26.01.2015

Transkript

26.01.2015
1
Kerbela:
SÖYLEŞİ
Alevi müziği
sadece müzik
değildir
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:38
26 Ocak - 01 Şubat 2015
S16
basnews.com
Mesrur Barzani:
IŞİD buralara
artık dönemez
Hasekê’de İran parmağı
Rojava’nın Hasekê kentinde Kürd mahallelerinin denetimini YPG’den almak isteyen Suriye rejimi, iç savaşın
başlaması ardından ilk kez Kürd güçleri ile yoğun çatışmaya girişti. Suriye ordusu ile birlikte İran Pasdarları ve
Lübnan Hizbullah militanlarının da Hasekê’deki çatışmalara katıldığı bildirildi. İran ve Hizbullah’ın Hasekê
ve Qamişlo’da Kürd – Arap savaşı çıkarmak istediği ve
bu amaçla aşiret güçlerinden özel bir ordu eğittiği öğrenildi. S02 - 03
Devletçi zihniyet ve yargı
MİTHAT SANCAR
Hasekê’deki çatışmaların Tahran - Şam mihveri
ile Kürdlerin olası hesaplaşmasının provası olduğu, önümüzdeki günlerde IŞİD’in zayıflaması
ile rejimin Cezire’deki Kürd egemenliğini kırmak
için harekete geçeceği, radikal dinci güçler yerine
aşiret orduları kullanacağından endişe ediliyor.
Kobanê’nin iki mahallesi dışında tümü Kürd güçlerin denetimine girerken, Peşmerge ve YPG işgal
altındaki köylerin kurtarılması için hazırlanıyor.
Doğu ve batının sınırında
s03
s07
FERHAT KENTEL
Adaletsiz Türkiye
HAKAN TAHMAZ
s09
Kazım Öz:
Komedi, Kürd
sinemasının
eksik yanıdır
Prof. Mustafa Erdoğan:
Çözüm için anayasal
güvence
S08 - 09
Türkiye - Erbil - Bağdat:
S15
Petrol cephesinde yeni
bir şey yok!
S07
Prof. Kadri Yıldırım:
Akademi olmazsa
siyaset
S11
Musul bölgesinde süren operasyonlara ilişkin cephede açıklamalarda bulunan Kürdistan Bölge Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani,
Peşmerge güçlerinin Musul’un
kuzeyinde başlattığı operasyondan
sonra IŞİD’in bir daha bölgeye sızamayacağını söyledi.
Peşmerge güçlerinin, “Başkomutan
Mesud Barzani’nin emriyle IŞİD’e
karşı Musul Barajı’nın doğusu ve
batısında geniş çaplı bir operasyon
başlattığını” belirten Mesrur Barzani, harekat alanının uzunluğunun 40
km, genişliğinin ise 15 km olduğunu,
toplamda 480 km2‘lik bir bölgeyi
kapsadığını söyledi. Uluslararası
koalisyonun da Peşmerge’ye destek
verdiğini belirten Barzani, “Toplamda 1.500 km2’lik toprağı özgürleştirdik” dedi.
Peşmerge’nin anti-tank füzeleri
kullandığını da söyleyen ve kontrol
edilen bölgelerin stratejik öneminin
büyük olduğuna işaret eden Barzani;
“IŞİD bir daha buralara dönemez.
Peşmerge’nin büyük kazanımlar elde
ettiğini söylemek istiyorum. Teröristler hareket alanı kalmadığı için
kaçıyor, bazı yerlerde de saklanıyorlar. Peşmerge onları da saklandıkları
yerden bulup çıkaracaktır” dedi.
Şengal’in kurtarılması ve bu
operasyonla Wankê’nin kontrol
edilmesinin Musul planıyla bir ilgisi
olmadığını ifade eden Barzani “Şengal ve Telafer’e giden lojistik desteği
ve teröristlerin Suriye ile bağlantısını
kesmeye çalışıyoruz” dedi.
Barzani, Irak ve Kürdistan
Bölgesi’ne yapılan askeri yardımlardan Peşmerge’nin istenen düzeyde
yararlanamadığını ve Bağdat’ın
verdiği silahların yetersiz olduğunu
da belirtti.
Şengal’de kanton girişimiyle ilgili
de konuşan Barzani; “PKK’ye veya
hiçbir Kürd hareketine karşı değiliz.
Ancak, Kürdlerin nasıl bir yönetim
istediği bir siyasi tarafın kararıyla değil, referandumla belli olur.
Öncelikli görevimiz halkımızın can
güvenliğidir” dedi.
02
MANŞET
BasHaber
26SÖYLEŞİ
Ocak - 01 Şubat 22015
MANŞET
BasHaber
26 Ocak - 01 Şubat 2015
3
SÖYLEŞİ
Hasekê’de Kürdlere karşı üçlü ittifak
‘İran saldırtıyor’
Heseke’de bulunan Gazeteci Cihat
Roj da, Şam rejiminin saldırıları
ardından kentte sessizliğin hakim
olduğunu söyledi. Kentteki sükunetin herhangi bir anlaşmaya bağlı
olmadığına işaret eden Roj, “Şimdilik
sessiz olsa da çatışmaların biteceğine
inanmıyorum. Sessizlik üç ay bile
sürse yine de çatışmalar devam edecek. Rejim saldırılarını sürdürecektir.
Kent sakinleri bu durumun İran’ın
bir oyunu olduğunu söylüyorlar.
İran’ın Rojava’da bölgesinde ilerlemek istediğini ve bunun için de saldırdığını söylüyorlar. Tahran’ın Şam
rejimini Kürdlerin yaşadığı bölgelere
saldırttığını dile getiriyorlar.”
Rejim ve muhalifler
Kürdlere karşı
Kürdlere karşı Lübnan Hizbullahı
ve İran rejimi ile işbirliği yapan Suriye rejiminin Rojava’da gelişen Kürd
egemenliğine karşı harekete geçtiğini söyleyen Roj, Şam ve Tahran’ın
Kürdlerin etkinliğini bazan da IŞİD
ile kırmaya çalıştıklarını sözlerine
ekledi. Başta Kobanê olmak üzere
diğer Kürd kentlerinde püskürtülen
IŞİD üzerinden bunun başarılmadığını söyleyen Roj, “IŞİD gerileyince
Suriye rejimi Kürdlere saldırıyor.
Kahire ve Moskova’da Suriye rejimi
ile muhalifler toplantılar yapıyor. Bu
toplantılarda Kürdlerin demokratik
özerkliği de tartışılıyor. Heseke halkı
bu saldırıların provokasyon olduğuna inanıyor. Rojava yönetiminin ve
temsilcilerinin Kahire ve Moskova
toplantılarına katılmaması için bu
saldırılar gerçekleştirildi.”
R
Çimen Gümüş
ojava’nın Heseke vilayetinde Kürd
güçleri ile Suriye ordusu arasındaki çatışmalar şimdilik durulurken,
olaylara kentteki İran askerleri ve Hizbullah militanlarının da katıldığı bildiriliyor.
İran’ın bölgede Kürd egemenliğine son
vermek ve etkinlik kurmak için Suriye
ordusu ile YPG arasındaki çatışmasızlık
durumunu ortadan kaldırmak ve özel
eğittiği aşiret güçlerini Kürdlere karşı
harekete geçirmek istediği bildiriliyor.
YPG denetimindeki yerleşim bölgelerini
bombalayan Suriye ordusu, iç savaşın
başladığı günlerden bu yana ilk defa
Kürdlere karşı bu denli geniş çaplı saldırılara girişiyor. Kürd mahallelerine yönelik
yoğun bombardıman yapıldığı, olaylarda
çok sayıda insanın öldüğü ve yaralandığı
saldırılar ardında çıkan çatışmalar aralıklarla devam ediyor.
Heseke’de hala büyük bir yığınağı olan
ve kentin büyük bir bölümünü kontrol
eden Suriye ordusu ve milis güçleri içinde
Hizbullah militanlarının ve İran askerlerinin de olduğu bildiriliyor. Heseke’nin
Kürd mahallelerine saldıran birliklerin
arasında bu güçlerin yoğun olduğu da
iddia ediliyor. Hizbullah ve İran Devrim
Muhafızları’ndan askeri uzmanların,
Heseke ve Qamişlo’da Arap aşiretlerini
ettiği ve özel birlikler kurduğu basına
yansımıştı. Gerginliğin devam ettiği
bölgede olayların Qamişlo’ya taşması ve
Kürd-Arap savaşının çıkması endişesi de
devam ediyor.
YPG’nin çatışmalara dair yaptığı açıklamada olayın nedenine yer vermezken,
‘çatışmaların özellikle kentin doğusunda
bulunan Talaya kampı, Xişman ve kent
merkezindeki Xeyr Eskerî de bulunan
Hastane bölgesinde yoğunlaştı ve rejim
güçleri, tank ve ağır silahlarla Kürd
mahallelerini bombaladı. Bir günlük ateşkesin de ilan edildiği olaylarda 10 kadar
Kürd savaşçının yaşamını yitirdiği ile 12
rejim askerinin öldüğü bildirildi.
Heseke bölgenin stratejik üssü
Heseke kent merkezinin, Rojava ve
Güney’in birleştiği noktada yer almasının
yanısıra, Kürdistan’ın Suriye ve Irak ile
sınır komuşu durumunda. Kent ayrıca Suriye ve Irak’ın da sınırını oluşturuyor.
Heseke’de Kürdlerin yanısıra Arap aşiretleri ile Süryani, Keldani ve Nastüriler
de yaşıyor. Bölgenin en büyük nüfusuna
sahip olan Heseke Kürdistan’daki tek
vilayet merkezi olmasının yanısıra, bölgedeki Rimêlan petrol kaynaklarının da
kontrol edildiği bir konuma sahip.
IŞİD, 2013 yılından bu yana Heseke’ye
sızma girişimlerinde bulunuyor.
Heseke’nin Arap mahallelerinde bir kısmında hala IŞİD etkinliği devam ederken,
kentin batısı Suriye ordusu ve Kuzeyi’de
YPG’nin denetiminde bulunuyor. 2014
yılının ortalarından itibaren IŞID’in
kenti işgal etmek istemesi üzerine YPG
ve Suriye ordusu ile yoğun çatışmalara
girişmişti.
Kürd kaynaklarına göre olaylar rejimin belediye işçilerini tutuklaması ile
başlarken, rejime yakın kaynaklar da,
YPG’lilerin 2013 yılında yerel halktan
oluşturulan bir milis gücü olan rejim
yanlısı “Muqenne” adıyla bilinen Ulusal
Savunma Güçleri (NDF) üyelerinden 10
kişiyi Sibayi polis noktasında tutuklaması ile başladığı iddia ediliyor. NDF ile
YPG arasında 2013 yılının aralık ve 2014
yılının mayısında da çatışmalar meydana
gelmişti. Heseke’deki son çatışmalara
müdahele edip ateşkes sağlayan Suriye
ordusunun daha sonra NDF saflarında
çatışmalara katıldığı bildiriliyor. Kürd
kaynaklar olayların 15 gün önce Halep’ten
Hasekê’ye atanan General Mohammad
Al Xador’un sert yöntemleri ve kentte
YPG’nin hakimiyetindeki bölgelerin tamamını almak istemesi üzerine başladığını iddia ediyor.
IŞİD karşıtı ittifak bozuldu
IŞİD Musul’u işgal ettikten sonra
Heseke’ye de yönelmiş, Suriye ordusu,
rejim yanlısı güçler ve YPG birlikte IŞİD
saldırılarına karşı koymuş, çatışmalara
Cezire Kantonu Eş Başkanı Arap Şammar
aşireti lideri olan Şêx Hamid Dahham’a
bağlı Kerame birlikleri de katılmıştı.
Musul’u işgal ettikten sonra Heseke’yi
tehdit eden IŞİD, kentin güneydoğusundaki Keviran mahallesini kontrol altına
almış, ancak mahalle YPG ve Suriye ordusunun ortak harekatı ile kurtarılmıştı.
Suriye Ordusu ve NDF güçleri, geçtiğimiz 2 ayda Heseke’nin güneyinde IŞİD’in
merkezi olan Şedadi’yi ve batısındaki
Abdülaziz dağında birçok noktayı kurtardı. YPG ise Serakaniye, Qamişli ve
Heseke üçgeninde yer alan bölgede birçok
köyü IŞİD’in elinden kurtardı. IŞİD’in,
Temmuz ayında kente girmek için birçok
cepheden Xettab el-Kurdi komutasında
başlattığı büyük operasyon kırılmış, IŞİD
gerilemeye başlamış ve Heseke kırsalında
birçok noktadan çekilmiş, ancak kent
üzerindeki tehdini devam ettirmişti.
IŞİD’in kent üzerindeki tehdidi azaldıktan sonra Suriye ordusu YPG’ye çeşitli
mahallelere kurduğu kontrol noktasını
kaldırması çağrısında bulunmuş, kentin
denetimi ile ilgili taraflar arasında gerginlik başlamıştı. Son olayların da kentin
aktardı: “Çatışanların bir kısmı IŞİD’e teslim oldu.
Bunun sonucunda rejimin burada otoritesi zayıflamıştı. Şimdi Heseke’de tekrar otoritesi kurmak istiyor. Bir
diğer neden de Suriye muhalefeti ve rejimin Moskova’da
yapacağı toplantı. Bu toplantıda Kürdler konuşulacak.
Kürdlerin elini zayıflatmak amacı ile bu saldırıp karışıklık yaratmaya çalıştılar. Keza Kürdlerin “Demokratik
Özerklik” ilanının yıldönümünde saldırmaları da dikkat
çekicidir.”
‘Heseke’de İran askerleri ve
Hizbullah militanları’
Gazeteci Mohamed, Heseke’ye İran askeri ve Hizbullah
militanlarının da getirildiğini söyleyerek, kentte çok sayıda Hizbullah üyesinin rejime destek amacıyla Lübnan
ve İran’dan getirildiğini ve bunların kentte otoritelerini
kurmaya çalıştıklarını da söyledi: “İran ve Türkiye’nin
kantonlarla ilgili birbirine yakın siyasetleri var. Kanton
sistemini istemiyorlar. Bu açıdan Suriye’nin korumasını
şu anda İran yapıyor. İran askerleri ve Hizbullah milisleri rejimin askerlerini çatışma alanlarından çekmesinden
sonra bile durmadılar. Suikastlarle halka yönelik saldırıları, evlerin talanını sürdürdüler. Bu son günlere kadar
da sürdü. YPG’nin sert yantından sonra sessizleştiler.”
kontrolü ile ilgili olduğu iddia ediliyor.
İran ve Hizbullah’ın eğittiği aşiret
ordusu: El Meavir
IŞİD’in Hasekê’ye saldırıları sonrasında Ulusal Uzlaşma için Arap Aşiretleri
ve Kabileleri Meclisi, Şam’da yaptıkları
toplantılarda aşiretlerden bir ordu kurulmasını ve bu ordunun eğitilmesini talep
etmişti. Hasekê batısında, kuzeyinde, Tel
Hamis ve Tel Gazel gibi bölgelerde kurulan El Meavir (Komando) Birlikleri’nin
5000 civarında militana sahip olduğu
bildiriliyor. Qamışlo güneyindeki hava
alanında İran Pasdarları ve Hizbullah’ın
askeri uzmanlarınca eğitildikleri iddia
edilen bu birliklerin, Heseke’de 1000
kişilik gücü bulunuyor. IŞİD’in de hedefinde olan bu birliklerde aktif rol oynayan
El Bekir aşireti lideri Adnan Ali’nin evi
intihar saldırısına hedef olmuştu.
‘Saldırıdan bir hafta öncesinden
hareketlilik başladı’
Heseke vilayetindeki yaşanan durumu
aktaran Gazeteci Ehmed Mohamed, 17
Ocak’ta saldırılar başlamadan bir hafta
önce Suriye rejiminin saldırı hazırlıklarına giriştiğini belirtti. Askeri birliklerin
göze çarpan bir hareketlilik içine girdiğini
belirten Mohamed, gerginlik yaratmak
için 4 Kürd belediye görevlisini tutukladığını dile getirdi. Çatışmaların başlamasından birkaç saat önce 7 kişinin daha
tutuklandığını ifade eden Mohamed,
“Rejimin durup dururken Kürdlere yönelmesi, tutuklamalara girişmesi kuşku uyandırdı. Kürdleri kışkırtıp
çatışma çıkarmak istiyorlardı. Aynı gece YPG’ye bağlı
asayiş güçlerinin yerleştiği Kürd mahallerine saldırılar
düzenlendi. Genel olarak Tilhezer, Salihiye ve Mufti gibi
Kürd mahalleleri hedef alındı. Bu mahallelerdeki asayiş
merkezleri bombalandı. Bombardıman geceden başlayıp
sonraki gün öğlen saatlerine kadar sürdü” dedi.
Bir yandan talan
diğer yandan keskin nişancılar
Rejimin bombardımanının başlaması ile YPG güçlerinin de karşı harekete geçtiğini ve ordunun bir kontrol noktasını ile bir karakolu ele geçirdiğini kaydeden
Mohamed, bu çatışmalarda çok sayıda rejim askerinin
öldürüldüğünü ve bir o kadarının da esir alındığını belirtti. Rejim tarafından hedef alınan Aziziye mahallesinde
bombardımanda ciddi yıkımın olduğuna işaret eden
Mohamed, “Aziziye Kürd mahallesidir. Burada yaşayan halkın evi de talan edildi. Yüksek binaların üzerine
rejimin keskin nişancıları yerleşti. Ve yoğun çatışmalar
yaşandı. Bu çatışmalarda Kürdlerden 8 asayiş üyesi, 2
YPG üyesi ve 2 sivil yaşamını yitirdi” dedi.
Suriye rejiminin yoğun bombardımanı ve saldırılarının
YPG tarafından püskürtüldüğüne dikkat çeken Mohamed, kentte şu anda sükunetin sağlandığını ifade etti.
Mohamed, “Saldırılar sonrasında boşalan Aziziye Mahallesine geri dönüşler başladı. Hayat normale dönmüş
durumda” dedi.
“Demokratik özerklik” yıldönümünde saldırdılar
Suriye rejiminin Kentte yaşayan Araplar ile Kürdlerin
ilişkilerini bozmaya çalıştığına işaret eden Mohamed, rejimin bir süre önce kendi içinde parçalandığını ve kendi
içinde şiddetli çatışmalar da yaşadığını belirterek şunları
‘Rejimin saldırısı ardından IŞİD girmeye çalıştı’
Heseke’nin tarım ve petrol bölgesi olduğunu ve devletin resmi merkezi olduğunu sözlerine ekleyen Mohamed,
birkaç ay önce YPG’nin kentteki gücünü arttırmasını
rejimin tehlike olarak algılandığını kaydetti. IŞİD’in de
Kürdlere saldırmak için uzun zamandır hazırlık içinde
olduğunu kaydeden Mohamed, IŞİD’in, rejimin bombardımanı sonrasında, yıkılan mahallelere girmeye çalıştığını ifade etti. IŞİD’in Kürdlere karşı rejim ile direk olarak
işbirliği yapmadığını aktaran Mohamed, rejimin içinde
IŞİD’e yardımcı olanların olduğunu söyledi.
Saldırılar Kürd ve Arapları
birbirine düşürme amaçlı
Bu arada Cezire Kantonu’nun en önemli kenti olan
Heseke’de rejimin saldırılarına yönelik kanton yetkilileri de tepki göstermeye devam ediyor. Anha ajansına
konuşan Cizîrê Kantonu İnsan Hakları Konseyi Başkanı
Senherîb Bersom, Baas rejiminin kente ve sivil halka
yönelik saldırıları ile kültürel yapılar arasında iç çatışma
çıkarmayı hedeflediğini ifade ederek, “Zira rejimin ağır
silahlı saldırıları ayan beyan Kürdler, Araplar ve Süryaniler arasında gelişen ortak yaşamı, halkların kardeşliğini
de parçalamaya dönüktür” şeklinde değerlendirdi.
Cizîrê Kantonu Maliye Konseyi Başkanı Remziya
Mihemed de, rejimin Hesekê saldırısının kentte yaşayan
halkların kardeşliğini, kültürünü bitirmeye yönelik olduğunu söyledi. Mihemed, Rojava halklarının siyasetine
karşıtlık halklar arasında yaratılmak istenen kışkırtmalar, bölgedeki birlik iradesini kırmaya dönük olduğuna
dikkat çekerek, Cizîrê halkını rejimin oyunlarına karşı
dikkatlı olmaya çağırdı.
Cizîrê Kantonu Demokratik Özerklik Yönetimi Konsey
Başkanları da, Baas rejiminin Hesekê’deki saldırılarının
halkların birlikte yaşama arzusuna ve demokratik özerkliği zayıflatma, boğma amaçlı olduğunu kaydederek,
“amacın kültürel yapılar arasına nifak tohumları ekme
olduğunu ifade etti.
03
Devletçi zihniyet ve yargı
MİTHAT SANCAR
Türkiye’nin en derin sorun alanlarından biri yargıdır. Yargı, sadece
derin değil, aynı zamanda sürekli bir
sorun alanıdır. Ülkede siyasi atmosfer değişebilir, yargının kurumsal düzenlenişi değişebilir, yargı dünyasının
bileşimi değişebilir, ama yargıya egemen olan zihniyet kalıpları kolay kolay değişmez. Bu zihniyet kalıplarının
başında ise, devtleçilik gelir.
Devleti toplumsal ve siyasal hayatın merkezine yerleştiren, ona bir nevi kutsallık atfeden bu anlayış, Türkiye’de
güçlü köklere ve yaygın etkiye sahiptir. Devlet eliyle tepeden
gerçekleşen modernleşme sürecinin doğrudan ürünü olan bu
anlayış, Cumhuriyet idelojisinin temelini oluşturmuştur. Zamanla siyasal kültüre yerleşen ve toplumun geniş kesimlerine nüfuz eden bu anlayışı, Alman devletçiliğiyle kıyaslamak
mümkün.
Dünyada tepeden modernleşmenin tipik örneği olarak
kabul edilen Almanya’da, 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren serpilen zihniyete göre, devlet milli kimliğin harcı, milli
varlığı sürdürmenin nihai güvencesidir. Yürütme organı ve
bürokrasi aygıtı, devletin örgütlenmesinde odakta yer alır.
Diğer kurumlar da, bu yapıyı korumakla yükümlüdür.
Alman devletçiliğinin ürettiği en önemli sonuçlardan biri,
siyasal hayatın dost-düşman ayrımına göre kurulması olmuştur. Bu atmosferde siyasi karşıtlık, muhalefet ve rekabet çerçevesinde değil, düşmanlık algısına göre şekillenir. Devlet aygıtının başlıca görevi de, düşman olarak belirlenen toplumsal
kesimlerin ve siyasi oluşumların bastırılması ve tasfiyesidir.
Benzer şema Türkiye için de geçerlidir. Vesayet sistemi,
bu örgütlenme ve yönetim anlayışının bir yansımasıydı. Türk
devletçiliği, belki de en yetkin ifadesini bu sistemde bulmuştu.
Vesayet sistemi büyük ölçüde çözüldü, ama onun temelinde yatan zihniyet kalıplarının tedavülden kalktığını söylemek mümkün değil. AKP, vesayet sistemiyle çatışarak iktidarını kurdu, ama o sistemin siyaset ve yönetim anlayışını tasfiye
etmek yerine, kritik bütün konularda devam ettirdi. Merkeze
yerleştikçe merkezin bu anlayışını daha hızlı ve daha fazla temellük etmiştir.
Yargı, Türk devletçiliğinin işleyişinde hayati bir role sahiptir. Devleti koruma ve kollama, bu işlevin yalın özüdür.
Bu zihniyet egemen kaldıkça, devleti yöneten kadroların veya
devlet eliyle uygulanmak istenen siyasal ve toplumsal projelerin farklılaşması, bu işlevde esaslı bir değişiklik yaratmaz.
Yargı da, devlete hakim olmak isteyenlerin, düşman olarak
gördükleri kesimleri bastırmak ve tasfiye etmek için en çok
kullanmak istedikleri ve kullandıkları araç olmaya devam
eder. Vesayet zamanında bu böyleydi, cemaatin bariz hakimiyetinde geçen son birkaç yılda da böyleydi, AKP’nin hakimiyetini tesis etmeye başladığı yeni dönemde de böyledir.
Ali İsmail Korkmaz’ın vahşice öldürülmesi davasında
mahkemenin verdiği kararı da; babasıyla birlikte acımasızca
katledilen Uğur Kaymaz davasında sanıkların beraatini onaylan Yargıtay kararını da; Roboski katliamındaki soruşturmanın kapatılması sürecini de bu çerçevede değerlendirmek
gerekir.
Bu olaylarda ve benzer daha birçok örnekte yargının, vicdan sahibi herkesi isyan ettirmesi gereken kararları kolayca
verebilmesi, büyük ölçüde Türk devletçiliği dediğimiz zihniyetin ve onu yeniden ve yeniden üreten uygulamaların devamı
nedeniyledir.
Latin Amerika toplumlarında adaletsizliği ve keyfiliği anlatmak için kullanılan bir deyiş vardır: “Dostlara adil davranılır, düşmana kanun uygulanır.”
Lakin dünya deneyimleri açıkça gösteriyor ki, bu anlayışa dayanan bir sitem, dışlanan ve haksılığa maruz kalan toplumsal kesimlerde derin bir öfke yaratır; siyasal kutuplaşmayı
sürekli canlı tutar, toplumsal barışı tehdit eder. Öte yandan
Türkiye’de son yıllardaki tecrübelerin açıkça gösterdiği gibi,
sistemin nimetlerinden yararlanma fırsatı yakaladığı için onu
sürdürenler, gün gelir onun kurbanı olurlar…
04
ŞENGAL
BasHaber
26SÖYLEŞİ
Ocak - 01 Şubat 42015
ŞENGAL
BasHaber
26 Ocak - 01 Şubat 2015
5
SÖYLEŞİ
‘Şengal’e Kanton’ Kürd siyasetini böldü
E
Berfîn Mijdar
zdilerin yoğunluklu yaşadığı Şengal
bölgesi IŞİD işgali ve saldırılarının
başladığı tarihten itibaren hem bölge hem de dünya kamuoyunun gündemine oturdu. Aylarca dağlarda yaşam savaşı
veren, kadın ve yaşlıları IŞİD’e esir düşen,
binlercesi göç yollarına düşen, yüzlercesinin hayatını kaybettiğ Şengalli Ezdiler,
savaşın tahribatını henüz atlatamamışken
bu kez ‘kanton’ tartışmasının ortasında
kaldı. Kürd güçlerinin bölgeyi kurtarma
planları yaptığı bir dönemde KCK’nin başlattığı ‘Şengal’in kanton olması’ tartışması
ve ‘öz savunma - öz yönetim kurulması’
amacı ile gerçekleştirilen toplantıda alınan
kararlar Kürdistan siyasi partilerini adeta
teyakuza geçirdi.
Şengal bölgesi için ‘kanton/öz yönetim’
sisteminin tartışıldığı ve geçici bir yönetimin belirlendiği toplantıya PDK sert
tepki gösterirken, KCK yaptığı açıklamada, toplantının tertibi ile ilgileri olmadığı,
katılımcıların halktan insanlar olduğunu
iddia etti. Toplantıya katılan kimi Şengalliler ise, “yemeğe çağırdılar, yönetici
olarak seçildik” yönündeki açıklamaları
konuyu daha da içinden çıkılmaz hale
PDK’li Bucak:
PKK, Şengal’in
kaderine karar
veremez
PKK’nin Türkiye gibi davrandığını söyleyen Kürd Demokratlar
Platformu (KDP) Başkanı Sertaç
Bucak Şengal savunmasına katılan PKK’nin bunu bahane ederek
Şengal’in kaderine karar veremeyeceğini ifade etti. Kanton sisteminin
ulusal değil yerel bir idare biçimi
olduğunu ve bu nedenle bağımsızlık
ve ulusal birliğe aykırı olduğunu
vurgulayan Bucak, “PKK, bölgede
bağımsız bir Kürdistan istemeyen
bölge devletlerinin gönlünü hoş etmeye çalışıyor. Rojava’da üç kanton
kuruldu ancak bu kantonlar tam
anlamıyla özgür değil ve yıllarca
Kürdleri yok sayan Suriye’ye bağlı.
Kanton ulusallığı değil yerelliği
baz alıyor. Kürdistani bir tavır
sergilemesi gereken PKK’nin bu
ısrarı brakujiye de sebep olabilir. Bu
talebin ısrarı Kürd halkı için felaketin ısrarıdır” değerlendirmesinde
bulundu.
getirdi. Şengal’in Sinune nahiyesinde geçen
hafta KCK Yönetim Kurulu Üyesi Sozdar
Avesta öncülüğünde bir grup KCK’linin, YNK
temsilcilerinin ve 200 kadar Ezdi’nin katılımı
ile gerçekleşen toplantıda Ezdilerin kendi
kendilerini yönetmesi için komiteler kuruldu.
Kürdistan Bölge Yönetimi ve KDP’li milletvekilleri toplantıyı ‘Kürdistan’ın içişlerine müdahale’ olarak değerlendirerek tepki gösterdi.
KCK’ye yakın siyasetçiler ‘kanton veya öz
yönetim’ isimiyle Şengal’de özel bir yönetim
oluşturulmasını savunurken, birçok Kürd partisi ve siyasetçi de duruma tepki gösteriyor.
PKK daha önce Şengal’i istemişti
Bilindiği gibi Şengal, Ezdilerin kutsal mekanı olması ve daha önce de defalarca saldırı
ve katliamlara maruz kalmış olması nedeniyle
tüm Kürd güçlerinin hassas davrandığı bir
bölge. Coğrafik olarak da Kürdistan parçaları
arasında stratejik bir öneme sahip olan bölgede karargah kurmak için bölgeye yerleşmeye çalışan PKK geçtiğimiz yazdan bu yana
çalışma yürütüyor.
Türkiye’de devam eden Çözüm Süreci
kapsamında da gerillanın geri çekildikten
sonra konumlandırılmak istendiği yer olarak
Şengal’in ismi ön plana çıkmıştı. IŞİD saldırısı ardından bölgeye gerilla birlikleri gönderen
PKK’nin, Şengal’de IŞİD ile savaşmasının
ardından Şengal ile taleplerini açıkça dillendirmeye başladı.Henüz Şengal’in IŞİD’den
temizlenmesi operasyonları sürerken, çok
sayıda Ezdi kadın hala esirken ve göçmen
Ezdilerin sorunları çözüm beklerken kanton
konusunun gündeme gelmesi, Kürd partileri
ve hareketleri arasında tartışma konusu oldu.
Ezdilerin 73. Katliam olarak nitelendirdiği
IŞİD saldırıları sonrasında Peşmerge güçleri
DBP: Şengal dışında Süleymaniye ve
Kerkük de kanton olmalı
DBP Hewler Temsilcisi Cemal Coşkun ise
KCK’nin yaptığı açıklamaların çarpıtıldığı
ve Şengal’i Kürdistan’dan ayırmak istemediklerini söyledi. Güney Kürdistan’ın bağımsızlık ve birlik çalışmalarına karşı olmadıklarını vurgulayan Coşkun diğer yandan
da sadece Şengal’in değil Süleymaniye ve
Kerkük için de kanton olmanın doğru olacağını savundu. Şengal’in kanton olmasının
çok doğru bir karar olduğunu ifade eden
Coşkun “73. defa katliamla yüz yüze kalan
bir halkın kendi öz yönetimini ve öz savunmasını kurması çok doğal. Devletlerin ve
merkezi otoritenin küçülmesi, kantonların
kurulması demokrasinin artması anlamına
gelir. Devlet toplum içerisinde her zaman
sorundur. O nedenle devletlerin küçülmesi demokrasiyi arttıracaktır. Ne kadar az
devlet o kadar çok demokrasi” yorumunda
bulundu. Coşkun, Kürdistan’ı bölmek gibi
tarafından Şengal’i kurtarma operasyonu
başlatılmıştı. Bölgeyi IŞİD’ten temizlenmeye
çalışan Kürd güçlerinin dayanışması ulusal
birliğe giden yolun açıldığı şeklinde yorumlanmış ve bu yönde bir beklenti oluşmuştu.
Kanton tartışması ise bir anda bu zemini
bertaraf edecek potansiyeli ortaya çıkardı.
Şengal’de bulunan bir HPG’li komutanın
“Şengal’i özgürleştirdikten sonra niyetimiz
Şengal’e kanton kurmaktır” ve KCK’nin,
Şengal’de Ezidiler tarafından yapılan toplantıda, “kendi öz yönetimlerini oluşturma yönündeki kararın yerel halkın kendisi tarafından
alındığı” açıklamaları tartışmaları da beraberinde getirdi. KCK ve yakın siyasetçiler Şengal
dışında, Kerkük, Musul, Xaneqîn ve birçok
bölge için kanton önerisinde bulunmuştu.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi ise “Kanton”
fikrinin Güney Kürdistan’ın bölünmesine
yönelik bir girişim olduğunu ve buna izin
vermeyeceklerini ifade etti.
Konuya ilişkin gazetemize değerlendirmede
bulunan kimi Kuzeyli siyasetçiler ‘özyönetim’
oluşturmanın demokrasiyi geliştireceğini’ ileri
sürerken, kimileri ise bunun bağımsızlığa ve
Kürd Ulusal Birliği’ne yönelik bir tehdit olduğu
değerlendirmesinde bulunuyor. Kısa bir süre
önce Şengal’i tamamen kurtarmak üzere bizzat
Mesut Barzani’nin koordine ettiği yaklaşık 12
bin kişilik Peşmerge gücü diğer Kürd güçleriyle birlikte operasyon başlatmış, bölge büyük
oranda IŞİD’den kurtarılmıştı. Şengal operasyonu ardından Barzani, Şengal dağında basın
toplantısı düzenlemişti. Operasyon sırasında
da PKK’ye yakın medyada ‘Peşmerge çekildi’
yönünde haberler yapılmıştı. Bölgedeki Ezdi komutanlar ve diğer kaynaklar HPG ve Peşmerge
arasında operasyona yönelik prüz çıktığını ifade
etmiş, HPG’nin operasyon başlamadan harebir niyetleri olmadığını ifade etse de, “Yeni
düzen içerisinde bağımsızlık çok zordur.
Bağımsız devlet diye bir düzen yok. Ulusal
kurtuluş söz konusu değildir” diye konuştu.
Hak-Par: Kanton Kürdleri böler
PKK’nin kanton kararına tepki gösteren
Kuzey Kürdistan’daki siyasi partiler de
‘kanton ilanının Kürdistan’da Kürdleri birbirine kırdırtma politikası’ olarak değerlendirdi. Hak-Par Genel Başkanı Fehmi Demir
PKK’nin Şengal’de gerçekleştirdiği toplantıyı ‘provakosyon’ olarak değerlendirerek.
“Bölgesel Kürd Yönetimi’nin bir hükümeti,
parlamentosu ve Başbakanı ve Cumhurbaşkanı var. Kürdistan’daki partilerin birbirilerinin içişlerine karışma hakkı yoktur”
dedi. Demir açıklamasının devamında “
PKK ve YPG kanton ilan ederek Kürdleri
birbirine kırdırtma çabası içindedir. Bunlar
yaşanmaması gereken olaylardır. PKK daha
önce de böyle girişimlerde bulundu” ifade-
kete geçtiğini iddia etmişti. Şengal’de temizlik
operasyonları devam ederken Şengal’deki HPG
komutanlarından biri bölgenin özgürleştirilmesinin ardından ‘Kanton kurma fikirlerinin
olduğunu’ açıklaması dikkat çekmişti. KCK de
kısa bir süre sonra Şengal’de bulunan Ezdilerin toplantı yaptığını ve sonrasında özyönetim
kararı aldıklarını duyurmuştu.
Önce Bayık sonra Demirtaş
Şengal’in kanton ilan edilme tartışmaları önce
KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’tan geldi. Bayık’ın
Güney Kürdistan’ın bağımsızlık mücadelesine
rağmen “Irak toprak bütünlüğü korunmalıdır”
açıklaması tepkilere yol açtı. Bayık, Güney
Kürdistan’ın bağımsızlığını anlaşmazlık olarak
niteleyip, IŞİD’e karşı mücadele için Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini ve aradaki sorunların diyalog yöntemiyle çözülmesi
lerini kullandı.
Omar: Kuzey yapısı bölgeye müdahil
olamaz
Kürdistan Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Soran Omer ise
PKK’nin Şengal için resmi bir açıklama
yapmasa bile Kuzey’den gelen bir yapı
olarak sorunlu bölgeye müdahil olmasının
doğru olmayacağını söyledi. Omar, Irak
Merkezi Hükümeti ve Kürdistan arasındaki
sorunlu bölgenin kaderine Şengal kurtarıldıktan sonra karar verileceğini söyledi.
Ezdilerin IŞİD saldırılarından sonra bir
kırılma yaşasalar dahi Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Ezdiler için iç güvenliği
tesis edeceğini vurgulayan Omar, “PKK bu
muğlaklığına son vermelidir. Şengal PKK
için stratejik ve politik olarak önemli olanilir ama Şengal’in kaderine güvenliği ileri
sürerek müdahil olaramaz. Kürdistan Bölgesel Yönetimi halkın güvenliği sağlanmış
gerektiği belirtti. Bayık’ın hemen ardından
bu kez HDP Eşgenel Başkanı Selahattin
Demirtaş Şengal için kanton önerisinde
bulundu. Demirtaş, Şengal’in Kürdistan’a
bağlanmaması gerektiğini vurgulayarak,
“Ezdi halkın, kendi öz savunma gücünün
oluşturması lazım. Kendi örgütlenmesini,
kurabileceği yönetimi desteklemeliyiz.
Şengal’in, Kürdistan bölgesi üzerine
alınma kararı tehlikeli riskler oluşturur”
açıklamasında bulunmuştu. KCK yetkililerinden Duran Kalkan ile Mustafa Karasu
da Bayık ve Demirtaş’a paralel açıklamalarda bulunmuşlardı.
“Kanton yasadışıdır”
Bayık ve Demirtaş’ın açıklamalarının
ardından KBY Bakanlar Kurulu, PKK’nin
Şengal’de meclis kurarak kanton ilan
Şengal’e geri dönmesi için gerekli
tüm çalışmaları yürütecektir” dedi.
PDK-T: Kanton Kürdleri parçalar
Türkiye Kürdistanı Demokrat
Partisi Genel Başkanı Mehmet
Emin Kardaş da PKK ve YPG’nin
kanton girişimlerinin Kürdler’e
zarar verdiğini ve onları temel
mücadelelerinden uzak tuttuğunu
ve Kürdleri parçaladığını vurguladı.
PKK’nin her ay Kürdler’in gündemine kantonu getirdiğini belirten
Kardaş, ‘Kürd düşmanlığını yürütenler ile aynı çizgide yer alındığını’ açıkladı. Katılımcı Demokrasi
Partisi (KADEP) Genel Başkanı
Lütfü Baksi de Kürd Yönetimi’nin
Meclisi’nin ve parlamentosunun
olduğunu, kendi yönetimleri altında
olan bir toprağın iradesine kendi-
etme girişimini “Kanton yasadışıdır”
ifadesiyle uyarıda bulundu. PKK’nin
Kürdistan Bölge Yönetimi’nin içişlerine karışmaması gerektiğini vurgulayan
Bakanlar Kurulu, Kanton ilanına izin
vermeyeceklerini şu şekilde ifade etti:
“PKK Kürdistan Bölgesi’nin iç işlerine karışmaya son vermelidir. Kürdistan Bölgesi
ve Irak’ın meşru ve anayasal kurumları
vardır. Ezdi Kürdler’in de Kürdistan Parlamentosu ve Irak Temsilciler Meclisi’nde
temsilcileri mevcuttur. Şimdi ve gelecekte
yapılan bütün işler yasadışı ve uygunsuz
müdahalelerle değil, Kürdistan Bölgesi
ve Irak’ın meşru kurumları aracılığıyla
yapılacaktır. Şengal hakkında Şengalliler,
Kürdistan Bölgesi’nin meşru kurumları ve
kurtarılmasında kanı dökülenler dışında
hiç kimse söz hakkına sahip değildir.”
Kürdistan’da temel amacın kendi kaderini
tayin etme ve bağımsızlık olduğunu vurgulayan YNK yetkilileri de “Gerilememiz
ve ‘kanton’ gibi oluşumları düşünmemiz
için hiçbir sebep yok. Bir adım atılacaksa,
bu konfederasyon veya bağımsızlık olmalı” açıklamasında bulundu.
Daxil’den sert tepki: Ezdilerle alay
etmek demektir
Şengal’in kanton ilan etme girişimlerine yönelik bir tepki de Irak Parlamentosu Ezdi Milletvekili Viyan Daxil’den
geldi. Daxil, Şengal’in kanton ilan
edilmesine karşı olduğunu vurgulayarak,
”Şengal için kanton istemek Ezdi halkıyla
alay etmektir. Şengal’in Kürdistan Bölge
idaresine bağlı olmasını istiyoruz” diye
konuştu. ”Ne yazık ki, tüm dünyanın
Ezdi halkının bu haline yandığı ve acı-
lerinin karar vermesi gerektiğini açıkladı.
Baksi, PKK Lideri Abdullah Öcalan ile
Mesud Barzani arasında 1983’te antlaşma
yapıldığını ve bu antlaşmaya göre Kürd
partilerinin birbirlerinin içişlerine karışmayacaklarının sözünü verdiklerini hatırlattı.
PAK: Şengal’deki toplantı meşru
değildir!
Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) Genel
Başkanı Mustafa Özçelik de KCK’nin
açıklamasının önemli olduğunu ve Kürd
partilerinin birbirlerinin içişlerine karışmamaları ve birbirlerine tahakküm uygulamamaları gerektiğini söyleyerek, “Şengal’deki
toplantı meşru değildir” dedi. Özçelik,
Kürdistan Yönetimi’nin Kobanê’ye Peşmerge ve silah yardımında bulunduğu zaman
siyasi çıkar gütmediğini PKK’nin de Şengal
ve Maxmûr’da savaşırken siyasi bir çıkar
gütmemesi gerektiğini açıkladı.
larını paylaşmaya çalıştığı bir dönemde,
bazı taraflar ısrarla bu acıyı deşmeye
çalışıyor” diyen Daxil, hiç bir şekilde
kanton görüşüne itibar etmeyeceklerini
söyledi.
“Biz değil Şengal halkı istedi”
Ancak KCK’nin Kanton tartışmalarına
ilişkin, “Kantonu biz değil Şengal halkı
istedi” yönünde konuyu ne inkar eden ne
de üstlenen minvalde açıklaması, konunun giderek artan bir ritimle gündeme
geleceğine işaret ediyor. KCK yetkilileri,
“Şengal’e ilişkin bize ait olmayan görüşler sanki bize aitmiş gibi yansıtılmaya
çalışılmaktadır. Şengal’in kurtarılması
için büyük bir mücadelenin verildiği bir
dönemde bu tür gerçek dışı ve hareketimizi hedef gösteren açıklamalar yapılması Kürd halkının ulusal çıkarlarına
uygun düşmemektedir” sözleriyle Şengal
açıklamalarını yalanlayarak Şengal’i
Kürdistan’dan ayırmak gibi bir amaçları
olmadıklarını ileri sürdüler. KCK’nin
açıklamasının ardından Demirtaş da
Şengal’e ilişkin açıklamalarının yanlış yorumlandığını belirterek, “Şengal
Kürdistan’ı kalbidir, Kürdistan’a bağlı
kalacaktır. Şengal’e ilişkin sözlerim yanlış anlaşılmıştır” açıklamasında bulundu.
Güney Kürdistanlı siyasetçilerin, özellikle Mesrûr Barzani’nin Avrupa Parlamentosunda yaptığı bir konuşmada PKK’nin
terör örgütleri listesinden çıkarılmasını
istediklerini ve hiçbir Kürd örgütünün
bunu haketmediğini belirtmesi ise,
Güneyli siyasetçilerin ulusal konularda
daha dikkatli oldukları yönünde yorumlanmıştı.
FEK:
Şengal kantonu
için şehit de
veririz
Avrupa Ezdi Federasyonu (FEK)
yöneticilerinden Cemil Serhan ise Rojava’daki kantonları örnek göstererek
Şengal’in kanton ilan edilme kararının
doğru ve yerinde bir karar olduğunu
söyledi. Şengal’in kanton olması için
gerekli mücadeleyi vereceklerini belirten FEK yöneticisi Cemil Serhan, “Bu
uğurda şehit vermemiz gerekiyorsa
şehit de veririz mücadelemizi de, ama
Şengal kanton olacaktır. Biz kanton
olmasını istiyoruz. Eğer şimdiye kadar
kendi öz savunmamızı kursaydık belki
de 73 defa katliamla karşı karşıya
kalmazdık” diye konuştu.
05
Cizre
MESUT YEĞEN
Kobanê cinneti fazlasıyla göstermişti ama son bir iki haftada Cizre’de
olanlar bir kez daha gösterdi: Çözüm
sürecinin zemini pek sağlam değil.
Zemin, çözümün akıbetini de şekillendirmesi beklenen seçimlere kadar
muhtemelen çökmeyecek, ama epey
sallanacak, bu belli. Sürecin iki ana
partnerinden hükümetin sözcülerini
dinleyecek olursak sarsıntıların iki sebebi var: Kürd siyaseti mental olarak silah bırakıp, siyaset yapmaya hazır değil ve çok parçalı olduğu için de sahada kontrolü
zayıf. İkinci partner, Kürd hareketine göre ise hükümet müzakere ediyormuş gibi yapıp seçim sonrasında çatışmaya hazırlık
yaptığı için bütün bu sarsıntılar yaşanıyor. Bir de her iki partnerin
mühim sözcülerinin ortaklaştığı bir sebep var: Provokasyon. Hem
hükümet hem de Kürd siyaseti zaman zaman uluslararası aktörleri, ama daha ziyade cemaati işaret ederek, süreci zorlayan sarsıntıların ardında, özellikle emniyete sızmış unsurlar tarafından
gerçekleştirilen provokasyonların olduğunu savunuyor.
Peki, hakikat ne? Hakikat galiba şu: Çözüm sürecinin zeminin sağlam olmaktan alıkoyan ve bu itibarla da Cizre’de olan
bitene yol açan tek bir sebep yok ve günlük, tekil sebeplerden
çok, asli, yapısal sebepler var. Sebeplerden birinin provokasyon
olduğuna şüphe yok. Plakasız emniyet araçları, polislerin emniyet
envanterinde olmayan silahlar kullanması ve birkaç hafta içinde
suçsuz günahsız bunca çocuğun öldürülmesi şunu gösteriyor: Polis, Cizre’de pek de düşük olmayan kendi şiddet standartlarını
aşarak bir şeyler yapıyor. Emniyetin kendi şiddet rutininin dışına
çıkması birilerinin bir şeylerin peşinde olduğunu, Cizre’de ya da
Kürdistan’da sokak hareketliliğinin yüksek kılınması için çalıştığını gösteriyor. Öte yandan, provokasyonun mevcudiyeti kesin
olmakla beraber, hükümet de bütün bu provokatif hareketliliği
durdurmak üzere etkili bir şey yapmıyor. Hükümet provokatif
unsurları ayıklayayım derken şu vahim tabirle ‘polisin moralini’
bozmak istemiyor ya da daha vahimi provokasyon sonucunda
oluşan şiddet durumunu yönetilebilir kıvamda tutup bu durum
üzerinden seçim ya da çözüm siyaseti yürütmek istiyor olabilir.
Çözüm sürecinin zeminini sağlam olmaktan alıkoyan ikinci sebep
Kürd siyasetiyle ilgili. Kürd siyasetinin söyledikleri ve yapıp ettikleri aynı anda birkaç şeye birden ediyor: Öncekiler gibi son Kandil açıklaması da gösterdi ki Kürd siyaseti, PKK (bütün tereddütlerine, eleştirilerine rağmen) çözüm siyaseti dairesinde kalmaya
kararlı. Ancak biri büyük, iki sıkıntısı var. Büyük sıkıntı malum:
Çözüm sürecinin esas aktörü olarak hükümetin birçok afilli laf
edip fiiliyatta çözüm sürecini silahsızlanmaya eşitlemek isteyişi
ve oyalayan, sündüren siyaseti. PKK’nin ilk sıkıntısı bu: PKK,
hükümete, partnerine güvenmiyor. Bu büyük sıkıntı ikinci bir
sıkıntıya yol açıyor. Hükümetin sündürme siyasetinden kaynaklanan güvensizlik, örgütten sokaklara, kadrolardan, siyasetçilerden
kitlelere, gençlere sirayet ettikçe Kürd siyasetinin, PKK’nin tabanının tamamı üzerindeki kontrolü zorlaşıyor. Kısmen tabanı rehavete sevk etmemek isteyen Kürd siyaset kadrolarının alarmist
tutumundan ama daha ziyade hükümetin sündürme siyasetinden
kaynaklanan güvensizlik bugün PKK tabanını kuşatan genel bir
güvensizliğe dönmüş durumda. Çözüm sürecinin zeminini sallantılı kılan ikinci sebep bu: Çözüm siyaseti dairesinde kalma kararlılığında olmakla birlikte, PKK partnerine güvenmiyor ve bu
güvensizlik her geçen gün PKK tabanına sirayet ediyor. Üçüncü sebep hükümetle ilgili. Hükümet çevrelerince telaffuz edilen
PKK mental olarak silahsızlanmaya, salt siyasi mücadeleye hazır
değil tespitinin kaynağı nedir bilmiyorum ama çözüm sürecinin
zeminini sağlam olmaktan alıkoyan üçüncü sebep hükümetin
bugünkü momentte Kürd meselesinin çözümü olarak silahsızlanmanın, silahsızlanmanın çok ötesine giden bir boyutu olduğunu
kabul etmeye pek de istekli olmayışı. ‘PKK siyasi çözüme hazır
değil’ tespiti doğru mu bilmiyorum ama hükümet silahsızlanmayı
aşan bir çözüme pek hazır görünmüyor. Çözüm sürecini sallantılı
kılan sündürme siyasetinin ardında bu hazırlıksız olma hali var
gibi.
Cizre’de olanlar da dahil çözüm sürecindeki sarsıntıların, ‘o
şunu, şu bunu yaptı’ diyerek izah edilebilir görünen, günlük bir
yüzü olduğuna şüphe yok. Ama işin ardında daha büyük, daha
esaslı sebepler var, bu da belli. En başta da çözülmesine karar
verilen şey olarak Kürd meselesinin ne olduğuna ilişkin uzlaşmazlık.
06
TURİZM
BasHaber
26 Ocak - 01 Şubat 2015
BasHaber
PETROL
26 Ocak - 01 Şubat 2015
Türkiye-Erbil-Bağdat
Petrol cephesinde yeni bir şey yok!
I
rak’da Haydar İbadi’nin göreve başlaması ile birlikte
Erbil-Bağdat arasında petrol konusunda yeni anlaşmaların hayata geçirilmesi beklenirken, mevcut
sorunlar hala çözülebilmiş değil. Taraflar iyi niyet ve
uzlaşma beklentisi içinde. Ancak şimdiye dek yapılan görüşmelerde petrol parasının transferi ve bütçelere göre
paylaşımı sorunu çözülemedi.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın
geçtiğimiz hafta sonu Türkiye-Irak 17. Karma Ekonomik
Komisyonu (KEK) toplantısı için Bağdat’a gitti. Yıldız
görüşmeler sonrasında yaptığı açıklamada, Erbil ve Bağdat arasında geçen aralık ayı başında yapılan anlaşmanın Türkiye’yi sevindirdiğini söyleyerek, ‘’Biz, KerkükYumurtalık ham petrol boru hattı tam kapasite dolsun
ve oradan geçen bütün petrol gelirleri de Irak halkının
tamamının olsun istiyoruz’’ ifadelerini kullandı.
Kürdistan, turizmin
yeni gözdesi
İ
Mustafa Kılıç
stanbul Beylikdüzü
TUYAP Fuar Merkezi’nde
19. düzenlenen EMITT
Doğu Akdeniz Uluslararası
Turizm ve Seyahat Fuarı’na
Kürdistanlı turizm firmaları da
katıldı. Fuara katılan Kürdistan Turizm Firmaları Başkanı
Sirwan Tofik, “Kürdistan’da
turizmin geleceğine dair umut
vaat eden gelişmeler yaşandığını ve turizmde hakettikleri
noktaya geleceklerini” söyleyerek, “ülkemizde önemli bir
potansiyel var ve bu dünyanın
ilgisini çekmeye başladı” diye
konuştu.
EMITT Fuarı ilk kez 1997 yılında İstanbul’da Tüyap’ın Tepebaşı’ndaki Fuar Merkezi’nde
Voyager Uluslararası Turizm
ve Tatil Fuarı adıyla gerçekleştirildi. Turizm ağırlıklı
olarak gerçekleşen fuar, bölge
ülkelerinden ve uluslararası
turizm camiasından büyük
ilgi görüyor. Fuara Kürdistan
Bölgesi’nin büyük ilgi gösterdiği gözlenirken Kürdistan Turizm Firmaları Başkanı Sîrwan
Tofîk Kürdistan’ın yakın
zamanda turizm konusunda
da dünyanın ilgisini çekmeye
başlayacağını söyledi.
“Kürdistan ekonomisi
uluslararası alanda
güvenilir bir partner”
Kürdistan’ın kültürel ve
coğrafik mekanlarını ve
zengin olan turizm alanlarını
öncelikle Türkiye ve katılan
diğer katılımcılara tanıtmak
için EMITT’e katıldıklarını belirten Tofîk şöyle devam etti:
“Kürdistan’da yıllardır farklı
fuarlar düzenleniyor. Özellikle Süleymaniye ve Hewler
kentlerinde dünyanın farklı
ülkelerinden geniş katılımcılarla fuarlar gerçekleşiyor.
Biz Kürdistan ekonomisinin
güçlü olduğuna inanıyoruz
ve partnerlerimizle o güvenle
görüşmeler gerçekleştiriyoruz.
Şu anda Kürdistan ekonomisi
çok güçlü ve uluslararası alanda güvenilir bir partnerdir.”
“Ülkemizde herkese
özgürlük var”
Kürdistan’ın turizm alanında da şu an itibariyle iyi
bir noktaya geldiğinin altını
çizen Tofik, “Irak devletinin
daha önceki politikaları ve
güvenlik nedenleri ile turizm
alanlarımıza gerekli ilgiyi
gösteremedik. Fakat şimdi
günden güne turizm alanında da kendimizi uluslararası
camiaya ifade edebiliyoruz.
Kuşkusuz bunda Kürdistan
Hükümeti’nin büyük rolü var.
Mesela İstanbul’a gelmeden
önce Dubai’de turizm fuarına
katıldık. İstanbul’dan sonra da
Berlin’e gideceğiz. Oradan da
farklı yerlere gideceğiz. Artık
Kürdistan’ın turizm bölgelerini tanıtarak tüm ülkelerdeki
insanları davet edeceğiz. Gelip
görsünler Kürdlerin misafirperverliğini, bizim ülkemizde
özgürlük herkes için vardır”
dedi.
“Turizmimiz de
özgür olacaktır”
Batı’nın Kürdistan’daki
turizm bölgelerine ilgi gösterdiğini söyleyen Tofîk “Savaş
kısmen de olsa Kürdistan’dan
uzaklaştı. Biz de özellikle Ber-
lin fuarında turistik bölgelerimizi ve coğrafi güzelliklerimizi
insanlara anlatacağız. Artık
Kürdistan özgür bir ülke ve turizmi de özgür olacaktır. Zaten
Kürdistan’ı reklamlar ile dünyanın farklı büyük televizyon
kanallarında yayınlıyoruz. Şu
an dünyanın ilgisi gerçekten
Kürdistan ekonomisi ve Kürdlerin kahramanlığına odaklanmış. Ve Kürdistan hükümeti
tüm turizm firmalarına destek
ve teşvikler veriyor. Biz buradan gazetenizin aracılığı ile de
tüm dünya turizm firmalarını
Kürdistan’a davet ediyoruz”
şeklinde konuştu.
“Kendi yönetimimizi
oluşturduk”
1992’de Kürdistan’ın gayri
resmi şekilde de olsa bağımsızlaştığını ifade eden Tofîk,
”Artık bizim kendi parlamentomuz ve yüzlerce kurumumuz
var. Halkımızla beraber kendi
yönetimimizi oluşturduk. Bizim en çok uluslararası camiada zorlandığımız konu hala
bizi Irak’a bağımlı bir ülke gibi
görmeleri, hala bazı dünya
halkları Kürdistan konusunda
tereddütlü davranıyor. Bunlar
kısmen geliştirdiğimiz ekonomik ilişkilerimize de yansıyor.
Dileğimiz odur ki Kürdistan
tamamıyla bağımsız olarak
dünya halkları arasında yerini
alır” dedi.
Çiğdem Yılmaz
“2015 ekonomimiz
için milat olacak”
2015 Newroz’undan sonra
başta Amed ve Van olmak üzere
Kürdistan’ın farklı şehirlerinde
de farklı fuarlara katılacaklarını
ve düzenleyeceklerini dile getiren
Tofik, “Kürdistan şehirlerinde
gerçekleştirmek istediğimiz projeler
var. Özellikle Güney ve Kuzey
Kürdistan’ın ekonomik alanda
birleşmesi ve kaynaşması öncelikli
hedeflerimiz arasındadır. Bunun
için yakında Kuzey Kürdistan’ın
birçok kentinde fuarlar düzenleyeceğiz. Halkımız birbirine duygusal anlamda bağlı. Bu yüzden
birbirimize ekonomik alanda da
yardım etmemiz gerekiyor. 2015
yılı bizim için bu anlamda bir milat
olacak. Tüm halkımızı Kürdistan’a
ekonomik yatırıma davet ediyoruz.
Kuzey’deki halkımıza gazeteniz aracılığıyla buradan teşekkürü bir borç
görüyoruz. Bizi burada Kürdistan
bayrağı altında yalnız bırakmadılar.
Ve çok yoğun bir ilgi gösterdiler”
dedi.
Varolan hattın doldurulamadığı ortaya çıktı. Kerkük
hattının, varolan petrol kaynaklarının bunun için yeterli olmadığı ve o yüzden Kürd yönetimi, açıkta kalan
petrolün Kürd bölgesindeki petrolle doldurulması tezini
ortaya koymuştu ve uzlaşı çıkmıştı. Bağdat’ta yapılan
anlaşmalarda KBY, Kürdlerin petrolünün uluslararası
piyasalara aktarılması noktasında bir uzlaşıya varıldı. Bu
noktada bir tartışma yok. Temel tartışma Kürdistan topraklarındaki petrolün uluslararası piyasaya aktarılması
değil, anlaşmanın kimler tarafından yapıldığına yöneliktir. Kürdler bu bölgedeki petrolün doğrudan TürkiyeKBY arasındaki bir anlaşma ile uluslararası piyasalara
ulaşmasını isterken, Bağdat Somo’yu öne sürüyor. Tüm
petrol satışlarının Somo üzerinden yapılması gerektiğini ve bu konuda uluslararası şirketlere yaptırımlarla
geliyor, dava açılmasını öngörüyor. Bu konuda KBY’nin
otorite olmasını engelliyor. Nispi anlamda bir anlaşma var. Kürd petrolü uluslararası piyasalara taşınacak
ama burada elde edilecek gelirin transferi konusundaki
problem tam anlamıyla çözülmüş değil. Kürdler diyor
ki; ‘yüzde 17’lik payımız var ise doğrudan Erbil’e transfer
edilmesi gerekir.’ Diğer kısmını Bağdat’la konuşabiliriz.
Halkbank’ta mı kalacak, Somo’nun hesabına mı gidecek
bu konuda hala uzlaşma sağlanabilmiş değil.’’
Erbil ve Bağdat arasındaki transfer sorunu
Uluslararası Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi
(İMPR) Başkanı Veysel Ayhan, Türkiye Enerji Bakanı
Taner Yıldız’ın kalabalık bir heyetle Bağdat’a gittiğini, taraflar arasında anlaşmanın sağlanması için çaba yürüten
önemli aktörlerin içinde yer aldığı bu heyetin, önemli
konuları tartışmaya açtığını söyledi.
Kerkük hattı güvenli değil
Bu konuların başında
Kerkük bölgesinde yaşanan
KBY ile varılan anlaşmanın
istikrarsızlığın yeni bir hat
geldiğine dikkat çeken Ayhan,
inşa edilmesi önünde engel
‘’Bağdat’ın beklentisi var.
teşkil ettiğini belirten Ayhan,
Irak’ın ulusal petrol şirketi
yine de uluslararası piyasa
Somo üzerinden para transkanallarına petrol aktarımıferlerinin gerçekleştirilmenın sürdürülmek istendiğini
sini talep ediyor. KBY’nin
söyledi. Ayhan, ‘’Güvenli
Türkiye üzerinden aktardığı
olmayan bir bölgeden gepetrol miktarını net olarak
çiyor hatların bir kısmı. O
bilmek istiyorlar. Bu konuda
açıdan üretim arttırımı KBY
Bağdat’tan bir heyetin Silopi
itibarıyla gerçekleşecek ki, bu
ve Ceyhan’da denetlemeler
durumu Bağdat’ın kabul ettiyapmasını, Somo’dan da
ği, üretim artışı ve o üretimin
IMPR Başkanı Veysel Ayhan artırımı konusunda uzlaşma
yetkililerin bulunmasını,
KBY’den petrolün ne kadar
olduğu ortada’’ dedi.
pompalandığını ve bunun ne kadarının uluslararası piyasalara gittiğinin, Bağdat tarafından istatistiki veri haline
IŞİD’e rağmen yeni boru hatları mümkün değil
dönüştürülmesi talep ediliyor. Paranın da, Duhok’tan
Yeni boru hatlarının açılmasının IŞİD’e rağmen
Bağdat’a verilmesi, Bağdat üzerinden Erbil’e gönderilmümkün olamayacağını sözlerine ekleyen Ayhan, “Irak’a
mesi öngörülüyor. Bu konularda belli bir uzlaşıya varıla- petrol, yüzde 90 Basra Bölgesi’nden ulaşıyor. Buradan
cağını görmekteyim’’ dedi.
uluslararası piyasalara akıyor. Oradan ayrıca bir hat
KBY’deki petrol rezervlerinin uluslararası piyasalara
ileTürkiye üzerinden taşımak mümkün görünmüyor.
aktarımı için Türkiye’nin geçiş güzergahı olarak belirlen- Öte yandan Körfezin diğer enerji kaynaklarının, Türkiye
diğini ifade eden Ayhan, ‘’Karayolundan değil, boru hatüzerinden aktarılması tartışması var. Ama en önemli
tından taşınması ve doğrudan KBY nezdinde taşınması
tartışma özellikle doğalgaz hattının Türkiye üzerinden
noktasında bir irade ortaya çıkmıştı. Şimdi ise, Kerkük
gönderilmesidir. Ve gündemde Kürdlerin de kendi bahattına bağlanması ve kapasitesinin yetersiz olduğu ve
ğımsız yeni hattını inşa etmesi var’’ diye konuştu.
öngörülen kapasiteyi doldurmadığı noktasında talepler var. Kürd bölgesi petrollerinin Kürdistan sınırları
KBY açısından yeni birşey yok
üzerinden Kerkük hattına bağlanması ve oradan da o
1920’lerde tartışmalı olgu ne ise bugün de onun yaşanhat üzerinden uluslararası piyasalara aktarılması. Daha
dığına dikkat çeken Ayhan, ‘’Türkiye 1920’lerde özellikle
sonra başka bir tartışma oldu. Alternatif bir güzergaha
Kürdistan Bölgesi petrolleri üzerinde bir etki oluşturmadaha ihtiyaç olduğu ortaya çıktı’’ diye konuştu.
ya çalışmış ancak, 1926’da İngilizlere bırakmak zorunda
kalmıştır. Son anlaşmalarla tarihsel olarak kaybettiği
Kerkük hattı yetersiz
petrol üzerindeki etkiyi yeniden kazanmış olarak görüAyhan bu ihtiyacı ortaya çıkaran nedenleri ise şöyle
lüyor. KBY açısından bakıldığı zaman yeni bir şey yok.
sıraladı: ‘’1 milyon 600 bin varil gönderilmesi öngö1920’lerdeki temel çatışma bugün de aynı aktörlerle
rülüyordu, bu 700-800 bin varil civarında kalıyordu.
varlığını sürdüyor’’ dedi.
07
Doğu ve Batı’nın
sınırında
FERHAT KENTEL
Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırıdan sonra Fransa’da çeşitli
zaman, mekân ve fırsatlarda bol bol
Fransız milli marşı “Marseillaise”
çalınıyormuş. Kan, şehit, düşman
retorikleri bakımından bizimkini rahatlıkla sollayabilecek olan ve sürekli
vatandaşları “silah başına!” çağıran bu
marşın -aktaranın yalancısıyım- özellikle “düşmanlarımızın mundar kanı
topraklarımızı sulasın” mısrası pek bir revaçtaymış bugünlerde...
Yani bizim buralardan pek farklı değil durum. Dünyanın doğusunda ve batısında birbirinin nefretinden, öfkesinden -ve denk düşerse neden olmasın- kanından beslenmeye
hazır ne kadar çok travmatize olmuş insan var!
Ama Allah’tan dünyanın doğusu ve batısı sadece bu tür
insanlardan oluşmuyor.
Mesela Almanya’nın eski totaliter “Doğu”sunun ağırlığını taşıyan Dresden’den doğan İslamofobik ve ırkçı PEGİDA hareketi Ekim 2014’ten bu yana hızla büyürken, bu
harekete karşı demokratik bir Alman toplumu da ayaklanmakta gecikmedi. PEGİDA’nın düzenlediği her eylem ya
da gösteri çok daha kalabalık demokrat ve ırkçılık karşıtı
hareketler tarafından gölgede kaldı.
Ya da şu: Avrupa ülkelerinde yapılan bir araştırmaya
göre, kan kokan “Marseillaise” marşının memleketinde
Fransızların yüzde 72’si Müslümanlar hakkında olumlu görüşlere sahip.
Yani öyle işin kolayına kaçıp “kahrolası Batı” diyerek
işin içinden çıkabileceğimiz bir durum yok. Tersine çok karmaşık devlet, kimlik, düzen, toplum ilişikleri var ve Charlie
Hebdo olayını da basitleştirmek yerine biraz karmaşıklık
riskini göze alarak anlamaya çalışmak lazım.
Mesela şöyle beş düzeyli (tabii ki daha az ya da çok olabilir) bir analiz denemesi yapabiliriz:
1) “Bizden mi değil mi?” demeye gerek yok; dergi basıp,
elindeki “gâvur icadı” (!) otomatik silahlarla kahramanmış
gibi davranıp, içerideki silahsız insanları öldürmek –devlet
güdümlü terörist örgütler ya da “inanmış İslamcılar” tarafından işlenmiş olması fark etmez- cinayettir.
2) Charlie Hebdo’nun yazarlarının yaptığı şey kanunlara falan bakınca “düşünce özgürlüğü”dür. Ama hayat sadece “kanuni” değildir; haklarında mizah yaptığınız insanların kutsal bildiği fikirlerle bu kadar aleni, bu kadar yarayı
kanırtarak mizah yapmak “insani” değildir ve “acı” yaratır.
Haklarında mizah yapılan insanların çığlığını duymamaktır.
3) Söz konusu katiller Fransız banliyölerinin öfkesi ve
eseridir, dolayısıyla her şeyi çok iyi bildiğini düşünen Fransız devletinin eseridir. Ve kendisiyle bir türlü yüzleşmeyen,
medeniyeti, eşitliği, özgürlüğü, entegrasyonu taşıdığını düşünen Fransız devletinin “kentsel dönüşümlerle” merkez
dışına sürdüğü göçmen, yoksul kesimlerin isyanının sonucudur. Olay serserilik, uyuşturucu, şiddet sarmalı içinde en
belirleyici özelliği “öfke” olan çaresiz “doğulu” insanların
“gıcık” oldukları devleti en çok “gıcık” edecek bir kimlikle,
“İslamcı” kimlikle gerçekleştirdikleri bir performanstır.
4) Batılı kapitalist ulus-devletlerin yıllardır hafif ateşte
pişirdikleri İslamofobik söylem artık sadece kendi kontrollarında değildir. Doğu da bu kutuplu söylemin inşasına “Hıristiyanofobik” bir dille çok daha güçlü bir şekilde girmiştir
ve artık “medeniyetler savaşı” lâfı çok daha günceldir.
5) Son madde “komplo teorisyenleri”ne uygun... Bu savaş kimin işine yarar? Önce komünizm, sonra 11 Eylül’ün
verdiği gaz bittiği için, Batı’yı konsolide edecek yeni bir
“güvenlikçi” gaza mı ihtiyaç var? Belki de... Ama belli ki,
bunlar sadece Batı için geçerli sorular değil; yepyeni, bol
gaz fişekli, düşmanlı, günah keçili, güvenlik paketli, bakara-makaralı (alenen İslamofobik) siyaset “Doğu ve Batı’nın
birleştiği” köprülerde bile safları ayrıştırıyor.
İçinde “halk”, “yerli”, “İslam” kelimeleri geçen bir retorik dolaşıyor bizim buralarda ama bütün yapılan, “yerli”
ve “yabancı” ensesi kalınların kazanç makinalarının dişlilerini yağlamaktan başka bir şey değil.
08
SÖYLEŞİ
BasHaber
26SÖYLEŞİ
Ocak - 01 Şubat 82015
SÖYLEŞİ
BasHaber
26 Ocak - 01 Şubat 2015
9
SÖYLEŞİ
Çözüm için anayasal güvence gerek
Prof. Mustafa Erdoğan:
Türkiye’de eşitlik, özgürlük ve
insan hakları bağlamında yaşanan
ihlaller ve aksaklıklar hasebiyle; dil,
din, ırk, cinsiyet farkı gözetmeyen,
toplumun tüm kesimlerinin eşit
haklar çerçevesinde yaşayabileceği
kapsamlı bir anayasanın hazırlanması noktasında, muhalefet, iktidar
ve diğer tüm çevreler hemfikir!
Ancak…
Türkiye’ye hem içerde hem de
uluslararası arenada önemli sıkıntılar yaşatan deyim yerindeyse ‘kambur’ haline gelen sivil ve demokratik
bir anayasa talebi öteden beri dillendirilmesine rağmen bir türlü yapılamıyor. AKP’nin iktidara geldiği
dönem ise ‘anayasa değişikliği’ söylemi en çok dillendirilen konulardan
biri oldu. Ancak herkesin hemfikir
olduğu “1982 Darbe Anayasası’ndan
kurtulma” konusunda henüz bir
yol alınmış değil. Prof. Mustafa
Erdoğan, Haziran 2011 seçimleri
sonrasında Meclis Başkanı Cemil
Çiçek’in, anayasa değişikliği konusunda görüşlerini almak istediği 24
anayasa profesöründen biri. İstanbul
Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dekanı ve Anayasa Profesörü Mustafa Erdoğan ile söz konusu çalışmayı,
anayasa değişikliği ihtiyacını, Kürd
sorununun çözümünde anayasal
güvence gereğini ve Türkiye’nin
siyasal durumunun hukuk boyutunu
ve güncel konuları konuştuk.
Yeter Polat
Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in daveti
ile başlayalım. Neler konuşuldu,
neler tartışıldı toplantıda?
Meclis Başkanı, “bu Meclis anayasa yapabilir mi?” konusunu tartışmak üzere anayasa
profesörlerini çağırdı. Çünkü malum o dönemde anayasanın değiştirilmesini veya yeni
bir anayasa yapılmasını istemeyen kesimler
bu meclisin anayasa yapamayacağını, bunun
için kurucu meclis gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Biz bu meclisin anayasa yapabileceğini
çünkü; 2011 seçim kampanyasında bütün
partilerin millete böyle bir vaadde bulunduğunu, halkın da bunu gözönünde bulundurarak meclisi oluşturduğunu varsaymamız
gerektiğini, esasen demokratik bir anayasa
yapmak istiyorsak, darbecilerin hiçbir demokratik meşruluk şartı gözetmeden anayasa
yapabildiği bir yerde, neden bu şekilde seçim
kampanyasından sonra oluşmuş olan Meclis,
anayasa yapamazsın temel fikrini savunduk.
Sivil ve demokratik bir anayasa
mümkün mü Türkiye’de?
Bu sorunu aslında biz çok eskiden beri
tartışıyoruz. Gerçi 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden hemen sonra ki dönemde
hemen anayasaya yönelik itirazlar eleştiriler
artmıştı ama anayasanın toptan değiştirilmesi yönündeki çalışmalar, değiştirilmesi
yönündeki ilk fikir 28 Şubat sürecinde ortaya
çıktı. Asıl olarak 2002’de AKP iktidara
gelirken bu yönde bir vaadde bulunmuştu. Ve iktidar döneminde de 2010 anayasa
değişikliğini takip eden dönemde özellikle,
2010 anayasa değişikliğinin verdiği havasıyla
anayasa’yı tümüyle değiştirilen fikri bütün
partilerde aşağı yukarı yaygınlaştı. 2011
seçimleri arefesinde bütün partiler bu yönde
açıklamlarda bulundular ve bir tür vaadde
bulundular. Malum o süreç başarılı olmadı.
Bir komisyon kuruldu hatta daha evvel Meclis Başkanı anayasa profesörlerini çağırdı.
Bu meclis anayasa yapabilir mi? konusunu
tartışmak üzere. Çünkü malum o dönemde
anayasanın değiştirilmesini veya yeni bir
anayasa yapılmasını istemeyen kesimler bu
meclisin anayasa yapamayacağını, bunun
için kurucu Meclis gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Biz 30’a yakın kişiydik 2-3 kişi hariç;
bu meclisin anayasa yapabileceğini çünkü;
2011 seçim kampanyasında bütün partilerin
millete böyle bir vaadde bulunduğunu, halkın
da bunu gözönünde bulundurarak meclisi
oluşturduğunu varsaymamız gerektiğini, esasen demokratik bir anayasa yapmak istiyorsak, darbecilerin hiçbir demokratik meşruluk
şartı gözetmeden anayasa yapabildiği bir
yerde, neden bu şekilde seçim kampanyasından sonra oluşmuş olan meclis, anayasa
yapamazsın temel fikrini savunduk.
2010 anayasa değişikliğinde AKP
istediği değişikliği elde etti mi?
Silahlı kuvvetlerin etkisini biraz geriletmiş oldu. Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurumu’nda ve Anayasa Mahkemesi’nin eski
statükocu, Kemalist, ulusalcı statükonun
gücünü kırmayı mümkün kıldı, böylece artık
kendisi için tehdit kalmadı. Temel problemi
gerçekten Türkiye’yi anayasal olarak toptan
yenilemek değildi. Mesele kendi iktidarına yönelik, tehditleri ortadan kaldırmak
meselesiydi. Bu amacı elde edince de, yeni
bir anayasa meselesinden vazgeçti. Zaten asıl
amacının böyle olduğu daha sonra kendisinin
öncülük ettiği anayasa referandumuna getirilen değişikliklerden de caymasıyla ortaya
çıktı.
Amacı neydi?
Kendi iktidarını koruma altına almaktı.
Gördük ki, HSYK’de daha evvel kendisiyle
işbirliği yapan Cemaat pek de artık o şekilde
davranmaya eğilimli görünmüyor, hatta bunlara zorluk çıkarıyor, o zamanlardan tasviye
etmeye başladı.
Engelleri aştıysa AKP, şu anda neden anayasa yapmak istiyor?
AKP açısından söylüyorum yeni anayasa
yapmaya ihtiyaç yok ki. Şu an tek bir nedenle
ihtiyaç var. Adına başkanlık sistemi dedikleri,
bir başkancı otoriter rejime geçme isteği var
iktidar partisinde. Bu ölçüde bir anayasa değişikliği iradesi olduğunu düşünüyorum hükümette. Gerçekte anayasal sistemi tümüyle
yenilemeye ihtiyacı yok.
Ama Türkiye’nin hala yeni bir anayasa yapmaya ihtiyacı var, bu nasıl
yapılmalı?
Evet katılıyorum, AKP’nin, CHP’nin ne
istediğinden bağımsız olarak Türkiye’nin şu
anda içinde bulunduğu şartta özellikle Kürd
sorununun çözümü bakımından Türkiye’nin
anayasal statükosunu hakikaten önemli ölçüde değiştirmeye ihtiyacı var. Bu bakımdan
akla gelen ilk makul seçenek ve ya makul ihtimal, iktidar partisi ile HDP’nin birlikte bu işi
götürmesi. Fakat ben orada da ikisi arasında
fikir birliği olduğu kanaatinde değilim. Çün-
Başkanlık sistemi nedir?
Türkiye’de yanlış anlaşılan şey şudur;
Amerikan Başkanı var, dünyanın en güçlü adamı. Aslında İngiltere’nin Başbakanı kadar güçlü değildir kendi iç sistemi
açısından. Parlamenter sistemlerde
başbakan, çoğunluk partisinin lideri olduğu için aynı zamanda parlamentoyu da
kontrol eder. Yasama ve yürütme aslında
fiilen tek bir iradede toplanır. Başkanlık
sisteminde buna imkan yoktur. Başkanlık sisteminde bunlar yoktur bütçesini
dahi geçiremez parlamentoda, maaş
veremiyor kamu görevlilerine, eli kolu
bağlıdır, Yüksek Mahkeme çok güçlüdür. Biz de öyle bir güçlü bağımsız yargı
geleneği de yok. Parlamento ve yürütme
hep içiçe geçmiş vaziyette. Öngördükleri
modelde yani kuvvetler ayrılığı olması
lazım başkanlık sistemi olması için, sadece başkanının halk tarafından seçilmesi
değil. Kuvvetler ayrılığı yok o sistemde,
öyle ayarlamalar yapıyorlar ki yürütme
ve yasama aynı anda seçime girebilecek.
Biz de parti yapısı devam ettiği sürece,
siyasi parti mevzuatımız ve gelenekler
devam ettiği sürece güçlü bir parti lideri,
muhtemelen bu durumda başkan aynı
zamanda parti lideri. Amerika’da böyle
bir şey sözkonusu yok. Parti zaten güçlü
değil. Parti eliyle kontrol etme diye bir
durum yok. Seçim sistemi de dar bölge
olduğu için her bölgeden bir kişi seçilebilecek. Senatoda her eyaletten 2 kişi
seçilir. Dolayısıyla seçilen kişiler, ister
demokrat ister cumhuriyetçi olsun, çok
güçlü tabanı olan kendi varlığını başkana
kesinlikle borçlu olmayan kişiler.Bizim
sistemde bütün bunlar yok. Bizde seçilen
kişiler parti liderine bağımlı olarak
seçilirler ve kolayca manipüle edilirler.
Böyle bir sistemi istiyor, hem Yasama,
Yürütmeyi kontrol etsin hem de kendisini kontrol edebilecek hiçbir güç olmasın.
Türkiye’nin geleceğine dair
endişeli misiniz?
Haziran seçimlerinde güçlü bir
şekilde gelirse ve Kürd tarafı bizim işi
bitirebileceğimiz yegane partnerimiz
bunlardır dolayısıyla bu psikoloji ile
devam eder her şeye göz yummaya da
başlarlar ise yani bu risk var Türkiye’de.
Kürd bölgesinde biraz daha güçlü bir
özerklik olursa, bu siyasi blokun tekelci
kü AKP çözümden anladığı şey ile Kürd tarafının çözümden
anladığı şey tam uyuşmuyor. AKP’nin temel derdi bu şiddet
eylemlerinin sona erdirilmesi, barışın sağlanması dediği şey,
bunun için gerekirse ufak tefek, idari sistemde ademi merkezileştirici tedbirler almak suretiyle bu savaşı durdurmaktır. Ama
bunun ötesinde gerçekten Kürdlerle, Türklerin yeni bir anayasal çerçeve içerisinde barışçı bir birliktelik ile varlıklarının
çerçevesini oluşturacak yeni normatif düzeni kurumsal yapıyı
kurmak konusunda bir isteği yok gibi görünüyor.
Var olduğunu düşünürsek…
AKP ve Kürd tarafı arasında mutabakat şimdi yoksa da
ilerde ortaya çıkacak. Tabi o zamanda CHP ve MHP’nin bu
işe istekli olmayacakları aşikar görünüyor. Onun için bu
2015 seçimleri fevkalede önemli. Bu seçimlere, bu iki parti
2011’de başlatılan ama sonuçlandırılamayan sürece benzer
biçimde, gerçekten yeni meclisin ana esaslar çerçevesinde
Türkiye’nin anayasal sistemini yenilemesi konusunda irade
sahibiz, Kürd meselesinin çözümü bunun önemli parçasıdır,
bizim bu konudaki projemiz şudur diye taraflar bunu açıkca
beyan ederlerse, o zaman seçimden çıkan sonuca göre bu iki
partinin işbirliği halinde yeni bir şans doğabilir ama bunu da
çok kuvvetli görmüyorum. Dediğim gibi AKP ve HDP’nin bu
konuda tutumları farklı. Teorik olarak böyle bir ihtimal var.
O zaman daha önceki itirazcıların belirttiği türden kurucu
meclis şansımız yok şu anda. Dediğim gibi seçim kampanyası
aynı zamanda anayasa kampanyasına dönüştürülebilinirse
ve seçimden çıkan çoğunluk, anayasayı değiştirecek çoğunluk
olursa o iki parti arasında uzlaşma sağlanabilirse böyle bir
şans teorik olarak var.
Ana dil meselesinde de aynısını yapmak lazım. Eğitime ilişkin
hükümleri değiştirmek lazım, resmi dil ile ilgili Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili bazı noktalarda değişiklik
yapmak lazım. Bu pakette bu türden düzenlemeler yada vaadler varsa seçimden sonra bir anayasa değişikliği bekleyebiliriz.
Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ile ilgili konuşulanlar efsaneye dönüştü, şerhin kalkması yetmez
mi, Anayasa değişikliği şart mıdır? Neyin nesi bu?
Gerçek anlamda bir özerklik için anayasa değişikliği şarttır.
Çünkü Türkiye’de ki mevcut merkezi idare ile yerel yönetimler
arasındaki ilişki neredeyse hiyerarşik ilişkiye yakındır, idari
vesayet esastır. Bir yerel yönetim biriminin kararı merkezin
onayına tabidir. Merkezi idarenin yerel yönetim üzerinde
vesayet yetkisine sahip olan Vali, kaymakam ve içişler bakanlığı gibi organları vardır. Bunlar doğru anlamlı
özerklikle bağdaşmaz tabiki. Kısmen
yerel düzeyde kaynak üretebilmek,
ekonomik ve mali bakımdan yetki
tanınması lazım yerel yönetimlere.
Bunlarında olması lazım. Bunlar
için anayasa değişikliğine ihtiyaç
var. Eğer anayasa değişikliği gündemimizde yok, sadece biz bu paketi getiriyoruz denecekse iktidar
tarafından, o zaman çok mütevazi
bir adım atılacak
demektir.
Çözüm süreci kapsamında sözü edilen ‘demokratikleşme paketi’nde neler olmalı?
Çekincelerin kaldırılması ve onun tümüyle Türk sistemine
adapte edilmesi aynı zamanda anayasa değişikliğini gerektiriyor. Anayasada yerel yönetimler yapımızın, bu Batılı anlamda
özerklik kavramıyla çok fazla ilişkisi yok. Merkezi idarenin
bir uzantısı gibidir. Gerçek yerel yönetimler Türkiye’de yok.
O bakımdan Anayasa’yı ona uygun olarak değiştirmek lazım.
kontrolünde, ama genelde de Tayyip
Erdoğan’ın tekelci kontrolünde bir
Türkiye otoriterleşmesi ihtimalini uzak
görmüyorum. En büyük sorunumuz,
biz de bağımsız ve güçlü Yargı geleneği
yok. Amerika’da Yüksek Mahkeme
anayasal sistemin odak noktasıdır.
Mesela Anayasa’yı değiştirmeden de
içtihat yoluyla anayasanın mahiyetini
dönüştürebilecek ölçüde güçlü bir
mahkeme, çünkü bunun toplumda
karşılığı var anayasa Mahkemsine
bakışı başkan yada parlamentodan
daha önemlidir Yüksek Mahkeme.
Toplumda ona müthiş bir güven var
neredeyse yarı tanrısal bir kurum
gibi görülüyor Amerika’da başkanlık
sistemi. Biz de böyle bir gelenek yok.
Bakın anayasa Mahkemesi hükümetin
hoşuna gitmeyecek bir karar vereceği zaman, bunlar gayri millidir yada
onların gereğini yapıcaz diyor bazen kötü
sıfatlar kullanarak kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırma çalışılıyor. Amerika’da bu
akla bile getirilmez. Türkiye’de güçlü bir
yargı geleneği olmaması da söylediğim
tehlikeleri de beraberinde getiriyor.
Yerel Yönetimler Özerklik Şartı
Oradaki temsilcilerinin kısmen kendi
inisiyatifleriyle hareket edebilmeleri
demektir. Hareket edenler kim? Halkın
temsilcileri olan yerel yönetimler değil
vali yada kaykamdır. Hükümet şuna yanaşabilecek seçimli valilik. Seçimli valilik
ne bu sisteme uyar ne de özerk yönetimlerin olduğu sisteme uyar. Amerikadaki
seçilen vali eyaletin temsilcisidir. Sen
ikili yapıyı koruduğun sürece, valinin seçilmesinin bir anlamı yok ki. Dolayısıyla
burada olması gereken, merkezin yetkilerini ordan alabildiğine kısıtlamak, oranın
yetkisini büyük ölçüde oranın doğrudan
doğruya temsilcilerine bırakmaktır. İkili
yapıdan ayrılmak gerekir. Bu da anayasa
değişikliği gerektirir. Anayasaya göre
valinin atanmış olması zorunludur. Bu
teknik konuları siyasi partilerinde bildiğini zannetmiyorum. Biliyor olsalar bile
kamuoyunda bilinen konular değildir.
Belediyeyi aldık
kendimizi yönetiyoruz…
Hükümet zaten ondan başka bir şey
kastediyor. Anayasa değişikliği gerekmiyor, öbür taraf ise başka bir şey kastediyor ama onun kastetiği şey için anayasa
değişikliği gerekiyor. Anayasal düzende
61 ve 82 Anayasası’nda idari yapılar bakımından bir fark yoktur. Mesele sadece
Yerel Yönetimlerde Özerlik Şartı’nın
çekincelerinin kaldırılması meselesi
değildir.
09
Adaletsiz Türkiye
HAKAN TAHMAZ
19 Ocak’ta Agos’un önünde,
Hrant Dink’in anma toplantısında, 20
Ocak’ta TBMM Genel Kurulu’nda 4
eski bakanın Yüce Divan’a sevkinin
oylamasında, 21 Ocak’ta Kayseri’de
Ali İsmail Korkmaz davasında ve son
olarak Adalet Bakanlığı’nın Anayasa
Yüksek Mahkemesi’ne gönderdiği
Roboski katliamı savunması, bize çok
şey gösteriyor. Her şeyden önce ise
Türkiye’nin kanayan en büyük yaralarından birinin adalet
ve yargı sistemi olduğu gerçeğinin bir kez daha ayyuka çıktığını gösteriyor.
Bu vakaların birbiriyle alakası olmayan oldukça fazla
yönünün olduğunun farkındayım. Ancak Türkiye’de yargı ve adalet sorunun kaynağını teşkil eden ortak buluşma
noktaları kamu- yurttaş hakları ilişkisidir. Dört vakada da
esas olarak korunan veya korunmaya çalışılan, birey/yurttaş hakları değil; kamudur.
Bizde kamunun korunması dendiğinde yanlış biçimde
esas olarak devletin bekası, otoritesi akla geliyor/ anlaşılıyor. Bu Kurucu ideolojinin yukarıdan aşağıya inşa ettiği
toplumsal kültür ve kurumsal yapının bir ürünü ve sonucu.
“Yurttaş mı devlet için vardır, devlet mi yurttaş için vardır?“ sorusuna “Yurttaş devlet için vardır” yanıtında kendisini bulan düşüncenin bir sonucudur.
Bu, iki sonuç doğurmuştur. Birincisi, Cumhuriyet tarihi boyunca yargı, yasama ve yürütme güçleri arasındaki
ilişki hiçbir zaman “klasik demokratik ” rejimlerde olduğu
biçimde olmamıştır. Türkiye’de bu ülkelerde var olan yargının görece bağımsızlığı hiç söz konusu olmamıştır. Son
dönemde ise, yargı ve yürütme ilişkisi yürütmenin lehine
yapılan düzenlemelerle ve uygulamalarla daha da bozulmuştur. Dengesizlik yürütmenin lehine güçlendirildi.
İkincisi sonucun ise toplumsal vakalarda birkaç istisna
dışında adaletin gerçekleştiğine Türkiye toplumu şahitlik
edebilmiş olmaması. Anayasa ve yasalar, devlet adına görev yapanları çok esaslı koruma altına almaktadır. Bu yasaları uygulayan ve yorumlayan yargıçlar ise, yürütmenin
doğrudan ve dolaylı baskısı altında ve kurucu ideolojinin
etkisiyle devletin bekasını esas alan “mesleki dayanışma”
sergilemeleri sonucu “adaleti” katlediyorlar.
Hrant Dink davasında 7 yıl sımsıkı korunan polis şeflerinden ve idarecilerinden şimdi bazılarının yargı önüne çıkarılması yargı-yürütme ilişkisindeki problemi gösteriyor.
Polise taş atan çocuğa 20 yıl ceza veren adalet ve yargı
sistemin olduğu bir ülkede, Ali İsmail Korkmaz davası da
bütün bu maraza durumların topyekün ortaya çıktığı dava
oldu. Mahkeme kararı salt verilen cezanın süresiyle sınırlı
bir değerlendirme yapmanın doğru olmadığının en tipik
örneklerinden biri. Bir gencin, “dayakla öldürülmesini”
“kasten adam yaralama” kapsamında tanımlamak birçok
şeyi anlamaya yetiyor. Savcının kasten adam öldürülme
mutalısı verdiği bir dosyada öldürme filini yaralamaya dönüştüren mantık ancak devleti, kamuyu koruma düşüncesiyle hareket edilerek varılabilecek bir sonuç olabilir.
Ali İsmail Korkmaz davasında bir polis şefi “Ben hükümete karşı darbeyi önleme amacıyla müdahalede bulundum.“ biçimde savunma yaptı. Mahkeme heyeti, polis-esnaf işbirliği ile dayakla linç eylemini “adam yaralamaya”
indirgeyerek siyasi iktidarın gezi eylemlerine ilişkin darbe
girişimi iddiasını zımnen de olsa kabul ederek ceza vermiş
oldu.
Bu vakalar iktidarın, vesayet rejimini gerilettik iddialarının gerçeği yansıtmadığı kanıtıdır. Vesayeti geriletmek,
vesayet kurumlarına kendi kadrolarını yerleştirmekle veya
kurumları ele geçirmekle değil, yapısal ve normsal değişikliklerle olabilir. Hükümetin izlediği yolla ancak eski vesayetin yerine yeni vesayet üretilir. Bu yolla Yeni Türkiye
değil, ambalajı yenilenmiş eskimiş Türkiye olunabilir.
Cizre’de son bir ay içinde polis kurşunuyla çocukların
öldürülmesi, buna rağmen bir tek kişi hakkında dahi yargısal soruşturma açılmamasında diğer faktörlerin ve hesapların yanı sıra bu yaklaşımın da önemli payı bulunuyor.
10
ÇOCUK
26 Ocak - 01 Şubat 2015
BasHaber
Çocuklar için 10 yeni cezaevi
T
ürkiye’de toplumsal barışın en önemli engellerinden biri olan hapishaneler
meselesi, yaşanan hukuksuzluklar ve artan mağduriyetler
nedeniyle giderek daha can
alıcı hale gelmeye devam ediyor.
Konunun en hassas başlığı olan
çocuk cezaevlerinde yaşananlar
ise alarm verecek düzeyde. Daha
önce Pozantı ve Sincan çocuk
hapishanelerinde yaşanan taciz,
tecavüz ve işkenceler nedeniyle
medya ve kamuoyunun uzun
süre meşgul olduğu, ancak sonra
unuttuğu çocuk cezaevlerindeki
tablo, sorunun kangren olmaya
doğru gittiğini gösteriyor. Devlet
bu cezaevlerindeki sorunlara herhangi bir kalıcı çözüm
bulmazken, ilgili çevre, kurum
ve kişiler ise tek çözümün bu cezaevlerinin kapatılması olduğuna
işaret ediyor.
Türkiye’de şu anda toplam 5
çocuk cezaevi bulunurken, hapishanelerdeki toplam çocuk sayısı
ise 2 bin 157. Rakamlar göz önüne alındığında hapishanelerde
bulunan birçok çocuğun yetişkin
cezaevlerinde kaldığı anlaşılıyor.
Çocuk cezaevlerinin kapatılması için 30’u aşkın sivil toplum
örgütü ve dernek çalışmalar yürütüp Adalet Bakanlığı’na baskı
kurmaya çalışıyor. Yapılan baskı
sonucunda var olan cezaevlerinin kapatılması ve çocukların
toplumsal sorumluluk bilinciyle suçlardan uzaklaştırılması
beklenirken, Adalet Bakanlığı ise
çözümü çocuk cezaevleri sayısını
üç kat arttırmada buluyor.
Çocuk değil “sayı”
Cezaevlerinin sayısının
arttırılmasının çözüm olmayacağını ve bu tutumun çocukları
birer sayı olarak görmekten
kaynaklandığını belirten
Gündem Çocuk Derneği üyesi
Emrah Kırımsoy, “Çocuk koruma sistemi çalışmadığı için
çocuklar cezaevinde. Aslında
bütün çocuk hakları ihlallerinin
temelinde yatan bir çocuk algısı
var. Bir taraftan masum sevimli
ve geleceğin nesli diye nitelenirken bir taraftan terörist veya
yaramaz olarak niteliyoruz. İlk
önce çocuğu bir birey olarak
algılamak ve onunla birlikte
hareket edip onların düşüncelerini de sürece dahil etmek
gerekiyor” diyor. Türkiye’nin
çocuklarla ilgili uluslararası
sözleşmeleri kabul ettiğini ve
bu sözleşmelerde özgürlüğün
kısıtlanmasının en son çare
olarak görüldüğü belirtilmesine rağmen adalet bakanlığının
bunu dikkate almadığını ve
çocukları mahkum ettiğini
söylüyor. Bunun yerine her
konuya ve çocuğa özgü sosyal
araştırma yapılıp koruyucu
ve destekleyici uygulamaların
uygulanması gerektiğinin altını
çizen Kırımsoy, Adalet Bakanlığı ile doğrudan temas kurduklarını ifade etti. Kırımsoy,
“Adalet Bakanlığı’na birlikte
çalışmak istediğimizi söyledik.
Bunun yanında sağlık ve bakım
kurumları gibi ilgili kurumların bağımsız bir şekilde izleme
yapabilmesini önerdik. Ama
Diyarbakır cezaevini ziyaret
etmek istediğimizde olumsuz
yanıt aldık” dedi.
Türkiye’deki çocuk cezaevlerinin bağımsız ve sivil kuruluşlar
ya da heyetlerce ziyaret edilip denetlenmesinin bakanlığın iznine
tabi tutulduğu biliniyor. Bu izin
genelde aşılamayan bir duvara
dönüştüğü için de buralardaki
uygulamalar ve hak ihlalleri ancak tutukluların şikayetleri sayesinde kamuoyuna yansıyabiliyor.
Birçok sivil toplum kuruluşunun
kamu kurumu sayılan cezaevlerinin şartlarını ve uygulamalarını
kontrol edememesi ise tutukluların içerde kötü muamele görmekten korkmalarından dolayı,
mağduriyetlerini dile getirememesine neden oluyor.
Çocuklar ağır ceza mahkemelerinde
Çocuk tutuklular, gözaltından cezaevine yollanana kadar çoğunlukla, özellikle
de Kürdistan illerindeki örneklerde
baştan sona ‘terör suçlusu’ olarak ele
alındıkları ve bu kapsamda uygulamaya
maruz kaldıkları için, hem yargılama
hem de içeride ağır şartlar ve personelin travmatik yaklaşımlarına maruz
kalıyor. Yargılama süreçleri ağır ceza
mahkemelerinde görülüp, çocuklar yetişkinler için kurulan cezaevleri ve F tipi
cezaevlerinde kalıyor. Bu cezaevlerinde
kalan çocuklar yetişkinler için kurulan
cezaevlerinde tutulup aynı uygulamalara
tabi kalıyor. Pozantı cezaevinde yaşanan
taciz ve şiddet olayları hala hafızalardaki yerini korurken çocukların bu tür
cezaevlerindeki mağduriyetleri devam
ediyor. Suça itilen çocuklar için cezaevlerinin bir çözüm olmadığını ve bunun
psikolojik ve sosyal araştırmalar sonucu
nedenlerinin tespit edilip çözüme kavuşturulması gerektiğini söyleyen Çocuk
Cezaevleri Kapatılsın Girişimi Üyesi
Cankız Çevik de “Pozantı ve Sincan
cezaevlerinde yaşanan olaylar sonucunda yaklaşık sekiz sivil toplum örgütü
bir araya geldik ve çocuk cezaevleri var
olduğu sürece bu durumun düzelmeyeceği, bunun için de hepsinin kapatılması
ve başka çözüm yollarlı aranmasını
önerdik. Şimdi toplam 33 sivil toplum
kuruluşu olarak bu yöndeki çalışmalarımıza devam ediyoruz. Çocuğun yüksek
yararının gözetilmesi gerekirken tam
tersine çocuklar gözaltına alınırken
en başından şiddete uğruyor. Yetişkin
cezaevlerinde kalan çocukların sayısını
bilmiyoruz ama oradaki çocuklara uygulanan –hücre cezası gibi- cezaların yetişkinler için uygulanan ile aynı olduğunu
biliyoruz” diyerek, konuya dair yapılan
çalışmalara dikkat çekti.
Çocukların yüksek yararının gözetilmesini öneren Birleşmiş Milletler Çocuk
Hakları Sözleşmesini kabul etmiş bir
ülke olan Türkiye’de çocuğun yararı ne
yazık ki sadece belirli gün ve haftalarda
gündeme geliyor. Bu sözleşmeyi imzalayan Avrupa ülkelerinde ise çocukların
suça itilmesine önlem olarak çocuğun
suça girişme nedeniyle bağlantılı olarak
önleyici tedbirler, sosyal alıştırma kursları, kişiye özgü programlar ve içinde
bulunduğu duruma göre uygulamalar
geliştiriliyor. Ama Türkiye’de çocukların
suça yöneliminin engellenmesi yerine
sadece cezalandırma anlayışı bulunuyor.
Hapishanelerdeki çocukların duru-
munu ve mağduriyetlerini araştıran
Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük
Vakfı üyesi Alper Yalçın da, dünyanın
hiçbir yerinde çocuk ağır ceza mahkemeleri olmadığını ve bunun çocuğa özgü
yargılama sistemine aykırı olduğunu dile
getiriyor. “Devlet mekanizmaları organize olamıyor ve eğitim evlerinde kalan
çocukların da dışarı çıktıktan sonra yeni
bir suça bulaşıp hapishaneye dönme
ihtimali yüzde 45 bu ciddi bir rakamdır.
Öncelikle bunun nedenleri üzerinde
düşünmek ve çözüm üretmek gerekiyor”
diyen Kıraç, çocuk cezaevlerinin çözüm
olmadığını ve var olan cezaevlerindeki
uygulamaların eksik olduğunu söylüyor.
Eğitim evlerinde bile görüş günlerinin ve
şeklinin yetişkinlerle aynı olduğunu dile
getiren Kıraç bunun çocuklar üzerinde
büyük bir psikolojik etki yaratığını bu
yüzden de çocuk cezaevlerinin faydasız
olduğunu ve kapatılması gerektiğinin
altını çizerek yeni hapishanelerin buna
çözüm olmayacağını belirtiyor.
BasHaber
HABER
26 Ocak - 01 Şubat 2015
Prof. Kadri Yıldırım:
Akademi olmazsa
siyaseti düşünebilirim
G
eçtiğimiz Kasım ayında gözaltına alınıp
ardından serbest bırakılan Mardin Artuklu
Üniversitesi (MAÜ) Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü ve Prof. Dr. Kadri Yıldırım, akademik çalışmalarının önü kesilirse siyasete girmeyi
düşüneceğini söyledi. Geçtiğimiz günlerde rektör
yardımcılığı görevinden istifa eden Yıldırım, gözaltı
sürecinde hem Kürdlerden hem de yurt içi ve yurt
dışında birçok akademisyenden destek almıştı.
Yıldırım, neden gözaltına alındığını, gözaltı sürecini, Kürdoloji Bölümü’nü kurma gerekçelerini,
istifa nedenlerini ve bundan sonra neler yapacağını
BasHaber’e anlattı. Yolsuzlukluk iddiasıyla gözaltına alınan Yıldırım daha sonra yaptığı açıklamalarda, alınma sebebinin Kürdoloji’ye olan tahammülsüzlük olduğu mesajlarını vererek “Bu gözaltı
benim şahsımda Kürd Kültürüne ve Kürd halkına
yöneliktir” demişti.
“Ya tasfiye olacağız ya da önümüz açılacak”
Anadilde eğitim hakkı tartışmalarının ve anadilde
eğitim veren okullar için çalışmaların arttığı son
yıllarda Mardin Artuklu Üniversitesi de devrim
niteliğinde bir çalışmaya imza atarak Kürdoloji
Bölümü’nü kurmuştu. Yıldırım’ın
öncülüğünde 50 kişilik kadro ile
açılan bölüm, Kürdistan’da birçok
mezun verdi ve vermeye devam
ediyor. Şimdiye kadar binin üzerinde
mezun veren Kürdoloji Bölümü’nde
ayrıca hem ders kitapları basıldı
hem de MEB’in seçmeli Kürdçe ders
kitapları hazırlandı. Kürd diline bu
denli hizmet veren Yıldırım, rektör
yardımcılığı görevinden istifa etse
de bölümde kalmaya devam edecek. Ancak gözaltı süreciyle bölüme
ve “itibarsızlaştırma” politikasıyla
birlikte kritik bir süreçten geçtiklerini belirten Prof.
Dr. Kadri Yıldırım, “Ya bizi tasfiye edecekler ya da
önümüzü açacaklar” dedi. Yıldırım, “Ya bizi tasfiye
etmek isteyenler amaçlarına ulaşır ve tüm bu kazanımlar yara alacak, ya da yargı ve YÖK buna izin
vermeyecek, önümüz daha da açılacak ve sürece
katkılarımız devam edecek. Sanırım birkaç hafta
sonra durum netleşecek” diye konuştu.
“Öncelik Kürdoloji’de”
Öte yandan gözaltı sürecinden sonra Yıldırım
“Yaşamım boyunca Kürd halkının geleceği için
mücadele edeceğim” mesajıyla çalışmalarına devam
edeceğini duyurmuştu. Bu mesaj ve rektör yardımcılığı görevinden istifa etmesinin ardından Kadri
Yıldırım’ın siyasete gireceği ileri sürüldü. Ancak
Yıldırım iddialara, “Kürd halkının geleceği için
mücadele etmenin birçok yolu vardır. Akademik
çalışmalar ve siyaset bu yollardan iki tanesidir. Kürdolojideki akademik çalışmalarımı özgür bir şekilde
yapabildiğim takdirde siyaseti düşünmeyeceğim”
sözleriyle cevap verdi. Ancak kendisine ve bölümüne yönelik saldırıların devam etmesi halinde
siyaseti düşünebileceğini belirten Kadri Yıldırım,
“Bu konuda bizi tasfiye ederlerse ve hayat hakkını
tanımazlarsa siyaseti düşünebilirim; fakat bilimsel ve akademik çalışmaları önceleyen bir siyaset,
Kürdistan’daki üniversitelere el atacak bir siyaset,
çözüm sürecine akademik perspektiflerle katkıda
bulunulacak bir siyasette olurum” dedi.
“Yeni açlık grevleri yaşanabilir”
Öte yandan Kürdoloji Bölümü 2010 yılında
kurulduğunda YÖK “Kürdoloji”
ismine izin vermeyeceğini söylemişti. Ancak Yıldırım öncülüğünde
YÖK’e rağmen Kürdoloji Bölümü
kuruldu. Fakat Yıldırım, bölümü kurmakla yetinmeyip bu kez
Kürdoloji’de doktora programı
için YÖK’e müracaat etti. Müracaat şartlarının tutmasına rağmen
halen onay alamadıklarını belirten
Prof. Dr. Kadri Yıldırım, YÖK’ün
bölüme yönelik tutumlarının
değişmemesi halinde, “20’ye yakın
ÖYP’li araştırma görevlimiz vardır.
Doktora onayı verilmediği takdirde bu araştırma
görevlilerimizin pek yakında üniversiteyle ilişkilerinin kesilmesi riski ortaya çıkacaktır ki böyle bir
durum tam bir felaket olacak ve tüm emekler heba
olacaktır. Bu da beraberinde geçtiğimiz yaz Kürdçe
öğretmenlerinin atama için yaptığı açlık grevlerinin
bir yenisi yaşanabilir. Ve süreç bundan zarar görecektir” sözleriyle durumun hassasiyetini aktardı.
“Üniversitede irade sahibi olmamı istemediler”
Hem Türkiye Hükümeti tarafından hem de Kürd
siyaseti tarafından desteklendiğini belirten Yıldırım,
bu durumdan bazı çevrelerin rahatsız olduğunu vurgulayarak, “İrademin üniversitede söz sahibi olmasını
istemedikleri için bu operasyonu gerçekleştirdiler” dedi.
Yıldırım, serbet bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamalarda
özellikle öğrenci alma dönemlerinde bazı vekillerin kendine liste göndererek listediki isimlerin bölüme alınmasını
istediklerini ancak gönderilen listeleri yırtarak bölüme
adil öğrenci aldığını ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın da bölümü ve Yıldırım’ın çalışmalarını
övmesine rağmen bölüme toprlille öğrenci alınmaması ve
Yıldırım’ın adil davranması bazı çevreleri rahatsız etmişti.
Ve böylece Yıldırım’a yönelik “itibarsızlaştırma” politikası başlatıldı. Bu propagandanın Kürd Kültürü ve Kürd
halkına yönelik olduğunu söyleyen Yıldırım, “Dönemin
Başbakanı Erdoğan, ‘Kürdoloji Biriminde yapılan çalışmalar devrimdir’ demişti. Ancak bu denge ve teveccühten
rahatsız olan süreç düşmanı bazı derin klikler Kürdolojiyi
güdükleştirmek ve benim ilerde üniversitede söz sahibi
olmamın önünü kesmek amacıyla hazırladıkları komployu hayata geçirmek için beni gözaltına aldılar” dedi.
11
Aklımız üzerine
SENNUR BAYBUĞA
Dışarıda insanı baştan çıkaran güneşli hava var. Biraz yürüyüş yaptım, sonra bir arkadaşımla bir kahvede oturup neden bu
ülkede çoğulcu demokrasi kültürünün oturmadığı ve oturamayacağı üzerine sohbet ettik. Kimi
zaman adına ‘tahammül’ bile denen diğerinin fikri ile yüzleşme
meselesinin zorluğu üzerine kafa
yormaya çalıştık ama orada bile
anlaşamadık sanırım. Yine seslerin çok yüksek çıktığı bir haftadayız, devletin aklı çalışırken aslında isim koyan bizlerin akıllarının da devletin aklına ne kadar benzemeye başladığını görüyorum
yeniden yeniden. Tek bir konuda yoğunlaşamayacak
kadar yoğunum, kafamın içi kazan gibi.
19 Ocak’ta Hrant Dink’in öldürülmesinin yıldönümü anmaları vardı, tümümüz ordaydık, ben ordaydım,
yıllardır görmeye alıştığım çoğu insan ve çevre de oradaydı. Hangi ölümün lanetlendiği anma etkinliği bu
kadar bağlamından koparılıp devlet aklının siyasete
ve muhalefete evrilmiş haline benzemiştir bu ülkede
bilmiyorum. Sevgisini ve yarattığı etkiyi yok edemeyeceklerini anlayan karanlığın, bu sefer bir yerinden
Hrant’ın hala yerde yatan bedenine tutunarak leşlerine can vermeye çalıştıklarını gördüm, kaç gündür
bunun üzerinden giden ağız dalaşları var. Geçen sekiz yıl ve ailenin ve yakın dostlarının ve yoldaşlarının
ve tüm Ermenilerin yaşadığı acılara kulak kapatan ve
kendi yarattıkları Hrant Dink’in bedenine bir yerden
tutunmaya çalışan, her daim kalabalığı toplamaktan
aciz ve ama o kalabalığın sesine muhtaç sözüm ona bu
ülkenin solcularının bir kısmı. Hrant’ı hala kanatıyorlar. Anmadan birkaç gün sonra Ali İsmail Korkmaz’ı
öldüren linç çetesinin duruşması vardı Eskişehir’de.
Katillere iyi hal uygulanarak verilen cezaya acılı annenin duyduğu tepkiyi üzerlerine gaz bombası atarak
cevaplayan devletin aklı yine oradaydı. Ama anneyi bir kenara iterek tv kameralarının önünde endam
eden avukatların aklı da işte tam da yine devlet aklının
muhalefette vücut bulmuş bir örneği olarak utandırdı
bizi. Emel anne kusurumuza bakma bizim..
Ve bugün de Uğur Mumcu’nun lanetli bir cinayetle çocuklarından koparıldığı günün yıldönümlerinden
biri. Oğlunun yazdığı yazıyı okudum sabah gazetede,
o öldürüldüğünde kız kardeşi ile basında çıkan fotoğraflarından tanıdığım ve aklımda hep öyle kalan ama
şimdi büyümüş, köşe yazarlığı yapan oğlunun. Hep
küçük iki çocuk olarak kalmış iki kardeşi düşündüm
sabah.
Uğur Kaymaz’ın katillerine verilen beraatin Yargıtayca onandığı hafta idi bu hafta aynı zamanda. Tabi
kimsenin sesi çıkmadı, Uğur Kaymaz’ın annesi babası ne yapar hiç bilmiyorum, onların Kürd sesi zaten
çıkmaz çıksa da biz duymayız. Dillerine yabancı biz,
dillerini bilenlerden çıkan sesi bile duymayız.
Burger King denen şekilsiz fast foodcuda, başkasının artık tabağından patates yediği için dövülen
çocuk.
Samsun’da dağda yemeksiz kalıp şehre inen ve
şehirdeki insanlarca linç edilip linç görüntüleri sosyal
medyada paylaşılan domuz. O görüntülerdeki insan
suretleri, kandan, akıttıkları kandan duydukları hain
zevk ve gurur.. Oysa sahipsiz domuzu öldüren kalabalığı çocuklarımızı da ne kadar kolay öldürebileceğini
göremeyen biz. Ve siyasi aklımız ve muhalefetimiz ve
devlet aklı ile aynı şekle bürünmüş kendi seslerimizle ilişkimizi ‘tahammül ‘ kelimesi ile açıklayan bizim
geldiğimiz yer. Ve bunları yazarken yaşadığım mahcubiyet duygusu.
Yanımdaki basketbol sahasından çocuk çığlıkları
yükseliyor, kızım da orada antremanda şimdi, attıkları çığlıkların coşkudan mı can acısından mı olduğuna
kulak kabartıyorum her hafta, bir basket sahasında bir
çocuğun kafasına top değer en fazla yaşadığım yerin
emniyeti düşünüldüğünde. Ama orada benim kızım
var kulaklarım öylesine hassas. Bütün çocukları o basket sahasında toplamak mümkün olsaydı, bir ormanın
dibinde, babaları anneleri öldürülmemiş ve öldürülmeyecek bütün çocukları. Ve büyüdüklerinde birbirlerinin seslerine tahammül değil de sevgi ile kulak
verecek çocuklar yetişseydi her yerde ama biz bunu
yapamayız, öyle ki kirli ellerimiz. Devlete benziyoruz.
12
KADIN
BasHaber
26SÖYLEŞİ
Ocak - 01 Şubat12
2015
Kuma nikahı kıyan imamlar suç işliyor
‘I
ŞİD şeriatı’ ve savaştan kaçan kadınların mağduriyeti ile birlikte yeniden hortlayan kumalık, kadınlar
için yeniden ciddi bir soruna dönüşürken,
kuma nikahı kıyan imamların suç işlediğine dikkat çekildi.
Kadınlar için dünyanın birçok bölgesinde başat sorunlardan biri olan ‘kumalık’,
değişen ve gelişen çağın algısıyla kimi bölgelerde kısmen hafiflerken, savaş ve IŞİD
uygulamaları sonucunda Ortadoğu’nun
tamamında yeniden türeyen cariyelik
ve kumalık sorunu, toplumsal cinsiyet
konusundaki derin yarığı daha da keskinleştirecek şekilde yayılmaya devam ediyor.
Türkiye ve Kürdistan’da sağaltılmaya çalışılan bir yara olarak kadınların mücadele
hedefi olagelen kumalık, süren savaşlar
ve başka gerekçelerle yeniden yaşamın
bir parçası haline geldi. Özellikle savaştan kaçmak durumunda kalan sığınmacı
kadınların her anlamda istismar edilmesi
söz konusuyken, göçmen kadınlara ise bu
durum ‘kumalık’ gibi bir ağır bir bedel
olarak yansımaya devam ediyor. Urfa’da
dikkat çekici şekilde artan, giderek bir
çember gibi yayılan ve kadının esaretini
ağırlaştıran sorunun güncel hali kumalık.
Suriye’deki iç savaşla birlikte düzenini, mülkünü ve toprağını bırakıp hiç
tanımadığı bir ülke, şehir ve hiç tanımadığı insanlarla yaşamaya mecbur kalan
kadınların yaşadığı sorunların başında
kumalık geliyor. Canını ve çocuklarını
kurtarma telaşı ile evini ve toprağını bırakan kadınların çoğu göç ettikleri yerlerde,
fuhuş, dilencilik, kuma vb birçok kötü
durum ile karşı karşıya kalırken, birçoğu
da aileleri tarafından para karşılığında
kuma olarak veriliyor. Savaşın yıkıcılığı
karşısında büyük bir mücadele ederek,
açlık ve barınma sorununa rağmen kendilerince güvenli yerlere göç eden Suriyeli
kadınlardan ikinci veya üçüncü eş olarak
evlendirilenlerin sayısı gittikçe artıyor.
Geçtiğimiz yıl içinde kuma olarak evlenen
kadınların sayısı 80 olarak kaydedilirken
gerçek sayının bunun çok üstünde olduğu
biliniyor. Hem Suriyeli kadınlar hem de
kentte yaşayan Kürd, Arap ve diğer kadınlar hayatlarındaki erkekler tarafından bir
yandan üstüne kuma getirilirken, diğer
yandan da ikinci, üçüncü hatta dördüncü
eş olarak kuma oluyorlar.
Kadınlar için hayat çekilmez halde
Kaçtıktan sonra göç edip Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin çeşitli illerine gelen
Suriyeli sığınmacılar, çoğunlukla kuma
olarak evlendiriliyor. Kumalığın en yoğun
yaşandığı ve boşanmalarda artışın olduğu
Urfa’da, hem Urfalı hem de Suriyeli
sığınmacı kadınlar için hayat çekilmez
hale geldi. Savaştan kaçtıkları gibi göç
ettikleri yerlerde hayat beklentileri daha
farklı olan bu kadınlar, gittikleri illerde
başka bir hayatla karşılaşıyorlar. Fuhuş,
uyuşturucu, kumalık gibi seçenekler onlar
için her zaman beklerken bu seçeneklerin arasındaki en iyi yol ise kuma gibi
görünüyor.
‘Mağdur kadın, fırsatçı erkek’
Urfa’da büyük bir artış gösteren kuma
sorununun kadınlar için büyük bir sorun
olduğunu kaydeden Viranşehir Berjin
Amara Kadın Danışma Merkezi Aktivisti
Nihal Açar, erkeklerin Suriyeli kadınların
mağduriyetlerinden kurnazca faydalandıklarını söyledi. Kadınların ve özelde
Suriyeli sığınmacı kadınların kuma olarak
aileleri tarafından para karşılığı verildiği
yönündeki sorumuza yanıt veren Açar,
ailelerin bu durumu para karşılığı vermek
olarak algılamadığını belirterek şöyle
devam etti: “Suriyelilerle ilgili çalışmalarımız oldu. Savaş mağduru, kaçmış,
geldiklerinde barınacakları yerleri olmayan, ekmek bulamayan ve yaşamını idame
edemeyen bu kadınlar, savaşın ardından
burada ‘kurnaz erkekle’ karşılaştılar. Çok
mağdur olan bu kadınlar zor durumda olduğu için, erkeğin teklifi karşısında ‘evlenelim ikinci eş olarak gel üçüncü eş olarak
gel’ dendiğinde kadın onu yadırgamayıp
evlenebiliyor. Mevcut koşullar onları da
istemedikleri noktalara sürüklüyor. Para
karşılığı ikinci ve üçüncü eş olarak isteyerek evlenen kadınlarda var ama çoğu bunu
mecbur olduğu için yapıyor” diye konuştu.
‘İlk eşin harekete geçmesi gerek’
İkinci evliliklerin yasal olarak kabul
edilmediğine dikkat çeken Açar, hukuken
böyle bir durum karşısında hem erkeğe
hem de kadına dava açılabileceğini belirtti. Birçok kadının toplumsal yaşamdaki
yerinden kaynaklı buna cesaret edemediğini dile getiren Açar, “Çocuklar tehdit
olarak kullanılıyor. Kadınların ailelerinin
desteği çok önemli ama destek alamıyorlar. Ekonomik durumundan kaynaklı
da bu durum karşısında sessiz kalabiliyor” dedi. Bu tür kuma durumlarında
ilk eşlerin harekete geçmesi gerektiğini
ifade eden Açar, kadın derneklerinin de
bu konuda daha çok bilinçlendirme ve
cesaret verici çalışmalar yapması gerektiğini söyledi.
Yasal olarak kabul edilmeyen ikinci
evlilik, imamların kıydıkları nikahlar ile
oluyor. Bu kadınların neredeyse tamamı
para karşılığında aileleri tarafından verilirken, isteyerek evlenen kadınların olduğu da gözlemleniyor. İmamların kıydıkları
nikahlarla işledikleri suç, hem ailelerin
bütünlüğüne zarar veriyor hem de çocukların psikolojisi üzerinde ciddi bir etki
bırakıyor. İmam nikahının resmi evlilik
olmadan yapılmasının yasak olduğuna
işaret eden Açar, “İmamlar bunu yaparak
kadına ve çocuklarına karşı da büyük bir
suç işliyor. Hem de o çok inandığı ailenin
bütünlüğüne zarar veriyor” dedi. Diyanetin bunu yapan imamları uyarmakla
yükümlü olduğunu belirten Açar, “Bu
konuda sürekli denetleme yapması gerekiyor. Ama hala resmi nikahtan önce imam
nikahı kıyılabiliyorsa bu da denetimin
olmadığını gösterir” dedi. Kuma sorununun aynı zamanda ailenin bütünlüğünü de
sarstığını aktaran Açar, şöyle devam etti:
“Çocukların ve ailelinin psikolojisinde ve
bakış açısında büyük travmalara neden
olabiliyor. Bu durum hem kadında, hem
erkekte, hem de çocukta derin psikolojik
sorunların yaşanmasına neden oluyor.”
‘Gerçek rakam çok daha yüksek’
Urfa Barosu -Kadın Hakları Komisyonu
Başkanı Av. Hülya Er ise Suriyeli sığınmacı kadınların kuma olarak evlenmelerinin çok yaygınlaştığına işaret ederek,
erkeklerin koruma güdüsü gibi nedenlerle
bu kadınlarla kuma olarak evlendiklerini
aktardı. Kumadan kaynaklı boşanmalarda
artış yaşandığını kaydeden Er, “Bu 80
diye yansıdı ama çok daha fazla. Sorunların çoğu dile gelmiyor ve boşanma davasına konu olamıyor. Urfa’nın küçük bir
kent olması yine törelerin ve geleneklerin
hakim olması da bu durumu etkiliyor.
Kuma tehdidi
ile baskı
Urfa kent merkezinde Suriyeli
sığınmacıların gelişiyle beraber
kumalığın arttığını kaydeden Urfa
Kadın Yaşam Evi ve Dayanışma
Derneği çalışanı Emine Çiftçi,
erkeklerin eşlerini “kuma getiririm” diye tehdit ettiğini belirtti.
Çiftçi şunları söyledi: “Kadınlar
hem kuma olmanın travmasını
yaşıyor, hem de eşleri tarafından
‘kuma getiririm’ tehdidinden
kaynaklı bir travma yaşıyor.
Urfa’da kadınlarda bu duruma
çok tepkili. Ama kadın çaresiz
ekonomisi yok. Hem kuma olan
kadın için bu böyle hem de ilk
eş olan kadın için böyle. Kadının
çocukları oluyor ve gidecek yeri
olmuyor. Bu konuda ailesine bile
gidemiyor. Kadınlar bunu kabul
etmeseler de yaşamak zorunda
kalıyorlar. Tabi bu yaşamak nasıl
yaşamak ise. Çünkü toplumda çok
kanıksanmış bu durum.”
Kadınlar
kabulleniyor
Daha önce ciddi başlık paraları
alındığını ancak şimdi erkekler
için daha kolay evlenildiğini belirten Urfa KAMER Başkanı Gülseren Kaplan, “Zaten Suriyelilerden
önce de kuma olayı çoktu burada
ancak göçlerle birlikte tavan
yaptı” dedi. Kumanın kadında
yarattığı psikolojik durumun
zorluğuna işaret eden Kaplan,
“Kadınlar mecbur kabulleniyor.
Adettir. Bizim geleneklerimizde,
göreneklerimizde vardır. Kendi
annesi veya etrafındaki diğer
kadınlarda kuma gelmiştir. Bu
durumun normalliğine kendini
inandırmaya çalışıyor. Bunu
normal karşılıyor. Ama karşılamayanlarda çok” dedi.
KOBANÊ
BasHaber
26 Ocak - 01 Şubat 2015
13
SÖYLEŞİ
Kobanê’de sıra köylerin kurtarılmasında
K
obanê de Kürd güçleri ile
IŞİD arasında 5 aydan
bu yana süren çatışmalar
sonucunda kentin tamamına yakını
işgalden kurtarılırken, YPG’nin köyleri kurtarmak için hazırlık yaptığı
haberleri geliyor. Hasekê’de rejim
güçleri ile YPG arasında çıkan çatışmalar bölgede yeni endişe kaynağı
olurken, Kobanê’den gelen zafer
haberleri Rojavalılara rahat nefes
aldırıyor. Kentin yüzde 90’ı işgalden
kurtarılırken, güney cephesinde kimi
sokaklardaki yoğun mayınlama ve
döşenen aşırı miktardaki patlayıcılar
döşedikleri sokaklara sığınan IŞİD’in
saldırı gücünü yitirdiği bildiriliyor.
Savaşın seyrini değiştirecek stratejik
öneme sahip olan geçtiğimiz hafta
YPG tarafından kurtarılan Miştenur
Tepesi’nin tamamen kontrol edilmesi
ile birlikte, IŞİD’in takviye imkanını
da yitirdiği ve sadece çevre köylerde
varlığını sürdürdüğü öğrenildi.
Rojava’da; Peşmerge, YPG ve
YPJ’nin koordineli yürüttüğü direnişte ağır kayıplar veren IŞİD’in
diğer iki kanton ve şehirlere olası
saldırı girişimlerine karşı da önlemler alınıyor. 15 Eylül’den bu yana,
adeta kenti yerle bir eden savaş
boyunca intihar saldırıları, bomba
yüklü araçlar ve yoğun havan topları
saldırısıyla Kobanê’yi harabeye çeviren IŞİD’in kentteki tüm mevzi ve
takviye yollarını yitirmesi ile başka
alanlara yönelebileceği bildiriliyor.
Kent merkezinin kurtarılması ardından köylerin kurtarılması için de
hazırlık yapıldığı öğrenildi.
‘Sırada köyler var’
Savaşın son durumuna ilişkin gazetemize konuşan Kobanê Kantonu
Başbakanı Enver Müslim 5. ayına
giren saldırılarda Kürdlerin büyük
ilerleme kaydettiğini söyledi. Miştenur ve çevresi başta olmak üzere,
Kürd güçlerinin birçok bölgede
büyük başarılar elde ettiğinin altını
çizen Müslim, “Güney tarafından birçok IŞİD tankı imha edildi. YPG’iler
çok yol kat ettiler. Öyle görünüyor
ki IŞİD Kobanê’de kırıldı. Sürekli
olarak takviye güç alıyor, çaresiz
kalmış” dedi. IŞİD’in birçok emirinin
Kobanê’de öldürüldüğünü sözlerine
ekleyen Müslim, “Bu Kobanê’nin
yakın bir zamanda kurtarılacağını
gösteriyor. Kent merkezi neredeyse
Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı
Editörler: İsmail Yıldız, Yeter Polat
Haber Merkezi: Özcan Şahin, Çimen
Gümüş, Mustafa Kılıç, Berfîn Mijdar
/ Dimilkî: Roşan Lezgîn / Diyarbakır:
Mustafa Turan /Ankara: Salih Batırhan
temizlendi. Sırada köylerimizi kurtarmak var” diye konuştu.
‘Rejim ile ilişkilerimizi keseriz’
Son günlerde Suriye rejiminin
Hasekê’de Kürdlere yönelik saldırılarını değerlendiren Müslim, “Yaşananları kınıyoruz. Yapabildiğimiz
kadar Cizire Kantonu’na destek
sunacağız. Hasekê’de yaşanan olayı
halkımız üzerindeki zulmü asla kabul etmiyoruz” dedi. Suriye rejiminin saldırılarını sürdürmesi halinde Rojava’nin rejim ilişkilerinin ne
şekilde devam edeceği yönündeki
soruyu yanıtlayan Müslim, şunları
aktardı: “Biz Rojava Koordinasyon
Yönetimi olarak hangi rejim olursa
olsun, insana saygı duymayacak
ve Suriye’deki oluşumlara saygı
göstermeyecekse onlarla ilişkimizi
keseriz. Bunu kabul etmeyen zihniyet ile ilişkimiz olamaz. Çözüme
katılmadıkları sürece bizim onlarla
ilişki kurmamız mümkün değil.
Suriye tüm renklerin tüm seslerin
ve dinlerindir. Herkes de bundan
sorumludur. Şovenist bir pozisyonda olan kim olursa olsun ilişki
kurmayacağız.”
‘Sadece iki mahallede kaldılar’
Kobanê’nin doğusunda Kürd
güçlerinin asayiş binasını almasının ardından her gün ilerleme
kaydettiğini dile getiren Çiçek, “Şu
anda IŞİD’in elinde olan sadece iki
mahalle var. Bunlardan biri Kaniya
Kurda diğeri ise Mixte Mahallesi’dir”
dedi. Miştenur zaferinin Kürd güçlerinin operasyonların tetiklediğini
İmtiyaz Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi
İdare Müdürü: Esin Alp
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
vurgulayan Çiçek, Kürd güçlerinin
birçok operasyon gerçekleştirdiğini
ve bunların hepsinde de başarılı
olduklarını ifade etti. Çiçek şöyle devam etti: “IŞİD’in arazi ve köy işgali
sürüyor ama şehirde sadece doğu
cephesindeki Kaniya Kurda ve Mixte
mahallelerinde hareket edebiliyor.
Buralar dışındaki kentin diğer bütün
yerlerdeki bölgeleri Kürd güçlerinin
kontrolünde.” Kobanê’nin köylerindeki durumu aktaran Çiçek, köylerde
zaman zaman eylemler olduğunu
belirterek, “Köylerde rahat hareket
etmelerini önleyecek bir hareket
tarzı ile mücadele ediliyor. Daha çok
gerilla tarzı eylemlerle hareketlerini
kısıtlama ve takviyelerini kesme
amacı ile hareket ediliyor” dedi.
‘Kobanê özgürlüğünü
göreceğiz’
Kobanê’ye giden üçüncü Peşmerge grubu komutanı Hemid Zebari,
kentin durumunun iyiye gittiğini
belirterek şöyle dedi: “Peşmerge ve
kahraman YPG/YPJ güçleri Miştenur Tepesi’ni ve çevresini kurtardı.
Kobanê’nin kuzeyi tamamen kontrol
altında. Kürd savaşçıları ilerliyor. Bu
savaşın kısa sürede biteceğini görüyoruz. YPG’li arkadaşlarımıza destek
vermekten onlarla savaşmaktan
mutluluk duyuyoruz. Öyle görünüyor
ki Kobanê’nin özgürlüğünü gören
grup olacağız. Kobanê özgürleşene
kadar buradayız.” Kobanê’de YPG
ile birlikte IŞİD’e karşı savaşan Zerevan güçleri üyesi Ekrem Abdulmecid Mizûrî adlı Peşmerge yaşamını
yitirdi.
Tel: +90 212 243 27 60
Fax: +90 212 243 27 79
E-mail: [email protected]
www.basnews.com
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
13
Paris’ten Cizre’ye
insonofobi
BİLAL SAMBUR
7 Ocak Paris katliamı sonrası İslamBatı ilişkileri tekrar gündeme gelmekte, Batı’nın İslam’la değişmeyen köklü
algısı sorgulanmakta ve Avrupa’da yaşayan Müslüman toplulukların bilinçli
ve sistematik politikalar sonucu dışlanmaları, ötekileştirilmeleri ve reddedilmelerinin yarattığı travmalara vurgu
yapılmaktadır. İslamofobi maskesi
adı altında eski önyargılar, nefretler
ve düşmanlıklar eski bir sunumla tekrar
gündeme getirilmektedir.
Paris katliamı, insanlığın ağır bölünmüşlüğünü ve birbirinden kopuşunu ortaya çıkarmıştır. Herkes, kendi ölü
sayısıyla ne kadar mağdur ve haklı olduğunu anlatmaya
çalışmaktadır. Ölülerin yarıştırıldığı bugünlerde, daha
fazla ölünün olması için psikolojik, sosyolojik, siyasal ve
kültürel şartlar uygun hale getirilmektedir. İnsanların birbirlerini haklı gördükleri nedenlerle öldürebilecekleri düşüncesi sinsi bir şekilde içselleştirilmektedir. Peygambere
hakaret ettikleri gerekçesiyle Paris’te on iki kişiyi öldürme hakkını kendilerinde bulanlardan sonra bir batılının
bir Müslümanı öldürmesinin haklı sebepleri olduğu veya
bir Müslümanın da bir Avrupalıya benzer şeyi yapabileceği fikri giderek insanları zehirlemektedir. Paris katliamı,
küresel düzeyde ölüm ideolojisinin derinleşmesine katkıda bulunmuş, insanlıkta derin bir duygusal ve varoluşsal
kopuşa neden olmuştur.
Batı dünyasının İslam’a doğal olarak düşman olduğunu ifade etmek için İslamofobi kavramı kullanılmaktadır.
İslamofobi ileri sürülerek Batıya düşmanlık yapmanın her
Müslümanın en temel vazifesi olduğu fikri, bir amentü
hükmü olarak İslam dünyasında yaygınlaştırılmaktadır.
Batı dünyasının ezeli iki yüzlülüğü ve Müslüman dünyanın ezeli mağduriyeti üzerinden sadece Müslümanlar ve
Batılılar değil, bütün insanlık birbirinden kopartılmaktadır.
İslamofobiye karşılık Westofobi yani Batı korkusu
yaratılmaktadır. Selefi el-Kaideci çizginin dayandığı en
büyük kaynak, Westofobidir. Batı karşıtlığı temelinde
bütün barbarlıklar, saldırılar ve şiddet meşrulaştırılabilmektedir. Selefizm başta olmak üzere din, maneviyat ve
ahlakı gasp eden bütün fanatik akımları besleyen korku
ideolojileri, Westofobi ve İslamofobidir. Bir korkunun
bir başka korku yaratması için bütün imkanların seferberliğine şahit olmaktayız. İslamofobi, Westofobi ve başka
adlarla insanlığın korkulara ve uçlara savrulduğu görülmektedir. İnsan ve dünya üzerinde iktidar kurmak için
aşırı uçlar arasında korkunç bir mücadele yaşanmaktadır.
Bugün, dinler, medeniyetler, ideolojiler ve kültürler değil,
aşırılıklar çatışmaktadır. İnsanlık, bir aşırılıktan bir ötekine savrulup durmaktadır. Aşırılıkların doğu-batı ayırımı
yapmadan insanlığı kuşatmış olması ve esaret çemberleri yaratması, mevcut insani durumun çürümüşlüğünü ve
yozluğunu ortaya koymaktadır.
Paris katliamından yeterince dersler çıkarılmadığı
gibi, ülkemizde yaşanılan otuz yıllık savaştan ve kırk bin
civarındaki insan kaybından da hiçbir şeyin öğrenilmediği
görülmektedir. Çözüm sürecinin geliştiğinin iddia edildiği
bugünlerde Cizre’de kaygı verici olaylar yaşanmaktadır.
Her gün Cizre’den çocuk cinayetleri haberleri gelmekte
ve karanlık senaryoların uygulandığına dair bilgiler ortaya çıkmaktadır. Barış ve çözüm için demokrasi, hukuk ve
özgürlükler alanında yapılması gerekenler yapılmamaktadır. Gerilim ve çatışma ile zaman kazanmaya çalışan
aktörler, sadece kendilerinin kazandığı, ama kendileri
dışındakilerin kaybedeceklerini sandıkları bir oyunu oynamaktadırlar. Paris’te ve Cizre’de ortaya çıkan insan
düşmanlığıdır, yani insonofobidir. İnsanofobi ideolojisine
teslim olunduğu sürece Türkiye’de çözüm süreci ilerlemeyecek, Avrupa ve İslam dünyasında insanlar ölmeye
devam edecektir. İnsanofobiye karşı insan olmayı öğrenmemiz gerekmektedir.
14
HABER
BasHaber
Barzani Yardım Vakfı Türkiye Temsilcisi Süleyman Şeyhnebi:
Yaraları sarmak için varız
Barzani Yardım Vakfı, Suruç’taki Kobanê Mülteci Kampı’nda sıcak yemek dağıtıyor
M
Besê Çelik
uhtaçlara ve savaş mağdurlarına yardım etmek amaçlı
kurulan Barzani Yardım
Vakfı’nın amacı, özelde Kürdistan
genel olarak ise, yardıma muhtaç
bütün insanlarla dayanışma içerisinde
olabilmek. IŞİD’in Kürdistan’a yönelik
saldırılarının başlaması ile birlikte
savaş mağdurlarına yardım eli uzatan
Barzani Vakfı, Kobanê’ye de yardım
gönderiyor. Barzani Vakfı Türkiye
Temsilcisi Av. Süleyman Şeyhnebi ile
vakfın çalışmaları üzerine konuştuk.
Yardım organizasyonlarının planlanma aşamasında millet ve kimlik
farkı gözetmediklerinin altını çizen
Şeyhnebi sözlerine şöyle devam etti:
‘’Önceliğimiz coğrafyamızda cereyan
eden savaştan dolayı mağdur olmuş
insanlara yardım etmek ve onların acil
ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bir nevi
kazazedeye ilk yardım müdahalesinde
bulunup bir cankurtaran görevini ihya
etmekteyiz. Onların yaralarını sarmak
temel varlık nedenimiz.’’
Özellikle temel gıda maddeleri,
giyim, battaniye, ısıtıcılar ile çocuk maması, çocuk bezi benzeri acil ve zaruri
tüketim maddelerini kamplara gönderildiğini ifade eden vakfın temsilcisi
Şeyhnebi, ‘’Savaş mağduru, göç etmek
zorunda bırakılmış insanlarımızın,
çocuklarımızın eğitimi için lazım olan
araç-gereç ve kırtasiye malzemeleri
konusunda da elimizdeki imkanlar çerçevesinde yardım etmeye çalışıyoruz’’
diyerek, eğitim alanında da üzerlerine
düşen sorumluluğun farkında olduklarını dile getirdi.
Vakfın Türkiye’de şubesinin olmadığını, temsiliyet yolu ile yardım kam-
panyaları düzenlediklerini, henüz yasal
bir başvuru yapmadıklarını dile getiren
Şeyhnebi, ‘’Vakfımızın Türkiye şubesinin kurulması için herhangi bir siyasi
ya da hukuki engel bulunmamaktadır.
Yasal statümüz olmasa da pratik çalışmalarımız mevcut ve devam’’ edecektir
diye konuştu.
Kobanê’ye 12 tır acil yardım
Kobanê’ye karşı saldırıların başladığı
ilk günden itibaren yardım kampanyaları organize ettiklerini ifade eden
Şeyhnebi, ‘’Yardımlarımız halihazırda
artarak devam etmektedir. Kobanê
hadisesi cereyan ettiği ilk günlerde 12
tır acil ihtiyaç malzemesi yardımında
bulunduk. Bu tırlar içinde 126 yardım
paketi vardı. Yaklaşık 6 bin kişiye yetecek kadar bulgur, pirinç, fasulye gibi
temel gıda maddeleri ve battaniye dağıttık. Ayrıca sınırı aşıp Suruç’a ulaşan
insanlarımıza 6 tır acil ihtiyaç malzemesi dağıttık. Bununla birlikte hem
sınırın bu tarafında hem diğer tarafta
kalanlara kışlık mont ve soğuğa karşı
koruyacak giysiler, çocuk maması,
ayakkabı ve benzeri yardım malzemeleri dağıttık. Şunu da belirtmek isterim
ki, ihtiyaç sahibi insanlarımıza yardımlarımız devam etmekte ve bu trajediler
son bulana kadar ve tek ihtiyaç sahibi
kalmayıncaya kadar bu yardımlarımız
devam edecektir. Nitekim Barzani
Vakfı olarak, zorda kalmış insanlara ve
insanlığa yardım etmenin asli sorumluluğumuz olduğuna inanıyoruz’’ dedi.
Şengal Dağı’na helikopterlerle
yardım götürdük
Şengal’e saldırıların hemen akabinde
de vakfın seferberlik ilan ettiğine vurgu
yapan Şeyhnebi, ‘’Şengal Dağı’nda
mahsur kalan soydaşlarımıza olaylardan çok kısa bir süre sonra yardımlar
ulaştırıldı. Şengal´den gelen kardeşlerimize her gün sıcak yemek imkanı
sunuyoruz. Biz de zaman kaybetmeden
orada mahsur kalmış ihtiyaç sahibi
soydaşlarımıza yardımda bulunmak
için seferber olduk. Bu kapsamda
Şengal Dağı’nda 1200 aileye 30 tırlık
insani yardım ulaştırdık. Bunların
içinde temel gıda maddeleri ile giysi
ve kışlık malzemeler vardı. Amacımız
kısa zamanda oradaki halkımızın tüm
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak ve
yaralarını elimizden geldiğince sarmaktı. Böylece sahipsiz olmadıklarını
anlamalarını istedik. Onlar bizim halkımızdır ve ne pahasına olursa olsun
insanlarımızın yanında olacağız ve rahat etmeleri için her türlü imkânımızı
seferber edeceğiz’’ diye konuştu.
Şeyhnebi, sadece dağda mahsur
kalmış insanlara değil, kamplarda ve
çeşitli yerlerde barınan Şengalli ve Rojavalılara yardım eli uzatmaya devam
edeceklerini sözlerine ekledi.
26SÖYLEŞİ
Ocak - 01 Şubat14
2015
Daha fazlası
için çalışıyoruz
İrtibat noktaları aracılığıyla kamplarda, çadırlarda ve akrabalarının yanında barınan ihtiyaç sahiplerini tespit
etmeye çalıştıklarını ve bu metodla
ihtiyaç sahiplerine ulaştıklarını dile
getiren Şeyhnebi, hayırsever insanlardan yardım topladıklarını, herhangi
bir hükümet yada siyasi partiden yardım almadıklarına vurgu yapıyor.
Suruç’taki 180 bin Kobanê’linin bir
kısmının çadır kamplarda bir kısmının da akrabalarının yanında ikamet
ettiğini ifade eden Şeyhnebi, ‘’Her
ne kadar yardımlara devam ediliyor
olsa da söz konusu yardımlar yetersiz
kalmaktadır. Kışın gelmesi ile şartlar
daha da zorlaştı. Vakıf olarak halkımızın yaşadığı zor şartların kolaylaştırılması için yeni bir yardım kampanyası
ve program yürüttüklerini belirtti.
Yardım kurumlarıyla irtibat
içindeyiz
Uluslararası yardım kuruluşları,
sivil toplum örgütleri özellikle Birleşmiş Milletler İnsani Yardım bölümü
ile yakın ilişkiler ve koordinasyon
halinde olduklarını ancak doğrudan
bir kurumdan destek almadıklarını
sözlerine ekleyen Şeyhnebi, kısa vadede yapmak istedikleri çalışmalar konusunda şunları söyledi: Kısa vadede
Kobanêli ve Şengalli kardeşlerimizin
acil ihtiyaçlarını karşılama çabasındayız. Bu doğrultuda çalışmalarımızı
hızlandırmış bulunmaktayız. Özellikle
sağlık alanında da bazı projelerimiz
var. Şöyle ki gönüllü doktorlarımızı
koordine ederek insanlarımızın sağlık
ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyoruz ve
bu yöndeki çabalarımızı yoğunlaştırmaya devam edeceğiz. Orta vadede
ihtiyaç sahibi insanlarımızın eğitim,
sosyal ve sağlık ihtiyaçlarını gidermek
için kapsamlı projeler yapıp verimli
bir şekilde uygulamak istiyoruz.
SİNEMA
BasHaber
26 Ocak - 01 Şubat 2015
15
SÖYLEŞİ
15
Kazım Öz:
Komedi, Kürd sinemasının eksik yanıdır
T
Fatoş Yıldız
ürkiye’de muhalif ve alternatif
sinemanın temsilcilerinden biri
olarak kabul edilen Kürd yönetmen Kazım Öz, görmezden gelinen,
sansürlenen ve yokmuş gibi davranılan
bir gerçeğin deyim yerindeyse ‘bayraktarlığını’ yapmayı, bunu yaparken de
gürültü koparmayan bir izlekte ilerleyen
sinemasını oluşturmayı sürdürdüğünü
söylüyor. Öz, Kürd sinemasında dikkat
çekici bir şekilde komedi eksikliğinden
de dem vuruyor.
‘Kürd sineması var mı, Türkiye
sineması mı, Türk sineması mı?’ gibi
tartışmaların sinema camiasında devam
ederken, Kazım Öz, kamerasını çevirdiği hikayeler itibariyle bu camianın
gündemine başka bir realiteyi ekliyor:
Yok sayılmanın anatomisini… 90’lı
yıllarda Mezopotamya Kültür Merkezi
bünyesinde başladığı sinema çalışmaları
ve vizöre güzünü ilk yaklaştırdığında
statükocu sinema camiasını ürkütecek
sahneler gören Öz, ‘Ax’ ve ‘Fotoğraf’
adlı çalışmalarında kendini gösterdi.
Hem sinematografik, hem estetik ve
hem de hikayelerinin kurgusu itibariyle
‘yok’un ‘var’ halini kanıtlamaya değil,
var halin estetik biçimini bu tekelleşmiş
camianın sinir sistemlerine damıtmaya
başladı. ‘Dûr’, ‘Bahoz’, ‘Şavaklar’ ve son
olarak ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ filmiyle
sinemasının inşaat duvarlarını yükseltmeyi sürdüren Öz, birçok tartışmayı ve
kavgayı da peşine takarak film şeridini
sarmaya devam ediyor. Fransa’da bir
festivalde son filmiyle ödül kazanan ancak bu ödülü Paris’te öldürülen üç Kürd
kadın siyasetçi konusunda Fransız yetkililerin duyarsızlığını protesto ederek
reddeden Öz, daha önce de Türkiye’deki
birçok festival tarafından sansüre maruz
kalmıştı. Daha ağırı ise, Öz’ün derdini
anlattığı coğrafyanın kendisi tarafından
da sansüre uğraması oldu. Zira ‘Bahoz’
filminden sonra Öz’ün, bir sanatçının
katlanmak zorunda kalmaması gereken
durumlarla karşılaştı…
1973 yılında Tunceli’de dünyaya gelen
Kazım Öz sinema macerasına 1998 yılında Yeşim Ustaoğlu’na Güneşe Yolculuk
filminde yardımcı yönetmenlik yaparak
atıldı. Sinema hayatına girmeden önce
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde İnşaat
Mühendisliği bitiren Kazım Öz, 90’lı yıllarda Mezopotamya Kültür Merkezi’nin
açmış olduğu tiyatro çalışmalarına
katılır. Bir süre tiyatro ile uğraşan Öz,
daha sonra yine Mezopotamya Kültür
Merkezi’nin açmış olduğu sinema atölyelerine katılır. Sinema ile tanıştıktan
sonra hem tiyatroyu hem de mühendisliği bırakır ve tamamen sinema üzerine
yoğunlaşır. 1999 yılında 25 dakikalık
Ax (Toprak) adlı filmini çektikten sonra
sırasıyla Fotoğraf, Dur, Şavaklar ve son
olarak da Bir varmış Bir yokmuş belgeselini çekerek filmografisine bir film
daha ekler. Sinemaya başlama nedenini
“Sinema ile kendimi, halkımı, köyümü,
toplumsal sorunları, hayatı daha iyi
kavrayabileceğimi ve anlatabileceğimi
düşündüm” şeklinde açıklayan Öz, tiyatroyu bırakıp kendini tamamen sinemaya
adaması 1997 yılına tekabül eder.
Sansürsüz film yapmaya çalışmak
önemli bir çabadır
Genellikle belgesel filmlere yoğun ilgi
gösteren Kazım Öz, bunun sebebinin yaşadığımız coğrafyada bazı şeyleri belgesel ile anlatmanın daha elverişli olduğu
şeklinde tarif ediyor. Ayrıca çektiği son
belgesel olan Bir Varmış Bir Yokmuş’da
belgesel formatlarının da dışına çıktığını
farklı bir anlatım tekniği geliştirdiğini
dile getiren Öz, “Son belgeselde seyirci
karakterlerin gerçek mi kurmaca mı
olduğunun ikileminde kaldı. Bu iyi bir
şey çünkü filmin kurulumu bir kurmaca filmi de andırdı gerçek bir hayatı
da andırdı bence başarı burada gizli”
şeklinde konuştu. Ayrıca çektiği son
belgesel ile beraber önceki filmlerinin
de festivallerde sansüre uygulandığının
altını çizen Öz, “Sanat da her şeyden
önemli olan şey sansürsüz bir şekilde
eser ortaya koymaktır. Dışarıdan gelen
engellemelerden ziyade insanın sanat
yaparken sinema yaparken kendine de
oto sansür uygulamaması önemlidir.
Özellikle “Bahoz” filminden sonra çok
sert eleştiri ve tepkilere maruz kalan Öz,
“Bahoz filminde bir oto sansür uygulamam beklendi. Bazı sahneleri çıkartıp
bazı sahneleri eklemem istendi. Oysa
ben nasıl görüyorsam nasıl kurguluyorsam öyle çektim bu yüzden de tepki ve
eleştirilere maruz kaldım” dedi.
Mezopotamya sinema ilerleyemedi
Mezopotamya sinema atölyesinde
uzun yıllar kalan Kazım Öz, oranın birçok Kürd sinemacısı için bir başlangıç
olduğunu birçok kişinin ilk kez orada
sinema ile tanıştığını ve bugün tanınan
birçok Kürd sinemacının ilk kez orada
eğitim aldıktan sonra sinema hayatına
girdiğini dile getirdi. Bu açıdan önemli
bir rol oynadığını fakat durumun biraz
dışarıya taştığını söyledi. Öz, “Orada
daha sistemli daha örgütlü aynı zaman-
Kürd fonları oluşturulmalı
Kürd sinemacılarının bağımsız film yaptıkları günümüzde
bir araya gelip ortak fonlar oluşturulup filmler çekmelerinin şu an zor
olduğunu yönetmenlerin biraraya gelmesinden ziyade Kürd yapımcılarının Kürd
film dağıtımcılarının bir birliği olabileceğini dile getiren Öz şöyle konuşuyor:
“Kürd yönetmenlerin biraraya gelmesi
bir şeyi değiştirmez. Ancak projeleri
hakkında sohbet edebilirler önemli olan
Kürd yapımcılarının biraraya gelmesi.
Film çekmenin en büyük zorluğu bütçe,
fon finansman bulma sıkıntısıdır. Bugün
Kürd fonları oluşturulup destek sağlansa
durum çok daha farklı olabilir. Sadece
film sürecinde değil filmin dağıtımı
sırasında da bu tarz kurumlar oluşturul-
malı Kürd film dağıtım
şirketleri olmalı. Aksi
takdirde film çekmek
sinemacılar açısından oldukça zahmetli
bir hal alıyor. Çünkü en büyük sorun
bütçe. Mesela ben bütçe yetersizliğinden dolayı yeni başladığım filmin
çekimlerini tamamlayamıyorum. O
yüzden bir birliğin olması kesinlikle
çok önemli.”
da teknik ekonomik yanları çözen bir
zemin oluşturamadık. Orada bir şekilde
eğitim alan dışarıya gitti eğitim alan
dışarıya gitti. Yani kısaca orası sadece
besleyici bir rol oynadı. Yani kurum
olarak kaldı. Daha sistematik olarak
sinemaya dönük sistemler üretemediği
için de biraz olduğu yerde kaldı” diyor.
Son zamanlarda çekilen Kürd filmlerine baktığımız zaman komedinin
eksikliğini açık bir şekilde görmekteyiz.
Kısa veya uzun metrajlı filmlerin büyük
çoğunluğunda anadil, kadın sorunu, göç
gibi konuların yoğun bir şekilde işlendiği ve komedi türünde ya da aşk türünde
filmlerin olmadığı sinemanın içinde bir
eksik olduğu açık bir şekilde belli. Öz,
bu konu için şu şekilde konuştu. “Acılarımız çok, sorunlarımız çok, dolaysıyla
bizim sanatımız, siyasetimiz sosyalitemiz tamamen bunun içinde kalmalı gibi
geliyor. Halbuki böyle değil, sanat dışarı
açılan bir penceredir sanatla toplum
daha normal bir hale de dönebilir. Bir
toplumun aydınlanmasına bir filmle katkıda bulunabiliriz. Bir katliamın içinde
öyle bir film çekersiniz ki komedi ile sizi
derin bir şekilde yaralar. Bunun dünyadaki örnekleri de yok değil. Her şeyden
önce dil, anadil mevzusunun aşılması
lazım. Oraya hapsolmuş hikayelerle dolu
karakterlerimiz var. Komedi, Kürd sinemasının eksik yanlarından biridir.
Son olarak Kazım Öz ile yeni projesi hakkında konuştuk. Dersim’deki
çekimlerini tamamlayan uzun metrajlı
filmi “Zer” için Amerika’ya gidip oradaki
çekimleri de bitirmesi bekleniyor. Öz,
bu filmin hikayesini yaklaşık on yıldır
düşündüğünü fakat hayata geçiremediğini, geçtiğimiz sonbaharda çekimlere
başladığını ve bütçesini ayarlayabilirse
yakın zamanda Amerika’ya gideceğini
dile getirdi. Öz, “film, Dersim coğrafyasında bir şarkıyı arama hikayesini bir
yol hikayesini anlatıyor” dedi.
16
MÜZİK
BasHaber
26SÖYLEŞİ
Ocak - 01 Şubat16
2015
Alevi müziği sadece müzik değil
Ehli Beyt soyundan
gelen 72 kişinin Hz.
Hüseyin ile birlikte katledildiği Kerbela olayı,
ki Alevilik felsefesinin
en ağır trajedisi olarak
kabul edilir, bu güne
kadar sayısız şiir, ağıt,
film, roman ve destana
konu olagelmiştir. Çağın
değişmesiyle birlikte bu
konu belki de insanlık
tarihinin sürekli güncellenerek ‘tema’ haline
gelen nüanslardan biri
olmayı başarmıştır.
Alevi kültürünün sözlü
temele dayanması nedeniyle anlatımında çok
önemli görüldüğü bu
olay, daha önce işlendiği
bütün formların dışında
bu kez çok farklı bir formatta karşımıza çıkıyor.
Coşkun Karademir ve
Emirhan Kartal üç yıllık
bir çalışmanın sonucunda Kerbela olayını bir
kez daha güncelleyerek
müzikseverlerin beğenisine sundu.
Eser, hem deyişleri,
mersiyeleri ve nefesleri
ile hem de olayın bizzat
kendisini yaklaşık bir
saatlik bir anlatımla aktarması nedeniyle ilk ve
tek olma özelliği taşıyor.
Karademir ve Kartal
ile Kerbela
albümü ve
Albümün
anlam
evrenini
konuştuk.
Coşkun Karademir
Özcan Şahin
Herkesin yakinen bildiği ve hep
güncel kalmayı başarmış bir konuyu yeniden gündeme getirmek biraz
risk ister. Bu riski hangi gerekçelerle göze aldınız ve neden Kerbela?
Neden yaptık? Aslında bunun altını
doldurmak bizim için en zor olan kısımdı.
Kendimize fazlasıyla sorular ve eleştiriler yönelttik. Hatta fazlasıyla acımasız da
olduk. Ama nihai fikrimiz; “elimizi taşın altına koymamız gerek” oldu. Nedir bu taş, ya
da taşlar? Aslında bu bir aktarıcılıktır ve her
yanıyla bakıldığında ciddi bir sorumluluktur. Çünkü arz ettiğiniz her şeyin sorumlusu
sizsinizdir, bundan kaçamazsınız. Kaldı ki
konu “Kerbela” olunca, söylemek isterim
ki işimiz hiç de kolay değildi ve olmadı da.
Ama çok şükür biz amacımıza hizmet ettik,
en azından bu niyetle yola çıktık. Elbette
eksiğimiz kusurumuz vardır, ama çıktığımız
yol zaten fazlasıyla cevri cefa ile dolu. Bu
ateşten gömleği bilerek giydik.
Albümünüz hakkında ne söylemek
istersiniz?
Albümün yapılış amacı ve hedefi en başta
bir miras aktarımıdır. Anadolu’ da Kerbela olayı üzerine yakılmış ve dillere mühür
olmuş mersiyeleri, nefesleri ve deyişleri
elimizden geldiğince işleyip günümüze ve
günümüz insanına ulaştırmaya çalıştık. Bir
de tabi olayın kendisini. Kerbela olayının
anlatımının da ayrı bir CD olarak sunulması
gerektiği fikrini Hasan Saltık teklif etti. Bizi
heyecanlandıran bir fikirdi ve biz de bunun
üzerine ayrıca çalışıp 2.CD olarak hazırladık. Denilebilir ki; her haliyle Kerbela olayının derinliklerini ve izlerini taşımaktadır bu
albüm...
Albümünüze gelen tepkiler nasıl?
Albümünüzün Kerbala gibi olaylarından birini anlatması ve ilk olması nedeniyle yeterli bulamayan
veya eleştirenler oldu mu?
Genel itibariyle aldığımız tepkilerin
niyetimizle örtüştüğünü gördüğümüz
için mutlu olduk elbette. Olumsuz
tepkiyle çok karşılaştığımızı söyleyemem, ama tabi ki yapıcı tepkiler ve
fikirler aldık. Ki her türlü eleştiri
bizim için nimettir diyebilirim.
Neticede gözümüz gibi sakındığımız ve emek verdiğimiz bir
yapının, bir ya da birkaç yerinden
ötürü eleştiriye maruz kalıyorsak,
evvela en çok üzülen biz oluruz.
Ve bunu bir daha tekrarlamamak
isteriz. Kerbela Olayı, aslında sadece Alevi - Bektaşi zümresine mal
edilmemelidir. Tabi ki Anadolu’da
Kerbela olayını içselleştirmek,
“Söylediği sözü hazmetmeden okuyan
bir kişinin okuduğundan etkilenmesi de,
başkasını etkilemesi de imkansızdır. Kaldı
ki Alevi müziğine sadece salt “müzik” olarak bakamayız. Ortada koca bir hazine var.
Önce siretteki manayı bilmek gerek, sonra
surette görünen saz ve söz size bir ruhaniyet katar.”
yaşamak ve yaşatmak anlamında en büyük
derya şüphesiz Alevi - Bektaşilerdir. Bizim
de beslendiğimiz pınar budur. Ama genele
bakarsak sadece buradan söz etmek bize
göre doğru değil. Çünkü biz her şeyden önce
müzisyen ve akademisyen kimliğimizle konuya bakıyoruz. Ondan sonraki kısım maneviyattır. Onun da en çok kimde ya da nerede
olduğunu elbette ki Yaradan bilir. Hüseyin’
e ağlayan göz, bizim için bir bedenin bir çift
gözünden akan kanlı yaşıdır. Kimden ya da
nereden olduğunun bir önemi yok. Buradan
yola çıkacak olursak, biz zaten başından
itibaren her türlü eleştiriye ve tepkiye hazır
olarak yola çıktık. Başta noksanlarımızı biz
kabul ettik, yine söylüyoruz; olumlu ya da
olumsuz her türlü eleştiriye eyvallah.
Albümünüzde Kerbela üzerine deyişler, mersiyeler ve nefeslerin yanı
sıra hikaye ve tarih anlatımları da
var. Çalışmanızda ne gibi kaynaklardan yaralandınız?
Albümde var olan mersiye ve nefeslerin tamamı Alevi-Bektaşi inancını süren
aşıkların, ozanların, uluların, velilerin ve
dedelerin’dir. Zaten en büyük kaynak da onlardır. Kerbela olayı üzerine başka dergahlarda da çok kıymetli zatların yazdıkları ilahiler, deyişler ve mersiyeler de var. Bunları
da bilmekteyiz. Ama bir genelleme yapacak
olursak yine Anadolu’ya ve aşıkların avazına
bakmak durumundayız. Anlatım metnini ise
yine bu konularda fazlasıyla bilgi ve birikim
sahibi olan, kıymetli gazeteci/yazar Miyase
İlknur hazırladı. Seslendirmeleri de oyuncu
Mustafa Avkıran yaptı.
Aleviliğin sözlü bir kültüre dayanması müziğine nasıl etki ediyor?
Alevi-Bektaşi uluları zahir-batın dediğimiz olguyu sözlerinin içine harç etmişler.
Kısaca özetleyecek olursak bu bir aktarım
zinciri oluşturmuş. Çalıp-söyleme geleneği
bu inanç için vazgeçilmez bir unsurdur.
Çünkü her şey edebiyata ve müziğe nakledilmiş, çalıp söyleyen aşıklardan da yolu
sürenlere bırakılmış. Sözlü kültürün hem
zahir hem de batın manaları da içeriyor olması, bu inancın müziğini icra edecek olanlara ciddi bir sınav. Çünkü söylediği sözü
hazmetmeden okuyan bir kişinin okuduğundan etkilenmesi de, başkasını etkilemesi de
imkansızdır. Kaldı ki Alevi müziğine sadece
salt “müzik” olarak bakamayız. Ortada koca
bir hazine var. Önce siretteki manayı bilmek
gerek, sonra surette görünen saz ve söz size
bir ruhaniyet katar. Bu durum da bize göre
Alevi müziğini icra edecek olan kişilerin göz
ardı etmemeleri gereken en önemli husustur.
Sizce Alevi müziği kendini ifade
edecek yeterince alan bulabiliyor
mu?
Aslında bu genel bir sorun. Yani popüler olmayan ve genele hitap etmeyen her
şeyin göz ardı edilmesi çok normal. Çünkü
insanlar gözünün önündekinden haberdar
sadece. Bu geleneksel anlamda yaşamaya
çalışan her şey için geçerli. Haliyle geleneksel ve dini müzikleri de etkiliyor bu durum.
Alevi müziği üzerine yapılan çalışmaların
sayısı son yıllarda fazlasıyla arttı. Eksik ya
da doğru demeden bunu bir gelişme olarak
görmek gerek en başta. Ama tabi ki konu
sadece müzik olarak da ele
alınamayacak kadar
büyük ve derin olduğu
için, yapılan çalışmaların da iyi idrak edilip
öyle sunulması gerek.
Doğru ve bilinçli bir yol
izliyorsak yeterince
dinleyen size ulaşıyor. Sunulması
anlamında elbette ki sıkıntılar fazlasıyla
mevcut, ama
az sayıda olan
dinleyici de
ayırt etmesini
iyi biliyor.
Bence biz
evvela işimizi
her boyutuyla
iyi yapmalıyız,
sonra kendimizi
dinletecek yerleri
buluruz elbet.
Emirhan Kartal

Benzer belgeler

16.02.2015

16.02.2015 Adaletsiz Türkiye HAKAN TAHMAZ

Detaylı

23.02.2015

23.02.2015 aşiret orduları kullanacağından endişe ediliyor. Kobanê’nin iki mahallesi dışında tümü Kürd güçlerin denetimine girerken, Peşmerge ve YPG işgal altındaki köylerin kurtarılması için hazırlanıyor.

Detaylı

10.08.2015

10.08.2015 yerleştikçe merkezin bu anlayışını daha hızlı ve daha fazla temellük etmiştir. Yargı, Türk devletçiliğinin işleyişinde hayati bir role sahiptir. Devleti koruma ve kollama, bu işlevin yalın özüdür. ...

Detaylı

30.05.2016

30.05.2016 Prof. Mustafa Erdoğan:

Detaylı