserinin tanýtýmý için bk. Öz, a.g.md., s. 37 vd. nþr. Ya’kub el-Ca’fer, Kum 1415; M. Rýza el-Ensarî, Kum 1416. Hocasý Nasýruddîn et-Tûsî’ye ait eserin þerhidir. Beyrut 1988. Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet 87 3. Minhâcu’l-kerâme fî ma‘rifeti’l-imâme8 . 4. Nehcü’l-hak ve keþfu’s-sýdk9 . 5. Keþfu’l-yakîn fî fedâili emîri’l-mü’minîn1 0 . 6. er-Risâletu’s-Sa‘diyye fî usûli’d-dîn1 1 . 7. el-Elfeyn fî imâmeti emîri’l-mü’minîn Alî b. Ebî Tâlib1 2 . 8. el-Bâbu’l-hâdî ‘aþer1 3 . 9. Ýzâhu’l-mekâsýd1 4 . 10. Nehcü’l-müsterþidîn fî usûli’d-dîn1 5 . A-Kavramsal Açýdan Ýmamet 1-Ýmamet Kavramý Sözlükte; kastetmek, öne geçmek anlamýndaki “emme” fiilinden mastar olan imâmet; insanlarýn önüne geçmek anlamýna gelir1 6 . Kendisine uyulan kiþiye imam, idare ettiði topluluða da ümmet denilir. Cemaate namaz kýldýran kimseye imam, yaptýðý göreve de imâmet denildiði için toplum reisliði veya devlet baþkanlýðý ile karýþmamasý amacýyla devlet baþkanlýðý için “büyük imamlýk” anlamýnda el-imâmetu’l-uzmâ veya el-imâmetu’l-kübrâ ifadesi kullanýlmýþtýr. Bu haliyle siyasî ve hukukî bir terim olarak imâmet; Hz. Peygamber’den sonra Ýslâm toplumunun idaresini en üst seviyede üstlenen kiþinin görev ve makamýný ifade eder. Bu makamý ifade için kullanýlan “hilâfet” ile eþ anlamlý kullanýlmýþ olsa da; hilâfet daha çok fiilî otoriteyi, imâmet ise nazarî manada devlet baþkanlýðýný belirtir1 7 . el-Hillî’nin tanýmýyla ise imâmet: her hangi bir kiþinin din ve dünya iþlerinde Hz. Peygamber’in yerine genel önderliðidir1 8 . 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 Moðol Sultaný Olcaytu’ya ithafen yazýlan esere (bk. el-Kerâme, s. 77 vd.) Ýbn Teymiyye, Minhacü’s-sünneti’n-nebeviyye fî nakdi kelâmi’þ-Þî‘ati’l-kaderiyye ismiyle oldukça hacimli bir reddiye kaleme almýþtýr. Muhammed Reþad Salim, ilmi neþrini yaptýðý (Kahire 1410/1989, IX cilt) eserin ilk baskýsýna (Kahire 1382/1962) Minhacu’l-kerâme’yi de ilave etmiþtir (s. I, 75-202). nþr. Aynullah el-Haseni Urmevi, Kum 1407. nþr. Hüseyin ed-Dergah, Tahran 1412; Ali Âl-i Kevser, Kum 1413. nþr. Muhammed Abdülhüseyin el-Bakkal, Kum 1410/1989. Tahran 1296, Beyrut 1402/1982. Mikdad b. Abdullah es-Süyurî’nin (ö. 826/1423) en-Nâfi‘u yevmi’l-haþr ve Ebü’l-Feth b. Mahdûm el-Hüseynî’nin (ö. 976/1569) Miftahu’l-bâb isimli þerhleriyle birlikte Mehdî Muhakkýk tarafýndan neþredilmiþtir. Tahran 1986, Meþhed 1370/1991. nþr. A. Münzevi, Tahran 1378/1959. nþr. S. Ahmed el-Hüseynî; Hâdî el-Yûsufî, Kum 1976. Ýbn Manzur, Lisânu’l-‘Arab, Beyrut 1410/1990, XII, 24-26; Fîrûzâbâdî, Ebü’t-Tahir, Kâmûsu’lMuhît: el-Okyânusu’l-basît fî tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît, trc. Âsým Efendi, Ýstanbul 1304-1305, IV, 179. Mustafa Öz, Avni Ýlhan, “Ýmâmet”, DÝA, XXII, 201. el-Hillî, el-Elfeyn fî imâmeti emiri’l-mü’minîn Ali b. Ebi Talib, Beyrut 1402/1982, s. 12; a.mlf. el-Bâbu’l-hâdî ‘aþer, (iki þerhle birlikte nþr. Mehdî Muhakkik), Meþhed 1370/1991, s. 39. 88 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I 2- el-Hillî’ye göre Ýmametin Dindeki Yeri el-Hillî’ye göre imâmet, dinin en temel unsurlarýndan biri olup kabulü imanýn þartlarýndandýr. Diðer ifadeyle, imamýn tanýnmasý þarttýr ve cehennemden kurtulup cenneti kazanmak buna baðlýdýr1 9 . Bunun naklî delili Peygamberimizin “Zamanýnýn imamýný tanýmadan ölen kiþi cahiliyye üzere ölmüþtür”2 0 hadisidir. Aklen de þöyle bir yaklaþýmda bulunur: Nübüvvet özel (sýnýrlý), imâmet ise genel bir lütuftur. Dolayýsýyla genel bir lütfü inkar, özel olan nübüvveti inkardan daha kötüdür2 1 . Ali b. Ebû Tâlib’le savaþanlarýn kafir, imâmetini kabul etmeyenlerin ise fasýk olduðunu belirten el-Hillî, bu kimselerin cehennemde ebedî olup olmayacaðýna da deðinir. Ona göre bu kimseler, sevabý hak etmek için gerekli olan imandan yoksun olduklarýndan, cezalarýndan sonra cehennemden çýkarlar fakat cennete giremezler2 2 . el-Hillî’ye göre her dönemde bir imamýn bulunmasý mecburidir2 3 ve bu imam mutlaka atanmýþ olmalýdýr2 4 . Bu gereklilik, onun varlýðýnýn yokluðuna göre daha faydalý oluþundan kaynaklanýr. Bu haliyle imamýn bulunmasý bir lütuftur ve aslah prensibi2 5 icabý Allah’ýn bir imam atamasý gerekir2 6 . Ýmamýn masumiyeti ele alýnýrken görüleceði üzere, imamýn hata yapmaktan korunmuþ; yani masum olmasý gerekli olduðuna ve Allah’tan baþka kimsenin bu niteliðe sahip olanla olmayaný ayýrt edemeyeceðine göre, imamý ancak Allah tayin edebilir2 7 . Bu durumun alternatifi yani; imamýn belirlenmesinin insanlara býrakýlmasý söz konusu olamaz. Zira iman konularýndan biri olacak kadar önemli bir hususun, insanlarýn tercihine býrakýlmasý, diðer dini hususlarýn da insanlara býrakýlabileceði anlamýný taþýr ki; bu insanlýðýn nübüvvet müessesesine ihtiyacý olmadýðý anlamýna gelir2 8 . Ayrýca, böyle bir aklî çýkarýma zaten gerek yoktur zira, Allah bir konuda hükmünü 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 el-Kerâme, s. 77. “Ýmamsýz ölen kiþi” lafzýyla rivayet için bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 96. el-Elfeyn, s. 13. Keþfu’l-murâd, s. 375 vd. el-Elfeyn, s. 27, 89; el-Bâb, s. 39 vd. Keþfu’l-murâd, s. 343. Aslah Prensibi: Bilhassa Mu‘tezile yaklaþýmýna göre; hikmetinin gereði olarak Allah’a kulun hayrýna olaný (aslah) yapmanýn gerekli olmasý demektir. Geniþ bilgi için Avni Ýlhan, “Aslah”, DÝA, III, 495 vd. el-Elfeyn, s. 15; el-Bâb, s. 39-40, Keþfu’l-murâd, s. 338. el-Hillî’nin hocalarý arasýnda yer alan Nasýruddin et-Tûsî (ö. 672/1274)’nin benzer görüþü için bk. Onat, “Þi‘î Ýmamet Nazariyesi”, s. 93 vd. el-Kerâme, s. 78, 147; el-Elfeyn, s. 31-4, Keþfu’l-murâd, s. 343. el-Elfeyn, s. 39. Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet 89 belirtince kullar için hiç bir tercih hakký kalmayacaðýna2 9 göre Allah’ýn kesin olarak belirlediði bu konuda da seçim zaten olamaz. Öte yandan imam, görevi gereði toplumun huzurunu saðlamasý gerekirken, seçimde bunun aksine ihtilaf çýkar3 0 . Kullarýna karþý merhametli olan Allah, onlarý seçimler esnasýnda ortaya çýkan karýþýklýk ve toplumsal bölünmeler gibi problemlere duçar olmaktan kurtarýr3 1 . Dolayýsýyla imamýn Allah tarafýndan nasla belirlenmesi þarttýr3 2 . el-Hillî’ye göre, masumiyetin sadece Allah Teala tarafýndan bilinebilecek bir özellik oluþu dolayýsýyla, imamýn fert olarak belirlenmesi de ancak þu iki yolla gerçekleþir: 1. Allah, Peygamber veya imâmeti nasla belirlenmiþ bir imamýn bildirmesi. 2. Ýmamlýk iddia edenin elinde, doðruluðunun delili olarak, mucize ortaya çýkmasý3 3 . 3-Ýmamýn Özellikleri a-Ma‘sumiyet Bizim burada imamda bulunmasý gereken nitelikler baþlýðýnda ele aldýðýmýz masumiyet konusunu el-Hillî, imâmet bahsinin ilk maddesi olarak iþlemekte ve hemen bütün imâmet konularýný buna baðlamaktadýr. el-Hillî’ye göre imamlar da peygamberler gibi masumdurlar. Bu benzerlik gerek masumiyetin gerekliliði gerekse niteliði açýsýndan geçerlidir. Çocukluklarýndan ölümlerine kadar bilerek veya hataen küçük veya büyük bir günah iþlemekten beridirler3 4 . Aksi takdirde bilerek veya bilmeyerek yanlýþ þekilde fetva verip asi olmalarý caiz olur. Bu durumda kendilerine uyulacaksa; yanlýþlýk yapýlmýþ olur. Uyulmayacaksa; imâmetten bir fayda ortaya çýkmayacaðý gibi3 5 , insanlarý yanlýþa sevk etme ve saptýrma anlamýna gelen bu du- 29 30 31 32 33 34 35 “Allah ve Resulü bir konuda hükmedince hiç bir mümin erkek ve kadýn için muhayyerlik olmaz”. el-Ahzâb 33/36. el-Elfeyn, s. 39-45. a.e. s. 36-8; krþ. el-Kerâme, s. 146. el-Bâb, s. 44; el-Hillî, Nehcu’l-hak ve keþfü’s-sýdk, nþr. Beyrut 1982, s. 171. el-Bâb, s. 43 vd.; Nehcu’l-hak, s. 168-171. el-Kerâme, s. 82, 93; el-Elfeyn, s. 207; el-Bâb, s. 41; Nehcu’l-hak, s. 164, Keþfu’l-murâd, s. 340. el-Hillî’nin Peygamberlerin masumiyet ve efdaliyetlerini ayný gerekçe ile izahý konusunda bk. el-Bâb, s. 38. el-Hillî, er-Risâletü’s-sa‘diyye, (nþr. Abdülmuhsin Muhammed Ali Bakkal), Kum 1410/1989, s. 82, Keþfu’l-murâd, s. 340 vd. Ýmama uyulmasý gerektiðinden hareketle masumiyetini isbat hususunda ayrýca bk. el-Elfeyn, s. 213-243; masum olmayýnca ortaya çýkacak yanlýþlýk ve karýþýklýklardan hareketle masum olmasý gerektiði konusunda bk. a.e. s. 245-270. 90 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I rum, Allah’a izafe edilmiþ olur. Bu ise muhaldir3 6 . Ýmamýn masum olmamasý durumunda, kendisini düzeltecek bir baþka imama ihtiyaç duyulur ki teselsülü gerektiren bu durum da muhaldir3 7 . Ayrýca masum olmayan kiþi eksik demektir. Allah’ýn, bir þeyi nakýs olanla ikmâl etmesi düþünülemez3 8 . el-Hillî imamlarýn masumiyetini peygamberlerin masumiyetine kýyasla da ispata çalýþýr. Buna göre, peygamberin hayatta olduðu kýsa süreyi kapsadýðýndan sýnýrlý bir lütuf olan nübüvvette insanlara bu kýsa dönemde doðru rehberlik etmesi için nebinin günahlardan korunmuþ olmasý gerektiðine göre, genel lütuf olan imâmetteki geniþ zaman dilimi göz önüne alýndýðýnda imamlarýn masum olmalarý öncelikle gereklidir3 9 . el-Hillî’ye göre Ýmam, sürekli olarak yeni olaylar ortaya çýkmasý ve naslarýn sýnýrlý oluþu dolayýsýyla, yeni dinî hükümleri doðru olarak belirlemek suretiyle dinin koruyucusudur. Masum olmazsa bu hükümlerde yanlýþlýk ve eksiklik olacaðýndan dinde eksiklik meydana gelir4 0 . Ýmam masum olmazsa günah iþlediðinde onu inkâr gerekeceðinden kalplerdeki yerini kaybeder ve tayiniyle hedeflenen fayda hasýl olmaz. Eðer günah karþýsýnda kendini inkâr gerekmezse bu durumda da iyiliði emretme ve kötülükten sakýndýrmanýn gerekliliði ortadan kalkmýþ olur ki bu da muhaldir. Zira imam dinin koruyucusudur, onda eksiklik veya fazlalýk meydana gelmemesi için masum olmasý gerekir4 1 . Ýmam günah iþleyecek olsa diðer insanlardan daha akýllý, ayný zamanda Allah’ý ve O’nun ceza ve mükafatýný daha iyi bilen olduðundan yönetimindeki insanlardan daha aþaðý bir seviyeye düþmüþ olur ki bu durum kesinlikle yanlýþ bir þeydir4 2 . el-Hillî bu þekildeki aklî çýkarýmlar yanýnda imamlarýn ma’sumiyetini naklî deliller ve özellikle Kur’an-ý Kerim’den ayetler kullanarak da ispata çalýþýr. Þöyle ki Hz. Ýbrahim “Soyumdan imamlar getir” diye dua edince Allah Teâla “Ahdim zalimlere ulaþmaz”4 3 buyurmakla, günahkârlýk buradaki zülm kapsamýna dahil bulunduðundan, fasýklarýn imâmetinin caiz olmayacaðýný bu ayette ifade etmiþtir4 4 . Ýmam, Allah’ýn hükmüyle hükmettiði için halife adýy36 37 38 39 40 41 42 43 44 el-Elfeyn, s. 228. el-Kerâme, s. 145-6; es-Sa‘diyye, s. 81-2; el-Bâb, s. 41; Nehcu’l-hak, s. 164, Keþfu’l-murâd, s. 340. el-Elfeyn, s. 258. Ahmed Mahmud Subhî, Nazariyyetu’l-imâme lede’þ-Þî‘âti’l-Ýsnâ ‘aþeriyye, Beyrut 1411/1991, s. 116. es-Sa‘diyye, s. 82; Nehcu’l-hak, s. 168; el-Elfeyn, s. 16, ayrýca bk. s. 82, 103-115, 139-165. el-Bâb, s. 41 vd., Keþfu’l-murâd, s. 341, es-Sa‘diyye, s. 82. Keþfu’l-murâd, s. 341. el-Bakara 2/41. es-Sa‘diyye, s. 83; el-Bâb, s. 42. Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet 91 la anýlýr4 5 ve dolayýsýyla ona itaat, Allah’a itaat demektir4 6 . Ýmam masum olmazsa bu gerçekleþmez4 7 . el-Hillî’ye göre imamlarýn masumiyeti günaha güç yetirmeyi ortadan kaldýrmaz. Zira böyle bir durum mükellefiyetin dýþýnda olmak demektir ve hem naklen hem icmaen batýldýr. Ona göre masumiyet, itaati terk ve günah iþlemeye çaðrýyý bertaraf eden ilahî bir lütuftur4 8 . b-Fazilet Ýmamýn peygamberlerde vacip olduðu gibi halkýndan faziletli olmasý gerekir. Çünkü faziletçe eksik olanýn kendisinden üstün olanlarýn önüne geçirilmesi aklen çirkin, naklen4 9 de yanlýþtýr5 0 . el-Hillî’ye göre efdaliyet ilim, din, cömertlik ve cesaret baþta olmak üzere gerek kiþilik ve gerekse beden yönünden bütün üstünlükleri kapsar5 1 . c-Bilgi el-Hillî’ye göre imamýn bilgisi masumiyet ve fazilete baðlý bir özellik arz etmektedir. Þöyle ki; Kur’an’da genel olarak belirtilmiþ her konunun zaman ve zemine göre belirlenmesinde -ki bu dinî sahada bilgi için zirve noktadýrmasumiyeti dolayýsýyla yetki onundur. Dolayýsýyla imamýn zamanýnýn en bilgilisi olmasý da masumiyet ve faziletin gereðidir5 2 . 4-Ýmamýn Görevleri 1) Dinin hükümlerini uygulamak ve sýnýrlarýný korumak. 2) Toplumsal problemler karþýsýnda farklý fikirler arasýnda birliði saðlayarak sosyal barýþý korumak. Zira insan yalnýz yaþayamaz; bu ise baþta savaþlar olmak üzere çeþitli zulümleri de beraberinde getirir. Dolayýsýyla insanlarýn fikir ve eylem birlikteliði ancak bir masum etrafýnda gerçekleþebilir. 45 46 47 48 49 50 51 52 “Ey Davud: biz seni yer yüzünde halife kýldýk. Dolayýsýyla insanlar arasýnda hak ile hükmet”. Sâd 38/26. “Ey iman edenler! Allah’a, peygambere ve içinizden olan “ulu’l-emr”’e itaat edin” en-Nisa 4/59 ayetine dayanýlarak verilen bu hüküm için bk. el-Elfeyn, s. 399. el-Elfeyn, s. 325. Keþfu’l-murâd, s. 341 vd. “Gerçeðe eriþtiren mi, yoksa, birisi götürmezse gidemeyen mi uyulmaða daha layýktýr?” Yunus 10/35 es-Sa‘diyye, s. 83; el-Kerâme, s. 147; Keþfu’l-murâd, s. 342. ayrýca bk. el-Elfeyn, s. 39-45; elBâb, s. 44; Nehcu’l-hak, s. 168. Keþfu’l-murâd, s. 343. el-Kerâme, s. 146 vd., 177-80; Nehcu’l-hak, s. 236, 238; el-Bâb, s. 45, Keþfu’l-murâd, s. 343. Ayrýca bk. el-Elfeyn, s. 82, 103-115; 139-165 92 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I 3) Adaleti saðlamak. 4) Sýnýrlý nass, sýnýrsýz mekân ve problemler karþýsýnda yeni hükümleri zannî olarak deðil, masumiyetiyle yakînî olarak doðru bir þekilde tespit etmek. Aksi takdirde dinî hükümlerin ictihadla zannî olarak belirlenmesi gibi bir sonuç doðar ki bu, dinin kesinlikten yoksun olmasý demektir. 5) Ýyiliði emredip, kötülükten sakýndýrmak. Bunu imam üstlenebilir. Zira iyilik ve kötülük nitelemesini hak eden nesne ve eylemlerin tek tek neler olduðunu ancak masum imam aracýlýðýyla bilebiliriz5 3 . 5-Ýmamýn Gaybeti el-Hillî, on ikinci imamýn gizlenmiþ olmasýnýn (gaybet) sýrrýný sadece Allah Teala’nýn bildiðini belirmekle beraber, düþmanlarý ve arkadaþlarý tarafýndan öldürülmekten korktuðundan dolayý gizlendiðini belirtir. Gizli imamýn ömrünün uzun olmasýnýn imkansýz olmadýðýný belirten elHillî, geçmiþ asýrlarda ondan daha uzun ömür sürmüþ kimselerin var olduðunu söyleyerek bunu delil olarak takdim eder. Ayrýca Allah Teala’nýn dilediðini gerçekleþtirmeye gücünün yeteceðinin herkesçe kabul edilen bir durum olduðunu da ekleyerek hiçbir þüpheye yer kalmayacak þekilde on ikinci imamýn yaþadýðýný savunur. Gerek Hz. Peygamber’den rivayet edilip imamýn gerekliliðini net biçimde ispatladýðýný söylediði hadislere gerekse imamlardan nakille Ýmamiyye arasýnda tekrarlana gelen haberlere göre bir imamýn mutlaka var olmasýnýn gerekliliði de onikinci imamýn ömrünün uzun olmasýný gerekli kýlmaktadýr görüþündedir. Ayrýca bütün zamanlarda atanmýþ bir reisin bulunmasýnýn gerekliliði ve bunun masum olmasýnýn þart oluþu da el-Hillî’ye göre on ikinci imamýn hayatta olmasýnýn bir baþka gerekçesidir5 4 . B-On Ýki Ýmamýn Ýmametinin Ýsbatý Ýmamlarýn sayýsý belli olup5 5 þu oniki kiþiden oluþurlar: 1. Ali b. Ebû Talib (ö. 40/661) 2. Hasan b. Ali (ö. 50/670) 3. Hüseyin b. Ali (ö. 61/680) 4. Ali Zeynelabidin b. Hüseyin (ö. 94/712) 5. Muhammed Bakýr b. Ali (ö. 114/732) 6. Ca‘fer es-Sadýk b. Muhammed (ö. 148/765) 53 54 55 el-Elfeyn, s. 17-19, 61, 103-115, 139-165. el-Hillî, Nehcu’l-müsterþidîn fî usûli’d-dîn, nþr. S. Ahmed el-Hüseynî; Hâdî el-Yûsufî, Kum 1976’dan naklen John Cooper, “‘Allâma al-Hillî on the Imamate and Ijtihâd”, Authority and Political Culture in Shi‘ism, ed. Said Amir Arjomand, New York 1988, s. 242 vd. el-Kerâme, s. 93. Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet 93 7. Musa el-Kazým b. Ca‘fer (ö. 183/799) 8. Ali er-Rýza b. Musa (ö. 203/828) 9. Muhammed et-Takiyy b. Ali (ö. 220/835) 10. Ali el-Hadi en-Nakýyy b. Muhammed (ö. 254/868) 11. Hasan Askerî b. Ali (ö. 260/873) 12) Muhammed el-Mehdi b. Hasan (d. 256/870) el-Hillî’ye göre bu imamlardan her biri döneminin en bilgili, en çok ibadet eden ve en faziletli kiþisi idi5 6 . 1-Resulüllah’dan Sonra Ýmamýn Hz. Ali Olduðunun Ýspatý el-Hillî’ye göre Hz. Peygamberden sonra bir kopukluk ve boþluk olmaksýzýn imam olan kiþi Ali b. Ebû Tâlib’dir5 7 . Ýmamet müessesesinin ve bizzat imamlarýn ispatý da aðýrlýklý olarak bu durumun ispatýna dayanýr. Ýmamda aranmasý gereken nitelikler de bu arada ayrýca delillendirilmiþ olur. Bu sebeple el-Hillî, bu konu üzerinde diðerlerine nazaran geniþçe durur. Aklî, naklî ve þahsî diye niteleyebileceðimiz farklý deliller bulmaya özen gösterirse de Kur’an-ý Kerim’den delil getirme metoduna fazlaca baþvurur. a-Aklî Deliller Ýmamda bulunmasý gereken þartlarýn kendisinden baþka kimsede bulunmayýþýndan hareketle Ali b. Ebû Tâlib’in imam olmasý gerektiðini söylemeye dayanýr. Þöyle ki; 1) Ýmamýn nas ile belirlenmiþ olmasý gerekir. Hz. Ali’den baþkasýnýn da tayin edilmemiþ olduðunda icmâ bulunduðuna göre imam Hz. Ali’dir5 8 . 2) Ýmamýn masum olmasý gerektiðine göre imam Hz. Ali’dir. Zira ondan önceki imamlarýn masum olmadýðý konusunda icmâ vardýr5 9 . 3) Ýmamýn yönetimindekilerden daha faziletli olmasý gereklidir. Aklen de faziletçe geçilmiþ (mefdûl) kimsenin kendisinden daha faziletlinin (efdal) önüne geçmesinin güzel bir þey olmadýðý düþünülünce, zamanýnýn en faziletlisi olan Hz. Ali’nin imam olmasý gerektiði anlaþýlýr6 0 . 4) Ýmâmet genel reislik olduðundan zühd, ilim, ibadet, þecaat ve iman ile hak edilir. Bunlarýn hepsini kendisinde toplayan tek kiþi de Hz. Ali’dir6 1 . 56 57 58 59 60 61 Nehcu’l-hak, s. 255-8; el-Bâb, s. 50. Her bir imamýn fazileti için bk. el-Kerâme, s. 96-106; ayrýca ilk imam Hz. Ali’ye has üstünlüklerden muhaliflerin naklettiklerine örnek olarak bk. a.e, s. 119-132. Keþfu’l-murâd, s. 343. el-Bâb, s. 44; Nehcu’l-hak, s. 171 vd; el-Kerâme, s. 145-7. Ayrýca bk. Keþfu’l-murâd, s. 343 vd. el-Bâb, s. 44; Nehcu’l-hak, s. 171; el-Kerâme, s. 145-6, Keþfu’l-murâd, s. 347. el-Kerâme, s. 147; Nehcu’l-hak, s. 171. Nehcu’l-hak, s. 171 vd. 94 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I b-Naklî Deliller b1-Kur’an-ý Kerim’den Deliller 1) el-Hillî’ye göre, “Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’týr, Resulüdür, iman edenlerdir”. (Maide 5/55) ayeti Ali hakkýnda inmiþtir. Bu ayette Allah Teala kendisine olan velayete Hz. Peygamberle beraber Ali’yi de ortak kýlmýþtýr6 2 . 2) “Ey Peygamber Rabb’inden sana indirileni teblið et” (Maide, 5/67) ayetinde tebliði istenen þey Hz. Ali’nin imâmetidir6 3 . 3) “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim”. (Maide 5/3) ayeti Gadir Hum’da Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye velayete çaðýrmasýnýn ardýndan nazil olmuþ ve Resulullah “Allahu ekber ya Ali”, dedikten sonra “nimetin tamamlanmasý ve Allah’ýn rýzasý benim risaletim ve Ali’nin benden sonra velayeti iledir” buyurur. Sonra da “ben kimin mevlâsý isem Ali de onun mevlâsýdýr. Ya Rab! onu seveni sev, sevmeyene buðzet, yardým edene yardým et, onu yardýmsýz býrakaný sen de yardýmsýz býrak” þeklinde dua eder6 4 . 4) Allah Resulü Hz. Ali, Fatýma, Hasan ve Hüseyin’i abasýnýn altýna almýþ ve “Ey peygamberin ev halký! Þüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister” (Ahzab 33/33) ayetini okumuþtur. Bu ayrýca ma‘sumiyete de delalet eder6 5 . 5) “De ki yakýnlara meveddetten baþka sizden hiç bir þey istemiyorum”. (eþ-Þûra, 42/23). Ayeti hakkýnda Resulüllah’a bu yakýnlarýnýz kimlerdir? diye sorulmuþ. “Ali, Fatýma ve iki çocuðu” diye cevap vermiþtir. Meveddetin gerekliliði ayný zamanda itaatý da gerektirir6 6 . 6) “Ýnsanlar arasýnda, Allah’ýn rýzasýný kazanmak için canýný verenler vardýr” (el-Bakara 2/207), ayeti Hicret gecesi Peygamberimizin yataðýna yatýp ölümü göze almasý dolayýsýyla Hz. Ali hakkýnda inmiþtir6 7 . 7) “Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim tartýþacak olursa, de ki: “ Gelin, oðullarýmýzý oðullarýnýzý, kadýnlarýmýzý kadýnlarýnýzý, kendimizi ve kendinizi çaðýralým, sonra lanetleþelim de, Allah’ýn lanetinin yalancýlara olmasýný dileyelim”. (Al-i Ýmran, 3/61) ayetinde geçen çocuklardan 62 63 64 65 66 67 Nehcu’l-hak, s. 172, Keþfu’l-murâd, s. 344 vd. el-Kerâme, s. 147-50; Nehcu’l-hak, s. 172-3. el-Kerâme, s. 150; Nehcu’l-hak, s. 192, Keþfu’l-murâd, s. 371. (Rivayetin mevzu olduðu deðerlendirmesi için bk. Ýbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, VII, 53 vd., 319 vd.) el-Kerâme, s. 151-52; Nehcu’l-hak, s. 173-5. (Müslim, “Fedâilu’s-sahabe”, 61IV, 1883; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 292.) el-Kerâme, s. 152-3; Nehcu’l-hak, s. 175. (el-Hillî’nin rivayetin Sahýhayn ve Müsned’de bulunduðu iddiasýnýn bir iftira ve rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, Minhâcü’ssünne, VII, 95-99.) el-Kerâme, s. 153-54; Nehcu’l-hak, s. 176. Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet 95 kasýt Hasan ve Hüseyin, kadýnlardan kasýt Hz. Fatýma ve nefislerden kasýt da Hz. Ali’dir. Dolayýsýyla bu ayet Hz. Ali’nin efdaliyyetine delildir6 8 . 8) Hz. Peygamber Hz. Ýbrahim’in, “Allah, Ýbrahim’e “seni insanlara önder kýlacaðým” demiþti. O “soyumdan da” deyince, Allah “benim ahdim zalimlere eriþmez” buyurdu”. (el-Bakara 2/124) ayetindeki duasý için: “bu dua bana ve Ali’ye kadar ulaþmýþtýr. Allah beni Peygamber, Ali’yi de vasi edinmiþtir” buyurmuþtur6 9 . 9) “Ey inananlar! Peygamberle hususi olarak konuþacaðýnýzda, bu konuþmanýzdan önce fakirlere sadaka veriniz”. (el-Mücadele 58/12) Ayetinde geçen sadaka verme iþini Hz. Ali’den baþka kimse yapmamýþtýr7 0 . 10) “Gerçeði getiren ve onu doðrulayan, iþte onlar, Allah’a karþý gelmekten sakýnmýþ olanlardýr”. (ez-Zümer, 39/33) Ayetinde geçen Peygamberimizi tasdik eden kiþi Hz. Ali’dir7 1 . 11) “Seni ve inananlarý yardýmýyla destekleyen, kalplerini uzlaþtýran O’dur”. (el-Enfal, 8/62) Ayetinde Allah’ýn yardýmýyla desteklenen kiþi Ali’dir. Ebû Hureyre’nin rivayetine göre Arþ’ýn üstünde: “Ben vahid olan Allah’ým, ortaðým yoktur. Muhammed kulum ve resulümdür. Onu Ali ile teyid ettim” yazýlýdýr7 2 . 12) Ýbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre “Fakat, inanýp yararlý iþ iþleyenler varya onlar yaratýklarýn en iyileridirler”. (el-Beyyine, 98/7) ayeti nazil olunca Peygamberimiz Ali’ye “Onlar sen ve seni sevenlerdir. Kýyamette memnun olarak geleceksiniz düþmanlarýnýz ise üzgün ve delilsiz olarak gelecekler” buyurdular7 3 . 13) Ýbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre Peygamberimiz de Hz. Musa’nýn “Ailemden bana bir vezir yap” (Taha, 20/29) dileði gibi dua etmiþ ve Ali’yi kendisine vezir olarak istemiþtir. Ýbn Abbas, “bu duanýn ardýndan ‘Ýsteðin sana verilmiþtir’ diye bir ses iþittim” der7 4 . 14) Resulüllah ensar ile muhacirin arasýnda kardeþlik akdeder fakat Ali’yi kimseyle eþleþtirmez. Resulüllah üzülen Ali’ye “seni kendime ayýrdým. Bana yakýnlýðýn Harun’un Musa’ya yakýnlýðý gibidir. Sen kýzýmla birlikte cennetteki köþkümde benimle beraber olacaksýn” buyurduktan sonra “Biz on68 69 70 71 72 73 74 el-Kerâme, s. 154; Nehcu’l-hak, s. 177-9. el-Kerâme, s. 155; Nehcu’l-hak, s. 179-80. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, a.g.e., VII, 133.) el-Kerâme, s. 157; Nehcu’l-hak, s. 182-3. el-Kerâme, s. 160. a.y.; Nehcu’l-hak, s. 185. el-Kerâme, s. 163-64; Nehcu’l-hak, s. 189-90. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, VII, 259.) el-Kerâme, s. 165. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, a.g.e., VII, 274.) 96 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I larýn gönüllerinde olan kini çýkarýp attýk, artýk onlar sedirler üzerinde karþýlýklý oturan kardeþlerdir”. (el-Hicr, 15/47) ayetini okur7 5 . 15) “Adem Rabbinden bir takým kelimeler aldý ve derhal tevbe etti” (elBakara 2/37) ayetindeki kelimeler “Muhammed, Ali, Fatýma, Hasan ve Hüseyin hakký için” cümlesidir. Adem bu þekilde dua etti ve kabul oldu7 6 . 16) “Sen, ancak bir uyarýcýsýn, her toplumun bir yol göstericisi vardýr”. (Ra’d 13/7) ayetindeki uyarýcý (munzir) Hz. Muhammed, yol gösterici (hâdî) de Ali’dir7 7 . b2-Sünnetten Deliller 1) “En yakýn akrabalarýný uyar” (eþ-Þu‘ara, 26/214) ayeti nazil olunca Peygamberimiz akrabalarýný topladý ve onlarý dinine davet ettikten sonra þöyle buyurdu: “Kim davetimi kabul edip bana yardýmcý olursa onu kendime kardeþ, vasi, vezir, varis ve halife yapacaðým”. Üç kez tekrarladýðý bu daveti kimse kabul etmedi. Ali ise her seferinde “ben” diye cevap verdi7 8 . 2) Hz. Peygamber Gadir Hum’da “Ben kimin mevlasý isem Ali’de onun mevlasýdýr” buyurmuþtur7 9 . 3) Peygamberimiz Ali’ye “Senin bana yakýnlýðýn Harun’un Musa’ya olan yakýnlýðý gibidir. Fakat benden sonra peygamber yoktur” buyurmuþtur. Harun’un yeri de Musa’nýn halifesi olmasýdýr8 0 . 4) Peygamberimiz Medine’den kýsa bir müddet için ayrýldýðý zamanda dahi Ali’yi halife olarak yerine býrakmýþtýr. Ölümünden sonra halife olmaya ise daha layýktýr8 1 . 5) Peygamberimiz “Ya Ali sen benim kardeþim, vâsim benden sonra halifem ve borcumu ödeyen kiþisin” buyurmuþtur8 2 . 6) Resulüllah sofrasýndaki bir kuþ için “Ya Rab, sana en sevgili kulunu bana gönder de benimle beraber bu kuþtan yesin” diye dua eder. Hemen ardýndan Ali gelir8 3 . 75 76 77 78 79 80 81 82 83 el-Kerâme, s. 165-66; krþ. Nehcu’l-hak, s. 191. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, a.g.e., VII, 278 vd.) Burada özetleyerek vermeye çalýþtýðýmýz bu ayetler dýþýnda bir çok ayetin de delil olarak kullanýlýþý için bk. el-Kerâme, s. 147-166; Nehcu’l-hak, s. 172-212. Nehcu’l-hak, s. 179. a.e., s. 180 vd. el-Kerâme, s. 167-68; Nehcu’l-hak, s. 213, Keþfu’l-murâd, s. 344. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, VII, 299-302.) Keþfu’l-murâd, s. 345. a.e., s. 371. (Buharî, “Ashabu’n-Nebî”, 9; Müslim, “Fedâilu’s-sahabe”, 30-32) el-Kerâme, s. 168-169, Keþfu’l-murâd, s. 346 VD.. el-Kerâme, s. 169; Nehcu’l-hak, s. 213-4, Keþfu’l-murâd, s. 347. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, a.g.e., VII, 354.) el-Kerâme, s. 171; Nehcu’l-hak, s. 220-1, Keþfu’l-murâd, s. 371. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, a.g.e., VII, 371.) Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet 97 7) Peygamberimiz “ben size iki önemli þey býraktým. Onlara sýmsýký sarýldýðýnýz müddetçe dalâlete düþmezsiniz. Onlar Allah’ýn kitabý ve soyumdan gelen ehl-i beytimdir” buyurmuþtur8 4 . 8) Peygamberimiz: “Benden sonra hilafet hususunda Ali’ye harb ilan eden kimse kafirdir. Allah’a ve resulüne harb ilan etmiþtir. Hatta imâmetinden þüphe eden de kafirdir.” buyurmuþtur8 5 . 9) “Her peygamberin bir vasisi ve varisi vardýr. Benim vasim ve varisim de Ali’dir”8 6 . 10) “Ali bendendir. Ben de Ali’denim”8 7 . 11) “Ben ilmin þehriyim. Ali de kapýsýdýr”8 8 . 12) Hz. Peygamber Fatýma, Ali, Hasan ve Hüseyin’i abasýnýn altýna almýþ ve tathir ayetini (el-Ahzab 33/33) okumuþtur8 9 . 13) Hz. Peygamber “Ben ve Ali, Adem’den on bin sene önce Allah’ýn önünde nur idik” buyurmuþtur9 0 . 14) Hz. Peygamber, kendisinden Ebû Bekir ve Ömer istemiþ olmasýna raðmen kýzý Fatýma’yý onlara deðil Ali’ye nikahlamýþtýr9 1 . 15) Hz. Ali Kâbe’deki putlarý kýrmak için Hz. Peygamber’in sýrtýna binmiþtir9 2 . c-Hz. Ali’nin Kendi Halinden Deliller Ali b. Ebî Talib’in sahabenin en faziletlisi oluþu temel vurgu noktasýný oluþturur. Ebû Bekir ve Ali arasýnda hangisinin daha faziletli olduðuna dair rivayetleri de verdikten sonra þi‘î olmayanlar da dahil olmak üzere Ali’nin daha faziletli olduðunu söyleyenlerin çoðunlukta bulunduðunu belirten elHillî, çeþitli yönleriyle Ali’nin efdaliyetini ispata çalýþýr. Savaþlardaki yararlýlýðý, ilmi yanýnda hüküm vermedeki üstünlüðü, sahabîlerin kendisine danýþmasý, cömertliði, zühdü, ibadeti, hilmi, iman etmedeki kýdemi, fasih dili, Haþimî’liði dolayýsýyla Hz. Peygambere en yakýn oluþu, Medine’deki kardeþlik akdinde onun kardeþi oluþu gibi çeþitli alanlarda üstünlüklerini vurgulamaya çalýþýr9 3 . 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 el-Kerâme, s. 172; Nehcu’l-hak, s. 225-28. (‘Ýtre “soy” lafzýyla Tirmizî’de (5/327-8.) geçse de sahih deðil deðerlerdirmesi için bk. Ýbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, VII, 394 vd.) el-Kerâme, s. 173; Nehcu’l-hak, s. 260. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, a.g.e., VII, 403.) Nehcu’l-hak, s. 214. a.e., s. 218. a.e., s. 221. Nehcu’l-hak, s. 228-9. a.e., s. 212. a.e., s. 222. a.e., s. 223 Keþfu’l-murâd, s. 358-67. 98 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Ýlk müslüman ve Hz. Peygamber’le namaz kýlan ilk kiþi olmasý yanýnda9 4 , Resulüllah’dan sonra insanlarýn en zâhid, en abid9 5 ve en bilgilisi idi. Peygamberimiz “En iyi hüküm vereniniz Ali’dir” buyurmuþtur. Zira hüküm vermek ilme dayanýr9 6 . Hakka Suresinin 12. ayetinde geçen unutmayan kulak (üzünün va‘iye) odur. Ýnsanlar ilmi ondan almýþtýr. Nahiv, Fýkýh, Kelâm, Tefsir, Tasavvuf, Fesahat ve Belagat ilimlerinin kaynaðý odur9 7 . Sahabîler problemlerini çözmede Hz. Ali’ye gelirlerdi9 8 . Bir problemi çözmesini Hz. Peygamber doðrulamýþ ve “ehl-i beytten Davud as. gibi problemleri çözebilen birini var eden Allah’a hamdolsun” demiþtir. Bununla ilhâmla karar vermeyi kastetmiþtir9 9 . Hz. Ali Ýnsanlarýn en cesuru idi. Hicret gecesi Hz. Peygamberin yataðýnda yatarak bedeniyle onu korumuþtur. Bir çok savaþta en üstün yararlýlýklarý o göstermiþtir100 . Elinde çeþitli mucizeler ortaya çýkmýþtýr101 . Vukuundan önce olacaklarý bildirmekle gaipten haber vermiþ bu baðlamda bir çok kiþinin, hatta kendisinin de, öldürüleceðini bildirmiþtir102 . Yetmiþ kiþinin kaldýramadýðý Hayber kapýsýný açmýþtýr103 . Bir kilise bahçesinde kimsenin yerinden oynatamadýðý bir taþý Hz. Ali kaldýrýnca, oradaki rahip: “bu kilise bu taþý kaldýracak olan kiþi için yapýlmýþtý” der ve iman eder104 . Güneþ, battýktan sonra iki kez Ali’nin ikindi namazýný eda etmesi için geri dönmüþtür105 . Hz. Ali’nin doðumunda da çeþitli faziletler bir araya gelmiþtir. Recep ayýnýn on üçünde Cuma günü Kâbe’de doðmuþtur. Orada ondan baþka ne daha önce ne daha sonra doðan olmuþtur106 . Nesebi en þerefli olandýr ki buna eþi ve çocuklarý da dahildir107 . 2-Diðer Ýmamlarýn Ýmametinin Ýspatý 1) Peygamberimiz Hüseyin için “Bu imam oðlu imamdýr. Ýmamýn kardeþidir. Dokuz imamýn babasýdýr. Dokuzuncusu kaimleridir. Benim adýmý ve künyemi taþýr. Yeryüzünü adaletle doldurur”108 buyurmuþtur. el-Hillî’ye göre mütevatir olan bu hadis diðer imamlarýn imâmetinin en baþta gelen delilidir109 . 94 95 96 97 98 99 100 101 Nehcu’l-hak, s. 235. el-Kerâme, s. 174-77; 247-8; el-Bâb, s.45; Nehcu’l-hak, s. 244-7. el-Bâb, s. 45; Nehcu’l-hak, s. 236. el-Kerâme, s. 177-80; Nehcu’l-hak, s. 237 vd. Nehcu’l-hak, s. 239-41. el-Kerâme, s. 180-81. a.e., s. 182-6; Nehcu’l-hak, s. 244, 248-52. Keþfu’l-murâd, s. 347. Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet 99 2) Her devirde ma‘sum bir imamýn bulunmasý gereklidir. Onlardan baþka da masum yoktur. 3) Her biri için sabit olan faziletler imam olmalarýnýn delilidir110 . 4) Her birinin kendisinden sonrakini tayin etmesi sonrakinin imâmetine delildir111 . 3-Hz. Ali’den Öncekilerin Ýmam Olamayacaðý 1-Ebû Bekir’in Ýmametine Getirilen Delillerin Çürütülmesi Ehl-i Sünnet’çe iddia edilen icma vuku bulmamýþtýr. Zira Haþimoðullarýndan bir topluluk ona bey’at etmemiþtir. Ayrýca icma kendi baþýna bir delil olamaz. Zira hata yapmalarý caiz olan bu kiþileri icma hatadan korumaz. Ýcma etseler bile Ali’nin imâmetine delil olan nass vardýr. Naslar karþýsýnda icma zaten bir hata olur112 . Resulüllah’dan nakledilen “Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer ikilisine uyun” hadisi sahih deðildir. Olsa bile imâmete delil teþkil etmez. Zira fakihlere uymak onlarýn imam olmasýný gerektirmiyor113 . Hz. Peygamberin ayetteki maðara arkadaþý olduðu (et-Tevbe 9/40), infakýyla övüldüðü (el-Leyl 92/17-18) ve savaþa davet edeceðinin ayette geçtiði (el-Fetih 48/16) gibi hakkýnda nakledilen faziletler gerçek deðildir. Peygamberimizin hicrette onu yanýna almasý sýrrýný ifþa etmesinden korunmak içindir. Ayette infakýyla övülen kiþi de Ebû Bekir deðildir. Savaþtan geri kalanlarý Peygamberimiz kendi hayatýnda diðer savaþlara davet etmiþtir. Dolayýsýyla bu kiþi Ebû Bekir deðildir. Bedir’de çadýr arkadaþý olmasý da bir fazilet deðildir. Hz. Peygamberin yol arkadaþý bizzat Allah’týr. Savaþta fesat çýkaracaðýný bildiði için onu yanýnda tutmuþtur114 . 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 el-Kerâme, s. 186-88; Nehcu’l-hak, s. 241-44, Keþfu’l-murâd, s. 367-69. Keþfu’l-murâd, s. 347, 373. el-Kerâme, s. 188 vd. a.e., s. 188-191; Nehcu’l-hak, s. 223, Keþfu’l-murâd, s. 348. Nehcu’l-hak, s. 232 vd. a.e., s. 253 vd. Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, VIII, 247 vd. el-Kerâme, s. 193, Keþfu’l-murâd, s. 374 vd. Hasan ve Hüseyin’in Peygamberimizin nassýyla imam olduklarý için ayrýca bk. Nehcu’l-hak, s. 96. Nehcu’l-hak, s. 193. el-Bâb, s. 50-51. el-Kerâme, s. 176 vd. a.e., s. 197-198. (Tirmizî, 5/271; Ýbn Mâce, 1/37.) a.e., s. 198-200. 100 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Namazda öne geçirilmesi de bir hata neticesidir. Hz. Aiþe Bilal’e ezan okumasýný emrettikten sonra babasýna da namazý kýldýrmasýný söyler. Namazýn kýlýnmakta olduðunu duyan Peygamberimiz “imam kim?” diye sorar. “Ebû Bekir” cevabýný alýnca Ali ve Abbas’ýn yardýmýyla mescide gider ve Ebû Bekir’i azledip namazý kendisi kýldýrýr115 . 2-Diðer Halifelerin Halifeliklerine Engel Davranýþlarý el-Hillî, imamda bulunmasý gereken þartlara eksiklik getirdiðini düþündüðü davranýþlarý onlarýn imam olmadýklarýnýn delili olarak kabul eder. Biz bunlardan bazý örnekler vereceðiz. Hz. Peygamber’in henüz Ýslâm’ý tebliðe baþlamadýðý dönemde ilk üç halifenin kafir oluþlarýnýn imâmetlerine engel olduðunu savunan el-Hillî, bu görüþünü Kur’an-ý Kerim’den ayetlerle desteklemeye çalýþýr. Buna göre imâmet ahdi zalimlere ulaþmaz. (el-Bakara 2/12) Kafirler de zalimlerdir. (el-Bakara 2/254)116 . Masum olmayýþlarý dolayýsýyla imam olamayacaklarýna delil olarak da “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doðrularla beraber olun”117 ile “Sizden olan ulu’l-emre de itaat edin”118 ayetlerini kullanýr119 . Bir çok konuda Ali’ye danýþmýþ olmalarýný bilgi eksikliði olarak sunan elHillî, bu durumun imâmetlerine engel oluþturduðunu belirtir120 . a-Ebû Bekir Kendini Resulüllah’ýn halifesi olarak isimlendirdi. Oysa Peygamberimiz onu halife tayin etmemiþti121 . “Beni yanlýþa sürükleyen bir þeytaným var. Doðru yaparsam bana yardým edin. Hata edersem beni düzeltin” dedi. Halký düzeltmesi gereken bir kimse böyle bir þeyi onlardan nasýl isteyebilir?122 . “Beni bu iþten mazur görünüz, zira en hayýrlýnýz ben deðilim” demiþtir. Ölüm döþeðinde de “Keþke Resulüllah’a bu iþte ensarýn bir hakký var mý diye sorsaydým” diyerek piþmanlýðýný belirtmiþtir. Bu onun imâmetinden þüphede olduðunu gösterir. Hz. Peygamber, Usame’nin ordusunu teçhiz etmiþ ve Ebû Bekir ve Ömer’i de ona asker olarak vermiþti. Dolayýsýyla Medine’de kalýp bu iþe karýþmalarýný istememiþti. Fakat onlar Peygamberi 115 116 117 118 119 120 121 122 a.e., s. 201-202. (Rivayetin mevzu olduðu hakkýnda bk. Ýbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, VIII, 556 vd.) el-Kerâme, s. 194; Keþfu’l-murâd, s. 348 vd. et-Tevbe 9/119. En-Nisâ 4/59. Keþfu’l-murâd, s. 348. el-Kerâme, s. 194. Nehcu’l-hak, s. 262-263. el-Kerâme, s. 194; 264; Keþfu’l-murâd, s. 351. Ýbnü'l-Mutahhar el-Hilli'ye Göre Ýmamet 101 dinlemediler. Peygamberimiz Ebû Bekir’e hiç bir görev vermemiþtir123 . Ebû Bekir kendisine bey’at etmediði için Hz Ali’nin evini yakmak istemiþtir124 . Kendi rivayet ettiði bir habere125 dayanarak Fatýma’yý mirastan mahrum etmek suretiyle Kur’an-ý Kerim’e aykýrý davranmýþtýr. Zira “Süleyman Davud’a varis oldu”126 ayeti bu durumun açýk delilidir127 . b-Ömer “Ebû Bekir’e bey’at bir hata idi. Allah müslümanlarý onun þerrinden korusun. Ayný iþi yapan biri daha olursa onu öldürün” dedi128 . Peygamberimizin ölümü üzerine “O ölmemiþtir” demesi onun aklýnýn azlýðýný gösterir129 . Teravih bid‘atýný icat etti130 . Peygamberimize hastalýðý esnasýnda “saçmalýyor” dedi. Halký Ebû Bekir’e bey’ate zorladý ve kabul etmeyen Ali’nin evini yakmak istedi. Mehirde sýnýrlandýrmaya gitti. Gizli günahlarý araþtýrdý. Devlet malýndan hakký olmayanlara verdi. Mut‘ayý yasakladý. Kendinden sonra halife seçimini þuraya devretti131 . c-Osman Ýþlenmesi caiz olmayan bir sürü iþ yaptý132 . Kur’an-ý Kerim’de (Secde 32/18) fasýk olarak nitelendirildi. Büyük günah iþlemelerine raðmen bazý kimseleri valilik görevinden almadý. Peygamberin kovduðu kiþiyi (Hakem b. Ebü’l-‘As) Medine’ye döndürdü. Akrabalarýna mal verdi. Zekatý yanlýþ yerlere harcadý. Ýbn Amr’a had uygulamadý. Ashab dahi ondan teberri etti de cesedi üç gün sonra gömülebildi133 . d-Muaviye Muaviye, Sýffin’de Ammar b. Yasir’i öldüren baðî topluluðun baþý oldu. Kendi babasýnýn zânî olduðunu söyledi. Resulüllah kendisine beddua etti. Ali’ye sövdü. Hasan’ý zehirledi134 . 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 el-Kerâme, s. 195-96; Nehcu’l-hak, s. 263-65; Keþfu’l-murâd, s. 350-52. Nehcu’l-hak, s. 265-271. Ýþaret edilen “Bize mirasçý olunmaz, býraktýklarýmýz sadakadýr” mealindeki hadis için bk. Buharî, Fardu’l-hums, 1; Müslim, el-Cihad ve’s-siyer, 51. En-Neml 27/16. Keþfu’l-murâd, s. 349. el-Kerâme, s. 194; Keþfu’l-murâd, s. 351. el-Kerâme, s. 196; Nehcu’l-hak, s. 276; Keþfu’l-murâd, s. 354. el-Kerâme, s. 196; Nehcu’l-hak, s. 289. Nehcu’l-hak, s. 273-288; Keþfu’l-murâd, s. 354-56. el-Kerâme, s. 197; Nehcu’l-hak, s. 290; Keþfu’l-murâd, s. 356. Nehcu’l-hak, s. 290-305; Keþfu’l-murâd, s. 357 vd. Nehcu’l-hak, s. 306-311. Sonuç el-Hillî’de görebildiðimiz kadarýyla daha çok teoriye dayanan bir imâmet anlayýþý mevcuttur. Kendisine göre olmasý gerekenleri söylemektedir, oysa realite farklý cereyan etmiþtir. Þöyle ki; aslah prensibi gereði Allah’ýn her dönem bir imam tayin edeceðini iddia eder fakat bunlarýn malum on iki þahýsla sýnýrlý olduðunu belirtir. Buna raðmen tarih yine de böyle geliþmediði gibi hicrî üçüncü asýrdan sonra ise on ikinci imamýn gaybetiyle birlikte ortada imam dahi kalmamýþtýr. Geniþ müellefatýnýn içinde oldukça hacimli yer tutan imâmet bahislerinde gaybet dönemine çok az yer vermesi belki de bu çeliþkiyle yüzleþme tehlikesinden kaynaklanmýþtýr. Zira bu durum beraberinde baþka problemler de getirmiþtir. Ýslâm’ýn yeni þartlara uydurulmasýnýn ancak masum imamýn yapabileceði bir görev olduðunu iddia eder. Fakat imamýn ortada bulunmayýþýnýn bu fikirle uyuþmayýþýna deðinmez. Hz. Ali’nin tayin edildiði, masum ve en faziletli olduðu fikri objektif doðrulanabilirlikten uzak iddiadan öteye geçememektedir. Ayetlerin yorumunda da dayanaktan yoksun kiþisel yorumlar mevcuttur. Mesela bilhassa ayetlerdeki çoðul ifadelerden kastýn sadece Ali b. Ebû Talib olduðunu söylemeye imkan yoktur. Kullandýðý rivayetlerin büyük bir kýsmýnýn zayýf ve mevzu olduðu görülmektedir, naklettiði sahih hadislerin de konuya delaleti kesinlikten uzaktýr. Fazilete iliþkin rivayetlerde doðru olanlarýn olmasý da imâmete iþaret olamaz. Ayrýca müellifin iddia ettiði gibi, Hz. Ali Peygamberimizin açýk beyanýyla halife olarak tayin edilmiþ olsaydý, yine kendi ifadesine göre bir kaç istisna hariç ashabýn Hz. Peygambere toptan muhalefeti düþünülemeyeceði gibi, bu durumun iddia ettikleri aslah prensibiyle bir araya getirilmesi de mümkün deðildir. Ebû Bekir’in imâmetini ispat için Ehl-i Sünnet’çe ileri sürülen delillerin zaten Þî‘a’ya bir tepki olarak kullanýldýðý dikkate alýnýnca fazla bir deðeri olmadýðý anlaþýlmakta ise de, hicrette yol arkadaþlýðýný sýrrýný ifþa korkusuna baðlamak tarihi gerçekliklerle baðdaþmamaktadýr. Teoriyle pratik arasýnda daima bir mesafenin bulunmasý, ataletten kaçýndýrmasý ve gayrete getirmesi açýsýndan tabiidir. Fakat olup bitmiþ ve deðiþmeyecek olaylarý dahi dikkate almadan, tamamen hayalî bir anlayýþ sergilemek, bu mesafeyi aþmak olsa gerektir. Kanaatimizce el-Hillî’nin, tarihi gerçekliði göz ardý eden imâmet anlayýþý, bir çok yönüyle böyle bir nitelemeyle yüzleþmek durumundadýr. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 103-132 Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý (XVI. ve XVII. Yüzyýl Örnekleriyle) EYÜP BAÞ DR., ANKARA Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-mail: [email protected] abstract History-Writing in Arabic in the Context of Language-History Relationship in the Ottoman Turks (With Special Reference to 16th and 17th Century Examples). Ottoman State, thanks to its Islamic identity, interacted with cultures of various other Muslim nations since its inception. Ottoman Turks, who had this interaction most in the area of language, used Arabic as the medium of instruction at the madrasa. Even though Persian was dominant in literature, they generally used Arabic in their scientific works, especially in the field of Islamic sciences. This study focused on the examples written in the 16th and 17th centuries because of the fact that the interaction mentioned above was felt most intensively in that period. The study concludes that it was not Arabic -as being the language of the religion- that was the most effective in choosing it as the language of the text in writing a given book, but it was rather scientific and personal choices. The fact that, among our examples, excep for Taþköprülüzâde who wrote all of his writings in Arabic, Mustafa Cenâbî, Kâtip Çelebi and Müneccimbaþý authored also Turkish books confirms this conclusion. key words Ottoman, Language-History Relationship, Arabic, Taþköprülüzâde, Mustafa Cenâbî, Kâtip Çelebi, Müneccimbaþý. Giriþ Osmanlý Devleti, kurulduðu coðrafya ve kendinden önceki Türk-Ýslâm devletlerinden miras aldýðý birtakým özellikler nedeniyle, mevcut bir Türk-Ýslâm geleneðinin takipçisi olmuþtur. Özellikle medreselerdeki öðretim, mevcut geleneðe baðlý kalýnarak Arapça yapýlmýþtýr. Yüzyýllarca devam eden bu süreç, Osmanlýlarý Arap ve Ýran kültürleriyle yakýn temas içerisine sokmuþtur. Bilhassa Ýstanbul’un fethi ve daha sonralarý Yavuz Sultan Selim döneminde Arap topraklarý üzerinde kurulan hakimiyet, bahsedilen etkileþimin 104 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I artma eðilimi gösterdiði önemli dönüm noktalarý olmuþtur. Söz konusu geliþmelerle yaþanan kültürel etkileþim ise en yoðun þekilde “dil” hususunda yaþanmýþtýr. Neticede, diðer bilim dallarýnda olduðu gibi tarih alanýnda da, çok dilliliðin tesiriyle Türkçe’nin yaný sýra Arapça ve Farsça eserler kaleme alýnmýþtýr. Tarihyazýmýnda Türkçe dýþýnda dil kullanýmý, bir kültür zenginliði olarak algýlanabileceði gibi, tarihin faydacýlýk ilkesiyle baðdaþmayan bir görüntü olarak da görülebilir. Bu çalýþmamýzda söz konusu hususu, Osmanlý Türklerince Arapça olarak kaleme alýnmýþ tarih eserleri çerçevesinde ele almak istedik. Zira ülkemizde gerek müstakil bir Osmanlý tarihçisi üzerinde, gerekse Osmanlý tarihçiliðini bir bütün olarak deðerlendiren çalýþmalarda, tarihyazýmýnda farklý dillerin kullanýlmasýna iliþkin deðerlendirmeler hem daðýnýk hem de yetersiz durumdadýr. Daha doðrusu tarihyazýmýnda farklý dil kullanýmý, üzerinde durduðumuz siyasî ve kültürel geliþmeler bazýnda bir deðerlendirmeye tabi tutulmamýþtýr. Ýþte bu nedenle, XVI. ve XVII. yüzyýlda Arapça yazýlmýþ bazý tarih eserlerinden hareketle, Osmanlý Türklerinin tarihyazýcýlýðýný diltarih iliþkisi baðlamýnda ele alan bir çalýþma yapmanýn gerekli olduðunu düþündük. Zamanlarýnýn þartlarýna göre Arapça yazýlmýþ olmalarý doðal karþýlanan tarih eserlerini, bir makalenin hacminin elverdiði ölçüde ayrý ayrý deðerlendirerek, Osmanlý tarih literatüründeki yerlerini, Osmanlý Türk toplumuna tarih bilinci ve bilgisi kazandýrma noktasýndaki katkýlarýný tesbite çalýþtýk. Bu vesileyle, Osmanlý Devleti’nin klasik dönemi kapsamýnda deðerlendirilen XVI. ve XVII. yüzyýllarýn kültürel tarihinin aydýnlatýlmasýna katkýda bulunmak istedik. Öncelikle belirtelim ki, Osmanlýlar dönemi tarihyazýcýlýðýnda aðýrlýklý olarak Osmanlý Türkçesi kullanýlmýþtýr. Ancak meseleye dil-tarih iliþkisi noktasýndan baktýðýmýzda, dil kullanýmýnýn insanlarýn tarih ile rahatlýkla diyaloða girmelerini engelleyen örneklerin de bulunduðunu açýkça görmekteyiz. Bilindiði üzere insanoðluna bahþedilmiþ en büyük nimetlerden biri olan dilde, insan varlýðýnýn toplum içindeki binlerce yýllýk yaþayýþýnýn zaman süzgecinden geçerek billurlaþmýþ anlam ve özünü bulabilmekteyiz. Bu bakýmdan, on binlerce kelime ve þekilden kurulmuþ olan dil, yapý ve iþleyiþinin ayrýntýlarýna doðru inildikçe, insan, toplum, millet ve kültür varlýðýna hükmeden çok yönlü ve derin anlamlý bir sistem olarak karþýmýza çýkar. Niteliði ve özellikleri itibariyle de her dil, kendi kurallarý içinde yaþayan ve geliþen canlý bir varlýktýr. Ýnsanýn iç dünyasý ile dýþ dünyasýný birbirine baðlayan en önemli araçtýr. Kuþaktan kuþaða aktarýlabilen ve toplumun çeþitli özelliklerini aksettiren sosyal bir kurumdur. Kültürün koruyuculuðunu ve Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 105 taþýyýcýlýðýný yapan temel varlýktýr.1 Bu durumda, insan topluluklarýnýn kendilerine has kültürlerinin tarih boyunca önemli, hatta yegane taþýyýcý unsuru ve þartý olan dil ile bu topluluklarýn özgün kültürleri, tarihî süreç içerisinde sahip olduklarý bütün birikimleri, yani tarihleri arasýnda sýký bir iliþkinin olduðunu görmemek imkansýzdýr. Dolayýsýyla bütün bilimlerin insanlar arasýnda paylaþýmýný saðlayan dilin, doðal olarak tarih ilmi açýsýndan da ayný fonksiyonu gerçekleþtirdiði söylenebilir. Tarih, konusu ve alaný itibariyle -farklý tarih anlayýþlarý olmakla birlikteherkesçe benimsenmiþ niteliklere sahiptir. Akademik kaygýlarla iþlenmiþ olsa da, toplum fertlerinin büyük oranda ilgi duyduðu bir daldýr. Bu ilgi nedeniyle profesyonel bir tarihçiden farklý olmakla birlikte, sýradan insaný dahi zihninde kendince bir tarih dünyasý kurmaktan hiçbir þey alýkoyamaz. Ýþte bu noktada pek çok bilim dalýnýn tersine, sýradan insanlara da kolaylýkla hitap edebilen tarihin önemli bir iþlev yerine getirdiði rahatlýkla anlaþýlmaktadýr. Ancak yaþanýlan deneyimlerle iç içe olan tarih bu iþlevi yerine getirirken, yazýmýnda kullanýlan dilin de topluma yakýnlaþma noktasýnda son derece önemli olduðu göz ardý edilemez.2 Bir tarihyazýmýnda tarihçi, üç farklý safhada dilin baðlayýcýlýðý ile yüz yüzedir. Birinci düzey, tarihçinin yararlandýðý, çoðu kez bir metin olan belgeyle iliþkisidir. Ýkinci düzey tarihçinin kendi yazdýðý metinle olan iliþkisidir. Üçüncüsü ise, tarihçinin yazdýðý metni okuyan okuyucunun durumudur. Bu üç düzeyde metin ile tarihçi arasýndaki iliþkinin ne olduðunun zihinsel söylem ve kamusal söylem dönemlerinde çok farklý anlamlar kazanacaðý açýktýr.3 Konunun bu boyutu bir tarafa, söz konusu safhalarda dilin etkinliðini ortaya koyan özel bir duruma iþaret etmek gerekmektedir. Zira kimi zaman, kendi tarihini bilme ve nesilden nesile aktarma bilincinde olan bir millet için, dil kullanýmýnda tarih yazarlarýnca sergilenen birtakým tutumlarýn olumsuz etkilerde bulunmasý söz konusu olabilir. Bunlardan birisi, tarihin, bir toplumun kendi diliyle yazýlmýþ olmasýna raðmen oldukça karmaþýk, kimi zaman baþka dillerin tesiriyle ve alýnan ödünç kavramlarla aðýrlaþmýþ anlatýmýdýr. Diðeri ise yazarýn kendi milletinin dili yerine yabancý bir dille tarihini kaleme almasýdýr. Bizce her iki durum da tarihî bilginin insanlara aktarýlmasýnda önemli bir sorundur. Çünkü tarih insanýn tarihidir. Ýnsan var olduðu için tarih vardýr. Tarihte her þey insana göredir ve insan merkezlidir. Ýnsan tarihe kendini, millî ve evrensel deðerlerini bilmek için yönelir. Bu itibarla 1 2 3 Zeynep Korkmaz, Türk Dili Üzerine Araþtýrmalar, Ankara 1995, I, 660-661. Salih Özbaran, Tarih, Tarihçi ve Toplum, Ýstanbul 1997, 52-56. Ýlhan Tekeli, Tarihyazýmý Üzerine Düþünmek, Ankara 1998, 65. 106 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I bazý ilim dalllarýnda, özellikle edebiyatta, felsefede görülebilecek komplike anlatým üslubuna sahip yazýn türlerine oranla, tarih yazýn türlerinde sergilenen anlatýmýn, anlam ve bilginin önüne geçmeyen bir üsluba sahip olmasý ve dolayýsýyla daha geniþ bir kitleye hitap etmesi gerektiðini söylemek durumundayýz. Aksi takdirde tarihin faydacýlýk ilkesinin, dil noktasýndaki iþlevini yerini getirdiðinden, dolayýsýyla “anlayan” ve “anlatan” tarihten bahsedemeyiz.4 Bu deðerlendirmeler ýþýðýnda Osmanlýlarda tarihyazýcýlýðýnýn baþlangýç ve geliþme evrelerine baktýðýmýzda, tarih eserlerinin büyük oranda Osmanlý Türkçesiyle kaleme alýnmýþ olduðunu görürüz. Tespitlerimize göre XVI. yüzyýla kadar yazýlmýþ yaklaþýk 25 tarih eseri içerisinde Arapça ve Farsça yazýlmýþ olanlar istisna sayýlabilecek kadar azdýr. Verilen sayý içerisinde Farsça olarak sadece Þükrullah (ö.1488)’ýn Behcetü’t-Tevârîh’i ve Ýdris-i Bitlisî’nin (ö.1520) Heþt Bihiþt adlý eserleri göze çarpmaktadýr. Arapça olarak ise, sadece iki kiþinin tarih eserine rastlamaktayýz. Bunlardan birisi Karamânî Kara Yakub b. Ýdris (ö.1429)’e ait olan Ýþrâku’t-Tevârîh, diðeri ise Karamanî Mehmed Paþa (ö.1481)’nýn Tevârihu Selâtini’l-Osmâniyye adlý eseridir. Bu durum bize, daha sonraki dönemlerde olduðu gibi Osmanlýlarýn ilk dönemlerinde de Türkçe’nin, tarihyazýcýlýðýnda daha baskýn bir þekilde kullanýldýðýný göstermesi bakýmýndan önemlidir. Ancak, daha çok dinî ilimlerle ilgili eserlerin yazýmýnda kullanýlan Arapça ile sonraki dönemlerde bazý tarih eserlerinin kaleme alýnmýþ olduðu da bir vakýadýr. A. Arapça Tarihyazýcýlýðýna Örnekler XVI. ve XVII. yüzyýllarda yaþamýþ müelliflerden Taþköprülüzâde Ahmed (ö.1561), Mustafa Cenâbî (ö.1590), Kâtib Çelebi (ö.1657) ve Müneccimbaþý Ahmed (ö.1702)’in eserlerinden bazýlarý incelediðimiz konuya örnek teþkil etmektedirler. Arapça yazmalarýnýn nedeni hakkýnda ayný gerekçeler ileri sürülemeyecek olan bu müellifler ve eserleri hakkýnda kýsa da olsa genel bir deðerlendirmeye gidebiliriz. 1. Taþköprülüzâde Ahmed Efendi Arapça yazmýþ olduðu tarih eserleriyle çalýþmamýzda yer vereceðimiz ilk müellif Taþköprülüzâde Ahmed Efendi’dir. Biyografik eseri Þakâiku’nNu’mâniyye’nin sonunda verdiði otobiyografisinden anlaþýldýðý üzere Taþ4 Dil-tarih iliþkisi noktasýnda ayrýntýlý bilgi ve deðerlendirmeler için bkz. Ahmed Rasim, Tarih ve Muharrir, Ýstanbul 1911, 3-10; Önay Sözer, Anlayan Tarih, Ýstanbul 1981, 11-26; Ýlhan Tekeli, Tarihyazýmý Üzerine Düþünmek, 62-74; Anton Stengl, “Tarih, Bilinç ve Dil Arasýndaki Ýliþki”, Felsefelogos, S.9, Ýstanbul Ocak-2000, 111-117. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 107 köprülüzâde, yoðun bir Arapça tahsili görmüþ, zamanýn þartlarý gereði Tefsir, Hadis, Mantýk, Akâid, Kelam ve Hikmet alanlarýnda almýþ olduðu bütün dersleri Arapça olarak okumuþtur. Hemen bütün fertleri ilimle meþgul olan bir ailenin çocuðu olmasý sebebiyle, müderrislik hayatýna kadar bilinçli ve istekli bir öðrenim hayatý sürdürmüþtür. Taþköprülüzâde, ayný zamanda yoðun bir tedris hayatý geçirmiþ, kadýlýk görevlerinde bulunmuþtur. Son olarak rahatsýzlýðý nedeniyle ayrýldýðý Ýstanbul (1551-1554) kadýlýðý görevinden sonra, vefat ettiði 1561 yýlýna kadar, Ýstanbul’da ders okutmak ve kitap telif etmekle meþgul olmuþtur.5 Taþköprülüzâde’nin, hac veya seyahat gibi birtakým vesilelerle Arap memleketlerinde bulunup bulunmadýðý hususunda, otobiyografisinde ve diðer yazarlarýn verdikleri bilgilerde herhangi bir veriye rastlamadýk. Bu durumda Taþköprülüzâde’nin, medrese tahsilinden aldýðý Arapça ile yetinerek eserlerini kaleme almýþ olduðu düþünülebilir. Söz konusu durumun da doðal olarak onun oldukça basit ve yalýn bir Arapça kullanmasýna sebep olmuþtur.6 Bildiðimiz tüm eserlerini Arapça kaleme almýþ olan Taþköprülüzâde’nin,7 çalýþmamýza örnek teþkil eden eserlerinden birisi Nevâdirü’l-Ahbâr fî Menâkibi’l-Ahyâr’dýr. Bu, müellifin tarih alanýnda kaleme aldýðý ilk eser olup 1532’de Üsküp’te tamamlanmýþtýr.8 Taþköprülüzâde, mukaddimesinde eserinin muhteva, metot ve kaynaklarý hakkýnda bilgiler vermiþ, ancak diðer eserlerinde olduðu gibi Arapça yazmayý niçin tercih ettiði konusunda bir açýklamada bulunmamýþtýr. Eseri kaleme alýþ sebebini, büyük insanlarýn hayat hikayelerini okumaya küçüklüðünden beri var olan ilgisine dayandýran müellif, bu çalýþmasýyla tarih meraklýsý olanlara, gereksiz bilgi ve hikayelerden arýndýrýlmýþ, seçkin kiþilerin biyografilerini içeren bir eser býrakmak istemiþtir.9 5 6 7 8 9 Taþköprülüzâde Isâmüddîn Ebu’l-Hayr Ahmed Efendi, eþ-Þakâiku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâ-i Devleti’l-Osmâniyye, neþr. Ahmet Subhi Furat, Ýstanbul 1985, 556-560. Taþköprülüzâde ve ilmî kiþiliði hakkýnda geniþ bilgi için bkz. M.Tayyib Gökbilgin, “Taþköprüzâde ve Ýlmî Görüþleri I-II”, Ýslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, VI, cüz: 1-2, Ýstanbul 1975, 127138; VI, cüz: 3-4, Ýstanbul 1976, 169-182; Ýlhan Kutluer, “Fârâbî’den Taþköprîzâde’ye: Uygarlýk, Din ve Bilim”, Akademik Araþtýrmalar Dergisi, S. 4-5, 2000, 13-30. Gevher Nesibe Sultan Taþköprülüzâde Ahmed Efendi Kongresi’ne “Taþköprü-zâde’nin Eserleri” baþlýklý bir tebliðle katýlmýþ olan Ali Rýza Karabulut, çeþitli kaynaklardan ona ait olduðunu tespit ettiði 52 adet eseri konularýna göre sýnýflandýrmýþtýr. Geniþ bilgi için bkz. Gevher Nesibe Sultan Taþköprülüzâde Ahmed Efendi Kongresi (Kayseri 1989) Bildirileri, Kayseri 1992, 113-129. Bursalý Mehmed Tahir ise onun 27 eserinin adýný vermiþtir. Osmanlý Müellifleri, Ýstanbul 1914, I, 346-347. Taþköprülüzâde Ahmed Efendi, Nevâdiru’l-Ahbâr fî Menâkibi’l-Ahyâr, Ýstanbul Bayezid Umumi Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2458, 391b; Nev’îzâde Atâî, Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’þÞakâik, Ýstanbul 1851, 9. Taþköprülüzâde, Nevâdiru’l-Ahbâr, 1b. 108 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Nevâdiru’l-Ahbâr, müellifin biyografi tarzýndaki ilk denemesidir. 391 varaklýk bu eser, yaptýðýmýz tespitlere göre, sahabe, âbid, zâhid, fakih, filozof, müneccim ve tabib olan 1396 kiþinin biyografisini içermiþtir. Taþköprülüzâde, yukarýda belirttiðimiz gibi eserinde takip ettiði metodu kendisi açýklamýþtýr. Eserini yýllara göre deðil, faydalanmak isteyen kimselere kolaylýk olmasý bakýmýndan alfabetik olarak tertip etmiþtir. Kendisinin de ifade ettiði gibi, daha çok derleme olan bu eserde, onun Arap dilini kullanmadaki yeterlilik ve özgünlüðünü tespit etmek zordur. Çünkü bilgilerin çoðu, alýntý yaptýðý yazarlarýn ifadeleriyle aktarýlmýþtýr. Nitekim bu hususta eser ve kaynaklarý üzerinde yaptýðýmýz karþýlaþtýrmalara dayanarak müellifin, kimi zaman bazý cümlelerde kýsaltma yoluna gitmek dýþýnda, alýntý yaptýðý kiþilerin kullandýklarý dile baðlý kaldýðýný rahatlýkla söyleyebiliriz.1 0 Ancak bu durum, sadece yazarýn dil kullanýmýndaki özgünlüðünü tespit etmemizi engelleyen bir husus olup, bütün eserlerini Arapça olarak kaleme almýþ ve Arapça þiirler yazmýþ1 1 biri olarak, onun Arapça’yý kullanma yeterliliði noktasýnda aksi bir düþünce ortaya koymamaktadýr. Nevâdiru’l-Ahbâr’ýn dili, deðindiðimiz özellikleri nedeniyle basit ve akýcýdýr. Bu da tabakât ve terâcim türü eserlerin genel bir özelliðidir diye düþünmekteyiz. Çünkü kiþiler hakkýnda verilmesi düþünülen bilgiler ayný türdendir, dolayýsýyla bu da, çok incelikli bir dil kullanmayý gerektirmez. Biyografileri verilen kiþiler hangi meslek grubundan olurlarsa olsunlar, doðum ve ölüm tarihleri, nerede doðup yaþadýklarý ve nerede öldükleri, öðrenim hayatlarý, hangi devlet bünyesinde bulunduklarý, görevleri, seyahatleri, kiþisel özellikleri vs. gibi hususlar biyografi yazýmýnda doðal olarak göz önünde tutulan noktalardýr. Bu þablonda deðiþen noktalar, kiþilerin isimleri ve onlara ait diðer özel bilgilerdir. Nevâdiru’l-Ahbâr, biyografi türünde olduðu için kaynaklarý da doðal olarak bu sahada daha önce kaleme alýnmýþ terâcim kitaplarýdýr. Ancak bunlar çok fazla olmayýp, müellif tarafýndan eserin mukaddimesinde belirtilmiþlerdir. Müellifin ifadelerine göre onun yararlandýðý temel eserler, Ýbn Hallikân (ö.1228)’ýn Vefeyâtü’l-A’yân’ý, Ebu Muhammed’in Siyeru’s-Sahâbe’si ile Þehristânî (ö.1153)’nin Târîhu’l-Hükemâ’sýdýr.1 2 10 11 12 Karþýlaþtýrmaya bir örnek için bkz. Ýbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A‘yân, thk. M.Muhyiddin Abdülhamid, Kahire 1948, I, 217-218 ve Taþköprülüzâde, Nevâdiru’l-Ahbâr, 41a. Ali b. Bali, el-Ikdu’l-Manzûm, (Þakâik ile birlikte), Beyrut 1975, II, 339; Atâî, Hadâik, 10; Hasan b. Muhammed el-Bûrînî (ö.1615), Terâcimü’l-A’yân min Ebnâi’z-Zaman, thk. Selâhaddin el-Müneccid, Dýmeþk 1959, I, 75. Taþköprülüzâde, Nevâdiru’l-Ahbâr, 1b. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 109 Taþköprülüzâde, hakkýnda bilgi verdiði kiþileri genel olarak adý geçen eserlerden seçmiþtir. Seçimindeki kriterini ise þöyle ifade etmiþtir: “Kur’ân ve tefsir kitaplarýnda geniþ bir þekilde yer verildiðinden peygamberleri, çok meþhur olmayan kiþileri, menâkibinde insanlara ibret olmayanlarý, hakkýnda çok az þey yazýlmýþ olanlarý ve ravilerin ihtilaf ettiði kiþileri hazfettim. Yaþantýlarý ibret dolu kiþileri tercih ettim. Tarihten maksad, alimlerin sözlerinden ve latîf yaþantýlarýndan dersler çýkarmaktýr”.1 3 Ayrýca Taþköprülüzâde’nin, hükümdar ve komutanlarýn cihad ve savaþlarýný da eserinde sunmadýðýný belirtmesine bakýlýrsa, hanedanlarýn tarihini yansýtan siyasî tarihçilik yerine -þüphesiz bunun da siyasî tarih çalýþmalarý için özel bir yararý olmakla birlikte- daha çok toplumun her tabakasýndan insanýn hayatýný içeren; buna baðlý olarak da toplumlarýn hayatýný çeþitli yönlerden gözler önüne seren sosyolojik bir tarih çalýþmasý yapmayý tercih ettiði söylenebilir. Yazar bunlarý zamanýn þartlarý gereði bilinçli bir þekilde sistematize edememiþ de olsa, gelinen nokta itibariyle eserleri, Osmanlý toplumunun sosyal ve kültürel yapýsýný somut olarak yansýtmaya çalýþan çaðdaþ araþtýrmalarýn temel kaynaklarýndan olmuþlardýr. Eser, müellifin biyografi tarzýnda ilk eseri olmasýnýn yanýnda, Osmanlý dönemi tarihyazýcýlýðýnýn da bu tarzdaki ilk örneklerinden sayýlýr. Taþköprülüzâde’nin yararlandýðý kaynaklarý belirtmesi, tarihten ve tarihçilikten ne anlaþýlmasý gerektiðini dile getirmesi, eserinde yer verdiði kiþileri seçerken göz önünde bulundurduðu kriterleri açýkça ifade etmesi, ek olarak takip ettiði usulü net bir þekilde belirtmesi de Osmanlý tarihyazýcýlýðýna hem metot hem de içerik açýsýndan önemli bir katký saðlamýþtýr. Ancak þunu belirtmeliyiz ki, eserin dilinin Arapça oluþu, doðal olarak dar bir çevreye hitap etmesi sonucunu doðurmuþtur. Taþköprülüzâde’nin adý geçtiðinde ilk akla gelen eseri ise Þakâiku’n-Nu’mâniyye’dir. Diðer eserleri gibi Arapça olarak kaleme aldýðý bu eserinde, daha sonra kazanacaðý þöhretten habersiz, oldukça saf duygular içerisinde ilim dünyasýna hizmet amacýyla Osmanlý âlimlerinin ve mutasavvýflarýnýn biyografilerini toplamýþtýr. Kendisindn önce kimsenin bu memleket ulemâsý hakkýnda böyle bir teþebbüse giriþmediðini belirterek Þakâik’i yazmaya baþladýðýný belirten1 4 Taþköprülüzâde, böylece Osmanlý tarih literatürüne “Þakâik tercüme ve zeyilleri” ifadeleri ile anýlacak, literatür içinde bir literatür oluþturarak uzun yýllar etkisini sürdürecek ve adýný yaþatacak bir eser býrakmýþtýr. Nitekim onun vefatýndan sonraki yýllarda ölen alimlerin, muta13 14 Taþköprülüzâde, Nevâdiru’l-Ahbâr, 1b-2a . Taþköprülüzâde, Þakâik, 2. 110 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I savvýflarýn isim ve hatýralarýnýn unutulmaktan kurtarma endiþesi, daima Þakâik’e zeyiller yazýlmasý sonucunu doðurmuþtur. Þakâik ile birlikte bu zeyil zinciri, Osmanlý Ýmparatorluðu devrindeki Anadolu bilim ve kültür hayatýnýn, medrese ve tarikat cephelerini aydýnlatmada baþvurulan vazgeçilmez bir birikim olmuþtur.1 5 Medrese dili olan Arapça ile yazýldýðý için, bilhassa ilmî çevrede ilgi ile karþýlanan ve hýzlý bir þekilde þöhrete ulaþan Þakâik, Arapça bilmeyenler tarafýndan da yoðunilgi görmüþtür. Bu sebeple tamamlanmasýnýn üzerinden çok vakit geçmeden Türkçe’ye tercüme edilme ihtiyacý duyulmuþtur. Konumuz açýsýndan eseri Osmanlý Türkçesine çevirenlerin, tercümelerinin baþlangýcýnda sarfettikleri ifadeleri son derece önemlidir. Bunlarýn en meþhuru olan, Edirneli Mecdî’nin (ö.1590) 1586 yýlýnda tamamladýðý tercümenin baþýnda, eserden Arapça bilmeyenlerin de rahatlýkla yararlanmalarý için bu tercümeyi yaptýðýný belirttiðini görmekteyiz.1 6 Yine Þakâik’in bir baþka mütercimi Ahmed Hakî (ö.1567)’nin anlattýklarýndan, eserin Arapça bilen kiþilerce zaman zaman insanlara okunduðunu, Arapça bilmeyenlerin ise o toplantýlarda “keþke Þakâik de Türkçe olsaydý” þeklinde bir ifade kullanarak eserin Arapça yazýlmýþ olmasýndan duyduklarý rahatsýzlýðý dile getirdiklerini ve onun da bu konuþulanlar doðrultusunda eseri tercümeye karar verdiðini öðrenmekteyiz.1 7 Eserin bir diðer mütercimi Amasyalý Ýbrahim b. Ahmed (ö.1589) de mukaddimesinde benzer gerekçeler ve ifadeler kullanmýþ, Arapça olduðu için herkesin rahatlýkla istifade edemediðini belirterek tercüme amacýný ifade etmiþtir.1 8 Buradaki ifadeleriyle o, Arapça eser yazýmýnýn, eðitim-öðretim dilinin Arapça olmasýna raðmen Osmanlý Türk toplumuna tersliðini açýkça ortaya koymuþtur. Amasyalý Ýbrahim b. Ahmed ve diðer mütercimler þüphesiz toplumun ihtiyaçlarý doðrultusunda tercüme çalýþmalarý yapmýþlar, ilmiye sýnýfýnýn kendi sýnýfý için vücuda getirdiði eserleri, hangi meslekten olurlarsa olsunlar halkýn okur-yazar katmanlarýna ulaþtýrmayý hedeflemiþlerdir. Taþköprülüzâde’nin yine Miftâhu’s-Saâde adlý eserinin oðlu tarafýndan Türkçe’ye çevirilmesi, daha açýk bir ifadeyle ilmiye sýnýfýnýn dýþýndaki insanlarýn kolaylýkla faydalanabileceði hale getirilmesi, ayný þekilde Osmanlý 15 16 17 18 Þakâik zeyilleri hakkýnda ayrýntýlý bilgi için bkz. Behcet Gönül, “Ýstanbul Kütüphanelerinde alÞakâik al-Nu’maniya Tercüme ve Zeyilleri”, Türkiyat Mecmuasý, VII-VIII, cüz: II, Ýstanbul 1945, 137-140, 155-168; Abdulkadir Özcan, Þakâiku’n-Nu’mâniyye ve Zeyilleri, Ýstanbul 1989. Mehmed Mecdî Efendi, Hadâiku’þ-Þakâik fî Tekmileti’þ-Þakâik, Ýstanbul 1852, 10-11. Muhtesibzâde Ahmed Hakî, Terceme-i Þakâik (Hadâiku’r-Reyhân fî Tercemeti Þakâyýký’nNu’mân), Ýstanbul Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2220, 1b-2a. Ýbrahim b. Ahmed el-Amâsî, Terceme-i Þakâik, Ýstanbul Süleymaniye Ktp., Saliha Hatun, nr. 158, 2 a-2b. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 111 Türk toplumunda bilgi dolaþým sisteminin önünün açýlmasý yolunda atýlan adýmlardandýr.1 9 Zira o dönemlerde, insanlarýn doðrudan bilgiye ulaþmalarý oldukça zordu. Bunun sebebi ise temel kaynaklarýn çoðunun Arapça oluþu ve bunlarýn verdiði bilgilerin, topluma âlimler vasýtasýyla aktarýlmasýydý. Bu itibarla Taþköprülüzâde’nin, eserlerini yalnýzca ilmiye sýnýfýna hitaben yazmýþ olduðunu, ancak bunlardan bir kýsmýnýn toplumun diðer kesimleri arasýnda da zamanla ilgi ve ihtiyaç uyandýrdýðýný söylemek her halde daha doðru olur. Çünkü neticede hepsi Arapça olan eserlerinden, yalnýzca Þakâik ve Miftahu’s-Saâde’nin, tarzlarý gereði daha geniþ bir kitleye hitap etmesi, bu eserlerin tercümelerini gerekli kýlmýþtýr. Toplum, bu ikisinde – özellikle Þakâik’te- kendi örf-adetinden, geleneðinden, nisbeten yakýn tarihinden birþeyler bulmuþtur. Dolayýsýyla esere bireysel ilgi artmýþ, insanlar okumak ve sahip olmak istemiþlerdir.2 0 Nevâdiru’l-Ahbâr da biyografik bir eserdir. Ancak hayat hikeyeleri verilen kiþilerin, oldukça eski zamanlarda yaþamýþ olmalarý ve çoðunluðunu Araplarýn oluþturmasý, esere ilmî çevrede bir itibar kazandýrmýþsa da toplumun ilgisini çekmemiþtir. Son olarak belirtelim ki, Taþköprülüzâde Ahmed Efendi, yaþadýðý dönemde kendisini bir tarihçi olarak tanýtmaya çalýþmamýþtýr. Tarih alanýnda kaleme almýþ olduðu eserlerinin orijinal bir tarzý olmayýp, kendi zamanýna kadar Arap tarihçiliði içerisinde oluþan tabakât-terâcim türündedirler. Ancak önemli ölçüde tarih malzemesi içermektedirler. Müellifin tarihçilik yönünün açýða çýkmasýna iþte bu çalýþmalarý neden olmuþ, adýnýn Osmanlý tarih yazarlarý içerisinde anýlmasýný saðlamýþlardýr.2 1 Dolayýsýyla mellif hakkýnda sonradan yapýlan “Osmanlý tarihçisi” nitelemesinin ifade ettiði manayý, günümüz þartlarýyla deðil onun bulunduðu ortam ve yaþadýðý þartlar çerçevesinde deðerlendirmek durumundayýz. Bu itibarla klasik bir medrese öðrenimi görmüþ ve aldýðý bu klasik öðrenimle yine Osmanlýnýn en klasik 19 20 21 Taþköprülüzâde, Mevzûâtü’l-Ulûm, terc. Kemaleddin Muhammed, Ýstanbul 1895, I, 16-17. Bu ilgi Türklerin yaþadýðý bölgeleri dahi aþmýþtýr. Öyle ki eser, Arap bölgelerinde yetiþmiþ olan yazarlarýn da önemli bir baþvuru kaynaðý olmuþ, kendileri de Taþköprülüzâde’nin biyografisine eserlerinde yer vermiþlerdir. Tabiki bunda temel etken eserin Arapça yazýlmýþ olmasýdýr. Bu noktada Osmanlý Türk toplumu için dezavantaj olan dil farklýlýðý onlar için bir avantaj olmuþtur. Bu yazarlarýn ve eserlerinin isimleri þu þekildedir: Ýbnü’l-Imâd (ö.1678), Þezerâtü’z-Zeheb; Muhammed Emin Abdullah el-Muhibbî (1651-1699), Hulâsatü’l-Eser fî A’yâni’l-Karni’l-Hâdî Aþer; Hasan b. Muhammed el-Bûrînî (ö. 1615), Terâcimü’l-A’yân min Ebnâi’z-Zaman; Necmeddin Muhammed b. Muhammed el-Gazzî ed-Dýmeþkî (1570-1651), Lutfu’s-Semer ve Katfu’s-Simer min Terâcimi A’yâni’t-Tabakâti’l-Ûlâ mine’l-Karni’l-Hâdî Aþer; es-Sýddîkî (ö.1661), el-Menhu’r-Rahmâniyye fi’d-Devleti’l-Osmâniyye. Ayrýca Þakâik’in 1881 yýlýnda Bulak’ta Ýbn Hallikân’ýn Vefeyâtü’l-A’yân’ý ile birlikte basýlmasý, Arap aleminde, Arapça oluþundan dolayý kazanmýþ olduðu ilgiyi gösteren baþka bir husustur. Bkz. F.Babinger, Osmanlý Tarih Yazarlarý ve Eserleri, çev. Coþkun Üçok, Ankara 2000, 94-97. 112 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I sayýlabilecek toplumsal ve dinî hayatýnýn yaþandýðý bir dönemde, müderrislik ve kadýlýk görevlerinde bulunmuþ olan müellifin, ilmî çevrede saygýnlýðýný artýrmak, birikimini sergilemek, ilim dili olarak kabul görmüþ Arapça’ya baðlýlýðýný göstermek, biraz da kendisini tatmin etmek için hemen bütün eserlerini -içinde yaþadýðý toplumun dilinden farklý olarak- Arapça kaleme almýþ olduðunu söyleyebiliriz. 2. Mustafa Cenâbî Çalýþmamýzýn bir diðer örneði, XVI. asrýn meþhur alimlerinden ve önde gelen tarihçilerinden Mustafa Cenâbî Efendi (ö.1590)’dir. Devrin meþhur müfessiri ve þeyhulislâmý Ebussuûd Efendi’nin mülazýmlýðýnda bulunmuþ, çeþitli medreselerde müderrislik, birçok yerde de kadýlýk yapmýþtýr.2 2 Kendisiyle ayný dönemde yaþamýþ olan Kýnalýzâde Hasan Çelebi (ö.1604) ve Mustafa Beyânî (ö.1597), Mustafa Cenâbî’nin Arap edebiyatýndaki derinliðinden ve tarihe olan özel ilgisinden bahsetmiþler, yazmýþ olduðu cihan tarihini övmüþlerdir.2 3 Cenâbî hakkýnda Türkiye’deki en kapsamlý araþtýrmayý gerçekleþtirmiþ olan Mehmet Canatar, tarih eserinin son derece tertibli ve metodik olmasýndan hareketle onun titiz, dikkatli ve disiplinli bir kiþi olduðuna dikkat çekmiþ, yaþadýðý devrin yöneticilerince de itibar edilen saygýn bir ilim adamý olduðunu ifade etmiþtir.2 4 Cenâbî’nin, Arapça yazmýþ olmasý nedeniyle çalýþmamýza örnek olarak seçtiðimiz tarih eserinin orijinal adý el-Hâfilu’l-Vasît ve’l-Aylamü’z-Zâhir elMuhît’dir. Ancak bu eser XVII. yüzyýldan itibaren müellifin kendi adýyla meþhur olmuþ ve Cenâbî Tarihi olarak anýlagelmiþtir. Eser, daha önceki tarih eserlerinde basit ifadelerle yer verildiðini gördüðümüz tarihin önemine, ilmî bir yaklaþýmýn sergilendiði giriþ kýsmýyla baþlamaktadýr. Cenâbî’nin burada, tarihi baþlý baþýna bir ilim dalý olarak kabul etmiþ olduðunu, tarihçinin de insanlara iyiyi ve doðruyu göstermek gibi önemli bir sorumluluk taþýdýðýný ve yerine getirdiðini net olarak belirten ifadeleri bulunmaktadýr.2 5 22 23 24 25 Kýnalýzâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’þ-Þuarâ, haz. Ýbrahim Kutluk, Ankara 1989, I, 263; Atâî, Hadâik, I, 118, 308-309; Kâtip Çelebi, Keþfü’z-Zünûn an Esâmii’l-Kütübi ve’l-Fünûn, neþr. M.Þerefettin Yaltkaya, I-II, Ýstanbul 1971, I, 224, 291, 851; II, 1181; M. Canatar, “Cenâbî Mustafa Efendi”, DÝA, Ýstanbul 1993, VII, 352. Kýnalýzâde, eserinde kullanmasý için Cenâbî’nin kendisine gönderdiði Arapça, Türkçe þiirleri ve muammalarý “bî misâl” olarak nitelendirmiþtir, Tezkiretü’þ-Þuarâ, I, 263; Bkz. Beyânî Mustafa b. Carullah, Tezkiretü’þ-Þuarâ, haz. Ýbrahim Kutluk, Ankara 1997, 63. Atâî de ondan övgüyle bahsetmiþtir, Hadâik, I, 309. Mehmet Canatar, Müverrih Cenâbî Mustafa Efendi ve Cenâbî Tarihi, Ankara Ü. Sos.Bil. Enst. Yayýmlanmamýþ doktora tezi, Ankara 1993, 27. Cenâbî, Aylamu’z-Zâhir, Ýstanbul Ragýp Paþa Ktp., nr. 983, 2a. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 113 Eseri genel tarih niteliðinde olmasý nedeniyle ilk insan Hz.Adem’den baþlamýþ olup 1587-1588 tarihine kadar gelmekte ve Hz.Peygamber devri hariç2 6 85 babtan (bölüm) oluþmaktadýr. Metot bakýmýndan klasik Arap tarihçiliði geleneðine uygun bir þekilde yazýlmýþ olan eserde, Arap tarihçiliðinden farklý olarak rivayetler uzun bir ravi zinciriyle verilmemiþtir. Cenâbî, konu baþýnda veya sonlarýnda, verdiði bilgileri hangi kaynaklardan aldýðýný da kitabý ayýplanmasýn diye zikrettiðini2 7 kaydetmiþtir. Müellif gerek içerik gerekse olaylarda kronolojiyi gözetip bazý ihtilaflarý belirtmesi dýþýnda yorumdan uzak kalmasý gibi özellikleriyle, klasik Arap tarihçiliðinin zamaný için yeni bir örneðini teþkil etmiþ,2 8 ancak Osmanlý dönemi tarihyazýcýlýðýnda ilk genel tarih eseri örneðini vermekle bir orijinalite yakalamýþtýr. Eserinin asýl özgünlüðü kendi zamanýna ait verdiði bilgilerde yatmaktadýr. Çünkü o, þahsî fikir ve kanaatlerine daha çok bu kýsýmlarda yer vermiþtir. Bu bölümler ilk defa Cenâbî tarafýndan telif edilmiþ olan II.Selim (1566-1574) ve III.Murad (1574-1595) dönemleri, onlarýn zamanýnda yaþamýþ olan âlimler, þeyhler ve daha baþka önde gelen kiþilerin hayat hikayelerini içeren bölümlerdir. Bunlara ek olarak Cenâbî’nin zaman zaman serdettiði müþahedeleri, ziyaretleri, devlet adamlarý ve saray çevresinden iþittikleri, ulemâdan duyup naklettikleri ve Osmanlý coðrafyasý hakkýnda verdiði bilgileri esere orijinallik katan ve Osmanlý kültür-medeniyet tarihi açýsýndan önem taþýyan diðer yönlerdir.2 9 Eserinde Arapça’yý oldukça güzel kullanmýþ olan Cenâbî, dil kurallarýna olabildiðince uymuþ, kolay anlaþýlabilir nitelikte bir üslup tercih etmiþtir. Þairlik yönü de olan, hatta Arapça þiirler yazabilecek düzeyde bu dili iyi bildiðini daha önce belirttiðimiz Cenâbî’nin, bazý müellifler gibi aðdalý ifadeler kullanarak, edebî bir üslupla eserini yazabileceði muhakkaktýr. Ancak o, edebî ve aðdalý bir anlatým sergilememiþ, ifade tarzýndan daha çok manaya önem vermiþtir. Biz bu durumun Cenâbî’nin kullandýðý kaynaklarýnýn bir etkisi olduðunu düþünmekteyiz. Þöyle ki, yararlandýðý eserlerin çoðunluðu Arap müelliflere ait tarih eserlerinden oluþmaktadýr ve bunlar basit ve sade bir anlatým üslubuna sahiptirler. Burada dikkat çekilmesi gereken bir husus daha vardýr ki, o da Cenâbî’nin, eserini Arapça yazmayý tercih etmesiyle iþinin bir hayli kolay olduðudur. Çoðunluðu Arapça olan kaynaklardan çok rahat bir þekilde istifade etmiþ, kimi za26 27 28 29 Çünkü müellif, Hz.Peygamber’in peygamberlik öncesi baþýndan geçen olaylarý, gazveleri ve onun bazý üstün özelliklerini “Kitab” baþlýðý altýnda müstakil olarak iþlemiþtir. Cenâbî, Aylamu’z-Zâhir, 2 a. Bkz. Þehabettin Tekindað, “Osmanlý Tarih Yazýcýlýðý”, TTK Belleten, XXXV, Ankara 1971, 660. Ayrýntýlý bilgi için bkz. M.Canatar, Müverrih Cenâbî Mustafa Efendi ve Cenâbî Tarihi, 164-165. 114 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I man bilgileri özet bir þekilde bazen de aktarmýþtýr. Bu tarz bir yazým hiç þüphesiz eserini Türkçe kaleme almaya çalýþan bir tarihçiye göre oldukça kolaydýr diye düþünmekteyiz. Canatar, araþtýrmasýnýn Giriþ kýsmýnda Cenâbî’nin Tarih’i hakkýnda “..yirmi beþ yýlý aþkýn bir zaman dilimi içerisinde ve yoðun bir çalýþma neticesinde tamamlanabilmiþ olan Cenâbî Tarihi gerçek kýymetini bulamamýþtýr. Kendisini kullanan eserler þöhret bulup basýlma imkaný dahi bulduðu halde, Cenâbî Tarihi kapsamlý bir çalýþma konusu dahi olmamýþtýr diyebiliriz” derken önemli bir gerçeði tespit etmiþtir. Cenâbî Tarihi’nin maruz kaldýðý belirtilen ilgisizliðin -baþka sebeplerinin de olmasý söz konusu olabilmekle beraber- kanaatimizce önemli bir sebebi de Arapça olarak yazýlmýþ olmasýdýr. Çünkü eser, matbaa öncesi dönemde sadece ilmî çevre tarafýndan bilinip kullanýlmýþ, matbaa sonrasý ise Arapça oluþundan dolayý basýlmasý mümkün olmamýþtýr. Zira matbaa sonrasý, geneli Arapça olan dinî eserlerin basýlmama hususundaki eðilime ek olarak, topluma kendi diliyle yazýlmýþ eserleri sunma fikri hakim olmuþtur. Matbaadan maksadýn topluma daha kolay ve çok sayýda eser kazandýrmak, en önemlisi faydalanabileceði eserleri ulaþtýrmak olduðu göz önünde bulundurulur ise Arapça eserlerin basýlma imkaný bulamamalarýnýn nedeni daha net anlaþýlacaktýr. Son olarak belirtelim ki Cenâbî de daha sonra “Osmanlý Tarihçileri” diye anýlacak olan hemen bütün âlimler gibi yetiþme döneminde özel tarih dersleri almamýþ, zamanýnýn anlayýþý ve þartlarý gereði hocalar nezdinde tarih eserleri üzerinde bir çalýþmada bulunmamýþ ve tarih ilmine dair özel bir eðitimden geçmemiþtir. Hangi dilde yazmayý tercih etmiþ olursa olsun hemen bütün Osmanlý tarihçileri için geçerli olan bu durum ve sorun, ancak onlarýn özel ilgi ve gayretleriyle giderilebilmiþtir. Daha açýkçasý tarih ilmiyle ilgilenen Osmanlý aydýnlarý tamamen kendi özel ilgi ve gayretleriyle birer tarihçi olmuþlar, eserler kaleme almýþlar, bir tarih felsefesi ve literatürü oluþturmaya çalýþmýþlardýr. Osmanlý Devleti’nin dünyaya açýlýmýna paralel olarak geliþen ve deðiþen tarihçilik, her nekadar bu bilim dalýnýn daha uzunca bir süre medreselerin müfredat programýna girmesini saðlayamamýþsa da tarih alanýna özel ilgisi olan kiþileri etkilemiþ, kaleme aldýklarý tarih eserlerinin tarzýný, içeriðini, metodunu ve anlatýþ biçimlerini zamanla deðiþtirmiþtir. Ýþte bunlardan biri olan Cenâbî Efendi, zamanýnýn Arap dünyasý ile olan ilmî ve kültürel etkileþiminin bir neticesi olarak, tarih eserini Arapça olarak kaleme almýþ, üslup ve kaynaklarý kullanýmý açýsýndan dönemin Arap tarihçiliðini muhtemelen tetkik etmiþ ve bundan etkilenmiþtir. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 115 Bu anlayýþ içerisinde tarih ilmiyle meþgul olmaya baþlamýþ olduðunu Kýnalýzâde’nin ifadeleri de bunu desteklemektedir3 0 - düþündüðümüz Cenâbî Efendi, sahip olduðu Arapça ile baþta Osmanlý ilmiye sýnýfý olmak üzere, dili Arapça olan Ýslâm dünyasýna ve Türkler gibi öðrenim dili olarak Arapça’yý kabul etmiþ daha baþka müslüman milletlere hitap ederek daha geniþ bir kitleye ulaþmak, ek olarak da Arapça kaynaklardan istifadeyi azami ölçüde yapabilmek maksadýyla eserini Arapça yazmýþtýr diye düþünmekteyiz. Bununla birlikte baþta kendi çevresi olmak üzere Ýslâm dünyasýnda bir þöhrete ulaþmayý, prestij elde etmeyi pekala düþünmüþ olabilir. Ancak görülen o ki, eserinin Arapça olmasý nedeniyle içerisinde yaþadýðý topluma hitab etmemesi, çaðdaþlarý olan Hoca Sadeddin Efendi (ö.1599) ve Gelibolulu Mustafa Âlî (ö.1599) gibi ünlü kiþilerin gölgesinde kalmasý, Arap dünyasýnda da kendi eserinden ziyade onun yanlýþlarla dolu bir özeti olan Ahmed b. Yusuf el-Karamânî (ö.1610)’ye ait Ahbâru’d-Düvel adlý eserin meþhur olmasýyla, yukarýda sözünü ettiðimiz her yazar için doðal olabilecek muhtemel beklentileri pek gerçekleþmemiþ, böylece Cenâbî gerek zamanýnda gerekse günümüzde hak etmiþ olduðu ilgiyi görememiþtir. Son olarak Cenâbî’nin tarihçiliðindeki geliþime bakarak, onun yaklaþýk 25 yýlýný verip Arapça olarak kaleme aldýðý el-Aylamu’z-Zâhir’ini önce yine Arapça olarak özetlemesinin,31 sonra da bu özeti -her ne kadar III.Murad’ýn isteði söz konusu olsa da3 2 - kullandýðý dil itibariyle içinde yaþamýþ olduðu toplumu göz ardý ettiðini yansýtan ifadeler kullanarak3 3 Türkçe’ye çevirmesinin oldukça anlamlý olduðunu düþünmekteyiz. Bu geliþime göre Cenâbî, sonuçta tarih bilgisinin insanlarýn öz malý olduðunu, buna en kolay ve doðru biçimde ulaþma hakkýna sahip olduklarýný, tarihçinin görevinin ise bu bilgi ile insanlar arasýndaki engelleri kaldýrýp anlaþýlýr ve aktardýklarý bilgilere güvenilir eserler kaleme almak olduðunu anlamýþ gözükmektedir. 3. Kâtip Çelebi Çalýþmamýzda örnek olarak ele aldýðýmýz bir diðer müellif ise Kâtip Çelebi’dir. 1609’da Ýstanbul’da doðmuþ ve Hacý Halife diye de anýlmýþ olan Kâtip Çelebi, XVII. yüzyýlýn en önemli ilim ve fikir adamlarýndandýr. Küçüklüðünden itibaren dinî ilimlere iliþkin özel dersler almýþ, 1623 yýlýnda babasý aracýlýðýyla dîvan kalemlerinden Anadolu muhasebesi kalemine kâtip ol30 31 32 33 Kýnalýzâde, Tezkiretü’þ-Þuarâ, I, 263 Arapça özetin adý Nihâyetü’l-Merâm ve Bahrü Cevâhiri’l-Kelam’dýr. F.Babinger, Osmanlý Tarih Yazarlarý ve Eserleri, 122. Cenâbî, Dürr-i Meknûn, Ýstanbul Nuruosmaniye Ktp, nr. 3107, 2a-2b. Cenâbî, Dürr-i Meknûn, 2a-2b. 116 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I muþ, burada hesap kurallarýný ve siyâkat yazýsýný öðrenmiþtir. Ordu ile birlikte çok sayýda sefere katýlmýþtýr.3 4 Son olarak 1634’de IV. Murad’ýn Revan seferine katýldýktan sonra kalan ömrünü ilim öðrenmek ve öðrenci yetiþtirmekle geçirmeye karar vermiþtir. Zamanýnýn alimlerinden Kadýzâde Mehmed Efendi, A’rec Mustafa Efendi, Vaiz Veli Efendi, Ayasofya dersiâmý Abdullah Efendi ve Süleymaniye dersiâmý Mehmed Efendi’den farklý ilim dallarýnda dersler almýþtýr.3 5 Kâtip Çelebi, genel kabul görmüþ 6 Ekim 1657 tarihinde3 6 vefatýna kadar yorucu ve aralýksýz bir çalýþma hayatý geçirmiþ, kýsacýk ömrüne çok þeyler sýðdýrmaya çalýþmýþtýr. Tarih, coðrafya, sosyoloji, atlas, felsefe, astronomi, matematik, hadis, fýkýh gibi çok çeþitli alanlarla ilgilenmiþ olmasý sebebiyle birçok konuda eser kaleme almýþtýr.3 7 Fezleketü Akvâli’l-Ahyâr fî Ýlmi’t-Tarih ve’l-Ahyâr, Kâtip Çelebi’nin yazmýþ olduðu ilk eserdir. Yazýmý 1642 yýlýnda tamamlanmýþ olan eser,3 8 yaratýlýþtan müellifin yaþadýðý zamana kadar gelen Arapça bir dünya tarihidir. Eserde, Cenâbî Tarihi’nden özetle alýnan seksen iki hükümdar sülalesi yüz elliye çýkarýlmýþtýr.3 9 Müellifin ifadesiyle bir mukaddime, üç asýl (bölüm) ve bir hâtimeden oluþmuþtur.4 0 Mukaddimede tarih kavramý, tarihin yararý ve gayesi üzerinde durulmuþ, genel tarih niteliði taþýyan tarih kitaplarýnýn bibliyografyasý verilmiþ ve tarih metodolojisi mahiyetinde tarihçinin bilmesi gereken kurallar sunulmuþtur. Eserin Osmanlý tarihine ayrýlmýþ olan 197a- 34 35 36 37 38 39 40 Kâtip Çelebi, Süllemü’l-Vusûl, Ýstanbul Süleymaniye Ktp. Þehid Ali Paþa, nr. 1887, 272a. Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk, Ýstanbul 1869, 127-134; Ayrýca bkz. Þeyhî Mehmed Efendi, Vekâyiü’l-Fudalâ, neþr. Abdülkadir Özcan, Ýstanbul 1989, 263. Fahri Ç. Derin, “Kâtip ÇelebiHayatý”, Bilgi Dergisi Kâtip Çelebi Özel Sayýsý, XI, S. 128, Kasým 1957, 5; Eyüp Baþ, “Kâtip Çelebi”, Türkler, edt. H.Celal Güzel-K.Çiçek-S. Koca, Ankara 2002, XI, 80-88. Þeyhî Mehmed Efendi, Vekâyiü’l-Fudalâ, 263; Mustakimzâde Süleyman, Mecelletü’n-Nisâb, 362a; Bursalý Mehmed Tâhir, Osmanlý Müellifleri, 124; Þemseddin Sami, Kâmusu’l-A’lâm, Ýstanbul 1896, V, 3806; Babinger, Osmanlý Tarih Yazarlarý ve Eserleri, 215. Eserleri hakkýnda ayrýntýlý bilgi için bkz. Þeyhî, Vekâyiü’l-Fudalâ, 263-264; Bursalý Mehmed Tâhir, Osmanlý Müellifleri, III, 124-131; Babinger, Osmanlý Tarih Yazarlarý ve Eserleri, 215223; J.H. Mortmann, “Hacý Halîfe”, Dâiretü’l-Meârif el-Ýslâmiyye, Tahran 1933, VII, 235-239; Bilgi Dergisi Kâtip Çelebi Özel Sayýsý, XI, S. 128, Kasým 1957 (Bu sayýda ayrýca F.Ç. Derin tarafýndan Ýstanbul kütüphanelerinde bulunan Kâtip Çelebi’ye ait yazma eserler liste halinde verilmiþtir); Kâtip Çelebi Hayatý ve Eserleri Hakkýnda Ýncelemeler, Ankara 1991; Gürbüz Deniz, “Kâtip Çelebi”, Osmanlý, edt. Güler Eren, Ankara 1999, VIII, 127-130; Eyüp Baþ, “Kâtip Çelebi”, Türkler, XI, 80-88. Abdülkadir Özcan, “Fezleketü’t-Tevârih”, DÝA, Ýstanbul 1995, XII, 542. [Eserin tek ve müellif hattý nüshasý Beyazýt Umûmî Kütüphanesi 10318 numarada kayýtlýdýr.] Kâtip Çelebi, Keþfü’z-Zünûn, I, 291. Kâtip Çelebi, Fezleketü Akvâli’l-Ahyâr fî Ýlmi’t-Tarih ve’l-Ahyâr, Ýstanbul Beyazýt Umumi Ktp, nr. 10318, 1b-3a. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 117 250b varaklarý arasýnda ise kuruluþtan 1641 yýlýna kadar meydana gelen olaylar sýralanmýþ, IV.Mehmed’e (1648-1687) kadar padiþahlar, vezîriâzamlar, þeyhulislâmlar, kazaskerler, Ýstanbul kadýlarý ile diðer vezirler, beylerbeyiler, padiþahlarýn hocalarý, nâkibüleþrâflar ve diðer bazý yüksek rütbeli devlet adamlarýnýn isimleri verilmiþtir. Eser genel tarih niteliðinde ve daha çok derleme bir çalýþma olmasý nedeniyle, Cenâbî örneðinde de belirttiðimiz gibi, müellifin dil kullanýmý ve konularý iþleyiþ üslubu noktalarýndaki özgünlüðünü tespit etmek hayli güçtür. Ancak þunu rahatlýkla söyleyebiliriz ki, Kâtip Çelebi’nin eserde kullandýðý Arapça oldukça sadedir. Bunu bilinçli olarak tercih etmiþ olabileceði gibi yazarlarýnýn çoðu Arap olan tarih kaynaklarýndan alýntý yapmasý da bunda etkili olmuþtur denebilir. Zira bu kaynaklarýn çoðunluðu edebî anlatýmý ön plana çýkarmak yerine, ayný konuda ne kadar rivayet varsa gerek senedlerinde gerekse haberlerin içeriklerindeki farklýlýklarýyla birlikte bunlarý aktarma amacý taþýyan eserlerdir. Arap tarzý tarihçilik olarak nitelenen bu tarz tarihyazýmý, daha önce belirttiðimiz gibi rivayetlerin senedlerinden kýrpma yapýlarak ya da hepten senedlerinden vazgeçilerek Osmanlý tarihçilerinden bazýlarýnca kullanýlmýþtýr. Cenâbî bunun ilk örneði olarak kabul edilmiþtir. Cenâbî Tarihi’ni kullandýðý belli baþlý eserler arasýnda sayan Kâtip Çelebi de bir nevi onun takipçisi olarak yorumlanmýþtýr.4 1 Kâtip Çelebi metot ve üslubu nedeniyle Arap tarzý tarihyazýmýný takip etmiþ olmanýn yaný sýra, Ýbn Haldun (ö.1406)’un tarih felsefesini kabul edip uygulayan Osmanlý tarihçilerinden biri olarak da gösterilmektedir.4 2 Onun tarih felsefesi hususundaki görüþlerine ve müslüman tarihçilerin düþtükleri hatalara iliþkin Mukaddime’sinde verdiði örneklere,4 3 Fezleke’nin giriþ kýsmýnda deðinmiþ olan Kâtip Çelebi,4 4 ancak bu husustaki bilgileri Ýbn Haldun’dan aldýðýný belirtmemiþtir. Kâtip Çelebi’nin ayrýca Düstûru’l-Amel adlý eserinde, devletin içerisinde bulunduðu durumu sebep-sonuç iliþkisi baðlamýnda ortaya koymasý ve geçirdiði evreleri organizmacý bir yaklaþýmla anlatmasý da onun Ýbn Haldun takipçisi olarak yorumlanmasýna sebep olmuþtur. Ancak Kâtip Çelebi, devletlerin hayatýný doðma, geliþme, duraklama, gerileme ve yýkýlma evrelerine ayýran bu tarih felsefesini kabul etmekle birlikte, yerinde ve zamanýnda alýnacak önlemlerle beklenen sonun 41 42 43 44 Bkz. Þ. Tekindað, “Osmanlý Tarih Yazýcýlýðý”, 660; M.Canatar, Müverrih Cenâbî Mustafa Efendi ve Cenâbî Tarihi, 108-115. Bkz. Z. Fahri Fýndýkoðlu, “Türkiye’de Ýbn Haldunizm”, Fuad Köprülü Armaðaný, Ýstanbul 1953, 157. Ýbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1998, 21-45. Kâtip Çelebi, Fezleketü Akvâli’l-Ahyâr, 4a-4 b. 118 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I uzatýlabileceðini, en azýndan bu evrelerin daha rahat ve uyumlu geçirilebileceðini savunarak4 5 Ýbn Haldun’un determinizminden ayrýlmýþtýr. Fezleketü’t-Tevârih’in temel kaynaðý, Kâtip Çelebi’nin de belirttiði gibi4 6 Cenâbî Mustafa Efendi’nin yine Arapça olan el-Aylamu’z-Zâhir adlý eseridir. Bu eseri genel olarak özetlemiþ, kimi zaman da aynen iktibas etmiþ4 7 olan müellif gerek metin içerisinde gerekse sayfa kenarlarýnda yararlandýðý kaynaklarýn isimlerini belirtmiþtir. Ancak doðal olarak tefsir, hadis ve genel tarih eserleri ve diðer Osmanlý tarihleri de onun baþlýca kaynaklarýdýr. Eserin Osmanlý tarihi açýsýndan taþýdýðý deðeri sayfalarca anlatmak mümkündür. Ancak biz konumuz açýsýndan baktýðýmýzda, Fezleketü’t-Tevârih’in, bütün özelliklerine raðmen tarihî deðerini tam olarak kabul ettirememiþ olduðunu anlamaktayýz. Bunu etkileyen en önemli faktör de kanaatimizce eserin Arapça olmasýdýr. Bizi bu düþünceye sevkeden neden de müellifin bizzat kendi tutumudur. Çünkü Kâtip Çelebi, Arapça Fezleketü’t-Tevârih’e zeyl olarak kaleme aldýðý Türkçe Fezleke’sinin mukaddimesinde, bu eserini ana dili Türkçe olan Osmanlý Türklerinin anlamasý için Türkçe yazdýðýný belirtmiþtir.4 8 Bu derleme çalýþmasýnda, ilk eseri olmasý nedeniyle hem içerik hem de dil kullanýmý yönünden Kâtip Çelebi’nin oldukça deneyimsiz olduðu görülür. Çünkü müellif, bazý ekleme ve çýkarmalarda bulunmasýna bakýlýrsa henüz bu eserde tam olarak neyi ne kadar sunmak istediðini tespit edememiþ, bütün birikimlerinden birþeyler sunmak gayretinde olduðunu hissettirmiþtir. Yukarýda da belirttiðimiz üzere Süllemü’l-Vüsûl ve Keþfü’zZünûn gibi daha sonra kaleme alacaðý farklý türden eserlerin içeriklerindeki bir kýsým malzemeyi Fezleke’sine katmýþ olmasý bu kanaati uyandýrmaktadýr. Ýlk eserini Arapça kaleme almasý, dil tercihi yönünden de müellifin tecrübesizliðinin bir parçasý olarak görülebilir. Bizde bu hissi uyandýran nokta, daha sonra kaleme almýþ olduðu Süllemü’l-Vüsûl ve Keþfü’z-Zunûn gibi iki büyük eserin Arapça olarak kaleme alýnmalarýna nitelik ve malzemeleri gerekçe gösterildiði halde, Fezleke’nin Arapça kaleme alýnýþ sebebi hakkýnda bir gerekçe ileri sürülmeyiþidir. Ancak kanaatimizce Fezleke’nin de, Kâtip Çelebi’nin kendi yaþadýðý dönemle ilgili aktardýklarý hariç, daha çok zamanýna kadar oluþmuþ ve çoðu Arap tarihçiler tarafýndan kaleme alýnmýþ 45 46 47 48 Kâtip Çelebi, Düstûru’l-Amel li Islâhi’l-Halel, Ýstanbul 1863, 5-6. Kâtip Çelebi, Keþfü’z-Zünûn, I, 291. Bu hususta örnekler için bkz. Mehmet Canatar, Müverrih Cenâbî Mustafa Efendi ve Cenâbî Tarihi, 108-115. Kâtip Çelebi, Fezleke, 1a; Bekir Kütükoðlu, “Fezleke”, DÝA, Ýstanbul 1995, XII, 541. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 119 tarih literatürüne dayanýyor olmasý, esasýnda diðer iki eser için gösterilen gerekçeden fazla farklý bir durum ortaya çýkarmamaktadýr. Bu kanaatimizle birlikte onun henüz ilk eserini yazan bir kiþi olarak, eserini daha kolay yazmak ve kabul görmediði ilmiye sýnýfýna karþý bir saygýnlýk kazanmak için Arapça yazmayý tercih etmiþ olabileceðini de düþünmekteyiz. Deðinmeye çalýþtýðýmýz bu hususlar nedeniyle eser, Osmanlý tarih litaretüründe az tanýnan ve kullanýlan bir çalýþma olmuþtur. Dilinin Arapça olmasý eserin çoðaltýlmayýp tek bir nüsha halinde kalmasýna, buna baðlý olarak az tanýnmasýna ve kullanýlmamasýna sebep olmuþtur. Oysa daha sonra kaleme almýþ olduðu eserlerden Türkçe Fezleke ve Takvîmü’t-Tevârih hem çok sayýda istinsah edilmiþler hem de matbaa sonrasý basýlma imkaný bulmuþlardýr. Sonuç olarak denilebilir ki, Kâtip Çelebi’nin ilk tarih eseri olan bu derleme çalýþmasý, müellifin yaþadýðý dönemler hakkýnda orijinal bilgiler içermesine raðmen4 9 fazlaca müracaat edilen bir kaynak olma niteliði kazanamamýþtýr. Kâtip Çelebi’nin batý ve doðu ilim dünyasýnda en çok tanýnmýþ olan eseri olan Keþfü’z-Zünûn da Arapça kaleme alýnmýþtýr. Ýlk olarak Alman þarkiyatçý Gustav Leberecht Flügel (1802-1870) tarafýndan 1835-1858 tarihlerinde Latince tercümesiyle birlikte neþredilmiþ olan eser, Türkiye’de ise ancak 1941 yýlýnda basýlmýþ olup henüz Türkçe bir tercümesi bulunmamaktadýr. Kâtip Çelebi’nin ifadelerinden5 0 anlaþýlacaðý üzere bu eserin içeriði, ilimlerin konularý ve bu ilim dallarýnda telif edilmiþ eserlerdir. Bu özelliðiyle “Þark ilim hazinesinin anahtarý” olarak nitelenen esere çok sayýda zeyl yazýlmýþtýr.5 1 Ancak kendisi de netice itibariyle Arap müellif Ýbn Nedîm (ö.995) ve Osmanlý müellifi Taþköprülüzâde (ö.1561)’nin bu nitelikte yazýlmýþ eserlerinin bir tamamlayýcýsý sayýlýr. 49 50 51 Örneðin Ali Þakir Ali, Kâtip Çelebi’nin özellikle Irak bölgesine Osmanlý Devleti tarafýndan düzenlenen seferlere katýlmýþ olduðuna dikkat çekmiþ, dolayýsýyla onun Irak bölgesinin idarî, iktisadî ve içtimaî tarihine dair verdiði bilgileri gözardý etmenin mümkün olmayacaðýný dile getirmiþtir, “Müellefâtü Hacý Halife et-Târihiyye Masdaran li Târihi’l-Irak el-Hadîs”, el-Mecelletü’t-Târihiyye el-Arabiyye li Dirâsât el-Osmâniyye, Ekim 1999, S. 19-20, 82-86. Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hakk, 135-136. Keþfü’z-Zünûn’a zeyl yazanlarýn ilki Viþnezâde Mehmet Ýzzetî Efendi (ö.1681)’dir. Zeylinin müsvedde halinde kaldýðý söylenmektedir. Daha sonra Arabacýlar þeyhi Ýbrahim Efendi (ö.1775) ve Hanifzâde Ahmed Tahir Efendi (ö.1802) birer zeyl yazmýþlardýr. Hanifzâde’nin zeyli 506 kitap ismini içermekte olup Âsâr-ý Nev adýný taþýmaktadýr. Þeyhulislam Ârif Hikmet Bey (ö.1858)’in de günümüzde mevcudu bulunan ve Cim harfinde biten bir zeyli vardýr. Son olarak Baðdadlý Ýsmail Paþa (ö.1920) tarafýndan yazýlmýþ olan Ýzâhu’l-Meknûn adlý zeyli vardýr ki, bu zeyl on binden fazla eser ismi içermekte olup, Keþfü’z-Zünûn’un en önemli zeyillerinden kabul edilir. Bkz. M.Þerefettin Yaltkaya, Keþfü’z-Zünûn (Mukaddime Kýsmý), I, 12-13. 120 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Eserin çeþitli bölümlere ayrýlmýþ olan giriþ kýsmýnda, ilmin önemi, deðeri, bölümlenmesi ve tarihi üzerinde durulmuþ, sýrasý geldikçe bütün ilimlerin adlarý, tarifleri ve konularý verilmiþtir. Bu ilimler hakkýndaki eserler bablar halinde sýralanmýþtýr. 300’den fazla ilim dalýnda yazýlmýþ olan yaklaþýk 15.000 eser tanýtýlmýþtýr. Bu vesileyle 10.000 kadar da müellif ve þârih hakkýnda bilgi verilmiþtir. Eser bir hâtime ile son bulmuþtur. Diðer eserinde olduðu gibi bu eserde de Kâtip Çelebi’nin dil kullanýmýný ve üslûbunu net olarak yansýtacak bir durum söz konusu deðildir. Çünkü eserde yer alan ve çoðu Arap müelliflerin Arapça eserleri olan kitap isimleri, yanlýþ anlama ve kullanýmlara mahal vermemek maksadýyla aynen kaydedilmiþtir. Kitaplar ve yazarlarý hakkýnda verilen özlü bilgiler de büyük oranda yine eserlere baðlý olarak verildiði için, Kâtip Çelebi’nin özgün bir üslup sergilediðini söyleyemeyiz. Derleme niteliðinde olan eserde, daha önceki benzerlerine göre farklýlýk arzeden yön, eserlerin alfabetik olarak sýralanmýþ olmasýdýr. Ancak eserin mahiyetinin neden olduðu bu üslup ve metoda, Kâtip Çelebi’nin kiþisel birtakým katký ve müdahalelerinin bulunduðunu da düþünmeliyiz. Çünkü yapmýþ olduðumuz karþýlaþtýrmalar, onun bazý eserler hakkýndaki bilgilerde kýsaltma veya eklemelere gittiðini göstermektedir. Bu durumun eserde pekçok örneðini bulmak mümkündür. Bahsettiðimiz özellikleri nedeniyle, sade bir Arapça anlatýmýn egemen olduðu Keþfü’z-Zünûn’da, hemen her eser için göz önünde bulundurulan hususlarýn; eserin adý, ne zaman ve kim tarafýndan yazýldýðý, yazarýn doðum yeri ve tarihi, ölüm yeri ve tarihi, eserin konusu ve bölümleri, Arapça deðilse eserin dili, önemi, baþ kýsmýndaki ifadeler, telif, zeyl, þerh, hâþiye veya tercüme olup olmadýklarý, yapýlmýþsa tercüme, zeyl veya þerhlerinin isimleri ve bunlar hakkýnda bilgi gibi hususlar olduðu anlaþýlmaktadýr.5 2 Eser hakkýnda günümüze deðin çok þey yazýlmýþ ve söylenmiþtir. Bunlardan Þemseddin Sami’nin “Keþfü’z-Zünûn hakikaten takdir ve takdise sezâvâr bir eserdir ki, ondan evvel misli mesbûk olmadýðý gibi, kendisi tahririne himmet etmemiþ olaydý ondan sonra kimse tarafýndan vücuda getirilmesi de me’mûl olamazdý”5 3 sözleri onun kýymetini oldukça veciz bir þekilde ortaya koymaktadýr. Kâtip Çelebi’nin Keþfü’z-Zünûn’u Arapça yazmýþ olmasý, edindiðimiz kanaate göre çalýþmanýn konusundan kaynaklanmýþtýr. Yani önceki bölümde üzerinde durduðumuz ilim dilinin Arapça olmasý veya zamanýn dinî anlayýþlarýnýn etkileri gibi faktörler, bu gerekçeye ancak ek sebepler olarak 52 53 Kâtip Çelebi eserin mukaddimesinde içerik ve metodu hususunda ayrýntýlý bilgi vermiþtir. Bkz. Keþfü’z-Zünûn, I, 1-3. Þemseddin Sami, Kâmûsu’l-A’lâm, Ýstanbul 1896, V, 3807. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 121 düþünülebilir. Daha öz bir ifadeyle onun yaptýðý tamamen ilmî bir tercihtir. Þerefettin Yaltkaya’nýn bu husustaki ifadeleri de ayný doðrultudadýr: “Kâtip Çelebi Keþfü’z-Zünûn’u Arapça yazmýþtýr. Çünkü konusu olan kitap isimlerinin yüzde doksan beþi Arapça olduðu gibi bu kitaplarýn tayin ve tarifleri için baþlarýndan aynen irad olunan cümlelerin de yüzde doksan beþi Arapça olduðundan, eserin bu lisanla yazýlmasýna mevzu kendisini sevketmiþtir. Müelliflerin hal tercümelerini bildiren ve bunun da yüzde doksan beþi Arapça menbalardan alýnmýþ olan Süllemü’l-Vusûl li Tabakâti’l-Fuhûl’unu da Arapça yazmasý ayný sebebe mebni olmakla beraber o zamanlarda Arapça’nýn ilim lisaný olmasý da bu hususta müessir olmuþtur. Maamafih Kâtip Çelebi Türkçe yazmýþ olduðu bir çok güzel eseriyle lisanýmýzýn kýymetini takdir etmiþ ve etrafýný tenvir etmek için bu lisaný kullanmanýn zaruri olduðunu unutmamýþtýr.”5 4 Ayný hususa deðinen Eleazar Birnbaum da þu ifadeleri kullanmýþtýr: “Çoðu çalýþmasý için Türkçe’yi seçmiþ olan Kâtip Çelebi bu eser için Arapça’yý tercih etmiþtir. Neden? Çünkü o, çoðunluðu Arapça olan tüm Ýslâmî bibliyografyayý toplayarak, etnik kökenleri ve ana dilleri ne olursa olsun eðitim-öðretimde Arapça’yý kullanan bütün müslümanlara ulaþmak istemiþtir.”5 5 Gerçekten de bu eser, Arapça oluþu nedeniyle daha yazýldýðý yüzyýldan itibaren tüm Ýslâm dünyasýnda tanýnmýþ, hatta þarkiyatçýlarýn dahi ilgi odaðý olmuþtur. Müellifin ifadesine göre yirmi yýllýk bir birikimin ürünü olan eser, çoðu araþtýrmacý tarafýndan “bibliyografik ansiklopedi” olarak tanýmlanmýþtýr.56 Bu vesileyle belirtmeliyiz ki, Keþfü’z-Zünûn daha çok bilimsel çalýþmalar yapan kiþilere yönelik bir eserdir. Buna raðmen Arapça yazýlmýþ olmasýný, Türk toplumu için bir dezavantaj görenler de olmuþtur. Örneðin Kâtip Çelebi’nin basýlmýþ olan Türkçe eserlerini sýralayan Faik Reþad (1850-1914), Arapça olanlarýn basýlamamýþ olmasýndan duyduðu üzüntüyü dile getir54 55 56 M.Þerefettin Yaltkaya, Keþfü’z-Zünûn (Mukaddime Kýsmý), I, 15. Eleazar Birnbaum, The Questing Mind: Katib Chelebi (1609-1657), Toronto Oriental Club’ta sunulan konuþma metni, 6 Aralýk 1988, 12; Ayrýca bkz. Vasfi Mahir Kocatürk, Büyük Türk Edebiyatý Tarihi, Ankara 1964, 483-484. M.Þerefettin Yaltkaya, Keþfü’z-Zünûn (Mukaddime Kýsmý), I, 10; M.Reþidoðlu, “Bizde Ansiklopedi ve Keþfü’z-Zünûn”, Bilgi Dergisi Kâtip Çelebi Özel Sayýsý, XI, S. 128, Kasým 1957, 22, 32; Ahmet Kabaklý, Türk Edebiyatý, Ýstanbul 1965, I, 199; J.H. Mortmann, “Hacý Halîfe”, Dâiretü’lMeârif el-Ýslâmiyye, Tahran 1933, VII, 237; Halil Ýnalcýk, The Ottoman Empire (The Classical Age 1300-1600), London 1994, 174; C. Huart, Arap ve Ýslâm Edebiyatý, çev. Cemal Sezgin, Ankara (?), 361; Louis Mitler, Ottoman Turkish Writers, New York 1988, 78; Muhammed Receb el-Beyûmî, “Hacý Halîfe, Þezerât Mechûle an Âlimin Þehîr”, Mecelletü’l-Ezher, Kahire 1969, XL, S. 9, 715-716. 122 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I mekte, Keþfü’z-Zünûn için de “Diðerleri ve hele ‘hazîne-i marifet’ denilmeye layýk olan Keþfü’z-Zünûn dahî Türkçe’ye ba’det-tercüme basýlmýþ olsa ne kadar istifade ederdik.”5 7 ifadesini kullanmýþtýr. Muallim Cevdet de, Keþfü’z-Zünûn’un gerek Ýslâm âlemindeki gerekse Batý’daki þöhretinden bahsettikten sonra -baþka bir yorumda bulunmadan“Fakat Kâtip Çelebi bu eseri Arapça yazmýþtýr” cümlesiyle sözlerini bitirerek bir nebze de olsa bundan hoþnut olmadýðýný hissettirmiþtir. Zaten müellif ayný yerde onun Türkçe eserlerini dikkate alarak, “Kâtip Çelebi kadar Türk’ü ve Türkçe’yi düþünmüþ bir müderris gelmemiþtir” ifadesini kullanmýþ, dolayýsýyla bu husustaki tavrýný açýkça ortaya koymuþtur.5 8 Söz konusu görüþler çerçevesinde, daha çok akademik çevreye hitap ettiðini düþündüðümüz Keþfü’z-Zünûn’un, Osmanlýlarýn son döneminde yaþanan tercüme ve neþir hareketliliðinden nasibini almasýnýn beklendiði ortaya çýkmaktadýr. Belki o zamanlar için bu husus çok ciddî bir eksiklik olarak görülmemiþtir. Ancak günümüzde akademik çevrenin de bu eseri kullanacak kadar dil yeterliliðine sahip olmadýðý göz önüne alýnýrsa, eserin o zamanlar Osmanlý Türkçesi’ne çevrilmiþ olmasýnýn ne kadar önemli olduðu ortaya çýkmaktadýr. Kâtip Çelebi’nin Arapça kaleme almýþ olduðu bir diðer eser ise Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl’dur.5 9 Eserde müslüman ve müslüman olmayan pek çok meþhur alim, devlet adamý, filozof, yazar, þair ve çeþitli mesleklerden kiþilerin kýsa biyografileri alfabetik olarak sýralanmýþtýr. Dil kurallarýna baðlý ve oldukça sade bir Arapça ile kaleme alýnmýþ olan Süllemü’l-Vusûl, biyografik özelliði sebebiyle oldukça yalýn bir anlatýma sahiptir. Süllemü’l-Vusûl, Osmanlý tarih literatüründe türü itibariyle ilk olmasa da kapsamý bakýmýndan ilk sayýlabilir. Çünkü müslüman ve müslüman olmayan binlerce önemli kiþinin biyografileri, ilk defa bu eserle bir kitap içerisinde toplanmaya çalýþýlmýþtýr. Eserde esas olan nokta, gerek kiþilikleri gerekse eser ve icraatlarýyla tanýnmýþ tüm tarihî þahsiyetlerin tanýtýlmasýdýr. Bu açýdan bakýldýðýnda eser tam anlamýyla biyografik bir ansiklopedidir. Her bir biyografi içerisinde verilen bilgiler göz önünde bulundurulduðunda da bir genel kültür ansiklopedisi denilebilecek özelliktedir. Ne var ki eser, belirttiðimiz özelliklerine raðmen istinsahý yapýlmamýþ ve neþredilme imkaný bulamamýþtýr. Bu durumun kanaatimizce çeþitli nedenleri bulunmaktadýr. Bunlardan birisi, eserde yer verilen kiþilerin büyük 57 58 59 Faik Reþad, Eslâf, Ýstanbul 1893, 129. Muallim Cevdet, Mektep ve Medrese, haz. Erdoðan Erüz, Ýstanbul 1978, 76-77. Günümüze ulaþmýþ olan tek nüsha Süleymaniye Kütüphanesi Þehid Ali Paþa bölümü, nr. 1887’de kayýtlý olup, müellifin eseri tam olarak bitirememiþ olduðu anlaþýlmaktadýr. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 123 oranda Keþfü’z-Zünûn’da adý geçen kitaplarýn yazarlarý olarak görülmesidir. Dolayýsýyla istinsahý ve neþri için uðraþmanýn gereksiz olduðu düþünülmüþtür. Diðer bir husus ise içeriðiyle ilgilidir. Bahsettiðimiz gibi eserde sadece Osmanlý coðrafyasýndaki meþhur þahsiyetlere deðil, tüm Ýslâm coðrafyasýndaki hatta müslüman olmayan nice meþhur kiþiye yer verilmiþtir. Dolayýsýyla bu genellik ilginin az olmasýna neden olmuþtur. Bu tutumu en güzel açýklayan örnek daha önce üzerinde durduðumuz Taþköprülüzâde’nin Þakâik’ine gösterilen ilginin sebebinde yatmaktadýr. Son olarak Kâtip Çelebi’nin eserlerinin, hem içerik hem de yaklaþým bakýmýndan Osmanlý tarihçiliðinde önemli bir dönüm noktasý olduklarýný ifade etmek gerekmektedir. Çünkü o tarih, teracim, bibliyografi, otobiyografi, tarihî coðrafya ve atlas konularýndaki birbirinden güzel, saðlam ve güvenilir eserleriyle XVII. asra damgasýný vurmuþtur. Bu nedenle onun tarihçiliði sadece üzerinde durmaya çalýþtýðýmýz Arapça eserlerinden hareketle ortaya konamaz. Bu noktayý gözardý etmemekle birlikte, aðýrlýklý olarak þu hususlarý belirtmekte yarar vardýr. Kâtip Çelebi, Türkçe’nin yaný sýra Arapça ve Farsça’ya da vakýf bir müelliftir. Bu iki dile vukufiyeti görmüþ olduðu derslerden ziyade, bu dilin konuþulduðu yerlere katýldýðý pek çok sefer vesilesiyle gitmiþ ve bulunmuþ olmasýndan kaynaklanýr. Dolayýsýyla seferler kendisine dil tecrübesi kazandýrdýðý gibi çok zengin bir tarih, kültür ve engin bir literatür bilgisi de kazandýrmýþtýr. Eserlerinde büyük oranda Osmanlý Türkçe’sini kullanmýþ olan Kâtip Çelebi Arapça ve Farsça eser de kaleme almýþtýr. Ýncelediðimiz üç eseri dýþýnda Arapça kaleme almýþ olduðu eseri yoktur. Bu eserlerin Arapça yazýlmasýna da içerikleri sebep olmuþtur. Çünkü Türkçe Fezleke, Takvîmü’t-Tevârih, Tuhfetü’l-Kibâr gibi diðer tarih eserleri, Arapça anlatýmý gerektirmeyen ve büyük oranda Arapça kaynaklara dayanmayan çalýþmalardýr. Oysa Arapça Fezleke, Keþfü’z-Zünûn ve Süllemü’l-Vusûl yüzde doksan oranda Arapça kaynaklara dayalý olarak vücuda getirilmiþ çalýþmalardýr. Dolayýsýyla derleme özelliði en fazla bu eserlerinde hissedilmektedir. Bu itibarla Kâtip Çelebi’nin, klasik Osmanlý bilim hayatýnýn etkisiyle daha çok dinî ilimlere dair kitaplarýn yazýlmasýnda görülen Arapça yazma anlayýþýna ve eðilimine sahip olmayýp, çalýþmayý planladýðý konunun gereði olarak böyle bir dil tercihine gitmiþ olduðunu söylemek mümkündür. Üzerinde durduðumz üç eser için Arapça yazmayý tercihi hususunda her hangi bir açýklama yapmayan Kâtip Çelebi, yukarýda belirttiðimiz gibi Türkçe Fezleke’sinin mukaddimesinde, ana dili Türkçe olan Osmanlý halkýnýn anlamasý için Türkçe yazdýðýný ifade ederek aslýnda bu meseleye duyarsýz olmadýðýný ortaya koymuþtur. 124 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I 4. Müneccimbaþý Ahmed b. Lütfullah Tarih sahasýndaki eserini Arapça yazmýþ olmasý nedeniyle çalýþmamýza örnek teþkil eden bir diðer müellif ise Müneccimbaþý Ahmed b. Lütfullah’dýr. 1632 yýlýnda Selânik’te doðmuþ, çocukluðunda baba mesleði olan çulhacýlýkla meþgul olmasýna raðmen, tahsile olan büyük eðilim ve isteði nedeniyle bu mesleði býrakarak, Selânik Mevlevîhânesi Þeyhi Mehmed Efendi’ye intisap etmiþtir.6 0 Selânik ve Ýstanbul’daki öðrenim hayatýnda zamanýnýn önde gelen âlimlerinden tefsir, hadis baþta olmak üzere Ýslâmî ilimler, mantýk, felsefe, týp ve tabiî ilimlerde dersler almýþtýr.6 1 Müneccimbaþý, astronomi ve astroloji dersleri aldýðý hocasý ve selefi Þekîbî Mehmed Efendi’nin 1667 yýlýnda vefatýndan sonra onun yerine müneccimbaþý olmuþtur.6 2 Latîfeden hoþlandýðýný bildiði IV.Mehmed’e Ubeyd Zâkânî’nin Arapça Letâifnâme’sini Türkçe’ye çevirerek takdim etmiþ olan Müneccimbaþý, bu itibarýný onun tahtan indiriliþine kadar sürdürmüþ, II.Süleyman tarafýndan ise 1687’de Kahire’ye sürülmüþtür. Orada iki yýl kaldýktan sonra, önce Mekke’ye sonra da Medine’ye geçmiþ olan Müneccimbaþý, 1702’deki vefatýna kadar öðrenci yetiþtirmek ve eser telif etmekle meþgul olmuþ, bir süre de Mekke Mevlevîhanesinin þeyhliðini yapmýþtýr.6 3 Müneccimbaþý Ahmed Dede Efendi, özetle sunduðumuz bu hayat hikayesinden anlaþýlmaktadýr ki, küçüklüðünden itibaren ilim tahsil etmeye düþkün bir kiþiliðe sahiptir. Ancak yukarýdaki bilgilere göre onun, zamanýn örgün öðretim kurumlarý sayýlan medreseler yerine tahsil hayatýný tekkelerde geçirdiðini, kendi okuttuðu dersleri de yine baðlý bulunduðu Mevlevî tarikatýnýn tekkelerinde verdiðini anlýyoruz. Önceleri klasik olarak dinî ilimlerde yoðunlaþmýþ olduðunu gördüðümüz Müneccimbaþý’nýn, þeyhinin rýzasý olmamasýna raðmen mantýk ve felsefe dersleri almasý ise belli bir þab60 61 62 63 Sâlim Muhammed Emin Efendi, Tezkiretü’þ-Þuarâ, Ýstanbul 1897, 103-104; Mustakimzâde Süleyman, Mecelletü’n-Nisâb, 408b; Esrâr Dede, Tezkire-i Þuarây-ý Mevleviyye, Ýstanbul Süleymaniye Ktp, Halet Efendi, nr. 109, 4b; M.Tayyib Gökbilgin, “Müneccimbaþý Ahmed Dede”, ÝA., Ýstanbul 1960, VIII, 801; Ahmet Aðýrakça, Müneccimbaþý Ahmed b. Lütfullah-Câmiü’d-Düvel (Osmanlý Tarihi 1299-1481), Ýstanbul 1995, 9. Sâlim, Tezkire, 110-111; Esrâr Dede, Tezkire-i Þuarây-ý Mevleviyye, 4b; Þeyhî, Vekâyiü’l-Fudalâ, I, 54; M.Süreyya, Sicilli Osmânî, Ýstanbul 1890, I, 232; Bursalý M.Tahir, Osmanlý Müellifleri, III, 143; M.T. Gökbilgin, “Müneccimbaþý Ahmed Dede ”, ÝA., VIII, 801. Þeyhî, Vekâyiü’l-Fudalâ, IV, 282; Müstakimzâde Süleyman, Mecelletü’n-Nisâb, 408b; M.Süreyya, Sicilli Osmânî, I, 232; Ý.H. Uzunçarþýlý, Osmanlý Tarihi, Ankara 1977, III, 2. kýsým, 548; N. Atsýz, “Müneccimbaþý Þeyh Ahmed Dede Efendi, Hayatý ve Eserleri”, Konya Halkevi Mecmuasý, Konya 1949, S. 34, 1945; Hasan Fehmi Turgal, Anadolu Selçûkileri Müneccimbaþý’ya Göre, Ýstanbul 1935. Þeyhî, Vekâyiü’l-Fudalâ, I, 54; Esrâr Dede, Tezkire-i Þuarây-ý Mevleviyye, 4 b; Müstakimzâde Süleyman, Mecelletü’n-Nisâb, 308 a;A.Aðýrakça, Müneccimbaþý Ahmed b. Lütfullah-Câmiu’d-Düvel, 13. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 125 lona sýðmayacak ilim ve fikir anlayýþýna sahip olduðunu gösteren, onu farklý kýlan özelliðidir. Bu özelliðinin bir sonucu olarak sadece dinî ilimlerde eserler yazmaya çalýþmamýþ, hatta daha çok dil ve edebiyat, mantýk, ahlak baþta olmak üzere farklý alanlarda eserler vermiþtir.6 4 Müneccimbaþý’nýn ilmî performansýný gerçekten zorladýðý ve ispat ettiði en önemli eseri, Arapça yazýlmýþ olmasý nedeniyle çalýþmamýza örnek teþkil eden ve yaratýlýþtan baþlamak üzere 1673 tarihine kadarki olaylarý içeren Câmiu’d-Düvel (Sahâifü’l-Ahbâr olarak da bilinir) adlý genel tarihidir. Mukaddimesinde “zaman” kavramýnýn gerçeðine tarih sözcüðünün lügat ve ýstýlah anlamlarýna, tarih ilminin tanýmýna, konusuna, gayelerine, tarihçinin özelliklerine, tarihçide bulunmasý ve tarihçinin bilmesi gereken hususlara önemle iþaret edilmektedir.6 5 Müneccimbaþý burada, Taceddin es-Sübkî (ö.1370)’nin Tabakâtü’þ-Þâfiiyye adlý eserinde, tarihçinin kullanýlan lafýzlarý gerçek anlamlarýyla bilmesinin, bu kelimelerin hangi anlamlara delalet ettiklerinin, tarihî olaylarýn anlamýný açýk bir þekilde kavramasýnýn gerekliliði hususunda kaydettiði6 6 bilgileri aktarmýþtýr. Bunlarýn gözardý edilmemesini belirten Müneccimbaþý, Sübkî’nin kriterlerine katýldýðýný ortaya koymuþtur. Ayrýca Müneccimbaþý’nýn eserinin giriþ kýsmýnda verdiði bilgilerden, hem Kâtip Çelebi’nin Arapça Fezleke’sinden hem de Ýbn Haldun’un Mukaddime’sinden yararlanmýþ olduðunu görmekteyiz. Zira bu eserler arasýnda yaptýðýmýz karþýlaþtýrmalý incelemeye göre Müneccimbaþý, tarihin tanýmý, önemi ve tarihçilerin hataya düþmemek için dikkat etmeleri gereken hususlarý belirtirken, yer yer Kâtip Çelebi’den farklý olarak onun Mukaddime’de atladýðý bazý cümleleri vermiþ, ancak Ýbn Haldun’un tarihçilerin düþtükleri hatalar hakkýnda sunduðu tüm örnekleri almayarak, sadece Kâtip Çelebi’nin iktibas ettiði örneklerle yetinmiþtir.6 7 Verdiði bilgi ve deðerlendirmeleri Ýbn Haldun’dan aldýðý noktasýnda ise bir açýklamada bulunmamýþtýr. Dünyanýn yaratýlýþýndan baþlayarak, devletleri ayrý ayrý ele almak suretiyle olaylarý anlatan Müneccimbaþý’nýn eserinde, pek çok genel ve Ýslâm tarihi eserlerinde ele alýnmamýþ olan küçük devletçikler hatta kabilelerin tarihleri hakkýnda bilgi bulmak mümkündür. Büyük devletlerin tarihini ise ayrý kýsýmlar halinde yazmýþtýr. 64 65 66 67 Eserleri hakkýnda bkz. Sâlim, Tezkire, 111-112; Esrâr Dede, Tezkire-i Þuarây-ý Mevleviyye, 5a; Bursalý M.Tahir, Osmanlý Müellifleri, III, 143-144; A.Aðýrakça, Müneccimbaþý Ahmed b. Lütfullah-Câmiu’d-Düvel, 14-19. Müneccimbaþý, Câmiu’d-Düvel, Ýstanbul Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2101, 1a-10a. Taceddin es-Sübkî, Tabakâtü’þ-Þâfiiyyeti’l-Kübrâ, thk. Abdülfettah Muhammed el-Halevi-Mahmud Muhammed et-Tenâhî, ? 1964, II, 22-25. Müneccimbaþý, Câmiu’d-Düvel, I, 8b. 126 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Eserde kullanýlan dil hususunda Müneccimbaþý’nýn gerek eserin üslubundan kaynaklanan bir nedenle gerekse yabancý dilde yazýyor olmasýnýn verdiði bir sadelikle, anlatýmýn olabildiðince basit olduðunu söylemek gerekmektedir. Müneccimbaþý’nýn üslubu hakkýnda diðer bir önemli husus ise, onun Arapça metin içinde, yaþadýðý devrin Osmanlý Türkçesinin etkisiyle bazen Türkçe ve Farsça kelimeler, bazen de müstakil Türkçe cümleler kullanmýþ olmasýdýr.6 8 Bu þekildeki cümleler Türkçe tarihlerden aynen alýnmýþ olsa da, onun Arapça eserinde bunlara yer vermesi, bir yabancý dili konuþmaya çalýþan ancak çok iyi bilmeyen bir kimsenin bazen gayri ihtiyari olarak düþündüðü birtakým þeyleri kendi diliyle aðzýndan kaçýrmasý ya da ifade etmek ve vurgulamak istediði þeyleri Arapça ile tam olarak anlatamamasý þeklinde yorumlanabilir. Her dilin, o dili konuþanlar üzerindeki özel etkisinin gücü göz ardý edilmezse, belirttiðimiz ihtimaller anlam ve önem kazanacaktýr. Müellifin mukaddimede tarih ilmi ve tarihçilerde bulunmasý gereken özellikleri Sübkî ve Ýbn Haldun’dan nakletmesine bakýlýrsa eserde, tarihin faydacýlýk ilkesinin ön planda olduðu hissedilmektedir. Ancak sorun bizce Arapça olarak yazýlma þeklindedir ve genel olarak Türkçe konuþulan topraklarda Arapça yazmanýn bu faydacýlýkla bir ilgisi yoktur. Eser hakkýnda yapýlmýþ çalýþmalarda bu hususta herhangi bir açýklamaya rastlamamaktayýz. Müneccimbaþý’nýn da Arapça yazmayý tercihi noktasýnda bir açýklamasý bulunmamaktadýr. Câmiu’d-Düvel, yazýlýþýnýn üzerinden çok bir zaman geçmeden Lâle Devri Sadrazamý Damat Ýbrahim Paþa’nýn isteðiyle Þair Nedim (Ahmed b. Muhammed)’e tercüme ettirilmiþtir. Tercümesinin baþ kýsmýnda Sultan III. Ahmed’e ve Damat Ýbrahim Paþa’ya övgüler yaðdýran Þair Nedim, nefis bir eser olarak tavsif ettiði Câmiu’d-Düvel’in Arapça olmasý nedeniyle halkýn anlayamadýðý bir þekilde müsvedde olarak kalmasýnýn yakýþýk almayacaðýný, kendisine tercüme iþi emredilince de bu yüce hizmeti canla baþla yerine getirmeye gayret ettiðini, böylece eserin þöhret ve deðerinin artacaðýný ifade etmiþtir.6 9 Nitekim eser Türkçe tercümesiyle þöhret bulmuþtur.7 0 Önceki örneklerimizde görüldüðü gibi yetiþme çaðlarýndan itibaren özel anlamda herhangi bir tarih uðraþýsý ve ilgisi net olarak tespit edilemeyen Müneccimbaþý, diðer müellifler gibi tarih alanýndaki eserini kaleme aldýk68 69 70 Örnekler için bkz. A.Aðýrakça, Müneccimbaþý Ahmed b. Lütfullah-Câmiu’d-Düvel, 30-31. Müneccimbaþý, Sahâyifu’l-Ahbâr, terc. Þair Nedim, I-III, Ýstanbul 1868, 5-6. Mükrimin Halil Yinanç, “Tanzimattan Meþrutiyete Kadar Bizde Tarihçilik”, Tanzimat I, Ýstanbul 1940, 574. Ayrýca bkz. Nejat Göyünç, “Tarihçiliðimizin Dünü ve Bugünü”, Felsefe Kurumu Seminerleri, Ankara 1977, 242. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 127 tan sonra Osmanlý tarihçileri içerisinde sayýlmaya layýk görülmüþ bir müelliftir. Daha doðrusu tarihçilikle uðraþan kiþinin penceresinden bu yönü göze çarpar. Osmanlý âlimlerinde olaðan bir durum olan birden çok alanla uðraþma ve o alanlarda eserler yazma, en azýndan birer risale kaleme alma özelliði Müneccimbaþý için de geçerlidir. Örneðin çaðdaþý sayýlabilecek Sâlim Muhammed Emin Efendi (ö.1743), Tezkiretü’þ-Þuarâ’sýnda onun þâirliðini ön plana çýkarmýþtýr.7 1 Türkçe’nin yaný sýra Arap ve Fars dillerinde de rahatlýkla þiirler yazabildiði belirtilen Müneccimbaþý, yetiþme dönemi ile ilgili bilgi verdiðimiz kýsýmda belirttiðimiz gibi, zamanýn örgün öðrenim kurumlarý olan medreseler yerine tekkelerde ve meþhur hocalarýn ders halkalarýnda kendisini yetiþtirmiþtir. Ancak onun Arapça eserler kaleme almasý ve bazý Farsça eserleri Arapça’ya tercüme etmesi muhtemelen 1687’deki Kahire sürgünü sonrasýnda olmuþtur. Zaten kaynaklarda da ortak fikir olarak sürgünden vefatýna kadar geçen süre, kendisini eser telif ve tercümesine adadýðý dönem olarak kabul edilir. Tarih eseri Câmiu’d-Düvel’in Arapça yazýlmýþ olmasýnýn sebebini de iþte bu sürecin, müellifin ruh ve yeterlilik haline etkisi içerisinde aramak gerekmektedir. Kanaatimize göre Müneccimbaþý, almýþ olduðu derslerle zaten iyi derecede bildiði Arap dilini, Arap bölgelerinde bulunduðu süre içerisinde rahatlýkla yazma ve konuþma yeterliliðine dönüþtürmüþtür. B. Arapça Tarihlerin Osmanlý Tarih Literatüründeki Yerleri Arapça yazýlmýþ tarih eserlerinin Osmanlý tarih literatüründeki yerleri hakkýndaki deðerlendirmemize geçmeden önce, netice itibariyle ister Türkçe isterse Arapça veya Farsça yazýlmýþ olsunlar Osmanlý Türklerince kaleme alýnmýþ tarih yazýn türlerinin, genel olarak o zamana kadar teþekkül etmiþ bir Ýslâm tarihi yazýcýlýðý geleneði içerisinde deðerlendirilebilecek durumda olduðunu belirtmek gerekmektedir. Eserlerin yazýlmasý düþünülen içeriklerine göre þekillenen türleri, doðal olarak kendilerinden önceki yazarlarýn ayný türdeki eserleriyle benzerlik göstermiþtir. Zira geleneðin hakim olduðu, ilim adamýna ve eserlerine saygýnýn hissedilir ölçüde yüksek olup eserlerini takip etmenin ya da dinî ve ilmî bir sorumlulukla eserlerine zeyiller yazýlmasýnýn önemli ölçüde yer ettiði bir Ýslâm toplumunda bu son derece doðal bir olgudur. Özellikle uzunca bir süre Arap topraklarýnýn Osmanlý hakimiyeti altýndaki durumu göz önüne alýnýrsa, sözünü ettiðimiz etkileþimler nedeniyle hemen her alanda olduðu gibi tarihçilik alanýnda da Osmanlý Türklerine özgün bir tarz ve felsefeden bahsedemeyip, tarihyazýcýlýðý 71 Sâlim Muhammed Emin Efendi, Tezkiretü’þ-Þuarâ, Ýstanbul 1315/1897, 103-112. 128 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I noktasýndaki etkileri ekolleþme olarak deðerlendirmek durumundayýz. Ancak Osmanlý tarihçilerinin kendi içerisinde gerek Arap tarihçiliði gerekse Ýran tarihçiliði etkisinde kalarak bilinçli bir ayrýþým ve ekolleþmeye gittiklerini söyleyemeyiz. Osmanlý tarihçiliðinde XVI. asra, yaklaþýk yüz elli yýllýk bir tarihçilik tecrübesiyle girilmiþ, XVII. yüzyýl sonuna kadar da gerek eser sayýsý gerekse tarz, dil, üslup ve muhteva özellikleri ile zirveye ulaþýlmýþtýr. Osmanlý tarihçiliðinde olgunluk evresi olarak deðerlendirilen bu dönemde7 2 Arapça olarak kaleme alýnmýþ tarih eserlerini, yazarlarýnýn kiþilikleri ve tarihçilikte kazandýklarý ünle deðil, genel literatür içerisinde kullanýlabilirlik, zamanýna ve sonraki dönemlere kaynaklýk, ek olarak da günümüz ilim dünyasý ve tarihçilik alanýndaki geliþmelere katkýlarý bakýmýndan ayrý bir deðerlendirmeye tabi tutmak gerekmektedir. Buraya kadar yapmýþ olduðumuz deðerlendirmelerden anlaþýlacaðý üzere, çalýþmamýzda yer verdiðimiz örneklerin hemen hepsi Arapça yazýlmýþ olmalarýna raðmen Osmanlý tarih literatürü için önemli birer kaynak durumundadýrlar. Ancak þu da bir gerçek ki, Arapça yazýlmýþ olmalarý zaman içerisinde hepsi için istifadeyi kýsýtlayan bir özellik olarak görülmüþtür. Zira halkýn dili dýþýnda yazýlmýþ tarih eserlerinden, tercümeleri yapýlmýþ olanlarýn hemen hepsinin baþýnda mütercimler tarafýndan “fevâidi âm” olmak için tercüme edildiklerini belirten ifadeler kullanýlmýþtýr. Örneklerimiz içerisinde zamanýnýn en popüler eserlerinden biri olan Þakâik tercümelerinde dahi dile getirilen husus budur. Anlaþýlan o ki, yazýlan eserlerin nitelikleri yaygýnlýk kazanmalarýný etkileyen bir husus olsa da temel etken dil kullanýmýdýr. Dolayýsýyla ilgilileri diðer bilim dallarýndaki eserlere göre her zaman daha fazla olmuþ tarih çalýþmalarýnýn, Osmanlý toplumunca göz ardý edildiklerini, okunmadýklarýný ya da en azýndan bazý bilgi düzeyi yüksek kiþiler aracýlýðýyla bunlardan istifade etme yoluna gitmediklerini düþünmenin yanlýþ olacaðý açýktýr. Bu tür eserlerin deðerini belirlemede önemli bir kriter de zannediyoruz matbaa sonrasýnda yayýmlanmaya deðer bulunup bulunmamasýdýr. Bilindiði üzere matbaa öncesinde eserlerin çoðaltýlmasý, hattý güzel olan ve eser çoðaltma iþiyle geçimini temin eden müstensihler vasýtasýyla gerçekleþiyordu. Ancak bu insanlarýn dýþýnda, özel ilgi duyduðu bir eseri kendi el yazýsýyla yazýp kendi kütüphanesinde bulundurmak isteyen aydýnlar da vardý. Bu yollarla çoðalma imkaný bulan eserler her ne kadar sýnýrlý derecede bir yaygýnlýk kazansalar da, zamanýn þartlarý gereði muhtemelen en azýndan 72 Mehmet Ýpþirli, “Osmanlý Tarih Yazýcýlýðý”, Osmanlý, edt. Güler Eren, Ankara 1999, VIII, 248. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 129 ilgili okur-yazar kesiminin eline ulaþacak kadar çoðaltýlýyorlardý. Ancak muhtemelen oldukça yüksek fiyatlara satýldýklarýndan, alýcýlarý da hem zengin hem de buna baðlý olarak kültür düzeyi yüksek insanlar oluyorlardý. Dolayýsýyla bu eserler çok yaygýn bir þekilde halkýn elinde bulunmuyorlardý. Ýçerdikleri bilgilerin halka ulaþmasý, herhangi bir yöredeki imkaný ve bilgi düzeyi yüksek bazý kiþilerin, edinebildikleri eserleri çeþitli vesilelerle evlerde, tekkelerde, camilerde vs. kurduklarý sohbet halkalarýnda insanlara okuyup anlatmalarýyla gerçekleþiyordu. Þüphesiz eserlerin çoðaltýlmalarýnda etkili olan husus, eserin ilim dünyasýnda ne derecede kullanýlmaya ihtiyaç duyulduðu ve ne derece topluma hitap ettiði gibi daha çok faydacýlýðý ön plana çýkaran bakýþ açýsý olmuþtur. Bu bakýþ açýsý 1728’de matbaanýn kurulmasýndan sonra matbaanýn yayýn politikasýný belirleyen bir tutumdur. Nitekim Ýbrahim Müteferrika’nýn, matbaaya izin çýkarmak için sýraladýðý yararlarda hep umumî faydalanmayý öne çýkardýðý görülmüþtür.7 3 Matbaa öncesinde eserlerin çoðaltýlmasýnda karþýlaþýlan güçlükler, her alanda yazýlmýþ kitaplar için ayný derecededir. Dolayýsýyla çalýþmamýzdaki örneklerin çoðaltýlarak geniþ bir kitleye hitap edememiþ olmalarý matbaa öncesi dönem için bir dereceye kadar normal karþýlanabilir. Fakat yukarýda belirtilen hususlar çerçevesinde meseleye baktýðýmýzda, üzerinde durduðumuz eserlerin matbaanýn yayýn hayatý içerisinde yer alýp almamalarýnýn, onlara bakýþ açýsýný, popülaritelerini ve kýsmen deðerlerini yansýttýðýný söylemek durumundayýz. Bu deðerlendirmeyi yapabilmek için kurulan ilk matbaada neþredilen tarih eserlerine bakmak durumundayýz.7 4 Kuruluþundan 1794’e kadar basýlan 24 eserin içerisinde önemli yeri tutan tarih eserlerinin hepsinin Türkçe veya Türkçe’ye tercüme edilmiþ eserler olduðu açýkça görülmektedir. Daha sonraki yayým faaliyetlerinde de tarih alanýndaki eserlere gerçekten büyük yer verilmiþ, vakanüvis tarihlerinin hemen hepsi basýlmýþ, özel tarihçilerden de Âþýkpaþazâde, Hoca Sadeddin, Gelibolulu Mustafa Âlî, Lütfî Paþa, 73 74 Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacýlýðý (Müteferrika Matbaasý), Ýstanbul 1939, 50-51. Ayrýntýlý bilgi için bkz. Selim Nüzhet Gerçek, Türk Matbaacýlýðý, 63-99; Server Rifat Ýskit, Türkiye’de Neþriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakýþ, Ankara 2000, 23-29. Ýbrahim Müteferrika ve matbaa faaliyetleri hakkýnda geniþ bilgi için ayrýca bkz. G.Toderini, Ýbrahim Müteferrika Matbaasý ve Türk Matbaacýlýðý, terc. Rikkat Kunt, Ýstanbul 1990; Alador V. Simonffy, Ýbrahim Müteferrika, terc. Faruk Yener, Ankara 1945; Osman Ersoy, Türkiye’ye Matbaanýn Giriþi ve Ýlk Basýlan Eserler, Ankara 1959; William J. Watson, “Ibrahim Müteferrika and Turkish Incunabula”, Journal of the American Oriental Society, S. 88/3, USA 1968, 435-441; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çaðdaþlaþma, Ankara 1973, 50-59; Erhan Afyoncu, “Ýbrahim Müteferrika”, DÝA, Ýstanbul 2000, XXI, 324-327. 130 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Solakzâde Mehmet Hemdemî, Selânikî Mustafa Efendi, Ýbrahim Peçevî, Kâtip Çelebi, Silahdar Fýndýklýlý Mehmet Aða, Hayrullah Efendi, Tayyarzâde Ahmet Atâ Bey gibi Türkçe yazmýþ pek çok tarih yazarýnýn eserleri basýlmýþtýr.7 5 Bunlarýn seçimi, doðal olarak Osmanlý padiþahlarýnýn zaferlerinin bilinmesinde, baþarýlarýnýn övülmesi ve devlet idaresine desteðin devamýný saðlamada, dolayýsýyla hakim hanedanýn meþruiyetini vurgulamadaki raðbeti de aksettirmektedir, ancak bunun irdelenmesi konumuz dýþýndadýr.7 6 Çalýþmamýzda yer verdiðimiz örnekler, aslýnda yazýldýklarý zamanda ve daha sonra tamamen ilgisiz kalýnan eserler deðillerdir. Belirttiðimiz gibi bunlardan en fazla raðbeti Taþköprülüzâde’nin Þakâik’i ile Kâtip Çelebi’nin Keþfü’z-Zünûn’u görmüþtür. Þakâik, Arapça yazýlmýþ olmasýna raðmen, Osmanlý Devleti’nin kuruluþundan Kanuni Sultan Süleyman devri dahil olmak üzere Osmanlý coðrafyasýnda yetiþmiþ çoðunluðu Türk âlim ve þeyhlerin kýsa hayat hikayelerinden, eserlerinden ve faaliyetlerinden bahsetmesi nedeniyle büyük ilgi görmüþtür. Eser, hem ilme ve ilim adamlarýna aþýrý derecede saygý gösteren Türk toplumuna hem de ilmiye sýnýfýna hitap etmiþtir. Toplumun her katmanýndan insan bu eserde kendi millî tarihinden, örfünden, geleneðinden, kültüründen hislerini okþayan bilgiler bulduðu için, henüz müellifi hayattayken eseri tercüme etmek ve çoðaltmak arzusunda olmuþlardýr. Daha sonra da eserin zeyilleri yazýlmaya baþlanmýþtýr. Dolayýsýyla Þakâik, Arapça yazýlmýþ olma dezavantajýný, özelliði sayesinde avantaja dönüþtürmüþtür. Matbaanýn kuruluþundan sonra ise Arapça yazýlmýþ eserlerin basýlmamasý hususundaki eðilim nedeniyle basýlmamýþtýr. Ancak günümüzde, gerek ülkemizde gerekse Arap ülkelerinde yapýlmýþ baskýlarý bulunmaktadýr. Diðer eser Keþfü’z-Zünûn da ayný þekilde daha yazýldýðý yüzyýldan itibaren sadece Osmanlý Türklerince deðil tüm Ýslâm dünyasýnda tanýnmýþ, hatta þarkiyatçýlarýn da ilgi odaðý olmuþtur. “Þark ilim hazinesinin anahtarý” olarak nitelenen esere, yazýldýðý yüzyýldan itibaren zeyiller yazýlmaya baþlanmýþtýr. Þöhretinin Osmanlý coðrafyasýný rahatlýkla aþmasý nedeniyle Keþfü’z-Zünûn, Arapça yazýlmýþ diðer bazý eserler için bahsettiðimiz -örneðin müellifin Arapça Fezleke’si gibi- herhangi bir ilgisizlik ve olumsuzlukla kar75 76 Gerek vakanüvislerin tarihleri gerekse özel tarihçilerin yayýmlanan eserleri hakkýnda ayrýntýlý bilgi için bkz. Server R. Ýskit, Türkiye’de Neþriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakýþ, 222-226. Baþta vakanüvis tarihçilerdeki tarih yazým zihniyeti olmak üzere bu hususta geniþ bilgi için bkz. Ýlber Ortaylý, “Osmanlý Tarihyazýcýlýðýnýn Evrimi Üstüne Düþünceler”, Türkiye’de Sosyal Bilim Araþtýrmalarýnýn Geliþimi, der. Sevil Atauz, Ankara 1986, 419-429; Gelenekten Geleceðe, Ýstanbul 2001, 39-46. Dil-Tarih Ýliþkisi Baðlamýnda Osmanlý Türklerinde Arapça Tarih Yazýcýlýðý 131 þýlaþmamýþ, tam tersine araþtýrmacýlarýn temel baþvuru kaynaðý haline gelmiþtir. Keþfü’z-Zünûn bu yönüyle, diðer tarih eserleri gibi doðrudan halka hitap eden bir eser olmayýp, bilimsel çalýþmalar yapan kiþilere yönelik bir kitaptýr. Ancak eser, ne Osmanlýlarýn son döneminde yaþanan tercüme hareketliliðinden nasibini almýþ ne de neþredilmiþtir. Ülkemizdeki neþri ilk olarak ancak 1941 yýlýnda gerçekleþmiþtir. Neticede Þakâik ve Keþfü’z-Zünûn, üzerinde durmaya çalýþtýðýmýz özelliklerin etkisiyle þu an neþredilmiþ olarak elimizde bulunmaktadýrlar. Oysa ayný müelliflerin diðer eserleri, yani Taþköprülüzâde’nin Nevâdiru’l-Ahbâr’ý ve Kâtip Çelebi’nin Arapça Fezleke’si ile Süllemü’l-Vüsûl’u yazýldýklarý gibi kalmýþlardýr. Müellif nüshalarýndan baþka nüshalarý bulunmamaktadýr. Bunlardan Nevâdiru’l-Ahbâr ve Süllemü’l-Vüsûl, hatýrlanacaðý üzere tabakât-terâcim türünde bir eser olmasýna raðmen, Þakâik gibi Osmanlý coðrafyasýný kapsamayýp, daha genel ve çoðunluðunu Arap þahsiyetlerin oluþturduðu biyografik eserler olmalarý nedeniyle, ayný derecede ilgi görmemiþler, dolayýsýyla çoðaltýlmadýklarý gibi neþirleri de söz konusu olmamýþtýr. Çalýþmamýzýn diðer örnekleri olan Cenâbî’nin Aylamu’z-Zâhir’i ve Müneccimbaþý’nýn Câmiu’d-Düvel’i de çok sayýda istinsah edilmiþ olmalarýna raðmen henüz tam olarak neþredilebilmiþ deðillerdir. Câmiu’d-Düvel’in bazý kýsýmlarýnýn neþirlerinin yapýlabilmiþ olmasýnda ise eserin Lâle devrinde, Þair Nedîm baþkanlýðýndaki bir heyetle tercüme edilmiþ olmasýnýn ve tercümenin basýlmasýnýn payýnýn olduðunu düþünmekteyiz. Sonuç Osmanlýlarda matbaanýn yayýn hayatýna baþlamasýndan sonra, tarih alanýnda büyük oranda eserler basýlmýþ olmasýna raðmen, araþtýrmamýzýn kapsamýnda incelediðimiz eserlerin hiç birisinin bu yayým faaliyeti içerisine alýnmadýðý görülmektedir. Dinî eserlerin basýlmamasý noktasýndaki eðilimin Arapça yazýlmýþ tarih eserlerini de kapsamýþ olmasý, matbaanýn kuruluþu ile Türkçe sorununun bir kez daha tartýþma konusu haline gelmiþ olmasýndan kaynaklanmýþtýr.7 7 Özellikle yazýldýklarý yüzyýllardan itibaren her biri farklý derecede olmakla birlikte, önemli ölçüde ilgi görmüþ olduklarý anlaþýlan araþtýrmamýzdaki örneklerin, dinî kitaplar gibi ayný olumsuzlukla karþýlaþmýþ olmalarý, eserlerin basýmýnda kaynak deðerlerine baðlý bilinçli bir tutumun sergilenmediðini gösterdiði kadar, söz konusu eserlerin Arapça yazýlmýþ olmalarýnýn yüzyýllarca süren yan etkisinin bu aþamada da devam ettiðini göstermesi açýsýndan önemlidir. 77 Enver Ziya Karal, “Osmanlý Tarihinde Türk Dili Sorunu”, Bilim Kültür ve Öðretim Dili Olarak Türkçe, Ankara 1994, 46. Çalýþmamýzda yer verilen söz konusu eserlerin Arapça yazýlmýþ olmalarýna, sadece bilim dili Arapça olduðu için bu dille yazýldýklarýný söylemenin, Osmanlý Türklerinde tarihyazýcýlýðýný böyle bir zorunluluk içerisinde göstermenin yanlýþ olacaðýný belirtmek durumundayýz. Çünkü ayný müelliflerden, yine tarih alanýnda Türkçe eserler kaleme alanlar olduðu gibi, kendi eserini Türkçe’ye tercüme edenler de olmuþtur. Yaþadýklarý yüzyýllarda, hatta genel olarak bütün Osmanlý tarihinde, tarihyazýcýlýðýnýn daha çok Türkçe olduðuna dikkat edilirse bu durum daha net bir þekilde anlaþýlýr. Dolayýsýyla, Arapça’nýn dinî ilimlere iliþkin çalýþmalarda bilim dili olarak genel kabul gördüðünü, ancak Osmanlý Türklerinin tarihyazýcýlýðý tecrübesinde çok baðlayýcý olmadýðýný belirtmek gerekmektedir. Ne var ki, çalýþmamýzda yer verdiðimiz ve üzerinde ayrýntýlý olarak durmadýðýmýz daha baþka örnekler dil-tarih iliþkisi baðlamýnda deðerlendirildiðinde, nihayetinde yabancý dille yazýlmýþ olduklarýndan istifadeden uzak kalmýþlardýr. Bu durum Osmanlý devletinin yapýsýndan kaynaklanan doðal bir sonuç olmakla birlikte, yabancý dilde eðitim-öðretim yapmanýn ilmî ve kültürel üretkenliði yüzyýllar boyunca olumsuz etkilediði gerçeðini deðiþtirmez. Nitekim dil konusunda millî bir politika güdülmeyiþi, son dönemlerde açýlan mekteplerde de Fransýzca eðitim-öðretime aðýrlýk verilmeye çalýþýlmasýyla yeni bir boyut kazanmýþtýr. Son olarak rahatlýkla söylenebilir ki, Türkçe dýþýnda bir dille kaleme alýnmýþ olan tarih eserlerinin, kaleme alýndýklarý dönemlerde kendilerinden yararlanýlmalarý sýnýrlý düzeyde kaldýðý gibi, söz konusu eserler günümüz Osmanlý tarihi çalýþmalarý için de yeteri kadar kullanýlmamaktadýrlar. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 133-155 Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe HASAN KAYIKLIK DOÇ. DR., ÇUKUROVA Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-mail: [email protected] abstract Belief, Faith and Doubt from Psychological Perspective. In this study, we evaluated belief, faith and doubt according to the psychology of religion. Firstly, we explained the differences between belief and faith. Because, belief is a more static term, on the other hand faith is a much more dynamic term. Secondly, we studied “how does belief become faith?” and saw that some influences are stimulating the growth of belief into faith. Finally, we discussed the relationship of belief and faith with doubt. To sum up, we understood that belief is different from faith and that belief and faith have a relation with doubt. key words Belief, Faith, Doubt, Psychology of Religion Giriþ Ýnanç, dinlerin merkezî kavramlarýndan biridir ve din bilimcileri dini tanýmlarken genellikle iki konuya vurgu yaparlar. Bunlardan birincisi inanç ya da inançlar, ikincisi ise güdüleri bu inanç veya inançlardan kaynaklanan uygulamalardýr (Donald, 1998, s. 21). Bu açýdan bakýldýðýnda, inanç, dinlerin olmazsa olmaz kavramlarýndan biri olarak deðerlendirilebilir. Konu din psikolojisiyle iliþkilendirildiðinde ise þöyle bir tablo ortaya çýkmaktadýr: Din psikolojisinin konusu en kýsa ifadeyle “öznel dinsel yaþayýþ” olarak belirlenebilir. Dinsel yaþayýþ ise çeþitli boyutlar içermektedir. Bu boyutlardan biri de inanç boyutudur. Öyle ise “inanç” din psikolojisinin incelemesi gereken bir konudur. Bu çalýþmada, böyle bir gereklilikten hareketle inanç konusu psikolojik bir baðlamda ele alýnacaktýr. Bunun için, önce, bazen birbirlerinin yerine, bazen de birbirinden farklý anlamlarda kullanýlan inanç ve iman kavramlarý üzerinde durulacak ikinci olarak inancýn geliþimi ele alýnacak, daha sonra ise bunlarýn þüphe ile iliþkisi ve þüphenin kaynaklarý araþtýrýlacaktýr. 134 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Ýnanç ve Ýman: Bu iki kavram Türkçe’de olduðu gibi diðer dillerde de farklý anlamlar taþýmakla birlikte zaman zaman birbirlerinin yerine kullanýlmaktadýr. Örneðin Ýngilizce’de “belief” (inanç) ve “faith” (iman) kavramlarý böyle bir özellik göstermektedir. Ama alanýn uzmanlarý bunlarýn birbirinden farklý anlamlar taþýdýklarýný açýk bir biçimde ortaya koymaktadýrlar. Anlam bakýmýndan aralarýnda fark olmasýna raðmen iman (faith) ve inanç(belief)ýn, birbirlerinin yerine sýk sýk kullanýldýðýný belirten ünlü psikolog G. W. Allport, bu kavramlar arasýndaki farký þöyle açýklamaktadýr: Az emin olduðumuz inançlarý ifade etmek için iman kavramýný kullanmaya eðilimliyiz. Gözlerimize inanýrýz, iki kere ikinin dört ettiðine inanýrýz. Oysa iyiliðin kötülüðe zaferine iman ederiz. Ýman, yalýn bir inançtan daha çok, sýcak bir etki de taþýr. Sorulduðu zaman çoðu insan, Tanrý’ya inandýðýný söyler. Fakat bir insan “Tanrý’ya iman ediyorum” derse, bu cümle onun kiþilik yapýsýnda, din duygusunun önemli bir yere sahip olduðunu gösterir (Allport, 1950, s. 140). Bu düþünceye göre inanç, imandan daha kesindir. Diðer bir ifadeyle kesinlik bakýmýndan iman inanca göre daha zayýf bir özellik göstermektedir. Ayrýca inanç yalýn ve etkisiz olarak nitelenirken imanýn insan üzerinde daha derin ve daha sýcak bir etkiye sahip olduðu ve onun kiþilik yapýsýnda yer aldýðý vurgulanmaktadýr. Ýmanýn insan üzerinde güçlü ve derin etkiler yapmasý, kelamcýlarýn iman tanýmýndan da çýkarýlabilir. Örneðin Aydýn’a (1984) göre imanda, insaný emniyet, sükûn ve huzura kavuþturan, kesin olarak ve içten gelerek inanma ve doðrulama vardýr (s. 149). Buna göre iman, içten ve arzulu bir kabul ile gerçekleþir ve böyle bir kabul, insana güven ve huzur verir. Bazý Ýslam bilginlerine göre, iman, yalnýzca ve belirgin olarak kalbin iç eylemidir ve onun yeri kalptir (Ýzutsu, 1984, s. 78–79). Nitekim Ýmam-ý Azam’a göre iman “Allah’ý ve Allah katýndan gelen þeyleri kalb ve lisan ile tasdik” (1981, s. 17) anlamýna gelmektedir. Kalp ise “iç dünyada oluþan bir seziþ, bir kavrayýþtýr” (Ýkbal, 1984, s. 34). Öyleyse iman, insana dýþarýdan yüklenen bilgilerin kabulünün ötesinde bir süreçtir. Ýnsan, bu süreçte ‘kalp’ diye ifade edilen sezgi ve kavrama güçlerini harekete geçirerek iman nesnesine, yani Allah’a ulaþmaktadýr. Buradan hareketle, imanýn aklýn ve duyularýn ön planda olduðu bilgiden daha farklý özelliklerinin bulunduðu sonucuna varýlabilir. Ýmaný bilgiden ayýran bu farklý özellik ise imanda kalbin devreye girmesidir. Kalbin devreye girdiði, yani kalbin etkin olduðu kavrama biçimi, bu kavrayýþýn öznesi için çok önemli ve saðlam olmakla beraber diðer insanlar için o kadar önemli olmayabilir. Çünkü imanýn bu yönü öznel bir özellik taþýmaktadýr. Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 135 Ýnançla imanýn birbirinden farklý olduðunu söyleyen Allport, iman ile bilgiyi de birbirinden ayýrýr. Ona göre duyu algýsý, akýl yürütme ve baþkalarýnýn inançlarýyla uyumlu olan inançlara bilgi (knowledge); bütün bu desteklerden mahrum olan inanca vehim (delusion); inançlarýn çoðunda olduðu üzere yukarýda anýlan ölçütler arasýnda yer alan olasýlýklar üzerine temellenen inanca da iman (faith) denir. Ýman olasýlýklar üzerine temellendiði için bütün iman ifadelerinde, zihinsel yapýda fiilen etkin olmasa bile, þüphe kuramsal olarak olasýdýr (1950, s. 157). Buradan þu anlam çýkarýlabilir: Ýman, bilgi kadar kesin olmamakla birlikte vehim gibi desteksiz de deðildir. O, bazý kanýtlara sahip olmakla birlikte kesinlik ifade etmez. Ama inanan insanýn iman nesnesine yönelik olarak taþýdýðý derin ve sýcak duygular, imaný bireyin kendisi için bilgiden daha güçlü hale getirir. Buradan da imanýn bireyselliðine geçilebilir. Nitekim iman ile inanç arasýndaki farký bu açýdan ele alan Catalan’a (1994) göre dinsel tecrübenin çeþitliliði içinde farklý biçimlerde görülebilen iman, bireysel bir özellik taþýr. Buna karþýn inanç, içinde yaþanan toplumun kültürüne baðlý olarak geliþir. Bu, inancýn imana göre daha toplumsal bir özellik taþýdýðý anlamýna gelir (s. 98–100). Buna göre toplumda yaþanan deðerler, bireylere inanç olarak geçerken, bu inançlarýn bireyin duygularýyla beslenmesi, onlarý iman haline getirmektedir. Ýman-inanç ayýrýmý üzerinde duran psikologlardan biri de W. H. Clark’týr. Ona göre bu kavramlarýn arasýnda anlam bakýmýndan bir fark vardýr ama asýl fark büyük ölçüde psikolojiktir. Ýnanç (belief), statik bir kavramdýr ve inanýlan nesneye karþý güçlü, pozitif bir duygusal tutum içermez. Yarýn yaðmurun yaðacaðýna inanmam beni çok fazla etkilemez. Uyarýcý-tepki düzeyinde, Tanrýya inanmak da böyledir. Daha zengin bir çeþitlilik içermekle beraber, entelektüel anlayýþ düzeyinde dinsel inançlar da ayný özelliði taþýr. Buna karþýn iman (faith), daha canlý bir terimdir ve insana heyecan verir. “Tanrýya iman etmek”, ona sözel bir inancý ifade etmez, inananda saygý uyandýran bir sadakati ifade eder. Ýman teriminin içinde barýndýrdýðý bir diðer özellik, inanan için bir risk taþýmasýdýr. Yarýn yaðmur yaðacaðýna inanmam benim için bir risk taþýmaz. Çünkü burada her olasýlýk benim için küçük farklar meydana getirir. Diðer taraftan Tanrýnýn varlýðýna inanma dikkate alýndýðýnda, burada fark vardýr. Çünkü Tanrýnýn varlýðýný iki kere ikinin dört ettiði gibi bilmiyorum. Bu da Tanrýnýn varlýðý konusunda bir çeþit riske dayandýðým anlamýna gelir (Clark, 1961, s. 224–225). Bunun anlamý þudur: Ýnanç, daha çok bilgi ve kesinliðe dayanýrken, imanda daha çok teslimiyet ve baðlýlýk ön plana çýkmaktadýr. Dolayýsýyla konuya bilgi açýsýndan bakýldýðýnda, iman daha yüksek risk taþýmaktadýr. Çünkü birbirleriyle karþý- 136 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I laþtýrýldýðýnda, imanda doðruluk olasýlýðý, inançta ise güven ve teslimiyet düzeyi daha düþüktür. Kýsacasý, inançta kanýt, imanda ise kanýt olsun ya da olmasýn duygusal baðlanma ön plana çýkmaktadýr (Özcan, 1992, s. 76). Bir baþka ifadeyle, imanda zihinsel süreçlerden daha çok duygusal süreçler yer almaktadýr (James, 1945, s. 145). Türk müfessiri Elmalýlý M. H. Yazýr, Hak Dini Kur’an Dili adlý eserinde “O kimseler ki, gaybe iman ederler” (Bakara 3) ayetini yorumlarken imanda etkin olanýn, insanýn hisleri, kalbi, ruhu ve aklý olduðunu ifade eder (C.: 1, s. 172). Bunlar da imanda önemli olan þeyin, iman eden kimsenin ruhsal özellikleri olduðunu göstermektedir. Böyle olunca, ‘bir insanýn ruh dünyasý ne kadar geliþmiþ ise iman etme donanýmý da o kadar geliþmiþtir’ sonucuna varýlabilir. Ruh dünyasý yeterince geliþmemiþ kiþiler de iman edebilirler, ama bunlar iman etmekte zorlanýrlar. Çünkü iman etme, ruhsal donanýmýn gücüyle doðru orantýlýdýr. Ýman ve inancýn farklýlýðýný Hökelekli (1992) þöyle ifade eder: Ýnanç, imana göre daha genel bir kavramdýr. Ýman ise daha özel bir alan için kullanýlmaktadýr (s. 156– 157). Biz yarýn yaðmurun yaðacaðýna, sýnavda baþarýlý olacaðýmýza, Allah’ýn varlýðýna inanýrýz. Ama bunlardan sadece Allah’ýn varlýðýna iman ederiz. Bu örnekler, inancýn genel imanýn ise özel alanlarda kullanýldýðýný göstermektedir. Vergote’a göre ise dinsel anlamda “inanmak” eyleminin karþýlýðý olarak kullanýlan ad, “inanç” deðil “iman”dýr. Ona göre “iman”, “inanýyorum ki Allah vardýr” cümlesinde kullanýlan “inanmak” kelimesi gibi teorik bir anlatýþtan çok daha zengin bir içeriðe sahiptir ve imanýn içerisinde “güven” saklýdýr. Vergote, bu düþünceden hareketle, dindarlýðýn “inanma boyutu”nu “ideolojik boyut” olarak adlandýran Glock ve Stark’ý “yersiz bir ilmi tarafsýzlýk isteðiyle imaný dünyanýn bir tür görüntüsüne (vision) indirgemek ve inananýn hususi durumunu tanýmazlýktan gelmek”le suçlar (1999, s. 175–176). Görüldüðü gibi Vergote, imaný sýradan bir inançtan ayrý tutmaktadýr. Ýnançtan farklý olarak, imanýn içinde saklý olan “güven”e vurgu yapmaktadýr. Ýman, bir bakýma inancýn içte yaþanmasýdýr. Bu gerçeði Tolstoy (1998) þöyle ifade eder: “Din... kendi dýþýmýzda gözlemlenen bir olgu. Ýman... ise bu olgunun içimizde tecrübe edilmesidir” ve o þuurlu bir iliþkidir (s. 30). Diðer taraftan Topçu (1995), inançla iman arasýndaki farkýn bir içerik farký olmayýp bir mahiyet farký olduðunu ileri sürer. Ona göre “iman, tek baþýna ruhun alanýný iþgal etmek üzere, bütün diðerlerini bastýrarak veya azçok onlarý gözden düþürerek geliþen bir inançtýr” (s. 139). Bu ise, basit bir ifadeyle, imanýn, inancýn geliþmiþ bir biçimi olduðu anlamýna gelir. Ýmanýn birey için yönelim, ümit ve cesaret kaynaðý olduðunu söyleyen ve onu insanýn evrensel bir özelliði olarak gören Fowler’e göre din çevre- Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 137 den miras olarak alýnan yýðmalý geleneklerdir. Ýman ise miras olarak alýnan dinin öznelleþmesi anlamýna gelir (1986; 1992). Bu düþünceden þöyle bir sonuca gidebiliriz: Ýnsan miras olarak aldýðý deðerlere inanýr, inanýlan bu deðerler bireyin özellikleriyle yoðrulup öznelleþtiði zaman iman haline gelir. Bu açýklamalarý özetleyecek olursak, inancýn imana göre daha genel, toplumsal, ilkel, kesin, kanýtlý, statik, biliþsel yanýnýn aðýr bastýðýný, buna karþýn imanýn daha özel, riskli, bireysel, duygusal, geliþmiþ olduðunu, nesnesine karþý pozitif duygular içerdiðini söyleyebiliriz. Ýnanç ve iman farklýlýðýný insanýn psikolojik yapýsýnda arayan psikologlar da vardýr (Meadow & Kahoe, 1984, s. 190–191). Psikolojik olarak bazý insanlar inanmaya, bazý insanlar ise iman etmeye daha uygun özelliklere sahip olabilirler. Bu düþünceyi yukarýda üzerinde durduðumuz inanç ve imanýn özelliklerine uyarlarsak þöyle bir sonuca varabiliriz: Donanýmlarýnýn bir sonucu olarak bazý insanlar, genel, toplumsal, kesin, ifade edilebilir, biliþsel ve statik deðerlere daha yatkýn özellikler sergilerken diðer bazý insanlar, özel, bireysel, riskli, tecrübeye dayalý, duygusal ve pozitif duygular içeren deðerlere daha yatkýn özellikler sergileyebilir. Bu düþünceden hareketle, insanlar arasýnda görülen inanç ve iman farklýlýðýnýn onlarýn donanýmlarýyla ilgili olduðu söylenebilir. Ýnancýn Geliþimi Ýnancýn oluþup geliþmesine geçmeden önce þu soru akla gelebilir: “Bir insan için inanç mý önce gelir yoksa iman mý?” Ya da “bir insan öncelikli olarak inanýr mý yoksa iman mý eder?” Bu soruyu yanýtlamak için dinsel yaþayýþýn ilk ortaya çýktýðý çocukluk yýllarýna gitmek durumundayýz. Çocukluða döndüðümüzde sorumuz “Bir çocuk önce inanýr mý yoksa iman mý eder?” þeklinde ifade edilir. Çocuðun dinsel yaþayýþýna baktýðýmýzda, onun baþlangýçta sözel bir inanca sahip olduðunu görmekteyiz. Ýnancýn ister fýtrî ister sonradan kazanýlan bir özellik olduðunu kabul edelim, çocuðun inancý ilk yýllarda yeterince geliþmiþ bir inanç deðildir. Yavuz’un (1983) ifadesiyle “çocuk dininin karakteristik özelliklerinden birisi de dinî geliþmenin henüz tam þekillenmemiþ ve belli ilkelere ulaþmamýþ olmasýdýr” (s. 43). Vergote da, çocukta dine uygun bir doðuþtan donaným bulunduðunu ve bunun daha çok aile tarafýndan iþlendiðini ileri sürer. Dinsel inanç için çocukta bulunan donanýmlar aile tarafýndan iþlenirken, çocuk dokuz yaþlarýna gelinceye kadar ailenin kendisine sunduðu inancý sorgulamaz. Bunun sonucu olarak ailenin verdiði dinsel deðerler, genellikle olduðu gibi kabul edilir (Vergote, 1978, s. 315–317). Bu kabullenmede, sorgulama ve þüphe gibi süreçler etkin olma- 138 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I dýðý için inanç, çocuksu bir kabul durumundadýr. Çocuðun “kolay inanýrlýlýk” özelliðine sahip olduðunu söyleyen Hökelekli (1993), onun zihinsel süreçlerinin yeterince geliþmemiþ olduðunu ve bunun sonucu olarak düþünmeden, þüphelenmeden ve karþý koymadan inanmaya hazýr olduðunu ifade eder (s. 254). Ancak unutulmamalýdýr ki, çocuk, yedi yaþýndan itibaren yeni bir döneme girmektedir ve bu dönemde sorgulama yavaþ yavaþ kendini göstermektedir1 . Ýnançlarýný aklýn denetiminden geçirmek isteyen bu çocuklarýn sayýsý, 10–12 yaþlarýnda daha da yükselmektedir (Yavuz, 1983, s. 238–139). Çünkü Piaget’nin zihinsel geliþim kuramýna göre çocuk yedi yaþýndan itibaren iþlem öncesi dönemden çýkmýþ ve somut iþlemler dönemine girmiþtir. 7–11/12 yaþlarý arasýnda görülen somut iþlemler döneminin özelliði, bu evrede bulunan çocuðun somut biçimde verilen bilgiyi sistemli ve mantýklý biçimde iþleyebilmesidir. 12 yaþ ve üzerinde soyut iþlemler dönemine ulaþanlar ise varsayýmlar yapabilir, mantýksal sonuçlar çýkarabilir ve karmaþýk sorularý sistemli biçimde çözebilirler (Gander ve Gardiner, 2001, s. 178). Özellikle somut iþlem evresinde, soyut dinsel konularý yeterince anlayamayan çocuklar bir takým güçlükler çekmektedirler. Bu durum da onlarýn zihinlerinde bazý soru iþaretlerinin varlýðýný sürdürmesine neden olmaktadýr. Öyleyse tam olarak þekillenmemiþ olan inanç nasýl iman haline gelmektedir? Allport inancýn geliþmesini yani inancýn iman haline gelmesini tartýþýrken üç evre üzerinde durmaktadýr: Birinci evre, duyularýna, hayallerine ve iþittiklerine ayýrým yapmaksýzýn inanan çocuklarda görülür ve bu evre, deneyimsizlik ve saflýk evresidir. Çocuðun ilk inançlarý duyduklarýndan oluþur. Çünkü çocuk için sözcükler, gerçekler kadar güzeldir. Bu inanç biçiminin bir kýsmý yaþam boyunca sürer. Yetiþkinler arasýnda varlýðýný sürdüren bazý inançlar, bu sorgulanmayan çocuksu ve irrasyonel inançla ilgilidir. Ýnanç geliþiminin ikinci evresi, birinci evrenin yeniden þekillenmesi ile oluþur. Ýnsanýn sahip olduðu çok çeþitli þüpheler, onun yaþamýný alt üst eder ve onlar zekice düþünmenin olmazsa olmazlarýdýr. Nitekim bir kiþi herhangi bir teslimiyette olasýlýklarý ortadan kaldýrýncaya kadar yaratýcý düþünce ve gözleme dayanan baðýmsýz bir inanç oluþturma konusunda özgür deðildir. Üçüncü evre, olgun inanç evresidir. Olgun inanç, þüphenin dýþýnda geliþir ve yaratýcý düþünce onda önemli bir konuma sahiptir. Biz deðerlerimiz ve duygularýmýza koþut olarak önemli inançlarýmýzý da geliþtiririz. Örneðin 1 Yukarýda çocuðun dokuz yaþlarýnda deðerleri sorgulamaya baþladýðý ifade edilmiþti. Burada ise sorgulama yaþý yedi olarak verilmektedir. Bu yaþlarýn kesin olmayýp, yaklaþýk deðerleri ifade ettiðini ve çocuða, çocuðun içinde yetiþtiði aileye ve topluma göre farklýlaþabileceðini belirtmeliyiz. Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 139 “ben eðitime, insan haklarýna inanýyorum” dediðim zaman, fiziksel varlýðý olmayan bu objeler, benim tarafýmdan sadece varlýk olarak deðil arzu edilir ve kiþisel duygusal yapýmla tamamen ahenkli olarak algýlanýr (Allport, 1950, s. 139–140). Bu arzu ederek duygusal yapýyla ahenk içinde geliþme, iman için de geçerlidir. Diðer bir ifadeyle, geliþimin üçüncü evresinde, inancýn nesnesi (Ýslamî anlamda Allah), bireyin yaratýcý düþünce ve duygularýyla iliþkiye girdiði bir varlýk haline gelir. Allport’un inanç geliþimi konusundaki bu açýklamasýna göre, bireyin olgun bir inanca sahip olabilmesi için çocukluk döneminin sözel ve irrasyonel inancý, daha sonra oluþan þüphelerle sarsýlýp olasýlýklar ortadan kaldýrýlarak olgunlaþmaya baþlar. Üçüncü ve son evrede ise þüpheden ayrý ve yaratýcý düþünceye koþut olarak geliþen inanç olgun bir iman halini alýr. Ýnancýn olgun iman haline gelmesi, Topçu’nun ifadesiyle onun “insanýn ruhunda süreklilik kazanmasý ve hayatýna da hâkim olmasý” (1995, s. 139) anlamýna gelmektedir. Bireyde görülen bu inanç geliþimi kendiliðinden olmaz. Onun deðiþim ve geliþim alt yapýsýný hazýrlayan bazý etkenler vardýr. Bireyin inanç geliþimini etkileyen ve onun inancýnýn iman haline gelmesine zemin hazýrlayan nedenleri Allport’la ortak bilimsel geleneðe sahip olan ünlü din psikologu Clark (1961, s. 227–232) “inanç, nasýl iman halini alýr?” sorusunu sorarak ele alýr. Ona göre inancýn iman haline gelmesinin nedenleri þöyle sýralanabilir: Çocuðun inancýnýn olgunlaþmasýnda ailenin etkisi çok büyüktür. Çocuða sevgi ve kolaylaþtýrýcý dinsel anlayýþla yaklaþýlan ailelerde, çocuk çok fazla içsel çatýþma yaþamadan dinsel deneyimler yaþar. Bu tür ailelerde çocuðun inancý geliþerek ilerler. Çevredeki örnek kiþiler de inancýn geliþmesinde yadsýnamaz bir öneme sahiptir. Ýnançlarýný yaþanan bir iman haline getiren kiþiler diðer bireylerin inanç geliþimi için canlý bir örnek oluþtururlar. Bireyin içinde yaþadýðý toplumun oluþturduðu toplumsal kurumlar, onun inanç geliþimini etkiler. Çeþitli dernekler, okullar, birlikler, camiler insanlarýn inanç geliþimine çeþitli biçim ve boyutlarda yön verir. Bu kurumlarla þu ya da bu þekilde iliþki kuran bireylerin inanç biçimleri, onlarýn etkisiyle az veya çok deðiþime uðrar. Dinsel inançlarýn daha canlý bir þekilde yaþanmasýnda mistik deneyimler ve dinsel deðiþimler büyük etki taþýmaktadýr. Bazý olumsuzluklar görülmekle birlikte, inancýn olgun iman haline gelmesinde mistik deneyimler ve dinsel deðiþimlerin etkileri yadsýnamaz. Çeþitli nedenlerle derin dinsel tecrübeler yaþayan insanlarýn inançlarý, yaþanan bu deneyime baðlý olarak ol- 140 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I gunlaþýr. Yine herhangi bir nedenle bireyin dinsel inanç, anlayýþ ve yaþayýþýnda meydana gelen deðiþimler onun inancýnýn olgunlaþmasýna katkýda bulunabilir. Bireyin inancýný etkileyen durumlardan biri de dýþsal etkiler ve buhranlardýr. Ýnsanlar, buhranlara beklenmedik biçimlerde tepki gösterirler. Talihsizlik bazý insanlar üzerinde olumlu etki yaparken bazý insanlar üzerinde olumsuz etki yapmaktadýr. Bir kýsým insanlar, savaþ, deprem, kaza, kýtlýk gibi yaþadýklarý olumsuzluklarý, inançlarýný geliþtirmek için bir fýrsat olarak kullanýrlarken, bazýlarý bu durumlarý olumsuz bir bakýþ açýsýyla deðerlendirerek inançlarýndan daha da uzaklaþabilirler. Ýnsanýn bilinçli davranýþlarda bulunabilmesi ve seçimler yapabilmesi de onun inancýnýn geliþmesine katkýda bulunur. Seçim ve davranýþ konusunda taklit ve körü körüne baðlanmayý yeðleyen birey, büyük olasýlýkla inanç konusunda da ayný durumu gösterir. Ama bir kiþinin sorumluluðunu alabildiði özgür seçim ve davranýþlar, onun iman geliþiminin kaynaklarýndan biri olarak kabul edilir. Çünkü özgür seçim ve davranýþ gösteren insanlar, inanç konusunda da kendi iç güçlerini kullanýr. Kendi içsel deðerleriyle hareket eden insan ise duygu, düþünce gibi duygusal ve zihinsel süreçleri kullanacaðýndan, onun olgun bir imana ulaþma olasýlýðý daha yüksektir. Bireyin inanç geliþimini çok yönlü etkileyen ve Clark’ýn açýk olarak ifade etmediði bir baþka önemli etken ise onun duygu ve düþünce geliþimidir. Duygu ve düþünce dünyasý daha geniþ bir kavramla ruhsal dünyasý geliþen ve zenginleþen bireyin inanç dünyasý, duygu ve düþüncelerindeki geliþme ve deðiþmeye koþut olarak deðiþim ve geliþim gösterir. Çünkü bireyin inanç yapýsý, onun diðer yaþayýþ alanlarýndan baðýmsýz deðildir. Nitekim henüz soyut düþünce düzeyine ulaþamayan çocuklarda görülen antropomorfist Tanrý anlayýþýnýn soyut düþünce düzeyine ulaþan ergenlerde yerini yavaþ yavaþ soyut Tanrýya býraktýðý bilinmektedir. Ama soyut düþünme biçimini, çocukluk döneminde oluþturduðu dinsel inanca uygulayamayan insanlarda, inanç alanýnda bir deðiþimin olmadýðý ya da çok az deðiþim görüldüðü ve böyle kiþilerde çocuksu inanç biçiminin ömür boyu sürdüðü de bilinen bir gerçektir. Diðer taraftan iman geliþimi ile psikolojik geliþimi birleþtirerek bireyin inancýnýn yörüngesini açýklamaya çalýþan Fowler’in iman geliþimi kuramýnda, yapýsal olarak birbirinden ayrý yedi aþama vardýr. Bu aþamalarýn birinden diðerine geçiþ, biyolojik olgunlaþmayý, duygusal ve biliþsel geliþmeyi, psikososyal deneyimi ve dinsel-kültürel etkileri içine alýr. Ýnanç geliþiminde, bir evreden diðer bir evreye geçiþ, otomatik veya kesin deðildir (1996, s. 169). Ama yukarýda sayýlan etkenlerden her biri evre geçiþinin hazýr ol- Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 141 masýnda önemli bir rol oynar. Bu evrelerden birinin dengesi, krizler, yenilikler ve bireyin temel bilgilerinin mevcut örüntülerini tehdit eden açýlým deneyimleri tarafýndan altüst edildiðinde, geçiþ kendi kendine ortaya çýkar. Sosyal, ekonomik ve politik çevrede ortaya çýkan bir deðiþim de evre geçiþine katkýda bulunabilir (Fowler, 1986, s. 27). Çalýþmalarýnda iman (faith) kavramýný kullanmayý yeðleyen Fowler’in ileri sürdüðü iman geliþimi aþamalarý þöyle özetlenebilir (Fowler,1986, s. 15–40; Fowler, 1992, s. 19–36; Fowler, 1996, s. 169–176; Koenig, 1994, s. 87–93) : 1. Evre: Temel Ýman (0–2 yaþ), (Primal Faith): Bu evre bebeklik döneminde yaþanýr. Çocuðun geliþmesi sýrasýnda, anne-babasý ve çevresiyle karþýlýklý iliþkileri içinde þekillenir. Bu iliþkilerde güven oluþturmak için bir araya getirilen deneyimler, vücut iliþkisi ve bakýmýný, sözlü ve görsel etkileþimi, ritüel haline gelen ilk dönem oyunlarýný, yeme içme iliþkilerini, çocuðun bakýcýlarýyla arasýnda geliþen etkili uyumu içine alýr. Bu evre dil ve sembol geliþiminin baþlangýcýdýr ve bu baþlangýç evresinde ana-baba ile iliþkiler büyük öneme sahiptir. Yani inanç geliþiminin baþlangýç evresi, annebaba ve çevreyle ile iliþkiler baðlamýnda oluþan güven duygusuyla iliþkilidir. 2. Evre: Sezgisel-Ýzdüþel Ýman (2–7 yaþ) (Intuitive-Projective Faith): Ýlk çocukluk olaylarýndan ve iliþkilerinden kaynaklanan deneyimlerin duygusal ve algýsal düzeninin yapýlarý, çocuðun deneyimlere anlam vermesinin ilk bilinçli çabalarýnda, denemelik ve deðiþime açýk yönelimler oluþturur. Bu evrede, derin ve ileriye doðru uzanan düþünceler þekillenebilir. Bu düþünceler, imanýn duygusal ve biliþsel temellerini oluþturur. Biliþsel geliþim henüz tamamlanmadýðý için neden-sonuç iliþkisi tam olarak anlaþýlamaz. Ýnanç/iman geliþiminin bu evresinde çocuk Tanrýyý hissetmeye ve ona bir biçim vermeye çalýþýr. Ancak çocuðun kafasýndaki düþünce, gerçekten daha çok hikâyelerle iliþkilidir. 3. Evre: Mitsel-Gerçek Ýman (7-12yaþ) (Mythic-Literal Faith): Bir önceki evrenin duygusal ve düþünsel temelleri, bu yeni evrede hala etkili olmasýna raðmen, düzenli düþünme, bilinçli yorumlarýn ve deneyimlerin daha oturmuþ biçimlerini oluþturmaya zemin hazýrlar. Bu evrede düþünme iþlemi tersine çevrilebilir yani neden-sonuç iliþkileri daha açýk bir þekilde anlaþýlabilir. Çocuk, yeni bir bakýþ açýsýyla dünyasýný kurabilir. Bu evrede, çocuk, henüz içselleþmiþ duygular, tutumlar ve içsel yol göstericiler oluþturamamýþtýr. Bu dönemde, bireyin inandýðý Tanrý, bireyin kendine has bir Tanrý deðildir. Hala dýþ belirleyicilerin etkisi aðýrlýktadýr. Tanrý, bir kural koyucu ya da ebeveyn olarak düþünülür. O, iyilikleri ödüllendirir, kötülükleri cezalandýrýr. 142 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I 4. Evre: Bireþimli-Geleneksel Ýman (Synthetic-Conventional Faith): Formel operasyonel düþüncenin ortaya çýkmasýyla, genç bireyin düþünme ve anlamlandýrma yeteneði kanatlanmaya baþlar. Soyut kavramlarý kullanma ve deðerlendirme yeteneði ile genç birey, “düþünme” hakkýnda düþünmeye, hikâyeleri deðerlendirmeye, onlara ad vermeye ve kendi anlamlarýný sentezlemeye baþlar. Bu aþamada birey, kendi manevî çevresini oluþturur. Tanrý inancý, sevme, anlama ve boyun eðmenin kiþisel deðeriyle bireyin dünyasýnda, yerini belirleme aþamasýndadýr. Genç birey, kendisini inançlara, deðerlere ve çevresine baðlayan bireysel özelliklerini geliþtirmeye çalýþýr. Birbirine aykýrý öðeler içermesine raðmen, kimlik, inançlar ve deðerler güçlü bir þekilde hissedilir. Bu evrede birey kendi dünya görüþü veya ideolojisi üzerinde durur ve onu yaþar. Bu dönemde, baþkalarýyla iliþkiler son derece önemli olduðu için, Tanrýyla daha kiþisel iliþkilere ihtiyaç duyulur. Özel iliþkiler geliþtirilen Tanrý inancý, gencin benliðini geliþtirir. 5. Evre: Bireysel-Düþünsel Ýman (Individuativ-Reflective Faith): Bireyseldüþünsel iman, genç yetiþkinlik dönemi ve sonrasýnda görülür. Bu aþamada, birbirini izleyen veya ayný anda ortaya çýkan iki durum belirir. Birincisi, daha önce kazanýlan inançlar, deðerler ve baðlýlýklarýn eleþtirel bir bakýþla gözden geçirilmesi zorunluluðudur. Burada, dýþsal otoriteye olan güvende bir eksilme görülür ve otoritenin yeni yeri benliktir. Ýnanç ve ideoloji, nesnel bir þekilde yeniden gözden geçirilir. Birey, sahip olduðu inanç ve ideoloji sistemlerini þimdi yeniden oluþturmak zorundadýr. Ýkincisi ise, daha önceki roller ve iliþkiler tarafýndan oluþturulan benliðin, kimlik sorunu ile mücadeleye girmesi zorunluluðudur. Bu, þu anlama gelir: Birey yetiþkinlik dönemine girmeden önce sahip olduðu çevre, roller ve sorumluluklara göre bir benlik geliþtirir. Yetiþkinlik dönemine girince, yeni dönemin getirdiði yeni çevre, rol ve sorumluluklara göre, yeni bir benlik geliþtirir. 6. Evre: Birleþik Ýman (Conjunctive Faith): Orta yaþýn ilk dönemlerinde baþlayan birleþik iman, daha önceki evrelerde yaþanan parçalý inanç yapýsýnda birlik saðlamayý ifade eder. Bireysel-düþünsel evrede, benlik ve imanýn sýnýrlarý belirlidir. Yani onlar birbirlerinden ayrýdýr. Ama birleþik evrede, yetki sahibi olmuþ ben, kararlarýný, deðerlerini, inançlarýný kendisi belirlediðini iddia eder. Ancak burada insanlarýn çok çeþitli zihinsel yapýlara sahip olduðunu da unutmamak gerekir. Bazýlarý bilinçli hareket ederlerken, bazýlarý büyük ölçüde bilinçsizce hareket edebilirler. Benliðin bu güçlü ve önemli bilinçsiz görünümleri bireysel, toplumsal, kültürel ve bir ihtimal ilk örnek kaynaklýdýr. Bu evrede insaný, anlaþýlmasý ve bir bütün haline getirilmesi zor olan güdüler harekete geçirir. Birleþik evreye geçiþte, birey, doðrulara farklý yönlerden ve farklý bakýþ açýsýyla yaklaþmaktan kaynaklanan gerilim- Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 143 le baþa çýkmaya baþlar. Bu evredeki birey, çok çeþitli bakýþ açýlarý arasýndaki gerilimleri sürdürmeyi ve onlarý bir yönden öbür yöne eðmeyi reddetmeyi öðrenmelidir. Bu baðlamda, bireyin imaný, ortadan kaldýrýlamaz çeliþkileri kabul etmeye baþlamalýdýr. Birleþik imanda, bireysel imanýn mitolojiyi kabul etmeyen anlayýþý aþýlýr. Sembol ve mitlerin çok boyutluluðunu ve yoðunluðunu kabul eden birey, onlarýn ruhu aydýnlatan ve ona aracý olan gücüne izin verir. Bu aþamada, birey, diðer din ve inanç geleneklerine de açýk bir tutum sergiler. 7. Evre: Evrensel Ýman (Universalizing Faith): Bu evre, orta yaþ ve sonrasýnda görülür. Evrensel iman evresi, birleþik iman evresinin belirleyicileri olan kutupsal zýtlýklarý kabul etmenin ötesine geçen bireylerin imanlarýný ifade eder. Bu evrenin yapýlanmasý, birbiri ardýna gelen evreler boyunca ortaya çýkan bir benlik temizlenmesi sürecinin radikal bir þekilde tamamlanmasý ile kendini gösterir. Evrensel imanda görülen özellik, temizlenme sürecinin tamamlanmasýdýr. Ýnsan, daha önceki evrelerde, bir taraftan kendi kökleþmemiþliði ile daha önce var olan düzenin parçalarý arasýnda gerilim yaþamaya devam ederken diðer yandan sürekli geliþen ve deðiþen geniþ bakýþ açýsýyla yeni tabiatüstü düzenlere yönelir. Bununla birlikte evrensel iman aþamasýnda çok az insan bulunur. Psikodinamik olarak, evrensel iman evresine kadar gelen benlik, alýþýlmýþ savunma biçimlerinin ötesine geçer ve Tanrýyý algýlamada ve sevmede belirli bir temellendirmeye dayanan bir açýklýk sergiler. Ayrýca, bu evredeki insanlar keskin görüþ açýlarýna ve tutarsýzlýklara sahiptirler ve onlar baþkalarýyla iliþkilerinde hala bazý sýkýntýlar gösterebilirler. Fowler’in yaþam boyu iman geliþimi kuramýna göre, en büyük deðiþim yetiþkinlik döneminde ortaya çýkmaktadýr. Burada iman, insanýn dünyaya bakýþ açýsýna ve geliþmesine göre devam eden bir olguyu içermektedir. Fowler’in iman geliþimi kuramý üzerine çeþitli deðerlendirmeler yapýlmýþtýr. Jardine ve Viljoen’e göre, Fowler’in kuramýnýn en önemli özelliði, imanýn içeriðini yani inançlarý ve deðerleri, kiþilikte imanýn operasyonunu kolaylaþtýran psikolojik etkenlerden yani biliþsel, duygusal ve toplumsal geliþmeden ayýrmasýdýr. Ona göre, aþkýn gerçeklere anlam verme ve onlarla iliþki kurma biçiminin belirlendiði yol, altýnda düþünce, duygu ve sosyal olgularýn yattýðý psikolojik yapýlar tarafýndan belirlenir. O, dikkatini bu olgular üzerinde yoðunlaþtýrmaktadýr (Jardine and Viljoen, 1992, http). Ýnancýn iman haline gelmesini etkileyen bu düþünceleri özetlemek gerekirse, inanç çocuksu ve irrasyonel olarak baþlar, þüpheyle sorgulanarak geliþir ve yaratýcý düþünceyle olgunlaþýr. Bu süreç, bireyin psikososyal geliþim aþamalarýyla koþut bir görünüm arz eder. Diðer taraftan bilinçli aileler, 144 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I örnek kiþiler, kurumlar, mistik deneyimler, çevrede meydana gelen çeþitli olaylar, yaþanan buhranlar, bilinçli davranýþlar, seçimler, bireyin duygu ve düþünce dünyasýnda ortaya çýkan deðiþim ve geliþimler inancýn imana evrimini saðlayan etkenler olarak sýralanabilir. Ýnanç, Ýman ve Þüphe Ýnsanýn inancý, bir anda olup biten bir durum deðildir. Onun oluþmasý bazen çok uzun duygusal ve zihinsel süreçler gerektirir. Ýþte bu süreçler sýrasýnda birey bazý þüpheler yaþamaktadýr. Günlük dildeki anlamý düþünüldüðünde, þüphe herhangi bir konuda kararsýzlýk durumunu ifade eder. Konu inanç olunca da þüphenin ayný anlamý geçerlidir. Ýnanma konusunda da bireyin kararsýzlýðý görülür. Ancak buradaki kararsýzlýk, inanýlana götürecek kanýtlarýn yetersizliðinden olabileceði gibi inanýlan þeyin özelliklerinden de olabilir. Özcan (1992) inanca iliþkin þüpheyi, þüphelenilen konuya yani onun inanca iliþkin konumuna göre “imana zýt olan” ve “imana götüren” þüphe olarak ikiye ayýrmaktadýr. Ýmana zýt olan þüphe inanýlan varlýðýn irrasyonel olduðu düþüncesinden kaynaklanýr. Bu irrasyonel durum ortadan kaldýrýlmadan imana ulaþýlamaz. Bu durumda, insanýn yaþadýðý zihinsel süreçler, onu imandan uzaklaþtýrýr. Diðer taraftan imana götüren þüphe ise “bilimsel þüphedir”. Bu þüphe inanca ulaþmak için baþvurulan bir þüphe biçimidir. Yani bu þüphe iman için bir anlamda gereklidir ve iman onunla kemale ulaþýr (s. 41–43). Özcan daha çok felsefî bir bakýþ açýsýyla konuya yaklaþarak ikili bir sýnýflamaya gitmektedir. Oysa bizim burada üzerinde duracaðýmýz konu, þüphenin felsefî anlamýndan daha çok psikolojik boyutudur. Ýnsan inanç konusunda neden þüphe taþýmaktadýr? Onu þüpheye götüren etkenler nelerdir? Þüphelenme sýrasýnda hangi zihinsel ve duygusal halleri yaþamaktadýr? gibi sorular din psikolojisini daha yakýndan ilgilendirmektedir. Nitekim Allport’a (1950) göre de herhangi bir þüphenin mantýksal olup olmadýðýna karar vermek psikologun iþi deðildir. Psikologun iþi, ruhsal yaþamýn evrensel ve gerekli bir parçasý olan bu süreci anlamak ve açýklamaktýr. O, þüphe sürecini anlamanýn, insanýn inanç ya da inançsýzlýk temelinin inandýrýcýlýðýný belirlemede önemli olduðunu düþünür. Her insan kendine özgü bir geçmiþ, örüntü ve yanlýþ anlama derecesi taþýmakla beraber genel olarak görülen þüphe biçimleri vardýr ve herhangi bir kiþi bu þüphe biçimlerinden birini ya da birkaçýný bir arada taþýyabilir (s. 117). Bu, insanýn þüpheden tamamen kurtulamayacaðý anlamýna gelmektedir. Ýnansa da inanmasa da insanýn zaman zaman bazý þüpheler taþýdýðý bir gerçektir. Ýnanmayan insan hem kendi doðrularý hem de inananlarýn doðrularý Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 145 hakkýnda þüpheye düþmektedir. Ýnanan insan ise kendi doðrularýna iliþkin þüpheler taþýmaktadýr. Þimdi bu þüphelerin kaynaklarýný Allport ve Clark’a dayanarak görelim. Allport (1950) insanýn þüphelerini çeþitli baþlýklar altýnda tartýþýr. Tepkisel-olumsuz þüphe: Bu þüphe biçiminin örneði, dua sýrasýnda yakýnýnda patlayan bir mermiyle yaralanan askerin durumunda olduðu gibi zihinsel sarsýntý görülür ve bu keskin olumsuzluk, duygusal olarak denetlenemez. Dua ettiði sýrada büyük bir þokla karýlaþan kiþi, duasýnýn hiç iþe yaramadýðýný düþünerek Yaratýcýya karþý olumsuz tepkiler gösterebilir. Ani bir þokla ortaya çýkan bu durumu, kýsa sürede denetim altýna almak da zordur. Kýsacasý þiddetli bir þok, olumlu bir tutumu olumsuza çevirebilir. Tepkisel þüphenin bir diðer biçimi bilinçaltý ruhsal yaþamýndan kaynaklanýr. Dinsel duygu, Freud’un dediði gibi, çocuðun babasýna olan tutumunun uzantýsýnda temelleniyorsa, babaya karþý olan bastýrýlmýþ düþmanlýðýn yansýtma yoluyla Tanrýya yönlendirilebileceði düþünülebilir. Çünkü Freud’a göre Tanrýya inanma, babaya yönelik sevgi ve baðýmlýlýðýn yansýmasýdýr. Bu ise ateizmin, babaya olan düþmanlýðýn bir yansýmasý olarak kabul edilebileceði anlamýna gelmektedir. Allport burada din ile ateist arasýndaki iliþkiye de dikkat çeker. Ona göre, ateþli bir ateist, dine karþý sert bir tepki göstermekle, dinsel yaþam biçimine olan derin bir ilgiyi açýða vurmaktadýr. Çünkü “tepki oluþturma”, psikologlarýn, gerçek ilgilerini þiddetli protestolarla gizleyenler için kullandýklarý bir terimdir (1950, s. 117–118). Ýnsan, bazen ilgilerini gizlemek için karþýt tepki gösterebilir. Bu durum genel bir yansýtma olup, ilginin tamamen yön deðiþtirmiþ bir halidir. Buna göre tepkisel þüphe, yaþanan þiddetli þok durumlarýndan, bilinçaltý ruhsal yaþamlarýndan ve insanýn çeþitli nedenlerle açýða vuramadýðý duygu ve düþüncelerine karþý, bir savunma mekanizmasý geliþtirerek tepki oluþturmasýndan kaynaklanabilmektedir. Bireyin ilgilerine karþýlýk bulamamasýndan kaynaklanan þüphe: Bu þüphe biçimi bireyin kendi ilgilerine karþý ilgi görmemesinden kaynaklanýr. Dinsel geliþimin ilk ben-merkezli durumu, olgunlaþmamýþ bir görünüm arz eder. Örneðin, kiþisel çýkarlarýný aramaya baþlayan çocuða, dualarý, beklentileri doðrultusunda hizmet etmeyebilir. Bu ise onun dine iliþkin düþüncelerinde kuþkulara yer açabilir. Nitekim “dua mermileri durduramaz, onlar, inanana da inanmayana da iþler. Din benim için hayati bir anlam taþýmaz” gibi sözler kýdemli askerlerin nakaratlarýdýr. Bunlar göstermektedir ki, kendilik çýkarýna odaklanan bir inanç, daðýlmaya mahkûmdur. Ýnancýn devam edebilmesi için, inanan insanýn kiþisel kaprislerin ötesine uzanan bir evreni 146 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I düþlemesi gerekir. Böylece bireysel basit ilgileri aþan yüce ilgi ve deðerlere demir atýlýr (Allport, 1950, s. 119–120). Öyleyse, bireyin çýkarlarýna doðrudan hizmet etmeye yarayan bir araç olarak görülen inanç, her an daðýlabilir. O halde, inancýn varlýðýný sürdürebilmesinin temel koþullarýndan biri, onun kiþisel çýkarlardan daha yüce deðerlere yönelmesidir. Clark’a göre bu tür þüpheler kiþinin kendisinden kaynaklanýr. Bunlarýn en barizleri, bireyin bazý basit benlik ilgilerinin izlerini taþýr. Bir kiþi, bir istek için dua eder de isteði karþýlanmazsa, dua etmeyi býrakabilir. Örneðin, dindar bir ailede yetiþen bir genç, hasta olan kýz kardeþinin saðlýðý için uzun süre arzulu bir biçimde dua eder ve kardeþi buna raðmen ölürse bu durum, onu þüphenin kucaðýna itebilir. Dinsel geliþim aþamasýnda, bu örneðe benzer psikolojik olaylarla karþýlaþmayan çok az dindar insan vardýr. Birçok insan, bu tür krizlerin çeþitli biçimleriyle karþýlaþýr. Ama þüphenin bazý heyecan verici kýpýrtýlarý olmaksýzýn ancak duygusuz insanlar onlarla yaþar. Bu tür þüpheler, bireyin kendilik ilgilerinin açýk aykýrýlýklarýný ve genellikle bilinçsiz olarak dine karþý olumsuz tutumlara yol açan karmaþýk kiþisel deneyimleri içerir (Clark, 1961, s. 142). Ýnanç geliþiminin ilkel basamaklarýnda görülen bu þüpheler, bir yönden inancýn olgunlaþmasýna da katkýda bulunabilir. Olgun dinsel inanca sahip bireylerde ise bu tür þüpheler kendilerine yer bulamazlar. Geleneksel dinin eksikliklerinden kaynaklanan þüphe: Geleneksel dinde görülen samimiyetsizlik ve baþarýsýzlýklar, özellikle gençlerde kuþku doðurmaktadýr. Örneðin ibadet yerlerinin çevresinde kümelenen dilenciler, geleneksel din tarihinde görülen baský, hile, yalan, iþkence gibi olumsuzluklar, gençlerin din ve inanç konusunda þüpheye düþmesine neden olur (Allport, 1950, s. 120–121). Dikkat edilirse bu þüphe biçiminin doðrudan dinle deðil dinin yaþanýþ biçimi ile ilgili olduðu görülmektedir. Dinin topluma ve insana yansýma biçimi ve yaþanýþýnda görülen olumsuzluklar, bazý insanlarda þüphelere yol açmaktadýr. Özellikle dini kullanarak çýkar saðlama ya da makam, mevki, güç, iktidar elde etmeye çalýþanlara yönelik bakýþlar, þüpheye yol açmaktadýr. Bu þüphe biçimi geleneksel dinin ve dindar insanýn eksikliklerinin üzerinde durulmasýndan kaynaklanýr. Ýnsanlar kendi konumlarýna mazeret olarak dini eleþtirirler. Bunun için izledikleri yol ise dinsel kurumlarýn yanlýþlýklarýný dile getirmektir. Bu savunma biçimi, þüphe kaynaðý olarak baþkalarýndan daha çok savunmacýnýn kendini aldatýr. Oysa dine gerçekten ilgi gösterenler, genel olarak onun desteklerinin devam etmesini isterler ve bir taraftan yapýcý eleþtiriler yaparken diðer taraftan onun taraftarý olabilirler (Clark, 1961, s. 143). Clark’ýn bu ifadesine göre dine karþý zaten önyargýlý Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 147 olan insanlar, kendi düþüncelerinin doðruluðunu savunmak için dinin geleneksel yaþanýþ biçimini eleþtirmektedirler. Tanrý anlayýþýndan kaynaklanan þüphe: Dinler tarihine bakýldýðýnda, baþlangýçta tanrýlarýn çokluðu dikkat çeker. Tek tanrý anlayýþý, daha sonra gelir. Orijinalinde Tanrýlar tabiatla sýnýrlýdýr ve insanlarla iliþkide keyfidir. Ýlk Tanrýlar öncelikli olarak tabiatla ilgiliyken daha sonra bireyselliði ödüllendiren bireylerin tanrýsý geldi. Ýnsandan farklý olmayan ilk Tanrýlar uzak tahtlara çýkarýldý. Zamanla insan, kendisinin farkýna vardýkça Tanrý insanla yakýnlaþtý. Tanrý anlayýþýndaki bu görecelik, insanlarýn zihninde soru iþaretleri oluþturdu (Allport, 1961, s. 121). Oysa din ve Tanrý inancýnýn kaynaðýna iliþkin bu tür çok Tanrýcý ve tabiatçý anlayýþlar, kanýtlanmýþ olmayýp sadece birer varsayýmdan ibarettir. Diðer taraftan bu gün din ve Tanrý inancýnýn kaynaðý olarak tek Tanrýcý kuramlarýn daha fazla ilgi gören anlayýþlar olduðu (Tümer, 1986, s. 237–245; Demirci, 1985, s. 15–16) dinler tarihçileri tarafýndan belirtilmektedir. Clark, Tanrý anlayýþýnýn yanýnda dinlerin kaynaklarýna iliþkin açýklamalarýn da bazý insanlar için kuþku kaynaðý olabileceðini ileri sürmektedir. Ona göre dinsel yaþamýn, ilahi gereksinim ve ilgilerden daha çok insan ifadeleri olduðu düþüncesi de þüphe kaynaðý olarak deðerlendirilebilir. Örneðin Eski Yunan Tanrýlarý, Yunanlarýn kendi güç ve yardýmcýlarýný temsil eder. Bu, bazý insanlar için dinin doðruluðunun ve deðerinin kanýtý olarak görülürken, bazý insanlarýn düþüncelerini daha farklý yönlere çevirmekte (Clark, 1961, s. 143) ve onlarýn kafasýnda soru iþaretleri oluþturmaktadýr. Dinsel arayýþýn kaynaklarýyla iliþkili þüphe: Bu þüphe psikolojik alanda çok yaygýn olarak üzerinde durulan bir þüphedir ve inancýn aklileþtirilmesiyle ilgilidir. Bir ateist, inancýn akli olmadýðýný, insanýn kendisine öðretilen þeye inandýðýný söyleyebilir. Ama ayný þey kendisi için de geçerlidir. Kendisine de inançsýzlýk ya da inananlar hakkýndaki düþüncesi öðretilmiþ olabilir. Diðer bir ifadeyle, inancýn kaynaðý insanýn geçmiþinde saklý ise, inançsýzlýðýn kaynaðý da insanýn geçmiþinde bulunabilir. Öte yandan inancýn kaynaðý onun doðruluðu ile ilgili hiçbir þey söylemez. Çünkü o, iþlevsel baðýmsýzlýk kazanmýþtýr (Allport 1950, s. 123–124). Ýnancýn kaynak bakýmýndan iþlevsel baðýmsýzlýk kazanmasý, insanýn inancýnýn ilk güdüsünün önemli olmadýðý, çünkü þu anda inancýn güdüsünün ilk güdüden tamamen farklý olduðu ve onun geleceðe yönelik olduðu anlamýna gelmektedir. Böyle olunca, inanç, insana öðretilmiþ olabilir. Ama onun öðretilmiþ olmasý þu andaki deðerini deðiþtirmez. Çünkü þu andaki deðeri inanan insanýn geleceðe dönük niyetleriyle iliþkilidir. Artýk inanan insan açýsýndan inancýn geçmiþle baðý kalmamýþtýr. 148 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Bilimsel þüphe: Bilimsel þüphe bilim adamýnýn bilimsel düþünme zevkinden kaynaklanýr. Çünkü þüpheci tutum onun özelliklerinden biridir ve dine bakýþýný etkileyebilir. Olgun dindar bir düþünür için bilimsel düþünmenin çerçevesi, insan yaþamýnýn her alanýný kuþatma konusunda yeterli deðildir. Çünkü her insanýn yaþamý, bilimin kesinliklerinden uzak olasýlýklarla iliþkilidir. Ahlâkî ve politik baðlanmalar, aþkýn nefrete üstünlüðü, hiçbir bilimsel zemine dayanmaz. Dinsel bakýþ açýsýna göre bilim adamý, profesyonel düþünce ile yaþamýnýn diðer alanlarýný uyumlu hale getiremeyen daðýnýk bir varlýk alanýnda yaþar. Onun sýnýrlý zevkleri duyarlýlýðýna engel olur. (Allport 1950, s. 125–128). Çünkü bilim, insanýn bütün sorularýna özellikle var oluþsal sorularýna doyurucu yanýtlar verememektedir. Bu arada belirtmek gerekir ki, bu gün din ile bilim arasýndaki çatýþma zayýflamaktadýr. Çünkü son zamanlarda, gençler önce bilimi öðreniyor. Nükleer fiziði, biyolojiyi, psikolojiyi, insanýn evrenin bir parçasý olduðunu öðreniyor. Sonra bunlarýn yeterli olup olmadýðýný merak ediyor. Ýnsanýn hayalleri, idealleri, amaçlarý, deðerleri nedir? Ýlk sebep nedir? Gencin bu tür sorularýna din, bilimden daha geniþ ve doyurucu yanýtlar veriyor (Allport 1950, s. 132–133). Bu da onun kafasýndaki sorularý ve þüpheleri ortadan kaldýrýyor. Allport’un bilimsel þüphe diye ifade ettiði þüphe biçimini Clark alýþýlmýþ þüphe diye ifade eder. Çünkü ona göre, bilimsel þüphe bilim adamýnýn düþünme sürecinin özelliðidir. Bilimsel çabanýn baþarýsý, özel bilimsel bir doðruyu kabule isteksiz olmaya dayanýr. Gerçeðin þu andaki durumunu algýlamayla ilgili devam eden kuþku, bilimsel ilerlemenin nedenlerinden biridir. Nitekim atomun parçalanamayacaðýna iliþkin bilimsel dogma kabul edilseydi, bugün atom bombasý olmayacaktý. Ancak bilimsel bilginin sýnýrlý olduðu ve deðer ve din alanýna uzanamayacaðý da bilinmelidir (Clark, 1961, s. 144). Nitekim insanlarýn karþýlaþtýklarý akla aykýrý ve çeliþkili gibi görünen birçok þey vardýr ki, dinsel inanç olmaksýzýn onlarý anlamak ve açýklamak ya çok zor ya da imkânsýzdýr (Tolstoy, 1998, s. 30–31). Ýnsan, bunlarýn içinden ancak din yardýmýyla çýkabilmektedir. Referans þüphesi: En yaygýn þüphelerden biri de referans þüphesidir. Bu þüphe, dinsel öðretinin özel kavramlarý ile kabul edilebilir kanýt arasýnda ortaya çýkan çatýþmadan kaynaklanýr. Yirminci yüzyýlýn insaný cehennemi, cenneti, insan vücudunun yeniden canlanmasýný, mucize benzeri birçok þeyi nasýl anlayabilir (Allport, 1950, s. 133)? Pozitivizmin genel geçer görüþ olarak kabul edildiði modern çaðýn insaný, kafasýnda oluþturduðu pozitivist düþünce kalýplarýyla dinin birçok kavramýný anlamakta güçlük çekmektedir. Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 149 Birçok insan dinsel öðretinin çok özel kavramlarýný düþündüðünde, kelimesi kelimesine anlamla mecazi anlam arasýnda bocalayabilir. Duyusal izlenimlerle doðrulanamayaný gerçek olarak kabul etmeyen pozitivizm, insanýn inançlarýný batýl olarak deðerlendirir ve metafizik düþünceler, ahlâkî deðerler ve tabiatüstü kavramlarla ilgili olarak anlaþýlýr biçimde konuþulabileceðini reddeder (Allport, 1950, s. 135). Ama unutulmamalýdýr ki, bir insanýn bir sembol ve kavrama itiraz etmesi, onun kendisiyle ilgilidir. Çünkü insanlarýn kiþilikleri ve donanýmlarý çok farklýdýr. Din dili bir yaþam biçiminin ve deðerlerin benimsenmesi üzerinde durur. Onun için önemli olan insan tabiatýnýn olgunlaþmasý ve bilginin tamamlanmasýdýr. Bundan dolayý üzerinde durulmasý gereken þey, özel bir alan deðil, genel olarak deðerlendirme yapmaktýr. Ýnsan parça parça sembol ve düþüncelerle uðraþýnca daha çok referans þüphesiyle karþýlaþmaktadýr. Ama dinin uzun vadeli amacýna döndüðünde þüpheleri kaybolabilir (Allport 1950, s. 136–138). Allport’un referans þüphesi diye ifade ettiði þüphe biçimini Clark harfi harfine açýklama ve anlama çalýþmalarýndan kaynaklanan þüphe olarak adlandýrýr. Bu þüphe biçimi daha çok dinsel metinlerin mecaz kullandýðý alanlarda görülür. Nasýl ki psikologlar insan zihniyle ilgili açýklamalar yaparken mecaz kullanýyorlarsa ve bazý konularý ifade etmekte dil bakýmýndan yetersiz kalýyorlarsa, dinsel alana iliþkin konularda da mecazlarý kullanmak bir zorunluluk olabilir. Ýnançlý ebeveyn ve dindar eðitimciler, gerçek (fact) ile doðru (truth)yu birbirinden ayýrýrlar. Gerçek, ruhsal alanýn deðiþiminde, en önemli þey deðildir. Doðru ise önerilebilen en ince þeydir, ama tam olarak tanýmlanamaz (Clark, 1961, s. 145). Bundan dolayý dinsel inanç, inanan kiþinin düþünce ve yaratýcý ifade gücüne baðlýdýr. Burada iki alana sahibiz: Biri, bilim adamýnýn etkisinde olan gerçek alanýdýr. Diðeri ise düþüncenin etkin olduðu doðru ve iman alanýdýr ki burada dinsel zihin yapýsý etkin haldedir. Din dünyasý büyük ölçüde yaratýcý düþünceye sahip insan, peygamber ve azizler dünyasýdýr. Bilim adamý, bilim adamý olarak burada iþlem yapamaz. Harfi harfine anlam çýkarmaya çalýþan kiþi þüpheci olabilir. Çünkü farklý dilleri kullanan bilim dili ile din dili arasýndaki farký görmez (Clark, 1961, s. 146). Konuya bilim adamý mantýðý ile yaklaþýldýðýnda bir takým þüphelerin kendini göstermesi kaçýnýlmaz olabilir. Çünkü din gerçeklerden daha çok doðrularla ilgilenmektedir ve bilim dilinden farklý bir dil, bir þiir dili kullanmaktadýr. Dinin kavramlarýnýn anlaþýlmasýnda izlenecek belki de en kolay yol, onu “ait olduðu dil ve kültür baðlamýnda ele alýp deðerlendirmektir” (Koç, 1995, 265). Buna göre referans þüphesi, gerçek ile doðruyu, bilim dili ile din 150 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I dilini, bilim adamýnýn düþünme yöntemiyle inanan insanýn düþünme biçimini birbirinden ayýramamaktan kaynaklanmaktadýr. Clark, Allport’un þüphenin kaynaklarýna iliþkin görüþlerine katýlýr ve onlara büyü ile dinin karýþmasýndan kaynaklanan þüpheyi ekler. Büyü ile dinin karýþmasýndan kaynaklanan þüphe: Büyüsel tutumun tipik özelliði, uygun ibadet ya da beddualarla insanýn Tanrýyý herhangi bir konuda zorlayabileceði ya da etkileyebileceði düþüncesidir. Nitekim dua eden insan, Tanrýnýn duasýný kabul etme ve ona çözüm üretme konusunda bir zorunluluk taþýdýðýný düþündüðü için bu düþüncesi gerçekleþmeyince þüpheye düþebilir. Bu durum geleneksel dindarlar arasýnda çok yaygýndýr. Dindar insan büyüsel bir öncülle yola çýkarsa agnostik ya da ateist bir düþünce yoluna doðru kayabilir. Böyle kiþiler, dinin Tanrýyý insanýn iradesi yönünde harekete ikna etmeye çalýþan giriþimleri barýndýrmadýðýný ve insanýn çabalarýnýn Tanrýnýn iradesine uyumlu olmak olduðunu düþünmezler. Ýnsan Tanrýnýn iradesini öðrenebilir ve yaþamýný onun iradesiyle uyumlu hale getirebilir (Clark, 1961, s. 146–147). Oysa dinde esas olan, Tanrýnýn insana deðil, insanýn Tanrýya uymasýdýr. Allport ve Clark’ýn üzerinde durduðu bu þüphelere bir þüphe daha eklenebilir. Bilindiði gibi ergenlik dönemi, bireyde çeþitli bunalýmlarýn ortaya çýktýðý bir dönemdir. Ýþte bu dönemde ergenlik þüphesi diyebileceðimiz bir þüphe biçimi görülmektedir. Bu þüphenin kaynaðý inanýlan deðer deðil, bireyin içinde bulunduðu geliþim evresidir. Hayatýn birçok alanýna sorgulamacý ve þüpheci bir yaklaþým gösteren ergen, dinsel deðerlere de ayný ruh haliyle yaklaþýr ve dinsel inançlarýný sorgular ve onlarla ilgili birtakým þüpheler taþýr. Nitekim Vergote’a (1981) göre “ergenlik, imanda þüphe yaþýdýr” ve ergenlerin dinsel þüphelerinin üç ana kaynaðý vardýr: 1) Artýk ergen baðýmsýzlýðýný ilan etme aþamasýna gelmiþtir ve bunun sonucu olarak otoriteye baþkaldýrýr. Bu baþkaldýrý, çevreden sorgulamadan ve kolayca alýnan dinsel inançlara da yönelebilir. 2) Ergenin kendi düþünce ve duygu geliþimine baðlý olarak gösterdiði bazý davranýþlarýn dinî ve ahlakî deðerlere ters düþmesi onu suçluluk duygusuna itebilir. Bu suçluluk duygusundan kurtulmak isteyen ergen, dinsel inançlarýna iliþkin bazý olumsuz duygu ve düþünceler geliþtirebilir. 3) Anne-babasýnýn, arkadaþlarýnýn, öðretmenlerinin kýsacasý birlikte yaþadýðý insanlarýn kendisine olan sevgisinden þüphe eden genç, yaþamýn anlamsýzlýðý duygusuna kapýlarak dinel deðerlere de güvenini yitirebilir (s. 588–592). Ama hemen belirtmek gerekir ki, yukarýda ifade ettiðimiz gibi ergenlikte görülen bu þüphe biçimi, bireyin geliþim evresiyle ilgilidir ve 16–17 yaþlarýnda yatýþarak yerini daha olgun bir inanca yani imana býrakabilir. Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 151 Bütün bunlarý söylerken, þüphenin sadece olumsuzluklar kaynaðý olmadýðýný da belirtmeliyiz. Çünkü þüphe, inancýn olgunlaþmasýna katkýda bulunabilir. O, inanç alaný için yaratýcý bir etkiyi de içinde taþýmaktadýr. Ýnanca iliþkin kabullerimizi sorgulamak, inancýmýzýn daha da canlanmasýna ve onun bizim için ne kadar önemli olduðunu anlamamýza yardým edebilir. Nitekim inançlarýna iliþkin þüpheden kaçan bir kiþi, kendi yapýsýna uymayan bir kesinlik ararken özgürlüklerini sýnýrlar. Oysa derinleþen bir iman, belirli inançlarý sýký sýkýya tutmaya gereksinim duymaz (Meadow & Kahoe, 1984, s. 259). Hökelekli inancýn gereklerinin yerine getirilme düzeyi ile ilgili olan bu tür þüpheyi “sadakat þüphesi” (1993, s. 200) olarak adlandýrmaktadýr. Bundan anlaþýlmaktadýr ki, insanýn belirli bir düzeyde þüphe taþýmasý ve bu þüpheyi inançlarýný sorgulamada kullanmasý, onun inançlarýnýn derinleþerek iman haline gelmesine katkýda bulunmaktadýr. Sonuç Ýnanç, iman ve þüphe konusuna topluca baktýðýmýzda, þöyle bir sonuca varmaktayýz: Ýnanç ve iman birbirinden farklý ama kopuk olmayan kavramlardýr. Ýmanýn kaynaðýný oluþturan inanç geliþerek iman haline gelmektedir. Hem inançta, hem de imanda, þüphe yaþanabilmektedir. Ýnanç ile iman birbirinden farklýdýr. Çünkü inanç, genel, toplumsal, imana göre daha kesin, ifade edilir, biliþsel, ilkel ve statik süreçlerin daha yoðun olduðu bir görünüm arz etmektedir. Ýman ise özel, bireysel, inanca göre daha riskli, tecrübe edilir, geliþmiþ ve inanýlan varlýða, yani Allah’a karþý sýcak duygular içeren bir yaþayýþtýr. Ýnanç Ýman Genel Özel Toplumsal Bireysel Daha kesin Risk taþýr Ýfade edilir Tecrübe edilir Biliþsel Duygusal Ýlkel Geliþmiþ Statik Nesnesine karþý pozitif duygu taþýr Ýnanç ile iman arasýndaki farký ortaya koymak için böyle bir ayrým yapýlmakla birlikte, sýnýrýn bu kadar kesin çizgilerle ayrýlamayacaðýný da ifade etmekte yarar vardýr. Örneðin “iman duygusaldýr” ifadesinden imanda biliþsel hiçbir özelliðin olmadýðý sonucu çýkarýlmamalýdýr. Ýmanýn biliþsel yönü vardýr ama bunun aðýrlýðý azdýr. Aziz Thomas gibi ifade etmek gerekirse, insanýn imana ulaþmasýnda tek baþýna akýl yetersiz kalmaktadýr (Dönmez, 2004, s. 98–99) 152 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Bir baþka açýdan dinsel inanç ve iman, inanan ile inanýlan arasýndaki bir iliþki biçimi olarak deðerlendirilebilir. Bu iliþkinin iki yönü vardýr. Bunlardan biri insani diðeri de ilahi yöndür. Din psikolojisi, bu iliþkinin insani yönü ile ilgilenmektedir. Ýþte burada bir benzetme yapmak gerekirse bu iliþkide, inancýn resmiyet ve mesafeyi; imanýn ise yakýnlýk, sýcaklýk, içtenlik, dostluk, güven, sadakat, baðlanma ve teslim olmayý temsil ettiði söylenebilir. Baþa dönecek olursak, burada üzerinde durulmasý gereken önemli bir nokta inancýn iman haline gelme sürecidir. Bu konuya þöyle bir soruyla girebiliriz: “Her dinsel inanç, iman haline gelir mi?” Ýnanç iman haline gelir ama her inancýn iman haline geldiðini söylemek zordur. Ýnancýn iman haline gelmesinde iki temel etken vardýr. Bunlardan biri insanýn kiþilik yapýsý, diðeri ise içinde yaþadýðý koþullardýr. Bu, bazý bireylerin kiþilik yapýlarýnýn bir sonucu olarak daha akýlcý ve pozitivist düþüncelere eðilimli olduklarýndan ya da içinde bulunduklarý çevrenin onlarý bu þekilde eðitmesinden dolayý sade bir inanca sahip olabilecekleri ama bu inançlarýný iman haline getirmekte çok zorlanacaklarý anlamýna gelmektedir. Diðer taraftan kiþilik yapýsý, duygusal ve zihinsel bakýmdan bütünlük gösteren bireyler, inançlarýný daha kolay iman haline getirebilirler. Böyle kiþilere çevresel koþullar da destek saðlarsa inanç düzeyinden iman düzeyine geçmeleri çok zor olmaz. Ancak, þunu belirtmek gerekir ki, May’in dediði gibi, günümüz insanýnýn temel sorunlarýndan biri de kendi donanýmlarýný bütünlük içinde kullanamamasýdýr. Özellikle son iki yüzyýlda insanýn mantýðýna olan güveni onu kendi duygularýndan uzaklaþtýrmýþtýr (May, 2000, s, 42). Bu durumda duygu dünyasý fakirleþen ve boþalan insan, kanadý kýrýlmýþ kuþa dönmüþtür. O, inanmýþ ama sadece mantýðýný kullanýp duygularýný görmezlikten geldiði için iman edememiþtir. Çünkü insan duygu ve düþüncelerini birleþtirdiði zaman uzak ufuklara açýlabilir. Burada düþünceler insanýn hangi davranýþlarý sergilemesi gerektiði konusunda ona yardýmcý olurken, duygularý amaçlý davranýþlarýn itici güçlerini oluþturmaktadýr. Bir benzetme kullanmak gerekirse “mantýklý düþünceler geminin dümeni, duygular ise... yakýtýdýr” (Dökmen, 2000, s. 112). Bunlardan birinin olmamasý, insaný yarým býrakacaðýndan, insan bunlarý bütünleþtirdiði zaman her türlü geliþim ve ilerleme için hazýr hale gelmektedir. Ýnsanýn inancýnýn iman haline gelmesi, yani onun mantýk ve duygularýnýn dinsel inanç noktasýnda buluþarak yola çýkmasý için kuþkusuz bazý ateþleyici güdülere gereksinim vardýr. Bu güdüler, insanýn þüpheleri, sahip olacaðý yaratýcý düþünce, çocuk için sevgi ve hoþgörü ortamý oluþturan bir aile, Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 153 çevredeki örnek kiþiler, toplumsal kurumlar, mistik deneyimler, dýþsal olaylar, buhranlar, bilinçli davranýþ ve seçimler olarak sýralanabilir. Ýnanç ve imanýn iliþkili olduðu bir diðer kavram þüphedir. Genel olarak baktýðýmýzda iki farklý þüphe ile karþýlaþmaktayýz: a) Ýnanç aþamasýnda ortaya çýkabilen þüphe b) Ýman aþamasýnda ortaya çýkabilen þüphe. Ýnanç aþamasýnda ortaya çýkan þüpheler, insanýn inancýnýn iman haline gelmesine katkýda bulunabileceði gibi, inançlarýný tamamen kaybetmesine de neden olabilir. Ýnanç aþamasýnda karþýlaþýlan þüphe biçimlerini þöyle sýralayabiliriz: Tepkisel-olumsuz þüphe, insanýn ilgilerine karþýlýk bulamamasýndan kaynaklanan þüphe, geleneksel dinin eksikliklerinden kaynaklanan þüphe, Tanrý anlayýþýndan kaynaklanan þüphe, dinsel arayýþýn kaynaklarýyla ilgili þüphe, bilimsel þüphe, referans þüphesi, büyü ile dinin karýþtýrýlmasýndan kaynaklanan þüphe, ergenlik þüphesi. Ýman aþamasýnda görülen þüphe ise imanýn daha da güçlenmesine zemin hazýrlayan þüphe biçimidir ve sadakat þüphesi olarak adlandýrýlmaktadýr. Bütün bunlara baktýðýmýzda þöyle bir sonuca varabiliriz: Ýnançta daha çok biliþsel süreçler görülürken, imanda biliþsel süreçlerle birlikte ve onlardan daha yoðun olarak duygusal süreçler ön plana çýkmaktadýr. Öyle ise iman, inancýn geliþmiþ ve daha da öznelleþmiþ bir halidir. Bu anlamda iman, inanýlan deðerlerin içte ve derinden yaþanmasý olarak ifade edilebilir. Çünkü imanda, insanýn kendine özgü ruhsal özellikleri hep birlikte canlanmaktadýr. Bu canlanýþ, insanýn iman ettiði deðerle bütünleþerek zirveye çýkmaktadýr ve bu bütünleþmeye güven ve teslimiyet temel oluþturmaktadýr. Çünkü Ýslamî dil ile söylemek gerekirse, Allah’a iman, müslümanýn ona güvenmesi ve teslim olmasýyla gerçekleþir. O halde iman, insanýn bütün donanýmlarýyla, güven ve teslimiyet temelinde Allah ile bütünleþmesi olarak belirlenebilir. Bu baðlamda, þüphenin inanç ve iman ile iliþkisine dönersek, þöyle bir tablo karþýmýza çýkmaktadýr: Daha önce ifade ettiðimiz gibi, þüphe daha çok inanç aþamasýnda kendine yer bulmaktadýr. Çünkü daha çok biliþsel süreçlerin hâkim olduðu inanç aþamasýnda, güven duygusu henüz yeterince geliþmemiþtir. Güven duygusunun bulunmadýðý ya da yeterli geliþmeyi gösteremediði yerlerde, þüphe ortaya çýkar. Çünkü bir yerde güven yoksa þüphe, þüphe yoksa güven vardýr ve bu ikisi birbiriyle ters orantýlýdýr. Biri güçlenirken diðeri zayýflar. Aslýnda insanda güven duygusu her zaman vardýr. Ama yeterince geliþmemiþ ve zayýf kalmýþ güven duygusunun yerini þüphe doldurmaktadýr. Ýman aþamasýnda ise güven duygusu geliþip teslimiyete dönüþtüðünden, þüphe burada kendisine yer bulamamaktadýr. Çünkü güvenin olduðu yerde kendine yer bulamayan þüphe, güvenin ileri aþamasý diyebileceðimiz 154 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I teslimiyetin hâkim olduðu bir alanda yok olma durumuyla karþý karþýya kalmaktadýr. Diðer taraftan iman aþamasýnda görülen sadakat þüphesi ise güven yoksunluðu ile ilgili deðil, güvenin yeterince geliþip geliþmediði ile ilgili bir durumdur ve güvenin geliþerek teslimiyete dönüþmesine katkýda bulunan geçici bir süreçtir. KAYNAKLAR Allport, G. W., (1950), The Individual and His Religion: A Psychological Interpretation, London: The Macmillan Company. Aydýn, A. A., (1984), Ýslam Ýnançlarý: Tevhid ve Ýlm-i Kelam, Ýstanbul: Gonca Yayýnevi. Catalan, J.-F. (1994), L’homme et sa religion: Approche psychologique, Paris: Desclée de Brouwer. Clark, W. H., (1961), The Psychology of Religion: An Introduction to Religious Experience and Behavior, New York: The Macmillan Company. Demirci, K., (1985), Dinlerin Dejenerasyonu, Ýstanbul: Ýnsan Yayýnlarý. Donald, S. L. Jr. (1998), “Belief”, in Critical Terms for Religious Studies, (Edited by Mark C. Taylor), Chicago & London: The University of Chicago Press. Dökmen, Ü., (2000), Evrenle Uyumlaþma Sürecinde Varolmak Geliþmek Uzlaþmak, Ýstanbul: Sistem Yayýncýlýk. Dönmez, S., (2004), Aziz Thomas’ta Felsefe-Teoloji Ýliþkisi: Bilgi ve Ýnanç, Ankara: Karahan Kitabevi. Fowler, J. W., (1986), “Faith and the Structuring of Meaning”, in Faith Development and Fowler, (ed. by C. Dykstra & S. Parks), Birmingham: Religious Education Press. Fowler, J., W., (1992), “The Vocation of Faith developmental Theory”, in Stages of Faith and Religious Development: Implications for Churc, Education and Society, (Edited by, James W. Fowler, Karl Ernst Nipkow and Friedrich Schweitzer), Britain: SCM Press Ltd. Fowler, W. J., (1996), “Pluralism and Oneness in Religious Experience: William james, Faith Development Theory, and Clinical Practice”, in Religion and the Clinical Practice of Psychology, (ed. by Edward P. Shafranske), Washington: American Psychological Association. Gander, J. M., Gardiner, W. H., (2001), Çocuk ve Ergen Geliþimi, (Çev.: A. Dönmez, N. Çelen, B. Onur, Yayýma Hazýrlayan: B. Onur), Ankara: Ýmge Kitabevi. Hökelekli, H., (1993), Din Psikolojisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfý Yayýnlarý. Ýkbal, M., (1984), Ýslamda Dinî Düþüncenin Yeniden Doðuþu, (Çev.: A. Asrar), Ýstanbul: Bir Yayýncýlýk. Ýmam-ý Azam Ebu Hanife, (1981), Ýmam-ý Azamýn Beþ Eseri, (Çev.: M. Öz), Ýstanbul: Kalem Yayýncýlýk A. Þ. Ýzutsu, T., (1984), Ýslam düþüncesinde Ýman Kavramý, (Çev.: S. Ayaz), Ýstanbul: Pýnar Yayýnlarý. James, W., (1945), The Varieties of Religious Experience: A Study in Human Nature, London, New York, Toronto: Longmans Green & Co. Jardine, M. M., & Viljoen, H. G., (1992), “Fowler’s Theory of Faith Development: An Evaluative Discussion”, Religious Education, Volume: 87, Issue: 1. http://search.epnet.com/direct.asp?an=9609225682&db=aph Psikolojik Açýdan Ýnanç, Ýman ve Þüphe 155 Koenig, G., K., (1994), Aging and God: Spiritual Pathways to Mental Health in Midlife and Later Years, New York, London and Norwood: The Haworth Pastoral Press. Koç, T., (1995), Din Dili, Kayseri: Rey Yayýncýlýk. May, R., (2000), Kendini Arayan Ýnsan, (Çev.: A. Karpat), Ýstanbul: Kuraldýþý Yayýncýlýk. Meadow, M. J. & Kahoe, R. D., (1984), Psychology of Religion: Religion in Individual Lives, New York: Harper & Row Publishers. Özcan, H., (1992), Epistemolojik Açýdan Ýman, Ýstanbul: Marmara Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesi Vakfý Yayýnlarý. Tolstoy, L. N., (1998), Din Nedir?, (Çev.: M. Çiftkaya), Ýstanbul: Kaknüs Yayýnlarý. Topçu, N., (1995), Ýsyan Ahlâký, (Çev.: M. Kök, M. Doðan), Ýstanbul: Dergâh Yayýnlarý. Tümer, G., (1986), “Çeþitli Yönleriyle Din”, Ankara Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesi Dergisi XXVIII, Ankara: Ankara Üniversitesi Basýmevi. Vergote, A., (1978), “Çocuklukta Din”, (Çev.: E. Fýrat), Ankara Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt XXII, Ankara: Ankara Üniversitesi Basýmevi. Vergote, A., (1981), “Ergenlikte Din”, (Çev.: E. Fýrat), Ankara Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt XXIV, Ankara: Ankara Üniversitesi Basýmevi. Vergote, A., (1999), Din Ýnanç ve Ýnançsýzlýk, (Çev.: V. Uysal), Ýstanbul: Marmara Üniversitesi Ýlahiyat Fakültesi Vakfý Yayýnlarý. Yavuz, K., (1993), Çocukta Dinî Duygu ve Düþüncenin Geliþmesi, Ankara: Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý Yayýnlarý. Yazýr, E. M. H., (Tarihsiz), Hak Dini Kur’an Dili, Ýstanbul: Eser Neþriyat. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s.157-175 Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni DURMUÞ ARIK DR., ANKARA Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-mail: [email protected] abstract The Phenomenon of Sacrifice in Kyrgyz People. The Kyrgyz people, who are considered one of the ancient peoples in the history of the Turks, have continued old traditions, customs and beliefs of the Turk peoples up to our time. The most attractive ones of them are the beliefs and the customs connected with sacrifice. The Kyrgyz people have continued the custom of sacrifice, which has still been the most important custom in the lives of Turks and Central Asian people. Therefore, the research of sacrificial custom of the Kyrgyz people contributes to understanding the religious history of the Turk people. The custom of sacrifice of the Kyrgyz people is researched and analysed in this article. key words Kyrgyz, Sacrifice, Offering, Libation, Traditional Turkic Religion 1. Giriþ Ýnsanlarýn, yüce varlýk ya da varlýklarý etkilemek, teskin etmek, onlara þükran duygularýný ifade etmek, onlardan bir þeyler dilemek ya da günahlarýný affettirmek, onlarýn rýzasýný kazanmak, kötülüklerinden korunmak gibi nedenlerle icra ettikleri çeþitli ibadet ve uygulamalarýn en önemlilerinden birini kurban törenleri teþkil etmiþtir.1 Evrensel bir fenomen olan kurban, öteden beri dinlerde vazgeçilmez uygulamalardan biri olmuþtur. Türk tarihinin bilinen en eski topluluklarýndan biri olan Kýrgýzlar, Ýslâmý kabul ettikten sonra da genel olarak Geleneksel Türk Dini diyebileceðimiz inanýþ ve uygulamalarý günümüze kadar canlý biçimde taþýmýþtýr.2 Bu inanýþ ve uygu1 2 Bkz. Þinasi Gündüz, Din ve Ýnanç Sözlüðü, Vadi Yayýnlarý, Ankara 1998, s. 226; Eric J. Sharpe, Dinler Tarihinde 50 Anahtar Kavram, (Çev. Ahmet Güç), Arasta Yayýnlarý, Bursa 2000, s. 4446; Ali Rafet Özkan, Dinlerde Kurban, Ankara 2003, s. 11-14. Kýrgýzlarýn Ýslâmý kabulü ile ilgili geniþ bilgi için bkz. Seyfettin Erþahin, Kýrgýzlar ve Ýslâmiyet, SEK Yayýnlarý, Ankara 1999. 158 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I lamalardan en çok kurbanla ilgili olanlar dikkat çekmiþtir. Bu baðlamda Kýrgýzlardaki kurban uygulamasýnýn incelenmesi, Türk din tarihinin ve geleneksel Türk inanýþlarýnýn daha iyi anlaþýlmasýna katký saðlayacaktýr. Bu makalede, konuyla ilgili kaynak eserler, gözlemlerimiz ve Kýrgýzlar arasýndan seçilen kaynak kiþilerle yapýlan görüþmeler esas alýnarak Kýrgýzlardaki kurban fenomeni ortaya konulmaya ve analiz edilmeye çalýþýlacaktýr. 2. Kurban Sözü ve Kurbanýn Amacý Maddî ve manevî yakýnlýk anlamýna gelen Arapça “kurban” sözü dinî terminolojide, kendisiyle Tanrýya yaklaþýlan þeyi ifade eder. Ayný zamanda batý dillerinde kurban karþýlýðýnda kullanýlan sözlerde (sacrifice, offering) “bir nesnenin tanrýya sunulmasý” gibi ortak anlamlar bulunur. Türklerde kanlý kurbanlara tayýlga ya da hayýlga, saçýya ise saçýlga ya da çaçýlga denir.3 M. Yudahin, Kýrgýz Sözlüðü’nde Kýrgýzca, kurban vermek anlamýnda tayý, ölünün ruhuna kurban sunmak için de azýr tayý sözüne yer verir.4 Günümüzde Kýrgýzlarda kurbaný ifade etmek için Arapça’dan alýnan, Kýrgýzca söyleniþiyle kurman ve Farsça’dan alýndýðý anlaþýlan kudayý sözleri yaygýn olarak kullanýlýr. Türklerin sosyal yaþamýnýn her aþamasýnda kurbanýn önemli bir yeri bulunmuþtur. Türkler Tanrýya yakarýþ, ata ruhlarýný anma, bereket dilekleri, doðum, toy-düðün, þölen, bayramlar, antlaþmalar, ölüm ve mezar ziyareti gibi çeþitli durumlarda kurban sunmuþtur. Bu çerçevede Kýrgýzlarýn yaþamýnda da öteden beri kurban önemli yer almýþtýr. Çin ve Ýslâm kaynaklarýna göre eski Kýrgýzlarda kurban için muayyen bir zamana rastlanmamýþtýr. Bunun yanýnda Kýrgýzlar, Ýslâmý kabulden önce, Tanrýya (Tengir), ata ruhlarýna (arvah), yer-su (cer-suu: kutsal dað, orman, su v.b.) ruhlarýna, ocaðýn ve çocuklarýn koruyucusu kabul edilen Umay Ene’ye kurban sunmuþtur.5 Kýrgýzlarda kurban uygulamasýnýn amaçlarý arasýnda Tanrýya þükretmek, Tanrýdan bir dileðin kabul edilmesini istemek, ata ruhlarýný anmak, ölmüþlerin sevabýný artýrmak, sevap kazanmak, çeþitli hastalýklardan kurtulmak 3 4 5 Bkz. Abdulkadir Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, Türk Tarih Kurumu Basýmevi, Ankara 2000, s. 100; Ahmet Güç, Çeþitli Dinlerde ve Ýslâm’da Kurban, Düþünce Kitabevi Yayýnlarý, Ýstanbul 2003, s. 129-130; Ahmet Gökbel, “Türk Halk Ýnançlarýnda Din ve Din Anlayýþý (Kurban Kültü Örneði)”, Dinler Tarihi Araþtýrmalarý II, Dinler Tarihi Derneði Yayýnlarý, Ankara 2000, s. 182-185, 192-193; Kurban teriminin etimolojik yapýsý ve bu terime yüklenen anlamlar hakkýnda geniþ bilgi için bkz. Güç, s. 1-11. K. K. Yudahin, Kýrgýz Sözlüðü, (Çev. A. Taymas), Türk Dil Kurumu Yayýnlarý, Ankara 1994, Cilt II, s. 718. Bkz. D.W. Eberhard, Çin’in Þimal Komþularý, (Çev., N. Uluðtuð), Ankara 1996, s. 69; Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 8; Güç, s. 127-140. Karþýlaþtýrma için bkz. Durmuþ Arýk, Çuvaþlarýn Dini Ýnanýþlarý Üzerine Bir Araþtýrma, (Ankara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basýlmamýþ Doktora Tezi), Ankara 2002, s. 53-57. Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 159 yanýnda kurban aracýlýðýyla akraba, dost ve komþularýn duasýný almak gibi düþünceler de bulunur. Kýrgýzlarýn yaþamýnda insanýn doðumundan ölümüne kadar geniþ bir dönemde uygulanan kurban, ölümden sonraki dönemlerde de çeþitli anma törenleriyle devam eder. Bu inanýþ ve uygulamalar diðer Türk topluluklarýndakilerle de ortaklýk ve paralellik gösterir. Asýrlardýr süregelen ve Manas destanýnda da sýkça söz edilen kurban fenomeni, Kýrgýzlarda günümüzde tertip edilen her türlü törende, toyda, ziyafette, ölüm olayýnda, ata ruhlarýnýn anýlmasýnda ve diðer bazý durumlarda gerçekleþtirilir. 3. Kurban Türleri Kýrgýzlarda genel olarak iki türlü kurban uygulamasýna rastlanýr. Bunlar; çeþitli hayvanlarý kesmek suretiyle gerçekleþtirilen “kanlý kurban”, diðeri ise hayvanlar dýþýndaki sunulardan (saçý - libation) oluþan “kansýz kurban”dýr. 3.1. Kanlý Kurban Uygulamasý Kýrgýzlarda kanlý kurban uygulamasýnda genellikle kurban olarak þu hayvanlar seçilir; at, sýðýr, koyun, keçi, topoz (Çin mandasý), deve, bazen de tavuk ya da horoz. Öteden beri Türk topluluklarýnda genellikle erkek hayvanlar kurban olarak tercih edilir ve bunlarýn en makbul olanýnýn da at olduðuna inanýlýr.6 Kýrgýzlar, alnýnda beyaz bulunan genç kýsraðý, Tanrýnýn beðendiðine ve ruhlarýn hoþuna giden kurban olduðuna inanýr. Bu yüzden Manas destanýnda kahramanlarýn kurban olarak ak boz kýsraký tercih ettiði bildirilir.7 Kýrgýzlarda keçi kurban olarak daha az tercih edilir. Günümüzde “kan akýtma” adý altýnda yapýlan uygulamalarda ise tavuk ya da horozun kesildiði görülür. Kýrgýzlar, deve eti yemenin ruh için þifalý olduðuna inanýr ve deveyi kutsal bir hayvan kabul eder. Bundan dolayý onlar ancak evde büyük bir bahtsýzlýk olduðunda kurban olarak deve keser.8 Kurban edilen hayvanýn kanýnýn akýtýlmasýna, kemiklerinin kýrýlmamasýna, köpeklere verilmemesine dikkat edilir ve bu kemiklerin ateþte yakýlmasýna ya da yere gömülmesine özen gösterilir. Türk topluluklarý arasýnda kurban olarak kesilen atýn kafatasýnýn bir sýrýk üzerine asýlmasýna ise yaygýn olarak rastlanýr.9 6 7 8 9 Bkz. Ýbrahim Kafesoðlu, Türk Milli Kültürü, Ýstanbul 1994, s. 294; Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 100; Güç, s. 130-133. Bkz. Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 101; Ünver Günay-Harun Güngör, Türk Din Tarihi, Ocak Yayýnlarý, Ýstanbul 1998, s. 77-78. W. Radloff, Sibirya’dan, (Çev. Ahmet Temir), MEB Yayýnlarý, Ýstanbul 1994, Cilt II, s. 232. Bkz. Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 101; Güç, s. 140; Gökbel, s. 189, 194-195. Hunlarýn Tanrýya ve Yer-Su’ya sunduklarý kurbanlar genellikle atlardan oluþmuþ, kurbanýn kaný aðaçlarýn etrafýna dökülmüþ, kurbanýn baþý ve derisi ise aðaçlarýn dallarýna asýlmýþtýr. (Bkz. M. Kalankatuklu, Albanya Tarihi, (Çev. Z.M. Bünyatov), Bakü 1993, 156, 160-161). Benzer bir 160 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Kýrgýzlarda kanlý kurban uygulamasýný, geçiþ dönemlerinde gerçekleþtirilen kurban uygulamalarý ve diðer durumlarda sunulan kurban uygulamalarý olarak iki ana gurupta incelemek mümkündür. 3.1.1. Geçiþ Dönemlerinde Gerçekleþtirilen Kurban Uygulamalarý Birçok toplumda olduðu gibi bütün Türk topluluklarýnda da geçiþ dönemleri olarak belirlenen doðuma, evliliðe, ölüme özel bir önem verilir ve bu dönemlerle ilgili çeþitli inanýþlara ve uygulamalara rastlanýr. Bu inanýþ ve uygulamalar arasýnda kurbanla ilgili olanlar da yer alýr. a. Doðum ve Çocukla Ýlgili Uygulamalar Kýrgýz yaþamýnda kurban sunusuna doðumla ilgili uygulamalar arasýnda rastlanýr. Genellikle çocuðu olmayan Kýrgýzlar çocuk sahibi olma dileðiyle kurban keserek halka ziyafet verir. Bazen ayný amaçla kutsal kabul edilen yerleri ziyaret ederek kurbanlarýný bu yerlerde sunarlar. Manas destanýnda Yakup Han, eþinin kýsýrlýðýndan þikayet ederek, “mezarlarý ve yatýrlarý ziyaret etmediðinden, kutlu yerlerde yuvarlanmadýðýndan, kutlu pýnarlarda geceleyip çocuk istemediðinden”1 0 yakýnýr. Çocuk sahibi olmak arzusu ile kutsal yerlerin, aðaçlarýn ve mezarlarýn ziyaret edilmesi inanýþ ve adeti, genel olarak bütün Türklerin inanýþlarý arasýnda yer alýr. Bu inanýþlar adak ve ziyaret inanýþlarý þeklinde Müslümanlaþmak suretiyle Ýslâmî dönemde de varlýðýný sürdürür. Kýrgýz ve Kazaklarda çocuðu olmayan bazý kadýnlar, kutsal kabul ettikleri yerlerde yetiþen, tek büyüyen aðacýn, bir pýnarýn veya suyun yanýnda kurban keser, orada geceler. Böyle bir yere giderek koyun kesen Kýrgýzlar, koyunun etini piþirerek ziyaret yerindeki halka ziyafet verirler. Bazen bu kurbanlar, ayný amaçla kiþinin kendi yaþadýðý yerdeki insanlara ikram edilir.1 1 Kýrgýzlarda çocuðu doðmayan veya çocuðu yaþamayan kadýnlar ölen kaynatalarýnýn kabrine giderek, orada bir gece kalýr ve kurban keser.1 2 Bu tür kurban uygulamasýna Kýrgýzlar, Allah rýzasý için verilen ziyafeti ifade 10 11 12 uygulamaya Çuvaþlarda da rastlanmýþ ve Çuvaþ yerleþim birimlerinde korkuluklar, ya da aðaçlar üzerinde at kafataslarýnýn asýlý olduðu gözlenmiþtir. (Bkz. Arýk, Çuvaþlarýn Dini Ýnanýþlarý Üzerine Bir Araþtýrma, s. 53-57). Manas Destaný, (Çev. Abdulkadir Ýnan), MEB Yayýnlarý, Ýstanbul 1992, s. 6. Bkz. B. S. Soltonoyev, “Kýzýl Kýrgýz Tarýhý”, Kýrgýzdar, (Haz. K. Cusupov), Biþkek 1993, Cilt II, s. 227; Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 168; Kemal Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde Gelenek ve Ýnanýþlar, Türkiye Diyanet Vakfý Yayýnlarý, Ankara 2005, 67-70. Bkz. Bkz. B. Soltonoyev, “Kýrgýzlarning Kadimgi Tarihidan”, Kirgizlar, Biþkek 1999, s. 420421; Mustafa Erdem, Kýrgýz Türkleri, ASAM Yayýmlarý, Ankara 2000, s. 219; Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde..., s. 73. Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 161 etmek için kullanýlan kudayý adýný verir. Çocuðun doðduðu gün, doðum yapan annenin ve yeni doðan bebeðin saðlýklý olmasý durumunda þükür niteliðinde Allah’ýn adý anýlarak bir kurban kesilir. Kýrgýzlarda bu uygulamaya tülöö (dilek), aksarbaþýl, ya da sadaga adý verilir. Bu uygulamada kesilen koyunun eti loðusa kadýna azar azar yedirilir ve onun bir anlamda eski saðlýðýna kavuþmasýna yardým edilir.1 3 Çocuk doðduktan sonra ad koyma töreninde de ak-boz kýsrak kesilir. Daha sonra, çocuðun doðumunu müteakip piþirilmesi gelenek olan hamur ve etten oluþan yemeklerin ikram edildiði, bebeðe saygý ve onun dünyaya geliþini kutlama anlamýna gelen centek toy yapýlýr. Koyun ya da keçi kesilerek halka ziyafet verilen bu toya gelen konuklar köründük adý altýnda eyer takýmý, tay, tosun, koyun, kuzu gibi çeþitli hediyeler getirir. Yemekten sonra katýlanlar çocuk ve aile için duada bulunur. Yapýlan dualar genellikle, beþik boongor bek bolsun (Beþik baðýnýz saðlam olsun.), tukumungar köböysün (Tohumunuz –nesliniz- çoðalsýn.), çocuk için de, yolu açýk olsun, anne-babasýyla beraber olsun, zengin ve mutlu olsun, arkasýndan çocuk gelsin, þeklindedir.1 4 Çocuðun doðumundan bir hafta ya da kýrk gün sonra gerçekleþtirilen törenlerden biri de beþik toydur. Yakýnlarýn davet edildiði bu tören için koyun, sýðýr ya da at kesilebilir. Bu törene gelenler de çeþitli hediyeler getirerek çocuk sahibi olan yakýnlarýnýn sevincine ortak olurlar. Özellikle gelinin annebabasýnýn törene katýlmasý gerekir. Onlar torunlarý için bir beþik, kýzý, damadý ve dünürleri için de hediyeler getirirler. Erkek tarafýn anne-babasý da beþik toya gelen dünürlerine hediyeler vererek akrabalýk baðýný güçlendirirler.1 5 Kýrgýzlar çocuklarý nazardan korumak amacýyla da kurban uygulamasýna baþvururlar. Bu uygulamayla ilgili, Manas Destanýnda Köketay Hanýn, avlanýrken kundak içinde bir erkek çocuk bulduðu, onu evlat edindiði, eve döndükten sonra, bir toy yapýp nazardan korunmasý için çocuðun baþýna “puhu” tüyü taktýrdýðý anlatýlýr ve çocuðun baþ sadakasý için her gün altý teke ile dört oðlak kurban kestirdiði kaydedilir.1 6 Kýrgýzlarda bazý ailelerin çocuklarý doðumdan sonra uzun süre yaþamaz ve ölürse, onlarý yaþatmak için inanýþlara baðlý olarak çeþitli koruyucu tedbirler alýnýr. Bu tedbirler arasýnda kurban uygulamasý da yer alýr. Bu uygulamalarda koyun kesilir ve yalnýzca yaþlýlar davet edilerek onlara ziyafet ve- 13 14 15 16 17 Bkz. Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde..., s. 113. Bkz. Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde ..., s. 120-122. Bkz. Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde..., s. 122-127. Manas Destaný, s. 46. Kýrgýzca’da hayvanlarýn bacaklarýndaki diz kapaðý kýsmýna tomuk denir. Kýrgýzlarda tomukla ilgili çeþitli inanýþ ve uygulamalara rastlanýr. Mesela; et yerken tomuka diþ deðerse diþlerin 162 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I rilir. Kesilen kurban etinin, hayvanýn tomukuna1 7 diþ deðdirmeden yenilmesi ve çocuðun yaþamasý için Tanrýya dua edilmesi gerekir. Kesilen koyunun kemiklerinin toplanýp, beyaz kefene sarýlarak kabristana gömülmesi uygun görülür. Bu uygulamadan sonra, doðan çocuklarýn yaþayacaðýna inanýlýr. Kýrgýzistan’ýn güneyinde eski bir inanýþ olarak deðerlendirilen bu uygulamaya günümüzde kuzeyde sýkça rastlanýr.1 8 Uzun yýllar sonra çocuk sahibi olan Kýrgýzlar çocuðun baþýnýn tepesinde bir tutam saç býrakýr. Bu saç yedi yýl boyunca týraþ edilmez. Çocuk yedi yaþýna geldiðinde, bir türbe ya da kutsal bir yer ziyaret edilir. Orada kurban kesilerek kan akýtýlýr ve yaþlý birine çocuðun saçlarý kestirilir. Kesilen saç burada býrakýlýr ve “Ben çocuðu aldým, sen de saçý al.” denir. Ziyaret yerindeki ulu kiþinin çocuðu sakýnacaðýna, kötülüklerden, tehlikelerden ve ölümden koruyacaðýna inanýlýr. Son zamanlarda bu uygulamada saçýn yerini bir bez parçasýna býraktýðý görülür. Birinin erkek çocuðu olduðunda ise oðlak kesip kökbörü1 9 oyunu oynatýr, oyundan sonra ziyafet verir. Çocuk adým atmaya ve yürümeye baþladýðýnda Kýrgýzlar tuþoo kesüü 18 19 20 döküleceðine dair bir inanýþ vardýr. Bazý bölgelerde tomuk, bir bohça içinde saklanýr; tomuk ne kadar iyi muhafaza edilirse tomukun da onu muhafaza eden aileyi her türlü kötülükten koruyacaðýna inanýlýr. Ayrýca, kesilen hayvan koyun ya da keçi olursa bu hayvanlarýn etinin ve kemiklerinin ilikli kemik (cilik, ustukan) olarak parçalanmasýna özen gösterilir. Her koyun ve keçide 12 ilikli kemik bulunur ve bu ilikli kemiklerin konuklara ikram edilmesi onlara verilen deðeri gösterir. Kurban Aydayev, Oþ-Özgön, Kýzýlkýrman Köyü, Doðum Tarihi 1934; Zamir Cooþbayev, NarýnKoçkor, Dönalýþ Köyü, Doðum Tarihi 1952; Nurtaci Kalýyeva, Oþ-Nookat, Þankol Köyü, Doðum Tarihi 1965; Esenbay Mamýtov, Oþ-Nookat, Karataþ Köyü, Doðum Tarihi 1922; Gülmayram Mayramova, Oþ-Özgön, Kýzýlkýrman Köyü, Doðum Tarihi 1944; Coldoþ Sadýraliev, NarýnKoçkor, Doðum Tarihi 1954; Saparbek Sýdýkov, Narýn-Koçkor, Doðum Tarihi 1939 ile 2004 yýlýnda çeþitli tarihlerde yapýlan söyleþilerden. Ayrýca bkz. Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde..., s. 75. Eski Türklerde ruhun kandan sonra ikinci ikametgahýnýn kemikler olduðuna inanýlýrdý. Bu nedenle kurban kemikleri kýrýlmadan, yakýlmadan ya da köpeklere verilmeden muhafaza edilir, bir kaba konularak kayýn aðacýna asýlýrdý. Kemiklerin en küçük parçasýna kadar korunmasý gerekirdi. (Bkz. Gökbel, s. 189). Kökbörü: At üstünde oynanan ve kesilerek oyun sahasýna býrakýlan tekeyi çekiþmek suretiyle yapýlan yarýþ ve koþu oyunudur. Bkz. Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde..., s. 127-130. Kýrgýzlarýn “tuþoo kesüü toyu” Türkiye’de “köstek kesme” adýyla uygulanýr. Türkiye’nin çeþitli bölgelerinde benzerlik gösteren bu uygulama Bolu’nun Gerede yöresinde ve çevresinde þöyle gerçekleþir: Kösteði kesilecek çocuðun iki bacaðý arasýna ip baðlanýr, eline yiyecek bir þey ya da para, güzel yürüyen bir çocuðun eline de bir býçak verilir. Elinde býçak olan çocuk, kösteði kesilecek çocuðun bacaklarýna baðlanan ipi keser, bir tokat vurur. Çocuðun elindeki yiyeceði veya parayý alýr ve koþarak kaçar. Köstek kesmeyle ilgili bir baþka uygulama þekli ise þöyledir: Çocuðun yakýnlarýndan biri sabah erken evden çýkarken çocuðun iki ayaðýna bir ip baðlar, Kur’an’ýn el-Ýhlas suresini okuyarak ipi keser ve arkasýna bakmadan gider. Bundan sonra çocuðun iyi yürüyeceðine inanýlýr. (Durmuþ Arýk, “Geredede Halk Ýnanýþlarý ve Ziyaret Yerleri”, Geçmiþten Günümüze Gerede, Gerede Belediyesi Yayýnlarý, Gerede 2000, s. 223). Benzer uygulamaya Azerbaycan Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 163 toyu2 0 adýný verdikleri bir tören yapar. Bu törende de bir kurban uygulamasý gerçekleþir. Törenin amacý çocuðun iyi yürümesi, kendine güvenmesi ve yaþamýnda zorluklarla karþýlaþmamasýdýr. 7-12 yaþ arasý çocuklarýn katýldýðý törende çocuklar arasýnda koþu düzenlenir. Koþuda birinci gelen, yeni yürümeye baþlayan çocuðun iki ayaðýna baðlanan ipi keser. Bu tören için genellikle bir koyun kesilir, ayrýca çeþitli oyun ve eðlenceler düzenlenir. Törene ve törende verilen ziyafete katýlanlar çocuk için; balanýn colu açýk kadamý bekem bolsun! (Çocuðun yolu açýk, adýmý saðlam olsun!) þeklinde dua eder. Erkek çocuklar için 3, 5, 7 ya da 9 yaþlarýnda sünnet töreni yapýlýr. Kýrgýzca söyleniþiyle sünnötkö oturguzuu, çoçok kestirüü, sünnöt toyu adlarý ile bilinen sünnet töreninde de bir hayvan kesilir. Erkek çocuklar olgunluk çaðýna eriþip askere gideceklerinde sað salim gidip dönmesi; askerlikten sonra da saðlýkla döndüðü için bir koyun kesip akrabalara ve komþulara ziyafet verilir, katýlanlarýn duasý alýnýr ve Tanrýya bu vesileyle þükredilir. b. Evlilikle Ýlgili Uygulamalar Eski Türklerde toplumun çekirdeðini oluþturan ailenin sembolü ev, evin sembolü de ocaktýr. Bu yüzden aileye verilen önem, Türklerde eve, eþiðe ve ocaða kutsallýk kazandýrýr. Evlilik ve gelin alma törenlerinde ise çok eski zamanlardan beri “saçý” ve “kurban” uygulamalarýna rastlanýr. Evlilik törenlerinde gerçekleþtirilen saçý, ailenin yeni üyesi olan gelini kocasýnýn atalarý ve koruyucu ruhlarý tarafýndan kabul edilmesi için yapýlan bir kurban ritüelidir.2 1 Kýrgýz-Kazaklarda ve Baþkurtlarda gelin ocaktaki ateþe yað atýp secde eder, Baþkurtlarda kayýn pederinin suyunu içtiði ýrmak, pýnar ve göl sularýna paralar saçar. Bu uygulamalara, ateþ ve su ile ilgili koruyucu önlemler olarak baþvurulur. Kýz kaçýrma yoluyla evlenmelerde Yakutlarda, kýmýz saçýsý kötü ruhlarýn zararlý etkilerine ve diðer tehlikelere karþý koruyucu önlem olarak kendini gösterir.2 2 Temelinde dini inanýþlarýn bulunduðu anlaþýlan saçý uygulamasý, Türk topluluklarý arasýnda günümüzde de 21 22 Türklerinde de rastlanýr. Onlar çocuðun geç yürümesi ya da konuþmasý durumunda “çocuða çille basmýþ” derler. Çille basan çocuk akan suyun üstünde tutulur, iki ayak veya el baþparmaklarý iple baðlanýr ve el-Ýhlas suresi okunarak makasla ip kesilir, “çilleni kestim” denir. Çocuk da çilleden kurtulmuþ olur. (Bkz. D. Arýk, Azerbaycan Türklerinin Dini Tarihi ve Halk Ýnanýþlarý, Öztepe Matbaacýlýk, Ankara 2005, s. 139). Bkz. Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 167; Güç, s. 133-134. Bkz. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Türk Tarih Kurumu Basýmevi, Ankara 1995, Cilt II, s. 331, 522; Günay-Güngör, s. 84. 164 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I varlýðýný sürdürmektedir. Kýrgýzlarýn evlilik törenlerinde (toy) mutlaka kurban kesilir. Bu törenlerde kýz ve erkek tarafý at, inek, koyun, keçi gibi hayvanlardan birkaçýný keser ve konuklara ikram ederek toyu gerçekleþtirir. Toya kadar ve toydan sonra çeþitli aþamalarda kurban uygulamasýnýn da yer aldýðý örf ve adetler yerine getirilir. Toya kadar; bata toy2 3 , söykö saluu (söz kesme), sep dayardoo (çeyiz hazýrlama) toydan sonra ise sep cýyuu2 4 , küyöö çakýrýk (damadý davet), kýzdý törkülötüü (kýzýn baba evini ziyareti)2 5 gibi aþamalar bulunur. Saçýnýn bir baþka türü kökbörü oyununda görülür. Bu oyun oynanacaðý zaman torpok (dana) veya teke kesilir. Oyundan sonra kesilen bu hayvanlar oyunu kazananlara verilir ya da hep beraber yenilir. c. Ölümle Ýlgili Uygulamalar Kýrgýzlarda “atalar inanýþý” geçmiþte olduðu gibi günümüzde de oldukça güçlüdür ve bundan dolayý ata mezarlarýný oluþturan kurganlara saygý duyulur. Kýrgýzlarýn yaþamýnda kurban uygulamasý daha çok ölümle ve atalar inanýþýyla iliþkilidir. Ata ruhlarýna kurban sunmak, saçýlar saçmak Kýrgýzlarda bir görev kabul edilir. Manas Destanýnda Manas’ýn oðlu Semetey’in, babasýnýn kabrini ziyaret ederek onun ruhu için ak-boz kýsrak kurban ettiði 23 24 25 26 Kýz tarafýnýn erkek tarafýndan istediði kalýng (mihir) içinde genellikle koyun da yer alýr. Koyun sayýsý çift sayýda (2, 4, 6...) olur. Bazen kýzýn babasýnýn binmesi için iyi bir at istenir. Kalýng içinde yer alan koyunlardan biri ya da birkaçý kesilerek komþu ve akrabalara ziyafet verilir. Ziyafete katýlanlardan yeni evlenecek gençler için dua etmeleri beklenir. Gelin alýnýrken sep cýyuu (çeyizi yýðma) töreninde kýz tarafýn yakýn haným akrabalarý çeyizi yerleþtirir. Baþta erkeðin anne ve babasý olmak üzere, erkek tarafýn akraba ve komþularý bunlara görümlük verir. Düðünden sonra damat da gelin de kýzýn ana-babasýna görünmez, onlarýn yanýna gidemez, onlarý ziyaret edemez. Ziyaret edilmesi için küyöö çakýrýk ve kýzdý törkülötüü törenlerinin yapýlmasý gerekir. Bu törenlerde; erkek tarafýn bir koyun alarak çeþitli hediyelerle kýzýn anababa evine gidilir. Törende damat ve gelinin yanýnda damadýn birkaç arkadaþý bulunur. Bu uygulamaya Kýrgýzlar otko kirgizüü (ateþe girdirme) adýný verir. Bu törende damadýn yakýn akrabalarý da yer alýr. Damat bu törende; gelinin ana-baba evine ilk giriþinde üç kez elini kalbinin üzerine koyarak eðilir. Ayrýca kayýnpederi ile karþýlaþmasýnda da üç kez ayný uygulamayý yapar. Gelin ise benzer bir uygulamayý damadýn evinde, kaynana, kayýnpeder, kayýn, abla, hala, teyze, amca, dayý gibi yakýnlarý için gerçekleþtirir. Bu uygulama gerçekleþinceye kadar gelin bu akrabalarýna görünmemeye çalýþýr ve onlara görünmemek için kaçar. (Bkz. Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt II, s. 521; Erdem, Kýrgýz Türkleri, s. 117. Kýrgýzlarýn evlilikle uygulamalarý hakkýnda geniþ bilgi için ayrýca bkz. Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde..., s. 133-192). Bkz. Manas Destaný, s. 169-171, 177. Ancak burada ölenlere refakat etmek için kurban edilen hayvanlar ile cenaze yemeði için kurban edilen ve ölenin huzurunda yenen hayvanlarýn, uygulamalarýn çoðunda birbirlerinden ayýrt edilmesi gerekir. Birinciler, yalnýzca kendilerine uygun görülen kullanýmlara, yani ölene öteki dünyanýn yollarýnda refakat etmek için ya da ölene öbür dünyada binek hayvaný saðlamak ve sürülerinin varlýðýný oluþturmak düþüncesiyle tahsis edilir. Diðer Türk topluluklarýnda da olduðu gibi burada at, ölülerin ruhlarýnýn baþlýca yol göstericisi Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 165 bildirilir.2 6 Eski tarihlerde Kýrgýzlarda mezara ölüyle birlikte yiyeceði-içeceði, çeþitli eþyalarý, bindiði atý birlikte gömülür, mezarý baþýna, öbür dünyada hizmet etmesi düþüncesiyle öldürülen düþmanýn heykeli dikilirdi.2 7 Bu düþüncenin bir ürünü olarak, Kýrgýzlarýn ölen kiþiyi esir ve hizmetkârlarý ile birlikte gömdükleri nakledilir.2 8 Orta Asya’nýn çeþitli bölgelerinde yer alan kurganlarda ölü ile birlikte atlarýn gömüldüðünü gösteren çok sayýda örnek bulunur. Kýrgýzistan’ýn çeþitli bölgelerinde yer alan kurganlarda mezar odasýnda cesetle birlikte at iskeletlerine de rastlanýr.2 9 Ayrýca Tanrý Daðlarý Kýrgýzlarý, ölen kiþinin mezarý üzerine bir sýrýk diker ve ölenin atýnýn kuyruðunu bu sýrýk üzerine baðlar. Ölenin atýnýn kuyruðunu, mezarýna tuð olarak dikmek ise Türklerin eski bir geleneðidir.3 0 Günümüzde, ölüm durumunda geleneksel inanýþlarýný sürdüren Altaylýlarda, Yakutlarda, Müslüman Kýrgýz ve Kazaklarda hâlâ at kurbaný uygulanýr. Ancak Kazak ve Kýrgýzlarda Ýslâmýn yerleþmesi ile birlikte cenaze töreni sýrasýnda kurban edilen at, ölüyle birlikte mezara gömülmemektedir. Ýnan, Kýrgýzlarda definden önce ölü için birçok hayvan kesildiðini belirterek, Müslüman Kýrgýzlarýn dahi defin töreni gününde birkaç hayvaný, kudayý adý altýnda kestiklerini bildirir ve bu uygulamanýn eski bir þamanlýk kalýntýsý olduðuna vurgu yapar.3 1 Ayrýca Kýrgýzlarýn, biri öldüðünde ölük korugandarga (ölü bekleyenlere) denilerek keçi, kuzu ya da sýðýr kestikleri belirtilerek, ölünün ayný gün defnedilmemesinin ve ölü için kurban kesilmesi gerektiðinin halk arasýnda bir beklenti olduðu bildirilir.3 2 Ölenin gömülmesinden önce kurban kesilmesi geleneði, Kýrgýzlarýn ünlü Manas Des- 27 28 29 30 31 32 33 ve bineði rolünde görülür. (Jean Paul Roux, Türklerin ve Moðollarýn Eski Dini, (Çev. Aykut Kazancýgil), Ýþaret Yayýnlarý, Ýstanbul 1994, s. 227). Bkz. A.N. Bernþtam, “Yenisey Kýrgýzdarýnýn M.S. VI-X Kýlýmdagý Koomduk-Ekonomikalýk Tüzülüþü”, Kýrgýzdar, (Haz. K. Cusupov), Biþkek 1993, Cilt II, s. 293; ayrýca bkz. W. Barthold, “Türklerde ve Moðollarda Defin Merasimi”, Makaleler, (Çev. Abdulkadir Ýnan), Türk Tarih Kurumu Basýmevi, Ankara 1998, Cilt I, s. 362-386. Bkz. Roux, s. 228; Güç, s. 135-138. Bkz. Y. Hudyakov, “Tooluu Altaydagý Kýrgýzdar”, Kýrgýzdar, (Haz. K. Cusupov), Biþkek 1995, Cilt III, s. 140-143; Oktay Belli, Kýrgýzistan’da Taþ Balbal ve Ýnsan Biçimli Heykeller, Ýstanbul 2003, s. 27. Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriþ, Kültür Bakanlýðý Yayýnlarý, Ankara 1991, Cilt VI, s. 200. Bkz. Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 183. Bkz. Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde..., s. 201, 231. “... Ölüktü kýlýp þaanilüü, özök söz aytýp manilüü, tündügünö bee soyup, tüþdügünö tay soyup, cagýnaga koy soyup, ayabastan malýmdý, çeneesten alýmdý...” (...Ölüm töreni gibi yapýp, önemli sözler söyleyip, kuzeydekilere kýsrak kesip, güneydekilere tay kesip, yakýnlara koyun kesip, varlýkta cimrice davranmadan, halime bakmadan...). “Kara aþýn tokson soydurup, konok aþýn 166 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I taný’nda da yer alýr.3 3 Manas’ýn yiðitlerinden biri olan Almambetin Kalmuklarla mücadelesinde yakýn arkadaþý Çuvak’a vasiyetinde, “can dostum, benim kemiklerimi Talas’a götür, yaylaya göm, benim atým ‘sarýalayý’ bana kurban kesip býrak.”3 4 dediði bildirilir. Almambet öldükten sonra ölüsü Talas’a getirilerek gömülmüþ, atý da kesilerek, ona öbür dünyada hizmet edebilmesi için Almambet’in mezarý üzerine býrakýlmýþtýr.3 5 Eski Türklerde yog olarak bilinen ölünün hatýrasý için yapýlan büyük aþ törenlerine Kýrgýzlarda, Kýrgýzca söyleniþiyle coktoo (saðu saðma, ölü için aðlama) adý altýnda rastlanýr. Ölünün vefatýndan bir yýl sonra yapýlan bu törenin büyüklüðü, ölünün sosyal mevki ile mütenasip olur; önemli kiþilerin aþ törenlerinde yüzlerce at, binlerce koyun kesilebilir. Geçmiþte, bazen haftalarca devam eden bu törenlerde at yarýþlarý, güreþler, koþular, çeþitli millî oyunlar düzenlenmiþtir. Manas Destanýnda anlatýlanlar Kýrgýzlarýn aþ törenlerini adeta göz önünde canlandýrýr niteliktedir.3 6 Bir Kýrgýz prensinin cenaze törenine katýlan Atkinson ölenin anýsýna düzenlenen kurban þöleninde yenilen yemeklerin ölenin onuruna yenildiðini ve ölenin onurlandýrýlmasý için yüz atla bin koyun kesildiðini bildirir.3 7 Günümüzde yaygýn olarak kullanýlmaya devam eden ölük bardýn baylýgýn çaçat, coktun etegin açat (Ölüm, varlýklý olanýn zenginliðini saçar, varlýklý olmayanýn eteðini açar.), atasözü Kýrgýzlarda ölüm durumunda verilecek ziyafetler hakkýnda önemli bir fikir verir. Özellikle varlýklý kimselerin ölümü durumunda Kýrgýzlar abartýlý biçimde hayvan keser ve ziyafet verir. Kýrgýzlar arasýnda uzun süre unutulmayan aþ törenlerinden söz edilir: 1863’de vefat eden Kýrgýz-Kazak sultanlarýndan Barak Töre için verilen aþýn üzerinden, yaklaþýk bir asýr geçtiði halde hâlâ konuþulur. Ayný þekilde XIX. yüzyýlda Çümekey boyuna mensup zengin bir Kýrgýzýn ölümü için yapýlan aþ töreni de Kýrgýzlarda unutulmayan büyük aþ törenlerindendir.3 8 1912 yýlýnda ölen Cantay Uulu Þabdan Baatýr’ýn cenazesi de büyük aþ törenlerine sahne olan bir baþka örnektir. Çok sayýda insanýn katýldýðý bu tören için 34 35 36 37 38 39 cüz kýlýp, kadýrlap kelgen adamdý, kadrýn sýylap toydurup...” (Kara aþýna doksan mal kestirip, konuk aþýna yüz mal kestirip, ölüye deðer verip gelen kimseye, hürmet gösterip, karnýný doyurup...). (Manas, Red. T.F. Vladiþevskaya, A.A. Gorelova, vd., Moskova 1990, s. 16-17; ayrýca bkz. Manas Destaný, s. 47-48). Manas Destaný, s. 114. Manas Destaný, s. 123. Bkz. Abdulkadir Ýnan, “Manas Destanýnda Aþ-Yog Merasimi”, Makaleler, Türk Tarih Kurumu Basýmevi, Ankara 1998, Cilt I, s. 121-124. Bkz. Belli, s. 30. Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 194. A. A. Seyitaliuulu, Kýrgýzdardýn Köönörbös Döölöttörü, Biþkek 2000, s. 307. Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 167 yüz kadar atýn, bin kadar koyunun kesildiði rivayet edilir.3 9 Bu bilgiler ve günümüzdeki uygulamalar, özellikle ölümle ilgili durumlarda Kýrgýzlarýn abartýlý biçimde kurban uygulamasýnda bulunduklarýný gösterir. Kýrgýzlarda bir ölüm olayý gerçekleþtiðinde; ölüm gününde, ölünün perþembesinde, 3’ünde, 7’sinde, 40’ýnda, yýllýk anmasýnda, geçmiþteki kahramanlarýn anýlmasý için yapýlan aþ törenlerinde, kutsal sayýlan mezarlarýn veya yerlerin ziyaretinde kurban sunulur. Bu kurbanlar günümüzde imkanlar ölçüsünde at (cýlký), sýðýr-mal, koyun ya da keçi olarak seçilir. Ölümün birinci günü; daha çok at kesilir, imkan ölçüsünde diðer hayvanlar da kurban olarak tercih edilebilir. At kesilen yerde at eti, “ölünün üçü” uygulamasý için de saklanýr. Kýrgýzlar ölünün 40. gününe kadar beyþembilik adý altýnda her hafta perþembe günleri ölüyü anmak için evde bir tören yapar. Ölünün “kýrkýnda” da, kurban kesilir ve konuklar aðýrlanýr. Ölenin “kýrkýnda” kurban olarak daha çok at tercih edilir, bunun yanýnda inek, dana veya koyun da kesilebilir. Ölgön adamdýn üç ayttýðý ötkörülöt (Ölen kimsenin üç bayramlýðý olur.) sözleriyle Kýrgýz inanýþlarýnda ölen bir kimsenin ölümünü takip eden üç bayramda anýlmasý gerekir. Bu yüzden ölümü takip eden üç bayramda kurban kesilir ve ölü ziyafetle anýlýr. Ýmkâný iyi olanlar yedi bayramda ölen yakýnlarý için anma töreni düzenler ve bayramlarda kurban keserek merhuma dua ederler.4 0 Matem havasýnda kutlandýðý için ölümü takip eden en az üç bayrama matem ayt ya da ölüler bayramý adý verilir. Bu bayramlarda eve geldiðine inanýlan ölü ruhlarýný razý etmek ve anmak için yemekler hazýrlanýr ve yenilir. Bunun akabinde “ölmüþlerimizin ruhuna” denir ve onlar için ayrýca Kur’an okunur.4 1 Kýrgýzlarda, baba evinde genellikle en küçük oðul kalýr ve baba yurdunun asýl varisi o sayýlýr. Dolayýsýyla ölen büyükler (anne, baba v.d) için kesilecek kurbanlarý öncelikle evin küçük oðlu sunar. Diðer kardeþler de kurban sunumu konusunda ona yardýmcý olur. Ölenin kýzlarý varsa onlar da gelin olarak gittikleri yerde kurban sunmak suretiyle aðýt okuyup, yas tuta40 41 42 Nurtaci Kalýyeva, Nookat-Þankol, Doðum Tarihi 1965, 25.02.2004 tarihinde yapýlan söyleþiden. Ayrýca bkz. Polat, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde..., s. 231-235, 240-243. Kazaklarda vefat akþamý koç kesilir ve gece “konak as” (ölünün misafir yemeði) hazýrlanýr. Cenaze töreninden sonra aþ verilir. Aþ 3., 7., 40., 100. gün ve ölümünün birinci yýlýnda da verilir. Aþ törenine Ýslâm kurban kesme geleneðine uygun olarak at ya da koç kesilir. (Þ.K. Ahmetova, “XX. Yüzyýlýn Sonlarýnda Batý Sibirya’da Þehirli Kazaklarýn Kültürü”, Türkler, Ankara 2002, Cilt XX, s. 749). Ata ruhlarýnýn anýlmasý hakkýnda Çuvaþlardaki uygulamalar ve karþýlaþtýrma için bkz. Arýk, Çuvaþlarýn Dini Ýnanýþlarý..., s. 76-83. Bkz. Kemal Polat, “Kýrgýzistan’da Dini Günler ve Bayramlar”, Dini Araþtýrmalar, Ankara 2002, Cilt 5, Sayý 14, s. 178, 180. A. Mavlanov, Özgön-Kýzýlkýrman, Doðum Tarihi 1929, 06.12.2003 tarihinde yapýlan söyleþiden. 168 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I rak atalarýný anar. Kýrgýzlar bu uygulamaya kudayý ötkörüü adýný verir.4 2 Kurban olarak at kesildiðinde mutlaka kazý (sucuk) yapýlýr ve konuklara sunulur. Gelen konuklar bu uygulama ile at kurban edildiðini de anlamýþ olur. Kýrgýzlarda ayrýca bir yerleþim biriminde yaþlýlarýn bir araya gelerek ölen eski dostlarýndan birini anmak için gerçekleþtirdikleri anma törenlerinde de kurban sunulur. Ölen kiþinin anýsýna verilen kara aþ’ý bazen, yaþý 70-80’e ulaþan, kimseler yaþamýnda iken verir. Bu törende at, inek, topoz veya koyundan tercih edilen hayvanlar kesilerek, hayvanlarýn etiyle konuklar aðýrlanýr. Ancak kesilen kurbanýn etinden aþ veren kiþinin kendisinin yememesi gerekir. Bu kiþiye diðer akrabalarý dýþarýdan yemek getirir, o da kara aþýna katýlan yaþlýlara çeþitli hediyeler daðýtýr.4 3 Büyük ve kahraman ata ruhlarýnýn yaþadýklarý ve gömüldükleri yerlerin eski Türklerde kutsal kabul edilmesi, Ýslâm’ý kabulden sonra Türk topluluklarýnda evliyanýn, þehitlerin mezarlarýna, türbelerine ziyarete gidilerek buralarda dua edilmesi, adak ve dilekte bulunulmasý þeklinde varlýðýný sürdürür. Kýrgýz-Kazaklarda görülen ve steplerde taþ yýðýnlarýndan meydana getirilen höyüklerle ve büyük kahramanlarýn mezarýndan ibaret olan obalarla ilgili inanýþlar da “atalar inanýþý”nýn tipik birer örneðini oluþturur.4 4 Bunun yansýmasý olarak Kýrgýzlarda bir ya da birkaç aile bir araya gelerek kutsal bir yere gidip koyun keserek dua eder, Allah’tan dilek ve isteklerinin gerçekleþmesini diler. Kýrgýzlarda ilkbaharda daðlarýn yeþermeye, koyunlarýn kuzulamaya baþladýðý sýrada ve sonbaharda da kýþ hazýrlýklarýna baþlandýðýnda el kudayý (halk kurbaný) adý verilen kurban töreni gerçekleþtirilir. Bu tören, atalarý veya ölen yakýnlarý anmak için yerleþim birimindeki büyük-küçük herkesin bir araya gelerek belli bir gün belirlemek suretiyle, nehir ya da bir tepede ortaklaþa kestikleri kurban uygulamasýdýr. Tören sýrasýnda saygý duyulan aksakallardan biri þöyle dua eder: Aylanayýn* Kuday, aylanayýn cer, aylanayýn suu! Saat sabýrýngdan sakta! Ooru sýrkoongdon sakta! Mal can aman bolsun! Amin! (Kurbanýn olayým Tanrým, kurbanýn olayým yer, kurbanýn olayým su! Sabýrsýzlýktan koru! Hastalýklardan koru! Malýmýz, canýmýz sað olsun! Amin!). Bu törende bir baþka dua ise þöyledir: Býyýlký cýlý eli-ceribiz, 43 44 * E. Mamýtov, Oþ-Nookat, Karataþ Köyü, Doðum Tarihi 1922, 12.04.2004 tarihinde yapýlan söyleþiden; A. Mavlanov, Özgön-Kýzýlkýrman, Doðum Tarihi, Doðum Tarihi 1929, 06.12.2003 tarihinde yapýlan söyleþiden. Günay - Güngör, s. 64. Abdulkadir Ýnan “aylanayýn” sözünün, birinin çevresinde dönme, tavaf etme anlamýna geldiðini, ancak dualarda “kurban olayým” anlamýnda kullanýldýðýný belirtir ve bu sözün Türklerdeki eski bir kurban töreninden kaldýðýný vurgular. (Abdulkadir Ýnan, “Manas Destaný Üzerine Notlar”, Makaleler, Türk Tarih Kurumu Basýmevi, Ankara 1998, Cilt I, s. 142). Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 169 týnç bolup, egin-tegin tüþümü mol bolsun, böödö kýrsýktardan Kuday saktasýn! (Bu yýl da halkýmýz, yerimiz, yurdumuz barýþ ve huzur içinde olsun, ürünümüz bol olsun, felaketlerden, musibetlerden Allah korusun!). Bundan sonra kurban kesilerek bir kazana konulur. Et kaynadýktan sonra davetlilerin beraberlerinde getirdikleri yiyeceklerle birlikte yenilir. Kurbanlýk etin tadýlmasýndan sonra tekrar bir dua yapýlýr. Köylerde bu tören günümüzde daha çok mescitlerde (cami) icra edilir. Duada, insanlarýn günlük ihtiyaçlarý, doðal afetlerden ve uðursuzluklardan korunma dile getirilir. Bu uygulamada büyük-küçük hiç kimse ayýrt edilmeksizin, herkes kurban etinden eþit pay alýr. Kýrgýzistan’ýn çeþitli yerleþim birimlerinde her yýl icra edilen bu tören gününde, halkýn geçeceði yol üzerinde uygun bir yerde ateþ yakýlýr. Törene gelenler ateþten atlayarak tören yerine gelir. Ateþten geçtikten sonra ardýç aðacýnýn dallarýndan sembolik bir köprü yapýlýr. Bu köprünün altýndan geçenlerin üzerine ardýç aðacýnýn dallarý suya batýrýlarak su serpilir. Ayrýca, özellikle yaylaya çýkan Kýrgýzlar eskiden atalarýnýn yaþadýðý bu yerlerde ata ruhlarýna onlarý anmak için kurban sunar.4 5 Kýrgýzlar kurban kesim sýrasýnda bir kap hazýrlar, bu kabýn dibine önce tuz, tuzun üstüne de pamuk koyarlar. Bundan sonra kabýn içine kurbanlýk hayvanýn kanýný dökerler. Aile reisi ya da kurban sahibi parmaðýný kabýn içine sokarak kana batýrýr ve diðerlerinin alnýna bir iþaret koyar.4 6 Kýrgýzlarda ölümle ilgili kurban uygulamalarýnda ölünün sevabýný artýrma düþüncesi vardýr. Göçebe yaþam þartlarýndan kaynaklanan nedenlerden dolayý hayvancýlýkla meþgul olan Kýrgýzlar yiyecek olarak daha çok eti kullanýr. Bu yüzden onlarda bütün tören ve toylarda mutlaka çeþitli hayvanlar kesilir. Kýrgýz toylarýnda kesilen hayvanlar dolaylý olarak kurban kabul edilir ve toylarda daha çok hayvanýn etinden yararlanma maksadý güdülür. Bunun yanýnda toya katýlanlara verilen ziyafetlerle konuklarýn duasý alýnýr. Kýrgýz mezarlarýnda kurban olarak kesilen atýn kuyruðu mezar baþýna asýlýr. Mezar baþýna nadir olarak at ya da sýðýr kafatasý, topozun kuyruðu ve sýklýkla da Kýrgýzca arkar adý verilen dað koyununun boynuzu takýlýr. 45 46 T.D. Bayaliyeva, Religioznýye perejitki u Kirgizov i ih preodoleniye, Frunze 1981, s. 13. Bütün Türklerin dinî inanýþ ve uygulamalarýnda önemli bir yere sahip olan kurban, aile ve toplumda sevinç ve coþku vesilesidir. Kurbanýn en önemli aný kesilme zamanýdýr. Anadolu’da sýkça rastlanan bir uygulama burada zikredilmelidir: Kurbaný kesen kiþi ya da orada bulunanlar kurbanýn akan kanýna ellerini batýrýr ve özellikle küçük çocuklar baþta olmak üzere diðerlerinin alýnlarýna sürer. Bu, bir yandan kurban sevincini paylaþma, diðer yandan kurbana iþtirak etmedir. Anadolu’da yaygýn olan bu uygulamaya Kýrgýzlar arasýnda da rastlanýr. (Erdem, Kýrgýz Türkleri, s. 163-164). Anadolu’da rastlanan uygulamalar arasýnda, gelin için kesilen kurbanýn kaný gelinin, adak için kesilen kurbanýn kaný adak sahibinin, diðer nedenlerden dolayý kesilen kurbanýn kanýnýn çocuklarýn alnýna parmakla sürüldüðü belirtilir. (Bkz. Gökbel, s. 193-194). 170 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I 3.1.2. Diðer Durumlarda Gerçekleþtirilen Kurban Uygulamasý Kuraklýk durumunda Kýrgýzlar yaðmur duasýna çýkarak kurban sunar. Kýrgýzlarda, kan akýtuu (kan akýtma) þeklinde bir uygulamaya da rastlanýr. Buna göre; bir kimse ilk kez bir iþe baþladýðýnda, önemli bir iþe girdiðinde, uzun süre ayrýldýðý bir yere geri döndüðünde kan akýtuu adý altýnda koyun, bazen de bu amaçla kurban olarak tavuk ya da horoz keser. Kýrgýzlarda bozüy (Kýrgýz çadýrý) yeni kurulduðunda bir hayvan kesilir. Hayvanýn baþý bozüyün tepesinden (tündük) dýþarý atýlýr. Böylece yeni kurulan ocaðýn daima tüteceðine inanýlýr. Ögel, Kýrgýzlarda ev yaptýrmak isteyen bir kimsenin, bir “ev duasý” yaptýrmak zorunda olduðunu bildirir ve “bacasý, eþiði kýrýlmasýn, çatýsý delinmesin, desteði direði olsun!” sözleri ile biten bir ev duasý nakleder.4 7 Günümüzde Kýrgýzlar yeni bir ev yapýp bu eve yerleþtiðinde veya bir ev satýn aldýðýnda üy toyu (ev toyu) yapar. Bu toy için birkaç at, inek ya da koyun keser, yakýn akrabalarýna ve komþularýna aþ verir. Bazý Kýrgýzlar geçmiþte olduðu gibi günümüzde de çeþitli hastalýklarýn tedavisinde týptan deva bulamadýðýnda tabip, bübü (kadýn tabip, þaman) ya da bakþý (Kýrgýz þamaný) adý verilen halk hekimlerine müracaat eder. Hastalýðýn tedavisi bulunamadýðýnda, hastalýðýn tavuða veya bakþýya geçeceði inancýyla kurban kesip bu kurbaný baþkalarýna verirler.4 8 Eski Türklerde hastalýklardan kurtulmak, þifa bulmak gayesiyle ya da kaza, bela, felaket ve diðer bazý durumlardan kurtulanlarýn Tanrýya þükür için kestikleri bir baþka kurban türü daha vardýr.4 9 Kýrgýzlar adak kurbaný olarak da deðer- 47 48 49 Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt II, s. 29. Abdulkadir Ýnan, Müslüman Türklerde Þamanizm kalýntýlarýný anlatýrken, Þamanizm’de hastalarý iyileþtirmek için yapýlan en önemli törenlerden birinin “göçürme” ve “çevirme” olduðunu, bu törenin þamanýn aracýlýðýyla bir hayvanýn hastanýn etrafýnda dolaþtýrýlarak hastaya musallat olan ruhun bu hayvana nakledildiðini bildirir. (Abdulkadir Ýnan, “Müslüman Türklerde Þamanizm Kalýntýlarý”, Makaleler, Türk Tarih Kurumu Basýmevi, Ankara 1998, I, 478). Ayrýca Ýnan, bir Kýrgýz bakþýsýnýn hastayý tedavi amacýyla yaptýðý bir ayini tasvir eder: “... Bakþýyý bir hastayý tedavi etmek için çaðýrmýþlardý. Hasta yirmi yaþýnda bir delikanlý idi. Bakþý geldiðinde bir koyun kesildi. Derhal bunun kürek kemiði çýkarýlýp bakþýya getirildi. Bakþý bu kemiði ateþe atýp biraz sonra çýkardý. Bir eliyle kemiði tutup bir elinin parmaklarýyla kemik üzerinde hasýl olan çatlaklarý (çizgileri) yokladý. ‘Ak cin imiþ... Bir sarý baþ koyun... Sonu iyidir... Bir cemaat var... Bir kazan yanýnda...’ gibi bir sürü þey söyledi. Akþam karanlýðý bastýktan sonra hastayý çadýrýn tam orta yerine yatýrýp bakþý ‘arvak’larýný çaðýrmaya baþladý. Kopuz çalarak bakþý dualarýný okuyordu. ‘Git!’, ‘göç!’ diye baðýrýp çaðýrdý. Sonra bir ‘sarý baþ’ koyun getirdiler. Bakþý kendi eliyle hastanýn etrafýnda üç defa dolaþtýrýp dýþarý çýkardý. Bu koyunun kurban olarak kesildiðini yahut adak olarak býrakýldýðýný öðrenemedim”. Bu bilgilerden sonra Ýnan, bakþýlarýn bu tür ayinlerinin Altaylýlarýn ve Yakutlarýn þaman ayinlerine benzediðine vurgu yapar. (Ýnan, Tarihte ve Bugün Þamanizm, s. 113-114). Bkz. Özkan, s. 64. Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 171 lendirdikleri bu uygulamaya kudayý ötkörüü ya da kudayý kýluu adýný verir. Baþýndan bir musibet geçen ve bundan kurtulan kimseler bir kurban kesip baþkalarýna “aþ” verir. Bu törende kesilen kurban, bir þükür kurbaný niteliði taþýr. Manas destanýnda, Manasýn ölümünden sonra Manasýn anasý ile Kanýkeyin, düþmanlarýnýn öldürmek istediði oðlunu alarak birçok sýkýntýlý günler geçirdikten sonra Kanýkey’in babasý Kara Han’ýn yanýna geldikleri, Kara Han’ýn (Temir Han) kýzý ve torununun sað gelmesi münasebetiyle büyük bir toy yapýp, bir kýsrak kurban ettiði bildirilir.5 0 Manasýn oðlu Semetey, baba yurduna döndüðünde babasýnýn yakýn dostu Bakay’ýn sevinip bir diþi deve kurban kestiði de belirtilir.5 1 Kýrgýzlarda baþka bir kurban uygulamasý Nevruzda gerçekleþir. Takvime baðlý bir bayram olarak kutlanan Nevruzda atalar anýlýr ve onlarýn ruhuna kurban kesilir. Kurban kesimi için komþular küçük guruplar halinde anlaþarak ortak bir kurban alýr ve keser. Kesilen kurban Kýrgýzlarýn sümelek adýný verdiði yemek yanýnda yenilir, baþkalarýna da ikram edilir.5 2 Su baskýný ve deprem gibi doðal afetlerde de kurban sunan Kýrgýzlar, sel ve su baskýnýna neden olan suyun baþýna giderek, orada bir kurban keser. Eskiden kurbanýn kaný suya karýþtýrýlýr, bazen de kurbanýn suya atýldýðý olurdu.5 3 Geçmiþte Kýrgýzlarda su baþýnda ya da su kýyýsýnda gerçekleþtirilen kurban uygulamasýna barýþ antlaþmasý vesilesiyle de rastlanýr. 1759’da, Kazak-Kýrgýzlarla Kalmuklarýn bir barýþ antlaþmasý yaptýklarý, “Bulanýk” adý verilen suyun kýyýsýnda, alnýnda “gök-kaþga” denilen bir iþaret bulunan boz bir aygýr ile bir koçu kurban kestikleri, ellerini kana batýrarak antlaþmaya vardýklarý nakledilir.5 4 Kýrgýzlarda kurban kesimi günümüzde Ýslâmi uygulamaya uygun olarak gerçekleþtirilmekte, bunun yanýnda kurbanlýk, ziyafete çaðýrýlan konuklarýn duasý alýnmak suretiyle ikram edilmektedir. Ayrýca duadan sonra kurban kesimi sýrasýnda; ötkön-ketken çong atalarýbýzdýn, eneleribizdin, apalarýbýzdýn arbaktarýna baðýþtadýk. (Ölüp giden atalarýmýzýn, analarýmýzýn, ruh- 50 51 52 53 54 Ýnan, “Manas Destaný Üzerine Notlar”, s. 136. Ýnan, “Manas Destaný Üzerine Notlar”, s. 142. Kýrgýzlardaki Nevruz kutlamalarý hakkýnda geniþ bilgi için bkz. Mustafa Erdem, “Kýrgýzistan’da Nevruz Kutlamalarý”, Dini Araþtýrmalar, Ankara 1999, Cilt II, Sayý 4, s. 169-176. Bayaliyeva, s. 13-14. Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt II, s. 330. Türkler, kutlu daðlar üzerinde kurban uygulamasýnda bulunmuþtur. M.Ö. 53 yýlýnda Hun Hakaný Huhanyeh Han kutlu bir dað üzerinde, kutlu bir beyaz atý kurban etmiþtir. Cengiz Han da Moðollar’ýn kutlu bir daðý olan Burhan Haldun’a kurban verilmesini emretmiþtir. M.Ö. 53’de Hun Hakaný, Hun ve Çin devletleri arasýndaki akid ve antlaþmayý beyaz at kurbanýndan sonra dað üzerinde yapmýþtýr. Gerdizî’nin de Türklerin daða and içtiklerinden söz ettiði bildirilmiþtir. (Bkz. Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt II, s. 456-457). 172 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I larýna baðýþladýk.) denilmekte, bu sözlerin ardýndan diðer bazýlarý da Kuday kabýl kýlsýn! (Allah kabul etsin!) þeklinde duaya katýlmaktadýr.5 5 3.2. Kansýz Kurban Uygulamasý Kýrgýzlarda karþýlaþýlan diðer kurban türü kansýz kurban uygulamasýdýr. Kýrgýzlarýn yaþam tarzý, dünya görüþü, dini inanýþ ve uygulamalarý hakkýnda orijinal bilgiler içeren Manas destanýnda “kansýz kurban” uygulamasýna dair örneklerden de söz edilir. Saçý, ateþe et atma, yað veya içki dökme gibi uygulamalar Kýrgýzlarýn da aralarýnda yer aldýðý Türk topluluklarý arasýnda eskiden beri yaþayýp gelen uygulamalardýr. Kýrgýzlar milli içkileri olan kýmýzý (kýsrak sütü) toprak, at, ev ve dört bir yöne serpmek suretiyle kansýz kurban sunusunda bulunur. Altaylarda ve Eski Türklerde pýnarlara ve sulara saçý yapýlýr.5 6 Roux, çeþitli kaynaklara dayanarak Avarlarýn, Çuvaþlarýn, Yakutlarýn ve Kýrgýzlarýn sungularýný aðaçlara sunduklarýný veya onlarýn sungu alma yeteneðine sahip olduklarýný, düþündüklerini belirtir. Bunun yanýnda, özellikle ateþe yapýlan sunguyla ilgili, genç kýzlarýn evlenme sýrasýnda bir koyun kuyruðunun üç yaðlý parçasýný eline aldýðýný, ocaðýn önünde diz çökerek yaðlý parçalarý ateþe koyduðunu ve bunlarý yaktýðýný kaydeder.5 7 Kýrgýzlar, atalarýnýn kutsallýk atfettikleri yerlere önem verir, atalarý gibi onlar da bu tür yerleri ýyýk cer (kutsal yer) olarak görürler. Felaketlerden korunmak, çeþitli hastalýklardan kurtulmak, þifa bulmak, çocuk sahibi olmak gibi gayelerle ziyarette bulunurlar ve bu yerlere sunu takdim ederler. Proto-Türk inanýþlara kadar inen aðaçlara bez baðlama geleneðine uygun olarak Kýrgýzlar bu yerlerdeki aðaçlara çüpürök (çul, çaput) baðlarlar. Bütün Türk topluluklarýnda olduðu gibi Kýrgýzlarda da kutlu dað inanýþýna rastlanýr. Dað kültü yer-su inanýþlarýnýn en önemli unsurlarýndan biri olarak yaþatýlýr. W. Radloff, Kýrgýzlardaki Bugu kabilesi arasýnda Çu nehrinin kaynaðýnda yer alan Küngraman, Koysu nehrinin kaynaðý olan Çulpasa daðý ve Tes nehri üzerindeki Alabaþ Ata daðlarýnýn kutsal kabul edildiðini bildirir.5 8 Bu bilgiler, Issýkgöl’ün güney batý tarafýnda bulunan arkeolojik bulgularla da doðrulanýr. Bulunan malzemeler, Bugu kabilesi mensuplarýnýn Düngürömö daðýna eskiden beri tazim ettiklerini ve buralarda kurban 55 56 57 58 G. Mayramova, Özgön-Kýzýlkýrman, Doðum Tarihi 1944; K. Aydayev, Oþ-Özgön, Kýzýlkýrman, Doðum Tarihi 1934, 06.12.2003 tarihinde yapýlan söyleþiden. Bkz. Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt II, s. 359, 377; Abdulkadir Ýnan, “Türk Boylarýnda Dað, Aðaç (Orman) ve Pýnar Kültü”, Makaleler, Türk Tarih Kurumu Basýmevi, Ankara 1998, Cilt II, s. 253-259. Roux, s. 198. Bkz. Radloff, Cilt II, s. 319. Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 173 sunduklarýný gösterir. Ayrýca Tiyen-Þan (Tanrýdaðlarý) Kýrgýzlarýnýn Koçkor Ata daðýný, Kaþkar Kýrgýzlarýnýn Muztag Ata daðýný (Sarýgöl sýradaðlarýnda yer alýr) ve Markan Ata daðýný kutsal kabul ettikleri kaydedilir.5 9 Kýrgýzlarda yer-su ile ilgili inanýþlarýn günümüzde Ýslâmi motiflerle karýþtýðý görülür. Ýslâm tesirinin görüldüðü kutlu daðlarla ilgili inanýþlar Kýrgýz-Kazak dualarýna “Kýzýl daðýn baþýnda Koz evliya! Öküz daðý baþýnda Öküz evliya! Koçkor daðýn baþýnda Konurbaþ evliya!..”6 0 þeklinde yansýmasýný bulur. Günümüzde Kýrgýzistan’ýn güneyinde yaþayan Kýrgýzlar için, halk arasýnda “Taht-ý Süleyman” olarak bilinen Süleyman Daðý, Oþlular arasýnda ikinci zemzem olarak nitelendirilen Süleyman Daðý’nýn eteðindeki Navaî parkýnda bulunan su kaynaðý, Sarýk Ata Baðý (Oþ), Arstanbap (Celalabad), Ýdris Baba (Çatkal ilçesi), Eyup Suyu, Kýz Bulaðý (Calalabad), Sahabe (Nookat), Davut Mezarý (Kademcay) en önemli kutsal yerler sayýlýr. Bu yerler bayramlarda ve çeþitli vesilelerle ziyaret edilir, kurban sunulur, Kur’an okunur, mum yakýlýr ve inanýþlara baðlý olarak baþka iþlemler de yapýlýr. Bunlardan baþka Kýrgýzistan’ýn çeþitli bölgelerinde kutsal kabul edilen Duldul Ata (Aravan-Oþ), Oluya Ata (Karaþoro-Özgön), Mazarsay (Özgön), Abþýr Ata, Kotur Bulak (Nookat), Calpaktaþ (Kurþap) gibi çeþitli taþlar, sular, koruluklar bulunur. Kýrgýzlarda ziyaret yerlerinde daha çok çýnar aðaçlarýna ya da kutsal kabul edilen kaynak sularýn (ýyýk bulak) baþýnda yetiþmiþ olan aðaçlara çaput baðlanýr. 4. Sonuç Tarihi bilgiler Kýrgýzlar arasýnda Ýslâmlaþmanýn uzun bir sürece yayýldýðýný göstermektedir. Bu süreç büyük Türk kitlesinin Ýslâm’ý benimseme dönemi olan X. yüzyýldan baþlamakta ve XVIII. yüzyýla kadar uzanmaktadýr. Bunun yanýnda dinî yönden incelendiðinde Kýrgýzistan’da iki ayrý bölge ortaya çýkmaktadýr. Bunlardan birincisi; merkezi kuzey ve doðudaki yerleþim birimleri, Issýk-Göl ile Narýn’ýn doðu kesimleridir. Burada yaþayan Kýrgýzlarda Ýslâmî uygulamalar yüzeyseldir ve Kýrgýzlarýn geleneksel inanýþ ve uygulamalarý canlý biçimde sürdürülmektedir. Ýkinci bölgeyi Kýrgýzistan’ýn güneyi; Oþ ve Narýn vilayetlerinin batý kýsýmlarý ile Fergana vadisindeki yerleþim birimleri teþkil etmektedir. Bu bölgede yaþayan Kýrgýzlar arasýnda eski inanýþlarýn izleri ve etkileri görülmekte ise de dini uygulamalarda daha çok Ýslâmi motiflere rastlanmaktadýr. Çünkü bu bölgenin kuzeye göre Ýslâmlaþmasý daha erken dönemde gerçekleþmekle birlikte, 59 60 A.S. Mendeleyeviç, “Etnogenetiçeskiye svyazi Kirgizov s narodami Altaya”, XXV Mejdunarodnýy kongress vastokovedov, dokladý dellegatsii SSSR, Moskova 1960, s. 8. Ögel, Türk Mitolojisi, Cilt II, s. 430. 174 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Ýslâm kültürünün önemli merkezleriyle her zaman yakýn iliþki içinde olduðu bilinmektedir. Günümüzde Orta Asya’da ve diðer bütün Türk topluluklarýnýn hayatýnda deðiþik oranda ve þekilde yaþamakta olan geleneksel Türk inanýþ ve uygulamalarýnýn en önemlilerinden biri olan kurban fenomeni, Kýrgýzlarýn inanç ve adetlerinin bir gereði kabul edilmekte ve Kýrgýz yaþamýnýn her aþamasýnda eski inanýþlarla birlikte Ýslâmî motiflerle yaþatýlmaktadýr. Doðum öncesi inanýþlarla irtibatlý olarak gerçekleþtirilmeye baþlanan kurban uygulamasýna düðünlerde, çeþitli hastalýklardan, kazalardan ya da sýkýntýlardan kurtulma durumunda, ölüm olaylarýnda, ata ruhlarýnýn anýlmasýnda, kutsal mekanlarýn ziyaretinde rastlanýlmaktadýr. Kýrgýzlarda öteden beri dindarlýk düzeyinin düþük olmasý onlarda Ýslâmla ilgili dini uygulamalarýn da yüzeysel olarak kalmasýna neden olmuþtur. Bu nedenle onlar bayramlarda –Ramazan, Kurban ve Nevruz Bayramý- çoðunlukla ata ruhlarýný ve ölülerini anmak için ayttýk adýný verdikleri kurban uygulamasýnda bulunmaktadýr. Günümüzde çoðu Kýrgýz ayttýk adýný verdiði bu kurbanlarý bayram arifesinde kesmektedir. Bununla birlikte artýk Kýrgýzlarýn önemli bir kýsmýnýn, Ýslâm’daki kurban anlayýþýna uygun olarak kurban kesmeye baþladýðý gözlenmekte, onlar arasýnda Ýslâm’daki kurban uygulamasý yaygýnlaþmaktadýr. Kaynakça Ahmetova, Þ. K., “XX. Yüzyýlýn Sonlarýnda Batý Sibirya’da Þehirli Kazaklarýn Kültürü”, Türkler, Ankara 2002, Cilt XX. Arýk, Durmuþ, Çuvaþlarýn Dini Ýnanýþlarý Üzerine Bir Araþtýrma, (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basýlmamýþ Doktora Tezi), Ankara 2002. ......................, Azerbaycan Türklerinin Dini Tarihi ve Halk Ýnanýþlarý, Öztepe Matbaacýlýk, Ankara 2005. ......................, “Geredede Halk Ýnanýþlarý ve Ziyaret Yerleri”, Geçmiþten Günümüze Gerede, Gerede Belediyesi Yayýnlarý, Gerede 2000, s. 221-236. Barthold, W., “Türklerde ve Moðollarda Defin Merasimi”, (Çev. Abdulkadir Ýnan), Makaleler, Ankara 1998, Cilt I, s. 362-386. Bayaliyeva, T.D., Religioznýye perejitki u Kirgizov i ih preodoleniye, Frunze 1981. Belli, Oktay, Kýrgýzistan’da Taþ Balbal ve Ýnsan Biçimli Heykeller, Ýstanbul 2003. Bernþtam, A.N., “Yenisey Kýrgýzdarýnýn M.S. VI-X Kýlýmdagý Koomduk-Ekonomikalýk Tüzülüþü”, Kýrgýzdar, (Haz. K. Cusupov), Biþkek 1993, Cilt II. Eberhard, D.W., Çin’in Þimal Komþularý, (Çev., N. Uluðtuð), Ankara 1996. Erdem, Mustafa, Kýrgýz Türkleri, ASAM Yayýnlarý, Ankara 2000. ........................., “Kýrgýzistan’da Nevruz Kutlamalarý”, Dini Araþtýrmalar, Ankara 1999, Cilt II, Sayý 4, s. 169-176. Erþahin, S., Kýrgýzlar ve Ýslâmiyet, SEK Yayýnlarý, Ankara 1999. Gökbel, Ahmet, “Türk Halk Ýnançlarýnda Din ve Din Anlayýþý (Kurban Kültü Örneði)”, Dinler Tarihi Araþtýrmalarý II, Dinler Tarihi Derneði Yayýnlarý, Ankara 2000, s. 179-197. Kýrgýzlar’da Kurban Fenomeni 175 Güç, Ahmet, Çeþitli Dinlerde ve Ýslâm’da Kurban, Düþünce Kitabevi Yayýnlarý, Ýstanbul 2003. Günay , Ünver - Güngör, Harun, Baþlangýçtan Günümüze Türklerin Din Tarihi, Ocak Yayýnlarý, Ýstanbul 1998. Gündüz, Þinasi, Din ve Ýnanç Sözlüðü, Vadi Yayýnlarý, Ankara 1998. Hudyakov, Y., “Tooluu Altaydagý Kýrgýzdar”, Kýrgýzdar, (Haz. K. Cusupov), Biþkek 1995, Cilt III. Ýnan, Abdulkadir, Tarihte ve Bugün Þamanizm, Türk Tarih Kurumu (TTK) Basýmevi, Ankara 2000. ........................., “Türk Boylarýnda Dað, Aðaç (Orman) ve Pýnar Kültü”, Makaleler, TTK Basýmevi, Ankara 1998, Cilt II, s.253-259. ........................., “Manas Destanýnda Aþ-Yog Merasimi”, Makaleler, TTK Basýmevi, Ankara 1998, Cilt I, s. 121-124. ........................., “Manas Destaný Üzerine Notlar”, Makaleler, TTK Basýmevi, Ankara 1998, Cilt I, s. 125-160. Kafesoðlu, Ýbrahim, Türk Milli Kültürü, Ýstanbul 1994. Manas, (Red. T. F. Vladiþevskaya, A.A. Gorelova, v.d.), Moskova 1990. Manas Destaný, (Çev. Abdulkadir Ýnan), MEB Yayýnlarý, Ýstanbul 1992. Mendeleyeviç, A.S., “Etnogenetiçeskiye svyazi kirgizov s narodami Altaya”, XXV Mejdunarodnýy kongress vastokovedov, dokladý dellegatsii SSSR, Moskova 1960. Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, TTK Basýmevi, Ankara 1995. .........................., Türk Kültür Tarihine Giriþ, Kültür Bakanlýðý Yayýnlarý, Ankara 1991. Özkan, Ali Rafet, Dinlerde Kurban, Ankara 2003. Polat, Kemal, Beþikten Mezara Kýrgýz Türklerinde Gelenek ve Ýnanýþlar, Türkiye Diyanet Vakfý Yayýnlarý, Ankara 2005. ....................., “Kýrgýzistan’da Dini Günler ve Bayramlar”, Dini Araþtýrmalar, Ankara 2002, Cilt V, Sayý 14, 169-182. Radloff, W., Sibirya’dan, (Çev. Ahmet Temir), MEB Yayýnlarý, Ankara 1994, Cilt I-IV. Roux, Jean-Paul, Türklerin ve Moðollarýn Eski Dini, (Çev. Aykut Kazancýgil), Ýþaret Yayýnlarý, Ýstanbul 1994. Seyitaliuulu, A. A., Kýrgýzdardýn Köönörbös Döölöttörü, Biþkek 2000. Sharpe, Eric J., Dinler Tarihinde 50 Anahtar Kavram, (Çev. Ahmet Güç), Arasta Yayýnlarý, Bursa 2000. Soltonoyev, B., “Kýrgýzlarning Kadimgi Tarihidan”, Kirgizlar, (Haz. O. Karayev, K. Cusupov), Biþkek 1999. Soltonoyev, B., “Kýzýl Kýrgýz Tarýhý”, Kýrgýzdar, (Haz. K. Cusupov), Biþkek 1993, II. Yudahin, K.K., Kýrgýz Sözlüðü, (Çev. Abdullah Taymas), Türk Dil Kurumu Yayýnlarý, Ankara 1994, Cilt I-II. Kaynak Kiþiler Allakulov, Erkin, Oþ-Aravan, Canýcol Köyü, Doðum Tarihi 1959. Aydayev, Kurban, Oþ-Özgön, Kýzýlkýrman Köyü, Doðum Tarihi 1934. Cooþbayev, Zamir, Narýn-Koçkor, Dönalýþ Köyü, Doðum Tarihi 1952. Kalýyeva, Nurtaci, Oþ-Nookat, Þankol Köyü, Doðum Tarihi 1965. Mamýtov, Esenbay, Oþ-Nookat, Karataþ Köyü, Doðum Tarihi 1922. Mavlanov, Ahmat, Oþ-Özgön, Kýzýlkýrman Köyü, Doðum Tarihi 1929. Mayramova, Gülmayram, Oþ-Özgön, Kýzýlkýrman Köyü, Doðum Tarihi 1944. Nurguþev, Asanbek, Narýn-Koçkor, Doðum Tarihi 1949. Sadýraliyev, Coldoþ, Narýn-Koçkor, Alabulak Köyü, Doðum Tarihi 1954. Sýdýkov, Saparbek, Narýn-Koçkor, Doðum Tarihi 1939. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 177-201 Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler1 OTTO F. KERNBERG2 ÇEVÝREN: ALÝ ULVÝ MEHMEDOÐLU YRD. DOÇ. DR., MARMARA Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ özet Bu makale, dine felsefi ve teolojik bir yaklaþým teþebbüsünden ziyade, psikanalitik bulgu ve kavramlar temelinde olgun dindarlýðýn bir analizini gerçekleþtirmektedir. Makale, bir yandan ego-ideali ve süper-egonun çeþitli geliþim kaynaklarýndan türeyen ve psikolojik saðlýk ve olgunluðun bir görünüþü olarak sevginin nefrete, libidonun ölüm dürtüsüne baskýnlýðýný yansýtan olgun dindarlýðýn nitelikleri ile diðer yandan Yahudi-Hýristiyan dinlerindeki Tanrý’nýn nitelikleri arasýndaki dikkat çeken uygunluðu vurgulamaktadýr. Klinik seviyede psikoterapistin iþlevlerinden biri, hastalarýmýza elveriþli olan transpersonel bir ahlak sistemi ile, ahlaki deðerlere duyulan olgun bir arzu olarak dindarlýðýn kapsamýný araþtýrmaktýr. Psikoterapi bazý hastalara da, doðrudan kendilerine veya baþkalarýna yönelik nefret ve yýkýcýlýðýn aklileþtirilmesi olarak biçimsel dini baðlýlýklarýn kullanýmýndan kendilerini kurtarmalarý için yardým etmek zorundadýr. anahtar kelimeler Religion, Religious Experience, Freud, Psychology of Religion 1. Freud'un Konumuna Eleþtirel Bir Bakýþ Psikanaliz tarihsel olarak, öncelikle Freud’un (1) din hakkýndaki eleþtirel eserinden dolayý, genellikle dini deðerleri ve kurumlaþmýþ dini sistemleri üstü kapalý olarak sorguluyormuþ gibi algýlanmýþtýr. Eserlerinde dini inançlarýn ve psikanalitik kimliðin uygunluðunu belirten seçkin bir grup psikanalistin [Chasseguet-Smirgel (2), Meissner (3), Ostow (4), Rizzuto (5), Zilboorg (6) vd.] katkýlarýna raðmen, doðrusunu söylemek gerekirse ben, ileri 1 Bu makale, Almanya’nýn Mainz kentinde 11 Temmuz 1998 tarihinde Mainzer Psychoanalytische Arbeitsgemeinschaft tarafýndan düzenlenen ”Psikanaliz ve Din” adlý konferansta sunulmuþ, American Journal of Psychotherapy (Vol. 54, No. 4, Fall 2000, pp. 452–476) dergisinde yayýnlanmýþtýr. 2 Yazar, New York Presbyterian Hastanesi, Westchester Bölümü, Kiþilik Bozukluklarý Enstitüsü’nde yönetici; Cornell Üniversitesi, Weill Týp Koleji’nde Psikiyatri Profesörü ve Columbia Üniversitesi Psikanalitik Eðitim ve Araþtýrma Merkezi’nde Eðitim ve Danýþma Analistidir. 178 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I gelen pek çok psikanalist arasýnda ateist felsefi konum yönünde bir eðilimin yaygýn olduðuna ve bu kültürel geleneðin ancak yakýnlarda deðiþtiðine inanýyorum. Ýzleyen satýrlarda, bu konu hakkýndaki kendi görüþlerimi, bireysel geliþme ve psikopatolojiye iliþkin olarak bütünüyle psikanalitik düþüncelere ve kitle psikolojisi ile ideolojilerin oluþumuna iliþkin psikanalitik anlayýþýn kabulüne dayandýrarak özetleyeceðim. Freud, The Future of an Illusion (1) adlý eserinde din hakkýndaki eleþtirel bakýþýný ve uzun vadede akýlcý bir moral kanaatler sisteminin ve mantýklý bir þekilde kurulmuþ ahlakýn, kurumlaþmýþ dinlerin yerini alacaðý þeklindeki beklentisini ayrýntýlarýyla açýkladý. Ýnsan ihtiyaçlarýnýn doyumuyla baðlantýlý olarak, tabiatý tanýma ve kontrol etme gereði üzerine yoðunlaþan insanlýðýn karakteristik kültürel ihtiyaç ve beklentilerinin bir resmini çizdi. Kültürün, ayný zamanda kiþilerarasý iliþkilerin düzenlenmesi ve insan emeði üretiminin daðýlýmýnda büyük bir üstünlüðü olduðunu iddia etti. Freud, bireyin yýkýcý boyutlardaki cinsellik ve saldýrganlýk dürtülerinden, kitle psikolojisinden ve insanýn eðitilebilir sýnýrlarýndan kaynaklanan kültüre yönelik düþmanlýk yoluyla, bu kültürel isteklere meydan okunduðunu düþündü. Kültürün, çalýþma mecburiyetine ve dürtülerden kaynaklanan þeylere göre davranmaktan, özellikle ensest, yamyamlýk ve þiddetten vazgeçmeye dayandýðýný ileri sürdü. Freud, süper-egonun, avantajsýz sosyal sýnýflarýn hoþnutsuzluðunu yasaklarýyla kontrol edip, ideallerin olumlu etkisi ve sanatsal üretimle narsisistik ve ikame doyumlar saðlayarak, kültürün yol açtýðý dýþsal zorlamalarýn içselleþtirilmesini yansýttýðýný öne sürdü. O, dini muhayyilenin, insanýn kaderinin belirsizlikleriyle ilgili teselli saðlayýp, tabiatý insanlaþtýrarak görünür ilgisizliðini açýklarken, dürtü-kaynaklý davranýþ ve kiþilerarasý saldýrganlýða karþý yasaklarý güçlendirmek suretiyle, kiþilerarasý uygarlaþtýrmanýn genel kültürel amacýna ulaþmaya katkýda bulunduðunu iddia etti. Ýlkel bir din olarak insanlaþtýrmayý yansýtan animizm, çocuðun ebeveynine baðlý ve onlarýn korumasýný arzuladýðýnda olduðu gibi, çok güçlü bir Tanrý’nýn korumasýna duyulan özlemi yansýtýr. Freud, bu yüzden politeizmin ve daha sonra monoteizmin iþlevlerinin, tabiatýn dehþet verici yüzlerini, yani insanýn kaderinin ve ölümün acýmasýzlýðýný kontrol edip kültürel yasaklarý güçlendirdiðini belirtir. Freud, bilimin, tabiatýn kontrol edilemeyen acýmasýzlýðý –kader ve ölüm– karþýsýndaki acizlik duygusunu azalttýðý ölçüde, dini inançlarýn, kültürel zorlamalarýn dayatmasýna giderek daha çok yoðunlaþtýðýný iddia etti. Temelde Tanrý, ölüm dahil tabiata egemendir; Tanrý iyi olaný ödüllendirmek, kötüyü cezalandýrmak ve kaderi kontrol etmek ister; Tanrý kültürün temel Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 179 yasalarýný belirler. Freud, Tanrý’nýn bölünmez karakterinin baba ile ilgili prensibe yansýdýðýný, tabiatýn hâkim gücüne karþý koruduðunu ve kültüre zorla kabul ettirdiði sýnýrlarýný meþrulaþtýrdýðýný iddia etti. Freud dinin tarihini, sýradan bir av olarak avlanamayan ve kutsal bir hayvanda somutlaþan koruyucu bir tanrýya inanma þeklinde baþlayan totemizmde kökenlendirdi. Totemi öldürme ve yeme ritüeli, sembolik olarak babanýn öldürülmesi ve onun gücünün ele geçirilmesini yansýtýr. Hayvan þeklindeki tanrýlarýn insan-yüzlü birçok tanrýya dönüþümü tektanrýcýlýk fikrine doðru tekâmül ederken, tek tanrý tabiat karþýsýnda çaresiz kalan çocuðun nihai korunmasý ve onun kadiri mutlak, koruyucu baba özleminin tatmin edilmesini yansýtmýþtýr. Babaya yönelik bu ikircikli tutum, Freud’a göre, idealleþtirme ve tanrý korkusunun birleþiminde yansýtýlmýþtýr. Freud, atalarýn geleneði, geleneðin kanýtlarý [kutsal kitaplar] ve þüpheye karþý yasaklamalar üzerine dayandýrýlmýþ olup, bilimsel olarak doðrulanamayan dini dogma inancýnýn taleplerine göndermede bulundu. Ona göre, dini dogmalar, ne kanýtlama ve ne de delillerle çürütmeye açýk olmama anlamýnda yanýlsamadýrlar. Dini dogmalar çocuksu arzulara, çocukça istek ve yasaklarýn yansýtýlmasýna benzerler. Yine de Freud, bütün evrensel kavramlarýn (Weltanschauungen) yanýlsama olduklarýný kabul eder. Üstelik din olmaksýzýn, ölümle yüzleþmesi ve kültürel zorlamalara boyun eðmek zorunda kalmasý insaný, kendi çaresizlik ve engellenmiþliði ile güçlü bir þekilde etkisi altýna alabilecekti. Freud, bilimin dinin alanýný küçülttüðünü fakat kültürün ancak kurumlaþmýþ dinin saðladýðý katý baský ve günah tehditleriyle korunabileceði ihtimalinin devam ettiðini ileri sürdü. Çünkü din katlanýlabilir kýlýnmasý için “günah”ý hoþ görmek zorundaydý. Freud, “öldürmeyeceksin” buyruðunun mantýklý bir yasaklama olduðuna inanýyordu. Bunun, Tanrý fikrini terk etmek ve kültürü beklenti ve yasaklarýn mantýklý bir temeline dayandýrmakla mümkün olabileceðini düþündü. Yine o, tutku akýldan daha güçlü ve babanýn öldürülmesi bütün yasaklarýn ilki olduðuna göre, kültürel yasaklar bu yüzden ilk baba ve onun tanrýlýðýndan kaynaklanýr diye devam eder. Ancak duygusal bir þekilde düzenlenen süper-ego yasaklarý vasýtasýyla dürtüler bastýrýlmýþ olabilir ve bu bakýmdan din bir saplantý nevrozuna benzer. Freud, aklýn içgüdüsel ihtiyaçlarýn dýþavurumunu kontrol etme aracý olarak dine bir alternatif sunduðunu belirtti. O, pek çok insanýn bunu baþarmaya kabiliyetli olmadýðýný kabul etmekle beraber, bilimin bize yardým edeceðine inandý. Freud tam bu noktada meþhur açýklamasýný yaptý: “Aklýn sesi cýlýzdýr ama iþitilinceye kadar susmaz.” O, aklýn diðer insanlarý sevme- 180 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I yi teþvik ettiðine, bilimin deneme-yanýlma yoluyla devamlý geliþtiðine, yüceltilmiþ elemi azaltma arzusunu gerçekleþtirdiðine inandý: Bilim yanýlsama deðildir. Özetle Freud, dinin tarihi geliþiminin baþlangýcýný, politeizmin ve dinin en yüksek þekli olan monoteizmin öncüsü olarak totemizmde, ilkel kalabalýklarýn babanýn öldürülmesi etrafýndaki orijinal çatýþmalarýnda buldu. O, dinlerin, insanýn çocuksu çaresizliðinden kaynaklanan bir yatkýnlýðý olarak babaya duyulan özlemi ve çocuksu süper-egonun yansýmasýný içerdiðini gördü. Freud, mantýðýn cinsel ve saldýrgan dürtüler, kitle psikolojisinden kaynaklanan tehlikeler ve bastýrýlmýþ sosyal sýnýflarýn meydan okumasý tarafýndan baltalandýðýný itiraf etti. Ve o, kurumlaþmýþ dinin eðitimin geliþmesi ve sanatsal anlatým üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduðunu kabul etti. 20. yüzyýlýn tecrübesi ýþýðýnda yeniden deðerlendirildiðinde bu analizde bana çok çarpýcý görünen þey, Freud’un rasyonalitenin baþarýsýna olan inancýnýn ve mantýklý düþünceler ve hýzla geliþen bilimsel bilgimizin ýþýðý dýþýnda evrensel bir ahlak sisteminin geliþebileceðine dair kanaatinin ifadesidir. Bu çarpýcýdýr, çünkü bizzat Freud, dinle ilgili eserinde (1) olduðu gibi, geliþmekte olan formülasyonlarýnýn bütün yapýsý boyunca, bilinçdýþý motivasyon yoluyla bilinç ve mantýðýn kaçýnýlmaz sýzmasýna, özellikle bilinçdýþý saldýrganlýðýn ilkel yönlerine vurgu yaptý. Kendini, teorik formülasyonlarýnýn sonraki geliþmeleri süresince ölüm dürtüsünü –insanlýðýn çok derin yýkýcýlýðý ve öz-yýkýcýlýðý– libido kadar etkili içgüdüsel bir güç olarak kavramlaþtýrmaya zorladý (7). Ayrýca, bastýrýlmýþ veya avantajsýz sosyal gruplarla iktidarda olanlar arasýndaki çatýþmanýn kaçýnýlmaz tabiatýný ve kendisinin oldukça dramatik bir þekilde formüle ettiði kitle psikolojisinden kaynaklanan tehlikelerin doðruluðunu kabul etmesi, onun, rasyonalitenin önceden belli olan nihai zaferine iliþkin –herhangi bir kimsenin adeta irrasyonel diyebileceði– inancýyla doðrudan çeliþmektedir. Freud ayný zamanda dindarlýðýn psikolojik kökenini ve geliþmesini temel insani bir eðilim olarak tanýmladý, dini inançlarýn derin tabiatýndan insanlarýn asli bir parçasý olarak bahsetti fakat bu, Tanrý’nýn varlýðýnýn objektif tabiatýný veya genel olarak dini sistemlerin geçerliliðini halletmedi. Ben burada psikanalizin sýnýrlarýnýn felsefeye dokunduðuna ve psikanalitik açýklamanýn bilimsel ruhuna aykýrý düþecek þekilde, bizzat bir dünya görüþü (weltanschauung) olma tehlike bölgesine girdiðine inanýyorum. Freud’un akýlcý anlayýþlara dayalý ahlaki deðerlerin evrensel bir sistemini kurma ihtimaline iliþkin varsayýmý, bilinçdýþý motivasyon yoluyla rasyo- Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 181 nel düþüncenin kaçýnýlmaz sýzmasýyla ilgili sadece kendi inandýrýcý bulgularýna dayalý olarak deðil, 20. yüzyýlýn çok geniþ seviyedeki sosyal, politik ve kültürel deneyimine göre de þüpheli görünüyor. Frangois Furet’nin (8) ikna edici bir þekilde iþaret ettiði gibi, bu yüzyýl, modern batý toplumunda tarihi geliþmelerin ”bilimsel” analizinde kökleþen ahlakýn evrensel, akýlcý bir temelini geliþtirmiþ gibi görünen rekabet halindeki iki büyük ideolojik sistemin etkisi altýnda olmuþtur. Milliyetçi Faþizm ve Marksist Komünizm güya çaðdaþ toplumun akýlcý analizine dayalý sistematik ve evrensel ahlaki sistemler geliþtirdi. Her ikisi de, modern uluslara egemen olan en saf ve sýnýrlanmamýþ formlarý içinde, insanlýk tarihinde çok korkunç suçlara ve kitlesel cinayetlere yol açtý. Nazizmin ve komünizmin ”akýlcý ahlaklarý”, tahribat alanlarý ciddi olarak sýnýrlandýrýlmaksýzýn bilim üyeliðine seçildi. Nazi Almanyasý’ndaki Holocaust, Sovyetler Birliði’nin Gulag’daki terör devri, Çin’deki kültürel devrim, ”bilimsel” akýlcýlýðýn pratik baþarýsýzlýðýný örneklerle anlatmakta, Freud’un ölüm dürtüsü ve kitle psikolojisinin tehlikelerine iliþkin uyarýcý ifadelerini çaðdaþ tarihte maalesef yeniden onaylamaktadýr. Freud, hemen hemen konu dýþý bir gözlem olarak mantýk ve bilimden baðýmsýz deðerler olan sanatýn ve sanatsal deðerlerin özerk varlýðýný kabul etti. Ýzleyen satýrlarda ben, akýl ve bilimden daha önemsiz olmayan evrensel bir deðerler sisteminin imkânýna, eþit ölçüde baðýmsýz bir varoluþ verme gereðini savunacaðým. 2. Kötülüðün Tabiatý ve Dindarlýðýn Psikolojisi: Bazý Psikanalitik Katkýlar Freud (7), temel insan motivasyonunun libido veya hayat güdüsü ve thanatos veya ölüm güdüsü yoluyla oluþturulduðu sonucuna vardý. O, b u sonuca, genelde psikanalitik açýklamanýn artan veri daðarýný oluþturan hastalarýyla olan deneyiminde bilinçdýþý motivasyonun sistematik açýklamasýna dayanarak ve psikanalitik teoriyi sosyo-kültürel olgularýn incelenmesine uygulayarak ulaþtý. Yalnýz psikopatolojinin bir bölümü olarak deðil fakat bütün insanlarýn ve ayný zamanda genelde kitle hareketlerinde ve kitle psikolojisinde etkin hale getirilmek üzere bir potansiyel olarak yýkýcý eðilimlere iþaret eden karþý konulmaz kanýt, Freud’un formülasyonlarýndaki bu temel varsayýmlara güven saðladý. Kanýtýn dramatik bir kaynaðý sosyal þiddetin yaygýnlýðýdýr, yani bazý sosyo-ekonomik, politik veya ideolojik þartlar altýnda kitlesel bir olgu olarak saldýrgan davranýþýn ortaya çýkmasýdýr. Ben burada bir savaþ ifadesi olarak, savaþ durumundaki ”olaðan” davranýþlarý açýkça hariç tutuyorum, çünkü savaþta silahlý kuvvetlere milletçe katýlma mecburiyeti, silahlý ve saldýrgan 182 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I düþmanlarýn fiili varlýðý ve ideolojik milliyetçi bir üstyapýnýn birleþimi þiddeti büyük ölçüde besler ve göz yumar. Sivillerin kitlesel olarak katledilmesi ve azýnlýklarýn iþkence ve zulüm görmesinin toplumsal onayýnýn, Andre Green’in (9) þu sýralarda formüle ettiði gibi, ölüm güdüsünün iþlevine yansýdýðýný iddia ediyorum, yani temel bir yýkýcýlýk ve öz-yýkýcýlýk güdüsü nesne iliþkilerinin kurulma ve sürdürülmesine karþý yönlendirilmiþtir. Ben bu temel yýkýcýlýðýn gruplar, kurumlar ve sosyal ve ulusal vb. çatýþmalarda, grup-içi þiddetin özel tarihi, politik, ekonomik, sosyal ve kültürel kökenlerini dikkate almaksýzýn iþlemekte olduðunu ileri sürüyorum. Psikanaliz belki asýl sorunun cevabýna katkýda bulunabilir: Normal uygar etkileþimli ve insan hayatýna saygýlý kitlesel insan davranýþýnýn, aniden kitlesel bir þekilde dýþa vurulan ve onaylanan sosyal þiddete dönüþmesi nasýl açýklanabilir? Sona ermekte olan yüzyýlýn büyük bir gerçeði olarak sosyal þiddetin dramatik ve dehþet verici kanýtlarýndan biraz önce söz ettim. Gulag’dan, köylülerin kitlesel açlýðý ve eski Sovyetler Birliði’ndeki terörden Nazi Almanyasý’ndaki Yahudi soykýrýmýna; Komünist Çin’deki kültürel devrim teröründen Pol Pot rejiminin kitlesel cinayetlerine; Ortadoðu ve Afrika’da azýnlýklar üzerindeki öldürücü baskýdan Güney Amerika’daki askeri diktatörlüklere ve bu yüzyýlýn sonunda Balkanlar’daki vahþi çatýþmaya kadar. Herhangi bir kimse normal askeri diktatörlüklerin daha sýnýrlý þiddetinin aksine onun en uç kanýtlarýnýn ideolojik totaliter rejimlere tahsis edildiðini ileri sürebilirse de, olgunun evrenselliðinin bol miktardaki kanýtýndan çok daha fazlasý bulunabilir (8). Bazý sosyolojik gözlem ve deneylere odaklanmak, kitle psikolojisi harekete geçirildiðinde normal insan davranýþýnýn ani deðiþimine iliþkin daha doðrudan kanýtlar saðlar. Bette Bao Lord, (10) bir tarih profesörünün kendisine, geçmiþ kültürel devrimi yansýtan o zamanki kendi gerileyici þiddetini nasýl itiraf ettiðini anlatmýþtýr. Profesör o zamanlar, kýzýl muhafýzlar tarafýndan devrim karþýtý olarak damgalanmýþ, halkýn aþaðýlamasýna maruz kalmýþ ve bütün eski öðrencileri tarafýndan dövülmüþ olan bir profesörün genç bir öðrencisiymiþ. O, eski profesörünün etrafýný kuþatan halkada nasýl yer aldýðýný, öðrenci arkadaþlarýnýn vaktiyle hayran olduklarý ve çok sevdikleri öðretmeni devrim karþýtý davranýþlarýyla özdeþleþtirdiklerinin nasýl farkýna vardýðýný ve birçok yýl sonrasýna kadar hata olduðunu anlayamadýðý bir çýlgýnlýk içinde, kendini profesörünün vahþice dövülmesine nasýl iþtirak ederken bulduðunu anlatmýþ. Henry Dicks’in (11), 28 Alman SS toplama kampý muhafýzý üzerinde, toplama kampýndaki mahkûmlara uyguladýklarý iþkence ve öldürme dolayýsýyla Ýngiltere’de hapis yattýklarý dönemde yaptýðý araþtýrma, bu muhafýz- Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 183 larýn sýradan, sert fakat çoðunun saldýrgan narsisistik kiþilikler olmadýðýný ve ”görev icabý” ideolojik telkin ve eðitimin ortak arkaplanýný gözler önüne sermiþtir. Bu suçlular Ýngiltere’de hapse girdiðinde yeniden oldukça sakin ve saldýrgan olmayan davranýþa dönmüþlerdir. Almanya’daki Yahudilerin toptan öldürülmelerine bir ön hazýrlýk olarak kademeli bir þekilde insanlýktan çýkarýlmalarýyla aktif bir baðlantýsý olmasa bile, Victor Klemperer’in (12, 13) günlükleri, büyük sosyal gerilemenin hoþgörülü bir umursamazlýða doðru olduðunu gösteren, belki de elimizdeki en açýk belgelerdir. Wolfgang Sofsky (14), bu terörün niteliðinin tamamýyla bilincindeki onbinlerce görevlinin bulaþtýðý toplama kamplarýnýn düzeneðini tanýmlamýþtýr. Zinoviev (15), Sovyetler Birliði’nin sosyalist ideoloji ve diktatörlük sisteminin temel bir sonucu olarak kitlesel rüþvetçiliðin sosyolojik analizinde, birlikte varolmanýn kültürel olarak kabul edilmiþ bir prensibi olarak toplum tarafýndan onaylanan sahtekârlýðýn temel mantýðýný ve karþý konulmaz baskýnlýðýný tanýmlamýþtýr. Milgram (16) deneyleri, zeki, kültürel olarak ayrýcalýklý üniversite öðrencilerinin bilimsel objektiflik maskesi altýnda aðýr iþkence deneylerine katýlmaya inandýrýlabileceðini göstermiþtir. Kitle ve grup psikolojisiyle ilgili psikanalitik araþtýrmalarda, bazý gerileyici grup durumlarýnda genel olarak paylaþýlan þiddetli öfke ve nefretin ani kabarmasý þeklinde bir tepki gösterme yönünde evrensel bir eðilime iþaret eden belirli geliþmeler vardýr. Freud, Group Psychology and the Analysis of the Ego (17) adlý eserinde, lideri idealleþtirmelerinde kitle hareketinin bütün üyelerinin ortak özdeþimini, süper-egolarýnýn lidere paylaþýlmýþ yansýtýmýný ve özgürlük, güç ve kitle hareketi veya güruhun belirgin özelliði olan yýkýcý saldýrganlýk hýrsýyla sonuçlanan duyguyu tanýmlamýþtýr. Bir güruh veya kitle hareketi belirginleþtiðinde dizginlenmemiþ saldýrganlýðýn harekete geçirilmesi, Wilfred Bion (18) tarafýndan gerçekleþtirilen küçük yapýlaþmamýþ gruplarýn analizinde ilaveten araþtýrýlmýþtýr. Bion, bir grubun görev yönelimi baþarýsýz olduðunda “baðýmlýlýk”, “kaç-dövüþ” veya ”eþ olma” þeklindeki ”üç temel varsayým grubu”ndan birine acil bir gerilemenin olduðunu göstermiþtir. “Baðýmlýlýk” temel varsayým grubunda, grup, büyüklenmeci, kendinden emin bir lideri idealleþtirmeye meyleder, bütün üyeler böylesine idealleþtirilmiþ bir liderin korumasý olmaksýzýn yetersizlik ve vasýfsýzlýk hissine kapýldýklarý halde, ona baðlanmak onlara bir güven ve tatmin duygusu verir. Güçlü narsisistik özellikleri olan bireylerin böylesi gruplarda liderlik rolü üstlenmek üzere ikna edilmeye eðilimli olmalarý þaþýrtýcý deðildir. Buna karþýlýk, karþýlýklý güvensizlik, þüpheli oluþ, güç ve üstünlük saðlamak için mücadele olduðunda grup, kaç-dövüþ temel varsayýmýna geriler. Grup ya 184 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I kavgacý bir ruhla bir dýþ gruba karþý birleþebilir ya da bir iç-grup ve bir dýþgrup þeklinde tekrar bölünebilir. Liderlik, gerçek veya farazi düþmanlara karþý bir kavgada gruba liderlik etmeyi en fazla düþünen, grubun en paranoid bireyine geçer. Son olarak, ”eþ olma” temel varsayým grubunda, geliþen iliþkilerinin gruba bir anlam ve heyecan duygusu vermekle aþýlanacaðý ve böylece geleceðinin garanti altýna alýnacaðý umuduyla, küçük grubun heteroseksüel veya homoseksüel bir eþe dönme eðilimi vardýr. Bu grup geliþmelerini psikanalitik olarak anlamak, bir görev grubu olarak grubun iþlevinin ilk kaybýyla ilgili olan travmanýn ciddiyeti vasýtasýyla bir sýra dahilinde belirlenebilecek olan grubun gerilemesinin derinliðine dayandýrýlmýþ temel bir varsayýmýn ”seçim”idir. Bu yüzden, eþ olma grubu cinsellik ve iliþkiyi vurgulamakla birlikte, daha ilkel olan baðýmlýlýk ve kaçdövüþ gruplarýna karþý bir savunmayý temsil eder, ki baðýmlýlýk grubunun narsisistik liderinin idealleþtirilmesi, paranoid bir lider tarafýndan yönetilen kaç-dövüþ grubuna doðru daha korkutucu gerilemeye karþý da bir savunmadýr. Bütün bunlarýn genel anlamý þudur, normal görev yapýlarý veya iþe yönelmiþlik baþarýsýz olursa, küçük bir gruptaki bütün bireylerin iþlevinde bu üç yoldan birine gerileme ihtimali mevcuttur. Pierre Turquet (19), 50 ila 150 arasý bireyden oluþan yapýlaþmamýþ büyük gruplarýn davranýþýný araþtýrmýþtýr. O, böylesine büyük bir grubun kendi davranýþýný gözlemekten baþka bir görevi olmadýðýnda, aþýrý kaygýya yol açtýðýný ve kimsenin kimseyi dinlemediði bir þekilde hýzla saldýrganlýk korkusu yayan bir duruma gerilediðini, etkisiz durumdaki saldýrganlýðýn yakýnda patlak verme korkusuna karþý koymak üzere alt gruplar oluþturmaya çabaladýðýný ve saldýrganlýðýn alt gruplar arasýnda kolayca patlak verdiðini göstermiþtir. “Masum seyirciler” büyük çoðunluk içinde geliþirler ve ortaya çýkma ihtimali olan herhangi akýlcý bir liderliðe genel, kararlý bir ret vardýr. Büyük grup, ya sadece –aslýnda herkes tarafýndan aþaðýlansa da kliþe haline gelmiþ basmakalýp sözünün grup üzerinde sakinleþtirici bir etkisi olan– narsisistik bir bireyin liderliðine tahammül eder ya da düzensiz büyük grubu Freud’un güruhuna dönüþtüren paranoid bir lider seçerler. Daha önceki bir çalýþmamda (20), büyük grubun, aslýnda bir yandan güruhun ve kitle psikolojisinin geliþimine karþý temel durum, diðer taraftan da küçük grup psikolojisinde olduðu gibi savunmacý iþlevler oluþturduðunu iddia etmiþtim. Baþka bir deyiþle, normal statü-rol iliþkileri edimsel olmayan yapýlaþmamýþ grup durumlarýnda, karýþanlarýn bütünü tarafýndan saldýrgan eðilimlerin yoðun yansýtýmýný gösteren ve savunmacý bir yapýda olan narsisist veya paranoid bir yönelimin geliþmesine karþý saldýrganlýk korkusunun ani bir artýþý vardýr. Bu geliþmelerin nihai açýklamasý þudur, Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 185 ”gruba ait” böyle durumlarda, iki ve üç üyeli aileye ve sosyal durumlara iliþkin normal düzen baþarýsýz olur. Birey bu anda, belirsiz bir þekilde iliþkili olduðu birçok ötekiyle kuþatýlmýþ olarak, ben (ego) psikolojisinin nesne sabitliði olarak adlandýrdýðý geliþmeden önceki zihin-içi hali yeniden üreten bir durumu bizzat yaþar. Dýþsal nesnelerin çokluðu, ilkel çokluk, bölünmüþ kýsmi-nesne temsilleri ve onlarý ”hep-iyi” ve ”hep-kötü” içsel nesneler þeklinde düzenleme ihtiyacýný yeniden üretir. Bireysel geliþimin çok erken bir geliþim evresinin gerileyici sosyal durumlar altýnda bu ani üretimi, bizi psikanalitik nesne iliþkileri kuramýnýn katkýlarýna götürür. Kleinci psikanalitik psikolojide bu durum ”paranoid-þizoid” konum olarak tanýmlanýr. Çünkü Kleinci nesne iliþkileri kuramý hem sevme ve baðlanma yeteneðinin evrimi ve hem de bazý durumlar altýnda kuþkuculuða, nefrete ve þiddete gerileme eðilimi hakkýnda bir açýklama sunar. Ýzleyen satýrlarda, nesne iliþkileri kuramýnýn temel prensiplerini sunacaðým. Psikanalitik nesne iliþkileri kuramý, aslýnda, sevgi ve nefretin kaynaðýný, belirtilen sýraya göre libido ve ölüm dürtüsünün merkezi duygularýný açýklar. Psikanalitik nesne iliþkileri kuramý, bebeðin annesiyle olan en erken iliþkisinin daha ölçülü ve normal öðrenmenin yerini alan etkilerden oluþan anlar olduðunu, diðer anlarýn ise yoðun veya aþýrý ve bu nedenle duygusal bellek yapýlarýnýn içselleþtirilmesiyle sonuçlanan etkiler olduðunu, kendilikle ilgili temsilin doruk duygunun baskýnlýðý altýnda annenin temsiliyle oluþturulduðunu varsayar. Kýsacasý doruk duygular, Freud’un formülasyonunda ego, süperego ve id ile sonuçlanan psiþik yapýlarýn ”yapý taþlarý”ný meydana getiren içselleþtirilmiþ nesne iliþkileri içinde yapýlanmýþtýr. Saldýrganlýk ve engellenmenin etkili baskýnlýðý altýndaki içselleþtirilmiþ nesne iliþkileri ile, bebek ve anne arasýndaki ideal iliþkilerin hayali saflýðýný korumak ve bebeði öfke ve nefret tarafýndan kontrol edilen içselleþtirilmiþ nesne iliþkileriyle baðlantýlý paranoid fantezilerin teröründen muhafaza etmek için mutluluk ve tensel uyarým ile baskýn hale getirilmiþ olanlar arasýnda, bebeklikte bir bölünmenin sürdürüldüðü þeklindeki tasarýsý Melanie Klein’in (21, 22) temel bir katkýsýdýr. Bu bölünme iþlevleri ve onlarla ilgili savunma mekanizmalarý bebek için belirleyicidir, M. Klein, ideal nesne temsilleriyle etkileþen birçok kendilik temsilini içeren bilinçdýþý bir dünyanýn, onlarýn ”kötü” nesneleriyle etkileþen birçok ”kötü” kendilik temsilinden keskin bir þekilde bölündüðünü ileri sürdü. Bu genel içsel durumlar, Melanie Klein’in paranoid-þizoid konum olarak adlandýrdýðý þekilde tanýmlanýr. Hayatýn ilk yýlý boyunca, çoðunlukla sevecen, zevkli ve sevgi iliþkileriyle devam eden biliþsel geliþmenin etkisi altýndaki bu bölünmenin üstesinden gelmek, kendiliðin ve onun nesnelerinin idealleþtirilen ve cezalandýrýcý olan 186 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I yönlerini bütünleþmeye, yani dýþsal gerçekliðin kendini yansýtma ve gerçekçi algýsý için biliþsel güç tarafýndan anlamlý bir þekilde güçlenen ve güçlendirilen bir bütünleþmeye sevkeder. Bu içsel bütünleþme M. Klein’in depresif konum olarak bahsettiði þeydir. Depresif konum, bebeðe, annenin zevk veren ve düþkýrýklýðý yaratan ayný kiþi olduðunu farketmesiyle birlikte, ebeveynin istek ve yasaklarýnýn iþareti olan tavýrlarýný içselleþtirme izni verir. Gerçekleþmekte olan engellenmenin kabulü, oluþmaya baþlayan erken süper-ego nedeniyle sevgi ve güvenlik için ödenen bir bedeldir. Aðýr travmatizasyon ile sadistik ve cezalandýrýcý ebeveyn istekleri durumunda, sadistik mükemmellik isteði ile birlikte patolojik bir süper-ego oluþabilir. Böyle bir süper-ego, saldýrganlýðýn önemli bir kýsmýný, daha sonraki ayrýlma ve nesne kaybý yüzünden kendilik yaþantýsýnýn güçsüzleþmesiyle yankýlanan kendiliðin deðerini düþürme ve güçsüzleþmeye sevk ederek, kendiliðe karþý döndürebilir. Dayanýlmaz, aþýrý derecede sadistik ilkel bir süper-egonun çoðunlukla tekrar ortama yansýtýlmasý, süper-ego iþlevlerinin yetersizliðine veya yokluðuna, paranoid kuþkuculuk ve aþýrý duyarlýlýða ve saldýrganlýðýn serbestçe dýþavurulmasýna yol açabilir. Buna karþýlýk, uygun durumlar altýnda suç ve kaygýnýn karmaþýk etkilerinin yatýþtýrýlmasý suretiyle, saldýrgan tepkilerle birlikte süper-ego, içselleþtirilmiþ ahlaki ve moral deðerlerin bir organizasyonu yönünde geliþir. Burada bizi ilgilendiren þey, duygu eðilimleri bütünleþmesi ve içselleþtirilmiþ nesne iliþkilerinin bu erken süreçlerinde, hem dindarlýðýn kökenini ve hem de bir en kötü vaka senaryosuna göre nefret, yýkýcýlýk ve öz-yýkýcýlýða yönelik en aðýr eðilimi oluþturacak þeyin belirtileri þeklinde son derece önemli geliþmelerin meydana gelmesidir. Þiddetle engellendiðinde bebeðin ve çocuðun hayatýna öfke içeren etkileþimler egemen olur, içselleþtirilmiþ nesne iliþkilerinin karþýlýðý olan bireysel eðilimini, düþman olarak algýlananlara karþý öfke içeren yýkýcýlýk þeklinde sabitlemeye yönelir. Nefret, kronik öfke ve tahrip etme, kontrol etme ve potansiyel bir tehdit edici nesneye acý çektirme arzusunun sonucu olarak ortaya çýkan baský altýnda yapýlaþmýþ bir nesne iliþkisi olarak geliþir. Hem aþýrý öfke tepkilerine yapýsal bir eðilimin ve hem de erken çocukluktaki aðýr travmatizasyonun, nefrete yönelik böyle bir eðilimin baskýnlýðýnda payý vardýr. Engellenme ve nefret baskýn olduðunda, idealleþtirilmiþ ve cezalandýrýcý iliþkiler arasýndaki bölünme ya koruyucu bir kendini büyütme ve diðerlerini deðerden düþürmenin tipik belirtileriyle –narsisistik savunmalar– ya da kuþkulu, korku dolu ve ortam-paranoid savunmalarýný kontrol etme tutumuyla birlikte bir saldýrganlýðý yansýtma eðilimi þeklinde devam etme yönündedir. Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 187 Yeterince katý olduðunda, bu eðilimler narsisistik ve paranoid kiþilik bozukluklarýna eþ bir duruma yol açar. Aksine, idealleþtirilmiþ ve cezalandýrýcý kendi ve nesne temsilleri arasýndaki bütünleþme baþarýlý olduðunda, ebeveyn figürlerine yönelik iliþkinin derinleþtirilmiþ bir karþýlýðýyla birlikte, kendi ve diðerlerinin hem iyi ve hem de kötü yönleri için bir hoþgörü, daha akýlcý bir kendini deðerlendirme ve kiþinin kendi saldýrganlýðý dýþýndaki kaygý ve suçluluk için bir yetenek geliþir. Artýk telafi etme isteði ve ikirciklilik için hoþgörü eþliðinde içselleþtirilmiþ emir ve yasaklara uygun olarak yaþama isteðine yönelten ideal bir iliþkiyi yeniden kazanma, kiþinin kendi süper-ego ve ego idealiyle uyum içinde olmasýyla bir güvenlik ve iyilik duygusunu elde etme arzusu ortaya çýkar. Anneyle erken birlikteliðin uzamasý, öncelikle mutluluk duygusu ve neþeli duyarlýk aþýlar, uzakta olsa bile anneyle ilgili sevgi hisleri ve kaynaþma arzusu empati, baðýmlýlýk ve bir birlik duygusu, dünyayla bir olma deneyimini kolaylaþtýran aþkýn bir duygu, eðilimine yol açar. Sevgi için minnettarlýk duyma; kiþinin kendi saldýrganlýðý dýþýndaki suçluluk duygularý için yetenek kazanmasý; yüceltmenin, günahkârlýðýn duygusal deneyiminin ve telafi arzusunun kökenlerinde yapýlandýrýlan hatayý telafi etme isteði ve kayýp iyi bir nesne için özlem ve hasret duyma yeteneði olarak yas tutma da M. Klein’in depresif konumunda tanýmlanýr. Çaðdaþ psikanalitik düþünce artýk kendi’nin ve nesnelerin tutarlý olarak kaynaþtýðý veya henüz farklýlaþmadýðý erken bir ortakyaþamsal evre geliþimi varsaymazken, doruk duygu durumlarýnýn (sevgi ve nefret) etkisi altýndaki erken kaynaþmanýn görünüþte ortaya çýkan durumlarýný dikkate alýr. Sevginin doruk duygu durumu empati, þefkat ve merhamet için derin bir yeteneðe ve Rayner’in (henüz yayýnlanmamýþ The Institution of Justice a Factor in Interpretation adlý çalýþmasýnda) önerdiði gibi, ortak davranýþta karþýlýklý sevgi ve dürüstlük beklentisine göre temel bir adalet duygusuna da yol açar. Aksine depresif konumda baþarýnýn yokluðu ve öfke ve nefretle kaynaþmýþ nesne iliþkilerinin üstünlüðü, bütün nesne iliþkilerinde aðýr çarpýtmalar ve yýkýcýlýk için bir potansiyel oluþturur. Toplum karþýtý (antisosyal) kiþiliðin merkezinde önemli ötekilerle kurulan bütün iliþkileri tahrip etme eðilimi þeklinde bu yer alýr. Ýnsan, narsisistik kiþiliklerde aþýrý hasetle birlikte ötekilere acý çektirmekten kronik sadistik zevk almayý gözleyebilir. Böylesi haset yalnýz kötü veya tehlikeli olarak yaþantýlanan þeyin deðil, ötekilerde iyi ve arzu edilebilir olarak yaþantýlanan þeyin de bilinçdýþý tahribine sevkedebilir, bu yüzden aþýrý kýskanç kiþi, kadýnýn ya da erkeðin kýyasýya özlediði þeyi tahrip etmek zorundadýr (23). Klinik açýdan biz, hastanýn 188 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I sevgiyi ve onu veren kiþiyi tahrip etmek için baþkalarýnýn sevgisini elde etmeye çabaladýðý klinik bir sendromu ”sapýklýk” olarak adlandýrýrýz. Winnicot (24, 25), depresif konumda baþarýnýn bir sonucu olarak ilgi kapasitesini de, geliþmenin erken bir evresinde bebeðin ”geçiþ nesnesi” bulmaya, yani bir battaniye veya bir oyuncak gibi kendi’nin parçasý olan ve olmayan hissini veren kiþisel bir eþyaya yönelmesini de ilk tanýmlayan kiþidir. Geçiþ nesnesi önemli ötekini ve hala tümüyle bebeðin kontrolü altýnda olaný temsil eder, kucaklanan, saldýrýlan ve varlýðýný sürdüren bir nesne, gerçeðin ve fantezinin parçasý olarak daima oradadýr. Geçiþ nesnesi, bebeðin nesneye yatýrým yapma ve bu iyi nesnenin içselleþtirilmesini yansýtan fantezi dünyasýný kurma yeteneðini de ifade eder. Winnicott’un önerdiði bu yanýlsamalý geçiþ dünyasý, fantezi yapýlarýnýn ve nesnel olarak yaratýlan dýþsal gerçekliðin bir birleþimi olarak, yaratýcý fantezi, kültür, sanat ve dinin kökenidir. Winnicot bu yüzden, hem sanat ve hem de din alanýnda kültürel deðerlerin üretimine yönelik güdünün gerçek kökenini, bebeklikten itibaren etkin olan temel insani bir eðilime dayandýrýr. Süperego yapýsýnýn en ayrýntýlý teorisini geliþtiren E. Jacobson (26), süperegonun ardarda gelen katmanlarýný en ilkel, olumsuz, olaðanüstü bir þekilde yasaklayan ve cezalandýran bir katmandan, idealleþtirilmiþ ebeveyn imgelerinin emirlerini yansýtan daha sonraki idealleþtirilmiþ katmana, oradan da ilk iki katmanýn birleþtiði ve bu nedenle içselleþtirilmiþ ilkel moralitenin aþýrý tabiatýnýn azaltýldýðý ödipal dönemin daha gerçekçi süper-egosuna doðru tanýmlamýþtýr. Bu geliþmeler çocukluk süresince çocuða, derin bilinçdýþý düzeylerden bilinç-öncesi ve bilinçli moral davranýþ kurallarýna uzanan bireysel ahlaki deðer sistemlerini bütünleþtirip, sonunda kiþisellikten arýndýrma, soyutlama ve olgun süper-egonun bireyleþmesi süreçlerine yönelten daha gerçekçi emir ve yasaklarýn içselleþtirilmesi fýrsatýný sunar. Normal geliþme baþarýsýz olduðunda süper-egonun psikopatolojisini anlamak, suçluluk ve ilgi duyma yetilerinin bulunmadýðý, ”insanýn doðal þefkat” yeteneðinin olmadýðý, saldýrgan ve sömürücü yýkýcýlýk þeklindeki dindirilemez nefretin egemen olduðu, psikopatolojinin aþýrý bir formu olan toplum karþýtý kiþilik bozukluðunun ürkütücü psikopatolojisini anlamamýzý kolaylaþtýrmýþtýr. Bion (27), libidoyu belirten, insan davranýþýna yönelten ve gerçeklikle iliþkili olan birbirine karþýlýklý olarak zýt üç ”zirve”yi belirtmek suretiyle normal süper-egonun temel yapýlarýný anlamamýzý zenginleþtirmiþtir. Bunlar þunlardýr: 1. Bilgiye ve gerçeði tanýmlama ve elde etmeye yönelten Epistemolojik zirve, 2. Güzelliði araþtýrmaya yönelten Estetik zirve, 3. Ahlaki zirve, iyi olana ve ahlaki deðer sistemlerine yönelik güdü. Bion, bu zirvele- Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 189 rin karþýlýklý olarak indirgenemez tabiatýný, yani bir bakýma onlarýn hiçbirinin diðer ikisinin kapsamý içine alýnamayacaðýný belirtti. Ahlak zirvesi, sýrayla, bu zirvelerin her üçünün karþýtýnda yapýlanan ilkel nefretin yýkýcý tabiatýnýn, yani thanatosun ifadesinin zýddýna, ötekilerle içten iliþki ve sevgi arayýþýna baðlanmýþtýr. Ölüm dürtüsü sevgi içeren iliþkilere, gerçeði tanýma ve kabul etmeye ve genelde bilgi elde etmeye ve tabii ki ahlaki sistemleri yansýtan normal moraliteye karþý iþler. Bu çerçevede Bion, temel nesne iliþkilerinin üç tipini tanýmlamýþtýr: ”Sembiyotik”, ”komensal” ve ”parazitik”. Sembiyotik iliþkiler, iliþkide büyüme ve geliþmeyle ilgili yeni bir þey üretme üzerine oturtulmuþ ve yaratýcýlýkla ifade edilmiþtir; komensal iliþkiler, herhangi daha derin yeni bir geliþme olmaksýzýn basitçe yüzeysel temastýr ve parazitik iliþkiler, karþýlýklý yýkýcýlýða sebep olan þey üzerine oturtulmuþtur. Ýncelenen konularla ilgili olarak Donald Meltzer (28), bir yandan anne bedeni yüzeyinin idealleþtirilmesiyle ifade edilen ve bir güzellik duygusu yetisine sevk eden bebeðin annesine yönelik sevgi ve dolaylý erotik dürtüleri ile, öte yandan anne bedeninin içinden korkmaya yol açan ve hipokondrik bedensel yýkým korkusundan kaynaklanan anne bedeninin içine saldýrganlýðýn yansýtýlmasý arasýndaki çatýþmayý ”estetik çatýþma” olarak tanýmlamýþtýr. Anne-çocuk iliþkilerinde sevginin egemen olmasý, süper-ego geliþiminin yukarýda bahsedilen sonuçlarýyla birlikte, depresif konumun geliþmesine yardýmcý olur, buna karþýlýk nefretin egemen olmasý, biraz önce bahsedilen sapýklýðýn sendromu gibi, sevgiyi yozlaþtýrýp yýkabilir. Ronald Fairbairn (29), temel psikolojik bir eðilim olarak ”ahlaki savunma”yý, dünyaya iliþkin duygu oluþturmanýn çok derin ihtiyacý dýþýnda, ebeveynin saldýrgan emir ve yasaklarýný kabul edilebilir içselleþtirilmiþ emirlere dönüþtürmek ve onun üstesinden gelen içselleþtirilmiþ bir yardým sistemi geliþtirmek þeklinde farklý bir açýdan tanýmlamýþtýr. Fairbairn, aþýrý travmatik yaþantýlara maruz kalmýþ hastalarda süper-egonun aþýrý katýlýðýný, sadistik ebeveyn davranýþýnýn süper-egoda içselleþmesi olarak açýklamýþtýr, çünkü ”zalim bir tanrýnýn dünyasýnda yaþamak, ne yapacaðý önceden kestirilemeyen þeytanýn dünyasýnda yaþamaktan daha iyidir”. Aþkta çiftlerin bilinçdýþý iliþkisine dair kendi araþtýrmamda (30), çiftlerin iliþkisinin eþ zamanlý geliþen üç düzeyi olduðunu iddia etmiþtim: Cinsel, nesne iliþkisel ve ego ideal düzeyleri. Ego idealinin olgun yönlerinin sevilen ötekine yansýtýlmasý, içsel bir deðer sistemini dýþsal, somutlaþtýrýlmýþ, ideal bir ötekine dönüþtürür, bu yüzden aþkýnlýk deneyiminin önemli bir boyutu olarak dýþsal gerçeklik, zihin-içi bir özlemi gerçekleþtirmeye dönüþüyor. Bu sebeple aþk, hem bir ”yanýlsama”yý ve hem de bir ”gerçek- 190 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I lik”i içerir. Benim katkýlarým, psikanalizle din arasýndaki iliþkinin yeniden deðerlendirilmesinde belki de herkesten çok daha fazla katkýsý olan Chasseguet-Smirgel’in (2, 31) sistematik ego ideali incelemeleri üzerine temellendi. Chasseguet-Smirgel, kötülüðün gerçek varlýðý ile, sýnýr ve yasa koymak suretiyle dinin kötülüðü kontrol etme iþlevine iþaret etmiþtir. Chasseguet-Smirgel, temel eseri Creativity and Perversion’da (31), bütün çocuklarýn yüzyüze geldiði çok önemli meydan okumalarýn travmatik etkilerini oldukça þiddetlendiren bebeklik ve çocukluktaki yaþantýlarý ”sapkýn çözüm” olarak tanýmladý. O, önce evrensel bir insanlýk çatýþmasý olarak ödipal durumdan baþlayan, bebeði ve çocuðu ebeveyninin samimi iliþkisinden hariç tutan narsisistik travmaya, daha sonra ise ayný cins ebeveynle karþý cins ebeveyn için rekabet edemeyecek durumda olmanýn getirdiði aþaðýlanmaya iþaret etti. Bu travma, çocuðu karþý cinsten olan ebeveyne baðlayan bilinçdýþý erotik akýmdan kaynaklanan evrensel baþtan çýkarma ve ensestle ve cinayeti içeren bilinçdýþý cezalandýrýlma korkusunun en ilkel biçimi olarak iðdiþ kaygýsýyla güçlendirilir. Chasseguet-Smirgel, aðýr patolojik geliþme hallerinde bu travmalarýn aþýrý yoðunlaþmasýnýn, iðdiþ kaygýsýný inkâr etmek için, cinsler arasýndaki farklýlýklarý savunmaya yönelik inkâr, enseste izin verilebilmesi için yaþ farklýlýklarýnýn inkârý ve cinsel organlarýn ayrýcalýklý iþlevlerinin inkârý biçimini alan ”sapkýn çözüm”e yol açtýðýný iddia etti. Savunmaya yönelik bu çarpýtmalar, bedenin bütün yönlerini eþit hale getirir: Yaþ, cinsiyet ve organ farklarý yoktur. Bu evrensel eþitlik, bütün yasa ve düzeni tahrip eder, cinsellikle yoðunlaþmakta olan saldýrganlýðýn baskýnlýðýný ve nesne iliþkilerinin tamamen farklýlaþmamýþ, deðersizleþtirilmiþ ve çýkarýcý özellikler kazanan bir nesne ile iliþkiler anlamýndaki ”anal” dönüþümünü kolaylaþtýrýr. Chasseguet-Smirgel bu genel durumlarýn karakteri olarak de Sade’ýn dünyasýný tanýmlar: Saldýrganlýk yoluyla bebek cinselliðine yayýlmýþ çok biçimli sapmanýn baskýnlýðý ve Tanrý ve din gibi yasa ve düzenin inkârýnýn uyuþmasý. Dinsel ve cinsel vecdler, idealleþtirmenin bütün sýnýrlarýnýn yýkýcý kopmasýyla birlikte baskýn saldýrganlýk duygusu altýnda yoðunlaþtýrýlmýþtýr. Chasseguet-Smirgel, sapýklýk, içinde baskýn anal iliþkilerin, çýkarmanýn ve normal iliþkilerin yerini alan kirletmenin olduðu ilkel bir kaosun yeniden yaratýlmasýdýr, sonucuna varýr. Çocukluk travmasýna ”sapkýn çözüm” bulmuþ olan bu hastalar, bir gerçeði inkâr ve bütün iliþkileri dýþký olarak kabul eden çok derin bir eðilimi gizleyen, sözde-estetik bir tutuma göre analleþtirme ile ilgili bir idealleþtirme sunar. Chasseguet-Smirgel, ilkel bir kaosu yeniden yaratma sapkýn eðilimiyle sembolize edilmiþ olan kötülüðün varlýðýnýn gerçekliðine iþaret eder; dini Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 191 emir ve yasaklar, kaos benzeri durumlara karþý evrensel, sezgisel bir tepki ve koruma oluþturur. O, Tanrýnýn otoritesine ve daha eski nesillerin isteklerine saygý duymayý isteyen, ensest, cinayet ve diðer insanlarýn haklarýna ve malýna-mülküne yönelik yýkýcý saldýrýyý yasaklayan On Emri, temellerini oluþturan yapý bakýmýndan analiz eder. On Emir, onunla ilgili olan ve ondan çýkarýlan emir ve yasaklar, Levililer’in 18–20. bölümlerinde açýklandýðý üzere, kötülüðün egemenliðine ve zaferine doðrudan karþý olan temel ahlaki bir yasa sunar. Chasseguet-Smirgel, dinin, kötülüðün tabiatýna ve onun psikopatolojik temsili olarak sapýklýða önemli bir tasdik ve kökten karþý çýkma oluþturduðu sonucuna varýr. Andre Green (9, 32), ölüm dürtüsünün derin etkisinin bütün seviyelerdeki psiþik iþlevine iþaret ederek, Chasseguet-Smirgel’in kötülüðün tabiatýna dair katkýlarýný geniþletmiþtir. O, hasta bireylerde, toplumda ve kültürde mevcut olan yýkýcýlýðýn ve öz-yýkýcýlýðýn en aðýr biçimlerinin incelenmesi temelinde, nesne iliþkilerini tatmin etme baðlamýnda nesne iliþkileri kurma, sürdürme ve derinleþtirme, sevgi verme ve alma ve yaratýcýlýðý ifade etme dürtüsüne yansýyan libidonun ”nesneleþtirme” iþlevinin aksine, ölüm dürtüsünün esas karakterinin ”nesneden arýndýrma” yani bütün nesne iliþkilerini kökten yýkma olduðunu ileri sürer. Andre Green (9), var olan her þeyin anlamsýz olduðunu ima eden ölüm dürtüsünün ifadesi olarak kötülüðün iðvasýný tasvir etti; kötülük düzene ve yasaya itaat etmez, tarafsýz deðildir ve sadece kiþinin iradesini ele geçirmeye çabalar ve gücünü kullanarak kiþinin arzusunun nesnesini elde eder. Kötülüðün mantýðý yoktur. Andre Green, ölüm dürtüsüne dair çaðdaþ anlayýþýmýzýn temel geliþimine katkýda bulunan Le Travail du Negatif (32) adlý eserinde, ölüm dürtüsünün bir kanýtý olarak ötekilerle anlamlý iliþkiler ihtiyacýnýn kökten tahribini tasvir etti. Bu, en azýndan libidinal ve saldýrgan çabalar arasýnda bir kaynaþmayý gösteren, nesnelerle sadomazoþistik iliþkilerden çok daha aðýrdýr. Özetle, son psikanalitik araþtýrmalar dindarlýðýn hem merhamet, ilgi, suç, telafi gibi bütün unsurlarýyla birlikte normal süperego geliþiminin bir göstergesi olan ahlaki prensiplerin yekpare sistemini ve hem de ölüm dürtüsünün en aðýr belirti ve türevlerini yansýtan kötülüðün özelliklerinin aksine sevgi ve baðlýlýðýn baskýnlýðýný anlamamýza önemli katkýda bulunmuþtur. Kötülüðün, bireysel psikopatolojinin bir yönü gibi, grup gerilemesi ve kitle psikolojisinin temel bir unsuru olarak iþlev görmesi olgusu, insanýn kaderinin bir parçasý olarak kötülüðün tehdidinin kaçýnýlamaz ve her þeyi kendi üstünlüðüyle gölgeleyen tabiatýna iþaret eder. Kötülüðün özellikle aðýr bir belirtisi, bir yandan liderlikte aðýr psikopatoloji belirtilerinin ke- 192 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I netleyici niteliði ve öte yandan da sosyo-politik þartlarýn etkisi altýnda grup süreçleri ve kitle hareketlerinin gerilemesidir. 3. Bireysel Psikopatoloji, Grup Gerilemesi ve Sosyo-Kültürel Geliþmeler Arasýndaki Ýliþki En erken yaþantýnýn idealleþtirici ve cezalandýrýcý ”hep-iyi” ve ”hep-kötü” yönleri þeklinde yansýtýlan iki paradigmatik kiþilik bozukluðu, sýrasýyla narsisistik ve paranoid kiþilik bozukluklarýdýr. Narsisistik kiþilik bozukluðunda, bölünmüþ paranoid yaþantýnýn tehdit edici etkinliðine karþý bir savunma olarak, savunmacý bir kendini idealleþtirme yer alýr, o zaman patolojik bir büyüklenmeci kendilik, idealleþtirilmiþ nesnelerin özelliklerini ”emer” ve böylece baðýmlýlýk tehdidini ve baþkalarýna olan ihtiyacý savuþturur. Bu kendini idealleþtirme, hastalarda büyüklenmecilik, benmerkezcilik, hayranlýða aþýrý baðýmlýlýk, ötekileri deðersizleþtirme ve doyumsuz bir þekilde istismar etme, empati yokluðu ve baðlanma zorluklarý þeklinde baþgösterir. Narsisistik büyüklenmecilik ve sömürücülüðe karþý asýl bilinçdýþý nefrete yansýyan bilinçli ve bilinçdýþý haset, dolaylý ifadelerinde olduðu gibi, savunmadýr. Bu hastalar, öz-saygýlarýný korumak için hayran olunmaya ihtiyaç duyarlar ve güç ve potansiyel hayranlýk uyandýracak konumlar almaya þiddetle motive olmuþlardýr. Biz bunlara, küçük grup varsayýmýndaki ”baðýmlýlýk”ýn tabii liderleri olarak ve saldýrganlýðýn ani artýþýna karþý büyük grubun kendini koruma giriþiminde zaten rastlamýþtýk. Paranoid kiþilik bozukluðu, bütünleþmemiþ paranoid erken yaþantýlara karþý bir savunma olmaktan ziyade, onun prototipi olarak düþünülebilir. Bu hastalarýn farazi veya gerçek düþmanlara saldýrmayý haklý çýkarmak için bir gerekçe bulunabildiðinde yoðun þüphecilik, güvenmeme, aþýrý tetikte olma ve ”haklý öfke”yle belirlenen yoðun düþmanlýðý, ötekilere yansýtýlmýþ olmaya meyleder. Bu, ”kaç-dövüþ” grubunun ve büyük gruba alternatif bir organizasyon alarak kitle hareketi veya güruhun tipik lideridir. Paranoid kiþilikler –narsisistik kiþiliklere benzer þekilde– bu nedenle, bazý gerileyici grup durumlarýnda doðal liderler olarak da ortaya çýkarlar. Bir de, özellikle aðýr bir kiþilik bozukluðu, narsisistik ve paranoid özelliklerin birleþip yoðunlaþtýðý habis narsisizm sendromu vasýtasýyla yapýlanmýþtýr (33). Burada hastalarýn büyüklenmeci kendiliði saldýrganlýða sýzmýþtýr ve bu hastalar güç ve tehdit uygulama, terör duygusu uyandýrma ve sadistik kontrol kullanmakla güvenlik ve büyüklenmecilik duygularýný elde ederler. Kýsacasý bu hastalar, süper-ego iþlevlerinin yokluðuyla toplum karþýtý davranýþ sergilemek ve doðrudan ötekilerin kendiliðine karþý ego-uyumlu saldýrganlýk göstermek suretiyle, narsisistik ve paranoid özelliklerin birle- Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 193 þimini sunarlar. Hepimizin bildiði örnekler olarak Hitler ve Stalin, habis narsisizmin bu özelliklerini açýkça sergilemiþlerdir. Böylesi liderler tarafýndan hâkimiyet altýna alýnmýþ olan kitle hareketi katýlýmcýlarý, sadece bu liderlere boyun eðmeyi deðil, korkulan lidere hayranlýk duymayý ve sevmeyi de umarlar. Kitle hareketi üyelerinin bireysel süper-egolarýnýn böylesi bir lidere yansýtýmý, kitlesel toplum karþýtý davranýþýn dizginlenemez geliþmesine yol açabilir. Nazi Almanyasý ve Sovyetler Birliði’ndeki totaliter yönetimler, geniþ bir sosyal ölçekte bu geliþmeleri örneklerle açýklar. Bir taraftan grup gerilemesi, diðer taraftan bazý liderlik özellikleri arasýndaki bu iliþkinin içerimleri, normal olaný bile daha karmaþýk yapar, kurumlarýn iþlevsel liderliði liderden sadece yüksek zeka, ahlaki bütünlük ve ötekileri derinliðine anlama deðil, fakat küçük dozlarda narsisizm ve paranoya da gerektirir: Liderlerin maruz kaldýðý ikirciklilik karþýsýnda onlarýn içsel güvenliðini korumak için narsisistik özellikler ile; tecrübesizliðe, yani bir organizasyonda liderlik iþlevlerini sýnýrlayýp tehdit edebilen olumsuz akýmlarý kesin olarak teþhis etmekten onlarý koruyan motive edilmiþ bir saflýða karþý paranoid özellikler. Böylesi gerileyici þartlar altýnda ortaya çýkan gerileyici grup süreçleri ve liderlerin psikopatolojisi birbirini güçlendirir. Durum, bir yandan grup gerilemesini kontrol edebilen ve kurumlarýn iþlevsel niteliðini koruyabilen, fakat öte yandan da yýkýcýlýk yoluyla sýzabilecek olan ve bu yüzden þiddete kurumsal gerilemeyi daha da fazla kötüleþtiren iki toplumsal mekanizma vasýtasýyla oldukça tehlikeli bir hale getirilecektir. Bu iki sosyal mekanizma bürokratikleþtirme ve ideoloji oluþumudur (20). Bürokratikleþtirme bir grubun veya kurum içi gruplarýn ya da birbiriyle ilgili kurumlarýn iþlevini kontrol eden yöntemlerin, kurallarýn ve mevzuatýn organizasyonu olarak bilinir. O, yapýlaþmamýþ bir grup durumunu yapýlaþmýþ olana dönüþtürmek suretiyle, grup gerilemesini kesin olarak kontrol eder. Robert’in disiplin kurallarý bir kurul yapýsýnýn sürdürülen en basit örneðidir; organizasyonlarda personel, danýþmanlar ve astlar arasýndaki iliþkileri kontrol eden vazgeçilmez kural ve yönetmelikler, bu yapýnýn baþka bir örneðidir. Problem þudur, böylesi bürokratik yapýlar sosyal organizasyonlarýn iþlevi için vazgeçilmezken, bürokrasiler çýkarlarýyla birlikte kendilerini imtiyazlý gruplar haline dönüþtürmeye meylederler. Böylesi kökleþmiþ bir bürokrasi sýnýrlarý dýþýndakilerle etkileþiminde, gerilemiþ gruplarýn kendi içlerinde sergiledikleri “kaç-dövüþ” özelliklerinin aynýsýný açýða vurabilir. Baþka bir deyiþle, bürokratik organizasyon içinde kontrol edilen saldýrganlýk, çevresine doðru kayabilir ve bürokrasinin dýþarýdaki önemsiz üyelerinin ve 194 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I bütün kurumlardaki “kapýkullarý”nýn meþhur sadizmini yansýtabilir. Ayný zamanda, devlet yönetimleri gibi büyük sosyal kurumlarda verimli bir þekilde iþleyen bürokrasi, narsisistik, paranoid veya habis narsisistik bir liderin gerileyici liderliðinin olumsuz etkilerini kuvvetlendirip büyütebilir. Hitler’in yönetimi üstlenmesiyle Almanya’nýn ani totaliter dönüþümü, çok etkili Alman bürokrasisine bir kanýt idi. Buna biraz benzer bir süreçte Rusya komünist rejimi bürokrasisinin, iktidarýný Sovyet Ýmparatorluðu’nun bütün her yerine yayabilmesi idi. Grup gerilemesini kontrol etmek için ikinci sosyal mekanizma, bir grup içerisindeki iliþkileri pekiþtiren ve tabiatý itibariyle insancýl olduðunda gerileyici þiddeti harekete geçirme eðilimini etkisiz hale getirebilen bir ideoloji geliþtirmedir. Ýdeolojilerle ilgili psikanalitik araþtýrmalar, ideolojilerin sýrasýyla, geniþ bir yelpaze boyunca deðiþebilen, kutuplarý bir uçta narsisistik deðerden düþürme olarak isimlendirilebilecek þeyle, diðer uçta ise bir þiddet ile, yani paranoid fundamentalizm ile nitelendirilebildiðini göstermiþtir. Ýdeolojilerin orta bölgesi genellikle insancýl deðer sistemleriyle nitelendirilir. Bu nedenle, mesela, Sovyet rejiminin son yirmi yýl boyunca komünist ideallere sözde baðlýlýðý, sosyal ve politik seviye ”terminolojisi”nin týrmanýþýnýn vazgeçilmez bir gereði, Sovyetler Birliði nüfusunun büyük çoðunluðunu alaycý bir þekilde deðerlendirmenin, narsisistik deðerden düþürmenin tipik bir örneði idi. Buna karþýlýk Peru’daki Shining Path, Almanya’daki RAF ve Pol Pot’un gangster rejimi gibi fundamentalist marksist terörist gruplar, toplumsal olarak onaylanmýþ þiddetin egemen olduðu marksizmin paranoid-fundamentalist kutbunu sergilemiþlerdir. 1970 ile 1980 arasýndaki Batý Avrupa marksist hareketlerinin insancýllýðý, hümanist merkezli ideoloji olarak düþünülmüþ olabilir. Andre Green’in (34) iþaret ettiði gibi, hümanist veya olgun ideolojiler, sosyal topluluðun toptan kontrolünün bireysel hayatýn bütün yönleri içinde olduðunu iddia eden fundamentalist ideolojilerin çabalarýnýn aksine, tipik olarak bireye, özerkliðe ve farklý bakýþ açýlarýna saygýyý, cinsel eþin ve aile yapýsýnýn mahremiyetini korumayý ve hoþgörüyü içerir. Bireyin totaliter ideolojik bir sisteme girip girmeyeceði, Andre Green’in belirttiði gibi, süper-egonun olgunluðuna ve bireysel ahlaki deðer sistemine baðlýdýr: Sosyal olarak baskýn ideolojiler ve bireysel psikopatoloji arasýnda tamamlayýcý bir iliþki vardýr. Ýdeoloji oluþumu ile tarihsel travmalar arasýnda derin bir baðlantý da mevcuttur. Vamýk Volkan (35), ulusal kimliðin erken ego kimliði içerisinde dil, sanat, gelenekler, beslenme ve bu topluma ait kültürün bir parçasý olarak tarihi zafer ve travma hikayelerinin nesillerarasý intikaliyle nasýl kurul- Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 195 duðunu göstermiþtir. Hepsi ortak kültürel geleneklerle baðlý olan bebeði, çocuðu ve genci çevreleyen öteki bireylerin çokluðu, paranoid-þizoid konumdan depresif konuma geçmekle bütünleþmek zorunda olan birçok nesneyle ilgili olarak birçok kendilik tasarýmýnýn ortak özelliklerinin oluþturulmasý içerisinde, ego kimliðinin güçlendirilmesine katkýda bulunur. Ayný þekilde, aðýr grup gerilemesi süresince böylesi sosyo-kültürel topluluklar, bir sosyal grubun üyelerinin birbirlerine baðlanýþýyla, yani ortak bir ideolojinin bir arada tutuþuyla, bireysel kimlik kaybýnýn hem bir liderle özdeþleþmesi ve hem de ortak bir tarihsel arkaplana dayalý kültürel kimliðin yüksek bir duygusuna dayandýrýlmýþ bir grup kimliðiyle telafi edilmesi suretiyle fundamental olur. Bir ya da birçok faktör, özellikle ýrkçýlýk ve dinsel savaþa yönelik güçlü eðilimleri olan bir kültürde, paranoid-fundamentalist doðrultuda baskýn bir sosyal veya politik ideolojinin deðiþimine dayanak olabilir. Bu faktörler, bir savaþýn veya bir topraðýn kaybý, ekonomik kriz, içteki yabancý gruplarýn veya dýþtaki düþmanlarýn tehdidi ya da sosyal olarak avantajsýz veya bastýrýlmýþ sosyal sýnýflara ait olmak gibi aðýr sosyal travmalarý içerir. Bu þartlardan herhangi biri, grup gerilemesinin bir güruh þiddeti veya kitle hareketi þeklinde geliþmesine yardýmcý olabilir. Özetle: Bir nüfusun aðýr gerilemesini belirleyebilen, sosyal olarak onaylanmýþ þiddetin geliþmesine yardýmcý olabilen ve doðal ahlaký ve uygar insan etkileþimini bozabilen çeþitli þartlar, sindirilmemiþ sosyal travmalarýn deðiþik birleþimleridir; fundamentalist ideolojiler, ilkel özellikle habis narsisistik liderlik; etkili, katý bir bürokrasi ve doðal sosyal yapýlar ve onlara baðlý iþ sistemlerinin finansal kriz ve sosyal devrimle daðýlmasý. Bracher’in (36) iþaret ettiði gibi, totaliter bir liderliðin yükseliþi, ekonominin devlet tarafýndan kontrolü, silahlý kuvvetler ve özellikle medya tarafýndan da teþvik edildi. Moscovici (37), Freud’un kitle psikolojisi analizini, basýlý söz, gazete, radyo ve TV’nin geniþ kitleler için bilginin eþ zamanlýlýðýný birbiri peþi sýra tarihsel olarak nasýl arttýrdýðý, kaçýnýlmaz gerileyici potansiyeliyle birlikte bu süreçte hemen nasýl bir kitle psikolojisi meydana getirdiði noktasýndan geniþletmiþtir. Bu süreç elektronik iletiþimin geliþmesiyle devam ediyor. Mesela bireyselleþtirilmiþ, özerk bir tarzda bilgiyi alma ve sindirme tarzý olarak, televizyon seyrederken otomatik olarak okuduðumuzda olabileceðinden daha fazla narsisistik ve/veya paranoid bir tarzda tepki gösterme eðiliminde oluruz. Bu nedenle, modern toplumun gerileyici özellikleri, çaðdaþ medyanýn geliþmesiyle saðlanan artan bilgi paylaþýmý ve eðitim fýrsatýna güçlü bir karþýlýk olarak ortaya çýkar. Medya ve kitle psikolojisi, sosyal olarak ege- 196 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I men ideoloji sistemlerini narsisistik bir yüzeysellik veya paranoid bir bileyiþle besleyerek, gerileyici doðrultularda sosyal yapýnýn anlamý ve tarihine iliþkin sosyal olarak kabul edilmiþ fikirler sistemini harekete geçirmeye yönelir. Eðer fundamentalist bir parti kontrolü ele geçirirse, etkili bürokrasiler ve devlet aygýtlarýyla güçlü kontrol, sosyal çöküntü durumlarýnda þiddetin etkinleþmesine dolaylý olarak katkýda bulunabilir. Fakirliðin ve nüfusun aþýrý yoðun olduðu alanlarda, böylesi yoðunluk ve fakirlik aile yapýsýnýn ve tabiatýyla dini de içerecek þekilde geleneksel deðerlerin tahribiyle birlikte olduðunda, bir toplum istikrarlý sosyal yapýlara, demokratik bir hükümet sistemine sahip olsa ve toplum genelinde þiddeti kontrol altýnda tutsa bile, büyük grup süreçlerinin harekete geçirilmesi geliþigüzel þiddete yol açabilir. Sosyal grubun aðýr gerilemesinin özellikleri zulüm hýrsý, dýþ-gruplarýn insandýþýlaþtýrýlmasý, ilkel kendilik idealleþtirmesi, sýradanlýk ve bencillik, düþüncesizlik, haset ve yýkýcýlýðý içerir: Kýsacasý, hem aðýr kiþilik bozukluðu, özellikle habis narsisizmi olan hastalarýn ve hem de gerileyici büyük grup psikolojisinin özelliklerini. Bunlar aslýnda sadece bireysel seviyede deðil, bütün bir toplumu veya ulusu etkileyebilen politik hareketler ve grup süreçleri seviyesinde de kötülüðün kanýtlarýdýr. Açýkçasý, dizginlenmemiþ saldýrganlýðýn ve sosyal þiddetin etkinleþtirilmesini belirleyen bireysel, sosyal, politik ve kültürel faktörlerin karþýlýklý takviyesinin tanýmý, 20. yüzyýldaki yýkýcý geliþmeler gözönünde tutulursa, potansiyel olarak düzeltici faktörlerin daha açýk hale gelen aciliyetini de ima eder. Bu makale, toplumlar veya uluslardaki habis gerileme potansiyelini etkisiz hale getirebilecek olan ölçümleri sosyal seviyede uygulamaya koyma yeteneðini baþaramamýþ ve bildiðimiz bazý düzeltici özellikleri, önleyici ölçümleri, kontrol vasýtalarýný aþýrýya kaçmaksýzýn ifade edebilmiþ olmasýna raðmen, bilkuvve önleyici ve kontrol edici ölçümleri detaylý olarak açýklayamýyor. Büyük çapta bireylerin incelenmesinden kaynaklanan halihazýr bilgimiz, bebeklik ve erken çocukluktan itibaren aðýr psikopatolojiyi önlemenin, demokratik hükümet sistemlerini korumanýn, bozuk iþ sistemlerine karþýlýk iyi iþleyen sosyal organizasyonlarýn önemine ve yoksulluk, nüfus artýþý ve aile daðýnýklýðýnýn etkilerini hafifletip kontrol eden insan emeði üretimlerini düzenleme sistemlerine eriþme gereðine iþaret ediyor. Sosyal ve politik seviyede insan merkezli ideolojileri korumanýn önemi, birey tarafýndan saðlýklý moral deðerler sisteminin ve ahlaki sorumluluklarýn geliþtirilmesi güvencesine eþtir. Bireyin saðlýklý süper-ego yapýlarý kalýcý yapýlardýr, fakat sosyal olarak baþat ideolojiler, gruplar ve sosyal kitleler düzeyinde ve bireysel ahlaki sistemlerin etkisi seviyesinde bozulmaya se- Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 197 bep olacak þekilde hýzla gerilemeye doðru yön deðiþtirebilir. Evrensel olarak geçerli ahlaki sistemlerin deðeri, kurumlaþmýþ din tarafýndan saðlananlar gibi, aðýr grup gerilemesinin tehlikelerine büyük bir karþýt güç olarak ortaya çýktý. Kurumlaþmýþ din, elbette fundamentalist kutupluluklara dönüþümünde, sosyal olarak onaylanmýþ saldýrganlýkla sýzabilmiþ narsisistik kutupta gerileyici deðerden düþürme yüzünden, insanlaþtýrýcý gücünü kaybetmiþ veya toplumun meþru ihtiyaçlarýnýn tersine, rüþvetçi ve kendine hizmet eden bir bürokrasi de olmuþ olabilir. Bu, bizi insanoðlunun temel nitelikleri olarak kötülük ve dindarlýk arasýndaki karþýtlýða geri götürüyor. 4. Olgun Dindarlýk, Tanrýnýn ve Olgun Dinlerin Nitelikleri Ýzleyen satýrlarda, din hakkýnda felsefi ve teolojik bir yaklaþým teþebbüsünden ziyade, psikanalitik bulgu ve kavramlara dayanarak sýnýrlý bir analiz gerçekleþtireceðim. Bireysel süper-egoya nazaran, dinin özellikleri bütünleþmiþ bir kiþisel ahlaki deðerler sistemini, davranýþ ve haklardan oluþan evrensel bir kurallar dizisini ve bireyi aþan evrensel bir deðer sistemini içeriyor. Daha detaylý olarak olgun dindarlýk, bireyin ilgisini aþan bütünleþmiþ bir deðer sistemini içerir ve bütün insanlarý ilgilendiren evrensel geçerliliðe sahiptir. Kapsamlý ve ahenkli bir sistemdir, asli ilkeleri sevgi, baþkalarýna ve kendine saygýdýr. O, bütün somut kurallarý aþan bu deðer sistemi için bir sorumluluk duygusu içerir, diðer insanlardan da evrensel bir adalet duygusuyla birleþtirilmiþ anlayýþ, þefkat ve ilgiyle birlikte böyle bir sorumluluk duygusu bekler. Böyle olgun bir dindarlýk bütün insan iliþkilerinin kaçýnýlmaz ikircikliliði anlayýþýna göre uzlaþma, baðýþlama ve telafi etme yeteneðini içerir. Bu deðer sistemi, cinayet ve enseste karþý yasaklarý ve cinsel iliþkileri düzenlemeyi kapsar. Bu düzenleme, birbirini seven ve birbiriyle evli çiftlere ve cinsel özgürlüklerinin mahremiyetine hoþgörü ve korumayý ima eder. Böyle olgun bir dindarlýk hoþgörüyü, ümidi, kötülüðü inkar etmeksizin iyiliðe inanmayý ve insanlýðýn ortak idealinin karþýlýðý olan daha yüksek ahlaki bir aþamaya yönelik bir sorumluluk duygusunu da ihtiva eder. Olgun dindarlýk, iyinin yaratýlmasýna bir katký olarak iþ ve yaratýcýlýða yatýrým yapmayý ve yýkýcýlýða karþý mücadele etmeyi içerir. Nihayet olgun dindarlýk, baþkalarýnýn haklarýna saygý göstermeyi ve kiþinin kendi davranýþýný kontrol etmelerine izin vermeksizin, kaçýnýlmaz haset ve tamahkârlýða hoþgörüyle bakmayý içerir. Bireydeki kötülüðün belirtilerine doðrudan zýt olan bu özellikler, gerileyici bir güruhta, baþtan çýkarmanýn dayanýlmazlýðýna, ayrýca bu güruhun tüm insanlýðý iyi ve kötü þeklinde ikiye ayýran paranoid-þizoid ideolojisine, 198 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I kendine yönelik idealleþtirme ve düþmaný insandýþýlaþtýrmasýna, akla uygun hale getirilmiþ zulüm ve yýkýcýlýðýna ve bir liderin otokratik ahlak kurallarýna kör baðlýlýðýna karþý güçlü bir karþý akým olarak da etki edebilir. Batý kültürünün dinsel sistemlerinde tanýmlanan Tanrý’nýn tabiatý ile, normal psikolojinin temel bir yönü olarak olgun dindarlýðýn bu özelliklerini karþýlaþtýrmak ilgi çekicidir. Yahudi-Hýristiyan geleneðinde Tanrý, tabiatýn mutlak hâkimi, dünyanýn yaratýcýsý olarak tanýmlanýr; tabiat kanunlarýný sürdürür, yardýmsever, merhametli, baðýþlayýcý ama cezalandýrýcýdýr. Ýnsanlýkla vahiy yoluyla baðlantý kurar ve kefaret yoluyla bütün mevcudatý takdis eder. Ego ideali ve süper-egonun çeþitli geliþme kaynaklarýndan türeyen ve psikolojik saðlýk ve olgunluðun bir görünümü olarak sevginin nefrete, libidonun ölüm güdüsüne hâkimiyetine yansýyan olgun dindarlýðýn özellikleri ile Yahudi-Hýristiyan dinlerindeki Tanrý’nýn özellikleri arasýndaki benzerlik dikkat çekicidir. Aþkýn bir ahlaki deðerler sistemine arzu ve ihtiyacýn ortaya çýkýþý, bilgi ve hakikati araþtýrmaya ve güzelliði araþtýrma ve yaratmaya paralel þekilde geliþen –Bion’un kullandýðý terimle- psiþik iþlevin çok önemli bir ”zirve”sidir. Freud’un dinle ilgili görüþlerine tekrar dönersek: onun rasyonaliteyi idealleþtirmesi, bence bireyin rasyonel ihtiyaçlarýný aþan evrensel bir ahlak sistemine duyulan arzunun indirgenemez tabiatýný ýskalamýþtýr. Halbuki evrensel bir ahlak sistemi bu ihtiyaçlarý mutlaka gözönünde bulundurur. Freud’un, dindarlýðýn psikolojik kökenleriyle dinin yanýlsamalý karakterini eþitlemesi, felsefi ve teolojik bir yaklaþýmý gereksiz yere önceden tutmuþ olmaktýr. Doðruyu söylemek gerekirse, Winnicott’un çalýþmasýnda, psikolojik iþlevin geçiþ yönünün yaratýcý ve aþkýn niteliðinin keþfi, açýkça daha önemlidir. Psikanaliz, merkezi sinir sisteminin nörobiyolojisiyle birlikte, temel psikolojik bilimlerden biri olarak düþünülebilir, zira insanýn iþlevini anlama, genellikle eþ sosyal-psikolojik ve kültürel-antropolojik bilimleri dikkate alýr. Ayný þekilde psikanaliz, (estetik yaratýcýlýðýn kökenleri, motivasyonlarý ve ket vurmalarý hakkýnda elbette pek çok þey söylese de) sanatsal üretimin kapsamlý bir analizini þart koþmaz. Bence insan bekasýnýn temel bir ön þartý olarak ahlaki deðerlerin transpersonel, normalüstü bir gerçekliði için de bu doðrudur. Freud, dinamik bilinçdýþýnýn insanýn varoluþu üzerindeki gölgeleyici etkisini keþfetmekle, kötülüðün psikolojik kökenlerini ve kaçýnýlmaz gerçekliðini anlamamýza katkýda bulunmuþtur. Kurumlaþmýþ dini sistemler kesinlikle böylesi bilinçdýþý etkilerden ve daha önce bahsedilen ideolojik sistemlerin kutupluluðuna yönelik gerile- Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 199 meden korunmuþ deðildir. Hastalarýmýzla olan deneyimlerimiz, dinin nasýl kiþisel zulüm ve yýkýcýlýk için bir aklileþtirme olarak kullanýlabildiðini, obsesif-kompulsif sistemlere dönüþtürülebildiðini ve süper-ego iþlevlerinin psikopatolojik bozulma ve tahribinin yýkýcý ve öz-yýkýcý toplum karþýtý davranýþa sevk edebildiðini ortaya koyuyor. Fakat psikanaliz, evrensel ahlaki sistemlerin kökenlerinin aksine, gerçek deðer için cevaplar temin edemez: O bir dünya görüþü (Weltanschauung) olamaz. Hiyerarþik bir þekilde normalüstü evrensel deðerler sistemi olarak dinin psikolojik ve sosyal iþlevleri ve garantör, soyut prensip veya dini sistemin birleþtirici kavramý olarak Tanrý fikri, psiþik aygýtýn geliþimi içerisinde gerçek deðerin sezgisel kökenini içerebilir, fakat bence psikanalitik teorinin “bilimsel zirve”si içine alýnamaz. Freud’un aksine ben, bilimin ve aklýn dinin yerini alamayacaðýný, insanýn temel yetenek ve iþlevi olarak dindarlýðýn, normallik ve patoloji anlayýþýmýzý bütünleþtirmek zorunda olduðunu ve evrensel bir ahlak sisteminin insanlýðýn bekasý için gerekli bir ön þart olduðunu belirterek sözlerime son vereceðim. Psikanaliz bize, dindarlýðýn kökenine iliþkin olarak temel bilgi verir, fakat bir dünya görüþü veya Tanrýya iliþkin felsefi ve teolojik bir tartýþmanýn hakemi deðildir. Klinik seviyede psikanalistin iþlevlerinden biri, hastalarýmýza elveriþli olan transpersonel bir ahlak sistemi ile ahlaki deðerlere duyulan olgun bir arzu olarak dindarlýðýn kapsamýný araþtýrmaktýr. Psikanalistin iþlevi, böyle bir evrensel deðerler sistemi için pastoral danýþmanlýk veya rehberlik etmek deðildir; bilakis psikanalistin iþlevi, hastalarý, bireyin temel arzularý olarak kaygý, suç, telafi, merhamet, sorumluluk ve adaletin geliþimini engelleyen bilinçdýþý çatýþmalarý sistematik yüzleþtirme, inceleme ve çözüme kavuþturmayý içerecek þekilde, bu yeteneði sýnýrlayan bilinçdýþý çatýþmalardan arýndýrmaktýr. Psikanaliz bazý hastalara da doðrudan kendilerine veya baþkalarýna yönelik nefret ve yýkýcýlýðýn aklileþtirilmesi olarak biçimsel dini baðlýlýklarýn kullanýmýndan kendilerini kurtarmalarý için yardým etmek zorundadýr. Ýnsan belki Freud’un, sevgi ve çalýþma hayatýn iki ana amacýdýr önerisine, ahlaka baðlýlýk ve sanatýn kýymetini bilme, insaný anlamak için iki ek ana görev ve kaynaktýr, þeklinde bir ilave yapabilir. Kaynakça 1. Freud, S. (1927), The future of an illusion, Standard Edition, Vol. 21, pp. 5-56, London: Hogart Press, 1961. 2. Chasseguet-Smirgel, J. (1973), Essai sur l’ideal du moi, Paris: Presses Universitaries de France. 200 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I 3. Meissner, W. (1984), Psychoanalysis and religious experience, New Haven, CT, London: Yale University Press. 4. Ostow, M. (1982), Judaism and psychoanalysis, New York: KTAV. 5. Rizzuto, A. M. (1979), The birth of the living god, Chicago, IL & London: University of Chicago Press. 6. Zilboorg, G. (1958), Freud and Religion, London: Geoffrey Chapman. 7. Freud, S. (1920-1922), Beyond the pleasure principle, Standard Edition, Vol. 18, pp. 364, London: Hogart Press, 1955. 8. Furet, F. (1995), Le passe d’une illusion, Paris: Robert Laffont/Calmann-Levy. 9. Green, A. (1993), Le travail du negatif, Paris: Les Editions de Minuit. 10. Lord, B. B (1990), Legacies: A Chinese mosaic, New York: Knopf. 11. Dicks, H. V. (1972), Licensed mass murder, New York: Basic Books. 12. Klemperer, V. (1995), Ich will Zeugnis ablegen bis zum letzten: Tagebücher 19331941, Berlin: Aufbau-Verlag. 13. Klemperer, V. (1995), Ich will Zeugnis ablegen bis zum letzten: Tagebücher 19421945, Berlin: Aufbau-Verlag. 14. Sofsky, W. (1993), The order of terror: The concentration camp, Princeton, NJ. Princeton University Press. 15. Zinoviev, A. (1984), The reality of communism, New York: Schocken Books. 16. Milgram, S. (1974), Obedience to authority, New York, London: Harper & Row Publishers. 17. Freud, S. (1921), Group psychology and the analysis of the ego, Standard Edition, Vol. 18, pp. 65-143, London: Hogart Press, 1955. 18. Bion, W. R. (1961), Experiences in groups, New York: Basic Books. 19. Turquet, P. (1975), Threats to identity in the large group, In L. Kreeger (Ed.), The large group: Dynamics and therapy, London: Constable. 20. Kernberg, O. (1998), Ideology, conflict and leadership in groups and organizations, New Haven, CT: Yale University Press. 21. Klein, M. (1940), Mourning and its relation to manic-depressive states, In Contributions to psychoanalysis, 1921-1945, London: Hogart Press, 1948, pp. 311-338. 22. Klein, M. (1946), Notes on some schizoid mechanism, In J. Riviere (Ed.), Development in psychoanalysis, London: Hogart Press, 1952, pp. 292-320. 23. Klein, M. (1957), Envy and gratitude, New York: Basic Books. 24. Winnicott, D. (1963), The development of the capacity for concern, In The maturational processes and the facilitating environment, New York: International Universities Press, 1965, pp. 73-83. 25. Winnicott, D. (1965), The maturational processes and the facilitating environment, New York: International Universities Press. 26. Jacobson, E. (1964), The Self and the Object World, Yew York: International Universities Press. 27. Bion, W. R. (1970), Attention and interpretation, London: Heinemann. 28. Meltzer, D. & Williams MH. (1988), The apprehension of beauty, Old Ballechin, Strath Toy: Clunie. 29. Fairbairn, W. (1954), An object-relation theory of the personality, New York: Basic Books. 30. Kernberg, O. (1995), Love Relations: Normality and Pathology, New Haven, CT: Yale University Press. Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik Perspektifler 201 31. Chasseguet-Smirgel, J. (1984), Creativity and perversion, New York: Norton. 32. Green, A. (1990), Pourquoi le mal? In La folie privee (recueil d’articles 1971-1988), Paris: Gallimard, pp. 370-401. 33. Kernberg, O. (1992), Aggression in personality disorders and perversion, New Haven, CT: Yale University Press. 34. Green, A. (1969), Sexualite, et ideologie chez Marx et Freud, Paris: Etudes Freudiennes, 1-2, 187-217. 35. Volkan, V. (1999), Das Versagen der Diplomatie, Giessen: Psychosozial-Verlag. 36. Bracher, K. D. (1982), Demokratie und Ideologie im 20. Jahrhundert, Bonn: BouvierVerlag. 37. Moscovici, S. (1981), L’age des foules, Paris: Librairie Artheme Fayard. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 203-216 Din Sosyolojisinde Yeni Yaklaþýmlar: Batýlý Bir Bakýþ GRACE DAVIE* ÇEVÝRENLER: MEHMET AKGÜL DOÇ. DR., SELÇUK Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-posta: [email protected] ÝHSAN ÇAPCIOÐLU AR. GÖR., ANKARA Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-posta: [email protected] özet Bu makale üç bölümden oluþmaktadýr. Ýlk olarak, Davie’nin (1994) eserinin son bölümünde ortaya attýðý tartýþmalara dikkat çekilen ve post modern durumla birlikte gündeme gelen din sosyolojisi alanýndaki yeni giriþimler ele alýnmaktadýr. Ýkinci bölümde, en son geliþme ve bulgular eþliðinde ‘bu fikirler gözden geçirilmektedir. Üçüncü bölümde ise, geleceðe yönelik bir bakýþ; daha çok Davie’nin (2002a) temele aldýðý teorik çerçevesi esas alýnmaktadýr. Davie, yeni yüzyýlla birlikte ortaya çýkan tartýþmalar gibi, din sosyolojisinin de oldukça farklý yaklaþýmlara ihtiyaç duyduðunu göstermektedir. anahtar kelimeler Tüketim, Avrupa Farklýlýðý, modernizm/postmodernizm, modernlik, post modernlik, farklý modernlikler, zorunluluk, din Bu katký, pek çok açýdan, Manuel Mejido’nun bu sayýdaki makalesinin sonuçlarýyla baþlar. Ýlk kýsýmda post modernliðin þartlarýyla uyum içinde olan din sosyolojisi alanýnda ortaya konan çabalara temas edilmektedir. Daha sonraki kýsýmlarda, tartýþma daha ileri noktalara, modernliðin kendi doðasý hakkýndaki soru iþaretlerine kadar uzanmaktadýr. Þu hatýrda tutulmalýdýr ki, bu makale mevcut tartýþma konusunun parçalarýndan biridir. Bunun bir benzeri, Georgia, Atlanta’da Din Sosyolojisi Derneði’nin -Association for the Sociology of Religion- 2003 yýlý toplantýsýnda sunulmuþ ve Sociology of * Grac Davie, “New Approaches in the Sociology of Religion: A Western Perspective”, Social Compass, 51 (1), 2004: 73-84. 204 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Religion’ýn önümüzdeki sayýlarýnda basýlacaktýr. Metnin her iki kýsmý da, ayrýca, ayný (iki) nokta üzerinden hareket etmektedir. Birincisi, 1980’lerin ortalarýnda kaleme aldýðým kendi çalýþmam üzerinde yapýlan deðerlendirmelere ayrýlmýþtýr. Ýkincisi, modern dünyada dinin gittikçe artan önemine binaen, din sosyolojisinin mevcut gündemi hakkýnda daha fazla düþünmeye yönelik özel bir çaðrýdýr. 1980’lerin ortalarýndan bu yana, din ile modernlik arasýndaki baðlantýlar üzerinde duruyorum. Benim üzerinde çalýþtýðým tablo/resim, bir bakýma gittikçe geniþledi. Düþünmeye, Ýngiltere’nin kentsel bölgelerini referans alarak; daha özelde, Kuzey-Batý Ýngiltere’deki Liverpol’un dini durumu üzerinde çalýþarak baþladým (Ahern and Davie, 1987). Mademki, modern Britanya’nýn dini hayatý üzerinde çok detaylý olarak çalýþmaya baþlamýþtým (Davie,1994) böyle bir çalýþma sadece ‘ait olmadan inanma’ üzerine bir tartýþmayý deðil, ayný zamanda din ile modernlik arasýnda süregelen baðlantýlarla ilgili bir teorik bölümü de ihtiva etmeliydi. 2000 yýlýnda, doðrudan Avrupa’ya ait olan ve Avrupa baðlamýnda Ýngiliz toplumunun verilerinin yer aldýðý Religion in Modern Europe’u (Modern Avrupa’da Din) yayýnladým. Dini hayatýn örnekleri açýsýndan, esasen Ýngiltere bir Kuzey Avrupa toplumudur. Ýki yýl sonra, Uppsala Üniversitesi’nin cömert daveti sayesinde bir yýl geçirdim ve bu süre içinde daha ileri ve farklý þeyler yapma þansýna sahiptim; bu sefer içinde olmaktan ziyade dýþýnda durarak Avrupa’ya bakacaktým: Europe: The Exceptional Case (Avrupa: Ýstisnai Örnek, 2002a), Avrupa dýþýnda -A.B.D, Latin Amerika, Orta Afrika, Filipinler ve Güney Kore- ve hepsi Hýristiyan almasýna raðmen, dünyanýn çeþitli yerlerinde her durumda karþý karþýya kaldýðýmýz dini durumlar/görünümler Avrupa’dan niçin farklýdýr sorusunu sorarak yapýlmýþ bir grup araþtýrmayý içermektedir. Bu sorunun cevabý, modernliðin pek çok geliþmiþ göstergeleri bulunmasýna raðmen, dini hayatýn formlarýnda bir gerilemeden ziyade geliþmenin gözlemlendiði toplum örneklerinde gizlidir. Kitap, modernliðin tek biçimli bir düþünce nosyonu olmadýðý, farklý yerlerde farklý biçimler alabildiðini gösteren “çoðul modernlikler” [multiple modernities] (Eisenstadt, 2000) kavramýna iliþkin bir tartýþmayla sona ermektedir. Gerçekte, modernizasyon ve sekülerizm arasýnda nispeten güçlü bir iliþkinin olduðu tezi, sadece Avrupa için geçerlidir. Ýkinci ve daha acil bir eylemin yerine getirilmesi, benzer þekilde din sosyolojisi adýna bir el kitabýnýn yazýlmasýný teþvik eden nazik bir rica oldu (Sage yayýnevi tarafýndan yayýnlanacak). Fakat bunun için yirmi birinci yüzyýlýn öne çýkardýðý ve ortaya çýkan gündemi amacýna uygun bir þekilde Din Sosyolojisinde Yeni Yaklaþýmlar: Batýlý Bir Bakýþ 205 yansýtmak için dikkatli olmak gerekir. Baþka bir ifadeyle, iki görev var. Öncelikle gündemin ne olduðuna ve daha sonra bunun müstakbel öðrenciler için nasýl en iyi þekilde anlatýlabileceðine karar vermek zorundayým. Ancak, muhtemel eksiklikleri de hesaba katmam gerekiyor. Bunu baþarmanýn tek yolu, modern Avrupa’daki dini göstergelere karþý din sosyolojisi kitaplarýna farklý içerik dosyalarý yerleþtirmek ve bir basamakta her ikisinin bir birine ne kadar uzak veya yakýn olduðunu göstermek olmalýdýr. Genellikle de birbirinden uzak deðildir. Bu arada, halen yazmakta olduðum kitabýn temel hareket noktasý; modern dünya düzeni içinde din hakkýndaki tartýþmalarýn pek çok yönden alt disiplinlerde egemen olan anlayýþlardan farklý olduðudur. O halde, bu uyumsuzluða ne sebep olmuþtur ve bunun üstesinden nasýl gelinebilir? Eðer biz geç modernlikte dinin anlam ve önemini tam bir uygunluk içinde kavrayacaksak, bunun üstesinden gelinmelidir. Bu makale, bütün detaylarýyla mevcut sorunun üzerinde odaklanmaktadýr: Sorun modern dünyanýn ve dinin onun içindeki yerinin düzgün bir þekilde anlaþýlabilmesini saðlayacak bir kavramsal çerçeve ile ilgilidir. Bunu yapmak için, bir kere daha dikkatleri bir fil conducteur olarak benim kendi düþünme biçimim üzerine çekiyorum. Makalenin içeriði, özellikle son kýsmý, Davie’nin (1994) tartýþmasýný yansýtmakta; ikinci bölüm ise, bu düþünceleri güncellemektedir. Dikkatleri geleceðe yönlendiren üçüncü bölüm, büyük oranda Davie (2002a)’nýn daha teorik yönlerine dayanmakta ve din sosyolojisinde yeni yüzyýlla birlikte kendini göstermeye baþlayan daha farklý bir yaklaþým ihtiyacýný gözler önüne sermektedir.. Avrupa Baðlamýnda Modernlik ve Modernizm Religion in Britain since 1945’in (1945 Sonrasý Britanya’da Din) son bölümünün hareket noktasý, modernite ve post-modernite gibi üzerinde yoðun tartýþmanýn yapýldýðý iki düþünce biçimi; bir taraftan, modernizm ve postmodernizm, diðer taraftan, aralarýndaki flu ayrýmý akýlda tutarak, öncekinin temel ilkelerinin sosyo-ekonomik yapýlar açýsýndan, sonrakinin kültürel formlar açýsýndan anlaþýlmasý söz konusudur. Tartýþmanýn amacý, bunlarýn her birinin parçasý olduklarý toplumlar gibi, yüz yýl içinde de yakýndan gözlemlendiði gibi, dinin görünümünün her iki sosyal yapý ve kültürel formlar içindeki yerini tam olarak anlamaktýr. Tartýþmanýn temel esaslarý Þekil 1’de ortaya konulmuþtur. Bununla birlikte Þekil 1’in içeriðine biraz dikkatle bakýlmalýdýr; Þekil 1, ne postülalar, ne de kurumlar olarak zorunlu bir iliþki aðýný göstermez; gerçekte böyle bir baðlantý bir þekilde reddedilebilir. Bu yüzden bilgi þematik olarak verilmiþ- 206 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I tir. Amaç, gerçekte öne çýkan derin, karmaþýk ve farklý insan gruplarý, topluluklar ve toplumlar tarafýndan deðiþik þekillerde deneyimlenmiþ kafa karýþtýran deðiþimleri taslak formlar olarak ortaya koymaktýr. Þematik sunum, belli özellikleri öne çýkarmasýna raðmen, faydalýdýr. Ýlk önce ekonomik ve sosyal yapýdaki deðiþimi ele alýrsak, son derece açýktýr ki, hem modern hem de post-modern toplumlar pek çok taleplerini, farklý yollar kullanarak, daha çok organize dini formlar üzerinden karþýlamaktadýrlar. Örneðin, geniþ nüfus yýðýnlarýnýn belli bir sanayi çeþidinin eþliðinde büyük þehirlere doðru hareketi, þüphesiz, yüz yýllar boyunca bir süreç olarak sadece sosyolojinin geliþmesini deðil, yine bu süreç içinde dinin yerinin geliþimini/deðiþimini de tetikleyerek bütün Avrupa’da var olan yaþam biçimleri üzerinde tahrip edici etkide bulunmuþtur. Ancak, bir sonraki yüzyýla bakýnca, dini organizasyonlar, kurucu babalarýn tahminlerinin ötesinde, kendisini büyük ölçüde farklý bir durumda bulur. Endüstriyel kentler geniþledikçe, kilisenin çok sýklýkla üzerinde durduðu endiþeler, bazýlarýnda diðerlerinden daha keskin olarak, sanayi kollarýnýn içinde geliþtiði bütün batý Avrupa’da gerilemektedir. Bu durum, kademeli olarak, sosyal sýnýf veya sýnýflarýn alýþageldikleri kendi kiliselerine devam etme isteklerini azalttý. Bununla birlikte, doðal olarak sonuç, 2001 Ýngiltere nüfus sayýmý1 verilerinde de gözlemlenebileceði gibi, doðrusal bir çizgi takip etmemektedir. Ýngiltere ve Galler bölgesinde ‘din karþýtý’(no religion) olarak bilinen ve en geniþ insan kitlesini temsil eden kesimler Kuzey Ýngiltere’nin sanayileþmiþ büyük kentlerinden deðil, aksine Güneyde çok çeþitli gruplardan oluþan ve çoðunlukla bir üniversite ve çevresinde istihdam edilen büyük nüfus kitlelerinin oluþturduðu kentlerdendir. Buna karþýlýk kuzey sanayi bölgesi, bütünüyle olmasa da, nispeten geleneksel olarak inþa edilen bir bölgedir; yani Hýristiyanlýða Güneyden daha az baðlý ve pek çok açýdan diðer kentlerdeki bazý dindar topluluklarýn görünümlerinden oldukça farklýdýr. Bu örnekler, ne beklenen ne de genel nüfusa yani, isimsel bir bað ile kendilerini tarihsel kiliselere ait kabul edip Hýristiyanlýðýný açýkça ilan edenlere göre, çok büyük bir oraný temsil etmez. Þekil 1 Modernlik Sanayileþme 1 Din ve Modernlik: Þematik Bir Betimleme Postmodernlik Sanayileþme sonrasý/bilgi teknolojisi Bakýnýz: 2001 Nüfus sayýmý verilerine aþaðýdaki web adresinden ulaþýlabilir: http://wwww.statistic.gov.uk/census2001 Din Sosyolojisinde Yeni Yaklaþýmlar: Batýlý Bir Bakýþ Kentleþme Üretim 207 Ýleri kentleþme (De-urbanization) Tüketim Gerek modernlik, gerekse postmodernlik din açýsýndan problematiktir, ancak farklý þekillerde Modernizm Meta anlatý: dini ya da gayrý dini Postmodernizm Dini anlatýlarýn yaný sýra seküler, bilimsel, rasyonel ya da gayrý dini vs. anlatýlarýn parçalanmasý/daðýlmasý Ýlerleme Örneðin, rasyonalizm, komünizm Sekülerleþme Kutsala ayrýlan bir alan var, ancak çoðunlukla daha öncekinden farklý þekillerde Baba, oðul Kutsal Ruh Kurumsal kiliseler Kutsalýn çeþitli þekilleri Týp bilimi Þifa/alternatif týp Tarým Ekoloji/organik gýda Zorunluluk (Mecburiyet) Tüketim Þekil Davie (1994: 192)’den uyarlanmýþtýr. Gerçekte, ne kadar çok ararsanýz, veriler o kadar kompleks hale gelir. Tasvir edilen yapýsal deðiþimi göz önüne alýrsak, -örneðin, endüstriyel toplumlardan post-endüstriyel toplumlara- politik ve ekonomik hayattaki kurumsal deðiþmenin ortaya çýkardýðý sonuçlar eþit derecede önemlidir. Örneðin ekonomideki deðiþimler, birleþik ticari hareketler/þirketler üzerinde hissedilir bir baský oluþturmakta ve buralara üyelikler 1970’lerden bu yana sistematik þekilde gerilemektedir. Siyasal partiler, benzer þekilde, artýk bir rezonans meydana getirmediði için, kapital ve iþçi, sað ve sol, muhafazakar ve sosyalist kavramlarý arasýndaki klasik ayrýmlardan rahatsýzlýk duymaktadýr. Politik bölünmeler, kilisenin üye kaybý oranlarýna benzer þekilde üye kaybetmekte olan partilerin kendisi ve kendi aralarýndaki ayrýmdan ziyade þimdilerde ana partilere doðru yönelmektedir. Hatta daha da dikkat çekici olan, katýlým azlýðý ve bütün partilerin politikacýlarýnýn yaptýklarý yolsuzluklarý güç bela örtbas etmeleri sebebiyle politik sürecin kendisinin yarattýðý ve her tarafa yayýlan hayal kýrýklýðýdýr. Diðer taraftan, tek yönlü ve özel kampanyalar, sýklýkla ve çok çeþitli motivasyonlarla muhtelif insan gruplarýný bir araya getirme dikkate deðer bir ilgi görmektedir2 . Þaþýrtýcý bir þekil- 2 2002 Eylül’ünde Londra’da yapýlan “kýr yürüyüþü” buna çok açýk bir örnektir; ayný þekilde 2003’ün baþlarýnda “savaþ karþýtlarý”nýn bütün Avrupa’da yaptýklarý gösteriler de örnek verilebilir. 208 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I de, bütünüyle ayný þeyler dini aktiviteler açýsýndan da doðrudur. Ani ve beklenmedik kiþilerin ölümlerini takiben dini duygularýn ifade biçimleri, ayrýca, bütün çeþitleriyle hac ziyaretlerindeki geliþme bunun en açýk örneðidir. O halde, bu deðiþimler nasýl yorumlanmalýdýr? Ya da, daha özelde, bütün toplum sektörleri arasýndaki bu þaþýrtýcý benzerlikler bizi dini aktivitelerin açýkça gerilemesinin sebepleri hakkýnda yeniden düþünmeye teþvik eder mi? Kiþisel olarak, bu açýklamalardan ekonomik ve sosyal deðiþme göz önüne alýnarak ileri sürülen argümanlarý, dini ilgisizliðin gerilemenin ilk ve en önemli sebebi olarak gören anlayýþ karþýsýnda daha ikna edici buluyorum. Bu konuda ilgi çekici bir karþýlýk Journal of Contemporary Religion (2002/3) (Davie 2002b) de bulunabilir. Ben bir kez daha kendimi Steve Bruce’un desteklediði görüþten oldukça farklý bir görüþü ele alýrken ve eðer deðiþmeler seküler siferdeki paralellikler olarak vuku bulursa, Batý Avrupa’nýn dini hayatýnda görülen deðiþim ve farklýlaþmalarýn anlaþýlabileceðini (Davie, 2001, 2002b) tartýþýrken buldum. Bruce (2002a) bu durumu, Ýngiltere’deki dini aktivitedeki gerilemeyi tamamýyla sekülerleþme tezleri açýsýndan- toplumdaki paralel deðiþmeleri basit bir þekilde yön meselesi, temel argümandan baþka yöne kayma olarak cevaplar. Tartýþma, daha geniþ bir tartýþmanýn parçasý olmak bakýmýndan ve politik aciliyet kesbettiði için önemlidir. Çünkü tartýþma direkt olarak Atlantik’in iki tarafýnda devam eden/vuku bulan dikkat çekici bir tartýþma konusu olan sosyal sermaye ile alakalýdýr (Putnam, 1995, 2000). Modern Avrupa toplumlarýndaki yapýsal deðiþmeler ve bunun hem inanma, hem de ait olma üzerindeki etkisi yüzünden son derece önemlidir. Þimdi tam da Þekil 1’deki açýklamalarýn son yarýsýna, bu iki mukayese arasýndaki baðlantýlarýn ispat edilmiþ deðil, spekülatif olduðunu hatýrlayarak dönme zamanýdýr. 1960’larda baskýn olan ‘kesinlikler’den hareketle –belki de modernizmin zayýflamasýyla- modern düþüncenin doðasýndaki deðiþim, çok deðiþik bir haleti ruhiyeyi, yani bir on yýl sonra güç bela kurulan bu tartýþmanýn çekirdek formlarý ve bir deðiþimin tahrik ettiði zengin ve tartýþmalý sosyolojik literatürü yansýtmaktadýr. Bununla birlikte, konuya çok farklý hareket noktasýndan ve önemli bir estetik yönelimi de içeren çok farklý disiplinlerce yaklaþýlmýþtýr. Her þeye raðmen, bütün bu yaklaþýmlarýn temelinde, önemli olduðu kadar, tartýþmalý da olan ve ‘Aydýnlanma’ olarak bilinen felsefi deðiþim esasý yatar. Bu Aydýnlanma, ‘Aydýnlanma Projesi’ni daha yakýndan ve derinlemesine bir gözden geçirme ve projenin üzerine kurulduðu temel optimistik kurumlarý sorgulayan bir yol olarak bilinen post-modernizm’dir. 1970’lerin Din Sosyolojisinde Yeni Yaklaþýmlar: Batýlý Bir Bakýþ 209 baþlarýndaki petrol krizini takip eden günlerde küresel ekonominin karþýlaþtýðý meydan okuma, beklenmedik veya tahmin edilemeyen sarsýntýlar karþýsýnda, ne Aydýnlanma’nýn batýlý formu (rasyonalizm), ne de onun Doðulu ortaðý (komünizm), yine 1970’lere gelinceye kadar tartýþýlmaz doðru olarak kabul edilen ‘kesinlikler’in ayakta kalmasýný saðlayabilmiþtir. Daha yýkýcý olaný ise kesinliðin kendisinin yýkýlýþýdýr. Artýk sorun bir Büyük Anlatý’nýn yerine bir baþkasýný bulma deðildir; ne tip olursa olsun bir büyük anlatý fikrinin hepsi, son derece þüpheli hale gelmiþ, seküler alandan olduðu kadar dini düþünceden de etkilenmiþ bir karakterdedir. Örneðin, teolojiye post-modern yaklaþýmlar, hem varlýðýn neliði (ne yapacaksýn), hem de metodolojik olarak (nasýllýðý-nasýl yapacaksýn) geleneksel formülün altýný oyar. Bu yüzden ortaya çýkan durumlar sadece karmaþýk deðil, ayný zamanda niteliksel olarak öncekilerden farklýdýr. Hem sekülerleþme hem de dinin ana ilkelerinin deðiþik olmasýndan dolayý aralarýndaki yarýþ, klasik bölümlemenin her yönü üzerinde kendini sorgulama þeklinde gittikçe yaygýnlaþmaktadýr. Tartýþmanýn konumu, post-modernizmin bayraklaþtýrdýðý göz alýcý deðerlerle tanýþan fikirleri rahatsýz ederek, her bir açýklama biçimi veya ideolojik mücadeleyi deðiþtirmektedir. Bizim amaçladýðýmýz ana nokta, kendileri saldýrý altýnda bulunan seküler kesinlikler (bilim, akýlcýlýk, ilerleme vb.) ile dini gerçekliðin eski rakipleri olarak sýralanabilir. Bu yüzden, tamamen farklý olan bu durum savaþ sonrasý onlarca yýlýn ortaya çýkardýðý durumdan farklýdýr. Artýk bir seküler diskur/söylemin tedricen tanýnmýþ ve birleþtirilmiþ dinin yerini alabileceði, üstesinden gelebileceði düþünülmemelidir. Bunun yerine, 21. yüzyýlýn baþlarýnda, çoðul ve farklý insan gruplarýnýn kendi ilkeleri ve yönü doðrultusunda bir arada yaþamak için bulduklarý hem seküler hem dini düþünce yavaþ yavaþ geliþecektir. Burada gözleme dayalý bir önerme ortaya koymak doðal olarak yeterlidir. Durum böyle olunca, modern Avrupa toplumlarýnda toplumun önemli kesimlerinde çekiciliðini devam ettiren dini hayat formlarý nelerdir? Yani, dünyanýn bir parçasý ve deðiþen küresel bir ekonomi içinde, fakat tarihi ve hususi olarak tanýmlanabilecek biçimde derin bir Hýristiyan geçmiþe sahip bir toplumda karþýmýza çýkan nedir? Bu ihtimallerin bazýlarý Þekil 1’in alt kýsmýnda sýralanmýþtýr. Bunlarýn bir kýsmý Davie (1994: 199–200) tarafýndan geliþtirildi. Ben, kutsal açýsýndan muhtemel iki alternatife (iki inanç grubu) dikkat çektim. Birincisi, en azýndan ‘Yeni Çað’ kavramýna eþlik eden varlýk ve düþünme biçimi olarak deðilse de, çok kolay bir þekilde geç modernliðe adapte edilebilecek dini hayat formlarýyla alakalýdýr. Ýkincisi ise, kiliselerin ana çizgisinin içinde ve dýþýnda, zorluk ve belirsizlikle yaþama- 210 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I nýn (post-modernizmin göstergelerinin) ortaya çýkardýðý sýkýntýlar karþýsýnda insanlara bir sýðýnak saðlayan bir yansýma olarak dile getirilebilecek çok farklý bir tarz önermektedir. En uç olaný ele alýrsak, bu yöneliþ fundamentalizmin çeþitli biçimlerine eþlik etmektedir. Zorunluluktan Tüketime Yaklaþýk on yýl sonra, sorunu biraz farklý bir yolla formüle ederek, taslak halinde getirilen kavramsal çerçeve üzerinde yoðunlaþarak yine ayný konular üzerinde düþünmeye devam ediyorum. Avrupa’nýn tarihi kiliselerinin, þimdiki görünümlerine raðmen, toplumun geniþ kesimleri üzerinde dini düþünceyi kontrol etme gücünü, özellikle gençler arasýnda, sistematik olarak kaybetmekte olduðu hususunda hepimiz hemfikiriz. Ancak ikinci tepki ise daha karmaþýktýr; insanlar neredeyse yeni inanç biçimlerini deneyimlemeye hazýr görünmektedir. Aksine, bu eðilim, -veya öyle görünüyor- kiliselerin kontrol kapasiteleriyle ilgili olduðundan insanlar bütünüyle inanca ait nosyonu reddetmektedir3 . Ayný zamanda, tercih oraný gittikçe geniþlemektedir. Çünkü keþfedilen yeni dini formlar çoðunlukla toplumsal hareketliliðin bir sonucu olarak Avrupa’ya dýþarýdan gelmektedir. Ýnsanlar Avrupa’ya ekonomik nedenlerle gelmekte ve gelirken -Hýristiyan olsun olmasýnfarklý biçimlerde dindarlýklarýný beraberinde getirmektedirler. Ve ekonomik hareketlerden oldukça farklý olarak, pek çok þey yanýnda birçok dini çeþitliliði de deneyimleyerek Avrupalýlar dünyayý dolaþýyor. Bu baðlamda gerçek bir dini pazar, pek çok kýtada kurulmaktadýr. Can alýcý sorun, bununla birlikte, bizzat pazarýn varlýðýnda deðil, bilakis Amerika ile zýtlýk arz eden ana nokta, bu pazardan Avrupalýlarýn yararlanma kapasitelerindedir (Geniþ bir tartýþma için bkz: Davie, 2002a). Her þeye raðmen açýk olan þey, benzer bir deðiþimin Atlantik’in iki yakasýnda, ancak farklý þekillerde vuku bulmakta olduðudur: Yani ‘bir yükümlülük biçimi olarak din anlayýþýndan’ gittikçe uzaklaþan, ama ‘tüketim üzerinde gittikçe yoðunlaþan’ bir vurguya doðru tedrici bir deðiþim vardýr. Diðer bir ifade ile, son zamanlara gelinceye kadar mutedil bir þekilde -kelimenin bütün negatif yan çaðrýþýmlarýyla birlikte- empoze edilen veya -kalýtsal olarak devrolunan þey iken, bugün yerine kiþisel bir tercih meselesi ikame olmuþtur. Kiliseye gidiyorum, -bu istek kýsa bir zaman dilimi için ya da uzun bir zaman için geçerli olabilir- çünkü bunu istiyorum ve oraya hayatýmýn genel bir 3 Kurumsal kiliselerin en zayýf olduðu Avrupa’nýn bu bölümündeki gençler arasýnda yenilikçi inanç biçimlerinin ortaya çýkýþýyla ilgili çok ilginç bulgulardan biri için bkz: 1999/2000 EVS Enquiry (Hamlan, 2001; Lambert, 2002). Din Sosyolojisinde Yeni Yaklaþýmlar: Batýlý Bir Bakýþ 211 ihtiyacý olduðu için deðil, özel bir ihtiyacý olduðu için, yani kendimi tatmin etmek için gidiyorum. Ve isteklerimi karþýladýðý sürece de baðlantýmý devam ettireceðim. Eðer istemez isem, ne oraya ilk olarak gitmeyi ne de devam etmeyi bir yükümlülük olarak görürüm. Eðer -soru bir faraziye olarak olduðu gibi býrakýlýrsa- böyle bir deðiþim gerçekten vuku buluyorsa, modern Avrupa’da dini modeller/biçimler için sonuçlarý ne olabilir? Paradoksal olarak, bilinmesi gereken ilk husus, ortaya çýkan modelin sadece tarihsel modelle yarýþmakta olduðu deðil, ayný zamanda büyük oranda ona baðlý olarak ortaya çýktýðýdýr: Kiliselerin –resmi kiliseleri de içine alacak þekilde- Amerika’daki durumdan oldukça farklý olarak, eðer tercih ediliyorlarsa insanlar için devam edilebilir bir yer olmaya ihtiyacý vardýr. Bununla birlikte kimya gittikçe deðiþmektedir; hem inançlar hem de pratikler alanýnda bir deðiþme olduðu fark edilebiliyorsa, onlarýn arasýndaki baðlantýlardan bahsetmeye gerek yoktur. Bu sürecin en açýk göstergesi Ýngiltere kilisesinin kiliseye kabul töreni modellerinde bulunabilir. Doðru olan, genellikle kiliseye üye olanlarýn sayýlarýndaki savaþ sonrasý dönemde yaþanan düþündürücü düþüþtür. Bu düþüþ kurumsal gerilemenin önemli bir göstergesidir. Henüz Kuzey bölgelerine raðmen, Ýngiltere’deki kiliseye üye törenleri –kurumsal empozeye raðmen- gençlik dönemine intikal törenleri artýk yoktur. Ancak, bu her yaþtan insanýn kiþisel bir tercih meselesi olarak yerine getirdikleri nadir görevlerdendir. Bununla birlikte 1990’larýn ortalarýnda göze çarpan, kiliseye üye olan yetiþkin insanlarýn oraný bütün adaylarýn arasýnda yüzde 40’a ulaþmaktadýr (Bu oran asla gençler arasýndaki düþüþü telafi edecek yeterli miktar deðildir). Bu yüzden kiliseye kabul töreni, bu seçeneði tercih eden kiþiler için çok önemli bir olay; ritüelin -ki kamuya inancýný ilan ettiði bir alaný içermektedir- kendisine baðlýlýðý etkileyen bir tutumdur. Bu, gerçekte kiþinin bütünüyle özel bir aktivite yapmakta olduðunu halka ilan etme imkânýdýr. Öyle ki, kiliseye kabulden önce bir yetiþkin insanýn doðrudan doðruya vaftiz edilmesi ve onun yaklaþýk yirmi-otuz sene öncesi vaftiz olduðu çocukluk dönemini gösteren bir hareketi temsil eden bu aktivite gittikçe yaygýnlaþmaktadýr. Bu olaylar birlikte düþünüldüðünde, bazý yönlerden daha çok onlarýn kurumsal olmayan kopyasýna benzer olan tarihsel kiliselerdeki üyeliðin doðasýndaki deðiþimin izlerini gösterir. Gönüllülük- bazý yönlerden bir pazar- söz konusu kurumun kurumsal pozisyonunu göz önüne almaksýzýn fiili olarak/de facto kendini inþa etmeye baþlamýþtýr. Ya da gönüllülük, birazcýk kimyasal örnekseme benzeri, bütünüyle bir kimyasal tepkime, uzun vadede (vurgu önemlidir) Avrupa dininin doðasýnda derin etkiler meydana getirebilecek etkiler oluþturmaya devam etmektedir. 212 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Son bir açýklama bu tartýþmayý sonlandýrmaktadýr. O da dini ‘seçim/ tercih’in kamusal olduðu kadar, özel göstergeleriyle de alakalýdýr. Klasik sekülerleþme teorisinin versiyonlarý (Bruce, 1996, 2002b) bu tür geliþmeleri “tercih edilen din zorunlu olarak özelleþmiþ dindir” þeklinde bir nosyon olarak taþýmaktadýr. Bir gösterge olan “kutsal kubbe” bütünüyle inananlarýn bir dini kabul etmesi anlamýnda kullanýlýrken, artýk kullanýþlý/etkili deðildir; çünkü din basit bir þekilde hayat tarzý ve kiþisel tercih meselesinin dýþýnda bir þey deðildir. Tartýþmalar Kuzey ülkeleri sosyologlarý tarafýndan alevlendirilmektedir,4 ben de artýk manzaranýn böyle olduðuna ikna edilmiþ durumdayým. Avrupa toplumlarýnda dini ciddi bir þekilde tercih eden kimseler görüþ ve düþüncelerini, özel bir tartýþma konusu olduðu kadar, kamusal alanda da duymak isteyeceklerdir. Ancak tam bu noktada, Hýristiyan olsun veya olmasýn, dini formlarýn son zamanlarda Avrupa’da ulaþtýðý ve derin etkiler býrakmaya baþladýðý durum karþýsýnda, onlar sürecin her iki yönde iþleyiþini görerek kendi ülkelerine -zaman zaman ilham vari- pozitif modeller önermektedirler. Zorunluluktan tüketime deðiþim, güzel bir þekilde 1994 yýlý baþlangýcýnda ortaya konan bir tabloda kolayca görülebilir. Tablo bütünüyle ayný deðiþimi ifade etmektedir, fakat 21. yüzyýlýn en acil görevine eþlik etmesi gereken sosyolojik çalýþma ve uygun tercihler açýsýndan yeni ihtimallere kapý aralamaktadýr. Bununla birlikte, bu tercihleri uygun bir þekilde deðerlendirebilmek için Avrupa –ve modernliðin Avrupalý biçimleri- daha geniþ bir baðlamda tespit edilmelidir. Yani, bu makalenin son bölümünün amacý, Davie’nin (2002a) ortaya attýðý argümanlara yoðun bir þekilde dikkat çekmektir. Avrupa Dýþýndan Avrupa Europe: The Exceptional Case’in (Avrupa: Ýstisnai Örnek, 2002a) ilk bölümü, bildik bir tema aracýlýðýyla modern Avrupa’da inancýn/imanýn parametrelerini tespit etmektedir. Son bölüm ise, ayný soruna Avrupa’nýn içinden ziyade Avrupa’nýn daha dýþýndan göründüðü þekliyle, baþka bir perspektiften yaklaþmaktadýr. Özel bir referans noktasý olarak kitapta yer alan – örneðin ABD, Afrika ve Güney Asya’dan üç ülke olmak üzere- her bir alan araþtýrmasýný ele alarak, Avrupalý dini unsurlarýn ne olduklarýný ortaya koymak yerine, ne olmadýklarýnýn altý çizilmiþ ve araþtýrma nesnesi benzer biçimde ters yüz edilmiþtir. 4 Kuzey Bölgesi sosyologlarý -özellikle Danimarkalý olanlar- Ýslam’ýn Avrupa baðlamýndaki etkisiyle ilgilenmektedir. Özelleþmiþ Ýslam akla uygun deðildir. Avrupa’daki Ýslam için uygun modeller bulma mücadelesi Avrupa’ya gelen toplumlar kadar yerli toplumu da etkisi altýna alacaktýr. Din Sosyolojisinde Yeni Yaklaþýmlar: Batýlý Bir Bakýþ 213 Karþýmýza derhal iki önemli nokta çýkmýþtýr. Ýlki, Avrupalý gözlemci (kadýn veya erkek olsun Avrupa kiliselerinden birinin üyesi veya basit bir seyirci) global açýdan aþina olunmayan bir normu kabule zorlanmaktadýr. Bu kitabýn ana amacý, böyle bir varsayýmýn radikal bir þekilde sarsýlmasýný saðlamak olabilir. Ýkincisi ise, kýymet hükmü açýsýndan genellemelerden sakýnmaktýr ki, bu da son derecede önemlidir. Avrupa’daki dini formlarýn, onlarýn her ikisi de iyidir veya kötüdür demeksizin, sadece farklý olduðunu kabul ederek Hýristiyan dünyanýn dýþýnda keþfedilen her hangi bir yerdekinden farklý olduðunu tespit etmek gerçekten önemli bir olay olmalýdýr. Gerçekten, bu konuda düþünceler çok ciddi bir biçimde farklýlaþmaktýr. Bazý Avrupalýlar için dünyanýn bu kýsmýnda yaþadýðýmýz deneyim, bildiðimiz, beklediðimiz bir þeydir (deðiþim için gerçek bir ihtiyaç yoktur); diðerleri için bu tip deðiþime olumlu anlamda karþý durulmalýdýr (Avrupalý örnekler neye mal olursa olsun korunmalýdýr); üçüncü gruba göre, her iki tutum büyük bir hayal kýrýklýðýnýn nedenidir (deðiþim için bir arzu ve buna direnenlere karþý bir tahammülsüzlük vardýr). Ancak bu üç grup temelde ayný soru ile karþý karþýyadýr: Tespit ettiðimiz farklýlýklarý nasýl açýklayabiliriz? Bu aþamada Shmuel Eisenstadt’ýn ‘çoðul modernliðin’ bir çok çeþidini ele aldýðý eseri çok büyük bir önem arz etmektedir. Ancak o, daha çok bir kavramsal aygýt olarak bütünüyle modernlikleri anlama çabasýndan ibarettir. Negatif gündemi çaðrýþtýran bu düþünce aþaðýdaki paragrafta açýk bir þekilde ifade edilmektedir: “Çoðul modernlikler” nosyonu, gerçekten modern dönemin özellikleri ve tarihi içinde genel söylem ve araþtýrmalarda uzun süreden beri yaygýn ve geçerli olan bakýþ açýlarýna karþý çýkan çaðdaþ dünyanýn belirli bir bakýþ açýsýný ifade eder. Bu yeni nosyon, 1950’li yýllarda uzun süre egemen olan ‘klasik’ sanayi toplumu ve modernleþme teorilerinin bakýþ açýsýna karþý çýkar. Ve gerçekten Marx’ýn, Durkheim’ýn ve (büyük oranda) Weber’in bile – en azýndan onun çalýþmalarýnýn tek bir okuma biçimine -klasik sosyolojik analizlerine karþý durur. Tam ve net olarak denebilir ki, onlarýn hepsi modern Avrupa’daki geliþmiþ þekliyle modernliðin kültürel programý ve orada ortaya çýkan, hayranlýk duyulan temel kurumlarýn, nihai olarak modern olan veya modernleþen bütün toplumlarý, modernliðin yayýlmasý ve yaygýnlaþmasýyla etkisi altýna alacaðýný; böylelikle bu kurumlarýn dünya çapýnda bir üstünlük saðlayacaðýný varsayýyordu (Eisenstadt, 2000; 1). Bu saðlýklý baþlangýçtan dolayý, Eisenstadt ‘modernleþen toplumlar birbirine benzeyecektir’ ve ‘modernleþme sürecinde öncü olarak Avrupa 214 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I düþüncesi’ (veya gerçekten baþka yerde bulunmayan) hakkýndaki her iki varsayýma meydan okumaktadýr. O halde, “çoðul modernlikler” yaklaþýmý, olumlu bir bakýþ açýsýndan, nasýl geliþiyor?’ Giriþ’te, ilgi çekici karþýlaþtýrmalý örnek olaylar veren Eisenstadt, modern dünyayý anlamak için en iyi yolun –baþka bir ifade ile modernliðin tarihini ve doðasýný kavramak için- ‘sürekli yeniden kuruluþ ve kültürel programlarýn çoðul olarak yeniden yapýlandýrýlmasý hikayesi’ni görmek olduðunu söyler (2000; 2) Bunu takip eden ikinci bir nokta, öngörülen/sürmekte olan yeniden kurulumlar, gökten inmemektedir; onlar farklý ekonomik ve kültürel baðlamlar içinde olmak kaydýyla, kültürel ve kurumsal formasyonlarýn her ikisinin yeniden üretimine katký saðlayan birey ve gruplarýn sonsuz katýlýmlarýnýn sonucu olarak ortaya çýkmaktadýr. Bir kere bu düþünce biçimi, yerli yerinde ve saðlamdýr; Ayrýca, Eisenstadt’ýn eserinin temel paradokslarýndan birinin deðerlendirmesini daha da kolaylaþtýrmaktadýr. Yani batýnýn modernlik anlayýþlarýný kavrayan ve hatta ona karþý çýkan eser, tartýþtýðý þeyi kucaklayacak kadar moderndir. Bununla birlikte, modernliðin hakiki çekirdeði nedir? Gerçekte, soruya bir özellikler bütününden daha çok bir tutum –ayýrt edici bir epistemoloji– olan modernlik bakýmýndan cevap vermek çok zordur. Erken formlarýnda modernlik, insan aracýlýðýyla üretilen araçlarla gerçekleþtirilebilecek güzel bir gelecek düþüncesi üstünde vücut bulur. Süreç bir ‘öneri’ olarak iþlemeye baþladý; ancak zamanla modernliðin çekirdeðine içsel karþýtlýklar musallat oldu. Örneðin modern toplum totaliter mi yoksa plüralist mi olacaktý? Ya da toplumlarda kontrol veya otonomi ne dereceye kadar arzulanabilir olarak düþünülüyordu? Bu yüzden, kurumsal bir resim vermek için, Avrupa’nýn farklý parçalarýnda bile- modernliðin ana özelliði- olan ulus-devletlerin çok farklý formülasyonlarý ortaya çýktý. Örneðin Fransa’da hegemonik, kuzey ülkelerinde (her biri diðerinden öyle farklýdýr) buna karþýlýk, Ýngiltere ve Hollanda’da daha çok plüralistik model benimsenmiþtir. Þimdi bizler, hem kültürel hem de kurumsal olarak, modernlik düþüncesinin kendisini yeni bir dünyaya taþýmasýndan ve adým adým bütünüyle batý dýþýnda gerçekleþen, büyük çaptaki dönüþümden dolayý þaþýrmalý mýyýz? Devamýnda Eisenstadt, farklýlýðýn sadece modernleþme süreci içinde varsayýldýðýný hâlbuki o modernliðin kendisinin gerçek parçasý olduðunu söyler. Modernliðin, daha doðru bir ifade ile modernliklerin doðasýndaki deðiþme, -analitik çözümlemelerinde güzelce dile getirdiði bir husus olarak- Eisenstadt’ýn düþüncesinde ayný derecede önemlidir. Küreselleþme modern, ulusal ve devrimci devletlerin ideolojik çizgilerini, kurumsal-sembolik yapýlarýný çarpýcý bir biçimde deðiþtirdi (2000; 16). Artýk bu kurumlar, örneðin, ekonomik, politik ve Din Sosyolojisinde Yeni Yaklaþýmlar: Batýlý Bir Bakýþ 215 kültürel açýdan modern hayatýn pek çok alanýný yeterince kontrol altýnda tutabilir mi? Teknolojik olarak geliþmiþ araçlarýn sýnýrlayýcýlýðýna raðmen, modern hayatýn akýþý ve karþý tepkiler politik sýnýrlarý giderek aþmaktadýr. Çoðul modernliklerin inþasý (tabiatý gereði), bütünüyle deðiþik þartlar içinde olsa da, yine de devam ediyor. Son onlu yýllardaki sürecin merkezinde modern dünyanýn yaþadýðý problemlerin sorumlusu varsayýlan, aralarýnda büyük ölçekli sosyal hareketlerin de bulunduðu yeni kimlik ve aktörlerin ortaya çýkýþý yatmaktadýr. Sýklýkla uluslararasý bir boyut kazanan feminist ve çevreci organizasyonlar, bu alanda en uç örneði temsil etmektedir. Ayrýca, genellikle fundamentalist olarak bilinen dini hareketler de ayný þekilde deðerlendirilmektedir. Bu sonuncusunun, yani dini hareketlerin Batý’ya ve orada vücut bulan ideolojilere þiddetli bir þekilde karþý olduðu doðrudur. Ancak, fundamentalist hareketlerin amaçlarýný kurgulama/gerçekleþtirme tarzlarý ve kazanýmlarýný dönüþtürme araçlarý –örneðin düþünceleri gerçekçi bir biçimde global ve kullandýklarý teknoloji ise son derece geliþmiþtir- tahminlerin ötesinde moderndir. Týpký seküler karþýtlarý gibi, onlar da modernlik kavramýný yeniden tanýmlamakta ve inþa etmektedir. Yalnýzca bunu kendi terminolojileri ile yapmaktadýrlar (Eisenstadt, 1999). Eisenstadt’ýn çalýþmalarýndan çýkarýlabilecek can alýcý nokta, modernliðin katlanmýþ yorumlarýnýn içinde din ve dini hareketler için ayýrdýðý sürekli alandýr. Öyle ki, dini formlar, modernliðin formlarý kadar çeþitli olabilir. Gerçekten bunun özellikleri Deadalus’un özel sayýsýnda önerilen Hýristiyan, Müslüman, Hindu ve Konfüçyan çizgilerden takip edilebilir. Bu özel sayýnýn yazarlarýndan biri olan Nilüfer Göle, modernliðin esas çekirdeðinin modernleþmenin erken zamanlarýnda hayal bile edilemeyecek ancak 21. yüzyýlýn baþlarýndan bu yana devamlý zihnimizi meþgul eden problemler için verilmeye devam eden bir tanýmlama kapasitesinde ve potansiyel olarak kendini düzeltme gücünde yatmakta olduðu sonucuna varýr. Böylece din, -Göle’nin denemesinde yenilikçi formlarýyla bu din Ýslam’dýr- pek çok devamlý kendini düzeltme süreci arasýndaki kaynaklardan biri olmaktadýr. Daha açýk bir þekilde ifade etmek gerekirse, ‘modernlik, basit bir þekilde reddedilmemekte veya uyarlanmamakta, aksine kritik edilerek ve kendine uygun hale getirilerek’ farklý kültürel baðlamlarda yeniden üretilmektedir (Göle, 2000: 93). Bu tartýþmada iki nokta dikkat çekmektedir. Birincisi, modernliðin Avrupa versiyonunun empirik olduðu kadar teorik anlayýþlar tarafýndan da desteklenen bir imkân olarak gerçekten, -diðer karþýlaþtýrmalý sekülerleþme örneklerinden dikkate deðer biçimde çok- farklý olduðunun altýnýn tekrar çizilmesidir. Fakat ikincisi, onlar bir diðerinden farklý olarak temayüz etmiþ deðildir. Kýsaca onlar, týpký diðerleri gibi, modern dünyada ve devam eden yeniden inþa sürecinde pek çok modernlik arasýnda bir modernliktir. Sonuç olarak, bakalým Avrupalý sosyologlar nasýl karþýlýk verecekler? Modernlik/modernizmin Avrupalý anlaþýlma biçimlerini ve onlarý takip eden bir çok dönüþümlerden, sadece birini göz önüne alarak, bütün alçakgönüllülükle bunun tek bir cevabý vardýr. Avrupa örneðinden ortaya çýkan kavramsal çerçeve Avrupa dýþýndaki bir örneðe uygun olmayabilir. Biz, bunun yerine, gerek Avrupa içinde gerekse Avrupa dýþýnda, modern dünyadaki dinin tabiatýný bütünüyle anlayabilmek için, yeni araþtýrma, yaklaþým ve anlayýþlara ihtiyaç duymaktayýz. Kuþkusuz, Social Compass gibi bir dergi bu görevin üstesinden gelmek için önemli bir rol oynayacaktýr. Kaynakça Ahern, G. and Davie, G. (1987). Inner City God: The Nature of Belief in the Inner City. London: Hodder and Stoughton. Bruce, S. (1996). From Cathedrals to Cults: Religion in the Modern World. Oxford: Oxford University Press. Bruce, S. (2002a). “Praying Alone? Church-going in Britain and the Putnam Thesis”, Journal of Contemporary Religion 17 (3): 317–329. Bruce, S. (2002b). God is Dead: Secularization in the West. Oxford: Blackwell. Davie, G. (1994). Religion in Britain since 1945: Believing without Belonging. Oxford: Blackwell. Davie, G. (2000). Religion in Modern Europe: A Memory Mutates. Oxford: Oxford University Press. Davie, G. (2001). “The Persistence of Institutional Religion in Modern Europe”. In Linda Woodhead with Paul Heelas and David Martin (eds). Peter Berger and the Study of Religion, pp. 101–111. London: Routledge. Davie, G. (2002a). Europe, the Exceptional Case: Parameters of Faith in the Modern World. London: Darton, Longman and Todd. Davie, G. (2002b). “Praying Alone? Church-going in Britain and the Putnam Thesis: A Reply to Steve Bruce”, Journal of Contemporary Religion 17 (3): 329–335. Davie, G. (forthcoming). “From Obligation to Consumption: Patterns of Religion in Northern Europe”, paper presented at seminar on European Secularity in Berlin, March 2001, to be published as part of the seminar proceedings. Eisenstadt, S. (1999). Fundamentalism, Sectarianism and Revolutions: The Jacobin Dimension of Modernity. Cambridge: Cambridge University Press. Eisenstadt, S. (2000). “Multiple Modernities”, Daedalus 129 (1): 1–30. Göle, N. (2000). “Snapshots of Islamic Modernity”, Daedalus 129 (1): 91–118. Halman, L. (2001). The European Values Study: A Third Wave. Tilburg: EVS, WORC, Tilburg University. Lambert, Y. (2002). “Religion: l’Europe a` un tournant”, Futuribles 277 (January–August): 129–160. Putnam, R. (1995). “Bowling Alone: America’s Declining Social Capital”, Journal of Democracy 6: 65–78. Putnam, R. (2000). Bowling Alone: The Collapse and Revival of American Community. New York: Simon and Schuster. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 217-223 Rusya Okullarýnda Din Eðitiminin Çaðdaþ durumu ve Onun Mezheplerarasý Modelinin Perspektifleri1 YILDIZ KIZILABDULLAH AR. GÖR., ANKARA Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-posta: [email protected] Ýlk olarak meslektaþlarýmý, bugünün Rusya’sýnda bilgisinin durumlarý sýnýrlandýrýlmýþ olan, ruhsal bir rönesansýn olduðuna inanmaya karþý, bizim eðitim sistemimizde olan, toplam ateizmden hristiyan dünyasýnýn deðerlerine bir tür atlamaya karþý uyarmak istiyorum. Geçmiþimiz o kadar da karanlýk deðildi. Ben düzenli bir Sovyet okuluna gittim, orada matematik öðretmenimiz derslerinde bize Ecclesiastes okurdu. Elbette bu, her okulda olmaz ve elbette o öðretmen almýþ olduðu özgürlükten dolayý amiri tarafýndan sert bir þekilde azarlanýrdý. (bu sadece ideolojik bir zemin deðil daha çok matematik dersinin ihmal edilmemesi içindi) Ancak tüm iyi edebiyat öðretmenleri, bunlarýn oldukça çok sayýda olduðunu söylemeliyim, görevlerinin öðrencilere bazý hristiyan etiðinin düþüncelerini vermek olduðunu düþündüler. Ayný zamanda güçlü ideolojik baskýya raðmen, sovyet toplumu ile geçmiþimizin zengin hristiyan kültürü arasýnda irtibatý saðlayan pek çok bað kaldý. Sovyet hayatýnýn paradoxlarýndandan biri olarak, genellikle sovyet pedagojisinin eþrafý arasýnda adlandýrýlan K.D.Ushinsky, hayatý boyunca tutarlý bir hristiyan olarak kalmasýna raðmen, hiçbir zaman dini inançlarýný gizlemeye çalýþmadý. Ve diðer tarafta, geçen 15 yýlda okul sistemimizde çalýþan edebiyat öðretmenleriyle konuþtuðumda, sürekli olarak duydum ki, eðitimimizin etik görüntüsü son zamanlarda ciddi biçimde bozulmuþtur. Bunun pek çok sebebi vardýr. Ýlk olarak, müfredatýn büyük bölümünün ekonomi ve yasal 1 Theodor Kozyrev, “Spiritualitat und ethische Erziehung”, EB-Verlag, s. 291-297. 218 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I konularýn prestijinin giderek azalmasýndan dolayý, insan bilimlerinin araþtýrýlmasýna ayrýlmýþtýr, bu durum iyi maaþlý bir iþ bulma konusunda daha çok katký saðlar. Bu, ayný zamanda en az yetenekli üniversite öðrencilerinin öðretmen olmalarýndan kaynaklanmaktadýr. Ýnsan bilimleri açýkça doðal seleksiyona maruz kalýr. Ýkinci olarak, günümüz eðitim sistemi, çaðdaþ Rusya’nýn yeni ruhsal gerçeklikleri tarafýndan sunulan zorluklarý uyarlamanýn mümkün olmadýðýný ortaya koymuþtur. Kýsaca, Rusya’da din eðitimi çerçevesinde var olan durumu karakterize etmek için karmaþýk kelimesini seçtim. Okulda, dini disiplinlerin olup olmayacaðý kararlarý, her okul müdürünün saðduyusuna býrakýlmalýdýr. Okul müdürlerine gelince, onlar için en kolay yol din eðitimini bütünüyle müfredat dýþý býrakmaktýr, çoðunlukla yaptýklarý gibi, bunu yapmakla dini konularý muhafaza edenler, genellikle eðitim sisteminin yetkililerinin bir kýsmýna ciddi direniþ gösterirler. Þu anda devlet kurumlarýna üstün gelen din eðitimine karþý tutum, okul programýnda dini konularýn okul müfredatýna dahil edilmesine katkýda bulunmaz. Ülkenin hiçbir yerinde, devlet onaylý din eðitimi programý yoktur, devlet okullarýný ziyaret eden papazlarýn engellenmesi gibi ancak bazý alýþýlmýþ tabular vardýr. Elbette, öðrencilerine Ýncil okuyan veya kendini dini bir inanýr olarak ifade eden bir öðretmenin, eskiden olduðundan daha fazla kovulma ihtimali vardýr. Ancak, geçen yýllarda olan bir durum olan din eðitimi çevresindeki durumlar ile insanlarýn inanca kitlesel dönüþlerinin karþýlaþtýrýlmasýnda bir ilerleme göremezsiniz. Kiliseye gidenlerin sayýsýndaki artýþý düþündüðünüzde, Rus eðitim sistemi, okul dýþýnda dini dimdik bir sütun ile korumak ve insanlarýn dindarlýðýný zaptetmekle karþýlaþtýrýlabilir. Üç ay önce kendi ülkem St. Petersburg’da, dini birliklerin temsilcileri ile eðitimcilerin buluþtuðu bir konferansa daha katýldým. Eðitimciler, dini konularýn okulda öðretilebilmesinin bir yolu olmadýðý konusunda birleþtiler. Onlarýn argümanlarý bazen oldukça tuhaftý. Örneðin biri dedi ki; inanç priori olarak var olan bir þeydir, bu þey ya vardýr ya da yoktur ve bunun deðeri eðitim yoluyla arttýrýlamaz. Bir diðeri dedi ki, öðrencileri ne kadar inandýklarýna göre deðerlendirmek ahlak dýþýdýr. Elbette ayný eski argümanlar da vardý. Çok etnik yapýlý Rusya’da herhangi bir dinin okulda öðretimi kanlý bir çatýþmayla sonuçlanabilirdi.(muhtemelen sýnýfta demek daha doðru olurdu) tecrübeli yaþlý bir öðretmen: “her dinin inanýrý diðer dinlerin tüm temsilcilerini insandan aþaðý gördüðü zaman, ayný zamanda öðretilecek kaç tane din vardýr.” Diye iddia etti. kýsaca öðretmenler, “din eðitimini cemaatlere býrakmanýn daha iyi olacaðý ve eðer okulda dini konulara deðinilirse, çok fazla detaya inilmeden ve bir ateist tarafýndan verilmesi daha iyi olur.” dediler Bu demektir ki, kominist sonrasý Rusya’da ruhsal rönesansa Rusya Okullarýnda Din Eðitiminin Çaðdaþ Durumu 219 iliþkin olarak, hem sovyet pedagojistler tarafýndan yüceltilen, dine kayýtsýz herhangi bir öðretmen öðrencilerden bir mil uzakta tutulmalýdýr diyen K.D.Ushinsky’i hem de okulda din eðitiminin ateistler tarafýndan verilmesi gerektiðini düþünen öðretmenleri unutulmamalýdýr. Sovyet sonrasý (post-sovyet) Rusya’da din eðitiminin evrimi iki alt döneme ayrýlabilir: eðitimde ulusal hukukun geçmesinde önce ve sonra, bu 1989 ve 1993 arasý ve daha sonrasýdýr. Ýlk dönem anarþi dönemiydi. Rusya’da kardinalin politik olarak deðiþmesinden sonra ilk dört yýl zarfýnda devlet okullarý herhangi bir dini hareketin temsilcileri ya da mezhep için ulaþýlabilir idi. Oldukça Rusçu Maximalizm ile anlaþýlan ve kabul edilen militan çoðulculuk, hiç de az olmayan militan ateizmin yerini aldý. O dönem, þu açýdan çok verimliydi, öncelikle o dönem, organizasyonlarý ve akýmlarý ayakta tutan ve neredeyse hayatýn tümü için gelecek va’d eden istek dalgasýnýn geldiði zamandýr. Ýkinci olarak, özgürlük ve dini inançlarla ilgili son zamanlarda sovyet toplumunun beklemediði problemleri ortaya çýkarmýþtýr. Ancak o dönem, eðitim aþamasýnda totaliter mezheplerin kontrolsüz aktivitelerinden etkilenen, evlerini terk eden, okuldan atýlan, psikiatrik hasta olan pek çok çocuðun olduðu bir dönemdir. Toplam kontrol eksikliðinin bu olumsuz sonuçlarý, din eðitimi karþýtlarýna onlarýn en güçlü argümanlarýný vermiþtir. 1992 hukuku, politik partileri ve dini organizasyonlarý okulda yasakladý ve Rusya’da devlet okul eðitiminin seküler doðasýný belirledi. Þu ana kadar, bu yasak ve belirleme, din ve eðitim arasýndaki yasal iliþkiyi düzenledi. Hukuk, din eðitimini yasaklamamaktadýr, ancak realitede, zorunlu dini disiplinlerin giriþine karþý eðitimcilerin çoðunluðunun olumsuz tavýrlarýndan dolayý, bu hukuk devlet okullarýnda dini konularýn yasaklanmasýnýn yasal zemini olarak yorumlandý. Bu dönemde Rusya’da, din eðitiminin birkaç þekli vardýr. Ýlki, okullarýn dini organizasyonlarýna ait bir sistemi vardýr, orada inanlar veya dini birliklere katýlmaya hazýrlananlar kendi dinleriyle daha aþina olurlar. Rus Ortodox Kilisesinin, ben daha samimiyim çünkü ben ona aitim ifadesi, bu genellikle Pazar okullarýnýn formunda, yaklaþýk her semtte yapýlan kateþist öðretinin bir türüdür. St. Petersburg’da, Teoloji Akademisi ve Ýlahiyat fakültesinde, okul öðretmenleri için pedegoji dersleri vardýr. Her öðretmen Ortodox Hristiyanlýðýnýn temellerini okumak üzere iki yýllýk bir periyod için kabul edilir ve kursu bitirdiðinde belge verilir. Buna ilaveten, kilisenin yasal bir parçasý olmadýklarý halde, þehirde pek çok ortodox topluluklar, kulüpler ve baþlangýç gruplarý dini aydýnlanma ve misyonerlik faaliyetleri ile meþgul olmaktadýrlar. Geçen birkaç yýl içinde, halk organizasyonlarý, hapishanelerin, hastanelerin ve yetimhanelerin ilmihalciliði gibi pek çok iþ yap- 220 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I mýþlardýr. Ancak bu tür aktiviteler, eðitim sisteminin bir unsuru olmaktan ziyade kilise misyonunun bir parçasý olarak düþünülmesi daha uygundur. Ancak eðitim sistemi içinde, ilkokul ve orta okulda öðrencilerin dini konularla tanýþmasý, kural olarak, öðrencilerin incille ve diðer edebi eserlerle kýsaca tanýþmalarýný içeren birkaç edebiyat dersi ile sýnýrlandýrýlmýþtýr. Ýki veya üç akademik saate býrakýn gerçeði, herhangi bir dini bilgi ile tanýþmak bile kesinlikle yetersizdir, burada bir öneri yapýlabilir, bu dersler esnasýnda kutsal metinler sadece onlarýn edebi erdemleri olarak düþünülmelidir. Dünya dinleri ile ilgili temel bilgiler konusunda bazý küçük unsurlar, tarih, dünya sanat kültürü ve hukukun temelleri gibi diðer konularý da içermektedir. Ancak bu din eðitimi türü yüzeysel ve kýrýlgandýr. Bazý okullarda, dinin temel deðerleri öðretilmektedir, burada öðrencilerin dünya din öðretiminin rehberliði ile tanýþýk olmalarý beklenir. Buradaki problem, Allah’a inanan öðretmenlerin, genellikle tarafgirlikten sakýnmak için bu derslerden uzak durmalarýdýr. Ne kendi öðretim metotlarýný ne de ateistik görüþlerini deðiþtiren bilimsel ateizmin sovyet bölümlerinin mezunlarý yerine sözde “dinde uzmanlar” icat edilmiþtir. Buna karþýlýk, bazý dini mezheplerin devlet destekli okullarýna raðmen, desteklenmeyen çok küçük gruplar vardýr. Bu okullarýn öðretmenleri, kendi dinlerinin temelleri ve mezhepsel baðlarýndan dolayý seçilirler. Yaygýn dualar yönetilir, dini tatiller izlenir ve mezhepsel öðretiler derinlemesine çalýþýlýr. Bu okullar, dini organizasyonlar arasýndaki kendi sponsorlarýyla yakýn iliþkilerini devam ettirirler. Elbette, devlet tarafýndan desteklenmesine raðmen devlet kuruluþu deðillerdir. Ancak en azýndan biliyorum ki, Petersburg’da bir devlet okulunda, hristiyan ortodox sýnýflar oluþturulmuþtur, orada hristiyanlýk öðretilmektedir ve dersler duayla baþlamaktadýr. Ancak bu durum, sosyal bilimlerin öðretilmesindeki önyargý ve eðilim gibi kendi baþarýsýzlýklarýdýr. Bazen bu tür okullarýn öðretimi için öðretmenlerin özel seçimi, diðer genel eðitim konularýnýn zararýna sebep olur. Örneðin bu yýl zarfýnda, Moskova Hristiyan Gimnazyumunda, parlak ve oldukça uzman bir biyoloji öðretmeninin Pierre Teilhard de Chardin’in fikirlerine olan heretik baðlýlýðýndan dolayý iþten atýlmasý bir çalkantýya sebep oldu. Daha sonra yeniden, genel eðitim okullarýnda, dini konularýn öðretiminin pek çok formu ortaya çýkmýþtýr. Kendi uzmanlýk alanýnda ülkedeki en iyilerden biri olan Moskova Klasik Gimnazyumunda, eski Yunan, Latin ve Ýbraniceyi içeren Ortodox Hristiyan öðretisi zorunlu olarak eklenmiþtir. Bu ders Moskova kilisesinden bir papaz tarafýndan öðretilmektedir. Din eðitimi konularýnýn ne kadarýnýn öðretmenin takdirine býrakýldýðýný örneklendirmek için þunlarý söylemek yeterlidir; ayný statü ve neredeyse ayný prog- Rusya Okullarýnda Din Eðitiminin Çaðdaþ Durumu 221 rama sahip Petersburg Klasik Gimnazyumu’nda din eðitimi tamamen kaybolmaktadýr. Dini konularýn öðretiminde dönüþü benimseyen bazý mezheplerin temsilcileri olan okullar vardýr. Petesburg Peterschoole gibi Ortodox archpriestlar bir katolik papaz ve bir Luteran pastörle birlikte hristiyan dinin temellerini öðretmektedirler. Neticede, dini konularýn öðretimi eðer seçme gerçekten saðlanabilirse, bugünün Rusya’sýnda din eðitiminin en kabul edilebilir formu olan seçmeli derslerde olmasýdýr. Demek istiyorum ki; buradaki açýk sakýnca, orta okulda extra-program sýnýflarýna katýlmaya güç bulan aþýrý yüklenilen küçük bir grup öðrencidir. Normal olarak %10’dan daha fazla öðrencinin bu sýnýflara katýlmaya hazýr olduðunu bekleyemeyiz. Bence bu öðretim türü daha da geliþtirilirse, din dahil, her bir öðrencinin en azýndan birine katýlmasý gereken bazý seçmeli derslerin okul programýna eklenmesi gerekecektir. Bu, mezhepler arasý iliþkilerden kaynaklanan problemi çözecektir. Öðrenciler, tanýmak istedikleri dinler arasýnda seçim yapma hakkýna sahip olacaklardýr. Yüksek okuldaki gibi, sadece birkaç ay önce, teoloji, devletin yetkilendirdiði uzmanlýk olarak kabul edildi. Bu durum yüksek okullara diðer profesyonel dersler arasýnda onu öðrenmeyi seçmeye izin verdi. Þimdiye kadar, ne Petersburg Devlet Üniversitesi’nde ne de Pedegoji Üniversitesi profesyonel teologlar yetiþtirmedi. Ancak bizim þehrimizde ve tabiki Moskova’da devlete baðlý olmayan (non-state) birkaç felsefe okulu ve teoloji yüksek okulu baþarýlý bir grafik sergiledi. Petesburg’da bunun örnekleri, son zamanlarda devlet destekli olan Yüksek Din Felsefe Okulu ve Sosyal Bilimler Öðretimi için Rus Hristiyan Enstitüsüdür. Her ikisi de geçenlerde devlet tarafýndan akredite edildi. St. Petersburg Teoloji Akademisinde, daha önce zikredilen pedegoji derslerinin sayýsýna ilaveten dini konularýn öðretmenleriyle irtibat kurabilecek geliþmiþ bir öðrenci aðýna sahibiz. Son derece üzücüdür ki, ilkokul ve ortaokullarda din eðitimi ile ilgili eðitim politikalarýndan dolayý, bugün bu að iþe yaramaz bir makinedir. Teoloji bölümlerinin mezunlarýndan sadece küçük bir grup ve dersler kendi uzmanlýk alanlarýný düzenleme þansýna sahiptirler. Ülkemizde, din eðitiminin mezhepler arasý model perspektiflerini düþündüðümde 4 ihtimali durum görmekteyim. Ýlki ve en kötüsü, genç nüfusun eksiksiz ve zorunlu indoktrinasyonu, herhangi bir ruhsal çoðulculuðu elimine eden yarý ideolojik ve yarý dini öðretimdir. Ýkincisi, din eðitiminin yokluðudur ve bu, bugünün Rusya’sýnýn gerçeði gibi görünmektedir. Üçüncüsü, okullarda ayrý eðitimdir ya da mezhepsel prensiplere göre ayrýlmýþ derslerde yapýlan eðitimdir. 222 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Ve sonuncusu daha zor ve risklidir ancak pedagojik bakýþ açýsýndan en arzulanan þey kiþinin bu gelenekte spesifik ve yaygýn olan þeyi görmelerine yardýmcý olmak ve farklý dinlerle tanýþýk kýlmaktýr. Pratik olarak bu yaklaþým, Büyük Britanya’da uygulanan model gibi birkaç þekilde uygulanabilir. Ancak bu durum, yüksek kalitede eðitimcileri gerektirir, bu yüzden yukarýda adý geçen birleþtirme yolunun transferinde bir tehlike vardýr. Eðer eðitimci sadece bilgi deðil, tanrýnýn kiþisel ruhi deneyimlerine sahip olursa, bence bu yaklaþým baþarýlý olabilir. Bu yüzden din eðitiminin ne olduðu sorusu yeni Rusya’daki gibi cevaplandýrýlmamýþ olarak kalacaktýr. Onun karmaþýklýðýna eklenen þey kendimizi ülkemiz için tam olarak yeni bir durumda bulduðumuz gerçeðidir. Pasaportlarda kariyerlerinin etnisiteleri yerine dini baðlantýlarý gösterildiði zaman, Rusya tarihinde, kilise ve devlet arasýnda uzun bir birlik dönemi vardý. Dini sakramentlere katýlma sadece dini deðil ayný zamanda bir vatandaþlýk göreviydi. Ýdari bir pozisyon elde etmek için kiþinin vaftiz gerçeðini doðrulamasý ve papaz tarafýndan yönetilen komisyonlara düzenli olarak katýlmasý gerekirdi. Elbette hristiyan ortodox dinin öðretimi eðitim sisteminin ayrýlmaz bir parçasýydý. Kilise yasaklandýðýnda (yasa dýþý ilan edildiðinde) ve dinin zararlý bir anokronizm(çaðdýþý) olduðu iddia edildiðinde tarihimizde farklý bir Sovyet dönemi vardý. Eðitim sisteminde dinin öðretimi Marxizmin öðretimi ve militan ateizmin öðretimiyle deðiþtirildi. Kilise devletten ayrýldýðýnda, eyaletin dine düþman olmadýðý ve kilise ve diðer dini organizasyonlarla yakýn bir iliþki geliþtirme eðiliminde olduðu dönemde yeni bir döneme girdik. Þu anda kimse eðitim alanýnda devlet ve kilise arasýndaki iliþkinin iyi olacaðýný söyleyemez, ancak bu, toplumumuzun gelecek dini ve kültürel durumunun ve büyük oranda, ülkemizde devlet ideolojisi, halk ve politik iklimin dayandýðý þeydir. Devletin kiliseyi eðitime dahil etme fikrini anlamak kolaydýr ve temelsiz deðildir. Devrimci öncesi uygulamalara geri dönme, sadece mahremiyetin istilasýnýn imkaný ve dini inançlarý çocuklara dayatmak demektir, bu durum yeni bir tanrýsýzlýk ve anti-dini düþünce dalgasýna neden olacaktýr. Din eðitiminin ve eðitimin, bütünüyle dini organizasyonlara verilmesi, herhangi bir dini gelenekle iliþkisini devam ettirmeyen, din eðitimi almamýþ ailelerden gelen çocuklarýn, herhangi bir din eðitimini hiçbir zaman almamalarý anlamýna gelir. Buna ilaveten, eðer devlet vatandaþlarýnýn din eðitimi alanýnda yönlendirici ve gücü koordine edici olmaktan uzak kalýrsa, bu, toplumumuzun parçalanmasý, dini birliklerin self-izolasyonunu, dini alt kültürlerin ortaya çýkmasýný veya seküler kültüre karþý çevrelerin ortaya çýkmasý risklerini içerir. Bunun çözümü muhtemelen, kilise ve devlet arasýnda iþbirliðinde yatar. Burada, benzer problemlerin Demokratik Avrupa Ülkelerinde çö- Rusya Okullarýnda Din Eðitiminin Çaðdaþ Durumu 223 zümü ile ilgili tecrübeler bizim için oldukça ilginçtir. Tüm bunlardan sonra Rusya’da din eðitiminin memnun etmeyen durumunun temel sebebi, bu problemin çözümünün hiç din eðitimi almayan kiþilerin elinde olmasýdýr. Bu, mutlaka deðiþtirilmesi gereken bir durumdur. Sonuç Makaleden anlaþýldýðý üzere Rusya’da düzenli bir din eðitimi þekli bulunmamaktadýr. Ayný þekilde, din eðitimcileri arasýnda da din eðitiminin nasýl olmasý gerektiði, okullarda din dersinin yer alýp almamasý konusunda bir birlik mevcut deðildir. Bazý eðitimcilere göre din, apriori bir bilgidir, öðretilmesi mümkün deðildir. Diðerlerine göre ise, din eðitimi öðretilmelidir, çünkü din hayatýn önemli bir unsurudur. Ancak dikkat edilirse, bir mutabakat söz konusu deðildir. Yine din eðitimi verildiði takdirde, kim tarafýndan verilmelidir, sorusu da tam cevaplanabilmiþ deðildir. Bir kýsým eðitimcilere göre, din dersi dindar kiþiler tarafýndan verilmelidir, aksi takdirde doðru bir din eðitimi yapýlmýþ olmaz. Diðer bir kýsým eðitimcilere göre ise, din eðitimi ateistler tarafýndan verilmelidir, çünkü tam bir bilgi ve tarafsýzlýk için bu þarttýr. Din dersinin veriliþine gelince, bazý okullarda din dersi bulunmaktadýr, ancak bu ders bir papaz tarafýndan bazý ritüellerin gerçekleþtirilmesi þeklindedir. Bazý okullarda ise din dersi hiç yer almamaktadýr. Dolayýsýyla devlet destekli bir müfredat ve bir ders yoktur. Yazar, din eðitiminin Rusya’daki durumunu “karmaþýk” kelimesi ile ifade etmekte haklý görünmektedir. Çünkü Rusya’da din eðitimi için net bir þey söylemek mümkün deðildir. Makalede Rusya’daki karýþýk durum ortaya konmuþtur. AÜÝFD XLVI (2005), sayý I, s. 225-231 Sekülerleþme: Avrupa-Evet, AmerikaHayýr: Sekülerleþme Neden Amerika Birleþik Devletlerinde Ortaya Çýkmadý da Batý Avrupa'da Ortaya Çýktý? Teoriler ve Araþtýrmalar Üzerine Bir Ýnceleme* PHIL ZUCKERMAN ÇEVÝREN: ÞAHÝN GÜRSOY AR. GÖR., ANKARA Ü. ÝLAHÝYAT FAKÜLTESÝ e-posta: [email protected] Ýnanýþlarýn, sembollerin ve giderek toplumda daha az etkili ve önemli olan kurumlarýn süreci olan sekülerleþme, din sosyologlarý için büyük bir ilgi ve sýcak tartýþma konusudur (Swatos and Olson 2000, Stark and Finke 2000, Berger 1967). Dinin giderek öldüðü düþüncesi, geçen üç yüzyýl boyunca sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi, ekonomi, antropoloji, tarih ve felsefe içinden yükselen seslerle birlikte sosyal bilimciler arasýnda geniþ çapta kabul gördü. Bu, teorinin özü þudur: Aydýnlanmanýn ardýndan, bilimsel araþtýrmalarýn ve endüstriyel geliþimin hýzla ilerlemesi, insan beyninin ve bedeninin kavranmasý, daha fazla ulaþýlabilir eðitim kolaylýklarý ve destekleyici teknolojik baþarýlarla birlikte, rasyonel olmayan inanýþlar ve batýl inançlý ayinlerin ortasýnda dinin kalbi ve ruhu yavaþ yavaþ yok olacaktýr. Elde bulunan verilere dayalý araþtýrmanýn en iyi ortaya çýkardýðý þey, sekülerleþmenin A.B.D’de deðil de Batý Avrupa’nýn birçok yerinde kesinlikle gözlenebilir olduðudur. Gerçekte, din dikkate deðer bir þekilde güçlü olarak A.B.D’de kalmaya devam etmektedir. Örneðin: Ýngilizlerin %61 ‘ine * Phil Zuckerman, “Secularization: Europe—yes, United States—no: why has secularization occurred in Western Europe but not in the United States? An examination of the theories and research”, Skeptical Inquirer, March-April, 2004. 226 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I oranla, Amerikalýlarýn %95’inden fazlasý tanrýya veya evrensel ruhani bir þeye ya da yaþam güçlerine inandýklarýný ileri sürerlerken; Ýngilizlerin %50’sine oranla Amerikalýlarýn yaklaþýk %80’i cennete inandýklarýný söylerler. Ýngilizlerin %46’sýna oranla Amerikalýlarýn %84'ü Ýsa’nýn Tanrý ya da Tanrýnýn oðlu olduðuna inanýrlar (Gallup and Undsay, l999). Ekstra geleneksel dini inanýþlarla karþýlaþtýrýldýðýnda; Ýtalyanlarýn %46’sýna, Fransýzlarýn %43'üne, Ýskandinavlarýn da %35’ine oranla Amerikalýlarýn %70’inden fazlasý ölümden sonra yaþama inanýrlar (Gallup 1979). Ýngilizlerin sadece %28’ine oranla Amerikalýlarýn % 70’inden fazlasý kiliseye inanýrlar (Greeley 1995). Geleneksel dini katýlýmlarla alakalý olarak, Belçikalýlarýn %23'üne, Batý Almanlarýn %19’una, Ýngilizlerin %13'üne, Fransýzlarýn %10’una, Danimarkalýlarýn %3'üne ve Ýzlandalýlarýn sadece %2’sine oranla, Amerikalýlarýn %45’i haftada bir kereden fazla olmak üzere kiliseye giderler (Verweij, Ester ve Navta 1997). Yeterince ilginç olarak, Kanada geleneksel dini inanýþlar bakýmýndan A.B.D ve Batý Avrupa arasýnda bir çeþit ortalarda bir yerdedir. 1995’te, Kanadalýlarýn % 70’i Tanrý’ya ya da evrensel bir ruha inandýklarýný söylerek, Amerikalarýn %90'ýndan fazlasýyla Ýngilizlerin %60'ý arasýnda kalmaktadýr. Cennete inanma ifadesinde Kanadalýlar %61 gibi bir oranla, Amerikalýlarýn %78’si ve Ýngilizlerin %50’si arasýnda yer alýrlar (Gallup ve Lindsay 1999). Kilise katýlýmý bakýmýndan Kanadalýlarýn %30’u (Bruce 1999), Amerikalýlarýn %45’i, Batý Almanlarýn %19’u ve Ýngilizlerin %13'ü arasýnda kalarak her hafta kiliseye katýlýrlar. Amerika’daki dinlerin diriliþinin yaný sýra Batý Avrupa’da dinin hem inanýþ hem katýlým bakýmýndan birdenbire þaþýrtýcý olarak zayýflamasý, çok fazla spekülasyonun, teorinin ve araþtýrmanýn kaynaðýdýr. Elbette, geçerli istatistiksel bilgi toplamak her zaman aldatýcýdýr; kiþisel manalar, belirsiz terminoloji, düþük cevap oranlarý, dürüstlük için kiþisel isteksizlikler her zaman dinin araþtýrma analizlerini engeller içeriktedir. Batý Avrupa’da Sekülerleþme Avrupa’da en son bulunduðumda farklý iki grup arkadaþ tarafýndan akþam için kiliseye gideceðimiz söylendi. Her iki olayda da (biri Ýskoçya Oban’da, diðeri Almanya Cologne’de) kiliseler sadece görünüþte birer dini kurum olarak ortaya çýktý. Her ikisi de içi yýkýlmýþ ve popüler meyhanelere, gece kulüplerine çevrilmiþ eski kiliselerdi. Aslýnda, tek istisna Ýrlanda hariç; Batý Avrupa’nýn büyük çoðunluðu boyunca kiliseler barlara, diskolara, ambarlara, çamaþýrhanelere dönüþtürülmüþtü. Sadece kiliseye katýlým deðil, dini inanýþ da azalmýþtý. Sekülerleþme Neden Amerika Birleþik Devletlerinde Ortaya Çýkmadý? 227 Batý Avrupa sekülerleþmesini dikkate alarak aþaðýdaki bilgileri düþünün: - Ýskoçya, Aberdeen’de 1851’de genç nüfusun %60'ý kiliseye katýlýrdý; bu oran 1995’te %11’e düþtü (Bruce 1999). - 1899’da Hollanda vatandaþlarýnýn %98’i belirli bir kiliseye baðlý olduklarýný iddia ederdi; 2001 ‘de sadece %40’ý böyle yaptý (Grotenhuis ve Scheepers 2001). - Batý Almanlarýn sadece %34 ‘ü, Belçikalýlarýn %31, Ýngilizlerin %24’ü, Fransýzlarýn %17' si, Finlandiyalýlarýn %11’i, Ýzlandalýlarýn %9’u en az ayda bir defa kiliseye katýlýyorlar (Inglehart, Basenez ve Moreno 1998). - Danimarkalýlarýn sadece %6’sý, Ýsveçlilerin %7’si ve Norveçlilerin %9’u en az ayda bir defa kiliseye katýlýyorlar (Bruce 2000). - Danimarkalýlarýn, Ýsveçlilerin ve Norveçlilerin sadece %2’si Pazar ayinine katýlmaktadýr (Bruce 2000). - 1947’de, Danimarkalýlarýn %12’si kiliseye hiç katýlamadýklarýný ifade ettiler; bu oran 1996’da %34’e kadar ulaþtý (Bruce 1999). - Ýsveçlilerin %32’si ve Norveçlilerin %33'ü kiliseye hiç katýlmadýklarýný ifade ediyorlar (Bruce 2000). - 1900’de, Ýngiltere’de Pazar okullarýna katýlan çocuk nüfusunun oraný %55 idi; 2000’de bu oran %4’e düþtü (Bruce 2002). - 1967’de, Batý Almanlarýn %42’si Ýsa’nýn Tanrýnýn oðlu olduðuna inanýrdý; bu sayý 1992’de %29’a düþtü; Doðu Almanlar arasýnda ise en az %17’ye kadar düþtü (Shand 1998). - 1940' da, Ýngilizlerin %43'ü kiþisel bir tanrýnýn varlýðýna inandýklarýný ifade ederdi; bu, 2000 yýlýnda %26 ‘ya düþtü (Bruce 2002). Amerika’da Din Gerçeði Alexis de Tocqueville, Avrupa aydýnlanma düþünürlerinin yakýn dönem sekülerleþme teorilerine çok aþinaydý. Fakat, 19.yüzyýlýn baþlarýnda A.B.D’yi gezerken, görevlerine büyük bir isteklilikle baðlý insanlarla dolu, dünyanýn en özgür ve aydýnlatýlmýþ toplumlarýndan biri olan Amerika’daki gerçeklerin hiçbir þekilde onlarýn teorisiyle uyuþmadýðýný gördü (Tocqueville 1835,308). Tocqueville’nin Amerikan dindarlýðýný karakterize etmesi günümüze kadar geçerliliðini korumuþtur. Aþaðýda belirtilen birçok Avrupa milletinin tersine, Amerika hiçbir zaman resmi devlet sponsorluðunda, zorla uygulatýlmýþ, direk olarak para ile yaptýrýlmýþ bir dine sahip olmadý. Gerçekte, sürekli ve genellikle güçlü bir þekilde mücadeleye devam edilmesine raðmen, kilise ve devletin ayrýlmasý Amerikan demokrasinin göstergesidir. Ve hala, devlet tarafýndan zorla yaptýrýlmýþ bu din dýþýlýða raðmen (ya da bekli de bazý teorisyenlerin tartýþtýðý gibi bunun için) Amerika, Robert Fuller- 228 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I ’in sözlerinde (2001, 1) dünyadaki milletlerin tartýþmasýz en dindar olanlarýndan biridir. Baþkanlarýmýzýn kiliseye katýlýmý ve beyan edilen inançlarýndan geliþen Hýristiyan ortamýna, Alabama’nýn mahkeme dua zamanlarýndan, Madonna’nýn Cabala takýntýsýna kadar, Amerika’da sekülerleþmeyi gözlemlemek zordur (Üniversite kampüsü dýþýnda bir adýmda en az bir kere). Amerikan inanýþý ve katýlýmýný dikkate alarak aþaðýdaki bilgiler üzerine düþünün: - Amerikalýlarýn %95’inden fazlasý Tanrý’ya ya da daha yüksek bir güce inanýrlar ki bu 50 yýldýr deðiþmeden kalan bir orandýr (Gallup ve Lindsay1999). - Amerikalýlarýn %60'ý dini, yaþamlarýnda “çok önemli” olarak tanýmlarlar (Gallup ve Lindsay 1999). - Amerikalýlarýn %68’i þeytanýn varlýðýna inanýrlar (Kristoff 2003). - Amerikalýlarýn %58’i þeytanýn bazen dünyadaki insanlara hükmettiðine inanýrlar (Rice 2003). - Amerikalýlarýn yaklaþýk %46’sý, kendini evanjelik ya da yeniden doðan Hýristiyan olarak tanýmlamaktadýr (Kristoff 2003; Gallup ve Lindsay 1999). - %63 ve %78 arasýnda Amerikalý cennete inanýrlar (Rice2003; Gallup ve Lindsay 1999). - Amerikalýlarýn %84'ü öldükten sonra yaþama inanmaktadýr (Harris Poll 2003). - Amerikalýlarýn %83'ü Tanrýnýn dualara karþýlýk verdiðine inanýrlar (Rice 2003). - Amerikalýlarýn üçte biri Ýncil’in literal olarak anlaþýlmasý gerektiðine inanmaktadýr (Gallup ve Lindsay 1999). - Meleklere inanan Amerikalý gençlerin oraný 1978’de %64 iken, 1992’de %76’ya yükselmiþtir. (Gallup ve Lindsay 1999). - Amerikalý gençlerin %86’sý Ýsa’nýn Tanrýnýn oðlu olduðuna inanýr (Gallup ve Lindsay 1999). - Amerikalýlarýn yaklaþýk %70’i bir kiliseye ya da sinagog’a üyedir (Gallup ve lindsay 1999). - Þu anda Amerikan tarihindeki herhangi bir zamandan daha fazla Amerikalý kiliseye katýlmaktadýr (Finke ve Stark 1992). Farklarýn Açýklanmasý Sosyolog Peter Berger, din sosyolojisinde en ilginç bulmacalardan biri olan Amerikalýlarýn Avrupalýlardan kiliseye daha fazla yakýn olmalarýnýn nedenlerinin yaný sýra, daha dindar olma nedenlerini de gözlemledi (Berger Sekülerleþme Neden Amerika Birleþik Devletlerinde Ortaya Çýkmadý? 229 1999,10). Sekülerleþmenin, modernitenin doðal, kaçýnýlmaz bir sonucu olduðunu savunan geleneksel teori, teknolojik olarak geliþmiþ, þehirleþmiþ, oldukça demokratik bir toplum olan Amerika’ya bakýldýðýnda, sadece bu argümanlarla tutturamaz. Ayný zamanda, dini canlý ve iyi yaþayan Batý kýyýsý varken, Avrupa’da çok zayýf bir dine sahip Atlantik’in doðu kýyýsýnda ne oluyor (yada ne olmuyor) ? Kitlesel nüfusu ilgilendiren böyle herhangi bir sorunun tek bir cevap yoktur. Elbette, bir çok Batý Avrupa milletleri ile Amerika arasýndaki ilgili farklar, potansiyel olarak bitmek bilmeyen bir dizi önemli çeþitlilikleri; iklim, spor, sanat ve müziðin yaný sýra tarih, kültür, politika, devlet, dil, savaþ ve eðitim konularýný da içerir. Amerikalýlarda daha az dindar; fakat, Batý Avrupa’nýn büyük çoðunluðu kadar dinden kopmamýþ, ortalarda olan Kanadalýlarý ele almak bulmacayý daha da karýþtýrýr. Fakat, oyundaki büyük farklara ve potansiyel çeþitliliklere raðmen din sosyologlarý, açýklanabilmesi mümkün bir çok teori üzerinde tartýþýyorlar. Teorilerden biri, geçtiðimiz iki yüzyýl boyunca yapýlan din tanýmlarýnýn farklý geçmiþlerini içerir. Din, Avrupa’da devlet sponsorluðunda uzun bir geçmiþe sahip olduðunda dolayý muhtemelen arada kalan insanlar tembelleþti. Devlet destekli toplanma yerlerinin, iþlek olabilmeleri için hýrslý, acemi duacýlara ihtiyacý yoktur. Fakat Amerika’da dinler kendilerini desteklemek zorundadýr ve bunun için, toplananlarýn ilgisini çekmek adýna daha uzaklara giden Avrupa’nýn benzeyen yönlerinden daha hýrslý tanýtýmcýlarý vardýr. Ýkinci bir teori, Amerikan toplumunu tanýmlayan, etnik, ýrkçý, göçmen ve millet çeþitliliðini içerir. Nispeten ayný tip nüfustan oluþan Avrupa milletlerinin tersine (ör: Ýzlanda) Amerika, vatandaþlarýnýn dini katýlýmlarda dayanýþma ve topluluk bulabileceði çok farklý bir dizi kültürel gruba yayýlmýþtýr. Örneðin: ilk Amerikan din sosyologlarýndan olan W.E.B Du Bois, ilahiyatýn yayýlmasýnýn ötesinde, siyah kiliselerin genellikle düþmanca bir dünyada sosyal bir ortam ve ortak barýnak saðladýðýna dikkat ederek kilisenin siyah Amerikalýlar için benzersiz önemini gözlemledi. Özetle, Amerikan toplumunun tanýmladýðý gibi önemli seviyedeki etnik, kültürel, ýrkçý karýþýmýnýn insanla baðlý olma ya da ortak destek duygusu aradýklarý için büyük dini karýþýmlara teþvik etmesi mümkündür. . Üçüncü düþünce, farklý sosyal refah sistemlerinin mümkün olabilir etkisini içerir. Belki de bu, devletin sosyal hizmetler, dini gerilemeleri saðlama görevi üstlendiði ve geniþ sosyal hizmetlerin dini geliþimi saðlamakta baþarýsýz olduðu zamandýr. Örneðin; ülkeleri fazlaca sosyal destek ve geniþ refah sistemleriyle þekillenen Ýskandinavya’da dini inanýþ ve katýlým en az seviyededir. Tam tersine, A.B.D hükümeti Avrupa milletlerinden daha az sosyal hizmet ve refah programlarý sunar. 230 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Dördüncü olasýlýk, ilkokul ve ortaokul eðitim sistemlerini ayýrmakla mümkündür. Belki de Avrupalýlar mantýklý düþünmeyi, bilimsel metodolojiyi, þüpheci araþtýrmayý çocuklarýna ileterek Amerikalý eðitimcilerden daha iyi bir iþ yapmýþlardýr. Elbette, Batý Avrupa ve Amerika arasýndaki sekülerleþme/dindarlýk farkýný büyük bir ihtimalle açýklayabilecek bir çok ek olasýlýk ve onlarýn yeterli özeti buraya uygun olmayabilir. Biz, Batý Avrupa ve Amerika arasýndaki dini farklýlýklara neyin sebep olduðunu kesin olarak bilemesek de; bu farklýlýklar dikkate deðer ve önemliler arasýndadýr. Ve kesinlikle Avrupalýlarýn ve Amerikalýlarýn 20. yüzyýlýn devam eden sosyal, politik, çevresel ve küresel mücadelelerine nasýl yaklaþacaklarýný ve nasýl mücadele edeceklerini etkileyecektir. Kaynakça Berger, P.. 1999. The Desecularization of the World Grand Rapids, Michigan: William B. Eerdmans Publishing Company. —. 1967. The Sacred Canopy. New York: Anchor Books. Bruce, S. 2002. God is Dead. Malden, Massachusetts: Blackwell Publishers. —. 2000. The supply side model of religion: The Nordic and Baltic states. Journal for the Scientific Study of Religion 39 (1): 32-46. —. 1999. Choice and Religion. New York: Oxford University Press. Finke, R., and R. Stark. 1992. The Churching of America 1776-1990. New Brunswick, New Jersey: Rutgers University-Press. Fuller, R. 2001. Spiritual, But Not Religious: Understanding Unchurched America. New York: Oxford University Press. Gallup, G. 1979. Religion at home and abroad. Public Opinion March-May. Gallup, G. Jr., and D.M. Lindsay. 1999. Surveying the Religious Landscape. Harrisburg, Pennsylvania: Morehouse Publishing. Grotenhuis, M., and E Scheepers. 2001. Churches in Dutch: Causes of religious disaffiliation in the Netherlands, 1937-1995. Journal for the Scientific Study of Religion 40 (4): 591-606. Greeley, A. 1995, The Decline of Religion, in Sociology and Religion, Andrew Greeley, ed. New York: HarperCollins. Harris Poll. 2003. Harris poll: The religious and other beliefs of Americans 2003. SKEPTICAL INQUIRER 27(4), July/August: 5. Herberg, W. 1955. Protestant Catholic Jew. New York: Anchor Books. Inglehart, R., M. Basanez, and A. Moreno. 1998. Human Values and Beliefs: A CrossCultural Sourcebook, Ann Arbor, Michigan: University of Michigan Press. Kristoff, N. 2003. God, Satan, and the media. New York Times, March 4. Rice, T. 2003. Believe it or not: Religious and other paranormal beliefs in the United States. Journal for the Scientific Study of Religion 41 (1): 95-106. Shand, J. 1998. The decline of traditional Christian beliefs in Germany. Sociology of Religion 59(2): 179-184. Stark, R., and R. Fluke. 2000. Acts of Faiths. Berkeley, California: University of California Press. Swatos, W., and D. Olson. 2000. The Secularization Debate. Lanham, Maryland: Rowman and Littlefield. Sekülerleþme Neden Amerika Birleþik Devletlerinde Ortaya Çýkmadý? 231 Tocqueville, A. [1835] 1990. Democracy in America. New York: Vintage Books. Verweij, J., E Ester, and R. Nauru. 1997. Secularization is an economic and cultural phenomenon: A cross-national analysis. Journal for the Scientific Study of Religion 36(2): 309-324. Warner, S. and J. Witmer. 1998. Gatherings in Diaspora: Religious Communities and the New Immigration. Philadelphia: Temple University Press. Zuckerman, P. 2002. The sociology of religion of W.E.B. Du Bois. Sociology of Religion 63(2): 239-253. Kitap, Tez, Sempozyum Deðerlendirmeleri Vincent Mansour Monteil Vefat Etti1 AHMET KAVAS DOÇ. DR., ÝSAM 27 Mayýs 1913 tarihinde Fransa’nýn Corèzze þehrinde doðan Vincent Monteil’in babasý Charles Monteil Fransýz sömürgeciliðinin zirvede olduðu XX. yüzyýlýn baþýnda Batý Afrika’da vergi tahsildarý olarak görev yapýyordu. O yýllarda subay olan amcasý Parfait Louis Monteil (ö1925) de Afrika kýtasýna, özellikle de Müslüman toplumlara büyük bir hayranlýk duyuyordu. Hatta kendisinden önce Afrika’yý dolaþan seyyahlardan farklý olarak bir ilki gerçekleþtirmiþ ve bugünkü Senegal devletinin Atlas Okyanusu sahilindeki Saint-Louis þehrinden 1890 yýlýnda deve sýrtýnda hareket edip Nijer nehri boyunca içerilere doðru giderek Çad Gölü’ne kadar ilerlemiþ, buradan da kuzeye doðru yolculuðunu sürdürüp bugünkü Libya’nýn baþkenti Trablusgarp’a 1892 yýlýnda sað salim ulaþma baþarýsýný göstermiþti. Bu seyahatini daha sonra De Saint-Louis à Tripoli par le lac Tchad. Voyage au travers du Soudan et du Sahara accompli pendant les années 1890-91-92 adýyla kitaplaþtýrmýþtý. Charles Monteil de abisinden geri durmadý ve Afrika’nýn tarihi, etnografyasý, antropolojisi, dini hayatý ve yerli dilleri hakkýnda araþtýrmalar yaptý ve bu alanlarda kitaplar ile çok sayýda makale telif etti. Bugünkü Mali Cumhuriyeti’nin tarihi þehirlerinden Cenne (Djenné) hakkýnda Une cité soudanaise: Djenné. Métropole du Delta central du Niger adýyla yazdýðý eser alanýnda ilk önemli kaynaktýr. Böylesine Afrika meraklýsý bir aileye sahip genç Vincent de ilerideki hayatýný þekillendirecek eðitimi konusundaki ilk tercihini amcasý gibi askerlik mesleðine yönelerek belirledi ve Paris’teki Saint-Cyr askeri okuluna kayýt yaptýrdý. 1 Geniþ bilgi için bakýnýz: Ahmet KAVAS, “Þarkiyatçýlýðý Askerliðe Tercih Eden Fransýz Mühtedi: Vincent-Mansour Monteil (Mütercim, Seyyah, Ýslam Dünyasý ve Afrika Uzmaný)”, Oryantalistlerin Gözüyle Ýslam Yaklaþýmlar-Örnek Metinler, (ed. Ahmet Yücel), Raðbet Yayýnlarý-Yeni Arayýþlar Platformu Kitaplarý, n.6, Ýstanbul 2002, s.333–375. 234 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Sömürgeciliðin en etkili olduðu dönemlerde Ýngilizler’in bir kahraman olarak takdim ettikleri Lawrence Avrupalý gençliðin hayalinde örnek bir þahsiyet haline geldiði için onun 1935’te erken ölümü Vincent’i de üzdü. Çünkü pek çok genç subay adayý gibi o da bir Lawrence hayranýydý. Tam 50 sene onun hakkýnda gördüðü her kitabý ve makaleyi, gazete yazýsýný büyük bir itina ile topladý ve sonunda Lawrence d’Arabie. Le lévrier fatal 18881935 adýyla kitaplaþtýrdý. Ancak o bu eserinde artýk ne bir Lawrence hayranýydý, ne de onu bilmeden körü körüne eleþtirenlerdendi, sadece Ýngilizler’in bu abartýlý kahramanýný gerçek kimliðiyle tahlil etti. Charles Monteil 1938 yýlýnda oðlunu devrin büyük þarkiyatçýsý Louis Massignon ile tanýþtýrdý. Bu tanýþýklýk onun hayatýnda yeni bir kapýyý araladý ve genç Monteil yavaþ yavaþ Ortadoðu ve Ýslam dünyasýna ilgi duymaya baþladý, Arapça öðrendi. 1940 yýlýnda ilk görev yeri olan ve o dönemde himaye adý altýnda Fransa tarafýndan sömürülen bugünkü Fas devletine askeri görevle gönderildi. Ancak onun Fas’taki bazý tavýrlarý Fransa’da Ýkinci Dünya Savaþý sýrasýnda kurulan ve 1940–1944 yýllarý arasýnda iktidarý elinde bulunduran Vichy hükümetinin hoþuna gitmedi ve tutuklanarak hapse konduysa da bir müddet sonra çýkarýldý. Her subay gibi o da kendini Almanlara karþý verilen amansýz savaþ sýrasýnda cephelerde buldu. Bir kez de cephedeyken ayný hükümet tarafýndan tutuklanýp hapse atýldý ve ileride Fransa baþbakaný olacak Pierre Mendes France ile ayný hücreye yattý. Yeniden serbest býrakýlmasýnýn ardýndan tekrar cepheye döndü ve savaþýn sonlarýna doðru bindiði askeri cipe Almanlarýn attýðý bir top parçasý isabet edince aðýr yaralandý. Asýl görev yeri olan Fas’a ancak 1948 yýlýnda dönebildi. Fakat bu görevinde fazla kalmaya niyetli deðildi ve ayný yýl içerisinde Paris’e gelerek Kuzey Afrika Kara-Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlýðýnda görev aldý. Bu iþine fazla devam edemeden Ýtalya’dan baðýmsýzlýðýný yeni alan Libya krallýðýna askeri ateþe olarak tayin edildi. Ýsrail ile Araplar arasýnda 1948’te çýkan savaþ alanýna Birleþmiþ Milletler tarafýndan gönderilen barýþ heyetinin içerisinde yer aldý. Daha o dönemde Ýsraillilerin yanlýþ yaptýklarýný her yerde söylemeye baþladý ve orada yaþadýklarýný Soldat de Fortune adlý eserinin ilk bölümü olan “Entre les lignes” baþlýklý kýsýmda teferruatlý olarak anlattý (s. 23-62). Dünyada yeni düzenlerin kurulmaya baþladýðý Ýkinci Dünya Savaþý sonrasýnda askeri kimliðine raðmen Vincent Monteil hocasý kabul ettiði Louis Massignon gibi sömürgeciliðe karþý bir tavýr sergiledi. Tunus ve Cezayir’in baðýmsýzlýklarý için mücadele edenlerin önderlerine karþý ülkesinin sömürge idarecilerinin sert tavýrlarýna daima karþý geldi. Bu amaçla Paris’te zaman zaman kendisi gibi düþünenlerle toplantýlar yaptý ve buraya Louis Kitap, Tez, Sempozyum Deðerlendirmeleri 235 Massignon ile Fransýz þarkiyatçýlýðýnýn önde gelen bir diðer ismi olan Jacques Berque de katýlmaktaydý. Ýçine girdiði bu þarkiyatçýlar çevresi Vincent Monteil’i yavaþ yavaþ askerlik mesleðinden soðuttu. Paris’teki Doðu Dilleri Enstitütüsü’nde bir müddet Farsça derslerini takip eden Vincent Monteil 1950–1952 yýllarý arasýnda Ýran’a askeri ateþe olarak tayin edildi. Burada Farsça bilgisini daha da geliþtirdi ve o yýllarda büyük bir dostluk kurduðu Ýranlýlarýn meþhur yazarlarýndan Sadýk Hidayet’in iki küçük kitabýný Fransýzcaya tercüme etti. Ayrýca o günlerde yazdýðý Ýran adlý eseri sebebiyle Þah’ýn istihbarat örgütü SAVAK tarafýndan bu ülkeye giriþi yasaklandý ve Humeyni’nin iktidarý ele geçiriþine kadar bu yasak devam etti. Saðlýðý elvermediði için çok istediði halde Vincent Monteil Vietnam Savaþý’na katýlamadý, ama 1953 yýlý içerisinde henüz devam eden Kore Savaþý’na Birleþmiþ Milletlerin gönderdiði Fransýz Takviye Birlikleri’nin komutaný olarak gitti. Orada bulunduðu sýrada Hollanda’nýn getirdiði sömürge askerlerinden Malay dilini öðrendi. Komutanlýðýný yaptýðý birlik doðrudan Fransa’ya dönmeyip bir müddet Vietnam’da görevlendirilince böylece ülkesinin bu sömürgesinde de kalma fýrsatý buldu. Ýkinci Dünya Savaþý sýrasýnda birlikte hapishanede yattýðý Pierre Mendès France 1954 yýlýnda baþbakan olunca onun kurduðu hükümette FasTunus Ýþleri Bakaný olan Christian Fourchet tarafýndan Vietnam’daki görevinden çaðrýldý ve bu bakanlýkta görev aldý. Bizzat baþbakanýn da desteðine güvenerek Kuzey Afrika’ya gidip bu bölgedeki baðýmsýzlýk hareketlerini yönlendiren mahkûmlarý tutulduklarý hapishanelerde ziyaret etti. 1955 yýlýnda Fransa’nýn Tunus ile yaptýðý anlaþmanýn imzalanmasýnda önemli rol oynadý. Ayný yýl Cezayir’deki Fransýz Askeri Birliði Özel Kalem Müdürlüðüne tayin edilince bütün vaktini tekrar hapishaneleri gezmeye ayýrdý ve haksýz yere tutuklanan Cezayirli önde gelenlerin serbest býrakýlmalarýyla meþgul oldu. Ancak onun serbest býraktýrdýðý kiþiler Fransýz basýnýn yönlendirmesiyle birkaç gün sonra sömürge idaresince tekrar tutuklanmaktaydý, hatta içlerinden bir kýsmý idam edildi. Bu durum karþýsýnda sömürge valisi Jean Soustelle ile tartýþan Vincent Monteil gayretlerinin boþa gittiðini görünce bu görevinden istifa edip Paris’teki görevine döndü. 1956 yýlýnda gönderildiði Fas’ta da Cezayir’dekine benzeyen tecrübeleri aynen yaþadý. Bütün bunlardan sonra halen sömürgecilikte ýsrar eden ülkesinin bir askeri olarak bu görevde daha fazla kalmak istemiyordu. Fransýz Dýþiþleri Bakanlýðý Lübnan’ýn Bikfaya þehrinde Uygulamalý Modern Arapça Merkezi Müdürlüðü açmýþ ve baþýna Vincent Monteil’in de çok deðer verdiði þarkiyatçý Jacques Berque getirilmiþti. Onun Fransýzlarýn en 236 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I itibarlý bilim kuruluþlarýndan birisi olan Collège de France’a üye seçilince Paris’e dönmesi üzerine 1956 yýlýnda bu merkezin müdürlüðü Vincent Monteil’e tekli edildi ve iki aylýk bir düþünmenin ardýndan bu göreve gitti ve 1959 yýlýna kadar Lübnan’da kalarak Arapçasý’ný geliþtirdi. O yýllarda henüz kimsenin pek ilgilenmediði Sovyetler Birliði’nde yaþayan Müslümanlar üzerine Les musulmans sovietiques (Paris 1957) isimli kitabýný yazdý ve dönemin Fransa devlet baþkaný Charles de Gaule bu çalýþmasýndan dolayý kendisini yazýlý olarak tebrik etti. 1960 yýlýnda hem bu görevine, hem de bir daha dönememek üzere askerlik görevine veda etti. Bu arada modern Arapça üzerine hazýrladýðý doktora tezini de ayný yýl Sorbonne Üniversitesi’nde savundu ve bu çalýþmasýný L’Arabe moderne adýyla kitaplaþtýrdý. Vincent Monteil artýk bütün vaktini ilmi araþtýrmaya verdi ve özellikle Afrika’yý kendisine sevdiren babasýnýn yolundan giderek Senegal’e gitti. Burada 1959–1968 yýllarý arasýnda yaklaþýk on sene kaldý ve bugünkü adýyla Cheikh Anta Diop Üniversitesi’nin Edebiyat ve Ýnsan Bilimleri Fakültesi’ndeki Arap Dili bölümü ile Ýslam Enstitüsü’nde ders verdi. Yine sömürge döneminde ülkesinin kurduðu Fransýz Siyah Afrika Enstitüsü (Institut Français de l’Afrique Noire) müdürü Théodore Monod’un yerine geçti. Batý Afrika Müslümanlarýna ait kýymetli el yazmalarýný toplayarak ciddi bir yazma koleksiyonu oluþturdu. Senegal’de bulunduðu 1964’te Amerika Birleþik Devletleri’ne gitti ve orada yaþayan zenci Müslümanlar üzerine “Siyah Müslümanlar’ýn Dini/La religion des Blacks Muslims” baþlýklý bir makale yazdý. Yine o yýllarda Siyah Afrika Müslümanlarý üzerine telif ettiði L’Islam noir (Paris 1964) isimli eserini kendisine Afrika’yý sevmeyi öðreten babasý Charles Monteil’e ithaf etti. Ýzzet Tanju tarafýndan Afrika’da Ýslam (Pýnar Yayýnlarý, Ýstanbul 1992) adýyla Türkçe’ye tercüme edildi. Monteil’in Paris7 Üniversitesi’ndeki haleflerinden olan Jean-Louis Triaud’a göre bu eser Fransýzcada Siyah Afrika’daki Ýslam üzerine yapýlan araþtýrmalar için önemli bir dönüm noktasýdýr. Senegal’den ayrýldýktan sonra bu defa Ýslam dünyasýnýn en doðusundaki Endonezya’ya gitti ve 1969–1971 yýllarý arasýnda buranýn baþkenti Cakarta’daki Fransýz büyükelçiliði nezdinde kültür müþavirliði görevini yürüttü. Orada bulunduðu yýllarda Endonezya üzerine Indonésie isimli kitabýný telif edip bastýrdý. Endonezya dönüþü eski adý Paris–7 Üniversitesi olan ve bugünkü adýyla Denis Diderot Üniversitesi’nin Arap Medeniyeti ve Ýslam Kültürü bölümünde ders vermeye baþladý. Kendisi bu görevi býrakýnca yerine yine Ýslam dünyasý konusunda yetiþmiþ bir ilim adamý olan Necmeddin Bammat geçti. Kitap, Tez, Sempozyum Deðerlendirmeleri 237 Vincetn Monteil 1970’li yýllarda Arnavutluk, Birmanya, Japonya ve Ýrlanda’ya seyahatlerde bulundu. 1977 yýlýnda Moritanya’nýn baþkenti Nuakþot’ta Müslüman olduðunu ilan etti ve Mansur (Mansour) ismini aldý. Kendisine neden bu ismi aldýðýný soranlara bunun asýl ismi olan Vincent’in Arapça karþýlýðý olduðunu söylüyordu. Endonezya’da bulunduðu yýllarda yakýndan tanýdýðý bu ülke Müslümanlarý’nýn dini hayatýndan çok etkilendiði için de mezhep olarak Þafiiliði seçti. Vincent Mansour Monteil 6 Ocak 1990 tarihli bir yazýsýnda Fransa’da basýnýn her gün Ýslam’ýn aleyhinde yazýlar yayýmlamasýndan rahatsýzlýk duyduðunu, bu dine karþý yapýlan saldýrýlara cevap vermek istediðini, ancak bu konuda kendisine imkân verilmediðini ifade etmekteydi. Öyleki hiçbir devlet televizyonu, resmi ve özel radyolar Ýslam konusunda ilgili ilgisiz herkesin görüþüne yer verirken onu tamamen dýþlamaktaydýlar. Bunun sebebi ise Ýsrail’in teröre bulaþtýðýný anlattýðý kitabý Dossier secret sur Israél: le Terrorisme (Ýsrail Hakkýnda Gizli Dosya: Terör, (trc.: Ergün Göze, Boðaziçi Yayýnlarý, Ýstanbul 1995) sebebiyle gazeteleriyle, televizyonlarýyla ve radyolarýyla bütün medya kendisini yok kabul ediyordu. Emekliye ayrýldýktan sonra Paris’in merkezinde bulunan iki odalý evinde yalnýz baþýna münzevi bir hayat yaþamaya baþladý. Tek baþýna sürdürdüðü hayatýný tamamen ilme adadý ve daha önce tamamladýðý eserlerinden baþka çok sayýda yeni telif ve tercüme kitap ile ilmi makale kaleme aldý. Arapça, Farsça, Türkçe ve Malayca gibi Ýslam dünyasýnda en yaygýn konuþulan dilleri gayet iyi bilen Monteil Almanca, Ýngilizce, Ýtalyanca gibi önde gelen Avrupa dillerine de çok iyi derecede vakýftý. Evinin duvarlarý içleri birbirinden kýymetli tarihi kitaplarla dolu raflarla kaplýydý ve bunlarýn önündeki fotoðraflar içinde dördü büyük ebatlarýyla diðerlerinden hemen ayýrt ediliyordu. Özellikle Fransa’nýn efsanevi devlet adamý ve komutanlarýndan Charles de Gaule, Fransýzlar’ýn en büyük þarkiyatçýlarýndan Louis Massignon, 1973 yýlýnda Paris’te tanýþtýðý ve 1981’de de Trablusgarp’da tekrar görüþtüðü Muammer Kaddafi ve 1979 yýlýnda Paris’te sürgündeyken ziyaret ettiði Ýran devrimini gerçekleþtiren Ýmam Humeyni’ye ait fotoðraflar adeta her gün onunla sohbet ediyor gibi çalýþma odasýndaki masasýnýn yaný baþýnda duruyorlardý. Hayatýnda bu dört þahsiyetin hep ayrý bir yeri olduðu kendi ifadelerinden de anlaþýlýyordu. Vincent Monteil’in en büyük emek sarf ederek ortaya koyduðu eser hiç þüphesiz Fransýzca’ya tercüme ettiði Ýbn Haldun’un Mukaddimesi’dir. Önce Türkiye’deki kütüphanelerde mevcut yazmalardan hareketle tenkitli bir metin hazýrlayan Monteil’in bu kýymetli eseri Fas kralý tarafýndan sýnýrlý sayýda basýldý. Ardýndan bu son derece kýymetli Arapça metni tam altý yýl 238 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I baþka hiçbir çalýþmayla meþgul olmadan Fransýzcaya tercüme etti ve halen Fransa’da piyasada bulunan Mukaddime tercümesi ona ait olup ilk defa 1967’de Beyrut’ta basýlan eser, en son 1997 yýlýndaki Paris baskýsýna kadar, defalarca yayýmlandý (Discours sur l’histoire universelle d’Ibn Khaldûn). Ýslâm dünyasý hakkýnda genel bilgi verdiði Le monde musulman isimli eserinde farklý soylardan Müslüman portreleri ve mimari þaheserlerin fotoðraflarýyla süslü son derece önemli bir eseri bulunmaktadýr. Arap dünyasýný anlatmak için kaleme aldýðý Le monde arabe isimli eserinde Müslümanlarýn bilime katkýlarýný göstermek için kýymetli minyatür desenlerini koymayý tercih etti. Araplarýn meþhur âmâ þairi Ebu’l-Ala el-Maarrî, Ebû Nüvâs, Ömer Hayyam, Hâfýz, el-Birûnî, Ýbn Haldûn, Yunus Emre gibi her biri sahalarýnda zirveye çýkmýþ ilim ve gönül adamlarýnýn eserlerini Vincent Mansour Monteil bir sarraf hassasiyeti ile yakýndan inceleyip bunlar üzerine eserler ortaya koydu. Hatta XX. yüzyýlda yaþayan Ýranlý þair Sadýk Hidayet gibi yeni isimler de onun ilgi alanýna girebilmekteydi. Yine XX. yüzyýlda Ýslâm dünyasýnýn geleceðini karartmak için entrikalar çeviren ve bunda da belli bir seviyede baþarýlý olan Lawrence’i bir kitap çerçevesinde incelemeden edemedi. Hayatýnýn en az 60 yýlýný Ýslam dünyasýný ve bu dine inananlarýn insanlýk tarihine yaptýklarý büyük katkýlarý anlatmak için geçirerek 40 kadar telif ve tercüme kitap ile yüze yakýn makale yazýp konferanslarda teblið sundu. Zaman zaman kendisini de eserlerine konu edindi, nitekim Soldat de Fortune isimli kitabý sýradan bir hatýradan çok muhtevasý itibarýyla o döneme ait önemli bilgiler nakleden bir tarih kitabý özelliði taþýmaktadýr. Ýkini Dünya Savaþý sýrasýndaki yaralarý her ne kadar o dönemde iyileþse de yaþlandýðýnda yeniden kendisine büyük acýlar vermeye baþlamýþ ve evinden çýkamaz olmuþtu. Yine kendisi gibi ilerlemiþ yaþýna raðmen kaldýðý manastýrdan ziyaretine gelen kýz kardeþi ile her türlü saðlýk ve diðer özel iþleriyle ilgilenen yeðeni dýþýnda herhangi bir ziyaretçisi kalmadý, zaten kendisi de ziyaretçi kabul edecek durumda deðildi. Yaklaþýk on yýldýr yataða mahkûm olmuþ bir hayat süren Vincent Mansour Monteil 27 Þubat 2005 tarihinde vefat etti. 1995’te Jacques Berque’in ve 2004’te Maxime Rodinson’un ölmesinin ardýndan Fransýzlar’ýn eski kuþak þarkiyatçýlarýnýn hayatta kalan son ferdi Vincent Mansour Monteil’in de vefatýyla XX. yüzyýla damgasýný vuran bu insanlarýn dönemini kapatmýþ oldu. Vincent Mansour Monteil’in baþlýca kitaplarý þunlardýr: Un écrivain persan du demi-siècle: Sâdeq Hedâyat (Téhéran 1903-Paris 1951)- Ifi, Editions de l’Institut Franco-iranien, Téhéran 1952; Annuaire du Monde Musulman, Presses Universitaires de France-PUF, Paris 1955; Le Persan contemporain. Kitap, Tez, Sempozyum Deðerlendirmeleri 239 Textes et Vocabulaires, Librairie C. Klincksieck, Paris 1955, L’Iran, Editions du Seuil, Collection “Petite Planete”, Paris 1957, 1967, 1978; Les Musulmans soviétiques, Edition du Seuil, Paris 1957; Les Arabes, P.U.F., 1957 (Coll. “Que sais-je?), Paris 1957, 1964; L’Arabe moderne, Librarie C. Klincksieck, Paris 1960; Le Maroc, Editions du Seuil (Coll. “Petite Planète”), Paris 1962; Le Monde musulman, Horizons de France, Paris 1963; Le Monde musulman, Horizons de France, Paris 1963, 1972; L’Islam, Bloud et Gay, Paris 1963; L’Islam noir, Editions du Seuil, Paris 1964; Soldat de fortune, Grasset, Paris 1966; Discours sur l’histoire universelle d’Ibn Khaldûn, UNESCO, Beyrouth 1967-68, (Sindbad, Paris 1978), Arles: Actes-Sud, Paris 1997; Voyages d’Ibn Battûta, Anthropos, Paris 1968; Indonésie, Horizons de France, Paris 1970; Clefs pour la pensée arabe, Editions Seghers, Paris 1977; Le Monde arabe. Tradition et renouveau, Editions des trois continents-Lausanne/Vilo-Paris, Lausanne 1977; Abû-Nuwâs. Le vin, le vent, la vie (Anthologie d’Abû-Nuwâs), Sindbad, Paris 1979; Dossier secret sur Israél: le terrorisme, Editions Guy Authier, Paris 1978; Quatrains d’Omar Khayyâm et Ballades de Hâfez, Arles: Actes-Sud/Sindbad, Paris 1983; L’Epitre du pardon, Gallimard, Paris 1984, (Meþhur Arap filozof ve þairi Ebu’l-‘Alâ el-Ma’arrî’nin (ö.449/ 1057) Risâletü’l-gufrân adlý eserinin tercümesi); Aux cinq couleurs de l’Islam, Maisoneuve et Larose, Paris 1989; Lawrence d’Arabie: le lévrier fatal 1888-1935, Hachette 1987; L’amour, l’amant, l’aimé, Sindbad/Unesco, Paris 1989, (Akbar Tadjvidi ile birlikte Hâfýz-ý Þîrâzî’nin (ö.792/1390) Divân’ýndan seçme þiirlerinin tercümesi); Le livre de l’Inde: extraits chosis, Gallimard, Paris 1987, (Ebû Reyhân Muhammed El-Bîrûnî’nin Tahkîk mâ li’lHind adlý eserinin tercümesi). Makalelerinden bazýlarý ise þunlardýr: “Essai sur l’Islam en URSS”, Revue des Etudes Islamiques, 20, 1952, s.5-146; “Sur le dialecte turc de l’Azerbâdjân iranien”, JA, 244, 1956, s.1-77; “The evolution and setting of the nomads of the Sahara”, Int. Soc. Sci. Bull., II, 1959, s.572-584; “Une confrérie musulmane: les Mourides du Sénégal”, Archives de sociologie des religions, 10, 1960, s.77-102; “La décolonisation de l’Histoire”, Preuves, (Paris), n.142, déc. 1962, s.3-12; “Sur l’arabisation des langues négro-africaines”, Génève-Afrique, Acta Africana, 2, 1963, s.12-19; “La religion des Black Muslims”, Esprit, Octobre 1964, s. 601-629; “Les manuscrits historiques arabo-africains (Bilan provisoire)”, Bull. IFAN, XXVII, 3-4, 1965, s.531542; “Ibn Khaldoûn, sociologue et historien (1332-1406)”, Rev. Hist., 237, 1967, s.339-358; “Marabouts”, Islam in Africa, ed.: James Kritzeck and William H. Lewis, New York 1969, s.87-109; “Ce que nous devons aux Arabes”, France-Pays arabes, n.8, Janvier 1970, s.7-10; “The problem of modernisation of Arabic”, Modernisation of Languages in Asia, ed. S. Takdir Alisjahbana, s.344-349; “Les Janissaires”, L’Histoire, n.8, Janvier 1979, s. 22-30; “Ibn Sina and Avicennism”, Cultures, 7 iv, 1980, s.180-199; “Le mois de Ramadân”, L’Histoire, n.25, Juillet-Août 1980; “A la recherche d’Ibn Quzman”, Rivages et déserts. Hommage à Jacques Berque, Sindbad, Paris 1988, s.52-62. Kitap, Tez, Sempozyum Deðerlendirmeleri Þâtýbî'nin Kur'an'ý Yorumlama Yöntemi [ Baltacý, Burhan, Þâtýbî’nin Kur’ân’ý Yorumlama Yöntemi, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Danýþman: Prof. Dr. Halis Albayrak, Ankara 2005, X+237 s. ] “Þâtýbî’nin Kur’ân’ý Yorumlama Yöntemi” isimli araþtýrma, Kur’ân’ýn anlaþýlmasý ve yorumlanmasýnda kendi döneminde farklý bir metodoloji önerdiði kabul edilen ve bir fýkýh usûlü alimi olan Ebû Ýshâk eþ-Þâtýbî’nin (v. 790/1388), Kur’ân’ý anlama ve yorumlama yönteminin günümüz tefsir usûlü terminolojisi çerçevesinde ortaya konulmasýna yöneliktir. Araþtýrma giriþ ve iki bölümden oluþmaktadýr. Giriþte, araþtýrmanýn konusu, önemi ve metodu belirtildikten sonra; Þâtýbî’nin hayatý, eserleri ve yaþadýðý dönem hakkýnda olabildiðince kýsa bilgi verilmiþtir. Þâtýbî’nin Kur’ân’ý anlama metodolojisine doðrudan etkisi sebebiyle, yaþadýðý çevre ile etkilendiði þahýs, olay veya ortamýn tespiti için hayatýna ve dönemine genel hatlarýyla bir bakýþ yapýlmýþtýr. Birinci bölümde; Þâtýbî’nin Kur’ân tarihine, tefsir usûlüne ve sorunlarýna, ilmî tefsire, Ulûmu’l-Kur’ân’a ve sünnetin Kur’ân tefsirindeki yerine dair görüþlerine deðinilmiþtir. Þâtýbî’nin Tefsir Usûlü konularýna bakýþýnda ortak nokta; bu konulara bir tefsirci gibi deðil de fýkýhçý gözüyle bakmasý ve her bir konuya yükümlülük (teklîf) merkezli yaklaþmasýdýr. Bu onun makâsýd teorisinin bir gereðidir. Çünkü makâsýd anlayýþýndaki unsurlardan biri de, ‘Allah’ýn dini yükümlü tutmak için vaz‘etmiþ olmasýdýr.’ Dolayýsýyla dinde anlaþýlan her meselenin/ Kur’ân nassýnýn, anlayan üzerinde yükümlülük doðuracaðý kanaatindedir. Þâtýbî’nin ilim anlayýþý da fikirlerinin bu yönde olmasýnýn diðer bir sebebidir. Onun ilim anlayýþýna göre bilgi, amelle (pratikle) birlikte deðerlendirilmesi gereken bir husustur. Kur’ân ifadelerini bu açýdan ele alan Þâtýbî, Kur’ân’ýn içerdiði her bir hususun pratiðe yönelik olan bir yönünün var olduðunu öngörmektedir. Bu anlayýþa göre Kur’ân, ayetlerinin sadece anlaþýlmasýný deðil, anlaþýlanlarýn anlayanlardaki etkilerini de görmek istemektedir. 242 AÜÝFD XLVI (2005), sayý I Þâtýbî’nin tefsir literatüründe özel olarak anýlmasýnýn bir diðer sebebi de ilmî tefsire sistemli ilk itirazlarý yapan alim olmasýdýr. Onun ilmî tefsire itirazýnýn sebepleri arasýnda fýkýh usûlcüsü olmasý, dolayýsýyla da Kur’ân’ý anlama faaliyetine sadece yükümlülük çerçevesinden bakmasýdýr. Kur’ân’ýn ilmî veriler doðrultusunda anlaþýlmasýna yol açýlýrsa bunun, muhataplara yüklenecek bir görev olmasýndan endiþe etmektedir. Sistemi içerisinde her bir konuda, özellikle de ilk muhataplarýn ümmiliðini izah ederken, yükümlülüðe ayrý bir yer ayýrmasý bunun en önemli göstergesidir. Araþtýrmanýn ikinci bölümünde; Þâtýbî’nin Kur’ân’ý anlama ve yorumlama yönteminin iskeletini teþkil eden temel kavramlar (ümmîlik, arabîlik, lafýz-mana, zâhir-bâtýn, öznellik, küllî-cüz’î, kat’î-zannî, akýl-nakil ve makâsýd) ele alýnarak, bu kavramlara yüklediði anlamlar ve kavramlarýn sýnýrlarý tespit edilmiþ olup bunlara yüklediði anlamlara dair yöneltilen eleþtirilere yer verilmiþtir. Þâtýbî’nin Kur’ân’ý anlama sisteminde “ümmilik” önemli bir yer tutmaktadýr. Kur’ân’da Hz. Peygamber’in ve Kur’ân’ýn ilk muhataplarýnýn bu vasýfla nitelendirilmesi, Hz. Peygamber’in hadislerinde de içinde bulunduðu toplum için bu ifadeyi kullanmasý Þâtýbî’nin en önemli dayanaklarý olmuþtur. Þâtýbî, tarihi gerçeklerden de hareket etmektedir. Kur’ân’ýn bizzat kendisinin ifade ettiði “anlaþýlmak için nazil olmuþ olmasý”, ilk muhataplarý tarafýndan da eksiksiz olarak anlaþýlmasý gerektiði sonucuna götürmektedir. Ýlk muhataplarýnýn (ümmî) bilgi düzeyleri göz önüne alýnacak olursa, onlar tarafýndan anlaþýlacak hitabýn, yine onlarýn bilgi düzeylerinde olmasý tabiîdir. Aksi takdirde tam bir anlama/anlaþýlma faaliyetinden söz etmek mümkün deðildir. Þâtýbî’nin, bir konuda uzmanlaþmak ve o konu ile ilgili ilmi donanýmlara sahip olmakla, sadece ilgili konu ile sýnýrlý kalmak þartý ile, “ümmiliðin kalkmasýndan” söz etmiþ olmasý da dikkat çekicidir. Bu da Þâtýbî’nin sistemindeki týkanýklýk ile kendisine yöneltilen ve temelinde “ümmî düzeyi asýl kabul etmesi” yatan eleþtirilerin çözümünde önemli bir ipucudur. Þâtýbî’nin makâsýd teorisinde, kanun koyucunun maksatlarýndan birisi de “dinin anlaþýlmak üzere konulmuþ olmasý”dýr. Dolayýsýyla ilk muhataplar da dini ve Kur’ân’ý anlamýþlardýr. Onlarýn anlama alaný dýþýnda kalan ve Kur’ân’a yüklenen her bir anlam, ilk muhataplarýn bilgi düzeyi dýþýnda kalacaðý ve Kur’ân’dan o manayý anlamadýklarý sonucunu doðuracaðý için sorunludur. Þâtýbî’nin bir bütün olarak sistemi, özellikle de “ümmîlik” ve “arabîlik” anlayýþý onun, günümüz Kur’ân’ý anlama çabalarý içerisinde istifade edilmeye çalýþýlan “tarihsellik” bilgi birikiminin geleneðimizdeki temsilcisi ola- Kitap, Tez, Sempozyum Deðerlendirmeleri 243 rak görülmesine sebep olmaktadýr. Þâtýbî’nin arabîlik ile ifade etmek istediði, Kur’ân’ýn kullandýðý dilin iyi anlaþýlmasý ve bu dilin kavram dünyasýnýn doðru tespit edilmesidir. Þâtýbî bu noktada, söylemek istediklerini fýkýh usûlü metodunu kullanarak söylemiþ bir fýkýh usûlü alimidir. Onu, içinde bulunduðu geleneðin bir parçasý veya o geleneðin içerisinde fikir üreten bir ilim adamý olarak kabul etmek gerekmektedir. Þâtýbî’nin anlama yönteminde; “küllî-cüzî dengesi,” “lafýz-mana dengesi” ve asýl kastolunanýn mana merkezli anlama olduðuna yaptýðý atýf, “zâhir-bâtýn iliþkisi,” “kat’î ve zannî”nin belirlenip usûl ve hükümde kullanýmýnýn iyi tespit edilmesi, akýl ve naklin yerli yerine oturtulmasý, dini konularda naklin yer açtýðý alanda aklýn kullanýlmasý ile “makâsýd” anlayýþýnýn birlikte deðerlendirilmesi gerekmektedir. Þâtýbî’nin anlayýþýnda “ucu açýk bir anlama ve yorumlama”dan da söz etmek oldukça güçtür. Onun sisteminde anlamanýn kurallarý vardýr. Fakat bu, onun, her tür anlama ve yorumlama faaliyetini ümmilik bilgi düzeyine ve arabî baðlama hapsettiði þeklinde anlaþýlmamalýdýr. Onun sistemini genel özellikleri çerçevesinde, “sýnýrlý ve sorumlu bir anlama ve yorumlama” faaliyeti olarak adlandýrabiliriz. Bu noktada ümmilik bu sýnýrlardan biridir. “Arabîlik”le birlikte dinin ilk muhataplarýnýn anlama alaný doðrultusunda bir açý oluþturur. Bu açýnýn derecesi ayný kalmak þartý ile ucu açýktýr. Anlama ve yorumlamanýn yolunu aydýnlatan ýþýða benzetebileceðimiz “makâsýd” anlayýþý doðrultusunda ve yukarýda belirtilen açýnýn içerisinde kalýndýðý sürece zihinsel faaliyet alaný vardýr. Araþtýrmanýn sonuç bölümünde ise genel bir deðerlendirme ve ulaþýlan sonuçlar yer almaktadýr. Ayrýca Þâtýbî’nin yaþadýðý dönemde Endülüs’e ait bir de harita eklenmiþtir.