Dersim Seyahati 25 Temmuz 2013`te, uçakla Elazığ`a hareket ettim

Transkript

Dersim Seyahati 25 Temmuz 2013`te, uçakla Elazığ`a hareket ettim
Dersim Seyahati
25 Temmuz 2013’te, uçakla Elazığ’a hareket ettim. Elazığ Havaalanı’nda beni Selahattin Ali
Arik ve Hüseyin Şahin karşıladılar.
Havaalanında bir süre bekledik. Bir süre sonra Elazığ Havaalanı’na İstanbul’dan kalkan uçak
indi. Uçaktan İBV Başkanı İbrahim Gürbüz, Yönetim Kurulu üyesi Ahmet Önal, yöneticilerden
Necip Yeşil indiler.
İki otomobil vardı. Birini Hüseyin Şahin, öbürünü Selahattin Ali Arik kullanıyordu. Hüseyin
Şahin emekli astsubay… Aynı zamanda şair, şiirleri Peri yayınları tarafından basılmış.
Hüseyin şahin’in kullandığı arabada ben ve İbrahim Gürbüz, Selahattin Arik’in kullandığı
arabada da Ahmet Önal ve Necip Yeşil vardı.
Mazgirt’e, Hüseyin Şahin’in Qerextep köyüne hareket ettik.
Mazgirt’e, Qerextep’e doğru yol alırken arazide durmadan yükseldik. Qerextep dağların
eteğinde ama çok yükseklerde.
Hüseyin Şahin’in evi Qerextep’de yüksek bir tepenin üzerinde… Epey ileride, yine yüksek bir
tepenin üzerine bir karakol kurulmuş. Kalekol… Kalekol, uzaklardan bütün haşmetiyle fark
ediliyor.
Hüseyin Şahin’in iki katlı evi bir konak. Sarı konak taş bina. Konak geniş bir bahçe içinde.
Dağdan süzülerek gelen sular havuzda birikiyor. Ağaçlar damla usulüyle sulanıyor. Dut, elma,
kayısı gibi ağaçlar var. Sebze tarhları da iyi düzenlenmiş. Bahçede havuzun kenarında
böğürtlenler epey çoğalmış. Meyveleri çok iri, çok lezzetli.
Hüseyin Şahin’in hayvanları da var. 6-7 keçi, hindiler, tavuklar…
Evde kediler de var.
Bu konak, Hüseyin arkadaşın bizzat kendisi tarafından yapılmış. Bahçe düzenlemesi yine öyle.
Dağdan suyun indirilmesi, havuzda biriktirilmesi, damla sulama mekanizmalarının kurulması
Hüseyin arkadaşın kendi emeğiyle, kendi estetik anlayışıyla gerçekleştirilmiş. Hüseyin arkadaş
espritüel bir kişi... Çok güzel fıkra anlatıyor. Fıkralar çok çeşitli. Fıkralarla konuşması Hüseyin
arkadaşın çok önemli bir özelliği…
Elazığ’dan Mazgirt’e, Mazgirt’ten Qerextep’e giderken yol arazide durmadan yükseliyor.
Yolun Qerextep’e ulaşan bölümü Hüseyin Şahin’in emeğiyle düzgün bir hale getirilmiş… Buna
rağmen kışın bu yolun kar nedeniyle çoğu zaman kapandığı söyleniyor.
Qerextep’e doğru yol alırken bazı köylerden de geçtik. Bir köyden geçerken Hüseyin arkadaş
“burası Kemal Burkay’ın köyü” dedi. Darbın Köyü.
1
O gece, İbrahim, Ahmet, Necip, Selahattin… hep birlikte, Hüseyin Şahin’in konağında kaldık.
Odalar çok geniş. Bizim kaldığımız odada geniş bir kitaplık da vardı.
26 Temmuz günü Qerextep’den Mazgirt’e doğru hareket ettik. Mazgirt’e varmadan önce, Silo
Dağı eteklerindeki çukurda mola verdik. Burada, bir anıt mezar yapılıyor. Anıt mezarın
kurgulanmasında, projenin yaşama geçirilmesinde Dara Kırmızıtoprak’ın rolü büyük. 1938’de,
bu çukurda, 50’nin üzerinde Kürd kurşuna dizilmiş. Anıtmezar bu süreci hatırlamak,
hatırlatmak, toplumsal hafızayı güçlendirmek için yapılıyor. Dersim tarihi ile yakından
ilgilenen Hüseyin Beyaztaş, bu katliamla ilgili bilgi verdi. Dersim’de bunun gibi pek çok toplu
mezar olduğunu söyledi. Çukurluğun etrafını çeviren yüksek dağların tepeleri kara kara
görünüyorlardı. Sanki hala 1937-38’deki katliamların yasını tutuyorlardı.
Anıtmezarın yapımı son anda kaymakamlıktan gelen bir emir gereğince durdurulmuş.
Engelleri aşma çalışmaları sürüyor.
Anıtmezar ziyaretinin arkasından Mazgirt’e, oradan da Tunceli’ye hareket ettik. Mazgirt’te
Ermenileri hatırlatan pek çok pek çok manastır ve kilise harabeleri var.
Tunceli’de Kazım Arik ve Hıdır Öztürk bizleri bekliyorlardı. Onları da alarak yine iki arabayla
Ovacık’a doğru yola çıktık. Munzur suyunu izleyerek Ovacık’a, Munzur Suyu’nun kaynaklarına
vardık. Kazım Arik, orman mühendisi. Bölgede de çalışmış, coğrafyayı yakından biliyor. Bize
Laç Deresi’nin, Kutu Deresi’nin Munzur Suyu’na açılan ağızlarını gösterdi.
Akşama doğru yolu izleyerek Tunceli’ye döndük. Tunceli’den Nazımiye’ye doğru yola çıktık.
Kazım Arik bize yol boyu açıklamalar yaptı. Tunceli’den Nazımiye’ye doğru da yol durmadan
yükseliyor. Bazı yüksek tepelerin üstünde, dağların yamaçlarında Kalekol inşaatları da devam
ediyor. Dersim’de çeşitli yönlere giden anayollarda seyahat ederken bu inşaatlar
görülebiliyor.
Nazımiye Aynur gilin memleketi. Nazımiye’den Civarik’e doğru gidiyoruz. Aynur’uın kardeşi
Erdal Nazımiye’de. Erdal’a Civarik’ten dönüşte uğrayacağız.
Yol Nazımiye’den sonra, Civarik’e doğru da durmadan yükseliyor. Tenha bir yol. Kazım Arik
bize yol boyunca çok önemli açıklamalar yapıyor. Nazımiye’den hemen geçince, yolun sağ
tarafında durduk. Kazım Arik Büyük Bertal Efendi hakkında, nasıl katledildiği hakkında bilgi
verdi. Durduğumuz yerin Bertal Efendi’nin katledildiği nokta olduğunu söyledi. Biraz daha
ilerledik. Sol tarafta bir çukurlukta tekrar durduk. Kazım Bey Büyük Bertal Efendi’nin
ailesinden 52 kişinin bu çukurda kurşuna dizilerek nasıl katledildiğini anlattı. Büyük Bertal
Efendi, Sait Kırmızıtoprak’ın dedesi oluyor. Kazım Bey de Büyük Bertal Efendi’nin
torunlarından oluyor.
Akşama doğru Civarik’e vardık. Civarik coğrafi olarak çok yükseklerde yer alan bir köy. Petros
Dağı’nın Sülbüs Dağı’nın eteklerinde yer alıyor. Ufukta, Kığı’daki Sülbüs Dağı’nın tepeleri de
seçilebiliyor.
2
Ali Bey’in evine ulaştık. Burası da iki katlı taş bir konak. Geceyi hep beraber burada geçirdik.
Evin bahçesi de var. Bahçe, Petros Dağı’ndan gelen sularla sulanıyor. Civarik’te bazı evlerin
bahçelerinde küçük mezarlıklar var. Köyün genel bir mezarlığı yok. Her aile, ölülerini
bahçesinin bir köşesine yaptığı mezarlığa yatırıyor.
Civarik’te evler genel olarak çok dağınık. Evler, bahçeler içinde. Bahçeler de meyve
ağaçlarıyla, sebze tarhlarıyla dolu.
Civarik’te komşuluk zor olmalı. Zira bir komşuya gidebilmek için yokuşlar inmek yokuşlar
çıkmak zorundasınız. Evler, hep tepelerin üzerinde kurulu, tepeler de birbirlerinden dere
yataklarıyla ayrılıyor.
Kışın kar nedeniyle yolların kapandığı bu bakımdan ailelerin kışın köyde kalmadıkları
söyleniyor. Aileler yazın 4-5 ay köye, evlerine geliyorlar.
27 Temmuz sabahı, Sait Kırmızıtoprak’ın doğup büyüdüğü evi de ziyaret ettik. Civarik’ten
Nazımiye’ye dönerken yolda Sey Gazi’nin (1860-1936) türbesine de uğradık. Yolda Sey
Gazi’nin türbesinin yolunu gösteren bir tabela var. o tabelada Sey Gazi’ye ait olduğu
söylenen şu mısralar yazılı:
Her ot kendi kökünde biter
Her kuş kendi dalında öter
Aslını inkar edenler
İzine toz atar, siler gider.
Bu mısralar aslında Zazaki. Sey Gazi’nin türbesinin kapısında da bu mısraların farklı bir
tercümesi var. Ama kapının üstündeki tabelada yer alan tercüme daha kötü bir tercüme.
Araştırmacı Munzur Çem ise aslında bu mısraların anonim olduğunu, sonradan Sey Gazi’ye
atfedildiğini söylüyor.
Sey Gazi’nin türbesinden sonra Derova’ya da uğradık. Burada doğal çağlayanlar var.
Nazımiye’de Erdal’a uğradık. Küçük, şirin evleri var. Evin küçük bir bahçesi de var. Mezarlığa
uğradık. Aynur’un, Erdal’ın, Filiz’in, Ali Ekber’in babasını, İbrahim’in kayınpederinin ziyaret
ettik. Aynurgilin küyüne gidemedik. Başka bir seferde gideceğiz.ı
Tunceli’ye dönüşte, Tunceli İl Mezarlığı’nda Sakine Cansız’ı ziyaret ettik, mezara karanfiller,
çiçekler bıraktık. Mezarlıkta 60 kadar mezar var. Bu mezarlarda yatanlar kimliksiz.
Belediye’de bu kişilerin isimlerinin olabileceği söyleniyor.
Tunceli’ye vardığımızda, İbrahim ve ben Hıdır Öztürk’le birlikte Taptik köyüne gittik. Hıdır
Öztürk’ün devlet terörünün yükseldiği dönemde, 1992’de bir cinayete kurban giden kızı
Ayten Öztürk (1960-1992) burada yatıyor. Ayten Öztürk’ü birlikte ziyaret ettik, mezarlığa
karanfiller bıraktık.
Akşam belediye parkında bir konferans vardı, konferansı Selahattin Arik sundu.
3
Konferanstan önce Hıdır Öztürk, kızı Ayten Öztürk’ün nasıl katledildiğini anlattı. TBMM’de
İnsan Hakları Komisyonu’nda yaptığı konuşmadan söz etti. Katliamda önemli rol oynayan
Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’dan söz etti. Daha sonra Selahattin Arik, İBV Başkanı İbrahim
Gürbüz’e söz verdi. İbrahim Vakıf hakkında bazı açıklamalar yaptı.
Selahattin Ali Arik, İbrahim’in konuşmasından sonra bana söz vereceğini söyledi. Konferansta
hangi konunun konuşulacağı hakkında kısa bir sunum yaptı.
Konferans Yakındoğu ile ilgili, Yakındoğu’nun imhası ile ilgiliydi. Bu çerçevede Kürd-Kürdistan
sorunu dile getirildi. Daha sonra Dersim konusuna gelindi. 1937-38 Dersim Soykırımı’na
vurgu yapıldı. Soykırımın temel nedeninin Kürdlüğün yok edilmesi olduğu söylendi.
Dersimlilerin önemli bir kısmının bu soykırımı unuttukları fakat kendileriyle hiç ilgisi olmayan,
tamamen Arap tarihi, Araplardaki iktidar kavgası ile ilgili olan Ali’ye, Hüseyin’e, On İki İmam’a,
Kerbela’ya büyük bir saygı gösterdikleri vurgulandı (Konferans metni bu yazının sonunda ek
olarak verildi).
Konferansın bu bölümüne Yaşar Kaya isimli arkadaş çok itiraz etti. Yaşar Kaya Zazaca’nın ayrı
bir dil olduğunu söyledi. “Beşikçi Zazacayı Kürdçe kabul ederek yanlış yapıyor” dedi. Yaşar
Kaya, Almanya’da yaşayan bir Dersimli. 49’lar davasındaki Yaşar Kaya değil, isim ve soyadı
benzerliği…
Bana Zazaki’nin Kürdçe olup olmadığı konusundaki görüşüm de soruldu. Kürdçe ve Zazaki
bilmediğimi, bu konuda Malmisanıj, Munzur Çem, Roşan Lezgin, Doğan Karasu gibi
dilbilimcilerin görüşlerine itibar ettiğimi söyledim.
Daimi Cengiz isimli bir arkadaş “Horasan’dan geldik” anlayışını destekleyen bir konuşma yaptı.
Bu konferansı “milliyetçilik öldü, Beşikçi Kürd milletinden söz ediyor” diye eleştirenler de
oldu.
Bu eleştirilere cevap verilmeye çalışıldı ama konferansın izleyicilerinden Munzur Çem bu
eleştirilere, bu sataşmalara çok daha ayrıntılı, anlamlı cevaplar verdi. Kısaca şunu söylemekte
yarar var. Bazı Dersimliler atalarından şikayetçi, “Atalarımız neden Türk değil” diye şikayet
ediyor. Atalarının Kürd niteliğinden, Kürd özünden hoşnut değil. “Biz Türk’üz” diyemiyor,
“Horasan’dan geldik” diyerek Kürd kimliğini karatmaya, gizlemeye çalışıyor. 1937-38
soykırımının Alevi kimliğini yok etmek için yapıldığını söylüyor. “Kürd değil Aleviyiz” diyor.
“Zazaki Kürdçe değildir, Kürdçeden ayrı bir dildir” diyor. Bütün bunları resmi ideolojinin
Dersim’de gerçekleştirdiği tahribat olarak değerlendirmek mümkündür. CHP Genel Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürd olduğunu söylememesi, “Türkmen’iz” demesi, Tunceli
milletvekili Kamer Genç’in “Türkoğlu Türk’üz” demesi, Hüseyin Aygün’ün “Kürd değil, Aleviyiz”
demesi bununla ilgilidir. Halbuki, 1937-38 de Kemal Kılıçdaroğlu’nun ailesinden de soykırıma
uğrayanlar var…
Geceyi yine Hüseyin şahin’in evinde, Qerextep’te geçirdik. 28 Temmuz sabahı Karakoçan’a,
Elazığ’a doğru hareket ettik. Karakoçan’a varmadan Mazlum Doğan’ın köyüne, Teman
4
Köyü’ne uğradık. Mazlum Doğan’ın anasını, babasını, kardeşlerini ziyaret ettik. Teman köyü
Mazgirt ile Karakoçan arasında Peri Suyu kıyısında bir köy. Mazlum Doğan’ın (1955-1982) ve
Delil Doğan’ın (1960-1990) mezarları da evlerinin bahçesinin bir köşesinde. Bahçede meyve
ağaçları ve üzüm bağları var.
Karakoçan yolu üzerinde, Peri Suyu’nun kıyısında bir kaplıca var. Bize arkadaşlık eden
Dersimliler ile birlikte bu kaplıcada sıcak su içinde birkaç saat dinlendik, Bavin kaplıcaları…
Peri Suyu buralarda çok derin, çok dar. Peri Suyu’na inen dağların yamaçlarında ceylanlar
dolaşıyor.
Karakoçan’da Mithat Özcan hoca ile karşılaştık. Ramazan olduğu için bir kahvehaneye
oturamadık. Elazığ’dan doğruca Hazar’a, Necip gilin yazlığına gittik. Mahmut Yeşil dostumuz,
Nazdar ve Şükrü hocalar oradaydılar. Hüseyin Şahin dostumuz o akşam Elazığ’dan ayrıldı. O
akşam İbrahim uçakla İstanbul’a döndü. Ahmet Diyarbakır’a hareket etti. Ben Hazar’da,
Necip’le, Mahmut Bey’le, Şükrü hocalarla iki gün daha kaldım. Hazar’da, Midyat tapu müdürü
Mithat Bey’le tanıştım. Hazar yazlıklarında tesadüfen dostumuz Mehmet Ateş’le karşılaştım.
Mithat Bey’le ve Mehmet Ateş dostumuzla Harput’u, Keban’ı, Keban barajını dolaştık.
31 Temmuz’da Ankara’ya hareket ettim.
Sait Kırmızıtoprak Üzerine Düşünceler
Dersim deyince insanın aklına ilk olarak Tunceli Kanunu, 1937-1938 Kürd soykırımı geliyor.
Seyit Rıza’yı, Alişer’i, Zarife’yi, Dersimli Nuri’yi bu çerçevede hatırlıyoruz. General Abdullah
Alpdoğan yine bu ilişkiler ağında hatırlanıyor.
Dersim deyince ilk akla gelen figürlerden biri de Sait Kırmızıtoprak oluyor. Dersim, Nazımiye,
Civarik, Sait Kırmızıtoprak bir bütünlük oluşturuyor. Bu bakımdan Dersim gezisinde,
Nazımiye’yi, Civarik’i dolaşmak, Sait Kırmızıtoprak’ı anmak önüne geçilmez bir duygu oluyor.
Gezinin bu aşamasında Kazım Arik bizimle beraberdi. Anlatımlarıyla bizlere çok yardımcı oldu.
Kazım Arik, Sait Kırmızıtoprak’ın yakın akrabası, bölgede orman mühendisi olarak çalışmış bir
arkadaş. Şimdi emekli. Selahattin Arik’in ağabeyi…
26 Temmuz öğleden sonra, Nazımiye’ye, Civarik’e hareket ettik. Arabayı Selahattin Arik
kullanıyordu. Arabada, İbrahim, Kazım Arik ve ben vardım. Hüseyin Şahin’in kullandığı öbür
arabada ise, Ahmet ve Necip vardı.
Akşama doğru Ali Bey’in evine ulaştık. Ali Bey’in evi yüksekte. Petros Dağı’nın eteğinde.
Bütün Civarik görünüyor. Bütün Civarik Ali Bey’in iki katlı taş binasının ayakları altında. Sait
Kırmızıtoprak’ın, Şıvan’ın doğduğu, büyüdüğü ev de görünüyor. Karakol bir tepenin üzerine
oturtulmuş. Karakol, Sait’in evine yakın. Ali Bey, Almanya’da çalışıp emekli olmuş,
emeklilikten sonra, Civarik’e yerleşmiş, iki katlı taş evini kendisi yapmış bir kişi. Sait
Kırmızıtoprak’ın yakın akrabası.
5
Evin genişçe bir bahçesi de var. Su, Sülbüs, Petros Dağlar’ından iniyor. Bahçenin her tarafı
çiçek ve sebze tarhlarıyla dolu… Çiçekler rüzgarda hafif hafif sallanıyor.
Ali Bey’in evinden, Civarik’e bakarken, kafamdan çeşitli duygular, düşünceler geçiyor. Sait’in
doğduğu, büyüdüğü ev, çok rahat bir şekilde görünüyor. Balkon, ikinci kata çıkan dışarıdan
merdivenler iyice seçiliyor.
Osman Aydın, Dr. Şıvan tarafından yazılan, “Kürt Millet Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan
İhtilali” adlı kitaba yazdığı önsözde, “Dr. Şıvan, diyebilirim ki, şimdiye kadar tanıdığım en zeki
insandı. Son derece kıvrak bir zekaya ve güçlü bir belleğe sahipti. Azimli ve kararlıydı” diyor.
(s. 8) Bu kitap 1997’de, Stockholm’de, APEC Yayınları tarafından basılmış. Kitabın “Kuzey Irak
Kürt Halk Hareketi ve Baas Irkçılığı” başlıklı bölümü, 1975’de, Ankara’da, KOMAL Yayınevi
tarafından basılmıştı.
Sait Kırmızıtoprak’ın, bu üstün zekası dışında, yaratıcı, hünerli, yetenekli, atılgan, üretken
olduğu da bilinmektedir. Bu özellikler sayılırken, Sait Kırmızıtoprak için “aceleci” bir sıfat da
eklenmektedir. “Aceleci” sıfatına itirazımı bu yazının daha ileri bir bölümünde belirtmeye
çalışacağım.
Bende, Hasan Tanrıverdi tarafından hazırlanmış, bir metin var. Bu metnin ana başlıkları şöyle:
Dr. Şıvan’ın dedesi Büyük Bertal Efendi (Bertal Yurtsever) 1882-1938 (s.1-5)
Dr. Şıvan’ın annesi Zore (Zöhre) Yurtsever, Kırmızıtoprak, Tanrıverdi 1913-1984 (s. 5-6)
Dr. Şıvan’ın babası Abbas Kırmızıtoprak, Awase, İvise Qewe 1898-1941 (s.6)
Kardeşi Hasan Tanrıverdi’nin gözlemleri ve tetkikleriyle Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın yaşamından
kesitler (1935-1971) (s.7-26)
Hasan Tanrıverdi tarafından hazırlanan 26 sahifelik bu metin çok değerli bilgileri ve anıları
içermektedir. Hasan, ben, Erzurum’da, 1960’ların sonlarında, Atatürk Üniversitesi, FenEdebiyat Fakültesi’nde asistanken, İşletme Fakültesi’nde öğrenciydi. Hasan’la zaman zaman
görüşürdük. Hasan bu metinde, bu görüşmelerden de söz etmektedir.
1946 doğumlu Hasan Tanrıverdi, Sait Kırmızıtoprak’ın küçük kardeşidir. Ana bir baba ayrı
kardeşi.
Dersim hakkındaki, 1937-1938 Kürd soykırımı hakkındaki, Nazımiye, Civarik, Sait
Kırmızıtoprak hakkındaki duygularımı ve düşüncelerimi Kazım Arik’in, Nazımiye-Civarik yolu
üzerindeki anlatımlarından, Mazgirt’de, Silo Dağı eteklerinde, anıtmezarın yapıldığı yerde,
Hüseyin Beyaztaş’ın anlatımlarından, Hasan Tanrıverdi’nin bu metninden yararlanarak bir
düzene sokmaya çalışacağım.
Halk arasında Cıvrak diye anılan Civarik’in bilinen en eski ağası Aliyê Gülavi’dir. Aliyê Gülavi,
19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde yaşamını yitirince, yerine oğlu Memê Ali gelir.
6
Memê Ali’nin en küçük oğlu Bertal 1882 doğumludur. Memê Ali Bertal’ı okutur. Bertal
rüştiyeyi bitirir. Bertal’e artık Bertal Efendi denmektedir.
Memê Ali bir ihtilafı çözümlemek için Civarikli, Hardifli kalabalık bir grupla Şövalyen bölgesine
gider. Bu grubun çoğunluğu, dönüşte çığ altında kalır, boğulur. Memê Ali de boğulanlar
arasındadır. Memê Ali boğulduğunda 62 yaşındadır.
Memê Ali boğulunca, yerine en büyük oğlu Süleyman geçer. Halk arasında Süleyman Ağa
olarak anılır. 44 yaşındadır. En küçül oğlu Bertal ise 8 yaşındadır.
Süleyman Ağa da oğlunu okutur. O da Elazığ’da rüştiyeyi bitirir. Süleymen ağanın oğlu Bertal
1891 doğumludur. Küçük Bertal diye anılır. Küçük Bertal Efendi.
Büyük Bertal Efendi, 1907 yılında 25 yaşında evlenir. 4 oğlu 6 kızı olmuştur. 1909’ da kızı
Pelgizer, 1911’de oğlu Ali, 1922’de oğlu Aziz, 1933’de kızı Fatma dünyaya gelir. 1913
doğumlu Zore (Zöhre), Sait Kırmızıtoprak’ın anasıdır.
Büyük Bertal Efendi, 1937-1938 yıllarında, Gerişli Yusuf Ağa ile birlikte, katır sırtında yapılan
taşımalarla, askerin iaşesini üstlenmişlerdir. Büyük Bertal Efendi’nin askerlerle, bürokratlarla
arası iyidir. O dönemde, Korgeneral Abdullah Alpdoğan, 1935’de kurulan 4. Müfettişlik
bölgesi Tunceli’ye müfettiş olarak atanır. Çok geniş yetkileri vardır. Bölgedeki en yüksek
rütbeli askerdir. Aynı zamanda validir. 4. Müfettişlik bölgesindeki en yetkili kişidir. İstediği
kişileri, aileleri suçlayabilmekte, yargılayabilmekte, infaz hükümleri de dahil, hükümleri infaz
edebilmektedir. Kişileri, aileleri, sürgün edebilmektedir. Köylerin, beldelerin sınırlarını
değiştirebilmektedir.
General Alpdoğan, 1937-1938 yıllarında birkaç defa Nazımiye’ye gelmiş, Cumhuriyet’in halk
üzerindeki etkilerini anlamak istemiştir. Nazımiye’de, Büyük Bertal Efendi’nin de içinde
olduğu halkla görüşme yaparken dikkate değer bir olay yaşanır. Bertal Efendi halkın
isteklerini dile getirir. “Halk hastane beklemektedir, okul beklemektedir, ama durmadan
karakol yapılmaktadır” der. Bu söz General Alpdoğan’ı çok rahatsız eder. General bu sözü,
Büyük Bertal Efendinin bu tutumunu not eder. Bertal Efendi’nin, aşireti üzerinde, halk
üzerinde etkili bir kişi olduğunu da gözlemler.
Bu ziyaretten kısa bir müddet sonra, Nazımiye Jandarma Komutanlığı’na bir emir gelir. Bu
emir gereğince, Nazımiye Jandarma Komutanlığı Bertal Efendi’yi komutanlığa davet eder.
Bertal Efendi komutanlığa gelir. Komutan, Bertal Efendi’ye, ailesinin, akrabalarının Batı’ya
göçertileceğini haber verir. Emir kesindir, ailesi yakın akrabaları Batı’ya göçertilecektir. Bertal
Efendi’nin ailesine mektup yazmasını, göç için hazırlanmalarını, kendisinin de Elazığ’a
giderek trende yer ayırtmasını ister.
Bu söz üzerine Bertal Efendi çok şaşırır. “Herhangi bir sorun yoktu, askerin iaşesi normal
olarak sürdürülüyordu…”der. Komutan, emrin kesin olduğunu, yapılabilecek bir şey
olmadığını belirtir. Ailesine mektup yazmasında ısrarlı olur.
7
Bertal Efendi mektubu yazar. Ailesinin, akrabalarının, kadın-erkek, çoluk-çocuk
hazırlanmalarını ister, Batı’ya sürgün edildiklerin vurgular. Kendisinin, Elazığ’a giderek trende
yer ayırtacağını belirtir. Yanında, o esnada karakol yapımında çalışan Memedê İvisi de vardır.
Memedê İvisi ağabeyi Süleyman’ın damadıdır.
Komutan, bu arada, nakliye işi nedeniyle hak ettiği parayı Bertal Efendi’ye verir. Bertal
Efendi’nin elleri titrediği için parayı cüzdanına yerleştiremez. Memedê İvisi, parayı cüzdana
yerleştirir ve cüzdanı Bertal Efendi’ye verir.
Büyük Bertal Efendi, ailesini karşılamak üzere, nahiye müdürüyle birlikte, atıyla yola koyulur.
Nazımiye’den Civarik’e giderken, Nazımiye’den hemen çıkışta, sağ tarafta, Kewl denilen bir
yerde önceden düzenlenmiş bir pusuda Bertal Efendi vurularak öldürülür. Cesedinin üzerine
bir miktar toprak atılır. Cesedinin bir kısmı toprak altında bir kısmı dışarıda kalır. Büyük Bertal
Efendi katledildiğinde 56 yaşındadır. Kazım Arik, Nazımiye-Civrak yolunda, Büyük Bertal
Efendi’nin katledildiği noktayı bize gösterdi.
Bertal Efendi’nin mektubu, askerler tarafından Civarik’e götürülür. Oğlu Ali’ye verilir. Ali,
babasının yazısını, imzasını tanır. Tereddütsüz bir şekilde askere teslim olurlar. Ali, ailesinin
göç için hazırlanmasını ister. Çocuklar, kadınlar, erkekler, 52 insan göç için hazırlanır. Bertal
Efendi’nin yürüme güçlüğü çeken yaşlı anası Zera Sixi (Dakoye) evde kalır. Göçde gerekli olan
eşyalarla, 52 insan, , gece vakti Nazımiye’ye doğru yola çıkar. Şafak vaktinde Derova’ya
varırlar. Kafile, Ramadan Köyü’nün altındaki dere kıyısına varınca, orada bekletilir. 52 kişilik
kafilenin elleri bağlanır. Dereyi geçtikten sonra bir tümseği aşarlar. Çukur bir yere varırlar.
Hepsi toplu haldedir. Çevrede ateş timleri beklemektedir. Timler, topluluğun etrafını
çepeçevre sarmışlardır. Bu düzenleme bir plan gereğince önceden yapılmıştır. Şiddetli bir
ateş başlar. Ateşten sonra cesetler tek tek kontrol edilir, süngülenir. Daha sonra cesetlerin
üzerine gaz dökülerek yakılır. Cesetlerin kül olmaları beklenir. Kazım Arik bize, 52 kişinin
kurşuna dizildiği çukuru gösterdi. O çukurda bir mum da, daha doğrusu mumlar da, yanıyor.
Kazım Arik bize bir detay da aktardı. Şöyle: Ev işlerinde çalışan bir kadın var. Aileden biri
değil, aileye hizmet ediyor. Kafileye o da katılıyor. Ama askerler, onun kafileden ayrılmasını,
bölgeyi terk etmesini istiyor. O da kafileden ayrılarak, olup biteni izlemek için çevredeki bir
ormanda saklanıyor. Olup biteni oradan izliyor ve olanlar hakkında Civarik’e haberi ilk olarak
o kadın götürüyor. Kazım Arik de Büyük Bertal Efendi’nin torunlarındandır.
Büyük Bertal Efendi ve ailesi 1938 Temmuz’unda bu şekilde yok ediliyor. Bertal Efendi’nin, o
günlerde, Mazgirt’de, nakliye işi için uğraşan oğlu Aziz de olduğu yerde yani Mazgirt’ de
katlediliyor.
Bu haberler Civarik’e ulaşınca, Bertal Efendi’nin yürüme güçlüğü çeken yaşlı anası, Zera Sixi
(Dakoye) kendini asarak intihar ediyor.
Kanımca, Büyük Bertal Efendi ve ailesinin imha edilmesinin temel nedeni, general
Alpdoğan’ın ailede, potansiyel bir direniş olasılığı algılamasıdır. Bertal Efendi ve ailesi o
günlere kadar bir sorun çıkarmamış olabilir, ama devletin böyle bir algılaması olduğu anlaşılır
bir şeydir.
Burada da bir toplu mezar var.Toplu mezarda kimlerin bulunduğu isim isim biliniyor. Kazım
Arik Bey, Dersim’de, bu şekilde 101 (yüzbir) toplu mezar olduğunu söyledi. Toplu mezarlarda
yatanlar isim isim biliniyor. Bu bakımlardan anıt mezar inşaatı anlamlıdır. Toplumsal hafızayı
canlı tutmak için bu gereklidir.
8
Bu konuda 1990’larda, Bursa’da cereyan eden bir olayı hatırlamak gerekir kanısındayım.
1990’ların başlarında, Bursa’da, bir aileden bir genç gerillaya katılır. Aile bu işe çok şaşırır.
Çünkü aile 50-60 yıl kadar önce, yani 1930’larda, 1940’larda, Bitlis’ten gelmiş, zaman içinde
de Bitlis ile ilişkilerini sıfırlamıştır. Kürtlük ile herhangi bir ilişkisi kalmamıştır. Durum buyken,
aileden bir gencin gerillaya katılması aileyi şaşırtır, kaygılandırır.
Gencin, gerillaya katılmasından, bir süre sonra devletin de haberi olur. Güvenlik güçleri aileyi
sıkıştırır, gencin dağdan geri getirilmesini buyurur. Aile, güvenlik birimlerinde kendini
savunurken, 50-60 yıl kadar önce Bitlis’ten geldiklerini, Kürtlükle hiçbir ilişkilerinin
kalmadığını, hatta Kürt olduklarını bile unuttuklarını, gencin gerillaya katılmasının kendilerini
çok şaşırttığını söyler. Bu söyleme karşı devletin söylediği sözler çok dikkat çekicidir: Siz Kürt
olduğunuzu unutmuş olabilirsiniz, ama devlet sizin Kürt olduğunuzu hiç unutmaz ve buna
göre tedbirlerini alır.
Büyük Bertal Efendi, ailesi, o güne kadar devlete endişe verici bir tutum içinde olmamış
olabilirler. Ama bu tutum her zaman böyle devam etmeyebilir. General Alpdoğan, bu
potansiyel gücü algılamış olabilir. Çok geniş olan yetkilerini imha yönünde kullanmış olabilir.
Nasıl olsa, sorgu-sual ile karşılaşmayacaktır.
Bertal Efendi ve ailesinin neden imha edildiği konusunda “sürgün için gerekli olan tahsisat
gelmedi veya tahsisat bitti, o bakımdan imha gerçekleşti” şeklinde bir açıklama da var. Bertal
efendi ve ailesinin imhasının birlikte düzenlendiği dikkate alındığı zaman bunun gerçekçi
olmadığı da anlaşılmaktadır.
Cesetler Neden Yakıldı?
Aile sürgün için hazırlanmaktadır. Sürgünlük için yola çıkan aileye ne gerekir? Elbette para
gerekir. Gerek erkeklerde, gerek kadınlarda şüphesiz para vardır. Yolda, gerekli olacak en
önemli şey paradır. Kadınların mücevherlerini, altınlarını, değerli eşyalarını, takılarını da
beraberlerinde taşıdığı çok büyük bir olasılıktır. Ailenin Ramadan Köyü’nün alt tarafındaki
çukurda kurşuna dizilmesinden sonra, süngüleme sırasında, bunlara da el konulduğu,
yağmalandığı söylenebilir. Burada sermaye transferinin gerçekleştiği de söylenebilir. Ermeni
mallarına, Rum mallarına nasıl el konulduğu bu malların nasıl yağmalandığı, sermeye
dönüşümünün, Rum ve Ermeni sermayesinin nasıl Türkleştirildiği hatırlandığında, sürecin
Kürdler için de böyle gerçekleştiği ifade edilebilir.
Bertal Efendiye, nakliye işinden dolayı hak ettiği paranın ödendiği söylenmişti. O para, Bertal
Efendi’nin pusu sonucu öldürülmesinden sonra elbette geri alınmıştır. Cesetlerin yakılmasıyla,
her şeyin yakıldığı, geriye hiçbir şey kalmadığı ima edilmeye çalışılıyor.
Bütün bunların soykırım olduğu açıktır. Birleşmiş Milletler, 1948 tarihli, Soykırım Suçunun
Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde, soykırım, ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir
grubun, tümüyle ya da bir kısmıyla yok edilmek amacıyla,
“a)üyelerinin öldürülmesi,
b) üyelerinin, bedensel yada zihinsel olarak ciddi zarara uğratılması
c) Grubun tümüyle ya da bir bölümüyle bedensel yıkıma uğratılması amacıyla tasarlanmış
yaşam koşullarına bilerek sokulması,
d) Grup içinde doğumları önlemeyi hedef alan önlemlerin alınması, çocukların zorla başka bir
gruba aktarılması” olarak verilmektedir.
9
Dersim’de, Soykırım Sözleşmesi’nde yer alan koşulların hepsi de gerçekleşmiştir. Soykırım,
Kürdistan’da sadece Dersim’de değil,her yerde gerçekleşmiştir. Çeşitli tarihlerde, Bingöl’de,
Geliyê Zilan’da, Wan’da her yerde soykırım yaşanmıştır. Örneğin Yusuf Ziya Döger,
Bilinmeyen Roboske Guew başlıklı yazı dizisinde, Bingöl yöresinde 1927 yılında gerçekleşen
soykırımı anlatmaktadır. (www.rizgarionline 29.12.2012)
Dersim’le ilgili, Kürdlerle, Kürdistan’la ilgili anılarını yazan hiç kimse, Büyük Bertal Efendi’nin,
54 aile üyesinin nasıl katledilmesi konusunda bir şey yazmışlardır. Bu katliam bilmezlikten,
duymazlıktan, görmezlikten gelinmektedir. Hasan Tanrıverdi de, yukarıda belirtmeye
çalıştığım yazısında bu duruma değinmektedir. (s. 5)
Selahattin Ali Arik’in, Yakındoğu’da, Koçgiri ve Dersim, Kızılbaş Kürt Soykırımı (Peri Yayınları,
Kasım 2012) kitabında da bu konulara değinilmemektedir.
Bertal Efendi’nin ve ailesinin hali vakti yerindedir. Hüseyin Akar, Dersim-Civarik İki Uçlu
Yaşam (Peri Yayınları, Temmuz 1998) kitabında, Elazığ Valisi Cemal Bardakçı’nın kızıyla
birlikte, Civarik’e gelerek, Bertal Efendi’ye ağalara 4 gün konuk olduğunu, Bertal Efendi’nin,
öbür ağaların, valinin kızına beşibirlikler taktığını yazmaktadır. (s. 114)
Yurtsever, Tanrıverdi, Akbayır Kardeşler
1934’de, soyadı kanunu yürürlüğe girince, Büyük Bertal Efendi ve kardeşleri Hüseyin ve
İbrahim, Yurtsever soyadını alır. Bertal Efendi’nin büyük ağabeyi Süleyman Ağa, Tanrıverdi
soyadını alır. Kardeşlerin diğerleri Ahmet ve Veli ise Akbayır soyadını alır.
Hasan Tanrıverdi, Memed ve Avas (Abbas) kardeşlerin de farklı soyadları aldığını belirtir.
Büyük kardeş Memed, Beyazgül, küçük kardeş Avas (Abbas) Kırmızıtoprak soyadını alır. Avas
Kırmızıtoprak Sait Kırmızıtoprak’ın babasıdır. Memed Beyazgül de, Büyük Bertal Efendi’nin
ağabeyi, Süleyman Ağa’nın damadıdır.
Kürd kardeşlerin farklı soyadları almaları Ermeni sorunuyla, tehcirle, Ermeni soykırımının
sonuçlarıyla yakından ilgilidir. Ermeniler tehcir olunca ve geri dönüş söz konusu olmayınca,
geriye kalan taşınmaz mallarına çevredeki Kürdlerin el koyması, yağmalaması çok önemli bir
konudur. Devletin sözünü dinleyen, devlet ve hükümet için sorun çıkarmayan her aileye bu
taşınmaz mallardan verilmesi söz konusudur. Bazı ailelere tarla, bazı ailelere ev, bazı ailelerle
değirmen, bazı ailelere ambar vs. verilecektir. Ailelere tek soyadı olduğu zaman bir aile olarak
kabul edilecek ve bir taşınmaz mal alacaktır. Kardeşlerin, farklı farklı soyadları olduğu zaman,
her bir kardeşin bu düzenlemeden yararlanma olanağı ortaya çıkacaktır. Ailelerin devlete
bağlılıkları oranında, bu yerlerin ilgili kişilere, yağmacılara tapulanması da söz konusudur. Bu,
Kürd sorunuyla Ermeni sorununun bir yerde, bazı alanlarda yoğun bir içiçelik içinde olduğunu
gösterir.
Büyük Bertal Efendi’nin veya kardeşlerinin böyle bir olanaktan, düzenlemeden yararlanıp
yararlanmadıklarını bilmiyorum. Aile içinde, kardeşlerin, farklı farklı soyadları almalarının
önemli bir nedeninin bu olduğu kanısındayım. Dersim’de, Karakoçan’da, Kığı’da,
Yayladere’de, Adaklı’da, Hardif’de, Sülbüs Dağı çevresinde, kısaca Peri Vadisi’nde bu süreci
izlemek mümkündür.
10
Kürdler, Ermeniler, Dersim’de de birlikte yaşıyorlardı. Örneğin Civarik Petros dağı eteğinde
kurulu bir köydür. Petros Dağı, Ermenileri çağrıştırmaktadır.
Aziz Akgül, Dağlara Dayalı Şehirleşen Köy Civrak, (Peri Yayınları, Şubat 2009) kitabında
“Hormekliler, Civarik Köyü’ne gelip yerleşmeden önce, Civarik’te Ermeniler yaşarmış” (s.9)
demektedir. Mithat Özcan’ın, Tanıkların Dilinden Peri Vadisi, Sosyoloji-Tarih (Peri Yayınları,
2012) kitabında yer alan söyleşilerde de bu süreci izlemek mümkündür.
Antranik’in, Dersim Seyahatname ( Çev. Payline Tomasyan, Aras Yayınları, Kasım 2012) isimli
kitabında da, bu konuyla ilgili bilgiler vardır. Seyahatname, 1880’lerde, Kığı’dan Pülümür’e,
Dersim’e yapılan bir seyahati anlatmaktadır. Kitap 1900 yılında, Tiflis’de Ermenice olarak
basılmıştır.
Hüseyin Akar, yukarıda sözü edilen Dersim-Civarik İki Uçlu Yaşam kitabında 18. yüzyıl
ortalarından söz eder.
Van Gölü çevresine, Dersim’in de içinde bulunduğu Van, Bitlis, Diyarbakır, Siirt, Muş,
Erzurum, Ağrı, Kars gibi yörelere Ermeniler Batı Ermenistan, Kürdler Kuzey Kürdistan diyor.
Kırsal bölgelerde daha çok Kürdlerin, şehirsel bölgelerdeyse, daha çok Ermenilerin yaşadığı
söylenebilir.
Zore-Zöhre Ananın Çileli Yaşamı (1)
Büyük Bertal Efendi’nin, 1913 doğumlu kızı Zore (Zöhre) 1931 yılında Avase (Abbas) İvisi ile
evlenir. 1935 yılında Sait Kırmızıtoprak dünyaya gelir. 1937’de kızı Güllü, 1939’da kızı Fatma
dünyaya gelir.
Zore kadın, 1938’de babası Bertal Efendi, kardeşleri, çok yakın akrabaları katledildiğinde, 54
canın katledildiğinde 25 yaşındadır. O dönemde, kocası Avase İvis’le Kığı’da yaşadıkları için
ölümden kurtulmuştur. Babasının, anasının, çok yakın akrabalarının böylesine katli, Zore
kadında çok ağır travmalar yarattığı açıktır. 1938’de üç yaşında olan Sait de, anasındaki, yakın
akrabalarındaki bu travmadan şüphesiz etkilenir.
Zore kadın 1941 yılında, kocası Avase İvisi’yi kaybeder. Avase İvisi barsak düğümlenmesinden
ölmüştür. Zore kadın 28, Şait 6, Güllü 4, Fatma 2 yaşındadır. Amca Memedê İvisi yeğenleriyle
çok yakından ilgilenmeye başlar. Yeğenlerini de kendi çocukları arasında yetiştirmeye gayret
eder.
Zore kadın, 1942 yılında, amcasının oğlu Küçük Bertal Efendi ile evlenir. 1943 yılında 5-6
yaşlarındaki kızı Güllü, Ağa Yaylası’nda, başına bir taş düşmesi sonucu ölür. 8 yaşındak Sait,
kız kardeşinin ölümünden büyük üzüntü duyar. Bu ölümün ana Zore kadına yeni travmalar
getirdiği açıktır.
Sait 1943 yılında kız kardeşi ile birlikte amcası Memedê İvisi’ yi de kaybeder. İyice öksüz
kalmıştır.
1943 yılında, Küçük Bertal Efendi-Zore kadın evliliğinden bir kız çocuğu dünyaya gelir. Bu kız
çocuğuna, başına taş düşmesi sonucu ölen Güllü’nün adına izafeten Güllü adı verilir.
1944 yılında henüz bir yaşındaki Güllü, evde, damdan düşerek ölür. Zore kadın 31 Sait 9
yaşındadır.
11
Sait Kırmızıtoprak’ın Eğitim Hayatı
Civarik Köyü’nde 1944 yılında okul açılır. Okula kayıt yaptıran öğrencilerden biri de Sait’dir.
1949 yılında mezun olur. Aynı yıl, Eylül ayında, Tunceli Ortaokuluna kaydolur. Ortaokul ikinci
sınıfına geçince, parasız yatılı sınavını kazanır, bir arkadaşı ile birlikte eğitimini Balıkesir’de
sürdürür. Ortaokul ve lise eğitimini parasız yatılı olarak Balıkesir’de tamamlar. 1955’ de
Balıkesir Lisesi Fen Bölümünden mezun olur. Mezuniyetler hep Pekiyi derecesi ile olur.19551956 yıllarında, İzmir Tıp Fakültesi’ndedir. İkinci sınıfa geçince kaydını, İstanbul Çapa Tıp
Fakültesi’ne aldırır. Çapa Tıp Fakültesi’nden 1962 yılında mezun olur. Arada, ileride
anlatılacağı gibi, 17 Aralık 1959’da gözaltına alınmakla, tutuklanmakla başlayan 49’lar davası
vardır.
Sait Kırmızıtoprak’ın Düşün ve Duygu Dünyası
Sait Kırmızıtoprak deyince, insanın aklına ilk olarak Güney Kürdistan’a geçişi, oradaki
faaliyetleri gelir. Sait Elçi’yle ilişkileri, Saitler olayı, “Saitler Komplosu”, üzerinde düşünmeye
değer olaylardır.
Sait Kırmızıtoprak, 1960’ların sonlarından itibaren gerilla mücadelesinin gerekliliğini düşünen,
bu düşüncesini yaşama geçirmeye çalışan bir kişidir. Bu düşüncenin Sait Kırmızıtoprak’ta nasıl
oluştuğunu irdelemek önemlidir.
Balıkesir’de, İzmir’de, İstanbul’da öğrenciliğinin, Sait’in düşüncesinin oluşumunda büyük bir
rolü vardır. Sait yaz tatillerini kendi köyünde, ailesinin yanında geçirmektedir. Harmanda
çalışmakta, çobanlık yapmaktadır. 1951-1952 yıllarından itibaren bu böyle devam edip
gelmiştir. Balıkesir, İzmir, İstanbul’da eğitim sırasında yaptığı gözlemler, Tunceli, Nazımiye,
Civrak ile bu kentler arasında yoğun bir dengesizlik olduğunu fark etmiştir. Yol, su, elektrik
gibi temek alt yapı hizmetleri bakımından, sağlık, eğitim gibi temel hizmetler bakımından, çok
büyük bir dengesizlik vardır. Yatılı eğitim sırasında Balıkesir’den, İzmir’de, İstanbul’da,
Dersim’e, Nazımiye’ye, Civarik’e yaptığı yolculuklarda, bu dengesizliğin farkına varma bilinci
gittikçe gelişmektedir.
1943’te 5-6 yaşlarındaki kız kardeşi Güllü’nün, Ağa Yaylası’nda, başına taş düşerek ölmesi,
Sait’i derinden etkileyen bir olaydır. 1944’de, 2 yaşındaki Güllü’nün, damdan düşerek ölmesi,
çeşitli olanaksızlıklar, ölümlere engel olamamak Sait’deki bu bilinci gittikçe geliştirir.
Tıp Fakültesi’ndeki eğitimi sırasında Tunceli- Nazımiye-Civrak- Batı İlleri dengesizliğinin,
bütün Doğu’yu (Kürd illerini) kapsadığının bilincine varır. Bütün bu ilişkilerin toplumsal düzen
hakkında, Doğu-Batı hakkında duygular, düşünceler oluşturmaması mümkün değildir.
Sait, çocukluğundan itibaren, dedesi Büyük Bertal Efendi’nin, ailesinin, yakın akrabalarının
başına gelenler hakkında bazı şeyler bilmektedir. Bugün, katledilen 54 kişi isim isim
bilinmektedir. Üniversite eğitimi sırasındaysa, sadece kendi ailesinin, Civarik’in, Nazımiye’nin
Dersim’in değil, bütün Kürdlerin, Kürd coğrafyasının farklılık ve olumsuzluk yaşadığının
bilincine varmaya başlamıştır.
Sait, 17 Aralık 1959’da, 49’lar davası çerçevesinde gözaltına alınanlar ve tutuklananlar
arasındadır. 24 yaşındadır. İstanbul’daki harbiye zindanlarında, Ankara’da Kazıkiçi,
Soğukkuyu zindanlarında Kürdleri, Kürdistan’ı yakından tanıma olanağı bulur. Dava
Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde görülmektedir.
12
Sait Kırmızıtoprak, 1961 yılında İsmet Özevcek ile evlenir. 1962 yılında oğlu Dara, 1965 yılında
kızı Ruken dünyaya gelir.
Sait Kırmızıtoprak 1962 yılında Tıp Fakültesi’nden mezun olur. Önce, Ankara, Güdül ilçesi
hükümet tabipliğine tayin edilir. Kısa bir süre sonra, Sivas-Gemerek’e, hükümet tabibi olarak
tayin edilir. 1963 yılında, haziran ayında, Konya’da Yunak Devlet Hastanesi’ne başhekim
olarak gider. 1965 yılı İlkbaharında Yunak’daki görevi sona erer. Nisan 1965 itibariyle İzmir’de
askerlik görevi başlar. Askerlik, İzmir’deki eğitimden sonra, Isparta’da, Er Eğitim Tugayı’nda
devam eder. Nisan 1967’de terhis olur. Ancak Isparta’dan ayrılmaz. Şehir merkezinde bir
muayenehane açar. Orada, çeşitli zamanlarda o bölgeye sürgün edilmiş Kürdlerle yakın
ilişkiler kurar.
Sait Kırmızıtoprak 36 yıllık kısa ömrünün 17 yılını öğrencilikle geçirmiştir. Meslek hayatının 7
yılında Güdül, Gemerek, Yunak ilçelerinde, daha sonra da Isparta ilinde geçirmiştir.
1960’larda Sait Kırmızıtoprak
Sait Kırmızıtoprak toplum sorunlarına çok ilgi duyan bir doktordur. Doğu batı dengesizliğini
kavramaya çalışmaktadır. 1950’lerin ortalarında, ilk yazısı, 1957’de Ceride-i Dersim
gazetesinde yer alır. Sait bu sırada Tıp Fakültesi öğrencisidir. İstanbul’da Tunceli Kültür
Derneği’nin her türlü etkinliğine katılır. Akis, Forum, Vatan gibi yayın organlarında sağlık
hizmetleri ile ilgili görüşlerini açıklar.
27 Mayıs’tan sonra, 1960’larda Sait Kırmızıtoprak, görüşlerini, düşüncelerini Yön dergisinde
açıklar. Yön o günlerde Doğan Avcıoğlu’nun yönettiği solcu bir dergidir. 1962, 1963, 1964
yıllarında Sait Kırmızıtoprak’ın Yön dergisinde yazdığı yazılar, makaleler Sait’in o
dönemlerdeki duygu ve düşünceleri hakkında fikir verir. Musa Anter’le girdiği tartışmalar
önemlidir. O yıllarda Musa Anter de Barış Dünyası adlı liberal bir dergide yazmaktadır. Barış
Dünyası’nı Ahmed Hamdi Başar yönetmektedir. O yıllarda Sait Kırmızıtoprak ile Musa Anter
“Doğu Sorunu” ile ilgili görüşlerini Yön ve Barış Dünyası isimli dergilerde açıklamışlardır. Sait
Kırmızıtoprak da Musa Anter de 49’lar Davası’nın iki sanığıdır. Birbirlerini o yıllardan
tanımaktadırlar. Selahattin Ali Arik “Doktor Şıvan, Sait Elçi, Süleyman Muini ve Kürd Trajedisi
(1960-1975)” isimli kitabında (Peri Yayınları, Kasım 2011), Sait Kırmızıtoprak’ın yazılarını
toplu olarak vermektedir. Musa Anter’in Barış Dünyası dergisindeki yazılarına da
değinmektedir (s. 43-180).
Sait Kırmızıtoprak 1960’ların ortalarından itibaren Kürdistan’ı gezmeye çalışıyor. Çeşitli
şehirlerdeki, ülkelerdeki arkadaşlarını ziyaret ediyor. Onlarla uzun uzun sohbetler yapıyordu.
Bu ilişkiler çerçevesinde Kürd toplumunu, Kürdistan’ı daha yakından tanımaya çalışıyordu.
Güney Kürdistan’da Mele Mustafa Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi’nin
peşmergelerin Irak devletiyle yürüttüğü silahlı mücadeleyi de ilgiyle, heyecanla izliyordu.
Temmuz 1965’te illegal olarak kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin faaliyetlerini
de izlemeye çalışıyordu. KDP’nin başkanı avukat Faik Bucak Temmuz 1966’da bir suikast
sonucu öldürüldü. Sait Kırmızıtoprak bunun da bilincindedir. Faik Bucak’tan sonra Türkiye
Kürdistan Demokrat Partisi’nin liderliğini Sait Elçi yapmaktadır.
Sait Kırmızıtoprak 1969’da, bahar aylarının sonlarında bir geziye daha çıktı. Önce Civarik’e,
kendi köyüne geldi. Yakınlarıyla, akrabalarıyla, çevrede gezintiler yaptı. Sülbüs Dağı, Pedro
Dağı çevrelerinde uzun uzun ziyaretler yaptı, eski arkadaşlarıyla sohbet etti. Daha sonra
Dersim çevresinde dolaştı, arkadaşlarını ziyaret etti. Ağustos sonlarında, Eylül başlarında
13
Erzurum’daydı. Bu ziyarette Avukat Mehmet Ali Aslan’ın evinde, Doktor Sait Kırmızıtoprak’ı,
kardeşi Hasan Tanrıverdi ile birlikte ben de ziyaret etmiştim. O zaman Doğu Anadolu’nun
Düzeni, Sosyo-ekonomik ve Etnik Temeller kitabı yeni yayımlanmıştı. Bu kitap üzerinde, 19621964 yılları arasındaki Yön’de çıkan yazıları ve Barış Dünyası dergisinde yazan Musa Anter’le
yaptığı tartışmalar üzerinde konuşmuştuk. Hasan Tanrıverdi, yukarıda sözünü ettiğim
metinde bu ziyaretten de söz ediyor (s. 23-24).
Sait Kırmızıtoprak bu ziyaretlerini Erzurum’dan sonra Ağrı, Muş, Bitlis çevrelerinde de
sürdürdü. 1969’un Ekim ayı başlarında görüştüğü arkadaşlarla birlikte Güney Kürdistan’a
geçti. Kürdistan Demokrat Partisi ile peşmergelerle, Mele Mustafa Barzani ile tanıştı. Mele
Mustafa Barzani, KDP, onlara kalacak yer gösterdi.
Sat Kırmızıtoprak gerilla düşünmektedir, düşüncelerini yaşama geçirme çabası içindedir ama
bu düşüncelerini, duygularını açığa vurmamaktadır.
Doktor olduğu için becerikli, hünerli, yaratıcı, atak, cesur olduğu için arkadaşlarıyla birlikte
orada kalmasına izin verilir. Haftanin’de kendisine kamp açmasına da olumlu bakılır.
Sait Kırmızıtoprak gerilla düşünmektedir ve Sait Elçi liderliğindeki Türkiye Kürdistan
Demokrat Partisi’nin bu konuda yetersiz olduğunu kavrar. Zaman zaman Güney
Kürdistan’daki kamptan ayrılarak Kuzey Kürdistan’a, Mardin, Siirt, Van, Hakkari yörelerine
gider. Oralardaki arkadaşlarıyla görüşür. 1970 Haziranının sonlarında, Ankara’da, Türkiye’de
Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurar.
Güney Kürdistan’da ve Kuzey Kürdistan’da bu çerçevede faaliyet yürütülür. Türkiye’de
Kürdistan Demokrat Partisi’nin faaliyetleri Kuzey Kürdistan’dan Mardin, Siirt, Hakkari, Van,
Muş, Bitlis gibi yörelerde, orman yangını gibi gelişme gösterir. Bu gelişmelerden Türk
istihbaratı kısa zamanda haberdar olur. Mele Mustafa Barzani ve Kürdistan Demokrat Partisi
de rahatsız olur.
1971’de, 12 Mart rejiminde Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri
Mahkemesi’nde, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ve Türkiye’de Demokrat Kürdistan
Partisi, Devrimci Doğu Kültür Ocakları hakkında soruşturmalar, davalar açılır. Bu çerçevede
gözaltına almalar, tutuklamalar gerçekleşir. Aranan Devrimci Doğu Kültür Ocaklarına ve
Türkiye Demokrat Kürdistan Partisi ve Türkiye’de Demokrat Kürdistan Partisi üyelerinin bir
kısmının firar oldukları, onların da Güney Kürdistan’da Sait Kırmızıtoprak’ın kampında
bulundukları anlaşılır. Bu süreç devleti de Mele Mustafa Barzani’yi de daha çok kaygılandırır.
Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi başkanı Sait Elçi, Mayıs 1971 başlarında, arkadaşlarına
haber vermeden Suriye üzerinden Güney Kürdistan’a gider. Yanında arkadaşı Muhammedê
Begê de vardır. Kuzey Kürdistan’dan, Suriye üzerinden Güney Kürdistan’a geçiş, illegal bir
geçiştir.
Aynı günlerde Mele Abdüllatif Savaş da Güney Kürdistan’a geçer. Bu kimsenin Doktor
Şivan’ın karargahında yer alan Faik Savaş’ın köylüsü olduğu anlaşılır. Bingöl taraflarındandır.
Haziran ayı başlarında Sait Elçi’nin önce kaybolduğu daha sonra da öldürüldüğü haberi yayılır.
Sait Elçi ile birlikte Muhammedê Begê’nin ve Abdüllatif Savaş’ın da öldürüldükleri söylenir.
14
Dpktor Şıvan (Sait Kırmızıtoprak) ve Çeko (Hikmet Buluttekin) Sait Elçi’yi öldürdükleri
iddiasıyla 18 Temmuz 1971’de tutuklanırlar. Bu iddialar çerçevesinde, Eylül ayının ilk
haftasında Brusk (Hasan Yıkmış) da tutuklanır.
26 Kasım 1971’de Sait Elçi ve arkadaşlarını öldürdükleri iddiasıyla Doktor Şıvan, Çeko ve
Brusk Güney Kürdistan’da KDP yönetimi tarafından idam edilir. Sait Elçi karşılığında Doktor
Şıvan’ın, Muhammedê Begê karşılığında Çeko’nun, Abdüllatif Savaş karşılığında da Brusk’un
idam edildikleri vurgulanır.
1938’de, Sait Kırmızıtoprak’ın dedesi, Büyük Bertal Efendi ve 54 aile üyesi, direniş için
potansiyel olarak algılandıkları için katledilmişlerdi. Sait Kırmızıtoprak ise, bu muhalefeti
1960’ların sonunda daha sistematik bir şekilde örgütlemeye, yapılandırmaya çalışıyor. Rejim
için çok büyük bir tehdit olarak algılandığı açıktır. İmhası, devlet için büyük bir gereklilik
olarak düşünülmüştür. Büyük Bertal Efendi katledildiğinde 56 yaşındadır. Sait Kırmızıtoprak
idam edildiğinde 36 yaşındadır. Dedenin akıbeti ile torunun akibeti arasında şaşırtıcı bir
benzerlik vardır.
Olay şüphesiz burada anlatıldığı gibi basit değildir. Çok daha karmaşıktır. Aslında olay, süreç,
entrikalarla doludur. Bu süreçte pek çok kişinin adı geçmektedir. Bu kişilerin bu süreç içinde
birbirleriyle ilişkilerinin değerlendirilmesi şüphesiz önemlidir ama bu yazıdaki amacım bu
karmaşık ilişkileri açıklığa kavuşturmak değildir
Bu olguyu, bu süreci daha geniş bir sorunun içine, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da Kürdistan
sorununun içine yerleştirmek, ilişkileri bu şekilde anlamlandırmak gerektiğini düşünüyorum.
Aşağıda bunu denemeye çalışacağım.
Kürd-Kürdistan Sorununun Özü, Temeli
Kürdlerin, Kürdistan’ın Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki konumunun bilincine varılması
önemlidir. Kürdlerin-Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, Kürdleri dostsuz
bırakan, hasımlarını çoğaltan bir etki yaratmıştır. Ta o yıllardan beri Kürdlerin, Kürdistan’ın
etrafı, Kürdlere-Kürdistan’a hasım olan güçlerce çevrilmiştir. 1920’erde, 30’larda, 40’larda
Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafını çeviren hasım güçler Büyük Britanya, Fransa, Türkiye ve
İran’dır. Büyük Britanya 1930’larda Irak’a bağımsızlık vermiş ama Güney Kürdistan’ı sanki
özel hukuktaki bir malı miras bırakır gibi Irak’a devretmiştir. Fransa da II. Dünya Savaşı’ndan
sonra Güneybatı Kürdistan’ı aynı yolla Suriye’ye bırakmıştır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Kürdlere, Kürdistan’a hasım olan güçler Irak, İran, Türkiye, Suriye
olarak görülmektedir. Sovyetler Birliği döneminde, Kafkasya’da da bir Kürdistan olduğunu
unutmamak gerekir. 1923-28 arasında yaşam bulan Kızıl Kürdistan dikkatlerden uzak
tutulamaz. Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi devletlerin emperyalist devletler tarafından maddi
manevi, politik diplomatik, askeri olarak desteklendikleri de açıktır.
Etrafın böylesine hasım güçlerle çevrili olduğu bir ortamda ulusal kurtuluş mücadelesi nasıl
yürütülebilir? Bu durum, ulusal kurutuluş mücadelesi yürütenler için cehennem gibi bir
ortam yaratmıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesi yürütmeye çalışanlar adeta bir cehennemde
15
mücadele etmektedirler. Filistin kurtuluş hareketi ile Kürdistan kurtuluş hareketinin
karşılaştırılması bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Filistin’in dost güçler arasında mücadele verdiği söylenebilir. Filistin’in tek hasmı vardır o da
İsrail’dir. Ama Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır Filistin’e dost olan güçlerdir.
Ayrıca 22 üyeli Arap Birliği, 57 üyeli İslam Konferansı Filistin’e dost olan güçlerdir. Bu
nedenlerden dolayı dünya devletleri içinde de Filistin’e dost olanlar çoktur. Bunlar FKÖ’yü
ister beğensinler ister beğenmesinler ona maddi ve manevi olarak yardım etmek
durumundadırlar. Politik, diplomatik askeri olarak da yardım etmek durumundadırlar.
Kürdler, Kürdistan için durum çok olumsuzdur. Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafında dost bir güç
yoktur. Kürdlere yardım eden devletler de yoktur. Emperyalist devletler Kürdlerin ulusal
kurtuluş mücadelesine karşıdır. Bu emperyal güçler Kürdleri müşterek olarak ezen devletlere
politik, diplomatik, ekonomik, askeri yarım vermektedirler.
1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Yakındoğu’da, Ortadoğu’da kurulan statükonun
Kürdlere hiçbir statü vermediği bilinmektedir. Bu yıllarda Kürdler, Kürdistan bölünmüş,
parçalanmış ve paylaşılmıştır. Fiili olarak devletlerarası sömürge durumu vardır. Aslında
Kürdler Kürdistan sömürge bile değildir. Çünkü sömürgenin adı olur, sınırları olur. Örneğin
Afrika 1885’te emperyalist ve sömürgeci devletler tarafından paylaşılmış, sömürgeler
kurulmuş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1960’larda, sömürgeler bu sınırlarla bağımsızlıklarını
gerçekleştirmişleridir.
1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Kürdlere hiçbir statü vermeyen bu statükonun II.
Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler döneminde de aynen korunduğu çok yakından
bilinmektedir.
Mele Mustafa Barzani’nin tutumu
Bu cehennemi ortamda ulusal kurtuluş mücadelesi nasıl yürütülür? Bu devletlerden birisiyle
şu veya bu nedenlerle ilişkiye girmek bir zaruret olarak kendini dayatmaktadır. Bu ilişkinin tek
koşulu ise öbür parçalardaki Kürdlere zarara vermemeye, verilecek zararları mümkün olduğu
kadar aza indirmeye çalışmaktır. Öte yandan bu tür ilişkiler kurulması her zaman mümkün
olmaz. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma bu tür ilişkiler kurulmasına zaten engeldir. Ama
ilişki kurulabilecek bir ortam doğuyorsa ondan da faydalanmak gerekir. Aslında böyle bir
ilişkinin öbür parçalardaki Kürdlere zarar vermemesi düşünülemez. Bu bakımdan öbür
parçalara verilecek zararları mümkün olduğu kadar aza indirmeye çalışmak önemlidir. Bu
zararların önüne de ancak Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması
konusunda yüksek bir bilincin oluşmasıyla geçilebilir.
Mele Mustafa Barzani’nin 1960’ların ortalarında Türkiye ile bir ilişki kurduğu anlaşılıyor. Bu
ilişkilerin kurulmasını sağlayan bir ortam oluşmuş. Bu ortamdan yararlanılıyor.
16
Böyle bir ilişkinin kurulması sürecinde devlet, Mele Mustafa Barzani’den ne isteyebilir?
Kuzey’deki Kürdlerin, Kuzey Kürdistan’daki Kürdlerin Güney’deki Kürdler gibi
örgütlenmelerine arka çıkmamasını, böyle bir sürece destek vermemesini şart koşar. Bunun
karşılığında da KDP, peşmergeler, Hakkari, Van, Siirt, Mardin gibi yörelerden lojistik temin
edecektir. Hatta devlet o bölgelerden Kürdlerin Güney’e geçip peşmergelere katılmasına göz
yumacaktır, bunları görmezlikten gelecektir. Bu ilişkiler ağında şunu izleyebiliyoruz. Türkiye
Kürdistan Demokrat Partisi 1965 yılında illegal olarak kurulmuştur. Güney’deki KDP’nin bu
parti ile kanımca sıcak ilişkileri olmamıştır. Kuzey’den Güney’e “size yardım etmeye geldik”
diyenlere KDP “bu mücadeleyi siz kendi ülkenizde, kendi gücünüzle yürütün, bizden de
yardım beklemeyin” denmiştir.
Bu çerçevede gerek Sait Elçi’nin gerek Sait Kırmızıtoprak’ın çabaları KDP yönetimince ve Mele
Mustafa Barzani tarafından hoş karşılandığı söylenemez. Çünkü her iki Sait de Kuzey’de bir
şeyler yapabilmek, örgütlenebilmek için mücadele etmekte, Güney’de Mele Mustafa
Barzani’den yardım beklemektedirler. Bu, Mele Mustafa Barzani’yi Türkiye karşısında zor
duruma düşüren bir süreçtir. Mele Mustafs Barzani’nin, KDP’nin her iki Sait’ten de rahatsız
olduğu söylenebilir.
Bunun ötesinde Doktor Şıvan (Sait Kırmızıtoprak) gerilla mücadelesi düşünmektedir ve bu
düşüncesini yaşama geçirme gayreti içindedir. Buysa hem Türkiye’yi hem de Mele Mustafa
Barzani’yi çok rahatsız eder. Öyle bir sürecin başlaması Güney için gereken lojistiğin kesilmesi
gibi bir durum yaratır ayrıca KDP için yeni bir cephe açılması süreci yaratabilir. 1971 yılında
gerçekleşen Saitler olayının, “Saitler Komplosu”nun böyle bir temeli vardır.
Bu olayda, bu komploda suçlu aramak doğru bir muhakeme tarzı değildir. Her iki Sait ile ilgili
senaryoyu hazırlayan da yürürlüğe koyan da şüphesiz Türk istihbaratıdır. Her iki olguda da
tetiği çekenlerin Kürd olması Türk istihbaratının temel rolünü dikkatlerden uzak tutamaz.
Şöyle düşünmek kanımca daha doğrudur. Mele Mustafa Barzani, KDP böyle cehennemi bir
ortamda Kürdlere çıkış yolu bulabilmek, bir kapı bulabilmek için Türkiye ile ilişki kurma
gereğini hissediyor. Politik ortamı bu şekilde değerlendirmek yoluna gitmiş. Bu, emperyalist
devletlerin 1920’lerde kurduğu statükoya bir müdahaledir, bu statükoda bir gedik açma
çabasıdır. Sait Elçi’nin ve Sait Kırmızıtoprak’ın çabalarını da böyle bir mücadele çerçevesinde
değerlendirmek mümkündür. Süreci daha uzun vadeli düşünmekte yarar vardır.
Suriye’de Ne oldu?
Mart 2011’den beri Suriye’de Beşşar Esed yönetimine karşı başkaldırı hareketleri
yaşanmaktadır. Ordudan ayrılan subaylar el Kaide, el Nusra gibi örgütler muhalefeti temsil
etmektedirler. Ordudan ayrılanlara ve bazı muhalefet unsurlarına Özgür Suriye Ordusu da
denmektedir.
Suriye’de başkaldırı hareketleri başlar başlamaz Türkiye muhalefeti örgütlemeye başlamıştır.
Bu konuda Antalya’da, İstanbul’da birçok toplantı yapılmıştır. Türkiye, Suriye’deki
17
muhalefetin yapılandırılması sürecinde Kürdlerin de temsil edilmesini hiçbir zaman
istememiştir. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, muhalefeti maddi ve manevi olarak
destekleyen, silahlandıran bir güç olarak ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’nin Suriye politikasının esasını Beşşar Esed rejiminin yıkılması ama bu süreçte
Kürdlerin hiçbir şey, hiçbir hak elde edememesi oluşturmaktadır. Baas Partisi’ne dayanan
düzenin yıkılmasından sonra İslami bir rejimin kurulması da Türkiye’nin Suriye politikasının
hedeflerindendir.
Kürdlerse bu süre içinde kendi bölgelerinde yani Güneybatı Kürdistan’da kendi işlerini
yapmakta, örgütlenme çabalarını sürdürmektedir. Bugün Güneybatı Kürdistan’a daha çok
Rojava denilmektedir. Batı Kürdistan denmesi kanımca daha doğrudur.
Haziran 2012’de Beşşar Esed Kürd bölgelerinin bir kısmından askerlerini çekmiştir. Bu yerleri
Demokratik Birlik Partisi PYD kontrol etmeye başlamıştır. Beşşar Esed’in askerlerini çektiği
yerlerin PYD tarafından kontrol edilmesine karşı çıkmak sağlıklı bir tutum değildir. “PYD eli
kanlı rejimle işbirliği yapıyor” demek doğru değildir. Kürdistan’ı baskı altında tutan
devletlerin hepsinin de eli kanlıdır.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Mesut Barzani 16 Kasım 2013 günü Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın daveti üzerine Diyarbakır’a gelirken yaptığı “Rojava’da devrim falan
olmamıştır. PYD Beşşar Esed’in askerlerini çektiği bölgede hükümranlık kurmaya
çalışmaktadır” sözü sağlıklı bir değerlendirme değildir. 1991’de, bahar aylarında Güney
Kürdistan’da da böyle olmadı mı? Saddam Hüseyin’in Güney Kürdistan’dan çekildiği alanlara
Kürdler el koymaya başlamadılar mı? Arada şöyle bir fark olduğu söylenebilir. Saddam
Hüseyin çekilme zorunluluğunu hissetti. Beşşar Esed yönetimi ise Türkiye’yi de ciddi bir
sorunla karşı karşıya bırakmak için böyle bir yola başvurdu.
Bu ilişkilerde aranacak tek koşul öbür parçalardaki Kürdlerin çıkarlarına zarar vermemeye
çalışmak, muhtemel zararları en aza indirmeye gayret etmektir. Buysa ancak Kürdlerin,
Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması paylaşılması konusunda yüksek bir bilincin oluşmasıyla
olur. Kürdlerde ise bu konuda değil yüksek bir bilinç küçük bir bilincin bile oluşmadığı
görülmektedir. PKK, BDP, PYD hala, “devlet, federasyon istemiyoruz, sınırlarla sorunumuz
yoktur. Biz asla bölücü değiliz” deyip durmaktadırlar. Bu, bölünme, parçalanma ve paylaşılma
gibi bir felaketin bilincine varamama demektir. Kendisinin ne durumda olduğunun bilincine
varmamak demektir. Çünkü bölünen, parçalanan ve paylaşılan sensin. Bu, aynı zamanda,
“emperyalist devletler tarafından çizilmiş bu sınırlarla sorunumuz yoktur” demektir.
“Demokratik özerklik” gibi bir kavram ise içi boş bir kavramdır, Kürdistan’da bir karşılığı
yoktur. “Türkiyelileşme” ise, Kürdistani olmaktan uzaklaşmaya, Türkleşmeye hizmet eden bir
kavramdır. Türklere, Kürdleri, Kürdistan’ı, Kürd/Kürdistan sorununu anlatmaya değil,
Türkleşmeye hizmet eder. Kürdler zatan, kanun zoruyla, devlet terörü eşliğinde gereğinden
çok çok Türkiyeleştiler, Türkleştiler… Halbuki, Kürdlerin Kürdistani olmaya özen göstermeleri
gerekir.
18
Bugün 10-15 yıl öncesine nazaran Kürdleri, Kürdistan’ı Kürd/Kürdistan sorununu daha iyi
biliyoruz. Bu konuyu artık daha çok konuşuyoruz, yazıyoruz. Doğru kavramlara konuşuyoruz,
yazıyoruz. Bu ortamın yaratılmasında, bu değişimin yaşanmasında, PKK’nin, gerilla
mücadelesinin şüphesiz çok büyük rolü vardır. Bu ortama bakarak, dilerim PKK de kendi
zihniyetini değiştirir.
Mele Mustafa Barzani döneminde, 1960’larda, parçacı siyaseti anlamak, kavramak
mümkündür. Günümüzde ise hala böyle bir siyasetin yürütülüyor olması yanlıştır, saplıklı
değildir.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi Güneybatı Kürdistan’da oluşan özerk yönetimi elbette
tanımalıdır. Türkiye’ye de Güneybatı Kürdistan’la ilgili politikasını gözden geçirmesini telkin
etmelidir.
Sait Kırmızıtoprak’ın Çevresine Etkileri
1969 yaz ayları sonlarında Erzurum’da Sait Kırmıztıoprak’ı Mehmet Ali Aslan’ın evinde ben de
ziyaret etmiştim. Günlük olaylar üzerinde sohbet etmiştik. O zaman Kürdler Kürdistan
konusunda fazla bilgiye, bilince sahip değildim. Etraflı, derinlikli bir konuşmaya, tartışmaya
hazır değildim. Bendeki zihinsel dönüşüm 12 Mart rejiminde Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim
Komutanlığı Askeri Tutukevi’ndeki yaşam sürecinde ve askeri mahkemede gerçekleşen
duruşmalar sürecinde oldu. Daha sonra da Komal Yayınevi Rızgari Derneği sürecinde, 12
Eylül’de askeri tutukevinde yaşam, askeri mahkemelerdeki yargılamalar ve 1984’te başlayan
gerilla mücadelesi sürecinde güçlendi.
Sait Kırmıztoprak’ın aydınlık bir yüzü vardı. Gözleri ışık saçıyordu. Sesi hala kulağımdadır.
Hareketleri, vücut dili gözlerimdedir. Bu yönleriyle Sait çevredekileri, içine girdiği toplumu,
insanları çok kolay etkilerdi. Sait içine girdiği topluma bir değer katardı. Gruptan ayrıldığı
zaman grup bir eksiklik hissederdi.
Sait Kırmızıtoprak için zeki, becerikli, yaratıcı, atak, cesur gibi nitelikler her zaman anlatılır.
Bunlar arasında bazen “aceleci” gibi bir sıfat da eklenir. “Aceleci” sıfatının yerinde
kullanılmadığını düşünüyorum. Zira Kürdlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesi çok gecikmiş bir
mücadeledir. Bunun nedeni Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve
paylaşılmasıyla ilgilidir. 1920’lerde dönemin iki emperyal devleti ve Ortadoğu’nun iki köklü
devleti birbirleriyle organize bir şekilde Kürdlerin, Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardır. Bu
baskı, bu zulüm Kürdlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesini çok geciktirmiştir. I. Dünya Savaşı
sonunda, 1920’lerde çözülecek sorunu bir asır geriye itmiştir. Kürdlerin zaafları da bu süreçte
elbette etkilidir.
Zore (Zöhre) Ananın Çileli yaşamı (2)
Zore Ana 1971’de oğlunun kaybolmasıyla başlayan günlerde ondan hiçbir haber alamaz.
Konuşmaya çalıştığı kişiler de ona sağlıklı bilgi veremezler. Hasan Tanrıverdi o günlerde ve
19
sonrasında Sait’in dava arkadaşlarından hiçbirinin anasını, Zore Ana’yı aramadığını vurgular.
Hasan Tanrıverdi yukarıda belirtilen yazısında “Doktor Hasan Celalettin Ezman’dan başka hiç
kimse Zore Ana’yı aramadı” der, sitem eder. (s. 25). Zore Ana o günlerde 58 yaşındadır.
Zore Ana 1984’te İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde büyük acılarla,
ızdıraplarla hayata gözlerini yumar. 71 yaşındadır.
Zore Ana’yı yazarken, Dursun Ali Küçük ve Selim Ferat’ın anaları hakkında yazdığı yazılar
aklıma geldi. Her iki arkadaş da analarının yaşamlarının son anlarında, analarının yanında
olamamış. Her iki ana da, evlatlarının Kürdistan mücadelesine katılmalarından dolayı, onlara
hiçbir olumsuz söz söylememiş, her zaman evlatlarının yanında yer almış, onlara destek
vermiş. Bu direnç umudu yeşertiyor. Şüphesi Kürdistan’da, Dursun Ali Küçük’ün, Selim
Ferat’ın anaları gibi, onbinlerce ana var.
Brusk, Çeko, Soro…
Doktor Şivan (Sait Kırmıztoprak) hakkında yetersiz de olsa bilgi sahibiyiz. Sait Elçi hakkında da
bilgilerimiz var. Soro (Nazmi Balkaş) hakkında da bazı bilgilerimiz var. Çeko (Hikmet
Buluttekin), Brusk (Hasan Yıkmış) hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Doktor Şivan’ın bu yazının
başında belirttiğimiz kitabının sonunda (s.284-286) Brusk’un nüfus kaydıyla ilgili birkaç
fotokopi var. Aslında o dönem çok geniş olgusal bir zenginlik içinde araştırılmalıdır, aydınlığa
kavuşturulmalıdır. Kürd tarihinin bu trajik dönemi aydınlığa çıkarılmalıdır. Bu trajik dönem
üzerindeki perdeler kaldırılmalıdır.
Mele Mustafa Barzani’yi, Sait Elçi’yi, Sait Kırmızıtoprak’ı sevgiyle anıyorum.
Hasan Yıkmış’ı, Hikmet Buluttekin’i, Nazmi Balkaş’ı, Muhammedê Begê’yi sevgiyle anıyorum.
Doktor Şivan’ın arkadaşları, bizim de dostlarımız, Abdülkerim Ceyhan’ı, Mahmut Okutucu’yu,
Muhterem Biçimli’yi sevgiyle anıyorum.
“Saitler Komplosu”nda pek çok kişinin adı geçmektedir. Bu konuyla ilgili pek çok kişi
konuşmaktadır, görüşünü açıklamaktadır.
Necmettin Büyükkaya’yı ve Feqî Hüseyin Musa Sağnıç Ağabeyi sevgiyle anıyorum.
Kürd halkının bu fedakar ve vefakar evlatları her zaman yaşatılmalıdır. Gelecek Kürd kuşakları
bu trajik dönemin de bilincinde olmalıdır.
20
EK
Yakındoğu’nun İmhası, Kürd/Kürdistan, Dersim
İttihat ve Terakki’nin Devlet ve Toplum Projesi
Bizans, kendini dünyanın merkezi sayıyordu. Doğu’ya doğru coğrafyayı şu şekilde bölmüştü:
Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu.
Yakındoğu’da şu ülkeler vardı. Anatolia, Kilikya, Pontus, Lazistan, Ermenistan, Kürdistan,
Mezopotamya. Anatolia, Kızılırmak’ın batısından itibaren Ege ‘deki toprakları içeriyordu.
Daha çok Rumların oturduğu alanlardı. Bugünkü Anadolu kavramı ile Anatolia elbette çok
farklı içeriklere sahiptir. Kilikya, bugün Çukurova denilen coğrafyadır. Daha çok, Ermenilerin
yerleştiği bir alandır. Orta Karadeniz, Pontus, Doğu Karadeniz Lazistan’dır. Van Gölü çevresi
Kürdistan, Kuzeyi Ermenistan’dır. Kürdistan’da ve Ermenistan’da, Kürdler ve Ermeniler
birlikte yaşamaktadır. Şehirlerde daha çok Ermeniler, Kırsal alanlarda daha çok Kürdler…
Dicle ve Fırat’ın Meydana getirdiği coğrafyaya Mezopotamya denilmektedir. Kuzey
Mezopotamya’da, Kürdler, Süryaniler, birlikte yaşamaktadır. Turabidin Süryanilerin ülkesidir.
Kızılırmak kavsi içindeki topraklara bir kısmına Kapadokya denilmektedir. Daha çok Rumların
yaşadığı bir bölgedir. Bizans İmparatorluğu döneminde, bölgede bu ülkeler vardır. Bu
ülkelerde kadim halklar yaşamaktadır.
Oğuz boylarının bölgeye gelmesi 11. yüzyılın ikinci çeyreğine rastlamaktadır. Uzman
tarihçilerin verdikleri rakamlara göre, dört asır boyunca, yani 11, 12, 13 ve 14. yüzyıllarda
gelen Oğuzların toplam sayısı 400 bin ile 600 bin arasında değişmektedir. Bölgede, yani
Yakındoğu’da yaşayan yerli halkların otokton halkların toplam nüfusu ise 12 milyon
civarındadır.
Ortadoğu ise, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Rusya’dan Umman Denizi’ne kadar olan
coğrafyayı meydana getirmektedir. İran, Yakındoğu ve Ortadoğu arasında bir yerde
bulunmaktadır. Uzakdoğu ise Altay Dağları’nın doğusu, Mançurya, Çin, Japonya, Vietnam,
Kamboçya gibi coğrafyalardır.
Yakındoğu kavramının Bizans’tan sonra, Osmanlılar tarafından ve Avrupa’nın çeşitli ülkeleri
tarafından da kullanıldığı kanısındayım. Lozan Antlaşması’nın esas adı, Yakın Doğu İşleri İle
ilgili Lozan Antlaşması’dır.
Bizans döneminde daha sonraki dönemlerde, coğrafyanın bu şekilde bölümlenmesini yapmak
önemlidir, gereklidir. Çünkü Yakındoğu imha edilmiştir. Hem Yakındoğu’da yer alan ülkeler
olarak, hem de bu ülkelerde yaşayan halklar olarak Yakındoğu imha edilmiştir. Bu imhanın
nasıl gerçekleştiğini incelemek çok önemlidir.
İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk etnisi esasına göre, yeniden organize
etmek gibi bir projesi vardı. Adriyatik’den Büyük Okyanus’a kadar Türk imparatorluğu olacak,
ama bunu içinde Türk’den başka bir etni olmayacaktı. Rumların sürgünü, Ermeni soykırımı bu
21
anlayış doğrultusunda gündeme geldi. Ekonominin millileştirilmesi de İttihat ve Terakki’nin
önemli bir düşüncesiydi. Bu, Rumların ve Ermenilerin birikimlerine, taşınmaz mallarına el
koymak anlamına geliyordu. İttihat Ve Terakki Fırkası’nın Merkez-Umumisi’nin hiç
değişmeyen üç üyesi vardı. Dr.Bahattin Şakir, Dr. Nazım, Ziya Gökalp. Bunlar, bu konularla
ilgili planlar, projeler hazırladılar. Bu tasarılaraLA ilgili başlıca projeleri yapanlar bunlardı.
Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, Ege’deki, Rumların, Karadeniz havalisindeki RumPontusları, Kapadokya’daki Rumları sürgünü başladı. Ermeni nüfus, tehcir adı altında
soykırımla çürütüldü. Süryaniler, Kildaniler ve Ezidi Kürdler de soykırıma uğradı. “Kürdler
Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edebiliriz” anlayışı vardı. Çerkesler, Lazlar içinde
asimilasyon düşünülüyordu. Kürd veya Türk Kızılbaşlar (Aleviler) de Müslümanlığa asimile
edileceklerdi.
Rum sürgünlerinin, aslında 1911-1912 yıllarından itibaren başladığını görüyoruz. Bu süreçde
balkan yenilgisinin önemli olduğu söylenebilir. Bu konuda iki kitaptan söz etmek gerekir.
Birinci kitap, Alexander Papadopoulus’un, Resmi Belgelerde Avrupa Savaşından Önce
Türkiye’de Rumlar Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi 1914-1922 Kara Kitap Pencere
Yayınları tarafından yayımlanan bu kitap Ocak 2013 de basılmış. Kitapda Sait Çetinoğlu’nun
Önsözü var.
İkinci kitap, Takibat, Tehcir, İmha, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1912-1922 yılları Arasında
Hristiyanlara Yönelik Yaptırımlar adını taşıyor. Bu kitap Tessa Hofmann tarafından derlenmiş.
Ocak 2013 de Belge Yayınları tarafında yayımlanmış. Sait Çetinoğlu’nun bu kitapta da bir
Önsözü var. Bu iki kitap o dönemde Hristiyanlara yönelik katliamları, bu süreçte gelişen,
tırmandırılan devlet terörünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her iki kitapda da Sait
Çetinoğlu’nun Önsözleri önemli yazılardır.
İttihat ve Terakki’nin bu projesi Almanlar tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Bu
projenin yaşama geçmesiyle İngiliz sömürgesi Hindistan üzerinde sürekli bir Alman tehdidi
oluşacaktı. Ama bu, Yakındoğu’yu tamamen imha eden bir süreçti. Belge Yayınları’nın, Ocak
2012 de yayımladığı, Alman Belgeleri, Ermeni Soykırımı, 1915-1916 bu konuda çok önemli
bir kaynaktır. Wolfgang Gusttarafından hazırlanan belgeler, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi
arşiv belgelerini içermektedir. Wolfgang Gust (d.1935) haftalık Der Spiegel Dergisi’nin, Dış
Haberler Servis şefi ve muhabiridir.
Yves Ternon’un, Mardin 1915 Bir Yıkımın Anatomisi, kitabı da önemlidir. Bu kitap da Ekim
2013’de Belge Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu kitapda da Sait Çetinoğlu’nun uzun bir
önsözü vardır. Bu önemli bir değerlendirme yazısıdır.
Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili hesapları vardı.
İmparatorluğun, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki toprakları paylaşılıyordu. Bu çerçevede
1915 sonlarında başlayan Sykes-Picot görüşmeleri 1916’da sonuçlandı. Son görüşmelere
Ruslar da katılmıştı.
22
Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanlar ve müttefiki Osmanlılar yenildi. İngiltere ve Fransa
tarafı galip geldi. Ama, İngiltere ve Fransa tarafı Sykes-Picot Andlaşmasını diledikleri gibi
yaşama geçiremediler. . Rusya’da meydana gelen Bolşevik devrimi bunu önledi. İngiltere ve
Fransa, Bolşevik devriminin Rusya sınırları dışına taşmaması için Sykes-Picot planlarında bazı
değişiklikler yaptılar. Yakındoğu’da, Türk Devleti’nin, Ortadoğu’da Afganistan’ın kurulması,
İngiliz, Fransız ve Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla gerçekleşti. Yakındoğu bu ilişkiler
sürecinde imha edildi. Hem ülkeler, hem de bu ilkeler de yaşayan kadim halklar, Ermeniler,
Rumlar, Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler… bu süreçde soykırıma uğratıldılar.
Yakındoğu’nun otokton halkları, allochtonlar (dışarıdan gelenler) tarafından soykırıma
uğratıldı.
Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal, “Yakındoğu soykırımlarla yok edildi. Neden?” başlıklı bir yazı
yayımladı. Bu yazıda, “Uzakdoğu var, Ortadoğu var, Yakındoğu soykırımla yok edildi Neden?”
deniyor. Bu yazı 15 Ocak 2012 tarihinden itibaren kurdistan-post.eu sitesinde aslı duruyor.
Yazı, Kızılbaş Dergisi’nin, Şubat 2012 tarihli 11. sayısında da yer Alıyor (s.45-47).
Bu konuda, Gürdal Aksoy’un kitabını hatırlatmak da gerekir. Halklar Hapishanesi Anadolu,
Kürtlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma, Komal Yayınevi, İstanbul, Haziran 2002.
Tarihte, Türkiye adıyla bir ülke yoktur. Türkiye, Irak gibi, Suriye, İran gibi bir ülke adı değildir.
Yakındoğu, buralarda yaşayan halklar, ülkeler imha imha edilince, imha edilen bü ülkeler
üzerinde kurulan yeni devletin adıdır.
Kürdlerin İkili Durumu
Kürdlerin, Osmanlı yönetimiyle, İttihat ve Terakki ile, Kemalistlerle, Kuva-yı Milliye ile
ilişkilerini ilk aşamada incelemek gerekir. Birinci aşamada, Osmanlı’ya, İttihat ve Terakki’ye,
Kemalistlere, Kuva-yı Milliyecilere yardımcılık vardır. Örneğin, Osmanlı, İkinci Abdülhamit
döneminde (1876-1909) Ermeni uyanışına karşı Kürdleri kullanmıştır. 1994-1896 Sason
olaylarında, daha pek çok olayda bunu izlenmek mümkündür.
İttihat ve Terakki’nin, Rumlara, Ermenilere, Süryanilere karşı geliştirdiği politikaların yaşama
geçmesinde de Kürdlerin önemli bir kısmı tetikçilik yapmıştır. İttihat ve Terakki, örneğin
Kürdlere şunu söylemiştir. “Ermenileri bulundukları yerlerden kaçırtın. Taciz ederek, taciz
olmalarını getirecek operasyonları artırarak kaçırtın… Onları öldürebilirsiniz de. Bu konuda
bir dava ile soruşturma ile karşılaşmayacaksınız. Ama onlardan akalan taşınmaz mallar,
tarlalar, evler, atölyeler, çiftlikler, koyun sürüleri, büyükbaş hayvanlar, tarımsal araç gereçler,
dükkanlar sizin olacak. Tabii bu çok büyük bir ödül. Bu ödül pek çok Kürdün, aşiretin, aşiret
reisinin, şeyhin vs. aklını çelebilmiştir.
Kuva-yı Milliye nedir? Kuva-yı Milliye, Rum ve Ermeni ve Süryani mallarının yağmalanmasıyla
yakından ilgilidir. Rumlar, sürülünce, katledilince, Ermeniler tehcir edilince, geri dönüşler
artık mümkün olmayınca, onlardan kalan taşınmaz malların çevredeki Türk eşraf ve Kürd
eşraf tarafından, yağmalanmıştır. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonraysa, yani
23
Almanya ile birlikte Osmanlı’nın İttihat ve Terakki’nin yenilmesinden sonra, Rumlar ve
Ermeniler, bu operasyonlardan sonra ne kadar kalmışlarsa, kendi köylerin, evlerine geri
dönmeye, mallarına mülklerine sahip çıkmaya başladılar. İşte Kuva-yı Milliye, Rumların,
Ermenilerin geri dönüşlerine, mallarına mülklerine sahip çıkma girişimlerine engel olmak için
kurulmuştur. Ege’de, Çukurova’da, Antep’de, Urfa’da kurulmasının anlamı budur. Rumlardan,
Ermenilerden yağma edilen malların tekrar onlar tarafından, yani, malların esas sahipleri
tarafından ele geçirilmesine engel olmak…
Türk milli mücadelesi döneminde, yani, Türk-Ermeni ve Türk Yunan savaşları döneminde de,
Mustafa Kemal, Kürdlerin yardımın alabilmek için, “mücadele başarıya ulaştıktan sonra
Kürdlerin de milli hakları olacaktır” demiştir. Erzurum Kongresi sırasında, Kürd aşiret
reislerine, Kürd şeyhlerine mektuplar yazıp onların yardımın talep etmiştir. Kazım Karabekir
de Kürdleri, “milli mücadeleye yardım etmezseniz, yani yenilgi olursa, büyük devletler,”yedi
düvel”, Kürdistan’ı Ermenistan yapacaklar” demiştir. Kürdler üzerinde bu tür propagandaların
çok etkili olduğu şüphesizdir.
Mücadele Kürdlerin de yardımıyla başarıya ulaşmıştır. Ama 1922 yılının sonlarından itibaren
Kemalistler kendilerini güçlü hissetmeye başlamışlardır. Yakındoğu işleriyle ilgili Lozan
Antlaşması’nın imzalanmasından sonra devlet artık çok güçlüdür. Devletin varlığı artık
uluslararası garanti altındadır. Bu tarihlerden itibaren artık Kürdlere ve Alevilere, Kızılbaşlara
yani Reya Heq’ler hakkında 1910’larda saptanan politikalar yaşama geçirilmiştir. Kürdlerin,
Kürd dilinin inkarı böyle başlamıştır. Bu inkar aslında çok dikkate değer bir olaydır. Çünkü 19.
yüzyılın sonlarından itibaren Kürdler, Kürdistan adı altında Kürdçe gazeteler ve dergiler
çıkarmaya başladı. 1908’den sonra, 1910’larda bu yayınların sayısı arttı. Kürt Teali ve Terakki
Cemiyeti gazetesi Roji Kurd, Hetawe Kurd, Jîn, Kurdistan gibi yayın organları çıkıyordu. Bunlar
legal yayınlardı. Türk aydınları, yazarlar, Kuva-yı Milliye mensupları da Kürdlerin bu
gazetelerini, dergilerini biliyorlardı. Aynı zamanda Kürdlerin çeşitli toplum kesimlerini
ilgilendiren örgütleri de vardı. Bunlara rağmen 1923’ten sonra, Cumhuriyet döneminde
Kürdler, Kürdçe inkar edilmeye başlandı. Kürdlerin Türk olduğu, Kürdçe diye bir dil olmadığı
söylenir oldu. O günlerden beri bu inkar, imha sürüyor. B u inkara, imhaya karşı Kürdlerin
mücadelesi de sürüyor.
Bazı Kürdlerin tetikçiliğinden, Ermeni-Süryani mallarının yağmalanmasından dolayı KürdKürdistan sorunu Ermeni sorunuyla, Ermeni soykırımıyla yakından ilgilidir. Bazı alanlarda iç
içe olduğu da söylenebilir.
Ermeniler, Asuriler, Süryailer tehcir adı altında bölgeden sürülmüşlerdir. Soykırım
gerçekleşmiş, bir daha bölgeye dönmeleri artık mümkün değil. Malları, mülkleri çevredeki
Kürd ağaları, Kürd aşiretleri, Kürd şeyhleri tarafından yağmalanmış. Devlet bunları biliyor…
İleri bir tarihte, diyelim 1920’lerde, 1930’larda, 1940’larda… devlet şöyle söylüyor: “Tasarruf
ettiğin bu mülkün senin olmadığını biliyorum. Benim gibi düşünürsen, benim gibi tavır ve
davranış sergilersen, bu malları tasarruf edebilirsin. Hatta ileride bu malların senin üzerine
tapusu da olabilir. Ben ne diyorum? Herkesin Türk olduğunu, Kürd diye bir kavim olmadığını,
24
Kürdçe diye bir dil olmadığını söylüyorum. Sen de böyle dersen, bu şekilde tavır ve davranış
sergilersen bu malları tasarruf edebilirsin. Ama benim dilim, kültürüm dersen, Kürdlük iddia
edersen bu malları tasarruf etmene izin vermem…”
Süreçte bu malları tasarruf etmek için Kürdlükten taviz verildiği artık iyi biliniyor. Bu sürecin
bazı alanlarda, örneğin Malatya’da Kürdlüğü bitirdiği bile söylenebilir. Bu sürecin çok zengin
olgularla incelenmesinde yarar vardır.
Alevilerin (Kızılbaşların), Reya Heq’ın Müslümanlaştırılması da İttihat ve Terakki’in önemli bir
politikasıdır.
Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin, Kızılbaşların yani Reye Heq’lerin Müslümanlığa
asimilasyonu çok önemli bir politikadır. Ama 1920’lerin ortalarından itibaren Dersim ile ilgili
olarak hazırlanan raporlarda Dersim’in Kürdlüğü ön planda tutulmaktadır. “Dersim
çıbanbaşıdır. Bu çıbanbaşı sökülüp atılacaktır” belirlemesi Dersim’im Kürdlüğünü dikkate
almaktadır.
Saptanan bu politikayı yaşama geçirmek için 1935’te 4. Müfettişlik kurulmuştur, Tunceli
Kanunu yapılmıştır. Tunceli Kanunu, Tunceli Kanunu’nu yapan ruh, anlayış, 1937-38’de çok
etkin bir şekilde yaşam bulmuştur. Dersim’de 1937-38’de tam anlamıyla soykırım yaşanmıştır.
Ama günümüzde Dersimlilerin bir kısmı soykırım yaşamış bir halkın evlatları gibi
konuşmuyorlar. Soykırım yapanların zihniyetinin temsilcileri gibi konuşuyorlar. Dersim’de
soykırım yapanlar Kürdlük reddedilsin, Türklükle ilgili gelişmeler yaşansın istiyorlardı.
Dersim’de soykırım yapanların olmasını istedikleri şey buydu.
Bugün, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Dersim’li bir Kürd olmasına
rağmen, Nazımiye’den, Reya Heq inancında olan bir Kürd olmasına rağmen “Biz Türkmeniz,
ailemiz Horasan’dan gelmiş” diyor. Tunceli milletvekili Kamer Genç, Nazımiye’den bir Kürd
olmasına rağmen “Türkoğlu Türk’üm”, “Kürdlükle bir bağımız yoktur” diyor. Tunceli
milletvekili Hüseyin Aygün “Kürd değiliz Aleviyiz” diyor. Halbuki, 1938’de, soykırımda, Kemal
Kılıçdaroğlu’nun ailesinde de çok büyük kayıplar var.
Dersimlilerin bir kısmı 1937’de yaşanan soykırımın, Aleviliği yok etmek, Alevi inancını yok
etmek için düzenlendiğini söylüyor. Bu insanı şaşırtan bir söylemdir. Türkiye’nin pek çok
yerinde Alevi inancında olan, Reye Heq’lı olanlar vardır. Neden onlara karşı bir operasyon
yapılmamış da sadece Dersim’de yaşayan Alevilere, Reye Heq inancında olanlara soykırım
yapılmış? Bu şüphesiz Kürdlükle ilgili bir olaydır. Ayrıca, Kürdlere soykırım sadece Dersim’de
yapılmamış. 1925 Kürd direnişinde, 1927’de Bingöl’de Guew’de, 1930-32’de Geliyê Zîlan’da
soykırım yapılmıştır. Bunun dışında, soykırımdan geriye kalan Kürdlerin büyük bir kısmı
sürgüne gönderiliyor. Sürgün yerleri arasında, Çorum, Balıkesir, Manisa, Tokat gibi Alevileri,
Reya Heq inancında olan kişilerin yaşadıkları yerler de var.
25
Dersimlilerin bir kısmı, önemli bir kısmı Kürdlere yapılan bu soykırımı unutmuş Kerbela’nın
yasını tutuyor. Kerbela’da 1300 yıldan fazla bir zaman önce gerçekleşen katliamın yasını
tutuyor. Kerbela’da yaşanan katliamın Kürdlükle bir ilişkisinin olmadığı açıktır. Bu katliam
tamamen Araplardaki iktidar kavgası ile ilgilidir. Kürdlükle bir ilintisi yoktur. Bu katliamda
Halife Ali’nin, Peygamber Muhammed’in torunlarından 72 kişi katledilmiştir. Dersim’de
katledilenler soykırıma uğrayanlar belki de 72 bin kişidir.
İslam’da Şiiliğin oluşumu bu katliamla ilgilidir. Şiilik elbette İslam’dır ama Alevilik, Reya Heq
İslam’dan çok önceki bir inanç biçimidir. İslam’dan çok önceki bir dindir.
Burada önemli olan Ali, Hüseyin, On İki İmam, Kerbela gibi figürlerin Alevi düşüncesine, Reya
Heq inancına nasıl girdiğinin araştırılmasıdır. Bu da İran’da Şiiliğin kurumlaşmasıyla, 16.
yüzyılın başında Şah İsmail’le birlikte Şiiliğin devletin dini olmasıyla, resmi din olmasıyla
ilgilidir.
Alevilik, Reya Heq İslamiyet’ten ayrı bir dindir. Reya Heq inancının Kerbela ile şöyle bir ilişkisi
olabilir. Reya Heq insana, doğaya saygılı bir dindir, ezilenlerden yana olan bir dindir.
Kerbela’da 681’de İslam peygamberi Muhammed’in torunlarının çok büyük zulüm gördükleri
açıktır. Alevi inancında olanlar, Reya Heq inancında olanlar, zulüm görenlerin yanında yer
almışlar, onlara destek vermişler, onların acılarını paylaşmışlardır. Bunu anlamak
mümkündür. Ama bu katliamı Araplardan daha çok yaşamak, bu süreçte kendi öz kimliğini
unutmak kabul edilemez.
Reya Heq inancına Kerbela, Ali, Hasan, Hüseyin, On İki İmam gibi figürlerin girmesi 15.
yüzyılda başlamıştır. Şah Ali (ölümü 1427), Şah İbrahim Veli (1428-1447), Şeyh Cüneyt (ölümü
1460), Şeyh Haydar (ölümü 1488) dönemlerinde Şiilik İran’da kurumlaşmıştır. Şah İsmail
döneminde (1487-1524; görev süresi 1502-1524) Şiilik İran’ın resmi dini haline gelmiştir. Şah
Tahmasb (1514-1586; görev süresi 1524-1586), Şah Abbas (1557-1628; görev süresi 15871628) dönemlerindeyse Şiilik İran’da iyice oturmuştur.
Yedi ulu ozanın Alevi, Reya Heq inancına, Kerbela, Al, Hasan, Hüseyin, On iki İmam gibi
figürleri taşıdığı da bilinmektedir. Yedi ulu ozandan biri Şah Katayi’dir. Bu, şah İsmail’in
kendisidir. İkinci ozan Nesimi’dir (14. Yüzyılın sonu, 15. Yüzyılın başı, ölümü 1405).
Üçüncü Ozan Fuzuli’dir (15. Yüzyılın sonu, 16. Yüzyılın ortaları, ölümü: 1556).
Yemini (15. Yüzylın sonu, 16. Yüzyılın başı)
Virani (16. Yüzyıl)
Pis sultan Abdal (16. Yüzyıl)
Kul Himmet (16. Yüzyılın ikinci yarısı)
“Horasan’dan geldik” anlayışı ise Dersimlilerin kendi köklerinden kopmak istedikleri anlamına
geliyor. “horasan’dan geldik” anlayışını Mehmet Bayrak hoca yazılarında, söyleşilerinde,
kitaplarında ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Mehmet Bayrak, “Kürd ve Alevi Tarihinde Horasan,
Tarih, Etnoloji, Müzik, Edebiyat” (Özge Yayıncılık Ankara, 2013) bu durumu açıklamıştır.
Kitaptaki yazılarda, söyleşilerde bu durum açıkça görülüyor. Elitson Zamancı ile yapılan
26
söyleşi bu bakımdan ilgi çekicidir (s. 608-615). Firaz Baran ile yapılan söyleşi de bu bakımdan
ilgi çekicidir (s. 616-620).
İran’da, Safevilerin egemenliği döneminde bazı Kürd aşiretlerinin Dersim’den ve Kürdistan’ın
başka yörelerinden alınarak Horasan’a gönderildikleri biliniyor. İran, bölgeye yapılan Özbek
ve Türkmen saldırılarını bu şekilde engellemeye çalışıyor. Horasan ayrıca Kürd yerleşim
bölgelerinden biridir. Yedi Kürd yerleşim bölgesinden biridir. 1639’da Kasr-ı Şirin
Antlaşması’yla bölge Osmanlı denetimine geçince Dersim’den gönderilenlerin bir kısmı tekrar
Dersim’e dönüyor. “Horasan’dan geldik” anlayışının aslı budur.
Mehmet Bayrak hocanın Alevilik ve Kürdler üzerinde Özgür Ulusoy’la yaptığı söyleşi de bu
bakımdan anlamlıdır (s. 630-642).
İttihat ve terakki’nin kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Cumhuriyet’te devlet terörü de
kullanılarak yaşama geçirilen bir politikadır. “Horasan’dan geldik” anlayışı, bu politikaya
hizmet eder. Bu politikanın yarattığı bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Alevilerin
(Kızılbaşların), Reya Heq inancında olanların Müslümanlığa asimilasyonu da İttihat ve
Terakki’nin önemli bir politikasıdır. Zira Türk olan Müslüman’dır. Her Müslüman Türk
olmayabilir ama her Türk Müslüman’dır. Alevilerin, reye Heq inancında olanların “Aleviyiz
ama Müslüman’ız” veya “Müslüman’ız ama Aleviyiz” demeleri de asimilasyonun bir
göstergesidir.
27