Kertenkele
Transkript
Kertenkele
Multipl Skleroz Yazan-Çizen Doç. Dr. Sultan Tarlacı 28 Kasım 2012 Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Kertenkele Öyküleri Ve Kertenkeleler, tehlike anında, kendi kendilerine, kuyruklarını bırakıp kaçabilirler. Buna kendiliğinden uzuv koparma denir. Başka hayvanlarda da bu durum olmasına karşın, özellikle kertenkelelerde sık izlenir. Kuyruğu bırakma bir savunma ve korunma yoludur. Kuyruk, saldırıyı yapanı oyalarken, gövde uzaklaşır ve hayatta kalma oranını bu yöntemle arttırır. Diğer yandan, kertenkele gibi bir hayvanın ağırlığının önemli bir kısmını kuyruk ağırlığı oluşturduğundan, ağırlığın bırakılması daha da hızlı kaçmaya imkan verir. Kuyruk bırakma tam olarak hayvanın durumuna bağlıdır. Kertenkeleler, kuyruklarına dokunulmadan da kuyruklarını bırakırlar. Dışsal uyaran olmadan, içsel sinir hücresel uyarışlarla kuyruk bırakılır. Sadece görsel olarak tehlikeyi görmek bile kuyruk bırakma için yeterli bir etki yapar. Bazı kertenkeleler, enerjilerini sağlayan yağın önemli bir kısmını kuyruklarında depolarlar. Bu da saldırganların kuyruğu tercih etmelerini sağlayabilir. Bazı türlerde ise kuyruk daha dikkat çekici olsun diye, gövdeden daha farklı ve parlak renklidir. Diğer yandan, enerjiden zengin kuyruk daha uzun hareket eder ve saldırganın oyalanmasını uzatır. Uzun oyalanma esnasında kertenkelenin kaçma-kurtulma oranı daha da yükselir. Bu ilginç korunma yönteminin daha da ilginç yanı, bırakılan ya da kaybedilen kuyruğun kısa sürede, tüm kısımları ile (sinirler, kas, toplar ve atar damarlar) oluşmasıdır. Kertenkelelerin çoğunun kuyruğu 12 haftada eski halini alırken, bazı türlerde bu süre 4-5 hafta sürebilir. Düzelme tüm dokuların bütün olarak oluşması anlamına gelir. Bırakılan kuyruğun nasıl yerine geldiği sorusu üzerinde çok çalışma olmasına karşın, cevaplarda henüz çok uzaktayız. MS açısından ise en önemli şey, özellikle sinir hücresi gelişmesinin, kuyrukta tekrar nasıl olduğunu anlamaktır. Bunun sırrını çözdüğümüz gün, MS dahil bir çok hastalığın tedavisini bulmuş olacağız. Kertenkelelerin bu olağandışı ve mucizevi kendini yenileme yeteneği önümüzde çok iyi bir örnek olarak durmaktadır. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Kertenkele Kuyruğu Hakkında Bilimsel Not Kafamdaki Kertenkele Kuyruğu Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri BÖLÜM I Sıradan akşamlardan farklıydı Saat sekize doğru, yüzümün sol tarafında, yanağımda, seğirmeler başlamıştı. Birkaç saat içinde, seğirmeler, yanağımdan göz çevreme yayıldı ve ‘Bir şeyler mi oluyor bana?’ diye düşündüm. Hatta iki gözümü aynı anda kapatmaya çalıştığımda, sol gözümün daha geç kapandığını hissediyordum. Eşime dönüp ‘Bir bakar mısın? Sol gözüm daha mı geç kapanıyor?’ diye sordum. O da her zamanki rahatlığıyla ‘Yok canım… Bir şey yok’ dedi. Sanki bana göre bir şey vardı ama ne? Saat gece yarısına yaklaşmıştı ve uyku saatim gelmişti. “Haydi hayırlısı! Sabaha belli olur” diye düşünürken, eşime “Yatalım” dedim. Aslında uyumak için yatmaya gitmek de anlamsızdı. Çünkü yaklaşık beş-altı aydır – daha sonra da uzun zaman olacağı gibi – uyku tutmuyordu. Her zaman, saat gece Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri 23 Mayıs 2001 Asıl neden “uyku hijyeni” denen şeyin eksikliği değildi. Odanın ısısı normaldi ve 96 m² nispeten küçük bir ev için gayet iyiydi. Dışarıdan gelen gürültü, patırtı yoktu. Aç değildim. Yoğun çay, kafein almamıştım. O saatlerde, uykumu kaçıracak yeni bir film izlememiş veya kitap okumamıştım. Evet, sanırım bunlar yerli yerindeydi ama yine de uykuya dalamıyordum. Dışsal uyku hijyenim görünürde iyiydi. Eksik olan, içsel uyku hijyenimdi. Üç aydır her yerde, gece gündüz, yerken içerken, kafamda aynı şey dolanıp duruyordu: ‘Bana bunu nasıl yaptılar? Nasıl bu iftirayı attılar?’” Ben bunu hak etmemiştim. Ya da hak etmek için ne yapmıştım ve belki de en önemlisi ne yapmamıştım? Evet, bir şeyleri eksik yapmıştım. Bu düşünceler arasında koyun saymayı ısrarla reddetme sebebim belki de lisedeyken, Almanya’da işçi olarak çalışan babamı senede bir gördüğümde bana “Oku. Doktor ol. Yok, ‘okumayacağım’ dersen ve istersen sana otuz-kırk tane koyun alırız, çobanlık yaparsın” demesi miydi? Oysa çevremizde o güne kadar otuz-kırk küçükbaş hayvan alıp da çobanlık yapan da yoktu ama belki de koyun saymaya bu kadar karşı olmam ve her sayışımda yedinci koyundan başa dönmem bundan olabilirdi. Babamın korkutması ile değil, kendi isteğimle tıp doktoru olmaya karar vermiştim. “Ben doktor olacağım” diye sürekli kafamdan geçiriyordum. Aslında doktor olmak, benim için ‘hasta muayene etme’ ile eş anlamı değildi. Doktor olmak, bilim adamı, araştırmacı olmaktı. Bu nedenle doktor olmayı istiyordum, hasta muayenesi yapmak için değil. Daha ortaokuldayken babama zar zor bir mikroskop aldırmış ve yaprakları, soğan zarlarını evde inceler olmuştum. Kışın soğuklarında kar tanelerini görebilmek için mikroskobumla dışarıya çıkıyor, sıcak lamdan ve nefesimden kar tanelerinin buharlaşmaması için kendimi ve mikroskobumu önce soğutuyor, yarım saat sonra da Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri yarısına yaklaşırken “tık” diye uyuyan ben, gecenin ilerleyen saatlerine kadar yatakta debelenip duruyordum. Herkesin önerdiği “koyun sayma” işini çok denemiştim o geceye kadar ama tekdüze işler beni sıktığı için, koyun saymak da sıkıyor, hatta yatakta daha fazla döndürüyor, adeta boğuyordu. Ama çok iyi hatırlıyorum, o dönemde evlerde olan gaz lambaları ışığında adeta zihnim açılıyor ve muhteşem bir öğrenme yeteneği kazanıyordu. O gaz lambaları ışığında hazırladığım dönem ödevi ardından, ortaokul müdürü (o zamanlar fen bilgisi ve tasarım dersine de giriyordu) amcamı çağırarak “Bu çocuğu meslek lisesine değil de düz liseye verin. Bu çocuk çok parlak, zeki, gelecek vaat ediyor” diye uyarmıştı. Babam, işçi olarak çalıştığı Almanya’dan senede bir ve nadiren iki kez geldiği için benim okul ve diğer durumlarımla amcam ilgilenirdi. Yalnız beni bu gibi meseleler ilgilendirmezdi. Beni ilgilendiren –bir şekilde– bilim adamı olmaktı. Bunu nasıl başaracağımı bilmeden amcamla, ‘düz lise’ denilen liseye kaydolmaya gittim. Lisede çok başarılı sayılmazdım. Özellikle Matematik ve Tarih dersleri benim için zordu. Ha evet bir de Edebiyat dersi... Özellikle Divan Edebiyatı… Ama buna rağmen, minyon tipli güzel Edebiyat öğretmenimden mi ne edebiyat derslerine severek giderdim. Her şeye karşın, yine de en çok sevdiğim ders, lise ve ortaokulda Biyoloji’ydi. Biyolojide de sinir sistemine bayılırdım. Elime geçen Fen ve Biyoloji kitaplarının “sinir sistemi” bölümlerini defalarca okur ve hatta yıl bitince tatile girdiğimizde Fen kitaplarının sinir sistemi kısımlarını kesip-koparıp bir kenara özenle saklardım. Sinir sisteminde özellikle yıllar sonra daha çok kullandığım, sinir hücrelerinin kendini baştan yaratmasını veya yenilemesini anlatan “rejenerasyon” kelimesi beni etkilerdi. Rejenerasyon yani kendini yenilemesi, yeniden oluşturması… “Hücrelerin AnKa kuşu gibi küllerinden yeniden DOĞMASI…” Her kitapta şöyle yazardı: “Diğer tüm organlar rejenere olabilir ama sinir sistemi rejenere olamaz, yani kendini yenileyemez. Hasar gördüğünde büyük oranda düzelmeden aynı kalır…” Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri kar tanelerinin o mucizevî görüntülerine ulaşıyordum. Kitaplardaki o birbirine benzemeyen kar tanelerinin muhteşemliklerini görüyordum. Şimdilerdeki gibi bilgiye rahatça ulaşma imkânı sağlayan internet olmadığı için de bulduğum birkaç kitabı, şehrin 20 km. yukarısında olan ve elektrikler bir kesilince üç gün gelmeyen bir dağ köyünde inceliyordum. Benim lisedeki çocuk aklıma göre bu kuyruğun yeniden oluşmasını ve büyümesini sağlayan şey her neyse tüm kitaplarda dillendirilen, sinir hücrelerinin ‘rejenere olamama’ sorununa bir çözüm getirebilirdi ve sanki bunu bir ben biliyordum da tüm dünyanın bundan haberi yoktu. Bu düşüncemden dolayı kurak yaz aylarında gözlerimi kesme taştan örme sıcak duvarlara diker, kaçışan kertenkele görünce, bulduğum bir şeylerle hayvanın üzerine hızla vurmaya çalışır ve kuyruğunu bıraktırmaya zorlardım. Başarıyordum da bazen. Çok zor bir şeydi bu çünkü kertenkeleler, epey hızlı kaçıyor ve duvarda 90 derece dönüşlü hareket ediyor, göz açıp kapayana kadar örme duvarda bir deliğe girip kayboluyordu. Onun kaybolmasının ardından kuyruğunun geride kalan kısmına saatlerce bakıp kalıyordum ama aklım kertenkelenin gövdesinde yani kaçan kısmındaki kuyruk yerinde kalıyordu. Orada ne oluyordu da, sinir sistemi yeni bir kuyruk oluşturabiliyordu? Nasıl? Ama beni uyutmayan bu kertenkele anılarım değildi ki… O anılarımı hep bir saflık ve sıcaklık içinde hatırlardım. Bu değildi. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Ben de “Allah Allah bunu neden hala çözemediler ki…” diye düşünerek, kafamda bir mantık üretip sanki sadece benim bir küçük bilim adamı olarak bildiğim, başkalarının bilmediği kertenkeleler üzerinden çözüm üretmeye çalışırdım. Kertenkeleler, bir tehlike anında kuyruklarını bırakıyorlardı… Kuyrukları kendi kendine hareket ederek düşmanı oyalarken kertenkelenin ana gövdesi kaçmaya zaman buluyordu. Bu kertenkele, zaman içinde, herhangi bir tehlike anında bırakılmaya hazır yeni bir kuyruk geliştirebiliyordu ve bu ‘yeni kuyruk oluşturma’ işini, kopan kuyruk yenilenirken rejenere olan bir sinir sistemi ile sağlıyordu. Sinir sistemi aşkım fizyoloji derslerinde adeta en üst noktaya çıktı. Fizyoloji hocamızın Üner Tan olması da ayrı bir güzellikti. Sanırım benden başka herkes onu yarı deli kabul ederdi. Ancak ben deliliğinin dahilikle bağlantılı olduğunu sezgisel olarak onda görmüştüm. Sinir sistemine dair öğrendiğim her şey, bende derin heyecanlar ve mucize hissi oluşturuyordu. Bu derslerle “Kertenkele” sırrına artık daha çok yaklaşmıştım. Altı yıllık bir eğitim ardından Tıp Fakültesini birincilikle bitirip bilim adamı olmanın yolu aradım. (Diplomamı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’tan almıştım, her zaman boynunda taşıdığı fotoğraf makinesi ile beni de çekerek ölümsüz karelerine eklemişti) Yalnız, fakülte bitince, her ne kadar adınızın önünde “Dr” unvanı olsa da “Pratisyen Hekim” oluyorsunuz ve araştırıcı bilim adamı olmakla uzaktan yakından ilginiz Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Yoksa üniversite yıllarımın verdiği bir sıkıntı mıydı? Liseyi başarılı bir derece ile bitirmiş ve üniversite giriş tercihlerim arasında Astronomi ve Arkeolojiyi de düşünmüştüm ama beşinci ve altıncı sıralardaydı onlar. Çünkü öğretmenim bana “Oğlum o meslekler aç kalır” deyip gözümü korkutmuştu. Ben de Biyoloji ve sinir sistemi aşkına ilk beş tercihime Tıp Fakültesi yazdım ve Erzurum Atatürk üniversitesi Tıp Fakültesini iyi bir puanla kazandım. Fakültede kötü bir birinci ve ikinci sınıf geçirdim. Çünkü Tıp Fakültesi olmasına rağmen, ilk iki yıl, Matematik, Fizik, Türkçe, Tarih gibi liseden beri hoşlanmadığım dersler yoğunluktaydı. “Allah Allah! Yanlış yere mi geldim” diye de sık sık düşünürdüm. Üstelik bu düşünceler içinde İstatistik dersinden adeta çakıyordum. Ama Tıp 3. sınıftan sonra zihnim iyice açıldı. Çünkü sinir sistemi ve fizyoloji gibi beklediğim dersler vardı. O zaman ne yapmalıydı? Herkesin kafasında olduğu gibi benim de kafamda elbette bir alanda uzman olmak vardı. Ne uzmanı? Sinir sistemi aşkı beni yine de bırakmadı ve beyin cerrahisi seçmeyi düşündüm ama çevremde bugün de geçerli bir söz vardı: “Doktorun aptalı cerrah olur, daha da aptalı beyin cerrahı olur.” Bu söz kafamda yankılanıp duruyordu. Belki de öyleydi. Daha bir yıl önce, bir beyin cerrahı asistanı ile gece nöbet tutarken karşılaşmış ve bana Amerika’nın Irak’a girdiğini bir ay sonra öğrendiğini söylemişti. Şoke olmuştum. Dünyadan kopuk bir uzmanlık! Ayda on altı gece nöbet… Yat, uyu, yemek ye, nöbete git, ertesi gün çalış, akşam evine uyumaya gel, ertesi gün nöbete git şeklinde bir düzen… Bunu yapamazdım. O zaman, yine, sinir sitemiyle ilgilenebileceğim bir alan tercih etmeliydim. Herhalde o günlerde kafamda “Buldum! Buldum!” gibi bir aydınlanma olmadı ama sonunda nöroloji uzmanı olmaya karar verdim. Bu buluş ardından uzmanlık sınavında ilk beş tercihimi nöroloji uzmanlığına ayırdım. Formalite olarak altıncı tercihe beyin cerrahisi yazdım. Nörolojiyi seçmem, arkadaşlar arasında sorun olmuştu. Sürekli yanıma gelip “Oğlum ne yapıyorsun! Sen fakülte birincisisin. Sen kazanırsın. Göz yaz, dâhiliye yaz… Ne yapacaksın nörolojiyi?” diyorlardı. Ama ben her zamanki dik başlılığımla devam ettim. Uzmanlık sınavı geldi geçti ve Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nöroloji bölümünü çok yüksek bir puanla 20 bin kişi içinde 19. olarak kazandım. Bu kadar yüksek puanla genelde “göz” gibi çok istenen -göz’de uzmanlıklar- seçildiğinden, sık sık “Ya sen ne yaptın… Puanına yazık oldu” diyorlardı. Ama ben öyle düşünmüyordum. Nöroloji İstediğim bir uzmanlıktı. Ege Üniversitesine Ana Bilim Dalı başkanıyla tanışmaya gittiğimde de olumlu bir görüşme yaptım. Çok sakin ve olgun tavırlı gördüğüm bayan başkan “Çok güzel, galiba sen çok yüksek bir puanla bize gelmişsin. Bu bizim için de iyi… Çıtayı yükseltecek bu… Senden sonra gelecekleri de zorlayacak” dedi. Ama bu sözlerden tam beş yıl sonra çıtanın yüksekliğinin ne durumda olduğunu, kişilere göre nasıl değiştiğini anlayacaktım. Asistanlığım dört buçuk yıl sürmüş, göz açıp kapayana kadar bitmiş ve uzmanlığımı alalı üç ay olmuştu. Beni uyutmayan ve yüzümde seğirmelere neden olan şey, uzman olarak bir yerlere tayin olma heyecanı mıydı? Yok, yok… Sanırım o da değildi. Bütün bunların nedeni bana atılan iftiraların verdiği kaygıydı. Çünkü kafamda “Bana bunu nasıl yaparlar? Ben fakülteyi birincilikle bitirdim. Bu üniversiteye ilk tercihimle, yüksek bir puanla girdim. Asistanlığımda birçok uluslararası yayın yaptım. 2000 ve 2001 yılında iki kez TUBİTAK beyin araştırmaları derneği ödülü, ardından da Sedat Simavi sağlık bilimleri ödülü aldım ve bütün bunları yok sayarak ‘sana bu üniversitede kalman için yeşil ışık yakmıyoruz’ dediler” düşüncesi dolanıp duruyordu. Tüm bu düşünceler arasında “Yarın ilk iş olarak bir avukata gideceğim ve bu iftiraları atanları mahkemeye vereceğim” diyordum kendi kendime… Bu iftira benim tüm hayatıma girmiş, iftiraların sınırları İzmir’in dışına taşmış ve sağır sultan bile iftirayı duymuştu. Başvurduğum diğer hastanelerde bana “senin için o’cusun diyorlar” diye yüzüme söylüyorlardı. Manisa Celal Bayar Üniversitesine gitmişti aynı iftira… Aydın Adnan Menderes Üniversitesine başvurdum oraya da Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri olmuyor. Sadece düz bir hekim oluyorsunuz ama her konudan da anlıyorsunuz! Genelde bu istenmeyen bir konumdu. Biraz uyku sarhoşluğu, yüzümün sol tarafındaki seğirme ve göz kırpmalarımdaki gecikmeler arasında “Tabip odasına da şikâyette bulunmalıyım” diye düşündüm. Saat sabaha karşı 03:00 gösteriyordu. Uyuyamıyordum ama ne de olsa sabah gideceğim bir işim yoktu. İşsizdim… Nöroloji uzmanıydım ve klinikten ayrılmam gerektiğinden aktif olarak çalışamıyordum. Uyumasam ne olacaktı ki? Eşime baktım, gayet derin bir şekilde uyuyordu. Yataktan kalktım. Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Yüzüm ısrarla seğiriyordu. Bir nörolog olarak içimden bir ses geçti. Ama bu ses sezgisel değil, tam olarak bilgi ve tecrübeye dayalıydı: “Oğlum bu seğirmelerin ardından bir pislik çıkacak… Hadi hayırlısı…” Beni, seğirmeden ve uykusuzluktan daha çok atılan iftira geriyordu. Güya ben bir dinci gruba bağlıymışım. Dinciymişim! ‘Ben, ne yaptım da acaba böyle bir fikre neden oldum?’ diye ısrarla ve karşı konulmaz bir şekilde düşünüyordum. Kendi kendime: “Bunu nasıl derler? Ben ömrüm boyunca hiçbir –loji uzantısı içeren fikrin peşinden gitmedim. Sadece mantığımın ve bilgimin egemenliğinde, doğru bildiğim yolda hep yalnız gittim. Ve hiçbir gruba ait olmadım. Evet, dinci kabul edilen, geniş bir takipçisi olan ve sözü edilen kişinin grubuna dahil olup onun peşinden giden pek çok kişi Erzurum’da, Tıp Fakültesinde okurken çevremde vardı. Onlardan çokça arkadaşlarım da vardı ama aynı arkadaş çevremde PKK’lı olduğunu sonradan öğrendiğim kişiler de vardı. Ülkücüler de, dev solcular da… Ben hiçbirisine ait olmamıştım ki... İpimi birilerinin eline vermek zaten mantığıma aykırıydı. Çünkü ben, sürüler oluşturan, güdülen koyunlar gibi olamazdım. Evet, belki de tüm gece koyun saymayı bundan reddediyordum. Bana sen “bir sürüye katılan koyunsun” demekle, sen “o’cuymuşsun” demek arasında fark yoktu ki… Balkonda sigaramı içerken derin bir sessizlik hissettim. Bazen bu gibi derin sessizliklerde sorguladığım, tanrı, yaradılış gibi felsefi-mistik konuları klinik içinde tutamadığım dilimle konuşmam ve tartışmam mı bu iftiralara neden oldu acaba diye düşünürken sigarayı söndürüp yatağa döndüm. Saat sabaha karşı 4’e gelirken yüzümün solundaki seğirmelerle ve iftira düşünceleri arasında koyun olmayı ve saymayı reddederek uykuya daldım. Her günkü gibi sabah 08.00’de, saatin çalması ile uyandık. Ben hemen yatak odamda, sol yanımda duran aynaya yönelerek, yüzüme baktım. Eşime dönerek “Galiba yüz felci oldum!” dedim. Sakindim. Ne de olsa uzman bir nörologdum. Yüz felci benim tedavi hastalıklarımdandı ve bu güne kadar, asistanlığımda, hiç saymadım ama belki 50, belki de 200 hastayı tedavi etmiştim. Hepsi de gayet iyi şekilde iyileşmişti. Eşim, sabahları her zaman zor uyanır ama “Ben yüz felci oldum”u duyunca heyecanla yatağa oturdu ve “Bakıyım” dedi. Bakmasına gerek yoktu. Ne de olsa ben uzmandım. Aynaya bakmaya devam ettim. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri gitmiş. Bu iftiradan kurtulmalıydım. Oysa ben yaşamım boyu bir gruba, fikre ve ideolojiye ait olmamıştım. Kaşımı kaldırmaya çalıştım olmadı. Gözümü kapamaya çalıştım olmadı. Burun kanadımı kaldırmaya çalıştım olmadı… Islık çalmak için dudaklarımı büzdüm, cılız ve başımın arkasında nefesini hissettiğim eşimin duyamayacağı bir ses çıkardım. Yanaklarımı şişirmeye çalıştım ama dudağımın sol tarafından “püf, püf” diye hava kaçtı. Evet, yüz felci olmuştum. Kalkıp banyoya, yüzümü yıkamaya gittim ve çıkar çıkmaz “Ben bir eczaneye gideyim, kortizon başlamam lazım” diye eşime endişeli bakışları arasında söyledim. Endişeliydi çünkü üç-dört aydır hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Sıkıntımı görüyor ve içinde yaşadığım iftira patlamasının seslerini bir o duyuyordu. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Eşim de sırtımdan öne uzanmış ve aynadaki yüzüme bakıyordu. Yeterli, senin cevaplarına inanırım ben! Her günkü gibi Ege Üniversitesinde Nöroloji kliniğinin olduğu altıncı katın yolunu tuttum. Önümde on gün kadar bir zaman kalmıştı ve uzmanlığımı aldıktan sonra ayda bir yapılması gereken, akademik kurul kararı ile sürenin aylık uzatılması işi yapılmıyordu. Biraz ne olacağını bilememenin heyecanıyla Ana Bilim Dalı başkanı Prof. Cumhur Ertekin’in odasına gittim... Gözleri sulanmıştı. Belki de ağlamıştı. “Günaydın hocam” diyerek açık kapıyı formalite icabı tıklatıp odasına girdim. Asistanlığım süresince tezimin yöneticisi ve çalışma hocam olduğundan sık sık odasını ziyaret ederdim. Araştırmaların sonuçlarını değerlendirmek için veya konuşma yazma planlarımız için… Odasına birçok insana göre rahat girerdim. Ama saygımı da hiçbir zaman eksiltmedim. Dört yıl boyunca her zaman yaptığım gibi masasının önündeki deri koltuklardan birine oturdum. Daha ben söze başlamadan ve nereden başlayacağımı düşünüp, biraz daha zaman kazanmak için koltuğa yerleşmeye çalışırken söze girdi: —Görüyor musun bana ne yapıyorlar. Ben ki, 1980’lerde demokrasi mücadelesi için üniversiteden uzaklaştırılmış bir adamım. Bana adeta ültimatom gibi yazı yazıyorlar ve çocuğum gibi yanımda yetiştirdiğim, bir çoğunun doçent olması için makalelere adını yazdığım insanlar ‘Klinik içinde anti-demokratik ortam düzelinceye kadar akademik kurul toplantılarına katılmayacağız” diye bana yazı yazıyorlar. Konuşurken gözlerine bakıyordum. Zaten beraber çalıştığımız dört yıl boyunca, tez hocam da olduğu için hep kafasına ve gözlerine bakmıştım. Son zamanlarda o gözlerini, yaşı altmışı geçmesine karşın çoğu kez ıslak görüyordum. İntihar eden oğlunun yoğun bakım zamanlarını ve daha da eskilerde oğlunun trafik kazası geçirip uzun dönem komada kaldığı dönemleri bana anlatırken de gözlerindeki ıslaklığı görmüştüm. Ama şimdi biraz daha ıslaktı, muhtemelen ağlamıştı. “Beni “antidemokratik” olarak sunuyorlar” diyerek düşüncelerimi böldü ve ekledi “Daha sekiz ay önce hepsi bana ‘Hocam sen başkan ol, seni seçelim’ dediler. Hepsi bana anabilim dalı başkanı olmam için oy verdi. Dört yıl önce de başkan olmamı kendileri istemişti. Şimdi ne değişti ki beni protesto ediyorlar, istemiyorlar! Bu arada masasının arkasındaki duvara gözüm ilişti. Her zaman arkasında çerçeveli iki şey görürdüm. Birisi 1980’de üniversiteden atıldıktan sonra geri gelme yazısı, diğeri ise neredeyse ülkemizin sayılı altın bilim adamlarının üye olabildiği Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliği belgesiydi. İlerlemiş yaşına rağmen, basit kavramlardan büyük heyecanlar yaşayarak adeta çocuk gibi sevinerek bilimsel çıkarımlar yapan, sürekli yanındaki kişilerin kendinden daha yaratıcı olmasını isteyen ve bununla mutlu olan hocamın sayısız denilebilecek ödül belgesi vardı. Yurt içinden, yurt dışından… Ama bunların hiçbirini ne Ana Bilim Dalı başkanı olmadan önce ne de başkan olduktan sonra duvarlara astığını görmüştüm. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri 27 Şubat 2001 — Bu sabah neşeli ama çelebi olmayan bir hoca geldi. Daha önce bir gün de aracı gibi başkası gelmişti. Senin için ‘dinci bir gruba dahil’ diyorlar. Ben bunu kimseye sormam. Zaten kimin ne olduğu, ideolojisi, dini inancı beni ilgilendirmez ama bana böyle dediler. Sultan’ı buraya almayalım dediler. Onlara yanıt vermek için ben sadece senden bir yanıt beklerim. Aynı şeyi dekana da söylemişlerdi. O sırada Başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettim. Ben, olmadığım bir şeye eklenmiştim. Ya da öyleydim de benim haberim yoktu. Öyle miydim? Doğru bildiğim yolda yalnız giderim düsturu benim değil miydi? Benimdi… Tüm bunlar ışık hızı ile kafamdan geçerken: —Hocam, bu nasıl olabilir? Beni dört yıldır yakından tanıyorsunuz, evinize bile geldim. Kendi evimden daha çok bu klinikte yaşadım. Beni arkadaşlarıma, asistan arkadaşlarıma sorun. Böyle bir şey yok. Nasıl böyle bir kanıya varmışlar? —Yeterli, senin cevaplarına inanırım ben. Bu basit olarak gördüğüm meselenin yaşamımda önemli yol ayrımlarına neden olacağını bilmeden ve belki de önemsemeden içimden geçirdim. “Bunlar Cumhur hocamın sol görüşlü olduğunu biliyorlar. Beni almaması için böyle bir yalan attılar ortaya… Ama tutmaz bu.” Çünkü biliyordum ki Cumhur hocam objektif ve bilimsel bir insandı. Gerçekte dedikleri gibi bir grubun gizli bir üyesi olsam da buna karışmazdı ki öyle değildim. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri —Bu ültimatom beni 1980’dekinden daha çok zedeledi, diye ekledi. Sözünü bitirmeden “Ya kusura bakma, benim sıkıntılarımı da sana anlatıyorum” diye ekledi. Kime anlatabilirdi ki? Klinikte herkes ona karşı cephe almıştı. —Haklısın ama akademik kurulu toplayamıyorum. Baksana yazılan ültimatoma... Anti-demokratik ortam düzelene kadar katılmayacaklarmış kurul toplantılarına. Oysa YÖK yasasına göre akademik kurul toplanmaması suç. Ceza gerektiriyor ama dekan da işe karışmak istemiyor. Ben Ana Bilim Dalı başkanı olarak onlara Sultan’ı üniversiteye alalım diyorum. Onlar hayır diyorlar. Daha önce tüm başkanlar kendi istediklerini almışlardı. Herkes saygı göstermişti ama şimdi herkes bana karşı çıkıyor. Bize rağmen istediğini alamazsın diyorlar. İstersen Manisa Celal Bayar ya da Çukurova Üniversitesi Nöroloji başkanları ile görüşeyim. Beni severler. Oralara akademik yükselme için geçebilirsin. Bu son sözlerin ardından başımdan aşağı dökülen suyun sıcaklığı artarak sanki buharlaşma derecesine yaklaşmıştı. —Hocam “Ben istiyorum alınsın” tavrınızdan ziyade bu isteğinizi akademik kurulda sunup ‘Bu çocuğu alalım mı?’şeklinde bir oylama yapılırsa… —Akademik kurul toplanamıyor ki nasıl bir araya geleceğiz? —Hım… Evet, diye başımı salladım ama sallanan herhalde tüm dünyaydı. Aslında benim zamana ihtiyacım vardı. Belki kliniğin içindeki soğuk savaş düzelir ve sonra şansım yaver giderdi. Ama süreyi nasıl uzatacaktım? Sadece on gün vardı ve on günün ardından uzun bir kurban bayramı tatili geliyordu. O, hafta sonları ile birleştirilmiş ve uzamış bayram tatillerinden… —Hocam izin verirseniz, uzatma kâğıdı elimde, akademik kuruldakileri tek tek dolaşıp, onlara imzalatayım. —Olur, bir dene… Hemen odanın açık kapısının önünde duran sekreterine, her zaman neşeli ve gür çıkan sesinden başka bir sesle seslenerek “Fehmi, bir uzatma kâğıdı getir” dedi. Kâğıt geldi ve elime tutuşturuldu. Hayatımda istemek, hep kendi adıma zor, başkaları adına kolay olmuştur. Gene aynısı oldu. Sıkıla sıkıla koridorda yan yana duran akademik kurul öğretim üyelerinin kapılarını tıklatarak içeri girdim. Genelde hepsinin bildiğinden emin olduğum klasik bir cümle ile başlıyordum: Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri —Hocam on gün sonra sürem bitiyor. Uzatma yapılamaz ise ilişiğim hastaneden ve üniversiteden aniden kesilecek. İşsiz kalacağım. —Hocam, biliyorsunuz, uzatmam on gün sonra bitiyor. toplanamıyor. Bir anda ilişiğim kesilecek, işsiz kalacağım. Akademik kurul Hepsi söz birliği etmişçesine bana aynı şeyi söyledi. Sanki ortak bir kalıptan çıkmış gibi:“Bizim senle bir sorunumuz yok. Sen iyisin, çalışkansın ama bu kâğıdı imzalayamayız.” Her seferinde aldığım ve mantığını kavrayamadığım bu yanıtlarla son odayı tıklattım. Aynı isteğimi safiyane bir tavırla bilgin olan hanım bir hocama tekrarladım ama cevap beklediğim gibi ve herkesin kullandığı kalıpta olmadı. —Senin burada kalmanı hiç kimse istemiyor. On gün sonra bayram var. Hastaneden ve kadrodan ilişiğin pat diye kesilecek. Bana sorarsan sen bu on gün içinde Sağlık Bakanlığına başvur ve tayin iste. —Ama hocam az önce çoğu öğretim üyesi ile görüştüm ve bana senle sorunumuz yok dediler. —Sen onlara inanma, diye ekledi. “Seni burada hiçbiri istemiyor. Sen çok dik başlısın, başına buyruksun. Kafana göre işler yapıyorsun.” Bir anda şaşkınlığım en üst noktaya ulaştı. Bu lafı ben asistanlığımın ilk yılında duymuş gibiydim. Daha altıncı ayımda, kendimce ilginç gördüğüm bir hastayı vaka sunumu olarak yazmıştım. Yazmıştım derken, psikiyatriden, bizim nöroloji kliniğine rotasyona gelen bir arkadaşın yardımıyla ikimiz İngilizce olarak ve çatlak bir dille de olsa vakayı yazmıştık. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Beş-altı odayı dolaştım. Ya da beni dik başlı nitelendirmelerinin sebebi, tüm bunlardan ders almayıp, asistanlığımın üçüncü yılında Nörolojik Yoğun Bakım’a yatan hastaların arşivde toplanmış ve çürümeye terk edikmiş bilgilerinden yararlanmak için yoğun bakım sorumlusu olmayan kumral hoca ile yaptığım, beyin kanaması olan hastaların sağ kalım ve sakatlığı seyri üzerine vücut ısısı etkisi hakkındaki çalışmam mıydı? Öyle ya… Bu çalışmayı yaptığımı öğrenen ve kendisinin bilgisine güvendiğim, saygı duyduğum yoğun bakımdan sorumlu hoca, sağduyusundan uzak şekilde, beni yoğun bakımın önünde çok rezil edici bir şekilde haşlamıştı: “Bizim iznimiz olmadan, bu kliniğin parçası da olsan, yoğun bakım hastalarının dosyaları üzerinde araştırma yapamazsın. Ya da bizim adımız da yazacaksın… Hastaları biz takip ettik çünkü...” Bu uyarıyı bana yapan da asistanlığım süresince bilimsel bilgi yaklaşımını kendime model aldığım bir bayan öğretim üyesiydi. Çok kırılmıştım ve hatta çok çok kırılmıştım. Ama anlaşılan onlarda kırılmaktan fazlası olmuştu. Ben bir asiydim, dik Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Hemen ertesi gün bir uzman ve iki öğretim üyesi profesör bana haber göndermişti: “Bizim adımızı da yazsın o makaleye, ben hastayı acilde görmüştüm…” Bir diğeri de “Ben hastaya yoğun bakımda vizit yapmıştım.” diyerek isimlerini eklettirdiler. Bana ters gelmişti bu durum. Çünkü o zamana kadar öğrendiğim, bir makaleye adının yazılması için çalışmanın hazırlanması, verilerin değerlendirilmesi, sonuç çıkarımı ve yazımda emeklerinin geçmesi gerektiğiydi. Neredeyse hastayı sokakta önceden gören bir öğretim üyesi de adını yazdıracaktı. Hiçbir yerde emekleri olmadığı için yazmak istememiş ve dik başlılık yapmıştım. Acaba bu muydu dik başlı demelerinin nedeni? Ama yazmıştım isimlerini. Bir vaka sunumuna göre yedi yazarlı olması çok dikkat çekiciydi. Üstelik geçen zaman içerisinde o vaka yayınlanmak için birçok dergiye gitti ama kabul edilmedi. Gençlik heyecanı ile yazdığım olgu sunumundan literatürde yeterince vardı ve aslında o kadar da yeni bir vaka değildi. Ama adını yazdırmak için istek yapanlar için bu da önemli değildi. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri başlıydım. Kendi kendime işler yapıyordum. Evet, kesin buradan çıkmıştı asilik. Başka nereden olabilirdi ki… Ya da aynı öğretim üyesinin Türkiye’de ilk kez, tarafımdan hazırlanan Multiple Skleroz web sayfasında kendi adı olmadığı için Ana Bilim Dalı başkanına beni şikâyet etmesi ardından mı “kendi başına iş yapar” olmuştum. Üstelik sonradan onun adını da web sayfasına eklemiştim ama aynı kişi ortak iş yapıyoruz deyip, eşek gibi çalıştırdıkları ve istatistiklerini dahi yaptırdıkları bir araştırmaya adımızı yazmak şöyle dursun, teşekkür bile etmediler yazıda. Ya da tamamen benim verilerini toplayıp, analiz edip Türkçe yazdığım bir makaleyi, sadece İngilizceye çevirdiği için kendini birinci isim yazan ve yanında da başka bir hocayı ekleyip, araya benim adını sıkıştıran hocaya mı bir şey yapmıştım? Yapmamıştım bir şey… Olsun deyip içime atmıştım bu tavırları. Başkaldırmamıştım. “Asi” diye nitelendirilmemin sebebi bunlar olmalıydı. Ya dik başlılık? O da bunlardan çıkmış olmalıydı. Ama “dik başlılık, kendi başına işler yapma” kötü müydü? Üniversitede akademik kariyer yapacak kişi bu özellikleri taşımamalı mıydı? Kendi başına fikir üretip bir şeyler yapmamalı mıydı? Bunlar olmaz ise yeni fikirler farklı bakış açıları nasıl doğabilirdi üniversitelerde? Bunlar olmadan, koyun sürüsünden nasıl ayrı kalınabilirdi… Bu karmaşık düşünceler içerisinde, bayan hocamın söylediklerinin yarattığı derin bir çöküşle son bir kez dekanı ve ardından da rektörü ziyaret etmeyi planladım. Belki onlar derdime çare olabilirdi. Belki mantığı iyi çalışan benim gibi birine denk gelirdim ve şansım dönerdi. Dekana ulaşmak rektöre nispeten kolaydı. O gün dekanla Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Ama rektöre ulaşmak o kadar kolay değildi. İlk randevu alma girişimlerim bayındırlık bakanlığından randevu almaktan zor oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı. Tekrar tekrar aramamla beş gün sonraya randevu alabildim. Beş gün, beklemek için çok uzun, bitmeye başlayan sürem içinse çok kısa bir zamandı. Beş gün geçti ve rektörlüğe gittim. Rektörün odası üst kattaydı. Yaz sıcağında içerisi epey serin, hatta soğuktu. Belki de ben heyecandan, salınan adrenalinden damarlarım büzüşmüş ve üşümüştüm. Üst kata çıktım ve geldiğimi sekretere söyledim. “Saat 13:00’da randevum vardı” diye ekledim. “Buyurun oturun. İçeride bir misafiri var” dedi. Zaman akışı yine yavaşlamıştı... Sonra, ahşaptan yapılmış, yüksek tavanlı eski İzmir evlerinde olan odalara benzer odanın kapısı açıldı ve bir genç odadan çıktı. Sekreter, o çıkınca kapıya yanaşarak. “Dr. Sultan Bey geldiler” dedi ve ardından bana el işareti ile içeri girebileceğimi ifade etti. Girdim ve masanın önündeki koltuklardan birine oturdum. Ben otururken, rektörün önünde bir ajanda açıktı ve bir şeyler yazıyordu. Sonra birden “Buyurun sizi dinliyorum” dedi. Sanki yüzüme hiç bakmamıştı ya da ben öyle algılamıştım. Ajandasına bakıyordu. Ya bir şey çiziyordu ya da benim söylediklerimi not alıyordu. Daha önce bir rektörle hiç görüşmemiştim. Rektörler toplantılarında vali, il garnizon komutanı ile bir arada oturduklarını biliyordum. Protokolde hep yüksek yerlerdeydiler. Kendilerine ait fildişi kuleleri vardı. Sağdan soldan duyardık: “Falan kişi, rektör seçilince 500 kişiyi kadroya aldı. Hepsi kendi adamları... Falan rektör dincileri alıyor. Falan rektör Alevileri yolluyor, Hıristiyanları tercih ediyor…” Gerçi bu duyduklarımın zamanla gerçek olduklarını gözlerimle de görecektim. Belki de rektörlerde olduğunu düşündüğüm güç beni heyecanlandırmıştı. Belki mucizevî bir çözüm oluştururdu. Durumu bizim nöroloji kliniğindeki öğretim üyelerine ve dekana anlattığım gibi rektöre de aynen anlattım. Fark ettim, ben konuşurken ajandasına hala bir şeyler yazıyordu. Bir an aklımdan geçirdim: “Her halde ziyaretçisi fazladır, olan biteni hatırlamak için notlar alıyor…” Ama beni hiç dinlemeyip kafasına göre o haftaki programını da yazıyor olabilirdi. Bir ara yazmayı kesip, ince, Erbakan benzeri kestiği bıyığı altından: —Sizin klinikte fazla uzman var. Bu aşamada sizin kliniğe uzman almayı planlamıyoruz” Bu sefer bir anda donup kaldım. Çünkü son 1–2 aydır aldığım olumsuz yanıtlardan olsa gene şaşırmazdım (Bir yıl kadar geçmeden ülküsü olmayan bayındırlık makamındaki aynı rektör görevdeyken, AKP hükümete gelince, sıradan bitiren üç nöroloji asistanı kısa sürede üniversite kadrosuna uzman olarak aldılar. AKP kadrolaşacak diye!) Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri görüşüp sürenin bittiğini ama akademik kurulun klinik içindeki kavga nedeni ile toplanmadığını, üniversite ile ilişiğimin kesileceğini, bana yardımcı olmasını rica ettim. Ama “Ben sizin kliniğin içişlerine karışmam” diyerek karamsarlığımı devam ettirdi. Bu da ilginçti. “Kliniğin iç işleri…” Her şeye burunlarını köküne kadar sokan dekan ve rektörler, bu duruma karışmamayı tercih etmişlerdi. Belki daha önce pisliklere daldırdıkları burunları hassasiyetlerini kaybetmişti ya da koku alamaz olmuşlardı. Rektörlükten ayrılırken artık tüm umutlarım tükenmişti ama yine de belki fikri değişir umuduyla, özgeçmişimi içeren bir dosya bırakmıştım ona. Bu iş olmayacaktı. Asistanlığıma başladığım üniversitede akademisyenliğe devam ettirilmeyecektim. Tüm bunların ardından kliniğimizdeki Ana Bilim Dalı başkanına gittim. Durumu anlattım. “Sen Manisa Celal Bayar’a git orası İzmir’e yakın, oranın başkanı beni sever. Ben rica ederim” dedi. Kabul ettim. Ege Üniversitesi olmazsa Manisa olsun. En azından akademisyenliğe devam ederim diye düşündüm. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Sözüne devam ederek: —Kliniğin iç işlerine karışmak da istemem” diye tamamladı. Oysa o, üniversitedeki en üst iradeydi ama karışamıyordu Tıp Fakültesi Nöroloji kliniğine… YÖK yasalarına göre suç sayılan, akademik kurulun toplanmaması gibi bir olay oluyor ve rektör karışmak istemiyordu. Sen kimdin ki? Ne iş yaparsın? Bayındırlık bakanlığında kapıcı mısın? Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Denize Düşen Yılana Sarılır! Manisa Celal Bayar Üniversitesi ve benim yaşadığım İzmir’in ilçesi Bornova birbirine adeta komşu yerlerdi. Hatta üniversite, İzmir sınırına yerleşikti. Zaten öğretim üyelerinin çoğunluğu İzmir-Bornova’da yaşıyor, çalışmak için sabah servisleri ile Manisa’daki üniversiteye gidiyorlardı. Kendime ait aracım olmadığından, yaklaşık 20-25 km olan Bornova-Manisa Celal Bayar arası yolu her sabah otobüslerle almak zorundaydım. Manisa’daki üniversite hastanesine ilk gidişim zor olmadı. Birbiri yanında üç bloktan oluşan bir hastanesi vardı. Bir üniversite hastanesine göre epey küçük bir hastane diye düşünmüştüm ilk gördüğümde. Belki bu düşünceye beni daha önce çalıştığım Atatürk Üniversitesi ve Ege Üniversitesi hastanelerinin yataklı birimlerinin çok büyük olması itmişti. Her neyse ben yine hazırlandığım kalın bir çalışma ve biyografi klasörü ile Celal Bayar Nöroloji bölümü başkanının yanına vardım. İlk görüşmede bana “Burada bir ay çalışın. Biz sizi tanıyalım size de bizi tanıyın. Dışarıdan başkalarının söyledikleri benim için önemli değil” demişti. Bugün gibi net bir ses tonuyla hatırlıyorum bu ifadeyi. Verdiğim çalışma dosyasına bakarak “Çalışmalarınız çok güzel” dediğini de hatırlıyorum. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Aradan bir ay geçti. Bir aylık çalışma ve tanışma planlamıştık... Bu süre sonunda sabırsızlıkla verilecek kararı bekliyordum. Manisa Celal Bayar Nörolojide Ana Bilim Dalı başkanı dosyamı akademik kurula sunacağını ve diğer kişilerin de onayını Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Beni kliniğe götürüp asistan ve uzmanlarla tanıştırdı. Bir hastaneye göre dar ve kalpdamar, nöroloji ve nöroşirurji hastalarının ortak yattığı bir koridordan geçip en sonunda seminerlerin verildiği ve asistan uzmanların dinlendiği bir odaya ulaştık. Ortam aslında sıcaktı. Beni de sıcak karşıladılar. Kısa sürede bu sıcaklık karşılıklı hal aldı ve kaynaştık. Bu arada ben onların vizitlerine katıldım, seminerlerinde dinleyici olarak bulundum hatta dergi saatinde beyin ödemi konusunda bir makale sundum. Epey hoşlarına gitti. Ancak benim klinik içi gözlemim bu kadar olumlu değildi. Çok az sayıda yataklı birimleri vardı. Yatırdıkları hastalar arasında basit denilen “yüz felci” hastaları bile vardı. Bunu garipsemiştim. Çünkü bu hastaların kalitesi ve hastalıklarının ortaya çıkardığı problemlerle asistan eğitimi yapılıyordu. Bu asistanlar da eğitim ve çalışmalarının sonunda nöroloji uzmanı olarak görev alıyordu. Büyük üniversitelerle karşılaştırıldığında, görülen hastaların oluşturacağı tecrübe ve hasta çeşitliliği yeterli sayılmazdı. Bu nedenle pek de istekli değildim ama başka çarem de yoktu. Denize düşen yılana sarılır misali bir durum vardı ortada… Bu arada Manisa ile olan bir aylık bekleme süresi üzerine iki hafta eklendi ve hocayı aradım. —Hocam merhabalar. Müsait misiniz? Dr. Sultan ben… —Evet… —Herhangi bir karar çıktı mı acaba akademik kuruldan? Bana bu hafta toplanacağını söylemiştiniz de… —Biz arkadaşlarla görüştük. Sana şimdilik yeşil ışık yakmıyoruz. Kadro sorunu var. Sen istersen Pazar devlet hastanesine git. Daha sonra, kadro ayarlayabilirsek biz belki seni çağırırız. —A… ma… Hocam… Siz! —Arkadaşlar, bizim kendi üniversitemizde yetiştirdiğimiz birisini alalım, diyor. Bizim üniversite ekolümüzle yetişmiş birisi. Onların dediklerini de dikkate almalıyım. —Tamam hocam… Teşekkürler… Sağ olun. Artık Manisa umutları da tükenmişti. Oysa karşılama, bir ay içindeki karşılıklı izlenimler ve mesajlar, bu durumun tam tersiydi. Nasıl böyle olmuştu ki? Biraz umutsuzluk biraz gerginlikle tekrar cep telefonumu aldım ve Cumhur hocamı aradım. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri isteyeceğini, bu arada kadro sorunu olduğundan devlette bir yerlere tayin yaptırmamın iyi olacağını, oradan geçişin daha rahat olacağını söyledi. Sözünü dinleyip Ankara’ya gittim. Sağlık Bakanlığının kapısını aşındırıp uzman olarak tayin istedim. Henüz, uzmanlık sonrasında mecburi hizmetin olmadığı zamanlardı… Her ihtimale karşın, doğduğumum memleket olsun diyerek, Rize, Pazar devlet hastanesine tayin istedim… Olmaz olmaz diye düşünürken bir hafta sonra tayin yazısı geldi. “On beş gün içinde görev yerinize ulaşmanız gerekmektedir, Yer: Rize Pazar devlet Hastanesi…” Bir anda ne olduğumu anlamadım. Şaşırdım. Öfkelendim. Kızardım, bozardım. Beynimin ilkel kısımları herhalde en şiddetli çalışmasını gösterdi. Hiçbir şey diyemedim. “Tamam, hocam” diyerek telefonu kapadım. Kapamamla Manisa Celal Bayar Nöroloji Ana Bilim Dalı hocasının cep numarasını çevirmem bir oldu. —Hocam, Cumhur Bey ile görüştüm. Ona beni, bir dinci gruba dahil olduğum için almadığınızı söylemişsiniz. Buna nasıl inanırsınız? “Siz bizi tanıyacaksınız, biz de seni” demiştiniz. Böyle bir şeye nasıl inanırsınız! Bunu Ege Üniversitesi nörolojiden birisi uydurdu. Size iletti… —Ben böyle bir şey söylemedim, diye ekledi. İnanmamıştım: —Az önce Cumhur Bey ile görüştüm. Böyle demişsiniz hocama… —Yok, ben öyle bir şey söylemedim, dedi ısrarla… Artık epey öfkelendiğimi kendim de fark ettim ama bana açık açık yalan söylendiğini hissettiğimden kendimi dizginlemeyi düşünmedim bile. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri —Hocam şimdi az önce Manisa’daki hocamla ile görüştüm. Bana “Sana yeşil ışık yakamıyoruz” dedi. Bu nasıl olur? Çok umutluydum ben… —Tamam, Sultan, bir dakika ben doktor hanımı arıyorum. —Tamam hocam… Sağ olun. Aradan iki dakika geçmedi herhalde. Benim telefonum çaldı. Arayan Cumhur hocamdı: —Kendisiyle görüştüm. Diyor ki “Onun için dinci bir gruba dâhil diyorlar, ben onu buraya alamam.” Bu beni daha da öfkelendirdi. Bu söylediğinden, söylediklerimi onaylamadığımı anlamıştım ama açık olarak söylemiyordu. Ben yine konuşmasının arasına sıkıştırdım: —Başka yolu yok. Mahkemeye başvuracağım. —Bak… Daha geçen ay buradan iki kişiyi… Hatta gözde doçent olan birini uzaklaştırdılar. Afyon üniversitesine gitti. İstersen oraya git, diye tavsiyede bulundu. Ama bu sözlerinden “Sen bir dincisin. Dinciler oraya gitti, kabul edildiler. Sen de oraya git. Seni de kabul edebilirler” gibi bir anlam çıkıyordu. Ben yine “mahkemeye başvuracağım” dedim ve telefonu kapattım. Dış kapıya baktım. Sokağa çıkıp önce bir avukat bulacaktım. Çıktım. Epey yürüdüm. Biraz avukat tabelalarına bakıp hiçbir yarar sağlamayacağını düşünerek eve döndüm. Eve geldiğimde biraz daha sakindim. En iyisinin “bir meslektaşına iftira atmak” suçunu tabip odasına bildirmek olacağını düşündüm. Öyle de yaptım. Tabip odasına gittim. Odanın avukatı ile ücretsiz görüştüm. Durumu anlattım. Yazılı anlatmamı istedi. T.C. İZMİR TABİP ODASI YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞINA İZMİR 1995 yılı, Kasım ayında TUS sınavıyla Nöroloji Asistanlığı yapmak için Ege Üniversitesi Nöroloji ABD çalışmaya başladım (EK1). Bu dönem içerisinde birçok yurt dışı ve yurt içi yayımlarımız oldu, Nöroloji alanında başarılı çalışmalarımızdan dolayı ödül de aldık (EK2). 20.11.2000 tarihinde Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesinden Nöroloji uzmanlığımı aldım (EK3). Uzun dönem birlikte çalıştığım, Ana Bilim dalı başkanı sayın Prof.Dr.C.E tarafından akademisyenliğe devam etmem için Nöroloji Ana Bilim dalında kalmam istendi. İki ay kadar klinikte Nöroloji Uzmanı olarak çalıştım. Bu arada dekanlıktan kadro istekleri oldu. 3 ay geçmesine rağmen kadro olmadığı gerekçesiyle bekledim. Ancak, uzmanlık sınavı sonrası olan uzatmalarımın ikisini (2’şer aydan toplam 4 ay) kullandığımdan, tekrar uzatma izni alınması gerekti. Bunun verileceği tek yerde Akademik kuruldu. Fakat o dönemde öğretim üyelerinin bir grubunun ana bilim dalı başkanı Dr.E’le, kliniğin işleyişi nedeniyle olan tartışmaları sonucu Akademik kurul 3 ay toplanamadı. Uzatmamın yapılması için dekan Dr.A.E ile, rektör Prof.Dr.Ü.B ile bireysel olarak görüşmeme rağmen, uzatmam yapılmadı ve daha önce nöroloji kliniğinde hiç olmamış (daha önce uzmanlığını alan herkes, uzatmalarını kullanmıştır) bir şekilde 2 ayda maaşım kesildi. Bir ay ücret almadan devam ettim ve 15.3.2001’de açıkta kaldığım için ayrılmak zorunda kaldım. Dekanla görüşmemde, hiç bir yetkim ve yaptırımım olamayacağı halde akademik kurulu benim toplamamı söyledi. Ana bilim dalı başkanı karşısında olan grupla tek tek görüşmelerde adeta bir inatlaşmayla, kanuni olarak yapılması gereken ve YÖK kanununa göre yaptırımlar gerektiren, akademik kurul toplantısı bir türlü yapılamadı. Ege Üniversitesi rektörüyle yaptığım görüşmede, uzatmalarımın bittiğini ve kurulun toplanmadığını, bu konuda yardımcı olmasını rica ettiğimde; bunun olamayacağını, kliniğin iç işlerine karışamayacağını, kendilerinin bunu halletmesi gerektiğini belirtti. Sorunu benim halletmem gerektiğini söyledi. Bu arada Nöroloji Ana bilim dalı öğretim üyelerinin başkan dışında tamamı, kanuni olarak suç olan; devamlı yapılan asistan eğitimleri, seminer ve bilimsel toplantıların hiç birisine katılmama ve protesto kararına devam ettiler. 3 ay kadar bu eğitimden çekilme devam ettiği halde, klinikte asistanların eğitimi-öğretimi aksadığı halde, YÖK’ün bir üniversitesinde, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana Bilim dalındaki bu şahıslara hiç bir yaptırım uygulanmadı. Bu dönemde, 1980’li yıllarda siyasi görüşünden dolayı üniversiteden uzaklaştırılan, 3.5 yıl beraber çalıştığım, TÜBA üyesi ve saygın bilim adamı, Prof.Dr.C E’in beni akademisyenliğe alma için çaba göstermesi nedeniyle bana karşı da tavır aldılar ve bahsettiğim siyası düşüncesinden yararlanmak için, beni tam tersi karşı görüş olabilecek “dini bir gruba dahil ve eşiminde kapalı (!)” olduğu şeklinde Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri —Ya hocam… Buna nasıl inanırsınız? Bunu söyleyenleri ve yayanları mahkemeye vereceğim. Başka yolu yok gibi görünüyor. Bu iftira üzerimde kaldı. Öyle biri olsam üzülmeyeceğim. Hani deşifre oldum, beni almadılar deyip bir kenara çekileceğim ama öyle bir grupla ilişkim olmadığını biliyorum. Siz de mahkemede şahit olacaksınız, size kimin bunu aktardığını söyleyeceksiniz. —Yapma. Keskin sirke küpüne zarar... Sen sakin ol. Tayinin çıkmış. Sen Rize Pazar devlet hastanesine git. Biz seni durum sakinleşince oradan çağırırız… Dr.Sultan TARLACI Nöroloji Uzmanı Yazdım verdim ve iki hafta sonra yanıt geldi. Benim için anlamsızdı: “Şikâyet dilekçenizde belirttiğiniz kişilerden Cumhur Ertekin ile görüşülmüş ve konu ile ilgili kanıt belgesi sunmanız gerektiği yargısına varılmıştır.” Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri bir yalan/iftira/hakaret ortaya attılar. Bu kişilerin değişik zamanlarda, Aralık 2000-Ocak 2001 tarihleri arasında, Ana bilim dalı başkanına giderek “dinci bir gruba dahil birisini uzman olarak almaması” yönünden baskıları ve söylemleri olmuş. Daha sonra gelişen Celal Bayar Üniversitesine başvurumda aynı problem olması sonucu, Prof.Dr.C. E’nin Ağustos 2001’de bana ifadesiyle bu kişiler: Prof.Dr.S. B, Prof.Dr.N.A, Doç.Dr.A.S, Doç.Dr.H.Ş, Doç.Dr.N.Ç, Doç.Dr.H.K olduğunu öğrendim. Ana Bilim dalı başkanı Prof.Dr.C,, bu konuda ellerinde bir kanıtları varsa getirmelerini, o zaman akademik kadro isteminde bulunmayacağını belirtmiş. Bu tarihlerde, Ana bilim dalı başkanı beni çağırarak, bu söylenenlerin doğru olup olmadığını sordu. Bende açık bir dille bunun doğru olmadığını belirttim. Oysa benim yaşantım, Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlığım 5 yıl aynı yerde çalıştığım arkadaşlarımca bilinmekteydi. Bahsedilen kişi ile ve gruplarıyla en ufak aktif ya da pasif ilişkim ya da katkım olmamıştı. Yaşamım boyu, benim için tek doğru yol bilimdi ve hayat felsefem açısından bu yaşıma kadar hiç bir siyasi, dini görüş ve grupla bağlantım olmadı. Bunu Sayın Ana bilim dalı başkanı da bilmekteydi. Bu iftiraları Dekan beye ve rektöre ilettiklerini ve bu nedenle uzatma isteğime en ufak bir çaba göstermediklerini daha sonra öğrendim. Daha sonra, Ege Üniversitesinden 15.3.2001’de ayrıldım. Bu olaylar ve ana bilim dalı başkanına alınan tavırdan dolayı o da istifa etti. Olaylar bununla da kalmadı. Nisan 2001 sonlarına doğru, Manisa, Celal Bayar Üniversitesi, Nöroloji Ana Bilim dalı başkanı olan Prof.Dr.D.S ile görüşerek, (resmi bir kadro açılmamıştı) başvurdum. Kendileri, tanımak için 1 ay Nöroloji ana bilim dalında çalışmamı önerdiler. Bir ay gönüllüücretsiz çalıştım. Ancak, açıkta olduğum için resmi bir kadroya geçmem gerektiği ve daha sonra resmi bir yazı ile istek yapılıp Celal Bayar Üniversitesine geçebileceğim belirtildi. Sağlık Bakanlığına Başvurup tayinimi istedim. Tayinim çıktı (EK4). Daha sonra Prof.Dr.S, konuyu kendi akademik kurullarına götürdü ve Kurul kararı sonucu olarak bana yeşil ışık yakamayacaklarını, arkadaşlarının istemediğini belirtti. Tatmin edici bir cevap değildi. Çünkü, zaman geçmesi gerektiğini ve belki daha sonra olabileceğini ifade etti. Prof.E’le tanıştıkları için, görüşmesini ve alınmama nedenimi öğrenmesini rica ettim. Prof. E’ye alınmama gerekçem olarak “dini bir gruba dahil” olduğumu duyduğunu ve bu nedenle alamayacağını, bunun dekan ve rektörle arasında soruna neden olacağını belirtti. Aynı gün, Prof. Dr. D.S ile bizzat telefon görüşme ile öğrendim ki sebep benim “dini bir gruba dahil” olmammış. Ege üniversitesindeki karşı ekibin yalanı/iftirası oraya da ulaşarak benim önüme engel olarak kondu. Bu dönemdeki ruhsal sıkıntılardan dolayı bedensel olarak da zarar gördüm ve 3 Nisan 2001’de ağır bir yüz felci geçirdim (EK5). Bütün bu olumsuzlukları bir mektupla, Haziran 2001’de YÖK başkanı sayın Prof.Dr.Kemal GÜRÜZ’e ilettim (EK6). Ancak, herhangi bir yanıt tarafıma iletilmedi. Temmuz 2001’de Ege Üniversitesi, Nöroloji Ana Bilim Dalı başkanlığına, Dr.E’in istifası sonrası seçilen Prof.Dr.A.Ü’ye giderek, bu söylentilerin devam ettiğini ve öğretim üyelerini uyarmalarını, yoksa hukuksal girişimlerde bulunacağımı belirttim. Böyle bir girişimin herkese zarar vereceğini belirterek, yapmamam gerektiğini ve öğretim üyelerinin böyle bir şey söyleyeceğine inanmadığı söyledi. Konuşma içinde de, yanımda bulunan eşimi “şimdiye kadar kapalı” bildiklerini belirtti! Daha sonra, yukarıda ismi bulunan öğretim üyelerinden bazılarını bu konuda bilgilendirdiğini (!) öğrendim. Bu arada başvurduğum, SSK Bozyaka/İZMİR’de Nöroloji Klinik şefi Doç.Dr.M.G’ye ve Aydın, Adnan Menderes Üniversitesi Ana bilim dalı başkanı Doç.Dr.A.A’ya aynı iftiranın ulaştırıldığını öğrendim. Bürokratik işlemlerden dolayı bu yerlere çalışmaya başlayamadım. Bu kişilerle görüşmemde, söylentilerin kendileri üzerinde etkisi olmadığını öğrendim. Yapılan bu tür davranışların meslek ilkeleri içinde olmadığını, maddi ve manevi olarak zarar gördüğümü, kendimin çizdiğim akademik çizginin tamamen bahsettiğim kişilerce değiştirildiğini ve geleceğimle oynandığını, bu günkü ortamda tarafı olduğumu iddia ettikleri kişilerin “irtica” kapsamında olduğunu, bunun beni çevremde de küçük düşürdüğünü, dolayısıyla adı geçen Ege Üniversitesi, Nöroloji ABD’da çalışan; Doç.Dr.N.Ç, Prof.Dr.S.B, Prof.Dr.N.A, Doç.Dr.A.S, Doç.Dr.H.Ş, Doç.Dr.H.K’dan şikayetçi olduğumu belirtir, adı geçen kişilerin meslek ahlakı yönüyle değerlendirilmesi ve gerekli işlemlerin yapılması dileğiyle bilginize arz ederim. Saygılarımla. Benzer bir dilekçe ve şikâyet yazısını YÖK başkanı Kemal Gürüz’e gönderdim (Kemal Gürüz, 6 Aralık 1995 tarihinde YÖK Başkanı seçilmiş. Daha sonra aynı göreve, Cumhurbaşkanı tarafından ikinci kere atanmış. 7 Ocak 2009 tarihinde Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındı. 28 Şubat Soruşturması kapsamında 25 Haziran 2012 tarihinde tutuklanarak Sincan Cezaevi'ne gönderildi). İadeli taahhütlü gönderdiğimden alındı notu dışında bir yanıt alamadım: Sayın Prof. Dr. Kemal Gürüz, Düşünce ve yaşadıkları anlatabilmem için bu mektubu uzun tutmak zorunda olduğumu belirterek sabrınız için şimdiden teşekkür ediyorum. 20.11.2000 tarihinde Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesinden Nöroloji Uzmanlığımı aldım. Uzun dönem birlikte çalıştığım, Ana Bilim dalı başkanı ve TÜBA üyesi sayın Prof.Dr.Cumhur ERTEKİN tarafından akademisyenliğe devam etmem için Nöroloji Ana Bilim dalında kalmam istendi. … Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Belge! İftiranın belgesi? Rüşvetin belgesi bazen bulunabiliyor ama iftiranın belgesinin nasıl bulunabileceğini o gün bugün öğrenemedim! Hemen her gün üniversitelerin internet sayfalarına bakıyor ve kadro açıp açmadıklarını inceliyordum. Asistanlığımda abone olduğum Neurology dergisinin arka sayfalarında yer alan, nöroloji uzmanı arayan Amerika’daki hastanelerin ilanlarına bakıyordum ancak, yurt dışı beni endişelendiriyordu. Evliydim ve yurt dışına gittiğimde uzman olarak hemen başlayamıyordum. Hatta pratisyen hekim olarak da çalışamıyordum. Her şeye adeta sıfırdan başlamak gerekiyordu. Böyle durumda işi olan eşim de her şeye yeniden başlayacaktı. Dolayısı ile akademisyenliği yurt içinde yapma arayışlarına gidiyordum. Ama Ege Üniversitesindeki uzatmam yapılmadığından adeta kıç üstü düşmüş ve işsiz kalmıştım. Artık günlerim evde, telefon başında geçiyordu. Yakın çevredeki üniversiteleri arayarak nöroloji uzmanına ihtiyaçları olup olmadığını soruyordum. Afyon Kocatepe Üniversitesini aradım. Bana “Hemen dosyanı al gel... Bizim uzmanımız yurt dışında… Birine ihtiyacımız var” dediler. Ama bu deyiş beni çok çabuk vazgeçirdi. O sırada internette dolaşırken Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi web sayfasında bir nöroloji uzmanı kadrosu açıldığını gördüm. “Evet, Isparta…” diye düşündüm ve ertesi gün otobüse binip Isparta nöroloji başkanının Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Isparta’nın dikenli gülleri… — Dekan kadro açmış. Spor hekimliğinde uzman bir bey var. Eşi Hacettepe’den yeni mezun bir nöroloji uzmanı… Onu buraya almak için kadro açmış. O anda ne düşüneceğimi bilemedim ya da ne söyleyeceğimi… Zaten Isparta’yı pek sevmemiştim. Bir zamanların cumhurbaşkanının memleketi de olsa küçük şehir görünümü vardı. Tek güzel yanı şehre girerken yeni yapılan ağaçlandırılmış alandı. Ha bir de çok modern üniversite hastanesi. “Aman, ne olacak burası da olmazsa ne yapayım.” Diye düşünürken başkan, sözüne devam etti: —Ama dosyan iyi… Seni daha önceden bizim Hasan da biliyor. Seni almak isteriz. Bu “Seni almak isteriz” lafı bana hemen bir savaş izlenimi verdi. Habersiz açılan bir kadro için Ana Bilim Dalı başkanı ile dekanın arenada savaşı… Bu savaşta gladyatörlerden biri olacağımı o anda anlamıştım ya da içime doğmuştu. Ne olabilirdi ki? Zaten buraya gelene kadar bütün uzuvlarımı kesmişlerdi. Geride bir başım ve onu taşıyan gövdem kalmıştı. Arenada başımı kaybetsem ne çıkardı? Hiçbir şey... Savaşı kabul ettim ve dosyamı ilgili personel işlerine vermem gerektiği söylendi. Dosyayı verdim. Bana İngilizce ve bilim sınavı yapılacak tarihleri bildirdiler. Ardından aynı gün İzmir’e döndüm. Daha sonra yabancı dil sınavı için verilen tarihte sınava girdim ve sınavdan geçer not aldım. Ertesi gün de on sorudan oluşan yazılı bilim sınavı yapıldı. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri yanına ulaştım. Sıcak bir karşılamanın ardından bana “Aslında bu kadro isteğini biz yapmadık. Yani bundan bizim haberimiz yoktu. Gazetede gördük.” Deyince ağzım bir karış değil üç karış açık kaldı. Daha “öyle mi?” demek için ağzımı kapamaya fırsat bulamadan: Ancak sınav sonuçlarının açıklanacağı tarih gelmesine karşın personel işlerine telefon ettiğimde, sonucun açıklanmadığını söylediler. Bir hafta sonra tekrar aradım. “Dekan şehir dışında… O gelince sonuç belli olacak” dediler. Oysa YÖK yasasına göre iki hafta sonra sonuç bildirilmeliydi. Bu durum, arenada zaten beklenen bir şeydi. Bu arada sonuç belli mi diye- nöroloji Ana Bilim Dalı başkanını aradım. “Dekan bastırıyor” diye yanıt verdi. Aslanlarını arenaya sürmüştü. Çünkü benim hem yayınlarım hem de bilim sınavımdan aldığım puan belirgin olarak diğer adaydan yüksekti. Aradan üç-dört gün geçmedi ki personel işlerinden beni aradılar: “Doktor Bey, sınav sonuçları açıklandı. Ancak rektör bey iki kişiden hangisinin alınacağına karar veremedi. Sizlerin bir sözlü sunumunu istiyor. Ondan sonra karar verecek. Salı günü saat 10.00’da burada olun…” Bu kadar da olmazdı. Rektör karar verememiş(!) Neye bakıyordu ki… Puanlar belliydi. Yayınlar ve sayıları belliydi. Bunlar objektif sayılardan oluşmuyor muydu? 3, 2’den daha büyük değil miydi? İnternete girip rektörün e-posta adresini buldum ve bildiklerimi yazdım: Sayın Prof. Dr. M. Lütfü ÇAKMAKÇI, Süleyman Demirel Üniversitesi web sayfasında e-pota adresinizi gördüğüm için size yazma gereği hissettim. Rektörlüğünüzün en son açtığı, Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana Bilim Dalı için Yardımcı Doç. öğretim üyesi kadrosu için başvurmuştum. İngilizce ve Bilim sınavına katıldım. İngilizceden 72 ve bilimden 74 geçer not aldım. Ancak, daha sonra edindiğim duyumlara göre, benimle birlikte aynı kadro için başvuran arkadaş sınav sonucuna, sınav sorularının ana bilim dalınca bana verildiği gerekçesiyle Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Sınav o kadar iyi geçti ki, soruları kendime ben hazırlasam, o kadar iyi hazırlayamazdım. Sınav sonrası on beş gün içinde sonuçları beklemek üzere İzmir’e döndüm. Bu nedenle ve bahsettiğim söylentiler nedeni ile çarşamba günü yapılacak sözlü sınava katılamayacağımı bildirir, mektubumu hoş görüyle karşılayacağınızı düşünerek, sağlıklı günler dilerim. Saygılarımla. Bu yazdıklarımdan rektörün ne hissettiğini bilmiyorum ve de önemsemiyordum da. Üç beş ay sonra, bir toplantıda ana bilim dalı başkanının bana “Ne yazdın rektöre? Küplere binmiş!” dediğini gayet iyi hatırlıyorum. Daha sonra öğrendiğim bilgi de, diğer başvuran kişinin üniversiteye alındığı ve bir yıl sonra kendi isteği ile ayrıldığı. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri itiraz etmiş. Oysa ana bilim dalı başkanını bir başvuruda dosyamı verirken gördüm bir de sınav sırasında. Ve bu arada dekanlık da diğer başvuran kişinin alımı için ısrar ediyormuş. Bu söylentilerin geçek olup olmadığını bilmiyorum ama gerçekten üzücü. Lise 1. sınıftan bu yana kendi mesleğine yönelmiş, Tıp fakültesini dönem birinciliğiyle bitirmiş, TUS sınavında çok yüksek bir puanla ilk tercihime giren kişi olarak ve asistanlık dönemimde alanımızla ilgili saygın dergilerde 10 yurtdışı yayın ve 7 yurt içi yayın yapan birisi olarak bu söylentilere gerçekten çok üzüldüm. Ve bu Cuma günü, bütün bu söylentiler üzerine, puanlarımız eşit olduğundan (!) ve karar verilemediğinden tekrar çarşamba günü, sizin önünüzde istediğimiz bir konuyu anlatmak için beni çağırdılar. Yer, saat ve ne ile anlatılacağını belirtmediler. Bilimsel objektiflikle değerlendirilen, iki kişinin sınav sonuçlarının ve diğer değerlendirmelerin aynı olması mümkün olduğunu düşünmek zor. Kortizon başlamama rağmen yüz felcim dördüncü gününde daha çok ağırlaştı. Gözkapağım birazcık hareket ederken hiç kapanmaz oldu. Artık, yüzümün sol tarafında en ufak bir hareket yoktu. Yiyecekleri ağzımda kontrol etmekte zorlanıyor, hemen sağ yanağıma doğru dilimle itiyordum… Çok sevdiğim kolayı içmek, su içmekten daha zordu. Baloncukları sol dudağımdan kontrol edilemez bir şekilde kaçıyordu. Pipet iyi bir seçimdi ve kola içmemi epey kolaylaştırmıştı. Dışarı çıktığımda ise güneş ışığı, tüm fotonlarının her birini, bir toplu iğne gibi gözüme sokarcasına rahatsız ediyordu. En koyusundan bir güneş gözlüğü kullanmak, görmemi rahatlatmıştı. Bir nöroloji uzmanı olarak anladığım şey, hastalıklar kitaplarda yazdığı gibi değildi. Aynı zamanda hastaya empati yapmak bile hastalığa karşı hisleri ve hastalığın verdiği yetersizliği anlamaya yetmiyordu. Hasta olunmalıydı anlamak için… İlk iki hafta boyunca yüzümde pek bir düzelme olmadı. Zaten olmasını da beklemiyordum. İkinci haftada asistanlık yaptığım ve kovulurcasına uzaklaştırıldığım nöroloji kliniğindeki ağabeylerimden birine gidip “Yüzüme bir EMG yapalım mı abi? En azından yüz sinirim ne kadar hasar var, öğreniriz” dedim. “Olur yapalım. Geç şöyle…” dedi. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Yüzüme Batırılan ElektroMiyoGrafi İğneleri! Sonra teşekkür edip ayrıldım EMG yapılan odadan. Beş yıldır çalıştığım, gece nöbette sessizliğini hissettiğim boş koridorlarda dolaşırken, abla dediğim bir öğretim üyesi gördü beni. —Geçmiş olsun. Yüz felci olmuşsun. Şimdi nasılsın? —İyiyim. EMG’de total aksonal zedelenme çıktı. —eMaR çektirdin mi? —Yok çektirmedim. —Neden? Çektirseydin. —Tipik bir yüz felci… Hastalarıma çektirmiyorum. Kendime de çektirmedim. —Ya… Allah korusun. eMeS, meMeS olmayasın. Sen bir eMaR çektir bence. Klinikten uzaklaşırken geçirdiğim beş yıldan ziyade son dört-beş ayda yaşanan olumsuzlukları hatırladım ve aklımdan “bedenimi zedelediniz zannediyordum ama aslında daha büyük zedelenmeyi ruhumda yapmışsınız. Farkında değilsiniz. Ya da farkındasınız ama umursamıyorsunuz.” diye geçirdim ve “akademik ortamda” olmayan bir iş aramak için evin yoluna koyuldum… Kertenkelenin gövdesinden kopmuştum. Kendi kendime hareket etmem gerekiyordu ama kaçan gövdeyi korumak için değil. Kendim için… Belki de daha çok beş parçaya ayrılmış bir denizyıldızı gibiydim ve bir parçası olarak ben küçük de olsa başka bir denizyıldızı oluşturacaktım. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Yatağa uzandım. Önce elektrikli uyarılar geldi. Ardından eşek arısı sokar gibi iğneler battı yüz kaslarıma. Gözümü sıkmaya, ıslık çalmaya, dudaklarımı büzmeye, burun kanadımı kaldırmaya çalıştım. Cihazdan normalde yüz kaslarının hareketinden çıkan seslerden hiçbiri gelmedi. EMG yapan tecrübeli öğretim üyesi, “Total aksonal dejenerasyon” dedi. Bu, yüz sinirinin bıçakla kesilircesine tam olarak işinin bittiği anlamına geliyordu. Küçük, özel bir hastanede nöroloji uzmanı olarak iş bulmuştum. Haftanın altı günü çalışıyor ve sadece Pazar günlerini kendime ayırıyordum. Daha doğrusu ayırabiliyordum. O Pazar sabahı, tatil olan, değerli pazarlarımdan biriydi. Aynı zamanda Pazar günü kahvaltı günüydü çünkü kalan altı gün eşim ve ben kahvaltı yapmazdık. Her Pazar olduğu gibi zevkle, hemen her şeyi içeren geniş bir kahvaltı masası hazırladım. Bu Pazar günlerinin klasiğiydi çünkü… Masaya oturdum ve eşim sanki beni yeni görüyormuşçasına yüzüme baktı… Baktı… Bu bakış, ilk görüşte aşktan hatırladığım bakış değildi. Daha çok “bir sorun var” türündeki bir bakıştı. O bana bakarken ben de “ne var?” dercesine gözlerine baktım ve hemen ekledi “Senin gözünde… Göz kapağında bir kasılma var. Yerken kapağın düşüyor. Sağ yana göre epey aşağı düştü. Şimdi dikkatimi çekti. Gözün mü sulanıyor?” diye bakışının anlamını açıkladı. Aslında bu durumu uzun zaman önce ben de fark etmiştim ama diğer birçok hastalığın bıraktığı sekelleri bildiğimden, geçirdiğim yüz felci ardından bunu önemsememiştim. Yüz sinirim düzelirken, dudağıma gelmesi gereken sinirler göz kapağıma gitmişti. Bu nedenle yemek yerken, sadece ağzıma değil göz kapağıma da uyaran gidiyor ve göz kapağım bir şey çiğner gibi aşağı çekiliyordu. Bunun farkındaydım ama eşimin fark ettiği diğer şeyi ben fark etmemiştim. “Gözün sulanıyor muydu?” deyince aklıma geldi. “Eh bir de o olsa ne olacak” diye düşündüm. “O” dediğim durum “timsah gözyaşları”ydı. Normalde dudaklarıma gelmesi gereken sinirler hedefini şaşırarak gözyaşı bezlerine ulaşmıştı ve yemek yeme esnasında dudağımı hareket ettiren sinir uyarıları aynı zamanda gözümü uyarıyor ve yaşartıyordu. Ya da daha nörolojik bir ifade ile “timsah gözyaşları” döküyordum. “Timsah gözyaşları” ilk duyduğumdan beri aklıma takılmıştır. Günlük dilde “timsah gözyaşları” deyimini “Sahte ağlama, naz yapma ya da dikkat çekmek için ağlama” anlamlarında kullanırız ama yemek yeme sırasında olan, üstelik sadece sol gözümden olan ağlamalarım sahte değildi. Eşime o gün naz yapmak gibi bir isteğim de yoktu. Onlar, acı ifadesinin ürünü olmayan, yemek yemeye eşlik eden tükürük salgısı gibi salgılardı ve içlerinde ne sahte ne de gerçek bir duygu vardı. Belki de bu gözyaşları, geçmişte akıtmadığım gözyaşlarımın dışa duygusuz vurmasıydı. Çünkü ben hep gözyaşı dökmek yerine çabalayarak ter dökmeyi tercih etmiştim. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Bir Yıl Sonra… Aslında onların gözyaşları da acı, üzüntü ya da mutluluk gibi duygu içermeyen gözyaşlarından… Belki gözyaşı bile değil… Bir yanılsama. Çünkü timsahların gözyaşı kanalı soluk borusu ile bağlantılıdır ve bu durum yemek yeme esnasında gözlerinde küçük hava kabarcıkları oluşturur. En azından benimkiler, duygusuz da olsa gerçek gözyaşıydı. Aradan geçen zaman içerisinde geçmişteki deneyimlerimle, AKP hükümeti döneminde, YÖK için başlatılan tartışmalara bir gazeteye yazı göndererek bende katılmıştım. Katılmalıydım, çünkü olayın doğrudan tanığıydım. Değişim fırsatı kaçmasın Radikal Gazetesi, 11/12/2003 Üniversite denilince hemen akla gelen ve çok tartışılan YÖK'te yönetim nöbet değiştirdi. Görev süresi dolan Prof. Dr. Kemal Gürüz'ün yerine Prof. Dr. Erdoğan Teziç YÖK Başkanlığı'na getirildi. Politikacılar 'koltuk sevdalısı' diye sunulurken, dekan ve rektörler gözden kaçar. Üniversitede laiklik karşıtı yaklaşımlar kabul edilemez, ama bu, değişim fırsatını tepmek anlamına gelmez YÖK ve üniversitelerimiz, kendilerine ördükleri taş duvarlar arkasında dünyadan ve dışlarındaki rüzgârdan uzak kalmaya çalışıyorlar. YÖK yasa tasarısına esas karşı çıkış nedenlerini ideolojik-radikal kökten dinciliğin önünü açmaya engel olarak göstermeye çalışıyorsalar da esas gayeleri, içinde bulundukları taştan kulelerin zarar görmesini engellemeye çalışmak, bunca yıldır üniversitelerde ne yapıldığı ve nasıl yapıldığı tartışmasını başka bir zemine kaydırarak, kendilerine gelebilecek eleştirileri engellemeye yöneliktir. 'Manastır keşişleri' gibi yaşamaya devam etmek istiyorlar çünkü. Bugün, Türkiye'deki üniversitelerin iç yapılarına bakıldığında, bilim dışında pek çok şey yapılmaktadır -az da olsa özverili bilim insanlarına haksızlık etmeyelim. Kabile içi evlenme geleneği yürürlükteymiş gibi, öğretim üyeliklerine yakın akrabalar alınmakta ve bazı bölümlerde belirgin olarak bu durum dikkat çekmektedir. Kişilerin bilimsel yeterliliklerine, üretkenliğine, düşünce sistemine bakılmaksızın, sadece uysal, söz dinleyen, çanta taşıyan, özgür Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Aklımdan uzaklaştıramadığım düşünce ise timsahların gözyaşı döküp dökmediğiydi. Daha doğrusu ağlayıp ağlamadığı... 1400’lü yıllardan kalma bir batıl inanca göre timsahlar insan yerken gözyaşı dökerlermiş. bilimsel fikirleri yeşertemeyecek taş duvarların içine, yeni kadro olarak alınmaktadır. Çünkü, hem bir birlerine benzer görünmek istemekteler hem de bir birlerine benzer kişileri kendi aile içlerine almaktadırlar. Dışarıdan bakıldığında üniversite hocaları apolitik, derin bilgi sahibi, '-lojiler'i aşmış insanlar olarak görülürler. Oysa hemen herkes gibi öğretim üyelerinin de politik, ideolojik ve dinsel görüşleri vardır. Hatta bu bireysel eğilimler, ülkemizde çok iyi görüleceği gibi, grup psikolojisine dönüşür ve o üniversite kampüsünü bütünüyle etkisi altına alır. Sonuçta da o üniversitenin bir '-lojisi' doğar. Bugün, ülkemizdeki her üniversitenin kendine ait politik, dini-siyasi eğilimleri vardır ve bu içinde barındırdığı öğretim üyelerince de gayet iyi bilinir. Oysa politik görüşleri siyasal bilgiler fakültesinde, dini görüşleri ilahiyat fakültesinde tartışma konusu yapma dışında, akademik ortamda hiçbir değerinin olmaması gerekir. Tartışmasının da... Bireysel olarak kişi her türlü ideoloji, dini kabul edebilir, savunabilir. Ama öğrenci karşısında yalnızca bilimsel konuşulması gereken konu konuşulur. Öğretim üyelerinin ve üniversitelerin politikalarının, siyası ve dini görüşlerinin, akademisyen seçiminde etkili olması önümüzdeki karanlık bir engeldir. Bazı üniversiteler 'dinci' bazıları ise 'solcu' olarak adlandırılmaktadır. Bunu yapan, geçtiğimiz 20 yılda yapılan akademisyen seçimindeki tercihlerdir. Bilimsel vizyon ilk sırada değil Her zaman politikacılar 'koltuk sevdalıları' olarak halka lanse edilmelerine karşın, aslında birileri daima gözden kaçar: Taş duvarlar arkasındaki dekanlar ve rektörler. Dekanlık ve rektörlük seçimlerini kazanmak girişimi tam bir siyasi çekişmedir. Bilimsel vizyon ise ilk sıralardan sonra gelmekle birlikte, kaçıncı sırada olduğunu tespit etmek çok zordur. Koltuklarını elde eder etmez, ilk yaptıkları şey kendi siyasi-dini görüşlerine sahip olan, kendini seçimlerde destekleyen öğretim üyelerinin sırtını bir şekilde sıvazlamaktır. Yardımcı doçentler doçent, uzmanlar yardımcı doçent yapılır. Kendini desteklemeyenleri ise bir şekilde yıldırarak, başka birimlere göndererek üniversiteden uzaklaştırmak ya da doğrudan atmaktır. Bunun örnekleri çoktur... Ve ardından da bir sonraki seçimde, koltuğu sağlama almak için kendine yakın insanları bir yerlerden (belki üniversite dışından) bulup getirip yeni kadro açarak oy artırmaktan ibarettir. Kişisel düşmanlık! Öğretim üyeleri arasında kişisel ilişkilerde zıtlık ve soğukluk her yerde ciddi şekilde göze çarpar. Çoğu öğretim üyesi arasında fikir ve ideal birliği yoktur. Adeta düşmandırlar. Bu sadece bilimsel alanlarla sınırlı değildir, sokakta anabilim dalı koridorlarında bir birlerini görseler ya yönlerini değiştirir ya da başlarını öne eğerler. Bazen ise, anabilim dalı başkanları yıllarca eksik öğretim üyeleri kadrolarını dekanlık aracılığı ile rektörlüklerine bildirirler. Ancak, anabilim dalı -dekan-rektör üçlü bağında bir kopukluk varsa bu kadro uzun yıllar gelmeyebilir. Bazen de hiç bir kadro isteği yapılmadığı halde, bir gün bir gazeteyi açan anabilim dalı başkanı, kendi bölümü için yardımcı doçent kadrosu açıldığını görebilir. Kadro isteğinde ne zaman bulunduğunu düşünürken, istek yapmadığını ve 'tepeden inme' birinin geldiğini anlar. 'Söz uçar, yazı kalır' Gazeteyi gören başka biri de 'tepeden inme' gelecek kişiyi bilmeden o kadroya başvurur. Yapılan yabancı dil, bilim sınavı ve yayın sayısına güvenerek sınavlara girer. Sınavlar var olan YÖK Yasası'na göre, üniversite içinde yapılmaktadır. 'Tepeden inme' gelenin yayın sayısı komik, bilimsel sınav puanı yeterli olmadığı halde, anabilim dalı başkanından habersiz kadroyu açan rektörün isteği ile 'Başvuran iki aday arasında seçim yapılamadığından, sözlü sınava gelmesi...' gayriresmi olarak bildirilir. Kararı rektör verecektir. Oysa YÖK Yasası'nda böyle bir kanun yoktur. Sonuçta, 'söz uçar, yazı kalır' misali 'tepeden inme' rektör yardımı ile yerine iniş yapar. Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de bilim üreten insanlar vardır. Bunların bazıları da şans eseri olarak üniversitelerde kalmıştır. Üniversitelerimizdeki, yayın üretmeyen, köşe başlarını tutan öğretim üyeleri de ne hikmetse son günlerde gazete ve dergilerde, yayın sayısının yabancı dergilerde belirgin arttığını ve uluslararası sıralamalarda yükseldiğimizi savunmaktadırlar. Sayılar neyi gösterir? Yayınların yapıldığı kesin. Elde sayılar var. Ama bu yayınların çoğunluğu, genellikle yüzde 5'i oluşturan bir grup tarafından yapılmaktadır. Geri kalan öğretim üyelerinin böyle bir yayın, bilgi üretme kaygısı yoktur. Üretilen makale ve SCI'e (Science Citation Index) giren makale sayısı ile ülkeler sıralamasında yükselmiş olabiliriz. Ancak, yayınların niteliğine bakıldığında orijinal yeni fikir denilebilecek yayın sayısı bir elin parmakları/yılı geçmez. Nitelikli yayın sayısının aynı oranda arttığını kimse söyleyemez. Bunun yanında üniversite öğretim üyesi sayısı başına düşen yayın sayısı komik derecede düşüktür. Yapılan yayınlarda adeta bir isim bolluğu da her zaman dikkatleri çeker. 'Çalışmacı sayısını çoğaltma' sanıldığından da çok sık yapılmaktadır. Akademisyenlerin bir yanılgısı, Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri İdeolojik-akademik yükseltme uzun yıllardır ellerinde olan (hatta yüzyıllardır) 'kutsal bilginin/bilimin' yalnızca kendi şatoları içinde olduğudur. Oysa gelişen teknoloji ve iletişim yöntemleri ile artık aklı eren herkes, istediği her bilgiye en ince ayrıntısına kadar ulaşabilir. Bunun için 'Profesör Aklıderin' olmak gerekmiyor. Öneriler 1. Yeni öğretim üyesi alımı merkezi sistemle yapılmalıdır. Böylece, eskilerin yanı başında 'söz dinleyen' taze akademisyenler yerine, 'fikir üreten, dik başlı' öğretim üyesi yetişir. Merkezi sistemle akademik kadro alımı, üniversitelerin siyasi-ideolojik yapısını heterojenleştirecek ve farklı fikirlerin yeşerebileceği bilimsel bir ortama imkân sağlayacaktır. Üniversitelerin siyasallaşması da ancak bu şekilde önlenebilir. 2. Gerektiğinde, doçentlik ve profesörlük unvanları belli koşullar yerine getirilmediğinde geri alınabilmelidir. Buna ek olarak, özellikle tıp fakültelerindeki doçent ve profesörlerin unvanlarını muayenehanelerinin duvarların kamyon büyüklüğündeki panolara yazması yasaklanmalı, unvanla 'ekonomik kazanç sağlama' yolu engellenmelidir. 3. Belli bir süre içinde, belli bilgi üretimi yapmayan veya bu konuda katkıda bulunmayan öğretim üyeleri üniversitelerden uzaklaştırılabilmelidir. 65 milyon yıl önce soyu tükenen bir türü korumaya gerek yoktur. 4. Öğrenciler de öğretim üyelerini belli ölçülerde değerlendirebilmeli ve bu değerlendirme sonuçları, 'üniversitede kal' veya 'git' kararında etkili olabilmelidir. Sonuç Üniversitelerin işlevi, yalnızca ekmek parası kazanmayı öğretmek ya da okullarda öğretmen yetiştirmek değildir. Her şeyden önemlisi, gerçek hayat ile hayata ilişkin gittikçe artan bilgiler arasındaki ince ayarlamayı yapmaktır. Üniversitelerimiz bunu yapabilmişler midir? Bu güne kadar hayır. O zaman değişim şarttır. Elbette ki üniversitelerin ve ülkemizin geleceğini tehlikeye atacak, laiklik karşıtı, gerici yaklaşımlar kabul edilemez. Ama üniversitelerimizin ve özellikle YÖK Başkanı'nın, (yazı, Kemal Gürüz'ün görev süresi dolmadan önce kaleme alınmıştır) sanki 'Her şey yolunda ve üniversiteler şimdiye kadar ideal şekilde işlevini yerine getirmiştir' gibi davranması, her düşünceyi ideolojik çerçevede değerlendirerek karşı çıkması kabul edilemezdir. Bu bir fırsattır ve bilim insanı sezgisi ile 'değişim' fırsatı değerlendirilmelidir. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Bilime artık üniversite dışında rahatlıkla ulaşılabilmekte ve şatolarla çevredeki dünya arasındaki dengeyi üniversite algılamalı ve ona göre davranmalıdır. Çünkü dışarından bakıldığında, şatoların içini görenler, içeride bir şeylerin eksik olduğunu farkındalar. Kertenkele Kuyruğundaki MS Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri BÖLÜM II Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Sıradan bir “O Gün”… O sabah -Pazar günleri dışında- her gün gittiğim hastaneme gittim ve her sabah yaptığım gibi ilk iş olarak bilgisayarımı açıp maillerime baktım. Bir-iki maile cevap yazdım ve ardından, dışarıda bekleyen poliklinik hastamı, muayene için odaya aldım. Otuz yaşlarında bir kadındı. Odaya girerken, çoğu hastada olmayan endişeli bir hal vardı. Heyecanlıydı. “Günaydın” dedi ve muayene masasının önünde duran iki koltuktan soldakine oturdu. Ben de o esnada “Günaydın, geçmiş olsun” dedim ve her zamanki aceleciliğimle ekledim: — Şikâyetimiz nedir? Bir anlık tereddütle: —Yüzümün sol tarafı uyuşuyor ve dilimin de sol tarafında tat alamıyorum, diye söze başladı ve devam etti: —İki ay önce sağlık ocağına gittim. Bana B-vitaminleri verdiler ama iki aydır geçmedi. Bu arada internetten araştırdım. Şikâyetlerim, birçok hastalığın belirtisi olabiliyormuş. Biraz durakladı, ardından: —Çok korktum ve geldim, dedi. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. — Neden korktunuz? — Şey… Beyin sapı tümörü ya da MeSe diye bir hastalık… Ben, hemen refleks olarak ekledim: — eMeS, Multipl Skleroz! — Evet, şikayetlerim, o hastalığın da belirtisi olabiliyormuş. Çok kaygılandım doğrusu. Kaygılanmakta haklı olduğunu tekrar düşündüm ve başımla “evet” şeklinde onaylar gibi hareket yaptım ve ekledim: —Evet, haklısın, bazen basit ve anlamsız denilebilecek şikâyetlerin altından eMeS çıkabiliyor. Bu şikâyetlere eşlik eden başka şikayetiniz var mı? Çift görme, dengesizlik, el-kol uyuşması gibi? Daha sözümü bitirmeden: — Yok, diye ekledi. — Peki, bu şikâyetiniz iki aydır devamlı var mı? Bazen düzeldiği oluyor mu? —Yok, hep aynı… Sürekli var. Sabah uyanıyorum var, akşam yatıyorum var… Sözünü bitirmeden ben ekledim: — Ya tat?! O da mı iki aydır kayıp? —Evet, iki aydır dilimin sol kısmında hiçbir tat alamıyorum — Çiğnemede bir sorun toparlayamama gibi… var mı? Ağzından dökülme, yiyecekleri ağızda — Hayır, yok. Bu cevapların ardından, ben, her hastaya sorduğum klasik sorularımı sıraladım: — Başka bir hastalığınız var mı? Yüksek tansiyon? Diyabet? Ya da başka bir hastalık! Kullandığınız herhangi bir ilaç var mı? Bunların hepsine topluca bir “Yok, hayır” dedi. Ardından “Şöyle buyurun, muayene masasına oturun, bir muayene edelim” dedim Muayene masasına geçti. Ben de her hastama yaptığım şekilde önce kan basıncını ölçtüm. Normaldi. Duyu muayenesinde yüzünün sol tarafı, yanak ve çene bölgesinde, özellikle ağrı duyumunun farklı olduğunu ve değdirilen iğneyi, iğne olarak değil de kalın ve kunt olarak hissettiğini söyledi. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Aslında korkmakta haklıydı. Şikâyetini söylemesinin ardından bir nöroloji uzmanı olarak benim de aklıma gelen MS’di. Olmamasını da umdum ama kendine bakımı ve giyimi açısından elit görünümlü ve sosyal düzeyi iyi, otuz yaşlarında genç bir kadın, bu yakınmalarla bana doğrudan, sezgisel olarak MS düşündürmüştü. Ne de olsa MS hastalarının %70-75’i kadındı (bu kadınların çoğu sosyal düzeyi yüksek kadınlardı) ve hastaların %90’ında görüldüğü üzere, hastalık 15-30 yaş aralığında ortaya çıkıyordu. Yoğunluk 28-30 yaş aralığıydı. 10 yaşın altında bu ihtimal %1’di ve hasta zaten çocuk değildi. Kızılderili, Eskimo, Aborjin de olmadığına, bizim memlekette yaşadığına göre, zihnim sezgisel bir hesap yaptı ve buna rağmen sordum: Kollarında ve ayaklarında ise bir farklılık, bunlara benzer bir problem yoktu. Sağasola, yukarı-aşağı bakışında herhangi bir kısıtlılık veya istemsiz göz hareketi var mı diye muayene ederken, onun kanında artan endişe hormonları, yani adrenalin seviyesi göz bebeklerinden adeta görünüyordu. Her iki göz bebeği de sanki göz bebeği büyütücü damla damlatılmış gibi kocaman olmuştu ve sağa-sola endişeli bakışlar savuruyordu. Daha muayene bitmeden, heyecanlı bir sesle sordu: — eMeS var mı? Bu soru ardından, içimden bir gülücük geçti ama hastamın, bunu yüzümden algılayabildiğini sanmıyorum. Çünkü çok heyecanlıydı. Yine de bir yutkundum ve: —Şu an yüzünüzde ve dilinizde hakikaten bir sorun olduğunu düşündüren bulgular var ama bunlar, bize doğrudan bir hastalık adı söyletecek kadar yeterli bulgular değil. Tabii, ön tanı dediğimiz birçok hastalık listesi aklımıza geliyor ama doğrudan eMes ya da tümör diyemeyiz. Bu bulgularla kesin tanıya ulaşamayız. Ben, bir duraklama ve nefes ardından: —Öncelikle bir, beyin görüntülemesi, eMaR yapmamız gerekiyor, derken, o hemen ekledi: —Tomografi? Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Yanağında, yüzeysel dokunmaları hissetmesi de normal değildi. Yüzünün sol tarafı, sağ tarafına göre dokunmaları daha az hissediyordu. Aynı farklılık yanağının içinde ve dilinin sol tarafında da vardı. Bunların hepsi yüzün duyusunu alan ve “trigeminal sinir” denen sinirde bir sorun olduğunun işaretiydi. —Yo, hayır. eMaR çekmemiz lazım. Tomografi, kırığı, beyin kanamasını iyi gösterir ama bu konuda bize pek yardımcı olamaz, dedim. eMaR yapmamız lazım, diye tekrarladım. O sırada, ben, her zaman yaptığım gibi, hastamla konuşurken MR beyin isteğimi yapmaya başlamıştım bile… — Alt katta radyolojide MR bölümü var. Bugün çekilir. Bir-iki saat sonra sonucu çıkar. Ardından sonuçla geliniz, konuşalım, diye ekledim. Yanıtını aldığı halde tekrar sordu: —Tamam. Bugün çıkar mı sonuç? —Hı… Hı… Bugün çıkar. Sanırım bir-iki saatte sonucu elinizde olur. Çıkınca geliniz. “Tamam” dedi ama sanırım aklındaki sorular ve kaygısı iyice artmıştı. Benim için aynı şey geçerli değildi çünkü birçok nörolog için bu tablo ilk başta MS’i düşündürür. Bende de aynı şeyi düşündürmüştü ve bu nedenle hastamın kafasında olan sorular bende yoktu ve onun kadar kaygılanmıyordum. Zaten bir profesyonel olarak, hastam ile aynı kaygıyı yaşamaya hakkım yoktu. Böyle bir durumda, akıllıca karar verme zincirim büyük ihtimalle bozulurdu. Bu hastalık, hastamın hastalığıydı! İki saat sonra kapıyı tıklatarak girdi. Daha oturmadan: —Sanırım bir şeyler var ama anlamadım, dedi Ben de biraz gülümseyerek: “Evet, biz doktorlar bazı şeyleri hastalar anlamasın diye farklı kelimelerle yazarız” dedim. Yerine otururken filmi masanın üzerine bıraktı… Her zamanki gibi ilk önce raporu okudum: “…T2 ağırlıklı serilerde 2 adet periventriküler bölgeye lokalize, biri sağ corona radiata seviyesinde, 4 mm boyutunda, diğeri sol oksipital hornda 6 mm çapında demyelinizasyon alanı. FLAIR kesitlerde de aynı bölgelerde demyelinizasyonla uyumlu plaklar tespit edildi. Ancak, post- kontrast incelemede bahsedilen lezyonlarda kontrast tutulumu tespit edilmedi. MS? Vaskülit??” —Evet, bizim dille yazılmış açıklayabilecek bulgular var. ama söylenebilecek şu MR’da şikâyetlerinizi Bu MR’ın anlaşılır açıklaması şöyle olabilir: “…Farklı ve doku hasarını gösteren (T2 ağırlıklı serilerde) çekim tekniğinde 2 adet beyin boşluklarının hemen yanında yerleşik (periventriküler bölgeye lokalize), biri sağ derin beyin boşluğunda (corona radiata seviyesinde), 4 mm boyutunda, diğeri sol arka görme beyin kabuğunun altındaki beyin boşluğunun boynuz gibi olan kısmının hemen kenarında (oksipital hornda) 6 mm çapında sinir kılıflarının soyulduğunu gösteren (demyelinizasyon) alanı. eMeS plak alanlarını daha iyi ortaya koyan teknikle yapılan çekimde (FLAIR kesitlerde) de aynı bölgelerde Sinir kılıflarının soyulduğunu gösteren (demyelinizasyonla uyumlu) hasarlı alanlar (plaklar) tespit edildi. Ancak, damardan ilaç verilip bunların boyanıp boyanmadığına baktığımız başak çekimlerde (postkontrast incelemede) bahsedilen hasarlı alanların (lezyonlarda) boyar ilaç (kontrast) tutulumu tespit edilmedi. Öncelikle tanımız görüntülemede eMeS? Ancak görüntüler damar cidarı iltihabı (Vaskülit) da düşündürmektedir?” Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri —Tamam, hemen çekelim, diye onayladı. —Bu sorunun yanıtı keşke her zaman siyah-beyaz gibi, hayır-evet şeklinde olsa… Ama siyah-beyaz arasında“gri” bölge denen bir şey var. Şimdi bu görüntülere bakınca kesin MS diyemiyoruz. Biz şu görüntülere “olabilir” gözü ile bakıyoruz. Bu görüntülerde bazen MR’a bakınca hastayı görmesek de “Ha… Bu MS” deriz ama maalesef gri bölgelerde tanı kolay olmuyor. Bazen tanı aynen “puslu mantığa” benzer… Derken aklıma bilgisayarlardaki bit’ler geldi: 0’lar ve 2’ler. Teknik detaylara girip ipin ucunu kaçırmamak ve anlaşılır olmak için başka bir yöne kaydırdım konuyu: —Yani şunu demek istiyorum: Bir tanı, eMeS var-SİYAH diyor, başka bir tanı, eMeS yok-BEYAZ diyor. eMeS hastalığında, sıklıkla, tanı, siyah-beyaz gibi kolayla konamıyor. Bazen arada GRİ bölgeler vardır ve siyah veya beyaz durumuna geçmesi için, zaman içerisinde hastayı takip etmek gerekebilir ya da yeni tamamlayıcı, destek verici laboratuvar testleri gerekebilir. — Peki, ne yapacağız? Diye endişeyle sorarken sesi titriyordu. — Başka testler de yapmak lazım. Bu filmdeki görüntüleri taklit eden başka hastalıklar da var. Tüberküloz yani verem, vaskülit dediğimiz damar cidarı iltihapları, kadınlarda sık olan anti fosfolipid antikor sendromu, Lyme hastalığı, Behçet, Çölyak hastalığı gibi bir dizi hastalıklar… Bunlara uygun testlere de bakmak lazım. Olup olmadıklarını araştırmamız lazım… Vitamin eksiklikleri, genetik bazı hastalıklar da benzer bir görüntü oluşturabilir! —Olur, hemen bakalım, dedi ve arttığı gözlerinden anlaşılan merakını bir soru ile dışa vurdu. — Bu MS’i ilk kez internette gördüm. Nasıl bir hastalık bu? Nadir galiba? — Evet, diğer nörolojik hastalıklara göre gerçekten nadir. 100 bin kişide 5-30 kişide görünüyor. Bizim ülkemizde nispeten sık. Bu sıklık, iklimle sıkı ilişkilidir. Avrupa’da da sıktır. Kuzeye ve güneye gidildikçe sıklığı azalır. Soğuk yerlerde o kadar azdır ki, Eskimolar’da neredeyse görülmez. — O zaman Erzurum’a mı taşınsak? Orası bildiğim kadarı ile kışın -35 derece kadar soğuk olabiliyor, diyerek espri ile araya girdi. — Evet… Taşınabilirsin. Ama senin için hastalık tanısı zaman içerisinde “kesin” olacaksa bu pek değişmez. Yine de senden sonraki kuşaklarda değişebilir. On beş yaşından önce Erzurum’a göç etseydin bu durum ortaya çıkmayabilirdi. Her neyse şaka bir yana, bilinen, MS’in çevresel ve genetik nedenlerle ortaya çıktığıdır. Yüksek riskli bölgeye gidersen ama genetiğin iyi ise hastalık çıkmayabilir. Ya da çıkma ihtimali azalır. —Yani genetiğimin sağlam olması gerektiğini söylüyorsunuz. —Tüm hastalıklar için geçerli. Psikiyatrik hastalıklar için bile… Dikkatli ve söylediklerimi kavradığını anlar bir bakışla “MR’da parlak alanlar dediniz. Orada ne olmuş farklı olarak?” diye devam etti. —Orada ne olmuş? Aynen bir elektrik kablosu gibi düşünebilirsiniz. Bir kablonun içinde bakır tel, telin dışında nasıl bir plastik kaplama var… Beynindeki sinir hücrelerinde de bir çeşit, kablo benzeri uzantılar vardır. Bu parlak görünen Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri —Yani ben MS miyim? Diye ekledi beklemeden. bölgelerde kablonun dışındaki plastik soyulmuş ya da zedelenmiş… Böyle bir benzetme yapabiliriz… Bu… — Bunu zedeleyen, plastiği eriten kendi bağışıklık sistemimiz… Normalde bağışıklık ya da savunma sistemi, bedeni dışarıdan gelen yabancılara, mikroplara karşı korur. Onlara saldırır. Ama burada olan, kendinden olana saldırmak, onu yabancı saymak… Bu bir nevi iç terör. Kendinden olana saldırmak… Öncelikle, yönünü şaşırmış ve bir dereceye kadar neredeyse anarşist hale gelmiş bağışıklık sistemindeki bazı hücreler hem kendileri hem de salgıladıkları hormon benzeri maddelerle, sinir sisteminde (beyin + omurilik) zayıf olan bölgelere saldırıya geçerler. Aslında bu terörist hücreler az sayıda hepimizin bedeninde bulunurlar. Bunlar çoğalmazlar ve bedenin herhangi bir yerine saldırıya cesaret etmezler. Bir kenarda adeta beklerler. Fakat nedenini bugün tam anlayamadığımız bir (ya da birden çok) nedenle bedende, kendi kendine terör başlar. Kendinden olanı yabancı kabul ederler! Normal şartlarda, kandan beyne her şey elini-kolunu sallayarak geçemez. Arada bir koruma-engel vardır. Aynen tarihi Berlin duvarı ya da Çin Seddi gibi. Bu duvardan sadece beyine gereken belli maddeler, seçilerek, özel kapı bölgelerinden geçerler. Ancak, terör olan yerde, giriş kapılarına ya da yerlerine bakılmadan, engeli kıran ve zedeleyen saldırılar yapılır. Yıkılmalar belli bir seviyeye ulaştığında ise, artık kan ile beyin arasındaki engel bozulmuştur. Kontrolden çıkmış terörist bağışıklık sistemi elemanlarının karşısına sinir sistemi savunmasız olarak kalır. Bu bozulma durumu, çekilen tetik sonrası, hastalık sürecini başlatan ilk aşamadır. İkinci aşama ise terör saldırıları nedeni ile aradaki engelin kalktığı beyne saldırıdır. Beyinde ise ilk saldırı noktası, yukarıda belirtildiği üzere, oligodendroglia hücrelerinin oluşturduğu yağ kılıfları ya da bilimsel adı ile miyelin kılıfıdır. Saldırıya geçen hücreler daha çok, lenfosit olarak adlandırılan hücre grubu içinde yer alan, saldırgan ve yok edici özelliği olan CD8+ kod adlı hücrelerdir. Bunlar çok iç kısımlara ulaşarak belirgin hasar yaparlar. Daha az oranda ise, çevrede bulunan ve saldırı merkezine çok ilerlemeyen, ağırlıklı olarak bu terör saldırısına yardımcı olan CD4+ kod adlı savunma hücreleridir. Burada bu terörist saldırıları yapan hücreler aslında ciddi bir yanılgı içindedirler. Saldırıları iyilik için, bedeni korumak için yaptıkları yanılgısındadırlar. Ama onlara bilgi aktaran ve onları terörist saldırıya sevk eden hücreler yanlış bilgi aktarmışlardır. Artık iş işten geçmiş ve zarar verilmiştir bile… Kendilerinin yaptığı saldırılardan sonra, serbest bırakılan kimyasal ve biyolojik silahların ardından, bağışıklık sisteminin başka hücreleri de aynı yoldan gider ve hasar daha da artar. Beyinde ya da omurilikte doku hasarı ortaya çıkar. Zedelenmiş bölgede, miyelin kılıfları iyice soyulur. Sinir iletimleri ve elektrik akımları, bu yalıtım kılıfı yokluğunda aksar ve kısa devreler yaratır. Artık sinir hücresi ana uzantıları olan aksonlar çıplak kalmıştır. Saldırı şiddetli olduğunda ise bazen aksonların kendileri bile etraftaki kılıfları ile birlikte zedelenirler. Saldırı sonrası ortalığı tamir etmeye ve toparlamaya gelen destek hücreleri ise çalışmaya koyulur ama zarar büyüktür. Hele hele aksonlar da zedelenmiş ise tamir etme iyice zorlaşır. Ortaya çıkan bu hasar görünür olduğunda plak (skleroz=sertleşme) olarak adlandırılır. Bu plaklar, saldırının şiddetine göre bir bölgede ya da bir anda beyin-omurilikte birçok alanda (multipl=çoklu) ortaya çıkabilirler. Plakların beyin ve omurilikteki yerlerine göre klinik belirtiler ortaya çıkar. Görme sinirinde ise görme kaybı, ayak hareket Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Daha sözümü bitirmeden, “Neden soyulmuş ki? Onu zedeleyen nedir? Diye ekledi. — Neden böyle bir şey olur ki? — Normal şartlarda, bir insanda beyin, kişinin mikroplara karşı savaşan bağışıklık sisteminden gizlenmiş ya da saklanmıştır. Bağışıklık sistemi insanı "mikrop" diye tanımlanan, enfeksiyona yol açabilen virüs, bakteri, mantar ve parazit gibi zarar verici etkilerine karşı korur. Beden çevrede bulunan çok sayıdaki mikrobun saldırısına uğrar ve bu organizmalar vücudumuza girebilmek için uğraş verir. Bağışıklık sistemimiz koruyucu, yok edici hücrelerden ve bazı hormon benzeri salınan maddelerden oluşur. Daha önce de konuştuk. Temelde muhtemelen genetik bir neden var. Bu genetik olumsuzluk kendi içsel saatini çalıştırır ve çevresel bir nedenle, belki enfeksiyon, belki stres ile saatin zili çalar ve saldırı başlar. Bu saldırı dıştan gelenlere değil de, bedenin bir parçası olan sinir sistemine karşı olur. Beyine, görme sinirine, omuz iliğine karşı… Saldırının şiddetine (ve yerine) göre şikâyetler çıkar. Siz de bu saldırı ve iç çatışma ya da terör durumu az gibi görünüyor. Bu nedenle şimdilik endişe etmeyiniz… —Yine de endişeliyim. Eğer bir MS tanısı alırsam ya da öyle bir şey gelişirse en kötü ihtimalle ne olur? —Bence bu kadar ileri gitmeyelim. Şu an size “kesin MS” diyemiyoruz. “Olası” diyoruz. Bu nedenle önce diğer testleri yapalım ve onların sonucuna göre konuşalım. —Olur… Hemen yapalım! Ne yapacağız? Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri bölgesinde ise ayak güçsüzlüğü, el-yüz his bölgesinde ise el-yüzde uyuşma, karıncalanma ya da duyu kaybı, beyincikte ise denge kaybı gibi… Poliklinikte Sıradan Bir Gün… Daha önceden bana tekrarlı gelen ve takip ettiğim hastamdı. Polikliniğe girer girmez, masanın önündeki sandalyeye tam oturmadan, neredeyse ayakta bir pozisyondayken, hemen söze girdi. —Sol gözümü üç aydır çıkacakmış gibi hissediyorum. Sanki çıktı-çıkıyor. Eşime anlatıyorum ama dalga geçiyor. ‘Bir şey yok’ diyor. Gazete okuyorum ama bulanık görüyorum. Yakın gözlüğümü takınca iyi geliyor. Ama gözlüğü çıkarınca kendimi kötü hissediyorum. 15–20 dakika yatıyorum. — Yani gözlükle düzeliyor? — Evet, daha iyi görüyorum. — Daha önceden gözlük kullanıyor muydunuz? — Evet, kullanıyordum ama esas çıkarınca sorun oluyor. Bir de dışarı çıkınca kalabalıkta sağa-sola kayıyorum. İnsanlara çarpıyorum. Çok utanıyorum. — Evde de oluyor mu? — Evet, evde de oluyor. — Peki, hiç düştünüz mü? — Yok, düşmedim ama sendeliyorum. Kafamın içinde sanki örümcekler dolanıyor. Rahat değilim. Mutfakta her şeyi çıkarıyorum, ortada kalıyor. Sonra gidiyorum ve yatıyorum. — Düşünceleriniz mi karışık? — Evet. En son ne zaman MR beyin çekmiştik? Ben kayıtlara baktım en son 2006’nın Haziran ayında çekmişiz ve eskisinden farkı yok. 18 aydır çekmedik galiba. — Evet, siz ‘Yeni muayene bulgunuz yok, şikâyetin de yok’ demiştiniz. ‘MR’da eskisi gibi çıktı çekmeyelim’ dediniz. — Hım… Evet. Doğrudur ama epey zaman geçti. Herhangi bir şikâyetiniz olmasa da bir MR yapalım. Normalde bizim “lezyon yükü” dediğimiz bir şey var. Yani, bu şu demek: Beyinin bazı alanları sessizdir ve plak olsa da kişi kendinde bir atak hissetmeyebilir. Muayenelerde normal çıkar ama beş-on yıl sonrasını düşünecek olursak bu şikâyet oluşturmayan sessiz plaklar beyinde yer tutar. 10 yıl sonra 1+1 plak 2 plak etkisi ya da kayıp yapmaz, toplamda 2 yerine 3 etki yapabilir. Bu nedenle yeni MR yapıp bu tür bir şey var mı bakalım. Eğer belirgin plak varsa, o zaman koruyucu ilaçlara başlayabiliyoruz. Ama eski MR’da getirin, karşılaştırırız. Belki koruyucu, atak engelleyici ilaca gereksinimimiz olabilir. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Mart 2004 — Biraz kilo aldım. Kilo almaktan korkuyorum. Bu B- Vitaminleri kilo yapar mı? — Normalde kilo yapmazlar. — Korkmayın… Bir daha belinizden su almayız. Genelde, başlangıçta tanı koyarken belden su alıyoruz. Bu arada arılarla aranız nasıl? — Arılar? Neden? — Söylemedim mi? Söylemişimdir. Arı sokmaları bazen yorgunluğu alır, canlandırır. Hatta bazı kişilerde plakları engellediği de görülmüştür. — O zaman arı görürsek sokturalım. — Bir sakıncası yok. Bence, özellikle balarısı gördüğünüzde “Arı… Arı güzel arı” deyip sokturun kendinizi. Tabii boyundan değil... Tehlikeli olabilir. Önkol – koldan sokturun… — Arı sütü ya da poleni de iyi gelir mi? — Sakıncası yok. Günlük kullanabilirsiniz. — Tamam. O zaman biraz alalım. Kullanırız. — Olabilir. Hatta iyi de gelebilir. — Bazıları “beyin” yiyin diyor. İyi gelir… —Valla ben sinir sistemi ile ilgilenen biriyim. Sakatat olarak hiç beyin yemedim. Duygusal bir bağ var. “Düşünen şeyi” yiyemem gibi geliyor bana. Ama MS’de zedelenen kılıfları düzeltme yönünde yarar olabileceğini öne sürenler var. Bir de bana bu soru sorulurken ürologlar aklıma geliyor… İspanya’da boğa testisi yemek afrodizyak ve gelenek gibidir. -… Tamam. Bir muayene yapalım. Bakalım bir ek bulgu var mı? Görmedeki problem dışında... Ciddi bulgu yok sanırım. O da gözünde “çekilecekmiş hissi” değil mi? Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri — Belimden su alırken ‘Şişmanlarda zor oluyor’ demiştiniz. Ben de bir daha su almak gerekir diye kilo almaktan korkuyorum. Baktığın nesnelerin renklerini görebiliyorsun? Görme alanında siyah lekeler ya da göremediğin alanlar var mı? — Yok. O tür değil! — Yok… — Cinsel sorun var mı? Orgazm olamama, cinsel isteksizlik? Biraz beklenmedik bir soru gibi olmuştu. Kısa bir sessizlik ardından: — Yok… Hiçbir sorun yok. Olabilir mi? Hastalıkla bağlantısı olur mu cinsel bozukluğun? Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri — İdrar kaçırma var mı? Tuvalete yetişememe? Yüzünde biraz kızarma oldu. Ne de olsa her yerde konuşulmayan, mahrem kelimelerdi bunlar. — Aman… Yok, yok… Şimdilik sorun yok… Zaten aklıma da gelmiyor desem! — Hım… — Neyse bir sorun olursa haberim olsun. İdrar sorunu var mı? Yapamama? Tuvalete yetişememe gibi… Yanma? — Yetiştirememe oluyor. Bazen ıslatıyorum. Çok stresliyim. Acaba ondan mı başladı? Çok sıkıldım son günlerde olan olaylara… — Duygusal stresin, MS’in sebeplerinden biri olabileceği ya da MS’i harekete geçirmek için tetiği çekebileceği kabul edilir aslında… Ancak bu konu çok araştırılmasına karşın hala kesin bir ifade kullanılamaz. Stresten oldu denemez. Belki stres durumu da hastalıktan önce çıkıyordur. Bu biraz yumurta-tavuk meselesi gibidir yani… Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan… — Benim işim de stresli ondan sordum. — Ne iş yapıyorsunuz? — Bankacıyım… — Bankacı? — Yani bankada memur olarak çalışıyorum. Veznedeyim. — Ha… Evet… Bankacı deyince bankayı sizin zannettim… Stres dediğimiz şey zaten dışarıdan bize gelmez. Dışarıdaki iş yoğunluğu, aile sorunları aslında bizi stresli yapmaz. Yani polis, memur, doktor olmak stres yapmaz insanda. Stres dediğimiz, yaşadığımız olaylara verdiğimiz içsel tepki ve onu hissetmektir. — Yani meslekle pek ilgili değil… — Değil. Çobanlar da streslidir. Koyununu kurt kapar, ot yetişmez, süt vermezler, yavrulama sayısı az olur… Çobanlar da strese girer, girebilir… Ama bu meslekle ilgili değil. Olaylara verdiğimiz tepkiyi hissetmektir, tepkimizin bizde uyandırdığı duygulardır. Aynı olaya bir başkası gülüp geçebilir. — Haklısınız. Hiç böyle düşünmemiştim. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri —Nadir olarak evet… Fakat zaman içinde mutlaka bir sorun olur. Bu psikolojik de olabilir, hastalıkla ilişkili de… Bazen kullanılan ilaç yan etkilerinden… Bazen evlilikleri bile bitirir. Özellikle depresyonda kullanılan bazı ilaçlar seksüel problem yapabilir. Bunun yanında omurilik plakları da aynı sorunu oluşturabilir. Yani çok faktörlü… Özellikle idrar yapma ile ilgili problemleri olan hastalarda, cinsel bozukluklar daha sık izlenir. Tüm hastalık seyri boyunca erkeklerin %91’i, kadınların %72’si cinsel bir problemden yakınırlar. Genel olarak, cinsiyet ayrımı olmaksızın, hastaların %71’inde cinsel sorunlar aile içi ilişkileri etkiler. Bu oranlar fizyolojik nedenli olabileceği gibi psikolojik nedenlidir de. Her ikisine ilave olarak, kullanılan bazı ilaçlar da yan etki olarak cinsel sorunlara neden olabilir. Erkeklerde, penis sertleşmesi ya da boşalma sorunları daha ön plandayken, kadınlar sıklıkla orgazm olma zorluğundan yakınırlar. Bu durum cinsel organlarda duyum azalması veya kayganlaştırıcı salgısında azalma ile ilişkili olabilir. Erkeklerdeki penis sertleşmesi bozuklukları psikolojik olabilir. Psikolojik durumlarda, genelde sabah sertleşmesi denen durum devam eder. Gerçek omurilik sorunlarına bağlı sertleşme sorunlarında ise sabah sertleşmesi olmaz. Bu ayrım için önemli bir ayrıntıdır. — Ya kafa çarpması? Geçen yıl trafik kazası geçirmiştik. Gerçi ‘Bir şey yok’ demişti doktorlar. Başımı ön koltuğa çarpmıştım. — Bak bu konu strese göre daha tartışmalı. Bu konuda genelde bir “hatırlamada seçicilik” olabiliyor. Yani aynı kazada kolun veya bacağın da zedelenmiş olabilir ama senin ilk söylediğin başın. — Doğru valla! Boynum bir hafta ağrımıştı. Kas ağrısı dediler. — Evet, belleği bir oyunu olarak hatırlamada seçicilik olabiliyor. Fiziksel travma ile MS ortaya çıkışı arasında açık bir nedensel ilişki tespit edilmediğini söyleyebilirim. Ataklarda da bağlantı bulunmamıştır. En azından şu ana kadar… Ruhsal travma ve acıları daha çok dikkate almak lazım bence… Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri — Ama hiçbir ilişki olmadığını da söyleyemeyiz. Çünkü psiko-nöro-immünoloji denen bir durum var. Yani bu şu demek psikolojik yapımız sinir sistemimizi, oradan da geriye dönerek beynimizi etkiler. Etkilenen sinir sistemimiz de bağışıklık sistemimizin sapıtmasına neden olup, oraya buraya, kişinin kendi parçası olan beynine ve omuriliğine serseri veya terörist saldırılar yapabilir. Olan zedelenme de MS’i oluşturur. Bundan tam emin değiliz ama bu ruhsal-beyinsel-bedensel bağlantı yolları nedeni ile ruhsal durumu iyi tutmak lazım. Mesela stresle ilgili cilt hastalıkları var. Stresle artan mide ülseri var. Stresle olan kalp krizi var. Neden MS olmasın? Olabilir… Tetikleyebilir yani… Tekrar etmesi lazım bizim olaylara verdiğimiz tepkileri kaygılı-endişeli ise… Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Hastanede: Grinin Elli Tonu Bu gelişlerinde beraberlerinde 3–4 yaşlarında çocuklarını da getirmişlerdi ve çocuk muayene masasında ortada durarak masadaki kalem ve diğer eşyalara karşı konulamaz şekilde uzanıyor, el atıyordu. Bu arada annesi onu gövdesinden “yapma” dercesine geri çekiyordu. Ben “nasılsınız” diye söze başladım ama kaygı gözlerinden okunuyordu. Sormaya gerek var mıydı aslında? — Sağ gözüm kapanıyor gibi geldi bana ve korktum. Estetik olarak korktum. Sinirlerim bozuldu. Ağzıma bir şey alırken düşecek gibi hissediyorum. Beni çok korkuttu. — Evet ama ağzınıza aldığınız şeyin dökülmesi ya da kontrol zorluğu kuvvet kaybıyla değil, duyu kaybıyla ilgili. Yüzünüzde olan duyu kaybı ağzın içinde, yanak içinde de var. Bazı testler yazmıştım size getirdiniz mi? — Evet. Burada, hepsi tamam… Kendi kendime, hafif sessiz konuşmaya başladım. —Hepsi normal görünüyor. Karaciğer işlevleri, üre, şeker normal… Guatr… Böbrekler normal. Bağışıklık testleriniz de normal. Sesimi hastaya duyurmak için yükselttim. — Hepsi normalmiş. B–12 vitamini de normal. Hiç birinde problem yok. Görüntüler ağrılıklı olarak MS hastalığını düşündürüyor ama MR’daki o görüntüler ve Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. “Hiçbir şey olmazsa da 6–8 ay sonra tekrar MR çekeceğiz” diye vurguladım. — Ha evet, söylemiştiniz, diye atladı unutmadığını ima ederek… — Evet… Çünkü beynin her tarafı işe yaramaz. Hatta komik ama çoğu her ana işe yaramaz veya yapılan işe karışmaz. Yani bazı bölgelerde olan plaklar sizde bir şikâyet yaratmayabilir. “Sessiz” plak dediğimiz bir durum olur. Bedensel bir şikâyet fark etmezsiniz. Mesela hastada 5 cm beyin tümörü vardır ama hiçbir bedensel şikâyeti yoktur. Baş ağrısı bile olmayabiliyor. Yakalıyoruz. Bunu da takip etmemiz tanıyı koymaya yardımcı olur ve hatta yapacağımız tedaviyi bile değiştirebilir. — “Burada olsaydınız daha önce de konuşacaktım sizinle…” “Neden burada değilmişim ki?” der gibi baktığımı görünce, beş günlük yıllık izin tatilimi ima ederek: — Tatildeymişsiniz, diye ekledi. Sözü bitmeden eşi devreye girdi: — Çok şiddetli kaygılar yaşıyoruz evde. Geçen gece sabaha kadar uyumadı. Hanımı: Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri anlattığınız bu şikâyetlerle kesin bir tanı koyamıyoruz. Siyah-beyaz gibi net bir tanı yok. Şu an gri bölge dediğimiz bir durumdayız. Zaman içerisinde takiple tanınızı koyacağız. Ön tanı bu… Belki yaşam boyu başka bir şey olmayacak ama belki bir sene, on sene sonra bu plaklarda artış olacak ya da başka bir bulgu yaşatacak… Elinizde uyuşma, kolunuzda uyuşma, çift görme, dengesizlik gibi… Şu an için, bunun ne zaman ve nasıl olacağını tahmin etmemiz mümkün değil… Dikkat etmeniz gereken şey, yeni, farklı bir şikâyet çıkar ve yirmi dört saatten uzun sürerse, erkenden gelmeniz gerektiği… Gerekirse yeni MR çekeceğiz. Ama hiçbir şey olmazsa da 6–7 ay sonra tekrar ilaçlı MR çekeceğiz. Bu aklınızda kalsın. — Sinirlerim bozuldu ya… Bu arada çocuk kendi kendine şarkı söylüyor ve ritim tutuyordu. Masaya tekrar tekrar uzanıyordu. Annesi de ısrarla ve bıkmadan geriye doğru çekiyordu. — Verdiğim ilaçla geçmedi mi yüzünüzdeki uyuşmalar? Hemen “geçti, geçti” diye ekledi… “…ama bitince kestim…” Bu tür durumlarda hep olduğu gibi biraz gerilerek, her zamanki tarzımla söze başladım: — Devam etmeliydiniz. Uyuşma, karıncalanma, yanma, keçelenme, iğnelenme için kullanılan ilaçlar sadece kullanılınca yarar sağlarlar, kesince şikâyetiniz geri gelir… Büyük olasılıkla geri gelir yani…” Hızlı bir onaylama yaptı, yapmak zorundaydı çünkü zaten tecrübeyle yaşadığı bir şeydi. — Evet, evet… İçerken iyiydi. — O zaman devam edeceğiz. Hatta ilacı biraz daha da arttıracağız. Sabah akşam bire çıkaralım. — Tamam… Bugün tekrar başlayacağım. — Kaygınızı bir kenara bırakın. En kötü ihtimalle, bugün MS hastalığınız var desek bile iyi seyir ihtimaliniz %66, kötü seyir ihtimaliniz %33. Bu nedenle daha çok, olumlu taraftasınız. Özellikle bayanlarda, uyuşma ile başladığında, iyi seyir şansı yüksektir. Hafif-orta-ağır diye bir sınıflama yapacak olursak sizin bulgu ve şikâyetleriniz hafif grupta… Ama psikolojik faktörlerin kötü olması hastalığı olumsuzlaştırabiliyor. Bu nedenle, ilaçlarınıza kaygı giderici bir ilaç ekleyelim. Stres hissi bağışıklık sisteminizi yanlış yöne saldırtabilir. Yani rahat olun… Şu an sizi Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri — Ağzımın ve burnumun içinde bile tuhaflık hissediyorum. endişelendirecek bir şeyiniz yok. Yaşamınızın bağımlı ve kötü olma ihtimali %33. Olumsuz bir şey olursa o zaman üzülürsünüz. — Açıkçası yok ama belden aldığımız omurilik sıvısında bakılan bazı testler bazen tahmin ettirici olabiliyor… — Yani belimden su mu alınması gerekiyor? Diyerek endişeli halinin arttığını gözlerini büyüterek gösterdi. Oturduğu koltuk rahat olmasına karşın, rahatsızlık veriyormuş gibi ve belini kaldırıp sağa-sola hareket ettirip tekrar oturdu. Huzursuzdu. — Evet. Bu bize bir fikir verebilir. Lomber Ponksiyon ya da belden su alma dediğimiz işlemi yapabiliriz. Özellikle ilk atak olduğunda bize tahmin ettirici bir fikir verir. — Neye bakılacak peki? — ‘Oligoklonal bant’ dediğimiz şeye bakılacak ve ek olarak çok özel olmayan diğer birkaç test yapılacak. Oligoklonal bant, normalde bağışıklık sisteminden korunan, uzak olan omurilik ve beyin sıvısında artarsa ya da pozitif dediğimiz değer çıkarsa MS deme şansımız artar. Gerçi başka bazı kronik hastalıklarda da pozitif çıkabilir ama özellikle MS’e özgüdür. Başlangıçta hastaların %60-65’inde pozitif çıkar ama zaman içinde bu oran %90-95’e ulaşır ama negatif olması da tam olarak MS’i dışlamaz. — Ha o zaman biraz düşünelim. Yani tedavi değişmeyecek. Nerede yapacaksınız? Yatmam mı gerekecek hastaneye? — Yok. Yatmanız zorunlu değil. Acil servisimizde de yapabiliriz. 1–2 saat orada sizi gözleyip eve gönderebiliriz. — Felç-melç olmam değil mi? —Şu ana kadar felç olan biri olmadı. Olanı da duymadım. Zaten omurilik suyu aldığımız yer, omuriliğinizin bitiş yerinin epey aşağısında. Endişelenmeyin. Böyle dememle eşinden destek almak istercesine bana olan dikkatli bakışlarını hızla eşine çevirdi ve “Yaptıralım mı?” dercesine başını salladı. Yandaki eşi cevabını bana verdi. — Siz bilirsiniz doktor bey… Ne gerekiyorsa yapalım. Her şeyi bana bırakırcasına bir sözdü bu. Eskiden okullarda, öğrenciler kayda götürüldüğünde sık sık söylenen “Öğretmenim, eti senin, kemiği benim…” dedikleri söze benzer bir sözdü. Bu tür ifadelerden oldum olasıya hoşlanmazdım. Çoğu hasta, hastalığının adını öğrendiğinde, tüm tedavisini büyük bir teslimiyetle doktora bırakır. Sadece tedaviyi değil, hastalık hakkında da bir şey öğrenme çabasına girmezler. Ama konu pop starlar, şarkıcılar, politikacılar, dizilerin oyuncuları olursa neredeyse tüm ailesini öğrenirler. On beş yıl önce migren tanısı almış bir hasta, “Neden başım ağrıyor ya da migren nedir ki?” diye sorduğunda, kanımın boynumdan kafama doğru basınç yaptığını hissederim. İnsanlar beden ve hastalıklarına karşı nasıl bu kadar ilgisiz kalabilir diye şaşkına dönerim. Ben bunları düşünürken “Tamam o zaman, bir saat kadar sonra yapabiliriz. Acil servise geçip beni bekleyiniz, orada yapalım” dedim. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri — Gözüme taktım ben! Diye ekledi. “Çok gerginim. Olabileceğini, yani atak olabileceğini nasıl anlayabiliriz, hiçbir yolu yok mu? Belirsizlik beni çok rahatsız ediyor. Hani deprem gibi… Olacak ama ne zaman ve nasıl? Belirsiz!” Murphy kanunlarından biri “Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir” idi ve bu hasta için bunun geçerli olduğunu düşünmüyordum. Gayet ince, bir o kadar da uzun boylu bir bayandı. Lomber Ponksiyon bu gibi genç bir bayanda hiç de zor olmayacaktı ve zor olacağı konusunda da beklentim yoktu. Ama obez ya da Türkçe ile şişko olan, ileri yaştaki bel kemikleri eğrilmiş hastalarda Murphy’nin “ters gitme olasılığı” hep aklıma gelmiştir ve çoğunda da sorun olmuştur. Sorun dediğim omurilik kanalına ulaşamadığımdan, sıvı almayı becerememişimdir. Bu durumda Murphy’ın başka kanunu devreye girer: “Ne zaman bir şeyden vazgeçseniz, vazgeçtiğiniz o şey size geri gelir.” Bu nedenle ponksiyon yapamadığım, başarısız olduğum hastalarda başka bir arkadaşımı çağırır “el değişikliği” yapardım. Hiçbir zaman Murphy’in “Olmuyorsa zorlayın, kırılırsa zaten değişmesi gerekirdi” kanununa uymazdım. Çünkü burada üzerinde iş yaptığımız bir alet değildi ve kırılırsa da yerine pek konamazdı. Yok, emindim bu bayan için hiç de zor olmayacaktı… Polikliniğimde bekleyen başka bir hastayı muayene ettikten sonra Lomber Ponksiyon yapmak üzere acile gittim. Acile ulaşmak uzun sürmedi. Hemen bir kat aşağıdaydı. Her zamanki gibi, hemşirelerden hasta ile ilgilenene dönüp “Bir Lomber Ponksiyon iğnesi alalım eczaneden, sarı ya da pembe olsun!” diye uyardım. Genelde numaralarını söylemezdim. Romantik olan “pembe renkli iğne” ifadesini kullanırdım. Uyardım ama yıllardır, her Lomber Ponksiyon yaparken gelen “yanlış iğne” vakası ile yine karşılayacağımı biliyordum. Bu arada, hastayı Lomber Ponksiyon yapacağım odaya alıp, ona, muayene masasında yan yatmasını ve bel kısmını açmasını söyledim. Ek olarak, hemşirelerden birine “Erkek bir personel istiyorum” diye seslendim. Bu, aslında benim klasiğimdi! Erkek personel… Gerekli olan güçlü, kuvvetli birisiydi ve genelde de istediğim güç bir erkekte bulunacağından “erkek personel” istemiştim. Üçbeş dakika sonra eczaneden dönen diğer hemşire elindeki iğneyi görmem için bana uzatarak: —Doktor Bey, iğne geldi, dedi ama sözü duymamla iğneyi görmem ve tepki vermem neredeyse aynı anda oldu. —Yahu gene mi! Bu Lomber Ponksiyon iğnesi değil. Bu kaç santim bak? Üzerinde 70 milimetre yazıyor, yani 7 cm. Bu, kanala ulaşmaz. Bana gereken 120 mm ve pembe…” Sinirli halim biraz daha artarak: —Nedense bunu eczanedeki kalfalar öğrenemedi. Lomber iğne olacak. Verdikleri iğne ise anjiyoda kullanılan iğne… Bir daha baksın! Lomber Ponksiyon ya da spinal iğne istiyorum.” Derken, bekleyen hastanın tedirginliğini de yansıtarak “hemen, hemen” diye ekledim. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Yüzlerindeki tereddüdün daha da arttığını gördüm. Ancak, on yıl boyunca her “Belinden iğne ile omurilik suyu alacağız” dediğim hastada gördüğüm yüz ifadelerinden farklı olmadığından benim üzerimde olumsuz bir yansıma yapmamıştı. Endişeli hallerini görünce muayene odasının kapısına doğru onları yönlendirerek “Endişe etmeyin, korktuğunuz kadar zor olmayacaktır” diye ekledim. Kendime olan güvenimi de ses tonuma yansıtarak söylemiştim bu sözü… Biliyordum ki, kendine güvenen bir doktor, hastanın teslimiyetini ve kaygısını daha da azaltırdı. Zaten birçok hastanede yan üzerine yatar şekilde yapılır. Ben de iğneyi beklerken hastaya anlatıyordum: “Şimdi, olabildiğince başınızı dizlerinize doğru yaklaştırmanız, dizlerinizi kavramanız, çenenize kadar çekmeniz, yanaştırmanız gerekiyor. Bu, hani bilirsiniz, anne karnındaki bebek pozisyonu da denir. Depremden korunma pozisyonu da buna benzer.” Şeklinde hastaya tarif ederken bir taraftan boynundan kavramış aşağı doğru itiyor, ayaklarını karnına doğru çekiyordum. Her zaman yaptığım gibi de hastayı sakinleştiriyordum.“Korkmayın… Elim hafiftir… Bitince göreceksiniz, boşuna korktuğunuzu anlayacaksınız. Çok fazla ağrı olmaz. Sadece ciltten geçerken biraz ağrı duyulur…” diye telkinde bulunuyor ve konuşmama da biraz neşe bulaştırıyordum. Öyle ya, belinizden uzun bir iğneyi batıracak kişiye güvenmelisiniz ve kendinizi ona teslim etmelisiniz. Doktorun da yapacağınız şeyi yapmakta da iyi olduğu hissini hastaya vermesi gerekir. Siz endişenizi ve korkunuzu hastaya yansıtırsanız, hasta ne yapmaz ki… Her şeyde olduğu gibi, Lomber Ponksiyonu da yapınca zaman içinde güven ve tecrübe kazanırsınız. Ama ben ilk tecrübemden ciddi şekilde kaçmıştım. Daha tıp fakültesinde, nöroloji stajında öğrenciyken, nöroloji kitaplarını yutmam nedeni ile hocalarımdan birisi bu durumdan çok etkilenmiş ve kendi uzmanına dönerek: “Orhan… Orhan! Bu çocuğa sen bir Lomber Ponksiyon yaptır. Bu çok çalışkan… Ödül olarak bir ponksiyon yaptır” demişti. Herhalde bana nöroloji hastalığı bulaştırmak gibi bir niyeti vardı ama benim liseden hatta ortaokuldan ağır hasta olduğumu fark etmemişti! Üstelik bu, bana bir neşe verici ödül gibi gelmemişti. Daha tıp fakültesinde öğrenciyim, etim ne budum ne ki ponksiyon yapacağım. Bende yoğun bir kaygı uyandıran bu hediyeyi kabul etmemiştim. Kaçmıştım… Sonunda, hastanın başında beklerken iğne geldi. “Ha... Bu! Pembe iğne…” diye görür görmez ekledim. Ama iğneyi hastamın görmesini istemedim. Genelde göstermezdim zaten. 120 mm uzunluğunda, kürdandan biraz ince bir iğnenin beline gireceğini bilen birinin psikolojisi iyi olmasa gerekti. Bu nedenle iğneleri olabildiğince hastanın görme alanının dışında tutardım. İğneyi hastadan uzak bir bölgeye yerleştirirken, bir yandan da gelen erkek personele, hastanın boynunu ve baldır kısmını gösterip, “Hastanın önüne geçeceksin, buradan ve buradan sıkı tutacaksın. Kavraman yeterli.” dedim. Her zaman farklı bir personelle karşılaştığımdan tekrar tekrar ne yapması gerektiğini vurguladım. Aslında bu “durdurma” ya da tutma işini en iyi “Durmuş Bey” yapardı. Durmuş, nöroloji asistanlığı sırasında karşılaştığım, en olgun, eğitici ve paylaşımcı kişilerden biriydi. Kendisi sıradan bir sağlık personeliydi ama tüm Lomber ponksiyonlar onun Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Lomber Ponksiyonun dikkat edilmesi gereken noktalarından biri hastaya uygun beden pozisyonu vermektir. Bu pozisyonu vermek için hastaya ne şekil alması gerektiğini anlatmak gerekir. Lomber Ponksiyon, bazı hekimlerce oturur durumdaki hastaya yapılması bana epey ters bir durumdu. Özellikle bulaşıcı hastalıklar bölümlerinde menenjit şüphesi olan hastalara oturur durumda yaparlar. Ama oturan birinin beline iğne batırmaktansa, yatan birinin beline iğne batırmak bana hep daha güvenli gelmiştir. Belki de bu alışkanlık, nörolojide eğitim alan bizlerin hastalarının bir kısmının oturamamasındandır. Öyle ya, bilincinin kapalı, komadaki hastaya, “Oturun lütfen, belinizden bir su alacağım” demenin bir mantığı olmazdı. Çekingenlik ve korku ile iğneyi yeteri kadar batırmadığımızı görünce “Biraz daha derinde galiba” der, iğneyi batırmamız gerektiğini ima ederdi. Bazen de, omurilik sıvısı tekrar tekrar girişlerde gelmeyince “Sert bir şeyi geçmek lazım, hissettin mi?” diye eklerdi. O sert şey dediği “duramater” zarıydı. Yani “sert zar”dı. Biz hep durameter öğrenmiştik, o “sert bir şey” diye tariflerdi. Hasta yan üstü yatmış, sıkı sıkıya tutulurken, ben hızlıca eldiveni giymiş, yeşil örtüyü yaymış, iğnenin gireceği yeri silmiştim ve “dura zarını” da geçmiştim. Hasta kilolu olmadığından bu iş düşündüğüm gibi kolay olmuştu ama tam iğnenin ucundan “kaya suyu” gibi berrak omurilik sıvısı damlarken hastanın çığlığıyla sakin hava bozuldu. — “Ahhggghhhhh… Ayağımı elektrik çarptı, elektrik çarptı doktor bey!” Bu esnada hasta pozisyonunu biraz bozmaya çalıştıysa da personel “durdurucu” işini iyi yaptı ve kıpırdayamadı. Aynı anda benim ağzımdan kalıplaşmış gibi “Tamam sakin olun, iğnenin ucu ayağınıza gelen sinir uçlarına değdi. Biraz yer değiştireceğim, geçecek” dedim. “Sakin olun” diye eklerken iğneyi biraz geri çektim ve elektrik çarpması kayboldu. “Var mı?” diye sordum. Hasta, durdurucunun kolları arasında, nefesi bir engelin ardından ve boğuk gelir gibi “Hayır, hayır, bir anda oldu geçti” dedi. Ardından “kaya suyu” rengindeki omurilik sıvısından örnekler aldım. Her zaman yaptığım gibi tüpteki bir örneği de hastaya gösterip “Bak, aldığımız bu. Ne kadar berrak değil mi? Kutsal su!” diye ekledim. Bu, hastanın çok umurunda değil gibiydi. En azından o anda yüz ifadesinden anladığım oydu. Ardından iğneyi çıkarıp, giriş yerini kapattım ama kapatır kapatmaz, hasta azarlar gibi “Çok korktum, ayağıma elektrik vurunca felç oluyorum sandım!” dedi. Aslında bu, her Lomber ponksiyon yaparken duyduğum ve alışık olduğum bir ifadeydi. “Bir yakınım anlattı, belinden su almanın felç tehlikesi varmış. Felç olma tehlikesi var mı?” derler. Ben de her zaman dalga geçer gibi bir yanıt verirdim: “Ben şimdiye kadar hiçbir hastanın felç olduğunu görmedim, hatta duymadım… Zaten, iğne ile girilen yer omuriliğin bittiği yerin aşağısında… Orada omurilik yok. Bir de omuriliğin içine iğne ile girsen bile felç olmazsın! Size bunu söyleyen nereden görmüş felç yaptığını?” Genelde aldığım yanıt da aynıdır “Bilmem, öyle dedi…” Bunu daha hastaya önce de söylemiştim ama sanırım bu sözleri tekrar duymak istiyordu. Sıvıyı laboratuvara gönderip sonuçlarını beklemek üzere hastayı eve gönderdim. “Bir hafta sonra uğrayın. Ancak sonuçlanmalı” diye ekledim. Sanırım giderken aklında epey büyük bir soru işareti vardı: “Sonuç ne çıkacak?” Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri önünde olurdu. Çünkü Durmuş, hastalara pozisyon verir ve onları tutardı. Kanımca, en azından bilgime göre hiç ponksiyon yapmışlığı yoktu. Daha asistanlığımızın ilk zamanlarında Lomber ponksiyon yaparken, adeta bir hoca gibi nasıl yapmamız gerektiğini de tariflerdi. “Doktor Bey, biraz daha göbeğe doğru girin, göbeğe doğru iğne ucunu açılayın.” Uzman doktor adayı asistana bunu söylerken biraz çekingen bir tavır da alırdı ama gene de söyleyeceğini söylerdi. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri BÖLÜM III Öylesine Bir Deneme… O gün de geç kalkmıştı. “Allah kahretsin! Yine uyuya kalmışım. Uyanamadım… Geç kalacağım” diye sesli sesli söylenip, şiş gözlerle yatağının yanında duran saate baktı. Uykulu uykulu kalkmaya çalışırken bir yandan da “keşke daha erken yatsaydım” diye homurdandı. Hızla banyoya geçti ve yüzünü yıkadı. Aslında aklında sabah duş almak vardı ama daha da geç kalmasına neden olacağını düşünerek, sadece dişlerini fırçalamakla yetindi. Sonra hızlıca makyaj malzemelerine uzandı. Kutuyu alelacele karıştırarak içlerinden birini seçti. Ne de olsa yirmi sekiz yaşında bekar bir iş kadınıydı; kendine bakması, bakımlı olması gerektiğini biliyordu. Üzerinde KIRMIZI çizgileri olan parlak ipek geceliği çıkararak elbise dolabına uzandı. Ojelerine uyan KIRMIZILI elbisesini bir çırpıda giydi. Hem giyiniyor hem de yatak odasından koridora geçiyordu. Ayakkabı dolabını açarak ayakkabılarına uzandı. En sevdiği KIRMIZI ayakkabısına uzanmak isterken ellerinde sanki kararsız bir dalgalanmalar ortaya çıktı. Çocukların oynadığı gibi “ya bundadır ya şunda” misali. Oysa giyeceği ayakkabıyı bir ay önce satın almıştı ve onları genelde sağ üst köşeye koyardı. Uzandı ve sağ üst köşedekileri eline aldı ancak yere bıraktı. O sırada “Bu ayakkabılarım KIRMIZI değil miydi? Kırmızı!” diye kendi kendine konuştu. Ardından biraz daha yakından bakınca “Evet bu ayakkabılar, bir tuhaflık var, sanki renkleri kaybolmuş gibi” diye mırıldandı ve hızlıca ayakkabılarını ayağına yarım yamalak geçirip, sağ ayağının bağcıklarını bile bağlamadan evden çıktı. İş yeri, evine yakın olduğundan, genelde sabah yürüyüşü olsun diye işe yürüyerek giderdi. Ama bugün biraz daha hızlı adımlarla yürümesi gerekiyordu. Yarım saatten fazla geç kalmıştı. Adım sıklığını arttırdı. Bu arada sağa-sola bakınıyor ve tabelaları, beyaz üzerine KIRMIZI yazıyla yazıldığını bildiği “Eczane” kelimesini de gri-siyah gibi görüyordu. Oysa o eczanenin önünden belki yüz kez geçmişti ve hep kırmızıydı yazısı. Adımlarını bu garip görme sorununa rağmen hızlandırdı. Ne de olsa “sert” patronundan “Geç kaldın yine… Bugün için geldiysen çok geç, yarın için geldiysen çok erken!” şeklindeki yarı dalgalı sabah fırçasını yemek istemiyordu. Daha da hızlandırdı adım sıklığını. Sağ ayağına tam giymediği, sanki öylesine iliştirilmiş, her adımda sallanan ayakkabısı tam çıkmak üzereyken, ayağını esnek bir hareketle ayakkabı içine yerleştirdi. Alelacele makyaj yaparken gözlerine pek bakmamıştı. Sadece ruj sürmekle yetinmişti. Yaya kaldırımından yürürken, hemen yola park etmiş bir SİYAH otomobilin yan aynasına eğilerek gözlerini iri iri açarak gözlerine bakmaya çalıştı. Ama pek de bir anormallik görmedi. Kızarık değildi. Azcık şiştiler sadece. Dudaklarına aceleden dikkat edememişti. Hızlı adımlarla devam ettiği yolu sonunda bitirdi. İş yerinin kapısından girerken “Bu arada sabah yürüyüşünü de yapmış oldum” diye mırıldandı. Hızlıca iş yerindeki odasına geçti ve ezile-büzüle kendi masasına yöneldi. Çantasını atarcasına yana bıraktı. Kendini koltuğuna bırakırken “Üf! Nihayet… Gelebildim” diye mırıldandı. Sonunda işe ulaşmıştı. Kolundaki beyaz saatine bakarken 45 dakika geç kaldığını anladı. Koltuğuna oturmanın verdiği rahatlıkla sağa doğru masaya gözleri kaydı ve masa üzerinde üç tane SİYAH gül gördüğünü fark etti. Zaten sabahtan beri olan Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Siyah Güllerle İlan-ı Aşk “Günaydın! Yine geç kaldınız…” sözleri kulaklarına çınladı. Endişeli bakışlarla, dudaklarını büzerek azcık ısırdı. Ardından aynı ses devam etti “ Ama bugün geç kalmaya hakkınız var, doğum gününüz bugün, doğum günün kutlu olsun!” Bu sözleri duyunca hem yüzünde tebessüm oluştu hem de şaşırdı. Bugün doğum günü müydü? Ne diyeceğini bilemedi. Her zaman alıştığı kinayeli konuşmalardan farklıydı bu ses tonu. Düşünceler kafasında dolaşırken patronunun “Bu kırmızı güller senin için. Geç geldiğinden masana bıraktım. Tam üç adet… Çünkü seninle üç yıldır tanışıyoruz” demesinin ardından kafasında çakan şimşeğin parlaklığı sanki bakışlarına yansıdı: KIRMIZI güller! “Teşekkür ederim hatırladığınız için. Bunlar hakikaten kırmızı mı? GRİ-SİYAH mı” diye de bir anda sormadan edemedi. Sabahtan beri yaşadığı renk karmaşasını sorabileceği birisine rastlamamıştı. Patron, bir güllere bir de yüzüne bakarak şaşkınlığını gizleyemedi. Güller KIRMIZIydı ve de aşkının bir ifadesiydiler. “Bu nasıl bir soruydu?” diye düşünürken “Yani bunlar gerçekten bana üç yıllık itiraf edemediğin aşkını gösteren KIRMIZI güllerle itirafı mı diye mi sormak istiyor” diye aklından geçirdi. GRİ ya da SİYAH değildiler. Evet, aşıktı ve bunun ilk itirafını KIRMIZI güllerle yapmıştı. Yoksa nasıl birisine, herkesin KIRMIZI gördüğü gülleri, “Kırmızı mı bunlar?” diye sorulurdu. Hiç tereddüt etmeden, birazcık da utanarak, düşüncesine devam etmeden “Şey evet, o manada soruyorsan evet, yani… Duygularımı da ifade ediyor bu KIRMIZILAR…” deyiverdi. Ama aldığı cevaptan pek tatmin olurmuş gibi hali yoktu kadının. Endişesi daha da artmıştı. KIRMIZI güller gerçekten GRİ-SİYAH görünüyordu kendisine. Patlarcasına bir ses tonuyla “Ya, ben renkleri göremiyorum galiba, KIRMIZI rengi göremiyorum” dedi. Sesi odada yankılandı. Odadaki diğer iş arkadaşlarının “Yeni bir aşk başlıyor” bakışlarında bir anda “Hımm.. Ne oluyor ya, bu bir redd-i aşk yolu mu?” dercesine soru işaretine döndü. Ama bakışlara aldırış etmeden “Sabahtan beri bir tuhaflık var. Renkleri kaybettim. Sanki görmemde bir şeyler var. Renkleri göremiyorum sanki…” diye endişeli bir sesle yüzlerine bakarak konuştu. Sonra “Her şey sanki SİYAH-BEYAZ… Sanki değil hakikaten öyle… Her şey SİYAH-BEYAZ ya da GRİMSİ...” Bu sözlerin ardından arkadaşları biraz daha masaya yanaşıp durumu anlamaya çalıştılar. Aşkını KIRMIZI güllerle doğum gününde ilan eden patron ise hala ne demek istediğini anlamaz bir şaşkınlık içindeydi. Bu, reddetmenin başka bir ifadesi miydi yoksa hakikaten renkleri görmesi mi bozulmuştu. Endişesi KIRMIZI güllerle ilan-ı aşkının önüne geçmişti. Bunları düşünürken kadın “Sanki sağ gözümde de bir ağrı var, sağa-sola bakarken ortaya çıkıyor…” diye ekledi. Patron kendi aşkına gizli bir ret değil, gerçekten de bir sorun olduğunu kavramaya başlamıştı. Kendini toparlayarak “Şey, bir göz doktoruna gidelim istersen, önemli bir sorun olabilir” diye ekledi. Diğer arkadaşları da bir ağızdan, bozuk koro halinde “Evet, önemli bir sorun olabilir, bir görün…” dediler. Çantasını almadan kapıya yöneldi. Üç yıldır işe gelip gittiği bu sokakta bir göz hastalıkları uzmanı vardı. Hemen yakındaydı. İki dükkân ötede… Hızlı adımlarla muayenehane merdivenlerini çıkarken, patronunun sesini duydu “Bekle beni, ne bu acele? Sakin ol biraz…” Hızlıca ikinci kattaki kapının ziline bastı ve kapıyı GRİ önlüklü bir bayan “Hoş geldiniz, buyurun” diyerek açtı. Ardından “Doktor beyin hastası var, çıkınca sizi hemen alırım” diyerek onları bekleme salonuna davet etti. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri görme ile ilgili probleminin ne olduğunu anlamaya çalışırken, siyah güllerin masasına ne aradığını kendi kendine sordu. Güller KIRMIZI olmaz mıydı? Kafasında soru işaretleri büyürken güllere uzandığı anda patronunu ensesinde hissetti: Sabahtan beri neler yaşadığını doktora hızlı hızlı anlattıktan sonra göz doktoru uzun bir muayene uyguladı. Bir aletten diğerine, renk kontrolleri ve görme alanı muayeneleri… Gözlük camı değişimleri… Sonunda doktor kararını vermiş ve işini bitirmiş hissi ile koltuğuna geçti. Doktor, biraz sıkılarak söze başladı: “Şimdi… Sadece renk görmeniz bozuk değil, görme alanında da kayıplarınız var görünüyor…” Bunu kendisinin de az çok bildiğini düşündü kadın. Evet, öyleydi. Ardından doktor devam etti “Testlere ve düşünceme göre sizin sorununuz gözünüzde değil”. Şaşkınlığını gizleyemedi ve kısık sesle ekledi “Ee… Nerede o zaman?” Doktor “Göz değil. Yani göz küreniz değil ama görme sinirinizde sorun var. Bu görme siniri iltihabı hastalığı dediğimiz bir durum. Ya da tıbbı adıyla optik nörit. Genelde kendi başına olabileceği gibi eMeS dediğimiz hastalığın ilk belirtisi de olarak karşımıza çıkabiliyor”. Şaşkınlığı iyice artmıştı. eMeS de neydi? Daha önce adını hiç duymamıştı. Göz doktoru ekledi “Gerekirse beyin MR ya da başka testler yapmak gerekecek… Bunun için nöroloji uzmanına görünmenizi önereceğim size.” Hemen, sanki yanıtı daha önceden hazırlamış gibi, doktorun sözü bitmeden ekledi “Evet, evet… Hemen bir nöroloji uzmanına görünelim” ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğunu ilk kez düşünmüştü. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Patronla yan yana oturdular. Bekleme salonunda, adeta gözlerinde problem değil de, aklında bir problem varmışçasına duvardaki tablolara, masadaki dergilere bakınıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Masanın üzerinde eline geçirdiği derginin kocaman yazılmış başlığını “Bil… Tek…” olarak görebildi. Eksikti yazılar. Tam da iç sayfada, küçük yazılar nasıl görünecek diye sayfayı çevirirken sekreterin sesi duyuldu “Buyurun hanımefendi, doktor bey sizi bekliyor”. gülünce dudakların bir gonca güle benzerdi ben dudaklarını sense gülleri severdin güller ve dudaklar şimdi ne kadar acı ve gizli eski bir aşkı anlatır güller ve dudaklar şimdi döküldü yaprakları mazim denen o bahçeye kayboldu dudakları seven yok artık gülleri. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. Kertenkele Kuyruğu Öyküleri Göz doktorunun muayenehanesinden ayrılırken, nöroloji uzmanının en yakın hastanede olabileceğini düşündü. Yanındaki endişeli patronuna da sorunca kendisini onayladı. En yakın hastaneye gitmeleri gerekiyordu ve yürüme mesafesi ile gidilecek yakınlıkta değildi. Patronu yoldan geçen bir taksiye refleks olarak elini kaldırarak durma işareti yaptı. Bir anda yanında duran araca baktığında kadın, önce neden durduğunu anlayamadı. Araç GRİ-SİYAH bir araçtı. Bu aracın neden yanlarında durduğunu anlamaya çalışırken üzerindeki panodaki yazıyı gördü: “TAKSİ”… Taksiye bindiğinde bir şarkı çalışıyordu. Kulağını şarkıya verdi: