tatil - Katı Dergi

Transkript

tatil - Katı Dergi
3
TATİL YAN
GELİP
YATMAK
DEĞİLDİR
BİR
ŞEZLONGNİŞİNİN
GAFLETİ: TATİL
İNSANIN EN
UZUN TATİLİ
ÇOCUKLUK
TEMMUZ2016
KATI
1
ÇALIŞMAK
TATİLİN
AMENTÜSÜDÜR
MUHAMMET ATALAY . SERTAÇ DALGALIDERE . BURÇİN AYDOĞDU . NECMİ GÜRSAKAL . CEM SÖKMEN
GÖKMEN DURMUŞ . AYŞEGÜL DALGALIDERE . HALİL KÖKCÜ . AHMET ÇAPKU . GÜLAY ÇAKIR
KADİR METİN AKBAŞ . CİHAD MERİÇ . AHMET DAĞ . İSKENDER GÜMÜŞ . FATİH ÜNAL . YASİN ÇAKIREL
SAYI: 7 / TEMMUZ 2016
Ayda bir yayınlanır
İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu
Recep Çakırel
Genel Yayın Yönetmeni
Kadir Metin Akbaş
Yayın Danışmanları
Necmi Gürsakal
İskender Gümüş
Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen
Sertaç Dalgalıdere
Kapak Fotoğrafı
Martin Boose / freeimages.com
Yayın Kurulu
Adalet Canlı Akbaş
Mustafa Aslan
Muhammet Atalay
Hakan Aydın
Burçin Aydoğdu
Yasin Çakırel
Ramazan Çelik
Bahtiyar Dursun
Ufuk Özer
Cem Sökmen
Tacettin Turgay
Hukuk Danışmanı
Av. Ayşegül Dalgalıdere
İstanbul Temsilcisi
Av. Aybüke Ekici
Yönetim Yeri
Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17
Kırklareli Merkez
Basım Yeri
İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic.
Ltd. Şti. Ofset Tesisleri.
Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B
Lüleburgaz / Kırklareli
Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57
Fax: 0288 417 44 47
H
ayat hızla akıp gidiyor ve bizler
geride ne bıraktığımızı fark etmeden yaşıyoruz. Geride güzel
işler bırakmak en önemli amaç olmalı diye
düşünüyoruz. Zaman hızla akıp giderken,
geriye dönüp baktığımızda Katı Dergi
olarak 6 ayı devirmişiz. İşte elinizde 7.
Sayımız. Bu sayımızın tasarımını yaparken
yaşadık İstanbul Atatürk Havalimanı’ndaki canlı bomba saldırısını. Amacı ne olursa
olsun terör bir kez daha o çirkin, gaddar,
kalleş, hain yüzünü göstermiş oldu. Maalesef ateş düştüğü yeri yakıyor. Bu saldırıda hayatını kaybedenlere rahmet, geride
kalanlara sabırlar, yaralılara da acil şifalar
diliyoruz.
***
Yaz geldi, okullar kapandı, yılık izinler
kullanılmaya başlandı. Katı Dergi olarak
yayımlanmaya devam ediyoruz. Bu sayımızın dosya konusu tatil… Yine her sayıda
olduğu gibi yazarlarımız tatile dair harika
yazılar kaleme aldılar. Her bir yazıyı okuduğunuzda tatile dair yeni bir bakış açısı
geliştireceğinizi düşünüyoruz. Tatil algımızdan, tatil anılarına kadar geniş perspektiften yine güzel yazılar sayfalarımızda
sizleri bekliyor.
önemli isimlere dair yine harika yazılar bu
sayfalarda yer alacak. Ali Ulvi Kurucu’dan
Cahit Zarifoğlu’na, Malcolm X’ten Alija
İzzetbegoviç’e kadar farklı isimlerin hatıratlarına yer vereceğiz.
Eylül sayımızın dosya konusunu da sizlerle paylaşalım; Eylül’de dosya konumuz
“okul” olacak. Çoğunluğunu Kırklareli
Üniversitesi akademisyenlerinin oluşturduğu yazar kadromuzun okula dair neler
yazacaklarını merakla bekliyoruz.
***
Dergimizin internet sitesinin aktif hale
geldiğini daha önce buradan ilan etmiştik.
Yeni bir bilgiyi de paylaşalım; dergimizin tüm sayılarına da PDF dosyası olarak
www.katidergi.com adresinden ulaşabilir,
sayılarımızı bilgisayarınıza indirebilir, tüm
sayılarımızın çıktısını alıp okuyabilirsiniz.
Daha güzel sayılarda görüşmek temennisiyle… Hoşça Kalın…
Kadir Metin Akbaş
Ağustos sayımızın dosya konusu “hatırat” olacak. Farklı alanlarda hatıratı olan
İletişim
www.katidergi.com
[email protected]
twitter: @katidergi
Dergideki yazılar yazarlarını bağlar
KATI DERGİ SATIŞ NOKTALARI
KIRKLARELİ: Baykuş Kitap Kafe - Kampüs Kayalı Kitabevi İSTANBUL: Fatih: Ağaç Kitabevi - İnkılab Kitabevi
İstiklal Caddesi: Mephisto Kitabevi - Üsküdar: İskele- Kurt Gazete Bayii ANKARA: Kurtuba Kitap Kafe
KONYA: Hüner Kitabevi DENİZLİ: Pusula Kitabevi - Halikarnas Kültür - Mirim Kitabevi BANDIRMA: Kuğu Kırtasiye
TRABZON: ra Kitabevi KAHRAMANMARAŞ: Öğretmenevi Altı Kıraathane Kitabevi.
TATİL YAN GELİP
YATMAK DEĞİLDİR
Muhammet Atalay
[email protected]
ünümüzde önümüze konan tatil anlayışından hareketle emek,
sermaye ve gelir adaleti bağlamında pek çok şey söylenebilir. Bu işin
bir boyutu olmakla birlikte ben başka
bir penceresini ön plana çıkarmak istiyorum. Doğrusu tatil kavramının da
diğer pek çok kavram gibi “tüketim
odaklı” hale getirildiğini ve aslında insanları mutlu etmekten ziyade her geçen
zaman daha çok huzursuzluğa ittiğini
düşünenlerdenim. Huzuru daha çok
maddede daha çok dünyevi hırsta araya araya geldiğimiz noktada kavramlar
da asıl fonksiyonlarını icra edemez hale
geliyorlar. Tatil de böyle bir şey ve burada bir tuhaflık var: Yıl boyu çalışıyoruz
veya öğrenciysek okula gidiyoruz ve yoruluyoruz. Yılın belli bir zamanında da
meşgalemiz her ne ise ondan tamamen
uzaklaşmak ihtiyacını hissediyoruz. Bu
sürede de aradığımız bir yenilenme, bir
dinçleşme esasen. Mesela bir iş yerinde
çalışıyorsak oradan iş için aranmamalıyız. Yöneticiysek o sürede karar vereceğimiz tek şey tatille ilgili planlamalar
olmalı mümkünse. Annelerimiz de doğal olarak yılın o kadarcık bir kısmında
yemek yapma telaşesi olmasın isteyecektir elbette. Çünkü bunalıyoruz, daralıyoruz ve nefes almak istiyoruz. Peki, tatil
standartları arttıkça daha çok dinlenmiş
oluyor muyuz, yüksek imkânlarla yapılan bir tatil insana iç huzuru veriyor mu?
Ben pek de öyle olduğunu düşünmüyorum. Mesela denize nazır bir mekânda
açık büfe yemekler yedikten sonra gün
boyu güneşlenmek, akşamı da eğlencelerle geçirmek şeklinde özetlenebilecek
bir deniz tatilini, çok kısıtlı imkânlarla
aynı standartlarda olamasa da yapıp gelen pek çok kişi dinlemişimdir. Ve anlatışlarına göre inanılmaz da eğlenmiş
ve dinlenmişlerdir. Hepimizin geceleri
sahile kurdukları denize sıfır çadırda kalıp arabadaki küçük tüple yaptıkları menemeni yiyen ve cebindeki parası bitinceye kadar tatil yapıp dönen tanıdıkları
olmuştur. Bunun aile boyutunda ise çadır yerine pansiyon, menemen yerine de
evden getirilen erzakla yapılan yemekleri
koyun oldu bitti. Beş yıldızlı otellerden
G
asık suratlarla dönen kişiler de tanımışımdır bunun yanında. Peki, ortalama
yaşama süresinin yetmiş civarında olduğu ülkemizde, hiç de kısa sayılmayacak
bu süre zarfında bir tatil beldesine hiç
gitmemiş, hiçbir zaman tatil planı dahi
yapmamış insanlarımızın sayısının az mı
olduğunu zannediyoruz? O zaman bu
insanlar hiç mi dinlenemiyorlar, hep mi
yorgunlar? Öyle değil işte, çünkü tatil
dediğimiz, dinlenme dediğimiz, dinginlik dediğimiz, huzur dediğimiz şeyin bu
kadar tek tip bir standartta bize yutturulmaya çalışılmasıdır olan biten.
Bizim insanımız aslında şunu çok iyi
bilir: Bir gün için bile olsa memleketine gidip büyüklerin elini öpmek, onların
hayır duasını almak, dost ve akrabaları
ziyaret etmek, koca bir yılın üzerimizde
bıraktıklarını siler atar. Memleketinizin
havasını ciğerlerinize çeker, aile sohbetlerinin, dost meclislerinin o sizi çocukluğunuza götüren iklimini iliklerinize kadar hissedersiniz. Güncel tabirle tam bir
şarj mekanizmasıdır bu, bataryanız tam
doludur artık. Memleketinizin yollarında
etrafı seyrede seyrede seyahat ederken,
şehrin hafızanıza doldurduğu ne kadar
gereksiz ve yorucu görüntü varsa hepsi
silinir adeta. Sonra çıkın mutlaka mahallenizin pazarına ve tezgâhlar arasında
dolaşın. Dolaştıkça ta çocukluğunuzdan
gelen kokular süzülecektir burnunuza.
Memleketinizin nanesi, kavunu, reyhanı, havucu hala çocukluğunuzdaki gibi
tütmektedir emin olun. Baba dostlarına
gidin mesela, dükkânında bir çayını için,
hele ki babanız vefat etmişse. Eski komşularınızı da unutmayın, sofrasına oturun, çocukluk arkadaşlarınızla misafir
olduğunuz sofralardır onlar. Tanıdığınız
ve ihtiyarlamış büyüklerinize gidin mutlaka, uzaktan yakından. Öpün ellerini,
eskilerden sorun, varsa çocuğunuza da
öptürün ellerini, bakın nasıl bir huzur
yükleyecek size. İkram edecektir hazırda
ne varsa, sakın reddetmeyin, hatta kalkın beraber hazırlayın bir şeyler. O buzdolabından bir dilim peynir bir zeytin
olsun yiyin, açık büfe kahvaltılarda bulamazsınız o lezzeti. Sakın kimseyi kır-
mayın, akrabalar arasında bazı tatlı çekişmeler olur, her gittiğiniz yerde de otel
rahatlığını bulamazsınız. Ama sabredin,
çünkü insanın ruhudur dinlenen aslında,
bedeni değil. Bu sebeple, tatil planları
yaparken önceliğimiz sıla-i rahim yani
ailemizi, yakınlarımızı ve dostlarımızı
ziyaret olsun. Manevi gücümüzü buralardan alalım.
Bu yazdıklarımdan hareketle memleketiniz dışında bir yerlere gidilmesine,
oralarda tatil yapılmasına karşı olduğum
anlamı çıkmamalıdır elbette. Aksine,
bulunduğumuz mekânlara ve şehirlere
kendimizi hapsetmememiz gerektiğini düşünüyor, yurdumuzu ve dünyanın
farklı yerlerini görmeyi, farklı insanlarla
tanışmayı, dertleşmeyi çok da önemsiyorum. Yanlış bulduğum, tatillerin her
yılın bir kısmını tamamen atalet yüklü
ve içi boş bir zaman dilimi olarak planlamaya zorlayan algıdır. Bunun yerine,
tatilin insanın hem bedenini ve zihnini
hem de ruhunu yenileyen anlam yüklü
faaliyetler içermesi gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda bir inziva halini,
dünya meşgalelerinden birkaç gün de
olsa kopmayı ve yaşadığımız ömrün
sakin bir kafa ile tefekkürünü tavsiye
ediyorum. Bunu belki ben bir tarladaki
ahlat ağacının altına uzanarak başarabilirim, siz ise bir sahil kenarında.
İşte dostlar, ben tatilin bize sunulan haline çok da inanmayanlardanım hülasa.
‘Bir işi bitirip yoruldunsa diğer bir işe
koyul’ prensibince hayatın boşluklarla
değil aksine değerli ve dolu dolu geçirilen küçük zaman dilimleri ile çekilir hale
getirilebileceğini düşünüyorum. Yaşantımızın odağına maddeyi, bedeni, parayı,
kazancı, hırs ve çekişmeleri koyarsak,
huzuru bir şezlongda arar hale geliriz ve
bulamayız da. Ama manayı, ruhu, insanlığa katkı sağlamayı, kanaati ve muaşereti önemsersek, hayatımızın her dilimi
ve tatil anlayışımız da o eksende olur ve
bence huzur buradadır.
TEMMUZ2016
KATI
3
GAZETECİLER
NASIL
TATİLSİZ KALDI?
Sertaç Dalgalıdere
[email protected]
H
TEMMUZ2016
KATI
4
erkese ve her mesleğe göre tatil
farklıdır. Zihninizi bir yoklayın
ve tatil deyince aklınıza nelerin
geldiğini düşünün? Deniz, kumsal, buz
gibi meşrubatlar, uzatılmış ayak, uykudan şişen gözler, gezi, tozu vs. Tüm bu
ihtimaller bir gazetecinin zihnine çok
fazla yaklaşamaz. Bir gazeteci tatilden
sadece sessizce bir kenarda oturmayı
anlar. Tatil onun için muhtemelen hafta içi ve tek gündür. Yıllık izni her an
bölünebilir. Bayram tatili yoktur. Her an
gazeteden çağrılabilir. Belki de bunların
arasından en kötüsü, gazetecinin cep telefonu hiçbir zaman kapalı olamaz. Tatilde bile olsa!
Bayramının ikinci ve üçüncü günleriyle,
Kurban Bayramı’nın ikinci, üçüncü ve
dördüncü günlerinde gazetelerin çıkmasını yasaklamış ve bu hak her kentte basın kartı taşıyan üyesi en çok olan
gazeteci cemiyetlerine verilmiştir.”1 Bu
yasa sayesinde gazeteciler bayramda
dinlenme olanağı bulmuş hem de gazeteci cemiyetlerinin çıkarttığı bayram
gazeteleri sayesinde işsiz gazetecilere
yardımcı olunmuştur. Ancak bu güzel
günler, gazeteciler için 1992 yılına kadar
sürebilmiştir.
Bayram sabahlarını düşünün, sıcak ekmeğin yanında ne alıyoruz? Gazete... O
halde o gazete bayram da olsa seyran da
olsa hazırlanıyor ve hazırlanmaya devam
edecek. O halde siz arife tatilindeyken
gazeteci çalışmak zorundadır. Bayramın
1. günü siyasilerin bayram tebriklerini
kabulü, bayram namazını kim nerede
kıldı? Vs. Vs. Hele kurban bayramı ise
kim hayvanı yerine kendini kurban etti.
Kurban edilmek istemeyen hayvan nasıl kaçtı, nasıl kovalandı? İşte bunların
hepsi birer haber ve gazeteci için bir iş
niteliğinde.
Dinç Bilgin’in sahibi olduğu Sabah gazetesi 1992 yılının Kurban Bayramı’nda (11 Haziran) çıkarttığı gazeteyle bir
geleneği ortadan kaldırmıştır. Basın
Mesleği Yasası’na göre bayram günleri
yasaya aykırı olarak gazete çıkarmanın
cezası 10 bin liraydı ancak o dönem için
tek sayfa bir reklam ücretine eş değer
olan bu ceza, Dinç Bilgin için çok da bir
şey ifade etmiyordu.
Peki, bu hep böyle mi olmuş?
Türk basınında tatil hiç mi yokmuş?
Matbuat, basın ve medya derken gazeteciler hep mi çalışmış?
Aslında işin gerçeği basından medyaya
geçişte olanlar olmuş. Turgut Özal’ın
liberalizm anlayışı sayesinde Türk basını yavaş yavaş medyaya dönüşürken,
gazetecilerin elindeki önemli haklardan biri “Bayram tatili” de uçup gitmiş.
“1952 tarihli Basın Mesleği Yasası Şeker
Dinç Bilgin Gazeteciler Seni Nasıl
Affetsin!
Gazeteciler Cemiyeti tepkiliydi, diğer
dokuz gazetenin sahibi ortak bir protokol imzalayarak bir bildiri yayınladılar ve
Sabah’ın haksız rekabetine karşı çıktılar,
ancak her zaman olduğu gibi patronun
kârı karşısında gazetecilerin hakları hiçe
sayıldı. Bir sonraki bayramda öteki gazeteler de çıktı ve hem gazetecilerin
bayram tatili hem de “Bayram Gazetesi” geleneği ortadan kalktı.
Bayram gazeteleri neden bu derece
önemliydi? Çünkü onlar hem işsiz gazeteciler için bir ekmek kapısıydı hem
de gazetecilerin de bayramı bayram gibi,
tatili tatil gibi yaşamaları için izin kullanmalarını sağlıyordu.
Önce Hilal-i Ahmer Sonra Kızılay
Ve Bayram Gazetesi
Bayram gazetesinin sonu aslında ilk son
değildir çünkü öncesinde de benzer uygulamalar Türk basın tarihi içerisinde
görülmüştür. Örneğin; Şemsi Sılkım,
“Meslekte Yetmiş Yıl Bab-ı Âli Anılarım” isimli kitabında Bayram gazetesi
tartışmalarını tarihin bir tekerrürü olarak görmekte ve Bayram gazetesinin
geçmişini anlatmaktadır, “Cumhuriyetin
kuruluşu ile gazete sayılarında da artış
olunca, dini bayramı vesile yaparak, eski
yazıyı benimsemiş muharrir ile muhabirlerin işsiz kalmaması ve maişetlerinin
temini için ilk zamanlar ‘Hilal-i Ahmer’
gazetesi yayımlanmıştı. Sonradan ‘Kızılay’ adıyla yayımlandı.”2
Bayram, Kızılay ve Hilal-i Ahmer’in
ardından ağıt yakacak değilim Bayram
gazetesinin son bulmasıyla tatil hayali
suya düşen gazeteciler için çalışmak ve
yine çalışmaktan başka çare kalmamasına üzülüyorum, çünkü yaklaşık 10 yıl
boyunca yaptığım gazetecilik mesleğim
sırasında en çok zoruma giden de bayramlarda çalışmak olmuştu. Bugün meslek değiştirmiş olabilirim ancak 9 günlük
şu güzel bayram tatilinde tek temennim
gazetecilerin yeniden bayramlarda çalışmadıkları ve “Bayram Gazeteleri”nin
satıldığı günleri yaşamaları.
Dipnotlar:
1- Hıfız Topuz, 2 Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Remzi Kitabevi,
İstanbul:2003, s. 286-287.
2- Şemsi Sılkım, Meslekte Yetmiş Yıl
Bab-ı Âli Anılarım, Togan Yayınları, İstanbul: 2011, s.360.
BİR TATİL
GÜNÜNÜN
PANORAMASI
19
Burçin Aydoğdu
[email protected]
88 sonbaharı…
İlk McDonalds açılmış daha 2 yıl önce.
Taksim’de. Gezi Parkı’nın eteğinde.
Borsa falan deniyor. Para kazanma yeri.
Yeni açılmış. Hikmetini bilenler az.
*
*
*
Görünmez bir sıkı otoritenin elinde nispeten boş meydanlarıyla huzurlu bir Türkiye.
Serpil Çakmaklı saçıyla vatkalı kızlar…
Kabarık saçlı kot ceketli gençler. Diskolar...
Mecidiyeköy’de bir sokak. Beton gri bir
kaldırım. Yolda tek tük arabalar.
*
*
Kenan Evren cumhurbaşkanı.
*
Televizyonda 2 kanal var. Bilemedin 3.
Hepsi TRT.
*
En çok izlenen program Haberler. Toplum ağırbaşlı, vakur, saygılı.
*
Çizgi film haftada bir defa. Sade hafta
sonları.
*
Renkli giyinen yok o zamanlar. Herkeste
siyah, kahverengi, beyaz...
*
Kısa yoldan zengin olma hikayeleri, bankerler, Kasteli, Yalçın, vurguncular...
Geleceğini, meydan okuyarak arayan neslin yerini almışlar; öncülleri yok.
*
Ne yapacağını değilse de ne yapmayacağını az çok öğrenmiş anne-babalar.
*
Çocuklarını okutuyorlar. Başka yola saptırmadan. Terbiyeli. Uslu. Şımartmadan.
*
Bir fırsat varsa onlara vardır. Kendilerinden geçmiş. Biliyorlar.
*
SSCB var hala haritalarda. Ama temkinli
anılıyor adı. Sakıncalı.
En büyük hayaller Anadolu lisesi/üniversite kazanmak, iş bulmak, büyük işletmelerde para kazanmak.
*
*
Amerika var bir de. Filmlerde. Dillerde.
Düşlerde. Her yerde.
Bilgisayar gelmiş. Daktilodan güzel. Geleceğin habercisi.
*
*
*
70’lerden kalma asansörsüz bitişik nizam
apartmanlar. Hep yanaşık, tek sıra.
*
Düz beyaz ferforjeli penceresi yer hizasına gelmiş bir daire. Televizyon açık.
*
Televizyonda Voltron var. Camın dışında
3 kafa ona bakıyor. Birbirine yaslanmış.
*
İlkokul 4 çocukları bunlar. Dersaneye gidiyorlar. Hemen bitişik binada.
*
Başar Dersanesi’nde teneffüs 10 dakika.
Ne görseler kâr.
*
O çocuklardan biri bendim. Tatildi o gün.
Günlerden Pazar.
TEMMUZ2016
KATI
5
TATİLİ KAZI,
ALTINDAN
FOSEPTİK ÇIKAR
Necmi Gürsakal
[email protected]
TEMMUZ2016
KATI
6
T
atil deyince aklıma, neredeyse
yıllar çok yıllar önce polis olan
bir akrabamızın yazları eşini ve
çocuklarını alıp deniz kıyısında açılan
Polis Kampı’na gitmeleri ve orada bir
Kızılay çadırında kalmaları gelir. Biz de
onlara özenir, ilkokul çocuğunun düşleri içinde kendimize ne zaman böyle
bir tatile gidebileceğimizi sorardık.
Sonra bir gün babam anneme, “Hazırlanın” dedi. Yataklar, yorganlar, kap
kacak hazırlandı. Sonunda galiba biz
de tatile gidiyorduk. O gün akşamüstüne kadar zaman geçmek bilmedi, bekleyip durduk. Sonunda babam geldi ve
bağırdı, “Ne bakıyorsunuz. Hiçbir yere
gitmiyoruz”. Tatil işi bende veya bizde
işte böylesine kötü başlamıştı. Babanız size, “Tatile gideceğiz” dediğinde
film her zaman mutlu sonla bitmeyebiliyordu. O gün babamın neden karar
değiştirdiğini, aklından neler geçtiğini,
neden “Gideceğiz” deyip sonra vazgeçtiğini, hep kendime sormuşumdur.
Büyüdükçe babamın bizden çok başkalarını sevdiğine ve canı istemediği
zaman onları da terk ettiğine tanık olduğum için bu soru da unutulup gitti
zamanla.
Aradan yıllar geçti. Büyüdük, evlendik, çocuk sahibi olduk. Nasıl olduysa, bundan yaklaşık 26 yıl önce Bodrum`da Gündoğan’ı keşfettik ailecek.
O yıllarda orada deniz o kadar temizdi
ki, balıklarla birlikte yüzebiliyordunuz.
Kazlar, kediler, sokakta dolaşan inekler ve tezek kokusu ile o günlerin Gündoğan’ı tam bir köydü. Deniz kıyısında şimdi rahmetli olan bir Gündoğan
köylüsünün işlettiği bir otelde kaldık
önceleri. Sonra ev tutmaya başladık ve
yavaş yavaş onlar bize, biz onlara alıştık. Kışın köyü ve insanlarını özleyip,
“Nereye gidipduru?” diye birbirimize
sorduk. Gündoğan’a ilk geldiğimizde
bindiğimiz bir minibüste köylüler ve
İngilizler vardı. Ne tuhaftır ki, İngilizlerin konuştuğu her şeyi anlıyor; ama
çok hızlı konuşan köylülerin “Neptürü”lerini filan hiç anlamıyorduk.
Yıllar sonra Gündoğan’a bir ev yapıp iyice oralı olduk. “Köyün postacısı tatile çıktığında köyü gezermiş”
cümlesinde olduğu gibi ben yazları da
Gündoğan’da çalışmaya, daha doğrusu
yazmaya başladım. “Bir İşkoliğin Hatıra Defteri”ni henüz yazmadım ama
benden umutlu olan çok arkadaşım
olduğunu biliyorum.
Yalıkavak, Gündoğan ve Göltürkbükü bugün oldukça pahalı tatil yöreleri. Trilyon sözcüğü buralarda pek sık
kullanılıyor nedense. Ancak, hemen
bir parantez açıp, “foseptik” ve “vidanjör” sözcüklerinin de buralarda
pek popüler olduğunu söylemek zorundayım. Bu sözcükler trilyon lafının
yanına hiç yakışmasalar da durum bu.
Güzel bir deniz, ferahlatan bir rüzgâr, bir iki kitap ile uğraşmak “tatil”
sözcüğünün hep yanında gelir benim
için. Güneş Gündoğan’da begonvilleri,
palmiyeleri, benjaminleri öyle bir parlatır, öyle bir cilalar ki, oluşan renklere
şaşar kalırsınız, soluğunuz kesilir. Hep
tatildedir buraları sanki. Hastalıklar,
yoksulluklar, kırgınlıklar buralara hiç
uğramaz gibi. Oysa gerçek hiç de öyle
değildir. Hayat çalışmaktan çok tatile
meyilli olanlara her zaman iyi davranmaz. Sermayeyi kediye Marmara’da
yükleyip gelenler, İstanbullu aşk kırgınları, işten çıkarılıp “Ferrasi’ni satan
işadamı” rolüne soyunanlar, Güney’de
de her zaman mutlu olamaz.
Ders filan alınsın diye yazmadım bu
yazıyı ben. Herkes için her zaman
hayatın bayram ve tatil dolu olmasını
isterim. Öğrencilerime, “Hepiniz yalılarda oturun inşallah” diyorum. Ancak
elimde değil, tatil görüntülerinin ardında bile çokça derdin yattığını görmeden edemiyorum. Belki bu yaşımın
gereği. Belki çocukluğumda yaşadıklarım, babama bile güvenmemem gereğini öğretti bana. Parıltılı tatil görüntülerine ise hiç ama hiç…
Son 30 yıl içinde Gündoğan köylülerinin bu işten ne kadar kârlı çıktıkları
da elbette ayrı konu. Dağı, taşı beton
yapıp, koyların canına okuyan bir anlayış neredeyse son 50 yıldan beri sürüyor. Ülkenin kalkınma modeli hep
“inşaatla kalkınma” oldu. Bıkmadık,
usanmadık bu işten. Herhalde benim
aklım yetmiyor bu işlere. En ufak bir
umudum da yok yeteceğine…
"TATİLCİLER YOLLARA
DÜŞTÜ..."
19
50’lerin ikinci yarısını psikiyatri ihtisası için New York’ta
geçiren Engin Geçtan, dönemin seyahat anlayışını şu sözlerle anlatır:
“Memleketteki insanların çoğu ömürlerini, bulundukları kasaba ya da şehirden hiç
ayrılmadan sürdürürlerdi. Memleketin en
büyük kentinde yaşayanlar için seyahat,
şehrin bir başka semtindeki yakınlarına
uzunca süreli yatıya gitmekti. Varlıklı Avrupalılar dışında dünyada seyahat kültürü
diye bir olay yoktu.”1 Engin Geçtan’ın
ifadelerini bir tarafıyla 2000’li yılların
Türkiye’sine bağlayabiliriz;
10-12 yıl önce bir televizyon haberinde “Boğaz Turu” için Eminönü’nde bir
araya gelen kadınlarla gerçekleştirilen
röportajlara tesadüf etmiştim. Yanlış
hatırlamıyorsam Bağcılar Belediyesi’nin
düzenlediği bir organizasyondu bu. Muhabirin mikrofon uzattığı kadınlar, kimi
15 yıldır kimi 20 yıldır İstanbul’da yaşadığı hâlde ilk defa deniz gördüklerini
söylüyorlardı. Türkiye 1950’lerde başlayan iç göç hareketlenmesine kadar zaten
durağan bir toplumsal yapıya sahipti. Bu
olgunun istisnası ise askerlik yapanlardı.
Haberde kayda geçen sözler özellikle
İstanbul ve Ankara’yı büyüten geniş bir
toplum kesiminin yeni şehrinde de büyük
ölçüde hareketsiz yaşadığını aksettiriyordu. Hal böyleyken bayram ve tatil meselesi televizyon haberciliğinin kolayca ve
çabukça tanımlamak/etiketlemek için tek
çuvala doldurduğu konulardan biri olmayı sürdürüyor.
Cem Sökmen
safir etti. Marmara 90’larda çaptan düştü.
Ege ve Akdeniz’de başta Bodrum olmak
üzere bazı ilçeler bağlı bulundukları şehirlerden daha popüler hâle geldi. Bodrum, bütün bunların arasında tartışılmaz
bir üstünlüğe layık görüldü. Bodrum anıları ve yaşantılarını kayda döken kitaplarla
bir mini literatür bile oluştu. İstanbul’un
kışlık eğlence mekânları yazlık şubelerini
Bodrum’da açtı. Türkiye’deki televizyon
izleme oranının yüksekliğini düşünürsek,
yaz aylarında bu sahillerden gelen görüntüler, tatil fikrinin yerleşme ve dönüşümünde önemli etkiler yaptı, yönlendirici
oldu. Hâlihazırda Hürriyet, Sabah ve
Sözcü gazeteleri Pazar günleri Tatil ya da
Seyahat isimli ekler veriyor. Haziran ayı
yaklaşınca
Her bayram öncesinde “Tatilciler yollara
düştü” merkezli haberler bütün medyayı
kaplıyor. Biraz havaalanı biraz otogar ve
en çok sahil görüntüsüyle gidenlerin hepsi “tatilci” oluyor. Peki, gerçekler böyle
mi? Pratikte izin hakkı olmayan milyonlarca işçinin yaşadığı bir ülkede “bayram
tatili” sahillerde mi geçer?
Hürriyet, Habertürk, Milliyet, Sabah gibi
gazetelerin günlük magazin eklerinde birinci sayfaları beach görüntüleri kaplıyor.
Düne kadar Şeker Bayramı mı Ramazan
Bayramı mı tartışmalarının yapıldığı Türkiye’de artık tartışılan 9 gün meselesidir.
Hatta Ramazan ve Kurban Bayramı tatillerinin 9 gün olup olmayacağı 2 ay öncesinden dillendirilmeye başlıyor. 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim, gibi
resmi bayram günleri ve 1 Mayıs, 1 Ocak
günleri Pazartesi veya Cuma’ya denk
gelirse turizmin ve turizmcinin baskısı
hemen hissedilmeye başlıyor. Turizmci,
Türkiye’deki iki parçalı orta sınıfın eski ve
yeni mensuplarına hitap ediyor. Marmara, Ege ve Akdeniz sahillerini 1980’lerden bu yana mesken tutan eski orta sınıfa 1990’lardan itibaren muhafazakâr
yeni bir tabaka eklenmiştir. Bu eklenme
için daha önce başka küçük örnekler olsa
da dönüm noktası sayılabilecek örnek
1996’da “Alternatif Tatilin Adı: Caprice”
sloganıyla tanıtılan Caprice Hotel’dir. Bu
iki tabakanın birleştiği 5 yıldızlı hotel/
tatil köyü anlayışı turizmciler tarafından
ideal tatil modeli olarak sunulmaktadır.
Evet, özellikle 70’lerin sonlarından itibaren Marmara, Ege ve Akdeniz sahilleri
Türkiye’nin orta sınıfını yaz aylarında mi-
Yukarıda “Pratikte izin hakkı olmayan
milyonlarca işçinin yaşadığı bir ülkede
“bayram tatili” sahillerde mi geçer?” diye
[email protected]
sormuştum. Aslında ekranlarda yapılan
Türkiye’nin beşte birinin yaşadığı bir durumu Türkiye’nin bütünü yaşıyormuş gibi
yansıtmaktır. Geriye kalanların önemli
bir kısmı için bayram günleri çalışılmayan
nadir günler olarak bilinir ve yaşanır. Bu
sayede doğup büyüdüğü şehre/ilçeye/
köye gidebilen insanları otogar görüntüleri üzerinden haberde kullanmak anlamsızdır. Toplumu tek çuvala doldurmak
yerine farklı şartların ve farklı özelliklerin
üzerinden gitmek hem bayram ve tatil
meselesini hem de toplumsal eğilimleri
anlamak için yardımcı olabilir. Bu bağ- TEMMUZ2016
lamda son söz Mustafa Kutlu’dan gelsin:
KATI
“Türkiye’de son otuz-kırk yılda vücut bu7
lan şehirleşme, bu çerçevede gerçekleşen
iç göç, yanı sıra pek çok sebeple birlikte
büyük aileyi, mahalleyi dağıtmıştır. Artık
büyük ailenin her bir ferdi ülkenin ayrı
ayrı bölgelerine savrulmuş durumdadır.
Köyde veya taşra şehir-kasabalarında kalan belki sadece ihtiyarlar. Bu münasebet
ile bir tatil vesilesi sayılan bayramlarda bir
bölük insanımız hem memlekette kalan
aile büyüklerini görmek, babasının dedesinin mezarını ziyaret etmek için sıla-i
rahim maksadı ile yollara düşüyor. Bir kısım insan ise akrabalığı, komşuluğu, aile
bağlarını çoktan koparmış, etrafına ferdiyetçi bir koza örmüş, bayramı bir dinlenme, bir seyahat vesilesi saymakta, bu
sebeple bir tatil beldesine gitmektedir. Bu
iki grup insanın dışında bir de ‘gidemeyenler’ var. Dolayısıyla apartmanda, sitede, oturduğunuz sokakta bayram öncesi
bir ayrım yaşanıyor: Gidenler, gidemeyenler. Bu ayrım en fazla çocukları yaralamaktadır. Bisikleti olanla, olmayan farkı
gibi; bayramda tatile gidenle, gidemeyen
çocuk arasında bir burukluk yaşanmaktadır.”
DİPNOT:
1- Engin Geçtan, Rastgele Ben, İstanbul,
Metis Yayınları, 2014, s.9
TATİLDE
TÜRKİYE'YE DAİR
İZLENİMLERİM
Leicester
Gökmen Durmuş
[email protected]
T
TEMMUZ2016
KATI
8
atil denilince heyecanlanırım.
Belki yurtdışında yaşıyor olmaktandır aklıma ilk olarak Türkiye
gelir. Ve her ziyaretimde bazı şeylerin
değişmiş olduğunu görürüm. İçinde yaşayanlarca fark edilmezdir bu belki, lakin bizim gibi senede bir ayak basanlarca hemen anlaşılır. Bu ayki yazımda son
Türkiye seyahatimden hatırda kalanları
paylaşacağım. Dili ve mekânı seçtim,
çünkü ikisi bizi, biz de ikisini şekillendiririz.
Dil
Geçmiş yıllarda “Olric”, “Bir Alex değil” ve “söyle Sebastiyan”lı yeni sözler
duymuştum. Hadi Olric’i Oğuz Atay’ın
Tutunamayanlar’ından
çıkarmıştım,
peki bu Sebastian’la Alex neyin nesiydi.
Böylesi durumlarda ilk iş Türkçe öğretmeni arkadaşıma danışmak olur. O da
sağ olsun Fenerbahçeli Alex’ten, Vlademir Nabokov’lu Sebastian’a bu yeni
ifadelerin nereden çıktığını anlatır. “At
fava bekle” , “takibe takip” ve “fenomen” gibileri vardı mesela. Bunların da
Twitter kullanıcıları tarafından yaygınlaştırıldığını öğrendim. Fenomen sözcüğü olgu anlamından sıyrılıp “şöhret
kazanmış Twitter kullanıcısı” manasına
kaymıştı. “At fava bekle” ise favoriler
kısmında arşivlenen tiwitlerin zamanı
gelene değin kenarda bekletilmesi gibi
bir anlamı karşılarmış; Nasrettin Hoca’nın kara kaplı deftere yazdım misali.
Ancak bundaki eylem karşı tarafın beyanını ileride kendisine karşı kullanmak
üzere intikamdan çok rezil etmek, yüzüne vurmak maksatlı. “Başarılı”; duyduğum başka bir moda tabir. Bu sıfat
ayakkabıdan, çantaya her şey için kullanılır olmuş. Beğendim, güzel tercih, yakışmış yerine “başarılı’’ denip geçiliyor.
Gene işittiğim değişik ifadelerden biri;
“Bir tık daha”… Cep telefonu şarj seviyesini gösteren çubukları hatırlatan bu
tabir birazcık daha, bir seviye daha, az
daha, hafiften anlamlarının yerine geçmiş. Diğer bir popüler kelime “kuzen”.
İngilizcedeki cousin kelimesinin Türkçeye uydurulmuş hali. Türkiye’deki elitler arasında yaygındı. Simdi ise ülkenin
dört bucağında. Kim Milyoner Olmak
İster?’de yarışmacılara yöneltilen “Yarışmaya kiminle geldiniz?’’ sorusuna kulak
kesilin lütfen. Kimse teyzeoğluyla, amcakızıyla değil, herkes kuzeniyle gelmiştir. Son olarak en çok duyduğum kelime
“aynen’’ oldu. Bütün onaylama sözcüklerinin yerinde olur olmaz her yerde...
Mekân
Park: Üniversite öğrencilik yıllarımın
geçtiği Konya’ya gittim. Alaaddin Tepesi’nden eski Konya tarafına doğru adımladım. İplikçi ve Kapı camileri, asırlara
inat hala bütün ihtişamıyla geleni geçeni
selamlamaya devam ediyordu. Derken
yeşil türbe göründü. Fakat bir tuhaflık
vardı. Bu kadar erken görünmemeliydi.
Yaklaşınca anladım ki Mevlana Müzesi’nin önündeki park kaldırılmış, geniş
bir meydana dönüştürülmüş. Eskiden
dallarına güvercinlerin konduğu ağaçlar
sökülmüş, sularından içtiğimiz şadırvan
kaldırılmış. Meydana nazır bir çayevinin
taburelerine bıraktım kendimi. Algida
reklamlı şemsiyelerdense çınar ağaçları
altında serinleyemediğime eseflendim.
Peki, neden beğenmediğimiz Batı, bize
çevrecilik dersi veriyordu? “Yaş kesen
baş keser” diyen bir millet değil miydik
biz. Bina ve AVM’ler konusunda cömertken neden aynı bonkörlüğü parklar konusunda gösteremiyorduk. Niçin
bizde de bir Londra’nın Hyde Park’ı, bir
New York’un Central Park’ı gibi büyük
parklar yoktu? İşte bu düşüncelerle ikinci çayı söylemeden Ankara’nın yolunu
tuttum.
Kafeler: Ankara’da farklı tarz kafeleri
tecrübe etme imkânı buldum. Bunlardan ilki Kızılay Konur sokaktaki Zay-
tung Zone. Kafe, kendi adında üç-dört
sayfalık bir politik mizah gazetesini ücretsiz olarak okurlarına sunuyor. Ayrıca
alt katta canlı müzik yapılıyor. Diğeri
Bestekar sokaktaki Leman Kafe. Bu da
mizah dergisi Leman’ın karikatürleriyle
bezenmiş ayrı bir tarz. Mizahı merkeze
olan bu iki kafe de alkollü içeceklerle birlikte zengin bir menü sunuluyor.
Tamamen farklı bir konsepte geçeğim.
Bunlar daha çok kitabı ve topluluk bilincini merkeze alan muhafazakâr kafeler; Kurtuba ve Siham. Her ikisi de
ekseriyetle mütedeyyin kesimin uğrak
yeri. Hatırı sayılır bir müşteri kitlesi tutmuşlar. Bir tarafıyla kafe, diğer tarafıyla
kitabevi havası veriyor. Yurtdışı gezileri,
aylık kitap tartışmaları, Ramazan ayı iftar menüleri ve logolu ürünleriyle belli
bir marka değeri yakalamışlar. Denemeye değer.
Önceki gelişlerimde her köşe başında
bir çiğköfteci ve kokoreççi görürdüm.
Simdi onların yerini mantar gibi türeyen kahveevleri almış. Değişik Türkçe
isimler altında zincirler kurulmuş. Starbucks’a karşı mücadele verdikleri aşikâr.
Starbucks demişken diğerlerinden ayrı
bir stilde açılan Starbucks Reserve şubelerinden bahsetmeden olmaz. Nadir –
kesin öyledir- kahve çekirdeklerini, farklı usullerle demlediklerini iddia eden bu
mağazaların sayısı oldukça az. Ankara’da
sadece Bilkent’te denk geldim. Daha
fazlasını ödemeye gönüllü müşterilerine hizmet veriyor. Üçüncü nesil kahve
pazarını kaptırmamak adına havayolu ve
kimya şirketlerinden feyz almışlar. Ekonomi sınıf kahve bir “business class”
kahve 2 para. Bir nev’i sınıf içinde sınıf.
Herkese afiyet olsun. Satırlarıma İsmet
Özel’le son veriyorum; “Fly Pan-Am
drink Coca-Cola”
İNSANIN EN UZUN
TATİLİ:
ÇOCUKLUK
T
Ayşegül Dalgalıdere
atil kelimesi eğlenceyi, dinlenmeyi, hoşa giden şeylerle vakit geçirmeyi ifade ettiğinden olsa gerek,
çocukluk dönemi, hayatın tatili gibi gelir
bana. Hani ekseriyetle önce çalışır, yorulur, sonra tatile çıkar ya insan; işte hayat
denilen süreçte, bu teamülün tam tersi
işler sanki.
rının, dünyanın sonu sandığımız uçsuz
bucaksız boş tarlaların, yaz akşamlarında
sokak lambasının altında oynadığımız
oyunların, ceplerimize doldurduğumuz
taze fındığın, Miğrannemin beyaz yemenisinden, dedemin aksakallarından yayılan hacı yağı kokusunun zihnime doluşuvermesi.
İnsan, çocukluk denilen bir tatil halinin
içine doğar. Yer, içer, gezer, eğlenir, sıkıcı
ve yorucu olan işlerle neredeyse hiç ilgilenmez. İstediği, ihtiyaç duyduğu hemen
her şey ebeveyni tarafından kendisine
sunulur. Hayatın ciddiyet gerektiren sahalarıyla işi yoktur bir çocuğun. Ancak
12-13 yaşına gelmesiyle beraber “hayat
mesaisi” tam başlamasa da en azından
yarı zamanlı bir mesainin başladığı söylenebilir. Neticede ebeveynler yine her
sıkıntısında yanı başındadır. Yine hemen
her ihtiyacı karşılanır. Hata yapsa bile
yaptığı hatanın neticesi anne baba tarafından ustalıkla üstlenilir. Genellikle kişi
bu dönemde, yalnızca geleceğini inşa
etme konusunda ciddi denilebilecek sorumluluklar yüklenir.
Düşünüyorum da sokaklarda, bağda
bahçede, keyifle oynayıp cıvıldaşan son
nesil olduk galiba biz. Bizden sonraki
nesiller peyderpey evlere hapsoldu. Yazın yapacakları bir şey bulunamayınca
kurslar yetişti imdada. Dans kursu, yüzme kursu, dil kursu... Ev hapsinden kurs
hapsine... Yine çayır çimen yok, yine bağ
bahçe yok, yine gökyüzü yok çocuklara.
Eğitim hayatının noktalandığı, insanın
artık kendi kanatlarıyla uçmaya başlayacağı yirmili yaşlarda ise hayat denilen gailenin asıl mesaisi başlar. İnsan artık kendi uçacak, kendi düşecek, kendi kalkacak
ve yaralarını da yine kendi saracaktır. İşe,
güce tatil vardır da; hayatın kendisine,
ağır sorumluluklarına, sarsıcı hallerine
tatil yoktur. Hayat başlamıştır ve sonuna
kadar da bu ciddiyeti ile devam edecektir. Önceden, çoluk çocuğun büyüyüp
kendi hallerine çekildiği, hayatın hızının
yavaşladığı altmışlı yaşları da konforlu
bir hal olarak düşünürken, bir dostumun çok kıymetli babasının şu cümlesi
ile fikrim değişti: “Altmışlı yaşlarda olan
bir insan için hayat çok zordur.” Demek,
mesuliyetler hiç bitmiyor insan ömründe. Ömür bitene kadar…
Bu sebepledir tatil deyince çocukluğumun aklıma gelmesi. Ankara’nın Beştepe mahallesinin güneşli, ışıl ışıl sokakla-
Hal böyle olunca kendi çocukluğuma bakıp “mutlu çocuklarmışız biz” diyorum.
Hem mutlu, hem şanslıymışız. Sokak
aralarından çılgın gibi geçen arabalar olmadığından, mahallede herkes birbirini
tanıdığından ve herkes komşusunun çocuğunu kendi çocuğu gibi koruyup kolladığından olsa gerek, sokaklarımız güvenliydi bizim. O sebeple de “aman bir
şey olur” korkusuyla anneler balkonlara
tünemezlerdi. Sabahtan akşama kadar
korkusuzca sokakta koşturur, oyun oynardık. Akşama doğru her evin penceresinden, guguklu saatin kuşu gibi anneler
çıkar ve saati söyleyip çocuklarını eve
çağırırlardı. Sakızını yemenisinin üstüne
koyan annelerimiz vardı misal bizim. Bu
halleriyle onları hep, üstünde fındık olan
şekerparelere benzetmişimdir. Şeker gibi
kadınlardı zaten.
Benim Miğrannem vardı mesela. Adı
Mihriye olan, ama tüm mahallenin genç
kadınlarına annelik, ablalık ettiği, herkesin zor anında yanına koştuğu için
“Mihriye Anne” denilen ve yıllar içinde
asıl adı unutulup kendisine “Miğranne”
denilen anneanne vardı. Şimdi ise kendisinden kilometrelerce uzakta oturan anneannesini, babaannesini Facebook’tan
dürterek hal hatır sorduğuna inanan bir
nesil yetişiyor.
[email protected]
Şimdi çocuklar ne yaparsa “aman acaba
psikolojisi mi bozuldu” diye çocuk terapistlerine koşuyoruz. Ben “psikolojisi
bozulur” cümlesini tüm çocukluğum
boyunca bir kez duymadım diyebilirim.
Çocukluğumda mütemadiyen kaybolduğumu hatırlıyorum mesela. Esasen
“kaybolma” diye tanımlamak mübalağa
olur, ben gittiğim yeri biliyordum ama
annem bilmediği için sıkıntı çıkıyordu.
Diyelim ki üst mahallede çember bulabileceğimiz bir tenekeci keşfettim, birkaç TEMMUZ2016
arkadaşımı da alıp oraya giderdim. Eve
KATI
gecikince de “kayboldular” diye mahal9
le ayağa kalkar, anneler yollara düşerdi.
Ve çok enteresandır, bulunduğumuzda
da sevinçle bağıra basılmazdık. Dayak
yerdik. Çocukluğumun ikilemidir bu benim. Kaybolduğum için kahrolduysan,
bulunca niye sevinmiyorsun?! Demek ki
o zamanlar annelerin psikolojisi çocukların psikolojisinden daha önemliymiş.
Mahalle içerisinde bizleri aramaktan kan
ter içinde kalan annelerimiz, başımızın
arka kısmına denk gelen ufak ve sevimli
tokatlar ile azar cümlelerini birleştirir, bu
ritmik hal, eve gidene kadar devam ederdi: “Ben sana, pat! Demedim mi, pat!
Evin önünden, pat! Ayrılmayacaksınız
diye, pat!”
Günümüz çocuklarının sorumlulukları
ise neredeyse üç yaşında başlıyor. Kreşte
gördüğü eğitimde bile üstün başarı göstermesini bekleyecek ve yapamadığında
ise “acaba zihni melekelerinde bir sorun
mu var, birden ona kadar sayarken sekizi hep atlıyor, psikoloğa mı götürsem,
oyuncağını alan arkadaşının saçını çekmiş, şiddete eğilimi mi var?!” diye diye
hem kendimizi, hem çocuğumuzun çocukluğunu tüketecek bir hal aldık. Oysa
çocukluk, hayatın en hür, en keyifli, en
güzel tatilidir. Çocuk psikolojisi de Çin
malı değildir, ağır travmalar yaşanmadıkça bozulmaz, yaşanan pek çok şey gelecekte tatlı hatıralar olarak yâd edilir. Yeter ki yaşanabilen bir “çocukluk” olsun
gerçekten...
ÇOCUKLUĞUMDAKİ
KIŞ HAZIRLIKLARI
ve YAZ TATİLİ
Halil Kökcü
[email protected]
avramların ve nesnelerin belirli
tanımlarını yapabilsek de onların insanların zihnindeki karşılıklarını kesin bir şekilde ifade etmemiz
mümkün değildir. Yürüdüğümüz yollar,
yediğimiz yemekler, konuştuğunuz kavramlar aynı olsa da onlara yüklediğimiz
anlamlar farklı farklıdır. Yollarda solundan geçtiğimiz ağır ağır yokuş tırmanmakta olan eski bir kamyon, pek çokları
için sadece eski bir kamyonken, benim
için dedemin kamyon şoförlüğü yaptığı
yılları çağrıştıran bir tanıdıktır.
K
TEMMUZ2016
KATI
10
Tatillerin de böyle farklı farklı karşılıkları mevcut. Yaşınıza, gelir durumunuza, hayat tarzınıza, yetiştiğiniz bölgeye
göre farklı farklı tatil anlayışları oluşur.
Kimisi için, yazlıkta geçen 2-3 ay, kimisi
için otellerde birkaç haftadır. Bazılarına
sıla-ı rahim için memlekete gitmekten
ibaretken kimisine yurtdışına çıkmak
için iyi bir fırsattır. Bazıları içinse tatiller çalışılacak zaman dilimleridir. Tarla,
bağ-bahçe işlerinin zamanı olabileceği
gibi, tamircide çıraklık, çay bahçesinde
garsonluk da olabilir.
Benim için tatil demek; kasabada geçen
yaz ayları demektir. Denizli merkezde
doğdum büyüdüm. Anne ve babam
merkeze 60 km uzaklıktaki Yeşilyuva
Kasabası’ndan. Artık kasaba değil mahalle ama bu konunun bizim için şu an
bir önemi yok. Kendimi bildim bileli yaz
ayları, kasabada çoğunlukla anneannemlerin evinde geçmiştir. Nasıl bir ev sorusuna verilecek en güzel cevap bana kalırsa o ev. Müstakil, geniş bir avlusu var.
Binaya bitişik bir de bahçe. Avluda elma
ağacı, bahçede ceviz, erik ağaçları, asmalar, harım denilen içinde biber, domates,
nanenin olduğu ufak bir alan. Bahçede
bir nesilden diğerine doya doya toprakla, bitki, böcekle muhatap olan çocuklar.
Evin içi çoğu zaman sadece yatmak için
kullanılan bir yer sadece. Vaktin çoğu
avluda ve bahçede geçer. Yetişkinlerin
zaten yapacak işleri vardır. Çocuklar ise
kasaba dışı zamanlarda okul-ev arasında binalara hapsolmanın acısını çıkarırcasına avluda-bahçede vakit geçirirler.
Bahçede kendi yollarını inşa edip araba
oynarlar, bisikletleri, topları ile bulunmaz bir oyun alanı. Hamakta, salıncakta
kitaplarını okurlar.
Tatil denildiği zaman aklıma gelen
mekân imgesi tam olarak bu… Çocuklukta özgürce hareket edilen bir oyun
alanı iken, büyüdükçe farklı sorumlulukları ile sizi kendi iş bölümüne dâhil
eder. 2-3 aylık yaz mevsimi, kışlık hazırlıklarının yapıldığı bir dönemdir. Özellikle salça, tarhana, konserveler, reçeller,
pekmezler, bulgur kaynatmalar, kuru
üzümler… Salçalık domateslerin alınıp
büyük kazanlarda yıkanması eğlenceli
bir oyundu çocukken. İçi dolu kazanda
yüzen domateslere hortumla su tutmak.
Onların, hem kendi etraflarında hem de
hortumu tuttuğunuz yöne göre kazan
içinde dönmesini seyretmek eğlenceliydi. Sonra zaman ilerledikçe domatesleri
yıkama işi, onları bir yerden ötekine taşıma şeklini aldı. Derken ilk başlarda meraktan başladığımız domatesleri kesme
ya da soyma işi bu sefer asli vazifemiz
oldu. Ufak ufak biz de kışlık hazırlayıcıların arasına dâhil olduk. Ama elbette,
tüm yük annelerimizdeydi.
Üniversiteye başlayıncaya kadar her
sene kışlık hazırlamaktan rahatsız oldum. Çünkü tatilleri değerlendirmek
için kışlık hazırlamak çok iyi bir yöntem
değildi. İşin garibi kariyer sahibi olan
teyzelerim de iş kıyafetlerini giyip büyük
bir şevkle salça, tarhana hazırlıyorlar,
bulgur kaynatıyorlar, nişasta eziyorlardı.
Ne zamanki üniversiteye gidip kendi yemeğimi kendim hazırlamaya başladım,
o zaman kendi hazırladığımız kışlıkların
değerini anladım. Annemin memleketten ayrılırken zorla yanıma aldırdığı salça, bulgur, tarhana bittikten sonra yerlerine marketten aldıklarım neticesinde
gerçekle yüzleştim. İhtimal teyzelerim
de böyle düşünüyorlar ki, şevkle kışlık
hazırlıyorlar. Kendi yaptığınız ürünlerin yerine ambalajlı ürünleri tükettiğiniz zaman aradaki farkı anlıyorsunuz.
Özellikle ev yapımı salça ve endüstriyel
salça arasındaki farkı gördükten sonra
oldukça şaşırdım. El yapımı salçanın
başlı başına kendisi bir lezzet iken hazır salça renk vermenin ötesinde salça
tadını verme konusunda bile yetersiz
kalıyordu. Bulgur dahi sizin kaynatıp,
savurup, değirmende kırdırdığınız kadar
güzel pişmiyordu. Bulgur kaynatmak bu
kadar önemli olmasa, türkülere konu
olur muydu?
Evet, tatiller bana hep kasabayı hatırlatıyor. Dönüp dolaşıp gelinen anneannenin babaannenin evinde, bir tespihin
imamesi gibi herkesin toplandığı, bu
arada birlikte kadın-erkek, genç-yaşlı
ayrımı olmaksızın kışlık hazırlıkların da
yapıldığı, bağa bahçeye gidilip hep beraber hem çalışılıp hem yenilip içildiği
zaman dilimini ifade ediyor. Bu dönemde özellikle güzel şeyler yaşanmış olacak
ki, ailemden binlerce km uzaklıkta, yıllık
iznimi alıp anneannemin avlusunda domates kesmeyi, konserve kavanozlarını
dizmeyi, bu çalışmanın arasında bir arada yemek yemeyi, semaverde çay içmeyi
özlüyorum. Ailem ile bir bağım varsa
kasabada beraber geçirdiğimiz tatillerin
etkisi bunda çok ama çok büyüktür.
Son cümle olarak tatiller bir arada olma
ve üretme zamanlarıdır. Hepinize iyi tatiller.
İLİM / ÜNİVERSİTE
ve TATİL MESELESİ
H
ikâye: Vaktiyle Türkiye’den Fransa/Paris’e okumak için giden bir
kısım talebe, bir ara ülkemizde de hocalık yapmış olan Muhammet
Hamidullah’tan (Ö. 2002) hafta sonları
kendilerine ders vermesini talep ederler. Talepleri olumlu karşılık bulur. Buna
göre her hafta sonu Pazar günleri Paris’te
falan mescitte filan saatte ders yapılacaktır. Özellikle kış mevsiminde ders öncesi
talebelerden biri gelip sobayı yakacak ve
ortamı ders için hazır hale getirecektir.
Ancak bir Cumartesi akşamı öyle kar yağar ki, ertesi gün Paris sokakları adeta in
cin top oynar hale gelir. Sobayı yakıp ders
ortamını hazırlamakla görevli talebe, bugün talebe arkadaşlar gelmez düşüncesi ile
yola revan olur. Sobayı harlatır ve derken
Hamidullah Hoca tam da vaktinde gelir,
rahlenin başına kurulur, kitaplarını çıkarır
ve ders vermeye hazırlanır. Bizim talebe
şaşkındır! Çünkü ortada kendisinden başka talebe yoktur. Hoca bir ortama bir de
bizim talebeye bakar ve “Yerinize oturunuz, derse başlayalım” tembihinde bulunur. Talebe, “Ama hocam, kimse gelmedi
ve bu şartlarda gelmez de” gibi sözler söyleyince Hamidullah Hoca şu cevabı verir:
“Bugün kar yağdı, der yok! Yarın bu oldu,
ders yok! Filan zaman şu oldu, ders yok
der isek biz ilimde yol alamayız!” Ve hoca,
talebeyi karşısına alır, normal şartlarda ne
kadar süre ders veriyor idi ise aynı şekilde
dersi verir ve gider.
***
Eğlenmek, rahatlamak, gezip ferahlamak
elbette ki, insanın ihtiyacıdır. “Tebdil-i
mekanda ferahlık vardır” sözü farklı yerlere açılımın insana moral verdiğini salık
verir. Bu cümleden olarak tarihimizde gerek çocukluk hayatımıza ve gerekse gençlik hayatımıza dair nice oyunlar, sözlü ve
uygulamalı nice eğlence biçimleri vardır.
Özellikle sevinç ve tasada dostların, akraba ve ahbapların bir arada bulunması insanın ferahlaması adına ayrı bir yer teşkil
eder.
Ahmet Çapku
“Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek
parası / Dostunun yüz karası, düşmanın
maskarası” dizelerini Seyfi Baba şiirinde
terennüm eden Mehmet Akif, mezkûr
şiirini “Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!” cümlesi ile bitirir. Gayret
etmek, çalışmak ve üretmek insanî etkinliklerin başında gelir. Gerek yetişmiş insan vücuda getirmek ve gerekse yetişmiş
insanlardan oluşan bir toplum var etmek
adına ilim etkinliği olmadan güçlü bir yapılanmaya gidilemez. Bu durum günümüz
şartlarında bilginin en üst seviyede işlenip
ortaya konulduğu üniversite ile mümkündür. Şu halde üniversite ve ilim etkinliği
ciddiyet gerektiren bir iş olacaktır. Özellikle dünyevî imkânlar açısından gelişmiş
ülkelere bakılınca mesele daha iyi anlaşılır.
Takip ettiği sıkı ders programları, zengin
kütüphane ve laboratuarları, toplum/halk
ve devlet yapısıyla kurduğu iletişim bağları ile üniversite, özellikle yetişmekte olan
genç beyinler açısından göz ardı edilemez
bir kurumdur.
İnsan bedeni gibi beyni de kendi haline
bırakılınca tembelliğe meyil gösterir. İnsanî olan ise her ikisinin terbiye edilmesidir. Eğitim ve spor etkinlikleri bunun için
vardır. Ancak vusûl, usûl ile olur. Aynı
şekilde kem âlât ile kemâlâtın olmayacağını da biliyoruz. Bundan dolayıdır ki, ilim
kurumları bir takım programlar takip ederek amacına ulaşmak ister. Şu kadar var ki,
ortaya konulan programı ciddiyetle takip
etmek ve mümkünse geliştirmek asıldır.
Basit bir örnek: Geçenlerde ilkokul aşamasında olan çocuğum dönem sonu sınavları bitince okula gitmek istemediğini,
çünkü son sınavlar yapıldıktan sonra diğer
arkadaşlarının artık okula gelmediklerini
söyledi! Hâlbuki ders yılının kapanmasına
daha iki hafta var idi… Tuhafıma gitmedi
değil. Bilgi vermeye dönük ve test amaçlı yürüyen bir ders sisteminin acı neticesi
bu olsa gerek dedim kendi kendime. Ancak bunun özellikle üniversite kurumunu
alakadar eden tarafı ise, sözünü ettiğim
anlayışın en üst seviyede ilim etkinliğinin
[email protected]
olması gerektiği akademiye de yansımış
olmasıdır.
Diyelim herhangi bir üniversite, aldığı karar gereği bir yarı dönemde on beş haftalık ders ve ardından sınav/final programı
uygulamaktadır. Kimi talebenin şöyle düşünmesi olasıdır: Nasıl olsa ilk hafta yoklama ve ders ciddi olarak işlenmez. Yüzde
şu kadar derse girmeme hakkı var. Yarı
döneme bir iki defa bayram tatili de dâhil
olur/olabilir. Ders yarıyılının ortalarında
vize haftasının akabinde ise yine kafa tatili devreye girer. Böylece yarı dönem boyunca sekiz on ders yapılırsa kâfidir(!) Biz,
bu anlayışa kimi derslerin sadece teorik
olarak işlenmesini ve bunun da yine kimi
talebe açısından ders geçmek için öğrenildiğini de ilave edersek meselenin vahameti daha da büyümüş olur. Hâlbuki konuyu
dikkate alan üniversiteler sözü edilen ve
ilkokuldan itibaren katmerleşerek gelen
anlayışı en az olumsuz etki ile (hasarla!)
atlatabilmek için ders programlarına çeki
düzen verir ve icabında başlı başına vize
haftası koymak yerine mezkûr sınavı yarı
döneme yayar. Dersleri de mümkün mertebe uygulamalı ve araştırma odaklı olarak
yürütür.
Tatil kelimesinin Arapça a‘-ta-le (ayn, tı,
lam) kökünden türetildiğini ve engelleme,
kesintiye ve hasara-felce uğratma, hareket
edemez hale getirme (atalet, âtıl kalmak,
çürümek) gibi anlamlara geldiğini düşündüğümüzde Hamidullah Hoca’nın ilim-disiplin-terbiye adına niçin bu denli ısrarcı
duruş sergilediğini de anlamış oluruz.
Hâsılı insanımızın daha da sekülerleştiği
bir dünyada, beden ve zihin tembelliğini
çağrıştıran tatil kavramına ilim adına özellikle üniversite kurumunda daha da dikkat
edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü
hiçbir zafer, disiplin ve heyecan olmadan
başarılmış değildir.
TEMMUZ2016
KATI
11
TÜRKİYE'DE TATİL
KAVRAMINA BAKIŞ
Gülay Çakır
[email protected]
az’ın gelmesiyle birlikte hem
okullar kapandı hem de tatil için
planlar yapılmaya başlandı. Bir
sene boyunca yoğun bir tempo ile çalışan aileler, bir sonraki sene için enerji
depolamak adına güzel bir tatil yapmanın
hayalini kurmaya başladılar bile… Tatil
planlaması yapılırken herkesin kendine
göre olmazsa olmazları vardır. Kitlelerin büyük çoğunluğu tatili deniz, güneş
ve kum ile özdeşleştirmektedir. Bu nedenle çoğu insan deniz olmadan tatili
düşünemez. Kimileri ise klasik tatil anlayışının dışına çıkarak alternatif turizm
çeşitlerine yönelir. Bunların başında da
doğa, tarih ve kültür gelmektedir. Bir
diğer alternatif ise Türkiye’ye özgü bir
tatil anlayışı olan akrabalarının yanına
ya da memleketlerine gitmektir. Kimileri yapacağı tatilin basit ve ucuz olmasını
tercih ederken, kimileri için ise illa yurt
dışı olması şarttır. Tercih ne olursa olsun,
tatil yapmak, diğer bir deyişle tatile gitmek, insan hayatında güzel değişikliklere
yol açmaktadır. Yoğun iş temposu içerisinde yapamadığı ya da vakit bulamadığı dinlence ve eğlence aktivitelerini tatil
süresince yapma imkânı bulabilmektedir.
Kâh yarım bıraktığı kitabını okumak, kâh
sevdiği akrabalarıyla ve dostlarıyla güzel
vakit geçirmek, kâh merak ettiği ve daha
önce hiç gitmediği yerleri keşfetmek…
Herkesin tatil algısı yaşam tarzına, hayatı
kavrayışına ve içinden geldiği toplumun
geleneklerine göre şekillenmektedir.
Y
TEMMUZ2016
KATI
12
Son yıllarda yapılan araştırmalarda Türkiye’de seyahat alışkanlıklarının hızla
değiştiği görülmüştür. Eskiden yılda tek
defa tatil yapılırken, günümüzde insanlar izin günlerini bölerek, hafta sonları
ve bayramlarla birleştirerek yılda birkaç
defa uzun tatil yapar olmuştur. Ayrıca
artık Türk insanının sadece yaz aylarında tatil yapmayıp kış aylarında da tatil
yapmaya başladığı görülmektedir. Kışın
yurt içinde en çok Uludağ, Kapadokya,
Erzurum ve Güneydoğu'nun tercih edildiği, yurt dışı turlarda ise en fazla talebin
Prag-Budapeşte-Viyana gibi çoklu turlar-
da yaşandığı görülmektedir. Bunun haricinde Türkler, yurt dışı seyahatlerinde
özellikle vize istemeyen ülkeleri tercih etmektedirler. Bakü, Kiev, Lviv ve Münih,
sıklıkla ziyaret edilen şehirler arasındadır.
Bakü ve Kiev’e vizesiz gidiliyor olması,
bu iki şehrin en çok seyahat edilen destinasyonlar arasında olmasının en önemli
sebeplerinden biridir.
Türkler tatilde en çok akrabalarını ziyaret
ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun
verilerine göre, yapılan seyahatlerin yüzde 68,7’sini akraba ziyaretleri oluşturuyor. Gezi, eğlence amaçlı tatil yapanların
oranı ise yüzde 10,5. Yüzde 9,6’lık bir
kısım ise sağlık için seyahat ediyor.1 Bu
oranlara bakıldığında hala Türklerin tatil
anlayışının eskiden de olduğu gibi akraba, arkadaş ziyaretleri yaparak gerçekleştiği görülmektedir. Bunun en önemli
sebeplerinden biri geleneksel aile yapısı
ve yaşam tarzı, bir diğeri ise düşük sosyo- ekonomik duruma sahip ailelerin
“aile/tanıdık” ziyaretleri yaparak tatillerini daha ekonomik hale getirmeleridir.
İstatistiklerde seyahate çıkanların yaş
gruplarına bakıldığında ise, 25-44 yaş
aralığının en fazla seyahat eden grup olduğu görülmektedir. Özellikle üçüncü
yaş dediğimiz 55 ve üstü kişilerin tatil
faaliyetlerine katılmadıkları da ortadadır. Bu yaş grubundaki kişiler, belli bir
yaşı geçtikten sonra evine çekilmekte ve
-yabancı turistlerin aksine- tatile gitmek
gibi bir düşünce içinde olmamaktadırlar.
Yapılan başka bir araştırmaya göre tatile
çıkanların %50’si tatile kendi otomobili
ile çıkmakta, %43’ü de otobüs firmaları
ile çıkmaktadır. Sadece %5’i havayolunu
tercih etmektedir. Çalışan kişilerin seyahat rahatlığı açısından özel otomobili ve
otobüs firmalarını tercih ettiği söylenebilir. Kadın ve erkeklerin tatil alışkanlıkları
arasında da farklıklar görülüyor. Kadınlarda yüzde 48 oranı ile yürüyüş ve yüzde 47 oranı ile alışveriş ilk iki sırada yer
alırken, erkeklerde ise yüzmek yüzde 57,
yürüyüş ise yüzde 45 oranı ile ilk tercihler arasında bulunuyor.2 Yurt içinde gidi-
len bölge açısından bakıldığında Ege ve
Marmara bölgeleri tatil yapma oranı açısından başı çekiyor. Ege’de tatil yapanların oranı yüzde 61.9 Bunu yüzde 58.7
ile Marmara Bölgesi izliyor. Tatil yapma
oranının en düşük olduğu bölge yüzde
17 ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi.3 Bu
durum sanayileşmenin olduğu bölgeler
ile tatile çıkma olgusu arasında bir bağ
olduğunu gösteriyor.
Tatil yapmak için sebep ne olursa olsun
her bireyin mutlaka bir süre için de olsa
dinlenmeye, tekrar çalışmak için enerji
depolamaya ihtiyacı vardır. Eskiden lüks
bir faaliyet olarak görünen tatil artık insanlar tarafından birer ihtiyaç olarak görülmektedir. Hatta yapılan bilimsel araştırmalar sonucunda tatil yapan kişilerin
yapmayanlardan iş hayatında daha fazla
performans gösterdikleri kanıtlanmıştır. Demek ki artık tatil yapmak lüks olmaktan çıktı ve ihtiyaç olarak hayatımıza
girdi. Bizler de artık yazın gelmesiyle birlikte tatil yapma planlarına başlamamız
gerekiyor. Haydi, o zaman herkes tatile…
DİPNOTLAR:
1- Türkiye İstatistik Kurumu, 6 Mayıs
2016. http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21537,
2- Radikal Gazetesi. Egelilerin Tatil Kültürü Var. 7 Eylül 2008. http://www.radikal.com.tr/hayat/egelilerin-tatil-kulturu-var-897531/
3- Hürriyet Gazetesi, Türklerin Yüzde 40’ı Yaz Tatili Yapmıyor. 8 Eylül
2008.
http://www.hurriyet.com.tr/
turklerin-yuzde-40-i-yaz-tatili-yapmiyor-9842379.
HEPİMİZ
TATİL İÇİN
ÇALIŞIYORUZ!
Kadir Metin Akbaş
E
tinden, sütünden, kısacası emeğinin her bir santimetre karesinden
yararlanılan modern insan, 7/24
stres altında baş etmek zorunda kaldığı
çalışma hayatından kurtuluşun yolu olarak tatili görüyor. Aslında bu tercihini,
modern insana çok görmemek lazım…
Hayatın bu kadar komplike olmadığı eski
zamanlarda tatil kavramı da hayatın dışında, arızi, yapmacık, lüks bir yük olarak yer
tutuyordu. İnsanın, sevdiklerinin yanında,
en azından ailesinin yanında yaşıyor olması, boş zamanların insani ilişkilerin en
muteber olduğu şekilde yaşanıyor olması,
insanın tatile çıkmasını gerektirmeyecek
bir biçimde işliyordu. “Modernizmin en
önemli getirilerinden biri, ev ile iş arasında ayrım koyması ve böylelikle meydana
gelen toplumsal dolaşımın ve mübadele
ilişkilerinin modernite öncesi dönemle farklılaşmasıdır. Ev ile iş arasında bir
ayrımın olmadığı modern öncesi toplumlarda, serbest zaman ile çalışma zamanı
arasında bir ayrım bulunmamıştı. Bugün
serbest zaman etkinliği olarak adlandırdığımız pek çok oluşum, çalışma yaşamının
içine gömülmüştü. Sınıfsal ayrımların keskinleşmediği bu topluluklarda, topluluk
üyeleri hep beraber eğlenir ve hep beraber çalışırlardı.”1
Sonra hayat zorlaştı. Rekabet arttı. Ücretler de doğal olarak artış gösterdi, en azından daha öncesinden eve sadece erkeğin
maaşı girerken, sonrasında buna kadının
maaşı da dâhil oldu. Evde herkes çalışmaya başlayınca, evden kaçma hayalleri de
daha çok kurulmaya başlandı. Yıl boyu
yoğun tempoda çalışan aileler için dinlenmek en önemli meşgale oldu. Evin dışında, mümkünse şehrin, hatta ülkenin dışında olmak, tatil için uzaklara gitmek, her
şeyden uzaklaşmak en büyük amaç oldu.
Çalışma hayatı bir anlamda tatille anlam
kazanmaya başladı. Bunun en çarpıcı şekilde görünür olduğu yer ise; tatil sitelerinin sloganları olmaya başladı. İnternetin
hayatımızın her alanını kuşattığı, mobi-
[email protected]
lize olmanın revaçta olduğu günümüzde
insanlara oturdukları yerden tatillerinin
planlamalarını yapmalarını, her türlü seçeneğe bir tıkla ulaşmalarını, dünyanın her
yerindeki otelleri karşılaştırmalarını sağlayan bu siteler, bir anlamda modern insana tatile kaçış yolunu gösteren bir pusula
işlevi görür oldu. Bu sitelerden birinin
kullandığı ve reklamlarında çokça duyduğumuz “hepimiz tatil için çalışıyoruz”
sloganı, bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Özellikle ülkemizde çalışan
nüfusun büyük bir çoğunluğu sevmediği,
istemediği bir işte sırf hayatını idame ettirebilmek için çalıştığından, yasal hakkı
olan iznini de “tatil yaparak” değerlendirmek istiyor. Ve pek çoklarının tatilden
beklediği ekmek elden su gölden, hiçbir
şeye karışmadan, yan gelip yatmak… İşte
bu sebepten dolayı insanlar, her ay maaşlarından bir kısmını yaz tatili bütçesi olarak kenara ayırıyor. Eğer kenara bir para
ayrılamıyorsa, bu kez devreye her derde
deva krediler, limiti yüksek kredi kartları
giriyor ve tatil için harcanan para, yılın diğer kısmında çalışarak kazanılıp ödeniyor.
Bu kısır döngüyü biz Avrupa’nın farklı
ülkelerinde ikamet eden gurbetçilerin yaz
tatillerinden biliyorduk. Yılın 11 ayı gece
gündüz, tıka basa, vardiyalı bir şekilde çalışan gurbetçiler, Türkiye’ye tatile geldiklerinde muhteşem bir 30 gün geçiriyorlar;
adeta bütün bir yılın, gurbetin, farklı bir
dili konuşmanın zorluğunun, farklı bir
kültüre adapte olmanın güçlüğünün, vatana hasret kalmanın acısını çıkarıyorlardı. Şimdi bu şablonun aynısını bu ülkenin
çalışanları da yaşıyor. Bütün bir senenin
çalışması, neredeyse bir haftalık tatil için.
Döngü bu şekilde işliyor. İnsanlar buna
konsantre olmaya zorlanıyor, buna özendiriliyor, bilinçaltına bu pompalanıyor.
Psikolog Özge Çetinkaya’ya göre; “Tatile
çıkmak insanın psikolojisini düzeltir, yaşadığımızı hatırlatır, anı birikimini sağlar,
görgü ve bilgimizi arttırır, kendimizi iyi
hissettirir, stresle başa çıkmayı kolaylaştı-
rır, sevdiklerimizle daha fazla vakit geçirmemizi sağlar, duygu paylaşımlarını arttırır, aile bireylerinin birbirine olan sevgi,
saygılarını geliştirir, kaliteli zaman geçirmelerine imkân tanır.”2 Aslında buna en
güzel örnek; tebdil-i mekânda yani mekân
değişiminde ferahlık vardır sözünü verebiliriz. Bunda bir sorun yok ama her
şeyi kendine yontmayı başaran, her şeyi
kendisi için kullanan kapitalizm, tatili de
bu kategoriye sokmayı başardı. Seyahat
etmenin, tatil yapmanın insanın ruh sağlığına olumlu etkilerinin olduğunun göz
ününde bulundurulması gerektiğinin altını çizen psikolog Çetinkaya; “Tatil için ayrılan zamanın gereksiz gibi düşünülmesi
veya tatilin gereksiz para harcama olarak
görülmesi insanları bu güzelliklerden alıkoymaktadır. Bu durum kendimize, işimize yapılan bir yatırımdır. Tatil sonucunda
artan moral ve motivasyonun daha verimli çalışmaya yol açacağı düşünülmeli, sonucunda kendimiz, çevremiz, yaşamımız
için daha kazançlı olacağı bilinmelidir.”
Diyor. Kendi adıma bu sözlere katılmaktan başka bir çare göremiyorum.
Zaman hızla akıp gidiyor. Dengeyi sağlamak gittikçe zorlaşıyor. Ancak her şeye
rağmen, çalışmak ve dinlenmek iki önemli
aktivite olarak karşımızda duruyor. Önce
yorulana kadar çalışmak, sonra ise yeniden çalışmak için dinlenmek zorundayız.
Sanırım o slogan doğru söylüyor: hepimiz
tatil için çalışıyoruz…
DİPNOTLAR:
1- Bilal Arık, Top Ekranda, İstanbul: Salyangoz Yayınları, 2004, S:15
2- http://www.iha.com.tr/haber-tatil-gerekli-mi-481131/, Erişim Tarihi: 27 Haziran 2016.
TEMMUZ2016
KATI
13
ÇALIŞMAK, TATİLİN
AMENTÜSÜDÜR
İskender Gümüş
[email protected]
İ
nsanlık tarihi aslında emeğin tarihidir. Hz. Âdem’in cennette eşi Havva’yla birlikte, geçimini sağlamak
amacıyla çalışmaya ve zahmet çekmeye
gerek olmaksızın huzur içinde yaşadığı,
ancak işlediği günah sebebiyle cennetten
kovulunca hayatını sürdürebilmek için
çalışmak ve yorulmak zorunda kalması,
emek tarihi ile ilgili ilk bulgulardandır.
TEMMUZ2016
KATI
14
Kadim Yunan’da da çalışmak, istenmeyen, can sıkıcı bir iş ve insana ızdırap
ve acı veren külfetli bir eylem olarak
görülüyordu. Çalışmanın bu anlamı artık evrensel bir hal aldı. Kudret Emiroğlu’nun “Gündelik Hayatımızın Kısa
Tarihi” adlı kitabında çalışma kelimesinin etimolojisinin Eski İzlanda dilinde
“vinna” (iş, fiil olarak çalışmak, kazanmak), Sanskritçede “van”, Latincede
“venari“ (avlanmak), Gotça’da “winno”
(acı çekmek) ve İngilizcede ise “win”
(kazanmak) sözcüğünün kökü olduğunu
belirtiliyor. Ayrıca, Kadim Yunan’da köleler için kullanılan “dulueo” (çalışmak)
sözcüğü “dulos” (köle) sözcüğünden türetilmiş. İlginç bir şekilde de Germen ve
Slav dillerinde çalışmak anlamına gelen
“arbeiten” ve “rabota” yetim anlamına
gelen “orfanos”, “orbus” ve “orbho”dan türemiş. İngilizcede yük altında
sallanmak anlamına gelen “labare” filinden “labour” türetilmiş ve emek anlamı
yanında, doğum sancısı anlamını da taşıyor.1 Arapçada ise daha çok kesb kelimesi kullanıyor ve maddî olsun, manevî
olsun bir emek ile elde edileni/kazancı
ifade ediyor.2 Türkçede emek sözcüğü
ise emgekten geliyor ve zorluk çekmek,
göğüs germek anlamlarını taşıyor.3
Çalışmanın ruhu
Kadim Yunan’da hür insanlar bedenî çalışmayı sevmiyorlar, zahmetli ve yorucu
işlerin kölelere mahsus olduğuna inanıyorlardı. Bu dönemde hür insanlar, sadece büyük çiftlikleri yönetiyor, köleler ise
bedenî işleri yapıyordu. Eski Ahit’te de
“hayattan nefret ediyorum, çünkü güneş
altında çalışmak bana ızdırap veriyor”
deniliyor. Her ne kadar insanoğlu çalışmanın zahmetinden kaçmak istese de
yeryüzünde yaşadığı müddetçe çalışmak
ve geçimini sağlamak zorunda.
Çalışma, ilk insanla birlikte ortaya çıkmış olsa da, sanayi devrimiyle birlikte
yapısal bir dönüşüme uğradı. Sanayi
devrimi öncesinde daha çok güneşin
doğuşu ve batışı arasındaki zaman dilimine ve genellikle toprağa ya da küçük
bir imalathaneye bağlı olan çalışma, sanayi devrimiyle birlikte güneşin doğuşu
ve batışının çok da önemli olmadığı, küçük imalathaneden büyük fabrikalarda
yapılan üretime dönüştü. Geçimlik ekonomiden, ihtiyaç fazlası üretime geçildi.
Zamanın ve mekânın anlamı sanayiye
dayalı yeni üretim biçimiyle şekillenmeye
başladı.
Sanayi devriminin ekonomiyi etkilediği
kadar sosyal hayatı da etkiledi. Bağımlı
çalışma ilişkileri yaygınlaştı. Vardiyalı çalışma ile üretim bandı hiç durmaksızın
faaliyetine devam etti. Sefalet düzeyine
düşen ücretler, uzun çalışma saatleri,
üretimde çocuk emeği, iş kazaları, ölümler sanayi kapitalizminin geride bıraktığı
miras oldu. Ekonomik ve sosyal hayatta
yaşanan tüm bu olumsuzluklar işçi sınıfının örgütlenmesine neden oldu. Burjuvazinin kâr çılgınlığını ve işçi sınıfının
öfkesini gören hükümetler kapitalizmin
sunduğu ağır koşulları hafifletmek amacıyla çalışma hayatına müdahale etmeye
başladı.
Ücretlerin artırılması, sosyal güvenlik
sistemlerinin geliştirilmesi, çalışma sürelerinin azaltılması, çocuk emeğinde
düzenleme yapılması, iş kazası ve meslek hastalıklarına yönelik tedbir alınması
devletin temel görevleri arasında sayıldı.
Sanayi toplumu döneminde uygulamaya
konulan bu müdahaleler, çalışma ve dinlenme sürelerine ilişkin de düzenlemeler
içeriyordu. Mesai saatleri içerisinde dinlenmek ve yıl içinde belli bir süre izin
kullanmak bu düzenlemelerin arasında
yer alıyordu.
Zamanın Ruhu
Sanayi toplumunun ilk dönemlerinde,
“tatile çıkmak” yoğun çalışmadan bir
süre uzaklaşmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Sanayi toplumu geleneklerinin
yerleşikleştiği 1940’lardan sonra bugünkü anlamda “tatil” olgusu gelişti. Zira bu
dönem, özellikle Avrupa toplumlarında
yaklaşık 30 yıl sürecek olan bir refah
döneminin başlangıcıdır. Avrupa’da sosyal harcamaların arttığı, sosyal hakların
geliştiği bu dönemde, bir çalışma hakkı
olarak yıllık izinlerin “tatil” olarak kullanımı yaygınlaştı. Farklı ülke görme, seyahat etme, deniz turizmi ya da eko-turizm
olarak ortaya çıkan tatil algısı hızla yaygınlaştı.
Bugün tatil bir kaçış olarak görülüyor.
Modernizm, bireyselleşme, tüketim çılgınlığı, geniş ve çekirdek ailenin çözülmesinden kaynaklanan yalnız bireyler,
gösteriş merakı, depresif davranışların
yaygınlaşması tatil olgusunu cazip hale
getiriyor. Tatilden çok eğlenceye, dinlenmekten çok kafa dağıtmaya doğru bir
yöneliş var.
Üretim tekniklerinin gelişmesi, bağımlı
çalışma ilişkilerinin azalması, kısmi süreli
çalışmanın yaygınlaşması ve çalışmanın
sonunun geldiğine yönelik iddialar tatil algısını da dönüştüreceğe benziyor.
Eskiden bir yıllık çalışmanın meyvesi
olarak hak edilen tatil (izin ya da çalışmama) çalışmanın sonunun yaklaştığı bu
dönemde neyi ifade edecek? Yoksa bize
her gün tatil mi diyeceğiz?
DİPNOTLAR:
1- Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi, İstanbul: İş Bankası Kültür
Yayınları, 2013.
2- Celâl Yeniçeri, Peygamber ve Sonrasında İslam’ın Emeğe Bakışı ve Emek
Hayatını Düzenlemesi, İstanbul: Çamlıca
Yayınları, 2009.
3- Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, İstanbul: Everest Yayınları, 2012.
İNTERNETİN TATİL
KAVRAMINA KATKILARI
D
okunduğu her şeyi büyük bir hızla dönüştüren, bilgi çağının en
büyük armağanı olan internet
ve mobilite, tatil kavramına alışılagelmiş
anlamı dışında farklı bir boyut ve anlam
kazandırmaktadır. İnternet, tatil planı yaparken, tatil esnasında ve sonrasında en fazla kullanılan mecradır. Tatilin tatlı bir hayal olduğunu düşünürsek; internet, harita
servisleri, fotoğraflar, videolar, daha önce
tatil yapmış kişilerin yorumları ve bunlardan daha da fazlası ile bu hayali en fazla
gerçeğe dönüştürebilen araç konumundadır.
Kaç kişinin seyahat edeceği, ulaşımda
hangi araç veya araçların tercih edileceği,
konaklamanın nerede veya nerelerde nasıl
yapılacağı, özellikle yurtdışı seyahatlerinde
seyahat çantalarının ağırlığı gibi kalemler,
tatil planında düşünülmesi ve üzerinde
durulması gereken noktalardan sadece
birkaçıdır. Ancak tüm bunlar gözünüzü
korkutmamalı ve seyahat özgürlüğünüzü
engellememelidir. İnternet üzerinde bulunan pek çok ücretli ve ücretsiz servis
sayesinde tüm bunlar birer sorun olmaktan çıkmış ve çok farklı şekillerde çözüme
kavuşmuştur.
İnternet sayesinde tatile çıkmak artık oldukça kolay ve sıradan bir durumdur. Vizesiz ülkeler, görülmesi gereken yerler, ilginç
yerler ve tarihi mekânlar hakkında gereken
bilgileri bulmak herhangi bir arama motoru üzerinde arama yapmak için gereken
birkaç kelime veya kısa bir cümleden fazlası değildir. Oteller, kamp alanları, turlar, araba kiralama servisleri ve müzeler
için çevrimiçi rezervasyon yapmak veya
bir hizmet satın almak artık sadece birkaç
basit fare hareketinden ibaret. İnternet
sayesinde sanal bir tur izleyebilir, fotoğraflara, videolara ve seyahat günlüklerine
bakabilirsiniz. Hatta bununla da kalmayıp
hedefinize ulaştığınızda da zamanınızı
optimum bir şekilde kullanmak için çok
sayıda imkandan yararlanabilirsiniz. Akıllı
telefonunuza sokak haritalarını ve yürüyüş
turlarını indirebilir, birçok öğeyi anında
inceleyebilirsiniz. Festivaller, konserler ve
turistlere özel indirimler hakkında bilgi
Fatih Ünal
sahibi olmak için çevrimiçi yerel gazete ve
etkinlik sitelerine göz atabilirsiniz.
Bunun yanı sıra internet üzerinde harita
bazlı otel arama yapabilen, lokasyon tabanlı
puanlama ve yorum sistemine sahip birçok
hizmeti de bulabilirsiniz. Örneğin: Bir iş
seyahatine çıkacaksınız, gideceğiniz şehri
seçerek tarih belirttikten sonra karşınıza
çıkan haritalarda toplantınızın tam olarak
nerede olduğunu belirttiğinizde, o noktaya en yakın otelleri gösteren birçok site
bulunmaktadır. Seçeceğiniz otel için daha
önce orada bulunmuş insanların yorum ve
önerilerine anında erişebilirsiniz.
Tatilin ilk aşaması nereye gideceğinizi
düşünmek ve tespit etmektir. Sonraki aşama ise yolculuğun planlanmasıdır. Hemen
hemen hepimiz tatil yolculuğumuzun her
saniyesini en ince detayına kadar planlamaya ve yolculuk esnasında meydana
gelebilecek sürprizlere fırsat vermemeye çalışırız. İşte tam da bu noktada internet inanılmaz imkânlar sunmaktadır.
Dünyanın dört bir yanından birçok insanın seyahat anılarını ve yolculuk deneyimlerini paylaştığı pek çok site mevcuttur.
Bu siteler yolculuk planlamasında gizli
noktaları keşfetmek için fikirler vermekte
ve yolculuklar hakkında birçok paylaşım
içermektedir. Bununla beraber gideceğiniz
bölgelerdeki etkinlikler konusunda bilgiler
içeren, konserlerden, sinema gösterimlerine ve kişilerin düzenlediği etkinliklere
kadar nerede, ne zaman, neler olduğuna dair bilgi alabileceğiniz, rezervasyon
yaptırabileceğiniz ve etkinliklerin e-posta
ile tarafınıza ulaşmasını sağlayabileceğiniz
pek çok hizmet de ücretsiz olarak sunulmaktadır.
Bunun yanı sıra yolcuğunuzda uçak kullanmak istiyor ve en uygun uçak biletini bulmak istiyorsunuz. Ancak uçuş fiyatları her
an değişebildiğinden, değişken fiyat hareketlerini yoğun günlük işleriniz arasında
sürekli kontrol etmeniz pek mümkün olmayabilir. İnternet, burada da imdadınıza
yetişmekte ve faydalı hizmetler ile çözüm
sunmaktadır. En uygun uçak biletlerini
bulabileceğiniz web sitelerinin yanı sıra
[email protected]
değişen uçuş fiyatlarını kolayca yakalayabileceğiniz fiyat alarmı gibi tanımlamalar
yapabileceğiniz servisler bulunmaktadır.
İstediğiniz yere uçak bileti bulmak için tüm
havayolu şirketleri için arama yapabilmenin yanı sıra arama sonuçları içinden belirlediğiniz fiyat veya fiyatlar için alarmlar
tanımlanabilmektedir. Tanımlayacağınız
bu alarmların e-posta adresinize bildirilmesini de sağlayabilirsiniz.
Tatil planlarında en önemli kalemlerden
biri de şüphesiz ki masraflardır. Nereye ne
kadar harcayacağımızı planlamak ve bunu
kontrol etmek oldukça önemli bir unsurdur. İnternet üzerinde tatiliniz boyunca
harcama planlamanızı kontrol etmenizi
sağlayan birçok servis mevcuttur. Tatil
bütçesi hesaplamaya yarayan araçların yanı
sıra, seyahat masraflarını kontrol etme
imkânı da bulunan ve yurtdışına gidecekseniz, gideceğiniz ülkenin para birimine
göre döviz tabanlı hesaplama yapabilen
pek çok site ve mobil uygulama bulunmaktadır.
Bulut tabanlı dosya servislerini kullanarak
tatilinize ait fotoğraf ve video gibi materyalleri saklayabilir, sosyal ağlar aracılığıyla da
bu materyalleri anlık olarak paylaşarak tatil
keyfinize arkadaşlarınızı da ortak edebilirsiniz.
İnternet üzerinde tatil planı yapmak, tatiliniz için gereken kalemlere ait araç ve servisleri kullanmak, zaman ve para tasarrufu etmenizi sağlayarak birçok konuda sizi
stresten uzak tutacaktır. Ancak çevrimiçi
paylaştığınız birtakım bilgilerin sizi istenmeyen durumlara sürükleyebileceğini aklınızdan çıkarmamalısınız. Tatil planınız
hakkında çok fazla ayrıntılı bilgi vermemeniz gerektiğini unutmamalı, çevrimiçi
paylaştıklarınızın kim olduğunuz, nerede yaşadığınız ve ne zaman evde olmayacağınız gibi bilgiler hakkında detaylar
içermemesine dikkat etmelisiniz. Paylaşacağınız bilgiler konusunda dikkatsiz
davranmadığınız sürece internet, tatilinizi
planlamak ve yönetmek için harikulade bir
ortamdır.
TEMMUZ2016
KATI
15
ÖĞRENİLEBİLEN BİR
MESLEK: SEYYAHLIK
Cihad Meriç
[email protected]
B
ir beldeyi ziyaret edeceksem; yaşayan iyi adamları, sırlanmış büyükleri, tarihi geçmişi, doğal güzellikleri araştırırım. Şehrin tarihi geçmişi ve
sırlanmış büyükleri vesilesiyle tefekküre
kapı aralar ve yaşanmış hayatlara dokunma fırsatı bulurum. İnsan ve Şehir, bu iki
öğreticiye talebe olursak kendimizi daha
iyi geliştireceğimizi düşünüyorum. İnsan
ve Şehir, denklemi anlamlıdır; insan yoksa
şehir virane olur, insan yaşayacak bir şehir
bulamazsa avare olur.
TEMMUZ2016
KATI
16
Seyahat mesleğini öğrenmenin oluşturacağı farkındalık sonucu şehirleri daha iyi tanımak mümkündür. Bırakın birkaç günlük
ziyareti, bazen yıllarca bulunduğumuz şehirden bile bihaber yaşayabiliyoruz. Bu nedenle seyahat kültürü oluşturmak için bazı
sorulara cevap aranmalıdır; Bir şehir nasıl
tanınır ve gezilir? Seyahat sırasında nelere
dikkat edilmelidir? Geziye nereden başlamalı? Bu sorular çoğaltılabilir. Seyahat
kültürünü ve mesleğini öğreneceğimiz en
güzel kaynaklar seyahatnamelerdir. Turistik gezi ile seyyah usulü ziyaretin farkını da
ancak seyahatnameleri inceleyerek anlayabiliriz. Bir şehre girmeden ilk sorularımız
şunlar olmalıdır: "Bu şehir için seyyahların
piri Evliya Çelebi ne demiş?", "İbn Battuta
buradan geçmiş mi?" "Diğer seyyahların
bu şehre dair notları var mı?"
Farkında olarak ve şehri, hakkını vererek
ziyaret edebilmek, belli bir altyapı ile mümkündür. Bu altyapıyla ilgili kaynakları şöyle
sıralayabiliriz: Valilik, Kaymakamlık, Belediye, Kültür Müdürlüğü siteleri; Seyahatnameler ve internet ortamındaki özgün gezi
yazıları. Şehrin bir iyi adamı nasıl o şehrin
tüm iyilerine ulaşmamıza vesile ise kadim
şehirden de bir iz bulduğumuzda bütün
eserlere ulaşmamız mümkündür. Selçuklu
ve Osmanlı şehirlerinde; Kale, Ulu Camii,
Külliye, şehrin ortasından geçen nehir...
Gibi bir iz bulunduğunda işimiz kolaylaşır.
Kısaca bir tarihi cami minaresi, bizi kadim
şehre ulaştırır.
Farklı şehirlerde yeniden başlamak zorunda olmanın verdiği bir zorunlulukla şehirle
kucaklaşmanın pratik yollarını bulmam bir
zorunluluk halini aldı. Zaman az ve koca
bir şehirle tanışmak zorundasınız, ne yaparsınız? Planlı ve hızlı hareket etmezsek,
şehri tanıma fırsatını elimizden kaçırabiliriz. Son şubat tatilinde bir hafta kaldığım
Armutlu buna güzel örnektir. Eğer bulun-
duğum otelden çıkıp merkeze sabah namazına gitmemiş olsaydım, kendimi Armutlu'ya seyahat etmiş saymazdım. Seyyahlık
da zamanla öğreniliyor, bu nedenle kendi
yaşantımdan hareketle “seyyahlık öğrenilebilen bir meslektir”, diyorum. Zamanla
oluşan bu farkındalık sonucu gittiğim yeni
şehirlerde daha hızlı başlangıçlar yapabiliyorum. Çoğu insanın adını duyduğunda
orada nasıl yaşanır diyeceği şehirlerde yıllara sığmayacak hatıralar ve güzel insanlar
biriktirdim. Bunun birazı planlı olsa da çoğunluğu yine de nasip. Örnek olarak İstanbul öncesi yaşadığım Cizre'nin bir önceki
şehrim Konya'dan benim için yaşam ve
muhabbet açısından büyük farkı olmadığını ifade edebilirim. Konya’da Sır Hocamız
ve Piri Paşa Medresemiz vardı. Cizre’de
Kırmızı Medrese, Ahmed-el Cezeri, İsmail
Ebul İz Cezeri ile tanıştık. Konya'da tefekkür için bazen Meram bağlarına giderdik.
Cizre'de Dicle kenarında yürümek ve bir
dost ile muhabbet eşliğinde çay yudumlamak tüm dertlerimize şifa oldu.
Şehirlerle ilgili ön yargılardan arınmadan
o şehre nüfuz etmemiz zordur. Evet, her
şehirde problemler vardır; fakat sessiz çoğunluk iyiliği kendi âleminde yaşar. Bize
düşen şehrin ruhuna dokunmamızı sağlayacak ipin ucunu bulmaktır. Seyyah bu
iyiler halkasından bir adam bulur ve şehrin
muhabbet sofrasına dâhil olur. Seyyahların
piri İbn Batuta Alanya'da tanıştığı Ahilik
Teşkilatı'nda iyiliğin ipucunu yakalamış ve
Anadolu'da gittiği her şehirde önce Ahileri
aramıştır. Böylece Ahilik ile ilgili ana kaynağımız da İbn Batuta'nın seyahatnamesi
olmuştur.
yapıyor, hayırda yarışıyorsa o beldenin yaşam standardı yüksektir.
Biz ister istemez şehir içinde veya şehirlerarası ulaşımda hep bildiğimiz ve popüler
yolları tercih ediyoruz. Çok kullanılan seyyahlık düsturu: "Sokaklarında/yollarında
kaybolmadığın şehri tanıyorum deme!"
Yolculuklarımda aynı hedeflere gitsem
bile mümkün olduğunca farklı yolları kullanırım, farklı yerlerde mola vermeye çalışırım. Bu tip farklılıkların hepsi yolculuğa
ve hayatımıza ayrı bir zenginlik katıyor.
Hele bizim gibi her karış toprağı zengin
medeniyet birikimine sahip coğrafyalarda
güzergâh seçeneği konusunda hiç fakirlik
yaşanmaz. Gaza basıp tek noktaya ulaşma
derdiniz yoksa her an bir sürprizle karşılaşabilirsiniz. Yolculuk sırasında güzergâhlarda yapacağımız küçük değişikliklerle bir
çok yeni güzellik keşfetmemiz mümkündür.
Yol üzerindeki dinlenme tesisleri de önemlidir. Bu önem ecdat tarafından anlaşılmış
ki o şaheser Kervansaraylar ortaya çıkmıştır. Dinlenme tesisleri çocuklar ve aileler
düşünülerek tasarlanmalıdır. Bir mekân
tasarlarken; aile, çocuk, yaşlı, engelli, kısaca
herkes düşünülmeli. Siz diyeceksiniz şehir
tasarlarken de düşünülmeli, doğru söze ne
denir. Zaten yitik malımız bu ince düşünce
değil mi?
Şehri daha iyi tanımak için yapılması gerekenler:
1- Ulu Camii'nde sabah namazı kılmak
2- En kadim sabahçı lokantasında çorba
içmek
Benim için genelde bir şehirde dostum
varsa, o şehrin iyi adamlar defterine kayıtlı
kişidir. Ve ona ilk sorum şu olur: “En çok
huşu duyduğun cami ve kendini en rahat
hissettiğin mekân hangisidir?" Bu soruya birincide tam cevap veremeyenler en
azından ikinci ziyaretimize hazırlık yapmış
oluyor. Böylece hem dostumuz şehri tanıyor hem de beni kısa yoldan şehrin huzur
mekânlarını ulaştırıyor.
3- En kadim sabahçı kahvehanesinde çay
içmek
Siz bir beldeye girdiğinizde önce neye dikkat edersiniz bilemem; ben meslek erbabına bakarım. Esnafın kalitesi şehir hayatının
kalitesi hakkında ipucu verir. Esnaf şehre
sahip çıkıyorsa o şehrin çehresi değişir.
Bence şehrin en belirleyici unsuru esnafıdır. Ticaret ve meslek erbabı iyiliğe liderlik
8- Garip ve yetimlerini bulup sevindirmek
4- En kadim mezarlığını ziyaret etmek
5- En iyi adamlarından bir kaçı ile tanışmak
6- En iyi esnafını bulup alış-veriş yapmak
7- En güzel mesire yerinde dostlar ile muhabbet etmek
9- Şehrin yüksek yerine çıkarak gün batımı
rehberliğinde âlemi seyretmek
10-Tarihi ve kültürel mekânlarını ziyaret
etmek.
BİR
ŞEZLONGNİŞİNİN
GAFLETİ: TATİL
T
atil kavramını ne nazari olarak
ne de ameli olarak çok benimseyebilmiş biri olamadım kendi
hayatımda. Belli bir yaşa kadar hep yapacak işlerim olduğu söylendi ebeveynlerim tarafından. Belli bir yaştan sonra
da hep yapacak bir şeyler bulur oldum
kendime. Yani ya hep bir şeylerle meşgul olmak zorunda kaldım ya da meşgul
bırakıldım. Zaten kanaatimce özü itibariyle insan meşgul bir insandır.
Kulağa hoş bir sesleniş ve tınıya sahipmiş gibi olan tatil kelimesi menşeinin
değil sonradan yapılan propagandanın
mahkûmu olmuş anlam giydirilmiş bir
kelimedir. Nitekim "Ta'tîl" kelimesi
Arapça bir kelime olup "atâlet" kökünden türetilmiş bir kelimedir. Atalet
kelimesi ise menşei anlamı olarak "işe
yaramamak, boş, atıl, muattal, tembellik, işlemezlik, faaliyet dışı kalmak" anlamına gelmektedir.
Sanayileşme kendi yorduğu insanının
-makine olmadığının bilincinde olarak- kapitalistçe bir armağan olarak
ona kutsal gün ya da bayram anlamına gelen “holiday” seküler bir bayram
olarak tatil kavramını hediye etmiştir.
Sanayileşme mekanizması ve üretici,
çalışanına enerji depolaması için tatil
vermek zarureti içerisinde olduğunun
bilincindeydi. Sanayileşmenin sofistik
hale getirdiği ticari kapitalizmin halefleri ve havarileri yıl içinde enerjisinden
istifade ettiği kurbanının yılsonunda biriktirdiği parasının cebinde olmasından
rahatsız olduğu için hizmet ve tüketim
sektörünü harekete geçirmiş ve tatil/
holiday kavramanı bir propaganda unsuru olarak kullanmıştır. Kapitalizmin
havarileri tarafından “tatil” modern bir
ihtiyaç olarak özendirilmiş ve kutsanmıştır. Nitekim kavram tahrip edilirse
tasavvur tahrip edilir tasavvur tahrip
edildiğinde önce şahsiyet sonra hayat
tahrip edilir. Şahsiyeti ve hayatı tahrip
Ahmet Dağ
edilmiş adam şenzlongun üzerinde pert
hale ge/tiri/lmiştir. Nitekim Gökhan
Gökbel’in dediği gibi,
"Bugün tatil yapmak, tatile girmek, tatile çıkmak şeklinde kullanılan ifadelerin hepsi yanlıştır. Zira tatile uğrayan
şey her daim münfaildir. İradi bir tatil
Türkçede yok. Mesela vapur bozulur,
seferler tatil edilir. İstanbul İngilizler
tarafından işgal edilir, Meclis-i Mebusan tatil edilir; bir gazete kağıtsızlıktan
neşriyatını tatil eder, tribünde kavga çıkar hakem maçı tatil eder. Patron lokavt
ilan eder fabrika tatil olur. Tatil böyle
bir şeydir. Mesela vapur seferleri tatile
girdi yahut maç tatile girdi diyebiliyor
musunuz?"
“Tatil” kavramı her seslendirildiğinde
kafada canlanan tasavvur; mavi bir deniz, şezlong, şezlogun üstünde hımbılca yığılmış bir adam ve güneş şemsiyesi
üryan kılıkta adamlar ve kadınlar. Modern dünyada -Foucault’un ifade ettiği
gibi- iktidarın ihlal alanı “beden”dir.
“Beden” kavramı ‘tatil’ kavramını bilinçlerde empoze edenlerin de istismar
ve ihlal alanlarından biri olmuştur. “Tatil” denilince -Meriç’in ifadesiyle- bir
şezlongnişin silüeti hemen akla gelir.
Oysa “tatil” aranan, özlenen ve imrenilen bir kavram olmaktan daha çok
kaçınılması gereken bir kavram olması
gerekir. Hele ki Müslüman bir şahsiyetten bahsediyorsak tatilden vebadan
kaçar gibi kaçmalıdır. “İki günü bir
olan ziyandandır” diyen bir Peygamberin ümmetine “Bilsin ki insan için
kendi çalışmasından başka bir şey yoktur Ve çalışması da ileride görülecektir.
39/40” diyen Allah’ın kullarına atalet
içinde bulunmak yakışmaz. Tembellik
pratiğine kavuşan tatili yaşamak ve tatilci moduna girmek hoş olmayan bir
haldir. Ömrün her yılının, gününün,
saatinin, dakikasının ve saniyesinin bir
[email protected]
kulluk olduğu bilincine sahip bir kulun
ümmetin hazin ve felaket içinde bulunduğu günümüzde tatil hevesi ve heyecanı içerisinde bulunması anlaşılacak bir
durum değildir. Aksine daha fazla aksiyoner ve dertli olması gereken mümin
için işlevsiz, atıl kalmak ve boş durmak
anlaşılmayacak ve izah edilemeyecek
kâbus gibi bir şeydir.
Kötülüğün, zulmün, zalimin tatile girdiği yani işlevsiz kaldığı, muattal duruma
geçtiği zaman tatil yapmanın hakkımız
olduğunu düşünüyorum. Aksi durumda bu şartlar içerisinde Müslüman için
tatilin hiç de helal olduğunu düşünmüyorum. Atalet içerisinde bulunmanın
ötesine geçen aldırmazlığa, lükse, tüketime kaymış İslami usul tatil gibi durumların anlaşılması ya da izah edilmesi
mümkün değil.
Tatile ve safahata esir olmuş dindar elitler, namaz sırasında uzaktan kumanda
ile tavana kadar yükseltilen kanepelere
otururken, milyon dolarlarla -Müslüman ülkelerdeki açları doyurabilecek,
Filistin'e merhem olacak miktar- Dubai ya da bilumum mekânlarda açtıkları oteller hangi Müslüman bilincinin
işidir. Zengin dindar, tatilci Müslüman
söylemleri ayyuka çıkmışken yanı başımızda Halep’te, Felluce’de düşüverir bombalar kardeşlerimizin üstüne.
Vicdanını yitirmiş dünyanın kapitalist
evlatları her türlü duygunun, inancın
ve vicdanın bile parayla alınıp satılabileceği fikrinde ve inanışında yaşarlar.
Bilincimiz kul bilincinden Hannibal bilincine dönüşmüştür. Kemikleşmemiş
masum küçük bedenler, ruhsuz bombaların yıktığı molozlar altında tozla
kaplı etli oyuncak bebeklere dönmüş
şekilde çıkarken, şezlongda uzanmak
ya da açık büfeden beslenmek nasıl bir
kul bilincidir…
TEMMUZ2016
KATI
17
KATI YAZARLARI TATİLDE NE OKUYOR
Muhammet Atalay
?
Jacqueline Russ - Avrupa Düşüncesinin Serüveni & Antik Çağlardan Günümüze Batı Düşüncesi
Hilmi Ziya Ülken - Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi
Ahmet Davutoğlu - Medeniyetler ve Şehirler
René Guénon - Doğu Düşüncesi
Alev Alatlı - Schrödinger'in Kedisi 1 - Kabus
Alev Alatlı - Schrödinger'in Kedisi 2 - Rüya
Ramazan Çelik
Mevlana - Mesnevi
Mukadder Çakır - İnternette Gösteri ve Gözetim
Tolga Kara, Ebru Özgen - Ağdaki Şüphe Bir Sosyal Medya Eleştirisi
Max Horkheimer - Akıl Tutulması
Marshall Berman - Katı Olan Her şey Buharlaşıyor
Ufuk Özer
Carsten Jensen - Biz Boğulanlar
Wieslaw Mysliwski - Taş Taş Üstünde
Doğan Gürpınar - Kültür Savaşları İslam, Sekülerizm ve Kimlik Siyasetinin Yükselişi
John Krakauer - Yabana Doğru
Kemal Sayar - Yavaşla!
Cihad Meriç
TEMMUZ2016
KATI
18
M. Fuad Köprülü – Anadolu’da İslamiyet
M. Fuad Köprülü – Tarih Araştırmaları
M. Fuad Köprülü – İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi
Sadık Yalsızuçanlar, Mukaddes Mut – Anadolu’yu Mayalayanlar
Mehmet Ali Aynî – Hacı Bayram Velî
Ahmed Refik – Âlimler ve Sanatkârlar
Nurettin Topçu – Kültür ve Medeniyet, Kültür Bakanlığı Yayınlarından İdris Küçükömer kitabı
Kadir Metin Akbaş
Ünsal Oskay - Yıkanmak istemeyen çocuklar olalım
Patrick Fanning, Martha Davis, Kim Paleg - İletişim Becerileri
Tamer Korkmaz - Benim Adım Ne? Muhammed Ali'nin Hayat Öyküsü
Müge Elden, Füsun Kocabaş - Reklamcılık, Kavramlar, Kararlar, Kurumlar
Yasin Çakırel
William McNeill - Dünya Tarihi
Amatori & Jones - Dünya İşletme Tarihi
Aykut Berber - Klasik Yönetim Düşüncesi
İlber Ortaylı - Türklerin Tarihi 1-2
Sertaç Dalgalıdere
M. Nuri İnuğur - Türk Basın Tarihi
Emir Kalkan - Bu Taraf Anadolu
Ali Birinci - Tarihin Kara Kitabı
Suat Gezgin, Veli Polat, Esra Arcan - Türkiye Sözlü Basın Tarihi
Ahmet Dağ
Osmanlı Yayınlarından İslam Tarihi (4 Cilt)
Kültür Bakanlığı Yayınlarından Beş Şehirli
Gazali - Ey Oğul
Necip Fazıl Kısakürek – O ve Ben
Kemal Tahir – Notlar
Hikmet Kıvılcımlı Kitapları
Sabahattin Ali Biyografisi
İskender Gümüş
Ali Ayçil diyor ki!
“Ruhu işgal eden bütün imgeler isimsizdir; biz bir imgenin
kendisine değil bir işgale ad koyuyoruz yalnızca.”
BÜYÜK İSTANBUL TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ
VİTRİNDEKİLER
İBB Kültür A.Ş. ve İSAM işbirliğiyle İstanbul tarihini,
İstanbul'un Antik Çağ'daki ilk yerleşimlerden günümüze kadar “şehir" oluşunu merkeze alarak anlatan “Antik
Çağ'dan 21. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi" 10 cilt halinde yayımlandı. Ansiklopedinin proje yönetmenliğini
Prof. Mehmet Akif Aydın, editörlüğünü ise Coşkun
Yılmaz gerçekleştirdi. Toplam 10 cilt ve 4500 sayfadan
oluşan ansiklopedi, Türkiye ve dünyadan alanının uzmanı 300 akademisyen kaleme alındı. Aynı zamanda
“Büyük İstanbul Tarihi”, Antik Çağ'dan günümüze şehrin tüm tarihi dönemlerini ele almasıyla alanındaki en
hacimli ve kapsamlı çalışma olma özelliğini de taşıyor.
Rıdvan Şentürk
Müzik ve Kimlik
M. Ertuğrul Fındık
Gâvurca Türkçe
Sözlük
Avni Çebi
Merhametli Şehirler
Nazife Şişman
Dijital Çağda
Müslüman
Kalmak
SAHAFİYE
FİYAKALI DERGİ
Gümülcine’de Batı Trakya Türkleri’nin çıkardığı bir edebiyat ve düşünce dergisi Fiyaka. Gümülcine’de Batı Trakya
İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği (BİHLİMDER) çatısında toplanan bir grup genç, azınlık olarak
Batı Trakya Türkleri’nin edebiyat ve sanata yönelik ihtiyaçlarını karşılamak, beraberliklerini sürdürmek amacıyla çıkarıyorlar Fiyaka’yı. Batı Trakya’da gençlere hitap eden böyle
bir derginin olmaması bir anlamda Fiyaka’nın doğmasına
neden oluyor ve özellikle Yunanistan’da okuyan gençlere bir
imkân olma niyetinde. Kimlik, aidiyet ve dil gibi kültürün
önemli taşıyıcılarının sürdürülebilirliğinin sağlanması hususunda süreli yayınlarının payı büyük. Fiyaka, bu anlamda
yaşanacak bir kafa karışıklığına deva olacak nitelikte.
Burçin Aydoğdu'ya başucu eserlerini sorduk
1-Hayat Tarih Mecmuası - Bana
Remzi dedemden kalma bir alışkanlık. Koleksiyonu tamamlamam
ise avukatlık stajıma denk geliyor.
Hem tek tek okumalık akıcı popüler makaleler hem de bütün olarak
mükemmel bir başvuru kaynağı.
Hemen hemen tamamını bitirsem
de dönüp tekrar okuduğum çok sayısı olmuştur.
2- Bütün Dünya - Şimdi aynı adla
çıkan dergiyle pek ilgisi yok. Amerikan Reader’s Digest’in yaptığını
yapıyor, dünyada çıkmış en güzel
hikaye ve haberleri derliyor. Bunu
yaparken 1948-1980 arası NATO
propagandasını da eksik etmiyor
tabii ki. Henüz tamamlayamadığım
ve zaten başucumda kalmasını tercih ettiğim bir birikim.
3- Bilim Teknik - Lise yıllarında tek
sayısını kaçırmadığım dergi... Hu-
kuka başlayınca Fen’le ilgimi kesmek zorunda kaldım ama neyse ki
TÜBİTAK sonraki yıllarda okurlarına, tüm çıkmış sayıları kapsayan
bir DVD verdi. Bu alışkanlığın da
dede yadigarı olduğunu dedemin
vefatından 10 yıl sonra öğrendim.
Genetik galiba.
4- Leman - Talebelik yıllarımın bir
diğer vazgeçilmezi Leman. Şimdiki
adaşıyla ilgisi yok. Şimdiki Uykusuz, Penguen ve Leman’ın bileşimiydi. Zaten Oğuz abinin çocukları hep bölünerek çoğalmazlar mı?
5- Gırgır - Üniversite yıllarımın bir
faydası da Beyazıt Sahaflar oldu.
Oradan topladığım 1980-1983 yıllarına ait Gırgır’lar. O yıllarda Gırgır dünyanın en çok satan üçüncü
dergisiydi. Türkiye’de ise tüm gazetelerden daha çok satıyordu. O
yüzden bu sayılar çok değerli.
Burçin Aydoğdu kimdir?
Sadettin Ökten
Hayatımdan Portreler
1978 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi
Lisesi’nden mezun olup lisans eğitimini
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde
tamamladı. Avukat ve yeminli mütercim
olarak çalıştığı süre zarfında yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde tamamladı ve Kafa, Holigan gibi kimsenin adını
duymadığı çeşitli mizah dergileri ile Arka
Kapak ve Mürekkep Balığı dergilerine yazılar yazdı. 2012 ve 2013 yıllarında Heberler
adlı eleştirel komedi programının Levent
Kazak editörlüğündeki ekibinde profesyonel yazarlık yaptı. Halen İstanbul Üniversitesi’nde kamu hukuku doktora programına
devam ediyor ve Kırklareli Üniversitesi’nde
hukuk dersleri veriyor.
TEMMUZ2016
KATI
19
07
TEMMUZ/ 2016
MILLETÇE
SEVERIZ TATILI
Yasin Çakırel
[email protected]
atil kelimesi kulağımıza
ne kadar da hoş geliyor
değil mi? Ancak etimolojik olarak irdelediğimizde kelimenin Arapça “atl” kökünden
türediğini görüyoruz. Yani “boş
durmak, atıl olmak, paydos etmek”, daha çok da bizim kullandığımız anlamda, işi paydos
etmek. Atalet kelimesi de aynı
kökten geliyor ki bu kelimenin
kulağa o kadar da hoş gelmediği
aşikâr. İşletme terimlerinin içerisine “atıl kapasite” olarak girmiş
olan kavram, tahmin edersiniz ki
üretkenliğin tam tersi bir anlama
sahip. Kültür olarak da aslında
boş oturmayı seven bir tarz-ı
hayatımız yok. Eski toprak büyüklerimizin gençlere azarlarından biri “boş boş oturma, aylak
durma” vs. iken biz yine de severiz tatili ve paydos etmeyi. Gözümüz hep 3-4 günlük dini bayram tatillerindedir. Mesela bu yıl
olduğu gibi bayram Salı gününe
yani haftanın tam ortasına gelirse
değmeyin keyfimize. E hani çalışmak ibadetti? Ne oldu bu dini
öğretimize ve kültürümüze?
T
Zaman zaman Türkiye olarak
yaptığımız tatiller veya bazı meslek gruplarının yıllık tatil günü
sayıları siyasi ya da toplumsal tartışmalara konu oluyor. Kimimiz
çok fazla tatil günümüz olduğunu söylerken, bazı kaynaklarda az
tatil yapan ülkeler sıralamasında
yer alabiliyoruz. Çok detaylı değil
ama kabaca bir hesaplama yapalım. Türkiye’de 2429 sayılı Ulusal
Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun’a göre çalışan ve
öğrencilerin yıllık izinleri veya
sömester tatilleri haricinde 4,5
günü ulusal bayramlar, 1 günü
yılbaşı, 1 günü 1 Mayıs, 8 günü
dini bayramlar olmak üzere 14,5
gün resmi tatili var. Bu yıl Ramazan Bayramı’nda beş gün, Kurban Bayramı’nda da muhtemelen
(bayramın ilk günü pazartesi, oh
çok şükür) beş gün olmak üzere
artı iki gün fazla tatil yapacağız.
Dokuz günlük tatil demiyorum,
çünkü hafta sonlarını zaten hak
etmiştik. Elli iki haftadan tam
yüz dört gün tatil hakkımız var,
eğer memur ya da öğrenci iseniz.
Özel sektörde ise elli iki gün ile
idare etmek durumundasınız.
Ülkemizde 1-5 yıllık çalışma süresi olanlar on dört gün, 5-15 yıldır çalışanlar yirmi gün, 15 yıldan
fazla çalışma süresi olanlar ise
yirmi altı gün izin hakkına sahipler. 4 gün de yol izniyle otuz gün
tatil hakkı var. Linçe uğramak
korkusuyla “öğretmenler” konusuna giremiyorum, zira iki ay mı,
üç ay mı tartışmaları toplumsal
boyutta hala sürüyor. Kaldı ki bu
konuda onlara da kulak verdiğimizde veryansınlar yükseliyor.
Herkes ne yaşadığını kendi bilir,
ben orasına karışmam.
Niyetim sizi sayılara boğmak
değil. Ama sanırım yılın yarısına
yakınında tatil yapıyoruz. Yani işi
paydos, iş anlamında atalet, boş
durmak. Yine de pazartesi sendromumuz var. Tabi özel sektörde bu kadar tatil kabul edilemez,
çarklar dönmek zorundadır. Bayramlarda bile hız yavaşlatılsa bile
baca tütmek durumundadır.
Tarihe kısaca göz atarsak, Asr-ı
Saadette ve Hulefa-yı Raşidin
döneminde resmi tatil günü olduğuna dair bir kayda rastlanmıyor. Emeviler’de mahkemeler
için Cuma günleri tatil. Abbasilerde de benzer bir uygulama var.
Ancak dönem dönem Perşembe-Cuma, Salı-Cuma ve bazen
Yahudilerin ticaretteki etkisiyle
sadece Cumartesilerin tatil olduğu da olmuş. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde resmi tatil günü yok.
Yalnızca Cuma namazından bir
süre önce işe ara veriliyor –onun
da sebebi belli-, ancak Cuma gününün resmi tatil hüviyeti yok.
Medreselerde öğrencilerin kütüphaneye gidebilmeleri için iki
günlük izinler verilmiş. Fatih döneminden sonra Cumhuriyet’e
kadar Salı günü tatil olarak kabul
edilmiş. Meslek erbabına göre bir
günlük tatillerin günü değişirken,
esnaf genellikle işinin başında
olmuş, ticari hayat devam etmiş.
Peki, hiç mi tatil yapmayalım.
Tabi ki bunu kastetmiyorum.
Çalışma ile ilgili mevzuata ve literatüre hâkim olanlar “yorulma”
teriminin karşılığında mutlaka
dinlenmeye gerek olduğunu bilirler. Sonuçta insan bir makine
değildir ve dinlenemezse stresi
artar, fiziksel ve ruhsal olarak
zarar görür. Önemli olan gün
sayısını fazla abartmamak herhalde. Kaldı ki kendi mesleğime
baktığımda bu sayılar kadar tatil
yapmadığıma eminim. Çünkü
akademisyenler eve iş getiren,
zihinlerinde sürekli olarak işinin
bir parçasını taşıyan kişilerdir.
Çoğu zaman piknikte, gezmekte,
bağda bahçede ya tezinizi ya makalenizi veya kariyerinizi düşünüyor olursunuz. Bu konu da belki
diğer meslek erbabı için ilgi çekici olmadığından uzatmayalım.
Rakamları bir kenara bırakırsak
“tatillerde ne yapıyoruz” sorusu
akla geliyor. Yani içerikte neler
var? Memlekete giderek eş dost
ziyareti veya sıla-i rahim hala
kültürümüzün bir parçası, inşallah da öyle kalır. Tabi bayram
tatillerini fırsat bilip uzaklara gitmek artık daha popüler. Benim
çocukluğumda,
Kırklareli’nin
Karadeniz’e kıyısı İğneada’ya
gitmek yaz aylarının en baba tatili olarak kabul ediliyordu. Yani
“ada”ya gittiysen, az biraz esmerleştiysen, tamamdır. Yaz tatilinin hakkını vermiş oluyordun.
Ama yıllar geçti, refah seviyesi
yükseldi ve daha uzak memleketlere, ultra tam pansiyon tatillere
rağbet arttı. Bu tatillerin eleştirilen yönü, otele yerleştikten sonra
her işini otelde görmek, gittiğin
memleketin çevresini ziyaret etmemek, esnafla karşılaşmamak
hatta otelin ismini bilip, yörenin
ismini bilmemek gibi şeylerdi.
Daha sonra orta direk yavaş yavaş yurt dışına açılmaya başladı.
Turlarla üç günde beş ülke görür
olduk. Bu tatiller ise dinlenmekten çok yorulma ile sonuçlanır
oldu. Tabi kapitalist dünyanın
bu sıkıcı havasından bunalanlar
köylerde ekolojik tatil yapmak
için günlüğü yüz bilmem kaç
Euro’dan domates toplayıp, inek
sağdılar.
Hülasa-i kelam, tatil günümüz
çok ama farklı sebeplerle nasıl
ve nerede tatil yapacağımız, ya
da tatil günlerini nasıl değerlendireceğimiz tartışılır. Elbette ki
herkes zevkine göre bir tatil şekli
benimseyecek. Dinlenelim ama
atıl olmayalım, verimli tatiller…

Benzer belgeler

seyahat ipuçları

seyahat ipuçları mayın, akrabalar arasında bazı tatlı çekişmeler olur, her gittiğiniz yerde de otel rahatlığını bulamazsınız. Ama sabredin, çünkü insanın ruhudur dinlenen aslında, bedeni değil. Bu sebeple, tatil pl...

Detaylı