Hagi mi? - Hayatım Futbol

Transkript

Hagi mi? - Hayatım Futbol
06ŞUBAT2
01
5-SAYI
1
63
HAGI
Yayın Koordinatörü
Hagi
İlker Yılmaz
1996 yazında kaliteli bir 10 numara arayan Galatasaray’da umutlar
Roberto Baggio’nun Atatürk Havalimanı’na inmesiydi. Lakin gelen
Baggio değil, ondan 2 yaş büyük, Barcelona’da tutunamamış ve Euro
96’da puan dahi alamamış Romanya’nın 10 numarasıydı. Gheorghe Hagi
birçoklarına göre yaşlı ve pahalıydı. Ama Hagi 4 yılda sarı-kırmızılı forma
altında başardıklarıyla adını Türk futbol tarihine altın harflerle yazdırdı:
UEFA Kupası, UEFA Süper Kupa, 4 Türkiye Ligi şampiyonluğu, 2 Türkiye
Kupası… Hayatım Futbol’un 163. sayısında 5 Şubat’ta 50. yaşını kutlayan
Hagi’yi andık. Efsanenin Galatasaray günlerine dair çok anekdot
bulunmuyor. Onu anlatmaya 50 yıl yetmez ki biz de daha çok Hagi’nin
bilinmeyenlerini yazmak istedik. Serkan Akkoyun Romanya’da nasıl bir
çevrede ve siyasi bir iklimde büyüdüğünü, Sinan Yılmaz onun unutulmaz
anlarını, Emre Çelik Real Madrid ve Barcelona’da neden tutunamadığını
ve Bahadır Bozkurt da Becali ile ilişkisini kaleme aldı. Bu sayıda ayrıca;
İtalya’da bir dönem yaşanan Pasaportopoli Skandalı’nı, ara transferin
öne çıkanlarını ve Bob Marley’in futbolla ilişkisini bulabilirsiniz.
Yazarlar
Bahadır Bozkurt
Emre Çelik
Fırat Topal
İsmail Şayan
Sercan Ergün
Serkan Akkoyun
Sinan Yılmaz
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#163 BU SAYIDA
Hagi Özel
Ne Güzeldi Senin Adını Bağırmak
10’un 10 Hikâyesi
Real Madrid ve Barcelona Günleri
Gigi-Hagi A.Ş.
Kış Pazarı
Ara transferde Türkiye’nin Avrupa’nın 5 büyük ligine bakış
Bob Marley ve Futbol
Dünyada ikon olan efsane şarkıcının futbol sevgisi
Pasaportopoli
İtalya ve Avrupayı bir dönem kasıp kavuran skandalın
perde arkasındakiler
1
0’
U YAZMAYA
50YI
LYETMEZ
Mut
l
uyı
l
l
ar
…
Hagi Özel HF163
Serkan Akkoyun
NE GÜZELDi SENiN
ADINI BAĞIRMAK
“Bütün hayallerimiz gerçek olabilir eğer onları
ikna edecek cesaretimiz varsa”
Walter Elias Disney
Galatasaray, UEFA Kupası’nı kazanmıştı. Yurdu
saran sevinç duygusundan pek fazla nasibini
alamamış, Galatasaray taraftarı olmayan 13
yaşındaki hâlimdeyim. Ortama ayak uydurma
hevesi içinde mahallede Fransa 98 Dünya
Kupası’ndan kalma İspanya formamla top
oynuyorum. Sırtımda 7 numara. İsim yazmasa da
Adana’nın varoştan uzak, elite de pek uğramamış
bir mahallesinde Morientes’cilik peşindeyim.
Tabii o zamanlar herkes bir futbolcunun ismini
haykırıyor. Bir uzunumuz var o Hakan Şükür.
Kalecimiz var kendisi tabi ki Rüştü, çünkü
Fenerbahçeli. Hafif esmer olanlar; Uche, Moşe,
Kone bir de Adana’da olduğumuzdan sıkça
‘Kolibali’. Bir de o vardı. Uzaktan şutları severdi.
Her şutundan sonra ki bunlar genellikle kale ile
Herkesin canlı
izlediği için
kendini şanslı
hissettiği bir
futbolcu vardır.
Bizim nesil
içlerinde en
şanslısı olabilir…
pek alakası olmayan noktalarda nihayete ererdi,
bir ismi haykırır ve top sahasının etrafını saran
evlerimizin bulunduğu apartmanlara doğru
kafasını kaldırıp bakardı. C Blok 10. Kat; Melike.
B Blok 8. Kat; İrem. D Blok 6. Kat; Ayten. Hani
oldu da sitemizin güzel kızlarından birisi o şutunu
görür mü diye. Görmezlerdi. Ama o bağırmaktan
vazgeçmezdi. Tıpkı birkaç ay önce Kopenhag’da,
ondan önce Ali Sami Yen’de, 5 Ocak’ta, Avni
Aker’de, Erzurum Atatürk’te, San Mames’te
Galatasaraylıların, mikrofonda Ercan Taner’in
bağırdığı gibi; Haaaaagiiiiiiiii.
Göçebe hayatı
5 Şubat 1965’te Sacele’de doğdu Hagi.
Annesi Chirata ve babası Iancu, Köstence’de
tanıştı. Aslında Köstence’nin yerlisi değillerdi.
Yunanistan’ın 1930’larda uyguladığı asimilasyon
politikasının etkisi ile asıl toprakları olan Kavala’yı
terk etmek zorunda kalmıştı ataları. Adını aldığı
dedesi Gheorghe ve nenesi Sultana, Yunanistan’ın
‘Helen’ hayalinin kurbanlarından sadece ikisiydi.
Büyük İskender’in Makedon oluşunu kabul
etmeyen ve Makedonya topraklarını Helen’in
bir parçası gören zihniyetin zirve yaptığı 1930 ve
40’lı dönemlerdi. Hagi’ler de bu baskıdan nasibini
alarak neleri var neleri yok toplayıp, Köstence’nin
yolunu tuttu. Iancu da kendisi gibi bir göçmen olan
Chirata ile burada hayatını birleştirdi. İkinci göçe
kadar da mutlu mesut yaşadılar.
İlk topu bir sidik torbası
Iancu ve Chirata’nın Köstence’nin Sacele köyünde
süren hayatları, oğulları Gheorghe’nin henüz 9
aylıkken ölmesi nedeniyle duygusal çöküntüye
girdi. İlk çocuklarıydı ve köydeki imkânları onu
hayatta tutmaya yetmedi. Daha sonra bir kızları
oldu; Sultana. Ardından bir kızları daha oldu;
Elena. Ve 5 Şubat 1965’te yeniden bir erkek
çocuk sahibi oldular; ağabeyi ve dedesinin adını
taşıyacak hem de o adı tarihe altın harflerle
yazdıracak bir erkek çocuk; Gheorghe… Bizim
Hagi, bebekliği ve çocukluğu boyunca ufak
tefekti. Sırf bu yüzden ona ‘Gheorghe’ adının
uzun geleceğini düşünüp ismini bedenine uygun
olsun diye kısalttılar. Köyde artık adı ‘Gica’ydı.
Gica henüz her şeyden habersiz, dedesinin kestiği
bir domuzun idrar kesesini temizleyip, kurutup,
şişirip, at kuyruğu ve yelesinden aldığı kılları
da etrafına sararak elde ettiği topla oynarken
Romanya, lider Çavuşesku’nun aldığı 1966
Kararnamesi’nin sıkıntılarını çekiyordu. Çavuşesku,
1966 yılında aldığı kararlar ile özellikle nüfusun
artmasını sağlamak için çocuk sahibi olmayı teşvik
ediyor, kürtajı ve doğum kontrolünü yasaklıyor,
4’ten fazla çocuğa destek, 10 tane çocuk sahibi
annelere resmi olarak ‘Kadın Kahraman’ unvanı
veriyordu. Hagi ise böylesine bir ortamda ilerleyen
Romanya’da sadece çocukluğun keyfini sürüyordu.
4 yaşında tekmelemeye başladığı sidik torbasının
yerini daha sonra, nenesi Sultana’nın kumaşlardan
hazırladığı bir top aldı. Bu seferki daha yumuşak
ve daha hijyenikti. Romanya ise o dönemde büyük
bir kargaşaya doğru sürüklenmenin ilk adımını
atmıştı.
Gerçek futbol topuyla tanıştı
1971 yılında lider Çavuşesku, Kuzey Kore ve Çin’i
ziyaret etti. Özellikle Kuzey Kore ziyaretinde halkın
büyük ilgisi, Kuzey Kore Lideri Kim II-Sung’un özel
hürmeti ve ülkenin hâlâ daha süregelen disiplin,
tek tip, tek lidercilik gibi özellikleri Çavuşesku’yu
etkiledi. Dönüşte tarihe ‘Temmuz Kuramı’ olarak
geçecek bir dizi yapılanmayı organize etti. Ve
kendisini 1989 yılında kurşuna dizilerek ölüme
götürecek süreci de başlatmış oldu. Çünkü 1980
ortalarına gelindiğinde, Çavuşesku halkının ve
ülkesinin zenginliğinden bahsederken aslında
gerçek, Seth Rogen ve James Franco’nun The
Interview filmindeki gibiydi; televizyonda ağzına
Sacele Köyü’nün girişi:
“Hagi burada doğdu.”
kadar meyve dolu marketler ve şişman Romen
çocukları ancak gerçekte ise uzun market
kuyrukları ve bir tanesi de bizim Hagi olan sıska,
zayıf çocuklar. Çavuşesku, Kuzey Kore’de müthiş
koreografiler eşliğinde ağırlanırken Hagi de
zevkten dört köşe oluyordu. Çünkü 6 yaşındaydı
ve ilk defa gerçek bir futbol topuna kavuşmuştu;
şehre giden annesi dönüşte oğluna da gerçek bir
futbol topu almıştı. Sidik torbası, kat kat kumaşlar
ve derken; gerçek bir topla tanıştı küçük Gica. Artık
tarih hem Romanya hem de Hagi için değişmeye
başlamıştı.
Utangaç çocuk
Hagi 9 yaşına geldiğinde artık köyde değil şehirde
yaşıyorlardı. Çünkü 1 sene önce köy yaşanmaz bir
hale gelmiş, artık neredeyse yemek bulamayacak
bir vaziyetle yüz yüze kalmışlardı. Hagi ailesi
toplandı ve Köstence’ye doğru yeni umutlar, yeni
hayatlar diyerek yola çıktı. İşte o yolun varışının
üzerinden birkaç yıl geçmişti. Gica artık hayatının
merkezine oturttuğu futbol topunun paylaşılabilir
bir şey olduğunu da öğrenmeye başlamıştı.
Çünkü taşındıkları yer bir mahalleydi ve orada
kendisi gibi başka futbol sevdalısı çocuklar da
vardı. Ancak onlar şehirde büyümüşlerdi. Bizim
çocuktan daha büyük daha güçlü ve daha gözleri
açıktı. Yıllar sonra bile ondan bahseden eski takım
arkadaşı Paul Cazan; “Çok utangaçtı. Belki de öyle
olması gerekiyordu…” diyecekti onun için. Hagi,
mahallesindeki çocuklarla futbol oynamak istedi
ancak onu takıma eksik olan kaleci pozisyonunu
doldurmak için kabul ettiler. Oyundan uzak
kalamıyordu; kabul etti. O müthiş sol ayağı ile
bizleri yıllarca kendisine hayran bırakan Hagi henüz
Gica iken futbola ilk defa elleri ile müdahil oldu.
Kim bilir, ‘Karpatların Maradonası’ lakabını alması
gerçekten boşuna değildi. Onun Tanrısının eli de
buydu…
Keşfedilmesi zor olmadı
Gica yine bir gün Köstence’nin bakımsız
sokaklarında organize edilen maç için kadroya
alındı. Ancak bu sefer kalede değil oyundaydı.
Topla ilk buluşması ile kaleye gidip gol atması
arasında geçen süreyi diğer çocuklar fark edemedi
bile. Sonra bir kez daha aynı sahne… Ardından bir
kez daha… Ve bir daha... Gica, herkesi çalımlıyordu.
Her topu gol yapıyordu. Şutları kaledeki ufaklık için
azap gibiydi. Kimse defansa geçmek istemiyordu.
Gica’nın çalımları onlar için zulümdü. Rezil oldular.
Gica, tıpkı Adana’nın o beton site sahasında her
şuttan sonra kendi adını haykıran çocuk gibi, her
golünden sonra Steaua Bükreşli futbolcuların adını
haykırıyordu. Özellikle de Anghel Iordanescu’nun.
Ona hayrandı. Bir gün o da Anghel gibi futbolcu
olacak, kırmızı-mavili Steaua Bükreş formasını
giyecek, Romanya Milli Takımı için goller atacaktı
ama şimdi biraz daha İösif Bükössi tarafından
keşfedilmeyi beklemesi lazımdı. Çok da uzun
sürmedi…
Tanrının hediyesi
Hagi yine sokakta resitalini sergilerken mahallenin
‘kulüpte futbol oynayan’ abilerinden birisi elinden
tuttu ve İösif Bükössi’ye götürdü. Köstence
takımının hocası olan ve Türkiye’de ‘Josif Bukossi’
olarak da bilinen kurt hoca ondaki yeteneği
keşfetmekte gecikmemişti. ‘İkinci babam gibi’
dediği Bükössi tarafından takıma alınmış ve “Topa
vuruşu sanki yıllardır idman yapan futbolcu gibi”
sözleri ile tanımlanmıştı. Köstence’nin başkanı,
“Doğal bir yetenekti. Yetenekleri Tanrı’nın bir
hediyesi gibiydi. Özel olarak hiçbir şey yapmasa bile
yetenekleri kendiliğinden işi görüyordu” diyerek
Hagi’yi anlatmıştı yıllar sonra. Artık at kılı sarılmış
sidik torbasını çamur içinde sürme devri geride
kalmış, mahallede kaleye geçme korkusu ile attığı
çalımların yazılı olduğu defter kapanmıştı. Forması
ve kramponları vardı. Bir takımın oyuncusuydu.
Gica, Gheorghe olmuştu. Fizikken olmasa da
mental olarak büyümüştü. Şov, başlasındı.
Çavuşeskuların dikkatini çekti
Hagi 7 sene altyapı eğitimi aldı. 1982 yılında,
henüz 17 yaşındayken A Takım oyuncusu oldu. İlk
sezonunda 19 maç oynadı ve 2 gol attı. Bir tanesi
de hayallerini süsleyen takım olan Steaua’ya
karşıydı ve o maçı beraberlikle tamamlamışlardı.
İşler Hagi için iyi giderken ülkede ise pek iç açıcı bir
durum yoktu. Romanya’da ekonomi neredeyse
berbat denecek seviyedeydi. Batı’dan borç
alan Çavuşesku yönetimi, bu borcun altından
kalkamıyordu. Ülkemizin geçmişinden de
bildiğimiz karne ile alışveriş dönemleri başlamış,
sürekli elektrik ve gaz kesintileri yaşanıyordu.
Halk gıda ve sağlık konularında büyük sıkıntılar
çekiyordu. Refah seviyeleri düşerken hükümet dış
borçları ödemek adına halkını ikinci plana itmiş
ve içinde bulundukları duruma katlanmalarını
söylüyordu. Çavuşesku’nun oğlu Nicu ise tüm
bunlar arasında Hagi’yi fark etmekte gecikmedi.
Ne olursa olsun halkın en büyük eğlencesi olan
futbolu güzelleştiren bu genç çocukla özel
olarak ilgilendi ve 1983 yılında bu ilgisini fırsata
çevirebileceği bir olay yaşandı.
Okullar arası transfer
Hagi, 1983 yılında üniversite eğitimini sürdürmek
ve kız kardeşine de aynı imkânı sunabilmek
için kendisine teklifle bulunan ‘Universitatea
Craiova’ takımının teklifini kabul etti. Bu Craiova
Üniversitesinin okul takımıydı. Ancak ülkenin
‘tek sahibi’ gibi davranan lider Nikolay’ın oğlu
Nicu bu haberi alınca olaya anında müdahalede
bulundu. Craiova Üniversitesinde İktisadi ve
İdari Bilimler bölümünde okuyan aynı zamanda
okulun takımında futbol da oynayan Gheorghe’yi
1 hafta içerisinde kendi sponsoru olduğu ve fahri
başkanlığını yaptığı Sportul Studentesc’e transfer
etti. Okul kaydını da Craiova Üniversitesinden
Bükreş Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Akademisine kaydırdı. Hagi’nin Çavuşesku ailesi
ile arası her zaman çok iyi oldu. Nicu’nun ona
hayranlığının yanı sıra bir başka oğul; Valentin’le
de ilişkisi çok iyiydi. Ailenin tek farklı ismi olan
Atom Fizikçisi Valentin bir dönem Steaua Bükreş
başkanlığı yapmış ve Hagi’nin de desteğini almıştı.
Hatta 1998 yılında sadece 6 saatliğine Romanya’ya
gitmiş ve o dönem eleştiri oklarının hedefi olan
Valentin’e destek vermişti. Hagi’nin bu sevgisi
2006 yılında, kendisi tarafından Ankaraspor’a
gönderilen Ümit Karan’ın şu sözleriyle alay
konusu yapılacaktı: “Hagi herkese yaptığı sert
tavırlarla Galatasaray’da diktatörlük kurmaya
çalıştı. Ama artık diktatörlük diye bir şey kalmadı.
O Romanya’da Çavuşesku dönemini çok yakından
yaşadı. Bu yüzden altyapısında diktatörlük var
herhalde. Galatasaray’da da bunu uygulamaya
çalıştı.”
Nicu’nun transferi sonrasında Hagi, 4 sene Sportul
Studentesc takımında forma giydi. Burada gerçek
manada bir futbolcuya dönüştü. Aynı dönem
içinde ilk defa milli takıma seçildi. İlk maçını
1983 yılında henüz 18 yaşındayken Norveç’e karşı
oynadı. Yine aynı yıl dönemin teknik direktörü
Mircea Lucescu tarafından aldığı bir davetle
Türkiye’ye geldi. 29 Ocak’ta oynanan maçta 90
dakika yedek kulübesinde oturdu. Türkiye’nin
kaptanı ise yıllar sonra beraber ülkenin futbol
tarihini değiştirecekleri Fatih Terim’di. Kaderin
dizaynı nasıl hayranlık uyandırıcı ama? İlk defa
İstanbul’a geldiği stat Ali Sami Yen, rakip takım
kaptanı Fatih Terim, kendi hocası Mircea Lucescu…
Hagi’nin yükselişi 22 yaşına kadar böyle sürerken,
düşman kardeşler, Nicu ve Valentin çok ilginç bir
olayla karşı karşıya geldi.
Süper Kupa ile Avrupa’nın en prestijli kentinde,
“artık vadesi doluyor” denilen Romanya’nın nasıl
ayakta olduğunu ispatlamak istercesine bayrağını
dalgalandırmak için taçlandırmayı amaçlıyordu.
İşte bu doğrultuda Valentin’in aklına bir plan geldi;
Sadece 1 maçlık, kardeşi Nicu’nun takımından
Hagi’yi alacak ve oynatacaktı. Bu hem kardeşine
karşı kuracağı bir üstünlük olacak hem de saha
içerisinde büyük bir artı sağlayacaktı. Valentin
arkasına amcası General Ilie’yi de alarak Hagi’yi
önce orduya sivil bir görevle atadı. Bu aynı
zamanda Hagi’nin artık Steaua Bükreş forması
giymesi anlamına da geliyordu. Prosedür böylece
tamamlandı. 24 Şubat 1987 yılında Monaco II.
Louis Stadı’nda oynanacak olan maçta Steaua
Bükreş’in 10 numarası; Gheorghe Hagi olacaktı.
Tek maçlık transfer
Maç başladı. Hagi 10 numaralı forması ile henüz
22 yaşında bir yıldız olarak sahada koşturuyordu.
1985/86 sezonunu şampiyon tamamlayan Steaua
Bükreş, Avrupa’da da fırtına gibi esiyordu. Şimdiki
adı Şampiyonlar Ligi olan Avrupa Şampiyon
Kulüpler Kupasında statü gereği eleme usulü
ilerleyen Bükreş Ordusunun takımı, Başkan
Valentin’le birlikte adını finale kadar yazdırmayı
başardı. Finalde kadrosunda Bernd Schuster
ve Steve Archibald gibi iki yıldızı bulunduran
Barcelona ile karşılaştı. 90 dakikası ve uzatmaları
0-0 tamamlanan finali Bükreş ekibi penaltı atışları
ile kazandı ve tarihte bunu başaran ilk Romanyalı
takım oldu. Çavuşesku yönetimi bu kupayı bir de
Her şeyi değiştiren gol
Bir hayali gerçek olmuştu. 9 yaşında Köstence
sokaklarında kendisini kaleye hapsettiklerine
çıkardığı isyan ve serdiği gol leşleri ile bu günlere
gelmeyi hedefliyordu. O gün gelip çatmış hem de
bir final maçıyla gerçeğe dönmüştü. İlk 44 dakika
0-0 geçildikten sonra Hagi kendi yarı sahasından
bir taç kullandı. Talih dönmeye başlamıştı…
Taç atışında top önce savunmaya oradan da
Lucian Balan’a geldi. Balan orta alanda Bölöni
ile şık bir duvar pası yaptı. Bölöni rakip yarı
alanın ortasında önüne aldığı topu bekletmeden
Tudorel Stoica’nin önüne indirdi. Stoica süratle
ceza alanına girmek istiyordu ki Pavel Yakovenko
tarafından ceza alanı ön çizgisinde yere düşürüldü.
Hakem hiç düşünmeden faul kararını verdi.
Topun başında Balan, Bölöni ve Lacatuş
vardı. Arkadan Hagi göründü. Önce Lacatuş
ayrıldı topun başından. Ardından Balan
yavaş yavaş uzaklaştı. Bölöni ve Hagi
kısa bir konuşma yaptı. Hagi iyice
gerilmişti. Hakem barajı durması
gereken yere çekerken Bölöni de
topu tamamen Hagi’ye bıraktı.
Hagi topa doğru geldi ancak durdu.
Hakem henüz düdüğünü çalmamıştı.
22 yaşındaki genç yıldızın kalp atışları
gittikçe yükseldi. Heyecanı kontrolünden
çıkmış, bir an önce sonuca ulaşmak istiyordu.
Yeniden geri çekildi. Hakem kısa ve keskin
bir şekilde düdüğünü çaldı. Hagi hızla geldi
ve sol ayağının üstüyle sert bir şut çıkardı.
Şut kötüydü. Barajın kendisine göre sağ
tarafında duran 7. futbolcu yanındaki ile
neredeyse 1 kişilik boşluk bırakmıştı.
Hagi topu buradan geçirmeyi düşünmüş
ancak top barajdaki Kiev’li oyuncuya
çarpmıştı. Bazen kötü şeyler sizi iyi
sonuca götürecek olan araçlar olabilir.
Kötü şut, bir de baraja çarpında kaleci
Victor Chanov’u yanılttı. Chanov
kucağına gelmesini beklediği topun
yön değiştirmesi ile ne olduğunu
anlayamadı ve II. Louis Stadı’nın skor tabelası
değişti: Steaua Bükreş: 1 – Dinamo Kiev: 0.
Tribünler ve Romanyalı spiker bağırıyordu:
Haaaaagiiiiiiiii.
İki ölü bir yıldız
Steaua Bükreş o gün 1 maçlık transferi Hagi’nin
attığı golle Dinamo Kiev’i yendi ve Süper Kupa’nın
sahibi oldu. Valentin Çavuşesku onu bir daha hiç
bırakmadı. Hagi 1990 yılına kadar Steaua Bükreş
forması giydi. Çavuşesku ailesi onun başka bir
takıma gitmesine izin vermediler. Ta ki 1989 yılının
Aralık ayında çıkan isyan sonucu hükümetleri
devrilene kadar. Nikolay Çavuşesku ve eşi 25
Aralık 1989 gecesi ülkeden kaçmaya çalışırken
ordu tarafından yakalanarak tutuklandılar.
Canlı yayında sorgulandılar ve 2 saatlik
sorgunun ardından bir duvar dibinde
askerler tarafından kurşuna dizilerek
öldürüldüler. Ölü bedenleri tüm
Romanya ve dünyaya televizyonlar
aracılığı ile gösterildi, halk bu
gelişmeyi sokaklara dökülerek
kutladı. Hagi ise birkaç ay sonra
4 milyon dolar karşılığında
Real Madrid’e transfer olarak
ülkeden ayrıldı.
“Cüret etmek, başarmaktır”
Bir Greek özdeyişi.
Hagi Özel HF163
Sinan Yılmaz
10’un 10 HiKÂYESi
1
Ve İngilizler genç Hagi’yle tanışır
İngiltere 1-1 Romanya | 11 Eylül 1985
Hagi’nin potansiyelini gösterdiği ilk maçlardan
biri... Wembley’de İngiltere karşısına çıkan
henüz 20 yaşındaki gencin ilk 45 dakikada
iki şutu direkten döner. İlk şutu, ‘balık sırtı’
dediğimiz klasik bir Hagi şutudur. Top yükselir
ve hızla alçalarak inişe geçtiğinde üst direkte
patlar. İngilizlerden çıkan hayranlık sesi, üst
direğin çınlama sesiyle birbirine karışır. İlerleyen
dakikalarda Hagi’nin bir aşırtması da yine üst
direkten auta gider. Devre arası İngiliz kanalındaki
spiker ve yorumcu maçı bırakıp Hagi’yi konuşur.
Kenarda Romanya Milli Takımı’nın genç teknik
direktörü Lucescu vardır. 70’lerin efsane Romen
futbolcusu Lucescu, Hagi’ye bu maçtan sadece
bir ay sonra 16 Ekim 1985’de Dünya Kupası baraj
maçında Kuzey İrlanda karşısında kaptanlığı
verir! Romanya bu maçı tek kale oynamasına
rağmen bir kontra atak golüyle yenilir ve Dünya
Kupasına gidemez. Lucescu’nun böyle önemli
bir maç öncesinde Hagi’ye verdiği kaptanlık çok
eleştirilmiştir ve kendisi de kısa bir süre sonra
görevinden alınmıştır. Hagi de 1990’a (25 yaşına)
kadar teknik kaptanlık alamaz. Lucescu yıllar
sonra bir röportajında konuyla ilgili kendisini şöyle
savunur: “Evet, normalde ben de 20 yaşında birini
kaptan yapmam ama Hagi normal biri değildi!”
2
Maradona mı? Hagi mi?
Arjantin-Romanya | 1990 ve 1994 Dünya Kupaları maçları
1985-1990 arasında Hagi oynadığı kulüplerde,
Sportul ve Steaua Bükreş ile Avrupa’da rüşdünü
ispat ediyor. Artık o Karpatların Maradona’sı oluyor
ve 1990’da son Dünya Şampiyonu Maradona ve
arkadaşlarıyla karşılaşıyorlar. Maç bölüm bölüm,
Romanya-Arjantin maçı olmaktan çıkıp, HagiMaradona kapışmasına dönüşüyor. Sert ve biraz
da sıkıcı bir maç sonrasında bu ikili yenişemiyor ve
mücadele 1-1 bitiyor. Birbirlerini çalımladıkları bazı
pozisyonları aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.
Bu ikili aslında birbirine çok benzer çocukluk ve
gençlik dönemleri yaşıyorlar. İkisi de çocuk yaşta
çok büyük sorumluluklar üstleniyorlar. Belki de
çocukluklarını bu kadar yaşayamayıp bir halk
kahramanına dönüştürüldükleri için biraz sinirliler.
Herkesle kavga ederler ama takımlarındaki herkes,
onların üstünlüğünü kayıtsız şartsız kabullenir.
Mutlak komutandırlar.
Bu mücadeleden 4 yıl sonra Romanya yine Dünya
Kupası’nda, bu kez son 16 maçında Arjantin ile
eşleşiyor. Fakat Hagi’nin karşısında bu sefer
Maradona olmuyor. Grup mücadelelerinde kanında
yasaklı madde rastlanan Maradona oyunlardan
men ediliyor ve Maradona’sız Arjantin’i Hagi
önderliğindeki Romanya yerle bir ediyor. Hagi’nin
3-2 biten bu maçtaki asisti hala Dünya Kupaları
tarihinin en iyi asistlerinden biri olarak kabul
ediliyor. Hagi, iki kez art arda dört kişi arasından
Dimutrescu’ya verdiği pasla adeta Arjantin
savunmasıyla dalga geçiyor. Dimutrescu’yu
iki kez tutamayan oyuncu ise çok tanıdık bir
isim Simeone! İlginç benzerliklerden biri de şu.
Simeone’yi ilk olarak 1990’da İtalya’nın Pisa
takımına transfer eden ve Avrupa Futboluna
kazandıran isim de yine bir Romen ve tabi ki
Lucescu. İşte o harika asist:
3
Favori Kolombiya’yı yok eden adam. İnanılmaz performans!
Romanya-Kolombiya | 1994 Dünya Kupası
1994 Dünya Kupasının favorilerinden biri
Kolombiya idi. Son Copa Amerika’yı kazanmışlar ve
Dünya Kupası öncesinde Buenos Aires’te Arjantin’i
5-0 yenmişlerdi! Pele bu Kolombiya için “Dünya
Kupası’nda favorim ne Brezilya ne de Arjantin.
Favorim Kolombiya” demişti. Kadrolarında
Valderrama ve Asprilla gibi iki süper yıldız
bulunuyordu ama Hagi maçı tek başına almıştı.
Bir inanılmaz gol ve iki şahane asist sonucu
Kolombiya kalecisi, eski Beşiktaşlı Cordoba neye
uğradığını şaşırmıştı. Maça hükmeden Hagi, uzun
yıllar unutulmayacak bir performans göstermiş ve
adeta çimleri yakmıştı.
4
Hagi çıktı, şampiyonluk kaçtı!
Tenerife-Real Madrid | 7 Haziran 1992
Genel kanı Hagi’nin Real Madrid’te başarısız
olduğunudur ama Hagi’nin Real Madrid’teki gol
ve asist istatistikleri aslında Zidane’la aşağı yukarı
aynıdır. O yıllarda İspanya’da sadece 2 yabancı
kuralı vardır ve Real Madrid bu iki kişilik şansını
Hagi ile Brezilyalı savunmacı Rocha’dan yana
kullanmıştır. O dönemde Hagi’nin Real Madrid’ten
ayrılış nedeni performanstan ziyade kulübün
tarihinde yaşadığı en büyük travmalardan birine
denk gelmesidir. Son 10 sezonda üç kez son
haftada şampiyonluğu kaçırmış Fenerbahçe’yi bile
kıskandıracak bu travma şöyle olmuştu; 1991/92
sezonunda Real Madrid tam 30 hafta, son maça
kadar liderliği korumuştur. Barcelona ise her
geçen hafta rakibine yaklaşmış ve son haftaya
kafa kafaya girmişlerdir. Son maçlar öncesinde
Real Madrid rakibinin bir puan önündedir ve
Tenerife’den mutlak galibiyetle ayrılmaları gerekir.
Hagi sorumluluk alır ve maça harika bir başlangıç
yapar. Sağ kanattan onunla özdeşleşen çalımı
atıp arka direğe ortayı keser ve Hierro topu filelere
gönderir. Ardından maçın 24. dakikasında Tenerife
kalecisi sakatlanır ve Hagi sadece 4 dakika sonra
henüz maça ısınamayan yedek kaleciyi yaklaşık
35 metreden frikik golüyle avlar: 0-2. Fakat ilk
yarı bitmeden durum 2-1 olmuştur. İkinci devrede
uzun süre bu skor korunmasına rağmen 73.
dakikada Hagi yerini Lasa’ya bırakır ve olanlar
bundan sonra olur. 77. ve 78. dakikalarda art arda
golleri yiyen Real Madrid neye uğradığını şaşırarak
şampiyonluğu vermiştir. Bu travmadan sonra
adeta dağılan Real Madrid’te Hagi’de durmak
istemez ve kendisine kucak açan Lucescu’yla,
İtalya’da buluşur, Brescia’ya imza atar.
Havada, karada ve siste, her yerde, her yerden Hagi!
Barcelona-Celta Vigo | 11 Aralık 1994
5
1994 Dünya Kupası performansının ardından,
kendisine hayran kalan Cruyff tarafından
Barcelona’ya gelen Hagi, Katalan ekibinde istediği
performansı gösteremese de, Barcelona tarihinin
en güzel gollerinden birini atmıştır. Katalanların
4-2 kazandığı Celta Vigo - Barcelona maçında
yoğun sis vardır. Celta Viga 86. dakikada skoru
3-1’e getiren golü atar. Bu golün santrasında ise
şut çekmek Hagi’nin aklına gelmiştir. Celta Vigo
kalecisi o siste gelen topu göremediği için gole
engel olamamış ve Hagi, zekası sayesinde bu akıl
dolu golü atmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Barcelona
taraftarları arasında yapılan ankette bu gol %40.9
oy alarak Barcelona tarihinin gelmiş geçmiş en
iyi golü seçilmişti. Barcelona’yı bilemeyiz ama
Hagi’nin bundan daha güzel en az 10 golü vardır.
6
Kaptan Hagi
Romanya-Paraguay | 3 Haziran 1998
Aslında bu sıradan bir hazırlık mücadelesi fakat
maçtan sonra yaşananlar uzun yıllar unutulmuyor.
Hagi bu karşılaşmadan sonra basın toplantısında
sinirlerine hâkim olamıyor ve gazetecilerle sertçe
tartışıyor. Sebebi de kaleci Stelea’ya haksızlık
yapıldığını düşünmesi. Yıl 1998 ve Hagi’li Romanya
Dünya Kupası eleme gruplarından namağlup çıkıyor,
Fransa’ya gitmeye hak kazanıyor. Bu, altın neslin art
arda 3. Dünya Kupası oluyor, ki Romanya 1998’den
sonra da Dünya Kupası vizesi alamıyor. Ayrıca
Romanya Hagi’den önce (90’dan önce) sadece
1934, 1938 ve en son 1970’te Dünya Kupası’na
katılmış. Avrupa Şampiyonası’na da sadece 1984’da
katılabilmiş.
1998’te Romen Milli Takımı altın çağın zirvesinde
olmasına rağmen, Romen ligi karanlık kişilerin
elinde çok kötü durumda ve milli takım oyuncuları
buna isyan ediyor. Aynı zamanda çoğu yurt
dışında oynayan takımın yıldızları ülkelerine
yatırım yapmak için hükumetten destek istiyor.
Ayrıcalık değil sadece adil şartlar istiyorlar ve ligin
durumunu protesto etmek için artık Romanya için
oynamamakla federasyonu ve hükumeti tehdit
ediyorlar. Buna karşı bazı basın mensupları olayları
çarpıtıp, oyuncuları ‘artık şımardılar’ diye eleştiriyor.
Bu maç sırasında bir dönem Samsunspor forması
da giymiş kaleci Stelea, hatalı bir gol yedikten
sonra kale arkası tribünleri tarafından maç boyunca
ıslıklanıyor. Tribünlerin bilmediği şey Stelea’nın ciddi
ameliyat geçirmesine rağmen maça sakat sakat
çıkmış olması...
Maç sonrası basın toplantısında Hagi yanındaki
antrenörü Iordanescu’nun sakinleştirme çabalarına
rağmen kendini tutamıyor:
“Olamaz, sizin yüzünden, basının yüzünden bütün
bunlar. Tribünlerin yaptığı sizin yüzünden… Artık
Bükreş’te oynayamıyoruz… Nerede oynayalım?
Biz Romanya için oynuyoruz... Romanya için
oyunuyoruz, ulan!”
Yukarıda anlattığımız hikâyeden kısa süre sonra
Hagi’li Romanya 1998 Dünya Kupası’nda da başarılı
olur, İngiltere’yi yenerler ve Hagi Romanya Milli
Takımı’nı bırakma kararı alır. Fakat Euro 2000
öncesinde Hagi’siz Romanya pek iyi gitmemektedir
ve gruptan çıkamama ihtimaliyle yüzleşmişlerdir.
Ölüm kalım maçlarından birini de ezeli rakipleri
Macaristan’a karşı oynayacaklardır. Bu maç öncesi
33’lük Hagi’ye ihtiyaç duyarlar.
“Romanya’da hiçbirşey yok, futbolumuz yok
oluyor! Romen takımları ne yaptı? Bir tane
başarıları bile yok… Söyleyin var mı? Bizi rahat
bırakın!”
“Bunu haketmiyoruz biz! Bizim son 10 yılda,
buradaki duruma rağmen ekonomik, sosyal vs.
yaptıklarımız için... Biz bunu haketmiyoruz.”
“Romanya’da futbol bitecek. Bitecek, size bunu
söylüyorum. Sıfır. 2-3 yıl sonra sıfır..!”
7
“Ülken için geri dön! Annen baban yaşasaydı oynamaz mıydın?”
Romanya-Macaristan / 5 Haziran 1999
O dönemlerde ülkede milliyetçilik akımı hakimdir
ve Romenler Macarlardan nefret ederler. Osmanlı
da, tarih boyunca uzun yıllar Romanya’da hüküm
sürse de, Romenlerin dinine karışmadığı için
Macarlar gibi Türklere karşı bir antipati beslenmez.
Fakat Macarlar hüküm sürdükleri dönemlerde
fazlasıyla baskıcı bir tutum sergilemiş ve Romenleri
mezheplerini değiştirmeye zorlamışlardır.
Dahası 1999’a kadar Romenler futbolda
Macaristan’ı hiç yenememişler! Geçmişte
Macaristan’ın iyi olduğu dönemlerde karşılaşmışlar
ve Puşkaş’ın şov yaptığı maçlarda Romenler ağır
mağlubiyetler yaşamışlar. Bu mağlubiyetlerden biri
de 9-0’la sonuçlanmış.
Nihayetinde Hagi’yi geri döndürme çabalarına ünlü
bir Romen şair de katılır. Hagi için bir şiir yazar ve
şiirin içinde şu cümleler geçer!
Hagi’nin bir takım arkadaşı için böyle sinirlenmesi
ilk değil. Galatasaray’da oynadığı bir maçta
takım arkadaşı Arif Erdem, taraftarlar tarafından
ıslıklanır. Aynı maçta Hagi için de “I love you Hagi”
sesleri yükselmiştir. Fakat Hagi, kendisinden önce
takım arkadaşını düşünür ve taraftara şöyle sitem
eder!
“Buna hakkınız yok, ben beş senedir burada, o 15
senedir burada!”
“Türkler için oynuyorsun. Onları bizden çok mu
seviyorsun? Dön artık! Ülkenin sana ihtiyacı var.
Annen, baban yaşasaydı oynamaz mıydın? Onları
gururlandır! Dön ve bu gururu birlikte yaşayalım vs
vs.”
Ve Hagi döner. Maça yıldırım gibi başlarlar. İlk
yarıda Macarları sahadan silerler. Hagi iki kişinin
arasından geçtiği bir pozisyonda sert bir faulle
durdurulur ve omuzundan sakatlanıp oyundan çıkar.
Ancak Macarlar onu sakatlayana kadar maç 2-0
olmuştur ve bu sonuçla tamamlanır. Macarları ezip
geçmişlerdir!
Madrid finali de yine aynıydı. Takım arkadaşlarına
adeta “Bunlar da senin gibi futbolcu, bak nasıl
çalım delisi yapıyorum” diye güven veriyordu.
8
Avrupa’nın zirvesinde!
Galatasaray - Arsenal / 17 Mayıs 2000
Hagi, Barcelona serüveninin ardından Meksika’ya
transfer olacakken, son anda devreye giren
Galatasaray’ın teklifiyle karar değiştirip sarıkırmızılı kulübe gelir. Zira Hagi, ‘yapamadı,
olmadı, o yüzden Meksika’ya gidiyor’ yorumlarıyla
karşılaşmak istememektedir. Galatasaray’ın
teklifi, onun tekrar üstünlüğünü kanıtlaması
için adeta bulunmaz bir nimettir. Komutan,
Galatasaray ile sözleşmesine şöyle bir madde
yazdırır “Avrupa’da kupa kazanırsak, ... kadar prim
istiyorum” Galatasaray yöneticileri bu teklife güler
geçer. Türklerin Avrupa’da kupa kazanmayı bırakın,
Çeyrek Final bile gördüğü yoktur ki yıllardır!
Fakat Hagi ve arkadaşları yükselişe geçmiştir.
4 sene sonrasında Avrupa’nın zirvesine çıkma
yolundadırlar. Yarı final, final ve süper final
çok gergin geçmiştir. Bugün bile bu maçları
izlediğimizde hâlâ geriliyoruz. Tabi Türk futbolcular
için de durum aynıydı. Leeds deplasmanında
ve Parken’de ayakları titreyen futbolcuları
cesaretlendiren bir adam vardı! Hagi!
Öyle ki, bu iki maçta adeta topu alan kafasını
kaldırıp Hagi’yi arıyor ve topu ona atıp
kurtuluyordu. Dönemin futbolcusu Suat Kaya’nın
bu durumla ilgili bir ifadesi var. “Hagi fırtınalı
havada sığınabileceğimiz bir liman gibiydi. Topu
ona attığımızda, ya çalım atar, ya faul alır bizi
dinlendirirdi.” Leeds deplasmanında Hagi maça
çok bariz bir üstünlük kurmuş ve attığı çalımlarla
öfkeli İngilizleri dizginlemişti. Arsenal finali ve Real
9
90 dakikalık Hagi özeti
Galatasaray - Monaco | 12 Eylül 2000
UEFA Kupası ve Süper Kupa alınmış. Fatih
Terim ve Hakan Şükür gidip, Jardel ve Lucescu
Galatasaray’a gelmiş. Ertesi sezonun Şampiyonlar
Ligi maçında Galatasaray Monaco ile karşılaşıyor.
Bu maç adeta Hagi’nin kariyer özeti oluyor.
Şampiyonlar Ligi tarihinin en güzel gollerinden
birini bu maçta atan Hagi takımının devre arasına
2-0 önde girmesini sağlıyor. İkinci yarıda Hagi,
yine ‘hep daha fazlasını yapma’ isteği yüzünden
sağ bek pozisyonunda topu kaptırıyor ve gole
sebebiyet veriyor. Ardından Capone’nin hatası
sonucu maç birden 2-2’ye dönüyor. Sonrasında
Galatasaray’ın nizami bir golünü de hakem
vermeyince ortam geriliyor. Hagi bir kafa topunda
rakibine dirsek attığı gerekçesiyle kırmızı kart
görüyor. Ardından bir de Monaco’lu oyuncu kırmızı
görüyor ve son olarak bu tenis maçı gibi sürekli
gelip giden maç penaltıyı yaptıran Capone’nin arka
direkte attığı son dakika golüyle 3-2 Galatasaray’ın
oluyor.
ve binlercesi ağlıyordu. Yıllar sonra bu görüntüleri
bir belgeselde izlediğimde tüylerim diken diken
olmuştu. Yaşayan bir adama böyle içten, böyle
sevgi dolu bir uğurlama hiç görmemiştim, kolay
kolay görebileceğimi de sanmıyorum. Binlerce
insanın gözyaşları arasında mikrofon elindeki Hagi
de dayanamamış ağlamaya başlamıştı.
Sahi maçta ne mi oldu? Hagi tabi ki kazanmak için
mücadele etti. İki asist yaptı ve maç 2-2 bitti. Jübile
maçını bile kazanmak için hırs yapan, sinirlenen bir
çılgındı o...
Son maç ve jübile
26 Mayıs 2001 Galatasaray - Trabzonspor ve 24 Nisan 2001 Romanya - Dünya Karması
10
Ali Sami Yen’deki ilk maçında Trabzonspor’a karşı
golünü atan Hagi, son maçında da Trabzonspor’a
iki gol birden attı, biri 25-30 metreden, diğeri de
penaltından... Ve futbolu bıraktı. Onu anlatan
en iyi örneklerden biri bu maçtır. Hagi son
maçında bile sahanın en iyi oyuncusuydu. Ona
“Neden bırakıyorsun? Hala en iyisi sensin. Son
yarım saat oyna, bir frikik, bir şutla maçı alırsın!”
dediklerinde şöyle demişti. “Ben maçlardan değil,
antremanlardan çok yoruldum. Eğer sahada iyi
olmak istiyorsan, antremanlarda da iyi olmak
zorundasın! Belki yarım saat, 45 dakika daha
zorlanmadan oynarım ama kendimi yetersiz
görmek, her geçen gün düştüğümü görmek
istemiyorum! Zirvede bırakmasını bilmeliyim,
insanlar beni böyle hatırlamalı.” Ve Hagi son
maçına kadar bir idman bile kaçırmadı. Herkes
onun bırakacağını biliyordu, ona karşı sonsuz
bir kredi vardı ama o bu krediyi kullanıp son
günlerinde bile kaytarmadı. Son idmana kadar hep
çalıştı. Biz böyle büyük sanatçıların, sporcuların
değerini bilen bir toplum olamadığımız için onu
iyi bir şekilde uğurlayamadık ama Romanya’da
yapılan jübile görülmeye değerdi. 60 bin kişi stadı
tıklım tıklım doldurmuştu. Cumhurbaşkanı ve
Başbakan dahil herkes oradaydı. Binlerce insan,
onun için stada akın etmişti. Ellerinde meşaleler
Hagi Özel HF163
Emre Çelik
SiYAH
Hagi’nin Steaua Bükreş, Romanya ve Galatasaray kariyeri başarı açısından ne kadar
beyaz ise Real Madrid ve Barcelona kariyeri bir o kadar siyah. Peki bu kara sayfalarla
dolu İspanya defterinin altında neler yatıyor?
“Futbol kariyerim boyunca kendimi hiç o maçtaki
kadar çaresiz hissetmedim.” 2011’de yayın hayatına
veda eden Don Balon’un son döneminde Gica
Hagi ile yaptığı röportajda Rumen yıldız, 24 Mayıs
1989’da Camp Nou’da Milan’a karşı oynanan
Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’ni anlatmaya
başlarken bu sözlerle girişi yapmıştı. Adeta
bir dozer gibi önüne geçeni deviren, yarı final
eşleşmesinde Real Madrid’i San Siro’da 5-0
mağlup eden Arrigo Sacchi’nin takımı, diğer yarı
final eşleşmesinde Galatasaray’ı mağlup ederek
finale çıkmaya hak kazanan Steaua Bükreş’i Gullit
ve Van Basten’in ikişer golüyle tam 4-0 yenerek
kupaya uzanıyordu. Hagi çaresiz kalmıştı ama
en çaresiz haliyle bile dikkat çekmeyi başarmıştı.
Tıpkı karşılaşmayı izleyen Real Madrid Başkanı
Ramon Mendoza’nın dikkatini çektiği gibi. Bu maç,
kısacası Hagi’ni Avrupa’ya açılmasını sağlayan
kapı olacaktı. Hagi dikkatleri çekse de Çavuşesku
rejiminden dolayı dönemin şartları Romanya’nın
dışına çıkmasına pek izin vermiyordu ama Aralık
1989’da işler bir anda değişti ve Hagi de Avrupa’nın
önemli ekipleri için “alınabilir” bir yıldıza dönüştü.
Fakat ne Hagi’nin ne de Real Madrid’in doğru
adımı atamamasından dolayı Hagi, İspanya
kariyerine daha 1-0 geride başlayacaktı.
C planı?
Gica Hagi’ye ilk çağrı aslında Milan’dan gelmişti.
Dönemin Avrupa’daki en iyisi, 1990’ın çeyreğinde
Hagi’ye ulaştı ve İspanyol-İtalyan medyasına
göre de ön sözleşme imzaladı. Milan, Hagi ile
1989/90 sezonu boyunca sakatlığından dolayı
oynayamayan Ruud Gullit’in yerini doldurması
için ideal isim olarak görüyordu. Fakat Mayıs
ayına gelindiğinde Gullit büyük ölçüde iyileşmişti.
Hagi, Gullit’i keser miydi bilinmez ama Milan,
İspanyollara göre, Hagi’ye Hollandalı oyuncunun
arkasında kalacağını açıkça bildirmişti. Hal böyle
olunca Hagi de rotayı yeniden çizmek zorunda
kaldı. Doğal olarak ikinci adam olmak istemiyordu.
Mayıs 1989’da Hagi’ye hayran kalan Mendoza’nın
Real Madrid’i de kendisini istiyordu. Mendoza’nın
hedefi, kariyerlerinin son virajına giren La Quinta
del Buitre’nin (Akbaba Beşlisi) üzerine inşa edilen
takımın “yeni yıldızın” gelişiyle yeni bir sayfa
açmasını sağlamaktı. Ve Mendoza, Mayıs ayının
başında bu yeni ismin %99, Hagi olacağını “Büyük
bir aksilik olmazsa çok kısa zaman içerisinde
Hagi’ye imza attıracağız. Takımın yeni yıldızı Hagi
olacak. Romanya’daki karışıklıktan dolayı henüz
transferi bitirmedik ama her konuda anlaştık ve
sadece imzalar kaldı” sözleriyle duyurdu. Aslında
Real Madrid’in Hagi’ye imza attırması, Ramon
Mendoza’nın dediği gibi tek bir transferden
ibaret değildi. Bernd Schuster bu değişimde
vazgeçilenlerden biriydi. Daha da önemlisi Akbaba
Beşlisi’nin bir parçası olan Martín Vázquez
de takıma veda ediyordu. Zaten Mendoza da
açıkça değişimin başladığını belirtiyordu ama
planlanmayan iki faktörden dolayı “yeni Real
Madrid”, Hagi’nin etrafında kurulamayacaktı.
Mendoza deyim yerindeyse Hagi’yi takımında
görmeyi deli gibi istiyordu. Hatta Hagi’yi elinden
kaçırmamak için İtalya 90’dan önce anlaşmayı
tamamladı. Kısacası bilinenin ve birçok yerde
yazanın aksine Mendoza, Dünya Kupası’ndan önce
planlarını çoktan Hagi’nin üzerine kurmuştu. Hatta
bunu hocadan, ve kimilerine göre yönetimden,
önce Akbaba Beşlisi ile paylaşmıştı. Hagi ile
ilgilendiklerini ilk açıkladı gün, Akbaba Beşlisi’nin
bir diğer parçası Michel de çıkıp Hagi’yi övmüş ve
Rumen oyuncunun takımdaki herkese faydası
dokunacağını açıklamıştı. Fakat Mendoza’nın
ilk tercihi gerçekten Hagi miydi? Real Madrid
cephesi Milan kadar dürüst olmayı başaramamış
mıydı? Yönetimden biriyle konuştuğunu öne
süren ama isim vermek istemeyen El Pais, Real
Madrid’in önce Liverpoollu John Barnes’ı istediğini,
Hagi, orta sırada sağda somurtan.
fakat Barnes’ın transferinin imkânsız olduğunu
anlayınca da Yugoslavya’nın genç yıldızları Dejan
Savićević ile Robert Prosinečki’ye yöneldiğini
yazıyordu. Bu iki ismin 1990/91 sezonunda
kesinlikle Kızılyıldız’da kalacağı cevabı gelince de
Real Madrid rotayı Gica Hagi’ye çevirmişti. Barnes
ne kadar gerçekçi bilinmez ama Real Madrid’in
1991’de ilk fırsatta Robert Prosinečki’yi transfer
edişi, El Pais’e konuşan “isimsiz yetkili”nin
açıklamalarını büyük ölçüde doğrular nitelikte.
Dahası birçoklarına göre teknik patron John
Benjamin Toshack da kulübün “Bu transferin
hocamızın onayı olmadan gerçekleşmesini
düşünmek gerçekten inanılmaz” açıklamasına
rağmen Hagi’yi pek de önemsemiyordu. Kısacası
Real Madrid, hem Rumen oyuncuya hem de
dışarıya “Hagi’nin önemli bir parçası olacağı yeni bir
döneme giriliyor” imajı vermesine rağmen işin aslı
pek de öyle değildi.
Nasıl başlarsan öyle devam eder
Hagi, Real Madrid’deki ilk senesinde La Liga’daki
25 maça ilk 11’de başladı. Dahası 02 Mart 1990’da
1-0’lık Cadiz mağlubiyetiyle başlayan ve Real
Madrid’in şampiyonluk yarışından tamamen
kopmasına sebep olan 6 maçlık kazanamama
serisi boyunca da 4 maç oynamamıştı. Bu seri
boyunca takımın başında Alfredo di Stefano
olsa da daha sezon başlamadan Real Madrid’de
sorunlar başlamıştı. Castellon ile oynanan sezonun
açılış maçından hemen önce El Periodico, “Real
Madrid’in Fenerbahçe Teknik Direktörü Guus
Hiddink ile temasa geçtiğini” yazdı; Toshack’ın
basın toplantısında bu iddiaya cevabı “Bence
harika bir hoca” oldu. Toshack aynı gün Martín
Vázquez ve Schuster’in “eksikliklerinin farkında
olduğunu ama daha fazla büyütülecek bir şey
olmadığını” da belirtti. Hagi hakkında da “Bir
oyuncu herhangi bir takıma geldiğinde takım için
oynar. Takım o oyuncu için değil. Hagi’nin çok
çalışması gerekiyor” diyerek daha ilk maçta okları
Hagi’ye yönlendirdi. İşte bu anda da Hagi’nin içe
kapanıklığı daha ağır biçimde devreye girdi.
Her futbolcu için mutlu olduğu bir ortamda
bulunmak ve top koşturman önemliyken
kimsenin antrenman yapmadığı saatlerde daha
iyi düşünebildiğini ve bu sebeple tek başına
çalışmaktan büyük keyif aldığını söyleyen Hagi
için daha da önemliydi. Steaua’da 3 yıl boyunca
Hagi’yle oda arkadaşlığı yapan Gabi Balint
ve Miodrag Belodedici, (Hagi’nin transferinin
ardından Anghel Iordănescu kaptan Balint’ten
Hagi’nin yeni oda arkadaşı olmasını istiyor fakat
Balint oda arkadaşı Belodedici’den ayrılmak
istemeyince takımdaki tek üç kişilik ekip
oluşuyor) Hagi için takım içindeki ve soyunma
odasındaki aile ortamının en önemli şey olduğunu
belirtenlerdeydi. Yeteneklerinden şüphe yoktu
ama Steaua, Romanya ve Galatasaray kariyerleri
ile Real Madrid-Barcelona kariyerlerinin siyah
ve beyazı andırmasının altında yatan en önemli
sebep de muhtemelen bu faktördü. Sezon devam
ettikçe Toshack ile yaşanan problemlerden dolayı
Akbaba Beşlisi her hafta Ramon Mendoza ile
özel toplantılar yaparken muhtemelen kendini
daha da dışlanmış hissetti. Daha sezon açılışında
takım fotoğrafı çekilirken en kenarda sanki
takıma ait değilmiş gibi durmasının üzerine tüm
bu yaşananlar Hagi için terslik üzerine terslikten
başka bir şey ifade etmiyordu. Bir de üzerine
Toshack’ın gönderilişi eklenince resim iyice
değişti. Di Stefano takımın başına gelir gelmez
en azından sezonu kurtarmak için kendi eseri
Akbaba Beşlisi’ne tutunarak çıkmaya çalışınca
da Mendoza’nın “yeni dönem”, dolayısıyla Hagi
planı tamamen sonlandı. Mendoza daha sezon
bitmeden yazın yapılacak seçimler için “değişim”
sözü verdi.
Baskı altında koca sezon
1990/91 sezonu bitmeden Real Madrid’de ana
gündem resmen Hagi’nin geleceği olmuştu.
14 Nisan 1991’de Real Madrid, Hagi’nin de 1 gol
attığı ve ilk sezonu boyunca birçoklarına göre
en iyi futbolunu oynadığı maçta Valencia’yı
4-0 yenerken; O gün seçimleri kazanan Ramon
Mendoza ofisindeki gazetecilere Hagi’nin akıbeti
hakkında şakayla karışık “Şimdi işler karıştı. Ne
yapacağımı bilmiyorum?” sözlerini sarf etti. Dahası
Schuster’in gidişine imâda bulunarak “Evet,
şimdi bana yapılan eleştirileri özlüyorum ama
yakında bu eleştiriler yeniden başlayacak” diyerek
pişmanlığını da dolaylı yoldan dile getirdi. Yine de
tüm bu açıklamalara rağmen Mendoza, “adapte
olamadığı için” eleştirinin merkezinde yer alan
Hagi için El Pais’e göre teknik ekiple konuştu ve
Hagi’nin bir sezon daha takımda kalmasını istedi.
Dahası takım da Hagi’nin kalmasını istiyordu.
Fakat öte yandan Mendoza sezon başlar başlamaz
“şampiyon olunamadığı takdirde Hagi’nin
takımdan kesin olarak ayrılacağını da” duyurdu.
1991/92 sezonunda sadece Real Madrid değil
Hagi de Radomir Antić ile yeni bir sayfa açıyordu.
Hagi bir önceki sezona kıyasla daha iyiydi. Belki
de daha önemlisi artık gülüyordu. Antic, attığı bir
golü kendisine adayan Hagi hakkında “Hagi hep
benim yanımda olmak istiyor çünkü tekrar onun
mutlu olmasını sağlayan benim. Hagi için bir teknik
direktörden çok daha fazlasıyım, onun arkadaşıyım.
Romanya’da Çavuşesku döneminde geçirdiği yılları
çok iyi anlayabiliyorum. O dönemin ardından çıkıp
başka bir ortama adapte olmak kolay değil. Ama
büyük ölçüde atlattı ve futbol kariyerinde daha önce
bu sezonki kadar mutlu olmadı” açıklamasını yaptı.
Real Madrid ve Hagi adına her şey istenildiği gibi
gidiyordu. Ta ki Aralık ayının ortasına kadar. Real
Madrid, önce Real Zaragoza ile ardından da Oviedo
ile berabere kaldıktan sonra yeni yılın ilk maçında
Atletico Madrid’e 2-0 yenildi. Bu yenilgi aslında
Real Madrid’in o sezon ligde aldığı ilk mağlubiyetti.
Hatta Real Madrid derbiyi kazanamamasına
rağmen 4 puan farkla zirvedeydi. Fakat aceleci
Mendoza, Leo Beenhakker’i futbol direktörlüğü
gibi bir rolle Antic’in başına atamayı düşündüğünü
açıkladı; Atletico Madrid mağlubiyetinin ardından
oynanan Osasuna maçının açık ara en iyisi
Hagi’ydi. Biri orta sahadan olmak üzere iki gol
atmıştı. Belki de Antic’i kurtarabilmek içindi ama
Hagi’nin bu performansı yeterli olmadı. Bu maçtan
iki hafta sonra Tenerife galibiyetine ve takımın
zirvede olmasına rağmen Antic görevine veda
etti. Tenerife, Hagi’nin Real Madrid kariyerinde en
belirleyici faktör olarak ilk rolünü oynamıştı. Fakat
son darbeyi henüz vurmamıştı.
Antic’in yerine Leo Beenhakker’in gelişiyle Hagi
tekrar hüzünlü günlerine dönüş yaptı. Düzenli bir
şekilde oynuyordu ama eleştiriler de artmıştı. Real
Madrid son haftaya 1 puanlık avantajla lider girdi.
Tenerife deplasmanında 2-0 öne de geçti. Hagi,
Osasuna maçında Antic için yaptığını bu sefer
kendisi için yaptı ve Real Madrid kariyerinin devam
Hagi Real Madrid’de
geçirdiği iki sezonda 78
maça çıktı, 19 gol attı.
edebilmesi için Tenerife’ye bir de gol attı. Fakat
Jorge Valdano’nun Tenerife’si maçı 2-0’dan 3-2’ye
çevirince Real Madrid son hafta şampiyonluğu
Barcelona’ya kaptırdı, Mendoza sözünü tutunca da
Hagi’nin Real Madrid kariyeri sonlandı.
Kariyer planlaması önemli
Hagi’nin gözlerden uzak geçen Brescia macerasının
ardından 1994 Dünya Kupası’nda sergilediği
performans hem Real Madrid taraftarlarını
“bizde bunun yarısını oynamadı” düşüncesiyle
kızdırmış hem de Hagi’nin tekrar önemli kulüplerin
radarına girmesini sağlamıştı. Hagi’nin transferi
için Barcelona ve Tottenham diğer takımları
ekarte etmeyi başarmıştı. Tottenham, Barça’nın
verdiği paranın neredeyse 1,5 katını öneriyordu
ama Cruyff, Hagi’yi ikna etmeyi başarmış; Hagi
de “Paradan daha önemli şeyler var” diyerek
Barcelona’yı tercih etmişti. Fakat Hagi’nin
Barcelona kariyeri, Real Madrid’deki kariyerinin
karbon kopyası olacaktı.
Real Madrid, Hagi transferinden önce Milan’a
4-0 kaybetmiş ve bir değişim arıyordu. Tıpkı 1994
Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde Milan’a 4-0
kaybeden Barcelona gibi… Ramon Mendoza, Real
Madrid tarihinde son derece önemli bir yere sahip
olan fakat son demlerini yaşayan Akbaba Beşlisi
döneminden Hagi ile çıkmayı düşünüyordu. Tıpkı
kulüp tarihinin en önemli dönemlerinden biri olan
“Rüya Takımı” sonrası Barcelona’yı kaldıracak
isimlerden biri olarak Hagi’yi gören Cruyff
gibi… Fakat Hagi, Real Madrid’de olduğu gibi
Barcelona’da da kendini göstermesini sağlayacak o
ortamı bulamadı. 1990-1994 döneminde İspanya’yı
domine eden Barcelona paraşütsüz düşüyordu. İlk
sezonunda sadece 21, ikinci sezonunda 28 maçta
görev alabildi. Dahası Cruyff, Barcelona’yı tekrar
ayağa kaldırabilmek için inadından vazgeçmeyip
dizilimi bozmadıkça Hagi’nin saha içi pozisyonu
neredeyse her maç değişiyor; bu durum da Hagi’yi
daha da çaresizliğe itiyordu. Hagi yine çöken
bir dönemle birlikte girdaba kapılmıştı. Öyle ki
Popescu’nun gelişi bile Hagi’nin toparlanmasına
yetmeyecekti. Yıllar sonra “Her maç oynayamasam
bile çok özel bir dönemdi. Cruyff futbol tarihinin
en yaratıcı hocalarından birisiydi. Orada çok
oynamama rağmen iki sezon durmamın sebebi
fikirlerini hep beğenmem ve sürekli yeni şeylerden
konuşmasıydı. Ondan çok şey öğrendim ve onunla
çalıştığım için çok memnunum” dese de Cruyff ve
fikirleri, Hagi için yaklaşık 15 sene sonra kuracağı
futbol okulunda faydalanabileceği bir şeye
dönüşmüştü. O dönem kariyerini sürdürebilmek
için değil. Ve böylelikle 1996 yazında İspanya
kariyerini tamamen noktaladı.
Kariyer konusunda yetenek bir yere kadar. Doğru
zamanda doğru kulüpte olmak da en az yetenek
kadar önem teşkil ediyor ve Hagi, konu İspanya’ya
gelince bunu başaramayanlardan. Dışarıdan
bakılınca sorumluluğun büyük bölümü Hagi’de
değilmiş gibi görünüyor. Hem Real Madrid’de
hem de Barcelona’da kurtarıcıymış gibi takıma
katılması ama hiçbir zaman kurtarıcı gözüyle
değerlendirilmemesi, Hagi’ye sarılanların Hagi’ye
güvenmeyip çabucak vazgeçmesi... Hagi’nin hiç
mi suçu yok? Fazlasıyla. Daha Real Madrid’e
gelmeden önce “ilk plan” olmadığı yazılıp çizildi.
Tıpkı Cruyff’un bizzat ikna etmesine rağmen imzayı
atmadan önce Katalanların “Hagi mi?” dediği gibi.
Dahası ikisi de büyük kulüplerdi ama Hagi’nin imza
attığı senelerde iki kulüpte de “bir çağ kapanıyordu.”
Hagi ise ya dönemin şartlarını değerlendiremedi ya
da görmezden gelmek istedi. Hangisi olursa olsun
şurası kesin; Marcel Gascón’un da Jot Down’da
yazdığı gibi önemli olan gittiği en mütevazı
takımda yaptıkları. Hem “Galatasaray ile Avrupa’yı
fethetmek, Bayern ya da Juve ile bunu başarmaktan
çok daha değerli değil mi?”
Hagi Barcelona
formasıyla 43
maçta 10 gole
imza attı.
Bahadır Bozkurt
Hagi Özel HF163
GIGI-HAGI A.Ş.
Hagi’nin sol ayağından sonra futbol hayatına ait en büyük etkiyi dostu, menajeri
George Becali yaptı. Demir Perde’den, demir parmaklıklara uzanan bir arkadaşlığın
öyküsü. Becali ve Hagi birlikte zirveye çıktılar, birlikte düştüler
1958 yılının Temmuz ayında Romanya’nın
taşrasında bir çobanın oğlu; George dünyaya
gözlerini açar. Babası köyün zenginlerinden biri
olsa da Becali imparatorluğunun yanında sade ve
naif bir hayatın içerisindedir. Becali köyünden çıkıp
büyük şehre, Çavuşesku’nun Bükreş’ine doğru
yol alır. Kaderin bir oyunu mudur bilinmez ama,
gençlik yıllarında ilk olarak çilingirliği meslek edinir.
Kapanan her kapıyı açmakta ustalaşan Gigi’nin
maharetli elleri artık sınır kapılarını zorlamak
ister. Bükreş’te bu zenginlik sevdasını unuttuğu
tek yer Sportul Studentesc’in antrenman
sahasıdır. Hayalleri Demir Perde’den büyük olan
bu adam, antrenmanları ve maçları kaçırmayan
bir futbol tutkunudur. Antrenman sonrasında
futbolculara heybesinden çıkardığı peynir, süt,
tereyağını hediye eder. Cömertliği ile kalplerin
kilitlerini açan bu adamı oyuncular da çok sever.
İçlerinden bir tanesi tıpkı Gigi gibi bir Makedon
göçmenidir. Müthiş sol ayağıyla takımın gözdeleri
arasında yer alan bu göçmen asıllı Rumen,
Hagi’den başkası değildir. Kısa zamanda büyük
bir dostluğun temelleri atılır. Bu dostluk ikilinin
hayatlarının dönüm noktası olur. Biri futbolla
diğeri ise ticaret yaparak sınırları zorlamaya başlar.
Kaderin tebessümünü enselerinde hissettiklerinde
Çavuşesku’nun hazin sonu yaklaşmaya
başlamıştır.
Romanya’dan ötesi
Komünist rejim Bükreş’te sona erdiğinde tüm
Romanya Çavuşesku ve eşinin idamına şahit
olur. Romanya’da rejim değişikliği Gigi Becali’nin
“krizleri fırsata çevirme” anıdır. Ülkenin yeni
düzeninin ilk meyvelerini toplama zamanı gelir.
Becali Türkiye’den sigara, sabun, kot ithal ederek
zenginliğine giden yoldaki anahtarları bulur. Bunun
için sadece biraz sermayeye ihtiyaç duyar.
Aynı zamanda Hagi için de yurtdışında açılma
zamanı gelir. 1987 sezonunda transfer olduğu
Steaua Bükreş’le kupalara ambargo koyan
müthiş solağın yeteneği büyük Avrupa kulüpleri
tarafından keşfedilir. Fakat despot rejimden dolayı
kıpırdayamaz haldedir. Hagi Çavuşesku rejiminin
yıkılmasıyla kendini Real Madrid’in kapısında
bulur. Yaptığı transferle Romanya futbol tarihinin
transfer rekorunu kıran oyuncu, Becali’ye de
yardımını esirgemez. İkilinin bir barda gördükleri
dansçı kız yüzünden kavga ettikleri dedikodusu
etrafta duyulur. Dostluk çatırdıyor mu diyenlere
inat, el ele yükselmeye başlarlar.
Becali, Hagi’nin bu asistini hayatının golüne çevirir.
Büyük bir servete sahibi olmak adına sıkı adımlar
atar. Romanya’nın en zengin isimleri arasına
girerken Hagi’ye olan hayranlığını saklamaz. Becali
evlenirken başsağdıcının Hagi olmasını ister.
Hagi’de bu kadim dostunun isteğini kırmayarak
bu mutlu gününde yanında bulunur. Becali
aynı zamanda Romanya’da Hagi’den yadigar
Steaua Bükreş’in peşini bırakmaz. Servetinin
bir bölümünü de kulübe harcamaya başlar. Gigi
futbolcu olmasa da Romanya futboluna katkı
yapmaktan kendini alıkoyamaz. Futbol işiyle
öyle haşır neşir olur ki Romanya’nın en büyük
futbol menajerliği Becali ailesinin himayesi altına
girer. Hagi ve Popescu da bu ailenin gözbebekleri
olurlar. Özellikle her iki oyuncunun Barcelona
transferlerinde Becali ailesinin payı büyüktür.
Hagi ile Becali’nin dostluğu
Rumen yıldızın Sportul
Studentesc yıllarında başladı.
Bir dünya menajeri
1994’te Amerika’da düzenlen Dünya Kupası’nda
Rumen futbolcular harika bir oyun sergileyerek
tüm dünyanın ilgi odağı olur. Ülkenin tüm parlayan
yıldızları bu çilingirin Avrupa’nın kapıları açarken
-yeteneklerinden habersiz- yanında olmak
ister. Bu unutulmaz dönemin kaymağını yemek
Becali’ye düşer. Hagi, Popescu, Lacatus, Petrescu
gibi oyuncular Avrupa’nın büyük liglerinde boy
gösterirken, Becali kapalı kapılar ardında dünyanın
önemli menajerleri arasına girmeyi başarır.
İspanya kariyerleri istedikleri gibi geçmeyince önce
Hagi ardından Çavuşesku’nun jurnalcisi Popescu,
Becali’nin çok sevdiği şehir İstanbul’da forma
şansı bulurlar. Filipescu ve Ilie gibi parlamaya
aday yıldızlar da bu iki futbol devinin gölgesinde
Florya’ya gelir. Hagi ile Popescu yaptıkları
evliliklerden sonra akraba da olurlar. Rumen
futbolunun gözdeleri Barcelona’dan sonra tekrar
aynı takımda Galatasaray’da buluşurlar. Öncesinde
Türk futboluna getirdiği oyuncular, sonrasında
götürdüğü paralar konuşulan Becali’nin ışıltılı
Türk futbolu macerası böylece başlar. Hagi ve
Popescu’nun kariyerileri hakkında söylenecekler
hala bitmedi. Hafızalarda taptaze.
Sıra teknik direktörlükte
Becali Romanya futbolundan Avrupa’ya ihraç
etmeye Mutu’larla, Contra’larla, Chivu’larla,
Chiricheş’lerle devam eder. Rumen futbolunun
tekeli haline gelir. Rumen futbolunun üzerinden
elde ettiği gücü ve servetini, 2003 senesinde
taraftarı olduğu Steaua Bükreş’in başına geçerek
taçlandırır. Becali, iş adamı ve kulüp başkanlığının
yanında “aşırı sağa” yakınlığı ile siyasal bir figür
haline bürünür. Hagi ise futbolu bıraktıktan sonra
milli takımın başına geçer, 2002 Dünya Kupası’na
gidemeyen takımda Rumen oyuncu büyük bir
hayal kırıklığı yaratır. Görevden ayrılan Hagi,
Bursaspor’la başarısız bir deneyimin ardından
tekrar Florya’nın yolunu teknik adam olarak tutar.
Galatasaray’la Türkiye Kupası’nı kaldıran teknik
adam bu başarısına rağmen, futbolculuğunda
en büyük izi bıraktığı ülkede pek parlak bir
antrenörlük kariyeri geçirmez. Hagi eve dönse
de Becali Türk futboluna son sürat “bidon”ları
göndermeye devam eder.
Başarısız denemelerinden sonra ülkesine dönen
Hagi, Politehnica Timişoara’da bir sezon geçirir.
Becali’nin Steaua Bükreş’i ise ülke futbolunda
hegemonyasını hissettirmeye başlamıştır. Bir
dedikoduya göre Gigi’nin kuzeni Giovanni ile
görüşen Hagi, Steaua Bükreş’in başında görev
yapan Victor Piturca’nın kovulmasını ister.
Bu dönemde Popescu da Becali ile birlikte
menajerlik işlerine soyunmuştur. Gigi Becali ise
medya üzerinden Steaua Bükreş’e sert eleştiriler
gönderen kadim dostuna “ülkenin gelmiş geçmiş
en yetenekli futbolcusunu” -gelecekte takımın
başkanı olarak görmek istediğini temenni ederekve överek ilişkilerin eskiye döneceği sinyalini verir.
Gigi-Popescu-Hagi zirvesinden Steaua’nun
yeni reçetesi yazılır. 2006 sezonunda UEFA
yarı finali gören takımın başına yeni sezonda
Hagi getirilir. Ne var ki işler tepe taklak gider.
Görevinden gelişinden sadece 3 ay sonra Eylül
ayında Şampiyonlar Ligi’nde oynanan Slavia Prag
maçında 2-1 kaybedilen maç sonrası Rumen teknik
adam görevinden istifa eder. Gigi Becali ile arası
bozulan Hagi tarif edilemez acılar çektiğini söyler.
Becali ise bu takımı Hagi’ye harcatmam diyerek,
Hagi’nin istifasını kabul eder. Dostluğa bir balta
darbesi daha iner.
Tepetaklak
Hagi işsiz geçen üç sezonun ardından
Galatasaray’ın tekrar başına geldiğinde, Becali
ile tartışmalarının üzerinden uzun zaman
geçmiş, aradaki buzlar erimiş olarak Becali ile
tekrar bir araya gelirler. Becali-Hagi AŞ, Culio,
Stancu, Zapata gibi oyuncuların transferlerini
gerçekleştirirler. Gigi’nin maharetli elleri tekrar
iş başındadır. Çilingir sarı-kırmızılıların kasasını
sonuna kadar açar. Hagi yine kederle sezon
sonunu göremeden bavulları toplar. Öte yandan
Becali ise menajer olarak transferlerden büyük
paralar kazansa da başkan olarak Steaua
Bükreş’in 5 yıllık süren şampiyonluk hasretine ilaç
bulamaz. Her ikisi içinde işler yolunda gitmez.
Hagi’nin teknik direktörlük kariyeri sona erer.
Gigi’nin peşine savcılar düşer.
Romanya’nın en güçlü isimleri arasında olan
Gigi’nin adı teşvik primi, usulsüz transfer gibi
olaylara karışmaya devam eder. İmparatorluğun
tahtı hem saha içi hem saha dışı olaylar nedeniyle
sallantıdadır. Önce ülkede ırkçı tutumlarıyla
tanınan Gigi, rakipleri CFR Cluj kulübüne -ülkenin
azınlığı Macarlar tarafından kurulduğu için
takımdan nefret ettiğini gizlemeyerek- karşı
şehrin diğer takımı Universtiad’ı teşviklerle
destekler. Ülke futbolunda kaldırılan her taşın
altında ismi çıkar. Ülkenin büyük kulüpleri
arasında yapılan transferlerde büyük paraların
Gigi ile beraber Popescu’nun cebine girdiği
kanıtlanır. Yargılama sonunda hapis cezası
alırlar. Halbuki Gigi ve Popescu’nun planları
bambaşkadır. Hagi ile arası açılan Gigi, Popescu
ile yakınlaşmış, siyasi gücünü de ortaya koyarak
Popescu’yu Federasyon Başkanı yapmak
istemektedir. Patlak veren usülsüz transferler
sonrası başkanlık koltuğu yerine hapishane yolu
gözüken Popescu ve Gigi’nin tüm planları
rafa kaldırılır.
Becali ve Popescu bunların hepsinin siyasi bir
opresyan olduğunu belirtirler. Hagi de onlara
destek veren açıklamalarda bulunur. Öyle ki
Hagi Romanya milli maçlarını stadyumda
izlemeyerek prostesto etmeye devam ediyor.
Hagi’nin bu desteği karşısında Becali duygulanır.
Hapishaneden bir günlük izin alarak, “Hagi Futbol
Akademesi’nde” gönüllü olarak çalışıp, Romanya
halkına mesajlarını iletir.
Şimdilerde ise Hagi Rumen futbolunun yeniden
umudu. Teknik direktörlükten vazgeçip kendi
kurduğu kulübün, Viitorul Constanta’nın başkanlık
koltuğuna oturdu. Tribünlerden yeşil sahalara
kazandırdığı oğlunu izliyor. Futboldan zaman
buldukça hapisanedeki dostu Becali ve bacanağı
Popescu’yu ziyaret ediyor. Üç arkadaş küllerinden
doğacaklar mı? Zaman, her şeyin ilacı.
Gheorghe Popescu,
2012 Kasım’ında
3 yıl hapis cezasına
çarptırılmıştı.
Transfer HF163
Sercan Ergün
KIŞ PAZARI
Transfer dönemleri, kulüpler için olmazsa olmaz unsurların en başında geliyor. Kadrosunu güçlendirmek
isteyen, genç yetenekler arayan veya çok parası olan takımlar bu sezon da devre arasını oldukça hızlı geçirdi
Finansal Fair-Play, her ne kadar kulüpleri transfer
için para harcamakta eskisine nazaran daha
dikkatli davranmaya sevk etse de hala yıldız
oyuncular için milyon eurolar dökülmeye değer.
Cuadrado ve Bony transferleri, Premier League’in
alamet-i farikası elbette. Ancak Serie A’daki
hareketliliğin, geçmiş sezonlara nazaran daha
farklı olduğunu ise hemen fark ediyorsunuz.
Bunda Juventus’un hükümranlığının payı büyük.
Real Madrid gençlere yatırım yapma yoluna
giderken, Türkiye’de ise Beşiktaş ve Trabzonspor
transferde bombaları patlattı.
BUNDESLIGA
Güçlü mali yapısı ve borçsuz kulüpleri ile
Bundesliga, Avrupa’nın ve Dünya’nın yeni cazibe
merkezi haline geldi. Ligin fark yaratan takımı
Bayern Münih, takımda fazla forma şansı
bulamayan İsviçreli genç yıldızı Shaqiri’yi Inter’e
satarken Hojbjerg’i de ligin flaş ekibi
Augsburg’a kiraladı.
Andre Schürrle 32 milyon
euro’ya Wolfsburg’a
transfer oldu.
Almanya’da devre arasına damga vuran transfer,
Andre Schürrle’nin 32 milyon euro gibi yüksek
bir bonservis bedeliyle Wolfsburg’a gelişi oldu.
Mourinho’nun tedrisatından geçen 24 yaşındaki
oyuncu, omzunda Dünya Şampiyonu apoletiyle
Volkswagen Arena’nın tribünleri önünde
oynamaya hazırlanıyor. Devre arasının hemen
başında Sloven hücum oyuncusu Kevin Kampl’ı
kadrosuna katan Borussia Dortmund ise, bu sezon
kümede kalma gayretinde. Bayer Leverkusen ligin
ilk yarısında gösterdiği başarılı performans sonrası
19 yaşındaki savunmacı Tin Jedvaj’ın bonservisini
Roma’dan alırken sezon sonunda Hamburg
ile sözleşmesi bitecek olan Tolgay Arslan da
Türkiye’nin yolunu tuttu. Schalke 04 ise Nastasic’i
Manchester City’den sezon sonuna kadar kiraladı.
SERIE A
Serie A’nın eski gücünde olmadığı su götürmez
bir gerçek. Juventus’un hegemonyası ligin
izlenebilirliğini her geçen gün azaltıyor. Kulüpler
Fildişi Sahilli Doumbia, milli
takımdan arkadaşı Gervinho ile
Roma’da buluştu.
-genel olarak- kemer sıkma politikasına gitti.
Ancak devre arası transfer hareketliliği bunun tam
tersini işaret ediyor.
Devre arasını en kârlı kapatan takım ise Fiorentina.
Kolombiyalı yıldızı Cuadrado’yu Chelsea’ye
gönderen Floransa ekibi, kasasına 32 milyon
euro koydu. Zirve yarışından kopmak istemeyen
Roma, aradığı santraforu Rusya’da buldu ve
CSKA Moskova’dan Doumbia’yı kadrosuna kattı.
38’lik Totti’nin sırtında nereye kadar, öyle değil
mi? Napoli de tercihini forvetten yana kullandı
ve bir dönem Galatasaray’ın da gündeminde
olan Gabbiadini’yi Sampdoria’dan kadrosuna
kattı. Gabbiadini şimdi Higuain, Duvan Zapata
gibi isimlerle forma rekabetine girecek. Eski
günlerinden uzak Inter ise Mancini’nin isteği
doğrultusunda Shaqiri ve Podolski takviyelerini
yaptı. Fiorentina Cuadrado’nun boşluğunu, yine
kiralık olarak Chelsea’den Mohamed Salah ile
doldurdu. Milan ise verim alamadığı Torres’i
gönderip, Cerci’yi kiraladı. Doumbia transferi
sonrası forma şansı bulması zorlaşan Cerci de
Milan’ın yolunu tutunca, kırmızı-siyahlı takımın
hücum hattı yeni bir çehreye kavuşmuş oldu.
Devre arasında 3’ü kiralık olmak üzere 6 oyuncu
ile kadrosunu güçlendiren Milan, Serie A’nın devre
arası transfer döneminde en hareketli takımı
olarak tarihe geçti.
LIGUE 1
Arap ve Rus sermayesinin girişi sonrası gözlerin
çevrildiği Ligue 1, Bielsa’nın Marsilya’nın başına
geçmesi ve Lyon’un nihayet uyanmasıyla kalitesini
arttırdı.
Lider Lyon’da tecrübeli Gael Danic Bastia’nın
yolunu tutarken, Metz’den 1996 doğumlu forvet
Cornet takıma katıldı. Marsilya, Monaco’nun
gelecek vadeden Arjantinli yıldızı Lucas Ocampos’u
transfer ederek kadro derinliğini arttırma yoluna
gitti. PSG’de ise, kariyeri boyunca Başkent
ekibinin formasını giyen Chantome Bordeaux’nun
yolunu tuttu. İyi bir sezon geçiren Saint Etienne,
Bordeaux’un tecrübeli orta sahası N’Guemo ile
anlaşarak kadrosunu güçlendirdi. Zirve yarışından
biraz uzak kalan Monaco ise, Benfica’dan kiraladığı
Bernardo Silva’yı 15 milyon euro üzerinde bir
Torres yuvasında
yeniden kendini buldu.
bedelle transfer ederek dikkatleri üzerine çekti.
Genç oyuncunun geçen sezon Portekiz 2. liginde
oynadığı düşünülünce, oldukça ilginç bir transfer.
Lorient’ten Alain Traore ve Fluminense’den
Matheus Carvalho’yu kiralayan Monaco için hedef
yeniden Şampiyonlar Ligi.
LA LIGA
Barcelona’ya getirilen transfer yasağı en çok ezeli
rakibi Real Madrid’e yaramış görünüyor. Hoş, yaz
transfer döneminde yasağı göz önüne alarak
Katalanlar, Luis Suarez gibi flaş bir isim takıma
katmıştı zaten.
Lider Real Madrid, devre arasını iki genç oyuncu
transfer ederek değerlendirdi. Martin Ødegaard,
dünya futbol gündemini uzun bir süre meşgul etti.
Brezilya’dan transfer edilen Lucas Silva, takımdan
ayrılan Xabi Alonso ve sezon sonu muhtemelen
takımdan ayrılacak olan Sami Khedira’nın yerini
doldurmak için transfer edildi. 2013 yazında
Vitoria’dan Villarreal’e gelen stoper Gabriel
Paulista, 15 milyon euro bedelle Ada’nın yolunu
tutarken bu işe en çok Wenger sevindi. Lakin
oyuncunun hiç İngilizce bilmediği söylentileri, bu
transferi gelecekte daha ilginç kılabilir. Paulista’yı
Arsenal’e yollayan Sarı Denizaltılar, oyuncunun
yerini onun muadili Bailly ile doldurdu. Espanyol
ile başarılı bir grafik çizen genç stoper, artık El
Madrigal’de sahne alacak.
Devre arasının en flaş transferi ise şüphesiz
El Nino’nun dönüşü. Kiralık takasla doğduğu
yere dönen Fernando Torres, ayağının tozuyla
Barcelona ve Real Madrid ağlarını havalandırarak
beklentileri şimdiden karşılamış görünüyor.
Carles Gil ve Joao Pereira’yı kaybeden Valencia
ise, Dünya Kupası finali oynayan Arjantin’in
önemli parçalarından Enzo Perez’e 25 milyon euro
ödeyerek şaşırttı. Valencia taraftarının tek dileği
ise, bu transferin ikinci bir Ever Banega vakasına
dönüşmemesi.
PREMIER LEAGUE
Finansal Fair-Play’ın pek de etkilemediği Premier
League, bir transfer dönemini daha görkemle
noktalamış görünüyor. Chelsea’nin Cuadrado
hamlesi, diğer transferlere göre bir adım daha
öne çıktı. Ön alanda Schürrle’den istediği verimi
alamayan Mourinho, rakip savunmayı daha
zorlayan bir oyun tarzına sahip Cuadrado’yu
kadrosuna kattı. Gole daha yatkın bir yapıya
sahip olan Kolombiyalı, Mourinho’nun olmazsa
olmaz savunma disiplini eğitiminden geçer not
alır mı bilinmez ancak kısa veya uzun vadede
katkı sağlayacağı şüphe götürmez bir gerçek.
Schürrle ve Salah’ı gönderen Chelsea, gözünü lig
şampiyonluğuna dikmiş durumda.
Dzeko’dan geçtiğimiz sezonlara göre verim
alamayan, Aguero’nun sakatlığı nedeniyle
-her ne kadar Jovetic ve Yaya skor anlamında
yükü üstlense de- gol bölgesinde sıkıntı çeken
Manchester’ın mavi yakası, kararı Wilfried Bony’de
kıldı. Vitesse’de yaptıkları ile Ada bileti alan
oyuncunun şimdi işi çok daha zor. Zira, arkasında
ve yanında onu gol pozisyonuna sokacak yaratıcı
oyuncuların varlığı, onu gol sayısı konusunda ağır
bir yükün altına sokacaktır. Arsenal Paulista’yı,
Southampton da Chelsea’den kiraladığı Bertrand’ı
bonservisiyle kadrosuna kattı. Eto’o ayrılınca,
yeri dolmaz ama (!) Lennon’ı transfer eden
Everton umarım oyuncunun yüzünde gülümseme
yaratacaktır. Hull City N’Doye ile, Leicester City
ise Hırvat Kramaric ile kadrosunu güçlendirirken
büyük umutlarla M.United’a gelen Zaha Crystal
Palace’a geri döndü. Tartışmalı kaleci Victor
Valdes’in United’a transferi ise, ilk 11’den daha çok
De Gea’yı yedeklemek için yapıldı. Sunderland’in
ise, MLS yolunu tutmuş Jermaine Defoe’yu neden
transfer ettiğini ise henüz kimse bilmiyor.
SÜPER LİG
Drenthe, Obraniak, Ricardo Vaz Te…
Futbolseverlerin aşina olduğu bu görece veteran
isimler, devre arası transfer döneminden
itibaren Süper Lig’in yeni yüzleri. Onları farklı
kılan ise, transfer oldukları takımlar elbette.
Kayseri Erciyesspor, Çaykur Rizespor ve Akhisar
Belediyespor formaları giyecek oyunculardan Vaz
Te dışındaki iki isim sahne aldı bile.
Devre arası transfer döneminin flaş takımı,
şüphesiz yazın da olduğu gibi Trabzonspor
oldu. Oldukça tartışmalı bir süreç sonrası
Eskişehirspor’un yıldızı Erkan Zengin’i kadrosuna
katan bordo-mavililer, aynı takımdan Aytaç Kara
ve Akhisar’dan da Uğur Demirok’u kadrosuna
Jose Mourinho,
uzun uğraşlar sonucu
Cuadrado’ya kavuştu.
katarak dikkatleri üzerine çekti. Statsız gezgin
Beşiktaş ise, ilk olarak savunmaya takviye yaptı.
Milosevic, Beşiktaş’ın yeni Sivok’u olabilecek
mi bilinmez ancak yaşı ve maliyeti göz önüne
alındığında olumlu bir transfer. Opare, kanayan
yara sağ bek için alındı ancak sezon başından beri
hiç maç yapmaması oyuncunun handikapı. Tolgay
Arslan ise, hali hazırda üç kulvarda mücadele
eden Kara Kartal için hem kadro derinliği, hem de
ilk 11 açısından önemli bir hamleydi. Galatasaray
ve Fenerbahçe ise, farklı sebeplerle devre arasını
suskun geçiren takımlar oldular.
Beşiktaş’ın son gurbetçisi:
Tolgay Arslan.
Fırat Topal
BOB MARLEY
VE FUTBOL
Ardında kafası güzel milyonları
bırakarak göçüp giden Bob
Marley’in futbola olan
düşkünlüğü malum.
70. doğum gününde
kendisini anıyoruz
Futbol Kültürü HF163
“Beni gerçekten tanımak istiyorsanız, Bob
Marley ve Wailers’a karşı maç yapmalısınız”
diyecek kadar kimliğini futbolla özdeşleştirmiş
bir adamdı Bob Marley. 36 yaşında melanom
cilt kanseri tarafından aramızdan ayrıldığında
geride şarkılarla beraber bir yaşam tarzı, bir
ideoloji bırakmıştı. Cenazesinde bir konuşma
yapan Jamaika Devlet Başkanı Edward Seaga
onun için “Bob Marley sıradan bir insan değil,
hepimizin hayatında büyük izler bırakmış bir
düşünceydi, böyle bir adamın akıllardan silinmesi
mümkün değildir, o, ülkenin ortak bilincinin
yansımasıydı” şeklinde konuşmuştu. Ölümünden
sonra, 80’lerin yükselen moda akımlarının onu
tişörtlere mahkum edip sürekli marijuana ile olan
yakınlığını gündeme getirmesi, Marley’in hayat
felsefesini derinlemesine araştıran ve hatta
benimseyen kitleleri kızdırmıştır. Zira Jamaikalı,
marijuanayı fiziksel ve mental bir tatmin için değil,
doğrudan inandığı öğretinin bir parçası olarak
gördüğünden kullanıyordu. Kendisi Etiyopya’dan
yayılan Rastafaryanizm inancının bir takipçisiydi
ve bu öğretiye göre esrar kullanımı kişiyi dünyevi
kavgalardan ve materyalizmden uzaklaştırarak
tanrı Jah’a yaklaştırıyordu. Hatta, bu inanışın bir
parçası olan ve Bob Marley’in de sahip olduğu
saç stili, Jah’ın bir gün takipçilerini saçlarından
tutarak, kutsal şehir Zion’a götüreceği inanışının
bir parçasıdır. Ve evet, Marley’in efsanevi şarkısı
Iron Lion Zion, bu şehre ve Etiyopya bayrağındaki
Yehuda Aslanı’na göndermedir.
Fuleli golcü Marley
Marley, ruhunu dinlendirmek için kendini müzik
ve rastafaryanizme verdiği zamanların dışında
futbola da büyük düşkünlüğü olan bir şarkıcıydı.
Çıktığı konser turnelerinde, stüdyo kayıtları
sırasında, farklı ülkeleri ziyaret ettiğinde futbol
topunu yanından ayırmazdı. Hatta etrafındaki bir
çok insan onun kariyerini müzik yerine futbolda
sürdürmeyi seçmiş olsa, çok yetenekli bir futbolcu
olabileceğini iddia etmiştir ki bunlardan bir tanesi
de 1970’te Dünya Kupası’nı kazanan Brezilya’nın
kadrosunda bulunan Paulo Cezar Caju’ydu.
Caju, arkadaşını topla oldukça süratli, birebirde
rakibini çok çabuk geçebilen ve çok sert şutları
olan, profesyonel seviyede futbolcu olabilecek
bir yetenek olarak tanımlamıştı. Onun 1970’te
kupayı kaldırdığı takım arkadaşlarından, efsane
futbolcu Pele’nin takımı Santos, Marley’in
desteklediği takımdı. Ama elbette kendi ülkesini
de unutmamıştı. Brezilya’nın Nautico ve Birleşik
Amerika’nın Atlanta Chiefs takımları da dahil,
uluslararası kariyeri olan, Jamaikalı futbolcu Allan
“Skill” Cole, Marley tarafından 1970’lerde grubu
Wailers’ın menajerliğine getirilmiş, hatta Cole,
War şarkısının da sözlerini yazmıştı. Bu dönemde
müzik efsanesinin, bir başka futbol efsanesiyle
buluşmasına çok yaklaşılmıştır.
Cole 1976’da Marley’in Avrupa turunda ona eşlik
etmekteydi. 13 Haziran 1976’da Amsterdam’da
konser veren Marley, hayran olduğu Johan Cruyff
ile buluşmak istedi. Marley’in Avrupa’daki
albüm satışlarının dağıtımcısı BMG-Ariola’nın
çalışanlarından Evert Wilbrink, firmaya bağlı
olan Hollandalı şarkıcılardan birisi olan Willy
Alberti’den Cruyff’un numarasını aldı ve Cruyff’u
aradı, Marley’in onunla tanışmak istediği
söylendi. Ancak 14’ün cevabı pek hoş olmamıştı.
“Hayır, o tipler beni pek enterese etmiyor.” Marley
reddedildi ve o zamanların iki ilahının buluşması
Hollandalı’nın yüzünden gerçekleşmedi. Kaderin
bir cilvesi Bob Marley’in oğlu Rohan Marley
(kendisi bir Amerikan futbolu oyuncusu), yıllar
sonra Cruyff’la beraber bir gösteri maçına çıktı.
1980’de, Bob Marley ve Wailers, dünya turlarının
Brezilya ayağında Rio’ya ayak bastıklarında,
şarkıcının ilk aradığı isimlerden birisi Caju
oldu. İki isim, hemen Rio sahilinde bir futbol
maçı düzenlediler. Gerçi, yıllar önce onun
yeteneklerinden övgüyle söz eden Caju bu
sefer “Oyun çok kısa sürdü, çünkü Bob berbat
oynamıştı, ona 10 üzerinden 1,5 verirdim” diyerek
durumu hınzırca özetlemişti. Aslında onun bu
yorumlarına sebep olan şey, Marley’in o yıllarda
ilerlemiş hastalığıydı. Eylül 1980’de Marley
arkadaşlarıyla Miami’de bir futbol maçı daha
düzenledi. İki gün sonra doktora gittiğinde,
kanser olduğunu ve 1 seneden az ömrü kaldığını
öğrenecekti.
Konu bu hastalığa ve ardında yatan sebeplere
gelince ortada dolaşan birçok şehir efsanesi
var. Bunlardan en yaygın olanı temmuz 1977’de
İngiltere’de oynadığı bir maçta, ünlü İngiliz
yazar-komedyen Danny Baker’la girdiği bir ikili
mücadelede Baker’ın onu ayak parmağından
sakatladığı ve bunun Marley’i ölüme götüren
kansere neden olduğudur. Söylentilerin aksine
bu sakatlık, Marley’de zaten varolan deri
kanserini ortaya çıkarmıştır. Marley inançları
gereği parmağının kesilmesini reddetmiş bu ona
pahalıya malolmuştur. Bu hadiseden 4 yıl sonra
ayak parmağından başlayan kanser beynine kadar
yayılmış ve 1981’de hayata veda etmiştir.
“Futbol özgürlüktür, bambaşka bir dünya,
bambaşka bir evrendir” demişti, Fransa’daki
röportajlarından birisinde Marley. 70. yaşını o
evrende, ayağında meşin yuvarlakla, özgürce
koşarak kutluyordur umarız.
İsmail Şayan
Futbol Yönetimi HF163
iTALYA’DA SKANDAL BiTMEZ!
Varşova’ya UEFA Kupası ilk tur maçına giden Udinese, Avrupa Futbolu’nun en büyük
skandallarından biriyle dönüyordu. Maçı aldılar ama başta İtalya olmak üzere pek çok
ülkeyi sallayan, Mondragon’u da Türkiye’ye getiren skandalı başlatmışlardı
“Dos Santos nerede oynuyor?”
Udinese, UEFA Kupası ilk tur maçı için Varşova
deplasmanındaydı ve futbolcular pasaportlarına
giriş mühürlerinin vurulup teslim edilmesini
bekliyorlardı. Bir an önce bu rutin işlemi
bitirip otele yerleşmek derdindeydiler. İyice
sabırsızlandılar, neden soruyordu ki? “Hücumda”
dedi birisi...
Soran memur gülümsedi ama elindeki Portekiz
pasaportunu bırakmadı. Neden kontrol etme
ihtiyacı hissettiğini bile bilmiyordu. Tarih 13 Eylül
2000, saat 12.40’tı ve her şeyi başlatan o olacaktı.
Bilgisayarının başına oturdu, Lizbon’da M Ferreira
tarafından onaylanmış pasaportun numarasını
sisteme girdi. Fitili ateşlemişti...
Bir kaç hafta sonra M Ferreira’nın hiç varolmadığı
anlaşılacaktı. 4 futbolcunun pasaportu sahteydi.
8 Şubat 2001 günü İtalya’da 24 futbolcu
kariyerlerini bitirebilecek, 4 yıla kadar hapis
cezası istenen suçlamalarla karşı karşıyayken 8
kulüp de onlara eşlik ediyordu. İspanya, ülkedeki
tüm yabancı futbolculardan, bütün evraklarını 9
Şubat günü akşam 6’ya kadar incelenmek üzere
teslim etmelerini istemişti. Fransa’da cezalar
başlamıştı bile. Lig tarihinin en çok şampiyon
olan takımı St Etienne’in 6 puanı Ukraynalı
kalecisi Levistsky ve Brezilyalı santrforu
Alex’in pasaportları sahte çıkınca silinmişti.
Son şampiyon Monaco’nun da Şilili Contreras
yüzünden iki puanı silinmiş, ama yapılan itirazla
iade edilmişti.
Bu arada Portekiz nihayet(!) bir açıklama lütfetti,
süklüm püklüm: “Şeyy... Bizden 1000 kadar
pasaport çalınmıştı, uyaralım dedik!”
Skandal dalga dalga büyüdü. Bu arada Yunan
pasaportu sahte çıkan Mondragon da nasibini
alıyor, Fransa’da devam etmesine izin verilmeyince
Taffarel sonrası kaleyi doldurmak üzere
İstanbul’un yolunu tutuyordu. Asıl maceraysa
İtalya’daydı.
Aslında İtalya’da kazan, önceki sezon Veron’a
İtalyan pasaportu verildiğinde kaynamaya
başlamıştı. Veron hamlesiyle yabancı kotasında
yer açsa da son haftaya Juventus’un gerisinde
giren Lazio, Juventus’un Perugia’da suya
takılmasıyla tarihinin ikinci şampiyonluğuna
ulaşıyordu. Takımı sürükleyen Veron’un durumu
ise sezon boyunca üzerinde en çok spekülasyonun
yapıldığı noktalardan biriydi.
Oriundo
İtalya ve İspanya, atalarının o ülkeden göç ettiğini
kanıtlayanlara vatandaşlık hakkı veriyor. Örneğin
eğer dedenizin dedesinin dedesinin İtalyan
olduğunu kanıtlarsanız vatandaşlık hakkınız var.
Bu kişilere oriundo deniyor. Uygulama İtalya’da
1920’lerde, İspanya’da ise 1954’te başladı.
Geçmişte Fenerbahçe savunmasında beraber
oynayan Uruguaylı Lugano ve Brezilyalı Edu’nun,
atalarının İtalyan olduğunu belgeleyerek İtalyan
pasaportu aldığını hatırlayanlar çıkacaktır.
Oriundo, geçmişte Arjantin ile İspanya arasında
krize neden olmuş, 1978 Dünya Kupası’na doğru
giderken hazırlık maçlarında Arjantin Milli
Takımı kadrosu 40’ar kişi açıklanarak oyuncuları
İspanya’nın devşirmesi engellemeye çalışılmış,
1979’da Arjantinli futbolcuların ülke dışına çıkışı
yasaklanmıştı. İspanya 1973’te yabancı sınırının
yanı sıra Oriundo sınırı(2) koymaya başlamış,
1979’da 1’e düşürmüştü.
Sahte pasaportla başlayan skandal, İtalya’da sahte
belgelerle Oriundo hakkı kazananlar olduğunun
anlaşılmasıyla iyice büyüyordu.
Korku dağları beklerken
90’lar boyunca Serie A, tartışmasız dünyanın
en görkemli ligiydi. Yayıncıların parası su gibi
kulüplere akıyor, onlar da oyunculara akıtıyorlardı.
Binyıl dönümünde çarkın dönmeye devam
edemeyeceği anlaşılmış olsa da Berlusconi
hükümetinin çıkardığı, eşi benzeri olmayan Salva
Calcio ile kulüplerin biraz daha nefes alması
sağlanmıştı. Bu “kıyağın”, İtalyan Futbolu’na
yapılmış en büyük kötülüklerden biri olduğunu
söyleyenleri ise zaman haklı çıkaracaktı.
Oyuncuların hedefi de paranın su gibi aktığı
yerlerden nasiplenmekti. Becerebilen kapağı
İtalya’ya atıyor, yapamayanlarınsa tercihi o
dönemde havuzun sürdüğü İspanya ve oldukça iyi
yayın geliri elde eden Fransa oluyordu.
Serie A kulüpleri kadrolarında 5 AB dışı oyuncu
bulundurabiliyor, maçta 3’ünü kullanabiliyordu.
Udinese ve Milan başta Bari, Inter, Lazio, Roma,
Parma ve Napoli hakkında suçlamalar netleşmişti
ve bunlara hangi kulüplerin ekleneceği merakla
bekleniyordu. Ortada korku ve panik vardı.
Hapis cezası almaktan korkan yıldızlar ülkeyi
terk etme planları yapıyor, menajerler iddialara
“iftira” yanıtını ısrarla tekrarlıyor, taraftarlarsa
takımlarının karşı karşıya olduğu puan silme hatta
küme düşme cezalarını bekliyorlardı. Suçlamalar
doğruysa, kurallara göre iki sezonun lig tarihindeki
sayfaları silinip yeniden yazılacaktı.
Dava yağmuru
İlk suçlama, Udinese’nin 2 yöneticisi ve 4
futbolcusunun sahte evraklarla yabancı
sınırlamasını deldiğiydi. Jorginho, Warley ve
Da Silva ülkeyi terk etmişti. Udinese ise bir
açıklama yayınlıyordu, ezbere bildiğiniz türden:
“Zamanlaması manidar suçlamalar”, “üzerimize
oynanan oyunlar”, vesaire vesaire... İtalyan
medyası ise otoriteleri “yavaş davranmakla”
suçluyordu.
Ağa takılan en büyük balıklarsa Recoba ve Veron
gibiydi. Veron, İtalyan bir büyükanne icat etmekle
suçlanıyordu ve kulüp başkanı Cragnotti de
suçlananlar arasındaydı. 1997’de Montevideo’dan
gelen Recoba ise 99’da İtalyan pasaportuna
kavuşmuştu. Kısa süre önce de kendisini Zidane,
Şevçenko, Del Piero, Figo, Ronaldo, Batistuta,
Totti gibi dev isimlerin önünde dünyanın en çok
kazanan oyuncusu yapan sözleşmeyi imzalamıştı.
O da İtalyanlığını kanıtlamak için sahte belgeler
kullanmakla suçlanıyordu.
Soruşturma ve suçlamalar sürerken sezon da
ilerliyordu ama kriz çok büyüktü. İş, pek çok
kulübün ve yöneticilerinin ağır cezalar alacağı
bir noktaya gidiyordu. Ve “o maç”a da çok az
kalmıştı. “O maç” ifadesi twitter’da ya da sitede
haber pazarlama çabası değil, gerçekten “o
maç” diye hatırlanacak maçtı bitime 5 hafta kala
lider Roma’nın ikinci Juventus’la deplasmanda
oynayacağı... Ama sadece saha içiyle değil.
“Oyunun ortasında kural değiştirilmez” deriz biz,
İngilizler “maç başladıktan sonra kaleyi taşımak”
diyorlar. İtalyanlarsa “olur böyle şeyler”!
Salva Calcio
2000’lerin başında İtalya’da çok sayıda kulüp
batma noktasındaydı. Berlusconi, 2002’de
parlamentodan Salva Calcio olarak bilinen
yasayı geçirmeyi başardı.
AB yasaları gereği devlet kulüplere bir kuruş
bile veremediğinden çözüm, bir muhasebe
hilesiyle bulundu. Basitçe söylersek, transfer
giderleri kaydedilirken 10 yıla yayılabilecekti.
Seedorf-Coco takasıyla örneklendirelim.
Seedorf Milan’a, Coco Inter’e gitti, her ikisi
de 20’şer milyon €. Kulüplerin kasasına para
girmedi.
Kayıtlara şöyle yansıdı: Her iki kulüp de o
yıla 20’şer milyon gelir yazdı. Gidere ise her
yıla 2’şer milyon yazıldı. Her iki kulüp de o yıl
18’er milyon artıda göründü!
Böylece, lisans almak için gereken mali
kriterlerin sağlanması kolaylaştırılmış
oluyordu. Kâğıt üzerinde her şey güzeldi.
Pratikte ise huylu huyundan vazgeçmedi ve
nefes alma imkanı bulan kulüpler transfere
daha çok harcadılar, durum daha da kötüleşti.
Kıssadan hisse: Kulüplere kıyak yapmayın.
2005’te AB, muhasebe standartlarına aykırı
olan yasayı kaldırttı.
Ne krizi?
Maçtan önceki son iş günü İtalyanlar inanılmaz bir
karar verdiler ve ülkede tek bir yabancı oyuncu bile
kalmadı. Yanlış anlamayın, yabancı oyuncuları sınır
dışı etmediler. Onyıllardır yanlış yaptıklarına ve
“yabancıların aslında yabancı olmadıklarına” karar
verdiler! Kriz, kendiliğinden çözülmüştü.
İtalya Profesyonel Futbolcular Birliği Başkanı
Campagna kararı “çılgınlık” olarak nitelendirirken
Juventus tepkiliydi. Chiusano “kararın
zamanlamasıyla ambale olduk” derken kulüp
direktörü Bettega “haftaya da 3 kaleyle oynarız”
diyerek çaresizce dalga geçiyordu. Basın, kararın
yarışa etkisinin büyük olacağı fikrindeydi.
Juventus, kadrosunda kritik rollerin tamamına
yakınını Avrupalı oyuncularına verdiği bir kadroyla
yarıştaydı. Pazar akşamı oynanacak maçta sahaya
sürmesi beklenen tek bir AB dışı oyuncusu vardı.
Roma içinse durum farklıydı. Lazio, Inter ve Milan
gibi Capello’nun Roma’sında 5 AB dışı oyuncu da
11 başlayabilirdi. Nitekim Pazar gündüz maçında
Lazio sahaya 5 Arjantinli ile çıkmıştı.
Capello son maçı kazanan kadroyla fazla
oynamamayı tercih etti. Juventus ilk devreyi 2-0
önde kapattı ve şampiyonluk için dev bir adım
attı. Ama... Japon futbolcu Nakata, ikinci yarının
başında sahadaydı. Capello devamında beşinci
yabancısı Brezilyalı Assuncao’yu da oyuna sürdü.
Cuma günü kural değişmemiş olsa tribünde
oturacak olan Nakata 1 gol attı, bir de asist yaptı.
Maç 2-2 bitiyor, Roma son 4 haftaya istediğini
almış olarak giriyordu.
Roma sezonu Juventus’un 2 puan önünde
şampiyon kapattı.
Sonra ne mi oldu? Hiç... “Aslında yabancı
olmadıklarına” karar verilen yabancıların, yeniden
“aslında yabancı olduklarına” karar verildi sezon
sonunda...
Cezalar
Kimsenin puanı silinmedi, kimse küme
düşürülmedi, Lazio’nun şampiyonluğunu iade
etmesini isteyenler de amacına ulaşamadı. 7 kulüp
para cezası alırken 10 oyuncuya 1 yıl, 3 oyuncuya
6 ay futboldan men cezası geldi. Ayrıca 7 yönetici
de para ve çeşitli sürelerde futboldan men cezası
aldılar.
Haziran’da Veron’un pasaportunun gerçek
olduğu anlaşıldı ve suçlama geri çekildi. Ama
bu kez gerçek pasaportu alırken sahte belgeler
kullanmakla suçlandı. Çareyi Ada’ya gitmekte
buldu. Manchester United, sözleşmeye dava
ile ilgili bir madde bile koymuştu. 2002’de ifade
vermeye çağrıldı ama gitmedi. Pasaport almasına
yardımcı olan Maria Elena Tedaldi, 15 ay hapis
cezası aldı. 2007’de, iki dava ve 6 yıl 4 ay sonra
Veron ile Başkan Cragnotti beraat ettiler. Veron’un
bir başka aile büyüğünün İtalyan asıllı olduğu
anlaşılmıştı. Ama pasaport alınırken Tedaldi’nin
sunduğu evraklar sahteydi.
Recoba... 6 ay futboldan men aldı. Dönüşte
Inter’de kafasına göre takılıp para kazanmaya
devam etti. “Moratti’nin manevi oğlu” derlerdi.
Kimilerine göre sahte evrakları Inter ayarlamış,
dava açılmadan hemen önce Recoba’yı dünyanın
en çok kazanan futbolcusu yapan kontrat, suçu
üstlenmesi karşılığında verilmişti. Bu iddia asla
ispatlanamadı. 2008’de Yunanistan’a transfer
oldu, 2009’da Uruguay’a döndü. Hâlâ oynuyor.
Mancini neyi anlamamış?
Mancini’nin Türkiye’deki yabancı kuralını
anlamadığına dair yazılanları okuyup bunları
hatırlayınca insan ister istemez gülümsüyor.
Avrupa’nın sayılı teknik direktörlerinden birinin
“kadroda 10 tane, 18’de ise 6” kadar basit bir kuralı
anlamaması akla hiç yatmıyor. Hatta “Lazio’da
Veron’la beraber şampiyon olduğunuz sene, o
da olmazsa Fiorentina’da teknik direktörlüğe
başladığın günkü sayıyı ikiyle çarp” dense bile şıp
diye anlardı, hiç şüphemiz yok.
Artık adamcağıza ne anlattılarsa...

Benzer belgeler

Transfer Çalımları Glasgow - Celtic Trabzonspor

Transfer Çalımları Glasgow - Celtic Trabzonspor Nicu’nun transferi sonrasında Hagi, 4 sene Sportul Studentesc takımında forma giydi. Burada gerçek manada bir futbolcuya dönüştü. Aynı dönem içinde ilk defa milli takıma seçildi. İlk maçını 1983 yı...

Detaylı