sait faik simurg_Layout 1

Transkript

sait faik simurg_Layout 1
oynayan aydın bir öğretmendi. (Evet, tahmin ettiğiniz gibi: Saffet Tunay’a “deli”
derlerdi Giresun’da!) Bir gün bir İstanbul gazetesiyle girmiş sınıfa, “Sait Faik” adlı
“genç” bir hikâyeciden söz etmişti: Çok beğeniliyormuş, çok sözü ediliyormuş ama
söylendiği kadar değerli bir hikâyeci değilmiş...”Bu gazetede bir hikâyesi var, okuyayım da görün!” demişti. O hikâyeyi hayal meyal anımsıyorum. “Birtakım İnsanlar”a, “Gece İşi”ne benzer bir hikâyeydi ama “Birtakım İnsanlar” olması da
olanaksız, “Gece İşi” olması da: Çünkü “Birtakım İnsanlar”, 1936’da yayımlanan
Semaver’de, “Gece İşi” ise 1939’da yayımlanan Sarnıç’tadır. Saffet Hoca, hikâyeyi
bitirdikten sonra, Sait Faik’in Türkçe yanlışları üzerinde, dil savrukluğu üzerinde
uzun uzun durmuş, “Böyle hikâye mi yazılır!” diye bitirmişti o Türkçe dersini.
Ortaokul ikinci sınıfa geçince, Giresun'da o yıllarda lise olmadığı için, lise öğrenimini sağlama almak istemiş, “parasız yatılı” sınavına girmiş, kazanmış,
ikinci sınıfı bir ay kadar Giresun'da okuduktan sonra, sınavı kazanan öteki beş
arkadaşla birlikte Erzurum'a doğru yola çıkmıştık. Ortaokul son sınıfta iken “şiirler” yazmaya başlamıştım; Yahya Kemal'in, Ahmet Haşim'in, Necip Fazıl'ın,
Cahit Sıtkı'nın, Ahmet Hamdi'nin, Ahmet Muhip'in çok sevdiğim şiirlerini yazdığım epey kalın bir “Şiir Defteri”m vardı; ama ortaokul bitirme sınavlarından
sonra, Giresun'a dönünce niçin Halkevi kitaplığına kapanmış, günlerce Sait Faik'in Semaver'ini, Sarnıç'ını, Şahmerdan'ını okumuştum? Hem de hikâye okur
gibi değil, şiir okur gibi, ezberlercesine, defalarca? Sait Faik'i okumamı salık
veren birini anımsamıyorum. Bir tek açıklama bulabiliyorum: Lise kitaplığının
düzenlemesi işinde kitaplık memuruna yardım ediyordum; bunun için de kitaplıktan dilediğim kitabı, dilediğim dergiyi rahatlıkla alabiliyor, okuyabiliyordum;
belki Varlık dergisinin başlangıçtan o yıla kadar bütün sayılarının bulunduğu
(Pertev Naili Boratav'ın, Niyazi Berkes'in, Behice Boran'ın yayımladıkları Yurt
ve Dünya'yı da, Adımlar'ı da Lise kitaplığında bulmuş, okumuştum!) kitaplıkta
o çok sevdiğim şairlerin şiirlerini okur, bu şiirlerden seçtiklerimi şiir defterime
yazarken Sait Faik'in hikâyelerini de okumuşumdur, bu hikâyeler, belki Sait Faik'in hikâye kitaplarım okuma isteğini uyandırmıştır bende... Belki.
BENDEN DE BİR
KALİNİKHTA SANA
BALIKÇI
23 Kasım 1906’da Adapazarı’nda dünyaya geldi. İstanbul'da 11 Mayıs 1954’te
sirozdan yaşamını yitirdi. İlköğrenimini Adapazarı Rehber-i Terakki Mektebi'nde
yaptı. İki yıl Adapazarı İdadisi'nde öğrenim gördü. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra
ailesi İstanbul'a yerleşince İstanbul Sultanisi'ne girdi. Onuncu sınıfta bir öğretmene yapılan şaka yüzünden sınıfı dağıtılınca Bursa Erkek Lisesi’ne geçti,
1928'de mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bir süre eğitim gördü. 1931 yılında ekonomi öğrenimi için gittiği İsviçre'den kısa süre sonra
ayrılıp Fransa'nın Grenoble kentine geçti ve orada üç sene yaşadı. Sonraki yıllarda, Grenoble Üniversitesi'ne de devam ettiği şehirde, aslında başıboş gezerek
edebî şahsiyetini bulmaya çalıştığını açıkladı.
O üç hikâye kitabıyla bütün bir yaz haşır neşir olmanın sonucu tam bir hayranlıktı. Lise yıllarında, sırf Sait Faik'in hikâyeleri yayımlanıyor diye, onca parasızlığıma rağmen, Necip Fazıl'ın çıkardığı Büyük Doğu dergisinin tek sayısını
kaçırmazdım. (O dergide Sait Faik'ten sonra en sevdiğim yazar Oktay Akbal'dı.)
Bu tutum hep böyle sürüp gitti: “Sait Faik” imzası bir dergiyi satın almam için
yeterliydi.
Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yeniliklerle
“kökü kendisinde olan” bir yazar olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları
gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlattı. Bunu yaparken diğer çoğu Cumhuriyet
sonrası sanatçısı gibi Batı'daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir edebî anlayışın
etkisinde hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı.
1944-45 ders yılında liseyi bitirmiş, yüksek öğrenim için İstanbul'a gelmiştim.
(Unutulmaz bir anı: Yol masrafımı, İstanbul'da geçecek ilk günlerin gereksinimlerini karşılamak için babam evin “çamaşır teknesi”ni satmış, aldığı yirmi lirayı
bana vermişti.) Öğrenimimi sürdürebilmem için çalışmam zorunluydu. Günlerim
iş aramakla geçiyordu.
Toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen
yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak
insan gerçeğini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan
Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların
yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek,
toplum meselelerinden çok “insanı ele alan sanatçılar” sınıfında yer aldı.
Bir gün, Haşet Kitabevi'nin önünde konuşan üç dört kişi görmüştüm; biri, fotoğraflarından tanıdığım Sait Faik'e müthiş benziyordu. İş aramayı, parasızlığı
unutarak başladım o üç dört kişiyi izlemeye. “Fotoğraflardaki Sait Faik”e arkadaşlarının birkaç kez “Sait” diye seslendiğini (Sait Faik'e, nedense, herkes
“Sait” derdi; yalnız arkadaşları değil, kendisinden epey genç olanlar da. Hemen
ekleyeyim: Bu “epey genç olanlar”, Sait Faik'le tanışmış bile olmadıkları için,
Sait Faik'in arkasından konuşurlarken “Sait” derlerdi. Bugün de, ölümünden
bunca yıl sonra, çoğu edebiyatçı gene “Sait” diyor kısaca; “Sait Faik” diyen
yok. “Sait Bey” diyeni ise hiç duymadım. Kim bilir, belki de Sait Faik'in, “Bey,
babandır!” diyeceğinden korktuklarındandır!) duyunca hikâyelerinin kimi parçalarını ezbere okuduğum Sait Faik'in “canlı”sını sonunda görebildiğimi anlamıştım. Onlar önde, ben arkada, Galatasaray'a kadar yürümüştük. Yıllar sonra
Sait Faik'in “Eftalikus'un Kahvesi” adlı hikâyesinde şu satırları okuyacaktım:
“Sen o yaşta (...) yazıcıları, onlara yaklaşmağa bile cesaret edemeden, başka
dünyadan insanlar gibi seyretmemiş miydin?”
1930'larda başladığı yazı hayatı boyunca “sorumlu avare”, “gözlemci balıkçı”,
“çakırkeyf sirozlu”, “küfürbaz şair”, “müflis tacir”, “züğürt yazar”, “hamdolsun diyemeyen rantiye”, “anadan doğma çevreci” gibi sıfatlarla anılan Abasıyanık'ın tüm yazdıkları bir şair duyarlılığı içerdi. Hikâye, roman, şiir yazan,
çeviriler ve röportajlar yapan sanatçı bütün bu türleri kendine özgü
Sait Faik Abasıyanık
tarzı ile kaynaştırdı.
Kendi özgün dilini oluştururken
André Gide, Comte de Lautréamont, Jean Genet gibi isimlerden
etkilendiği söylenir.
• • •
“Sait Faik” adını ilk kez ortaokulun
birinci sınıfında, demek 1939-40 yılında, duymuştum. Sıradan bir öğretmen değildi. Türkçe öğretmenimiz
Saffet Tunay; edebiyatı izleyen, ilimizin tek haftalık gazetesi “Yeşilgireson”a yazılar yazan, Halkevi’nin
kültür etkinliklerine katılan, Halkevi’nce sahneye konan oyunlarda
Sonraki yıllarda, 1947'de, 1948'de, Elit Kahvesi'nin (Asmalımescit'te, şimdiki
YAKUP'un yakınında idi.) bir edebiyatçı kahvesi olduğu dönemde, sık sık gördüm Sait Faik'i. SaitFaik, “kapuçino”sunu içer, arkadaşlarıyla bezik oynardı. Bir
gün Sabahattin Ali de gelmişti Elit' e; Sait Faik'in Sabahattin Ali'ye ne büyük
bir saygı gösterdiği dünmüş gibi gözümün önünde. (Sait Faik, “Lüzumsuz
Adam” adlı hikâyesinde şöyle bir değinir Elit'e.)
Hikâyeci Naim Tirali hemşerimdir; İstanbul'da okuduğu, hikâyeler yazdığı için
edebiyat çevresiyle ilişki kurmuştu, çoğunu tanıyordu yazarların; beni de yakın
dostlarıyla -en başta sevgili Oktay Akbal'la- tanıştırmıştı. Ama Sait Faik'le
“resmi” bir tanışmamız olmadı. Hiç unutmam, Orhon M. Anburnu'nun Beyoğ-
Fotoğraf: Ara Güler
3
“Öyle mi, al bakalım.”
lu'nda bir “Şiir Sergisi” açılacaktı, ben de tanıdık edebiyatçılarla birlikte o sergiye
gitmiştim. O sıralarda Sait Faik Yedigün dergisi için röportajlar yapıyordu; o da
derginin fotoğrafçısıyla açılışa gelmişti. Bir ara fotoğraf çekilecekti; ben, fotoğrafı
çekilecek edebiyatçı topluluğundan biraz uzağa çekilmiştim; Sait Faik farkına
varmıştı benim çekingenliğimin; beni “şahsen” tanıyordu ama adımı bilmiyordu,
yanındakilere -bana işittirmemeye çalışarak- “Neydi yahu bu delikanlının adı?”
diye sordu, sonra bana dönerek, “Naci Bey, kardeşim, lütfen siz de gelin.” diye
seslendi. Röportaj o fotoğrafla birlikte yayımlandı. Orhon M. Arıburnu, Almanya'
da bir şiir kitabı bastırmış, kitabın arka kapağına da o fotoğrafı koymuş, Oktay
Akbal'ın Cumhuriyet'teki fıkralarından birinde okumuştum.
Eğer düşeş gelirse, çat tavlayı kapatırdı.
“Zar tutuyorsun...”
Güngörmüş garsonlar, bu şamataya güler geçerlerdi. Bizden önce nicelerini tanımışlardı.
Sait: “Hadi Filip'e...” derdi.
Filip, Rum meyhanecinin adıydı. Tümü Filipos Vavakos. Dördüncü Vakıf Han'ın
karşısında bir dükkan. Hem meze, hem ayakta içki satardı. Bir kadeh içki verir,
yanında kürdana batırılmış beyaz peynir, haşlanmış patates, hatta biraz sucuk...
Hepimizi tanırdı. Sait'le senli benliydi.
En son Elit Kahvesi'nde görmüştüm Sait Faik'i. 1948 kışıydı. Sait Faik renk renk
mumlar almış, yakmaya çalışıyordu. Kahveyi işleten iri yarı Alman da (“Mösyö”
derdik) masa kirlenir diye Sait Faik'e engel olmaya çabalıyordu. Yazdığım son
hikâye “Mumlar” adını taşır; Sait Faik'i, mumlarını anlatan bir hikâyeydi. “Yeşilgireson” gazetesinde yayımlanmıştı. Bir iki yıl önce Giresun'a giden bir arkadaşımdan rica etmiştim: Gazetenin şimdiki sahibi olan ilkokuldan sınıf
arkadaşım Hasan Öğütçü, büyük bir olasılıkla 1949'da yayımlanmış olan bu hikâyeyi bulmuş, fotokopisini o arkadaşla bana yollamıştı.(1)
• •
“Bu ne biçim sucuk ulan?”
“Ağzın alışık değil vire Sait...”
“Hergele...”
Çevresini aranırdı.:
•
“Ben hergeleyi görmüşümdür.”
Tanıdığımda Sait'in başı dertteydi. Yazdığı hikâyede askerin ayağını
tökezletmiş, sıkıyönetimden çağırmışlardı. Yaşamadan, yazmadan başka bir şey
düşünmediği için pek de korkardı bu gibi işlerden.
Takılmanın ardı gelirdi.
Sait'i iyi tanıyanlar, ona edebiyatçı gözü ile bakmazlardı. Halktan bir adam. Hoş;
keyifli, babacan... Arada, hikâye de yazıyormuş gibi görünürdü. Nitekim yıllarca
ahbaplık ettiği Burgazlı motorcunun:
“Ulan asker de insan değil mi; ne çıkar ayağı tökezlerse?” diye soruyordu. Bilmiyordu ki” zamanın yöneticilerine göre, asker, nasıl yemez, içmez, üşümezse,
tökezlemezdi de.
“Bu kadar büyük adam olduğunu, hikâye yazdığını bilmiyordum” demesi bundandır.
Bir seferinde de, yazdığı kestaneci hikâyesindeki kestanecinin kim olduğunu
öğrenmek için polise çağırmışlar, gene korkmuştu. Polis ve mahkeme işlerini
sevmiyordu. İstanbul'un çarşısında, pazarında, sokağında, düzünde dolaşmadan hoşlanan insanın ne işi vardı öyle yerlerde? Ama madem, iktidarların hoşlanmadığı yazılar yazıyordu, kaderinin içinde buralara gitmek de vardı.
Edebiyat tartışmalarına katılmaz, teorileri üzerine söz söylemez, şu mısra iyi,
şu mısra kötü demezdi. Hatta edebiyat kavgası da etmezdi. Kendine güveni
olan, tartışmalara boş veren, gülüp geçen bir mizacı vardı. Bizden yaşlı olduğu
için böyle tartışmaları geride bırakmıştır, diye düşünürdüm. Sonra gençlik arkadaşlarını tanıdım, onlarda, böyle tartışmalara girmediğini söylediler.
Meserret Kıraathanesi'nde tavla oynardık. Bir kadeh içkisine. Yekleri üst üste
koyarak, düşeş atmak ister, aklınca zar tutardı. Böyle yaptıkça da zarlar elinden
düşer, aramaya koyulur, söverdi. Sövmesinde bile sanatçı yanı belirirdi. Adi küfürler, özel bir incelik kazanırdı.
Eli sıkıydı. Fakat sanatına inandıklarına birkaç kadeh bir şeyler ikram ettiğini
duydum. Yemek yedirdikleri de olurdu. Hatta, borç diye, para da vermiş. Kalabalık edebiyatçı toplantılarında bir süre oturur yavaşça, çaktırmadan sıvışırdı,
Besbelli, incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalardan sıkılırdı.
Meserret Babıali'dedir, İttihatçıların kahvesidir. Üstü otel. Komiteci Yakup Cemil,
bu otelde ve bu kahvede Enver'le Talat'ı devirmek istemiştir. Birincide Babıâli’yi
basmışlar, Nazım Paşa'yı öldürmüşler. Yakup Paşa'nın alnına tabancasını boşaltırken arkadaşları.
Bizim kuşak, giyim kuşamı ile de edebiyatçı olduğunu belli ederdi. Sakal, dar
paça pantolon, uzun ceket -bobstil dedikleri- ağızda pipo... Sait bunların hepsine boş verirdi. Kravat bile takmazdı.
“Na'pıyorsun?” diye sormuşlar.
Adına ödüller verileceğini, müzeler açılacağını bilse:
Kurşunlar yerini bulduktan sonra:
“Bu kadar masrafa girmeyin, parasını bana verin...” bile derdi. İnsan yaşamalıydı.(2)
“O, bundan anlar.” demiş.
• •
•
Aynı Yakup Cemil, İttihatçılardan umudunu kesince, Enver'le Talat'ı yok etmek
istemiştir. Babıâli’yi yeniden basmıştır.
“Burda kızartma yenmez”, dedim. “Yağı eskidir acı olur.”
Daha doğrusu basacak yerde, kendi basılmıştır. Çizmeleri arasına sakladığı iki tabanca da elinden gidince, her şeyini yitirmiş, asılmıştır.
“Canım çekmişti, bir patlıcan kızartması iyi olurdu. Yağını tazeletemez miyiz,
sözün geçmez mi?”
Sait bunları da bilir, anlatırdı.
“Bir deneyelim,” dedim. “Belki geçer.”
Meserret bizim için de önemliydi. Kuşağımızın ne kadar ünlü - ünsüz edebiyatçısı varsa, burada toplanırdı. Burası adeta bir ucuz buluşma yeriydi. Bir kahve
parası verdik mi, birkaç saat bekleyebilirdik.
Beyoğlu Balık Pazarı’nın arka sokaklarında, küçük bir meyhanede içiyorduk.
Krepen Pasajı yıkıldıktan sonra, karaya vuran balık gibi, her biri bir yana dağılmıştı. Gerçi Bayram gibi Çiçek Pasajı'na taşınanlar vardı. Ama nedense Krepen'in yerini hiçbiri tutmuyordu. Dükkanı, sahibi, garsonları, müşterileri, hele
müşterileri gökten bir taş düşmüşçesine her şeyi yıkıp dağıtmış, müşterilerde
yitip gitmişlerdi. Arkadaşım için her şey yeniydi, eskileri bilmiyordu. Durmadan
soruyordu:
İstanbul yağmurundan ince pardösüsü ile tiril tiril kaçan Orhan Veli buraya sığınırdı. Cahit Sıtkı'nın “Cümle eş dost, ressam, şair, serseri” dedikleri buraya
gelirdi.
Sait'le tavla oynardık, bir kadeh içkisine… Her seferinde de mızıklardı. Mızıkladıkça da, boyuna, zarları düşürür söverdi.
“Sait Faik buralara gelir miydi?”
“Bilmem, belki de gelirdi. Onun geldiği yerlerin çoğu yoktur”
“Buna düşeş derler...”
“Nerelerdi oralar?”
“Onu ben atamıyorum.”
““Günleri ve geceleri Beyoğlu'nda geçerdi. Sinemalar, kahveler. meyhaneler.
Anadolu Pasajı'ndaki Mehdi Baba'nın ocağından tut, Nisuvaz, Petrograt, Mos-
“Ulan, sen kimsin ki atacaksın?”
4
kova gibi yerler... Cumhuriyet, Özcan, Nektar, Tuna, Balkan, Orman, Mustafa'nın
yeri gibi meyhaneler... Birinde yoksa ötekinde bulurdun arasan.”
“Nasılsın, nerelerdesin, ne iştesin?”
“Babama yardım ediyorum!”
“Bunlar gene var mı?”
“Baban ne iş tutuyor?”
“Yok sanıyorum, belki bir Cumhuriyet var.”
“Boşta geziyor.”
“Nerede?”
1945'lere doğru Sait Faik'le işte böyle birbirimize yardım ediyorduk. Arkadaşlığımız ilerledikçe iyi yanlarıyla kötü yanlarının nedenlerini de biraz olsun çözümlemeye başlamıştım. Sait öyle kolay anlaşılır kişilerden, kolay kırılır
cevizlerden değildi. Birine sigara bile vermekten kaçındığı ne kadar doğruysa,
birinin sigarasını, rakısını içmek istemediği de o kadar gerçekti. Bir arkadaşı
şakaya getirip de çay, kahve ısmarlamasını istedi mi:
“Şurada, Balık Pazarı'nda çıkınca gösteririm, çarşının içinde.”
“Kimse gitmiyor mu oraya?”
“Gözden düştü, kimse çıkmıyor sanıyorum.”
Sait Faik'in ölüm yıldönümlerinden biriydi. İlkin Oktay Akbal anmıştı. Oktay, Sait'i
çok iyi tanıyanlardandı. Meserret'e çıkar, Beyoğlu'nu fırdolayı dönerdi. Elbet Sait’e
de rastlayacaktı, orda burda..
“Hastir ulan!” derdi. “Başka enayi bulamadın mı bu memlekette!”
Çabuk alınır, çabuk kızardı. Kızınca da dudakları titremeye başlardı. Karaciğerinin pürüzlüğü kızartı halinde hemen yüzüne vurur, ya da tersi olurdu Ak pak
kağıt kesilirdi benzi, birazcık öfkelendi mi.
Yazarlık yıllarında Sait Faik, bugünkü kadar gözde değildi. Bohemliğinden, avareliğinden, bilgiçlik taslamayışından olacak gözde yazarlar arasında adını anmazlardı. Siyasal olarak Sabahattin gözden düşüp, adı unutturulmaya
başlandığında birini çıkarmak gerekiyordu yerine, Sait'i işte o zaman keşfettiler.
Sait'te bulunmayan neler yüklediler Sait'e!... Semaver sabahleyin kaynarken,
işçiler işe gidermiş, Sait işçileri anlatırmış... Falan filan gibi zorlamalar... Oysa
Sait Faik, içinden ne gelirse onu yazıyordu, gizli kapaklı bir yanı yoktu.
Neden sonra anlamıştım, annesinden çok, hem de çok çekindiğini, çekinip utandığı için de para isteyemediğini… Bu duruma düşmemek için de elini sıkı tutmak zorunda olduğunu.
En rahat paralanması kira yoluyla olurdu Sait'in. Ne utanması vardı işin, ne sıkılması... Boğazkesen kesiminde bir evden kira istemeye giderdik, ay başlarında... Üç kez gidip kirayı koparabildik mi, parayı yolda bulmuş gibi olurdu
Sait. Bu paranın ilk liralarından mutlaka birkaç kadeh ısmarlar, başarımızı kutlardık.
Yazıya aşıktı, yazıyla geçinmek istiyordu. Bir türlü de olmuyordu. O yıllarda yazı
ile geçinmek kolay değildi. Yazıya para verip alacak yer azdı. Gazeteler de bugünkü gibi kucak açmazlardı edebiyat yazarlarına. Hep bir umut, her bir özlem
olmuştur Sait Faik için yazarlık. Şöyle dile getirir:
İçince de sevgilileri gelirdi aklına. Benimle kızlarından konuşmak çok hoşuna
giderdi. Üniversiteye giden uzun saçlı, topaç gibi bir sevgilisi vardı. Arnavutköy
dolaylarında otururdu. Arada bir tramvaya atlar, belli bir sokağın başında inerdik. Böyle saatlerinde ne suratsızlığı kalırdı, ne pintiliği, ne de öfkesi... Ortaokul
öğrencisinden ayrıcalığı kalmazdı. Sonra birden içlenir, daha da çocuklaşırdı.
Fransa'da gördüğü bir tiyatronun konusuna atlar, mutlulukların üleşilmesi üzerinde beni de düşünmeye zorlardı.
“...Yazı yazmayı iş saydığım için başka iş yapmamaya karar vermiştim. Kim ne
derse desin... Yalnız yazımla geçinmek kararını (kimse) kafamdan sökemez.”
Bundan birkaç yıl önceydi, 'Sait'in bir ölüm yıldönümünde Ada'da (Burgaz'da)
tören vardı, ilan etmişlerdi. Kalktım gittim. İskele alanında Sait'in bir büstü,
çevreyi süslemişler. Evleri müze olmuş. Birine sordum, yüzüme baktı, eliyle göstererek “Şuralarda bir yer olacak” dedi. “Sokağı dönünce, sen gene birine sor.”
Sokağı dönünce, birine sordum, buldum. Benden önce gelenler, topluca müzeyi
geziyorlardı. Müze, yani Sait'in anadan kalma ak sıvalı evi. Ahşap, iki kat. Odalardan odalara geçiyoruz. Kağıtlar, dergiler, kitaplar, şunlar bunlar. Pek fazla bir
şey bırakmamış ardında. Bu evin içinde yaşadığı, gezindiği, kızdığı. sevindiği
olmuştur. Bir sepet var, şapka var, ıslanmış da sonra kurumuş pabuçlar, balıkçı
araç ve gereçleri.. Ben buncağızını anımsıyorum. Belki sonradan bulduklarını
yeniden doldurmuşlardır.
Severdi annesini. Onun kendisi üzerindeki yargılarına çok önem verirdi.İşsiz
adam, para kazanmayan adam durumuna düşmesi, annesince böyle nitelenmesi üzerdi onu, çoğu zaman.
“Yahu, şu kadar kitabım var, her gün okuyup yazarım. İşsiz adam sayılır mıyım
ben!” diye yakınır, annesine yapamadığı savunmayı bana karşı yaparak rahatlardı.
Burhan Arpad'ın gözlemine göre, bakımsızlıktan nerdeyse bu ev (müze) de
çökme tehlikesi geçiriyormuş. Söz aramızda, bakımsızlıktan, birilerine verip de,
yıktırıp da, hem turistik bir yer, hem de müze yapmak, başlarından savmak isterlermiş.
Suçluydu annesinin gözünde. Balık pazarında babasından kalan zahireci mağazasını kısa zamanda dağıtmış, kapısına kilidi vurmuştu.
Sait'le hemen her gün buluştuğumuz günlerden birindeydi. Babiali'nin ünlü
dergicisi Mahmut Zeki, merdiven başındaki düzeltme odasında kıstırdı beni:
Arkadaşla Beyoğlu Balık Pazarı'ndan küçük bir meyhanede içerken Sait Faik'i
konuşuyorduk. Konuşma bizi, alıp nerelere sürükledi. Patlıcan kızartması istiyordu arkadaş. Gözümün ısırdığı garsona seslendim. Bir koşu geldi. Adını da
söyleyerek, “Buyur ağabey!” dedi. Sevinmiştim. Taze yağda kızartılmış, bolca
patlıcan kızartması istedim. “Ha! yağ yeni, taze olacak,” dedim.
“Abi!”dedi. -Zambak adlı bir magazin çıkarıyorum, yazı isterim senden! Çıkardığı dergiler için ne yazacağımı, yazımın ne boyda olacağını ancak o bilirdi.
Orhan Kemal'in dediği gibi yazmak zorunda bırakanlar utansın! İmzasızdır diye
katlanırdık bu angaryaya. Herkes Yeni Cami arkasında dilekçe yazamazdı ki...
Sağlık sorunu vardı işin içinde. En azdan soğuk sıcak akımına dayanıklı olmak
gerekirdi.
Gitti, gerçekten taze yağda kızartılmış patlıcanı getirdi. Sivri kızarmış biberler,
yağda ezilmiş domatesler de vardı üstünde. Arkadaşım mutlu oldu.
“Yazarım Zekiciğim!” dedim. “Hele işin avansı da varsa bir aylığını birden yazarım! Yeter ki dergi çıksın!”
“Buralarda bir de Lefter varmış, orası neresiydi?” diye sordu.
Evet, sokağın köşesinde, küçücük bir dükkan vardı, Lefter işletirdi. Ardıma döndüm, pencereye doğru, Lefter'in sokağında içiyorduk.
“Sen yazarsın yazmasına da... Şeye yazdırabilir misin?”
“Orhan Kemal'e mi?”
“Çıkarken gösteririm onu da...” dedim.
“Bu sokakta mı?”
“Canım, o da kolay... İş Sait Faik'ten hikâye koparmakta... Bir denersen belki
verir. Ben istersem, vermez!
“Evet, bu sokakta, hemen şuracıkta.”
“Yani ben mi isteyeceğim.”
“Desene Sait Faik'in ruhunun dolaştığı yerlerde içiyoruz, ne mutluluk.”
“Bir zahmet gideceksin Burgaz'a...”
“Öyle,” dedim. “Eğer ruhu gelip buralarda dolaşıyor, dolaşabiliyorsa.”(2)
“Gider, bir söylerim.”
• •
•
“On kağıt yeter mi, yolluk.”
5
“Sen on beş yap da bir iki bardak şarapla çıkaracağın dergiyi ıslatayım!”Canım,
Sait seni boş çevirmez!”Peki Sait'e ne vereceksin, onu söyle önce!..”
“Yahu bu eski harflerle!” dedim.
“Canım, yeni harflere çevirir, öyle verirsin sen de!”
“Yaşar Nabi'den on kağıt alıyor, değil mi?”
Yemeğe oturduk. İlk yemeği bitirip de, hizmet eden evlatlık ikinci tabağı önüme
koyunca:
“Evet, ama senin dergin yarı çıplak... Üstelik de imzasıyla yazacak.”
“Yirmi nasıl?”
“Saitçiğim,” diye başladım, “beni yeni çıkacak olan bir derginin patronu gönderdi, selamları var. Bu ilk' sayı için bir hikâye rica ediyoruz. Eğer kırmayıp da
verirsen…”
“Çok az, razı olmaz!”
“Otuz?”
Utana sıkıla cebimden parayı çıkarıp masanın üstüne korken:
“Sen otuz beş yap da, bir ellilik ver bana, on beşi de bana kalsın!”
“Otuz beş lira gönderdi, buyur!”
“Ama alıp geleceksin hikâyeyi!”
Tam bu sırada öyle bir öksürük gırtlağıma yapıştı ki... Sanatoryumdan yeni çıktığım halde. öksürük kesilmemişti. Mendil aradım, cebimde yok... Kalkmak istedim, ikinci yemek yeni konmuştu önüme, kalkamazdım. Zor tutum kendimi.
Bir daha da ağzımı açmadım. konuşmak için,
“Alır gelirim!”
Pazara rastlattım Burgaz yolculuğunu. Zeki, parayı tam gideceğim gün verecek
kadar zekiydi. Üç lirasıyla İstasyon Meyhanesi'nde bir torik plakisiyle Mutuk
şarabına yatırıp çıktım yola.
Yemekten sonra bahçede kahvelerimizi içerken:
Hava tam güvertelikti. Burgaz'a kadar ne torik plakisi kaldı, ne Mutuk şarabının
sarhoşluğu... Sait'i yakası yamalı balıkçı gömleğiyle olta bağlarken yakaladım,
köşkün bahçesinde. Çevremizde hırlayıp duran köpeğini susturduktan sonra:
“Aferin!” dedi. “On numara! Doğrusu iyi kıvırdın! Çok güzel! Anlasın oğlunun
bir baltaya sap olduğunu artık! Yazılarının para getirdiğini! Annem çok beğenmiş seni! Çok mahcup çocuk diyor, mahcupluktan yemeğini bile yiyemedi...”
“Yemekten sonra balığa çıkacağım da..” dedi. “Ne var, ne yok, Babıali'de...”
Şişinerek cebinden çıkardığı paranın beş lirasını Kulağından tutup uzattı bana:
“İyilik sağlık!”
“Al şunu!” dedi. “Yol parası yaparsın!”
“Patronun düğüm çözdürüyor mu?”
“Hadi ordan!” dedim. “Eloğlu bizim yolluğumuzu on beş liradan hesaplıyor,
hem de peşin olarak...”
“İşler kesat da büsbütün huysuzlaştı. Verdiği yüz lira aylığı hak edeyim diye
pösteki saydırıyor. Bir iki dergi çıksa da beş on kuruş çıkarsak.. Bak Saitçiğim,
Zeki varya, Mahmut Zeki, yazı istiyor senden, bir dergi çıkarıyor da.”
Ne kadar zorladıysa da almadım. O da şaştı bu işe.
Eee... Biraz da şairlik 'var sende. Ne demiş pirimiz
“Hastirsin ordan, ne yazısı!”
Fuzuli:
“Canım, hikâye istiyor!”
“Fakir padişah asa, geda-yı muhteşemem”
“Hem de imzalı, öyle mi? Kepaze olayım, dergisine yazayım da...”
Yani: Padişah kadar fakir, görkemli bir dilenciyim!
“Canım bu sefer yaldız kapaklı, şık bir dergi olacak. Biraz da sanata yer verecek”
Gününe göre, hiç belli olmaz!(3)
“Ne dergisi, adı ne?”
• •
“Zambak!”
•
“Hem de peşin öyle mi?”
Türk edebiyatının değerli hikâyecileri benim sıradan arkadaşım olmuştu. Önce
Sait Faik... 1939'dan beri çok yakından tanıdığım bir yazardı. Belki, Adapazarı'ndan İstanbul'a geldiğim için yakınlık göstermiş olabilirdi bana, ortaklaşa,
tanıdığımız dostlar vardı. En Kısa zamanda arkadaşlarım arasına girmişti Sait.
Ben böyle diyorum ama, onun arkadaşlık dostluk sınırları nerden başlar, nerde
biterdi kimse bilmezdi ki.
Çıkardım otuz beş lirayı cebimden. Elli lirayı bozdurmuş, onunkini içiçe koyup
hazırlamıştım.
“Hastir Ian”la karışık konuşmalarını dostlarıyla mı yapardı, sevmedikleriyle mi?
Kim çıkabilirdi içinden.
“Al!” dedim, “Güle güle harca! Hikâyeyi de hemen ver! Al da gel dedi bana!”
Orhan Kemal, dalına basmakta en başta gelen yakınlarındandı.
Elini uzatıp parayı alamıyordu.
“Ulan!” diye başlardı, “Kaşlarının kılı ağarmış, bir baltaya sap olamamışsın!
Ulan senin sınıfındaki beyzade muharrir müsveddeleri, Sefir-i Kebir olarak Paris'Ierde; Londra'larda yaşamış. Sen Babıali'lerde sürtüyorsun!.. Eski bir pardösü
sırtında muharrirlik numaralarındasın!.. Aç gözünü de adam ol, bir koltuk peyle
kendine vakit geçirmeden!”
“Gördün mü ya! İyi ki Kaymak Tabağı değil! Yazmam o dergiye ben!..”
“Ama hikâyene Yaşar Nabi gibi on liradan paha biçmiyor. Sana tam otuz beş
lira yolladı benimle!”
“Al yahu, şunu!” dedim.
Tatlı bir gülüşle:
“Koy onu cebine!” dedi.
“Hastir lan! Sen kendine bak, hikâyeciliğin de yazarlığın da içine tükürdünüz.
Ulan hikâye ile ekmek parası mı kazanılır be... Kendine sağlamca bir iş bulamaz
mısın Balık pazarında! Üç kuruş otuz para alacaksın da çoluk çocuk geçindireceksin, öyle mi? Ulan sen bu işin üzerine düştükçe onları fiyat kırmaya zorluyorsun!”
Hikâye vermeyecek diye korkmuştum.
“Şimdi yemeğe çağıracaklar,” dedi. “Bir de annemin misafiri var. Aldırma sen!..
Otururuz masaya.. İçki yok haaa!..”
“Yok, peki ama... Sen şu parayı alsan da...”
“Hep sizin gibi Bihruz Beyler yüzünden!... Faik Bey'in döküntüleriyle kırk yıl
yaşarsın daha! Al voltanı Babıali'den de Burgaz'da pantolon balığı yakala!”
“Dur, patlama!.. Bu hikâye işini sen yemekte yeniden aç! Parayı çıkar, masanın
üstüne koy!.. Yeni çıkacak bir dergi için hikâye istiyoruz, diye başla!”
Tophane'deki Sıkıyönetim Cezaevinden yeni çıkmıştım. Sait'in Medarı Maişet
Motoru yeni toplatılmıştı. Ona kalırsa ha bugün, ha yarın içerdeydi. Hem de
benim çıktığım cezaevine atılacaktı. Bilmeliydi cezaevi yaşamını. Onun keyfini
kaçırmamak için kimi gerçekleri allayıp pullamam, sorularını geçiştirmem gerekiyordu.
“Anladım Saitçiğim! Hiç merak etme!.”
“Dur, sana hikâyeyi getireyim önce... Yeni yazdım”
Gitti getirdi. Adı “Kırlangıç Yuvasındaki Kız” .
6
Daha önceki yıllar da Sait'in belalısı Cahit Irgat'tı. .Orhan Kemal İstanbul'a gelmemiş daha. Bir yılbaşı gecesi Galatasaray'da erkenden toplanmıştık. Sait Faik
hemen ilk kadehlerde:
arası bir para düştüğünü çıkarmıştık. Ben:
“Ne biçim şairsiniz!” diye topumuzu birden suçlamaya kalkışınca; çevremdeki
Niyazi Akıncıoğlu'yla Kadir' e doğru:
“Ne yapayım yani!” diye sormuştu.
“Ne söylüyor, duymuyor musunuz?” diye seslendi Cahit Irgat. Bizde bir kıpırdama
olmadığını görünce fırladı Sait'in karşısına, kaldırdı onu yerinden. Burun buruna
geldiler meyhanenin ortasında.
Bu işi, kendim yapabilir miydim, o da başka bir sorun.. Çabuk fitillenen Sait,
hemen kalkmış üç beş adım ötedeki Varlık Yayınevi'nde Yaşar Nabi’yi yakalamıştı. Çok geçmeden elinde 400 lirayla dönmüştü kahveye. Çocuk gibi seviniyordu. Paradan çok, kazandığı başarıydı onu sevindiren.
“Düpedüz sömürü bu!” deyince.
“Gider sömürüldüğünü söyler, istersin hakkını!”
“Sözünü geri al!” dedi Cahit. “Dil uzatamazsın bize, anladın mı! Burjuva çocuğu değiliz senin gibi.”
“Nasıl oldu?” dedim.
“Ne 'çocuğusunuz?”
“Söyledim!” dedi. “Olmaz böyle şey dedim. Bir makbuz çıkardı. Baktım, 'İkinci
baskısı yapılacak bir eserinin karşılığı olarak' diye bir şeyler yazdı. İmzaladım,
aldım parayı.”
“Gösteririm sana şimdi ne çocuğu olduğumuzu!” Sait bütün öfkesine karşın
daha soğukkanlı görünüyordu:
“Senin gibi korkak değilim ben”
Bu parada bir hakkım olduğunu düşünerek mi, yoksa öğretmenlikten uzaklaştırıldığımı gözönünde tutarak bana acıdığından mı, kendi başarısını ödüllendirmek için mi, ne geçirdiyse yüreğinden:
Vurmak için yapılan hazırlıklar tamamdı Cahit'te. Jestler mimikler... Sait aynı
soğukkanlılıkla:
“Al şu otuz lirayı,” dedi. “Daha fazlasını veremem. Paris' e gideceğim. Para
lazım bana”
“Yani,” dedi, “boğuşacak mıyız herkesin ortasında?”
Maya Galerisi'ndeki köşemizde bunları konuşuyor, Babıali sömürüsünden söz
ediyorduk. Sanıyorum Behçet Necatigil:
“Ne yapacaksın?” dedi. “Vuracak mısın yani?”
Kimler yoktu ki masamızda! Bayağı bir yılbaşı şöleniydi bu. Cahit'in sözlüsü
Mina Hanım bile oradaydı.
“Yaşar Nabi'nin oğlu da hastaymış,” diye bir haber attı ortaya. Sait konunun
suçlamalı havasından henüz kurtulamadığı için yüksek perdeden bir yorumlamaya geçti:
“Boğuşacağız,” dedi Cahit lrgat. “Sen kim oluyorsun şairlere dil
uzatacak!”Hadi boğuşalım öyleyse, ne duruyoruz! Cahit ikinci hamlesini yaptı,
kolunu bile kaldırdı, gelgelelim vuramıyordu. Sait'te kavgaya girmiş durum
yoktu, biraz horozlanıyorsa da, ancak durumu kurtarmak içindi bu çabası.
“Demek bizden kazandıklarını doktora veriyor!” dedi. “Ne olacak, ilahi adalet!”
Kavgayı Sait başlatmıştı ama tadında bırakmak istiyordu. Korktu demesinler
diye de oturamıyordu yerine.
Adalet Cimcoz, çevresindeki konuklarının arasından seslendi Sait Faik'e:
“Heeey! Orda kafa kafaya verip çekiştirmeyin beni!”
“Hadi!” dedi Sait. “Vuracaksan vur ulan!” dedi,
• •
“Ne Darülbedayi numaraları yapıp duruyorsun!”
•
Sait Faik, Beyoğlu'nda, çokluk ikindi üstleri görünür.
Masamızdan bir gülmedir patladı. Cahit, Sait'e Kızacak yerde öfkeyle gülenlere
baktı. Daha çok da bizden yana. “Değer mi sizin için kavga etmeye!” der gibi
geriledi.. Geçti Mine Hanım'ın yanına oturdu.
Gece yarılarına değin de ordan çıkmaz.
Bir kahveye dalar. 15-20 dakika. Sonra başka bir kahve, bir meyhane, bir sergi,
geceleri sinema, pek pek bir tiyatro ya da. yine bir meyhane. Bu süre içinde de
İstiklal Caddesi'nde bir sürü gitmeler, gelmeler. Avuç dolusu votka.
Sait, kitabının toplatıldığı o sıkıntılı günlerinde düzenlediği sorularla bilgi edinmek isterdi benden:
“Pekiii,” derdi, “canın içmek isteyince ne yapardın cezaevinde?”
Anadolu Pasajı'ndaki Mehdi Baba'nın çayevinden Nisuaz; Petrograd, Moskova'ya değin girip çıkmadığı kahve, Nektar'dan Tuna, Balkan, Orman, Cumhuriyet, Özcan'a değin uğramadığı meyhane kalmaz. Kimi günler de, alasabah
İstanbul’u fellek fellek dolaşmaya çıkar, Beyazıt'ta havuzun başına tünemişse
“Havuz Başı” öyküsünü, Boğaz'a sarkmışsa “Menekşeli Vadi”yi, Yedikule'den
dışarı çıkmışsa “Sur Dışı Hayat”ı yazar. Bu ara yolda, sinema önünde, otobüste,
köprü üstünde, vapurda Yüksekkaldırım'da, Gülhane Parkı'nda ne bileyim bir
dükkânda ya da İstanbul’un en kıyı köşede kalmış bir yerinde rastladığı insanları da kollarından tutup öykülerine sokuşturur.
“Hiiiç… Dayardım verdikleri matarayı ağzıma, ağustos sıcağında kaynamış
terkosu çekerdim!”
“Yaşanmaz bu cezaevinde be!” Kimse gönüllü gitmez oraya, alıp götürürler
Cahit'ler, Orhan Kemal'ler olsa:
“Beyzade” derlerdi ona. “Kitabı yazarken düşünseydin bunları! Sen kim Medarı
Maişet Motoru'nu yazmak kim! Senin durumundakiler Madrid'e elçi olarak giderler!
Cumartesi, pazarları ise adacığına sığınır. Kendi köyünü kendi köyünün insanlarını, balıklarını, Sivriada'nın Kaşıkadasıyla giriştiği komşuculuk oyununu anlatır.
Belki kendisine böyle takılmadığım için aramız her zaman iyiydi onunla.
Maya Galerisi yeni açılmıştı. Efkarlı günlerinden biriydi Sait'in:
Nedir, bu öyküleri düzmek için yanaştığı her insana hemencecik el atmaz, onları,
kavun alıyormuş gibi iyice tartar, koklar ve öykü olabilecek bir yan bulduktan
sonra onlara kucak açar. Çünkü ona göre her insanın içinde öykü bulunmaz. Yazara düşen iş, içinde öykü taşıyan insanı kıstırmaktır. Bir kez kıstırdıktan sonra
da elini uzatıp onun içinden öyküyü çekip çıkarmaktan başka bir iş kalmaz.
“Haydi” dedi, “seninle Adalet Hanım galerisine gidelim! Birkaç adam görürüz!”
Adalet Hanım, kapıda karşıladı bizi. Sait Faik'in bir şiirinde geçen “Çirkin sevgilim” sözünü kendine mal ettiği için ayrıca bir yakınlığı vardı ona. Bizi bir topluluğun içine götürüp bıraktıktan sonra kendisi yeni gelen konukların arasına
karıştı.
Sait, bu öykü anlayışını bir gün Çiçek Pasajı'nda Tahir Alangu'nun da bulunduğu
bir toplulukta çok canlı bir biçimde dile getirir. Sait'in fokur fokur kaynadığı günlerden biridir o gün. Tahir Alangu ve arkadaşlarına: “Ne cıbıl heriflersiniz siz, size
bir ıstakoz ısmarlayalım da mideleriniz bayram etsin!” sözünü bağışlamıştır.
Sonra da Pasaj'ın o ünlü ıstakozcusunu çağırıp ıstakoz ısmarlamıştır. “İyi olsun
ha!” demeyi de savsaklamamıştır. Istakoz gelmiş, Sait bıçağı eline almış, hayvancağızın şurasını burasını tırtıklamıştır:
Fikret Ürgüp, Behçet Necatigil hanımlarıyla bizim karıştığımız topluluktaydılar.
Henüz sergilenen resimlere bile göz gezdirmeye vakit bulamadan Babıali dedikodularının içinde bulmuştuk kendimizi.
Sait'i o günlerde Yaşar Nabi'ye göndermiştim, Meserret Kahvesi'nden. Kahvede
Varlık'tan aldığı telif ücretlerini 'hesaplamış, her kitabına ortalama yüzle yüzelli
7
- Yaramaz bu. Daha iyisini getir!
it'in buraya gelmek için böyle bir saati kollayacağı da pek doğaldır.
Istakozcu söylenecek olmuştur. Ama Sait:
Eptalafos'a tam bu saatte gelineceğini Salâh Birsel de bilir. O yıllar Parmakkapı'da küçük bir pansiyon odasında yatıp kalkan Salah Birsel pazar sabahları
buraya postu atmaktan büyük sevinçler toplar. Daha sonraki yıllarda Birsel bir
gün buraya Edip Cansever'le gelecek, ona davudi, ama kısık davudi bir sesle
“Davul-Zurna” şiirini okuyacaktır. Çünkü bu bir sır değildir. Birsel'in “Davul
Zurna” şiiri burada yazılmıştır. Yazılırken de İzmir Kordonu düşünülmüştür.
- Parasıyla değil mi? İyi olacak!
Yeni gelen ıstakoz da aynı biçimden inceden inceye gözden geçirilir:
- Haa, bak bunda iş var!
Sait elini kolunu sıvayıp ıstakozu çıtır çıtır da kırmıştır.
Festivale bakın! Edip Cansever de o günden sonra Birsel'e her rastlayışında bu
şiirin bir dizesini yineleyecektir:
Koca, koskoca bir tabak dolusu bembeyaz et de salına salına ortaya çıkmıştır.
Ah iç gıcıklayıcıdır sabahları yale!
Kendisinin gevezelik ettiğini sanan, ama bir kayık tabak istakoz etini karşılarında
görünce şaşıran Tahir Alangu'ya şöyle de demiştir:
Eptalafos'tan açılmışken bu kahvenin 1950'lerden sonra zaman zaman Baylan
topluluğunu, Attila İlhan ve arkadaşlarını barındırdığını da söylemeliyiz. Bunlar
arasında Turgay Gönenç de vardır. Epistalafos Kahvesi'nin tarihi içinde Fahir
Onger'in, Behçet Necatigil'in, Fazıl Hüsnü'nün. Oktay Akbal'ın, Nahit Ulvi'nin,
Salim Şengil'in adlarına da rastlanır. Hem de büyük harflerle. Adı iri puntolarla
yazılan bir yazar da Leyla Erbil'dir.
- İşte böyle. Kimi insanların içi koftur. Hiçbir şey çıkarılamaz. Kimileri de işte
böyle doludur. Öykücülük işi bunu bulmaktır.
Nedir, Sait, bir başka gün Eptalafos Kahvesi'nde öykülerini nasıl yazdığını merak
eden bir delikanlıya:
- Körükörüne yazarım demekten çekinmeyecektir. Sonra da:
Ama şimdilerde Eptalafos Kahvesi baştanbaşa yanıp kül olduğuna göre, vay
benim köse sakalım, biz yine Sait'e dönelim.
- İşte, sözgelişi, şimdi bir öykü yazıyorum. Hem adını bile koydum.
Sait'in burada Ferruh Doğan'a verdiği karşılığın temelinde yüzde yüz alçak gönüllülük yatar. Bu gönülsüzlük Sait'in bütün konuşmalarına yön verir. Gerçi, kimi
zaman bu deyişlerde bir benbenlik kokusu da sezilir ama bu, pek üzerinde durulacak bir şey değildir. Doğrusu o, büyük bir yazar olduğunu belli etmekten pek
ürker. Onu görenler bir balıkçı, bir at hırsızı, bir kestane kebapçısı, bir boyacı, bir
emekli memur, bir garson, bir çöpçü, bir sarhoş, bir aylak sanabilir, ama yazar olduğunu hiç mi hiç çıkaramaz. Oysa, Alangu'ya dediği gibi günün 24 saatini edebiyat adamı olarak yaşar.
Sait bu söz üzerine delikanlının:
- Demek ilkin adını koyarsınız? diye sormasını bekler. Delikanlı böyle bir şey
sorsa Sait:
- Yok, ama, bu ad hoşuma gitti de... karşılığını yapıştıracaktır. Olmaz böyle bir
şey. Sait, delikanlının, hiç değilse, yazmakta olduğu öykünün adını sormasını bekler. çünkü bunun da karşılığı hazırdır:
- Eptalafos Kahvesi! Kahveyi de at. Yalnızca Eptalafos da olur.
Bir balığın gözünü andıran iri patlak gözleri vardır. Daha doğrusu, kendisine bakanlara bir balığı düşündürtür. Abidin Dino bir karikatüründe hanos mu, sinagrit
mi, kefal mi işte onlardan birini hatırlatan bu pörtlek gözleri çok ustaca çizmiştir.
Gözlerinin çevresinde -şakaklara doğru- bir takım çizgiler de vardır. Ne ki, bunlar
hayatında çok güldüğünü değil, güneşe çok baktığını, bakarken de mavi gözlerini kıstığını anlatır. Yüzünün bütününden çıkan anlam ise, onun, içi tedirgin biri
olduğunu ortaya koyar. Sait, “Havada Bulut” öyküsünde bunun, sevilmemişlerin,
çok üzülmüşlerin, okumuşların tedirginliği olduğunu açıklamıştır.
Gelin görün ki, delikanlı bunu da sormaz. Ama bir ara şöyle bir şey demeyi
uygun bulur:
- Demek böyle yazarsınız siz öyküyü?
- Nasıl?
- İlkin adını korsunuz. Sonra bir kez kurar. hop sonuca gidersiniz.
- Yok yahu! Öyle yapmam. Doğrusunu ister misin, ben öykünün nasıl yazılacağını da bilmem.
Gülerken çokluk ağzını açmaz, burnundan kesik kesik ve hızlı hızlı soluklanarak
güler. Bu yüzden de bu gülüşler bir otomobil tekerine hava basan pompanın
hihihi-hihihi'lerini andırır. Bunu kimi zaman, eleştirilerini ya da “Ulan
Kerata”diye başlayan takılmalarını sulandırmak için de kullanır.
Bu delikanlı dediğimiz kişi bizim karikatürcü Ferruh Doğan'dan başkası değildir.
Şu ana değin adını gizli tutmamız okurlarımızın merakını ayağa kaldırmak içindir. Ferruh, o yıllarda Beyoğlu'nda; Balıkpazarı'nda Lambo meyhanesinin bulunduğu sokakta oturmaktadır. Zaten o, oldum bittim Beyoğlu gök kubbesi
altında soluk alıp soluk vermiştir. Gözlerini de dünyaya Beyoğlu'nda Piremehmet Sokağında açmıştır. O günlerde Cumhuriyet gazetesinde ressam olarak çalışıyordur. Söz konusu günün sabahı ki 15 Mayıs 1950 gününün ta kendisidirNevizade Sokağı (eskiden Kilise Sokağı) 33 numaralı evinden aheste-beste çıkmış, her zamanki gazetecisinden Barış dergisinin üçüncü sayısını -ki onun kapağında da Fransız ressamı Courbet'ten bir şeyler vardır- aldıktan sonra Balo
Sokağındaki Langırt Salonuna -şimdiler Japon Mağazası- damlamıştır. Raslantıya teşekkür olunur ki, oraya, azıcıktan sonra Sait Faik de düşer. Ferruh, Sait'i
görünce fırsatı yitirmek istemez. Koca öykücüye yaklaşarak kendini tanıtır. Sait,
öykülerine tutkun bu körpe karikatürcünün konuşmasından pek memnun kalmıştır. Bu yüzden, Ferruh'la birlikte Büyük Caddeyi arşınlayıp Eptalafos Kahvesi'nin önüne geldiği vakit de ona:
Samim Kocagöz onu şöyle anlatır: “Öyle çok laf etmesini sevmezdi. Hep işlerin
alayında görünürdü. Ama onun sanat üzerine konuştuğunu, dahası, bilimsel
konuştuğunu yakın arkadaşları çok iyi bilirler. Ancak karşısında biri olmalıydı
konuşması için. En az beş on duble bira içmeliydi.”
Bu gözleme Celal Sılay da katılır: “Kant ile Comte'un övülüp yerildiği masalara
gelir, lafın en çetrefil noktasında birimizin dizine bir sille indirir: 'Hadi kalk lan
dolaşalım' der. Topluluktan ayrılır ayrılmaz: 'Ne laflar be! Of be, of be yahu!'
derdi. Kant'ı tanımaz mıydı? Ruhunu bellemişti onların. Sırası düşünce, bir hamlede, adamın başını döndürürdü.”
Sait'in tanımadığı insan yoktur. Caddede yürür, kahvede, meyhanede mayalaşırken boyuna sağa, sola merhabalar yağdırır. Bu selamlardan herkes, işportacılardan tutun da kolacı çıraklarına değin bütün o küçük insanlar topluluğu, o
yaşamlarını elleriyle kazananlar, o bir gün çalışmasa aç kalan işçiler, çocuklar,
yaşlılar, sakatlar, fahişeler, ozanlar yani o halkın ta kendisi olan yaratıklar nasibini alır. Sait bu selamlarda o canlı ve gerçek kişilere sanki şunu söylemek
ister:
- Girip oturalım mı? diye sormuştur.
Sait'in, bin konuşup, bin yaşanabilmesi için Eptalafos'un İstiklal. Caddesi'ne bakan
merdivenlerini tırmanması ve istiklal Caddesiyle Sıraselviler kavşağındaki kahvenin ön masalarından birine kurulması gerekir. Hem de Taksim Meydanıyla Atatürk heykelini görecek biçimde. Bu, aşağıdaki insan ve taşıt selinin sağa sola
kaçışını kolayca seyredebilmek içindir. Bunda belki, kahvenin, Sıraselviler yönünde, tam karşısına gelen Taksim Sineması'nın büyükten büyük afişini boyuna
dikizlemekten kurtulmak düşüncesi de vardır.
- Ben de sizdenim ha! Benim sizden ayrılan bir yanım yok. Şimdi önümdeki
şarap şişesini bitirmeye çalışıyorum, ama bu da benim işim. Yazarlık işi. Şunu
belleyin: Gerçek sanatçı halktan değişik bir yaratık değildir. O da günlük ekmeği
ardından koşan gündelikçinin alınyazısını taşır.
Sait'in bir yanı da, olur olmadık şeylere kızmasıdır. Nedir, kızgınlığı çabuk geçer,
küskünlüğü de uzun ömürlü olmaz. Bu küskünlüklerden birini Orhan Kemal anlatır bize.
Sait buraya gelirse kuşluk vaktinde gelir. Çünkü o öykülerini, çokluk sabahları
yazar. Öte yandan Eptalafos'un Eptalafos oluşu da tam bu saate rastlar. Eh, Sa8
Makbule hanımın bu sözü Sait'in annesinin yamacından hiç mi hiç ayrılmadığını, ona çokça bağlı olduğunu ve çocukluk dünyasından iyice silkinemediğini
anlatmak bakımından önemlidir. Sait'in annesiyle çekilmiş fotoğraflarına bakın,
onun anası yanındaki ezikliğini hilafsız görürsünüz. Kemal Bekir, Burgaz'daki
evlerinde, Makbule Hanım odaya girince, Sait'in saygıyla ve usulcacık toparlanıp ayağa kalktığını ve sonra annesi konuşurken onu büyük bir hayranlıkla dinlediğini anlatır.
Bir gün iki yazar Parmakkapı'da karşılaşmışlardır. Bir süredir, bir tartışmadan
ötürü araları şeker renktir. Orhan Kemal yolunu değiştirmek isterse de yapamaz:
- Merhaba.
Sait de belki yolunu saptırmayı geçirmiştir aklından. O da yapamamıştır:
- Merhaba.
- Nasılsınız?
Nedir, bu eziklik istenilen, yitirilmesinden korkulan bir ezikliktir. 1951 yılında
karaciğerine baktırmak için gittiği Paris'ten beş gün içinde dönmesi biraz karaciğerinden parça alınacağı korkusundan, biraz da annesinden uzak kalmanın
verdiği şaşkınlıktandır.
Sait pompalı kahkahalarından birini atar:
- Teşekkür ederim efendim. Siz nasılsınız?
Sonra da Orhan'ın koluna girer:
Sait'in anasına bağlılığının başlıca nedeni içe kapanık bir insan olması, yalnızlığı
kendine yaşam biçimi olarak seçmesidir. Onun insanlardan, kalabalıktan hoşlanması da aslında bu yalnızlıktan zaman zaman kurtulma isteğinden ileri gelir.
Ama o, kalabalık arasında bile yapyalnızdır. Naim Tirali onun beş günlük Paris
serüveninde bu yalnızlığı çok iyi dile getirir ve Paris'teki kalabalık ve gürültünün
onu korkuttuğunu açıklar. Doğrusu Sait, içindeki insanla, dışardaki yüzler, binler,
milyonlar arasında bir denge kuramamış ve galiba kimi zaman da dengesiz olduğunu düşünmüştür.
- Bok. Nasılsınızmış... Bu ne kibarlık?
Küskünlük işte o an bu küfürlü deyişle ortadan kalkıvermiştir. Ama bu büyünün
gerçekleşmesinde küfrün gücünü de kabul etmek gerekir.
Sait'te küfürün bini bir parayadır.
“Beyefendi”li konuşmaya başladı mı, başlamadı mı? Dikkat! Biraz sonra bu
soylu sözcüklerin yerini en yakası açılmadık küfürler alacaktır. Yalnız şu da unutulmamalı: “Ulan kerata” sözü onun sözlüğünde, “İki gözüm!”, “Cancağzım!”
anlamlarına gelir. Denilebilir ki, o sevmediği insanlara sövmez. Bir gün Burgaz'da Bedri Rahmi ile arkadaşlarını da pırıl pırıl kalaylamıştır. Ama bu pek nedensiz değildir. O gün plajda yüzerken dünyanın en namussuz balığı dragonya
gelip Sait'i ısırmak saygısızlığında bulunmuştur. Yoo, acele etmeyin, dragonya
da, Bedri Rahmi'den önce kendi payına düşeni bol bol almıştır.
Paris'ten ayrılırken Naim'e verdiği Lüzumsuz Adam'ın ilk sayfasına şunları yazacaktır: “Paris'teki anlaşılmaz günlerin çözümünü sana bırakıyorum. Anlayabilirsen anla. Yine Naim’e armağan ettiği Havada Bulut'a yazdıklarıysa şöyledir:
“Yaptığım deliliğe ne zaman ah vah diyeceğimi bir kestirebilsem, o zaman Paris'te beş günün romanına başlardım.”(4)
•
Bedri Rahmi’den açılmışken onun Sait’le Sivriada yolculuğunu da şuracığa kıstırmalıyız. Doğal ki Sait, daha motor Sivriada'ya yanaşır yanaşmaz kalaya başlamıştır. Bu kez küfrün nedeni Sait'in kıyıda 4-5 martı ölüsü görmüş olmasıdır.
•
•
Sait Faik'in ölümünden önce yayımlanan son hikâyesi: “Kavun içi” bir çığlık,
“zehir yeşili” bir son nefes sanki. Nazım, Şeyh Bedreddin Destanı'nda, bir ara
“Tükürmüşüm kafiyenin içine” der, söyleyeceklerini düzyazıyla söyler ya, Sait
Faik de “Kalinikhta”da
- Dün vurmuş olacaklar. Dün buraya bir sürü yabancı geldi. Tabancalarını tecrübe etmişler...
“Tükürmüşüm hikâyenin içine!” diyor, son nefesini verir gibi son sözlerini “veriyor”: Köpekler konuşuyor, insanlar havlıyor, kulağının dibinden bir ırmak akıyor, biri “Canımsın” diyor, öbürü cevap vermiyor ama elinin üstündeki damarlar
bir dostluk denizine akıyor, soğuk kandil kandil sarkıyor, Barba Stanco, Sivriada,
yıldızlar, balık kokusu, kahve fincanına düşen sabah yıldızı, boşlukta bir direğe
konan martılar, son hikâyelerinin bitmez tükenmez saçları kara, gözleri kara,
kaşları kara Yani'si! “Yani, Yani be! Hey Yani, Kara Yani! Hey Beykozlu laternacı
Panayot'un torunu kara gözlü dostum Yani! (...) Sen Yanaki! Dostların en koyusu! Arkadaşların içinde ölümden sonra en sonuncusu! (...) Düşün Yanakimu
beni. Bin, bir yıldızın sırtına. Adaların içinde bir Burgaz adası vardır. (...) Ben,
sandallar içinde bir sandal, denizler içinde bir deniz, insanlar içinde bir insan.
(...) Oturmuş seni düşünüyorum. Seni düşünüyorum Yanaki. (...) Ben seni düşünüyorum Yanaki. (...) Sen yeşil zeytini neden yemedin? Omonya meydanındaki Ekselsiyor kahvesinin garsonu, 'Kalinikhta Kiryos' diyor bana. Benden de
bir Kalinikhta sana. Panco!”
Uzatmayalım, balıklar tutulur. Kıyıda güzel bir ateş yakılarak kızartılmaya başlanır. Yanlarında rakı, meyve filan da vardır. Oturup balıkla rakıları -bunları sonradan Bedri Rahmi anlatacaktır- devirmeye koyulurlar. Gelgelelim o yıllar Sait'in
içkiye arka döndüğü yıllardır:
- Ben sıkıldım, döneceğim.
Sait'le birlikte gelenler bozulur buna. Ama Sait'e yine de eyvallahı basarlar.
Aman ne o? Hava patlamıştır. Balıkçılar:
- Yapma be Sait beyciğim. Kırk yıllık balıkçıyız. Böyle havada biz bile yola çıkamayız, Hiçbiriniz doğru dürüst kürek çekmesini beceremiyorsunuz. Başınıza
bela çıkaracaksınız. Deniz sabaha doğru düzelir, öyle gidersiniz.
Sait dinler mi? Gecenin on birine doğru yola çıkarlar. Bedri Rahmi'ye göre motoru gören, içindekilerin yürekliliğine parmak ısırır.
Sait Faik, sanki, dünyaya iyi geceler diliyor kendi karanlığına çekilirken...(1)
Sabahın üçüne doğru Burgaz'a varırlar, topu da sırsıklamdır. Burgaz'a gelmeden
önce bir ara Sait karanlıkta doğrulur. Bütün sesiyle Bedri Rahmi'ye:
Kalın Sağlıcakla
- Yahu önüne baksana! Koskoca geminin tam göbeğine gitmenin anlamı var mı?
Bedri motoru büyük bir çabayla çevirir. Oysa Sait'in gördüğü Süreyya Paşa plajı
dolaylarında parlayan güçlü bir ışıktır.
Kaynaklar
- Vayanam vay, sen buraları böyle bilirsin ha!
1. Feti Naci, Bir Hikayeci: Sait Faik Bir Romancı: Yaşar Kemal, Gerçek Yayınevi,
1990, İstanbul.
Yer yarılmış, Sait yerin dibine geçmiştir:
- Uzun etme be birader. Birdenbire o ışığı burnumuzun dibinde bir gemi ışığı
sandım. Herkesin başına gelir.
2. Mehmet Kemal, Acılı Kuşak, De Yayınevi, 1985, İstanbul.
Sait'in evine ayak bastıkları vakit annesi Makbule Abasıyanık'ı uyanık bulurlar:
4. Salâh Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel Yayıncılık, 2009, İstanbul.
3. Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı, Çınar Yayınları, 1987, İstanbul.
- Biz sana geceyi adada geçireceğiz dedik ya!
Makbule Abasıyanık oralı değildir:
- Ben döneceğinizi pekala biliyordum. Ama bu havada nasıl becerdiniz, hala
şaşıyorum.
9
Prof. Dr. Ferihan Aral
süsü’nde İç Hastalıkları ihtisasına başladım. Asistanlığımın 2. yılında o sırada birlikte çalıştığımız Orhan Aral ile evlendim. Neş’e
ve Işıl adlarında iki kızımız oldu. Asistanlığım sırasında Endokrinoloji rotasyonu Nükleer Tıp rotasyonu ile eş zamana denk geliyordu. Asistanlar arasında kura ile belirlendiği için bana Nükleer
Tıp rotasyonu çıkmıştı. Belki de ihtisasım sırasında Endokrinoloji
rotasyonu yapmadığım için sonradan yan dal olarak seçtim. Endokrinoloji mültidispliner çalışmayı gerektiriyor. Nükleer Tıp, cerrahi, nöroşirürji, radiodiagnostik ve patoloji bilim dalları ile ortak
çalışıyor olmak da kararımı etkilemiş olabilir. 1981 ile 1986 yılları
arasında serbest çalıştım. 1986 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nde
Endokrinoloji yan dal uzmanlığına başladım. 1995 yılında Doçent, 2001 yılında Profesör oldum. Çalışma koşullarımız yapmamız gerekenlerle yapmak istediklerimizi yerine getirebilmek için
her zaman uygun değildi. Ama eğitimin her kademesinde bunları
yerine getirebilmek için özverili çalışanlar vardı. Hastanede geçirdiğim yıllar bana çok şeyler kazandırdı. Hep 17-25 yaşlarındaki
öğrenciler, 25-35 yaşlarındaki asistanlar ve yan dal uzmanlık öğrencileri ile çalıştığımız için gençliğimi hiç kaybetmedim. Düşüncelerim, davranışlarım, çalışma tempom onlar gibi dinamik kaldı.
Öğrenciler, asistanlar ve yan dal uzmanlık asistanları ile birlikte
yapılan poliklinikler, hasta başı yapılan semiyoloji eğitimleri çok
severek yaptığım işler. Bu zaman içinde tıpta olan gelişmeleri yaşayarak öğrenmek, uygulamak, çalışmamın en heyecan verici ve
en güzel tarafları.
1952 yılında İstanbul’da doğdum.
Çocukluğum, öğrenciliğim daha
sonra da çalışma hayatım hep İstanbul’da geçti. Çocukluğum, sokak
oyunlarının en eğlenceli olduğu zamanlardı. Hiç yakalanmadan ebecilik oynamayı, 30 taş oynarken en
çok taşı toplamayı, dokuz taş oynarken topu düzgün atmayı, yakan
top oynarken topu daha havadayken yakalamayı çok isterdik. Bu
oyunlar hep grup halinde oynandığı
için olsa gerek, çalışma hayatımda
da yapmak istediklerimi bu oyunlarda olduğu gibi bazen sadece
kendi düşüncelerimle belirleyebildim bazen de arkadaşlarımla
birlikte ortak olarak yapabildim. Çok sevdiğim, güler yüzüne ve
fevkalade enerjik karakterine hayran olduğum Yeşim, bu yazıyı
istediğinde daha zaman var şimdi yazarsam yazıyı değiştirebilirim ama yakın zamanda o sıradaki halimle yazmam durumunda
değiştirmeye fırsat olamayacaktır diye düşünerek sanki karşılıklı
konuşuyor gibi kalsın istedim. Hayatımı da böyle yaşadım. Ama
tabi ki böyle yaşamış olmayı kendi yaptıklarım değil hayatın bana
verdikleri olarak düşünüyorum. İlkokuluma Bakırköy’de başladım.
Beş ay kadar sonra Samatya’daki evimize taşındık. Evimize en
yakın olan Yedikule İlkokulu’na yazıldım. Buradan mezun olan
öğrenciler Çemberlitaş Kız Ortaokulu’na alınıyordu. Öğrenciliğimin en güzel üç yılını bu okulumda yaşadım. Öğlenciydim. Derslerimiz saat 13:00’te başlardı ama arkadaşlarımla birlikte saat
10:30’da okul bahçesinde olurduk. Önce yalnız yapamadığımız
fizik ve matematik problemlerimizi çözer, eğer o gün sözlü sınavımız varsa ona da hazırlanır sonra oyun için kalan zamanımızda
en çok sevdiğimiz yakan topu oynardık. Bu okulumdan sonra İstanbul Kız Lisesi’ne yazıldım. İstanbul Kız Lisesi o yılların en popüler okullarından biriydi. Bu yıllarda okullarım dışında ben de
şunu yaptım, bununla da uğraştım diyebileceğim kitap okumak
dışında yetenekle ilgili bir hobim olmadı. Sadece bir defa fakültede öğrenci iken radyoda haber spikeri olmaya heves ettim. Gazetede gördüğüm bir ilan nedeni ile Elmadağ’daki TRT binasına
gittim. O gün hangi sebeple hatırlamıyorum kapıdan içeri giremedim. O günden sonra da bir daha denemedim. Ancak radyo
ve gazete ile dünyadan haberim oluyordu. Ama her yeni yazıldığım okulla birlikte çevrem de genişliyordu. Ailem, çevremdeki
bazı yakınlarım, okul arkadaşlarım, öğretmenlerim ve okuyabildiğim kitaplarımla hep mutlu oldum. Beni, okumam konusunda
çok içten duyguları ile destekleyen, bunun dışında sadece çocuk
olduğum için sadece öğrencisi olduğum için beni seven öğretmenlerimi her zaman minnetle, sevgiyle anıyorum. Ben onlardan
çok etkilendim. Onlar gibi olmayı istedim.
Tıbbın gelişmesi, tıp fakültesi öğrencilerinin, doktorların ve hastaların daha iyi koşullarda olmaları dileklerimle.
Ferihan Aral
1976 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oldum ve aynı yıl
SSK İstanbul Hastanesinde pratisyen hekim olarak çalışmaya
başladım. Beş ay sonra İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kür-
Ferihan
10
hocam, canım ablam
dım. Zaten derslerden tanırdım Ferihan Hocamı. Bir öğrenci gözüyle; yumuşacık ses tonuyla rahatlatan, sıcaklığını hemen hissettiren, çok da güzel bir hanımdı. Yanında ihtisas yaparken
bunlardan çok daha ötesi olduğunu gördüm. Sadece hoca değildi. Herkese anneydi, ablaydı, arkadaştı. Vizite çıkardık beraber.
Hasta sonuç raporlarını alır; tane tane her organ ya da sistemi
ayrı ayrı değerlendirirdi: karaciğer fonksiyonları normal, böbrek
fonksiyonları normal... Bugün ben de aynı şekilde bakıyorum sonuçlara ve her defasında gülümseyerek hocamı anıyorum. Asistanlarımın da benzer bir yol izlediklerini görüyorum. Hekimlik
zanaatını hocasından öğreniyor insan. Bana hep yuvada olduğumu; kaygılarımın yersiz olduğunu hissettirdi hocam. Öğrencilikten asistanlığa, asistanlıktan uzmanlığa geçiş sürecimde
özgüvenimi edinmemde çok katkısı olmuştu. O dört aylık rotasyonu bitirdim. Malatya’ya döndüm. Endokrinolojinin ne olduğunu anlamaya yeni başlamıştım, çözmeye çalıştığım,
anlayamadığım ya da çözüm üretemediğim vakalar o kadar
çoktu ki. Arardım: “Ferihan Hocam.....” hiç bıkmadan, incitmeden
tane tane anlatırdı izlemem gereken yolu. Derken yine Çapa’ya
bu defa yan dal yapmak üzere gittim. Yine “Ferihan Hocam....”
diyerek etrafındaydım. Bu defa bir de sevgiyle nasıl sarıp sarmaladığını, sorunlar karşısında sakin ama kararlı duruşunu, her durumda barışçıl ve çözüm üreten yapısını gördüm. Hekimliğin ve
hocalığın sadece meslek icra etmekten ibaret olmadığını öğretti
bana. Meslektaşlara, ast ve üstlere, hastalara; nezaket, sabır ve
ilgiyle yaklaşmayı öğretti. Mesleğimi icra etmemde ve hayata
bakışımda hep önderim oldu. Sevgili hocam, ablam... Şimdi çok
sık göremiyorum sizi. Ama biliyorum ki orada bir yuvam ve “Ferihan Hocam...” diyerek koşabileceğim bir ablam var. Sizi çok seviyorum. İyi ki varsınız ve iyi ki öğrenciniz olma şansım oldu.
Ferihan ablayı ilk kez 1987 yılında Dahiliye Kliniği’nde
gördüm. Cerrahpaşa mezunu olduğum için kimseyi tanımıyordum. Kül sarısı kısa saçları, bebek yüzü yüreğimde
bir sıcaklık hissettirdi bana. Henüz tanımamıştım onu ama her
Dahiliye Kliniği’ne gidişimde gözüm prensesimi arıyordu. Sonra
hayatımın en güzel süreci başladı benim için. Ferihan ablam ve
Neşeciğim ile birlikte çalışmaya başladık. Ferihan ablanın oturuşu,
kalkışı, zerafeti, nezaketi, ses tonu, güzelliği, sıcaklığı beni hep
büyüledi. Ablamın en büyük hayranıyım ve birlikte çalışmaktan
onur duyuyorum. Canım ablam seni çok seviyorum.
Dr. Yeşim Erbil
Ferihan Hoca’nın benim için ayrı bir yeri vardır. Candan
bir dost ve sırdaş olmasından öte, sakinliğini örnek almaya çalıştığım, uyumlu tavrını hep takdir ettiğim kişidir.
Kalbi gibi yüzü de güzeldir. Yıllar, ona dokunmadan, iz bırakmadan geçmektedir. Çok sabırlıdır. Özellikle poliklinik
koşullarında, sorunlu, kaprisli hastalarla konuşurken sabrına hayran kaldığım çok olmuştur. Bu arada tek bir şikayet cümlesi kurmadan poliklinikte, mesai saatlerinden çok sonraya kadar uzanan
saatlerde, hasta muayenesine devam edebilmesi, bu sabrının ve
çalışma gücünün bir yansımasıdır. Hepimizin bunaldığı zamanlarda, o, yüzündeki pozitif ifade değişmeden aynı şevkle hasta
muayenesine ve takibine devam eder. Bunu yaparken “bugün
çok yoruldum” gibi bizlerin sık olarak kurduğu cümleleri kendisinden hemen hiç duymadığımın altını bir daha çizmek istiyorum.
Pozitif düşünür, yapıcıdır. Aslında gençleri (ve hastalar da dahil
hepimizi) bir anne/abla şefkatiyle kucaklar. En stresli zamanlarında bile sakinliğini ve kibarlığını koruyabilir. Onunla birlikte
çalışmak rahat ve keyiflidir. İnsana huzur veren havası, benim tedavi olamamış Karadenizli ruhuma hep iyi gelmiştir.
Dr. Ayşe Çıkım Sertkaya
Birlikte daha uzun süre çalışmayı istiyorum. Kendisine, kalpten,
sevdikleriyle birlikte, sağlıklı, huzurlu, keyifli, uzun bir ömür ve
çalışma hayatı diliyorum.
Dr Neşe Çolak
Sevgili Hocam, Ablam...
İç hastalıkları ihtisasım sırasında fakültem beni endokrinoloji konusunda deneyin ve bilgi kazanmam için istediğim bir üniversiteye rotasyona göndermeye karar
verdi. İstanbul Tıp Fakültesi mezunuydum, iç hastalıkları
ihtisasımı Çapa’da yapmak en çok arzu ettiğim şeydi ama başaramamıştım. Sonuçta böyle bir fırsat yakalayınca ilk aklıma gelen
kurum elbette Çapa olmuştu. Yuvaya dönmekten çok mutlu ama
bir o kadar da endişeliydim “ya beni beğenmezlerse, ya iyi bir
doktor olamamışsam, ya başaramazsam....” Rotasyona başla11
İnsan kaç kişiyi korkusuzca arar hayatta bir sorunu olduğunda ya da hasta karşısında yardıma ihtiyaç duyduğunda? İnsan kaç hocasıyla ailesinden biri gibi
dertleşebilir ki hayatta… Ben kendi adıma size çok az
kişi sayabilirim. İşte bunlardan biri hayata karşı duruşu,
bilgisi, insanlığı, zerafeti ve anaçlığıya “Ferihan Aral”dır. İnsan
kalbiyle, beyniyle ve fiziğiyle güzel olunca etrafına yaydığı enerjisi
de bir o kadar güzel oluyor. Hastalarıyla yakaladığı saygı ve sevgi
dolu bağları benim için örnek oluşturmuştur. Kızgın olsan bile
sesini kontrol edebilmeyi, üzgün olsan bile gülebilmeyi, yorgun
olsan bile karşındaki hastaları kendin yerine koyup ilgilenebilmeyi güzel örnekleriyle gösterdi bize sevgili Ferihan hocam…
Endokrinoloji camiasına katıldığımda kocaman bir aileye katılmak gibi olduğunu, bir konuda ne kadar çok şey okursan oku,
ne kadar çok şey bilirsen bil hep diğer kişilerden de fikir almanın
fark yaratabileceğini, tecrübeli ustalardan rehberlik almanın ne
kadar yararlı olabileceğini gördüm ve öğrendim kendisinden. İyi
ki varsın sevgili hocam.. Bana kattıkların için teşekkür ederim
Ferihan abla sabırla dinler bizi, bilgi ve tecrübeyle dolu bir şekilde
cevaplar sorularımızı. Hastaları sadece tıbbi hikâyesiyle değil ismiyle hatırlar. İnsana huzur veren, güzel ve kibar yüzüyle karsılar
hastalarını ve hepimizi.
Dr. Meral Mert
Ferihan ablamdan endokrinoloji eğitimim sırasında çok şey öğrendim ve hala öğreniyorum. Ne zaman arasam sıcacık sesiyle
hocam olarak sorularımı yanıtlayacağını bilirim. Ve ne zaman arasam önce sevgisini gönderir. Ferihan abla sizi tanıdığım, birlikte
çalışabildiğim ve hep yanımda olduğunuz için çok mutluyum.
Ferihan Hoca sevecenliği, iyi niyeti ve yardımseverliği ile
bilinir. Kendisini tanıdığım ilk günlerden beri yanına çekinmeden gidebildiğim, bilgisini paylaşmada cömert ve
hastasını takipte titiz birisi olarak hafızama kazınmıştır.
Onu sinirlenmiş görmek sanırım mümkün değildir. Kimseyi kırmak istemez. Her türlü karışıklığı, sıkıntıyı sakin bir şekilde
çözüme ulaştırmayı beceren hoşgörülü ve uzlaşmacı bir yapısı
vardır. Odasına üzgün ya da sinirli gelen sakinleşmiş olarak çıkar.
Ses tonundaki sükunet vermek istediği mesajları eksiksiz yerine
ulaştırır. Toplantılarda tane tane, yumuşak ses tonuyla anlattığı
konular hepimizin hafızasında yer etmiştir.
Dr. Leyla Yılmaz Gürbüz
Ferihan Aral hocamızla 2002-2005 yılları arası İ.Ü.T.F'de
Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları yan dal eğitimim sırasında beraber çalıştık. Onunla beraber poliklinik
yapacağım günler benim için çok özeldi çünkü en zor hastalara bile sakin yaklaşımı, hastaya ve bizlere ayrı ayrı
özetleri, tedavi seçeneklerini hastanın kavrayacağı şekilde anlatışı
sayesinde günlük pratiğimde kullandığım birçok şeyi öğrendim
ve tıbbın sanat kısmında tam bir usta çırak ilişkisi yaşadım . Odasına hasta danışmaya gittiğimizde bizi önce güleryüzü sonra da
özenle baktığı hepimize huzur veren güzel çiçekleri karşılardı.
Ne kadar yoğun olursa olsun , ne öğrencilerini ne de hastalarını
geri çevirmez ve zor zamanlarda herkesin yanında olurdu.
Ferihan Hoca mükemmel bir annedir. Doğrusu onun anne şefkatinden sadece iki güzel kızı değil, tüm asistanlar, uzmanlar hatta
hastalar bile nasibini alır. Ferihan Hoca hastalarına çok değer
verir. Onların tüm tıbbi sorunları ile titizlikle uğraştığı gibi, sosyal
yönlerini de desteklemeyi ihmal etmez.
Ferihan Hoca çok çalışkandır. Hiçbir işten gocunmaz ve görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmeye çalışır. Bilim Dalı Başkanı olduğunda mükemmel bir idareci yönü de ortaya çıkmıştır. Bununla
beraber, o çalışkanlığı ile hala yerine göre asistan, yerine göre
uzman, yerine göre hoca olarak çalışmasını sürdürmekte ve hepimize örnek olmaya devam etmektedir.
Ferihan hocamız benim rol modelim olmuştur. Sadece bilimsel
olarak değil aynı zamanda aile ve iş dengesini bu kadar güzel
kurabildiği için hep gönlümde ayrı bir yeri vardır. Hem bilimsel
hem de sosyal hafızasının kuvvetliliği beni şaşırtmıştır,. Asistanların ve uzmanların eşlerinin ve çocuklarının isimlerini bilir ve
her bayramda hepsine ayrı ayrı sevgilerini iletecek kadar nazik
ve hatırşinazdır. Sizle gözünüzün içine bakarak, ellerinizi sıkarak
o kadar içten konuşur ki , o anlar da kendinizi çok değerli hissedersiniz. Bilimsel tartışmalarda soğukkanlılığını korur, hasta
için en doğru kararların verilmesinde küçük ,büyük demeden her-
Kendisini tanımış olmaktan büyük mutluluk duyduğum hocama
sevdikleri ile birlikte sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir ömür diliyorum.
Dr. Nurdan Gül
12
kesin fikrini alır ve gereğinde en tecrübesizimizin bile önerdiği
güzel fikri uygulayacak kadar cesur ve yüce gönüllüdür.
Mecburi hizmet görevimi tamamladıktan sonra yeniden İstanbul
Tıp Fakültesine dönebilmem de büyük rolü olan Hocam’ a sonsuz
minnettarım. Uzun yıllar, Ferihan Hocam’ ın mesleki tecrübelerinden ve deneyimlerinden faydalanabilmeyi umut ediyorum.
Ferihan hoca dendiğinde hepimizin yüzünde güller açar , çünkü
o bütün eğitim verdikleri için hem abla , hem hoca olmayı başarabilmiş nadide bir insandır.
Dr. Ayşe Kubat Üzüm
Ne zorlayacı hastalar ne de iş ortamındaki gerginlikler onu kişiler hakkında konuşturtur, o her zaman çözüm odaklıdır ve davranışları ile bize çözümün insanları değil sistemi değiştirmekle
olacağını anlatmıştır.
Dostluğun bağı ve toplumsal birliğin temeli olan sevgi;
çekişmeleri, çatışmaları, kıskançlığı, bencilliği, umursamazlığı giderir. Ferihan hocamız sevgi dolu karakteriyle
bulunduğu yere huzur getiren bir insan. Yetiştirdiği doktorlara bilgisini ekerken sevgisini de ekti. Gerisi bize kalıyor. Onun ömür boyu ektiği tüm güzelikleri biçmesini diliyorum
Yan dal eğitimimin bittikten sonra gönül rahatlığı ile aradığım,
her sıkıştığımda anda telofunun ucunda olduğunu bildiğim , o
sakin , kararlı ve rahatlatıcı ses tonuyla verdiği yanıtlarla beni
her zaman huzura kavuşturan bir hocam olduğunu bilmek ne
kadar güzel
Dr. İlkay Kartal
İyi ki varsınız Ferihan hocam, sağlıkla , mutlulukla nice güzel günlerde birlikte olmak dileğiyle
Ferihan Hocam,
Dr. Berna Temel
Nezaketi, bilgi ve tecrübesi, en kızgın anında bile seçtiği
cümlelerle kalp kırmadan sorun çözmesini bilmesi hepimizde hayranlık yarattı. Yandal sırasında sadece bir öğretim üyesi olarak degil, özel konularlada ilgilenmesi ve yol
göstermesi benim için çok değerliydi. Ferihan Hocam, sizinle çalışmaktan dolayı kendimi şanslı görüyorum, mesleginizde ve özel
hayatınızda herşeyin istediginiz gibi olmasını diliyorum
Yan dal eğitimim sırasında en çok örnek almaya çalıştığım
hocalarımdan biri Ferihan Hocam’ dır. Çalışma disiplini,
düzeni, asaleti, mütevaziliği, insanın içine huzur ve güven
veren bakışları, herkese iyi niyetle yaklaşma gayreti, hastalara gösterdiği merhamet duygusu beni çok etkilemiştir.
Ferihan Hoca, sadece benim için değil, yetiştirdiği tüm öğrencileri,
asistanları, yan dal asistanları ve hastaları için çok kıymetlidir. O’
nu bu kadar kıymetli yapan; kendinin insanlara verdiği değerdir.
Dr. Faruk Kutlutürk
Ferihan Aral Hoca'yla ilk olarak karşılıklı konuşmamız 4.
veya 5. sınıf dahiliye sözlü sınavında olmuştu, sınav stresim O'nun tatlı dili ve güler yüzü ile bir anda kaybolmuştu.
Ferihan Hoca kadar insanı rahatlatan, anne şefkati ve
huzur veren bir başka hocaya rastlamak her öğrenciye
nasip olmaz, bu yüzden bizler çok şanslıyız. Yıllar sonra, iç hasta-
Sıkıntılı olduğumda bunu Hoca hemen fark eder ve vizit bittiğinde bir bahane ile odasına çağırır. “Bugün biraz durgunsun,
kötü bir şey mi oldu?” diye sorar. Başasistanının yüzündeki endişeyi, sıkıntıyı fark edebilen, daha doğrusu fark edip önemseyebilen ve soruna dahil olmak isteyen bir hocam olduğu için
kendimi dünyanın en şanslı başasistanı kabul ediyorum.
13
lıkları uzmanı olup, mecburi hizmet sonrası Endokrinoloji'yi kazanınca Ferihan Hoca ile tekrar çalışma fırsatını yakaladım. İyi ki
O'nunla aynı klinikte 2.5 yıldır çalışıyorum ve iyi ki o benim biricik,
sevgili, kıymetli Hoca'm. Bir kongre'de, toplantı arasında karşısında otururken beni bir süre izledikten sonra hakkımda söylediği
güzel sözler, komplimanlar ve iyi dilekleri karşısındaki mahcubiyetim ve tabi duyduğum memnuniyet hep aklımda.
Ferihan Hoca deyince aklıma hümanizm, dostluk, zarafet aynı
zamanda azim, kararlılık, iş ahlakı ve kurallara bağlılık geliyor.
Her yönüyle biz öğrencilerine mükemmel bir örnek oluşturuyor.
Hastaları ve O'nu tanıyan herkes tarafından çok seviliyor ve hakettiği saygıyı da elbette görüyor. Bizlere anne sıcaklığı ile yaklaşıyor, mütavızılığı ile gözümüzdeki değeri giderek daha da
büyüyor. O'nun ruhunun güzelliği, yüzüne yansıyor.
O'nu tanımak "insan sevgisini tanımak, gönülleri fethetmek,
Mevlanı'yı- Yunus Emre'yi tanımak demek" benim için...
evliliğinde mükemmel bir eş. Her yönüyle başarılı bir bilim adamı
olmanın gerekliliğini adeta yasayarak hayatıyla gösteriyordu.
Yoğun çalışma ortamından kaçabildiğimiz zamanlarda odasındaki hoş sohbetlerinden edindiğim izlenimler sadece bunlar değildi tabii; çevresinde olup bitenlere son derece duyarlı bir
vatandaş, hastalarına karşı her zaman alçakgönüllü, sabırlı ve
merhametli bir doktor, iyi bir dinleyici, kısacası insanı kendisine
hayran bırakan ve daha birçoklarımıza örnek olacak bir hoca..
Dr. Bülent Canbaz.
Güler yüzü ve anlayışlı yaklaşımlarının yanı sıra engin bilgisi ve alçakgönüllülüğü ile vizyonunu belirlemekte olan
bir tıp örgencisine rehber olmuştu Ferihan Hoca,
Aradan yıllar geçip yan dal eğitimi için bölüme başladığımda, bilim dalımızın değerli akademisyenlerinden olan saygıdeğer hocamı daha yakından tanıma olanağım oldu ve tanıdıkça
gördüm yıllar önce zihinde yer eden düşüncelerin haklılığını...
Bize kattığı değerleri ve kazandırdığı tüm öğretileri anlatmakta
zorlandığım saygıdeğer Ferihan Hocama göstermiş olduğu sabır
ve emek için şükranlarımı sunar, varlığına sıhhat ve saadetler dileyerek saygılarımla ellerinden öperim.
Bilimsel değerlerinin yanında hayata dair bize aktardıkları, meslek hayatımın yanı sıra yaşantım boyunca sevgi ve saygı ile hatırlanacak, unutulmayacak kavramlar kazandırmıştı. Akademik
açıdan zirveye gelmişken bir asistandan çok daha geç saatlerde
hastaneden çıkan özverili bir hoca, annesinden bahsederken duyduğu saygıyı gözlerinden okuduğumuz hayırlı bir evlat, çocuklarına karşı son derece şefkatli bir anne ve şüphesiz yıllar süren
Dr. Sema Çiftçi
Yan dal eğitimim boyunca engin hoşgörüsü, iyi niyeti ve
anlayışı ile sevgili Ferihan hocamdan, benim için nispeten
zorlu olan bu süreçte, büyük destek ve yardım görmüşümdür. Kendisi mükemmel bir insan ve hoca olmanın
yanı sıra tıka basa sevgi ile dolu olan kocaman yüreği sayesinde bizlere hep anne sıcaklığı ile yaklaşmıştır. Eşsiz güzelliği
nedeni ile de yüzüne bakmaya doyamadığım sevgili hocam isminin de çağrıştırdığı üzere etrafına ferahlık yayar. Kendine has
hekimlik sanatı, akademik yönü, çalışkanlığı ve güçlü kişiliği ile
bizlere her zaman örnek teşkil etmiştir. Bu vasıfları sayesinde
onunla çalışmak ancak bir zevk oldu benim için. Kendisine büyük
hayranlık ve saygı duyduğum hocama bana verdiği tüm emek
ve yardımları için teşekkür ediyor ve kendisini çok sevdiğimi belirtmek istiyorum. Umarım daha uzun yıllar beraberce bu camiada çalışma fırsatımız olur…
Saygı ve Sevgilerimle.
Dr. Özlem Soyluk Selçukbiricik
14
lara bayram harçlığının mendil ile verildiğini anlattım. Daha
sonra bu olayı Ferihan Abla’ya anlattığımda bana o mendilleri
zorlukla bulduğunu, çünkü artık pek çok yerde bu tarz mendillerin satılmadığını söyledi. Bu olay, onun her alandaki inceliği ve
hassaslığının güzel bir örneğidir. Bana her zaman ‘’sığınılacak bir
liman’’duygusu yaşatan Ferihan Hocama, Orhan Hocam ve kızları
ile sağlıklı ve mutlu bir yaşam diliyor, hayatıma kattığı her şey
için teşekkür ediyorum.
Ferihan ablayı ilk kez Senay Molvalılar Hoca poliklinik
eğitimimi Ferihan Hoca'nın yanında alacağımı söyleyerek
beni polikliniğe gönderdiğinde tanıdım. Ferihan hoca benimle tek tek bütün hastaları beraber görerek polikliniği
her seferinde bir eğitim ziyafetine dönüştürdü.Her konuyu anlatırken poliklinik gibi sıkışık bir ortamda bile öğretmekten aldığı zevk uzaktan bile apaçık belliydi. En zor durumlarda
bile alçak gönüllü tavrı, her zaman gülen yüzü ve sakinliğiyle
hep etrafına huzur veren hocamızın her şeyin gönlüne göre olmasını dilerim.
Mine Adaş
Dr. Gonca Tamer
Ferihan ARAL Hocamı yandal eğitimine başladığımda tanıdım. İstanbul Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı’nda yan dal eğitimine 11
arkadaş 12 öğretim üyesiyle başlamıştık. Paylaşımlar ve
iş akışında dört ayrı grup oluşmuştu. Farklı bir grupla çalışırken bile bizlere eşit hassasiyet göstermek için elinden geleni
yapardı. Bu dönem ve sonrasında akademik ve hayat tecrübelerinden arkadaşlarla doyumuna faydalandık. Çalışma süresince
bir akademik ailenin annesi sıcaklığında davrandı. Böylece
devam etmektedir.
Bir insanı birkaç cümlede anlatabilmeye çalışmak çok zor
sanırım.Hele bu kişi çok sevdiğiniz ve sizin bugünkü hekimliğinizde çok önemli kilometretaşlarından biri olan,
Profesör Ferihan Aral olunca daha da zorlaşıyor.
Yine de, belki ilk defa kendisine olan minnet duygularımı ve teşekkürlerimi, kısacık da olsa, söyleyebilme şansını yakaladığım için çok mutluyum.
Evet Sevgili Öğretmenim , size herşey için çok teşekkürler etmek
istiyorum; endokrinoloji yan dal uzmanlık eğitimi için kabul edildiğimi sizden, sizin sesinizden duyduğum muhteşem andan bugüne kadar olan bütün bilimsel katkılarınız için, her zaman her
konuda verdiğiniz moral ve destek için, bizi hep dinlediğiniz için..
Akademik eğitimime ve geleceğime yaptığı katkılarıyla her
zaman saygı duyarım. Sakin, sevecen ve güler yüzle sorunları çözüme götürürken kimsenin incinmemesi için aşikar bir hassasiyet
göstermektedir. Kendimce Ferihan Hocam’a ait fotoğrafı yazıya
dökmeye çalıştım.
Kısacık birşey daha söylemek istiyorum; endokrinoloji polikliniğinde ilk kez sizinle hasta bakmaya başladım ve her geçen gün
size hayran kaldım. Sizden öğrendiklerim dışında, sizin tıpkı bizleri kucakladığınız gibi hastaları kucaklamanızı, sabırla yardım
edişinizi gıpta ederek izledim. Gün geldi bu güç ve öğreti zor
anımda, yoğun poliklinik şartlarında çalışırken, beni dizginledi
ve sizi hatırlattı bana ve hastaları tıpkı sizin gibi dinleyebilme
gücünü bulmaya çalıştım..
İyi ki tanıdım, iyi ki meslektaşız ve iyi ki varsın Ferihan Hocam.
Dr. Taner BAYRAKTAROĞLU
6. sınıf öğrencisiydim. Kardiyoloji nöbetindeydik. Nöbetin
ilerleyen saatlerinde kliniğe o gece nöbetçi olan uzman
doktor geldi. Sakin ve gülen bir yüzle kliniği gezdi, asistanımıza bazı sorular sordu. Omzuna uzanan düz saçları,
giydiği etek, bluz ve doktor önlüğüyle, kibar bir şekilde
vizitini tamamlayan bu doktor gecenin o saatinde bile dikkatimi
çekti doğrusu. Asistanımıza kim olduğunu sordum, ‘Ferihan Hoca’
dedi. Ve yıllar sonra o Ferihan hoca yine karşıma çıktı. Ama bu
kez sadece hoca olmadı, istediğim zaman kapısını çalabildiğim,
dilediğim zaman yardım elini uzatan, her zaman güler yüzle karşılayan bir arkadaş, bir abla kısacası ‘Ferihan Abla’ oldu. Size sağlık ve mutluluk dolu uzun bir ömür diliyorum sevgili Ferihan Abla.
Sizi çok seviyorum ve bundan sonraki yaşamınızda da Tıp Bilimi'
ne ve Eğitimi' ne katkılarınızın, sağlık ve mutlulukla, devam etmesini yürekten diliyorum.
Dr. Ferhan Mantar
Ferihan Abla’yı tanımam, 1997 de endokrinoloji yan dalına başlamam ile oldu. ‘’Abla’’ olarak hitap etmem, hocalık vasfı yanında bizim için gerçekten bir abla da
olmasından kaynaklanmaktadır. Pek çok kişi akademik
hayat içinde hocalık vasfı ile yer alabilir, ancak gerçek
anlamda hocalığı hayatın diğer alanlarında da yol gösterenlerin
hak ettiğine inanıyorum.
Dr. Neslihan Kurtulmuş
Prof. Dr. Ferihan Aral, “hastayı tetkik ederken ne zaman
daha pratik, ne zaman daha ayrıntıcı olmak gerektiğini”
öğrendiğim hocamdır. Hastalarına sabır ve şefkatle yaklaşan, her zaman nazik, mütevazı, güvenilir, örnek aldığım bir hekimdir. Ama benim gözümde o sadece
“Ferihan hoca” değil, aynı zamanda “Ferihan abla”dır. Neden
böyle hissettiğimi anlamak için onunla çok uzun zamandır tanışıyor olmanıza gerek yok, kısa bir süre sohbet edin yeter...
Bir bayram günü, birkaç arkadaş çocuklarımız ile birlikte Ferihan
ve Orhan Hocamızı evlerinde ziyaret ettik. Her iki hocamız ve kızlarının mükemmel ev sahipliği sonrası eve dönüş yolunda ikizlerim, Ferihan Abla’nın her çocuk için özenle hazırladığı hediyeleri
açmaya başladılar. Kızım bir yandan paketi açıyor bir yandan da
paketten çıkanları sayıyordu. Bayram harçlığı, oyuncak, şeker ve
‘’anne bir tane de bez parçası çıktı’’ deyince gülmeye başladım
ve onlara bunun bir mendil olduğunu, eski bayramlarda çocuk-
Dr. Serpil Salman
15

Benzer belgeler