Eylülde Sessiz Ölüm – Vahdeddin Arpag

Transkript

Eylülde Sessiz Ölüm – Vahdeddin Arpag
EYLÜLDE
SESSİZ
ÖLÜM
Kapama gözlerini;
-
yalnızlık hiç bu kadar karanlık olmamıştı.
VAHDEDDİN ARPAG
Burası yokuş aşağı lakin bir o kadar da yukarıydı. Yolun ortasında boşalan düşüncelerinin peşindeydi.
Sola dönmüştü nihayet; hep korkardı aslında dönüşünde sokakları fakat burası bir başkaydı en
başından. Son durduğu köşe, hayatının yalancı baharı, patlayan sarı topu ve şeker dağıtan Mehmet
Amca’nın yavaşladığı güzergâh…
Daha gün geçmemişti; karşısındaydı parlak ve yalancı gün ışığı. Çıktı saklandığı yerden, ağırlığı
dillendirmişti düşüncelerindekini. Yalancı baharın sakladığı, hiç çıkamayan o küçük papatya çiçeği.
Hızlıca gezdiriverdi gözlerini kırık dökük caddede. Okuldan çıkan öğrenciler, sokak başında yaşlı
teyzenin gece boyu sevgi dolu kelimeleriyle uyuttuğu çocuğunun başında kısık kısık öksürüklerle
ördüğü örgüleri satıyor, yanından gecen bir sürü insan, işten çıkan yorgun insanların mutsuz yüzleri ve
özlerini hareketlerine aksetmeyen özenti gençlik...
Annesine güzel haberi haykırırken nefes nefese, kanayan dizlerine aldırmamıştı bile. Gezici
kütüphanesinin gerçekleştirdiği kitap okuma yarışmasında ayın birincisi seçilmişti. Gözlerinden
yanaklarına doğru özgürlüğe koşan gözyaşlarının tek sebebi bu idi belli ki.
Gezici kütüphaneler dokuz itibariyle mahalleye gelir, ikindi vaktine kadar hizmet verirlerdi. Bu aktivite
genellikle haftanın üç günü tekrar ederdi.
O zamanlarda kitaplara ulaşmak güçtü. Hatta o dönemlerde kitap okumak lüks bile sayılabilirdi.
Herkes ücretini vererek evine istediği kitabı alamazdı. Bunun için gezici kütüphanesinin bu faaliyetleri
sayesinde isteyen herkes dilediği kadar kitaplarla haşır neşir olur, dileyen kitapları geri vermek üzere
ödünç alabilirdi. Böylelikle alınan bu ödünç kitaplarla okuma alışkanlığı gün geçtikçe artıyordu bu
kimsesizler mahallesinde.
Kalabalık olduğu kadar, gayet de sessizdi içerisi. Herkes kendi ruh haline göre seçtiği kitaplarla baş
başa kalırdı. Geniş olmamakla birlikte ferah bir kütüphane… Sessizliğin sesini bozan kitap sayfalarının
çıkardığı ses, eski kitapların kokusu, kitapseverlerin başını döndürüyordu zevkten. En iyi arkadaşla
paylaşılır gibi hüzünler, gülüşler, ağlayışlar… Yaşlı adamın dillendirdiği öyküden, dinleyen miniklere
sirayet eden bir sürü deneyim. Arif yaklaşıverdi usulca… Mahzun çekingen bir edayla sessiz ve kırık bir
sesle ‘’bende dinleyebilir miyim amca?’’. Evet evladım elbette, bundan böyle günlerin burada
geçecek. En güzel bilgileri, en iyi arkadaşları ve insanlara faydalı bir birey olmayı burada öğreneceksin
deyip kitabı tekrar okumaya devam etti.
Düşünceler sarmıştı Arif’i. Evet faydalı bir birey olmak. Evet evet, en çok istediği şeyde buydu zaten.
Peki bunu nasıl yapabilirdi? Faydalı bir birey nasıl olunurdu? Kitapların buna nasıl bir katkısı olacaktı?
Mesela hasta annesini iyileştirebilir miydi bu kitaplar ? Ahh şimdi babam yaşıyor olsaydı. Annemi en
iyi hastanelere, en iyi doktorlara götürürdü belki. Canım babacığım yokluğunu ne de çok
hissettiriyorsun.
Haftalarca süren bu mutluluk dolu ziyaretler, onu daha çok bağlamıştı kitaplara, hayata, yepyeni
başlangıç ve umutlara. Her seferinde anlatmakla bitiremediği kısacık kütüphane serüvenlerini başta
biricik hasta annesine, arkadaşlarına, bakkal amcaya, dönüşte güzergâhta bekleyen yaşlı Mehmet
Amca’ya anlatıp döküveriyordu içindekileri. Hatta pencere başında saatlerce sokak lambası altında
bekleyen kediye bile… Anlattıkça coşuyor, coştukça daha fazla susuyordu kitaplara.
Günler öylece geçip gidiyordu. Küçük bir çocuk kalbinin kitaplara olan aşkı… Arif artık kafasına takılan
soruların neredeyse hepsini kitaplarda arıyor. Biricik annesine, hayattaki en değerli incisine, faydalı
bilgiler ediniyor, onu iyileştirmek için saatlerce kütüphaneden aldığı ödünç kitapları okuyor, hiç
bıkmadan devam ediyordu büyük bir hırs ve çabayla.’’ Kitaplar en etkili şifadır her derde ’’ derdi, her
daim içini döktüğü şeker dağıtan yaşlı amca. İlaçların derdine deva olamadığı bir hastalıkla
pençeleşiyordu incisi. Hem artık ilaçlar için verecek paraları da kalmamıştı. Ve karar vermişti Arif, tek
umudu kitaplarıydı artık.
Her hafta gittiği kütüphaneden güzel kitaplar alıp annesinin başucunda bükülür saatlerce okur oldu
Arif. Annesi de dinler ve gülümserdi. Tek bir gülüşü için dünyaları devirebilirdi arif annesi için. Küçük
bedeninde koca bir yürek vardı. Hem hayalleri vardı, büyük adam olacak, güzel evlerde yaşatacak
annesini, en güzel doktorlara o götürecekti, babasının boşluğunu evin tek çocuğu olarak o
doldurmaya çalışıyordu.
Arifin annesi pencere başında oturmuş geriye doğru sayıyordu; "yirmi üç" dedi, biraz sonra da "on
beş"; arkasından "on iki, on bir, on" dedi. Ve ardından ‘’dokuz"; daha sonra, birbiri ardına "sekiz" ve
"yedi". Arif merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, koca bir ağaç
vardı evlerinin önünde.
Arif hüzün dolu bir ses ile "Neyin var anne?" diye sordu. Annesi fısıltı halinde" altı" dedi. "Artık hızla
düşüyorlar. Daha üç gün önce yem yeşil yaprakları vardı. Gittikçe kolaylaşıyor gibi, öncede saymaktan
ağrılar giriyordu başıma. Bak, biri daha gitti işte. Topu topu beş tane kaldı şimdi. "Beş tane ne?" diye
sordu Arif. Yapraklar… Koca ağaca asılı hayatta kalma mücadelesiyle savaşan...
Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, annesi hemen
perdenin açılmasını istedi. Yıllara meydan okuyan ağacın son yaprağı hâlâ yerindeydi. Anne, yattığı
yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra Arif’e seslendi. "Oğlum ‘’ dedi. Boğazında düğümleniyordu
cümleler. Sessiz odayı inletiyordu sert öksürükleri. Yutkundu sakince daha sonra tekrar yeltendi
konuşmak için fakat mecali kalmamıştı. Arif anlamıştı artık, belinden tutup yatağına uzandırdı ve yanı
başında duran kitabı alıp okumaya başladı.
Arif her şeyin farkındaydı küçük yaşına rağmen. “ Çocuklar, anne ve babalarına yaşlı olduklarında
bakmalı. Onların gönlünü hoş tutmalı. Çünkü onların hayat deneyimlerinden her zaman için
öğrenebilecekleri şeyler vardır.” derdi her zaman okuduğu kitaplar.
Gıcırdayan somyanın üstüne kendini zor bela bırakıvermişti. Gözlerini rutubet kokan odanın tavanına
dikti. Yaşlı amcanın sözleri kurcalıyordu aklını;’’ Kitaplar şifadır dert için, ilaçlar gibi’’. Bu cümle
beyninin içinde yankılandı tekrar ve tekrar. Sola döndü, sağa döndü, yün yastığı başının üstüne
yerleştirdi. Olmadı hayıflanarak tekrar sol tarafa döndü. Uyumak için gözlerini sıkıca yumdu. Nefes
alış verişini düzene sokmaya çalışırken Azrail’in ayak seslerini işitir gibi oldu, kalp atışları hızlanmış
nefesini tutmuştu. Gözlerini açıp yatakta doğruldu. İnsanın aklına gelen başına gelir miydi acaba?
Ayağa kalkarak ağır aksak adımlarla mutfağa doğru yürüdü. Gıcırdayan tahtaların sesini bardağa dolan
suyun şarıltı sesi aldı. Annesini kapı aralığından görüp gülümsedi. Hayatının incisi oğluna bakarak
sudan bir yudum alıp titreyen dudaklarıyla “Sessizlik ölümü hatırlatıyor ve burası hep sessiz. Ölümden
değil seni bir başına bırakmaktan korkuyorum yavrum’’ dedi. Veda eder gibiydi sesi. Yalnızlık, sessizlik
ve ölüm yeni mekânlarına kurulurlarken annesinin gözlerinde hüzün usulca bekliyordu.
Yatağına uzandı ve gülümseyen bir edayla gözlerini yumdu. Arif annesinin yastığını düzeltti ve yorganı
üzerine usulca örttü. Alnını öptü. Başını kaldırdı ve perdeyi çekmek için elini uzattığı sırada ağaçtan
son yaprağın düşüşünü gördü. Ve mırıldandı.’’ İşin daha da kolaylaştı anneciğim.’’ Ve son yaprak da
düştü.
Nefes aldık önce hiç bilmeden
Öğrenmekten kaçındık bazen
Hislerimiz vardı alışılmış
Anne omzunda bir kaç sene
Ha geçti dedik ha geçmeden
Yoruldu.
Yere çöktü usulca
Diz kapağında yırtıklar
Bir ufak öpücüğe dirildi tüm hayatlar
Bilmeden
Bambaşka bir dünya gibi
A demeyi öğrendi
Sonra acı demeyi
İnlemeyi
Ağlamayı
Giyinmeyi
Yemeyi…
Bilmeden.
Her ne keramet ise
Bilmeden
Bilmeden büyüdük
Ağır diye aldık omzumuza sevgiyi
Taşır mıyız; taşırır mıyız. Bilmeden.
Geçti geçecek derken
Durduk saydık yerimizde
Şu olur mu?
Bu iyi mi?
Diye dizildi önce sorular
Ardı arkası kesilmeden.
Bilmeden, bilemeden.
Yola hunharca atılmış bir taşa takıldı tüm umutlar
Zift gibi karanlık dünyada esir kaldı bir kaç harf
Salındı dar ağacında ucu açık cümleler
Anlamsızlık adına çakıllarla bezendi tüm yollarım
Hep bilmeden
Başta alınan nefesi unutup
Sonrasına boyun eğmekten
Soyundu tüm çıplaklığıyla gerçekler
Yalanlar gizlendi kuytu karanlıklara.
Bilmeden
Hiç görmeden
Belki de duymadan
Sadece hissettik eskiden
Bir şeye inandık
Ne olduğunu bilmeden
Düştük kalktık önümüzü hiç görmeden
Tek görülmeyen bir şey kaldı bilinen
Alınan nefes ödünç imiş geç anlaşıldı
Vermek başka seneye
Hayaller, umutlar çoktan satıldı.
Günler günleri kovalıyor, Arif pencere kenarından bir an olsun ayrılmıyordu. Ne yapmalıydı şimdi?
Yaprağı alıp taksaydı tekrar yerine gelir miydi annesi?
Perde ardında acı döküntüler
Sessizce
Ne keder, ne tasa gerek
Ölmek yeni bir şey değil bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.
Birazdan iner perde
Hırıltısı başlar göklerin
Şırıl şırıl akar
Gizler sendekileri
Anlamaz kimseler
Ve sen Anne!
Kapama gözlerini; Yalnızlık hiç bu kadar karanlık olmamıştı.
Kitaplardan bihaber geçirdiği sayısız günler. Yanılıyor olamazdı yaşlı amca. Hızla kapıya yöneldi, bir
şeyler gelmişti aklına, kendini atıvermişti sokağa, kafasındaki projeyi unutmamak için kapıyı bile
çekmemişti. Soluk soluğa yetişiverdiği gezici kütüphanesine uzaktan bağırarak ‘’Hastamı… Hastamı
seviyorum, ışığını veriyorum. Hastamı seviyorum, ışığını veriyorum’’ diyordu. İhtiyar adam ne demek
istediğini anlamamıştı Arifin. Günlerce görmemişti kendisini; annesinin ölümü baya bir değiştirmişti
onu. Yüzünde bir burukluk, gözlerinde morluklar… Ve zayıf kalmış bedeni. Oturtuverdi amca
tabureye. Soluklandı, bir yudum sudan sonra tekrar o cümle dudaklarında ‘’Hastamı seviyorum, ışığını
veriyorum’’.
-Ne oldu evladım anlat hele nedir bu telaşın?
-Buldum amca buldum
-Neyi buldun oğlum telaşlandırmada anlat
Amca sakin ve anlamlı gözlerle arifin gözlerinin içindeki parlaklığa bakıyor ve heyecanla
söyleyeceklerini bekliyordu. Arif hırçın bir at gibi ne diyeceğini, nasıl anlatacağını, hangi kelimeleri
kullanacağını seçmek için çaba sarf ediyordu. Koştuğu için baya yorulmuş, daha yeni yeni çıkıveren
sarı bıyıklarını ter basmıştı.
-Proje dede proje... Anneme yardımcı olamadım, hep okudum çabaladım bir yolunu bulamadım.
Fakat biliyorum ki son günlerinde rahat etmişti annem; daha fazla gülümsüyor, daha az ağrıyordu
bedeni ama takdir işte, kaybettim annemi, gözümden gönlümden sakındığım incimi.
-Anneni çok seviyorsun biliyorum. Eminim annende seni çok seviyordur. Unutma! Anneler terk etmez
yavrularını. O yukardan seni izliyor ve başarılı olmanı çok istiyordur. Okuyup büyük adam ol, belki
annene derman bulamadın ama nice annelere bir umut ışığı olmak istemez misin?
Ve mahallenin dört bir yanında çocuklar, ellerinde kütüphaneden aldığı kitapları, yaşlı dedelere,
ninelere okuyor onları belki son günlerinde mutlu ediyorlardı. Küçük çocuklar, ağabeylerinin okuduğu
coşkulu hikâyeleri dinliyor, mutluluk çığlıkları atıyorlardı adeta. Onlarda ağabeyleri gibi büyüyüp kitap
okumak istiyor, büyük adam olmak istiyorlardı.
Ve bir gün daha sona ermişti. Çocuklar günün bitmesine üzülmüşler, daha çok dinlemek eğlenmek
istiyorlardı. Ertesi günü iple çekiyorlardı.
Son sayfaları kitapların mesela
Öldürmek gibi bir insanı
Nokta çok kaba geliyor bazen…
Arifin ‘’hastamı seviyorum, ışığımı veriyorum ‘’ projesi için tam uygun bir ortamdı ama bu sadece
mahalleyle sınırlı kalmamalıydı. Gezici kütüphanenin katkılarıyla, kütüphaneye üye olan tüm yaşlısı,
genci ve tüm çocuklar çağırıldı ve tüm kasabayı çalkalayan sloganlar atıldı. Kaymakam huzuruna
çağrılan küçük Arif’e projesi için gerekli her şey gezici kütüphane ışığında sunuldu. Tüm çocuklar
kasabanın her tarafına akın etti. Hastaneler ve huzurevleri çocukların kitap okuma sesiyle yankılanıp
durdu.
-Dede kitap okumamı ister misin?
-Tabi evladım, çok sevinirim
Dede sulu gözlerle yanında kitap okuyan çocuğa bakıyor, sessizce dinliyordu. Bir ara homurdandı, bir
şey diyecekmiş gibi oldu. Süleyman başını kaldırıp ‘ buyur dede, bir şey mi diyecektin? ‘ dedi.
- Evladım, ben okuma yazma bilmem. Bizim zamanımızda okul yoktu, bizi böyle teşvik eden
kütüphaneler de yoktu, kitap bulmak çok güçtü, bu yüzden bir türlü elime fırsat geçmedi okuma
yazmayı öğrenmem için. Rica etsem bana da öğretir misin okumayı yazmayı, harfler üstünde uçmayı.
Süleyman, Arif’in başlattığı projeye yeni bir hava getirmişti. Artık çocuklar okumakla kalmıyor, elinde
kalem defterlerle dileyen herkese okumayı yazmayı öğretiyorlardı.
Melike evin bahçesinde, ağacın gölgesinde yüzünde hafif tebessüm, kitap okuyordu. Hasan beliriverdi
kapıda ansızın. Ayağını yere sürterek melikeye yaklaştı.
-Ayşe nerede?
-Evde yok, annemle çarşıdalar, kitap alacaklarmış.
Hasan, eğik, ince dal gibi boyuyla duruyordu; yüzündeki saf gülüş hiç eksilmezdi;
- Geçen gün, Mehmet sana kitap mı verdi?’
-Evet, çok güzel bir şiir kitabı, dedeme okurum.
-Bırak onu, gel oyun oynayalım, neden okuyorsun ki?
Hasan, elinde tuttuğu kutunun içinden bir oyuncak araba çıkardı,
-Bak bunu yeni aldım ve bunun gibi bir sürü oyuncağım var beraber oynarız; okuyup da ne olacaksın
sanki, daha yaşımız küçük büyüyünce okuruz.
Ayşe böyle bir düşüncede olan arkadaşına üzülmüş, onu gezici kütüphanesine davet etmişti. Bu
davetine önce burun kıvırsa da merak etmiyor da değildi Hasan. Okumanın önemini yaşlı amcadan
dinleyen hasan bundan çok etkilenmişti. Hasan artık kitap okumaya başlamış, kutusunda oyuncaklar
değil de kitaplar taşıyor, herkesi kitap okumak için çağırıyordu. Böylelikle artık çocuklar oyun
oynamak için değil kitap okumak için buluşuyorlardı.
Hislerim
Sonsuza kadar
Çiselese yağmur gece boyunca
Düşlerimdeki hoşnutsuzluk
Gözlerimi maziye diken
Yandım
Yılmadım kalktım
Her adımda yitiverdi tüm anlarım
Esiri olmak köşe yanların
Kitap oldu ellerimden tutan
Yalnızlığımla, kelimelerimle kaldım
Sardım
Eskiden kalma sandığa dizildi tüm yıllarım
Mazi bir yorgan altında el/lerde
Ölüm bir hatıra gibi düşlerde
Yaşamış gibiyim
Çığlıklar kulaklarımda hala
Ucunda kıyının
Bir avuç kumda hüzünlü kaldım
Med cezir bozdu
İki odalı evimizi
Çatısı sular altında
Bitti
Yaprağın düşüşü gibi ayrılışın
En ince noktasından
Bir meltem aldı götürdü toprağa
Yağmurlar yağdı ardından
Yeni yeni tomurcuklar
Kitaplarla büyüyen bir gençlik…
Kısacası Anneciğim;
Mutluluğa yelken açmış yarınlar
Bunu kesip biçsinler aydınlar
Ay tutulması ardından
Sağır edici bir nida
Geride kaldı…
Beyaza boyanmış dört duvar, masa önünde birkaç sandalye ve sandalyeler arasında büyükçe bir
sehpa. Arkası pencereye dönük geniş bir dolap… Hafta içine oranla hafta sonları tıklım tıklım olan bu
yerde, mesaiye birkaç dakika kalmıştı, onlar gelmeden, onların yerini başıbozuk bir rüzgâr, içleri
ürperten bir inleyiş sarıyordu. Tam yirmi yıl önceki soğuk bir eylül akşamını tekrar yaşıyor gibiydi Arif.
Perdenin bir ucu dışarı sarkmış rüzgârla dans ediyor özgürlük savaşı veriyor gibiydi. Çıldırtıcı bu
sessizliği kapının tıkırtısı bozmuştu.
Ve hafiften nazikçe bir ses,
Hastanız var, içeri alayım mı Doktor bey ?...