OKU - Sultani

Transkript

OKU - Sultani
•
-
Bu Fark Neden?
Neşriyat
Galatasaray Lisesi
Kolu
tarafından İstanbulda çıkarılır.
anlaşmazlık
Bir
içindeyiz... Gençlerle bu debağdaşamadı.
fa bir türlü fikirlerimiz
Nisan günü
sayıyor
SAYI: 37
Onlar 1
yapılan çeşitli haşarılıkları
pek tabii
ve savunuyorlar.
Ben o gün pek mi sinirliydim, tersimden mi
Yıl:
Mayıs
53 -
1961
kalkmıştım, farkında değilim
sarfettiğim yakışıksız
yunca
ama bir ömür bo-
kelimeleri denk söz-
lerin tümünü bu saatte tükettim.
Sahibi ve
Yazı İşlerini
pencerelere, pencereler
Kapılar
Fiilen
kılınış,
çocuklar odunlukta
talar sabunla
ldare Eden:
MUVAFFAK BENDERLİ
Bundan
parlatılınış...
değil
1 Nisan
mi?
Biraz da gülüp
ta-
kapılara
tünemişler,
kara tahne
çıkar?
eğlenmemeli
miyiz? Nesiller arasındaki yaşayış ve hayat farkını kavrayamamak hem öğretıneni sinirlendirir,
neşesini kaçırmış ...
hem de gencin
NEŞRİYAT
KOLU: Ömür Sezgin, Oktay
Sunata, Sermet Arkadaş, Köksal Bayraktar, Mehmet Ali Birand.
mi böyle güzel bir günü haram
Yazık değil
ettiğimize ...
** *
Aradan zaman geçti. Geçen gün ihtiyar dostumla
Anadolukavağındaki
söz
luştuk;
tLİN !ŞLER1 : Ahmet Bozkurt.
biraz
arasında
düşündü,
parıltısı
-
yüzünde en
sanki biraz daha
Allahaşkına
kahvesinde bukendisine anlattım,
kıyı
olayı
canlı
arttı
sen kaç
olan gözlerinin
:
yaşına
geldin? dedi.
Cevap verdim.:
Dizildiği
ve
Basıldığı
Yer:
-
Ya onlar?
İçimi
SERMET MATBAASI
-
En
çektim :
kabadayısı
Farkın
ve
yor, kendini beyhude
·İhtiyar Dost ..
adı altındaki
sohbet
unutulmu,ş
yazısı
ile mec-
muamız
eski ve
kazandı
ve zenginle§ti. Filhakika evvelce de
(antet)
altında
manla
muasının ıslah
bir sütununu yeniden
böyle bir sütun
kaybolmu,ştu.
vardı,
aynı
fakat za-
Böylece, Galatasaray mec-
yolunda
üzmüşsün,
dedi.
* * *
Kıymetli hocamız Muvaffak Benderli'nin «ih-
tiyar Dost»
yirmi, dedim.
buradan geli-
davranışın esası
dܧÜndüğümüz
çarelerden
biri de
mecmuamızı ve okuyucularımızı bu eski
sütuna
kavu,şturmak
oldu.
İlk defa ihtiyar dostumu pek de
muyordum. Doğru, arada büyµk bir
var, o kadar ki, bu farka
haklı
bul-
yaş farkı
kuşaklar sığıyor ...
Ama
da bu kadar olmamalı. Anlayış ve
biraz daha yaklaştırabilmek için
birbirimize eğilıneliyiz. Bu eğilişte .bizden anla(kafa)
farkı
davranışlarımızı
yış, hoş
görürlük, sevgi, size
çok beklediklerimiz var:
ulaşmalık.
neşe,
heyecan,
Sizden de
saygı
ve
inanış ...
İHT!YAR
DOST
GALATASARAY
2
LE CARACTERE
1
Par:P.DUBOIS
Par la lecture et par les voyages, par le cinema et par la radio nous sommes renseignes
sur tout ce qui se passe dans le monde et meme
dans l'espace. Le medecin nous dit quelle est
notre tension ou notre groupe sanguin. Mais qui
nous dit quel est notre caractere? Et pourtant
comment nous diriger, nous utlliser nous-mme
sans savoir d'une maniere suffisamment exacte
et meme scientlfique quel est notre caractere?
n est tres difficile, pour ne pas dire impossible, d'acquerir une connaissance exacte et
complete de notre caractere. Et cela pour plusiers raisons. Tout d'abord, le caractere n'est
pas un donne une .structure fixe, car il evolue
depuis l'enfance jusqu'a la vieillesse. L'influence
du milieu se fait sentir depuis la conceptlon
jusqu'a la mort; il agit sur nous, souvent inconsciemment, parfois consciemment; nous sommes
modeles par lui, jusqu'a un certain point, mais
nous pouvons aussi reagir contre lui. Par l'heredite et ses lois mysterieuses, nous portons en
nous, chacun a sa façon, toute l'histoire de deux
personnes, et puis de deux, de quatre, de huit,
de seize familles, bref l'histoire d'un monde et
d'une epoque. Parmi ces influences, quelques unes
sont si cachees qu'il a fallu les dernieres decouvertes des psychologies des profondeurs pour
nous y rendre attentifs. En somme, chaque caractere est un sphinx qui garde jalousement
quelque secret.
Et pourtant qui veut former ou mme simplement utiliser un caractere doit le connaitre
autant que possible. n existe aujourd'hui des
procedes pour explorer le caractere, en particulier les tests dits projectifs: Rorschach, T.A.T.,
Szondi, Symonds et la reponse a une longue
serle de questions bien etudiees permet d'atteindre a de vraies certitudes : Heymans, Le Senne
et d'autres ont publies leurs questionnaires.
Quand on a connu son caractere, la premiere
chose a faire est de l'accepter. n est peut-etre
desagreable de savoir que l'on est amorphe ou
lymphatique, mais refuser de le savoir ne ferait
que compliquer la situation. Il faut se dire que
la richesse du monde vient de sa diversite et que,
comme l'attirance des sexes est faite en bonne
partie de leur difference, ainsi la diversite des
caracteres peut agir pour une bonne entente et
assurer, dans le monde, une heureuse complementarite.
Quand on a accepte son caractere, il faut
essayer de l'ame.liorer. Pour cela, il faut lutter
contre les defauts et developper les vertus, mais
il n'est pas dit qu'il faille d'abord se debarrasser
de ses detauts pour pouvoir commencer le travail
positif. Au contraire, souvent la recherche du positif facilite le deblaiement. Chacun doit savoir
non seulement quelle est sa faiblesse, mais quelle
est aussi la vertu sur laquelle il peut compter.
Un passionne peut etre orgueilleux ou mme
egoiste, mais il a le sens de l'honneur. Un flegmatique est sans doute peu entreprenant, mais
il a le sens du devoir et est ponctuel.
Beaucoup de reactions chimiques ne se font
qu'a chaud. Si dans le travail du caractere il
faut de l'ordre et de la raison, il faut aussi
compter sur l'energie des puissances affectives
qui, surtout chez les jeunes, sont souvent bien
plus et bien plus tôt developpees que l'inteligence.
n faut savoir sentir, go1lter tout ce qu'il y a
d'attirant dans !'ideal du sage, du heros; il faut
savoir se sentlr attlre par tout ce qu'il y a de
mysterieux et pourtant de possible et de realisable dans les profondeurs insoupçonnees de
notre etre. Chacun dervait s'appliquer a soimme
cette devise qui orne un spendide hôtel de
Bruges : PLUS EST EN VOUS !
P. DUBOIB
GALATASARAY
3
Aramızdan
Ayrılanlar..
1960 - 61 yılının son ayları Galatasaraylılık
için çok acı aylar olmuştur. Hemen birbirinin
ardı sıra diyebileceğimiz kayıplar, Galatasaray'ın
olduğu kadar memleketin de en mümtaz kişile­
rini teşkil ediyordu. Kaybettiğimiz kıymetler:
İzzet Hamit Ün,
Ethem Şinasi Oran, Muslih
çok sevdiğimiz arkadaşlarımızdan Musa'yı,
sonra da ağabeyimiz
Deniz Ulutan'ı kaybettik.
Peykoğlu. Bunların yanı sıra
-
!ZZET HAM!T ÜN :
Eski başmuavinlerinıizden olan (713) İzzet
Hamit, 1904 senesi sonbaharında okula kaydolmuş ve 1914 de de mezun olmuştur. Mezun olduğu sene, fransızca ve coğrafya öğretmeni olarak,
eğitim hayatına atılmıştır.
Okulumuzda, dürüstlüğü, sonsuz bir en~rjiy­
le çalışması ve talebeye bağlılığıyla tanınmıştır.
Cihan Harbinde «Telsiz telgraf zabiti» olarak çalışmıştır.
1951 yılından 1960 yılına kadar Çapa Eğitim
Enstitüsünde ve Teknik Üniversitede öğretmen­
lik yapmıştır. «Langue Turque» adlı kitabıyla
Türkçeyi yabancılara öğretmek için bir metod
hazırlamıştır. Bu kitabı Şarkiyat Bölümüne tavsiye edilmiştir. <ı:English of today», <ı:Durubu Emsal» adlı atasözleri kitabı, Fransızdan Türkçeye,
Türkçeden Fransızcaya bir lügat da yazmıştır.
-
ETHEM EJJNAS! :
1890 da Girit'te doğmuştur. Klapsarzadelerdendir. Babası, Mektebi Sultani mezunlarındaa
Yunus Şinasi Bey'dir.
Ethem Şinasi 1911 yılında mezun olmuş, 19
Eylül 1911 de de öğretmenliğe başlamıştır.
Okulumuzda bütün herkesin saygısını kazanan Ethem Şinasi, 43 yıl aralıksız vğretmenlik
yapmıştır.
M. Benderli bir yazısında onun için
şöyle der:
«Talebelik, idarecilik, öğretmenlikle
geçen yarım asir ... Bu her kula müyesser olmaz.»
-
MUSL!H PEYKOÜLU :
Muslih Hoca
Galatasaraylılığa,
hakkında
ne yazsak az olur.
mektepte ve klüpte hizmetleri
büyüktür.
Şehit Yüzbaşı
Salahattin Beyin oğlu olan
Muslih Peykoğlu, 1904 yılında !stanbul'da doğ­
muş, ilk ve orta tahSilini de okulumuzda yapmış,
1924 yılında da mezun olmuştur. 1925 de muallim muavini olmuş ve Darülfününun Hukuk Faktiltesine devam etmiştir. Oradan 1928 yılında
mezun olmuş ve ı !129 da da okulumuza Türkçe
öğretmeni ve müdür muavini olmuştur. Tam bir
Galatasaraylıydı.
Geldiler, başardılar, gittiler. Unutmayacağız.
Bütün Galatasaraylılara başsağlığı ...
N. Ç.
Musa için ..
Penbeden başladım, «kara;ı. ya kadar koş­
tum. Sordum, soruşturdum. Karanlıkları delmek,
esrar perdesini yırtmak istedi usum, ıstırabını
çektim yetersizliğimin acı acı. Kilitli pencereleri
kırmak istedim tek tek :
vurdum, vurdum, gücüm yetmedi. Kara perdelere asıldım var gücümle, yırtarcasına: vakit çok geç! Dışarıda sadece
beklenmeyen karanlık, beklenmeyen hüzün.
Sağa dön, sola dön, dar bir tabut. «Bu ölüm
beni ergeç tutacak» diye yaşarsan, aklında tut,
dünya ile alakan mahdut ve sen de gayesinden
uzaklaşmağa malıküm bir kimse olursun: ufuklar alabildiğine geniş, ufuklar dar. İnsanoğlu tok
gözlü, insanlar aç. Hayat tatlı elemlerle dolu, hayat acı. Cesareti olan haykırıyor: «ben yaşamı­
yorum, kimse yaşamadı!». Kelimeler doyurucu,
cümleler tasvipkar; kelimeler manasız, cümleler
isyan dolu. Çatlaklardan sızan damlalar kahır
dolu, topraktan fışkıran bereket zehirleyici. Açı­
lan kollar, uzayan boylar hep alaşağı etmek için.
Gazabından korkan isyan ediyor. Gözlerini kapayan «kurtuldum» zannediyor. Bilmiyor. Umduğu­
nu bulamazsa dönüş yok. Her dönemeçte arkasından kilitlenen bir demir kapı, her dehlizde sadece bir tek yön. Giren «önümde üç yol var» diye
sevinir, halbuki yolu seçilmiştir. Yürür. Bir boş­
luk! «Aşılmıyacak mama yokti.ır» diyen boşluğu
doldurur. Boşluğu gözünde büyülten içinde kaybolur. Düşer, uçar. Fakat kanatsızdır. Üzerinde
kat kat tabaka, kanat'a lüzum var mıdır?
Bu defa zehir saçan çatlaklardan medet
umulur. Olmayan yerlerde saadet izleri aranır.
Gıpta! Sana gıpta, bana gıpta! Sende, bende hayata gıpta! Gözler dolu dolu yatakta nedametten. Vücüd perişan, insanoğlu zayıf. Bir tanesi
çıkıyor, bu zayıflıktan eser yok. Vücüd perişan
ama gözler parlak, nedametten en ufak bir iz
yok. Azim ve irade fışkmyor bakışlardan. Sevdiklerine karşı halen mütebessim, saygıyı davet
eden bir hali var. Oda bomboş, tavanda ayn çatlaklar. Moral bozuk. İhtiyacı var, civarında insan yok. Nedamet olsa bile elinden tutan yok.
Tekrar ıstırap. Bu defa takviyeli: Vücüd perişan.
Hayata küfür, hayata lanet, hayata elveda ...
!nsanoğlu, bu mu sonun ?
GALATASARAY
4
Eski
Galatasaraylılar:
•
Abdi ipekçi
Soru hazırlamadan gitmiştik. Konuşmamızın
o kalıplaşmış röportajlara benzemesini istemiyorduk. Fakat bir türlü söze başlayamıyor, birbirimize bakıyorduk. Bu halimizi gören Abdi !pekçi:
- Peki, öyleyse ben bir sual sorayım, dedi
ve içimizde gerçekten gazeteci olup olmadığını
sordu. Hiç birimizin böyle kesin bir kararı yoktu
ama, mektepteki arkadaşlardan gazeteci olmak
isteyen bulunabilirdi ve vardı da.
Gazetecilik ve Galatasaraylılık üzerine konuşmaya başladık. Abdi İpekçi, mesleğinden şi­
kayet etmiyen, ve hatta öven, ender rastlanan
insanlardandı. Şöyle diyordu :
- Galatasaray mezunu çoğunluk ya hariciyeci olur, yahut da gazeteci. Bugun butun '!'ürk
sefaretlerinde bir Galatasaraylı bulmak mümkündür. (Hatta Patagonya'da bile mutlaka bir Galatasaraylı vardır.) Bunun yanısıra, aynı şekilde,
her gazetede de bir Galatasaray Lisesi mezunu
vardır. Artık bti bir an'ane haline gelmiştir. Ve
Galatasaraylılar bulundukları gazetelerde en üst
mevkileri tutarlar. Hein kendileri başarı kazanmış, hem de gazetelerini yükseltmişllerdir (Kendimi kasdetmiyorum).
Eskiden gazeteciliği, ya zengin aile çocukları zevk için, amatörce bir zihniyetle, yahut da
hiç bir yerde dikiş tutturamamış olanlar, gazeteciliğin forsundan istifade etmek için gazeteci
olurdu. Kültürlü aile çacuklarına pek cazip gelmezdi gazetecilik. Bunun sebebi de gazeteciliğin
insanı tatmin etmeyişiydi. Oysa bugün gazetecilik pek cazip bir hale gelmiştir. Memurdan iki
üç kat fazla para geçiyor eline. Tabii çalışmak
şartıyla. Gazetecilikte ilk adım, diğer mesleklere
göre daha avantajlıdır. Rekabet derhal di!{kati
çeker. Bir defa isim yaptın mı herkes seni ister
ve maaşın da böylece artar.Çetin Altan ilk önceleri 2,5 liraya yazardı, şimdi binlerce liraya
yazıyor.
Arzum çok
sayıda Galatasaraylının
gazeteci
olniasıdır.
Galatasaraya girmek bizim zamanımızda bereket versin pek zor değildi (Bu sözüyle bir kere
daha Abdi İpekçi'nin üzerinde Galatasaray Lisesinin tesiri belli oluyordu). Eğer Galatasaraya
girmemiş olsaydım, bugünkü durumuma gelmem
daha güç olurdu sanırım. Bab-ı All'yi Galatasaray Lisesi Dergisi vasıtasiyle tanıdım. Ben de o
zamanlar sizin gibi eski Galatasaraylıları dolaşır­
dım. Fakat bir gün beni de böyle, Galatasaray
dergisi çıkaranların ziyaret edeceği hiç aklıma
gelniezdi.
Galatasaraya ilk okulu bitirdikten sonra girdim. Yetiştirici sınıfa. Daha o zamanlar birkaç
arkadaşla birlikte duvar gazetesi çıkarırdık, daha sonra elle yazdığımız. bir gazete çıkardık. Kiralardık arkadaşlara. İsmi İLK ADIM'dı. 6. ve 7.
sınıflarda
da devam ettik
aynı
gazeteyi
çıkar­
maya.
7. sınıfta resim atölyesine girdim. Son sınıf­
tan Eksin'in karikatürlerine gıpta ederdim. Yaptığı karikatürler bir mecmuada basılırdı. Kendi
kendime sorardım: acaba benim karikaturler de
mecmualarda basılır mı diye.
Bir gün resim yaparken karikatür yaptım.
gitti. Yaptığını karikatürleri o zamanın
karikatür üstadı olan Cemal Nadir'e götürürdüm. Pek beğenmezdi. Tabii kötuydü yaptıkla­
rım. Fakat yine de çok iyi davranır ve bendeki
hevesi kırmazdı. Nihayet bir seferinde «Hah,
Abdi Bey (küçük olmama rağmen Bey diye hitap ederdi) şimdi olmuş» dedi ve çıkardığı dergiye hemen karikatürümü koydu. Talımin edersiniz ki, neşri büyük bir zevk verdi bana. Bundan sonra muhtelif spor dergilerine karikatürler
ve yazılar yazdım. Zaten iik yazarlığım sporla
başladı. Beden ·Terbiyesinden bir mektup aldım.
Benden, çıkardıkları aylık dergi için ciddi ve
uzun bir yazı istediler. Galatasaray müzesi ve
tarihçesiydi yazımın başlığı. Yazımı götürdüğüm
zaman şaşırdılar. Beni 30- 40 yaşında biri zannediyorlarmış. Oysa, daha 7. sınıf talebesi idim.
Hoşuma
Liseye geçince, son sınıf öğrencilerinden Vedat, broşür kolunda idi, aylık bir dergi çıkarmak
için teşebbüse geçti. Ben de broşür koluna girdim. Şimdiye kadar çıkardığımız çocuksu gazetelerin yanında çok daha ciddi bir şeydi bu. Böylece meslek hayatına atılmış oldum. Başarılı bir
teşebbüs oldu. Mektebi bitirir bitirmez gündelik
bir gazetede, Yeni Sabah'ta çalışmaya başladım.
Mektep hayatım hepinizdeki gibi hatıralarla
dolu. Ama bilmem ilginizi çeker mi ? Menfi hatıram yoktur, çünkü ne ders bakımından, ne de
disiplin bakımından sivrilmiş bir talebe değildim.
Yalnız Ördek Seyfi'den bir tokat yemiştim. Haksız yere yediğim için hala hatırlarım.
Muzipliklerimiz çoktu. Ama, eminim ki aynı­
belki sizler de yapmaktasınız.
Bir tanesini anlatayım isterseniz. Bir jimnastik
dersi idi. Melımet Ali Bey derse geliyordu.· Ders
Cumartesi günü 4 saat olduğu için girmezdik.
Benim gibi derse girmeyen İsfendiyar'la derse
girmiş olanlara bir oyun oynıyalım d.edik ve soyunma yerinde çıkardıkları ayakkabıların eşleri~
ni değiştirip, birisinin eşini diğerine sıkı sıkıya
düğümledik. O gün bizim sınıftan yı.:mekhanede
yalnız ikimiz yemek yedik. Yemeklerimizi bitirdiğimiz zaman, millet hala ayakkabısım arıyordu.
larını fazlasıyfa
GALATASARAY
5
L'EXISTENTIALISM E
1 Par: P. THOMPSON 1
L'existentialisme est un de ces mots dont
l'eclat finit par couvrir la signification. Tout le
monde en parle. Personne ne sait ce qu'il veut
dire. En effet, ce qui seduit ce rrest pas qu'il decouvre une nouvelle philosophie, c·est qu il inspire une attitude des jeunes devant la vie, une
attitude de desespoir exagere dont l'aspect theatral attire tous ceux qui, ayant perdu toute foi,
en son reduits a se jouer la comedie et a la jouer
aux autres. Les cheveux depeignes, les barlıes
mal rasees, les. casaques noires et les blousons
noirs prennent l'avantage de n'etre plus seulement letat normal de veulerie et d abandon de
tout etre jeune qui ne sait pas oü aller, mais
aussi d'avoir une signification. «Je ne me suis
pas. rase ni lave depuis deux jours, mais je suis
existentialiste. Je crois que rien de beau ni de
vrai n· est possible, mais je suis existentialiste.
J e ne respecte rien ni personne, mais je suis existentialiste.» Le mot existentialisme n'est plus
qu'une maniere de rejeter sur la societe et le
temps oü l'on vit, la faute de toutes les demissions de toutes les lachetes auxquelles on consent.
Malheureusement le temps oü nous vivons, c'est
nous qui la faisons, c· est de nous qu il est fait.
Aussi lorsque nous voyons des jeunes gens
se plonger dans les livres de Sartre, ce n'est pas
la verite qu'ils y cherhent, c'est une possibilite
de repondre a ceux qui les accuseraient: «Bien!
vous etes existentialiste. Mais qu'est-ce que c'est,
etre existentialiste ?». Ici les embarras commencent. On regarde celui qui questionne avec un
regard de defi, un regard existentialiste. Au
mons, que le regard le soit, si le cerveau ne l'est
pas du tout. «Yous ne voyez pas ma barbe, ma
casaque noire, mon desespoir! Et vous me demandez encore si je suis existentialiste t » :ı.ı y a
ıa dedans queque chose de miserable, qui est encore un plaisir, le plaisir de s'abaisser, qui donne
l'illusion d'etre superieur.
A un degre un peu plus eleve sont les jeunes
existentialistes qui crient partout l absurdit,.) du
monde. Cette absurdite qu'ils trouvent au monde
est loin d'etre philosophique. C est simplement le
refus de lutter. «Le monde sera ce que vous ferez» dit Andre Gide. Il est bien plus commode de
ne pas faire le monde, et de le dire absurde, avant
meme de s'etre battu avec lui. Il se trouve que
ce renoncement, cette lachete, cette paresse, qui
rırennent le nom d existentialisme sont exactement a l'oppose de ce que represente, l'existentialisme philosophique.
L'existentialisme n'est pas une philosophie
qui pretend detenir la verite. Elle est, de son
propre aveu, et surtout dans la pensee de son
representant le plus celebre, Jean-Paul Sartre,
un effort vers la verite, une methode qui pretend
utiliser tous les progres de la pensee moderne et
surtout celui qui phenomene ne s'oppose plus a
l'etre de l'existant: il renvoie a la somme apparences. Il n'y a la rien de nouveau: Taine le disait deja et Sartre dit de meme: le genie de
Proust-au sens oü l'on dit que 1-'roust avait du
genie ou qu'il etait un genie-n'est pas une puissance singuliere de produire certaines oeuvres.
Le genie de Proust, ce n'est ni l'oeuvre, consideree isolement, ni le pouvoir subjectif de le produire: c'est l'oeuvre consideree comme l'ensemble
des manifestations de la personne. L'apparence
ne cache pas l' essence, elle la revele.
A partir de ıa, on a bien tort de se demander
si l'on a du genie, si l'on est intelligent ete ... Les
apparences que nous produisons autours de nous,
les devoirs, les paroles, les oeuvres ne sont pas
le rideau qui cache notre etre veritable, elles sont
la revelation de l'etre qu'elles sont.
Professeur, je corrige le devoir d'un eleve.
Je peux considerer ce devoir comme une apparence qui cache la valeur reelle de l' eleve. En
realite, dans une perspective existentielle, lisant
le devoir de l'eleve, j ai conscience de ce deveir.
Ma conscience de ce devoir se produit comme
revelation-revelee d'un etre qui n'est pas elle et
qui se donne existant deja lorsqu'elle le reveie.
Letre de ce devoir, qui m'apparait lorsque je le
lis, n'existe pas seulement en tant qu'il apparait.
Il existe en soi et il existe pour ma conscience.
On avait l'habiture a·opposer au phenomene
l'etre noumenal; on y atteignait par une reduction de l apparence du phenomene. L' etre du devoir que je lis n' est pas noumenal, il n' est pas
cache derriere ce devoir, il n' est pas non plus la
somme des annarences de ce devoir d'eleve pour
moi. Il est transphenomenal parce qu'il n'existe
pas seulement en tant que j'en ai la revelation.
Et j'en ai, comme dit le philosophe allemand
Heidegger, une comurehension preontologi.que,
c'est-a-dire immediate: il m'apparait sans que
j'aie besoin d'en fixer l'apparence a l'aide de
concepts.
Mais cet etre du pMnomene, cet etre-en sol
du devoir aue je lis, est different d·un autre etre,
celui de ma conscience meme a la difference de
l' etre inree du phenomene, l' etre de ma conscience
se cree lui-meme par un effort pour fixer son
apparence. C'est un etre pour soi. Alors que
l'etre-en soi ne se pose jamais comme autre qu'un
autre etre, c'est en se posant en face de l'autre
que l' etre de me conscience se cree.
Ainsi, partis des apparitions, nous · sommes
conduits a poser deux types d'etre: l'en soi et
le pour soi. Le grand ouvrage de· Sartre, l.Etre
6
GALATASARAY
Vasfi Riza ile
konuşma
Mehmet Ali BIRAND
Cihangirin birbiri içine girmiş sokaklarında
kaybolmazsanız bunlardan biri olan Coşkun sokağın tam başında Firuzan Bey apartımanı var-
dır. İçeri girip hemen sağa dönerseniz, bir kapı
ile karşılaşırsınız, zili çalın, sabahlan ve geceleri
hariç, her an ünlU aktörümüz Vasfi Rıza Zobu
ile karşı karşıya gelirsiniz. Ben kendisini ötedenberi tanıdığımdan; tadına doyum olmaz nüktelerini kaçırmamak için Meta ağzının içine bakarım. Benim gibi bütün onu tanıyanlar da kendisini görür görmez yüzlerini bir tebessüm kaplar,
daha sonra hafif kıkırdamalar ve nihayet kahkahalar birbirini kovalar.
Okulların tatil olmasından bilistifade izin almak derdinden kurtularak bir Perşembe günü
saat tam beşte Bay Zobu koltuğuna, ben elim
ayağım titreyerek .masanın başına oturduk. Nezih de fotoğraf makinesi ile odanın içinde fır
dönmeye başladı.
Konumuz okul tiyatroları idi. · Biz sormaya
et le Neaht est un essai de trouver comment ces
deux sortes d'etre appartiennent !'un et l'autre A
l'ete en general. Ce qui nous interesse ici c'est
la structure de l'etre-pour-soi qui conditionne
l'attitude morale des existentialistes. En effet la
creation de l'etre de la conscience pour lui-meme
en face O.es autres etres n'est autre chose que la
liberte: c'est ainsi que l'homme-conscience ne put
parvenir A lui-meme qu'au prix de se conquerir
sur la nature, de nier en sol toute la nature: «Car
je suis un homme, dit un heros sartrien, et
chaque homme doit inventer son ebemin.», «Tout
a coup la liberte a fondu sur moi et m'a transı,
la nature a saute en arriere ... ; il n'y a plus rien
au ciel, ni Bien ni mal ni personne pour me
donner des ı ordre.» Ici se fait voir comment une
mauvaise interpretation de l'existentialisme peut
conduire aux Blousons N oirs. Cette sorte de revolte de la conscience contre l'etre, du pour sol
confre l'en-soi, est le confraire de cette resignation de cette veulerie, de cet abandon A nos instincts. Nos instincts veulent nous mener a l'etre.
Ils sont dans le pour-soi la tentation de l'en-soi,
c'est-A-dire de la mort de la conscience, cest-Adire de la mort. L'existentialisme sartrien est
une affirmation de la vie, une revolte contre les
«salauds» qui se laissent geler, momifier par
l'etre des choses, par la totalite enveloppante et
protectrice. Oui, c'est angoissant d'etre adulte,
d'etre seuı, responsable, engage, dans l'action et
separe de sof par sa liberte. C'est angoissant mais
c'est heroique.
P. THOMPSON
hepimizin sosyal hayatı ile ilgili, çok
önemli konulara işaret ederek bizi ikaz etti:
- Sizce okul tiyatrolarının üzerine düzülmesi· ne d.ereceye kadar fayda sağlar?
Koltuğuna iyice yerleşti ve :
- Çabuk yaz. Sonra söylediğimi unutursan
bir daha bulamam vallahi, dedikten sonra mı.ve
etti: Okul tiyatrolarının önemi çok büyüktür,
çünkü:
başlayınca
1) Gençlerin yetişmesi için elzemdir. Tiyatro istidadı yaradılıştan olup olmadığı o şahıs
üzerinde uzun tecrübeler yapılmadan anlaşıla­
maz. Okul temsilleri bu tecrübeleri hayata atıl­
madan meydana çıkarır, o genç adamın tiyatroyu seçip seçemiyeceğinin hükmünü verir ve böylece okulu bitirdikten sonra iş hayatında geçecek olan senelerini istidat tecrübesi ile kaybetmemiş olur. Bir aktörün
yükselmesi seyirciye
bağlı değildir, bu doğrudan doğruya Allahın bir
vergisidir.
Mesel§. ben Akademide 2 yıl okudum. Vallahi
doğru dürüst bir çizgi çizemem; halbuki aktör
olmak için akademide çalıştığım kadar kendimle
meşgul olmadım. İşte bu Allahın verdiği kabiliyeti ve çocuğun zaten. içinde gizli bulunan hevesini okul temsilleri ortaya döker.
2) Talebe sahneden ti:yatro oynaqıanın se;
yirci bakımından bir sanatkil.nn nelere ihtiyacı
olduğunu mektep temsilleri esnasında ö~enmiş
olur ve onun seyirciliği esnasında sahnedeki sanatkil.rlar verir.
Biraz ara verdi, sonra benim bu kısmı açık­
lar mısınız demem üzerine:
- Tiyatro sanatı sahnede, seyircinin karşı­
sında vardır. Bir şair, bir ressam size sanatını
her yerde gösterir, fakat. bir aktör sanatını sadece sahnede ve seyirci karşısında gösterebilir.
Dışarda onun aktörlüğiinden bir şey bulamazsı­
nız, cevabını verdi.
- Vasfi Bey, bir eserin iyi veya kötü oyııa­
nışında en mülıim faktörler nelerdir?
- Hemen tek kelime ile söyliyeyim ki eserin iyi veya kötü oynanışında en mühim faktör
seyircidir. Sahne sanatkil.nnın sahnede göstereceği· eserini ancak seyirci tamamlar; Temsilin iyi
veya kötü oluşu, tekrar ediyorum, seyircinin ustalığına bağlıdır. Aktör rolünün haricinde aklını
bir şeye taktı mı, rolünü kaybeder ve acemileşir.
Mesel§. bir projektörün pır pır etınesi ile aktörün: «Ne oluyor, karanlıkta mı kalacağız?» diye
bir an düşünmesi oyununu bozar. Seyirci ile aktör arasında sıkı bir ruh irtibatı vardır.
GALATASARAY
7
DENEME:
Perdenin açılması ile salonla sahne arasında
bir contact olur. Aktör bunu· derhal hisseder.
Eğer bu contact iyi bir instollation'dan geliyorsa
ki bu da ancak tiyatro anlayışına vakıf bir seyirciden gelir, aktör daha iyi oynar, oynadığını hisseder. Mesela perde aralarında odasına çekilince,
olmadı, bu gece çok fena, veyahut bu gece çok
zevkli gibi hislerini ortaya dökerler. Fakat aktör hiç bir zaman seyirciye göre oynıyayım demez, bu sihirli bir şekilde ortaya çıkar.
- Pek iyi, tiyatro anlayışına sahip seyirci
ne demektir?
- Tiyatro seyircisini acemi ve usta seyirci
diye ikiye ayırırsak usta seyirci tiyatro anlayışı­
na vakıf seyircidir. Yani tiyatronun bütün kaidelerine riayet eder. Yavaş yürür, zamanında gelir,
yanındaki ile oyun esnasında fı,sıl fısıl konuşmaz,
zamanında ve yerinde güler. Mesela şurada bir
kilitçi vardır, ben arabamın kilitlerini ona yaptı­
rırını. Tiyatroya çok meraklıdır, ondaki tiyatro
anlayışına hayranımdır.
Okuması yoktur, fakat
nice okumuş yazmış kimselerin tiyatro anlayışın­
dan daha üstün bir anlayışa sahiptir.
- Acemi seyirciden bahsetmedik.
- Evet, acemi seyirci kadar bir aktörün
asabını, dolayısiyle oyununu bozan kuvvetli bir
faktör yoktur. Lüzumsuz yerde güler, herkesin
gülmesinden de daha fazla ses çıkarır, yanındaki
ile fıs fıs konuşur. Bu hal aktörü sarsar ve hareketlerine acemilik gelir. İşte okul temsilleriyle
uğraşanlar usta seyirci olurlar.
- Milli .tiyatromuz ne haldedir?
- Milli tiyatromuz maalesef ölmek üzeredir. Tiyatro tarihi okutulması bence lüzumludur,
fakat ne İstanbul, ne Ankara Konservatuj'trında
yok.
- Niçin bizde milletlerarası şöhrete sahip
tiyatro yazarı yetişmiyor?
- Mazi yok, toprak müsait değil, ananas
yetişiyor mu ?
- Sultani talebelerine bir mesajınız var mı ?
- Çocuklar, perdeci olun, suflör olun, bizzat oynayın, fakat tiyatroyla uğraşın. Bu size
ileride sosyal hayatınızda büyük faydalar temin
edecektir.
Son sorumuzu da bitirdik. Takınılarımızı
toplayıp teşekkür edip
kapıdan çıkarken üstad
arkamızdan bağı~yordu:
- - Bana bak, biz hususi şekilde konuşurken
sen durmadan hırsızlık edip bir şeyler yazdın.
Lergide söylemediğim şeyleri görürsem vallahi
de billahi de tekzip gönderirim.
M. AL! B1RANT
. . . . . . Akdeniz' in beyaz köpükleri ile yaladığı
sahillerden başlar Toroslar. Taşlı, çorak boz bir
renktedir Anadolu toprağı burada; ancak tepelere doğru fundaların mayhoş yeşili kendini gosterir, sarp kayalara yaslanır fundalar ...
Çobankaya da bunlardan ·biriair; güneş yana
yana dalgalarda erirken, göz goz düğün çiçeklerinin açtığı yamacında bir yiğit gölge gibi gelip
oturur: hareketsiz, öylesine ...
uüneş gene bir tutam kızıllık bırakarak kaybolmuştu ufukta. Dağların birbiri ustune duşen
koyu gölgelerini titreten bir köpek havlaması sarıldı yamaçlara uzaktan uzağa... Ağır ağır başını kaldırdı Karaoğlan. Gözlerine vahşi bir ışıltı
oturmuştu. Son bir defa daha lanetler gibi baktı
toprağa; baktı da bir şeyler demek istedi Karaoğlan,
ama boğazında düğümlenen bir hıçkırık
ve yanaklarını ürpertilerle ıslatan iki damla yaş
bu yarını kalmış arzuyu tamamlayabildi. Denizin
siyaha yüz tutmuş sathından kalkan bir rüzgar
soğuk bir el gibi dolaştı vücudunda ...
.. .. .. Dikenlidıizde koşup oynardı bir çocuk
senelerce evvel. Güneşten tunçlaşmış teninden
hayat fışkırırdı, gözleri hep pırıl pırıl şavkardı
oğlanın, dudaklarında hep o mes ut tebessum otururdu en özge mutluluklara dek. Torosların doruklarından yükselen güneş her gün ona ümit
şarkıları örerdi pırıl pırıl dallarda. O zaman da
Akdenizin serin meltemi ·dolaşırdı vücudunda,
mutluluktan ürperirdi Karaoğlan.
Seneler yaprak yaprak yığılmış o mutlu günleri örtmek istercesine. Torosların mehtapsız geceleri nasıl simsiyah olurdu, korkunç bir siyah,
işte öylesine bir keder içinde yitikti Karaoğlan.
Boncuk boncuk masalları nasıl boğulup gitmişti
bu simsiyah gecelerin bitmeyen bestesinde. Günler dümdüz ve bomboştu bu siyah gecelerin sabahında, ufuksuz saatler süresince. Tarifsiz bir
sıkıntı boğuyordu onu,
sonsuz zamanlarda bir
zerre ses gibi. İçindeki gizli girdaptan eller yükseliyordu semaya bitmeyen dualara dek... Yürüyordu... Kendisi de bilmiyordu nereye gittiğini
ya, yürüyordu işte. Zaten nereye gidebilirdi kerpiç kulübeden başka... Kerpiç kulübe bir ömrünü yitirdiği.. Hayat mıydı onunki de; şu dikenli
yüzden başka neresini bilmişti ki; hoş anasınlan
kardaşını da bilmiyordu ya. Ya babası, babası ...
Onu da bu kara toprak almıştı bağrına, lanet
olası toprak ne istemişti bu zavallıdan. Öldürüyor, kemiriyordu anıları Karaoğlanı; vur be Karaoğlan, vur be deli, daha kuvvetli vur şu toprağa diyordu şeytan. Hıçkırıklarla koca bir' 'dağ
gibi kapandı yere, yumrukladı, ağladı, inledi, yerlerde süründü, tüm toprağa, tum çamura kesmişti yüzü gözü ... Bütün elemlerinden kurtulmuş
gibi bomboş doğruldu, dağ gibiydi Karaoğlan.
Mehtap onun hüznüne ağlarcasına, ışıltılarla yı­
kıyordu Torosları. Hızla itti kulübenin kapısını,
tahtalar çatır çatır vurdu tiı.şlara. Ürken iki arı
kuşu uykulu kanatlarla dövdti.ler geceyi. Ocağa
yaklaştı, yüzü tüm kırmızıya kesti yalımlardan,
yalımlar sarılıyor,
büyüyor, eriyordu yalp yalp
yalımlar. Dışarıda bir nefes rüzgar uğuldadı kayalıklarda; çağırıyordu onu, gel be oğlan gel diyordu sanki. Bir kahkaha attı Karaoğlan, çın çın
öttü gecenin derinliğinde, koştu var kuvvetiyle
tüm ömrünü bir solukta yitirircesine koştu kayalıklara.. . Son bir gayretle başını kaldırdı. Karaoğlan, ipil ipil yıldızlar oynaşıyordu gökyüzünde, Çobankaya pırıl pırıldı yukarda...
VEDAT NEB1BOGLU
8
GALATASARAY
Niçin Sinema Orta Öğretim
Program·ına dahil edilmeli?
Gençlerin hayatında, sinemaya belirli bir yer
vermek, iki tehlike gosterebilir: biri zaten yüklü
olan çalışma zamanını biraz daha arturmaK, diğeri ise gençlerdeKi sinemaya karşı olan eğilim­
leri fazlaca kuvvetlendirmek veya uyandırmaktır.
ı<·akat meselenin bu goruş açısı altınua mı ınce­
lenmesi gerekir? Deneyler, iyi anlaşılmış sinematografi.K çalışmaların, zihni hayatın her zaman
faydalanacağı moral ve artisti.K kultüre bir yardımcı olduğunu göstrmiştir . .l:tuhun zenginleşmesi
bakımından, sinema yardımcı bir faktör olabilir.
Sinema, zihni bir dinamizm ve artistik bir ifade
olduğu zaman gençleroeki
hareketli resimlere
karşı olan mera.K da daha başka bir şekilde meydana çıkıyor. Herhangi bir filmin karşısında bir
eleştirme gücünden yoksun, şimdiki pasif ve ne
denirse kabul eden bir tutumun karşısında, sinema dersinin konulması yerinde olur. Maksat bir
filmin yarattığı uyuşukluğun yerine aktif bir tutum vermektir. Filmlerin yasak edilmesinden daha olumlu ve daha etkileyici bir harekettır bu.
Zira, genç ve yaşlı, ergeç bir gün yine sinemaya
gidecek, ve alışmamış olduğu için de çok daha
fazla filmin etkisi altında kalacaktır.
Sinema seyircisinin yetişmesinin genç yaş­
lardan başlaması arzu edilir. Şuphesiz, muntazaman bir sinema klübünü takip etıne imkıl.nına sahip olan büyükler, ·gerçek sinemanın zevkini tadabilirler. Bununla beraber şunu da not edelim
ki verimli bir sinematografik kültürun yayılması
büyük bir engelle karşılaşır. Her şeyden önce,
her insana verilen yön ve kültür zihnin bazı mekanizmalarını
yavaşlatmıştır. . Daha
doğrusu
edebi kultlirün belirli .karakteri seyircilere Dır değerler tablosu vermiştir. Çoğu zaman seyircinin
kotu filmlere alıştığı ve sinemacııarın \ cıneaste)
klıl.sikler arasına koydukları eserleri ise fena bulduğu görülmüştür.
Daha başka nasıl olabilirdi
ki'? Bu seyircilerin zevkleri ve aradıkları e<lebiyat veya tiyatro ktiltürleri ile sınırlanacaktır.
Bir bakıma, XIX. asrın başındaki, o, fakirleri ir.ı.­
san olarak görmeyen züppeler gibi, kültürlü seyirciler (namuslu kimseler), trajiği, ancak ye·
dinci sanatın yeniliğine karşı gelecek, geleneksel
bir şekil altında tadabilirler. Yedinci sanatın kendine has biçimi ile anlatılmış trajik onları sıka­
caktır. Bununla beraber Yunan trajiği ile ı:ıu
fimler arasında müşterek bir nokta var, fe.kat
görünen öz ve şekil benzerliklerinin öteslr:dı:ı hir
nokta. Daha ziyade Bach'ın bir parçasının yapısı
ile bir caz klıl.siğinin yapısı arasında var olabilecek bir benzerliktir.
Gençliklerinden itibaren sinemanın anlatım
şeklinin esrarına
vıı.kıt olamadıklarından, okumuş halk, çoğu zaman bir fiinıin sadece konusuna dikkat eder. Bu konunun kuruluşundan anlamadığına göre böyle olması normaldir. Oysa, filmi film yapan anlatış tarzıdır.
Daha mütevazı bir halkda yine ayni zorluk
vardır: küçük yaştan sinemayı öğrenmiştir, fakat şu farkla ki, bunlardaki kültürün, orta veya
yüksek tahsilin olmayışı filmi daha iyi anlayabilmek için bir avantajdı. Bu sadece görünüşte
bir tezat teşkil eder. Gençlik devresinden çıkmış
bu insanlardan, sinemanın yeni dilini öğrenmele-
rini istemek biraz geç olur. Sinema klüpleri ya
bunlara sempatik davranıp öğretınekten vazgeçecek, yahut da film gramerini öğretınekte ısrar
edecektir: o zaman da üyelerden yarısı kaybolacaktır.
O halde, seyircilerin artık filmleri değerlen­
diremiyecekleri hale gelene kadar beklememek
gerek; genç zihinlerin yeniliklerle olan eğilimle­
rini gözönüne almak, mum.Kun olduğu kadar erkenden gençlerin dikkatini sinemanın zihni ve estetik varlığına çekmek, onlardan, o andan itibaren ileride kötu sinemayı boykot edip yedinci sanatın gelişmesini sağlıyacak gıicü ve isteği elde
etınek gerek.
Gençliğin kolay bükülüşü Esope'un dili gibi
en iyi ve en kötü şeydir. İşlenmeden kalırsa gençlerin zihinleri derhal ticari filmler ile zehirlenir.
Pedagojik yollarda kullanılırsa gerçek bir kültür
doğurabilir.
Gençler kendilerini sadece konuya verdikleri
için daima filmin dışında kalırlar. Sinema dilinin
daha iyi anlaşılabilmesi, kontrolsuz hissi reaksiyonların önlenmesi için ve estetik alanda bir kararın temeli olacak bazı bilgilere ihtiyaç vardır.
Gençlik sinema tekniğini ve yapısını tanımalıdır.
Böylece gençler sinema eserlerinde ortaya koyulmuş yuksek değerlere karşı hassas olacaktır.
Amaç sinemaya bugünkü gençlerin ve büyüklerin hayatında tuttuğu yerden -eğlence, uykubambaşka bir yer vermektir.
Sinemada plıl.stik
bir anlatış şeklini, entellektüel çalışmayı ve müzik ile şiir kadar yüksek bir ilgi uyandıran moral düşünceyi görmesini bilen ve bu yeni sanatın
geniş imkıl.nlarına
ihanet eden bütün eserlere
karşı da nefret duyacak bir seyirci kitlesi. meydana getirmek gerektir.
Gençlerde böyle bir tutumun gerçekleşebil­
mesi için; anlaşılması ve değerlendirilmesi için
bazı bilgilere ihtiyaç gösteren klıl.sik bir metııin
karşısında alınan entellektüel
ve hissi tutumu
bir film önünde de aynen muhafaza etıneleri gerekir. Tekniği tanımak seyircinin zevkini azaltmaktan ziyade filmi değerlendirirken tesiri altın­
da kaldığı yersiz heyecanlardan kurtulmasını
sağlar. Yargılamadaki özgürlüğü sağlamak sinema biliminin başlıca gayesidir. Bunun ilk adım­
ları da sinema tekniğinin öğrenilmesidir. Gençlere sinema dilinin esas elemanlarının neler olduğu
gösterilerek onlarda, vasat seyircinin her şeyi
kabul eden pasif tutumunu değiştirecek aktif
mekanizmalar çalıştırılır. Zamanla filmin artistik değerini anlamak onları sinemanın eşsiz imkıl.nlarına cevap
verebilecek eserler istemeğe
sevkedecektir. Biraz daha sonra da film dili ile
anlatılmış bazı moral düşüncelerin,
bazı ahlıut
değerlerinin daha başka bir görünüş aldıklarını,
yoğunluk kazandıklarını anlayacaklardır. İşte o
zaman sinema insanlığın belli başlı zihni elemanlarından biri olacaktır.
Hattıı. denebilir ki bize
insanlığın durumundan daha canlı, daha yüksek
daha tam bir şuur kazandırarak geleneksel humanisme'i bir bakıma yenileyecektir.
H. Agel'den çeviren:
YUSUF ATAÇ
GALATASARAY
9
Fauvisme ve Maurice de Vlaminck
J e ne crois ni a ce que je touche, ni a ce
que je vois, je ne crois qu'a ce que je ne vois pas
et uniqu.ement a ce que je suis.
Gustave MORIEAU
XX. asra kadar sanatın gayesi halkın hoşu­
na gidecek şeyler meydana getirmek ve yalnızca
halkı tatmin etmekti. Fakat XX. asnn ikinci yarısından sonra sanat
hakiki mfuıasını ortaya
koyma yoluna gitmeğe başladı ve halkı isyan ettirecek raddeye varsa dahi hedefinden dönmedi.
Ayni şeyi resim sahasında ilk önce İmpres­
sioniste' lerin yaptığını ve adeta skandal yarattıklarını görüyoruz. XX. asırdan sonra ressamlar
bu skandallara iyice alışmışlar ve hatta onlar
için skandal yaratmayan resim önemsiz telakki
edilıneye başlamıştı. Ve işin tuhafı resim sahasındaki en önemli ihtilıl.lin nüvesi klasik resim
taraftan olan Ecole des Boeux arts da meydana
geldi. Bu ihtilal de İmpressionisme cereyanından
sonra yayılan ve Fauvisme adı alan diğer bir cereyandır.
Bu cereyanın kurucusu olarak Matisse,
Rouault ve Marquet'nin Ecole des Beaux Arts' daki öğretmenleri Gustave Moreau'yu gösterebiliriz. Gustave Moreau gayet zeKi ve üstun bir
tekniğe sahip kimseydi. Talebelerinin kabiliyetlerini farkeden bu adam, onlara. bilhassa şahsiyet
sahibi olınalanm öğretti ve onları tek hakimin
kendi benlikleri olacağı bir yola teşvik etti. İşte
Fauvisme bu şekilde doğmağa başlamıştır.
Fauvisme cereyanının asıl doğuş tarihi 1905
olarak gösterilir, zira bu cereyanın .ressamları ilk
olarak 1905 yılında «Salon d Automne» da Matisse'.in etrafında toplanıp fikirlerini tablolarında
acığa vurmuşlardı.
Fauve'lar ikinci sergilerini
1906 yılında «Salon des İndependants' .da açtılar.
Bu sergiye kadar cereyanın herhangi bir adı yoktu, fakat 1906 da sergiyi gezen resim münekkidi
Louis Vauxcelles yırtıcı ve frappan renklerin hil.kim olduğu tabloları görünce bu cereyanı «Fauvisme» olarak vasıflandırdı, ve bu ad çabucak
yerleşti.
·
Bu cereyanın ressamları tablolarında gölgelere yer vermişlerdir ve gölgenin Jesiriyle belli
olan röliefleri onlar sadece renklerle ortaya çı­
mağa çalışmışlar ve bu çalışmalarında da muvaffak olınuşlardır. Bu ressamlar röliefleri belli
etmek için hiçbir klaslk metoddan faydalanmamışlardır ve bu arada perspektive de ehemmiyet
vermemişlerdir. Onlar rölief hissini sadece renklerin· dizilişi ve bu renklerin arasındaki bağıntı­
larla vermeğe çalışmışlardır, yani: koyu renkler
ön plfuıa alınmış ve açık olan renkler ise. arka
plfuıa itilıniştir. Fauvisme ressamlarının tablolarında bu usulü başarıyla tatbik .ettiklerini görebiliriz, mesela G. Rouault'un (.Le Vieux Roi - İh­
tiyar Kral) ında olduğu gibi.
Moreau'dan sonra Fauve'lar üzerinde otorite kuran Matisse, kendi düşüncelerini şöyle anlatır:
-
Kompozisyon,
ressamın
hissini ifade eden
muhtelif elemanların dekoratif tarzda dizilıne­
sidir.
- Mfuıa, bakanın tümünü kavradığı renkli
satıhtan
çıkar.
Bu düşüncelerden de .görüyoruz ki Fauve'lann varmak istedikleri diğer bir amaç da hisler
üzerine şok yapmaktır.
Fauvisme·in başlıca ressamları: cezanne'ın
yapıcı tesiri altında kalan Matisse ve Marquet,
Rouault, Van Dongen ve beraber çalışan Derain
ile Vlaminckdir.
Fauve'lar ruhi haletlerini mükemmel ve etraflıca aksettirmek için hiçbir .şeyden çekinmemişlerdir, ve hatta tabloda çirkin ve kötü görünen bir husus eğer iç filemlerini iyi bir şekilde
gösteriyorsa bu onlar için yeterlidir. Fauve'ların
bunun yanında dikkat ettiklen diğer bir nokta da
tablonun tamamen aydınlık ve çekici renklerin
maharetle bir araya getirilmesi suretiyle seyirciyi yormayıp bilakis dinlendirmesi hususudur.
Lakin daha kendilerini ilk gösterdikleri vakit
bunun aksi olınuş ve seyirciyi dinlendirmek şöy­
le dursun, isyan ettirmişlerdi. Kendilerine verilen
isim bunun Bir isbatıdır.
Fauve'lar hakkında söylenilenler ne olursa
olsun, onların kabiliyetlerini ve bilhassa cesaretlerini inkar etmek imkfuısızdır, zira Fauve'lar
asırlardanberi hüküm süre:ı;ı. bir anlayışı inandık~
ları bir gaye uğrunda yıkmak için muazzam bir
kitleye kafa tutmaktan çekinmemişler ve esaslı
bir gayesi olan her ihtilalin muvaffak oluşu gibi, onlar da kendi ihti.lallerıii zaferle sonuçlandırmayı bilınişler
ve böylece Abstrait resimle
Klasik resim arasında bir köprü teşkil etmiş­
lerdir.
Fauvisme cereyanının yetiştirdiği çok kıy­
metli ressamlar vardır, bu ressamlar içinde Fauvisme' e en çok faydası dokunan ressamlardan biri Matisse ise. diğeri de IVlaminck'tir.
Matisse memleketimizde az çok tanınan bir
ressamdır, fakat değeri onunkinden aşağı kalmayan Maurice de Vlaminck ise pek az tanınır,
binaenaleyh kendisinden bahsetmemiz lüzumludur. Maamafih Vlaminck'i konu olarak ele almanın yegane sebebi bu değildir, ikinci sebep ise
Fauvisme cereyanının tamamen zıt düşunce ve
karakterde iki ressama sahip olması hususiyetidir, ve hatta bu iki ressam Fauvisme cereyanı
içinde iki kutup teşkil etmişlerdir. Bu ressamlar:
Matisse ve Vlaminck'dir.
Vlaminck annesi ve babası tarafından her
yönden ihmal edilıniş bir. çocuk idi, binaenaleyh
kendisini yetiştirme şerefi kendisine aittir. O tamamen hürriyet .aşığıdır ve şahsiyeti zedeleyebilecek her şeyden nefret eder: öğretmen, jandarma, papaz gibi. Açık havayı ve tabiatı sever
ve bilhassa tabiatın her an değişen renklerine
10 - - - - - - - - -
GALATASARAY
Tapacağız
Bugün irfan kıibemiz güneşin battığı yer,
Kafamızın içini yeniden yapacağız;
Ne kader, ne tevekkül, ne melamet hırkası,
Yalnız ilim, felsefe,,san'ata tapacağız.
Rıfat Necdet EVRıiMER
doğurtmıyacağım,
Avuçlarım kapalı kalacak hep,
Mavi değil ağaçlar artık,
Gök kızıl değil,
Gebe hayallerimi
Tüm denizleri.mi kuruttu bu rüzgar
Tüm BUSUz denizlerimi;
Gerçek düzenim bozuldu,
Benim dünüm yok ki ...
tanıdığım koru değilsin,
Aşinam değil bu sokak,
Bu yüzler, bıı pis kokan ağacı,
Sen
NASIL
bulanık kuyu dibi anılar
Yosunları ellerime yürümüş
Bir
Bu ev, bu bahçe ..•
Ben yaşamadım bıınları.
Gürül gürül nehirlerin altında
Nasıl öyle damla damla
Y arınla.ra
Üzerine eğildikçe uzaklaşır
Koyup gittikçe büyürmüş.
Ben bugünsüzüm,
Dünsüz yarınlar yaşıyacak.
G. TEKÇE
hayrandır. İşte bu sebeplerdir ki onda resim sevgisinin doğmasını temin etmişlerdir. Kendisi aynı zamanda sporcudur da, gençliğinde bisiklet ve
otomobil sporlan yapmıştır. Muliakkak ki bu
sporlar onun sanatına da tesir etmişlerdir.
Vlaminck'in en yakın arkadaşı Chatou'da
doğmuş olan Deraln idi. Her zaman berabrediler
ve hatta tablolarını dahi berabre yaparlardı. Bunun neticesi olarak. hayranı oldukları Chatou'da
müşterek bir atölye açtılar ve beraberce çalış­
mağa başladılar.
İşte böylece Fauvisme'in bir
kaynağı da Chatou'da doğmuş oldu.
1901 de Van Gogh'un Hollanda'daki sergisini· ziyaret eden Vlaminck, Van Gogh'un sanatına
ve tekniğine il.Şık oldu ve farkında olmadan kendini onun tesirine kaptırdı. Tam manaslyle kalender bir adam olan Vlaminck, rvan Gogh'a olan
sevgisini «Van Gogh'u babamdan daha çok severim> diye izhar ederdi. Böylece Vlaminck uzun
müddet Van Gogh'un tesiri belli olan eserler verdi. 1907 · ye doğru zaten maymun iştahlı olan
Vlaminck bu tarzdan bıktı ve bu sefer de kendisini cezanne'ın tesiri altında bıraktı. Bu devre
de 1914 de kadar sürdü.
Fakat Vlaminck'ill bu gibi sanatkarların tesirinde kalması onun şahsiyetini zedelememiştir.
O tablolarım bir iç güdüye uyarak yapar ve daima içinden gelen ilk tepkiye önem verir. Matisse
ve Vlaminck arasında mukayese yapanlar onları
birbirlerinden şu şekilde ayırırlar :
·
- Matisse, tecrübelerini zamanla doktrin
haline getiren bir ihtilalci, daha doğrusu resim
sanatının Karı Marx'ıdır, o bir düzeni, daha yeni
bir düzen için mahvetmekten çekinmez.
- Vlaminck ise bir hürriyetçi, bir anarşist­
tir. Tablolarında hayatında olduğu gibidir. Kültüre, bilgiye hiç önem vermez ve tablolarında da
bunu hissettirir. Zaten Vlaminck, ömründe ayağını bir müzeye veya okula atınış adam değildir.
O önceden ve sonradan tamamen bihaberdir. Bu
yüzden de sanat dünyasında kendisini ilk gösterdiği vakit kıyametlerin kopmasına sebebiyet ver;
mişti. Fakat bu gürültlilerin
müsebbibi sadece
tabloları değil, aynı zamanda da kendi yaşayış
tarzı idi de. Vlaminck, ömrü boyunca kalender,
başıboş ve serseri bir hayat sürmüş idi. Her tablosunda bunların izlerine rastlamak mümkündür.
adadım benliğimi,
Yarınki ağaç, yarınki deniz,
Yarınlııi yağmur, yarınki Bokak...
Bozkurt ERGENEKON
Vlaminck'in tablolarına kronolojik bir sıray­
la bakarsak onun resim anlayışı bakımından geçirdiği devreleri kolayca anlıyabiliriz :
1906 da yaptığı «La denseuse du Rat Mort»
adlı tablosunda Van Gogh'un tesiri az çok belli
olur, fakat daha evvelki tablolarına nazaran burada görülen tesir pek önemsizdir. Vlaminck bu
tablosunda bir gece kulübü dansözünü canlandır­
mış ve en çok sevdiği renkler olan kırmızı, turuncu ve outremer'i bol, bol kullanmıştır. Tablo
çok çekici ve frappandır.
1907 de yaptığı «Les arbres rougers - Kır­
mızı ağaçlar» adlı tablosunda ise Van Gogh'un
tesiri tamamen denilebilecek kadar kaybolmuş­
tur. Tablonun «Kırmızı Ağaçlar» adını. almasına
sebep ön planda bulunan yedi ağacın gövdelerinin kırmızı renkte olmalarıdır. Bu tabloyu Vlaminck, Derain ile birlikte çalıştıkları Chatou'dakl otölyesinde yapmıştır ve tablo Chatou ekolü
denilen ekole dahildir. Bu ekol Fauvisme içinde
bir dal teşkil eder. Tablo, Fauvisme cereyanının
en karakteristik tablolarından biridir.
1910 dan sonra Vlaminck'in peyzajlarında
mühim bir ·değişiklik olmuştur, mesela 1920 de
yaptığı «La Maison a l' Auvent» adlı tablosunda
bu değişiklik derhal belli olur. Hatlar ve renkler
realiteye daha uygundur.
1925 de yaptığı «La Chaumiere» adlı tablosunda Vlaminck'in çok büyük bir hamle yaptığı
görülür. Yalnız, bu yıldan itibaren «La Chaumiere» adlı tabloda olduğu gibi Vlaminck'in peyzajları ekseri karanlıktır ve hemen hemen her
tablosunda gök ayni şekilde resmedilmiştir. Koyu mavi bir zemin ve köpük şeklinde çok açık
mavi veya açık yeşil bulutlar.
Vlaminck'in 1921 den bu yana yapmış olduğu her tabloda anlatılmak istenilen şeyler bilhassa renklerin tesiriyle çok mübalil.ğalandırıl­
mıŞlardır;
fakat bu mübalil.ğalar tabloların güzelliğini ve fVlaminck'in
tekniğini
zedeleyecek
mahiyette değildir.
Vlaminck çok eser veren bir ressamdır. 1876
da Paris'te doğmuştur, hil.len sağdır ve yeni eserler vermeğe devam etmektedir;
8ÜHA NOYAN
GALATASARAY
Türk Dili
Düşünce ancak ifade edildiği zaman kıymet­
lidir. Söylenmemiş, açıklanmamış bir düşünce
topluma bir şey katabilir mi? Düşüncenin topluma açıklanabilmesi için gelişmiş bir dile ihtiyaç
vardır. Toplumun, düşüncelerimizi. özümüzü anlıyabilmesi için onların açık bir dille anlatılması
gerektir. Acaba bugunkıi Türk dili ile düşunce­
lerimizi topluma açıklayabilir miyiz, rahatça anlatabilir miyiz onları ? Bugünkü dilimiz saf ve
duru değildir. Hangi dil saftır ki diyeceksiniz,
ama yabancı dillerin çoğu bugün artık· durudur,
oluşum akınlarını çoktan geçirmiştir ve duruluk
onlara bir nevi saflık kazandırır.
Türkçe bir dilden güçsüz değildir;
özenle, sevgiyle işlersek, dü§üncenin
bütün inceliklerini söyleyebilir.
Nurullah ATAÇ
melerle anlattıramayan bir dil 'ile gururlanabilir
miyiz? Bugün Türk dilinin gücüne inananların,
bugünkü Türk diliyle yetinmeleri çekingenlikten, güçsüzlüğümüzün korkusundan ve onu urtme kaygusundan gelmiyor mu? Yukarıda da
söylediğim gibi, bugünkü Türk dili emeklemeye
çalışan bir dildir ve bu dil ortaçağ Avrupa dilleriyle karşılaştırılabilir ancak. Bugünkü dilimizin
çağdaş Batı dilleri yanındaki durumunu görlip de
üzülmemek mümkün mü? Acaba dilimiz nasıl
gelişebilir ?
Dilimizin gelişebilmesi için evvela
onu sevmemiz, onun zenginliğini kabul etmemiz
lazımdır. Biraz önce türkçenin g"ilçsüz bir dil olduğunu söyledim, şimdi onun zenginlinnden söz
Bugün Türkçemiz öyle değildir. Konuştuğu­ açarken bir çelişmeye düşmüyor muyum? Dilimuz dil, eski Osmanlı dili kalıntıları ile yeni ku- miz güçsüz derken şimdiki zamanı belirtmek isrulmaya çalışılan öz Türkçenin arasında bocalatemiştim, oysa ki zenginliği ile geçmiş ve geleyan ·bir dildir. Türkçenin oluşum devridir yaşa­
cek zamanları söylemek isterim. Altay ülkeleridığımız yıllar. Asırlardır duyguyu işlemiş bir dine seslenen bir dil herhalde fakir olamazdı ve
lin kalıntılarından düşünce isteyen, devrim isteBatı kültürünün ışığında
ilerlemeye, kendi öz
yen bir çağın getirdiği yenilikleri, yarattığı olay- kaynaklarından faydalanarak gelişmeğe çalışan
ları anlatabilecek bir dile ulaşılabilinir mi? Türk
bir dil fakir bir dil olmayacaktır. Kaynağın araş­
ulusu çağlar boyunca duygusu ile yaşamıştır.
tırılması ve kültürden faydalanılması bizi dil kuDüşüncelerini ifade eden satırları yoktu ozanlarallarına sürükleyecektir. Bir dil ancak kurallarımızın. Güzel düşler, güzel duygular, insanın görın ışığında gelişebilir.
Uydurma kelimelerle ve
zünü kamaştıran renk dünyası taşıyan satırların
kişisel duyguların beğendiği ve yaymak istediği
altında düşünceler, insana niçin yaşadığını öğre­
kelimelerle dil geliştirilemez. Dilimiz ancak arapten, insanın iç dünyasına seslenen sorularla ilça ve farsça kelimelerden arınarak, ve dilbilgisi
gili düşünceler yoktu. Atalarımız bu satırların kuralları çerçevesinde türeyen kelimelerle gelişe­
üzerine iğildikleri zaman duygu sadece duyguyu bilir. Ve halk'a, topluma yaymak istenilen keli~
öğreniyorlardı. ömürleri belli bir fikir üzerine
melerin kökleri açık bir şekilde anlatılmalıdır,
kurulmamuıtı. Tanzimat bize düşünce kapılarını
aksi takdirde halkta yeni kelimelerin uydurma
açmıştı ama o da dilimize darbesini indirmişti.
kelimeler sanısı uyanabilir. Ancak bu şekilde
Tanzimat edebiyatının dili tlirkçe değildir, şiir­
toplumun inancıyla dilimizi geliştirebiliriz. Dilileri, nesirleri sanki Batı edebiyatının birer çe- miz Batı dilleri seviyesine çıkabilir, onu sevelim
viri örneğidir. Bu dil hı:>zukluğunun sonucu olayalııız,
onun ileride güçlü bir dil olabileceğine
rak ulusumuz Batı düşüncesini tam olarak anlı­
inanalım. Umudumuz türkçenin gelişeceği, Batı
yamamış, onu benimseyememiştir. Düşünce, kaydilleri seviyesine yükseleceğidir.
nak anlaşılmayınca o düşüncenin yansıdığı alanTürkçecilik akımı karşısında tutumumuz ne
lar araştırılmadan, anlaşılmadan kabul edilmiş­
olmalıdır? Türkçecilikte aşırı mı yoksa ilimli mi
tir. Bugünkü dilimizi zayıf, güçsüz bulmamız,
olmalıyız? Aşırıların düşünüşüne göre ilimli olonu çağdaş dillerle karşılaştıramamızdan dolayı­
mak türkçeciliğe gerçekten inanmamak, toplumu
dır. Bugünkü Türk kültürü uygar bir kliltürün
öz türkçeciliğe inandırmaktan çekinmektir. ~lim­
emekleme devriyle karşılaştırılabilir. Durum bu
kadar açık iken bugünkü dilimizi beğenebilir liler ise aşırılıkla toplumun düşünüşlerini eski
miyiz? Uygarlığın ortaya koyduğu sorunları dilin kalıntıları ile açıklayan toplumdan uzaklaştığımızı söylemektedirler.
Fakat topluma bırJ
kendi öz gücü çevresinde anlatamıyan bir dil beğenilebilir mi?
Bu sorularla sakın Türk dilini konuda uymak, ona ayak uydurmakla dilimize
en büyük kötülüğü yapmış olmuyor muyuz?
sevmediğim anlaşılmasın, bir dili sevmek ve beİlimlilere göre dil devrimi yavaş yavaş yapılma­
ğenmek apayrı şeylerdir. Sevgi beğeninin sonucu
lıdır, dil devriminde halk önemlidir, halk oyu dil
diyebilirsiniz ama, beğenmediğimiz şeyleri de badevriminin en önemli yargısı olacaktır, aşırılığa
zen sevmez miyiz? Ve beğenmek kişiye anladı­
lüzum yoktur, kelimeler türetmeli ve halkın yarğıyla, bildiğiyle yetinme duygusunu getirmez mi?
gısı beklenmelidir.
Aşırılar
saf bir öz türkçe
Duygularımızın,
büyük sözlerin tesirinde
kurmağa çalışmaktadırlar.
Acaba aşırıların bu
kalmıyarak açık konuşalım: Bugünkü Türk dili
güçsüz bir .dildir. Buna belki kızabilirsiniz ama uğranışlarını günlük hayatlarında da görebiliyor
muyuz? Dil devriminin öncülerinden olan Nugerçeği bir takım iri sözlerle gizlemek, gerç~ğe
rullah Ataç, yazılarında Bay diye ünlediği kişi­
vurulan en büyük darbe değil midir? Açın fen
kitaplarını, açın hukuk kitapia:rını, size türkçe ,, lere günlük hayatında bey demiştir. Demek ki
seslenmez o kitaplar, karma karışık bir dil aşırılar bile --örnek ne kadar basit olsa dagünlUk hayatta yazı hayatlarında kullandığı kevardır o kitaplarda. Bu durum karşısında türkçemiz artık durulaşmıştır, türlü dil uğraşlarına limeleri kullanamıyorlar, çelişmeye düşüyorlar,
lüzum yoktur diyebilir miyiz ? Bunu diyebilme- kendi kendileriyle toplumun baskısından kurtulamıyorlar.
miz için türkçemizin bize gurur veren bir dil olAşırıları ve ilimlileri
bu denli kötliledikten
ması gerektir. Düşüncelerimizi saf türkçe keli-
12 - - - - - - - - -
GALATASARAY
Reşat Nuri ve
<<
Bir Kadın Düşmanı ••
«Bir Kadın Düşmanı» veya «Homongolos»
romanı, Reşat Nuri'yi çeşitli cepheleriyle gör~p
inceliyebileceğiniz ve yazarının iç dünyasını bıze
!;!n iyi bir. şekilde aksettirebilecek değerde, kuvvetli bir romandır. Roman gerek konu ve gerekse işleniş bakımından, tek kelime ile mükemmel.
Reşat Nuri'nin ilk eserlerinde görülen derin his
unsurları bu romanda da mevcut. Ancak yazar
bu romanında, bazı açık gerçekleri ve insan ruhundaki derin özlemleri çeşitli hislerle örülmüş
bir hayal aleminin içine yerleştirmeyi başarmış.
Roman, Reşat Nuri'nin diğer romanları gibi kendine has bir üslüp ve teknikle yazılmış. Okuyucu romanın sürükleyici ve romantik havasında
kendi ruhunun temayül ve gizli arzularını bularak tam manasıyla vak'a içinde yaşıyabiliyor.
Romanın kısaca özeti şu :
«Sara, bir paşanın kızıdır. Güzel, sevimlf. zeki fakat biraz· şımarık ve mağrur olan bir kız,
eğlenceye
bilhassa düşkündür. Akrabasından
olan bir kızın; Vesime'nin düğününde hazır bulunmak için bir Batı Anadolu kasabasına gidişi
Sara'yı pek çok müteessir etmişti. Bunu İstan­
bul' daki arkadaşına yazdığı mektuplardan anlı­
yoruz. Fakat, Sara kısa bir müddet sonra, güzelliğinin hayranı olan· kasaba erkeklerini kendine
zalimce bir eğlence vasıtası yapar. Bu arada Ziya Bey isimli bir gençle tanışır. Ziya B~y b~r
sporcu kafilesinin başkanı olup, gayet çirkın bır
adamdır. Hatta bu sebeple «Kaya Balığı» diye
bir de lakabı vardır. Ziya Bey, Sara'ya ehemmiyet vermez. Bu da Sara'yı kızdırır. Güzelliğinin
verdiği bir gururla herkesi kendine meftun görmeğe alışmış bu şı:mank kız, bir erkeğin kendisine . alakasız kalmasına tahammül edememektedir. Aynca Ziya Bey bir kadın düşmanı, bir homongolos olarak tanınmaktadır. Kadınlarla her
fırsatta alay etmekte ve onların zayıflıklariyle
eğlenmektedir. Yüzmeden bahsederken ~Gitme~,
gitmek, durmadan yüzmek» diyerek yüzmen_ın
güzelliğini anlatan bir kızcağızı, «Gitmek, gıt­
mek sonra da arkasına bakınca bir arpa boyu
gittiğıni görmek ve bu defa da o narin, zayıf
kollarla dönmek, dönmek» diyerek malı p eden
Ziya . Beye karşı Sara'nın kini daha da artmış­
tır. Bütün bunlara ek olarak Ziya Bey·
dünyaya boş veren hali ve Sara'ya oynadığı u oyun
· e
daha fazla düşm
eder.
Sara ile
bakarlark
li bir
insan
!ediği zaman, Ziya Bellin «Ayılar armudu ay ışı­
ğına tutup olgunluğunu anlarlarmış, ben de şu
ağaçtaki incirleri . ay ışığında inceliyorum» de-
mesi üzerine, bu romantik manzara ve duruma
rağmen onun bu kaba cevabından dolayı bir kat
da hiddet ve vefut. duyar. Bütün bunlar birleşe­
rek Sara'nın Ziya Beyden intikam almak için bir
plan hazırlamasına vesile olur. Bu plan onu se~
ver görünerek kendine 8.§ık etmek ve sonunda
çirkinliğini yüzüne vurarak, ona en büyük darbeyi indirmektir. Ancak, Ziya Bey bu plam bir
tesadüf neticesi öğrenir. Bir kaç gün sonra Ziya
Beyin bir motosiklet. yarışında uçuruma yuvarla~
narak öldüğü haberi duyulur.» Romanın ilk kıs­
mı roman
kahramanlarından
birinin ölümü ile
bitiyor. İkinci kısımda Reşat Nuri orijinal bir
buluşla romana ayrı bir çekicilik
kazandırıyor.
Bu kısım Ziya Beyin yazdığı ve Necdet isimli,
ölen bir arkadaşına hitap eden mektuplardır. Bir
ölüye Mektuplar başlığını taşıyan bu kısımda,
romanın ilk kısmında bizim için meçhul kalan
bazı hususlar Ziya Beyin görüş zaviyesinden inceleniyor ve bazı derin ruh tahlilleriyle karşıla­
şıyoruz. Fakat bu tahliller sıkıcı olmaktan uzak,
bazı romantik pasajlarla süslü,
samimi ve his
dolu bir üslüpla yazılmış. Bu kısımda L:Jiya Beyin hakikatte hisli ve anlayışlı bir insan olduğu­
nu görüyoruz. Ancak çirkin olduğunu bilen ve
bundan da büyük bir elem duyan Ziya Bey kendini spor vermiş ve spurun getirdiği hava içinde
her şeyi unutmuş veya unutmaya çalışmıştır.
Sara, alaka duyduğu ilk kadındır. Çirkin «Kaya
Balığı» hakkı olmadığı halde güzel bir kızı sevmiştir. Onunla gezdikleri bir gecede kendinf tutmak ve yaralı ruhundan coşup gelen hislerini bu
peri kadar güzel kıza söylemem~k için, bıçakla
elini yarar· ve belki de bu suretle kanayan kalbindeki hicranı kanla birlikte akıtmak isteyen
Ziya Be'y, hayatının en acı nemlerini· Sara'ya
aşık olduktan sonra yaşamıştır ve nihayet yine
anlıyoruz ki Sara'nın kendine
hazırladığı planı
öğrenen homongolos,
bir motosiklet kazasında
kurban gitmemiş, fakat intilıar etmiştir.
Reşat Nuri romandaki kahramanları bütün
çizgileriyle anlatmağa muvaffak olmuş. Sara'nın
şahsında bu devrin kenç kızı karakteri beliriyor.
Bu genç kız ruhu çeşitli cephelerden ve bütün
kaprisleriyle anlatılmış. Bir gençlik ruhunun esmekte olduğu bu ince ve hassas ruhun derinliklerine, Reşat Nuri'nin, herbiri ayrı bir analitik
unsur taşıyan cümleleriyle inmek mümkün. Ziya
Bey veya homongolos ruh ve maddenin yarattı­
bir kontras fileminde yaşayan bir insan. Ruh
güzelliğinin yüz güzelliğiyle olan mikamanın birçok satırlarında yarı alay dobir lisanla anlatılınış. Yüzü bir kaya
çirldn, ruhu bir hayal kadar temiz
rcu ile, güzel ve genç bir kız. Bu
Reşat Nuri aynı romanın kahrak bize takdim edivor. Romanın
akıcı havası içinde başka bir !lleniııf' sürükleyici
tesirine kapılmamak hakikaten güç.
Reşat Nuri kahramanlarının ruhunda. bizzat
yaşıyor. Hatta o kadar ki bu çeşitli ruh şekil­
leri yazarın, bizzat kendi sanatkar ruhunun an-
GALATASARAY
!atılmasından ibarettir denebilir. Diğer taraftan
Reşat Nuri'nin insan anlayışı ile de karşılaşıyo­
ruz. Yazar ruh güzelliğini madde güzelliğinden
üstün tutmaktadır. İnsanda bulunabilecek meziyetleri, kendi görüş zaviyesinden bir nevi sırala­
maya tabi tutan lteşat Nuri hayatın gerçek .taraflarına tatbik edilen bu meziyetlerin nasıl güçlillderle karşılaştıklarını yine romanın gidışini
bozmadan pek güzel bir şekilde izah ediyor.
Nuri bu romanda kendi hayat felsefesini de kahramanlarımn karakterinde işliyor.
Romantik türdeki bir roman için, mesela Hüseyin Rahmi'nin romanlarında gorülen tarzda bir
felsefe sıkıcı olabilir, fakat Reşat Nuri vak'anın
gelişimi ile kaynaştırıp
geliştirdiği
felsefes~!1i,
romanın bir neticesi olarak da okuyucunun gozlerl önüne sermesini biliyor. Ziya Beyin birbirine tezat teşkil eden hisleri ve bu durumdan meydana gelen ruhi mücadelesi romanın başlıca ana
fikridir denebilir. İnsanların şahsiyet kazanırlar­
ken, geçirdikleri hayat safhalarımn tesirleri ve
bunların o insanın karakterinde husule getirdikleri derin izler, yine romandaki kahramanların
ve bilhassa Ziya Beyin durumu ile inceleniyor.
Romanda tema kadar ana fikir de önemli ve gerçek. Reşat Nuri kendi hayalinde yarattığı kahramanlara sübjektif olduğu kadar objektif bir
karakter vermesini de bilmiş. Romanda diğer bir
başarılı husus da psikolojik talılillerin sıkıcı olmaktan uzak ve okuyucuyu ilgilendirici bir tarzda yapılmış olması.
Reşat
Sara ve Ziya kendi dünyalarında insanların
kapris ve ihtiraslarını temsil yönünden
ayrı birer özellik kazanan roman. kalıramanları.
Reşat Nuri bu iki ayrı yaradılıştaki insanı aynı
romanın mevzuunda karşılaştırırken, hayata bir
tesadüf ve bu tesadüfün doğurduğu neticeler karakterini veriyor. Romanda yine bir hayat musikisinin çeşitli nağmelerini duymak mümkün. Bu
nağmeler romanın gidişi ile inip çıkıyor. Romanın süresi boyunca his, hayal ve psikolojik durumların tahlili, bu müziğin fon teşkil ettiği bir
alanda yapılıyor. Bu arada dikkate değer bir
özellik de mevcut. Reşat Nuri, ruhi buhranları
önleyecek yegane çarenin spor yapmak olduğu­
nu belirtiyor. Ziya Bey, yüztinün çirkinliğini ve
ruhunun her an taşmaya hazır volkanlarını ancak spor yaparak unutmağa çalışmaktadır. ünlü Fransız yazarı ve düşünürü Jean Giraudaux
«Spor vücuda enerji, cüret ve sabır gibi kuvvetli faziletler kazandırmaktan ibarettir. Spor
hastalığın tersidir» der.
Gerçekten Reşat Nuri
bu fikri homongolosun kuvvetli şahsiyeti ile yaşatıyor. Zira, Ziya Bey gibi hassas bir insanın o
kadar çirkin bir Qehre ile yaşayabilmesi imkansızdır. Halbuki o spor yapmak suretiyle bir nevi
kendinden uzaklaşnıaktadır. Ancak bu uzaklaşış gerçek ve samimi değildir.
Sporun kendine
kazandırdığı faziletlerden hiç biri, ne enerji ve
ne.de cüret onun maskesinin düşnıesine mani
olamamaktadır. Çünkü Ziya Bey, en az Sara kadar mağrur ve izzetinefsiyle oynanmasına tahammül edeıniyecek bir insan tipidir.
çeşitli
Netice olarak Reşat Nuri'nin bu eseri ile
gerçek hayatı romantik türde bir romanla en güzel bir şekilde anlatmağa muvaffak olduğunu
söyleyebiliriz.
EROL AKYAZAN
13
Soyut Resim ve
Türk Ressamlığı
Resin1
millette türlü yollarıyla
muvaffak olmuş, gtizel
san'at kollarından biridir. Yazımızda, bu san'atın yepyeni bir kolu olan «la peinture abstraite»i
işlenmiş,
san'atı
her
bazılarında
inceleyeceğiz.
Bugün «Soyut» san'atın tam bir tarifini ve
reçetesini vermek pek kolay olmaz. Yalnız şunu
da ilave etmek doğru olur: «l::loyut» nature den,
yani tabiattan tamamen uzaklaşmıştır. Bu, tıpkı
rönesansta başlayan, zamanımızda devam eden
klasik kuralların bir çoğunu içine alan ve bilgiye
dayanan bir resim koludur. Ancak klasiklerde
bir konu tabiat elemanlarından insan, manzara,
hayvan gibi figürlerle işleniyordu, «soyut» resim
ise şekil ve renk lekelerinden, çizgi güzelliğinden
ibaret sadece plastik endişeyle hareket eden ressamların seçtiği bir yoldur.
İrili ufaklı ressamların açtığı
dünya ölçüsündeki sergilerde derece almış ve ismi «peinture
abstraite» lugatlerine geçmiş Ttirk ressamlar1!1ın
başarısı bugun her Türkün göğsünü kabartabıle­
cek bir haKikattir.
Bu sanatkarları şöyle bir gözden geçirelim:
Mehmet Nejat Devrim: 1923 de İstanbul'da
doğdu.
Galatasaray Lisesi mezunudur. Güzel
Sanatlar Akademisinde okudu. Meşhur «paysagiste» Leopold-Uvy·nin talebesidir. .uana sonraları Ayasofya Camiinin mozaikleri üzerinde çalıştı. Bununla beraber Arap yazısı ve «so:yut» ~s­
lam sanatıyla alakadar oldu. Nejat'ın resımlerın­
de, siyah-beyaz veya renkli olsun, hissetme ve
istek çok ön plandadır, öyle zamanlar olur ki bazan bunlar bir harmoni içinde birbirine de karışır. Prenses Fahrel Nissa Zeyd'in oğludur. 1950
de Galerie Lydia Conti, 1951 de Galerie Beaune'da, 1953 de Studio Facchetttde hususi sergiler
açtı.
Salon des Realites Nouvelles'e kayıtlıdır.
Grup sergillerinde de bulunmuştur. Paris de yaşamaktadır. «Quand je peins, je remets en question la totalite du tableau chaque je le reprends.
n faut detruire jusqu'a'la folie. Ce qui parait
folie au moment meme de la creation n est que
la logique de la plante-peinture qui a grandi sana.
se soucier de vous» (Nejat) Dictionnaire de la
peinture abstraite'den.
Selim Turan : 1915 de İstanbul'da doğdu.
Güzel Sanatlar Akademisine gitti. Almanya'ya,
Fransa'ya, Yunanistan'a, İtalya'ya, Anadolu'ya
seyahatler yaptı. 1950 de Paris'de G~erie :ı:re­
tau'da eserlerini sergiledi. İlk «nonfıguratıve»
çalışmaları 1945 senesine rastlar.
1947 denberi
Salon des Aealites Nouvelles'e kayıtlıdır. Parisde yaşamaktadır.
. .
,
Fahr-el Nissa Zeyd : 1930 de Büyükada da
doğdu. 1920 de Güzel Sanatlar Akademisine girdi. 1928 de Fransa'ya, Paris'e gitti. Akademi
Ranson'da okudu, sonra Türkiye'ye döndü. Avrupa'ya ;ıayısız seyahatler yaptı. 1937 de Berlin'e
gitti. 1939-1940 seneleri arasında Budapeşte'de
kaldı. 1941 de hususi bir sergi açtı. Aynı sergisini Paris'de tekrarladı. Salon des Realites Nouvelles ve Salon de Mai'ye büyük ölçüde «abstrait» eserleriyle dahil oldu. Renkleri çok canlı
ve oynaktır. Galatasaray'da okumuş olan ve dünya ressamları arasında isim yapmaya başlayan
ressam Nejat'ın annesidir. Hayatını Londra ve
Paris'de geçirmektedir.
Klasik anlamda gayet güzel resimler yapan
bu sanatkarlar daha sonra «non-figurative»e
geçmişlerdir.
TUNCAY TANER!
14
GALATASARAY
_/flüzik
1959 yılının 2 Haziran ak:jamındayız. Fransa'da aileler ak:jam yemeğine oturmağa hazırlanıyorlar.·
'
Birden radyo yayını kesiliyor ve bir erkek
sesi milyonlarca aiı<J,-babaya hitap ediyor:
- ııransız ana Ve. babaları, size ÇOcUkları­
nızın istikbalini ve hcitta biraz da hayatlarını etkileyecek bir 'kotıudaiı söz açmak istiyoruz. LUtf en radyolarınızı terketmeyiniz.
Jeunesses Music"cıles de lt'rance teşkilatı, devletin mali yardımı 'arttırılmadığı' ve masraflar
arttığı için çökmek tehlikesiyle karşı karıııyadır.
Çocuklarınızın ruhi ve toplumsal muvazenelerini
sağlamak için elzem ol.an bu teııkilat ancak sizin
§ahsi uiırdımlarınız· sayesinde yaıııyacaktır...
O gece bütiin Fransa'da evleri dolaııaiı J.M.F.
üyesi gençler 24 milyon frank teberru toplamııılardı.
Bir evin kapısına asılmııı bir torbada 50
frank bulan gençler, bunun yanında bir de not
bulmıı§lardı :
«Annemizle babamız sinemada. Pierre ve
ben evde btılduğumuz bu kadar parayı size vermek istedik, fakat sizin geleceğiniz saatte yatmııı olmamız lazımdı. Torbadaki para bir ııey de/Jil; fakat bu Jeunesses Mıı.sicales'i· kurtaracaktır... »
Ve J eunesses M ıısicales kurtuldu ...
Bugün, devletin 240.000 yeni frank yardım
ettiği, ve gerektiği zaman Fransız milletinin bizzat kendi varlığıyla masraflarını karııılamağa
çalıııtığı bu teııkilat nedir'!
· Bir müzik teııkilatı devletin ve milletin ilgisini bu kadar çekebilir mi'! Çocukların istikbalini ve hayatını etkileyebilir mi'!
Bilimlerin ve düşüncenin milletlerüstü hakimiyeti dünya gençliğinin «acaba milliyet hissi
lüzumsuz bir his, bir fantezi mi?» sorusunu kendi kendisine sormasına yol açıyor.
Bu soru zaten aşağı yukarı her çağda kendisini hatırlatmış. Eski çağlar çoğunlukla insanlık ülküsünü din birliğinde gerçekleştirmeğe çalışmışlar. Ama o zaman başarıya ulaşmış bile olsalar, bugün için dinler bize yetersiz. Dünya insan tarafından epeyce tamamlanmış bir durumda. Bugün bize dünyevi bir din gerek: hem bilim
kadar s,omut, duygularımıza hitap eden, deneylere tabi tutabileceğimiz ve fakat insanın dışında
gerçek; hem de düşünce kadar insani ve soyut
bir iç gerçek olabilecek bir din arıyoruz.
İşte bunu bulamadıkları içindir ki içimizden
bazıları düşuk cinsi eğilimlere saplanır, kimimiz
daima güneşten kaçan bir anarşist ya da çok
maddeci bir komünist olur; kimimiz bütün insan
kavgalarına sırt çevirmiş bir burjuva olur, bir
Musa kendisine başka dünyalar arar.
Oysa aramamız gereken bir insanlık ülküsüdür. Fakat bu ülküyü milliyet hissinden ayrılmış
olarak bulmak zordur. Onun için bir problem çı­
kıyor karşunıza. Aynı zamanda hem soyut hem
somut bir gerçek bulmak gerek. Gençlik ancak
buna inanabilir.
Bu gerçek ancak sanatta olabilir; ve en kuvvetle görtindüğü alan müziktir. Müz.ik maddeden
hem son derece uzak olan, ve hem de maddeye
son derece bağlı bulunan· yegane sanat koludur.
Öyleyse gençliğin bunalımlarına tek çare onlara
müzik yapabilecekleri ve dinleyebilecekleri bir
ortanı hazırlamaktır.
Bizden evvelki nesilleri itham ediyoruz: bugünkü gençlerin yaptığı ve yapacağı bilfüstisna
bütün yanlış hareketlerin tek sebebi onlara bu
ortamın hazırlanmamış olınasıdır.
Bugün dünya devletlere ayrılmış olarak idare edilmektedir. Her devlet kuvvetini içersindeki
milli birlikten alır. Bir milletin kültürü ne kadar kendine has ·ve diğer milletllerinkinden farklı
olursa o milletin fertleri de o derece birbirlerine
bağlı olurlar.
Fakat kültür ancak uygarlığa, yani bilim ve
düşünceye bağlı olarak ilerleyebilir. Bilim ve düşünce de milliyeti olınayan kavramlardır. Onun
için günümüzde kültür de bilim ve (ltişünce gibi
milliyet sınırlarım aşmakta ve .bütün insanlığa
şamil bir duruma doğru ilerlemektedir.
İnsanlık idealini arayan gençlik için ne büyük bir önem olduğunu söylediğimiz müzik de'
uluslarüstü bir duruma doğru ilerlemektedir.
Yalnız, bu alanda en çok ileri gitmiş olan milletler gayet tabii dtinya müziğine kendi milletlerinin karakterini aşılamakta ve kabul ettirmektedirler. Bunun sonucu olarak bu alanda geri kalmış milletler için, bütün dünyayı etkilemiş olan
diğer bir milletin kültürünü alarak kendi kültürlerini ve dolayısıyla kendilerine has milli karakterlerini kaybetmek tehlikesi vardır.
Bu durumu gören bir çok d..ınya devletleri
kendi gençliklerinin bir an önce bütün dünyaya
hakim olan kültür seviyesine eri§mesi, ve ondan
sonra bu külturü kendi milli karakterlerine uygun olarak . geliştirip dünyaya kabul ettirmesi
için «Gençliğe· Müzik» hareketleri tertiplemiş­
lerdir.
Türkiye'mizde dünya kültürüne sunulabilecek bir muzik yoktur. Asırlardanberi bağlandığı­
mız Türk Müziği, dünya kültürünün üzerine kurulmuş olduğu ilkelerin tam aksi bazı ilkeler üzerine kurulmuştur ve şimdiye kadar kaydettiği
bütün gelişmeler onu dünyaya iyice hakim olan
Batı kültüründen uzaklaştırmaktan başka hiçbir
şeye yaramamıştır. Bu yüzden de, Batı kültürünü hazmetmiş ve dünyaya karşı yüzümüzü ağar­
tan birkaç sanatçımız, sanatlarıyla bağdaşacak
bir Türk özü bulamamakta, Alman, Fransız,
GALATASARAY
15
Timur Selçuk
Sanatkar bir ailenin oğluyum. Müziğe olan
alil.kam küçük yaşımda başlar. Başta babam
Münir Nureddin Selçuk olmak üzere, ailemin en
büyük arzusu benlm müzisyen olarak yetişmem­
di. 1lkmektepte piyano dersleri almaya başladım.
Ailem işi daha ciddiye alabilmem için beni Konservatuara yazdırdılar. Şimdi piyano ve armoni
bölümlerine devam ediyorum. Hocam değerli piyanist Ferdi Ştatzer'dir.
Dersten fırsat bulduğum zamanlar piyano
çalışırım. Musiki sahasında olduğu kadar tahsil
yıllarında da çalışıp yetişmek en büyük emelimdir. Çünkü tahsilsiz bir sanatkil.rm hiç bir şey
ifade etmiyeceğine inanıyorum.
Bugüne kadar çeşitli konserler verdim.
Memleketimizde genç sanatkarlara gösterilen
alil.kaya muvazi, mektebimizde de başta müdürümüz ve hocalarımızın sanat teşekküllerine yaptıkları teşvik, verdikleri geniş saha bizleri çok
mütehassis etmektedir, kendilerine minnettarız.
Okulumuzda bir turizm kulübü kurulmuştur.
Açılış toplantısı 31 Mart 1961 CUma günü yapılmıştır.
Amatör rehber talebe arkadaşlarımız
tarafından kurulan bu kolun gayesi okulumuzda
turizm sevgisini uyandırmak ve geliştirmektir.
Bu alanda çeşitli faaliyetler teşkilini düşünen kol
mensupları bu harekete diğer liselerde de girişil­
mesini arzulamakta ve böylece liseli talebeleri
turizm alanında faydalı birer eleman haline getirmeyi düşünmektedirler. Hüsnü Atilla, Mümin
Alanat, Muhittin Yamaç, Kaya Tiryakioğlu,
Barlas Tolan, Doğu özgür, Levent Köymen,
Mehmet Karal, Turizm Kolunun kurucularıdır.
Turizm Kolunun çalışmalarına okulumuz öğret­
menlerinden İstanbul Belediyesi Basın, Yayın,
Turizm ve Protokol Müdürü Rakım Ziyaoğlu rehberlik etmektedir. Arkadaşlarımıza başarılar
dileriz.
İtalyan veya Amerikan karakterini benimsemektedirler.
·
Bu durum katiyen bir hal çaresi teşkil edemez. Yurdumuzda ergeç Batı kültürünü kabul
edenler çoğalacak, ve aralarında kesin bir kultür farkı olan iki kitle doğacaktır. Bu bir millet
için korkunç bir. şeydir. Devlet bu kitlelerin hangisini tutacaktır ? Bütün dünya tarafından kabul edilen fakat Türk olmıyanını mı? Yoksa
Türk karakterine sahip olup dünyada kıymet verilmiyenini mi?
Devletin tutumu bu durumu önleyici değil
körükleyici görünüyor. Bir hafta alaturka, bir
hafta alafranga konser veren bir İstanbul Konservatuarı bilmem ki Türk külturünü ctunya sahnesine nasıl çıkaracak?
Belki dünyada «Gençliğe Müzik» hareketine
en ihtiyacı olan devlet Tilı:kiye'dir. Gayet sıh­
hatli kökler salmış olan devrim dışı musikiyi
alelacele atıp yeni bir Türk müzik karakteri kurmak gerekiyor. Bunu ancak Türk Gençliği yapabilir. Çünkü o, bu karakteri diğer bütün sanat
kollarına getirmiştir.
Osmanlı karakteri yalnız
müziğimizde hüküm sürmektedir. örneğin: şar­
kılarımız.
Şarkı, hayatın içine en fazla girmiş
bir müzik türüdür. En yüksek toplum katından
en basitine kadar bütün insan toplulukları düşündüklerini, hissettiklerini,
kısacası yaşadıkla­
rını şarkılarla anlatırlar. Sorarım size, (Hayatım mahvoldu gitti, mehavvet bitmiyor asla) şar-
kısının anlattıklarını
bugün yaşıyor muyuz ?
Diyeceksiniz ki bu· bizim atalarımızın zamanındaki bir yaşantıyı aksettiriyor; neden kaldı­
rıp atalım?
Peki, güzel, atmayın, ama bugünkü hayatı­
kendi gerçeğimizin ne günahı var? Niye
bir Orhan Veli'nin, Behçet Ne·catigil'in, Atilla Ilhan'ın, özdem1r Asaf'ın,
Salt Faik'in şiirlerini
şarkı haline konup en cahilinden en ytıkseğine
kadar her birimizin ağzında dolaşması sağlanmı­
yor? Neden mi? Çünkü şiirlerimiz Batıya yönelmiştir ve bu ustalar Batı anlayışından eser
vermişlerdir. Oysa müziğimiz Osmanlı karakterindedir. Bu karakter Batı biçimlerine asla uyamaz. Bu yumuşak ve şekilsiz karakter dünyaya
bil.kim olan kesin müzik karakteriyle bağdaşa­
maz. Biz Şarklı değiliz. Bunu her alanda liemalist bir atılışta ispat ettik. Müzük alanına da yepyeni bir çeşni getirmeliyiz ki dünya radyolarında
çalınabilsin ve dinleyenler, «Bu bir Türk Müziğidir:> desin.
1şte Türkiye'de «Gençliğe MüZik» hareketinin hedefi buna varabilmek için takip edeceği­
miz yolun ilk basamağı, dünyaya bugün bil.kim
olan müziği dinleyebilecek gençler elde etmektir.
Belki de bu birinci kademe aşıl!nca arkası, yani
bütün insanlığa şamil Türk Müziğinin kurulması
kendiliğinden gelecektir.
mızın
AHMET YÜRÜR
i6--------
GALATASARAY
SPOR
Geçirmiş olduğumuz aylar içinde okulumuzda oldukça enteresan spor hareketleri olmuştur.
.BOKS•: Bu sene birdenbire Hüseyin Yarsuvat'm kaptanlığıyla ve M. Ali hocanın yardımıy­
la. p~layıverdi. Arkadaşların alaka ile karşıla­
dıklari bu spor yokluk içinden var olmuştur. Takım yaptığı maçların hepsinde büyük muvaffa·
kıyet gostermi§tir.
·
Mesela Fenerbalıçe ile yaptığı maçların ikisini
de kazanmıştır. Ayrıca üç okul arasında yapılan
bir turnuvayı da kazanarak muvaffakıyetini devam . ettirmektedir. Takılİlln klas üç elemanı Hüseyin Yarsuvat, Metin . Başaran ve Sermet Arkada§'tır.
Kaptan olan Hüseyin, Sultani'de ilk
Il8.!{avt yapmak §erefini de kazanmıştır. Yaptığı
maçların hemen hemen hepsini kazanan Yarsuvat halen kendisine rakip aramakla me§guldlir.
Zira Ankara Kolejinde antrenmanını seyreden
kolejlilerin dudakları çatlamı§ ve kendisine rakip çıkaramamışlardır. Boks §Ubesine bol §anslar dileriz.
SPOR mevzuunda muhakkak ki en büyük
hareket M. Ali Beyin tamamiyle §ahsi desteklemesi ve gayreti ile meydana çıkını§ olan açık­
hava jimnastlkhanesidir. Hoca her etüd saatinde
elµıde detterıe cıola§ııJ, gece tertip ettirip, sonra
da d~mircilerin başında saatlerce durup gayet
yçırucu bir çalı§madan sonra Ualatasaraya hakikaten ·güzel bir. hediye verdi. Hocamızın bu mUte§ebbisliğini ve gayretini takdirle kar§ılıyoruz.
Y:ardırı:ıların en büyüğunü yapını§ olan 7 - B sı­
I\ıfllll. da t~brik eder, ağabeylerine örnek olmalarını temenni ederiz.
/ ... VOLEYBOL : Ortaokul voleybol takımımız
firial maçında St. Joseph'e 2- O yenilerek §ampiyonluğu kaybetmiştir. Kaptan Tamer, kaybedilen
şamp!:yonluk hakkında bize §unları söyledi :
- Şampiyonluk sahibini buldu. Rakiplerimizi candan tebrik ederiz. İn§allalı seneye daha
çok çah§arak iddiamızı. arttıracağız.
Lise voleybol takımı. Haydarpaşa'yı 2- O yenerek §ampiyonluğa emin adımlarla yakla§maktadı:r .•
BASKETBOL·: Takımımız Yapı Sanat'a
59 - 43 yenilerek şampiyonadaki iddiasını kaybetti. Alman :Şremen Basketbol Club takımıyla yapmış>~Jduğu maçı güzel bir oyundan sonra 59 - 52
yenmeye muvaffak oldu.
ATLETİZM: On be§ günlük tatilde okulun
atletizm takımı Ankara Maarif Kolejine giderek
müsabakalar yapmıştır. Fakat takımımız eksik
bir kadroyla Ankara ya gitmi§ olduğundan buyuk bir muvaffakıyet· kazanamamı§tır. Neticede
G,S. 12 puan, Kolej ise 24 puan almı§lardır. Atletizm . kaptanı Türker (Yaz sezonu için çalışma­
lara başlamış bulunuyoruz, bu sene okulumuza
yeril birincilikler kazandıracağımızı ümit ediyorµz) deı:µiştir.
FUTBOL : Futbol takımımız İstanbul §arnpiyonluğundan elendikten sonra ilk maçını fuyüp
Lisesine kar§ı yapını§ ve bu iddialı baklava maçını okul takımımız 5 - 3 kazanmı§tır. İlk devre
4 - O takımımızın galibiyetiyle sona ermiş, ikinci
devrede ise takımımız bir gol atını§, Eyüp Lisesi
ise ancak 3 gol atabilmi§ ve maç da bu neticeyle
sona. ermi§tir.
MEHMET ALI BlRAND
Tekrar mektepte
olabilsem..
-
989 Gündüz au tableau ...
Bu çağrı bana çok korkunç gelirdi o zamanlar. Hele bilhassa cebir, fizik, kimya derslerinde
olursa... Samimi söylemek gerekirse hiç de filum
§alum bir talebe sayılmazdım Galatasarayda
okurken ... Fakat kendi kendime biraz fazla iftira ediyorum galiba. Zira altıncı, yedinci sınıfa
kadar i§ler hiç de fena gitmedi. Hatta bazı seneler sınıfın ikincisi, üçüncüsü bile olmuştum.
Gelgelelim fUtbol hastalığının o tehlikeli virüsü
içime girer girmez artık gözüm ders mers görmez olmu§tu... Sabah erkenden kalkıp Grand Cour' da top pe§inde ko§rnak, öğleden evvelki
derslerde arka sıralara çekilip gizli gizli gazetelerin spor .haberlerini okumak, öğleyin alelacele
bir yemekten sonra gene yer kapıp çift kale oynamak için Grand-Cour'a fırlamak, al>§am derslerinde ise son teneffüste oynanacak sınıf maçları için kağıtlara muhtelif talnmlar yapıp diğer
meraklı arkadaşlarla
birbirimize atarak tartı§­
mak... ݧte artık günlerim hep böyle geçiyor ve
tabii matematik, fizik, kimya kitaplarma da ancak futbol çoraplarımın arasına sokup tekmelik
yapmak için el sürebiliyordum.
Bu arada tertemiz yatakhanelere, yemekhanelere, bir gencin bo§ vakit geçirmesi için spordan tutun da sinemasına kadar envai. türlü imkanlara, Galatasarava mahsus şakala§malara,
esprilere rağmen «Ah şu mektepten bir kurtulabilsem» der olmuştum.
Fakat i§te yirmi küsur sene var ki oradan
Her se:ııe orasını nasıl aradım, orası nasıl burnumda tüttü bilemezsiniz. Asıl hayatta öyle zorluklar, tatsızlıklar varmış ki cebirin, fiziğin, kimyanın, matematiğin sevimsizlikleri solda
sıfırdan da kıymetsizrni§ meğer... Ah eğer §imdi tekrar imkan olsa da gene mektebimde olabilsem ve senelerce orada kalabilsem.
uzağım.
- 989 Gündüz au tableau... diye beni tahtaya sorguya çağıracak hoca sesleri bana ne ho§
gelecek.
GÜNDÜZ KILIÇ
TEŞEKKÜR
Eski mezunlarımızdan Mehmet TUraç'a, okulumuzun önderliğini yapmakta olduğu J eunesse
Musical'e, gerek dergimize ve gerekse bro§ürümüze yapmış olduğu yardımlardan dolayı te§ekkür etmeyi bir borç biliriz. Bu hususlarda Galatasaray' a yardımlarını esirgemiyen Shell Oil
Company' e de §ükranlarımızı bildiririz.
GALATASARAY
GALATASARAY
------17
SPORCULARIMIZ
Boks
ta,kımımız
Nurhaın Borzokyaın
Yavıız
Demir
18
GALATASARAY
Galatasaray
Fener bahçe
Galatasaray ou Fenerbahçe? Sentimentalement ma reponse et facile, comment mon coeur
ne serait-il pas avec Galatasaray. J'ai frequente
son local d'entrainement de la «route Hasmın
galip», des mon arrivee au lycee, pendant l'automne 1928. J'y rencontrais mon ami Ömer Bessim pour preparer la future saison d'atyletisme,
de nombreux eleves du lycee athletes comme Semih, qui etait alors en septieme, et deja le meilleur sprinteur de Turquie, boxeurs comme Necmi
et Melih qui fut champion de boxe de New-York,
et bien enfendu aussi le nombreux joueurs de
Foutball (l'equip de footb8.ll du club etait a cette
epoque presque confondue avec celle du lycee).
Nous nous retrouvions egalement au stade de
Taksim, qui etait la cour d une ancienne caserne,
sur l'emplacement de l'actuelle cuvette du jardin.
Les spectateurs des rencontres de football, tout
ausslserres sur les tribunes de planches souvent
vernıoui.ues, etaient aussi enthousiastes et meme
plus exhuoorents que les habitues actuels du
stade de Mithat Paşa.
J' ai vu briller sı.ır les deux stades bien des
anciens du lycee, depuis Rebi, Eşfak, Gündüz,
Doğan 1 Coşkun ete jusqu'a İsfendiyar et Turgay.
~Mais que Sont le equipeş actuelles des deux
grands clubs rivaux, et qu'adviendrat-il cette
annee. dans la course au titre de champion de
Turquie, cela est une autre histoire.
Fenerbahçe est une equipe serieuse, bien entrainee, pratiquant un jeu classique ordonnee qui
ressemble }ı. celui des equipes de l'Europe centrale. Les anciens Lefter, Naci ont perdu un peu
9e leur mordant, Can est irregulier, mais l'en-
semble demeure solide. La defaite ecrasante subie devant Galatasaray est l'un de ces phenomenes bien connus qui caracterisent les resultats toujours iınprevisibles des rencontres entre
ces deux clubs.
Galatasaray a plus de panache, son jeu s'apparente a celui des equipes latines, capables du
meilleur comme du pire. C'est done une equipe
brillante mais inconstante, elle vaut ce que vaut
son «etoile» Metin le jour de la rencon~e. Certes
dans l'equipe d autres jourmy sont capables de
briller: l'elegant Suat, le defenseur opiniıı.tre Candemir et Turgay qui, s'il a perdu un peu de sa
detente, demeure un tres grand gardien de but.
Je pense qu'actuellement la qualite de Fenerbahçe se trouve dans sa ligne d'avants tres
complete, cette equipe n'a pas remplace Naci au
centre de la ligne de demis, et a l'arriere İsmail
est loin de l'eficacite qu'il montrait dans la defense de Galatasaray. La rentree de Basri et
l'arrivee d'Attila sont peut-etre capables de remedier a ces faiblesses. A Galatasaray la def ense est bonne, la presence. de Suat a considerablement renforce la ligne de demis, mais au
detriment de la ligne d'attaque qui n'a pas trouve
d' ailiers et dans laquelle manque un dribleur
adroit capable d'inquieter la defense adverse pour
liberer Metin.
Cependant, malgre son retard actuel, en
evitant certaines fautes (matches a İzmir au
retour d'une tournee en İsrael), l'equipe de Galatasaray est tres capable de profiter d'un «accidenb de Fenerbahçe, et de ternıiner en tete.
C'est ce que je lui soı1haite.
M. GOUDMAND
GALATASARAY
19
ç AY
Çok çalışıldı, çok uğraşıldı ama olmadı işte,
bir çay daha geçirdik. Şubat ayındanberi
teberru ile satılmaya başlanan davetiyelerin büyük bir kısmı h§.tıra kah.ilinden arşivin bir kö-
soğuk
şesine atılıverdi.
Bu çay bizim okulun bir sembolü idi ve her
seferi de tıklım tıklım dolardı. Fakat son zamanlarda bizim çaylara dışarıdan gelenler yavaş yavaş azalmaya başladı. Bunun sebeplerini de bir
türlü bulamadık gitti.
Her halde artık şu Taksim Belediye Gazinosunu bırakıp daha iyi bir yer bulmak lıtzım.
Zira o koskoca salonu dolduracak insanı bulmak
iınkıl.ıısız bir hale geliyor.
Saat üçte müzik başladı ve ilk dansı ERGÜN
açtı. Hocalardan ilkönce Hüsnü Bey geldi, arkasından Ali Ortaç, hanımı ile salona girer girmez
bir alkış tufanı ile karşılaştı. İlk dans kapandık­
tan sonra misafirleri epey korkutan yerli bir yoginin yaptığı numaralarla atraksiyon başladı. Bu
arada çayın zevkini çıkaranlar muhakkak ki M.
Thompson'uiı ve M. Balleret'nin iltihakı ile durmadan kahkaha ile gülen son sınıf bek§.rları oldu. Müdürümüz Ali Teoman, saat dört buçuğa
doğru hanımı ile geldi ve öğretmenler masasın­
daki yerini aldı. Son sınıf bekıl.rlarının en büyük
meşgalesi M. Boulet ve M. Balleret'ye bir dama
aramak oldu. Aydın'ın tertip ettiği dans müsabakası çay'ın tek eğlenceli kısmını teşkil ediyordu. Oldukça heyecanlı geçti ve sonunda Ayberk Füsun çiftinin kazanması lıtzım gelen müsabakayı oyunun ortalarında bir liraya satın aldık­
ları balonla devam eden Cüneyt - İnci çifti kazandı. Piyango çekilişi çayın neşelenebilmesi için
büyük iki ümidimizden birisi idi. nk anlarda bir
hanıma sütyen çıkması, Hüsnü Beye çıkan hediye ve nihayet Ali Ortaç'a düdüklü tencere diye
üstüne bir izci düdüğü iliştirilmiş alüminyum
tencerenin çıkması herkesi kahkahalarla güldürdü.
Dans tekrar başladığı zaman M. Balleret İnci çiftinin figürlerini herkes hayranlıkla seyretti. Refik Atakurt, Semih Sohtorik ve Yücel
Abanozoğlu dans edenler arasında göze çarpanlardandı.
Tam bu sırada Hilton'da çaldığı için
zamanında yetişemiyen Brezilya'dan zorlukla getirilen (Antos
Kantos - Panços) orkestrasının
show programına başlıyacağı anons edildi. Animatör Erol Erman ince esprilerle orkestrayı takdim ettikten sonra yan kapıdan büyük grup korkunç homurtularla sökün etti. Baterist Kayhan,
piyanoda TUncay, bas'ta Nur, marakasta Mehmet Ali başarılı idiler. Fakat bağıranlardan Taylan, gitarist Orhan ve Arınacan talihsiz bir günde olduklarından büyük sükse kazanamadılar.
Bu arada Salgur, Orhan'ın kafasına pudra. döktüğünden
epey hırpalandı. M. Vouzelaud, M.
Goudmand ve M. Dubois son dans başladığı zaman salonu terketmişlerdi. M. Thompson ile Salgur birbirlerine pudra atıp bembeyaz oldular, ve
bu günü tam tes'it edebilmek için Divan Oteline
gitmek üzere salondan ayrıldılar.
Son dansı neşelendiren grup, II. Edebiyat
talebeleri ile Kerim ve d§.me'i idi. Saat altı
buçuğa henüz gelmişti ki İsmet pardesüsünü giymiş, eline çantasını almış olarak mikrofona yaklaştı ve danseden çiftlere
okul adına teşekkür
ederek artık gitmelerinin lıtzım geldiğini hissettirdi. Salon da yavaş yavaş boşalmaya başladı.
En son çıkanlar arasında Galatasaray §.şığı İs­
tanbulsporlu milll kürekçilerimizden Hasip öge,
hayatından ~emnun uzaklaşıyordu.
MEHMET AL1 B1RAND
~!'fr,~.., ...... ,.
~(J;,.'.'tf,•""'''
.;.ı,~t:..Y-:~"-""''
;":4~~~;ht.,.,.
Mobiloil vE MC4
TERKiPLi Mobilgas
YAKITTA
L5!!!!1
~
EKONOMiA SERViS
.
.iLE
.
.
EKONOMi
TAMiRDE EKONOMi
ÖMÜRLÜ ARABA
'
LASTİK
MASRAFLARINIZI
AZALTMAK iÇi.N ..
E skL L
a s t i k 1 e,;r i n z e
TATKO J...ASTİK KAPLAMA FASRiKAStNDA
'
Sırt
Orijinal ,GOORYEAR formülü ile
s.ırt
geçirilen
G e ç i. r t i n i z.
ldstiklerfirıiz
yepyeni bir lastik kadar kilometre yapar) buna ..rağmen size
yeni
lastiğin
T A T K. O
1/3
fiatına
S E ij. V İ S
.
mal olur.
İ S TA s~y O NJJ
En modern teçhizat , en fö1gfli elemanlarla emrinizdedir.
J
Her marka :ve model tenezzüh :ve
dikkat :ve titizlikle
kamyonların
tamiratı ~
yapılır.
T ·AT K .O
~TOMOBİL, 'LASTİK
VE MAKİNA TİCARETİ
T.A.Ş.
Gu~huriyet Caddesi 3.5, Taksim, istanbul -
Servis istasyonu
Latik Tamir Fabrikası:
J
Tel. 41 20 3(J
Mecidiyf3kÖ'Y
I
•
/
SHElL ÖGRETi.C'i EJ.LfllLERi
ve Mühendislik · - Uçak Sanayii
SanayH ve Ürünleri - Ziraaıtçilik
Trafik
Emniyeti
Spor
mevz.uları
Petrol
- Halk Sağlığı
v. s .. gi.bi
çeşitli
ihtiva eder •
...........
....
......
·······
..........
··•···•••
········
·······
......
............
~·
,
• 1 •••••••
1 • • •••••••
.
.
londra'daki " Shell Film
alakalı
mütehassıslarca
Teşkilatı., tarafından
ve
16 m/m ' 1i k
resmi ve hususi
hazırlanan
kültürel filr:nlerl Şirketimiz,
müesseselerin emı-ine amade
bulundurmaktadır.
1960 Yılında memleketimizin muhtelif yerlerinde
1 Mil YON'a yakın .seyirci bu filmlerden faydalanmıştır.
. .(IJ
>
SHELL CO!VIPANY OF TURKEY LiMiTED ~
Doğu Palas, Taksim
1$TAN BUL Tel: 47 41 30 (/)
----·~

Benzer belgeler

OKU - Sultani

OKU - Sultani leur est commune, ils entendent et voient par les memes trous; de plus ils pensent, sentent, s'emeuveıit de la meme façon, se souviennent des memes faits peut-etre; mais ils n'ont pas la meme vie. ...

Detaylı

Oku - Sultani

Oku - Sultani lik yapmıştır. «Langue Turque» adlı kitabıyla Türkçeyi yabancılara öğretmek için bir metod hazırlamıştır. Bu kitabı Şarkiyat Bölümüne tavsiye edilmiştir. <ı:English of today», <ı:Durubu Emsal» adlı...

Detaylı